Üçüncü Dönem, Sayı 3 15 Kasım - 15 Aralık 2013 boodergi.com
Nar Photos Ajanstan Eren Aytuğ, Tolga Sezgin, Serra Akcan ve Mehmet Kaçmaz bizimleydi.
Ahmet Coka ile Bodrum’a kaçış planları...
Yekta Kopan
Yeni kitabı “Aile Çay Bahçesi” elimizde iken Boo!’ya konuk ettik.
Canan Ergüder
“Yapmak istediğim işten para kazanabiliyorsam şu noktada inanılmaz müteşekkirim o yıldızlara.” Dahası: Ortaoyuncular __ Baran Tokmakoğlu __ Turgut Uyar __ Lou Reed __ Bel Canto __ Julia Margaret Cameron
GEZERKEN OKUYUN!
Boo! dergisi artık iPhone ve iPad ekranlarından da okunabiliyor. Aşağıdaki kodu cihazınıza okutun ve açılan adresi sık kullanılanlara kaydedin (mesela):
Gücünü Issuu.com’un teknolojisinden alan bu hizmet ne yazık ki sadece iOS işletim sistemli cihazlar için geçerli. Android ve Windows Phone’da okuma tecrübesi sıkıntılı olabiliyor. Düzelmesini ümit ediyoruz...
Üçüncü Dönem, Sayı 3
24 Yekta Kopan Bizim için “kültür-sanat” dendiğinde akla gelen ilk isim olan Yekta Kopan ile yeni kitabı Aile Çay Bahçesi sonrasında edebiyat ağırlıklı bir sohbete koyulduk.
15 Kasım - 15 Aralık 2013
Üçüncü dönem, sayı 3 / 15 Kasım - 15 Aralık 2013 arası için.
Yekta Kopan (özel röportaj), sf. 24
“Bu ay ne var?” sorusuna cevaplar...
Genel Yayın Yönetmeni Alper Demirci
Canan Ergüder (özel röportaj), sf. 30
NAR Photos (özel röportaj), sf. 36
Ahmet Coka (özel röportaj), sf. 42
Fotomuhabir Rıza Şahin
Baran Tokmakoğlu (özel röportaj), sf. 46
Geçen ay minileşen önsöz bu kez komple kayboldu. Gelecek ay geri gelsin. Arka kapak ve arka kapak içindeki görüntüler, bu ay konuk ettiğimiz Mr. Hure’un grafitilerinden.
İllüstrasyon Dilem Serbest
Boo! - Aylık kültür-sanat
Ortaoyuncular, sf. 50
Julia Margaret Cameron, sf. 62
Bel Canto, sf. 60 / Lou Reed, sf. 58 / Müzler, sf. 68 / Otostopçunun Galaksi Rehberi, sf. 70 / Sinema ve Mimari, sf. 66 / Turgut Uyar, sf. 54
Ajanda, sf. 80 / Küstah, sf. 18 / Mekan: Ayça Kitapevi, sf. 78 / N’aptın Müdür?, sf. 20 / Portfolyo: Mr. Hure, sf. 14 / Site: Tehlikeli Oyunlar, sf. 13 / Tanıtımlar (albüm-film-kitap), sf. 74 / Yeni Keşif: Keti, sf. 17
4
Bu Sayıda Yazanlar Ali Hıdımoğlu, Alper Kara, Armağan Kanca, Büke Sevindi, Furkan Emir, Gökçe Asena Altınbay, Gözde Karahan, Melis Mine Şener
Katkıda Bulunanlar Bahar Yıldız, Irmakhan Çağlayan
Yekta Kopan’ı kapak için Dilem çizdi.
»»DIZIN
Yazı İşleri Müdürü Kamer Yılmaz
dergisi. Parası olmadığı için internetten yayın yapar. Internetten yayın yapan dergiler arasında en uzun ömürlü olanıdır. Dergide imzası belirtilen tüm yazılar ile röportajlarda konukların söyledikleri, kişilerin kendilerine ait düşünceleridir ve derginin görüşü olarak kabul edilemez. Her türlü görüş, öneri, eleştiri, teklif (öhöm, iş teklifi, reklam teklifi falan) için e-posta adresi: boo@boodergi.com
Aylık kültür ve sanat dergisi
Birtakım sayısal veriler
3 58 1788 dönem
sayı
yazı
6 90 2154
boo!’nun şimdiye dek sitesinin boo!’da yazan değişim yazar adedi adedi
facebook’taki boo! sayfasını beğenen kişi adedi
Birtakım demografik rakamlar
(facebook.com/boodergi sayfasındaki abone verilerine göre)
Cinsiyet %53 Kadın %40 Erkek Buradaki veriler 25 Kasım 2013 itibarı ile elde edilmiştir. Bu sayı hariç.
Yaş %1.6 13-17 %31 18-24 %47 25-34 %8 35-44 %5.4 45+
Kent %43.2 İstanbul %13.1 İzmir %7.6 Ankara %2.6 Eskişehir %33.5 Diğer kentler
Biz bunları daha önce Boo!’da yazdık. Arayan bulur!
1788* 8 yıla yaklaşan Boo! mazisinde aradığınız konunun koordinatlarını anında öğrenmek için dev hizmet: boodergi.com/arsiv-arama
* Boo! dergisinin toplam 56 sayısında yer alan konu adedi.
6
14 Portfolyo
Son iki sayıdır kapaklarımıza imzası “dahil” olan grafitici Mr. Hure’un peşine düştük.
18 Küstah
Lou Reed anılıyor, Bono’ya giydiriliyor, kabak Bilbo Baggins’in başına patlıyor...
kültür-sanat haberleri, keşifler, köşeler, anekdotlar
Jennie Runk Moda ve güzellik dergimizin ilgi alanına girmiyor malumunuz. Ama nerede bir karşı olma durumu varsa orada yerimizi alırız! Geçen ay keşfettiğimiz, 1989 doğumlu güzeller güzeli ABD’li büyük beden modeli Jennie Runk işte tam da güzelliği ince bel ile bağdaştıran önyargıya karşı duruyor. Halihazırda sektörün içinde olması ve büyük markalara poz vermesi, kendisinden bu konuda aktivist bir çaba beklemeyi zorlaştırsa da, Runk kariyerinde ilerleyip adını duyurdukça sade güzelliğiyle ince beden algısını kırabilir. En çok da bu ihtimali seviyoruz zaten. Rahat olun, geleneksel Türk mutfağı ve kebap salonları halen daha dostunuzdur...
7
Bu kadar gülecek ne vardı?
Kışın Ortasında Festival 7 Aralık Cumartesi günü İstanbul Modern’de Red Bull Music Academy Radio Festival gerçekleşecek. Festivalde başı Wild Beasts çekiyor.
“
Tek güne sığan, sıra dışı bir müzik festivaline hazır mısınız? Öyleyse RBMA Radio Festival’i şimdiden ajandanıza not edin… 15 yıldır farklı şehirleri müzikle buluşturan Red Bull Music Academy; bir ay boyunca farklı coğrafyalardan en iyi ritim ve ses yaratıcılarıyla birlikte genç yetenekleri, kayıt stüdyolarını ve müzik profesyonellerini şehrin önde gelen kulüplerinde bir araya getiriyor. Akademi’nin özenle seçtiği parçalarla içeriğini oluşturduğu dijital müzik kaynağı RBMA Radio ise Türkiye’de ilk defa7 Aralık Cumartesi günü İstanbul Modern’de gerçekleştireceği yepyeni bir festivalle müzikseverlerle buluşacak.” dedi basın bülteni. Ardından sahneye çıkacak isimleri saydı bir bir: Ana sahnede Wild Beasts, Twin Shadow, The Field, Totally Enormous Extinct
8
Dinosaurs’un DJ seti, Farfara ve Ahu boy gösterecek. Bunların haricinde isimsiz birçok ismin, festivalde kalan boşlukları performanslarıyla dolduracağı söyleniyor. Sayılan grupların arasından doğal olarak Wild Beasts dikkat çekmekte. 2002’den bu yana üç albüm yayınlayan İngiliz indie rock dörtlüsü Wild Beasts’e Türkiye’deki dinleyicisi cismen de oldukça aşina, daha önce 2010’da Efes Pilsen One Love festivalinde sahne almışlar, ardından 2011 sonlarında Babylon’un küçük sahnesine konuk olmuşlardı. Üçüncü buluşmalarını bu festivalle yapacaklar. New Wave’in 2000’lerdeki temsilcilerinden Twin Shadow’un ise yaklaşık üç yıl önce Babylon’da sahne aldığı rivayet edilmekte. -Alper D.
Bu Filmler Başka
Vizyon tarihi belli olsun diye bekleyip hüsrana uğramaya, festivalde kaçırıp üzülmeye, sadece sinema eleştirmenlerinin yazılarından takip edilebilen filmlere son! Başka Sinema ile izleyemediğiniz film kalmıyor. 1 Kasım tarihinde sinema dünyasında yeni bir şeyler olmaya başladı. Başka Sinema kendi salonlarını buldu ve birbirinden özel filmleri izleyicisiyle buluşturmaya başladı. Programa baktığımız zaman birbirinden ilgi çekici filmler bir arada. Festivallerde bilet bulmakta zorlandığımız, festival sonrası ise vizyona hiç girmeyen ya da girdiğinde sadece 1 hafta kalan filmleri bu defa yakalamak hiç ama hiç zor değil; çünkü Başka Sinema ile bir film tam 4 hafta vizyonda kalıyor. Yapı itibariyle kendini ötekileştirmese de aslında Başka Sinema sayesinde izlenen filmler bir başka oluyor. Sadece aylarca beklenen filmlerin sonunda karşımıza çıkması ya da beklenen yabancı filmi herkesten önce izlemek değil; aynı zamanda o filmin sunumu
Ane Brun
Norveçli güzel şarkıcı müzik hayatındaki 10. yılını kutlamak için çıktığı turne dahilinde tam 3 gün üst üste İstanbul’a sesini duyurdu.
açısından da başka bir deneyim yaşatıyor… Her şeyden önce bu festival kapsamında bir film seçip de salona gittiğinizde sizi kesinlikle bir ara beklemiyor. Koltuğunuza yerleşiyorsunuz ve filmin keyfini hiç bölünmeden yaşamaya başlıyorsunuz. Tabii seçtiğiniz film 110 dakikadan daha uzun değilse. Eğer tam bir sinema aşığıysanız ve bütün bir günü sinemada film izleyerek geçirmek istiyorsanız bu festival ile mümkün. Çünkü film seansları tam da buna göre düzenlenmiş. Başka Sinema salonlarında festival kapsamında 3 film birden oynuyor. Siz de birinin ilk seansına girip sırayla diğer ikisini de izleyip akşam salondan mutluluktan uçarak çıkabilirsiniz... -Kamer
»»YENIDEN MANOWAR En son Sonisphere 2010 festivalinde sahneye çıkan ve sahneden basçı Joey Demaio’nun Türkçe konuşmasıyla üç günlük festivale damgasını vuran New Yorklu epik heavy metal grubu Manowar için yeni bir Türkiye konseri açıklandı. Geçtiğimiz aylarda grubun en klasik sayılan albümü Kings of Metal’i 25’inci yılını kutlamak sebebiyle baştan sona yeniden kaydedeceğini açıklayan Manowar, bu yeni kaydını destekleyecek turnesi dahilinde İstanbul’a gelecek. Turne boyunca Kings of Metal albümü baştan sona çalınacak, kalan sürede grubun diğer klasik şarkıları serpiştirilecek. Konserin tarihi 24 Mayıs 2014 olarak açıklandı. Organizasyonu Türkçe pop ve rock konserleri düzenleyen Sunar Medya gerçekleştiriyor, bir anda bu kadar büyük bir metal organizasyonuna girişmeleri şaşırttı. Manowar’ın konseri Facebook sayfasında Türkçe duyurması ve bu jesti yakın zamanda başka hiçbir ülkeye yapmaması ise gözden kaçmadı. -Alper D.
Dave Kilminster
Geçen Ağustos’ta izlediğimiz Roger Waters’ın yanında çalan gitarist Dave Kilminster, yanına Murray Hockridge’i alıp 6 ili gezecek. Detaylar derginin sonundaki ajandada.
Tanita Tikaram
80’lerin sonları ve 90’ların başlarında ülkemizde de oldukça meşhur olan Tanita Tikaram İstanbul, Ankara ve Manisa’da konser verecek.
9
»»SAHNEDEN BIR YAPRAK DAHA DÜŞER Tiyatro dünyasının duayenlerinden biri olan Tomris Oğuzalp 28 Ekim’de hayatını kaybetti. Bir süredir sağlık sorunları yaşayan 81 yaşındaki oyuncu 28 Ekim’de sabah saatlerinde yaşamını yitirdi. Son Olarak 2007 yılında Beyaz Melek filminde, 2009 yılında King Kong’un Kızları oyununda rol alırken ve Harry Potter’daki Mrs. Weasley’e de sesiyle can vermiştir. Rol aldığı Gerilla filmi ile 1995’te Antalya Film Şenliği’nde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü alan Oğuzalp, yaşamı boyunca çok sayıda tiyatro oyununda, filmde ve dizide rol alırken yabancı filmlerdeki birçok karakteri de seslendirmiştir. 2010 yılında geçirdiği bir ameliyat sonrasında doktoru, kendisini epeyce zengin zannetmesi nedeniyle olsa gerek, hastaneye bir cihaz bağışlamasını istedi. Bu isteği kırmamak uğruna sanatçı son yıllarını hastalıkları ve geçim sıkıntısı ile baş etmeye çalışarak geçirdi. -Kamer
10
Kahkaha ile Doydu, Alkışla Yaşadı Bir süredir tedavi gördüğü hastanede 18 Kasım’da yaşamını yitiren sanatçı, 20 Kasım’da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda düzenlenen törenle ile uğurlandı…
G
eleneksel Türk Tiyatrosunun son temsilcisi olan İsmail Dümbüllü tarafından keşfedilen Nejat Uygur’un aslında önceliği tiyatro değildi. Hayallerinde önce pilot olmak, Amerika’ya gitmek yer aldı, boks başta olmak üzere birçok spor dalıyla uğraştı ve bu arada tiyatroyu hiç düşünmedi. Amerika hayalleri yüzünden gemici olduğunda çalıştığı ekibe sürekli fıkralar anlatııp onları güldüren sanatçı bu meziyetinin arkına askerde daha çok vardı ve sonunda da insanları güldürmekten inanılmaz keyif aldığını fark edip tiyatro çalışmalarına başladı. “Benim cephem sahne. Ben tiyatronun bir neferiyim. Asker hastalıktan ölmez; kurşunla ölür. Ben de cephede yani sahnede alkışlarla ve alkışların arasında ölmek istiyorum.” diyerek hayatını tiyatroya adayan sanatçı, 13 yıl süren Anadolu Turnesi sırasında ailesini ihmal etmedi. 5 çocuk sahibi olup hayatına yepyeni anlamlar kattı. Çocukları arasından Süheyl ve Behzat Uygur ise babalarının
“Bir gün tiyatronun ışıkları sönecek, zil sesleri susacak ve tiyatro perdesi sonsuza kadar üzerime kapanacak. İşte o zaman giderken tüm üzüntülerinizi yanımda götürerek size sadece kahkahaları bırakacağım.”
yollarından gitmeye karar verdi ve uzun seneler ekranlarda ve sahnelerde Uygurlar olarak bizi güldürmeye devam ettiler. Tiyatroya Destek Yılı Özel Ödülü, Kemal Sunal Kültür Sanat ile En iyi Tiyatrocu, Belkıs Dilligil Onur Ödülü gibi ödüllere sahip olan sanatçının Alo Orası Tımarhane mi?, Aman Özal Duymasın, Son Umudum Milli Piyango gibi birçok oyunu bulunmakta. 2007’de geçirdiği kısmi felçten sonra eski sağlığına kavuşamayan sanatçı, uzun süre hastanede tedavi gördü. 18 Kasım’da ise solunum yetmezliği nedeniyle hayatını kaybetti. Özellikle de ülkenin içinde bulunduğu durumlara bakınca, yazın yaşadığımız ve hâlâ devam eden müdahaleleri gördükçe; güldürürken düşündüren, insanlara kahkahalar attırarak, kimseyi ötekileştirmeden herkese ulaşabilen insanlara daha da çok ihtiyaç duyuyorken bunu başarabilen yegâne insanı maalesef kaybettik. -Kamer
»»6 YIL ÖNCE BOO! 6 yıl öncesi tam olarak birinci dönemimizin 23 numaralı sayısına tekabül ediyor. Şimdilerde aramızda olan Boo! elemanlarından Ali, Alper’den aldığı görevlerle ilk defa bu sayıda yazarların peşinde yazı toplamak için koştu, sonra o yazıları sayfalara dizdi. Alper (Demirci) rahat duramayıp Vaka-i Buuiye adında karman çorman bir bölüm hazırlamaya başladı. Armağan The Stone Roses grubunun biyografisini anlatırken, diğer Alper (Kara) dergideki ikinci sayısında Küstah adlı köşesinin prototipini oluşturuyor, bu kez söze “Saygıdeğer sanatseverler, merhaba...” diyerek başlıyordu. Büke “Amerikan Film Endüstrisi” başlığında uzun bir dosya yazarken, Melis yine ilk sayılarındaki ortaya karışık tarzını sürdürüyordu. İkinci defa yaptığımız Objektif röportajı da dikkate mazhar idi.
Grooveshark’a Yine Engel Müziksiz olmaz diyenlerin vazgeçilmez sitesi haline gelen Grooveshark’a yine engel geldi. En son 2010 Eylül’de engellenen site yeniden Türk takipçilerine karşı engellendi. “Bu siteye erişim mahkeme kararı ile engellenmiştir” yazısının çözümleri yasal olmayan yollarla elbet basit. Daha önce de YouTube, yine Grooveshark gibi pek çok siteye erişimi engellenen internet kullanıcıları bu duruma karşı oldukça antremanlı olduğundan pek sorun etmiyor. Ancak siteye erişimin
neden engellendiği de ayrı bir merak konusu. Siteye girişte tek bir cümle bizi karşılıyor ve nedeni dahi yazmıyor. 2010 yılında MÜYAP ile sorun yaşayan site, bu sorunları çözdükten sonra yayına son sürat devam ediyorken yeniden bir engelleme ile karşılaşılması ilginç. Spotify gibi yeni bir alternatifi olmasına rağmen kaliteli ses, reklamsız çalma listeleri ile sevilen siteye yeniden yasal yollarla giriş yapmak için beklemedeyiz. -Kamer
Winamp’ten Büyük Veda Sene, 98... Windows 95’ten Windows 98’e terfi etmişiz. O zamana kadar bilgisayardan sadece MIDI ve WAV dosyalarını müzikten sayıp dinlerken, Audiorack adındaki programa alışığız. Formatla beraber giden Audiorack’in yerine bilgisayarcının koyduğu programın adı ise Winamp. Nullsoft üretmiş. Şarkı yoksa oynattığı tek şey, “EA Sports, it’s in the game” sloganını çok yanlış yerinden anlayan bizlerin yine yanlış anladığı “Winamp, it really whips llama’s ass” sloganı idi. Kendinden nostaljili, birçok nesli büyüten bu ortam oynatıcı
bilgisayar programının üreticisi Nullsoft, 20 Kasım’da Winamp’i son bir güncelleme ile sona erdirdiğini açıkladı. 20 Aralık’a kadar da süre verdi, bu tarihe kadar program indirilebiliyor olacak, ardından winamp.com ve içerisindeki her şey yayından kalkacak. Bize de ancak Winamp’i üçüncü parti ortamlardan indirip kurmaya ve kullanmaya devam etmek kalacak. Gün geçtikçe elimizdeki sürüm eskiyecek ve kim bilir kaç sene sonra uyumsuzluklar ve kullanışsızlıklar paydah olacak belli değil, ama o gün gelene kadar inatla kullanmaya devam... -Alper D.
Satrancın Şampiyonu Değişti 22 yaşındaki Magnus Carlsen, yılların satranç şampiyonunu yendi ve dünya şampiyonu oldu. Viswanathan Anand ile masaya oturan Carlsen, 12 oyun üzerinden yapılan karşılaşmada son 2 oyunda yaptığı hamlelerle dünya şampiyonluğu ünvanını kaptı. “Şah ve mat” dedi ve 2000 yılından beri şampiyonluğu kimselere kaptırmayan Anand’dan ünvanı aldı. -Kamer
11
Hıfzı Topuz
Gazeteci ve yazar Hıfzı Topuz, Nazım Hikmet ve Tevfik Fikret’ten sonra Namık Kemal’in hayatı ile edebiyat dünyasına yeni kitabını sunuyor: Vatan Sattık Bir Pula.
Gezi Parkı Eylemi’ne Katılan Tiyatrolara Ceza! Gezi’ye katılanlar mimlenmeye devam ediyor; Gezi Parkı eylemlerinde yer alan tiyatrocuların tiyatroları bu yıl devletten destek almıyor.
İ
stanbul 6’ncı İdare Mahkemesi ve 2 Nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararı olduğu halde Topçu Kışlası’nı Taksim Yayalaştırma Projesi çerçevesinde imar izni olmadan yeniden inşa edilmeye çalışıldı. Ve insanlar hem yeşilin hem de yasanın yer almak adına Gezi Parkı’nda silahsız bir şekildekitap okuyarak, çadırlarda kalıp nöbet tutarak tepkilerini gösterdi.
12
ifade edildi: Gezi Parkı eylemlerine katılmak ve destek vermek. Yardım alamayan tiyatrolar arasında Genco Erkal’ın kurucusu olduğu Dostlar Tiyatrosu, Levent Kırca’nın Tiyatrosu, Ferhan Şensoy’a ait Ortaoyuncular, Kürtçe oyunları olan DESTAR, Gezi Parkı olaylarını anlatan bir oyun sahneleyen Talimhane Tiyatrosu bulunuyor.
Bütün bunlardan sanatın bir dalı olan tiyatro nasıl etkilenebilir ki? Şimdi de 27 Mayıs tarihinde başlayan eylemlerde yer alan ve bu eylemlere destek olan tiyatrocuların başı dertte.
Eylemler bitse ve bu eylemlere katılmak insanların yasal hakları olsa da hükümetin mimleme, cezalandırma ve susturma politikası son sürat devam ediyor. Bundan maalesef sanat da sanatçı da ziyadesiyle nasibini alıyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı 2013-2014 sezonu için bu tiyatrolara eylemlere katıldıkları için destek ve yardımda bulunmayak. Gerekçe ise açık açık
Demek ki şimdi eylemlere bu eylemlere katılanları destekleyerek devam edeceğiz. Herkese bol tiyatrolu bir sezon olsun! -Kamer
Daha Fazlası Madem cezalandırılıyor bu tiyatrolar, bu oyunlara gitmesek olmaz: Talimhane’de Taksim Meydanı’nı; Dostlar Tiyatrosu’nda Ben Bertrol Brecht ve Yaşamaya Dair tiyatro severleri bekliyor.
Erkek Tarafı
Başka Dilde Aşk ve Atlıkarınca ile dikkatleri çeken İlsen Başarır’ın yeni filmi Erkek Tarafı vizyonda! Mert Fırat, Emre Karayel, Metin Coşkun ve Onur Ünsal ile bol kahkaha!
7PF2P
Pink Floyd severlere müjde! 7 Pink Floydlar ve 2 Prenses 30 Kasım’da Bronx’ta sahnede. Pink Floyd gelmese de önemli değil, bu konser kaçmaz!
Tehlikeli Oyunlar 9 günlük dev bir tatilde yapayalnız kalmak, sürekli bir yere yetişmek zorunda olduğumuz şu dünyada çalışmalarımızı toparlamak için bulunmaz bir nimet. Ama elbette kullanmasını bilene! Geçtiğimiz sayının olması gerekenden çok ileri bir tarihte çıkmasının sebeplerini burada paylaşacağım. Amacım kötülük. Bu amaçsız oyunlara bulaşıp, bütün tatili boşa geçen benden eksik bir yanınız kalmasın maksat. Aşağıdan buyurun... -Alper D.
clickingbad.nullism.com - Breaking Bad’in tek sahnesini bile izlemiş değilim. Half Life’dan Gordon Freeman’ın çakması görünümündeki adamın adını dizi bittikten sonra kaçınılmaz bir şekilde öğrendim. Benzer şekilde, ortamlarda “Walter Reyiz” diye çağırıldığını da... Konuşulandan kaçış olmayınca, dizideki üretim muhabbetinden ilham alınarak yazılan Clicking Bad oyunundan da kaçamadım. Bütün çılgınlığı o başlattı. Oyunda tek yapılan şey, tıklama yoluyla uyuşturucu üretip satmak. Belli miktar satıştan sonra alınacak eklentilerle bu tıklamalar otomatikleştiriliyor ve artık oyuncu için tek amaç saniye başına üretim ve satışı çoğaltıp dengede tutmak. Denge sağlanmazsa üretimin hakkı verilmiyor çünkü.
orteil.dashnet.org/cookieclicker - Clicking Bad’den yakamı zar zor kurtarmıştım ki, bu sefer de bu lanetli oyun, Cookie Clicker başıma musallat oldu. Mantık yine aynı, başta kendimiz tıklayıp, yükseltmeler aldıkça tıklamayı otomatikleştirip üretim hızını sınırsızca arttırmaya çalışmak. Bunun farkı, satış diye bir şeyin olmaması. Tek kanaldan üretime odaklanıyoruz. Yükseltmeler aldıkça hem üretim hızlanıyor, hem de bir sonraki yükseltmenin fiyatı artıyor. Bu işin sonu olmadığı için belli bir aşamadan sonra fiyatlar astronomik seviyelere çıkıyor. Bu densiz artışlar sebebiyle, aslında göreceli bakınca, üretimimiz hızlanmıyor, yerinde sayıyor. Oyun da bir güzel naniğini geçiyor. Bu arada unutmadan, bu kez kurabiye üretiyoruz.
candies.aniwey.net - Clicking Bad’den bahsedenler aynı zamanda Cookie Clicker ve Candy Box’tan da bahsediyordu. Dolayısıyla Candy Box’a bulaşmam da geç olmadı. Bu seferki durum tamamen farklı, şekerler baştan otomatik olarak artıyor. Sonra karşımıza çıkan satıcının tekliflerine cevap verdikçe macera başlıyor. Ormana gidip savaşıyoruz filan... İyice ilerleyince oyun iyice karışıyor sanırım. Görüntülerin hepsi metin formatında.
speed-warp.net - Cookie Clicker’ın yapımcısının Twitter profilini kurcalarken Warp’ı keşfettim. Kurabiyeli oyundan ilham alan birisi, oyununu Kurabiyeli oyunun yapımcısıyla paylaşıyordu. Bence daha ziyade Candy Box’tan ilham almış gibi görünüyor. Görüntüler yine düz metin karakterlerden oluşuyor. Bu sefer şekerler değil, zaman otomatik olarak artıyor ve satıcının yerini jetonlu atari almış durumda. İlerleyince dallanıp budaklanıyor.
13
Mr. Hure’a “merhaba” deyin.
Mr. Hure İkinci ve üçüncü sayılarımızın kapak fotoğraflarında tesadüfen imzasını gördük. Twitter’da 33 bin kişi kendisini takip ederken onu biz de bulduk. Beyoğlu’nun dar sokaklarını, dik yokuşlarını gezip işlerine kısaca göz attık ve renkli dünyası hakkında konuştuk.
