Üçüncü Dönem, Sayı 2 15 Ekim - 15 Kasım 2013 boodergi.com
yine bir kentsel mevzu:
Genişleyen Şehirler ve Sosyolojik Problemler
Jehan Barbur
“Herhalde ben ölsem ‘bilmem ne dizisindeki şarkıyı söyleyen’ derler...”
Tiyatroda Yeni Sezon
Toplayabildiğimiz kadar oyun derledik, ufak bir rehber hazırladık
Yola fotoğraftan çıkan derin söyleşi:
Haluk Çobanoğlu
“Makine üreticileri bizi sömürmek için varlar”
Dahası: Raymond Chandler __ The Feelies __ Şahin Kaygun __ Kıvılcım Güngörün __ Balina __ Anka Kuşu
“BİZİ DE GÖRÜN ARTIK!”
Boo! dergisi artık iPhone ve iPad ekranlarından da okunabiliyor. Denemek için aşağıdan buyurun:
Gücünü Issuu.com’un teknolojisinden alan bu hizmet ne yazık ki sadece iOS işletim sistemli cihazlar için geçerli. Android ve Windows Phone’da okuma tecrübesi sıkıntılı olabiliyor. Düzelmesini ümit ediyoruz...
Üçüncü Dönem, Sayı 2
Jehan Barbur, sf. 36 Hastası olduğumuz seslerden biri olan Jehan Barbur, ilk kitabı Çatıdaki Çimenler’i bugünlerde çıkardı. Kendisini ziyarete gittik; müziği, hayatı ve kitap heyecanıyla ilgili içdış ne varsa konuştuk.
15 Ekim - 15 Kasım 2013
Üçüncü dönem, sayı 3 / 15 Ekim - 15 Kasım 2013 arası için.
Haluk Çobanoğlu (özel röportaj), sf. 26
“Bu ay ne var?” sorusuna cevaplar...
Genel Yayın Yönetmeni Alper Demirci
Jehan Barbur (özel röportaj), sf. 36
Tiyatroda yeni sezon, sf. 44
Raymond Chandler, sf. 50
Yazı İşleri Müdürü Kamer Yılmaz Fotomuhabir Rıza Şahin
Anka Kuşu, sf. 58
Bu Sayıda Yazanlar Alper Kara, Armağan Kanca, Büke Sevindi, Furkan Emir, Gökçe Asena Altınbay, Gözde Karahan, Melis Mine Şener İllüstrasyon Dilem Serbest Katkıda Bulunanlar Pınar Derin Gençer
Arka kapakta yer alan resim, şu sıralar sergisi devam eden Şahin Kaygun’un çalışmalarından...
Genişleyen Şehirler, sf. 54
Mini Önsöz
The Feelies, sf. 56
-Alper Demirci
Hemmen buraya hızlıca bir not yazıp kaçacağım: İki sayıdır dergiyi yeniden inşa etmeye çalıştığımızı anlamışsınızdır. Öyle veya böyle bu inşaatın zamanlaması derginin çıkışıyla paralel denk geldiği için mesela geçen sayı zamanında ama özensiz çıkmışken, bu sayı özenli ama çok geç çıktı. İnşaat henüz bitmedi, bir miktar kir toz filan halen daha sürüyor. Mesela gelecek sayıya temizlememiz gereken şeyler arasında bu sayfa var. Sona bıraktık, kafamız şişti, böyle bıraktık. Ajandamız da gelecek önümüzdeki sayıda dergideki yerini alacak. Eh, baya az kalmış. O zaman gelecek ay “esas şimdi başlıyoruz!” diyelim mi?
4
Boo! Aylık kültür-sanat dergisi. Parası olmadığı için internetten yayın yapar. Internetten yayın yapan dergiler arasında en uzun ömürlü olanıdır. Dergide imzası belirtilen tüm yazılar ile röportajlarda konukların söyledikleri, kişilerin kendilerine ait düşünceleridir ve derginin görüşü olarak kabul edilemez. Her türlü görüş, öneri, eleştiri, teklif (öhöm, iş teklifi, reklam teklifi falan) için e-posta adresi: boo@boodergi.com
Aylık kültür ve sanat dergisi
Birtakım sayısal veriler
3 56 1778 dönem
sayı
yazı
6 90 2059
boo!’nun şimdiye dek sitesinin boo!’da yazan değişim yazar adedi adedi
facebook’taki boo! sayfasını beğenen kişi adedi
Birtakım demografik rakamlar
(facebook.com/boodergi sayfasındaki abone verilerine göre)
Cinsiyet %53 Kadın %40.7 Erkek Buradaki veriler 14 Eylül 2013 itibarı ile elde edilmiştir.
Yaş %1.7 13-17 %32.5 18-24 %46.3 25-34 %7.8 35-44 %5.4 45+
Kent %41.9 İstanbul %13.3 İzmir %7.8 Ankara %2.6 Eskişehir %34.2 Diğer kentler 5
1778* Biz bunları daha önce Boo!’da yazdık. Arayan bulur!
8 yıla yaklaşan Boo! mazisinde aradığınız konunun koordinatlarını anında öğrenmek için dev hizmet: boodergi.com/arsiv-arama
* Boo! dergisinin ilk iki döneminde yer alan konu adedi.
6
kültür-sanat haberleri, keşifler, köşeler, anekdotlar
Şahin Kaygun Sergisi Uzadı İlerleyen sayfalarda
hakkındaki izlenimlerimizi de okuyabileceğiniz, Şahin Kaygun’un eserlerini bir araya getiren Gizli Yüz adlı sergi, Galeri Elipsis’te bulunmaya 2 Kasım’a kadar devam edecek. Başlangıçta 20 Ekim’e kadar sürmesi planlanan sergi, uzayan tarihleriyle kendisini kaçırmak istemeyen ziyaretçilerini bekliyor. 7
Blues’un da Hakkı Üçtür 24 numaralı Blues Festival’de Anadolu yollarını arşınlayacak üç isme hızlıca değinelim:
Joe Louis Walker
Gelecek sene 50’nci sanat yılını kutlamaya hazırlanan 63 yaşındaki Walker’ın memleketi San Francisco. Başlarda kilise müziği ile ilgilenen Walker 80’lerde blues müziğe geçti ve nihayet albüm çıkarmaya 1986’da başladı. En son 2012’de çıkmış olmak üzere toplam 23 albümü var.
Blues Festival Hakikaten Anadolu Yollarında Türkiye’nin en uzun soluklu festivali, yirmi dördüncü turnesinde ilginç yeni başlangıçlara imza atıyor.
B
ağzı yasalar yüzünden artık isminin ulu orta yerde anılmaması gereken markalardan birisi olan Efes Pilsen’in neredeyse çeyrek asırdır kendisiyle bütünleşen etkinliği Blues Festival’i bu zor zamanda yüz üstü bırakmaması 10 numara takdire şayan bir hareket. Ama henüz açıklanmayan birtakım gizli saklı durumlar var ki, birkaç yıl geriden bakınca yukarıda oldukça ütopik duran afişin yanına oldukça leziz bir meze olmuş durumda: Üç büyük şehir nerede la?! Bu yıl gerçekten de İstanbul, Ankara ve İzmir için Blues Festival konserleri açıklanmadı. -Alper D.
8
Festival programı:
Bitmedi!
Üç büyük şehrin olmamasıyla ilgili şunu söyleyeceğim: Dinleyiciler açısından çok üzücü ama öte yandan başta İstanbul’un kültür tekeli olmasına atılmış okkalı bir tokat bu. Dışarıdan bakınca çok cesur bir hareket olarak görüyorum bunu.
1 Kasım Cuma Denizli, 2 Kasım Cumartesi Antalya, 3 Kasım Pazar Konya, 5 Kasım Salı Kayseri, 7 Kasım Perşembe Mersin, 8 Kasım Cuma Adana, 9 Kasım Cumartesi Hatay, 11 Kasım Pazartesi KKTC, 13 Kasım Çarşamba Gaziantep, 15 Kasım Cuma Diyarbakır, 17 Kasım Pazar Trabzon, 19 Kasım Salı Samsun, 21 Kasım Çarşamba Eskişehir, 22 Kasım Cuma Bursa, 23 Kasım Cumartesi Balıkesir, 25 Kasım Pazartesi Çanakkale, 26 Kasım Salı Edirne.
Jimmy Burns
Blues’un beşiklerinden Mississippi Delta’da doğmasına karşın hayatını Chicago’da geçiren Burns 70 yaşında. 60’lardaki birkaç single dışında ilk albümünü 53 yaşında, 1996’da çıkardı.
Katherine Davis
Festivalde ilk sırada sahne alacak olan Davis bu yılki festivalde “blues’un güçlü kadın vokali” kontenjanından enerjisini sahneden yansıtacak. Çok şey bilmiyoruz, en sürpriz isim...
Altın Portakal da Direniyor
50
’nci defa düzenlenen Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali bu yıl da tüm heyecanıyla kutlandı. Festival boyunca heyecanla beklenen sonuçlarda sürpriz yaşandı ve en iyi film ödülü iki filme birden gitti. Cenetten Kovulmak ve Kusursuzlar en iyi film ödülünü paylaşan filmler olurken, törende en çok konuşulan bir diğer film ise Meryem oldu. Meryem, en iyi kadın oyuncu, en iyi görüntü yönetmeni, en iyi müzik ödülü, jüri özel ödülü ve Antalya Kent Konseyi
Ödülü olmak üzere aldığı beş ödül ile en çok ödül alan filmdi. Cennetten Kovulmak filminin yönetmeni Ferit Karahan ödülünü Rojava ve Taksim direnişlerine ithaf ederken, Jüri Özel Ödülü’ne layık görülen Tornistan adlı kısa filmin yaratıcısı Ayçe Kartal’ın da ödül alırken direnişte yaşamını kaybeden ve sakat kalanlara dikkat çekmesi törendeki direnişçi ruhu ortaya çıkardı. Törene damgasını vuran bu konuşmalar sırasında ise “Her yer Taksim her yer direniş” sloganı atıldı. -Kamer
Annihilator Geliyor
K
anada’nın thrash metaldeki medar-ı iftiharlarından Annihilator konser vermek için ilk defa Türkiye’ye geliyor. Gitarist Jeff Waters’ın önderliğinde 30’uncu yılına yaklaşan Annihilator ismi en çok 1989’daki Alice in Hell ve 90’ların başlarında çıkan “Never, Neverland”, Set the World on Fire, King of the Kill ve Refresh the Demon albümleriyle klasikler arasında tartışmalara meze oluyordu. Jeff Waters haricinde sürekli eleman değiştirme durumunda olan grup 2000’lerde yaptığı modern albümlerle eski dinleyicilerini yeterince yakalayamasa
da Waters’ın vokaldeki Dave Padden ile 2003’ten beri süren ortaklığı dikkat çekici. 10 sene bir müzisyen için Annihilator çatısı altında gerçekten uzun bir süre. 11 Kasım Pazartesi akşamı Maslak Arena’da Türkiye’deki ilk konserini verecek olan Annihilator’ın şarkı listesi de 90’ların ilk yarısı ile ağırlıklı olacak. Konser öncesinde Türkiye’de sert müziğin kökü en geriye dayanan gruplarından Whisky de 20 yıl önceki Ateş Suyu albümlerinin efsane kadrosuyla sahne alacak. -Alper D.
Lila Downs
Müziğine Latin cazı ile başlayıp Meksika gelenekseli ile devam eden Lila Downs 20 Kasım Çarşamba günü İş Sanat’ta konser verecek.
»»5 ŞEHIRLI FESTIVAL Bu yıl 5’inci kez gerçekleşecek olan İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali, sayıların denk gelmesiyle birlikte Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul’u anlattığı 1946 tarihli eseri Beş Şehir’e gönderme yapmakta beis görmüyor. Boo!’ya gelen bültene göre festivalin bazı detayları şu şekilde: “Festival 30 Ekim-10 Kasım 2013 tarihleri arasında İstanbul, Ankara, Bursa, Erzurum ve Konya’da okurları en sevdikleri yazarlarla buluşturacak. ‘Şehir ve Oyun temasına sahip festival, beşinci yılında da okuma ve söyleşiler, sektörel buluşmalar, çocuklarla etkinlikler ve Türk edebiyatının uluslararası edebiyat çevrelerine tanıtılmasını amaçlayan edebiyat söyleşilerine ev sahipliği yapacak.” Assassin’s Creed oyununun yapımcısının Ahmet Ümit ile buluşması gibi ilginç etkinliklere de sahne olacak festivalle ilgili tüm detaylar için itef.com.tr adresini inceleyebilirsiniz. -Alper D.
Riff Cohen
1984 doğumlu İsrailli müzisyen Riff Cohen 4 Aralık günü İstanbul Zorlu Center’ın drama sahnesinde konser verecek. Meraklısı bu yıl çıkardığı ilk albümü “A Paris”i araştırmaya başlayabilir.
Through the Never
Metallica’nın geçen ay dünyada vizyona soktuğu filminin Türkiye vizyon tarihi yılan hikayesine döndü. Filmi yurtta Tiglon’un dağıtacağı söyleniyor. Beklemedeyiz...
9
»»ŞU ÇILGIN TÜRK’E VEDA Edebiyat ve tiyatro dünyasının usta ismi Turgut Özakman 28 Eylül’de tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra kısa bir süre avukatlık yapan Turgut Özakman, hukuk alanından tiyatro alanına geçip hayatı boyunca da bu alanda eserler vermişti. Devlet Tiyatrolarında, TRT genel Müdürlüğü’nde, Ege, Ankara, Anadolu Üniversitesi’nde görev alan Özakman verdiği hizmetlerden ötürü çok sayıda “fahri doktor” unvanını da aldı. Sayısız senaryoya, kitaba ve araştırmaya imza atan Özakman; 2005’te yayımlanan Şu Çılgın Türkler ile en çok okunan kitabı yaratmış oldu. Uzun yıllar üstünde çalıştığı kitapta Kurtuluş Savaşı’nı anlatırken, bunu tarih kitaplarının sıkıcı, tekdüze anlatımından çıkarıp roman tadında sunarak tarihe uzak, tarihten korkan herkesin sevgisini ve saygısını kazanmış oldu. 84 yaşında, tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybeden Özakman, siyaset ve edebiyat dünyasından çok sayıda ismin katıldığı cenazeden sonra Ankara Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verildi. -Kamer
10
“Delikanlım, iyi bak yıldızlara!” Sinema ve tiyatro oyuncusu, yönetmen, yapımcı ve senarist Tuncel Kurtiz 77 yaşında İstanbul’daki evinde hayatını kaybetti.
S
abah sporundan sonra eve gelen ve düşme sonucu kafasını çarptıktan sonra hayatını kaybeden Tuncel Kurtiz, ani ölümü ile sevenlerini üzdü. Çok sayıda tiyatro oyununda ve filmde yer alan sanatçı, vasiyetinde belirttiği gibi Balıkesir’in Edremit ilçesinde, Çamlıbel köyünde toprağa verildi. Sanatçıya düzenlenen ilk tören Muhsin Ertuğrul’da çok sayıda tiyatro ve sinema sanatçısının katılımı ile gerçekleştikten sonra, memleketinde sonsuzluğa uğurlandı. Hukuk, felsefe ve sanat tarihi gibi bölümleri okuyup hiçbirinden mezun olamayan Kurtiz, 1959 yılında Dormen Tiyatrosu’nda oyunculuğa başladı. Sürü, Krallar Ölmez, Kanlı Meydan, Şelale, Tabutta Röveşata, Gül Hasan gibi filmlere imza atmış; Muhteşem Yüzyıl, Ezel, Hacı ve Asi gibi dizilerde rol alarak kendisini hâlâ inatla tanımayan kitleye muhteşem oyunculuğunu göstermiş, gönüllerde taht kurmuştur. “Ramiz Dayı öldü” başlıklarına inat, seslendirdiği şiirler, hiçbir
Sadece Ramiz Dayı Değil
“Ramiz Dayı lakabıyla tanınan...” şeklinde münasebetsizce tanımlanmaya çalışılsa da Tuncel Kurtiz Türk tiyatro ve sinema tarihinde birçok önemli karakter canlandırdı. Mesela bazıları: • Hiuch Hagdi / Hilmi • Bir Aşk Uğruna / Enver • Akrebin Yolculuğu / Agah • Şellale / Kel Selim • Yaşamın Kıyısında / Ali Aksu
zaman saklamadığı ve kimsenin bükmesine izin vermediği siyasi kimliği yanında çevre dostu oluşuyla da dikkatleri çeken sanatçı, son sürprizini ölmeden kısa bir süre önce yine çevre için yapmıştı. Kaz dağlarında yaşayan zeytin hasadında çalışan insanların hayatlarını anlatan bir belgesel yaptı. Henüz montaj aşamasında olan belgeseli eşi ile beraber yazıp seslendirdi. Kendisini kaybedip bedenini bir başka diyara yolcu etsek de yaptıkları, sanatı, hele ki sesini unutmamızın imkânı olmayacaktır… Bedenlerimiz gitse de sesler, evrende dönüp dolaşıp yeniden yankılanırmış. Onun sesi yankılanana kadar ses verdiği meşhur dizeler hatırımızda kalsın: delikanlım! iyi bak yıldızlara, onları belki bir daha göremezsin. belki bir daha yıldızların ışığında kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin. -Kamer
»»6 YIL ÖNCE BOO! Bundan tam 6 yıl önce bu vakitlerde çıkan 22 numaralı sayımız aslında neredeyse birinci dönemimizin sonu olacakmış. Çünkü o sıralarda henüz üniversitede birinci sınıfı tekrarlamakta olan Alper kendini derslerine vermek durumunda kalırken, derginin her şeyine koşturamaz hale gelmişti (klasik senaryo). O zamanlar henüz birkaç aydır dergide yazıyor olan Ali (Hıdımoğlu) ise “Ben Adobe Flash kullanırım!” deyip ortaya atılarak dergiyi 23’üncü sayıdan itibaren sırtlanmış, 46’ncı sayıya kadar gitmesini sağlamıştı. Aslında dergi 22’nci sayıda bitse, o acemi haliyle belki kendini geliştirecek motivasyon bulamaz, ikinci ve üçüncü dönemleri yayınlanamazdı. Şu an okumakta olduğunuz sayfalar hayat bulamazdı belki de. Kim bilir? Bu arada 20 ve 21 numaralı sayıları hiç konuşamadık, aklımızda, konuşacağız bir ara...
Beatles Şarkıları Yeniden Canlanıyor
Tim Burton tamam, Michael Keaton beklemede Boo! okurlarının çocukluk ve gençlik yıllarından hatırlayacağı efsane filmlerden biri olan Beter Böcek’in devam filmi ile ilgili ufak bir gelişme yaşandı. Filmi yine 1988’deki gibi Tim Burton yönetecek. Uzun yıllar sonra devam filmi çekileceği 2011’de açıklanan Beter Böcek’te yönetmenin belli olmasından sonra gözler şimdi de oyuncu kadrosuna çevrildi. En azından filme ismini
veren Beetlejuice’u yeniden ilk filmdeki gibi Michael Keaton’ın oynaması bekleniyor. Bu konuda yayınlanan haberlerde Keaton ile görüşmelerin sürdüğü söylenmekte. Kesin bilgi olacağı günleri iple çekiyoruz. İşte o zaman “çok yıllar sonra devamı ya da tekrarı çekilen filmlerin haddinden fazla ticari ve samimiyetsiz olması” gerçeğinin bizi tedirgin etmesini rahat rahat bertaraf edebileceğiz. -Alper D.
Güle Güle Vosvos
N
ostaljinin can damarlarından biri haline gelen Vosvoslar ile artık vedalaşma vakti. Volkswagen’in tasarladığı T2 modeli minibüsler artık üretilmeyecek. “Sempatik” sözcüğüne örnek olarak verilebilecek, şirin ve bir o kadar da özgürlüğüne düşkün Vosvoslar, 31 Aralık’ta son kez üretilecek. Hitler döneminde ‘halk için otomobil’ anlayışı ile üretilmeye başlanan bu araçlar, Avrupa Güvenlik Standartları’na uymadığı için sadece Brezilya’da üretiliyorken, artık oradaki üretimlerine de son veriliyor. Yuvarlak hatları, büyük
farkları, rengarenk halleriyle insanın içini ısıtan; Türkiye’de de şarkıcıların turnelerinde kullandığı, hippi ruhluların edindiği, doğa meraklıların bu şirin şeylerle gezerek ve sayelerinde sosyalleşerek giderdiği bu minibüsler artık veda ediyor. Avrupa Güvenlik Standartları’na uymasalar da dayanıklılıklarıyla kullanıcılarının ve hayranlarının gönüllerinde taht kuran, özgürlüğün, çiçek çocuklarının simgesi Vosvoslar 31 Aralık’ta son kez üretildikten sonra bir daha fabrikadan çıkmayacak. -Kamer
Beatles’ın 50. yılına özel olarak Beatles şarkılarının coverları için kollar sıvandı. Amaç yeni nesillerin de Beatles’ı tanıması. Kimimiz şimdiden “Beatles’ı tanımayan mı var?” diye düşüncelere dalarken kimimizin Doom & Glome’a kadar Rolling Stones’tan bihaber yaşayan birtakım gençliğin varlığından haberi zaten vardı. Müzik dünyasının efsanevi gruplarından Beatles’ın, bilmeyenlere öğretilsin, bilenlere değişiklik olsun diye şarkıları yeniden yorumlanarak karşımıza çıkacak. Across The Universe filminde de daha önce şarkılarının farklı versiyonlarına rastladığımız Beatles’ın klasikleri bakalım bu defa nasıl yorumlanacak… -Kamer
11
Yekta Kopan “Aile Çay Bahçesi” adlı romanı geçtiğimiz ay içerisinde Can Yayınları’ndan yayınlandı. Bir aksilik olmazsa gelecek sayıda sayfalarımıza yeniden konuk olacağını müjdeleyelim.
Başka Bir Dünya Mümkün Bu kitapta gerçekten çok tuhaf şeyler oluyor. İtalyan sürreel sanatçı Luigi Serafini’nin 1981’de yazıp çizdiği kitap geçen ay içerisinde internette yeniden gündeme geldi.
Ç
iftleşir gibi yaparak tekleşip timsaha dönüşenler, bağlı olduğu topraktan kökünü ayırıp yürümeye başlayan ağaçlar, ikisi bir araya geldiğinde su üzerinden korkunç bakışlar atılmasına sebep olan kaş ve göz şeklindeki balıklar, bir bitki gibi topraktan tohumuyla fışkırıp kök salarak yetişen mobilyalar, birbirinden sevimli ışık saçan tek hücreli canlılar, boynuzları yapraklı, saksıda yetişen geyikler... Gerçekdışı bir dünya yaratıp bunu hazırladığı ansiklopedi ile gerçek dünyaya duyurmak dünyanın en hayalperest çabalarından biri olabilir sanırım. Mimar ve endüstriyel tasarımcı Luigi Serafini’nin 1976 ile 1978 yılları arasında 30 aylık bir çalışmasının ürünü olan Codex Seraphinianus adlı kitap, kendisini keşfetmekte olan insanların Dünya’ya dair bütün algısını allak bullak, yerle bir, tuzla buz edip bir an için zihnini “neden olmasın?” sorularıyla
12
dolduracak güçte. Konumuz başka bir dünyanın canlılarının biyolojik anlatımı değil sadece, bütün bu dünyadışı çizimleri, dünyadışı bir alfabe tamamlayıp tam anlamıyla bir kitaba veya ansiklopediye dönüştürüyor. Codex Seraphinianus bu sayı sistemi haricinde bir türlü çözülememiş olan alfabesiyle Voynich el yazmalarına, çizimlerdeki birtakım yaratıklar ise absürtlükleriyle Hieronymus Bosch’un gerçeküstü karakterlerine selamlarını hürmetlerini gönderiyor. Serafini’ye göre ansiklopedinin en önemli noktası ve ana fikri, bütün bu alfabede saklı: Yetişkinlerin bu sayfalara bakarken, henüz okuma bilmeyen çocukların gerçek ansiklopedileri karıştırdıklarında hissettiklerini yaşamak. Onlara henüz yepyeni gelen dünyamız bize göre eskidiğinden, fantastik çizimler de bilinmeyen yaratmak üzere imdada yetişiyor. -Alper D.
Daha Fazlası Kitabın tamamı Issuu’ya yüklenmiş. Kitaba verecek 500 dolarınız yoksa buradan göz atabilirsiniz: goo.gl/0k09b0
“370 sayfa çok fazla, özet geç” diyenlere ise alt alta bazı sayfaların sıralandığı şu adresi verebiliriz: goo.gl/2T08Al
Murat İlkan
Pentagram’la özdeşleşen ama şimdi solo takılan şahane vokalist Murat İlkan nihayet albümünü duyurdu: Fanus adındaki albüm yakında çıkacak. Azıcık dinlemek için: youtu.be/ Ktuy5wQjQu8
Düğün Dernek
Çalgı Çengi 2’yi beklerken araya giren, Selçuk Aydemir’in sabırsızlıkla beklediğimiz filmi Düğün Dernek’in vizyon tarihi 6 Aralık. Hatırlatalım istedik.
Haritalı Web Siteleri Birkaç aydır dergide göstermek için DENİŞİK siteler keşfedip sakladık. Üç tanesini paylaşmanın vakti geldiğinde hepsinde ortak bir özellik keşfettik: Hepsi de Google Haritalar’dan alıştığımız kontrollere sahip. Bir yandan içeriklerini geleneksel bir şekilde dar sütun ve kutularda sunarken, diğer yandan arkaplana yerleştirdikleri haritalarla, kapladıkları ekranın her bir pikselinin hakkını veriyorlar. -Kamer&Alper
direnduvar.com - Gezi Pakı olayları ile ortaya çıkan gençliğin duvarlardaki yaratıcı tarafı sanal dünyaya da taşındı. Bir sosyal medya projesi olan Direnduvar’da herkes önce bahçe duvarına, sonra da buradaki duvara yazacaklarını yazıyor ya da aklındakileri çiziyor. Aslında direnduvar, direnişle hayatımıza giren “duvar yazıları” ve “sokak sanatı” kavramlarıyla ilgili ihtiyaçlarımızı karşılamaya yönelik bir davranışa gidiyor: O günlerde slogan bulabilip de yazmaya kalkışanlar boş duvar bulamıyordu! Şimdi, üzerinin gri boya ile kapanma korkusu olmaksızın direnduvar’ın sonsuz boşluklarında tepki göstermek mümkün. Belediyelerin bir gün medenileşip protesto ve sanatımızı yansıtabileceğimiz duvarlar sağlaması dileğiyle...
orabura.org - Siteye girdiğimizde “Kendimizi durduramıyoruz, dünyayı geziyoruz.” sloganıyla karşılayan site, tam bir seyahat sitesi. Üstelik eksikliği hissedilen türden. Avrupa’da 7, Afrika’da 1, Amerika kıtasında 12 ülke olmak üzere toplamda 20 ülkede gezen bir ikilimiz var. Biraz Into the Wild havası hissedilmiyor değil ama kendilerini programlı, planlı tanımlamasalar da en azından biraz daha temkinli cinsten. Gezdikleri yerleri yazıyorlar, fotoğraflarını çekiyorlar, tavsiye ya da minik notlar tutuyorlar. Turist olarak gideceğiniz zaman bir çeşit rehber oluyorlar size. Henüz geliştirilmesi gereken bir yapıları olsa da şu an sadece 2 kişi için hiç de fena değil demeden edemiyor insan.
direnisgunlugu.com - Haziran’daki direnişle birlikte ortaya çıkan yüzlerce özgün fikirden bir tanesi de Direniş Günlüğü. Gezi Parkı’nda ve olayların sıçradığı diğer kentlerde sırasıyla neler olduğuna dair arkadaki haritanın rehberlik ettiği bir bilgi kaynağı. Ama en son 17 Haziran’da Duran Adam vakası ile içeriğine noktayı koyan site, en alttaki “Direnişe devam” notuna rağmen kaderine terk edilmiş görünüyor. Umarız kaldığı yerden toplayıp geri döner.
istanbuldesignbiennial.iksv.org - Geçen yıl ilk defa gerçekleşen İstanbul Tasarım Bienali, kentsel dönüşüm eleştirileri içeren Musibet ve hiyerarşisiz bir dünyaya yakışan elektronik/mekanik projelerini bulunduran Adhokrasi sergileri ile bol bol sesini duyurmuştu. Internet sitesi de arkaplandaki etkileşimli İstanbul haritası ile dikkatimizi o kadar çekti ki, 1 yıl sonra dördüncü bir haritalı site ararken hiç düşünmeden çekmeceden çıkarıp koyuverdik.