H
enüz onlu yaşlarında arkadaş ortamında tanıştığı graffitiye sevdiği basketbolcunun adını yazarak başlıyor: Çiko! Hure isminin hikâyesini de şöyle anlatıyor: “Üç dört yıl her yere Çiko yazdım ama daha sonra bu işi severek yaptığımı anladım ve harflerin yan yana güzel duracağı bir isim aramaya başladım. Hure ismini buldum”. Almanca’da “fahişe” anlamına geldiği için bu ismin başına İngilizce bir kısaltmayı getirerek Mr. Hure olarak sabitliyor kendini. İsim önemli değil, önemli olan duvarların renkli olması. Yine de arşivlemek konusunda üşengeç olduğunu saklamıyor.
14
2000’lerin başında patlayan satanizm furyasından da nasiplerini almışlar. “Çünkü Türkiye’de yazının geçmişi çok karanlık, duvarlara yazı yazarken öldürülen insanlar var 80’lerde” diyor. Şimdilerde ise polis “çabuk bitir git” derken Karaköy’den Galata’ya çıkan yokuşta, kimi dükkân sahipleri kendi kepenklerini boyamasını istiyor.
“Hafta içi takım elbiseyle, elimde kalemle, spreyle gezdiğim zamanlar da oluyor”
Aslında işletme mezunu. Yani çizimle ilgili bir eğitimi yok.
röportaj & bazı fotoğraflar: Rıza Şahin
Gündüzleri tam zamanlı bir işi var, geceleri ise duvarlar bekliyor onu. Bir nevi Clark Kent! Son dört yıldır graffitiden de para kazanıyor. Gece kulüpleri, ajanslar… İç mimarlar ile çalışıyor bazı işlerde. Böyle dönemlerde günde üç saatlik uykular ile bir hafta geçirdiği oluyor fakat bu durumdan da şikâyetçi değil. Çizimle ilgili bir iş düşünüp düşünmediğini sorduğumuzda “Graffitinin yanında çizimle alakalı başka bir iş yapsam büyük ihtimalle sıkılırdım.” diyor. Hatta bu iki alakasız uğraşın birbirini dengelediğini ekliyor.
“İnsanlar graffitiyi bilsin artık!”
Kendisini keşfettiğimizde Twitter sayfasındaki takipçi sayısına takılmıştı gözlerimiz. Bunu sosyal medyayı erken keşfetmiş olmasına bağlıyor. Bir dergi için hazırladıkları Google graffitisinin
fotoğrafını internette gördüklerinde, sosyal medyanın içinde buluyor kendisini. Reklam twittleri atması konusunda fikir veren insanlara cevabı net: “Benim amacım graffiti kültürünü bilmeyenlere anlatmak.” Çünkü Türkiye’deki graffitici sayısı az. “Türkiye’nin tamamındaki graffiticilerin toplamı belki Berlin Kreuzberg’deki kadar yoktur.” diye serzenişte bulunuyor. Amerikan ‘old school’ stillerine yakın hissediyor kendisini. Almanya’da ilk graffiti kültürünü başlatan Amok ve Cowboy 69’u, kendi grup arkadaşı Leo’yu ve kaligrafi tarzında iş yapan KRYS’yi beğendiğini söylüyor. Sokakları ve duvarları renklendiren bu işlerin bir mesaj vermesi gerekiyor mu peki? Hiç kasılmadan, gayet rahat bir şekilde anlatıyor: “Amaç ismini göstermek, diğer graffiticilere ‘ben buradayım’ demek.” Diğer yandan stencil ile yapılan işlerde güzel
15
mesajlar verildiğini söylüyor ve Banksy’yi anıyoruz.
“Yahu bunu dümdüz nasıl çekiyorsun?”
Bu noktada Gezi olaylarına değinmeden edemiyoruz. Hepimiz duvardaki yazıları, grafikleri gördük. “İnsanlar sprey boyayı tanıdı, kullanabileceklerini anladılar.” diyor. Çünkü insanlar bilmedikleri bir şeyin zor olduğuna dair ön yargı geliştirirler. Düz çizgi çekmek bile zor görünür onlara. Oysa bir pratik içinde boyayı kokladıklarında durum değişiyor. Peki, bu sprey boyaların tarihi nedir? Graffiti için mi üretiliyor? Tüm merakımızı gidermek
16
konusunda bonkör davranan Mr. Hure anlatıyor. “İlk başta ya buzdolabı boyası ya da araba boyası olarak satılırdı. Amerika’da ve Almanya’da o kadar çok tüketilmeye başladı ki graffiticilere özel boya üretmeye başladılar. MTN, Montana ve Belson diye üç marka var. Bunlar tamamen graffiticilere özel boya üretiyorlar ve bulundukları ülkeden 80 ülkeye sprey dağıtıyorlar.”
“This is my World”
Üreten her insanın ayrı bir köşede tuttuğu bir ya da birkaç üretisi vardır. Bu bir beste, fotoğraf ya da resim olabilir de graffiti olamaz mı? Renkleri bir arada tutmaya kendisini adamış bir adamın dünyasını rengârenk bir küre anlatır elbette. Uzaydan bakıldığında artık eskisi gibi yeşil ve mavi görünmeyen yerküre değil. “Biraz beni anlatıyor. Bir dünya, içi rengârenk… Bir veya iki renk yok orada bütün renklerin
karışımından oluşan bir bütün var.” İşte böyle tarif ediyor dünyasını.
“Herkes graffiti yapabilir…”
Sanki esas amacı graffiti yapmak değil de insanları duvarları boyamaya teşvik etmek. Graffiti öğretmen-öğrenci, usta-kalfa ilişkisi gerektiren bir alan değil ona göre. O yüzden yeni başlayanlara vereceği tavsiyeler de belirli. “Oturacaksın, kâğıdı alacaksın önüne, başlayacaksın çizmeye. Sürekli harf çalışacaksın. Sonra alacaksın spreyi eline sokağa çıkacaksın, duvarları boyayacaksın ve çok araştıracaksın. Yetenekli insanın yapacağı iş çok daha iyi oluyor ama graffiti yetenek gerektirmiyor bence. Çok çizmek gerekiyor. Çok çizersen bir stilin olur. Kötü stil diye bir stil var yani graffitide. O yüzden herkes graffiti yapabilir, yapsın da zaten!”
Keti Alternatif müzik dünyasının gürültülü yollarında ilerleyen yeni bir grup ile karşı karşıyayız. Bu sefer büyük kentlerin büyük mekanlarından değil Anadolu’nun keyifli şehri Eskişehir’den...
2
009 yılının Haziran ayında geçmiş projelerini sonlandıran Egemen Sarıkaya ve Hüseyin Deniz tekrardan bir araya gelme kararı aldı. Böylece Keti’nin temelleri atılmış oldu. Kendi müziğini üreten bir grup olan Keti’ye 2010 yılının Ocak ayında Serhat Şenel’in, 2011 Mart ayında Erhan Tonbul ve Ersin Dumlu’nun katılımıyla son halini almış oldu.
Kapaktan çıkan müzik
İlk performanslarını da yine alternatif müziğin Türkiye’de öncü gruplarından Manga’nın ön grubu olarak geçekleştirdiler. Grubun kariyeri ve bilinirliği için en büyük adım Fanta Stage yarışması. Bu beste ve performans yarışmasında 1000 katılımcı arasından 30
grup parçalarını Marşandiz Stüdyolarında yeniden kaydetti. Finale kalan 10 grup arasında Keti de bulunuyordu. Kalan 10 grup artık yarışmanın başka bir aşamasındaydı. Bilindik bir çok ismi bünyesinde barındıran müzik seminerleri. Klavye ve aranjede İskender Paydaş, Pentagram’dan yıllardır tanıdığımız Metin Türkcan, Tarkan Gözübüyük, Gökalp Ergen, davul seminerlerinde Burak Gürpınar ve Pamela Spence... Kalan ilk 10 grup Ghetto Bar’da gerçekleştirilen final gecesinde canlı performansları ile tekrar juri karşısına çıktılar. Nihayetinde 2 gruptan hangisinin birinci olacağı ise halk oylamasına kaldı. Halk oylaması devam ederken Keti Fanta Gençlik Festivali’nde 16 şehirde Manga
Peki ya albüm?
Henüz Manga A.Ş. stüdyolarında yapım aşamasında. Çok yakında albümü Pasaj Müzik etiketi ile bizlere ulaşacak.
ve Tarkan’ın ön grubu olarak sahne aldı. Bu sefer kayıtlar SAE stüdyolarında Manga ile beraber düet şeklinde kaydedildi. Sonuç olarak Keti bu yarışmada Türkiye birincisi oldu. Hem de kariyer yolunda birçok usta isimle birlikte çalışma fırsatı bulmuş oldu. Birçok alternatif grup kendini insanlara duyurmak konusunda sıkıntı çekiyor ve seslerini ancak bulundukları ilin sınırlarına kadar ulaştırabiliyor olsalarda Keti Fanta’nın sunmuş olduğu fırsatı iyi kullandı. Rakamlara bakacak olursak kendilerinin şu an 21.000’e yaklaşan bir Facebook takipçi sayısı var. Üstelik henüz albümleri raflarda boy göstermedi. Müziğin gürültülü tarafında kendilerini gösteren bu genç grubu mysapace adreslerinden ve Youtube’dan dinleyebilirsiniz. -Rıza
17
Her perşembe saat 22.00-1.00 arası radionovo.com adresinde Alper Kara sevdiği nağmeleri dinletiyor.
Değerli oku y ucular merhaba...
yazı: Alper Kara
Hoşçakal Lou Reed
Malumunuz Lou Reed’i kaybettik. Kendisiyle ilgili kişisel mazim lise yıllarına uzanır. O vakitler severek dinlediğim bir radyo programında “Muzlu” albümün hikayesi anlatılıyordu. The Black Angel’s Death Song, I’m Waiting for the Man gibi eserleri hayranlıkla dinlerken, sonraki hafta gösterime girecek olan The Doors filminde Heroin’le, Andy Warhol ve Nico’yla karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Sonrasında o zamanın kısıtlı imkanları dahilinde bu adamı ve müziğini araştırıp keşfetmeye koyulduk. İlk baskısı sadece 300 adet olan The Velvet Underground & Nico albümünü yurdumuzda bulmaya çalışmak, Lakers’ın herhangi bir maçına ön sıradan bilet bulmakla eşdeğer bir hayaldi. 1970 senesinde solo çalışmalarına başlayan Reed, ilk
18
iki albümünün prodüktörlüğünü de yapan silah arkadaşı David Bowie kadar olmasa da değişime açık yanı, cüretkar şarkı sözleri ve her anlamda şok eden şarkılarıyla geçtiğimiz 50 yılın tarihini yazdı. Trainspotting’in en metaforik sahnelerinden birinde kullanılan Perfect Day, hayatlarımızın kimi romantik sahnelerine adeta çakıldı. Birçok grup ve şarkıcıya ilham kaynağı olmuş bu değerli müzisyenin maalesef tek şarkısının bu denli popüler olması da sanatçının bahtsızlığı olsa gerek. İçki, ağır madde bağımlılığı ve gece gündüz demeden underground’un dibine vurmasından mütevellit geçtiğimiz mayıs ayında gerçekleştirilen karaciğer naklinden sonra daha fazla dayanamayan Lou Reed Ekim ayında aramızdan ayrıldı. Böylelikle efsane The Factory’den (Andy Warhol,
Üstte Bono, yine bir kürsüde.
Ölümünün ardından tüm dünyadan taziyeleri hep birlikte okuduk. Ülkemizden birkaç yorumu şu linkten görebilirsiniz. Yorumu size bırakıyorum… goo.gl/0qXB6F
Edie Sedgwick, Nico, Sterling Morrison, Gerard Malanga, Jean-Michel Basquiat ve diğerleri) bir isim daha eksilmiş oldu. Kendisi gibi müzisyen olan eşi Laurie Anderson ardından içleri dağlayan bir mesaj yayınladı. Tercihleri hayatı gibi çalkantılı olan Reed’in uzun süre birlikte yaşadığı Anderson bir gün telefonda “Bugüne kadar yapmak isteyip yapamadığım birçok şey var. Almanca öğrenmedim, fizik okumadım, evlenmedim” deyince Reed’den “Neden evlenmiyoruz?” cevabını alıyor. Kalanını Laurie Anderson’dan dinleyelim: “Sadece ben, Lou, bir de ağaç vardı yanımızda ve daha önce hiç nikah yönetmemiş biri. Ama dans ettik o ağacın altında. Gerçekten”. Lou Reed çok sevdiğim bir müzisyendi, çok üzüldüm ve şu satırları yazarken hala üzgünüm. Umuyorum mecmuamızın bir
Programın adı Closedown, hatırlayın...
sonraki sayısında bir ölüm haberi yazmak zorunda kalmam zira kendimi Red Kit’deki cenaze levazımatçısı gibi hissediyorum.
U2 neden hala var?
Reed’le Zoo TV turnesinde uydu marifetiyle “Satellite of Love”ı söyleyen Bono ve arkadaşları ‘Mandela: Long Walk to Freedom’ filminin müzikleri için 3 yıl aradan sonra ‘Ordinary Love’ şarkısını yayınladı (alınmaca, gücenmece yok; ben bu Mandela’yı Atatürk Barış Ödülü’nü reddettiği zamandan beri sevmem). Anlaşılan Bono müzisyen olduğunu tekrar hatırlayabildi. U2’nun yaptığı son iyi albüm Achtung Baby olmuş ve akabinde Bono şirazeyi kaybetmişti. Kabul edeyim lisede en sevdiğim 3 gruptan biri olan U2’nun (diğerleri The Cure ve Depeche Mode) ekmeğini çok yedik. Nefis şarkı sözleri, politik duruşları ve The Edge’in müthiş rifleri aklımızı almıştı. Özellikle Rattle and Hum, The Joshua Tree ve az evvel andığımız Achtung Baby’den çıkan single ve videolar hakikaten çok güzeldi. Ne zaman ki o gözlükleri taktı Bono tuhaf bi adam oldu. Birlemiş Milletler’de konuşma yapıp (sözde üçüncü dünya ülkelerinin borçlarının silinmesi talebinde bulunmuştu), ABD başkanıyla görüşmesi, Afrika’ya gidip şov yapması ve son olarak 360º turnesi vesilesiyle geldiği güzel İstanbul’da (Mayıs 2010) Boğaz Köprüsü’nün kapanmasına sebebiyet vermesiyle rahmetli annesi şehir ahalisi ve rock severler arasında çokça anılmıştı. “Çok para adamı bozar” ifadesinin yürüyen kanıtı U2, böyle çapsızlıklara imza attığı günlerde sosyal medyanın yavaştan yükselişe geçtiği zamanlardı ve sanırım en büyük öngörüsüzlüğü yaptıklarını çok sonra ve acı bir şekilde anladılar. Kariyerlerini birlikte inşa ettikleri dinleyicilere muazzam kazıklar atarak ardından tekrar takdir bekleyerek kendilerini bitirdiler. Yiğidi
Üstte, rivayetlere göre Lou Reed’in çekilen son fotoğrafı.
Bilbo Baggins kızınca bunu yapıyor. Bir kere de değil... Daha fazlası şu adreste: goo.gl/TPE2Zo
öldürürken hakkını da verelim; sayelerinde Wim Wenders’ı, Delmore Schwartz’ı, William Burroughs’u ve Gavin Friday’i tanıyan bir nesil de oldu. Unuttukları ise rock dinleyicisinin her daim protest, isyankar olması ve sürekli sorgulaması oldu. Bono; sözde insani yardım adı altında yaptığı PR çalışmaları, kendi ülkesi İrlanda’da vergi kaçırmaları, tarihin en düşkün siyasilerinden Tony Blair’le ahbaplığı (ki kendisini W. Bush’la tanıştıran Blair olmuştur) ve sahtekar gülümsemesiyle cebini dolduran Bono… Yeni albüm yapsan kaç yazar? Pahalı cipinden “metrobüstekileri görünce ağlıyorum” diyen sunucu kadından ne farkın var?
üzerine biraz daha sövmeye ne dersiniz? Yüzüklerin Efendisi ile bizi yıllarca bekleten ve para iştahlısı Bono’yla yarışan Peter Jackson biliyorsunuz ilk Hobbit filmini geçen yıl bu aralar piyasaya sürmüştü. Filmi sinemada değil, internetten izleyenlerdenim ve hayatımın 3 saatini bu dandik filmle harcadığım için pişmanım. Geçenlerde ikinci film The Hobbit: The Desolation of Smaug’un afişlerini gördüm. Aralık ayında vizyona girecek bu filmden şimdiden tiksinmek için sebep arıyordum buldum (yandaki fotoğrafa bakınız). Arpası fazla gelen Martin Freeman eğer topraklarımızı ziyaret ederse, bu hareketlerini sülalesini kapsayacak şekilde kendisine iade edeceğimizi belirtirken sorBir anekdotla mevzuyu bağla- mak istiyorum sizlere; böyle yasım var; bir konser esnasın- gereksiz bi üçlemenin peşinde da Bono “Şimdi sizden mutlak koşacak enerji kaçımızda var? sessizlik istiyorum” der. “Her defasında elimi çırptığımda Önümüzdeki ay görüşünceye Afrika’da bir çocuk ölüyor”, se- değin; kolpalara değil gerçekyircilerden biri bağırır “O za- lere gözünüzü açın lütfen. Heman alkışlamayı kes, şarkı söy- piniz benden çok okuyan, göle!”. ren, bilinç sahibi insanlarsınız. Esen kalın saygıdeğer okuyuBu kadar öfke muhabbetinin cular…
19
“Aslında çok komik birşey var, ben kaç para ettiğimi biliyorum. Kaç kişi söyleyebilir bunu? Üç bin dolar ediyorum. Çünkü Mustafa benim için o kadar ödedi. Yani tam iki buçuk iPhone.”
geçen ay gittiğimiz kültür sanat olayları, izlenimler...
Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi 2011’da sahnelenmeye başlanan ve 2012 yılında aldığı ödüllerle isminden iyice bahsettiren oyun, bu yıl da Şişli Black Out Sahnesi’nde seyircilerini bekliyor. Oyun Lucy Kirkwood yarafından yazılıp Seçil Honeywill tarafından uyarlanırken Mehmet Ergen tarafından yönetiliyor. Başrollerini Esra Bezen Bilgin ve Güliz Gençoğlu’nun paylaştığı oyun 75 dakika ve tek perde.
O
yunun ismini ilk kez bir kültür-sanat programında duydum. Akılda tutması zor ama her duyulduğunda da etkileyici bir isme sahip. Ödüller topladığını duysam da hiçbir zaman dönüp de konusunu okumadım; kafamda
20
gümbür gümbür bir aşk senaryosu yaratmış ve “Acaba böyle bir şey çıkacak mı?” diye gideceğim güne bırakmıştım merakımı gidermeyi. Bir aşk hikayesi desek yanlış olur ama aslında aşk da var içinde. Hayat var, insanın canını sıkacak kadar çok
gerçek ve acı var ve hepsinden öte de kadın var! Dijan ülkesinden kalkıp Türkiye’ye, İstanbul’a para kazanmak için geliyor. Duyduğuna göre zengin bir ailenin çocuğuna bakması yetermiş iyi para
21 Ekim 2013 Şişli, İstanbul
»»ÖDÜLLER 24 Aralık’ta izleyicileriyle buluşmayı bekleyen oyun, 2011 yılından beri oynanmakta. Ve bu süreçte de birçok ödül aldı: • •
• • • •
2012 - Afife Jale / Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu Ödülü 2012 - Sadri Alışık / Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu & Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu Ödülleri 2012 - Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Yılın Tiyatro Oyuncusu Ödülü 2012- Tiyatro Ödülleri Yılın Çevirmeni Ödülü 2012- Tiyatro Ödülleri Yılın Kadın Oyuncusu Ödülü 2011 - Direklerarası Seyircileri Küçük Salon En İyi Kadın Oyuncu Ödülü
kazanmak için. O kadar saftır, o kadar iyi niyetlidir ki hikâyesini, bizler gibi İstanbul’un yırtıcı sokaklarından kaçarak büyüyenler “Yok artık!” diyerek şaşkınlıklar içinde karşılayabilir. Dijan kendini önce bir adamı severken, sonra da pasaportuna el konulup fuhuş yapmaya zorlanırken bulur. Esra Bezen Bilgin ve Güliz Gençoğlu’nun başrollerini paylaştığı oyun, sadece ismiyle ya da konusuyla değil, bu iki kadının muhteşem oyunculuğuyla da dikkat çekiyor. Etkileyici bir senaryo, büyüleyici oyunculuklar görmek için bu oyun kaçmaz! -Kamer
Sen Aydınlatırsın Geceyi Leyla ile Mecnun fanatikleri bir yana, Onur Ünlü fanatikleri bir yana, bir de filmin bilinen dağıtım kanallarının kullanılmadan gösterileceği açıklaması eklenince seyretmesi iyice zorlaşan bir siyah-beyaz seyirlik oldu film. Neyse ki İTÜ gösterimlerinde yakaladım ve bu keyfi paylaşmadan geçmek istemedim buradan. Film genç L&M’ciler için ne kadar anlamlıydı bilemem, olur olmaz sahnelere gülmek için gelen neşeli arkadaşlara verdiği mesaj da farklıydı belli ki. Ama bana verdiği başka bir şey vardı Eflatun Film’in, Onur Ünlü’nün, Ali Atay’ın, Ahmet Mümtaz Taylan’ın, Demet Evgar’ın, Serkan Keskin’in, tüm filmin.
hüzünlü, tek başına, dertli insanlarını görüyoruz. Süper güçler bir işe yaramıyor çünkü. Hayatın o kendi başınalığını, elimizi kolumuzu bağlayan çerçevesini söküp atmaya yaramıyor süper güçler. Ve filmin adı, bildiğimiz (belki de bilmediğimiz) Shakespeare’in o muhteşem sonesinden geliyor aslında. Ay ışığına benzetilen sevgiliden. Cemal’in aşkı öylesine küçük bir kasaba için böylesine büyük çünkü.
Siyah beyaz bir kasa31 Ekim 2013 bada siyah beyaz bir Hızlı koşan bir Ege şiİTÜ, İstanbul hayatı olan Cemal (Ali vesi, Nuri Bilge CeyAtay) bize küçük kalan gibi değil belki ama sabaların o sıkıcı boğusiyah beyaz anlatılan bir cu hayatını, belki o hayatın, kasaba hüznü, kendi halleribelki de kendi hayatındaki te- mizi görmenin tanıdık huzurmel sarsıcı faktörlerin etkisiy- suzluğu 1 saat 47 dakikanın su le hafif uçmuş kafasıyla gördü- gibi akmasını sağlıyor. Bittiğiğü kadarını gösteriyor. İntihar ni anlamıyorsunuz filmin. Ve ediyor Cemal, âşık oluyor Ce- aklınızda bir düstur, çıkıyorsumal, fırtınalar atlatıyor. Küçük nuz filmden: “Zamanı durdurbir kasabanın hiçbir işe yara- manın bile faydası yok, istedimayan süper güçlerle donan- ğin zaman başlatamadıktan mış bir sürü yalnız, mutsuz, sonra.” -Melis
21
25 Ekim 2013
Nehir
Moda, İstanbul
2013 - 2014 sezonu Oyun Atölyesi’nde heyecanlı başladı. Canan Ergüder, Ayça Bingöl ve Haluk Bilginer Nehir oyunu ile sezona “merhaba” dedi.
D
aha önce Krek’te Berkun Oya’nın yönetmenliğinde Bayrak oyununda izlediğimiz Canan Ergüder ve geçtiğimiz sezon Öyle Bir Geçer Zaman ki dizisiyle sevenlerine veda eden Ayça Bingöl Haluk Bilginer ile tiyatro sahnesinde yeniden karşımıza çıkıyorlar. Oyun boyunca ilişkiler, aldatma, aldatılma kavramları, kadın ve erkeğin ilişkideki duruşları sorgulanıyor. Oyunda duyduğunuz, güldüğünüz ve belki de saçma bulduğunuz soruları oyun bitiminde yanınızdaki sevgilinize sormamak imkansız. “Buraya daha önce kaç kadınla geldin?” Oyun henüz başlamamışken sahnede ilk dikkat çeken dekor
22
oluyor. Ve Ayça Bingöl ile oyun başlıyor! Oyundaki pek çok sahne ilgi çekici. Ancak bana kalırsa temposu düşük olduğu halde oyunun en samimi sahnesi Canan Ergüder’den geliyor. Aldatan bir adama karşında ensakin duruşu sergiliyor. Büyük oyunculuklar yanında küçük küçük ama daha içten oynuyor ve seyirciyi tam da o anda avucunun içine alıyor aslında. Nehir, oyunculuklar ve konu olarak izleyiciyi tatmin ederken müziğine de değinmeden edemeyeceğim. Tolga Çebi’nin oyun için bestelediği parça oyundan çıkarken de hala kulakrımızdaydı. -Kamer
12 Kasım 2013 Konak, İzmir
»»DEMIRBAŞ LISTESI
B
u ay evindeki kültür-sanat nesnelerinin güncel çetelesini çıkarmak için şanslı konuğumuz Melis Mine Şener. Kendisi 2007 sonbaharından bu yana Boo! için edebiyat ve mitoloji üzerine yazıyor. Doğal olarak en uzun cevabı da son aldığı kitap üzerine oldu: En son hangi albümü aldın? Albüm almıyorum artık pek ama en son “Ayselin” albümünü aldım, bir de Nilüfer’in “13 Düet”ini... Yolda radyo dinliyorum, evde de… Ama işte bazısı anmalık, alınıyor. Sinemada en son hangi filmi izledin? Behzat Ç. Ankara Yanıyor’u izledim. Cuk oturmuş. Aksiyon sahneleri gereksiz abartılı olsa da seviyoruz amirimi.
Masal Müfettişi Yeni sezonda bir yandan kendi mekanları olan Ses Tiyatrosu’nda sezonluk oyunlarını sergilerken, bir yandan turneye de çıkan Ortaoyuncular, 11 ve 12 Kasım tarihlerinde İzmir’e uğradılar. Atatürk Kültür Merkezi’nde sahnelenen oyunda zamana göre kendini güncelleyen masallar birbirleriyle paslaşarak yaşamaya devam ederken, birdenbire sahneye giren üniformalı masal müfettiği, sahneyi masalların karakterlerine dar ediyor. Hem güncel, hem de genel-geçer iktidar kavramına fena geçiren oyun, ikinci yarıda zaman zaman Olacak O Kadar yüzeyselliğine düşse de Ferhan Şensoy’un kendi şahsına münhasır “Ferhanca” dili neredeyse bütün karakterlerde
hissedildiği için, oyun akıllarda inanılmaz keyifli kıvraklığıyla kalıyor. Ferhan Şensoy oyunda canlandırdığı iki karakterle birden, duruşuyla ve ağzından çıkan her bir kelimeyle bile kendisini ilk defa izleyenleri büyülüyordu, o kesin. Ama diğer yandan La Fontaine karakterini kadınlaştıran Elif Durdu da muhteşem bir performans sergiledi, onun konuştuğu sahnelerde tempo oldukça yukarılardaydı. 23-25 Aralık’ta Ferhangi Şeyler İzmir’e geliyormuş. Ona da gidicez, doyamadık -Alper D.
En son hangi kitabı aldın? En son idefix’ten 20 kitaplık bir siparişim geldi. Hakan Günday’ın Daha’sından, Patrick Süskind’in Güvercin’ine, Nezihe Meriç’ten Alacaeren’den, Ahmet Haşim’in Frankurt Seyahatname’sine pek çok kitap bir arada, topladım aldım. Ondan önce de Sahaf Festilvali’nden Cin Ali serisini almıştık Kamer’le… Video oyunlarıyla aran nasıl? Hiiiiiiiiç anlamam, hiç aram yok. Ben bu oyun işlerini hiç beceremedim, vaktim de yok ki oynamaya zaten. Bu ara hangi dergiler evine giriyor? “Ot” dergisi alıyorum. Onun dışında düzenli bir dergi yok. “Atlas” oluyor bazen, bazen “Formsante”. Koleksiyonculuğa devam mı peki? Or’da durucan :) Shot Bardağı, pul, kitap ayracı, magnet ve posta kartı koleksiyonu yapıyorum. Ama sanırım yer kaplama sebebi ile shot bardağı ve magneti bırakacağım artık.
23
Yekta Kopan:
“Anlayabilmek için yazıyorum.” Sohbeti, inceliği, parlak sesi ve bilgisini ışıklarca ekrandan, sayfalardan, kulaklardan taşıran bir “yaratıcı” Yekta Kopan. Bu ay yeni kitabı Aile Çay Bahçesi’nden yazarlık deneyimlerine, toplum üzerine düşüncelerinden kendi yansımalarına geniş bir yelpazede açılan renkli sohbetiyle Boo!’ya konuk oldu. İnsanlarla hakkınızda sohbet ettim. “Yekta Kopan deyince aklınızda neler uyanıyor?” diye sordum. Aldığım cevaplar, aile ilişkileri üzerine yoğunlaşmanız üzerine oldu. Dahası, “karamsar” bir bakış açısına sahip olduğunuz söyleniyor. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz? İnsanların, yazdıklarınız üzerine yaptıkları yorumlar doğrudan sizi yansıtır mı bilemiyorum; ama bir yazar olarak yazma serüvenimin içinde temel izleklerim, baktığım noktalar ve bunlara bir bakış açım var. Baktığım noktalar, toplumun iç ilişkileri ve toplumu oluşturan elementlerin ilişkileri: Bireyin bireyle, annenin kızıyla, babanın oğluyla, ailenin kendi içindeki ilişkisi, iki sevgilinin veya sevgili görünümündeki “sevgisizin” ilişkisi, patronun çalışanıyla ve çalışanın patronuyla ilişkisi vesaire. Bunların hepsinin yaşam alanı şehir. İşlediklerim şehirli insanlar. Bütün bu ilişkilerde asıl mesele ikiyüzlülük. Yani ilişki var ama iletişim yok,
24
noktası... Ayrıca, bu ilişkiler alanının içindeki iktidar eden (yani muktedir olan) ile onun iktidarı altında ezilenin durumu üzerinde yoğunlaşıyorum. Bu durumda eğer karamsar bir tablo ortaya çıkıyorsa, buna söyleyebileceğim tek şey bu tablonun bizatihi karanlık olduğudur. Bu tablodan olumlu şeyler çıkarmak gibi bir derdiniz var mı? Bahsettiğim karamsar tablodan bir anda kanatlarını açan bir sevgi kelebeği çıkabilir belki, ama galiba benim böyle bir derdim de yok. Eğer okurun aklında canlandırdığım tablo sıkıcı, karamsar bir tabloysa; bu tablo benim aynı zamanda, kitaplar üstünden yüzleşmek istediğim tablodur. Aslında yazmaktaki amacınıza ulaşmış oluyorsunuz. Evet, ben yüzleşmek için yazıyorum. Hesaplaşmak için ve en önemlisi de anlayabilmek için yazıyorum. O kitaplarla buluşanların da kendi dinamikleri doğrultusunda
yüzleşebilmelerini istiyorum. Bu eleştirilere yanıt verdiğiniz oldu mu? “Karamsar tablo” meselesi bana hiçbir zaman bir olumsuz eleştiri olarak yöneltilmedi. Ama yöneltilseydi de her eleştiriyi aldığım kadar ciddiye alırdım. Yergilere sevinirim, eğer bir derinliği ve donanımı varsa benim için faydalı olacaktır. Ancak, karamsarlık korkacağımız bir şey mi onu da sorgulamak lazım. Ben hiç korkmuyorum karamsarlıkla yüzleşmekten. Ondan da yarına dair bir umut çıkabileceğine inanıyorum. Karamsarım ama umutsuz değilim. Yazmaya başladığınızdan bu yana hiç, “ben nasıl görünüyorum acaba” diye düşündüğünüz oldu mu? “Hiç düşünmedim” diyen varsa mutlaka bir parça yalan söylüyordur. Eğer siz cümlelerinizi, yazılarınızı insanlarla paylaşmaya açtıysanız; onları yayınlatmaya başladıysanız, zihninizin bir köşesi mutlaka yazılarınızın nasıl okunduğu
25
ve o yazılardan yola çıkarak sizin nasıl göründüğünüzle meşgul olur. Daha da ötesi sevilip sevilmediğinizle ilgili hesaplaşmalarla... Ama eğer yazmaktaki, daha da önemlisi yayınlatmaktaki amacınız konusunda kendinizle mutabakata varabildiyseniz; bu “nasıl görünüyorum” sorusu artık gerilerde kalır. Bu soruyu zihninizin çok arkasına atarsınız. Şunu demek istiyorum: Ben dünyayı anlayabilmek, anladığım kadarını paylaşıp, onun bana anlatacağı ile de çoğalmak istiyorum. Okuyarak, okumayarak, okuduğunu yorumlayarak, bir araya gelebildiğimizde iki satır muhabbet ederek... Ben bunun için yazdığıma göre, artık nasıl göründüğüm çok gerilerde bir konu olmaya başlıyor. Yeni kitabınızdan bahsetmek istiyorum. Aile Çay Bahçesi’yle ilgili röportajlarınızı okuyunca, şöyle bir ifade dikkatimi çekti: “Ailenin öğrenilmiş mutlu görüntüsünün ardındaki mutsuzluk, ikiyüzlülük...” İkiyüzlülüğün ardındaki mutluluğu yansıtmaya da çalıştınız mı? İkiyüzlülüğün arkasında bir mutluluk yok. Zaten o mutluluk
26
görüntüsü bir ikiyüzlülük. “Aslında” mutlu olmaya çalışan insanlar olduğunu düşünüyor musunuz karakterlerinizin? Elbette, bütün mesele bu zaten. Ama mutlu olmaya çalışmak için; ilişkilerden, kendinden, gerçeklerden, tartışmaktan, hesaplaşmaktan da kaçan insanlarız. Yani mutlu olmayı oynamak, mutluluk için çaba sarfetmekten daha kolay bizim için. Hesaplaşmayla, kimi zaman mücadeleyle, kimi zaman da bir acıyı yüklenmekle edinilebilecek bir mutluluk... Bu bize yorucu ve uzak geldiği için hep seçtiğimiz; kolay, şimdi, burada, hemen edinilebilir bir mutluluk. Bunun için sahtekar olmayı, yalan söyleyebilmeyi, ikiyüzlü davranabilmeyi göze alabiliyoruz. Bunu en çok yaptığımız yer de aile. Kutsallık şemsiyesi altında saklanan aile kurumu ile hesaplaşmaya cesaret edilmesi benim önerim. Neden sizce? Çünkü ailenin, dış dünyaya karşı mutsuz olması, acılar çekmesi, içeride yaşananların dışarıya taşması mahcubiyet duygusu verir. O yüzden de aile ne yaşarsa yaşasın “aman susalım, burası dört duvar, kol kırılır yen içinde kalır” gibi anlayışlar; “aile içinde yalan olabilir, aldatma olabilir, şiddet olabilir, öfke olabilir ve ötekileştirme olabilir” anlayışlarına kadar gider. Yine aile olalım, dışarıya mutlu görünelim, bayramda seyranda en güzel kıyafetlerimizi giyelim, parlak
ayakkabılarımız ve ütülü pantolonlarımızla mutluluk tablosu sergileyelim isteriz. Bu mutluluk ikiyüzlü bir mutluluktur. Aileyi ikiyüzlü olarak tanımlayışınızın, genel cinsiyetçi anlayışla diğer etmenlerden daha mı çok etkisi var? Diğer etmenlerden daha mı çok bilmiyorum ama en az diğer etmenler kadar etkisi var. Özellikle iki kız kardeşin merkezde olması yüzünden bu böyle. Hikayenin kadınlar üstünden anlatılması elbette ki bu cinsiyetçi tavırla ve erkek egemenliğinin kadını suskunlaştıran tavrıyla doğrudan ilgisi var. Meselem doğrudan oydu. Evet “kol kırılır yen içinde kalır” ve bu konuda suskun olmak zorundayız, düşüncesi kitaptaki karakterlere hakim olan düşüncedir. Bu suskunluğun ikinci ayağı da kabullenişti. Aman kızım, aman kızım... Kabulleniş, nesilden nesle aktarılan bir bilgi gibi. “Beyindir kızım, kocandır kızım. İçeride halletmeye çalış. Olmazsa, tabii ben her zaman senin arkandayım” gibi bir destek... Bu kabulleniş kabul edilemez bir şey. Bu kabullenişi toplumsal ilişkiler bağlamında nereye koyuyorsunuz? Ailenin ikiyüzlülüğü ile oluşan ve nesilden nesle aktarılan kabulleniş, sadece mutsuz bireyler değil; onlardan oluşan mutsuz bir toplum da yaratıyor. İkiyüzlülüğü ezberlemiş
miyiz? Bravo, soruyu cevapladın. Harikasın.
yalancı bir toplum... Şu anda toplumsal ilişkilerimizdeki akıl almaz derecede gölgeli atmosferin bir nedeni de çekirdekten yani aileden gelen yalanı örtme alışkanlığımızdır. Baba – oğul ilişkisini kitaplarınızda özellikle ön plana çıkarıyor musunuz ve bu ilişkinin dünya algısında çok önemli bir yer tuttuğunu mu düşünüyorsunuz? Veya neden böyle yapıyorsunuz? Benim dünyayı algılayabilmek için çözmeye çalıştığım meselelerden bir tanesinin de iktidar edenle üzerinde iktidar kurulanın ilişkisini çözmek olduğunu söylemiştim az önce. Bu ilişkiyi en iyi anlatabileceğim alanlardan biri de baba-oğul zemini. Evet, bu konuyu biraz fazla yazdığımı biliyorum. “İçimde Kim Var?” romanı da bu konu üstündendir. Anlayabilmek istediğim meseleleri en iyi okuduğum alan belki de. Yoksa başka bir düşüncem yok bunu yaparken. İktidar meselesinin, aslında herkesin hayatında var olan en temel hali diyebilir
Röportajlarınızda yazın süresince geriye dönüşler yaşadığınızı ifade etmişsiniz. Bu süreç size hayatla ilgili bilmediğiniz ne öğretti? Ben her yazdığım şeyde hayatla ilgili hiçbir şey bilmediğimi öğrenirim. Hayatla ilgili hiçbir şey bilmiyorum ki! Şu anda bu söyleşi sırasında, böbürlene böbürlene size anlattıklarımı biliyor muyum sanıyorsunuz? Ben de her yazdığımda, her yeniden okuduğumda yeniden öğrenmeye çalışıyorum. Hayatla ilgili her yazdığımda öğrenebildiğim tek bir şey var: Bu öğrencilik hiç bitmeyecek. “Sevgisizlikten (...) yorulduğum bir dönemde bu hesaplaşmaya ihtiyacım vardı” ifadenize rastladım. Ardına da “bu hesaplaşma, sana cevapları getirdi mi dersen, susar kalırım” diye de eklemişsiniz. Buna bağlı olarak şunu sormak istiyorum: Cevapları bulamadığınız halde devam etme gücünü nereden alıyorsunuz? Her zaman bu gücü alabildiğimi söyleyemem. Bazen kendimi çok yıkılmış, yenilmiş, mutsuz veya umutsuz hissediyorum. Kimi zaman sadece
yazmaya değil, genel olarak devam etmeye de halim olmuyor. Ama bir yandan, hayatın içinde güzel anlar var. Bu güzel anları bulabilmenin bir yolu da bu demek ki. Yoksa o kadar güçlü değilim devam edebilmek için. Ama bir yandan, her yeni günde yeni bir şey öğrenebilmenin umudu var içimde. Peki kendi hayatınızla ilgili bir şeyler öğretti mi Aile Çay Bahçesi size? Mutlaka öğretmiştir. En azından yüzleşmemi sağlayan anlar oldu. Her yazdığımda kendimle her boyutuyla yüzleşmemi sağlayan sayısız andan geçiyorum. Kimi zaman çok eğleniyorum, kimi zaman da kanayarak yazıyorum. Ama sanırım bu, bütün sanat üreticileri için böyledir. Bence yazarak, fotoğraf çekerek, film çekerek, şarkı söyleyerek anlamaya çalışan herkes (ama bir parantez açayım, bunları yaparak bir üretimi “satmaya” çalışan herkes değil) kanamaya başlar bir şekilde. Çalışırken “kanıyor” musunuz hep? Evet bu açıklamayı da yapmalıyım, “kanamak” derken... Ben çalışırken kendimi çok iyi hissediyorum. Çok mutlu ayrılıyorum masadan. Kanamak, kırılıyorum, karalar bağlıyorum, sabahlara kadar gözüme uyku girmiyor, gibi anlaşılmasın. Yeri geldiğinde kanıyorum. Yaptığım binlerce işten sonra gecelerim uykusuz geçer, işimi çok iyi yaptığım günün gecesinde mışıl mışıl uyurum.
Gökçe diyor...
27
28
Okuyucuyla dertleşir gibi yazdığınız kimi alt notlar, hayatınızdan cesurca ayrıntılar verdiğiniz izlenimi bırakıyor. Kendimle ilgili bir şey yoktur orada. Bu hep bana sorulur örneğin: “O anlattığınız sizin babanız mı? Bu sizin hayatınız mı?” Temelde “bu yazdıklarınızın ne kadarı gerçek” sorusu... Evet. Bunlar kurmacadır. Dünyayı anlayabilmek için kurduğum metinlerdir. O yüzden “okurla dertleşmişlik” güzel bir vurgu ama orada kendimi anlatan bir dertleşmişlik olduğunu söyleyemem. Benim dertleşmem ve mücadelem bu kurmacanın üstündendir. Bu, daha çok okurlar olarak kendimiz için sorduğumuz bir soru gibi duruyor. Aynen. Çünkü insan bir yandan kendi hayatının biricik olduğuna inanır. “Benim hayatım dünyaya çok güzel ve özel bir hikaye sunuyor” düşüncesindedir. Sonra bir kitap okur, bu kitabı doğal ve kendinden hisseder. Şunu sorar: “Acaba onun hayatı da mı çok biricik yahu?” Meselede ne var, kandırılıyor muyum düşüncesi başlar. Metinlerinizin böyle ele alınması hoşunuza gidiyor mu? Evet. Demek ki bu hissiyatı veren metinler yazıyorum, diyorum. Örneğin siz fantastik edebiyat ürünü bir eser ya da bir polisiye roman yazmış olsaydım, bu soruyu sormayacaktınız, “ne kadarı sizsiniz?” Çünkü katiller var, polisler var, ya da uzayda geçen bir roman olsaydı aynı şey geçerli olacaktı. Demek ki metinlerim size kurmaca gerçekliğin de ötesinde bir gerçeklik sunuyor. Aile Çay Bahçesi’nin baş karakteri Müzeyyen ve onun aile yapısı, geleneksel yaşama
dair fikirlerini size edindiren gözlemler nerede yapıldı, fikirler nasıl oluştu? Öncelikle şunu söylemeliyim: Ben ilham ve gözleme inanmam. İkisine birden... Çok iddialıymış! İddialı değil. Çünkü böyle bir bilgim yok. Hep söylerim: İlham? Ne? Gözlem? Neden? Elbette ki zihnini berrak hissettiğin, dünyanın hayhuyundan sıyrıldığın, insanların falan filanından uzaklaştığın ve yazmaya çok daha rahat oturduğun anlar vardır. Eğer ilham denilen şey bir anın berraklığı ise, tamam. Ama ilham denilen şey tanrısal bir gücün gelip de sana bazı şeyleri yapabilmen için sihirli bir değnek dokundurması, ya da seni diğer insandan ayıran birtakım özellikler ve peri tozuyla bezemesi anlamına geliyorsa; ilham ne? Böyle bir şey yok. Sadece tek bir şey biliyorum: Çalışmak. Ben sadece çalışmaya inanırım. Yoğun, düzenli, sistemli, bıkmadan, usanmadan, büyük bir keyif alarak çalışırım ben. Gözleme gelince... Elbette bir konuya girdiyseniz, bir kurmaca kuracaksınız ve bunun bir dünyası olacak. Bu dünyayla ilgili olarak elbette bilmediğiniz konuları araştırırsınız, hazırlanma döneminiz olabilir. Ama genel olarak tanımlanan haliyle gözleme de inanmıyorum. Şu mu yani: Ben şu anda yan masada oturan adamla kadını gözlemliyorum. Nasıl kahve içiyorlar, izliyorum. Hatta defterim var önümde not düşüyorum. “Kadın, elini yavaşça adamın elinden çekti.” Olmaz böyle bir şey. Az önceki soruma “yerel bir gözlem” ifadesini koymak istiyorum o zaman. Elbette, elbette. Bilgi sahibi olmadığım bir ortamla ilgili çalışma yaparım. “Gözlem” demiyorum işte ben ona. “Çalışmak” diyorum. Şuna gözlem diyebilirsek orada hemfikir oluruz: Bir öykü yazıyorsunuz ve öykü Şirince’de geçiyor. O yeri, insanlarını;
solunan havayı araştırmak, incelemekse gözleme varım. Siz yüceltilen kavramlara karşısınız. Bunlar aydını halktan ayırmak için yaratılmış romantik sahnelere benzemiyor mu? Evet evet. Yani, gözlem denilen şey şöyle duruyor: Yazar. Gözlem yapıyor. Sanatçı. Hülyalı biri. Durun! İlham geldi. Gözlem yapmam lazım! Hayır, çalışman lazım, otur çalış! Hayatı gerçekten ve nefes ala ala yaşa. Bilmiyorum, belki de ilham diye bir şey var, bana hiç göndermiyor. Stranger Than Fiction’da yazar tıkanması vardı mesela... Yazar tıkanması vardır, o başka bir şey. Ama onu da çok romantikleştirmemek lazım. Aslında bence her işte bir tıkanma vardır. İşi yaparken, yapmakla ilgili keyif almadığın, sıkıldığın, bunun artık sana bir işkence haline geldiği anlar vardır. Bana da olmuştur. Ama bunu, bir “sihirli değnekle” aşmadım. İlham şöyle bir şeye deniyor herhalde: Bir kahvede oturuyordun. Birden, “ben Şirince’deki filanca olayın hikayesini yazayım”, diye bir fikir geldi aklına. Bu ilham değil. Sen orada bulunmuştun, bir şeyler yaşamıştın mutlaka. Bir taş yerine oturdu, oturdun yazdın. Bu olsa olsa zihindeki birikmişlik. O romantik “ilham” tanımlaması şöyle olur oysa: Benim kafa bomboş, bulut var kafamın üstünde. Sokakta yürüyorum, birden kafama bir şey doluyor ve “aaa, bi’ dakka ya, ben atom parçalanmasıyla ilgili bir öykü yazayım” diyorum! Bu ne ya? (Bir sürelik gülüşme ve suskunluğun ardından...) Bu da ilginçmiş, atom parçalanması ile ilgili öykü de ne... Bunu da yazayım hakikaten. İlham mı geldi? Hakikaten geldi.
Gökçe diyor... 29
tiyatro röportaj: Kamer Yılmaz fotoğraf: Rıza Şahin
Canan Ergüder:
Yıldızların Dizilişi / Aramıza Hoş Getirdi Son olarak Behzat Ç.’de canlandırdığı Savcı Esra karakteri ile kadınları bir idol, erkekleri ise hayran olunası bir kadınla tanıştıran Canan Ergüder; şimdilerde ise Oyun Atölyesi’ndeki Nehir isimli oyunla karşımıza çıkıyor. Oyunun henüz çiçeği burnundayken, heyecanı ve telaşı pek bir yoğunken bizlere zaman ayıran bu güzel kadınla tiyatrodan, dizilerden, aşktan, şimdiden bahsettik. O, Türkiye’ye dönmesine neden olan projeler için, bizse bu kadar güzel bir kadınla, oyuncuyla ama hepsinden öte bir insanla tanışabildiğimiz için yıldızlara müteşekkiriz. Gençlik yıllarınızdan başlayalım. Oyuncu olmaya nasıl karar verdiniz? Bu kararınızda etrafınızdan destek/ köstek gördünüz mü? Balerin olmak istiyordum aslında. Çok uzun süre de dans ettim; fakat dansın profesyonel açıdan benim vücuduma uygun olmadığını anladım. Çünkü ben bunu profesyonel olarak yapmak istiyordum. Bu arada da Üsküdar Amerikan Lisesi’ne gidiyordum. Bir hocam vardı Jeffrey Donaldson, o benim ufkumu açmıştı. Beni okul içindeki seçmelere çağırdı, o sırada da Man of La Mancha’yı yapıyordu, seçmeye girdim ve rol aldım. Ondan sonra da anladım ki ben tiyatro yapmak istiyorum. Evet, küçük bir deneyimdi ama benim için dünyalara bedeldi. Ve her zaman sanatla ilgili bir şeyler yapmak istedim. 9’dan 5’e kadar çalışılan bir firmada stajyerlik yapmışlığım da vardır. O zaman da çok net anladım ki bu benim hayatım değil. 9’dan
30
5’e bir masanın arkasında kal- gerçekleştiği ülke hatta mak benim hayatım olamazdı, şehir tüm süreci, bu olmadı da. sürecin zorluk derecesini değiştirebiliyor. Siz, Yurt dışında eğitim hem Amerika’da hem aldınız. Bu süreç nasıl de Türkiye’de oyunculuk gelişti? yaptınız, yapmaya da Zaten Amerika’ya gitmek is- devam ediyorsunuz. tiyordum ve ailemin de saye- Ne gibi farklılıklar sinde gidebildim. Orada 14 se- gözlemlediniz? ne kaldım. Tiyatro ve sosyoloji Şunu söyleyebilirim: Ameriokudum. Zaten 17-18 yaşımdan ka’da birçok şey daha profesberi belliydi aslında her şey; yonel bir şekilde işliyor ve pota ben bunu yapmak istiyordum. daha büyük. Dolayısıyla başarı Fazla ciddiye alınmadım. Aile- oranınız daha düşük. Çok fazmi de biraz mutlu etmek için ti- la yetenekli insan var. Mesela yatronun yanına sosyolojiyi ek- hâlâ normalde anladığımız şeledim. Mezun olduktan sonra kilde başarı seviyesi; yani şöh“Master yapmak istiyorum ti- rete ulaşamamış arkadaşlarım yatro üstüne.” dediğimde cid- var. Hâlâ garsonluk yapıp hadi olduğumu anladılar. Çok zor yatlarını bir şekilde idame etbir hayat seçmiş olduğumun tirmeye çalışan ve oyunculuk farkında olup olmadığımı ko- aşkıyla yaşayan... Kimisi bunuştuk. Sonunda da “Ben bu nu yapmamaya karar veriyor hayatta başka bir şey yapmak bir yaştan sonra, çünkü insaistemiyorum” dedim ve başla- nın içinden acayip alıp götüren dım. bir şey. Sen istediğin kadar iste; senin gözün yeterince mavi Sanatın her dalı ayrı zor, değilse, bacağın yeterince inyaratmak, sergilemek, ce değilse, burnun yeteri kadar bu eylemlerin küçük değilse, burnun yeteri
31
32
kadar büyük değilse, saçma sapan senin kontrol edemeyeceğin sebeplerden dolayı ya seçilmiyorsun para kazanabileceğin işlere, ya ‘çok iyisin ama biz başkasıyla devam etmeye karar verdik’ deniliyor. Kontrol edilemeyecek bin bir çeşit sebepten sonra bazı insanlar bırakıyor. Ben de o noktaya gelmiştim. Ben 31 yaşıma geldim ve hâlâ garsonluk yapıyordum. Sonunda “Ben garsonluğu bırakıp artık kendimi tamamen oyunculuğa vereceğim.” dedim ve Türkiye’den teklif geldi. Bir anda oldu. İşte onun nereden, nasıl, ne zaman geleceğini gerçekten bilemiyorsunuz ki. O bir şans. Bazen şans, bazen inanılmaz bir çabanın sonucu, bazen yıldızların aynı anda oturmasıyla... Yani o sırada her şey doğru noktada olduğu için olan bir şey. Ve ben o kadar şanslıyım ki bunun nerede olduğu önemli değil; Türkiye’de, Polonya’da gerçekten hiç fark etmez yapmak istediğim işten para kazanabiliyorsam şu noktada inanılmaz müteşekkirim o yıldızlara.
anda hayatım burada çok güzel. Yapmak istediğim işi yapıyorum. Hep yapmak istediğim işleri yaptım. Türkiye’ye geldiğimden beri hep saygı duyulan işlerin içinde bulundum. Çalışmak istediğim insanlarla çalıştım, yapmak istemediğim işleri yapmadım sadece para kazanmak adına. O yüzden de mutluyum. Bundan daha güzel ne olabilir diye düşünüyorum. Bunun ötesi sadece hayatıma daha fazla daha fazla deneyimler katmak olur.
“Çünkü her zaman ortada duran bir yerde oldu Türkiye. Arada sırada sağa ya da sola kaysa da hep kendi doğrusunu bir yerde bulmuştur. ” şekilde hazırlanıyorum. Canlandıracağım insanın yaptığı işe göre ve nasıl bir insan olduğuna dair çeşitli doneler veriyor senaryo. Ve o doneleri yazıyorum kendime, değişmeyecek şeyleri çıkartıyorum metnin içinden. Yaptığı iş üzerinden gitmeye çalışıyorum. Mesela Binbir Gece’deki Eda karakteri bir mimardı; bir mimar olabilmek için beyninin çok fazla alanını kullanıyor insanlar. Ben genelde yaratıcılık bölgesini kullanırken, o hem yaratıcılık, hem analitik zeka, hem matematik kullanıyor. Her mimarın da aynı alanları kullanması beklenemez. Bu karakteri inceledikten, doneleri çıkardıktan sonra hangi alanları daha kuvvetli kullandığını çıkardım ve ona göre hazırlandım. Savcı Esra için, bir kadın savcı ile tanıştım, üstelik işini iyi yapan bir kadın savcı bulmak çok zor. Bakırköy Adliyesi’nde bir günlük bir staj yaptım. 110 savcı içindeki tek kadın savcı ile tanıştım. Bana söylediği bir şey oldu ve Savcı Esra’yı oynarken bu büyük bir ipucu oldu benim için: “Asla kadınlığımı unutmadım.”