13
Anish Kapoor İstanbul’da Boya pigmenti ve heykel kavramlarının bir araya gelmesinden hatırlanan önemli sanatçı Anish Kapoor’un çalışmalarını içeren sergi 10 Eylül’de açılmıştı, 5 Ocak 2014’e kadar Sakıp Sabancı Müzesi’nde ziyarete açık kalacak. Kuratörlüğünü Sir Norman Rosenthal’in üstlendiği sergide Kapoor’un capcanlı renklerle form verdiği eserlerinin yanında taş ve mermerden ortaya koyduğu çalışmaları da önemli yer kaplıyor.
1954 doğumlu olan Anish Kapoor, 1970 yılından beri sanat eğitimi için gittiği İngiltere’de yaşıyor. Kendi tarzını bulması 70’lerin sonundaki Hindistan ziyaretinde, muhtemelen havada rengarenk tozların uçuştuğu Holi şenliklerini görmesi sonucu olsa gerek. Bu görgünün ardından pigment heykelleri yapmaya başlayan Kapoor 80’lerden itibaren İngiltere’nin en önemli sanatçılarından biri haline geldi. Geçen yıllar içerisinde çalışmalarının ebatlarını devasa alanlara büyüten Kapoor, oda koşullarına müsait eserleriyle meraklılarını beklemekte. -Alper D.
Mesele Ayakkabı Tasarlamak: Sezgi Beşli Marilyn Monroe “Topuklu ayakkabıyı kim icat etti bilmiyorum ama kadınlar ona çok şey borçlu” demiş. Topuklu ayakkabı giyen bir kadın; özellikle zevkli biriyse ve bütün olarak uyumluysa, çekicidir ve dikkat çekici bakışlar almayı hak eder. Özellikle, topuklularla yürümeyi beceren bir kadının göz alıcılığı gibisi yoktur. İşte o güzel ayakkabıların yaratıcılarından tasarımcı Sezgi Beşli mesleğinin incelikleri ve ayakkabı tutkusuyla ilgili sorularımızı yanıtladı. -A. Kara Etkilendiğiniz ya da idolünüz olan tasarımcılar kimler? Alexander Wang ayakkabı konusunda idolümdür. Yohji Yamamoto ise koleksiyonlarının tamamıyla beni büyülüyor. Ülkemizde ayakkabı tasarımını nerede görüyorsunuz? Pazar olarak gidişatı ve önü çok açık olmasına nazaran taklit ürünlerin piyasanın çoğunluğunu kapladığını görüyorum. Eğitim var lakin destek az. Sizi besleyen yaratım sürecinizi destekleyen esin kaynaklarınız neler? Kimsenin keşfetmediği farklı
14
müzikler, beni etkileyen soundlar, İzmir’de 1 hafta, kediler, mutlu insanlar, Japonya, lunapark… TV dizileri ve yurt dışından tasarımlarınıza yoğun ilgi olduğunu biliyoruz, bunlardan bahseder misiniz? Birlikte çalıştığım dizilerimi çok seviyorum. Özgü Namal, Fahriye Evcen, manken Özge Ulusoy ayakkabılarımı tercih edenler arasında. Şu anda Merhamet, Med Cezir gibi dizilerde ayakkabılarımı görebilirsiniz. Yurtdışına perakende olarak ürün gönderiyorum. İsviçre, Almanya, Japonya ve Amerika’dan sipariş alıyorum.
Bir Baksaydık?
Beşli’nin tasarladığı ayakkabılara 2iki.com. tr adresindeki sitesinden göz atabilirsiniz. Sitede doğrudan satış da mevcut, beğenenler sipariş verebiliyor.
Yeditepe Üniversitesi GSF Moda Tasarımı bölümünde ayakkabı tasarımı dersleri veriyorsunuz, okutmanlık sizde nasıl bir heyecan yaratıyor? Öğrencilerimle beraber geçirdiğim her an, onlarda gördüğüm bir ışık var olmaya başlıyor ve beni gururlandırıyor. Yeni projeleriniz hakkında bilgi alabilir miyiz? Branşımda eğitim alanında fikirlerim var, ilerleyen süreçlerde nereye doğru gider bilemem ama bu yönde gitmesini istiyorum.
Albümü dinlemek için balina.bandcamp.com adresine yönelebilirsiniz.
Balina
logo var. O klişeyi biraz yakalamak istiyorduk.”
Geçtiğimiz yaz Türkiye’de ağır müzik adına en yenilikçi, kendine münhasır ve sıkıcılıktan uzak bir albüme imza atan İzmirli ikili Burçin Esin ve Alican Öyke’nin müziklerine dalış yapıyoruz. -Alper D.
T
ürkiye’de heavy metal gruplarıyla ilgili bazı sorunlar var. Çoğu 1-2 demo ve şanslıysa 1-2 albümün ardından hayat gailesi sebebiyle dağılıp gidiyor. Hedeflerini büyük koyan gruplar ise genellikle komik söylemlerde bulunup müzikten önce imaja yatırım yapıyorlar. Biz dinleyicilere de nadiren gerçekten güzel nağmeler keşfettiği zaman sevinçten yerinde duramamak düşüyor. Mesela fotoğraflarına ilk bakışta bir başka elektronik indie grubu izlenimi uyandıran İzmir sakini Balina, gitar ve davuldan ibaret müziğiyle bu izlenimi parçalayıp geçiyor. Birkaç yıl önceki 36 numaralı sayımızdan, çektiği fotoğraflarıyla hatırlayabileceğiniz
Burçin Esin ile Alican Öyke’nin bir araya gelmesiyle kurulan Balina her şeyiyle minimalist bir grup. Kadrosu zaten minimalist, enstrüman aralığı çok dar, müziğin atmosferi devasa diyarlara götürmüyor, ağız alışkanlığından sürekli heavy metal deyip dursam da cayır cayır değil, kısık sesli bir sert müzik duyuluyor. Albüm kapağı, şarkı sayısı (4 tane), şarkı isimleri bile bu minimalizmden pay alır halde. Bir tek logo bütün bu konseptten dışarı çıkıyor, onun sebebini ise Offprint’teki röportajlarında Alican şöyle anlatıyor: “Ben en başından beri müziğin sert olan kısmını birtakım klişelerle belli etmek istiyordum. Bir kompozisyon var ve 80’lerin black metal grupları gibi sağ veya sol üst köşede
Konser Faslı
Grubun minimalist müziği ilk dinleyişte sahneden ziyade stüdyo ortamına daha yakışır gibi gelse de, Balina sahne performansıyla da övgü toplayan bir grup. Tarihleri kaçırmamak için facebook.com/ balinamusic adresine bakmadan geçmeyin.
Grubun adını taşıyan ilk albümünü geçen yaz çıkarıp kısıtlı sayıda CD’ye basan, dijital ortamda dağıtımına devam eden Balina’nın müziği basgitar ve vokal içermiyor. Gitarların bir kısmı ev ortamında, amfiye mikrofon tutarak kaydedilmiş. Besteler çoğunlukla 2 yıldır çeşitli zamanlarda birlikte çalan Burçin ve Alican’ın doğaçlamalarının eseri. Belki de bu sebepten bol miktarda aksak ritimler ve şarkıların her biri boyunca çeşit çeşit dönüm noktaları 45 dakikalık süreye ulaşan albümü sıkıcılıktan uzakta bir yere taşıyor. Hem kayıtlar, hem de bu enstrümantal beste yapısı ise Balina için kullanılabilecek tek birebir uygun sıfatı akıllara getiriyor: Çiğ. Balina’nın ilk albümünü gönlünüzden kopan bir ücretle Bandcamp sitesinden indirebilir, ya da yine aynı sayfadan ücretsiz bir şekilde dinleyebilirsiniz.
15
Kıvılcım Güngörün’ün diğer işleri için kivilcimgungorun.com adresine göz atabilirsiniz.
röportaj: Pınar Derin Gençer
Kıvılcım Güngörün Fotoğraftan önceki hayatın nasıl geçti? Fotoğraftan önceki ve fotoğraftan sonraki diye ayırdığım belirli bir çizgim yok. Çünkü fotoğraf her zaman hayatımda vardı ama her ailede olabilecek olan anı mantığı doğrultusundaydı. Fotoğrafın içinde daha bilinçli bulunmam güzel sanatlar fakültesine girmemle başladı. Eğer soruya fakülteye girmeden önceki hayatın nasıl geçti diye bakarsam, vaktimin çoğu müzik dinleyerek ve uykumu okulda alarak geçti diyebilirim. Fotoğraf çekmeye nasıl başladın? Aslında şu anda ne yapıyorsam o şekilde başladım ve o şekilde devam ediyorum. Yani anlarımı kaydetme isteğimle. Tek fark ilk başlarda kullandığım araç telefonun kamerasıydı. Sonra birçok kez teknolojinin yetersizliğinden kaynaklanan bozukluk ve kayıpların açtığı sorunlarla beraber analog yolla
16
çekimin daha somut ve elle tutulabilir olmasına güvenerek bu yolda devam ettim. Sergilenmiş hangi projelerin var? Şu ana kadar üç tane sergiye katıldım; biri CDA Project’in yaptığı “Genç | Yeni | Farklı / 2012 Seçkisi”nde iki tane fotoğrafım sergilendi, Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesinin toplu sergisi olan “Deneyimin Ötesinde” “Eller” serim yer alıyordu ve diğer sergi ise ilk defa kurmasında yer aldığım, Klone Project’in düzenlediği “Psychedelic Art Exibition”dı. Bu son sergide de fosforlu renkleri kullanarak boyadığım küçük bir fotoğraf serim vardı. Ekipman senin için ne kadar mühimdir? Ekipmanın benim için önemi yok diyebilirim. Ciddiyetle tercih ettiğim ve ayrım yaptığım tek konu makinanın analog olması doğrultusunda. Ama onun dışında her tür kalitede,
yaşta, boyutta makinayla fotoğraf çekebilirim. Elimde olsun yeter. Fotoğraflarını izlerken en çok etkilendiğin fotoğrafçılar kimler? Etkileneceğim kadar bildiğim ve takip ettiğim fotoğrafçı pek yok, ama keyifle fotoğraflarında gezindiğim fotoğrafçı çoktur. En son zamanlarda göz attığım ve hoşuma giden fotoğrafçılardan bazıları; Alberto Moreu, Thomas van der Zaag ve Justin Vogel. Ama onun dışında daha çok ilgimi çeken ve beni etkileyen sanatçılar ressamlarla müzisyenler diyebilirim. Çünkü müziğin form duygumu güçlendirdiğini, gerçeküstü resimlerin de hissedip de somut olarak yansıtamadığım görsel dünyamın zenginleşmesine yardımcı olduğunu düşünüyorum. Fotoğraf çekme eylemine özel anlamlar katanlardan mısın, yoksa
“sadece severek yaptığım bir uğraş” demek yeterli mi? “Sadece severek yaptığım bir uğraş” değil tabii ki ama bilinçli olarak kattığım bir anlam da yok. Çünkü anların benim için anlamlı olmasıyla beraber fotoğrafın, geçmişin karelerde sabitlenmesinin en elle tutulur yolu ve belleğin en gerçekçi yansıması olduğunu düşündüğüm için tuşa basıyorum. Zaten bu da fotoğraf çekme eylemini ve sonrasını kendiliğinden önemli konuma sokuyor, “uğraş”lıktan çıkıp hayatımın bir parçası halinde devam ediyor. Fotoğraf çekmekle ilgili geleceğe dair hedeflediğin bir şeyler var mı? Genel olarak belirli bir hedef belirlemedim kendime. Ama en sade hedefim okulumu bitirip başka sanat dallarıyla ilgili eğitim almaya başlayarak fotoğraf bilgilerimi zenginleştirmek olabilir.
17
Her perşembe saat 22.00-1.00 arası radionovo.com adresinde Alper Kara sevdiği nağmeleri dinletiyor.
Değerli oku y ucular merhaba...
Mangal yap, kahveye git, torun sev, Ayvalık’tan yazlık al ama artık film çekme. Bu nasıl bi’ hırs? Filmdeki bir başka tanıdık ve yaşlı sima ise çocukluğumuzda 9,5 Hafta filminde aklımızı alan Kim Basinger. Ancak fragmanda gördüğümüz kadarıyla kendisi geriatri merkezinden izin alarak gelmiş. Hey gidinin gidisi…
yazı: Alper Kara
Past Time Paradise ne güzel şarkıdır
Kimi güzel hatıralar yerinde kalsın isteriz. O güzel “ taş yerinde ağır” benzetmesinde olduğu gibi. Yaş itibarıyla Rocky Balboa fırtınasının estiği yıllardan geliyoruz. İlk filmde, kenar mahalleden dünya ağır sıklet boks şampiyonluğuna uzanan, mor gözlü, kırık burunlu, çatlak kaburgalı yolda kimi zaman sevinerek kimi zaman hüzünlenerek kendisini izledik. Apollo’yu, Mr T’yi zemine vurdukça içimizdeki KKK ortaya çıktı, Ivan Drago’yu devirdiği an hepimiz Amerikalı gibi Rus melanetini ve komünizmi yıkmış gibi hissettik (tabii tüm seride alttan verilen sübliminali (ırkçılık, Hristiyanlık ve Amerikan emperyalizmi) yiyecek kadar toyduk). Önce dayak yiyip, ardından atarak bu klişeyle tam 5 film çekti bu adam. Son Rocky
18
filminin DVD’sini (tabii ki tezgahtan) bu kez artık ölür diye aldım ancak ölen Adrian oldu. Bazen ringlerde, bazen ağzında bıçakla Vietnam ormanlarında kendisine güzel kariyer yaptı. Yıllar sonra kendi gibi 80’ler 90’lar yıldızlarını toplayıp The Expendables diye yine kırmalı dökmeli iki film çekti. Kendisi gibi Robert De Niro da muhteşem kariyerini son birkaç yılda çektiği komedi (ama güldürmeyen komedi) filmleriyle batırmadı mı (karakter oyuncusu olmaya çalışan Jim Carrey gibi)? Bu kadar mavranın sebebi; Sylvester ve Robert yeni bi film çekmişler. İsmi Grudge Match. İki efsane boksör bir video oyunu için tekrar karşılaşıyorlar. Şimdi sormak istiyorum; ikinizde de para pul var, manita dersen zebil gibi ama artık eşşeğin yaşına gelmişsiniz, daha neyin peşindesiniz?
Esas Film Önerisi
Hemen sağda önerilen filmin detayları için şöyle buyurun: goo.gl/hQs4Sb
Böylesine dandik bi film yerine Ekim ayı içerisinde gösterime girecek olan The Counselor isimli filmin fragmanını izlemenizi öneririz. Michael Fassbender, Brad Pitt, Penelope Cruz ve Javier Bardem bir araya gelince ortaya çıkan işe görmeden imza atabiliyoruz.
Levye’nin Hikayesi bambaşka
“Olayın müzik değil miydi? Ne zaman Atilla Dorsay oldun?” diyen arkadaşları duyar gibiyim. Yeni çıkan albümleri hem iş icabı (dergi, radyo vs.), hem de keyfe keder durumlar için takip ediyoruz. Ancak takdir edersiniz ki gözümüzden kaçan durumlar da oluyor. Hepimiz anamızdan indie dinleyerek doğduğumuz için ana akım
Programın adı Closedown, hatırlayın...
popu hep ıskalıyoruz. Shakira, Marul 5, Adam Levine ve Usher bi araya gelip Beatles klasiği olan Come Together’ı yorumlamışlar. Biliyosunuz “elde malzeme yok, bari bi cover yapalım tutar” mantığı hep geçer akçe olmuştur (nenem olsa “soğuk fırından sıcak ekmek” derdi). İzlemeyin yazıktır. Bir başka müzik haberi ise Model grubunun yeni albümü. Okan Bayülgen’den Demir Demirkan’a Ozan Doğulu’ya kadar destek almadıkları kalmayan, tuhaf şarkı sözleriyle liseli gençliğin gözbebeği Model’in yeni albümünün ismi “Levla’nın Hikayesi”. Bakın virgülüne dokunmadan basın bülteni şöyle: “İlk 5 şarkılık bölümde, Levlâ’nın sevgilisi tarafından terkedilişini ve yasın 5 evresini geçirişini anlatırken, ikinci 5 şarkılık bölümde ise; Levlâ’nın spesifik olarak bu ilişkinin aşk acısıyla olan hikayesi bitiyor ve kendiyle hesaplaşması, hep mutluluğu başka insanlarda ve başka ilişkilerde aradığını fark edişi, bundan kurtuluşu ve en sonunda kendine acıyan ve mutlu olmak için başkalarına ihtiyaç duyan tarafını öldürüşü anlatılıyor”. Teşbihte hata olmaz, zamanında KISS grubu da makyajla, saçla başla, kostümle, havai fişekle kafayı bozmuştu. Bu yoldan güzel de para yaptılar ancak onlar bile bu denli tuhaflıklara başvurmamışlardı. Sizlere naçizane tavsiyem Model’i hakkaten seviyorsanız, albümlerini indirmek yerine gidip satın almanız. Zira bu işten hem şöhret hem para kazanma devri KISS ile sona erdi.
İki Usta’ya veda
Bu satırları kaleme aldığımız gün, ideallerinin sonuna kadar arkasında duran, gösteri dünyasının içinde olduğu halde o dünyadan olmayan, cumhuriyet neslinin son temsilcilerinden, yüzüne baktığınızda hayatı gördüğünüz bir derviş, büyük usta Tuncel Kurtiz’i kaybettik. Kendisi ile tanışıklığım
Hudutların Kanunu, Çirkin Kral, Umut, Gül Hasan, Otobüs, Duvar ve Tabutta Rövaşata filmlerine kadar gider. 1996 senesinde Tabutta Rövaşata’yı hayranlıkla izlediğim günlerin akabinde, ne şanslıyım ki Şeyh Bedrettin Destanı’nda kendisini izledikten sonra lütfedip biz bir avuç izleyiciyle sohbet etmişti. Röportajlarını nerede görsem yutarcasına okur, izlerdim. Miles Davis’den girip İkinci Cihan Harbi’nden çıktığı, Adorno’dan bahis açıp Picasso’dan çıktığı konuşmalarından bir parça feyz almaya çalışan bir hayranıydım. Bir insan düşünün,77 yaşına gelmesine rağmen halen araştırıyor, okuyor, öğrenmeye doymuyor ve bunu insanlarla en güzel şekilde paylaşıyor. Şairin dediği gibi “her ölüm, erken ölümdür”. Oyunculuğu, entelektüel kişiliği ve karakteriyle ülkemizin nadir değerlerinden birisi olması hasebiyle çok üzüldüm. Geçen ayki yazımda kendisinden bir hatıra alıntısı yapmış, ölüm haberinin öncesindeki hafta radyo programımda Tom Waits çalmıştım. Bir röportajında kendisi şöyle söylemişti: “Tom Waits diye bir adam var abi Amerika’da! Amerika da zaten Tom Waits’i dinleyenler kadardır benim için, gerisi başka türlü insanlar”. Türkiye de Tuncel Kurtiz’i bilenler kadar
olsa… Yazık ki insanımız Kurtiz’i o nefret ettiği kapitalizmin dayanağı TV dizilerinden tanıyor. Yeri doldurulamayacak, yaptığı her filmin, oynadığı her oyunun hakkını veren, kendine has bu güzel insan, kapısında “her canlı ölümü tadacaktır” yazan İstanbul mezarlıklarında değil, “ölüm bahar ülkesine açılan kapıdır” yazan Kaz dağlarındaki Tahtakuşlar Köyü mezarlığında yatacaktır. Bir başka değerli insan, oyun, senaryo, roman yazarı Turgut Özakman’ı Tuncel Kurtiz’den bir gün sonra kaybettik. Yazdığı kitapları okuduktan sonra Kurtuluş Savaşı ve tarihle ilgili bilgimizin azlığını bizlere göstermiş olan, Cumhuriyet devrimimizi bizlere hatırlatan büyük yazar, çılgın Türk, edebiyatımızın güçlü kalemi huzur içinde yatsın. Tuncel Kurtiz ve Turgut Özakman bu dünyaya, bizler için çok değerli hatıralar ve eserler bıraktılar. Peki biz ne yaptık? Su üstüne yazı yazdık ve o yazının da sonuna geldik. Önümüzdeki ay görüşünceye kadar, sahip olduğumuz herkesi ve her şeyi bir kez daha gözden geçirelim. Zira yapımız gereği her şeyin değerini ancak kaybedince anlıyoruz. Esen kalın saygıdeğer okuyucular…
19
geçen ay gittiğimiz kültür sanat olayları, izlenimler...
Kitap Kurtlarının Festivali Bu festivalde sesli sesli şarkı söylemek yok, sessizce kitap okumak var. Yedincisi düzenlenen Beyoğlu Sahaf Festivali; kitap, plak, dergi meraklısı takipçilerini yeniden Tepebaşı’nda ağırladı.
B
u yıl yapılıp yapılmayacağı konusunda şüphelere neden olan, nerede yapılacağı konusunda ise tartışmalara yol açan festival sonunda düzenlendi. Düzenlendiği ilk zamanlarda Gezi Parkı ve Meydan’da yer alan festival, bu yaz yaşanan ve etkisi hâlâ devam eden direniş nedeniyle belirsizlikler içinde kaldı. Beyoğlu Belediyesi’nin Meydan’da (eskiden çiçekçilerin bulunduğu alanda) yapılmasını uygun gördüğü festivale sahaflardan itirazlar çıktı. Yaşanan ve hâlâ yaşanmaya devam eden onca olaydan sonra Meydan’ın uygun olmayacağı görüşünü bir
20
şekilde kabul ettiren sahaflar son yıllardaki yerlerine yeniden geldiler.
Neler var neler yok!
Festivalin 2. haftasında ziyaret etme fırsatı bulduğumuz alanda yok yok desek yeridir. Alana girer girmez kafelerin hemen yanındaki merkezde bir müzayede vardı. İlgililerini ağırlayan müzayedede pek nadir kitapların satışı yapılırken, “satıyorum satıııım” yankılanıyordu. “Evde okuyacak birçok kitabım olduğu için muhtemelen bir şey almadan döneceğim” diye düşündüğüm festivalden ellerim dolu çıktım.
Yazı: Kamer Yılmaz Fotoğraflar: Rıza Şahin
“Şu elimde görmüş olduğunuz...”
12 Ekim 2013 Selçuk, İzmir
Hayat ve Varlık dergilerinin 1960’lardan kalma, üstüne üstlük tertemiz bir şekilde muhafaza edilip jelatinlerde bulunan sayılarından almamak, uzun zamandır ilk çıktığı zamanlardaki 5 ayrı kitap halinde Otostopçunun Galaksi Rehberi’ni görüp de elde etmemek, Varlık Yayınları’ndan çıkmış mini kitap Cicim’in üstelik içindeki imzası ve notlarıyla beraber görünce romantizme kapılmamak, Night on Earth filminin müziklerinin yer aldığı plağa kayıtsız kalmak tek kelimeyle imkansızdı.
30 Eylül - 19 Ekim 2013 Tepebaşı, İstanbul
Benim nefsime ancak hakim olarak alabildiklerim bunlarken etrafta müzik notaları, eski dergiler, kokusu sinmiş kitaplar, plak sesleri karşı konulmazlığını sürdürmeye devam ediyordu. Tepebaşı bu defa araçlara değil kitaplara park alanı oldu. Müdavimlerince sabırsızlıkla beklenen festival sonunda 30 Eylül’de başladı. Taksim’deki Aslıhan Pasajı ailesinden, Kadıköy Akmar’a ve daha birçok sahafa ev sahipliği yapan Tepebaşı, 19 Ekim’e kadar meraklılarını bekledi.
50 Yıl Sonra İlk Defa Türkiye’de 1941 doğumlu caz müzisyeni Hayati Kafe 1962 yılında İsmet Siral orkestrası ile beraber üç aylık bir turne için İsveç’e gidince orada kalıp yerleşmiş, müzik hayatına orada devam etmeye başlamıştı. 50 yılı aşkın süredir Türkiye’deki sahnelerde sanatını icra edemeyen ve buradaki müzmin ilgisizliğimizden ötürü kısıtlı olan dinleyicisiyle buluşamayan Kafe’nin bu ıraklığı nihayet son buldu. Daha önce Alain Delhotal Quartet, Manu Le Prince, Sibel Köse ve Ateş Tezer gibi caz
müzisyenlerini sahnesine davet eden İzmir Selçuk’taki Yedi Bilgeler, Hayati Kafe’nin bu unutulmaz detaylara sahip konserine ev sahibi oldu. Konserde vokalleri üstlenen Kafe’ye piyanoda Carl Orrje, kontrbasta Volkan Hürsever ve davulda az evvel ismini solo olarak zikrettiğimiz Ateş Tezer eşlik etti. Müzikten arta kalan vakitlerde, yokluğunda geçirdiği maceraları da anlattı. Türkiye’nin müzik tarihi bir geceliğine uyanıp Selçuk’ta vücut buldu. Bir sonraki konserin daha yakın olması dileğiyle... -Alper D.
21
Retrospektif değil, kesinlikle!