En çok Behzat Ç.’de canlandırdığınız Savcı Esra ile anılsanız da sadece dizilerde yer almadınız, tiyatro oyunları da oldu. Bomba, Bayrak ve Nehir… Tiyatro mu daha keyif veriyor yoksa dizi mi? Ayırt edemiyorum. Fakat Berkun Oya’nın Bayrak adlı oyunundan aldığım zevki ender aldım hayatta. O oyunu ben 4 sene oynayabildiysem, içimde öyle bir güç bulabildiysem o karakteri oynayabilmek adına ben şanslı bir insanım diyeEğitiminizi bilirim. Her oyun, her dizi, her tamamladıktan sonra film aynı yüksekliği yaratmaz. orada uzun bir süre Ve insan öyle bir şey bulduğunyaşadınız da... Tekrar da o şansı kullanmalı. Bence Türkiye’ye gelmeye nasıl yıldızlar doğru yerdeydi Berkarar verdiniz? Hiç kun beni aradığında. O kadar pişmanlık duyduğunuz yükseldim ki... Hele hele o oyuoldu mu? nu, o kadın karakteri bir Türk Hayır hiç pişman olmadım. erkeğinin yazabilmiş olması Ben Türkiye’den umudu kes- benim için umuttan başka bir miş bir insan değilim. Sade- şey değil. ce şu an ülkedeki baskı oranının -her anlamdaki baskı Bıçak Sırtı’nda çok seven Savcı Esra aslında oranının- artması, evet, tedir- öteki kadındınız, Binbir Emrah Serbes’in gin ediyor insanı. Fakat toplum Gece’de saplantılı bir hiçbir kitabında yer olarak doğru yolu bulacağımı- karakteri canlandırdınız, almıyor. Halbuki diğer zı düşünüyorum, umut ediyo- Behzat Ç.’de ise karakterler kitaplarda rum. Çünkü her zaman ortada bambaşka bir karakter uzun uzun işleniyor; duran bir yerde oldu Türkiye. vardı: Son derece güçlü, neleri sevdikleri, neleri Arada sırada sağa ya da sola erkeklerin dünyasında sevmedikleri, geçmişleri, kaysa da hep kendi doğrusunu erkeksi tavırları olan davranışları yaşama bir yerde bulmuştur. Ben şu an ama kadınlığından dair tüm detayları belli. için de Türkiye’nin kendi kimli- da ödün vermeyen bir Oysa bu karaktere dair ğini bulmasını umut ediyorum. kadın... Rollerinize nasıl herhangi bir ipucu O kimlik bulunduktan sonra hazırlanıyorsunuz? yoktu. Size geldiğinde bence çok zor değil. Ve dolayı- Bu süreçten biraz çizilmiş miydi, siz mi sıyla benim burada yaşama is- bahsedebilir misiniz? oluşturdunuz? Nasıl teğimi de arttıracak. Benim şu Hepsine birbirinden farklı bir bu kadar gerçek bir
33
karakter çıktı ortaya? Bu aslında hem avantaj hem de zor. Çünkü diğer karakterler izleyicinin kafasında çoktan çizilmiş ve onlar kafalarında çizdikleri bir karakteri arıyor. Oysa benim karakterim zaten hiç olmadığı için kabullenmesi daha kolay olabildi. Savcı Esra istediğimiz yöne gidebilecek bir karakter oldu. Bu işe başladığımda oynayacağım karakter ile ilgili tek beklentim ve bildiğim iki boyutlu olmayacağıydı. Sağ olsun ekip de bana bu açıdan özgürlük verdi ve yardımcı oldular. Beraber yarattık ve ben kendimden birçok şey verebilme özgürlüğüne sahip oldum. Yaptığınız işler arasında -ki yurtdışında yer aldığınız oyunlar ve filmleri saymadık bileen çok Savcı Esra’nın ön plana çıkmasından rahatsızlık duyduğunuz oluyor mu? Ya da ne hissediyorsunuz? Hayır, hiç olmuyor. Çünkü o karakterden o kadar gurur duyuyorum ki… Birlikte ortaya çıkarttığımız bir karakter, kitaplarda olmayan bir karakter olduğu için insanların benim
34
oynadığım bu karakterimden Dolayısıyla bir kandırılma yabu kadar etkilenmiş olmasın- şıyor. Ben tabii ki kendi adıdan gurur duyuyorum. ma böyle bir ilişki içine girmeyi hiçbir zaman istemem. Nehir oyununda oynamaya nasıl karar Oyunu izlerken sürekli verdiniz? çeşitli senaryolar yazdım Bir proje vardı ama maalesef kafamda. İlk kadının hayata geçemedi. Ve hiç bek- ölmüş olabileceğini, adalemediğim bir zamanda Haluk mın şimdi ve geçmiş araAğabey bana mesaj attı. Tam sında yolculuk yaptığını enerjim düşmüşken bu mesaj düşündüm. Sonra, acaba beni acayip yükseltti. İnana- ilk hangi kadınla geldi mamıştım Haluk Bilginer’den diye düşündüm. Kadınlabir mesaj aldığıma, birisi be- rın hissettiklerini bilinimle dalga geçiyor zannet- yordum, kadın olduğum, miştim. Bana metni gönderdi, benzer şeyler yaşadığım metni çok sevdim. Ayça Bingöl için. Ama adamı anlamaile zaten oynamayı çok istiyor- ya çalıştım sadece. Sizce dum. Ve böylece karar vermiş neler oluyor o ilişkide? oldum. Siz nasıl tamamlıyorsunuz hikayeyi? Oyunda eğlenceli, seven Aslında hikayeyi benim naama aynı zamanda son sıl tamamladığım hiç fark etderece olgun bir karakter miyor. Çünkü ben kendi adıvar. Ve sevdiği adam ma, oyuncu olarak seçtiğim tarafından kandırılan bir bazı şeyler var, oyunun verdikadın var. Bu kandırılma ği doneler var, o doneler; Dansonunda da üzülen ny’nin ya da kırmızılı kadının bir kadın var. Oyunda gerçek olup olmamasını değişkandırılan kadınları tirmiyor. Sonuçta değişmeyen oynamak sizi bir kadın bir şey var; o kadınlar terk ediolarak etkiledi mi? liyor ve adam hep aynı şeyleTabii ki bir kadın olarak bakı- ri yapıyor. Haliyle oyunun soyorum duruma. Ama kadınlar nucunu değiştirmiyor. Sadece da onu kandırıyor; çünkü ger- karakteri oynarken benim için çekten oldukları gibi karşısı- bir özellik yaratıyor. Danny var na çıkmıyorlar. Benim kadınım mıdır yok mudur gibi kararlar pek kandırmıyor. Ama genel almak zorundayım. Bu kararolarak baktığımızda kadın-er- ları aldıktan sonra daha spesikek ilişkilerine, karşındakini fik bir karakter ortaya çıkacağı mutlu etmek adına kurulan bir için bir tercih yapıyorum. Ama sistem üzerinden, gerçek kim- senin seyirci olarak ne algıladıliğini ortaya koymadan hare- ğın daha önemli. ket ediyorsan, bir noktada sen de kandırmanın içine giriyor- Aşkı arayan bir adam ve sun kadın olarak. Benim ka- kadınlar var benzerlikledınım çok özgür ruhlu, neşeli, ri olsa da birbirlerinden anı yaşamayı seven biri. Eğer farklı. Adam aşkı belki ki Haluk Ağabey’in karakteri buldu ve kaybetti belki benim canlandırdığım kadına de hiç bulmadı belki de “Sen, buraya getirdiğim 39. ka- tanımını dahi bilmiyor. dınsın ve ben bir arayış içinde- Günümüzdeki ilişkilere yim; ama ne aradığımı da tam bakınca bu tip ilişkileri, olarak bilmiyorum. Ve bu haf- bu tip adamları daha çok ta sonunu çok güzel geçirsek görüyoruz. Ne istediğide sonra baksak durumumuza.” ni bilmeyen, aşkı ya da dese benim kadınım çok mut- sevmeyi bilmeyen, çok lu olarak kalırdı ve ilişkiye de kolay yalan söyleyebilen devam ederdi o adamla. Çünkü bu yüzden de hayatlarıbeğenilmiş, bir kimya tutmuş. na giren kadınları üzen Fakat maalesef öyle gelişmiyor. adamlar ve üzüldükçe Adam tekrar tekrar aynı şeyle- daha da güçlenen kadınri yaşayarak ilişkiler kuruyor. lar var. Sizce de ilişki-
»»HIZLICA SORALIM DEDIK
ler, kadınlar ve erkekler değişmedi mi? Bence anne-babaların zamanından bugüne ilişkilerde daha fazla bireysellik ortaya çıkmaya başladı. Ve teknoloji de bir anda gelişip hayatımıza girdikçe insanları daha daha yalnızlığa ve bireysel olmaya iten bir şey oldu. Ben bireyselliği kötü bir şey olarak görmüyorum ama birlikte yaşam da olması gerek. İlişkilerde bireysel olmayı unutmamak gerek çünkü insanlar bu defa ikili olarak hareket etmeye başlıyorlar. Bir ilişki içerisinde bireyselliği unutmamak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ancak o zaman ilişkiler daha güçlü, arıza çıktığı zaman aşılabilir kıvama geliyor. Sahnede olmak sanırım dizi veya film setinde oynamaya göre çok daha zor. Sahne çok daha gerçek. Bu gerçeklikte zorlandığınız olmuyor mu? Kötü geçen bir günün sonunda sahnede olmak ve bunu seyirciye belli etmeden oynamak… Siz seyirci olarak tiyatroya geldiğinizde ben bir meditasyon yapıyorum kendi adıma. Benim amacım; sahnede hem karakterimin ânında olabilmek hem de kendi anımda olabilmek. Kendim olmadan o karakter olamaz, benim anımda benim o yaşadığım kötü veya iyi bir şeyi ekarte etmeden hem de ekarte ederek oynamak zorundayım. O, ‘olmuş olaydan ne çıkartıp da karakterim adına kullanabilirim’ ve ‘ne kadarı
da gereksizdir’i çözmem gerekiyor, onu bir kenara koyabilmem gerekiyor. Bu da benim zaten kendi adıma, kendi gelişimime şu an hayatta yapmaya, öğrenmeye çalıştığım bir şey. Dış dünyadan çok çabuk etkilenen bir insanım. Bu etkilenmenin ne kadarını kullanmalıyım ne kadarını kullanmamalıyım, oyuncu olarak ne kadarını kullanabilirim karar verip karakterimin anında, kendi anımda olmak, yeni şeyler bulmak ve eğlenmeyi amaçlamak istiyorum. Bunu da yapabilmemi sağlayan şeylerden birisi meditasyon ve Eckhart Tolle’nin kitabı The Power of Now. Geçmişe yönelik yaşamak, hiçbirimizin işine yaramaz. Çünkü geçmiş, geçmişte kaldı. Bundan ancak ders alabiliriz. Alabileceğimiz kadarını alırız. Geleceği de çok fazla düşünmemek gerek. Zaten yeteri kadar gelecek üzerine düşünerek yaşıyoruz, bence çok fazla. Ama bunu da yapmak zorundayız. Çünkü ailemiz var, çocuklarımız var. “Para biriktireyim ki yapmak istemediğim şeyleri yapmak zorunda kalmayayım.”, “Paramı dikkatli şekilde harcayayım ki elektrik faturamı, kiramı, çeşitli harcamalarımı karşılayabileyim.” diyerek hayatın bu bölümünü geleceğe dönük olarak yeterince yaşıyoruz. Ama daha önemlisi var; o anı kaçırmadan yaşamak, o anı kaçırmadan yaşamaya çalışmak.
Oynamakta fazlaca zorlandığınız rol? Neden? Nehir’deki karakterim. Sahnede bir hikâye vardır ve o hikâye; sahnede o sırada gerçekleşmeyen olayların döngüsünü, geçmişte olan bir şeyleri anlatıyorsa, sahnede hareket azlığı oluyor. Dolayısıyla yönetmen bununla başa çıkmak zorunda kalıyor. Bu durumu Nehir’de görüyoruz. Zorluğu; hikâyenin geçmişinde yaşananların sahnede gösterilmemesinden kaynaklanan hareketsizlikti. Dizi ya da tiyatro fark etmez, çalışırken en çok keyif aldığınız rol arkadaşlarınız kimler? Erdal Beşikçioğlu, Ayça Bingöl, Haluk Bilginer, Tardu Flordun, Fatih Artman, Bartu Küçükçağlayan, Fikret Kuşkan, Okan Yalabık, Ali Atay, Melisa Sözen, Ayten Uncuoğlu, Tomris İncer. Oyunculuk dışında başka bir şey yapmayı hiç düşündünüz mü? Aşçılık. Yemek yapmayı çok seviyorum. İleride restaurant açmayı da istiyorum ama büyük bir yer değil, butik tipi. Bu sektörde de çalıştım, çok da zor bir meslek. Tutunması zor ve belinizi kıran bir şey. Gerçekten yine aşkla yapılması gerektiğine inanıyorum, tıpkı oyunculuk gibi.
bakıp hedef olarak belirlediğiniz bir nokta var mı? Hayır, hiç de olmasın. Son, yine geleceğe yönelik yaşamak olur. Hiç olmamalı. “Ben bir yere geldim.” diye hissedersem bitmiştir, gelişimim olamaz çünkü. Ben bir yere gelmek istediğim için yapmıyorum, ben daha iyinin daha iyinin de daha iyisinin olduğunu biliyorum. “Ben bir yere geldim.” dersem egom beni aşmış olur. Bu da asla yaşamak istemediğim bir şey. Her zaman kendimi geliştirip, daha iyisi, sadece daha iyisi de değil; daha sağlıklısı, daha başka bakış açısı da olmalı. Çünkü diğer türlü kendini kısıtlamaktan başka bir şey yapmamış olursun. Özellikle oyunculukta asla yapılmaması gereken bir şey bence. “Bitti, Oyunculukta gelmek benden daha iyisi yok.” gibi bir istediğiniz son nokta diye bakış açısı hiç sağlıklı bir bakış tanımladığınız, idealistçe açısı değil.
35
fotoğraf röportaj: Rıza Şahin Soldan sağa: Eren Aytuğ, Tolga Sezgin, Serra Akcan ve Mehmet Kaçmaz
NAR Photos:
Dünyadan Haberler Bir Çatı Altında Bir taraftan ilgileri ve merakları ışığında kolay dile getirilemeyen meselelere zihinlerini ve makineleri doğrultuyorlar, diğer taraftan da gündemin sıcaklığında kendi hayatlarını ısıtıyorlar. Patronsuzlar, bağımsızlar, bir arada bir çatı altındalar! NAR Photos kurulduğu yıldan itibaren Türkiye’de belgesel fotoğrafçılığı yaşatan kolektif yapıların başında geliyor. Foto-röportaj üreten sayılı kadın fotoğrafçılardan Serra Akcan, akademik kariyerinin zirvesine (!) doğru yol alan olan Eren Aytuğ, kendilerinin deyişiyle röportajların vazgeçilmez ismi Mehmet Kaçmaz ve Burgazadalı Tolga Sezgin ile bir Taksim akşamında, NAR çatısı altında buluştuk ve ajansı temsilen kendileri ile konuştuk. 36
NAR Photos hangi fikir üzerine, nasıl kuruldu? Mehmet: Nar Photos 2003’te kuruldu. İki grup insan vardı: Marmara Üniversitesi’nden hocalar ve öğrencilerden oluşan bir grup ve atölyelerden, deprem sonrası çocuklarla yapılan, sokak çocuklarıyla yapılan fotoğraf atölyelerden tanışık olan insanlar. Mesela Tolga o dönem sokak çocuklarıyla bir atölye yapıyordu. Ben ve Özcan Yurdalan 99 depremi nedeniyle İzmit’teydik. Depremden sonra bir Fotoğraf Vakfı kurulması fikri ortaya çıktı ve o vakıf etrafında bir grup insan toplandı; bu atölyelere gidip gelenler. O zamanlar daha yolun başında, 20’li yaşlarımızdaydık. Bizden büyük birkaç kişi daha vardı o dönem. Bağımsız, ortak gönüllülük temelinde iş yapacak kolektif bir fotoğraf yapısı kurmak gibi bir fikir vardı. Yaklaşık altı-yedi ay bir bunun için uğraşıldı. Geniş katılımlı bir yapı oluşturulmaya çalışıldı, toplantılar yapıldı. Geniş katılımlı işlerin hepsinde olduğu gibi oradan bir sonuç çıkmadı. Daha sonra daha küçük, altı-yedi kişilik bir kadro toplandı. Bu kadroda bahsettiğim atölyelerden, Tolga, ben, Özcan gibi insanlar ve Marmara Üniversitesi’nden Haluk Çobanoğlu, Coşkun Aşar, Burcu Göknar, Gökşin Varan bir araya gelerek bir yapı kurduk. Fakat bir iki yıl sonra aynı yolu yürüyemeyeceğimiz ortaya çıktı ve o arkadaşlar bu yapıdan ayrıldılar. Onlar kendi yollarında devam ediyorlar. İş anlamında bir ilişkimiz kalmadı. Sonra yeni insanlar katıldı. Bu insanlar daha çok gençlerle yapılan atölyelerden. Anadolu’nun birçok yerinde atölyeler yapıldı. Özellikle Diyarbakır’dan daha fazla katılım oldu. Başlangıçta 7-8 kişi iken, şu anda 17 kişiyiz. Nar Photos’un kurulmasında aslında iki etken var; bir tanesi Fotoğraf Vakfı’nın atölyelerden sonra yarattığı rüzgâr. Çünkü o dönem oldukça ciddi işler yapıldı, sergiler açıldı, yayınlar çıkarıldı. Bir de en önemlisi World Press Photo ile 2001 ve 2003 arasında basın fotoğrafçıları için profesyonel bir çalıştay yapıldı. Oraya da bizden Tolga, Kerem (Uzel), Eren katıldı. Tanışıklığımız biraz oradan geliyor. Yani o atölyenin yarattığı motivasyon fotoğrafçılara “Bir iş yapmak istiyoruz ama nasıl yapacağız?” sorusunun da cevabını vermiş oldu ve somut bir fikre dönüştü. Tamam, biz bir ajans kuracağız,
burası bağımsız bir yer olacak ama Eren: Elbette alternatif bir duruşuher şey biz bu işi yaptıkça ortaya çık- muz var. Burada çalışan herkes ana tı. Kervan yolda düzülür misali çünkü akım dışında ne kalıyor acaba bir orabir örnek yoktu daha önce. ya baksak diye değil de herkesin ilgi ve merakı o yönde olduğu için çalışıPeki NAR adı nereden geliyor? lıyor. Mehmet: NAR ismi Özcan ve eşin- Serra: Haber ajansı gibi çalışmıyoden geliyor. Özcan bizim yaşça en bü- ruz ama ilgilendiğimiz konularla ilgili yük üyelerimizden biri. Onların bir haberler olduğunda bunun arka planı ara NAR adında bir yayınevi vardı. ve sonrasını takip etmeye, daha uzun İsim ararken baya bir isim konuşuldu. süreli çalışmaya çalışıyoruz. Gezi ile NAR bize hem anlam olarak çok ma- birlikte sıcak habere daha yakınlaşnalı geldi; birlik ve çokluk meselesi. mış olduk. Yazılış ve okunuş anlamında da çok Mehmet: Ama şu bir gerçek; Bizim kolay, batılılar için de böyle, kısa ve ilgilendiğimiz konuların çoğunun ana öz, tek hece. NAR’ı duyunca “Tamam akım medyada yer alması (en azınNAR olsun” dedik. İsim zor bulunur dan bizim yaptığımız biçimiyle) pek ama bulunduğunda da tamamdır. olanaklı değil. Sıcak gündemle ilgili Böyle bir hikâyesi var. Basit evet ama birçok haber birçok gazetede yayınlamemnunuz ismimizden. nabilir. Röportaj denen çalışmaların zaten Türkiye’de pek yeri yok. TürkiKadroya yeni bir fotoğrafçının ye’de röportaj yayınlamış, bildiğimiz katılma süreci nasıl işliyor? anlamda Batıdaki standartlarıyla bir Tolga: Ajansa yeni üyeler davet yo- röportaj gazeteciliği ya da dergiciliği luyla katılıyor. Biz bir fotoğrafçıya gi- yok. O işler de çok itibar gören, tırnak dip “Biz seninle çalışmak istiyoruz, içinde reyting alan mevzular da değil. sen de bizimle çalışmak istersen deneyelim.” diyoruz. Bir yandan gündemdeki olayları takip ederken bir Sürekli takiptesiniz o zaman? yandan da gündemde olmayan Tolga: Sonuçta çevremizde, genç in- konulara dikkat çekiyorsunuz. sanlarla, buraya gelip gidenlerle iliş- Konu belirlerken belirli bir kimiz var. Hem de sahada çalışırken sistematiğiniz veya ilkeleriniz bir sürü fotoğrafçıyla tanışıyoruz ve var mı? onların işlerine de bakıyoruz. Burası Mehmet: Aslında olaya “konu” gözü bir ajans ama ticari bir mantığa daya- ile bakmazsan konu bulunuyor, konu nan bir ajans değil. Bir tarafımız öyle seni buluyor biraz da. Ajansta bir araişler yapmaya çalışıyor ama bir tara- ya geldiğimizde zaten konuştuğumuz fımız öyle değil. Buranın bir patronu, mevzular. Zaman zaman o mevzular yöneteni yok. Kolektif şekilde ilerle- birden bizim üzerinde çalışacağımız yen bir yer. Fotoğrafçılık biraz birey- konu haline geliyor. Bununla ilgili bir sel ve egonun yüksek olduğu bir iş şey yapsak mı, nasıl yapsak? “Bununama bizde işler pek öyle yürümüyor. la ilgili bir multimedya mı yapacağız, Fotoğraftan önce temizlik yapabiliyor ortak bir proje mi gerçekleştireceğiz?” muyuz, ona bakıyoruz. Biraz da öy- ya da “Biri böyle bir şey çekmeye mi le olması gerekiyor ki uyumlu bir şe- hevesli?” gibi sorular çıkıyor ortaya. kilde çalışalım. Dolayısıyla fotoğraf- Konular zaten bizim hayattaki konuçıları davet yöntemi ile belirliyoruz. larımız aynı zamanda. Fotoğrafik olaZaten daha öncesinden süregelen bir nın peşine düşmek gibi, “nereden iyi ilişkimiz oluyor. Eren’le de öyle oldu. fotoğraf çıkar” gibi bir kaygımız yok. Eren: On senelik bir tanışıklığımız Bu kaygı da zaten bize ters. Fotoğraf vardı. Ben katılalı iki sene kadar oldu. öncelikli bir konu belirleme yöntemimiz yok. Çalışmalarınıza baktığımızda ana akım medyanın Fotoğrafı artık herkes değinmediği, değinmekten kolaylıkla üretebiliyor. Bunun kaçtığı konuları da seçtiğinizi yansımasını özellikle sosyal görüyoruz. Habercilikte bir medyada, toplumsal olaylarda boşluğu doldurduğunuzu kişilerin paylaşımlarından söyleyebilir miyiz? Kendinizi görebiliyoruz. Bu durum sizin nasıl konumlandırıyorsunuz? gibi gündemden kopmadan
37
Üstteki fotoğraf Eren Aytuğ’a ait. Nar Photos’un Milyonluk Manzara, Kentsel Dönüşüm Resimleri adlı kolektif projesinde yer alıyor.
38
fotoğraf üreten ajansları olumsuz etkiliyor mu? Mehmet: Bence bu kötü bir şey değil. “Biz profesyoneliz, neden bizim alanımıza giriliyor, neden fotoğraf çekiliyor”? demiyoruz. Beyin cerrahı iseniz böyle bir tekel olabilir ama fotoğraf çekip kimseyi öldüremezsiniz. Bundan pek rahatsız değiliz. Fakat sorun şu; teknik öyle ilerliyor ki yapma-etme biçimlerine dair bir şeyler ilerlemiyor. Bir iş yapılıyor ama o işin yöntemine dair bir tarz, ahlaki bir durum gelişmiyor. Fotoğraf çekmenin kendisi problem değil ama bu işi nasıl yaptığınız bayağı bir problem. Profesyoneller için de böyle. Sahadaki davranışınızla da ilgili; fotoğraf çekerken nasıl gözlemlediğiniz, nasıl fotoğrafladığınız, nerede durduğunuz, insanları ezerek mi geçtiğiniz, istisnai durumların peşine düşüp ilginç kareler mi çekmek istediğiniz şeklinde birçok dert var. Burada amatör profesyonel ayrımı koymak da yanlış. Teknik ilerledi, daha fazla amatör insan para kaygısı gütmeden, hayatını bundan kazanmayacak şekilde fotoğraf çekiyor. Bu ahlaki dertler sadece onları ilgilendirmiyor, birincil olarak profesyonellerin de sorunu. Profesyonel olmak diğer sorunları çözdüğümüz anlamına gelmiyor. Çokluktan
çok nitelik önemli; nasıl yapılıyor bu hikâyeler? Tolga: Irak işgalinde dünyanın en önemli, en pahalı fotoğrafçıları çalışıyordu ama oradaki en büyük etkiyi yaratan Ebu Garip cezaevinde cep telefonu ile çekilmiş bir hatıra fotoğrafıydı. Gezi olaylarında vatandaş haberciliği bir anda evrim geçirdi. İnsanlar vatandaş haberciliğini trafik kazalarında ya da sokaktaki bir kavgada yaparken bir anda hayatlarının içinde başka bir konumda buldular ve bir kısım görüntüler, belgeler var ki onlar profesyonel gazetecilerin ya da fotoğrafçıların çekebileceği görüntüler değildi. Çünkü belli bir saatten sonra biz de sokakta fotoğraf çekemez hale geliyorduk ve o anlamda bizim yapamayacaklarımızın açığını kapatıyorlardı. Gezi Parkı direnişinde binlerce fotoğraf çektiniz. Olaylar esnasında fotoğrafçı olarak/olmanıza rağmen zorluklar yaşadınız mı? Tolga: Kendi yaşadığım hissiyattan bahsedebilirim. Bir fotoğrafçı olarak belgeme durumum vardı, ikincisi de ben burada yaşıyorum. Burası benim mahallem, iş yerim burası. Her iki tarafından bana dokunan bir durum vardı. Bir
yandan belgeleme isteğim var bir yandan da bütün o işin içinde fotoğrafçı olarak değil de birey olarak bulunma durumum vardı. Yaşadığımız şiddet daha öncelerden, en azından benim kuşağımdan insanların maruz kaldığı, bu kadar yakından tanıklık ettiği bir şiddet değildi. Biz hiçbirimiz savaş fotoğrafçısı değiliz. Bir anda kendimizi büyük bir şiddet olayının içinde bulduk. Arada zorluklar yaşasak da bu işi başından sonuna kadar takip ettik. Serra: Bir yandan şunu da tecrübe etmiş olduk; zaten on yıldır birlikte çalışıyoruz, birden olaylar patlak verdi ve biz bir şekilde kendimizi içinde bulduk. Ekip olarak da fotoğrafları çekmekten seçmeye, yayınlamaya kadar hep beraber bir kolektif olarak çalışabildik. Bunun da pratiğini yaptık. Daha önce yaşamadığımız seviyede şiddetin karşısında kendi yapabileceklerimizi ve yapamayacaklarımızı da gördük. Bu sorumu Serra Akcan’a ve Tolga Sezgin’e sormak istiyorum. Siz Boston’da iki yıl profesyonel fotoğrafçılık programına katıldınız, siz de Paris’te Corbis ajansta çalıştınız. Amerika’da ve Fransa’da farklı olarak neler gördünüz? O zamandan bu zamana Türkiye’de fotoğrafın gelişimini nasıl yorumluyorsunuz? Tolga: İyi yorumlarım. Bizde de şahane fotoğrafçılar çıktı. Genç kuşaktan çok iyi fotoğrafçılar var. Bundan on, on beş sene önce bu kadar hayatımızda değildi. İnternetle, kolay erişimle beraber fotoğrafın kendisi hayatımıza girdi. Bu kadar görünür olunca bunu yapan insan sayısı da arttı. Foto-röportaj olarak düşünmesek bile çok iyi işler yapan genç fotoğrafçılar ortaya çıktı ve kendi dillerini kuruyorlar. O anlamda bence Türkiye iyi bir adım attı. Bence bundan sonra kolektifler de çoğalacak. Çünkü Belgesel fotoğrafçılar ancak bir yapı
oluşturup bir araya gelirlerse ayaktalar. Bu sorumu da Eren Aytuğ’a sormak istiyorum. Üniversitelerde fotoğraf dersleri veriyorsunuz. Türkiye fotoğraf eğitimi konusunda dünyaya kıyasla nerede? Eren: Ben şu ana dek hep İletişim Fakültelerinde ders verdim. Dolayısıyla temel fotoğrafçılık eğitimi veriyorum, Türkiye’de fotoğraf eğitimi konusunda ahkâm kesmem doğru olmaz. Ama görebildiğim kadarıyla işin teknik kısmıyla daha çok ilgileniyoruz, hâlbuki artık dijital teknoloji sayesinde fotoğraf öğrenmek çok kolaylaştı. Ben derslerimde mutlaka bir proje üzerinde çalışıp dönem sonunda ortak bir sergi açmaya çalışıyorum. Fotoğrafın tekniğinden ziyade, daha çok fotoğrafçı tanımalarını, fotoğraf üzerine daha çok düşünmelerini sağlamaya çalışıyorum. Serra: Ben yurtdışında fotoğraf eğitimi aldım. Biz, iki senelik eğitimde ilk sene teknik konuları öğreniyorduk. İkinci sene branşlara ayrılıyorduk ve o branşlara dair çalışanlar, bu işi profesyonel olarak yapanlar derslere giriyor, tecrübelerini paylaşıyorlardı. Orada da mutlaka staj yapmak gerekiyordu okuldan sonra. Buraya gelince her şey değişiyor. Benim de küçük çapta öğrencilerim oldu ve dördüncü sınıfta yapılan işlere bakınca şunu görüyordum; dört senede fotoğrafa dair veya meslek olarak fotoğrafçılık yapmak istemelerine dair ne öğrenebiliyorlar, ne de deneyim elde edebiliyorlar.
Türkiye’de gezerken zaten bir sürü yerde kadın olunca kabul görüyorsunuz ama tek başınıza dolaşmak biraz zor oluyor. Bir sürü yere girip çıkmak veya konu seçmek açısından da öyle. Yine her alanda olduğu gibi kadınların çok fazla görünürlüğü yok, geri planda kalıyorlar ve camiada çok fazla erkek var. Mehmet: Kadın fotoğrafçı yok ne yapalım? Yok derken sayı anlamında azlar. Tolga: Yapıyorsunuz da makinenizin önünü mü kapatıyoruz? Tabii çok ‘erkek’ bir alan, gazetelere bakın, bütün muhabirler erkektir ve oraya yeni bir muhabir alınacağı zaman hep erkeklerden seçilir. Haber ajansları hep öyledir zaten. Eren: Gazetelerde sadece bir kadın var. Zaman gazetesinde. Başka biliyor muyuz? Serra: Foto muhabir bizim Zeynep Kuray var.
artık bu 17 kişiden bir tek Erhan Arık’ı sayabiliriz. Bu biraz şununla da ilgili; günümüz medyasında internet üzerinden ve çok hızlı tüketiliyor ve belli bir hızda iş yapılıyor. Biz de o hıza uyum sağladık. Mehmet: İki senelik, üç senelik, dokuz senelik projelerde şöyle bir mit var; başlarda sorduğun soruyla da alakalı. On beş sene öncesi ile bugünü kıyaslayacak olursak bu da var. Geçmişte internet gibi bir ağ olmadığı için efsaneler kendi varlıklarını hep koruyorlardı. Bunlar bir türlü yıkılamıyorlardı. Fotoğrafa ilişkin mitler vardı. İyi proje uzun çekersen olur! Türkiye’deki fotoğraf estetiği algısı anlamında efsane olarak algıladığımız isimler hakkındaki gerçek bilgileri kıyaslamadığımız için de görmüyorduk. Onların durduğu yer ne, çıta ne? Dünyada bu iş nasıl yapılıyor, standart ne? Bunu ölAjans için fotoğraflar çümleyebileceğimiz bir kıyasüretirken bir taraftan lama mekanizması yoktu. kendi uzun soluklu Eren: On numara iş yapsan bir Bir fotoğrafçı olarak projeleriniz üretmeye ayda yapsan bakmazdı kimse. işinizi yaparken özellikle zaman ayırabiliyor Mehmet: Bir konunun bir isbu toplumda kadın musunuz? Yoksa bu teri vardır. Bir konu bir ayda olmanın zorluklarını ikisi bir arada kolayca da çekilebilir, üç günde de çeyaşadığınız oldu mu? yürüyebiliyor mu? kilebilir, üç yılda da çekilebiSerra: Kadın olmanın zorluk- Tolga: Artık aramızda uzun lir. İyi konu uzun mesailerden larını her yerde yaşıyoruz zaten. yıllarca proje yapan kimse kal- sonra ortaya çıkar gibi bir efFotoğrafçı olarak da yaşıyoruz. madı galiba. Bundan on se- sane vardı. Belgesel fotoğrafAvantajları da var dezavantaj- ne önce bir takım mevzuları çı olacaksan en az bir sene bir ları da var. Şöyle avantajı var; uzun uzun çalışıyorduk. Şimdi işin peşine düşmelisin, uzun
Üstteki fotoğraf Serra Akcan’a ait. Nar Photos’un Milyonluk Manzara, Kentsel Dönüşüm Resimleri adlı kolektif projesinde yer alıyor.
39
İstanbul’u fotoğraflamak istiyorduk ama tek tek akıl edebileceğimiz bir şey değildi. Beş altı yıldır sürekli “İstanbul değişiyor, bir şey yapmamız lazım.” derken ortaya çıktı. Tek başımıza olsaydık bu tip açmazları çözemeyebilirdik. Yalnızken kendi yolunu bulmak zordur. Bir organizmaya dönüştürmüşsen o organizma tek bir beyin gibi çalışır. Dolayısıyla birkaç zihinden beslendiği için her şey kolaylaşıyor.
Üstteki fotoğraf Mehmet Kaçmaz’a ait. Nar Photos’un Occupy Gezi Park adlı kolektif serisinde yer alıyor.
40
uzun ortadan kaybolmalısın, o ara bir şeyler üretmemelisin ve sonra bak beş sene çalıştım, dokuz sene çalıştım diye piyasaya çık. Uzun çalışılan konu iyidir diye bir şey yok. Şuradan biliyoruz; uzun uzun bir takım şeyler çalışıldı. Ortaya çıktığında bu mesainin acayip bir patlaması olması lazım, bir insan senelerce bir konuya yoğunlaşıp bir pratik içindeyse büyük bir şey bekliyoruz demektir. Tolga: Salgado’nun Workers işi gibi bir iş çıkması lazım. Mehmet: 36 ülke ve 100’e yakın sektörden bahsediyoruz. Neden dokuz sene sürüyor, gayet net bir nedeni var. Zaten yolculukları beş sene sürüyor. Dokuz senenin sonunda bir durup bakıyoruz elbette. On tane Salgado yok. Zaman harcıyorsanız -dışarıdan bahsetmiyorum- kendi beklentinizi oluşturuyorsunuz demektir. Dokuz sene harcıyorsan çok iyi bir şey çıkarmak zorunda hissediyorsun. Eren: Bir taraftan Salgado da bu hıza uyum sağlıyor. Her beş ayda bir çektiği fotoğraflardan bir konu yapıp koyuyor önümüze. Mehmet: İşçiler zamanında da böyleydi aslında. Tek bir parça dokuz senenin sonunda yayınlanmadı. Şimdi daha kolay çektiğin şeyi kendi bloğunda yayınlayabiliyorsun ki bu da
gayet normal. İnternette birçok bilgi, veri var ama önemli olan oradan bilgilenmek değil. Kıyaslama yapabilmeni kolaylaştırıyor ve fotoğrafa dair efsanelerin de içinin boş olduğunu gösteriyor. Bir ajans çatısı altında çalışmanın sizlere kattıkları nelerdir? Mehmet: Serbest çalışıyor olmak zaten yarı işsizlik durumu. Bu işin ekonomisi de gayet sinir bozucu, gayet motivasyon öldürücü. Tek başına bir işi sürdürürken her zaman içe kapanıp, kendinizle uğraşmaya başlayıp, işinizin aslını sorgulama riski var. “Ben ne yapıyorum, neden para gelmiyor, bu iş neden ilerlemiyor?” gibi açmazlarda kalabilirsiniz ve bu sizi frenleyebilir. Başka biri, başka bir göz sana destek vermeyince, başka biriyle paylaşmayınca… Bir arada olmanın bence en büyük etkeni böyle bir açmaz riskini ortadan kaldırması. Çünkü tıkandığınızda her an soracak birileri var. Sormaya da gerek yok, onlar zaten maydanoz oluyorlar. Etkileşim içinde olmak serbest çalışan bir fotoğrafçının iş ömrünü uzatıyor. Diğer yandan bir konuyu oluşturmak, neyin peşine düşüleceğini icat etmek açısından da önemli. Milyonluk Manzara’da böyleydi. Hepimiz
Uluslararası ajanslarla bağlantınız var. Bu bağlantıların size katkıları oluyor mu? Mehmet: Bizim onlara katkımız oluyor daha çok. Partnerlerin varlığı dünyada bizim görünürlüğümüzle alakalı ve bir yandan da para döngüsü sağlıyor fakat öyle büyük paralar değil. Toplasak yedi sekiz partnerin satış raporlarında ancak bizim kiramızı öderler. Bu sadece Türkiye’nin gündem olmayışı ile ilgili değil, Gezi zamanında çok acayip şeyler olurdu paralar dönerdi. Dünyada bizim ürettiğimiz tarzda fotoğraf yayınlayan yayınlar azalıyor. Siz on sene önce üç saat verip üç-beş kare sattığınız fotoğrafla belki on beş gününüzü geçirecektiniz ve belki o size bir iş özgürlüğü tanıyacaktı. Bugün çok daha fazla çalışmalı, arşive çok daha fazla sayıda fotoğraf yüklemeli ve daha az beklentiye sahip olmalısınız. Almanya’daki bir editörü tanımayabiliriz fakat bizi temsil eden ajans Der Spiegel’in ya da akla gelebilecek başka bir derginin editörlüğüne sahip kontak açısından. Dolayısıyla mesafeyi kısaltıyor. Onlar bizim adımıza editörlerle bağlantı kuruyorlar. O ajanslar bizi bulundukları ülkelerde temsil ediyorlar, bulundukları iş ağına işlerimizi sunuyorlar. Bunların çok az bir kısmı röportajlar şeklinde olurken, önemli bir kısmı da arşive tek tek atılmış fotoğrafların satışı şeklinde oluyor. Fotoğrafa başladığınız
yıllarda size ilham veren fotoğrafçılar kimlerdi? Mehmet: Bir tane isim yoktur herhalde, birkaç isim vardır. Tabii şimdi Salgado’yu, Bresson’u herkes sever. Yaş ilerledikçe daha başka şeyler görmeye başlıyorsunuz. Siz değişiyorsunuz, görmek istediğiniz, ilham alacağınız kaynaklar değişiyor. Yeni kaynaklar ortaya çıkıyor. Bunlar hep eski fotoğrafçılar olmayabiliyor. Daha bize yakın nesilden insanlar da olabiliyor. Örneğin 4-5 sene önce Luc Delahaye birçok fotoğrafçıyı etkilemiştir. Delahaye 90’lı yılların sonunda Magnum’a girmiş genç bir fotoğrafçıydı. Klasiklerin neden klasik olduğunu zaten biliyoruz. Cartier-Bresson, Eugene Smith, Sebastiao Salgado, Lewis Hine gibi isimler hepimizin ortaklaşa sevdiği isimler. Siz değiştikçe klasik belgeselin dışında işler görmek istiyorsunuz, daha farklı şeylerden ilham almak istiyorsunuz. Belgesel de başka bir yöne gidiyor. Her on yılın bir trendi var gibi aslında. Haber fotoğrafçılığında da, belgesel fotoğrafta da böyle. Biraz manasız bir kavrama dönüştü ama “fotoğrafçının imzası”nı göstereceği daha öznel işler… Serra: Graciela Iturbide’nin Juchitan köyünde çektiği fotoğraflar var. Onlarda tamamen kendi imzasını atmış çünkü on sene boyunca sürekli gidip gelmiş, artık oradan biri gibi olmuş ve çektiği portreler orada çekilen tüm fotoğraflardan ayrı duruyor. Tolga: Bir de çok şaşırtıcı sürprizler de oluyor. Son favorimiz Vivian Maier diye bebek bakıcısı bir kadın aslında. En son sevdiğimiz ve hepimizi derinden etkileyen bir kadın. Mehmet: Finding Vivian Maier belgesinden sonra şöyle bir tartışma başladı; Maier bütün bunlar olsun ister miydi? Bir kişi kendi iradesiyle bunları paylaşmamışsa, bir kutunun içinde biriktirmişse, acaba bütün bunların yayınlanmasını, filmin çekilmesini, sergilerin
açılmasını, kitaplarının basıl- hayatımda fotoğrafın özel bir masını ister miydi? Neresinden yeri yok. Bir araya geldiğimiztutulsa tuhaf bir tartışma. de de en az konuştuğumuz şey de fotoğrafın kendisidir herFotoğraf dışında halde. nelerle uğraşıyorsunuz? Tolga: Bu bizim işimiz ve Neler okuyor, neler işimizi hep iyi yapmaya çaizliyorsunuz? lışıyoruz. Bir işin iyi yapılMehmet: Hadi bakalım! (kı- masının gereklilikleri neyse sa bir sessizlik ardından kah- bunları yapmaya özen göstekahalar…) riyoruz ama onun dışında bir Eren: Hiçbir şey yapmıyoruz, “fotoğraf kafası” değiliz. anlaşıldı! Mehmet: Şu bir gerçek; zaMehmet: Bu aralar çoğumuz man zaman uzun toplantılar öykü okuyoruz. yapıyoruz. Genelde toplantılaTolga: Buranın dışına çıktı- rın ana eksenini yöntem oluşğımızda da yakın arkadaşlarız. turuyor. Nasıl yapacağımızın Hayatımız sürekli birlikte geçi- üzerine konuşuyoruz. Olayın yor. Buradan çıkınca, burada- kendisinden çok yapma etme ki muhabbet hep devam ediyor. biçimleri üzerine sürekli fikir Dolayısıyla biri bir şey okuyor, yürütüyoruz. Milyonluk Mangeri kalanımıza yayılıyor. Film zara’da konu İstanbul ama tek işlerimize Gencer arkadaşımız başına İstanbul olamaz. Yokbakıyor, sürekli besliyor. En ye- sa çık dışarı fotoğraf çek! Doteneklimiz Mehmet. Sesi güzel, layısıyla Milyonluk Manzara’ya enstrüman çalabiliyor. Röpor- kadar geçen 5-6 yıllık sürede tajlarda olmasına özen göste- konuştuğumuz şey bunun yönriyoruz. Ben adada yaşıyorum temi üzerineydi. Bunu nasıl biraz daha doğal hayatın için- formüle edeceğiz, nasıl bir sisdeyim, odun kırmasını biliyo- tematiğe oturtacağız, nasıl bir rum, hayvanlarla aram iyi. cümle kurulacak, cümlemiz ne Mehmet: Hayatımız şöyle de- olacak? Bunu çektiğimizde biğil esasında; “Fotoğraf diye bir ze ne diyecek birileri, biz onşey var, baya bir zamanımı- lara ne diyeceğiz? Dolayısıyzı, zihnimizi meşgul ediyor ve la fotoğrafın kendisinden çok geriye de yüzde otuzluk bir za- yaptığımız işin etrafında dolaman dilimi kalıyor” gibi bir du- nan yöntem ve sistem ile ilgili rum yok. Herkesin bir haya- konuşuyoruz daha çok. Zamatı ve o hayatların içinde birçok nımızı daha çok bu işgal ediyor. şeyi var. Kişisel olarak benim Eren: Gayet sıkıcı yani…
Üstteki fotoğraf Tolga Sezgin’e ait. Nar Photos’un Occupy Gezi Park adlı kolektif serisinde yer alıyor.
41
kaçış röportaj: Kamer Yılmaz büyük fotoğraf: Rıza Şahin
Ahmet Coka:
Hadi Biz Kaçtık Büyük şehrin kargaşasından yazlık beldenin huzuruna taşınmak, yıllardır magazin programları aracılığıyla jet sosyetenin bayrağını taşıdığı bir eylemdi. Artık değil. Görsel tasarımcı Ahmet Coka Bodrum’a başarıyla yerleşirse hepimiz için ilham kaynağı olacak. Müstakbel idolümüzle Bodrum’a kaçmak üzerine konuştuk...
“Y
etti artık, gidiyorum bu şehirden. Bodrum’a yerleşeceğim.”, “Böyle hayat olmaz olsun. Bırakıyorum her şeyi.” diyen çok. Hem de İstanbul gibi bir şehirde... Kimisi gerçekleştiriyor en sıkıntılı anlarda söylenen bu sözleri, birçoğu da sadece hayal olarak bırakıyor. Ahmet Coka hayalini gerçekleştirmek üzere yola çıkanlardan. hadibenkactim.blogspot.com adresindeki blogu ile bu kaçış planının
42
her ayrıntılarını takipçileriyle paylaşıyor. Kendisiyle aynı hayallere sahip olanlar için ilham, henüz o hayalleri kurmaya cesaret edemeyenler için ise kahraman oluyor sözcükleri ve çizgileriyle. Boo!’nun muhtelif yerlerinde imzasını gördüğünüz Alper (Demirci) takip ediyormuş blogu. ‘Eh ne de olsa tasarımcı adam, tabii takip edecek kendisiyle aynı işi yapanları.’ diye düşündüm. Ama aslında olay sandığım gibi değilmiş. Çünkü Coka’yı takip etmek için tasarımcı olmaya, çizgilerle anlaşmaya gerek yokmuş. Sadeliği, hayata bakışı, resimleri, kaçış planı ve en önemlisi de samimiyetiyle günümüze inat, dünyanın dönüşünü durdurmuş da eski zaman insanlarının naifliğiyle durmuş dünyada. Kendimizi
iyice
yazılarına,
resimlerine, çizimlerine kaptırdıktan sonra “Acaba Boo!’nun sorularını yanıtlar mı?” diye rahatsız ettik. Bir yandan da bloglarından aşina olduğum ‘Sevgilisi Hülya da olur mu acaba?’, ‘Asmalı Cavit’e mi gidilir ki?’ gibi soruları düşünüyordum. Coka için bir cuma klasiği olan Asmalı Cavit’teki rakı masasına davet edildik; dergiden, hayattan, ilişkilerden, kaçış planından bol bol konuştuk. Yanlış bilmiyorsam doğma büyüme İstanbullusunuz. Sizin için İstanbul nasıl bir yer? Sizin bölgeleriniz nereler? İstanbul, yaşaması gün geçtikçe zorlaşmasına rağmen hâlâ sihirli, şiirsel ve romantik bir şehir. Benim için önemli bir ilham kaynağı. Merkezi Bebek kabul ederek çapı 3035 km’lik bir dairenin içinden
Ahmet Coka’nın anıları çoğumuzun aksine, fotoğraf makinasına bağımlı değil.
bahsediyorum. Boğaz hattı boyunca büyüdüğüm, okuduğum ve yaşadığım da düşünülürse ne demek istediğim iyice anlaşılır. Bu dairenin dışında da yolumun pek düşmediği başka bir İstanbul var. Şehir katman katman büyüyor. Dolayısıyla herkes kadar kalabalığından, kakofonisinden, sıkışmışlığı ve trafiğinden şikâyetçiyim. Şehrin dengesi maalesef hızla değişiyor. Değişimin kendisi kaçınılmaz belki ama sizce de hız fazlasıyla baş döndürücü değil mi? Çizim ve tasarım yapmaya ne zaman başladınız? Her zaman çizerdim. Öylesine, bir yere oturmayan, çok da kıymet vermediğim karalamalar yapardım. Fakat o eskizler bana MSÜ GSF Grafik Bölümü’nün kapılarını açtı. Okulla birlikte tasarım yaşamımın, çizmek ise işimin bir parçası oldu. Uzun yıllar çizim, tasarıma
“Sizce de bu değişim hızı fazlaca baş döndürücü değil mi?”
İstanbul’dan kaçmaya nasıl karar verdiniz? Aslında bir yere kaçmıyorum, yer değiştiriyorum. Bir kere her şey hayal kurmakla başlıyor. Deniz kıyısında tek katlı taş ev, mis kokulu çiçeklerle bezeli bir bahçe ve yavaş akan zaman hepimiz için çok cazip değil midir? Bir sonraki adım bu hayale hizmet etmekti. Tutumlu biriyimdir ve bunun faydasını fazlasıyla gördüm. Zaman içinde yapabildiğim tasarrufumla lüks şeyler -araba, teknolojik oyuncaklar- alacağıma toprağa yatırım yaptım. İlerisi için basit bir hazırlıktı bu. Zamanı gelip emekli olunca her şeyim hazır beni bekliyor olacaktı. Ama birden bambaşka bir şey oldu. Hayata bakışımı tamamen değiştiren ciddi bir sağlık sorunu yaşadım. Gerçekleştirmeyi arzuladığım hayallerim için 60’lı yaşları beklemenin âlemi yoktu. Böylece kararım netleşti. Dolayısı ile tam zamanlı yaşayabileceğim yerleri aramaya başladım.
olarak bulunduğunuz ajans ortamları da olabilir mi? Bir nedeni de bu diyebilirim ama biraz açmam gerekiyor. Mesleğimi seviyorum. Kendi istediğim ajanslarda çalışmak da en büyük şansımdı sanırım. Fakat şu bir gerçek ki iş ile yaş arasında anlaşılır bir ilişki var. Dolayısıyla kırklı yaşlarıma adım atarken tahammül eşiğimin epey düştüğünü fark ediyorum. Mesela artık bir bayram tebriği tasarımına dünyanın en önemli şeyi gibi bakamıyorum. Bir hafta sonra unutulacak şeyler için, saatler süren toplantılar yapmaya da katlanamıyorum. Bir an geliyor, neler için zaman kaybettiğine bakman gerekiyor. Şöyle genel bir özetle tarif etmek isterim: Hayatımın ilk yirmi senesinde, ailemin isteklerini ve beklentilerini karşıladım. Sonraki yirmi sene ise çalıştığım ajans ve müşterilerimin hayallerini gerçekleştirdim. Önümde bir kırk yıl daha var mı bilmiyorum ama kalan zamanı kendime, sevdiklerime ve hayallerime ayırmak istiyorum. Sanırım bu planın ana fikri basitçe bu.
Sizi kaçış planı yaratmaya iten mesleğiniz ve zorunlu
İstanbul’da şu anki hayatınızı yaşarken de bir yere gitmeden
hizmet etti. Şimdi ise tam tersi... Resim yapmak benim için bir dile dönüştü.
43
bir kaçış planı olamaz mıydı? Mesela ajanstan ayrılmak, daha sakin bir muhitte yaşamak gibi... Bu alternatifin üzerinde de durdum elbette. Bu noktada ekonomik şartlar belirleyici oluyor. Kira, ulaşım, ev ekonomisi gibi önemli kalemlerin İstanbul’daki karşılığı, başka bir şehirle karşılaştırıldığında çok yüksek. Mesela Bodrum’da 500 liraya oturabileceğiniz ev burada 1500, domates 30 kuruşken İstanbul’da 3 lira. İstanbul’da ödeyeceğiniz yakıt parasının beşte biriyle Bodrum’da kışı geçirmek mümkün. Elbette ki daha çok detay var. Yoksa Büyükada’da oturup resim yapmak, evden dışarıya tasarım desteği vermek kulağa hoş geliyor.
Ahmet Coka tanıştığı insanları ve dostlarını da resimli günlüğüne çizmeyi ihmal etmiyor. Altta, Asmalı Cavit’te yediğimiz yemek sonrası Kamer, Rıza, bir büyük, bir de küçüğü yanlarına alıyor Ahmet-Hülya ikilisi. Daha da altta, soluğu Bodrum’da alan bir başka “kaçış insanı” grafik tasarımcı Serdar Benli ile bir yemek hayali var.
Neden Bodrum? Bodrum bir kod aslında. İlla Bodrum olsun gibi bir diretmem yok. İnsan esnek olmalı ki kırılmasın. Mesela daha önce Bozcaada’da yaşamayı hayal etmiştim. Hatta küçük bir bağ sahibi bile oldum. Fakat herhangi bir sebeple anakaraya geçmek zorunda kalırsanız -mesela sağlık sebebiyle- hava şartları hareketinizi çok etkiliyor. Özellikle kış fırtınalarında mahsur kalmak gibi bir risk vardı. Ben de vazgeçtim. Aklıma yatan ikinci yer Marmaris Selimiye idi. Halen orasıyla ilgili planlarım vardır. Fakat inzivai bir yaşam için erken olduğunu düşündüm. Bodrum fikri ise oraya yerleşmiş tanıdıklarımın hikâyelerini dinleye dinleye pekişti. Önceleri sevmezdim fakat kışlarının bir başka olduğunu bizzat gördüm ve kararımı verdim. Aslında her yerde İstanbul’da yaşadığımız kadar olmasa da bir doluluk, bıkkınlık yaratacak türden sıkıntılar yaşanıyor. Belki Bodrum’da da bu tip şeylerle karşılaşacaksınız. Bundan korkmuyor musunuz?