K
araköy’ün iki sokağının kesiştiği köşede Türkiye’nin ilk özel fotoğraf galerisi olan Galeri Elipsis 10 Eylül ile 2 Kasım tarihleri arasında Şahin Kaygun’un Gizli Yüz sergisine durak oluyor. “Durak” diyorum çünkü serginin küratörlüğünü yapan Yekhan Pınarlıgil serginin bir retrospektif olmadığını çünkü retrospektif olarak nitelemenin bir nokta koymak olacağını belirtiyor. Oysa amaçladığı, bu serginin bir başlangıç olması. Küratör aslında fotoğrafa ve fotoğrafçıya yaklaşımımızdaki iç kanamayı tespit ediyor sanki. Yaşamış,
22
üretmiş ve bu dünyayı terk etmiş fotoğrafçıların ardından yapmamız gerekenin retrospektifler sergileyip, arkalarından geçici yaslar tutmak ya da fotoğraflarını sağda ve solda yayınlayarak fotoğrafçıyı anmak olmadığını fark etmemizi sağlıyor. Türkiye’de fotografik belleğinin oluşması için sadece “hatırlamak ve anmak” okyanusu yüzebilecek güçte olup yüzeyden kulaç atarak ilerlemeye benziyor. Daha derine inmek için bunun ötesinde çalışmaların derinliğini, çalışmaları etkileyen dönemin sosyal ve politik durumunu, günümüze uzanırken politik ve sosyal şartlar ile
birlikte fotoğrafımızın nasıl geliştiği konusunda düşünmemiz şart. Şimdiye kadar bu konu üzerinde kafa yormadıysak eyleme Şahin Kaygun’un gizli yüzlerinden başlamak, kendisinin ürettiği dönemde dünyaya gelmiş birçoğumuz için iyi bir başlangıç olacak. Eğer aramızda şanslılar varsa dönemin kültür bakanı Fikri Sağlar’ın ön sözünü yazdığı, 2250 adet basılan Tüm Bir Yaşam adlı kitapta Kaygun’un 70’li yıllarda çektiği siyah beyaz fotoğrafları görebilirler. Aslında bu albüm çok önemli bir arşiv belgesi olsa da içeriği ve niteliği nedeniyle farkında olmadan bilinçsizce koyulmuş bir noktadır. Başka bir açıdan ise
albümün çıktığı 1992 yılından günümüze bakanlık seviyesinde nasıl bir kültürel gelişim (!) yaşadığımızı gösteriyor. Bu anlamda Gizli Yüz sergisi özellikle sanatçının 80 sonrasındaki bildiğimiz teknikleri alt üst eden, bu teknikleri cadı kazanında kaynatıp sihirli kupalarımıza dolduran o meşhur polaroidlerine yer veriyor. Karartma gecelerinin, postallar altına alınan özgürlüğün, kamuflajlar ile sansürlenen fikirlerin bir dışavurumu olarak niteleyebiliriz bu çalışmaları. Günümüz Türkiye’sinde sıkça rastlayabileceğimiz politikaya uzak ya da yüzeyinde gezinen modern sanatçıların aksine Şahin
Kaygun’un bu sansür 10 Eylül zihniyetine -her ne - 2 Kasım kadar kesin olmasa 2013 da bilinçli bir şekilKaraköy, de- yüzleri gizleyerek İstanbul tepki verdiğini düşünüyorum. Polaroid gibi basit bir yöntemi tercih etmesinin nedeni ise polaroidin içinde yatan kimyasalın kendi oyunu için bir araç olması. Dileriz küratörün amaçladığı gibi bu bir başlangıç olur ve önümüzdeki dönemde Şahin Kaygun’un başka çalışmalarını başka mecralarda görürüz ve sanki kendisi üretmeye devam ediyormuş gibi günümüzün üreten fotoğrafçılarına yol gösterir. -Rıza
23
Pink Martini ve Bir Salon Dolusu Romantik
Y
ıllar yıllar önce Amado mio ile tanıştığım Pink Martini’nin her yıl olduğu gibi bu yıl da Türkiye’ye konser için geldiğini okuduğumda “Bu defa bu konsere gitmem gerek” diyerek birkaç hafta öncesinden biletimi aldım. Birkaç hafta önce bileti almış olsam da yer hiç kalmamıştı. Koskoca İstanbul Kongre Merkezi’nin bu kadar çabuk dolmuş olmasına imkân vermeyen ben, beraber gideceğim arkadaşlarla “kesin boş yer bulur, yerimizi değiştiririz” hesapları yaparken, konser günü gördüğüm manzara karşısında gözlerimin kocaman açılmasını engelleyemedim. Binlerce insan alabilen salon, kapasitesini zorlamaya bile başlamıştı. Konser öncesinde neleri dinleyebileceğimiz konusunda dilek ve tahminlerde bulunurken çoktan grubun bütün şarkılarını listeye eklemiştik. Çok zorlu olmasa da kalabalıktan ötürü güvenlikte biraz oyalandıktan sonra sonunda içeriye girip yerimizi aldık. Sanki konseri biz verecekmişçesine heyecanlı bir şekilde beklerken önce Thomas
24
Mack Lauderdale göründü. Artık gelen yabancı isimlerin Türkçe konuşmaya çalışarak dinleyicilerini selamlama çabalarına pek bir alışık olsak da grubun piyanisti aynı zamanda da kurucusu Lauderdale’in Türkçesi konusunda şaşkınlığımızı gizleyemedik. Şahsen Roger Waters’tan çok daha iyi Türkçe selamladı bizleri. Amado Mio ile konseri açan grup, sıkı takipçileri olarak Katibim’i bekleyen bizleri şaşırtıp ikinci şarkıda Aşkın Bahardır’ı söyleyerek zevkten çoktan dört köşe etmişti bile. Seslendirdikleri farklı farklı dillerdeki şarkılar ve bir anda hepimizi sahneye davet edişleri ile de konsere ayrı bir heyecan verdiler. İngilizce bilen bir çoğunluk olmasına rağmen ve Storm pek bir tane tane konuşsa da önce kimse ihtimal veremedi bu hem sesi hem kendi güzel fıkır fıkır kadının bizi sahneye dans etmek için davet ettiğine… Sonunda atılgan birileri kendilerini sahneye attı ve tüm salon sahnede Storm ile dans etmek için sıra oldu.
Grubun enerjisi ayrı, Storm’un iletişimi bambaşkaydı. Enerji bir an olsun düşmedi. Hem dans edip hem de şarkı söyle27 Eylül 2013 mek konusunda aşŞişli, İstanbul mış olan hatun üstüne bir de oryantal figürler sergileyince salonun daha da coşmamasının mümkünatı yoktu zaten. 18 Üstte, “Genç ve Güzel” Isaşarkıdan sonra sahneden ayrıbelle (Marine lan ama tahmin edilen bis ile Vacth), altta yeniden gelip 2-3 şarkı daha ise “Mavi En seslendiren gruba hiç ama hiç Sıcak Renkdoyamadık. Zaman nasıl akıp tir” Adele geçti bilemezken, bir anda yu(Adele Exarkarıdan atılan rengarenk bachopoulos) ile lonlar, sahnede Pink MartiEmma (Lea ni ile dans eden ve onlar gibi Seydoux). renkli olan dinleyici… Unutulmaz ve enerjisi yüksek bir konserdi. Konser sonunda herkes daha romantik, herkes daha mutlu görünüyordu. Salondan çıkışta beleyen yağmur bile bu mutluluğu bozamadı aksine bir de romantizmi tetikledi. İstanbul’a yüzlerce romantik dağılmış oldu… -Kamer
4-7 Ekim 2013 Konak, İzmir
Film Ekimi Ziyareti Bu yıl 12’ncisi düzenlenen Film Ekimi’ne nihayet gidebildim. Karaca Sineması’ndaki festivalden “Sen Aydınlatırsın Geceyi” izlemek niyetindeydim ama Onur Ünlü’nün filmi gördüğü yoğun ilgi ile yine nasip olmadı. Ben de estetik anlayışıma Fransız ayarı çektim. François Ozon’un son filmi “Genç ve Güzel”, 17 yaşındaki bir kızın yaz tatiliyle başlayan cinsel uyanışını 4 mevsimlik bölümlerle anlatıyor. Güz gelip kente döndüğünde okuldan arta kalan vakitlerde yaşlı müşterileriyle para karşılığı seks yapmaya başlayan esas kız Isabelle’in derdinin ne olduğunu
film boyunca anlamaya çalışıyoruz. Film şak diye bitiyor, derdini ise filmin üzerine bol bol tartışınca anlıyoruz. Abdellatif Kechiche’in eseri “Mavi En Sıcak Renktir” ise Cannes’da Altın Palmiye alan bir film. Yine reşit olma öncesi keşfedilen bir cinsellik, hemcinsine duyulan aşk, tutkulu sevişmeler, aynı şiddette çalkantılar... 3 saat boyu Keşiş’in yakın çekimleri ile Adele’in hayatına dahil oluyoruz. Şiirsel sevişme sahneleriyle pornografiyi ayırt edemeyen ahlaklı (!) insanlarca eleştirilen film kazara vizyona girer ya da DVD’si çıkarsa kaçırmayın. -Alper D.
»»DEMIRBAŞ LISTESI
“
N’aptın Müdür” ismi ikinci dönemde Boo! yazarlarına en son hangi kültür-sanat ürünlerini edindiklerini sormakla yükümlüydü. Şimdi küçük bir kutudan koca bir bölüme terfi etti. Kendisinin görevini Demirbaş Listesi sürdürecek. Bütün bunlar son dakikada gerçekleştiği için de Alper D. ikinci kez sorguya çekiliyor. Henüz hiç sorgulanmayanlar varken hem de. Teşhircilik had safhada... En son hangi albümü aldın? Sergi adlı Alman bir eBay satıcısından Erkin Koray’ın Arap Saçı adlı derlemesi ile Bunalım’ın kendi adındaki derlemesini aldım plak formunda. Tam almaya niyetlendiğim dönem Sergi İstanbul’a geldi, plakları Rıza elden aldı. Kasım’da yapacağım İstanbul ziyaretinde kavuşacağım. Sinemada en son hangi filmi izledin? Yandaki filmleri saymazsak gerçekten hatırlamıyorum. Belki en son geçen yıl Pi’nin Yaşamı’na gitmiş olabilirim. En son hangi kitabı aldın? Ozzy Osbourne’un “Ben Ozzy” adlı kitabını nihayet alabildim. 2 yıllık Hesse çılgınlığımı bitirmesini ümit ediyorum. Bir de sırf İngilizce makale okumamak için Terry Eagleton’ın Edebiyat Kuramını aldım. Şimdi hoca düşünsün! Video oyunlarıyla aran nasıl? Büyük bütçeli oyunlardan en son Telltale Games’in Geleceğe Dönüş serisi için yaptığı 5 bölümden birincisini oynadım. Yarısında üşendim, “Ya Youtube’da oynanmışını izlerim aynı şey olur” diyip kaldırdım. Vakit sorunumu çözünce sonsuza dek SimCity oynamaya devam etmek istiyorum. Bu ara hangi dergiler evine giriyor? Headbang için Blue Jean almaya devam. Koleksiyonculuğa devam mı peki? Kasetler 500’ü geçti. Plağa başladım. Ama kaset kadar hızlı ilerleyemiyor, fiyatlar malum. Sanırım bir adet de az kullanılmış defter koleksiyonum oluyor son 2 yıldır.
25
fotoğraf röportaj: Rıza Şahin
Haluk Çobanoğlu:
Araftan Dünyayı Görmek Akademiden fotoğrafa, Zonguldak’tan Amerika’ya uzanan fotoğraf yolculuğunda hayata ve fotoğrafa her zaman politik çerçeveden baktı Haluk Çobanoğlu. 12 Eylül darbesinden günümüze, hayatla, kendisiyle ve fotoğrafla ilgili dokunabildiğimiz konularda konuştuk. Bu esnada bilmediğimiz yerlerde, görmediğimiz binlerce fotoğraf çekildi. Biz de onlara binlerce kelime ekledik. Yandaki portreyi Rıza röportajdan sonra çekti. Sonraki sayfalarda Çobanoğlu’nun ağırlıklı olarak Arabesk adlı projesinden fotoğraflar var.
26
27
Fotoğrafla ilk temasınız nasıl oldu? İlk fotoğraflarınızı/ makinenizi hala saklıyor musunuz? Geçmişe yönelik kendimle ilgili bir düşünme sistematiğim yok nedense. Toplumsal olarak var fakat bireysel olarak yok. “Bireysel olarak kendi fotoğrafım nasıl gelişti” sorusundan ziyade “toplumsal olarak nasıl gelişti”, bunu düşünmüşümdür. Belki yetiştiğim çağ ve koşullarla ilgili. 1970’lerin Zonguldak’ında yetiştim ben. Toplumsal hareketlerin son derece gözde, insanların politikaya yakın, dünyadan haberdar, yaşayan nüfusun Türkiye ortalamasının üstünde sosyal bir çevreye sahip olduğu bir yerdi. Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur gibi iki önemli şairin yetiştiği sosyal çevrede yetiştim. Yine de bireysel olarak çok net hatırladığım bir şey var. Evde siyah beyaz bir fotoğraf var. O vakitler grup fotoğrafı çektirmek pek bir moda idi; komşularla, gelen misafirlerle filan ve ben bir grup fotoğrafı çekilirken arkamı dönmüşüm. Haberli ve dayatılan bir şey var ya, muhtemelen onu sevmemişim. Babam çok kızmıştı. Şimdilerde fotoğraf çektirmeyi benim oğlum da sevmiyor, kızamıyorum ona. Fotoğraf çok sonradan girdi hayatıma. Üniversiteden sonra. Eskiden fotoğraf makinesi almak da çok zordu. Zonguldak’ta bizim bir komşumuz, Ahmet Şerifoğlu sportmen bir abimizdi, maratoncu. Hatta sonradan Zonguldak’ın Kilimli ilçesinde adını futbol stadyumuna verdiler. Kömür işletmesinde çalışıyordu. Ek iş olarak fotoğrafhane açtı. Aile fotoğrafları, vesikalıklar çekiyor. Tonla para harcayarak iki tane Nikon ve iki tane flaşı olmayan sabit ışık almıştı. O makinelerden bir tanesini geçen sene Hayyam Pasajı’ndan 250 liraya aldım, aynı makine, Nikkormat. O dönemde alınan fotoğraf makineleri ile fotoğrafçılığa başlayıp bitirebilirdin. 60’larda başlayıp 85’te bitirebilirdin. Bir Olympus OM 10’du. Olympus’un henüz profesyonel makineler hattından
28
çekilmediği, Nikon’a ve Canon’a piyasayı bırakmadığı dönemdi. Ucuz ve alınabilir ama yarı profesyonel sayılabilecek bir makine değildi. O dönemde İngiltere’de bulundum fotoğraf eğitimi için. O makineyi satıp üzerine bir şey koyarak Olympus serisinden başka bir makine aldım. OM 4-ti idi muhtemelen. “Geç başladım” demiştiniz fotoğrafa. Önce iktisat sonra reklamcılık ve ardından fotoğraf mı? Yoksa iktisat ve reklamcılığın paralelinde fotoğraf hep var mıydı? Nasıl gelişti bu süreç? İktisadi ve idari bilimler diye başladım aslında. İşletme ve iktisat kavramları bende karışıyor. İkisi arasında bir fark
yok, bence bir uydurmaca. Hem iletişim hem de işletme fakültesinde hocalık yapan, akademik kariyer geliştiren başka bir ikinci adam yok herhalde. Bunu önemli bir özellik olarak söylemiyorum. Ben 1402’liyim, 12 Eylül döneminde politik nedenlerle üniversiteden çıkarılan öğretim üyelerinden biriyim. Asistanlığı kazanmıştım. Master ve doktora yapmak için Amerika’ya gidecektim. Fakat 12 Eylül darbesiyle siyasi görüşlerimiz nedeniyle İzmir’de bizim bölümde iki kişi, Ege Üniversitesi’nde birçok öğretim görevlisini üniversiteden uzaklaştırdılar. Türkiye’de binlerce kişi açlığa mahkûm edilmek istendi. Arkanda devlet seni takip ediyor. İşe girebilmen için emniyetten temiz kâğıdı isteniyordu. Bu işin fiziksel tarafı ama esas olarak biz kendimizi
için değil, bir üretim süreci olarak. “Teşvik ederim seni” dedi. Sadece bu da değil. Yüceltmek için söylemiyorum, her kuşak kendi içinde değerli ama bizim kuşağımız giriş-gelişme-sonuç olarak hikâye anlatmayı bilir ve sever. Dolayısıyla bir hikâye anlatma geleneğinden geliyoruz.
ifade edecek bir dil aradık. O dönemde mağdur olan birçok insandan, yazar, şair, ressam, heykeltıraş, fotoğrafçı çıkmıştır. Dolayısıyla 12 Eylül’ün yarattığı o kara ortamda kendimizi siyasi olarak ya da gençlik fikirlerimizi ifade edecek bir dil aradık. Ben de bir şekilde fotoğrafı buldum. Burada şunu söylemem lazım, burası önemli: O dönemde adeta ruhumu rehabilite etmek için dağlara giderdim, dağcılık yapardım. Hatta orada espri yapıyorum “bütün büyük dinler dağda kurulmuştur” diyerek. Düzde kurulan din yoktur. Fotoğraf anlamında çok etkileniyorsun tabii. Bunu paylaşmak istiyorsun. Bunların hepsi fotoğrafa gidiş sürecini hızlandırdı ama birçok da engel vardı. Teknik malzeme olarak var, paylaşım açısından var. Kime göstereceksin,
nasıl yapacaksın? Bir dergi yok, basma olanakları kısıtlı ve her şeyden önce çok pahalı. Peki, o süreçte kilometre taşı olarak nitelendirebileceğiniz olaylar var mı? 1992’de Türkiye’deki hayatımı tasfiye ederek -bilinçli ya da bilinçsiz- İngiltere’ye gittim önce. Orada İngilizceyi ilerleterek fotoğrafla ilgili eğitim aldım bir yıl. Aldığım eğitim motamot, “bu kompozisyondur, bu renklerdir, bu fotoğraf tarihidir” değildi. Çok pratiğin içinde, yaşayarak… South Thames College’da çok önemli bir hoca ile pratik yaptım. Kamu kolejleri çok önemlidir İngiltere’de. Ona “Ben bu işi yapmak istiyorum” dedim. Sadece profesyonel olarak para kazanmak
Bu da esasında Türkiye’de proje temelli çalışma, üretme geleneğinin pek yaygın olmamasının eksik kaynaklarından bir tanesi belki de. Peki, Photo Araf’ın kurmaya nasıl karar verdiniz? Neden “Araf”? Enteresan bir şey var, biraz önce söyledin. Proje meselesi… İngiltere’den döndükten sonra fotoğraf projeleri meselesi burada dalgalanmaya başlamadan önce, 1994 ile 1999 arasında Amerika’daydım. Orada International Center of Photography’de asistanlık yaptım. Şunu gördüm ki orada her şey bir proje düzeyinde ilerliyor. Bir hedefin oluyor, giriş-gelişme-sonuç olarak kafanda yaratıyorsun ve pratiğe döküyorsun. Geri döndüğümde bunları anlattığımda burada çok tiye alındım. Alay konusu oldum. Çünkü amatör kökenli bir fotoğraf dünyası var burada. Düşünsene, adam kurs alıyor iki ay sonra aynı amatör dernekte hoca oluyor. Sadece resmin -fotoğrafın da değil- kompozisyon kuralları üzerinden bir değerlendirme mantığı var. Tersine perspektif kavramından bile haberleri yoktur insanların. Olması da gerekmiyor ama belirleyici olduğunda olmuyor. Bu neyi gösteriyor biliyor musun? Ben batı hayranı bir insan değilim. Çok da ağır eleştirilerim var. Bunları yazıyorum da. Dünya bu aşamaları geçmiş, başka bir yere gelmiş. Benim amatörlüğe saygım var. Amatör haddini bilen insandır. Bu arada fotoğrafın amatörü profesyoneli de olmaz. İyi fotoğraf kötü fotoğraf olur. Türkiye’de amatör fotoğrafın oluşturduğu “hayali güç” her şeyi tahrif edebilir, bakınız; birbirlerini
29
“Özellikle coğrafya dergilerinin editörleri ne kadar iyi niyetli olursa olsunlar; bizim kendi projelerimizi üretirken kullandığımız dili ve onun fotoğraflarına dergilerinde yer veremezler.”
türlü geliştirememiştir. Rüştünü ispat edememiştir. Ancak 80’lerden hatta 90’lardan sonra kendini bulmaya başlamıştır. Öncekiler de olumsuz değil, çok değerliler ama az sayıdalar, baskı altında kaldılar, bir kısmı çeviri edebiyatı yüzünden başka alanlara yöneldi. Bu Türkiye fotoğrafında da böyledir. Batılıyı tek tek örnekler üzerinden kopyalamaya başladılar. Oradaki fikri gelişmeyi göremediler. Life dergisi var, 1940’lardan beri projeler basıyor. Eugene Smith’e Cartier-Bresson’a konu veriyor, proje yaptırıyor. Magnum konular üretmek üzerine kurulmuş bir ajans. Photo Araf’a gelecek olursak: Kişisel olarak geldiğim noktada politik olarak hayatla çok ilgili, hayatı o taraftan okumaya meraklı, meyilli bir insanım. Bir grup ve toplu olarak hareket etmenin çok önemli olduğuna inanıyorum. Toplumsal hareketlenmeler benim için çok değerli. Toplumsal olarak değil bireysel olarak da insanların aynı nehre akabileceğine inanıyorum. Gezi bu anlamda çok ilginç bir örnektir. Gezide de bin bir çeşit insan aynı nehre akabildiler. Daha önceki deneyimlerde herkesin birbirine benzemesi ve aynı mealde üretmesi yönelimindeydi. Şimdi o anlamda Araf! Araf şöyle bir şey, fotoğrafta emin olamazsın ya; yaptığına emin olamazsın, çektiğine emin olamazsın, bastığına emin olamazsın. O anlamda hep bir araftasındır aslında. Hayatı kaçırmadığına emin olamazsın. Sosyal pratik içinde fotoğrafı sergilerken bile mecraya da emin olamazsın. Hep araf duygusunda yaşarsın. Araf ismi oradan geliyor. Bir de şu var; Aslında insanlar hayatta hep kendilerini bir arafta hissettikleri için ama bunun bilincinde olmadıkları için büyük bir çoğunluk kutsal kitaplara itibar etmişlerdir. Bir araf var ve orada karar verilecek, rahatlar.
“fotoğraf sanatçısı” diye çağırıyorlar. Beni bir yere konuşma gibi bir şey için davet ediyorlar. Bakıyorum kafadan fotografçı yerine “fotoğraf sanatçısı” diyorlar. Komik bu! Heykeltıraş, ressam, seramikçi, fotografçı, bu tamam ama insanlar durup, durduk yerde “sanatçı” oluveriyorlar. Dur bakalım, önce bir külliyatın, bir dilin olsun, bir zaman geçsin. Bunun en büyük nedenini de söyleyebilirim. Türkiye edebiyatı bu konuda çok önemli bir örnektir. Senelerdir siya- O zaman şunu diyebiliriz, set yaptığı nedeniyle iktidarlar Araf kendini oluşturan tarafından sesi kısılmaya ça- insanların özgürce lışıldığı için çeviri edebiyatın- hareket ettiği bir ajans. dan beslenmiştir, kendini bir Tamamen, efendisiz ve başsız!
30
Benim dünya görüşümle çok örtüşen bir özellik. Benim dünya görüşüm beni Araf’a getirdi. Öyle bir görüş ki bu Araf’ı tek başıma tarif edemem, dört kişinin tarif etmesi lazım. Peki, bir taraftan kendi projeleriniz için, bir taraftan da diğer kaynaklar için fotoğraf üretiyorsunuz. Bu iki durum birbiriyle çelişiyor mu yoksa birbirini destekliyor mu? Çeliştiği durumlar var, yok değil. Özellikle coğrafya dergilerinin editörleri ne kadar iyi niyetli olursa olsunlar; bizim kendi projelerimizi üretirken kullandığımız dili ve onun fotoğraflarına dergilerinde yer veremezler. Bunun nedeni patronları ve genel “beğeni” düzeyini -bana göre düzeysizliğini- ısrarla tekrar etmeleridir. National Geographic’te de öyle. Benim fotoğraf editörlüğümde iki Photo Araf üyesi Coşkun’un ve Burcu’nun işleri orada yayınlandı ve bazı fotoğraflarda ciddi sorunlar yaşandı. O dönemi NG çizgisinin dışında görüyorum. Bosna’da çok ilginç bir röportaj yapılmış, fotoğraflarını ben çekmişim. Benim editörlüğümden önceki dönem. İncirlik’teki Amerikan üssünü çektik mesela. Bizde görünüyor üs olarak ama pratikte öyle değil. Şimdi asla o konuların yanına yaklaşamazlar. Size ilham veren fotoğrafçılar kimlerdir? Cartier-Bresson! Dil arayışındasın, o dönem hiç kitap yok Türkiye’de, internet de yok. Bahsettiğim dönem 80’ler. Cartier-Bresson’un albümünü eline aldığın zaman şunu anlıyorum. Müthiş bir birikim var. Tam bir burjuva ailesinin çocuğu ve ben o kültürü hayatım boyunca eleştirdim. Dünyayı baskılayan ve insanları çalışma hayatına hapseden bir kültür, artı değerin sahipleri olarak gördüm ama bir yandan da kabul etmek lazım; Şehirleri kuran, sanayiyi kuran, onun kültürünü yaşatan ve oradan aldıkları rantın bir kısmını da sanata, edebiyata yatıran bir
sınıf. Öyle bir sınıfın üyesi ve onu reddetse de oradan çok besleniyor. Dönemin toplumsal hareketlerinden de çok etkilenmiştir. Ciddi bir Fransız entelektüeli. Bohem yatıp üretmeden eleştiren biri değil. Ciddi üreten, dünyaya sahip çıkan, anarşizmden Budizm’e her şeye vakıf. Bir de Eugene Smith… Kaybolduğunu, zincirin koptuğunu hissettiğin anda Sebastiao Salgado’nun ortaya çıkışı… Koudelka bir de, onu da ihmal etmemek lazım. Bu arada bir masa başında Sebastiao Salgado, Koudelka ile tanışıp bu meseleleri konuşma fırsatı buldum. O anlamda kendimi şanslı hissediyorum.
şey okuyabilirim. Edebiyattan ve tarihten, günlük hayattan, politik gelişmelerden çok etkilendiğimi görebiliriz. Mesela Tarkovsky’den aktarma yazmışım; “Her çeşit günlük arşiv ve laboratuvar çalışmasından çok derin etkileniyorum. Bunlar muhteşem katalizör örneği”. Mesela bu beni çok etkilemiş. Fotoğrafçı için yol haritasının ne olduğu üzerine bir şeyler yazmışım; fotoğrafı üretmesi, ilk önce belge olması, sonra zaman içinde “sanat” eseri olması, oradan sanat meselesi, oradan sanatın bir tarifi olmadığı… Gelmeden önce, bir kitapçıda John Dos Passos’un U.S.A. kitabına göz attım; Camera Eye bölümüne. Bir kamera ile sokakları, insanları takip ediyor, bir yandan da günlük basından alıntılar yapmış. İki farklı teknik kullanmış. Tekrar kitabı okumaya karar verdim.