44
Yazları çok yoğun derseniz; kalabalık yüzünden bir kaç aylığına çevre beldelere kaçan tanıdıklarım var. Bence güzel bir çözüm. Ege bu hareket imkânını sağlıyor. Zaten “Kalabalık olur, sıkıntı yaşarım” gibi bir korkuyla İstanbul’dan gidememek galiba daha korkunç olurdu. Kaldı ki bunu başarmak (şehir değiştirmek) bir sonraki hareketime de referans olur. Yani söz konusu bir durumda zorluk yaşarsam, sıkılırsam kendimi Datça’ya atabilirim. İstanbul sosyetesinin yaz günlerinde Bodrum’un huzurlu ortamını bozup inşaat sektörünü güzelim bahçelerin üzerine salması, kaçışla ilgili hayallerinize zarar veriyor mu? Hayır. Çünkü bu hayal sadece Bodrum’la kısıtlı değil. Bodrum’a yerleşmek sizin için tek kişilik bir karar mı yoksa aileniz ve sevdiklerinizi de kapsıyor mu? Malum sırf arkada birilerini bırakmamak için hiçbir yere gidemeyen, hiçbir yerden gidemeyenler var. Bir hayal kurdum ve zamanı gelince ailemle paylaştım. Bir baktım ailem de bu konuyu düşünmeye başlamış. İki sene evvel annem Bodrum’a taşındı, babamın emekli olmasını bekliyor. Kardeşimin kurumsal hayatı bırakıp ziraat yapmaya başlayalı 4 yılı geçti. İstanbul’da yaşıyor ama bir ayağı artık Gökova’da. Sevgilime de benimle gelmesini teklif ettim. Şanslıyım ki o da kabul etti ve hazırlıklarını yapıyor. Yani tek başıma yer değiştirmiyorum özetle. Yola yalnız çıkacağım derken bütün sevdiklerim yanımda. Plana göre uzaktan çalışmaya devam etmek istiyorsunuz. Hatta bir yazınızda hayal kurarken bile para hesapları yapmak
zorunda olduğumuzdan bahsetmiştiniz. Hayatı idame ettirmek gibi bir durum söz konusu olmasa ne yapmak isterdiniz? Para kazanmak gibi bir dert olmasa dünya gerçekten pek güzel olurdu. O zaman dere tepe gezer, köy kasaba dolaşır resim çizerdim. Evde tembellik yapma hakkım da olurdu. Dostlarımla öğlen rakı içerdim. Yürüyüş yapar, muhabbetlere dalardım. Bol bol yüzer, bol bol uyurdum. Ne bileyim, bir mendirekte oturur sakız çiğnerdim. Bir diğer blogunuzda (cokabook.blogspot.com) aslında bir nevi resimli günlük tutuyorsunuz. Çizim yaparken ya da bu çizimleri yayınlarken özelinizden bahsetmekten çekindiğiniz zamanlar oluyor mu? Çizim yaparken özelmiş, mahremmiş diye bir düşüncem olmuyor. Fakat yayınlayıp yayınlamamayı düşündüğüm anlarım olmadı değil. Öyle ya blog takip edenlerimin arasında iş arkadaşlarım da var, akrabalarım da... Ama kendimi hiç engellemedim. Kendime ayna tutmak ve bir hafıza yaratmaktı niyetim. Ayrıca bunu yapmak istedim. Tepki de, övgü de aldım. Hepimizin aslında ne kadar da benzer olduğunu gördüm. Böylece sadece kendimin değil izleyenin de özelini paylaştığımı anladım. Çizgi bir karakterle kurduğum dil samimi bulunmuştu. Bu beni daha da rahatlattı. Blog olarak “Hadi Ben Kaçtım” nasıl ortaya çıktı? Her şeyi geride bırakıp
yaşamlarını kasaba ve köylerde sürdüren eski şehirlilerin rehber niteliğindeki blogları çok ilgimi çekiyordu. Ben de henüz bu hayalini gerçekleştirmemiş biri olarak bir şeyler yapmak istedim. Buna kalkışan biri ne yapar, nelerden vazgeçer, hangi sorumlulukları yerine getirmelidir, yazayım istedim. Çünkü çiziyor olmak bir yere kadar yetiyordu. Şimdi ise bu blogla nerelere gidebileceğimi merak ediyorum. Blogda yazdıklarınızı kitap haline getirmeyi hiç düşündünüz mü? Çizimlerimin olduğu bir kitap hazırlıyorum ama yazdıklarımla yapmayı hiç düşünmemiştim. “Yazmamalı, çizmelisin!” gibi yorum ve eleştiriler aldığımdan olacak o kadar kıymetli bulmuyorum belki de. Hayatı sade yaşayan birisiniz anladığım kadarıyla. Lüks düşkünlüğünüz yok, ihtiyacınız kadarı size yetiyor. Bu aşamaya nasıl geldiniz? Hiç mi olmadı elde etme hırsı yoksa bir şey oldu da artık vaz mı geçtiniz o hırstan? Yaşam standardımızı “korumak” gibi çok büyük bir problemimiz var. Artık öyle bir noktaya geldik ki cep telefonumuz, arabamız, giyimimiz kuşamımız bu standardın göstergesi oldular. İşte en büyük korkularımızı da sahip olduklarımız üzerinden kuruyoruz. Gelecek kaygımız, işimizi kaybetme tedirginliğimiz, hatta sosyal hayatımız ve ilişkilerimiz bu standartla şekilleniyor. Hareket kabiliyetimiz, haliyle özgürlüğümüz kısıtlanıyor. Böyle bir tuzağa düşmemeye çalıştım
yaşamım boyunca. Plan şu anda hangi aşamada? Artık yüzdüm kuyruğuna geldim, diyebilirim. Şu aşamada İstanbul ile aramdaki ekonomik köprüyü kurmakla uğraşıyorum. Tıpkı ailem ve Hülya ile konuştuğum gibi, 11 yıldır çalıştığım şirketimle de enine boyuna tartışacağız. İlk tepki olumluydu. Bu konuşmadan çıkacak formül takvimimi de belirliyor olacak. Bodrum’dan İstanbul’a hizmet vermek günümüz teknolojisiyle çok zor değil. Bodrum’a başarıyla taşındıktan sonra yazmaya yine devam edecek misiniz? Elbette. Üstelik buna daha çok vaktim olacak.
Kamer diyor... 45
fotoğraf röportaj: Alper Kara
Baran Tokmakoğlu:
Hiçbir Şey Düşünmeden... Internet ortamlarında “ithinknothing” ismiyle bilinen Baran Tokmakoğlu ile, alamet-i farikası olan fotoğraf ve video işleri üzerine konuştuk.
Baran Bey, öncelikle bizi kırmayıp söyleşi yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkürler. Kendinizden bahseder misiniz? Baran Bey? Bey’i bilmem ama Baran adına, vakit ayırdığınız için ben teşekkür edebilirim. İnsan kendinden nasıl bahseder pek bilemediğimden, olduğu kadarıyla şöyle diyebilirim; kendince fotoğraf-video çekip düzenleyen, arada resim ve grafik tasarım işleri yapan, kısa film ve klip çekimi de yapmışlığı olan, sanırım görsel sanatlara ve estetiğe kendince hevesli, tutkulu biriyim. Kısık ateşte pişer gibiyim. Fotoğraf maceranız nasıl başladı? Ailenizden bu yönde destek gördünüz mü? Fotoğraf maceram plastik sanatlar okuduğum dönem içinde başladı diyebilirim. İlk makinem olan Canon AE-1’i yakın bir arkadaşım hediye etmişti. Analog olduğu için büyülenmiştim, ancak iki üç ay sonrasında o büyüye bir süreliğine ara vermem gerekti ve akabinde resim ve tasarım işleri yapmaya devam ettim. Süreç içinde ağabeyim kendi makinesi olan Nikon D70’i armağan edince, analog makine etkisinden çok uzak olmasına karşın, fotoğraf tutkusu yine nüksetmişti. D70 ile tanışmamdan kısa bir süre sonra, o dönem içinde Veda filmi setinde, set fotoğrafçılığı işi gelmişti. Set ortamı beni çok etkilemiş, o sette hem sinema hem fotoğraf adına elde ettiğim deneyimin bana çok katkısı olmasının dışında, beni iyice içine çekmişti. Hatta o zamanlar, belki biraz da haddimi aşarak kendime, “Saniyede 1 kare çekmek yerine neden 24-25 yahut daha fazla kare çekmeyesin ki? “ sorusunu sormama bile neden olmuştu. Set fotoğrafı dışında kişisel üretime geçmem, sokakta gördüklerimi belgelemeye çalışmamın dışında, şu an ismini hatırlayamadığım yabancı bir fotoğrafçının çektiği bir fotoğrafı görmemle başladı diyebiliriz. İki kadın modelin birbirlerine çok yakın şekilde fotoğraflanmış, ancak kadını kanımca biraz fazla metalaştırdığı o fotoğraf, “Elinde iki tane model varken neden böyle bir şey üretir ki bir insan?” sorusunu sormama ve toylukla yargılamaya başlamama neden olmuştu. Yargıladığımı fark ettiğim anda ise “Neden sadece
46
eleştiriyor-yargılıyorsun da sen çekmeyi denemiyorsun?” diye kendimi sorgulayışım, üretim sürecini de beraberinde getirdi. Devamında arada sergiler, online olarak bazı paylaşımlar. Çok net diyebilirim ki; bütün bu süreç içinde ailemin ve arkadaşlarımın her türlü desteği, kendimi olduğu kadarıyla ilerletebilme durumunu sağlamış oldu. Kimlerle çalıştınız? Profesyonel olduğunuza ne zaman karar verdiniz? Genelde kişisel projelerimi hep arkadaşlarımla çıkartıyordum ve gönüllü olarak modellik yapıyorlardı. Günümüz Türkiyesinde nü modellik yapabilmenin, hatta yarı çıplak olabilmenin bile büyük bir çoğunluk tarafından yadırganıp, garipsenmesine rağmen, onlar hem kendilerine, hem bana inanıp nü modellik yapabildiler. “Kadınlı erkekli fotoğraf çektiler” zihniyetinden çok uzak olan ve çoğunluğa göğüs geren güzel insanların isimlerini burada söylemeyi isterdim, ancak prensip olarak gönüllü modellik yapan arkadaşların kimliklerini açıklamıyorum. Bu arada belirtmek isterim ki 2010 yılında dijital makinemin bozulmasından sonra çekim yapabilmek için arkadaşlarımın makinelerini kullanıyordum. Gerçekten zorlu bir dönemdi. Geçen süreçte gerek gönüllü modellik yaparak destek veren, gerek kendi makinelerini vererek çekim yapabilmemi sağlayan dostlarıma, ayrı ayrı minnet borçluyum. Ancak kişisel projelerimin dışında denk gelip çalıştığım, isimlerini söyleyebileceğim, teşekkürlerimi esirgemeyeceğim başka güzel insanlar da var. Mesela Yasemin Mori, Hare
Sürel, Günseli Türkay, Zülfü Livaneli, Barış Aktınmaz… Keyifli çalışmalar yaptığımız Rastarules, Kitchen Guerilla, Size Magazine ve Angel Never Die… “Profesyonel olduğunuza ne zaman karar verdiniz?” demişsiniz. Profesyonel olduğumu ben söyleyemem. Ben sadece hissederek üretmeye bakarım. Profesyonel olma değerlendirmesi başkaları tarafından yapılır. Kimileri çok profesyonel derken, kimileri “Makine çekiyor.” diyebilir. Herkesin kendi tercihidir. Ancak kastedilen şey, yapılan işten para kazanmak ise 2010 yılında “Veda” filmi setindeki işim, başlangıç kabul edilebilir. Video çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz? Sizi bu mecraya çeken ne oldu? Video çalışmaları ilk aşamada deneysel şeylerle başlamıştı, üniversite zamanında. Video Art tadında işler çıkartmaya çalışıyordum. 2012 yılında, artık uzunca bir süredir arzuladığım fotoğraf makinesiyle (çocuğumla) kavuştuğumuzda durum daha farklı bir hâl almıştı. Kitchen Guerilla’ya yaptığım P-Blok videosu-montajı ve bu video için “Gemide” filminin görüntü yönetmeni Mehmet Aksın’ın cesaretlendirici yorumları, işin video tarafına biraz daha ağırlık vermeme neden olmuştu. Hatta cesaretlendirici o yorumlardan bir müddet sonra, İstanbul’da ilk defa gerçekleştirilen The 48 Hours Film Project isimli uluslararası bir kısa film yarışmasına katılıp, en
iyi kurgu, en iyi sinematografi ve en iyi film ödüllerini alacağımdan, Nevred ismini koyacağım filmin Los Angeles Chinese Theatre’da gösterileceğinden, Koç Grubu’nun uçak biletine dahi sponsor olduğu bir durumda, evraklarımın tam olmasına rağmen, sadece serbest çalışıyor olmamdan ötürü konsolosluktan iki defa hüsranla döneceğimden habersiz, kısa film çekmeye bile cesaret edebilecektim. Beni bu maceraya çeken şey ise estetiğe, görsele karşı olan tutkum ve iç sesim oldu. Bir yandan da gözüne ve gönlüne inandığım Mehmet Aksın’ın cesaretlendirici yorumları. Size ilham veren şeyler nelerdir? Birçok şeyi kapsayan ve algılarımız, duygularımız, çağrışımlarımız doğrultusunda ansızın gelişen bir süreçten bahsediyoruz. Sanat tarihi, politika, felsefe, edebiyat, sosyoloji, psikoloji ve antropoloji ise bu sürecin önemli etkenleri diyebilirim. İlham veren şeyin ‘yaşamın kendine has, bireye özgü tınısı’ olduğunu söylemek, yanlış olmayacaktır herhalde. Ara Güler’in “Fotoğraf sanat değildir“ sözüne ne dersiniz?
47
saklamaya çalıştığınız tüm görseller başkaları için içindeki estetik algılayışına göre ya zamanla eriyip gider, ya da dijital çöplük içindeki yerini alır. Bu durum sonucunda da kişinin hatırası olmaktan öteye geçemeyebilir ki kişi bundan rahatsızlık duymuyorsa, her gördüğünü hunharca çekmeye devam edebilir. Kişi bu durumdan rahatsız olmuyorsa ben ne diyebilirim ki?
Bu soru, beraberinde, aklıma ilk olarak “fotoğraf ve fotoğraf çekmek nedir?” sorusunu getiriyor. Henri Cartier-Bresson “Fotoğraf çekmek; aklın, gözün ve yüreğin aynı anda bir olayı hedeflemesidir” diye bir tanımlamada bulunmuş. Bu tanımlamayı ele alarak değerlendirecek olursak ve Ara Güler “Fotoğraf sanat değildir” derken, fotoğrafın “hakikatin parçasını yakalayan bir şey” olduğunu düşündüğünü de göz önünde bulundurursak, bakış açısı doğruluk payı içerir diye düşünmekteyim. Ancak hakikatin parçasını kimin, nasıl görüp yakaladığı ve yansıttığı gerçeği (kompozisyon, özgünlük, ışık değeri gibi durumlar fotoğrafı çeken kişinin tercihidir) fotoğrafa sanat eseri değeri katabilmektedir.
Instagram hakkında ne düşünüyorsunuz? Instagram adresiniz var mı? Instagram’ı iPhone ya da iPod Touch’ı olmadan nadiren de olsa kullanan biri olarak, amaca yönelik kullanılması durumunda sosyal olduğunu farz ettiğimiz medyada yararlı olabileceğini düşünmekteyim. Yoksa ne yediğimiz, ne giydiğimiz, ayağımızı nereye uzattığımız, nasıl tükettiğimiz yahut hangi hayvanı mundar ederek onlarca fotoğrafını paylaşarak daha fazla takipçi fantezimiz için kullanılmasını kişisel olarak tercih etmiyorum.
bu. Durumla alakalı olarak daha hareketli, ritmik parçaları da tercih edebilmekteyim, daha dingin müzikleri de. Çekim esnasında konunun içeriğine göre de bu durum değişmekte. Çekimlerde müziğin kullanımı hem modeli, hem varsa ekibi, hem de sizi üretim aşamasında daha iyi hissettirip işinizle bütünleştirebiliyor. Özel Boynuna pahalı bir makina yaşamda da hislerinizi işitebilmek, asan ve Kadıköy vapurundan üretim sürecinde büyük katkı sağla- Kız Kulesi, martılara simit, yabiliyor. Galata Kulesi, kedi ve çocuk fotoğrafları çeken, ardından Akıllı telefon fotoğrafçılığı bunları “Ali Velioğlu hakkında ne düşünüyorsunuz? Photography” şeklinde Güzel an ve anıların sabitlenmesi için yayınlayan genç arkadaşlara büyük bir kolaylık ama sanırım bir ne söylemek istersiniz? yerden sonra insanları rahatsız eder Neyi çektikleri kendi tercihleridir ve boyuta varıyor. Kimisi telefonla çeker, yargılamak bana düşmez diye düşünNeler dinlemeyi seversiniz? kimisi analog makinayla, kimisi diji- mekteyim. Ancak şunu söylemekte Çekimler esnasında ya da tal makinayla. Bazıları çekmek için yarar var; eğer bu işi dikkat çekmek özel hayatınızda müziğin yeri çeker, kimileri “bakın bende çekiyo- ve kimlik edinip tanınmak için gelişinedir? rum” demek için, bir kısmı da gerçek- güzel bir şekilde yapıyorlarsa ve hisGünbegün, hatta saat aralığına, ha- ten hissederek çeker. Hobi olarak bir settiklerinin naif bir yönü yoksa pava durumuna yahut hissedişinize gö- şeyler çekiyorsanız neyle değil, neyi halı makinalarını gerçekten bu işi re değişkenlik gösterebilen bir durum çektiğinizin önemi vardır. Dondurup hissederek ve layığıyla yapabilecek
48
arkadaşlara versinler. O zaman “Photography” adına gerçekten bir şey yapmış olurlar. Sinemayla aranız nasıl? Sinema benim için başka bir dil. Bu dilde senaryonun geneli ve nasıl işlendiği, karakter analizi, mekân seçimleri, ışık ve müzik kullanımı, oyunculuk, dijital olarak ne denli müdahale edil- elde etmek için sanırım çok diği ve özellikle sinematografi sıklıkla hızlı görüp uygulamaya gözlemlediğim unsurlar. “Ciddi düşü- koymanız gerekiyor. Bundan nüyoruz…” diyebilecek kadar da ara- bahsedebilir misiniz? mız iyi denilebilir. Aslında moda fotoğrafçılığı yaptığım söylenemez gibime geliyor. Bazen Yurdumuzdan ve dünyadan moda sektöründe, kimi zaman sineişlerini beğendiğiniz ma-reklam sektöründe kamera arkasanatçılar kimler? sı fotoğrafları ve videoları çekmemle Magnum fotoğrafçıları başta olmak birlikte, düğün, portre, mekân, yeüzere Tolga Sezgin, İlker Gürer, Ez- mek, reklam-tanıtım yahut anı fogi Polat, Can Dağarslanı, Ebru Sidar, toğrafı veya videoları çektiğim de Silvia Grav, Matthieu Soudet, Gre- oluyor. Ben sadece hissederek kengory Colbert, Ron Fricke, Jimmy Nel- dimce üretmeye çalışıyorum diyebilison, Vivian Maier, Pieter Hugo (The riz. Hepsinin kendine has çekim süreHyena & Other Man), Handrik Kers- ci olmakla birlikte, kişisel çekimlerin tens, Leslie Alsheimer ve şu an aklıma dışındaki üretimlerde, arz-talep doğgelmeyen birçok kişini işleri detaylıca rultusunda hareket etmeniz gerekebiincelenmeye ve üstüne düşünüp soh- liyor. Ancak sadece kişisel projelerde, bet edilmeye değer. sanatsal çalışmalarınızda çıkaracağınız işin tüm detaylarını kendiniz terKişisel olmazsa eğer; efekt ve cih edebiliyorsunuz. Tüm çalışmalarlenslerle sanatsal kaygıları da gerçekten anı yakalayarak iyi bir buluşturanlar mı yoksa kare çıkartabilmek için konsantre olsadeliği tercih edenler mi manız, bütünleşebilmeniz ve yürekdikkatinizi çeker? ten hissedebilmeniz önem teşkil ediDuruma göre değişmekte sanırım. yor. Bunların doğrultusunda artık bir Şayet kaygı kendi isimleri içinse za- saniye sonra ne olabileceğini öngöreten üstüne konuşup vakit kaybetme- biliyorsunuz. Gözünüz geliştikten bir ye değmez ancak üretilen işin kendisi süre sonra da artık fotoğrafı gözleriiçin kaygılar, düşünceler varsa o za- nizle değil, sanki tüm varlığınızla çeman durum farklılaşır. Tercihler ne- kiyor gibi bulabiliyorsunuz kendinizi. yi, nasıl yansıtmak istediğinize göre değişmekle birlikte yılbaşı ağacı kıva- ARTistique PLAStique mına gelmedikten sonra hepsi üstüne spasTIQUE nedir? düşünmeye, sohbet etmeye veya sa- Okuyucularımız merak dece bakmaya değebilir. edeceklerdir. Plastik Sanatlar’ı bitirdiğim yıllaModa fotoğrafçılığı ra yakın tarihlerde “madem dünyayapıyorsunuz. Anı nın en büyük anahtar deliği bu” diyakalamak, güzel bir kare yerek açtığım; o zamanlar içeriğinde
üretimlerim olan fotoğraf, video, illüstrasyon, grafik ve tasarımların olacağını düşünerek paylaşım yapmaya başlayıp, kısa süre içinde sadece fotoğrafa yönelmesinden ötürü isminden artık pek haz etmediğim, zaman zaman bazı işlerimin paylaşımını yaptığım Facebook sayfasının adı. Sanırım şu sıralar sloganı olan “I think nothing” ile daha fazla anılıyor. Geleceğe yönelik projeleriniz neler? Nasıl anılmak istersiniz? Geleceğe yönelik tek düşüncem üretmeye devam etmek. Gerek resim yapmak, gerek fotoğraf çekmek, imkân olursa sinemayla ilgilenebilmek. Hayal edebildiğim ve prodüksiyon anlamında zorlayıcı projeleri de hayata geçirebilmek. Nasıl anılacağımdan çok, çıkarttığım yahut çıkartacağım işlerin-ürünlerin nasıl anılacağı benim için önem arz etmekte. Yani ben değil onlar ön planda olmalı diye düşünmekteyim. Son olarak fotoğraf çekmeye yeni başlayanlara ne tavsiyelerde bulunursunuz? İyi fotoğraf çekmek için öncelikli olarak sanat tarihini incelemelerini, sinema ve edebiyatın da kendilerine çok şey katabileceğini söyleyebilirim. Ekipman noktasında ise çok komplike olmayan makineleri tercih etmelerini (ancak lensi değiştirilebilir olmasına özen göstermelerini) ve öncelikli olarak kursa gitmek yerine kendilerinin vakit ayırarak makinelerini keşfetmelerini önerebilirim.
49
Ortaoyuncular:
Ortaya Buyurun Günümüzde adını sıklıkla Ferhan Şensoy ile duyduğumuz, İstiklal Caddesi üzerindeki Halep Pasajı’nın içinde yer alan Ses 1885 Tiyatrosu’nun; diğer adıyla Ortaoyuncular’ın büyüleyici salonuna buyurun. Her bir köşesinden tarih fışkıran salonda, bugüne kadar alışılagelenden çok farklı oyunlar var; yok denecek kadar az sayıda dekor, ortaya konuşuyormuş izlenimi veren oyuncular, başka bir üslup... Bu yeni bir şey değil. Ortaoyunu en az 500 yıldır oynanan bir tiyatro çeşidi. Dayanamayıp araştırdım, “medeni” olmadığımız çağlarda bu topraklarda tiyatro adına neler yapılıyormuş, nasıl yapılıyormuş bilin istedim.
50
O
rtaoyunu, sözlü bir tiyatro geleneği. Akıl almayacak derecede çağdaş tiyatroya yakınsayan bir gelenek hem de. İlerleyen satırlarda bununla ne demek istediğimi anlayacaksınızdır.
“19. yüzyıldan önce Osmanlı topraklarında tiyatro mu vardı, geri kaldık!” diyerek dert yananlar: Tiyatro binası yoktu ama tiyatro vardı! Bina ile oyun birbiriyle çok yakın bir ilişki kuruyor, evet; ancak eski Yunancada tiyatro kelimesi oyun seyretmek için gidilen yer anlamına gelmekteydi. Rönesans gelip geçince, iki anlamda da kullanılmaya başlanmıştı. Böyle düşününce, halkla
Üstte, Kavuklu Hamdi bir ortaoyunu esnasında görülmekte.
“ortaoyununa çıkar gibi” sözünün yaygın olarak kullanıldığı notunu düşmüş Gazeteci Ahmet Kabaklı bir yazısında.
Üstte, Münif Fehim’in ortaoyununu canlandıran bir çizim.
Altta, meşhur kavuğun Münir Özkul’dan önceki sahibi İsmail Dümbüllü.
ilgili her şeye büyük bir ilgisi olan şair Ahmet Kutsi Tecer’in savunusu bana göre de mantıklı. (bkz. O köy bizim köyümüzdür.) Diyor ki: “Nerede bir temsili oyun varsa orada tiyatro var demektir. Oyun yeri ister bir ‘sahne’, ister bir ‘meydan’ olsun...” Ortaoyununda metin, diyalogları yazılmamış bir öyküden oluşur. Yine Ahmet Kutsi Tecer diyor ki: “Bu eski tiyatro geleneğimizi bugünkünden ayıran en önemli özellik, işte budur.” O böyle dese de, ortaoyununun repertuvarından kaynağına, kişi düzenlenmesinden bu kişilerin özelliklerine kadar bazı oturmuş kuralları var ve bu kurallar, sadece ona özel olan cinsten. Şimdilerde buna “ritüel” deniyor. Günümüzün büyük İngiliz romancı ve oyun yazarlarından kabul edilen Priestley’in kendi söyleyişiyle “yuvarlak tiyatroya” hayran olduğunu da okudum. Dramaları ve sosyal eleştiriler içeren oyunlarıyla ünlenen Priestley, ortaoyunuyla ilgili: “Yeniden başlayacak olsaydım, sahnelerin şu tablo çerçevesini; bezli boyalı, perdeli bütün
Ben de şu notu düşüyorum: Sanıyorum ki, Ferhan Şensoy ve ekibi, sürdürdükleri bu gelenekte giysi konusunu da ayrıca ele alıp düşünmüşler. Çünkü Ortaoyuncular’ın gördüğüm oyunlarında sabit, diğer tiyatrolarınkiyle kıyaslanamayacak kadar az sayıdaki dekor; yalnızca süslenip püslenmiş, abartılmış vitrin mankenlerinden ibaretti. Oyuncular öylesine abartılı giyinmişti ki, onların da bu mankenlerin canlı hallerine benzerliği dikkati çekiyordu. Giysilerdeki bu aşırılık, ortaoyununun geleneğindendir kuşkusuz. Oyunun maskaralııvır zıvırını silkip atardım. De- ğa ve “curcunaya” dayanan yakorları sinemaya bırakırdım. pısı giysilerde de kendini gösDüşünceye, deyişe, iç oyuna ve terme gereği hissetmiştir. inceliğe bağlanmak için, sinemanın zıddı olan yuvarlak ti- “Ortaoyunu mu? yatro için yazardım. Oyunların Karagöz mü Yani?” canlı kişilikleri ve çehreleri dı- Hayır, Karagöz değil! Ortaoyuşında görülecek ne varsa hep- nunun kaynağına dair sosyal sini hayal gücüne bırakan bir bilimcilerin yaptığı araştırmatiyatrodur özlediğim.” Anlaşı- lar, iki teoriyi ortaya koyuyor: lan o ki ortaoyunu, sadece izleme değil, olayların örgüsüne Birincisi, ortaoyununun Kauygun bir sahneyi canlandır- ragöz’den türemiş bir oyun olma ve mizansen yaratma işini duğu. Bu düşünceye göre Kade seyircisine bırakıyordu. Şu ragöz’deki hayal ürünü kişiler durumda bırakılan bir seyirci- (anlatılanlar) bir süre sonra nin hayal gücünün gelişmeme- oyuncular tarafından oynansi mümkün müdür? maya başlanmıştır. Bu düşünce gerçeği yansıtıyor olabilir; Dekorun soyutluğuna karşılık yine de ortaoyunu oynanmaya ortaoyuncuların giysileri çe- başlandıktan sonra Karagöz’ün şit çeşittir. Bütün başoyuncu- ayrıca oynanması ve hatta son lar ve tipler ile taklit yapanlar 150 yılda en parlak dönemini kendilerine özel giyinmektedir. yaşaması, ikisinin ayrı şeyler Ayrıca kadın kılığına girmiş er- olduğunu düşündürüyor. kek oyuncular eski dönemlerde çok yaygın olduğundan bu İkinci teori ise ortaoyununun oyuncuların, yani “zenne”lerin 500 yıldan uzun süredir yaşıde çeşit çeşit kıyafetleri oldu- yor olduğu. Çünkü 15. yüzyılğu biliniyor. Ama ortaoyunun- dan kalma bazı belgeler, Aseli daki geçmiş giysilere bakınca adlı bir oyuncunun, bir meybunların gerçek hayattaki kul- danda Sultan II. Murad’a takılanımlarıyla ilgili olmayacak mıyla oyunlar izlettiğini kanıtkadar abartılı ve son derecede lamıştır. süslü olduğunu görüyoruz; kadının veya erkeğinki olsun. Bu Buradan bakınca, ortaoyuyüzden halk arasında, hala aşı- nunun Karagöz’den türemerı farklı giyinen insanlar için si fikri bana da daha güçsüz
51
»»GÜNCEL OYUNLAR Ortaoyuncular’ın bu sezon oynadıkları oyunlar aklınızda bulunsun:
Masal Müfettişi
Ferhan Şensoy’un Masal Müfettiş’i, ileri demokratik bir güldürü. Artık masalların da denetlenmesi, teftiş edilmesi zamanı geldi! Sonu pek de güzel bitmeyen bir masallar dünyasında dolaşıyor müfettişimiz. Böyle korkunç masallarla kimse eremez muradına, biz çıkalım klozetine! İyi uykular Türkiye!