Fotoğraf dışında kendinizi nasıl besliyorsunuz, neler okuyor neler izliyorsunuz? Bunlar fotoğraflarınıza yansıyor mu? Fotoğrafa bakış Sebastiao Salgado açınızı ne düzeyde mağduriyeti estetik bir etkiliyor? biçime getirdiği için Edebiyat ve tarihle çok yakın- eleştirilmişti. Sizce bu dan ilişkiliyim. Genelde evde eleştirilerin sağlam tutarım başına bir şey gelme- bir dayanağı var mı? sin diye ama günlüğüm de tesa- Fotoğraflarınızda düfen yanımda bugün. Açıp bir estetik kaygılar güdüyor
musunuz? Salgado’dan başlayalım. Bence bir dayanağı yok bu eleştirilerin. Bu fotoğraflar ilk defa yurt dışında bir Fransız gazetesinde, sonra Amerika’daki bir yayın organında çıktı. O süreci çok net hatırlıyorum. Sonra Yapı Kredi’de (o zaman yaşıyordu) Oktay Rıfat’ın oğlu Samih Rıfat, Türkiye fotoğrafına çok özel katkıları olan, yazıları, çevirileri olan biridir. O da YK’nin çıkardığı dergilerden birinde buna değinen bir yazıyı yayınlamıştı. O zaman Radikal Kültür Sanat’ın yönetmeni kimse beni aradı, ben de bunun üzerine bir yazı yazdım. Hatta o dönem iki yazı yazmak zorunda kaldım. Ara Güler’in sahip olduğu Sebastiao Salgado fotoğraflarından bir sergi açıldı Yapı Kredi’de. Onun için bir katalog çıktı. Katalogun da ön sözünde “Yaşasın Onuncu Köy” diye bir yazı yazdım bu süreçle ilgili. Esas olarak, Sebastiao Salgado ile ilgili rahatsızlık kendisinin hala sosyalist olduğunu ve bu dünya görüşü ile fotoğraf çektiğini söylediği noktadan itibaren başladı. Çünkü dünya kapitalist kafası... Bunlar ancak sümüklü çocuk
31
32
fotoğrafı çekebilir. Bunlarda estetik algısı yoktur. Özellikle soğuk savaş döneminde Amerika tarafından desteklenen düşünce; Ruslar kaba saba adamlardır, estetiği yoktur. Sovyet blokunun dağılmasından sonra oranın ne kadar estetik olduğu keşfedildi çünkü pazarlanabilir ve satılabilir oldu. Salgado da aşağı yukarı böyle bir süreci yaşamıştır. Ne yazık ki eskilerin deyimiyle muarızları, en hafif şekilde söylemek gerekirse karşı fikir sahipleri (bence saldırganları) aciz fikirlerle adamın karşısına çıktılar. Benim için de estetik şudur; insanın bir dili oluşur zaman içinde ve bu estetiği de içerir. Estetik kaygı yoktur, estetik zaten vardır. Çok yakın zamanda Şahin Kaygun’un 80’ler ve 90’ları çok da iyi yansıtan çalışmalarını tekrar gördük. Sizce 2000’lerin görsel tarzı nedir? Bundan 50 yıl sonra bir fotoğrafa baktığımızda “Bu 2000’lerin başıdır” diyebilecek miyiz? Hangi noktalar ayırt edici olacak? Bu noktada itirazım var. Dünyayı onlu yıllara bölmek Amerikan bakışı, insanlık tarihini dar alanlara hapsetmek, “bu yaşandı bitti, sırada bu var, sana bunu pazarlayacağız” demek. Dolayısıyla 60’lar, 70’ler olarak bölünmesine çok karşıyım. Böyle böldüğün zaman küreselleşmeye hizmet ediyorsun. Küreselleşme denen şey her şeyi birbirine benzetmeye çalışıyor. Japonlar çok farklı bir kültür mesela. Kişisel olarak da çok farklı. Şahin’le benim aramda herhalde 5 yaş fark vardır, üretimimiz de çok farklı. Kaynaklarımız farklı. Sinemasını incelemedim, haksızlık etmek istemem ama fotoğrafa çok iz bıraktığını düşünüyorum. Özellikle benim gösterici olarak bulunduğum 1977 1 Mayıs’ta çektiği bir genç adam portresi vardı. O dönemlerde çok olmayan bir prototipti. Beni çok etkilemiş ve düşündürmüştür. Orada eski Yunan’a,
devrimlerin tarihine o kadar çok referans var ki! Sonuçta Şahin görsel sanatlardan beslenen, güzel sanatları bilen bir adamdı. Onun artısı olarak görüyorum. Konuyu dağıtmadan soruya dönecek olursak; geçenlerde bir dergide gördüm. Ünlü bir Japon mimar Japonya’daki mimariyi değerlendirirken şunu yazmış; “Japonya’da avangart mümkün değildir”. Mesela Türkiye, bu ülke batılı mı? Bu ülke doğulu ama bizde avangart sanatçılar var.
dolayı inandırıcı gücünü yitirmiş durumda. Şimdi sosyal medya daha inandırıcı olmaya başladı insanlar için. İktidarların ve dünyanın efendilerinin bunu yönetme süreci, bu yönde talepleri de var ama henüz maç ortada. Fotoğraf hala çok önemli. Eski dünyadan yeni bir dünyaya geçiliyor. Şunu düşünelim; o zamanki cep telefonu görüntüleri çok kötü, kalitesiz ama biz naklen Irak savaşını izledik. Körfez çıkarmasını, Irak’ın işgalini izledik. Ebu Garip’ten fotoğraflar geldi, tutukPeki, Türkiye’de ya lulara yapılan işkence görüntüda dünyada fotoğraf leri geldi. Savaşın seyri değişti. ve diğer “disiplinler” Amerika oradan çıkmak zorundalları ne kadar iç içe? da kaldı. Hala değiştirici gücü Her şey iç içe artık. Dünya mul- var, abartmıyorum. Vietnam’da tidisipliner oldu, iç içe geçti. da böyleydi. Fotoğraflar dünyaMetis’e bak mesela, yayınladığı yı değiştiremez ama dünyanın bir kitap, antropoloji, sosyoloji, dönüşmesine hizmet ederler. ekonomi, hepsini ilgilendiriyor. Ben şimdi bir fotoğrafçıyım, Arabesk çalışmanız neylerden bahsediyorum size. sürecinde İstanbul’u Amatör derneklere gidip bun- fazlaca gözlemlemiş, lardan bahsettiğimde ya düş- incelemiş biri olarak man edindim ya da küçük bir İstanbul’daki kentsel kesim sahip çıktı. Sadece fo- dönüşüm, şehir merkezini toğraftan bahsetseydim bunlar “elitleştirme” çalışmaları olmayacaktı. Arabesk’le ilgili konusunu nasıl Pendik taraflarında çok hevesli değerlendiriyorsunuz? bir topluluğa bir konuşma yap- Almanya devletinin bir erki ve tım. Muhtemelen orada insan- bu konuda bir felsefesi oldular “bu adam bize tarih dersi ğuna inanabilirim ama Türvermeye mi geldi” demiştir. kiye devletinin bu konuda bir erki ya da felsefesi olduğuna Biraz da fotoğrafın inanmıyorum. Son derece gündeğiştirici gücü üzerine lük kararlarla hareket ediliyor. konuşmak istiyorum. Amerika devletinin bir takım Aklımıza hemen hedefleri vardır, bunun da uyLewis Hine’ın 90’ların gulayıcıları vardır. Cumhuribaşındaki çalışmasını yetçiler, demokratlar da gelse geliyor. Bir taraftan çok fark etmez. Burada günü da ülkemizde ve birlik yaşanıyor. Uluslararası dünyada işçi ölümleri, sermaye ile uzlaşmaya çalışan, iş cinayetleri devam yeni bir sermaye sınıfı yönetiediyor. Bunu nasıl mi ele almaya çalışıyor. Onundeğiştireceğiz? Biz la ilgili kanunlar düzenlemeye fotoğrafçılar neler çalışıyor. Politik davalar açılıyapacağız? yor, sosyal hayatı dönüştürmeŞimdi herkes fotoğrafçı biliyor- ye çalışıyor. Türkiye’deki kasun. Meslek olmaktan çıktı. Biz pitalizme kapitalizm denir mi üniversiteye Yurttaş Gazeteci- ben bilmiyorum mesela. Ve bu liği diye ders koyduk. Ben bunu ülkede sınıflar döngüsünün hepozitif taraf olarak görüyorum nüz oturmadığı kanısındayım. ama bir yandan da bir şeyin bu kadar sık ve çok kullanılması Şehircilik geçmişimizle içeriği öldürüyor. Basın yaşa- alakalı olduğunu nan olaylardan, hem sık tekrar, söyleyebilir miyiz? hem sahiplik ilişkisi, hem sa- Bir şehircilik geçmişi olduğunhiplerin iktidarla ilişkisinden dan söz edilemez ama Osmanlı
33
“İnsanlara olan güveni sorgulamaya başladıkça çevresi daralıyor. Nefes almak istiyor. Doğaya veya kendine dönebilir. Metafiziğe dönebilir.” kültüründen Cumhuriyet dönemine geçildiğinde o dönemin seçkinleri, yöneticileri gerçekten dünyadaki iyi örnekleri alıp kopyalayarak burada bir şeyleri inşa etmeye çalışmışlar. Fakat sanayileşme-şehirleşme-göç üçgenini hiçbir şekilde hesap edememişler. Son derece mikro kentler kurarak insanları mutlu edeceklerini düşünmüşler. Tarımı desteklemek yok, uluslar meselesi üzerine düşünmek yok. Sonuçta insanlar ayakta kalabilmek, varlıklarını sürdürebilmek, kendilerini daha iyi ifade edebilmek ve belki de özgürleşebilmek için büyük kentlere gelmişler. Burada toplumsal
34
talepler, ülkenin sosyal, kültürel zekâsının geldiği nokta her şey etkili ama şöyle örnekler de var. Bir ara NG için Bosna’ya gitmiştim fotoğraf çekmek için. Belgrad’ın o dönemki belediye başkanının Bosna’ya saldırılmadan önce müthiş bir açıklaması var. Kendisi ciddi bir entelektüel olan bir mimar. Tanıl Bora’nın kitabından naklen aktarıyorum: “Sınıfsal olarak bakıldığında Yugoslavya’nın parçalanması ve Bosna’daki soykırım bir milliyet meselesi değildir. Boşnaklar zamanında devrim içinde yer almış insanlar. Bosnalı Sırplar ise geri köylü kültürünü temsil ederken Boşnaklar şehirli ve modernler. Sırplar onların yaşama kültürlerini kıskanıyorlar. Bu özel dönemin yaratıcısı Tito aynı zamanda üçüncü dünyanın lideri, dünyada herkesle tabii ki Müslümanlarla da arası iyi ve adeta onun ölmesi bekleniyor”. Bunu adam çok güzel anlatmış. Şimdi ben tümüyle Gezi olaylarından tut, dünya görüşlerine bakıldığında Beyoğlu ve İstanbul başkanlıklarında hiçbir aydınlatıcı öğe ile karşılaşmadım Doktor Mimar Kadir
Topbaş’tan. O adamın yaratacağı şehirle bu adamın yaratacağı şehir bir olabilir mi? Haluk Çobanoğlu şimdi neler yapıyor? Arabeskten sonra sırada ne var? Yoksa Arabesk devam ediyor mu? Arabesk benim için bitti. Çok özel bir yeri olduğu için bir ek yapmayı düşünmem. Daha otobiyografik bir şeyler üzerine düşünüyorum. Çekimler yapıyorum. Henüz vücut bulmuş bir şey yok. O konular üzerine düşünüyor ve çalışıyorum. “Topluma bakan fotoğrafçılar elbet bir gün kendine dönecektir” süreci mi? Doğaya dönmüştür bir kısmı. Bakınız Salgado’ya. (Sebastiao Salgado’nun doğa, kabile ve vahşi yaşam fotoğraflarına yer verdiği Genesis çalışması referans verilmekte -Rıza) Koudelka’ya da bakıyorum. Koudelka’nın da CHAOS serisi var. Doğaya dönmüşlerdir. Hayatın akışını seksenler, doksanlar
»»TEKNIK MUHABBETLER Teknik tercihlerinizden bahsetmek ister misiniz? Mümkün olduğunca az teknikle, sade… Son derece küçük bir makineyle... Meditatif bir eylem fotoğraf çekmek. Meditasyonu ne bozar? Dışardan gelen bir ses, kedi miyavlaması bozar. Bin bir türlü gösterge değil de son derece basit ayarlar bulunduran bir makine... Ne kadar az teknik, o kadar iyi fotoğraf!
multidisipliner oldu ama çekilen her şey belge. Dolayısıyla çok sayıda belge üretilmesi belgesel fotoğrafın sepetini dolduruyor. Çok da engellediğini düşünmüyorum. Sadece, itiraf edeyim, daha uzun soluklu ve felsefi işlerde azalmaya neden oldu. Çünkü çok çekiliyor. Birkaç tane adam tanıyorum. İlk dönemin dijital makineleri EOS, bir milyon fotoğrafta iflas ediyor biliyorsun. Etrafta böyle insanlar vardı. Hayata aynı baktığımızı düşündüğüm insanlardı. MaTeknolojinin gelişimi kineleri ömrünü tamamladı ile fotoğraf üretiminin iflas ettiler. Dedim ki “Ben bu hızının inanılmaz bir şekilde artması, belgesel insanlarla aynı bakmıyorum hayata. Onların bir makina ile fotoğrafı nasıl etkiledi? -tükettiği- fotoğraf sayısına, Hem avantajları hem ben ömrüm boyunca erişemedezavantajları... Avantajı şu; her çekilen fo- yeceğim. Ne mutlu bana!”. Bu toğraf bir belgedir. Belgesel bile bir kıstastır. fotoğrafın tanımı da değişti, diye bölemezsin ama insan otuzunda, kırkında, ellisinde, atmışında farklı şeyler düşünüyor. Özellikle insanlarla ilgili bu. İnsanlara olan güveni sorgulamaya başladıkça çevresi daralıyor. Nefes almak istiyor. Doğaya veya kendine dönebilir. Metafiziğe dönebilir. Onlarca yıllık fotoğraf geçmişinizde mutlaka hiç unutamadığınız anılarınız olmuştur. Peki, sizi en çok şaşırtan olay/ durum hangisiydi desek? Arabesk dediğin için aklıma gelen, pek de hatırlamak istemediğim bir olay var, çok da gözlerim dolmuştu. Kâğıthane şenliklerine fotoğraf çekmeye gitmiştim. Bir grup kadın halay çekiyordu. Muhtemelen de konservatif bir giysi içindeydiler. Sonra adamın biri beni dövmeye kalktı fotoğraf çektiğim için. Bir şekilde ben oradan uzaklaştım ya da onlar gittiler. O gün fotoğraf çekmeye devam ettim. Hep ilk gelen son giden olmuşumdur o tür etkinliklerde. Genel mecrayı herkes çekiyor. Biz daha çok olayın arka planını anlatmaya çalıştığımız
için ya da ben o gözle baktığım için. Herkes gitti dağılıyoruz. Bu sefer o dar çıkış yerinde bu insanlarla tekrar karşılaştım. Sonra hiç beklemediğim bir şey oldu, kadınlardan ikisi geldi ve dediler ki -adamlar iki adım geride duruyor- “Abi biz buralarda yeniyiz, buraları bilmiyoruz, kusura bakma. Kocamın da kusuruna bakma. Biz büyük şehri bilmiyoruz”. Göç-arabesk ilişkisini çok kuvvetlendiren bir olay. Somutta yaşıyorsun. Şüphe ediyorsun çekerken, araftasın yani. Göçten bahsediyorsun, “insanlar geldiler, müzikleriyle geldiler, değiştiler, değiştirmeye çalışıyorlar” diyorsun. Pat! Karşına böyle bir olay çıkıyor ve bu bir itiraf. Çok çarpıcıydı benim için. Son olarak belgesel fotoğrafla ilgilenen genç arkadaşlara söylemek istedikleriniz var mı? Çok beylik bir şey söylemek istemem. Mesela benim Amerikalılardan, batıdan öğrendiğim bir şey var; Mentor dedikleri bir danışman, paylaşan, yön veren insanlar. Tamamen onun etkisi altında kalarak değil
ama böyle bir yapı çok geliştirir gençleri. Hep bunu düşünmüşümdür. Orada tuhaf bir diyalektik çelişme ortaya çıkıyor. Eski ile yeninin, yaş kuşaklarının düşüncelerinin… O kıvılcımlardan çok iyi işler çıkar. Biat ilişkisi bir işe yaramaz. Bu kavga etmek değil, fikirlerin çarpışması demek. Muhtemelen birbirimizi anlayan hayata aynı bakan insanlarız ama her şeyimiz birbirimizle örtüşmez. Örtüşmemeli de, örtüşemez zaten. Bu diyalektik bir şey ve önemli. Kesinlikle teknolojik değil felsefi düşünmek... İşler fikirlerle ortaya çıkar, makineyle ortaya çıkmaz. Çok güzel bir örnektir; Ara Güler, ben, Koudelka ve birkaç kişi Mimar Sinan Üniversitesi’nde yemeğe gittik. Adamın bir parkası var, kışın onu giyiyor. Yazın da bir askeri gömleği var, onu giyiyor. Bunlardan da ikişer tane var. Aynı ayakkabıdan iki kışlık iki yazlık var. OM1 makine çıkardı parkasının cebinden. Makine çekmez fotoğrafı. Makine üreticileri bizi sömürmek için varlar.
Üstteki üç fotoğraf, New York’ta çektiği fotoğraflardan.
35
müzik röportaj: Kamer Yılmaz
Jehan Barbur
Rakınıza buz ister misiniz? Şarkı söylemeye devam eder misiniz?
“Gidersen”, “Öylesine”, “Eskiden” derken hep bir hüzün yükledik ona. Ama bilenler, dinleyenler, izleyenler bilir. O, hüzünlerin kadını değil sadece. O, aynı zamanda kıpır kıpır oradan oraya yalın ayak zıplayan bir kadın… Boo! için Jehan Barbur ile müzikten, tiyatrodan, dizilerden, yeni kitabı Çatıdaki Çimenler’den ve bol bol da hayattan bahsettik... Şimdi, burada röportajı okutacak, okurun ilgisini çekecek çok çarpıcı şeyler yazmalı, biliyorum. Ama onu yaparsam bu küçük kadının tevazuuna, samimiyetine ihanet etmiş olurum hissinden dolayı yapamıyorum. İçimden de gelmiyor. Çünkü o çok sade… Olduğu gibi… Kendi deyimiyle hayatı şiir gibi yaşayan benim için bir tesadüf, bir işaret. Şimdiye kadar kendisini canlı dinlerken, hep o karşımda rakı içti; şarkılarını söylerken kadehini bizler için kaldırmayı da hiç ihmal etmedi ama bu defa oturduk beraber bir rakı içtik. Biz sorduk, o da tüm samimiyetiyle anlattı. Hiçbir lafını sakınmadı. Rakının buzu gibi serinletti zor yudumları anlatırken ve su gibi aktı gitti zaman… 36
2009’da “Uyan”, sonrasında “Hayat” ve geçtiğimiz yıl da “Sarı” albümü geldi. Peki, bu 3 albümden önce her şey nasıl başladı? Müzikle ne zaman tanıştınız ve onu hayatınızın neredeyse tam da ortasına almaya nasıl karar verdiniz? 2004’te hayatımı müzikten kazanmaya başladım. Ne zaman ki başka işlere girip sabah 9, akşam 6 çalışmaya başladım, ağlayarak gidip sabah kalkmak istemeyip nefret etmeye başladım, “hayat bu mu be!” dedim o zaman başladı her şey. Yani hiçbir şey sevmeyip sadece bunu sevdiğimi anlayıp normal var sayılan, gündelik hayatın çok sıkıcı olduğuna karar verip ‘müzik bir hobi değil, peki gerçekten bir iş olabilir mi acaba bu ülkede?’ sorusunu sormaya başladığımda… E, yavaş yavaş para kazandıktan sonra bu işten, ‘evet yapabilirim’ dedim. Herkes şunu soruyor: Ne yapıyorsun? ‘Müzisyenim, 3 kişiden mensup bir grubumuz var, haftanın 5 gecesi çalıyoruz’ diyorum. Gelen soru ‘yani başka ne yapıyorsun?’ oluyor. Bir şey yapmıyorum, ne yapabilirim ki… Zannediyorlar ki çıkıyorum 2 saat şarkı söylüyorum ve bitiyor. Oysa bu tüm gün mesai alan bir şey, 7/24 süren bir şey, hatta tatilin yok; herkes tatile gittiği zaman sen çalışıyorsun, gecen yok gündüzün yok aslında. Patronun da yok. Çok sevdim ben bu hayatı. Ve başka hayat yaşamak istemiyorum; müzikle yaşamak istemiyorum. Buna da karar vermem yıl olarak 2004-2005’e tekabül ediyor. İskenderun’da doğup büyüdünüz. Arkadaşlık, dostluk, aşk, sevgi, güven, aile gibi kavramları içimizde şekillendirdiğimiz zamanlarda siz Akdeniz’in en tatlı, kültürel olarak en dolu olan yerlerinden birindeydiniz. Oradan
sonra yanılmıyorsam önce Ankara sonra da İstanbul nasıl geldi? Yaşam biçiminiz, bu kavramların değerleri ya da anlamları değişti mi? Bence çocukken neyse o. Değişmiyor, değişmez. Yani hep o kavramların içini doldurmaya çalışıyorsun sadece. Yoksa kavram aynı. Sevmek, aşık olmak... Hani koku hafızası diye bir şey vardır ya; 7’sinde neyin kokusunu aldıysan sana onu hatırlatır. Bence sevgi, aşk dostluk, arkadaşlık gibi kavramlarda da ilk hissettiğin şey neyse sonrasında da seni onun peşinden gitmeye iteler. Bulursun, bulamazsın, hayal kırıklığına uğrarsın, dersin ki “ya öyle değildi o iş” ama yine onun peşine düşersin. O yüzden bence değişmiyor. Sadece farklı yaşandığını görüyorsun ama peşine düştüğün duygu bence değişmiyor. Bu kavramların sizin bildiğinizden daha farklı yaşandığını gördüğünüzde ne yaptınız, ne hissettiniz? Denedim, farklı yaşamayı denedim. Peki bu müziğinizi etkiledi mi? E, tabii… Hayal kırıklığına uğruyorsun, herkes uğruyor. Çünkü bence herkes çocukken tanıştığı şeyi aramaya koyuluyor. Sonra nasır tutmaya başlıyorsun. Öyle filmlerde izlediğin ya da çocukken birinin elini tuttuğunda hissettiğin kadar masum olmadığı zamanlar oluyor ona bir şeyler diziyorsun ama yine onun peşindesin aslında o şarkıyı yazmanın amacı zaten onun peşinde olduğunu ısrarla söylemek. Şu safsataya inanmıyorum: “gerçek hayatta bu böyle değil”. Bence öyle! Bin kadınla yatmış bir adam için de aynı şey geçerli, hayatında sadece bir adamla beraber olmuş bir kadın için de aynı şey geçerli. Müzik için çok zor bir alan diyebiliriz, en
azından profesyonel olarak devam etmek için (uzaktan öyle görünüyor). “Piyasa” diye adlandıranlar var. Tutunması, başlaması ve devam etmesi zor deniliyor. Siz başlarken zorlandınız mı? Ya da devam ederken… Piyasa diye adlandırıyorlar ama piyasası yok. Hep zorlanıyorum her gün zorlanıyorum. Ama zor olması, devam etmemem gerektiği anlamına gelmiyor. Bir kere elle tutulamayan bir şey yapıyorsun. Siz de işe giderken zorlanıyorsunuz; bu dergiyi ayakta tutmak için zorlanıyorsunuz. Her işin bir zorluğu var ama arabesk bir zorluk… Onu nasıl tabir ettiğinle alakalı. Birkaç röportajdır söylüyorum: mağduriyet seviyoruz biz. ‘Çok zor yollardan geçtim’ demeyi ya da denilince dinlemeyi… Halbuki zor olmayan hiçbir şey yok. Yaşamak zor, hayat zor bir teneffüs diyeyim. Aslında şöyle; biz sabah 9 akşam 6 çalışırken… Beni hiçbir kuvvet sabah 8’de… Çok zor… Yani haklarım belli, sigortam yatıyor kapıdan çıkınca benim kafam rahat. Ama sizin öyle değil gibi? Ben her gün düşünmek zorundayım. Sen de her gün düşünüyorsun. Bir gün işten çıkarsalar hadi bakalım… Bir de sevmediğin bir işe gidiyorsan daha da zor. Dünyada bir müzisyen bir konserle hayatını kurtarabiliyor. Oysa ben yılda 80 konser vermeliyim. Konser vermezsem geçinemem. Ya da mesela: Ben evlendim, çocuk doğursam bana lütfen izin verin. Böyle bir şey yok! Biz özel sigortamızı, özel emekliliğimizi kendimiz düşünmek zorundayız. Dolayısıyla hastalandın, sesini yitirdin, kocam davulcu, kolunu kırdı… Olamaz… Biz hep kendimize iyi bakmak, iyi durmak zorundayız. Ama ne kadar yapabilirsin ki bunu… Sürekli
37
“Gündüz, geceye faşizan!” seyahat halindesin; uçakta bir virüs var, grip ve hadi bakalım kaç kaçabilirsen... Hastasın; bütün ay konserler iptal. Gezi olayı oluyor, müzik kayıp; 10 konser patlar. Ama zaten bunları bilerek girdik, bunlar şikayet değil. Bir de yaptığın müzik televizyonda dönmez, klip çekersin hiçbir kanal göstermez. Haber olacağın gazeteler bellidir. 3 albümüm var bir kere ulusal kanala çıkmadım. Hiçbir zaman teklif gelmedi, alternatif radyo programlarına, haber kanallarına, sizin gibi alternatif sayılabilecek dergilere, muhalif duran gazetelere defalarca çıktım. Günde 2 defa röportaj sorularına cevaplar yazıp gönderiyorum. Hiçbirine hayır demiyorum. Belki görünür olan birçok insandan daha çok görünürüz ama hala yok sayılırız. Onu da baştan kabulüz. Zor... Zor değil, sizin işiniz kadar zor. Siz işe giderken ben eve geçiyorum. Ben bunu seçtim. Kıyafetime karışılsın istemedim. Sigara içmek istediğimde içmek istedim, evden dışarı çıkmak istediğimde engel olunmasın istedim. Resim çizeceksen bir ofise giremezsin. Bu ülkede bu, sergüzeştlik olarak algılanıyor ne yazık ki. Alttaki komşun viledayla vuruyor. E, kardeşim, senin de sabah 8’de çocuğun ağlıyor, tak tak yürüyorsun. Ben bir şey diyor muyum? Gündüz, geceye faşizan. Ekşi Sözlük’ün düzenlediği bir söyleşiye konuk olmuştunuz. Ve orada 2002 yılında İstanbul’a yerleşirken yaşadığınız zorluklar içinde koştururken ışıklarda durup “Lütfen burada kalmam için bir işaret gönder” diye geçirdikten sonra
38
kafanızı çevirdiğinizde çok sevdiğiniz zamanında fakslar gönderdiğiniz Murathan Mungan’ı gördüğünüzü anlatmıştınız. Hayatın işaretlerine inanıyor musunuz? Yoksa inanmak mı istiyorsunuz? Hayat o işaretlerden müteşekkil zaten. Sadece hayat, onlara bakmanı bekleyen bir mecra. Bakmadığında birçok şeyi kaçırıyorsun. Yani orada yanımda Murathan Mungan dursa ne olur durmasa ne olur… Ben onu kafama koymuşum yapacağım. O, bana itki; kendimi ikna etmek için uydurduğum bir bahane aslında, bir tesadüf. Bir kader, bir hayat oyunu, beni oraya getiren değil. Ama ben şiir gibi görmek istiyorum her şeyi. O benim için bir şiir, onun gibi yüzlerce var. Ve hep anlatırım; ‘ne, yine mi?’ falan derler. ‘Düşünebiliyor musun böyle oldu, şöyle oldu ve bir de böyle oldu, inanabiliyor musun?’ diye anlatırım bol bol. Aslında ben onun peşinden koştum. Koştuğum için sürekli karşılaşmam çok doğal. Ama ben onu biraz şairane bir yere oturtmaktan haz alıyorum. “Tesadüf” şarkısı da buradan mı çıktı? Aaa hiç alakası yok. Bir çocuğa aşıktım, benden ayrıldı. Ben de Tesadüf’ü yazdım. ‘Hadi git’ kısmında aslında; ‘bir dur be, belki ben senin şairane tesadüfünüm’ demek için yazdım onca şeyi. Şarkılar ortaya nasıl çıkıyor? Deneyimler mi, hayaller mi, olunan mı yoksa olmak istenilen mi başrolde oluyor bu süreçte? Yaşayarak. Bazen hiç çıkmıyor; bazen 8 ay kalem kıpırdatmıyorum, hiçbir şey yazamıyorum, bazen geliyor bir anda… Peki olmayı hayal ettiğiniz mi, deneyimleriniz mi neler var şarkılarda?
Hepsi… Mesela bir şairi kahramanlaştırırsın sonra, tanışırsın. Çok acayip aşk şiirleri yazan bir şair olsun. Hayat hikâyesini öğrenirsin; kadınlara gerçekte çok kötü davranıyordur. Tam olarak bunun gibi aslında. Yazılmış şey; bence o insanın hasret duyduğu, yaşamayı istediğinin en derin halidir. Bizi sokakta yazdığımız hüzünlü bir şarkı yüzünden hüzünlü görmeyi beklemek bir hata olur. Yazdığımız çok eğlenceli bir şarkı için eğlenceli görmeyi beklemek de hata olur. Onlar bence yaşama duyduğumuz en hasretli hallerdir. Şarkı söylerken sesinizde hep bir huzur ve sükûnet var ama konserlerinizde ya da dinletilerinizde bu portrenin dışında; yerinde duramayan, kıpır kıpır bir “küçük kadın” da var. Şarkıları hangi duyguların yoğunluğunda yaratıyorsunuz? Hepsi… Sadece hüzünle, sadece neşeyle olmuyor. Orada sahnedesin bir de canlı performans… Adı üstünde canlı; can vermen lazım. Zaten oraya canla çıkıyorsun. Mesela albümlerde hep bir denge tutturmaya çalıştım. Hepsi hüzünlü olmamalı. Ama öyle anılıyor. Neden? Çünkü milletin Youtube’dan oradan buradan seçtiği şarkıların hepsi ağlak, ’Allah’ım bir jilet ver, damarlarımı parçalayayım’ dedirtiyor insana. Ama ben bütün konserlerde üst üste 30 şarkı böyle söylesem; canım sıkılır, arada canım istiyor ama o da olmaz. Müzikte belirlediğiniz bir hedef var mı? Bu ülkede bir hedef olmuyor. Olsa olurdu bence şimdiye kadar. Keşke dünyaya açılsaydık, keşke değerimiz ne onu bilseydik. Çöp bir iş mi yapıyorum, kötü bir iş mi iyi mi bilmiyorum. Hâlâ kötü müyüm, iyi miyim bilmiyorum. İşte; arkadaşlar, eş-dost, bizi sevenler, müzisyenler ‘çok iyi bir şey yapıyorsunuz’ diyorlar, biz de
inanıyoruz; inanmak istiyoruz. Ama evrensel anlamdaki değerimizden bihaber yaşıyoruz. Bir piyanistle tanışıyorsun, ‘vay be ne güzel çalıyor’ diyorsun, sonra dünya çapındaki piyanistlerle karşılaştırıyorsun. Aslında onun dünyada bir yeri var. Ama bu ülkede daha ülke seni kabul etmiyor. Aynı yerdesin gibi geliyor. Halbuki bir adım öndesin. Sonra ölüyorsun garip garip haberler yapıyorlar. Mesela Tuncel Kurtiz… Adam dünya çapında bir oyuncu, müthiş bir teatral geçmişi var, siyasi bir kimliği var. Geçip ‘Ramiz dayı hayatını kaybetti’ diye haber yapılıyor. Bu mu yani? Herhalde ben ölsem ‘bilmem ne dizisindeki şarkıyı söyleyen’ derler. Ne hedefin olabilir ki... Dinleyicim olsun yeter diyorsun... Sarı albümünüzdeki “Eskiden” şarkısının klibinin fikri nasıl ortaya çıktı? Aslında orada gördüğün her şeye yazdığım bir şarkıydı. Oradaki her cümleye… Kör göze parmak diyerek çektiğimiz bir klip. Annemin çektiği görüntüler… ‘Gördüğüm şeyi mi hatırlıyorum, yoksa hatırlıyor muyum gerçekten?’ dediğim şeylere yazdığım bir şarkı. Onları yönetmenle konuştuk. O da ‘bu bana izlettiğin görüntülerdeki yerler aynen duruyor mu?’ diye sordu. Ben de dedim ki aynen durduğunu söyledim. Çünkü İskenderun öyle bir yer. ‘O zaman gidelim’ dedi. Ben, Mert, Selim gittik. 3 gece 3 gün çalıştık. Şarkı neyi anlatıyorsa klipte o var. Zaten kendime çektim. Kendi kısa özgeçmişim. İskenderun’a sık sık gider misiniz? Klip için gittiğinizde neler hissettiniz? Ailem orada; anneannem orada, dayılarım orada. Klibi çekerken başka şeyler hissettim. Soğukoluk diye bir yayla vardır. Uğur Dündar’ın ‘burada genelev var’ diyerek bitirdiği bir yayladır. Çocukluğum
orada geçti. Sonradan Güzel Yayla oldu ismi. Orada bizim eskiden bir evimiz vardı kiralık, yazları yayla diye oraya gidilirdi. 1992 senesinde biz o evi kaybettik. Sonra dayım bize bir sürpriz yapmış; geçen yıl o evi geri almış bundan 21 yıl sonra. Dolayısıyla ben o klibi çekmek için 21 yıl sonra o eve ilk defa girdim. O, beni çok duygulandırdı. O beni başka bir yere götürdü, o eve girişim, sobayı yakışımız… Hiç unutmayacağım. Şarkıda özlem duygusu çok yoğun. Bu duyguyu hissetmekten yorulmuyor musunuz? Nasıl baş edebiliyorsunuz? Baş edemiyorum. Bir şeyi özlüyorsanız güven duygunuzda muhtemelen bir eksiklik var. Kendinize duyduğunuz güvenle alakalı değil, yaşamla alakalı. Çocukken herkes bir aradaydı bizde. Büyük bir aileydik. Ben kendimi çok güvende hissediyordum. Ve kendimi hem çok şanslı hem de şanssız görüyorum çünkü bana onların hepsi verildi sonra bitti, çünkü büyüdüm, öldüler. Cılızlaştık, küçüldük. O bir daha gelmeyecek biliyorsun ve o çok pis bir duygu. Belki bir gün çocuğum olur ona o duyguyu verebilirim yeniden yeşerebilir. Özlemek, güzel bir şey. Yaratıcılığını perçinleyen bir şey. Mesela ben şu sıralar geçmişten öte bir şey özlemiyorum. Özlediğim şey artık yok dolayısıyla sadece özleyebiliyorum. “Çocuğum olsa benim hissettiğim duyguları ona verebilir miyim” diye düşünüyor musunuz? Bildiğim tek bir şey var; yaşadığım şeyi ben ona veremeyeceğim. Çünkü ne bir büyükbabası olacak, inşallah hayat izin verirse anneannesini, babaannesini tanır... Ama öyle bir şey veremeyeceğim o belli. Başka bir şey vereceğim. Bir de bizim yaşadığımız hayat başka bir hayat. Müzisyen hayatıyla
39
“Herhalde ben ölsem ‘bilmem ne dizisindeki şarkıyı söyleyen’ derler...”
40
oradaki düzenli hayat arasında dağlar kadar fark var. Ama başka bir hayat görecek, belki onu sevecek. En azından ona anlatabileceğim bir çocukluğum var. Bir çocuğun ne istediğini biliyorum çünkü aldım. Sevildim en önemli şey o. Sevebilirim herhalde diye düşünüyorum. Albümler dışında film ve dizi müzikleri var. Yazılmış hikayelere ses veriyorsunuz. Devam edecek mi dizi müziklerine? Devam etmiyorum. Para almadım. Ya para kazanacağım bir şeydir ya da proje çok iyi bir projedir o zaman olurum o işin içinde. Benim derdim sinema. Keşke sinema olsa. Dizi para kazanacağım bir alandı ilk başta. Çok çirkin bir sektör olduğuna karar verdim ve bıraktım. Albümler çıktıktan sonra albümdeki parçalar istendi. Ve çok büyük diziler istedi. Biz şirket olarak para değil engelliler için tekerlekli sandalye istedik. Karşılayamayacaklarını söylediler. Daha da tiksindim. Sonra çok sembolik paralar verildi. Bir tekerlekli sandalye alınamayacak paralar verildi. Zaten dizi sevmiyorum. Ama istendiği zaman güzel bir diziyse, oyuncularını seviyorsam; tıpkı Behzat Ç’de olduğu gibi neden olmasın. Bir defa izledim gerçi; diğer dizilerin yanında temiz duran bir yanı var. Ama bunun dışında hiç istemediğim diziler de oldu. Bir baktım bir defa kullanıyorlar. Tiyatroda da yaptım müzik o daha güzel, sinema da keza öyle... Buralarda olmak çok daha büyüleyici. Müzik ve edebiyat dışında bir de tiyatro var. Daha önce “Şems! Unutma!”da yer almıştınız. Bir de Babylon’da Sevinç Erbulak ile skeçlerin de eşlik ettiği bir konseriniz olmuştu. Yine tiyatro devam edecek mi? Babylon’da benim yazdığım bir metin vardı. Sürekli konserler vermekten ziyade projeler olmasını istedim. Sürekli aynı şarkıları söylüyorsun. Seyirci değişiyor ama ben değişmiyorum. Sıkılıyorum bir yerden sonra ve Babylon’daki gösteri beni çok heyecanlandırdı. Bir kadınla bir erkeğin ilişkisini anlatan bir küçük metin yazdım. Sevinç Erbulak ve Serhat Aslan da çok çok ekleme yaparak oynadı. İyi
de yaptılar; hayat verdiler. Şöyle bir şeydi: seyircilerin arasında otururken bir anda konuşmaya başlıyor çiftimiz. Tabii seyircilerin de haberi yok bundan. Çok keyif almıştım. “Şems! Unutma!” ise butik bir oyundu. Özen Yula olduğu için hemen ‘evet’ demiştim. Müziklerini de yapma fırsatım oldu. Bir de Afife Jale’ye aday olduk. O, benim için önemli bir şeydi. Bugüne kadar müzikte hiçbir şeye aday olmadım, hayatımda bir defa tiyatroda bir şey yaptım onda da aday oldum. Oynadım da bir yıl. Ama çok oyuncu vardı ve herkesin başka projeleri de vardı bir yandan o yüzden butik bir oyundu, devam etmeyecek. Devam etmesi de… Biri beni isterse ve benim konser çizelgemle çakışmazsa ve sıkletim kaldırabilirse neden olmasın... Hem konsere git hem tiyatro... Çok yorucu; ben o zaman kaldırmakta zorlandım. Zor ama öyle bir şey olursa seçebilirim. Deneyebilirim, neden olmasın. Sizi takip edebildiğim kadarıyla sahnede sizinle beraber en çok gördüğüm isimler: Murat Çopur, Berkant Çelen ve eşiniz Mert Önal. Yanılmıyorsam uzun zamandır beraber çalışıyorsunuz. Hiç anlaşamadığınız zamanlar olmuyor mu? Nasıl aşıp devam edebiliyorsunuz? Başta başka bir ekip vardı, olmadı; anlaşmazlıklar oldu, takvimler çakıştı. 3 kez dağıldık. Evrim Tüzün ise hep vardı; 2 kere dağıldıktan sonra o baki olarak kaldı. Berkant geldi, Murat geldi, Cenk Erdoğan geldi en sonda da Mert geldi. Çünkü biz evli olduğumuz için beraber çalışma taraftarı değildik ama çalışıyoruz. Haddim değil bunu söylemek ama; hepsi çok iyi müzisyenler. Ama önemli olan iyi anlaşabilmek; çünkü beraber yiyorsun, beraber uyuyorsun, her şeyi beraber yapıyorsun. Bir yerden sonra ‘eeeh’ demeyeceğin insanlarla olmalısın. 2010’dan beri beraberiz, gidiyoruz. Eşinizle beraber çalışmak nasıl? Buna ben değil bence kocam cevap versin. Mert Önal: Karı-koca olmak başka bir şey. Ben de 25 yıllık müzisyenim. İşe gittiğimizde Jehan çok heyecanlı
ben çok sakin bir adamım. Çünkü umurumda olmaz sorunlar, bilirim ki nasıl olsa olur. Ben Jehan’a çalan biri olamıyorum hiçbir zaman. Arkadan biri konuştuğunda duramıyorum. Normalde de öyle bir adamım. Şimdi seni de tanıdım. Senin için de konuşsalar duramam. E, karım olunca daha da tutamıyorum. Jehan Barbur: Ben Mert ile çalışmayı çok istiyordum. İlk gençlik yıllarımda özellikle Mert’i dinlemeye gidiyordum. Çok güzel çalıyordu. Bazı insanlar çalar ve dinlersin; bazı insanlar çalar, izler ve dinlersin. Her insanın ışığı aynı olmaz. Mesela bazılarının sadece ışığı yeter. Bir kadın vardır çok çirkindir ama sahneye bir çıkar aşık olursun. Ben Mert’i izlemeye gidiyordum aşık oluyordum, çok estetik buluyordum. Seneler sonra da sevgili olduk. Bireysel bir üretkenlikten mi yoksa az önce saydığımız ve belki daha da fazla isimle beraber bir şeyler üretmeyi mi seviyorsunuz? Üreti, bireysel oluyor her zaman. Fakat bazen beraber ortak beste yapıyorsun. Üretiyi genişletmek çok insanla oluyor. Üretme aşaması yalnız tek, en fazla 2 kişi ile... Üretme aşaması mı yoksa ürettikten sonra o şarkıya biçim vermek, aranje mi daha çok zaman alıyor? Şimdi albüme 10 şarkı alacaksın diyelim; 10 şarkıyı yazmak halet-i ruhiyene bağlı. 10 yılda da yazabilirsin, 2 yılda da. Bu 2 yıl, her gün çalıştığın anlamına gelmiyor. Birini yazıyorsun, 8 ay geçiyor bir bakası oluyor. Bu zaman aldı mı? Almadı. Bir anda çıkmıyor sonuçta. Bekliyorsun. Dolayısıyla en ağır aşama onları hale, yola sokma aşaması. O da minimum 8 ay sürüyor. Bülent Ortaçgil, Birsen Tezer, Göktay Göksu ve Ceylan Ertem beraber şarkı söylediğiniz isimler oldu. Sizin için en özel olanı var mı? Erkan Oğur. Nesin Vakfı Gecesi’nde söylediğimiz Pencereden Kar Geliyor... Hayatım boyunca unutmayacağım. Her söylediğinizde size aynı
41
hissi veren şarkılar var mı? Meselâ; ruh haliniz ne olursa olsun söylediğinizde mutlu hissetmeye başladığınız ya da acı hissettiğiniz? Artık yok. Yeni yazdığımda öyle oluyor. Onu sahneye getirene kadar en az 50-60 defa söylemiş oluyorum. Ama yazarken öyle oluyor... ‘Eskiden’i ilk yazdığımda çok duygulanmıştım, henüz sahneye taşımamıştım. Evde söylerken, dinlerken çok duygulanıyordum. ‘Öylesine’ keza öyle. Şimdi 4. albüm için hazırladığım 8 şarkı var. ‘Ay keşke çalsa da söylesem’ dediğim şarkılar var. Çünkü çok bakirler hala benim için. Şu anda hepsini çok öldürdüm. Fazla seviştik hepsiyle, bir uzak durmamız lazım, özlemek lazım gibi hissediyorum. Sizi Kaktüs’te de, Ghetto’da da, Karga’da da dinleyip izleme şansım oldu. Hiçbirinde de “bugün kötüydü,
42
sinirliydi, mutsuzdu sanki” demedim. Konserleriniz ya da dinletilerinizden önce yaşadığınız herhangi bir şey performansınızı; seyirciye, dinleyiciye yaydığınız enerjiyi hiç mi etkilemiyor? Şalterin var, deli gibi oynaman gerekiyor. Samimiyetini bile samimiyetsizlikle bazen ortaya çıkartmak zorundasın. Çünkü bu senin işin. Müzik, bir yaşam şekli tamam. Ama şimdi karşına aylar evvelinden biletini almış, para arttırmış, seni izlemeye kendi ruh halini düzeltmek için gelmiş biri var. Sahne iştir. Sahne benim gözümde sanat icra etmenin ötesine bir iş alanı. Şimdi, doğuya doğru: para vermiş adam, seni dinlemeye geliyor ve bir beklentisi var. Senin orada nazını niyazını, sarhoş olmuşsun, kötü çalmışsın, baban ölmüş, taziyeni filan çekmek zorunda değil. Hastalanırsın çıkamazsın zaten o konser yapılmaz. Çıkıyorsan ne varsa etinde,
kemiğinde vermekle mükellefsin bence. 10 kişi de gelse 1 kişi de gelse 500 kişi de gelse bu böyle. Seni çok izlemiş biri ancak anlar ya da fark eder; karşılaştırma yapar ‘bugün canı bir şeye sıkkın sanırım’ diye... Kültür Mafyası’nda, Aykırıakademi’de yayınlanan yazılarınız ve yanlış hatırlamıyorsam kendi blogunuz da vardı. Bir yandan müzik de devam ederken kitap fikri nasıl ortaya çıktı? Bloga yazıyordum, çocukluğumdan beri de günlük tutarım. Paylaşmak istedim. Çok yalnızlaşıyorsun yazınca. Biraz insanlar okusun istiyorsun, aynı şeyleri mi hissediyoruz, yalnız mıyım... Sıkıldım bunun sanal alemde olmasından. Zaten sıtkımız sıyrılmış şarkıların sanal alemde olmasından. Yekta Kopan’ı aradım: ‘Bir bak ne olursun. Ve dersen ki bunlar çöp, yırtıp atarım. Ama bana bir
»»HIZLICA SORALIM DEDIK düşman olduk, arkadaş olduk, Neden rakı? rakı masası paylaştık, herkes- Çünkü babam. le çalıştık. Ama Erkan Ağabey’i çok sevdim. Babasına aşık kızlardan mısınız? Unutmaktan korkuyor Hayır. Çok seviyorum; aşık demusunuz? ğildim ama hayrandım. HayEvet, hem de çok. Ve gitgide ran oldum sonra. Doğruyu söyDinlemekten unutuyorum. Çocukluğumu lemek gerekirse aramızdaki yaş sıkılmadığınız albüm ya hiç unutmuyorum; belirli bir farkından dolayı yıllarca bada isim var mı? Erkan Oğur’dan Bir Ömürlük yaşa kadar yaşadığım her şeyi bamdan utandım; yaşlı görünMisafir ve Dönmez Yol. Bir de tüm detaylarıyla, kokularıyla, düğü için. Sonra sevdim, sonra replikleriyle yazabilirim ama hayran oldum. Öldükten sonra Fink var. dün ne yediğimi hatırlamıyo- anladım. Çok zaman aldı babarum. Çok hızlı yaşıyoruz her- mı anlamam ama şükür ki yeErkan Oğur’u sevmenizin halde ve her şey o kadar büyülü ter derecede yaşayabildim banedeni yaptığı müzik mi gelmiyor. Dolayısıyla hafıza- bamı. 23 yaşıma kadar babamı karakteri mi? Her ikisi de... Müzikle başlı- ya o denli kazınmıyor. Çok ça- yaşadım. Ve sömürmeye çalışyor... Ben de müzisyen olma- buk unutuyorum ve unutmak- tım son yıllarda; anlamak için. dan önce müziğini seviyor- tan çok çekiniyorum o yüzden dum, müzisyen olduktan sonra yazıyorum. herkesle tanıştık; ahbap olduk, Çocukluğunuzdaki kahramanınız kimdi? Michael Jackson. Aşıktım deli gibi. Muhteşem müzik, sahne harika! Var mı böyle bir şey dünyada…
şey söyle’. O da dedi ki; ‘bunlar çok kişisel şeyler, içinden. Ve bence bunları çıkarmalısın. Yanlış bir şey yapmıyorsun’. İnandım ve güvendim. Ve ikinci kitaba da başladım. İkinci kitaba başlayabilmem, yazabilmem için biri çıkarmam gerekiyordu. İkinci kitap, başka bir şey; öykü değil, şiir değil. Yapmayı çok istediğim bir şey, başka bir şey. Ama onu yapabilmem için kendi kalemimi az da olsa biraz dökmek istedim. Ve artık gidip bir dükkandan satın alınabilecek, koynuna sarabileceğin, internetten değil de sayfasını karıştırabileceğin. Arada karıştırıp sevilen bölümlerini okuduğumuz... Evet, not alabileceğim, altını çizebileceğim bir şey olsun istedim. Buna ben hasretim; çünkü kitapları öyle okurum. Defterlerin her yeri; günlük diye tuttuğum son yıllardaki tüm defterlerim kitaplardan alıntılarla dolu. Kendimle alakalı çok az şey var. Dolayısıyla hem korkarak hem çekinerek hem edebi bir kimliğimin olmasına haddim yok diye de düşünerek ama son dönem Enver Aysever’in de çok destek verip inanması ve ‘yazdığın şeylerde şiir var’ diyerek güç vermesiyle ‘tamam o zaman’ dedim.
Şu aralar hayat nasıl gidiyor? Kitabınız çıktı, bir yandan konserler devam ediyor, Yoğunluk bolca var. Bir taraftan da Haziran ayından beri yaşanan siyasi gerginliklerin günlük hayatlarımızdan artık ayrılmaz bir parça oluşu ve haliyle sizin kendi özel hayatınızda yaşadıklarınız. Her şey son sürat devam ederken siz tüm bunların içinde nasılsınız? Nasıl bir dönem geçiriyorsunuz? Tedirgin gidiyor. Hep ‘bu son konser mi?’ diye bakıyorum. Bir şey beğenmiyorum, korkuyorum, daha çok korkuyorum ama hayat güzel gidiyor çünkü bildiğim kadarıyla beni 2 ay sona öldürecek bir hastalığım yok ve çevremdekilerde de… Bu, yeterli bir şey. Ben hep bunu derim. Dolayısıyla boşuna mızmızlanmayı gerektirecek bir şey yok ama çok mızmızlanırım. ‘Daha iyi olabilirdi, bu böyle olabilirdi’ Yalnız tek fark ettiğim şey; bu sene insanlardan daha çok korkar olmuşum. Bu Gezi olayları diyelim... Hep siyasetin göbeğinde olmadık ama hep anlamaya çalıştık. Siyasi şarkılar yazmadık ama sıkışmışlığımızı bu ülkede yaşayan bir insan olarak, bir kadın olarak duygularımızı hümanist bir bakış açısıyla ifade ettik. Gezi olaylarından sonra birçok olay zaten hep
yaşanırken sadece ayyuka çıktı. Benim korkum şuydu: çok bölüneceğiz. Ve bence daha çok bölündük. Herkes bir köşeyi tuttu, herkes bir şeyci oldu. ‘Sen necisin?’, bu beni çok rahatsız etti. Gündelikten bahsediyorum. Sonra Gezi kitapları gırla çıktı. Peki bunca zaman niye Güneydoğu’yu anlatmadınız? Niye güneyi anlatmadınız? Niye Karadeniz’deki hayatları anlatamadınız? Gezi’yi mi beklediniz? Ben diyorum ki ‘kitap çıkartıyorum’. Arkasından yorum geliyor: ‘İnşallah gezi ile ilgilidir’ diye. Neden ki? Ben zaten yazmışım, çizmişim o zamana kadar. Sevmiyorum faşizanlığı. Yanlış anlaşılmasın. Bence Gezi iyi bir şey, ama bundan nemalanan çok fazla grup çıktı ve faşizanlık telaffuz buldu gündelikte. Kötü bir şey olmadı iyi bir şey oldu ama şimdi herkes taraf. Ve herkes çok ukalalaştı. Bir şey yaptılar sanki, hop herkes üstüne alındı. Bunu yapan çok küçük bir zümreydi; öper başıma koyarım, etrafına yanaşanlar oldu bu da büyük bir cesaretti, yanaşanların yanına başka bir çember dolandı bunlar da bu güzel gruplardan güç alıp hiç hadleri olmadığı halde ukalalaştı. Kendilerini söz sahibi sandılar, sanata da edebiyata da boş keseden maval okumaya başladılar. Herkes muhalif herkes ukala oldu. Bense sadece ölüme muhalifim çünkü hayatı biliyorum; o yüzden sanatın içindeyim.
43
44
“Tiyatroyu bir kapan gibi koyup önüne, Kralın vicdanını kıstıracağım içine...” Yeni Sezona Bakış Ekim ayı geldi çattı, tiyatro sezonu açılıyor. Gezi ruhunun yaşatıldığı ve kimi başka konuların ele alındığı renkli bir döneme giriyoruz. Giriyoruz da, tiyatrolar bir bir kapanıyor. Tiyatronun yerini çok başka şeyler alıyor. Duyduklarımız dudak uçuklatıyor: Amerika, İspanya, Yunanistan, Almanya ve hatta tiyatro merkezi olarak bilinen Londra ile Paris’te bile tiyatro sayısı tahmin edilenden hızlı bir şekilde azalıyor. Kelimelerin vücûda döküldüğü bu sanat dalı ortadan kalkmanın eşiğindeyken kelimelerimiz vücûdumuzda hapis mi kalacak? Türkiye’de de tiyatroya harcanan emeğin ve “harcanan” emekçinin hâli malumunuz. “Her şeye rağmen tiyatro” diyenler için bomba gibi bir sezon kapıda oysa! Tiyatro toplulukları sezonluk programlarını açıklamaya başladı. 2013-2014 döneminin seçme oyunlarından fotoğraflar, afişler, notlar, olmazsa olmazlar içeren, Boo! okurları için hazırladığımız tiyatro dosyasına buyurun.