İşsizler Cennete Gider
Günümüzde rekor düzeye ulaşan işsizliğin kara mizah yoluyla anlatılarak, olayın büyüteç altına alınması... Yüksek öğrenim görmüş bir çiftin uzun süre iş bulamayarak başlarına gelen olayların hiciv penceresinden anlatılması... İşimiz iş aramak biçiminde yaşamayı sürdüren bir karı kocanın varoluş savaşımı üstüne tezelden bir çözüm dilekçesidir oyun.
Ferhangi Şeyler
Ferhan Şensoy’un 7 Mart 1987’den beri aralıksız oynadığı tek kişilik gösterisi. Gündelik herhangi olayların ‘Ferhanca’ bir mizah penceresinden değerlendirilmesi. görünüyor. Daha çok, yüzyıllar boyu Karagöz’le birlikte yaşamış bir oyun gibi görünüyor. Kafiyeli şaka ve taklitlere dayanmasıyla Karagöz’ü andırdığı bir gerçek; ancak ona benzemeyen yanları da sayıca fazla. Örneğin; çok aktörlü, sahneli, hareketli bir oyun olması. Hayallere dayanmaması, gerçek ve gerçekçi olması da cabası. Karagöz’den geldiğinin düşünülmesi çok da garip değil: Bir sözlü tiyatro olduğu ve
52
doğaçlama ilerlediği için, repertuvarının çoğu kaybolup gitmiş. Son olarak Selim Nüzhet Gerçek, Türk Temaşası adlı eserinde 46 oyun belirlemiş ve kayıt altına almış. Bu oyunların çoğu da Karagöz repertuvarından alınınca, başlıktaki ikileme düşmek epey kolay. Doğu ve Batı’da benzeri olan bu tür tiyatrolara “tulûat (doğaçlama, imrovisation) tiyatroları” denir. Bu oyunlarda oyuncuların bağlı oldukları bir metin yoktur. Yani oyuncular, yazılı bir oyunu ezberleyip sahneye çıkmazlar. Unuttukları sözleri onlara hatırlatan bir suflör de yoktur. Önceden tasarlanan bir olayı istedikleri şekil ve genişlikte işleyerek izleyiciye sunarlar.
Ortada neler oluyor?
o zamanın şartlarına göre değerlendirilmesi gerektiği unutulmamalı diyorum. Pişekar dediğimiz, ortaoyununun başaktörüdür. “Meydan”a en önce girer. Her zaman bir tarikat reisiymiş gibi ağırbaşlı görünür. Günümüzde Ferhan Şensoy’un Pişekar olduğu düşünülürse, sahneye girişindeki ağırlık bunu temsil etmektedir, ayrıyeten giydiği modern kıyafetlerle tezat bir görüntü oluşturmaktadır; denilebilirdi. Ancak Şensoy aslında oyunun başrolü olan “Kavuklu” görevindedir. (Gerçekten de Ferhan Şensoy’un Münir Özkul’dan devraldığı bir kavuğu var.) Pişekarımız, önce Kavuklu ile bir diyaloğa girer. Eskiden Pişekarların bolca Arapça ve Farsça kelimeler kullandıkları görülürdü. Önüne gelen kişiye eğitim, huy ve sosyal durumuna göre cevaplar verebilmek Pişekarlığın inceliklerindendir. Sosyal bilimciler Pişekar’ın, Osmanlı’nın zengin esnafını temsil ettiğini düşünmektedirler. Pişekarın elinde pastal veya pastac denen ve “şak şak” eden bir alet bulunur.
Alışılmış şakalar ve basmakalıp cümleler ortaoyununda önemli bir yer tutar ama çok usta oyuncular basit şakalarla yetinmeyip yeni buluşlar da yaparlar. İkili konuşmalarla halkın zaten bildiği birçok günlük olay, ince ve iğneleyici yönleriyle ele alınır. Bu yönden ortaoyununu biraz olsun “stand up”a benzetebiliriz. İki kişilik Kavuklu, Karagöz’ü andırır. bir “stand up”a... Ortaoyununun ikinci önemli kişisidir. Kaba, ancak içten Olay çoğunlukla basit bir ma- bir kişiliği olduğu bilinir. Gülceradır. Örneğin; Kavuklu, Pi- dürme işi daha çok onun olşekar’dan bir ev kiralar. Bu ev duğundan, halk arasında ana dolayısıyla “orta”ya birçok ki- karakter olan Pişekar yerine şi çıkar, gülünç ve iğreti konuş- Kavuklular ün salmıştır. Geçmalar yapılır. Kimi doğaçlama mişte çok güldürmeleriyle ünyaratılan, kimi de hazır şaka ve lenen Kavuklular günümüze kafiyelerle dolu cümlelerle olay ulaşmayı başardılar. yaşatılır.
Ortadakiler Kim?
Ortaoyunundaki kişiler belirli bir unvan taşıyanlar ve taklitler olmak üzere ikiye ayrılıyor. Birinci gruptakiler Pişekar, Kavuklu, Balama, Frenk veya Rum ve Zenne’dir. Hacivat’la Karagöz’de olduğu gibi ne söyleyeceği önceden kestirilen tiplerdir. Ortaoyununun bu içeriği günümüz anlayışınca “ırkçı” olarak değerlendirilebilir; bu düşünülürken tarihi bilgilerin
Eskilere Gitmek
Şimdi dünya güzeli bir tiyatroda can bulan bu 500 yıllık oyun türünü kafanızda canlandırmanız biraz zor olabilir. Yardımcı olalım: Seyircilerle çevrelenmiş boş bir alan... Erkeklerle kadınlar ayrı oturuyorlar. Herkes meraklı. Karagöz’de bir gazelle açılan oyun, ortaoyununda zurnanın çalmaya başlaması, ardından Pişekar’ın zurnacıyla konuşarak seyirciyi selamlaması ile
Eskişehir’e gidip (Kavuklu) Komik Hamdi Efendi’nin başrolü oynayacağı “Büyücü Oyunu”nu izleyen Kunoş çok etkilenir. Sizlerle oyundan birkaç kuple paylaşayım istedim:
»» SES 1885 ORTAOYUNCULAR SAHNESI Münir Özkul kavuğuyla birlikte.
başlıyor. Pişekar’la Kavuklu atışıyorlar. Güncel olaylardan, hatta iktidardan bahsedip, şaşırtıyorlar. Alçakgönüllü bir saygıyla karşılanıyorlar. Kimi zaman destekleniyor, kimi zaman karşı çıkılıyorlar. Gülüyorsunuz, düşünüyorsunuz, bu günlük hayatınızın bir parçası. Günümüzde bile böyle ortam bulmak dile kolay! Ne dersiniz?
bilmediğim ortaoyununa geldi. ‘Acaba ortaoyunu gösterilen bir yer var mı?’ diye sordum. ‘İstanbul’da ortaoyununu yasak ettiler,’ dediler. ‘Niçin?’ diye gayretle sormak istedimse de kesin bir cevap verilmedi. Sadece Boğaziçi’nin tepesinde bulunan Yıldız köşklerine bakmakla yetindiler. Ben dayanamadım: ‘Yazık!’ dedim. İgnaz Kunoş (Macar Dilbilim- Yüksek Mühendis Okulu’ndan ci) ortaoyunu ile ilgili şunları Hulusi Efendi adlı öğrenci: anlatıyor: ‘Anadolu’nun bazı yerlerinde ve “Mehtaplı bir bayram gecesiydi. özellikle Eskişehir’de ortaoyuYıldız kahvesinde dostlarımla nu gösterildiğini duydum,’ digörüşürken söz, şimdiye kadar yerek merakımı artırdı.”
Adile ve Selim Naşit
“Çalgılar çalındı. Kavuklu, Pişekar ve Zenne görünmeden önce oyuncuların hepsi başlarında sivri külahlarla uygun adım yürüdüler. Elinde şakşakla Pişekar göründü ve bütün izleyicilere selam verip oynanacak oyunun adını bildirdi. Çalgıcılara dönüp: ‘Aman benim pehlivanım!’ dedi. Çalgıcılar da: ‘Buyur benim pehlivanım!’ diyerek yanıt verdiler. ‘O da hesap değildir,’ diyen Pişekar’a çalgıcılar: ‘Nedir hesabın?’ diye sorarlar. ‘Büyücü oyununun taklidini aldım. Çalsın çalgıcılar, hazır olanlara oynattırayım,’ deyip sazlı sözlü dansa başlar. ‘Ha ha hay, gülme benim gamzekarım,’ dedi mi, Zenne ufak danslarla ortaya giriş yapar. Ardından sendeleyerek giren Kavuklu, diyalogları başlatır ve bundan sonra şakaların ardı arkası kesilmez.” Size de düşündürdü mü bilmiyorum, ortaoyunundaki bu diyaloglar; akıştaki düzen, aslında Keloğlan’dan ve onun saraydaki -hatırlarsınız- cücesinden tutun da Adile-Selim Naşit’e, Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın komedilerinden ve ikili düzenlerinden Nejat Uygur tarzına, Levent Kırca’nın Olacak O Kadar’ına kadar bir tarih yelpazesinde kendini hissettiriyor. Hatta Levent Kırca’nın ekibiyle söylediği o şarkıdaki “sürç-i lisan ettiysek affola” cümlesi de, ortaoyununun en çok kullanılan cümlelerinden. “İğneyi dokunduruyoruz sizlere, bizlere; alınmaca gücenmece yok” anlamı taşıyor.
53
edebiyat yazı: Melis Mine Şener
Turgut Uyar:
Yalnızların Başucunda Renklerden söz ederken bile gizli bir hüzün varsa işin içinde, o işin altındaki imza başucumuzda duran Büyük Saat’in tıkırtısıdır, Kayayı Delen İncir’dir, Turgut Uyar’dır.
A
lenen kıskanç değilimdir ben, gizli gizli kıskanırım. Çoğunlukla da saklı tutarım kıskançlığımı, belli etmem, zapturapt altına alırım hislerimi, kimseye demem, kimseye sorumluluk yüklemem elimden geldiğince. Bu işin tek istisnası vardır alenen her yerde ifşa ettiğim: Tomris Uyar. Cemal Süreya, Turgut Uyar ve Edip Cansever’in hayatlarının ortasında duran ama onların sadece “arasında” kalmamış, onların “yanında” yer almış kadın; Tomris Uyar. İşte onu çok, ama çok kıskanırım ben. Hiç de saklamam bu kıskançlığımı. Ne mutlu bu büyük şairlerin kıymetlisi olana! Cemal Süreya’ya olan bağlılığımı eski okurlar bilirler, yeniler de merak ederlerse eski sayıları karıştırıp görebilirler tabii ve fakat diğerlerini de burada ifşa etmenin vakti gelmiştir artık. En sona en kıskandığımı bırakmak niyetiyle (yani Tomris Uyar’ı), en korunaklı yere de en güzel âşık, en güzel yalnız Turgut Uyar’ı anlatmak istiyorum bu sefer size. Aşkın, ayrılığın ve ölümün hüzünlü şairini.
İkinci Yenilerin Nizami Şairi
Ayların en güzeli, Mayıs’tan sonra Ağustos’tur bence. Sevdiğim adamların dünyaya geldiği aylar, sevilmez mi? Güzide
54
bir 4 Ağustos günü, çiçeği burnunda Cumhuriyetin 4. yılında, çiçeği burnunda başkenti Ankara’da doğar Turgut Uyar. Asker çocuğu olmanın genelgeçer kuralı ile il il, bucak bucak, geze geze okur okullarını. 1946’da Bursa ışıklar Lisesi’nden, 1947’de Askeri Memurlar Okulu’ndan mezun olur. Babası gibi asker olur bir nevi. 1958’e kadar askeri görevlerde çalışır. Arkasından Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları, Sanayi Bakanlığı görevleri gelir. 1968’de emekli olunca İstanbul’a yerleşir ve “yazar”lığı meslek edinir. Bu demek değil ki, o zamana dek edebiyatla haşır neşir değil ama kısa tarihçesini vermek istedim ki hayatının, uzun uzun şiirlerini anlatmaya yerim olsun. Ve biraz da, Tomris’ini… 1969’da Tomris Uyar’la evlenene kadar bir kez evlenmiş, boşanmıştır. Tomris Uyar’ın hayatına yoldaş ettiği bir diğer büyük şair Cemal Süreya’dır (Bir üçüncüsü de Ülkü Tamer ama şimdi konumuza dönelim,
en iyisi). Bu ikisi pek çok kadının Tomris Uyar’ı kıskanmasına sebep olacak yoldaşlardır, diğer tüm güzelliklerinin yanında Uyar’ın. Yıllarını şiirlerle, Tomris’le ve oğlu Turgut’la geçirir. Oğlunun deyişiyle sevmek ve içmekle bir de… Yine bir Ağustos’un, 1985’in Ağustos’unun, 22’sinde de İstanbul’da göçer hayattan. İçtiği için ölür, sevdiği için değil de… Sirozdan.
Gençliktir Aşka Düşüren
1947’nin Haziran’ında Yedigün dergisinde bir şiir yayınlanır, “Yâd”. “Güzel günlerim vardı yağmurlarla ıslanan” diye başlayıp, bütün o güzel eski günleri yâd eden birini anlatan ilk şiir bile kafiyeyle bezeli olmasına rağmen Turgut Uyar’ın kendisini anlatmaktadır esasen. Garip akımının etkilerinin görüldüğü ilk şiirlerini, sembolizm etkisinde yazdığı ikinci yeni dönemi şiirleri takip eder. Şehir yaşamını, zorlukları, kişisel sarsıntıları, aşkı, ayrılığı,
korkuyorduk.” diyerek sanki özgürlüklerine ket vurulduğuna isyan eden, darp edildiklerine isyan eden, bu koskoca memleket girdabında kaybolmaktan, öğütülüp un ufak olmaktan korkan gençleri, çocukları, kadınları, erkekleri anlatıyordu. Ama ilginç bir şekilde bu şiirden çok “Göğe Bakma Durağı” popüler oldu. Üniversite yıllarımdan beri daralıp daralıp indiğim otobüslerden kafamı kaldırıp gökyüzüne baktığım tüm durakları ünlercesine…
Topallayan Bir Futbolcudur Yürüyen
ölümü anlatır Turgut Uyar. Miktarı belki gitgide artan bir karamsarlık örtüsünün üstüne serilen şiirleri, zaman zaman nesirle karışır ve nazımla kardeşi nesiri yan yana kılar. “Bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur” diyerek Tomris’e aşkını anlatırken, belki farkına varmadan “aşk”ın tarifi olur. “Bir kadın var beni onun iki eli, iki gözü kurtarır yaşamamaktan” diyen bir adamın karısı olmayı, galiba, şöyle anlatır Tomris Uyar: “Turgut, beni her an elinden kaçıracakmış gibi gereksiz bir kaygıyla yıpranacak; ben de hiçbir rekabetin söz konusu olmadığı bir alanda, boyuna birinci seçilmekten yorulacaktım” Daha çok yazmak isterim Turgut’un Tomris’e aşkına dair ama şiirlerine haksızlık olur şairin. Ve sanki aşkına da ayıp olur. Herkesin kendi sevgisidir çünkü, kendi sevdası, kendi tasası. Ama şiirleri herkesin şiiridir, onları konuşmak lazımdır. O yüzden Turgut’la Tomris diyorum, Tomris’le Turgut diyorum, bütün şiirler aşkı anlatır anlayana, “aşk, her yerde” diyorum ve şiire dönüyorum.
Uyar’ın. Sonra #şiirsokakta ile Göğe Bakma Durağı görülmeye başladı sanki birden, sonra bir baktım ki herkes biliyormuş meğer ustayı. Sonradan tanıyanlar da dahil olunca işin içine, hayli büyümüş kafile. O hüzünlü halinden sebep, kıskanmadım bu sefer sevdiğim şair bilinir oldu diye, zaten bir eve bir kıskandığım yeterdi. Onların evinde de her zaman Tomris öndeydi! Uzatmayalım dedikçe uzuyor yazı. Beslendiği sembolizmin de etkisiyle belki, her yerde isimleri anılır, her yere yazılır, her yerde söylenir oldu sanki bir anda şiirleri. Göğe Bakma Durağı’ndan Geyikli Gece’ye, Tel Cambazının Tel Üstündeki Durumunu Anlatır Şiir’den (nam-ı diğer Denge) Sibernetik’e pek çok şiirini bilenler arttıkça arttı. Varsın artsın, daha çok olsun, daim olsun!
Özellikle de Mayıs ayı sonunda başlayan Gezi Parkı eylemleriyle bir anda büyüyen toplumsal kırılmaları, sanki yıllar öncesinde yazdığı “Geyikli Gece” ile ifade etmiş gibiydi şair. “Hâlbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta / Her şey naylondanHadi, Göğe Bakalım! dı o kadar / Ve ölünce beş Son döneme kadar (özellikle on bin birden ölüyorduk bu yıla kadar sanki) genç nesil- güneşe karşı. / Ama gelerin pek bilmediği bir şair ol- yikli geceyi bulmadan önduğunu düşünürdüm Turgut ce / Hepimiz çocuklar gibi
O şiiri öyle basit yazmıştır ki, sadece bir elma bile bütün bir hayatın geçip gitmesini nasıl anlatır şaşar kalırsınız. “Hatırla denize hiç bakmadık çünkü kıyısındaydık / Bir elma kendi kendine büyür dururdu o sıra.” Ve öyle bir anlatır ki yine; bütün hayatı parçalanmış bir adamdır şair. Ekmeğini ayağından kazanan bir futbolcunun sakat kalıp topallaya topallaya yürüdüğünü görür gibi olursunuz şiirinde. Bütün hayat öylece bir anda akıp giderken hiçbir şey yapamadan yürüyen bir adamdır o sadece. Çaresizdir, kimsesiz ve ekseriyetle yalnız. “Sevgim acıyor / Kimi sevsem / Kim beni sevse.”
Seçmece Bunlar!
Çok sevdiklerini anlatmamalı belki insan ya da ben anlatmamalıyım belki. Ne kadar yazsam tariflerim eksik, ne kadar yazsam kıymetlerini ederinin altına düşüyor yazdıklarım. Şiirlerinden yazayım dedim bari, onların bendeki yansıması belki daha iyi gösterir bendeki Turgut Uyar’ı. En sevdiklerimden seçeyim dedim, bir şeylere kıyamadım, ama bu yazı bitmeliydi, seçtim bıraktım. Eksik kalanlar için affola! “Belki de bir kuruntudur yaralayan kalbimi / Her insan bir uyumsuzluktur ölü olmadıkça.” Endişe
55
Turgut Uyar. Onun şiirlerini size kim okusa kanarsınız, çünkü onun aşkına inanırsınız. Sadece Turgut Uyar okuyan bir aşığa, her sefer, inanırsınız.” Peki, siz söyleyin, inanılmaz mı?
insan kalbinin kurdu, hep kemirir içimizi. Yıllar geçer, çocuk oluruz, genç oluruz, yaşlı oluruz, hep kemirir. Sınavda başarı, gönülde sevda, evde ekmek… Hep birer kuruntu silsilesi yaratır. Hepimiz yalnızızdır, hepimiz çaresiz. Oysaki biraz etrafa bakınca anlarız her insanın kendi çaresizlikleri olduğunu, kendi yalnızlıkları. Herkes birbirinden farklıdır ve herkes uyumsuz. Tıpkı dediği gibi şairin, “ölü olmadıkça”. “Başının o ağrısı beni görüncedir / Bana baktıkça yalnızlığın geliyor aklına.” Kendi huzursuzluklarını başkalarının cisminde görenlerin dizeleridir bunlar. Onları en iyi belki de Turgut Uyar anlatır. “Çünkü herkesin bir gideni vardır / İçinden bir türlü uğurlayamadığı.” Bu sanki ilk aşklara yazılmış bir çift dizedir. Bir türlü yerine başkası konamayan boynu bükük aşklara... Yanında Mazhar Alanson şarkıları ile okunası… “Evet, kimsesizdik ama umudumuz vardı / Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk / Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza.” İşte bu ve bunun gibi tüm şiirler bu yaz bütün parkları,
56
“Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım / Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum.” Yetmezmiş gibi, ille de âşık, ille de aşk mı? Bilmem bana mı böyle geliyor; her okuduğumda sevdiğinden güç alan, yanında duran kadınla tamamlanan bir adam okuyorum ben hep bu satırlarda. Kim bilir, belki ben de her seferinde, her okuduğumda inanıyorumdur aşka, ondandır belki bu okumalar…
Üstte Turgut Uyar, Tomris uyar ile...
Ne demiştir Cemal Süreya Turgut Uyar’ın ardından; “Öldüğü gün hepimizi işten attılar.” Ve Ferhan Şensoy’dan iki dizeyle bitirmek isterim, damgasını vursun diye yazıya: “Ağustos yirmi iki, dediler ‘ustan ölmüş’ / Çok komiksin Azrail, Turgut Uyar ölür mü?”
Usta’nın Kaleminden: Arz – ı Hal (1949) Türkiye’m (19521963) Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959) Tütünler Islak (1962) Her Pazartesi (1968) Divan (1970) Toplandılar (1974) Toplu Şiirler (1981, ilk dört kitaptaki şiirleri) Kayayı Delen İncir (1982)
sokakları, duvarları dolduran heyecanın sesi oldu. Belki de o yüzden; belki “Göğe Bakma Durağı” ile içimizde bir yerlere, soğukta metale eldivensiz bir el gibi yapıştığı için dilimizin yeniden bir parçası oldu.
“Sonsuz göğün altında / Aşkın aşkla çarpımı / Nedendir bilinmez / Garip bir biçimde / Hep sonsuzBüyük Saat dur.” Kim demişti, nerede (Bütün Şiirleri okumuştum hatırlamıyorum 1984) ama biri şöyle bir şeyler söyleBir Şiirden (1984) mişti: “En sahtekâr şairdir Dün Yok Mu (1984)
Aldığı Ödüller
1963 Yeditepe Şiir Armağanı – Tütünler Islak 1975 Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü – Lucretius (Tomris Uyar’la birlikte) 1981 Behçet Necatigil Şiir Ödülü – Kayayı Delen İncir 1984 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü – Büyük Saat
müzik yazı: Bahar Yıldız
Lou Reed:
58
Kitaba Uymayan Rocker
Kendinden sonra gelen birçok müzisyeni etkileyen, Perfect Day’in sahibi Lou Reed, 71 yaşında aramızdan ayrıldı. New York’un asi dedesini bir de hayranı olmayan birinin ağzından dinleyin istedik.
L
ou Reed’in Türkiye’deki dinleyicilerindeki genel durum; Perfect Day dinlemekle yetindikleridir: Perfect Day’le evlenme teklif edenler, Perfect Day’le sınava çalışanlar, Perfect Day’le gençliğini geçirmiş olanlar, Perfect Day’i sadece reklamlardan duyanlar…
Ölümünün ardından bu yazıyı yazmaktaki sebebim de budur: Lou Reed, sadece Perfect Day’den mi ibarettir? Rock tarihinin en devrimci müzisyenlerinden biri, üstelik birçok sanatçıyı etkilemiş bir isim tek bir şarkıya indirgenebilir mi? Bu adam kimdir, ne yapmıştır?
“Benim tanrım Rock’n Roll’dur”
Lou Reed, (gerçek adıyla Lewis Allan Reed) 2 Mart 1942’de Brooklyn’de dünyaya gelir. Ailesi Yahudi olan Reed, “Benim tanrım Rock’n Roll’dur.” diyerek, bu konuyu tartışmaya kapalı bir hale getirmiştir.
Reed’in radyo dinleyerek gitar çalmaya başlaması, kariyeri için ilk adımdır. Rock’n Roll’a ve R&B’ye ilgi duymaya başlar ve lise döneminde çeşitli gruplarda çalar. İlk kayıt deneyimi ise The Jades adındaki bir grupla olur. Gençlik yıllarında biseksüel olduğunun farkında olan Reed, 1956’da bu durumdan kurtulması (!) için ailesinin baskısıyla elektroşok tedavisi görür. Bu konuyla ilgili tecrübesini, 1974 yılında yazacağı “Kill Your Sons” isimli şarkısında aktarır. Ailesinin, Reed’în “homo” eğilimlerini baskılamaya çalışması, üzerinden neredeyse 20 sene geçmiş olmasına rağmen Reed’in bilinçaltından silinmemiş. Bu konu üzerinde konuşulacak çok fazla şey var. O kadar fazla ki, bu yazıyı aşar. O yüzden devam edelim en iyisi.
ROTC’de müfreze lideridir. Ancak bu- solo olarak devam etme kararını veradan üst rütbeli birinin kafasına boş rir. 1972 yılında David Bowie desbir silah dayadığı için çıkarılır. teğiyle çıkan Transformer albümü, onun “kaderin yazısını bozduğu”nun 1961 yılına geldiğimizde ise Reed, Sy- kanıtı gibidir: Bu albümde yer alan racuse Üniversitesi’nin bünyesindeki Perfect Day (Ah Perfect Day!), Walk bir radyoda gece yarısı sunuculuk ya- on the Wild Side, Satellite of Love adpar. Sunduğu programda R&B ve caz lı şarkılar, Reed’in en çok bilinen şarçalıyor olması, onun gitar teknikle- kıları olma özelliğini hâlâ korur. Sonrindeki saksafon esintilerinin sebebi- rası ise çorap söküğü gibi gelir. Reed ni açıklamaktadır. 22 stüdyo, 12 konser albümü yayımlar fakat sadece Transformer ve Sally Syracuse’dayken, şair Delmore Can’t Dance yeterince ilgi görür. Schwartz, öğrencisi Reed hakkında; “tanıdığım ilk muhteşem in- Reed kariyeri boyunca kendisini cidsan” yorumunu yapmıştır. Velvet di almayanlara, kendisiyle alay edenUnderground’ın ilk albümündeki lere aldırmaz. O, yaptığı işi seven ve “European Son” şarkısı ve 1982’de kay- bu işi gerçekten iyi yaptığına inanan dettiği “My House” şarkısı da şaire bir adamdır. Öyle ki dinleyicilerini adanmış şarkılardır. bile “okur-yazar kitle” olarak seçer. Fakat onun kendine ve müziğine aşırı The Velvet Underground güvenen tavrı, dinleyicilerden ziyade ve 60’ların Avangart müzisyenlerden saygı görmesini sağMüzik Ortamı lar. Reed, müzikal anlamda çizgisini Şu ana kadar okuduklarınızla, Reed asla bozmayan, dürüst bir adamdır. hakkında bir yargıya varmakta zorlanıyorsunuz, değil mi? Aynı anda İlham Verici Bir Hayat birçok alana ilgi göstermiş; gazeteci- Başından 3 evlilik geçmiş olan bu asi lik, sinema ve yazarlık üzerine eğitim adamın kendine olan aşırı güveni, almış, radyo yayını yapmış bir adam, belki de sağlığı konusunda vurdumbaşka birinin kafasına silah dayıyor! duymazlığına ve dolayısıyla ölümüDevam edin lütfen. Asıl olay buradan ne neden oldu. Ayarını bir türlü tutsonra başlıyor. turamadığı alkol ve bağımlısı olduğu uyuşturucular, hayatını yeterince zoLou Reed deyince akla ilk gelen isim- ra sokmuşken, bir de hepatit kapan lerden Andy Warhol ve onun pop-art (ortak iğne kullanımı olduğuna dair başlangıcı kabul edilen “muzlu albüm bir iddia mevcut) Reed, bunun sonukapağı” ve The Velvet Undergound cu olarak bu yılın başında karaciğer gelir. The Velvet Underground, o za- nakli oldu. Sonrasını hepimiz biliyomanki New York avangart sanat or- ruz. 71 yaşındaki bu küçük fakat dev tamının göbeğine oturmuş bir deney- yürekli adam, hayranlarına, hayranı sel rock grubudur ve o zamana dek olmayanlara, kendinden nefret edengörülmemiş bir cüretkârlıkla seks- lere veda etti. Ölümün üzerine yazılaten, uyuşturucudan bahsederler. Bu cak bir şey yok. Ölümden geriye kalan da onların radyolarda çalınmasına ve tek şey, geride bırakılanlardır. Reed büyük bir ticari başarıya imza atma- bunun için bize yeterince fırsat tanılarına engel olan sebeplerden sadece mış; ortada dolu dolu geçmiş bir habiridir. Fakat bu ticari başarısızlığına yat, ilham verici bir kariyer var. rağmen, grubun müziği punk, indie, glam rock türlerine öncü olmuştur. Şimdi nefretle hayranlık arasında geZaten sonrasında da grup içi anlaş- çen bu hayatın izlerini sindirmek için mazlıklar dolayısıyla Reed gruptan arkanıza yaslanın ve bir Lou Reed ayrılınca, grup da dağılmış olur. şarkısı açın. Bırakın onun hakkındaki kararı kulaklarınız versin.