Arkadaki dev salon Ortaoyuncular’dan, başlık Hamlet’in 2. sahnesinden
45
İstanbul - Avrupa Yakası Şermola’dan “Kanlı” sezon İstiklâl Caddesi’nde İmam Adnan Sokak’ta yer alan Şermola Performans, bu dönem oldukça kanlı oyunlar sergileyecek. Bunlardan Disko 5 No’lu, bir askerî işkencehane olarak bilinen disiplin koğuşunu konu alıyor. Bir örümcek, bir sinek, bir fare, bir köpek, bir gardiyan ve bir mahkûm bir araya geliyor; bakın neler oluyor. Mirza Metin’in yazıp oynadığı oyunu Berfin Zenderlioğlu yönetiyor. Disko No:5, 22 Ekim’e kadar Şermola’da izlenebilir. Tam 28.5, öğrenci 17.5 lira. Hakan Gerçek’ten kapalı gişe Van Gogh deneyimi devam edecek Van Gogh’tan Theo’ya Melodilerle Mektuplar, 24 Ekim’de Bakırköy’deki İKÜ Akıngüç Oditoryumu ve Sanat Merkezi’nde Hakan Gerçek’in sesinde hayat bulacak. Biletleri 20 lira olan bu etkinliğin şimdilik kesinleşmiş tek bir tarihi var: Kaçırmayın diyoruz. Kumbaracı Yokuşu’nda Sumru Yavrucuk rüzgârı 2009’dan bu yana özgün eserleri sahneye koyan Kumbaracı50, bu dönem Ebru Nihan Celkan’ın yazdığı, Sumru Yavrucuk’un hem yönetip hem oynadığı Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi oyunuyla tiyatroseverleri karşılıyor. Toplum tarafından dışlanmış Umut adlı kadının tek başına gövde gösterisi yaptığı
46
“Disko”lar artık uygulamada olmayan bir askerî disiplin cezasıydı. “Oda hapsi” anlamına gelmekteydi. Şimdi sadece savaş ve seferberlik hâllerinde uygulanabiliyor.
Rain Man filminin ünlü müziği 2000’li yıllarda en çok izlenen Türk TV kanallarından birinin de ana haber bülteni müziğiydi. Zorlayın bakalım hatırlayabilecek misiniz?
“Eserlerime yüreğimi ve ruhumu harcıyorum, ve bunu yapınca aklımı kaybettim.” Vincent Van Gogh
sahneler, çocukluk düşlerini ve hayâl kırıklıklarını işliyor. 18 Ekim ile 2 Kasım arasında sahnede olacak oyunun biletleri tam 45, öğrenci 30 lira. Hadi bütçeleri biraz zorlayalım. 16 yaş altındaki kardeşlerimizi sahneden uzak tutalım. Rain Man geliyor Hepimizin bildiği Dustin Hoffmann ve Tom Cruise filmi Rain Man Türkiye’de ilk kez Bo Sahne’de tiyatroya uyarlandı. Müzikleri Can Attila’nın yaptığı oyunu Kemal Başar yönetiyor. Reha Özcan ve Devrim Evin ile birlikte 6 kişilik bir kadrodan oluşan Rain Man’i Cihangir’deki Bo Sahne’de 30 Ekim’e kadar izleyebilirsiniz. Bilet fiyatları yine 50’ye 34 olmak üzere cep yakan cinsten. Biraz para biriktirme zamanı. Semaver Kumpanya ile acımasız iş dünyası Pozisyonu kim kapacak? Çevre Tiyatrosu’nda bu sezon oynayacak olan Metot, iş dünyasında ayakta kalabilmek için sergilenen “oyunlar”, takılan maskeler üzerine çok tanıdık bir dünyayı ele alıyor. Bir şirketin toplantı odası, görüşmeye gelen dört kişi... Sarp Aydınoğlu, Sezin Bozacı, Serkan Keskin, Mustafa Kırantepe’nin canlandırdığı ve Jordi Galceran’ın yazdığı oyunu oyunculardan Serkan Keskin yönetiyor. Oyunun tanıtım metninde Işıl Kasapoğlu’na edilen teşekkürden anlıyoruz ki müzikler onun elinden geçmiş. Metot’u
izlemek isteyenler 26 Ekim’e kadar Kocamustafapaşa’daki Çevre Tiyatrosu’na gidip tam 34, öğrenci 24 lira ödemeli. Dot yine farklı bir deneyim yaşatacak Algılarla oynamayı çok seven tiyatro Dot, bu ay Makas Oyunları projesini hayata geçirecek. Bu proje, İngiltere’de 2011’de başlayan ve politik kısa oyunlardan oluşan bir kısa oyunlar projesi. İlk turda Mark Ravenhill, David Greig, Anders Lustgarten ve Dennis Kelly’nin oyunları yer alacak. Makas oyunları Ekim ayı boyunca her Çarşamba, Perşembe, Cuma ve Cumartesi Maçka G-Mall Alışveriş Merkezi’nde. Bilet fiyatları korkutuyor ama bu deneyime değer: Tam 56, öğrenci 31. Para biriktirme zamanı gençler. Müzikale davetlisiniz İlk olarak Eylül Ayı’nda Kıbrıs’ta oynanan Akdeniz Müzikâli, 5 kişilik orkestra ve 9 oyuncudan oluşan ekibiyle sizleri düşler ülkesinde bir yolculuğa çıkarmaya hazır! Müzikleri Ezgi Kasapoğlu’na ait olan Akdeniz, iki kızkardeşin portakal toplayarak sırasıyla bütün Akdeniz ülkelerini gezmelerini anlatıyor. Sıraselviler’deki Tiyatro Pera Eren Uluergüven Sahnesi’nde 25-27 Ekim arası izleyenebilecek olan oyunun biletleri tam 34, öğrenci 24 lira. Bir yaşayış izdüşümü Garajistanbul’da bu ayın 20’sinde sanatsal bir etkinlik
Kadınların acı gerçeği Han Tiyatrosu’nun sahneye koyduğu Kız Yemek Yapmadık Yine Dayak Yiyeceğiz; adı kadar masum, gerçek, acı içinde gülümseyen bir oyun. Kocalarından sürekli dayak yiyen ve hayattan bezmiş iki kadının yaşayamadıkları çocukluklarına göz kırpan hikâyesi, intihar etmeye kalkışmalarıyla bir anda değişir... Ölüm, sandıkları kadar basit değildir. 23 Ekim’de Alsancak’taki Han Tiyatrosu’nda bu oyunu seyretmek isteyenlerin ise biletlere 18 lira ödemesi gerekiyor.
İzmir var: Tam olarak bir tiyatro oyunu diyemeyeceğimiz İlk İzlenimler adlı çalışma, koreograf Natalie Heller’in İstanbul yaşamındaki izlenimlerini bedene büründüren 3 performans sanatçısı kadına kilitlenmiş. Farklı bir deneyim yaşamak isteyenler için İlk İzlenimler’in bilet fiyatı 28.5 lira. İki Ortaoyuncular klasiği ve Nasri Hoca’nın Muhalif Eşeği! 1980’den bu yana artık bir kült hâline gelen Ortaoyuncular-Ses Tiyatrosu Ferhan Şensoy’la özdeşleşti. Hâlâ Ses Tiyatrosu’nda Ferhangi Şeyler’i izlemediyseniz; Ekim ayı sizin için güzel bir fırsat. Ayın 17’inde izleyebilirsiniz. 16’sında ise Nasri Hoca ve Muhalif Eşeği isimli oyun var. Ortaoyuncular’da bilet fiyatları 45 ile 30 lira arasında değişiyor. Kırık Merdiven, Şişli Sahne Hâl’de Kırık Merdiven’i ilk olarak Ekim ayı başında Alternatif Tiyatrolar Festivali’nde (Altfest) oynayacak olan Hâl Ekibi, Sahne Hâl kadrosundan Sabahattin Yakut’un kaleminden çıkmış. Yönetmenliğini Zeynep Yazıcıoğlu’nun yaptığı oyunda iki adamın dünyaya sorduğu az sayıdaki kocaman sorulara cevap aranıyor. Derin düşünceler eşliğinde keyifli bir oyun izlemek isterseniz, Kırık Merdiven bu ay her Perşembe Sahne Hâl’de. Tam biletler 20, öğrenci 15 lira. İkincikat’tan gelen sürpriz İstiklal’in tünel tarafındaki
İkincikat, her dönem sahneye koyulan psikolojik gerilim türündeki oyunlarıyla dikkat çeker. Hayatın içindeki anları bütün çıplaklığıyla ve maskelerden arınmışlıkla izleyicilerin önüne sunar. Bu dönemde İkincikat’ta sergilenecek 10 oyundan 7’si yeni. Geçen dönemden beri oynadıkları Sürpriz adlı oyun, en çok beğenilenlerden. “Nasıl bir şey biliyor musun? Mars’a gidememek gibi. Saklambaç oynarken kanatlarının görünememesi gibi” diye başlayan metni Sami Berat Marçalı yazdı. Oyun 26 Ekim’e kadar 34 lira ödenerek seyredilebiliyor: Küçük bir salonda hatta odada, sandalyeleriniz oyuncularla burun buruna... O kadar da olsun artık. Bu arada hatırlatalım, geçen sezon çok beğenilen, Hasibe Eren’in performansıyla akıllara kazınan Yalnızlar Kulübü bu dönemde de (30 Ekim’e kadar) aynı sahnedeki yerini alıyor. Emrah Serbes’in aynı adlı öyküsünden uyarlanan Üst Kattaki Terörist de bu dönem İkincikat’ta olacak. Kandemir Konduk’un “İyi Aile Çocuğu” son oyunlarını oynayacak Senaryoları Türkiye’deki tiyatroseverlerce çok sevilen Kandemir Konduk’un trajikomik oyunu İyi Aile Çocuğu, Tiyatro Sahnekar tarafından 2013 sezonu için hazırlandı. Başrollerini televizyonun sevilen yüzü Melda Gür ve Altuğ Yücel’in paylaştığı, Bora Severcan’ın yönettiği oyun 22 Ekim’de Ortaköy Afife Jale Sahnesi’nde. Bilet fiyatları tam 45, öğrenci 25 lira.
2002’de lubunya.net adresi üzerinden yayınlanmaya başlayan ve trans bireylerle ilgili her şeye yönelik yayın yapan dergi Lubunya, slogan olarak “Ne mutlu ibneyim diyebilene”yi kullanıyordu.
İkincikat Sahnesi, Karaköy’de de bir sahne açıyor.
Hatırlamayanlarımız için: Kandemir Konduk aynı zamanda Perihan Abla ve Mahallenin Muhtarları gibi bir döneme ışık tutmuş dizilerin senaristidir.
80’lerde Lubunya Olmak En genci bugün 50 yaşında olan 4 trans birey, 80’lerde Lubunya Olmak’ta lubunya olmanın tarihinin kapılarını aralıyor. İzmir Siyah Pembe Üçgen Derneği tarafından yazılan oyun metni, Ufuk Tan Altunkaya tarafından sahneye uyarlandı. Tamamen gerçekleştirilen söyleşilerden oluşan metinde, hiç bir değişikliğe gidilmeden, trans bireylerin kendi kelimeleri ile sahne uyarlaması gerçekleştirildi. 80’lerde Lubunya Olmak, 19 ve 26 Ekim tarihlerinde tam 30, öğrenci 15 lira.
Ankara Halktan Biri Ajan’a Karşı Açlık sınırında yaşayan, borçların içinde yüzen bir adam: Travis Pine. Bir gün garip bir şekilde bir ajan ile tanışıyor. Ajan, borçların karşılığında yazdığı hakaret mektupları için Travis Pine’ı durdurmaya gelmiş. Kaybedecek bir şeyi olmayan bir adam ne yapar? Burnumuza fena hâlde kara komedi kokusu geliyor. Sam Bobrick’in Arif Akkaya yönetmenliğindeki oyunu Halktan Biri, Mehmet Atay ve Mahir İpek tarafından canlandırılıyor. Kızılay’da İzmir Caddesi’ndeki Ankara Sanat Tiyatrosu’nda 25 Ekim’de sahnelenecek bu oyun için biletler tam 22, öğrenci 17 lira.
47
İstanbul - Anadolu Yakası Evlilik mi dediniz? Bir evlilik ve aşk komedisi Benimle Delirir Misin, 30 Ekim’de Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde. Son zamanların en beğenilen komedi oyunlarından olan yapım Mine Artu’ya ait bir İstanbul Meydan Sahnesi oyunu. Tam anlamıyla çözülemeyen evlilik durum ve ilişkilerine dair muzip yaklaşımlarla dolu olan Benimle Delirir Misin’in başrolünde televizyondan iyi tanıdığımız Necmi yapıcı var. Biletler tam 56, indirimli 36 lira. Gülmek istiyorsanız, e paranız da varsa kaçırmayın. Sunay Akın’ın “Söz Gösterisi” sürüyor Geçmişle bugünü aynı çatı altında toplayarak kendine büyük bir kitle oluşturup tarzını “modern meddah” olarak açıklayan sanatçı Sunay Akın, uzun süredir devam ettiği Söz Gösterisi adlı tek kişilik oyununa bu dönem Caddebostan Kültür Merkezi’nde devam ediyor. Gösterinin biletleri tam 39.5, öğrenci 29.5 lira. Haluk Bilginer’den “Nehir” Oyun Atölyesi bu sene iki yeni oyunla sahnelere merhaba diyecek. Jez Butterworth’ün yazdığı Nehir’i Haluk Bilginer’in yönetmenlik penceresinden izleyeceğiz. Aşka ve ilişkilere
48
dair detaylarla ilgilenen oyunda Haluk Bilginer, Ayça Bingöl ve Canan Ergüder rol alıyor. Edward Albee’nin klasikler arasında gösterilen metni ile karşımıza gelecek Kim Korkar Hain Kurttan oyununda başrolde Hira Tekindor var. Sahnede Zerrin Tekindor, Tardu Flordun, Şükrü Özyıldız ve Nilperi Şahinkaya olacak. Yani Oyun Atölyesi bu dönemi de iple çektiriyor. Oyunların ilk 10 günkü biletleri tükenmiş durumda. İzlemek istiyorsanz acele edin ve tam 50, öğrenci 40 lirayı da gözden çıkarın. Yok böyle bir “Kedi” Tiyatro sahnelerinin vazgeçilmezleri Yıldız Kenter ve Haldun Dormen ilk kez Tiyatro Kedi kadrosunda aynı sahneyi paylaşacak. Yıldız ile Haldun oyunu, Fellini’nin 1986 yapımı filmi Ginger ve Fred’in Türkçe uyarlaması. Caddebostan Kültür Merkezi’nde Tiyatro Kedi tarafından sahnelenecek oyunlardan biri de romantik komedi türünde: Yok Böyle Bir Kız. İnsanların önce “aşık olup” sonra da aşık oldukları kişiyi değiştirmeye çalışmalarıyla ilgili sevecen bir komedi. Rolleri Gamze Topuz, Yunus Günçe, Pamela Spence, Suat Güzey olmak üzere tanınmış bir dörtlü paylaşıyor. Ekim’in 26’sında sergilenecek oyunun bilet ücreti tam 45, öğrenci 25 lira.
Kim Korkar Hain Kurttan’ın geçmişteki temsillerinde tanıdık bir yüz görebilirdiniz: Devlet Tiyatroları’nın geçen yıl apar topar görevden alınan genel müdürü Lemi Bilgin. Öğrenciliğinde çok parlak başarılar elde eden sanatçı, daha önce de görevinden alınmış, açtığı davayı kazanıp görevine geri dönmüştü.
Ray Cooney komedileri genellikle eser miktarda gerilim içerir.
Aktör Kean Uzunçayır’da Anadolu Yakası’ndaki tiyatroseverlere kapılarını ilk kez açacak olan Emek Sahnesi Raymund Fitzsimons’un ünlü oyunu Aktör Kean’ı sahneye taşıyor. Aktör Kean, Shakespeare’in eşsiz yorumcusu Edmund Kean’ın fırtınalı yaşamını anlatıyor. Böylesine büyük bir oyunla döneme iddialı bir giriş yapan Tiyatro Tatavla ekibini görmek için ise tam 33, öğrenci 23 lira olan biletlerden almak gerekiyor. Aktör Kean, 17, 24 ve 31 Ekim tarihlerinde Emek Sahnesi’nde olacak. Duru Tiyatro’dan iddialı bir komedi geliyor Ray Cooney’in komedisi Arapsaçı, 2013-2014 döneminde Kadıköy’deki Duru Tiyatro’da, Tiyatro Dünyası Oyuncuları ekibince sahneye taşınıyor. İsmail Can Törtop yönetmenliğindeki oyunda Eylem Şenkal, Berke Hürcan ve bizzat yönetmen Törtop’un başı çektiği 9 kişilik bir ekip oynuyor. Evlilikler, kaçamaklar ve entrikalarla dolu bir atmosferde tam da adına uygun gelişen Arapsaçı, Kadıköy Anadolu Lisesi’nin yanında yer alan mekânda 23 ve 30 Ekim tarihlerinde izlenebilir. Bilet fiyatları tam 30, öğrenci 20 lira. Sen de aşka gel! Merdivenköy’deki Halis Kurtça
»» AĞZI SIKI DEVLET TIYATROLARI
Kültür Merkezi’nde Barbaros Uzunöner’in yazıp yönettiği Aşka Geldik oyunu sahneye konuyor. “Bu Tiyatro” oyuncularının rol aldığı oyunda, aşka dair aklınıza gelebilecek herşey işlenmiş. Üslubunu olabildiğince komediye yakınsayan bu oyunda yönetmen Uzunömer’in yanısıra Merve Erdoğan, Serkan Atar, Sevil Uyar ve sesi ile Hamdi Alkan oynuyor. Aşka Geldik, 23 Kasım Cumartesi gecesi Merdivenköy’de. Biletler ise birbirine oldukça yakın: Tam 35, öğrenci 30 lira. Faust’a Haydar Zorlu hayat veriyor Goethe’nin ölümsüz eseri Faust’u Almanca, Türkçe ve hatta başka dillerde de oynamış bir oyuncu olarak Haydar Zorlu’nun ona yeniden hayat vermesi çok da şaşırtıcı değil: Her şeyi etüt etmiş, aşmış ve artık öğrenecek bir şeyi kalmadığına inanan Doktor Faust, yeryüzündeki sınırlı yaşamın acısından kurtulmak için ruhunu Mephisto’ya, yani şeytana satmayı kabul ediyor. Mephisto, bunun karşılığında Faust’u bilgi hastalığından kurtarmayı hedefliyor. Metaforlarla dolu bu klasiği sahnede izlemek için iki seçeneğiniz var: Barış Manço Kültür Merkezi’ne (3 Kasım Pazar) veya Sahne Cihangir’e (27 Ekim veya 24 Kasım) gidebilirsiniz. Tam 30, öğrenci 20 lira.
Lemi Bilgin (altta)
Devlet Tiyatrolarının ilk kez sahneleyeceği oyunlardan “Mevlana”, “Aşk ve Barış Çığlığı” ile “Meraklısı İçin Öyle Bir His” ve “Hayvan Çiftliği”nin ilk hafta biletleri tükenmiş durumda.
Faust’un Aleksander Sokurov tarafından beyazperdeye uyarlanan filmi sinemaseverler için de bir kült.
49
edebiyat yazı: Melis Mine Şener
50
Raymond Chandler:
Romanların En Karasını Yazar Amerikan Polisiyesinde bilinen ilk isim Dashiel Hammett’tır, öncesi İngilizlerin taklidi olarak bilinir çünkü. İkinci isim ise, her daim Hammett’i anan Raymond Chandler.
Açılın, beyaz perde polisiyeye kavuşuyor!
18
88 yılının 23 Temmuzu, Amerika’nın Chicago, Illinois kentinde (başka yerde de var mı bilmiyorum, coğrafyam zayıf, mazur görün) dünyaya gelen Raymond Thornton Chandler, 7 yaşında kıtalar arası yolculukla başlar maceraya. 1895’te İrlandalı olan anne ve babası ayrılınca, annesiyle birlikte İngiltere’ye göçer Chandler. 1900’de Londra’da Dulwich College’da başladığı eğitimi daha sonra Avrupa’nın pek çok okulunda devam etti. 1905’te Fransa’ya, 1906’da Almanya’ya giden Chandler 1907’de İngiltere’ye geri döndü. 1908’de serbest yazarlığa başlayana kadar bir süre devlet memurluğu yaptı. Serbest yazarlık kavramı gazetecilik, çevirmenlik gibi tanımları da içeriyordu. Ancak geçim derdi herkeste olduğu gibi Chandler’da da mevcuttu ve bu dert onu tekrar doğduğu topraklara yöneltti. Bu sırada Kanada askerleriyle beraber gönüllü olarak Birinci Dünya Savaşı’na katıldı. Savaş sırasında Vimy Sırtı denen bölgede birliği ablukaya alındı ve art arda yapılan bombardımanlarda kendisi hariç birliğe mensup
tüm askerler öldü. Ağır yaralı olduğu için cepheden çekildi ve iyileşince başka görevlere gönderildi. Aynı yıl ilk şiiri “The Unknown Love” Chambers’ Journal’da yayınlandı. Çeşitli kademelerde savaş muhabirliği ve askeri görevler üstlenen Chandler daha sonra Amerika’ya döndüğünde Cissy Pascal ile beraber yaşamaya başladı, o sırada boşanmaya çalışan Pascal nihayet 1920’de özgürlüğüne kavuşunca hayat biraz kolaylaşmıştı ancak evlilikleri ancak Florence Chandler ölünce 1924’te gerçekleşebildi. Savaştan dönüşünden 1930’lara kadar pek çok işi deneyen Chandler umduğunu bulamamış olacak ki, 1932’deki ekonomik krizin etkisiyle işsiz de kalınca polisiye öykülere çevirdi yüzünü. Ve tabi ki, iyi ki de öyle yaptı da hem polisiye dünyası hem de beyaz perde şenlendi. Ancak bu arada içki problemleri baş göstermeye başladı ve bu yüzden o sırada çalıştığı işten çıkarıldı. İlk polisiye öyküsü “Blackmailers Don’t Shoot (Şantajcılar Ateş Etmez)” 1933’te Black Mask dergisinde yayımlandı. Ardından öyküler, senaryolar ve romanlar gelmeye başladı. Bu sırada sevgili eşi Cissy hastalandı. Neyseki Chandler yazmaya devam
ediyordu. 1934’te “Smart-Aleck Kill”, “Finger Man” öyküleri yine Black Mask’te yayınlandı. 1935’te “Killer in the Rain”, “Nevada Gas”, “Spanish Blood” yayınlanırken yılsonuna doğru eşi için “Improvisation for Cissy” şiirini yazdı. Ertesi yıl kendisi için çok önemliydi. “Guns at Cyrano’s”nun yayınlanmasının ardından öykülerinin yayınlandığı Black Mask dergisinin yemeğinde Dashiel Hammett ile tanıştı. “The Man Who Liked Dogs”, “Goldfish”, “The Curtain”, “Try the Girl”, “Mandarin’s Jade”, “Red Wind”, “The King in Yellow” peş peşe yayınlandı. 1939’da ilk romanı “The Big Sleep (Büyük Uyku)”, 1940’ta “Farewell, My Lovely” (Türkçe’ye henüz çevrilmedi), 1942’de “The High Window (Yüksek Pencere)” yayımlandı. 1943’te Hollywood’a yerleşerek Billy Wilder’dan Alfred Hitchcock’a pek çok yönetmenle çalıştığı film senaryolarını yazmaya başladı. Bir yandan da romanlarına devam ediyordu ki zaten romanlarını da senaryolaştırdı ve en meşhur kahramanı Philip Marlowe Humprey Bogart ile beyaz perdeyle tanıştı. 1944’te “The Lady in the Lake (Göldeki Kadın)” ve 1949’da “The Little Sister (Küçük Kız Kardeş)”
51
yayınlandı. Ardından Robert B. Parker tarafından tamamlanarak 1989’da yayınlandı. Chandler’dan geriye kalan Philip Marlowe ve sinemaya kattığı senaryolar oldu. Ölmeden önce Amerikan Polisiye Yazarları Derneği Başkanlığına seçilmişti.
Seleften halefe
En başta da söylediğim gibi, Amerikan polisiyesinde ilk bilinen isim Dashiel Hammett’tır. İkincisi ise Raymond Chandler. Chandler’la ilk tanışmam başka bir polisiye sayesinde olmuştu, çok sevdiğim bir diğer polisiye yazarı Lawrence Block sayesinde. “Kütüphanedeki Hırsız” romanında meşhur hırsızımız Bernie Rhodenbarr, “Büyük Uyku”nun orijinal imzalı bir kopyasını çalmak üzere bir iş alır ve tesadüftür ki kitap Dashiel Hammett adına imzalanmıştır (bir taşla iki kuş olarak Dashiel Hammett’la da böyle tanıştığımı belirtmeden geçmeyeyim). Neticede, okuduğum kitaplardaki kitap, film ve şarkı isimlerini not edip araştıranlardan olmam beni Raymond Chandler’a ulaştırdı (bu da size ulaşan yolun ilk adımı sayılır). Bahsi geçen Dashiel Hammett’a imzalanmış kitabın gerçekten var olduğu ve kaybolduğuna dair söylentilerin de nasıl cezbedici olduğunu polisiye okurları gayet iyi bilirler sanırım.
yayınlandı. 1954’te “The Long Goodbye (Uzun Veda)” yayınlanırken ne yazık ki Chandler alkol bağımlılığı ile çetin bir savaşa girmişti. Ardından karısının ölümü Chandler için kötü bir dönemin başlangıcı oldu. Kendisinin de intihar girişimlerinde bulunmasından sonra uzun tedaviler gördü, dönem dönem iyi olduysa da ölene kadar alkolle olan dengesiz ilişkisi hep var oldu. 1955’te Amerikan Gizem Yazarları topluluğu
52
tarafından The Long Goodbye ile Edgar Allen Poe Ödülü’ne layık görüldü. 1958’de yaşanan yoğun ve yorucu bu dönemi atlatırken “Playback” (Türkçe’ye aynı adla çevrildi) yayınlandı. 26 Mart 1959’da “The Poodle Springs (Bildiğim kadarıyla bu da henüz çevrilmedi Türkçeye)” adlı romanını yazarken Kaliforniya La Jolla’daki evinde öldü. Roman tamamlanmamış haliyle “Raymond Chandler Speaking” olarak 1984
Neyse sözü uzatmayalım, söylenti ya da gerçek, Dashiel Hammett, Chandler için her zaman örnek alınan bir yazar olmuştur. Ve İngiliz polisiye ekolünden apayrı yeni Amerika’ya ait bir polisiye roman anlayışı Chandler ile perçinlenerek yerleşmeye başlamıştır. Chandler’in romanları özellikle “kara roman” diye bilinir, tıpkı selefi Hammett gibi (kara roman nedir bilmeyenler için kısaca suçun sosyal, ekonomik ve kültürel çevresini de romanın içine katan, süreçleri analiz eden polisiye alt grubu romanlar diyelim). Sonrasında kendisinden
pek çok yazar, yönetmen, müzisyen etkilenmiş kısacası geride pek çok halefini bırakmıştır. Mark Knopfler, Robert Parker, John Shannon, Haruki Murakami, Paul Auster, Quentin Tarantino, Michael Chabon gibi isimlerin Chandler’dan etkilendikleri çeşitli kaynaklarda yazılıp çizilmektedir. 1943’te Hollywood’a gitti, orada senarist olarak çalışmaya başladı. 1943-1950 arası Billy Wilder’ın Double Indemnity, Alfred Hitchcock’un Strangers on a Train filmleriyle The Blue Dahlia filminin senaryolarını yazdı. Bu arada, Howard Hawks tarafından Humphrey Bogart ve Lauren Bacall ile filme çekildi.
Ne dedektifler gördük, hepsi ukalaydılar
Chandler için söylenenlerden biri, yazı yazmadığı zamanlarda da masasına oturup romanları için fikirler üretmeye çalıştığıdır. Kötü şiirler yazdığı söylenir ama buna rağmen 27 şiirini bir öyküsü ile beraber “The Rose Leaf Romance” adıyla yayımlattığı bilinir. Çok sevgili eşi Cissy, kendisinden önce iki kez evlenip boşanmıştır ve 18 yaş büyüktür yazardan. Ama bu onların birbirlerine olan tutkusuna engel teşkil etmemiştir. Chandler’in yaşındaki ve deneyimindeki bir adama uygun, hayat dolu, genç görünen, zeki ve olgun bir kadın olduğu Jerry Speir’in hazırladığı biyografide yer alan bir ifadedir. Bu tutku dolu ilişki zaman içerisinde Cissy’nin yaşı ve hastalıkları ile Raymond’un alkol sorunlarının bir araya gelişi ile ofisteki sekreterlerle gönül ilişkilerine kapıyı aralasa da Cissy her zaman Raymond’un tutku ile bağlı olduğu tek kadın olur. Her neyse efendim, bu ilişkinin iniş çıkışları pek tabii olarak yazarın yazdıklarını da etkilemektedir. Alkol yüzünden işinden kovulup yine yazmaya döndüğü bir zamanda, 1939’da yazdığı ilk
roman, “The Big Sleep” (Büyük Uyku), efsanevi karakteri Philip Marlowe’un doğuşu olur. Marlowe, 30’lu yaşlarında uzun boylu, satranç oynayan, nüktedan özel bir dedektiftir. Marlowe ve onun hikâyeleri olmasa, ne kara romanlar şimdiki gibi olurdu, ne de polisiye deyip geçtiğimiz kurgunun içinde gizlenen mücevher misali cümleleri okurduk. Kendi doğrularına göre yürüyen, dünya için de elinden geldiğince doğru olmaya çalışan Marlowe Hammett’in Sam Spade’inden de farklıdır. Ukaladır, kendine güvenir ama bir yandan da kibar ve incelikli bir adamdır. Diğerlerine benzemez işte, okurken anlarsınız. Ne Hercule Poirot’un kendinden emin ve kimi zaman sinir bozucu seviyelere varan ukalalığı, ne Matthew Scudder’in aniden kendini herkesten uzakta tutan yalnızlığıdır onda gördüğümüz. Ne biri, ne diğeri, sanki hepsinden biraz…
Dünya Savaşı’na katılmak için başvurdu, ancak reddedildi. Sonrasında tekrar romana geri döndü. Ancak yayınlanan romanın satışları da Chandler’i hayal kırıklığına uğrattı. Bu sıKevin Burton Smith şöyle der rada Hollywood’a geçişi, kişisel Chandler’in farkını anlatmak tarihinde altın çağa yükselişiiçin; “Dashiel Hammett şu so- nin simgesi oldu. kakların ne nasıl bir anlamı olduğunu size gösterebilir fakat Ömür dediğin sudur Raymond Chandler bu sokak- Aşklar da eskir belki, ama eslarda dolaşan kendini anlatma- kise de zamana yenilmez kimi. yan bir adamı hayal etmenizi Cissy ölünce hayatındaki boşsağlar.” Edebi anlamda kendi- luğu alkolle doldurup kendini ne örnek aldığı yazarlar Char- kaderine bırakan Chandler gibi les Dickens, Henry James ve intihara teşebbüs edenlerle doErnest Hemingway olunca yaz- ludur edebiyat tarihi. Her yadıkları elbetteki herkesin sa- zarın, her sanatçının biraz ekdece gözünün değdirdiği bir santrik olması tevekkeli değil, polisiyeden çok daha fazlası kafalarının bizden farklı çalışolacaktır. masından olsa gerek. Cissy’nin ölümünden sonra hayat düzeEn iyi işlerinden sayılan ikinci ni büsbütün dağılan Chandler romanı “Farewell, My Lovely”- 1959’da zatürreden (aslen bayi yazarken hayatının en düz- ğışıklık sisteminin zayıflığı ve gün dönemini yaşıyordu belki alkolün bedenini yıpratması de. Cissy ile birlikte La Jolla’ya sebebiyle hastalığı kaldıramataşınıp yerleşik hayata geçmiş- dığından) öldüğünde geriye yati. Ancak yazdıklarını bir tür- rım bir kitap kalır. Onu da sonlü beğenmiyordu. Bu sırada rasında haleflerinden biri olan “The Ladı in the Lake”i de yazı- Robert Parker tamamlar ve yayor Farewell hakkındaki mut- yınlatır. Bu uzun boylu, gri saçsuzluğunu “burada öyle trajik lı, yakışıklı adamdan bize gebir gerçeklik var ki, evin altın- riye, Philip Marlowe, birkaç da gömülü ölü bir kedi gibi” di- kitap, birkaç film ve Humprey yordu. O sırada baş gösteren II. Bogart kalır.
Bazı Film Senaryoları The Blue Dahlia (Mavi Yıldız Çiçeği) – Alfred Hitchcock
Double Indemnity (Çifte Tazminat) – Billy Wilder Strangers on a Train (Trendeki Yabancılar) – Alfred Hitchcock The Big Sleep (Büyük Uyku) – Howard Hawks
53
kent yazı: Furkan Emir
Genişleyen Şehirlerin Sosyolojik Problemleri Hızlıca büyüyen nüfus ve şehirlilerin sayısının artması şüphesiz ki yeni konut ihtiyacını canlı tutuyor. Bu yoğun talebin şehirlerin uzak bölümlerinde, küçük şehircikler ile arza dönüşmüş haliyle son yıllarda sıkça karşılıyoruz. Hal böyle olunca şehirlerin yaşayan atmosferini canlı tutacak konseptler geliştirme işi son 20 yıldır hayalden öteye ne yazık ki gidemiyor. Şehirlerin uzağına inşa edilen yeni küçük yaşam alanları, şehrin hacimsel olarak büyümesinin yanında bir hayli sıkıntıyı da yanında getiriyor.
54
Ş
ehirlerin uzak bölümlerinde kurulan bu yeni merkezlere ilginin gelir düzeyi “belirli” insanlarca oluşturulması kuşkusuz büyük problemlere gebe. “Yeni projemizde sizlere şunları şunları vaat ediyoruz” spotu aslında firmaların, kendilerine hitap ettiklerini düşündükleri tüketicilere alt metinden hep aynı şeyi dayatıyor: “İçinde bulunduğunuz sosyo-ekonomik insan grubuyla sizleri daha da yaklaştırmayı planlıyoruz”.
talebi bizler oluşturuyoruz.
Şehirleşme biçimimiz sınıflarımızı doğrudan etkiliyor
Genişleyen şehirlerde yanlış şehirleşme trendlerinin çokluğu şehirlerde meydana gelmeye başlayan boşluklar ve bunun getirdiği yeni gettolaşmalar Türkiye’nin önümüzdeki yıllarının sorunu gibi gözüküyor. Ayrıca yeni şehirleşme düzenimizle birlikte eski şehirlerde yaşayan düşük vasıflı insanların oluşacak yüksek oranı, Yeni dünya düzeni halkların düşük vasıflı mesleklerin gidedaha iç içe yaşama düzenle- rek küçülen havuzunda, daha ri ile sınıfların kalın çizgilerini düşük ücretlere ve sık sık emek yavaş yavaş ortadan kaldırma- piyasasından tamamen dışlanya çoktan yaklaşmışken biz bu masıyla sonuçlanan ateşli rekadüzene sırtımızı çevirerek sı- bete yol açacak gibi gözüküyor. nıfsal konumların canlı kalmalarını sağlıyoruz. Ve işin en il- Gün geçtikçe daha fazla şeginç tarafı bu ekonomiyi bizler hirciklere sahip oluyoruz. Ar(talep ederek) büyütüyor, onla- tık şehirlerimize yukarıdan rın bizi kandıracak arzlar sun- baktığımızda küçük ve dümasına imkan vermeden bu zensiz kümeleşmiş yerleşkeler
görüyoruz. Kısa süre önce eski semtleri düzensiz oldukları, şehirden koptukları ve yaşadıkları gettolaşma problemleri ile daha düzenli bir yapılaşma içine sokanlar, resmin yeni haliyle birlikte karşısında oldukları olgulara farklı bir bakış açısıyla bütünüyle tekrar hayat vermekten geri kalamıyor. Türkiye’de şehirleşmenin eskiyip genişleyen, bol delikli banyo liflerine benzediğinin farkına vardıklarında her şey için çok geç olacak.
ekstraları olmamasına rağmen bölgeyi doğal güzelliği ve birbiri içine girmiş insanlarla oluşturduğu harika atmosferle aslında bize yaşadığımız yerler için ana etmenin projelerin içinde bulunan ekstralar değil de bu atmosfer olduğunu gösteriyor. Ve ne yazık ki atmosfer parayla satın alınamıyor.
Çözümler
Genişleyen şehirlerin yeni yapılanmasının eski yapılanmasından ayrı yaşam bulması, gerek yeşile verdiği zarar gerekse de oluşturdukları dağınık düzen, şehirlerin gelecek vizyonlarına oldukça zarar verir durumda. Şehirlerin yeni kentleşme alanlarına arazi arzı önemli ölçüde gerekmedikçe yapılaşma izni verilmemeli, eski şehirlerin canlı kalmasına gayret gösterilmeli.
Finlandiya’nın başkenti Helsinki şehrin çarpık hacimsel büyümesinin önüne geçmek için şehri yerin altına çekmeye çoktan başladı bile. Önümüzdeki yıllarda Helsinki’nin çoğu can damarının şehre yeni bir cazibe merkezi oluşturması açısından şehrin kullanılmayan bölümlerine değil, şehrin en işler yerlerdeki caddelerinin Şehir merkezlerinden uzak yeyer altlarına taşınması planla- ni merkezlerin canlanmasıyla nıyor. ilginin bu gibi yerlere çekilmesi, şehirlerin eski merkezleriButik projelerde ne olan güvenin azalmasını ve hayat var konut satışının bu gibi yerlerde Ada parselli projelerle ayağı- minimuma düşmesine sebep mıza gelen devasa ihtişam, bü- oluyor. Eski mahallelerde artık yük havuzlar, üst düzey gü- daireler satılmıyor. Neden mi? venlik önlemleri, spor tesisleri, Çünkü artık insanlar şehirlerin açık-kapalı otoparklar ve bir bu bölümlerine güvenmiyorlar sürü özellik içinde insanların ve paralarını buralara yatırkutu gibi evlerde standart ya- mak istemiyorlar. Hani en büşamların içine atıyor. Şehirle- yük derdimiz ya sıcak paranın rin eski yaşam alanlarında ya- ekonomik çarklar içinde dönpılan projeler ise belki otopark mesi; eski mahallelere olan arsorununu çözemiyor ya da 3-4 zı arttırdığımızda insanlar bu dakikada sitenizin steril havu- yerlerde kalırken kira ödemek zuna girebilmenize imkan sağ- yerine daire satın almayı denelamıyor ama sizi şehrin içine yecekler ve kapital sistem içinatarak şehirle birlikte yaşayan de kalacak. bireyler haline getiriyor. Şehir merkezlerinde bulunan sokak Peki her yerde mi genişliyoruz? ve mahalle kültüründe yaşa- Tabii ki hayır. Çin ile Hindistan dığınız bölgenin kimliğine bü- arasında yaşanan büyük nüfus rünme ve bu kimliğe yeni bir sayısı müsabakasının şu anlık kimlik kazandırma şansına sa- galibi Çin. İstatistiklere göre hip olan birey şehre uzak ya- ise zafer 2050 yılında Hindisşam alanlarında standart bir tan’ın olacak. Geliyor o halde: ömre merhaba diyor. “Gittikçe Daralan Yaşam Alanlarının Sosyolojik ProblemleCinque Terre (İtalya) çok şirin ri”. Çok mu zor yeni şehirlerde bir yer. Dünya mirası listesin- tüm insanların iç içe yaşayabilde olmasının yanında bence meleri? önemli bir özelliği de üst düzey
»»SÜRDÜRÜLEBILIR BIR DÜNYA MÜMKÜN Kaynakların daha verimli kullanılmasının ve kaynak atıklarının dönüşümlü olarak yine proje içinde kullanılması son yılların trend projesi. Yeşil çatılar, yağmur su atıklarının dönüşümlü bina içinde kullanımı, rüzgar tribünleri, enerji üreten güneş panelleri ve daha niceleri. Şehirlerin ücra köşelerinde türeyen yeni yaşam alanları, genişe yayılan atıklar da kontrol edilemez bir boyuta taşıyor. Enerji üreten rüzgar tribünleri ve güneş panelleri dağıtıcısını daha dar alanlarda bularak enerjiyi daha efektif kullanımını sağlayabilir. Tüm sokağın atık sularını yeşil çatılarına aktardığı şirin sokaklar gibi.
Üstteki manzaranın hangi kentten olduğunu söylememize gerek var mı? Alt tarafta ise şirin mi şirin Cinque Terre’den bir manzara görüyoruz.
55
müzik yazı: Armağan Kanca
Tek Başına Bir Ülke
Emsalsiz Diyarlarda Dolaşırken
A
dını Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya romanından alan grup, ilk albümden bu yana kaliteden hiç ödün vermedi. Aktif oldukları çağı hesaba katarsak, ne punk ne new wave ne de başka bir tür The Feelies’in kale kadar sağlam iradesinin çeşnilenmesi için yeterli değildi. Onlar kendi bildikleri yolda ‘rock denen müziği’ yeniden yarattılar. Feyz aldıkları gruplar 60’larda bu olaya şekil vermiş şimdinin yaşlı kurtlarıydı. Yüklü miktar miras bıraktıkları REM’in ilk çıkardığı albüm olan Murmur’un gürültüsü ise bugün bile kulaklarımızda. Etki alanlarını düşünün artık.
56
Tanımlanması zor bir tür icra eden The Feelies, müzik dünyasının Locus Solus’u olmaya devam ediyor. Bu külliyatı yalayıp yutmuş çevrelerin gıptayla baktığı, yalın, yıldız olma derdi olmayan, ağırbaşlı, ilham veren ve buna rağmen taklit edilemez bir grup. 80’li yılların aort damarı ve türünün tek temsilcisi The Feelies bu ay bizlerle. Gerçekten boşuna ülke demiyorum The Feelies için. Adını aldıkları romanın ‘yapay Huxley dünyasına’ bilerek tezat oluşturur şekilde, en insancıl müziği bir an olsun caka satmayı düşünmeden yaptılar. Müthiş bir huzurun kapladığı yer Huxley’nin değil, olsa olsa Fournier’nin Adsız Ülkesi olurdu.
gitar tonu, ritim gitar ve perküsyona verdiği önemle sivrildi. Eleştirmenlerce el üstünde tutulan sanatçılar, rocksever topluluğun punka gösterdiği çılgınlığın zerre kadarını hanelerine yazdıramadılar. Devrimsel ilk albümlerinin satış rakamları beklenilenin çok altında olur olmaz, 6 yıllık sessizliğe gömüldüler.
Are You Lonesome Devil? Tam anlamıyla ahmak bir şekilde post Punk müziğe tepki olarak ’76 yılın- punk-college rock ekseninde muhabda New Jersey’de kurulan grup; temiz betin döndüğü grubun işaret ettiği
nokta 80 yılı için tabii ki ‘o da ne!’ etkisi yaratacak olan alternative/indie hattındaydı. Böyle bir terim yok iken geriye dönük yapılabilecek sıfatlandırma enayi işi gibi gözükse de, post punk yerine 60’ların The Velvet Underground deneyselliğinin 80’lerdeki mırıldanmaları demeyi tercih ederim. Ama tabii ki de bundan fazlasını ifade ediyorlar. Neyse bu laf salatasının özeti şu: o gözlüğü Morrissey’den önce The Feelies taktı genç adam!
sonra lirik’ düsturunu benimseyen grup (ki bunu “Crazy Rhythms” parçasıyla fazlaca hissettirirler) bu süreçte burunlarından kıl aldırmadılar ve çok ritimlilik üzerine deneylere giriştiler. Bu sürecin sonunda alnının akıyla çıkan grup resmen perküsyon dersi verdi. Çok ritimlilikle birlikte ‘öfkesi dinmek bilmeyen bir delikanlının’ kalp atış ritimlerini mistik bir arınmayla dinginleştirdiler. En az The Chameleons kadar nihilist mottolarını orijinal aşklarında duyurduKüçük bir şehirde birlikte iş yapmak lar. Enstrümandan nefes alır almaz için yanıp tutuşan Glenn Mercer (so- hissiyatsızlığı “Loveless Love” parçalist/gitar) ve Bill Million (ritim gitar) sında açığa vurdular. punkın en cavcavlı zamanında soluğu The Outkids ile aldılar. Yanları- Hazine Avcısı Jonathan na davulcu Dave Weckerman’ı da alıp Demme The Outkids ile bir iki tıngırdattıktan 1986 yılıyla birlikte küllerinden doğusonra yanlarına Anton Fier’ı da çeke- yorlar. Talking Heads’in Stop Making rek The Feelies’i oluşturdular. Bu sı- Sense’ini yöneten Jonathan Demrada Weckerman davuldaki sırasını me The Feelies’i tekrar gündeme geFier’a devretti ve ikinci albümle bir- tirerek adeta piyasaya karşı ‘alın size likte asıl kadroda kendisine daha faz- cevher’ diyordu. Demme’nin filminla yer buldu. The Feelies öncesinde de gelenekselleşmiş okul partisinThe Trypes gibi bir ‘mangayı’ (çün- de The Willies adıyla yer bulan grup, kü nerden bakarsanız bakın bir man- Bowie’nin “Fame” parçasını es geçmiga kadarlardı) canlandırmaya çalış- yorlardı. Parçayı Mercer yerine Wecsalar da aşacakları çıta The Trypes kerman söylese de aslında şaşılacak için oldukça yüksekti. Şurası unutul- bir durum yoktu. Daha sonraki Yung mamalı ki The Feelies’in aştığı kısım Wu yan projesinde solistlik deneyimeleştirmenlerin eşik değeriydi. İlk al- lerine tanıklık etmeyi sürdürecektik. büm sonrası resmi olarak ayrılmasa- Grup (yani The Willies) belki filmin lar da büyük bir sessizliğe gömülen müzik albümünde yer bulamadı angrup bu durumu hiçbir zaman dert cak başka bir Demme filmi Married etmedi. Çünkü ne Mercer ne de Mil- to the Mob’un film müziklerine üçünlion yaptıkları müzikleri hayatları- cü albümdeki “Too Far Gone” ile girnın önünde tutmadılar. Hatta konser meyi başardı. Bir nevi telafi diyelim. önceleri prova yapmayı bile istemeyen bir gruptan bahsediyoruz burada. Alternatif Dünya Saygı Hal böyle olunca, şöhret olmak iste- Duruşunda yen Fier (şakayla karışık kendi deyi- İkinci albümle birlikte Stan Demeski miyle, “Rock’n’roll işinde kızlar için (davul) ve Brenda Sauter (bas) kadroburada olan tek kişiyim” der) daha az da kendilerine yer buldular. The Godoğaçlamanın olduğu ve teorinin ağır od Earth, yardımcı prodüktörlüğübastığı (ne demekse) The Lounge Li- nü REM’den Peter Buck’ın yaptığı (ki zards grubuna kapağı attı. grubun canlı performansı olan Television coverı “See No Evil”ın arka plaPerküsyon nında da gözükmüştür); akustik giİlk albümden bu yana, mabetleri olan tarın etkinliğinde, daha yavaş bir New Jersey’deki Maxwell’s kulübü- ritimde ve davulun cazgırlığının binün demirbaşları oldular. Tam anla- raz olsun azaldığı albüm olarak kayıtmıyla bar grubu olan The Feelies, al- lara geçti. Özetlersem: can ciğer kuzu büme koydukları cover “Everybody’s sarması oldukları ve Hanukkah (Işık) Got Something to Hide (Except Me Bayramı etkinliğinde yalnız bırakmaand My Monkey)” ile de bunu ispat- dıkları Yo La Tengo’nun 1990 tarihli ladılar. 2008’de yeniden bir araya Fakebook’u neyse, The Feelies’in The geldikleri tarihten, bu yılın Temmuz Good Earth’ü de öyledir, yani, çizgileayına kadar (yani Maxwell’s kepenk- rinin dışında ancak işini ciddiye alan. leri indirene kadar) coverlarını ısrarla Bu süreçte ‘beklemek’ teması sözlüksürdürdüler. Solist Glenn Mercer ba- lerinden eksik olmadı. Boşu boşuna şından beri kendilerini enstrüman- debelenilen hayatta, yönlerini doğatal bir grup olarak gördü. ‘İlk müzik ya döndüler ve iş hayatının getirdiği
tekdüzeliği reddeder bir tavır sergilediler. Eğer yapılan iş içinize sindiyse arkanızda yüzlerce kişinin alkışlamasına gerek olmadığını ifade ettiler. Onların içine sindi (ve benim de) ancak “Two Rooms” ve “When Company Comes” için ayrıca onları alkışlamak da istiyorum.
(Lou Reed’in ses tonuyla) Ses Bir-Ki, Ses Bir-Ki
Üçüncü albümün kapağı onların “Céline ve Julie’nin gittiği eve” uğradıklarını gösteriyor! O korkunç evden, o matrak ikili gibi hayatın sallanmaması/önemsenmemesi gerektiğini bildirdiler. Davulu yine vahşi bir forma sokup tekrarlayan gitarlarla karşılık verdiler. “The Undertow” şaheserinde hissedilen ilk albümünün nüvelerinin yanı sıra (ki The Trypes zamanının yeniden düzenlenmesidir), “Higher Ground” gibi öyle bir parça koydular ki gitar solo olayında da başa güreşiriz dediler. Kapanışı The Velvet Underground coverı “What Goes On” ile yapıp, ‘Lou Reed ses alıştırmaları’ başlığı altında albümü kapadılar. Baştan söyleyeyim, Time for a Witness 1991 takviminde görülür görülmez seslerini 3-5 tık artırdılar. ‘The Beatles’dan cover koymazsak ölürüz abi’ dedikten sonra bir de The Stooges coverı patlattılar. Seslerini artırmaları jangle pop’dan uzaklaştığı anlamına tabii ki gelmemeliydi. Bu sırada “Doin’ It Again” ve “Invitation” parçalarına ‘klip’ bile çektiler. Keşke “For Now” gibi bir şaheserin de klibini çekselerdi. Hala içimde uktedir.
Halılar Serdim Yollarına
1991 yılında Million’ın müziğe ilgisi azalınca mecburen dağılan grup, yaklaşık 20 yıl sessizliğe gömülse de, Sonic Youth’un kaptanı Thurston Moore’un üstün çabaları sonucu sahnelere geri döndü. Ülkeleri dışına çıkmayı tercih etmemekle birlikte, vefakar dostları Maxwell’s’de soluğu aldılar. 2011 yılında Here Before ile açılışı yaptılar ve dedikleri gibi, müziğin tam konsantre dinlenmesi ve bunu yaparken ıvır zıvırla uğraşılmaması gerektiğini ispatlar nitelikte bir albüm çıkararak kalitelerini yine belli ettiler. Bunun dışında albüm çıkarmayan bu seçkin grubun yeni albümlerini iple çekiyor ve canlı performanslarını dinlemek üzere Amerika bileti için para biriktirmeye şimdiden başlıyorum.
57
edebiyat yazı: Melis Mine Şener çizim: Dilem Serbest
Anka Kuşu:
Yeniden Doğuşun Kanatları Dünya yıkılır, yeniden kurulur. Yıkılır, yeniden kurulur. Yıkılır, yeniden… Anka Kuşu hep oradadır, dünya var olmaya başlamadan önce ve dünya yok olduğunda. Çünkü sonsuz yaşamdır Anka, yeniden doğuş.
58
P
ek çok adla anılan bir mitolojik karakter bu seferki söz konusu kahraman. Mevsimin yeniden kışa yüzünü dönmesinden hüzünlenen benim gibilere her bahar yine yaza döneceğini hatırlatan efsanevi kuş, Zümrüdü Anka. Türk mitolojisinde bilinen adıyla Tuğrul, ya da Farsçasıyla da kabul ettiğimiz Simurg.
Perslerin Homa olarak tanımladığı Zümrüdü Anka Arapça’da Rukh ve batıda Phoneix olarak bilinir. Kaknüs, Cennet Kuşu adlarıyla da bilinir. İlk kez Perslerin efsanelerinde görülen Anka kuşu batıdaki bilinirliğinden çok Doğu mitoloji ve efsanelerinden bilinir. Doğu ve Batı felsefelerinin kesiştiği yerlerden biridir Anka Kuşu. Yeniden doğuşu ve sonsuzluğu simgeleyen efsanevi yaratık. Kimi zaman köpek başlı ve aslanpençeli bir tavus kuşu olarak simgeleştirilse de genellikle devasa, kanatlı bir kuş olarak bilinir. Yer yer insan yüzü ile resmedilen Anka kuşu, zaman zaman memeli olduğu düşünülen inançlarda yavrularını emzirir.
Her Derde Deva
Bilgi ağacı denen ağaçta yaşadığına, tüm zamanların her türlü bilgisine sahip olduğuna inanılan Anka Kuşu her türlü hastalığa, kötülüğe, şeytanlığa çareler bilir. İranlıların inanışına göre o kadar uzun yaşar ki Zümrüdü Anka, dünyanın yıkılışına ve yeniden kuruluşuna üç kez tanık olmuştur. Bu kadar uzun yaşam tabi ki ona bilgeliğin sırrını vermiş ve Zümrüdü Anka var olan tüm bilgilerin sahibi olmuştur. Sasaniler’e göre Zümrüdü Anka yer ile göğün arasındaki birliği sağlayacak ve dünyaya bereket bahşedecektir. Derler ki vakti zamanında tüm kuşlar Zümrüdü Anka’nın kendilerinin koruyucusu olduğuna, onun bilgeliğine ve otacılığına inanırlarmış. Kötü bir şey olunca hep onun geleceğinden ümit besler, hiçbir çabada bulunup olan biteni düzeltmeye çalışmazlarmış. Gel zaman git zaman Zümrüdü Anka’dan bir haber çıkmayıp, bir yardım eli gelmeyince, kuşlar âlemi Zümrüdü Anka’yı bulup ondan akıl danışmaya, yardım istemeye ayağına gitmeye karar vermişler. Meğerse Zümrüdü Anka’nın (nam-ı diğer Simurg) yuvası Kaf Dağı’nın ardında
gizli imiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiden geçmek gerekirmiş. İstek, aşk, marifet, hayret, tevhit ve yokluk vadilerinden geçtikten son Kaf Dağı’na varılırmış ancak. Neyse efendim, kuşlar toplanmışlar ve yola çıkmışlar. Ama yolculuk uzun ve çetin olduğu için zaman içinde birer birer vazgeçmişler. Aşk vadisinde vazgeçen bülbül olmuş, güle aşkını hatırlayarak. Sonra tüylerini bahane eden papağan vazgeçmiş arayıştan, sonra yüksek tepelerdeki krallığını bırakamayan kartal. Sonra baykuş yıkıntılarının özlemiyle dönmüş yolundan, balıkçıl ise bataklığına dönmüş pes edip. Ve en sonunda tüm kuşlar ümidini yitirmiş,
“Zaten Simurg’u aramak, kendini aramakmış. Sonsuz bilgeliğe insan kendini arayarak ulaşırmış ancak.” Simurg’u bulmaya dair. Kaf Dağı’na vardıklarında kala kala otuz kuş kalmış. Ve bakınız ki meğer Farsçada Si Murg, otuz kuş demekmiş. Zaten Simurg’u aramak, kendini aramakmış. Sonsuz bilgeliğe insan kendini arayarak ulaşırmış ancak.
Doğumlara Çare
Başka bir efsane, Keykavus’un Şahname’sinde anlatılır. Denir ki Kral Sam’in oğlu bir albino olarak doğan Zal, Kral tarafından lanetli olduğu düşünülerek bir dağa terk edilir. Zal’in ağladığını duyan Simurg çocuğu besler, büyütür. Zal zamanla bilge bir kişi olur, büyüdükçe geldiği dünyayı, insanları merak eder ve onların arasına geri dönmek ister. Simurg Zal’e bir altın tüyünü verir ve başı derde girer de yardıma ihtiyaç duyar ise bu tüyü yakıp kendisini çağırmasını öğütler. İnsanlar arasına dönen Zal, Rudaba’ya aşık olur. Onunla evlenir, ardından Rudaba hamile kalır. Ancak doğum vakti gelince, Zal karısının ve
çocuğunun öleceğini fark eder. Çaresizlik içinde Simurg’un kendisine verdiği tüyü yakar ve onu yardıma çağırır. Simurg birden ortaya çıkar ve bir şekilde Rudaba’nın sağlıklı bir şekilde çocuğunu doğurmasını sağlar. Doğan çocuk sonrasında ünlü bir kahraman olacak olan Rüstem’dir. Bilgi ağacında yaşayan Anka Kuşu ağaçtan ayrılırken ağacın sallanmasına ve üzerindeki çeşit çeşit bitki tohumunun dökülmesine yol açardı. Öyle ki bu tohumlar dünyanın her yerine yayılır ve her türlü bitkinin kök salarak neslini devam etmesine sebep olurdu. İnsanlar da bu bitkileri kullanarak, bir nevi Zümrüdü Anka’dan el alarak, hastalıkları tedavi ederlerdi. Zira Anka Kuşu’nun kanatlarının dokunuşunun her türlü hastalığı, yarayı tedavi ettiğine inanılırdı.
Rivayetler
Pek çok inanç yolunda ruhun arınması için ödenen kefaret, Anka Kuşu’nun kendini yakarak küllerinden doğmasıyla paraleldir. Özellikle Batı geleneğinde daha çok ön plana çıkan kendini arama felsefesi Phoneix (Feniks) adıyla bilinen Anka Kuşu ile eşleşir. Bir yandan kendini arama ile ulaşılan ölümsüzlük (kendini bulmanın getirdiği manaya erişmek) bir yandan da yeniden doğuş (arayış sonucunda kendini bularak yenilenme) Doğu ile Batı’nın aynı yerlerde farklı patikalardan dolaşarak aynı sonuçlara ulaştığını gösterir. Anka Kuşu’nun öleceğini anladığı zaman, kendisine kuru dallardan bir yuva yapıp bunu tükürüğüyle yapıştırıp, bu yuvanın içinde güneş ışığının çalı çırpıyı tutuşturması ile alevlerin arasında kalması ve yanarak can vermesiyle bir nevi günahlarından arınan insanoğlunu, ruhsal aydınlanmayı temsil etmektedir. Küllerinden doğan Anka Kuşu, günahlarından arınıp aydınlanan insanın ölümden dönmesi, yeni temiz bir ruha bürünmesi, iman etmesi ya da reenkarne olması ile eşleşir. Her şekilde; uzak diyarlarda, Kaf Dağı’nın ardında, bir kuş vardır. Altın tüylü, gözyaşları her türlü derde deva bir kuş. Bir tüyünü bulan onun yardım elini bulur. Dünyanın doğuşundan beri vardır ve batışında da olacaktır. Efsaneler olmasaydı umut etmek ne zor olurdu düşünsenize!
59
dergi bittikten sonra ne yapacağını bilemeyenlerin rehberi
Ada Kahvaltı Kafa dinlenecek mekan arayışımız bir
sabah koşusu sonrası bizi önce Adalar’a, oradan da Ada Kahvaltı’ya yöneltti. İçgüdülerimiz haklıymış, o zaman 66’ncı sayfada sizlerle paylaşmadan edemeyeceğiz. 61
MANIC STREET PREACHERS REWIND THE FILM Columbia Birlikte yaşlandığımız ekip MSP tam anlamıyla güzel bir sonbahar albümü yapmış. 90’lardaki yüksek ritimli Manic şarkıları yerine daha sakin ve bir o kaAlbüm dar nefis albümün isim şarkısında James Dean’le düet yapan Richard Hawley’nin tok sesiyle karşılaşmak ise ayrı güzel. Açılış şarkısı olan “This Sullen Welsh Heart”da daha önce Bombay Bicyle Club için vokal yapmış olan sesi güzel, kendisi güzel Lucky “Too Many Friends’in girişinRose’un naif vokaliyle karşıla- de serzenişte bulunduğu “ My şıyoruz. İkinci sırada yer alan computer thinks I’m gay” duve albümün ilk single’ı olan rumundan, makyajından, sa“Show Me the Wonder”ın vide- çından uzun yıllar boyu çekti. osunu eğer zevk sahibi biriyse- “Hold on to Me” Molko’dan geniz zaten izlemişsinizdir. “Ant- nelde alışık olmadığımız, nehem For A Lost Cause” isimli redeyse spoken word tarzında eser ise Maniclerin en bilindik okuduğu, müziğin adeta yavaşşarkılarından Design for Li- ça akıp geçtiği bir şarkı. Videofe’ın düşük tempo versiyonu gi- suyla adeta bir psy-trance parbi. “As Holy As the Soil” uzun tisi etkisi yaratan “Loud Like insan Nicky Wire’ın sesiyle ha- Love”, serin havası ile “A Little yat buluyor. Toplam 12 şarkı- Million Pieces”, ilk dönem şardan oluşan albümün her bir kılarını anımsatan “ Purify” ve şarkısı inanın çocuklarım gi- yazının girişinde bahsettiğibi, hepsini ayrı seviyorum an- miz “Rob the Bank” beğendicak en beğendiğim şarkı trom- ğimiz eserler. Uzun süre sonra pet, trombon gibi üflemelilerle baştan sona defalarca dinledisüslü, yavaş başlayıp giderek ğimiz bu güzel albümü edinitempo kazanan enstrümantal niz. Bu arada etraftan “albü“Manorbier”. Gördüğünüz gibi, mün kapağı çok kötü” diyenleri bir kez bile olsun Richey James duydum, okudum. KütüphaneEdwards’dan bahsetmeden ya- de güzel durur diye gidip Wittzıyı bitirebildim, bu da benim genstein alan kızdan ne farkışahsi zaferim. –A. Kara nız var? –A. Kara PLACEBO LOUD LIKE LOVE Universal Her yeni albümlerinden sonra yurdumuzu ziyaret eden Placebo’yu Loud Like Love albümünün ilk (promo) videosu “Rob the Bank” ile Gezi olaylarına çaktıkları selamla daha da sever olduk. Brian Molko bi ara şirazeyi kaybetse de her daim sevgimizi kazanmasını bildi. Bir sosyal medya eleştirisi olan
62
ARCTIC MONKEYS AM Domino Arctic Monkeys’in son albümü “AM” geçen ay İngiltere’de piyasaya sürüldü. İlk hafta 157.000 kopyadan fazla satarak İngiliz müzik listelerinde birinci sıraya yükseldi. Bu aynı zamanda bağımsız bir grubun ilk kez 1 numaraya yükselmesi olarak tarihteki yerini aldı. Grubun baş solisti Alex
Turner albümlerini tanımlarken, “Bizim en özgün albümümüz oldu” diyor ve hip-hop davullarından ve 70’lerin “heavy rock” akımlarından etkilendiğini belirtiyor. Alex Turner ayrıca albümün dördüncü şarkısı “Arabella”nın etkilendikleri akımları en iyi anlatan eser olduğunu da belirtiyor ve albümün alışılmadık şarkı sözlerinden oluştuğunu ve albümde bir de John Cooper Clark’ın “I Wanna Be Yours” şiirinden de sözler bulunduğunu söylüyor. Eylül başındaki Rock’n Coke festivalinde de Türkiye’deki hayranlarıyla buluşan grup, ülkemizdeki dinleyicilerinden tam not aldı. –Büke KINGS OF LEON MECHANICAL BULL RCA Dağıldı dağılacak, albüm çıkacak çıkmayacak söylentileriyle hayranlarının hop oturup hop
kalkmasına sebep olan Kings of Leon 6. stüdyo albümleri “Mechanical Bull” ile ortamlara geri döndü. Sert hatlarına ve hareketli şarkılarına rağmen yumuşak ve huzurlu bir kafayla dinlenecek bir albüm yapan Kings of Leon’un albümü 23 Eylül’de piyasaya çıktı. Bir aile grubu olan bu nadide insanlar yine baştan sonra defalarca dinlenebilecek bir albüm hazırlamışlar. 17 Haziran 2013’te albümden önce single olarak piyasaya sürülen Supersoaker şarkısı ile neler olacağı hakkında bize ipucu veren Kings of Leon şarkısıyla yaz boyunca hit olmayı başardı. –Büke BABYSHAMBLES SEQUEL TO PREQUEL EMI İngiliz müzik grubu Babyshambles’ın üçüncü stüdyo albümü Sequel to the Prequel, 3 Eylül 2013’te piyasaya çıktı. 6 uzun yıldan sonra sevenlerine tekrar ulaşan Babyshambles yeni albümünde birçok akıma ve müzik tarzına göz kırpıyor. Albümü bütün olarak ele aldığımızda klasik indie gruplardan punk
ezgileriyle ayrılan, yer yer The Smiths rifleri duyabileceğimiz şarkılardan ve daha yumuşak ve huzur veren şarkılardan bahsedebiliriz. Babyshambles’ın alıştığımız tarzından çok da uzaklaşmadan severek dinlenecek bir albüm olmuş. –Büke
çabuk çözen ve özel yetenekleriyle onlarla başa edebilen başkası olamazdı. Aksiyonu düşük ve konusu çok da derin olmayan bu film için serinin önümüzdeki bölümleri için bir geçiş olarak düşünebiliriz. –Büke
ÇILGIN HIRSIZ 2 (DESRIDDICK PICABLE ME 2) Yönetmen: David Twohy Yönetmen: Pierre Coffin, Serinin üçüncü filmi Riddi- Chris Renaud ck önceki filmlerden kazandı- Devam filmlerinin ilkinden geğı hayranları ve bilim-kurnellikle kötü olması önyargıgu, aksiyon meraklılarını sıyla düşünürsek Çılgın bu sefer Hırsız 2 bu beklentiyi hayal kıyukarı çekerek bize eğSinema rıklığılenceli ve bol kahkahalı na uğratbir seyir sunuyor. Kahtı. Güneşin ramanımız “Gru” serinin kavurduğu bir ilk filminde dünyayı ele geçirgezegene düşen meye çalışan bir adamken haiki uzay gemisinin yatına giren 3 yetim kızla iyiiçinde paralı asker- liğe yelken açmıştı. Bu filmde lerle ve geçmişin- ise kızlarına mükemmel bir şeden karanlık bir ki- kilde babalık yapan ve dünyaşiyle karşılaşan azılı yı kötülüklerden kurtarmak suç makinası Riddi- için çalışan bir adam olarak ck, hem bu belalar- karşımızda. Arada bir kadınla uğraşıyor hem de bu sıcak larla çıktığını da atlamayalım. ve tehlikeli gezegendeki kan ve Tabii ki filmi izleme nedenleetle beslenen yaratıklarla uğ- rinden bir tanesi de inanılmaz raşmak zorunda kalıyor. Ka- şirinlikte ve komiklikteki “miranlıkta saldıran bu yaratık- nion”lar. Her zaman harikalar! ları tabii ki Riddick’ten daha –Büke
63
ZAMANDA AŞK (ABOUT TIME) Yönetmen: Richard Curtis Sevgilinizin ya da hoşlandığınız insanın kolundan tutun ve bu filme girin! Notting Hill ve Love Actually’nin yaratıcılarından gelen Zamanda Aşk hem romantik hem de komedi fakat romantik komedi değil. Fantastik ve görselliği de ön planda. Genç yaştaki Tim Lake ve ailesi zamanda yolculuk yapmak gibi hepimizin hayalini kurduğu bir yeteneğe sahipler ve Tim de hayatının farklı yönlerini ya da değiştirmek istediği şeyler için zamanda yolculuk yapar. İşin içine bir de aşk girince ne olacağını filmi izleyerek görün. Bu film, sevgi, zamanda yolculuk ve hayatın anlamıyla ilgili. Salondan açık havaya çıktığınızda mutlulukla dolacağınızı temin edebilirim. Tabii ki bir “kızıl” hayranı olarak beni de çok tatmin etti :) –Büke
ortak bir şey vardı: İnançları. Ya da başka deyişle, tanrıları. Bu tanrılar onları korudu, onlara çocuk, bereket, yağmur ve daha nicesini verdi. Onlar da tanrıları adına kurban kesti, savaştı, dans etti... Günümüzde hayatındaki her şeyi teknolojiden bekleyen ve ona bağlayan insanlar; hiç tanrılarını düşündüler mi peki? Neil Gaiman düşündü. Eski tanrılar biz onları unuttukça güçsüzleşir. Yeni tanrılar ise çok daha zengin, çok daha genç ve çok daha besilidirler. Yeni tanrılar bunlara rağmen eski tanrılardan kurtulmayı istemektedir. Ama kendilerinin de bir gün eskiyeceği hatta onlardan daha çabuk eskiyeceği gerçeği de ortalıkta bir yerlerde dolaşmaktadır. Sandman serisi, Mezarlık Kitabı, Yokyer ve daha NEIL GAIMAN pek çok proje ve kitapta imzası AMERIKAN TANRILARI olan Neil Gaiman’ın bu kitabı, İthaki alıştığımızdan biraz kalın İnsanlar Amerika’ya gikabul etmek lazım. Ama derlerken, yanlarında hızlıca okuyor, tanrılaKitap çok da fazla eşya alabilrın arasına bir anda dadiklerini düşünmüyorhil oluveriyorsunuz. Haduk sanırım. Hele de köle piste tanıştığımız Gölge, olarak götürülüyorlarsa. Ama bir tanrının yanında işe gihepsinin yanlarında taşıdıkları rip, uzun bir maceraya atılıyor.
64
Onun ve tanrıların hikayelerine dahil oluyoruz biz de. Ara sıra Amerika’nın ilk zamanlarındaki hikayelere de atlayarak hem de. Gölge’nin başına gelenleri yadırgarken, tanrılarla tanışıyoruz. Gerçi bir yerden sonra isimler karışmıyor değil ama onlardan özür dilememize gerek yok tabii. İnsanların inandıklarının neler yapabileceğine bir de bu kitapta şaşıracaksınız. –Gözde
MURIEL BARBERY KIRPININ ZARAFETI Turkuvaz Kitap Jung’un “persona” kavramını bilir misiniz? En kaba haliyle “İnsanların topluma karşı taktıkları maske” diyebiliriz bu kavrama. Persona sağ olsun, insanları bize göründükleri gibi tanırız ama istisnalar da yok değildir. Apartmana taşınan yeni biri, sokakta karşılaştığınız bir satıcı mesela, sizin maskenizim altını görebilir. Sizi bir anda savunmasız bırakabilir. Zengin ailelerin yaşadığı bir apartmanda; dahi bir kapıcının kendini gizleme çabalarına, aristokrat ruhlu bir temizlikçi ile aynı kapıcının sohbetlerine, 12 yaşındaki çok zeki bir kızın hayatı sorgulamalarına ve yine aynı genç kızla kapıların diğer tarafına konuk oluruz. Bir kitap boyunca, bir apartmandaki olayların neredeyse tamamına şahit oluyoruz. Tamamına dediğime bakmayın; bunlar bir ölüm ve bir taşınma ve irili ufaklı şeylerden ibaret. Ama bu apartmanda bunların bile çokça heyecan yarattığını belirtmem gerekiyor. 12 yaşında bir genç kızla, zengin bir ailenin içine giriyor, onunla dünyadan kopuyor, onunla Japon kültürüne merak salıyoruz. Hikayenin şaşırtıcı karakteriyle yani kapıcı Renee ile pek çok kitaba, filme, sanat eserine çok farklı bir gözle bakma fırsatı buluyoruz. Ve bu iki kadının hayatları apartmana Japon bir beyefendinin gelmesiyle değişiyor. Bu
adam İki kadındaki cevheri de hızlıca fark eder. Özellikle Lev Tolstoy hayranlıkları sayesinde tanımaya karar verdiği kapıcının hayatını çok değiştirir. Garip Fransızların, garip bir apartmanında kendi dilinizde güzel zaman geçirmek isterseniz, Rue de Grenelle sokağı 7 numaraya sizi de bekliyorlar. –Gözde BENJAMIN PARZYBOK KOLTUK Domingo Yayınevi Bir tutam Neil Gaiman alın, bir parça komedi, üstüne bolca kaybolmuş insanlar hikâyesi koyun, bunu da sinema gibi okuyacağınız bir kitabın içinde iyice karıştırın. Buyurun, gelin bu koltuğa oturun! Üç genç adam, biri incecik dal gibi, biri
dev gibi iri kıyım. Biri bir bonus kafa, çalçene ve çapkın, öteki bir bilgisayar dehası. Biri rüyalarında yaşanacakları gören bir rüyacı, diğeri koca yürekli kendinden habersiz bir kahraman. Bir koltuk peşinde, bir koltuk uğruna, bir koltuğa rağmen yollara düşen Thom, Tree ve Erik’in öyküsünü anlatıyor koltuk. Güldürüyor, içinizi burkuyor, düşündürüyor, kafa karıştırıyor, aşk heyecanlarını hatırlatıyor, sorgulatıyor, inandırıyor. Hepsini de hepimizi bir koltuğun peşine takıp yapıyor. Amerika’nın bir ucundan kayıp dünyalara doğru bir koltuk ve üç adamın ilginç yolculuğunu okursanız, gülümsemeden bitirmeyeceksiniz. –Melis
65
Kahvaltı ve mutluluk, ebedi ilişkilerinin sırrını Ada Kahvaltı’da açıkladı!
yazı: Kamer Yılmaz fotoğraflar: Rıza Şahin
Ada Kahvaltı Prens Adaları içindeki belki de en uzak kaldığımdır Büyükada. Burgaz ya da Heybeli varken neden insanlar Büyükada’ya gider hiç anlayamadım. Ama sonunda beni de kendisine çeken bir şey oldu. Kahvaltı! Kahvaltı burada gerçekten de bambaşka. Ama onu bambaşka hâle getiren Ada Kahvaltı olmuş...
Y
Özellikle pazar öğleden sonrası için rezervasyon elzem olabilir: Akdemir Sokak No:6, 34970 Büyükada, İstanbul (0216) 382 16 62
olum ilk defa 15 Eylül’de düştü Ada Kahvaltı’ya. Dergiden Rıza koşarken makineyi “boş bırakmamak” gerek diyerek yollara düştüm. Koşuya giderken de koşu sırasında etrafta dolanırken Ada Kahvaltı’nın önünden geçip “Buraya bir baksak mı acaba?” diye düşündükten sonra kendimizi bahçesine attık. Dışarıdan göründüğü kadar sevimli ve sempatik olduğunu da küçük bahçesinde ilerlerken anladık. Dekor olarak kullanılan şişeler, çatallar, bisiklet derken önce görsel olarak doyurdu bizi. Koşu
66
nedeniyle
ve
pazar
olmasından ötürü biraz kalabalıktı ama gelenler Adalı olunca kalabalığın enerjisi ve hatta muhabbeti bile bir farklı oluyormuş. Bir anda kendimizi masa sıkıntısından dolayı büyük bir masada kahvelerini içen teyzelerle sohbet edip fotoğraflarını çekerken bulduk. Sonra onlar gitti, biz kahvaltıya başladık. Canla başla servis yapan, yanılmıyorsam da Koreli bir garson ağırladı bizi. İnsan, o kalabalıkta hiç mi “off” demez… Kalabalık karşısında hazırlıksız yakalandıklarından omlet yiyemesek de hemen bize pişi ikramında bulundular. Tadı damağımızda kaldı ve “yeniden gelelim” dedik… Sonunda gerçek ada mevsimi başladığında, sonbaharın kendisini bolca hissettirdiği bir cumartesi sabahı erkenden gittik bu güzel mekâna. Neden bu kadar güzel bir yer olduğunu da anladık... Ada Kahvaltı’nın sahibeleri o kadar sevimli ve o kadar cana yakınlar ki işlettikleri mekânın kendileri
gibi güzel olmamasının imkânı yok. Annesi ile beraber Ayşen Hanım karşıladı bizi. Kahvaltımızı söyledik, onlar hazırlık yaparken hemen çaylarımız ve zeytinyağı ile zahterimiz geldi taze ekmeklerin eşliğinde. “Bizim oralardan zahter, nasıl bilmezsin?” muhabbeti yaparken de Ayşen Hanım muhteşem kahvaltı tepsisiyle böldü tartışmamızı. En tazesinden domatesler, salatalıklar, biberler, 2-3 çeşit zeytin, yöresel peynirler, acukalar, ayrılmaz ikili bal-kaymak ve sucuklu yumurta ile gözlerimiz bir anda Japon çizgi filmlerindeki karakterlerin gözleri gibi kocaman oldu desek yeridir. Biz nereden başlayacağımızı bilemezken Ayşen Hanım fırından yeni çıkmış anne poğaçaları ile gezip “bunlardan da yiyin çocuklar” diyerek tabaklarımıza sıcacık poğaçaları bıraktı.Bu arada daha önceki masanın favorilerinden olan karpuz reçelinin nasıl yapılıyor olabileceğini konuşurken bu defa da
Ada Kahvaltı’nın bulunduğu ev ta 1934’te Rum Kalfa Tanash tarafından yapılmış. İlk sahipleri Su sayacında hâlâ adı yazan Pincopulus olmuş. 1947’de Aristidi Evladi Firesye ve 1959’da da Yanni Ailesi konuk olmuş bu şirin yere. Şimdi de Ayşen Hanım annesinin ve oğlunun da içinde bulunduğu ekibi ile konuklarını ağırlamak için gelmiş… Kahvaltı güzel, hoş da pahalıya patlamasa diye fiyatlarını merak edenler için diyebilirim ki son derece uygundur, korkuya gerek yok. 2 kişinin fazlasıyla doyduğu Ada Kahvaltı 25 TL, omlet, yumurta ve pişi fiyatları değişiyor. Türk kahvesi 5 TL. Çaylar nedendir bilmiyoruz bizim için şirketten oldu ama 2,5 TL olduğunu belirtmekte yarar var. (Karpuz reçelini denemeden sakın ama sakın dönmeyin)
patlıcan reçeli çıktı karşımıza. Bal-kaymak ve marmelatları halen daha çok beğensek de karpuz reçeli hâlâ gönlümüzdeki yerini koruyor. Patlıcan reçeli ise korkularak tadılsa da “ama bu çok güzelmiş” nidalarıyla karşılandı. Ada Kahvaltı için; “Kahvaltı dediğin nedir ki!” diyenler, anne kahvaltısının özlemini duyanlar, şehrin kirli havasında gittiği mekânlarda genelde soğuk bir havayla servis edilen kahvaltılardan sıkılanlar için kollarını açıp sarılmaya hazır bir yer desek yeridir. Fotoğraf çekmek için izin isterken konuşmaya dalıyoruz ve o zaman öğreniyoruz; Ayşen Hanım’ın eskiden reklamcı olduğunu, ajanslarda çalışırken sonunda hayatına ‘dur!’ deyip ipleri eline aldığını ve hep hayalindeki minik ama sevimli yeri açtığını. Onca yıl İstanbul’un kargaşasına dayanıp, türlü türlü zorluklarla baş ettikten sonra en başa dönmeye karar vermiş Ayşen Hanım. “Adalıyım ben zaten” derken bize; adaya dönmeyi nasıl
da sabırla beklediğini anlatıyor sanki. Nisan’da açılan mekânın başarısında lezzetli reçellerin, peynirlerin payı olsa da asıl alkışı farkında olmadan büyük bir tevazu ile sundukları samimiyet alıyor bence… Bu güzel kahvaltının üstüne kahvelerimizi içip yanında gelen renkli, minik lokumlarımızı yedikten sonra bir de kendisinin fotoğrafını çekmek istiyoruz. “E o zaman ben tek olmayayım, ekibim de olsun. Ekibim, neredesiniz? Hadi gelin buraya!” deyip nasıl da güzel gösteriyor aslında beraber uyum içinde olmanın önemini. Makinenin karşısına geçerken hepsi ayrı bir doğal, hepsinin gözlerinin içi ayrı bir gülüyor. İnsan böyle yerlere gidip böyle insanları tanıyınca zaten neden mutlu olmasın ki. Karnımız tok, damağımızda reçel tadı, yüzümüzde kocaman gülümsemelerle ayrılıyoruz Ada Kahvaltı’dan. Efsanevi aşkın başrollerindeki mutluluk ve kahvaltı böylece aralarındaki ilişkiyi de samimiyet ve sıcaklık ile açıklamış oluyor.