1960 yılında Reed, Syracuse Üniversitesi’nde eğitim görmeye başlar. Burada gazetecilik, film yönetmenliği ve yaratıcı yazarlık üzerine eğitim alır. Üniversite eğitimi almakta olan ve ABD Silahlı Kuvvetleri’ne katıl- 70’ler ve Solo Kariyer mak isteyen bireylerin bulunduğu Reed daha sonra kariyerine
59
müzik yazı: Armağan Kanca
Bel Canto:
Operada Olmayan Hayalet A
nlamı İtalyanca’da ‘güzel şarkı söyleme’ olan Bel Canto, 1985 yılında Norveç’in kuzeyindeki şehirlerinden Tromsø’da kuruldu. Akılda kalıcı ritimlerin ustası olan grup, ilk başlarda 3 kişiden oluşsa da, aradan geçen 5 yıl sonunda Geir Jenssen’in kendi projesi Biosphere için ayrılması sonucu, yollarına 2 kişi devam ettiler. İlginçtir ki, o yıldan itibaren uluslararası arenanın kapıları açılmış ve 150 tane canlı performans vermişlerdir. Emekleme süreci, daha önceleri uzun
60
Risk almayı seven Bel Canto, Nordik ülkelerin elektronik müziğinin şekillenmesinde önemli bir yere sahipti. Norveç deyince akla ilk gelen grup değillerdi belki, ancak günümüzdeki ‘butik elektronik grupların’ orijinal işler çıkarmasında fitili ateşleyenlerin başında yer alıyordu.
bir süre kemanla haşır neşir olan Nils Johansen’in, solist Anneli Drecker’i bulmasıyla başlamıştır. Bu birliktelik Norveç’in en fiyakalı ödüllerinden Spellemannprisen’i 2 kez ceplerine indirinceye kadar devam etmiş ve hala devam etmektedir. İskandinavların hürmet borçlu olduğunu düşündüğüm Bel Canto’nun pusulası, her daim yolları çatallanan bahçelere çıkmıştır. Üstün yol bulma becerileri sayesinde, risk alsalar dahi, yollarından
sapmamışlardır.
Oryantalist Rüya
Bakalım bu labirentte başlarına neler geldiğine! Kelime anlamı “tinsel, ruhani” olan Ethereal müziğin atası Dead Can Dance ve Cocteau Twins’in esintileri taşıyan Bel Canto, diskografileri boyunca bu ikilinin müziklerine bağlı (bağımlı değil!) kalmıştır. Dead Can Dance’in, enstrümanlar cennetine ve insan sesindeki tınının parçada
»» NORVEÇ KARNESI Norveç müzik dünyasının uzağında kalmayan solist Anneli Dreker, solo albümleri sırasında A-ha ile turnelere çıkmış, Röyksopp’un albümlerine destek vermiş ve yetenekli şarkıcılar çekirdekten yetişsin diye idol yarışmalarında jüri olmuştur (işin magazinel ve ticari boyutu inkar edilmeden). Bahsi geçen birbiriyle bağlantılı grupları tanıyalım: A-ha: Klip deyince akla gelen A-ha, Norveç’in en tanınmış bir enstrüman olarak kullanılması yönünde çaba sarf eden Cocteau Twins’in mırıltılarına, gotik ve okült hava vermeyi ihmal etmemişlerdir. Bu iki gruptan daha elektronik-pop bazlı olmalarının sebebi yoğun synthesizer kullanımıdır. Ayın yansıttığı ışık, aydınlanma ise; “Ona ulaşmak için tepelerin doruklarında bulurum kendimi.” cümlesi, White-Out Conditions albümünü özetliyordu. İlk albümü Belçikalı indie kayıt şirketi Crammed Discs’den çıkan grup, Goth müzik ve The Heathers OST’si karışımı bir albüme imza attılar. Müziğin şablonlarıyla oynamaya niyetli bir hava sezilen albümde synthesizer yoğun bir şekilde yer aldı. Daima geleceği düşünen bir beynin izlerini taşıyan albüm, başka dillerin de (İspanyolca ve Norveççe) serpiştirildiği bir festival gibiydi. Enstrümantal parçalarda doğunun havası iyice hissedildi. Bunda Drecker’in Türk, Arap ve Hint müziğine aşinalığı etkiliği oldu.
grubudur. ‘Take On Me’ parçası dile kolay 23 hafta Billboard Hot 100 listesinde kaldı.
grup, yeni nesil ambient müziKings of Convenience: ğin Norveç bayisi oldular. Sözlük karşılığı akustiğin dinginliği olan grup, 2000’li yılla- Flunk: Boo!’nun 1. dönem 39. rın indie dünyasının huzur ve- sayısında röportajını yaptığımız Flunk, aynen Röyksopp rici temsilcilerinden oldu. gibi yeni nesil elektronik müRöyksopp: Tromsø şehrinin zikçilerden. Albümlerinde birdiğer bir elektronik temsilcisi, kaç cover da bulunduran grup, Anneli Drecker’in de desteği- akımın dance/rock kısmının ni alan Röyksopp idi. Çıkışını tanrısı New Order’a özel ola‘What Else Is There?’ ile yapan rak saygılarını sunmuşlardı. adası ‘Isle of the Dead’e (görünüşe göre) Fiyortlar üzerinden gitmek istiyorlardı. İlk albüme göre ne yaptığını daha fazla bilen, ayakları yere sağlam basan Birds of Passage’da Elizabeth Fraser (Cocteau Twins’in solisti) tarzı yakarışları daha fazla duyduk.
İlk albümdeki ‘dil çeşitliliği halkası’na, Almanca ve Fransızca zincirlerini de geçirdiler. Her ne kadar kalburüstü parçalar bu halkaların içinde olmasa da ‘world music’e uzanan ölçekte önemli yer teşkil ediyordu. Eski çağ masallarını anımsatan bir parçayla (‘Unicorn’) ile nefesi kesilen grup; ‘Summer’ gibi bir başyapıtla araya öyle hayalet sesler yerleştirdi, ‘summer’ kavramına öyle bir metafor yüklediler ki; “s-s-summertime sadness” demeye hiç ama hiç benzemiyordu. Birds of Passage’daki mistisizmi şarkı sözlerine (‘Shimmering, Warm and Bright’ ve ‘Spiderdust’) taşıdılar. Böylelikle adeta kendi korku mitlerini yarattılar. Dışarıdaki gözlemci olarak, ışığın titremesi kavramını korkma fiHikâye Anlatımı ili ile özdeşleştirmemek veya Enfes bir albüm kapağına sa- iksir kavramını voodoo büyüsü hip Birds of Passage’de ne arar- ile ilişkilendirmemek imkansan vardı; klarnetten buzukiye, sızlaştı. Bu tarz imgelemlerle çellodan trompete... Mistisizm resmen çağ atladılar. havası sezilen iki muhteşem klibe (‘Birds of Passage’ ve ‘A Çizgisi Dışında Shoulder to the Wheel’) imza Magic Box, Bel Canto’nun çizatan grup, ilk albümde gideme- gisinin dışında bir albümdü. dikleri Böcklin’in kültleşmiş Daha önce bahsettiğim Hint
müziği etkisi, ‘Bombay’ ile iyice ayyuka çıktı. Parçanın davulunda Jaki Liebezeit (70’li yıllar Krautrock grubu Can’in davulcusu) gibi bir efsane vardı. Albümün diğer albümlerden en büyük farkı Afrika müziğinin de bu oryantal müzik içinde kendine yer edinmesi ve Drecker’in vokal tarzını pop sounduna kaydırmasıydı. Bundan sonra gelecek Rush albümdeki ‘Images’ parçasında köklerine dönmüş gibi görünseler de, daha sonraki parçalardan anladık ki; Bel Canto dream-pop’dan uzaklaşmıştı ve downtempo’ya göz kırpıyordu.
Eski Bir Dost
2002 yıllıyla birlikte iyice pop müziğe yaklaşan grup, eskiyi aratmadı değil. ‘Feels Like I’m Already Flying’ gibi kolay akılda kalıcı parçalar icra etseler de, eskinin tadını bir türlü yakalayamadılar. 2010 yılında eski dostları Geir Jenssen, tekrar grup semalarında gözüktü. Aradan geçen 8 yıllık süreçte, Norwegian Idol yarışmasında jüri üyeliği yapan Drecker, yarışmanın 1.si Margaret Berger ile Kate Bush & Peter Gabriel düeti olan ‘Don’t Give Up’ parçasını seslendirdi. Güncel haberlerini Belçika çıkışlı Side-Line Magazine’den (Zamanında olası bir Johnny Marr röportajı için derginin editörüyle konuşmuştum.) takip edebileceğiniz grup yeniden o şaşalı günlerine dönmek istiyor.
61
fotoğraf yazı: Rıza Şahin
62
Julia Margaret Cameron:
Tekniğe İlk Tekmeyi Atan Kadın Sene 1826! Yeni bir dil keşfedildi. İnsanlar kendilerini ifade etmek için yepyeni, olabildiğince sanatsal, biraz da kimyasal bir alanın içinde buldular: Fotoğraf. Resim ile kıyaslanmaktan kurtulamayan bu alanda üretim kısıtlıyken ve fotoğraf çekmek, çektirmek giderek popülerleşiyorken ortaya bir kadın çıktı ve her şeyi alt üst etti.
T
eknoloji çöplüğünün hızla büyüdüğü ve ardından bu çöplüğün bile kapital döngünün bir parçası haline geldiği günlerden geriye doğru ilerlerken ayağımıza binlerce model fotoğraf makinesi, farklı teknolojilere sahip sensörler, çeşitli boyutlarda ve hassasiyette filmler, hatta kızılötesi filmler, birbirinden farklı renkte film kutuları, her ortamda fotoğraf çekmeyi mümkün kılan farklı araçlar takılacaktır. Hatta durum o kadar vahimdir ki 80’lerin başında üretilen ve döneminde dünyanın en küçük makinesi olan Rollei 35’lere pil bulmakta zorlanmaktayız, henüz bulamadık. Karaköy’de aramaya devam ediyoruz. Bu teknolojik tercih sınırsızlığı sadece üretim araçlarında değil, kadrajımıza aldığımız görüntülerde de böyle. Farklı perspektif teknikleri, Fibonacci’nin ne yazık ki fotoğrafa da sıçrattığı altın oranı, ışığın yönü ve şiddeti, kontrast, tonal denge, üzerine yüzlerce kitap yazılmış kompozisyon kuralları… Aklıma ilk anda gelen ve yazarken bile içimi şişiren kuralları pek umursamayan ve bu vurdumduymazlığı ile fotoğrafa bakışı
değiştiren ilk kadın fotoğrafçı: Julia Margaret Cameron. Duyarlı katmandan elimize değişime uğramadan geçmesi imkânsız karelerde kullanmaya bayıldığımız “soft focus” efektini bulan değil ama en iyi kullanan isim. Özetle tekniğe tekmeyi atmış, duyguyu enjekte etmiş ilk kadın fotoğrafçı. Kendisinin hayatını ve fotoğraflarını gözden geçirirken modern zaman eleştirisi yapmamız ise kaçınılmaz. Fotoğrafın icadı aslında kendi başına bir süreçti, aniden gerçekleşmedi. Kutu tamam, iğne deliği tamam; görüntünün ters bir şekilde kutu içine düşmesi, sürecin en basit aşaması iken esas problem kimyada yaşanıyordu; görüntüyü bir duyarlı tabakaya sabitlemek (burnuma gelen zayıf asit kokusu). Joseph Nicepore Niepce günümüzde bir işçi mesaisine denk bir sürede fotoğrafı pozlayıp görüntüyü sabitlediğinde Julia Margaret Pattle’ın doğmasına henüz iki yıl vardı. Üzerinde güneş batmayan İngiltere’nin en güzel sömürdüğü ülke olan Hindistan’ın Kalküta’sında doğduğunda, Louis Daguerre
henüz fotografik bir yöntem icat etmemişti. Genç kız henüz 20 yaşında iken, Daguerre yanlışlıkla bulduğu yöntemini tescil ettirmemişti. Niepce ise hayata henüz bir fotoğrafı çekilemeden veda etmişti.
Camiaya hoş geldiniz: İngiltere
Julia, memur bir babanın ve Fransız aristokrasisinden gelen bir annenin yedi kızı içinde dördüncüsü. Eğitiminin büyük bir kısmı da Fransa ve İngiltere’de geçmiş. Henüz yirmi bir yaşında Cape Town’a seyahat ettiğinde bir ömürlük dostu olacak önemli bir astronom Sir John Herschel’le, bir sene sonra ise 1838 yılında evleneceği adam Charles Hay Cameron’la tanışmış. Bay Cameron, Hindistan hukuk ve eğitim reformunda önemli bir isim olarak öne çıkıyor. Julia dışında, güzellikleri ile nam salmış Pattle kardeşlerin çoğu evli ve İngiltere’de yaşıyor. Cameronların iki kızı da eğitim için İngiltere’de. Bay Cameron’ın emekli olmasını takiben 1848’de Cameronlar da İngiltere’ye taşınıyor. Julia Margaret
63
Üstte, İngiliz matematikçi ve astronom Sir John Herschel’in portresi. Altta ise bildiğimiz Charles Darwin.
64
Cameron, yine uzun süre arkadaşları olarak kalacak yazar Henry Taylor ve Alfred Tennyson ile İngiltere’de tanışıyor Kardeşi Sarah Prinsep’i sık sık ziyaret eden Cameron, artık yazarlar ve sanatçılardan oluşan bir camianın içinde. Bu isimler sadece camianın parçaları olmaları değil aynı zamanda Cameron’ın fotoğraflarında bulunmaları açısından önemli.
ilk kadın fotoğrafçı olmasının dışında neden bu kadar önemli olduğunu anlayabiliriz. Sanat camiasında fotoğrafın icadı, sanata değil de daha çok bilime adanmış, var olanı kaydettiği için ‘başka’ bir gözle bakılmıştır fotoğrafa. Var olanı aynen gösteren şey neden sanat olsun ki? Ünlü ressamlara portre çizdirmek gibi portre fotoğraf çektirmenin de popüler olduğu bir dönem... Hepimizin sıkıla sıkıla çektirmek zorunda kaldığı vesikalıklar o zaman çok moda ve ne yazık ki saniyelik. Beğenmezseniz onlarca defa tekrar edilmesi, çekeni ya da poz vereni mutlu edecek bir iş değil.
Fotoğrafçının tutkusundan fotoğraftaki tutkuya
1863 bir dönüm noktası; Julia Margaret Cameron’a ilk fotoğraf makinesi, en büyük kızları Julia ve eşi tarafından hediye edilir. Bu pahalı ve hantal makineye sahip olmadan önce Cameron zaten çeşitli fotografik olaylara dâhil olmuş. Negatif geliştirme ve basma, hediyelik Cameron’ın fotoğrafla tanış- fotoğraf albümleri düzenleme masından önce, döneminde fo- gibi işlerle uğraşırken fotoğraftoğrafa nasıl bakıldığını bil- çılara modellik yapmış ve kurmek gerekir. Ancak bu şekilde gu fotoğraflar için kompozisyon düzenlemelerinde yardım etmiş. Kendi makinesine sahip olduğunda tavuk kümesini stüdyo, bodrumunu karanlık oda haline getirmiş ve takıntılı bir şekilde fotoğraf çekmeye başlamış. Daha ilk paragraflarda bahsettiğimiz “soft focus” tekniğini David Wilkie Wynfield isimli bir fotoğrafçıdan öğrenmiş. Bilmeyenler için açıklamak gerek; o zamanlar negatif olarak adlandırılan şey camın ta kendisi. Cam negatif, önce ışığa duyarlı kimyasal ile kaplanıyor, sonra pozlanıyor ve ardından gerekli kimyasal süreçten (bizim yaptığımız film banyosunun en ilkel hali) geçiyor. Cameron’ın çizik, üzerinde parmak izleri (bir çeşit imza) olan negatifleri, gerçeği kusursuzca yansıtma görevini üstlenmiş olmalarına rağmen
teknik kusurları nedeni ile yoğun eleştiri alıyor. Peki, o zaman takıntı bu işin neresinde? Bu konuda bizi aydınlatan bir kitap var; Helen Humphryes’ın 2002’de yayınladığı gotik kokulu modern roman: Fotoğraftaki Tutku. Aslında ismin Türkçe çevirisi bizi ana fikirden uzaklaştırıyor. Orijinal adı “Afterimage” yani “ardıl görüntü” ya da “artimaj”. Genelde siyah beyaz bir görüntüye belirli bir süre bakıp, görüntünün retinanın belirli alanlarını etkilemesinin ardından, etken ortadan kalktıktan sonra kısa bir süre daha bu görüntünün görünmesi. Kitap, yazarın Julia Margaret Cameron’ın portrelerinden esinlenmesi ile ortaya çıkmış. Bu anlamda eser, fotoğrafların yazınsal ardıl görüntüsü olarak nitelendirilebilir. Kitabı okumayanlar ve merak edenleri düşünerek özet geçmek gerekirse; kitap, harita aşkı ile yaşayan bir adamın ihmal ettiği ve fotoğrafa dair takıntıları olan eşiyle, eşinin model olarak ‘kullandığı’ hizmetçisi ile arasında geçen ‘tuhaf’ fotografik ilişkiyi anlatıyor. Siyah kumaşın altında iken, tekniği önemsemeden portrede yer alan kadının ruhunu, hislerini cama yansıtmanın peşinde. Bu doğal yansımanın kaçınılmaz yan etkilerini merak edenler kitabı alıp okumalı. “Julia Margaret Cameron’ın fotoğraflarının bu seviyede ikonik olmasının en büyük nedeni nedir” sorusunun cevabını da vermiş oluyor romanda. Bunu Charles Darwin, Julia Prinsep Stephen (Virginia Woolf’un validesi) portrelerinde fazlasıyla görüyoruz. Tekniğin çok da umursanmadığı, ifadeye odaklanan, biraz puslu, sadece gözlerin net olduğu fotoğraflar… Portre fotoğrafları bir yana dursun, kurgu portreleri de fazlaca konuşulur olmuş. Burada bir çağdaşının da adını anmak gerekli; kendisinin de fotoğrafını çekmiş olan Lewis Carroll. Özellikle çocukları fotoğrafladığı iddiası, kendisinin
başa bırakmayı bilinçli olarak tercih etmiş.
sübyancılıkla suçlamasına neden olmuş olsa da, bu işin aslını bilenler suçlamaların yersiz olduğunun farkında. Zira çocukları ailelerinin yanında, (fotoğrafın çekilmesi günümüze göre çok daha uzun pozlama süreleri gerektirdiğinden) aydınlık ortamlarda, mesela bir bahçede çekiyordu ve işin aslı, çektiği kız çocuk fotoğrafları cımbızlanarak kendisine karşı kullanılmıştı. Cameron ise eşi ve çocukları olduğu için bu anlamsız suçlamalara maruz kalmadı ve simge haline gelen melek kanatlı çocuk portresi ortaya çıktı. Çocuklarla düzenlediği kurgularında dini motifleri de simgeleştirmesi, Rönesans dönemi etkisi olarak yorumlandı. Peki, bu fotoğrafçının ekolünden kim var? Bu sorunun cevabını direkt söylemeden önce Julia Prinsep Stephen portresine uzun uzun bakalım ve bu fotoğrafı renkli hayal etmeye çalışalım. Hafızamızın kuvvetli
olmasına gerek yok. Son yüzyıla damgasını vuran renkli portrelerin, son Kodachrome makarasını çeken Steve McCurry…
Sıkça Sorulmayan Sorular
Bir tarafta “görüntü işte burada ama sabitleyemiyoruz” problemi üzerine seneler harcamış kimyacılar, diğer yanda her gün binlerce fotoğraf makinesi üreten fabrikalar... Tekniğin, aletlerin, kimyasalların, fotoğrafın icadının bir parçası olduğu yıllarda “bana ne teknikten” mi demiş Julia Margaret, yoksa “Benim tekniğim tekniksizliktir!” gibi yirmi birinci yüzyıl klişe mottolarından birini o zamanlar ilk akıl eden kişi mi olmuş? Hiçbir eleştiriye maruz kalmasa neyse; “İyi de hani netlik, hani temiz camlar (negatifler), hani pırıl pırıl baskılar?” sorularına “Çık dışarı!” cevabını vermiş, bildiği yoldan ilerlemiş, işine kimseyi bulaştırmadan bizi rüya gibi gerçek portreleri ile baş
Fotoğraf üzerine düşünen beyinlerimizi yorması gereken bir diğer soru ise; günümüzün sınırsız imkânlar dünyasında özgün olmak bu kadar zorken, fotoğraf icat edileli daha birkaç on yıl geçmişken ve -fotoğraf adına- belki henüz klişeler doğmamışken nasıl özgün olunuyor? Cevabı hazırlayalım; öncelikle dış dünyaya bakan cam, çerçeve kırılıyor, duvarlar yıkılıyor. Kolon ve kirişler kalsın ki fikir dünyası yıkılmasın. Sonrasında biraz da risk alarak ileriye, boşluğa doğru birkaç adım atıp gözlemlemeye devam edildiğinde, sanat değil de üretim gözü ile bakıldığında olayın fotoğrafın ötesinde olduğu fark edilebiliyor. Mesele ancak teknik değil de yöntem ile ilişkilendirildiğinde Julia Margaret Cameron’ın neden farklı olduğu ortaya çıkıyor. Şimdi olası savunmanın “Artık teknik imkânlar çok fazla, fotoğraf çekmek çok kolay. Üretim de çok fazla olduğu için özgün olmak çok zor” şeklinde geleceğini tahmin edebiliyorum. Fakat artık özgün olmak için teknik engeller yok ve üretilen fotoğraflar neredeyse birbirlerinin reprodüksiyonu. Başka bir bakış açısı ile tekniğin kendisinin, özgün olmak adına bir etken olduğu düşünüldüğünde, bir engel olduğu savunulabilir. Sonuç; kendi kendini çürüten bir iddia! Nihayetinde Julia Margaret Cameron, fotoğraf öğrencilerinin bir tarih ögesi olarak anıp geçeceği bir kişilik olmaktan öte, etkisi ve yöntem yaklaşımıyla uzun yıllar etkisini hissettirecek bir fotoğrafçı. Hatta bana göre kilitlendiğimizi, tıkandığımızı, elimizin makineye gitmek istemediğini, fotoğraf çekemediğimizi hissettiğimiz karanlık ve umutsuz zamanlarda, açıp fotoğraflarından ilham almamız gereken bir sanatçı.
Son
1875’te Cameronlar Sri Lanka’ya dönüyor. Julia Margaret burada da fotoğraflar çekmesine rağmen kimyasal bulmakta, işlerini yayınlamakta zorlanıyor. Son dönemlerinden günümüze ulaşan bir işi neredeyse yok. 1879’da Sri Lanka’da hayata veda ediyor.
65
sinema yazı: Furkan Emir
Sinemada Mimari, Mimaride Sinema
The Fall
Gözlemlediğimiz o ilk andan itibaren dolaylı olarak muhatabı olduğumuz olgular; gerek algımıza işleyen tasarımı gerek de o tasarımın hayatlarımız içinde çeşitli kurgular içinde yer bulması dolayısıyla hissettiklerimizi, algıladıklarımızı, duruşlarımızı değiştiriyor. Sanatçının hissettiklerinin birikmesiyle çıkan ürün, sanatçının izdüşümüyle bizleri karşı karşıya getiriyor. Sanatın 7 dalından ikisi olan sinema ve mimarinin ilişkilerini, birbirlerini etkileme biçimlerini, algılarımıza müdahalelerini örneklerle inceliyoruz.
Alexandria adlı şeker kızın Roy Walker’ın hikayesine duymuş olduğu merakın filmimizin esas oğlanını kendi yaşamıyla yüz yüze getirmesini gayet öykümsü bir dille anlatıyor The Fall. Film gerek kurgu gerek görseller olarak oldukça başarılı. İlgi çekici durum ise; filmin, dünyanın çeşitli yerlerindeki birçok ünlü eserin içinde kendine hayat bulması. İşte bu noktada çok önemli bir konuyla yüz yüze geliyoruz: Film için bir dünya yaratmadan, daha önce meydana gelmiş bir dünyayı filmin duygusuyla bir araya getirmek. Ayasofya’nın ağırlığına, Tac Mahal’in zarifliğine aynı filmde aynı konseptle yer vermek ve bunu yaparken filmin, yapının önüne geçip geçmemesiyle ilgilenmeyip ikisini iç içe girmiş bir atmosfere sokmak nasıl takdir edilir hiç bilmiyorum. The Fall sizi Alexandria’nın şirinlikleriyle güldürebiliyor, cesareti ile göğsünüzü kabartabiliyor, Roy Walker’ın çaresizliği ile ağlatabiliyor ve bunları dünyanın en önemli mimari eserlerinin yaşayan atmosferleri içinde yapıyor. Ne demeli!
“Yoğun bir şekilde görsel uyaranlarla çevrelenmiş olduğumuz bu çağda, periyodik yayınlar, belgeseller, filmler ve sergiler yoluyla ulaşan imgeler, insanların hayata bakışlarını, olayları algılayışlarını ve var olma biçimlerini dönüştürerek, onları yaşadıkları çevreyle, süregelmiş olandan farklı bir ilişkiye sokarlar.” (Sinemada Görsel Deneyim ve Mimarlık - Gül Kale)
66
Tekkon Kinkreet
Japon yapımı anime Tekkon Kinkreet’i ABD’li yönetmen Michael Arias yönetti. Film Kuro (Siyah) ile Shiro (Beyaz) adlı iki karakterin öyküsünü anlatıyor. Filmin en ince ayrıntısına kadar özellikle işlenmiş, sürekli işleyen, değişen ve arka planda hayatına devam eden görselleri ise filme bambaşka bir boyut katıyor. Filme bu kadar bağlanmamın ve uzun bir süre önce izlememe rağmen bile hala unutamamamın nedeni ise Kuro ve Shiro’nun şehri kurtarma, kollama düsturunu kendi benliğimde de hissetmemden kaynaklanıyor olsa gerek. İlginçtir, bunu sağlayan filmin direkt metinleri değil. Tekkon Kinkreet’i seyre devam ederken tasarlanmış kente siz de aşık oluyorsunuz, detaylar ve renkler sizi öylesine içine çekiyor ki kendinizi karakterle bütünleştirebiliyorsunuz. İşte bu noktada bu hissiyata kavuşmanızın belki de en büyük nedeni görseller. Belki yönetmenimiz Tarkovsky gibi bu görsellere direkt anlamlar yüklemiyor ama bir şekilde o görsellerle karakterlerin uyumu size de “Şehir Yakuza’lardan korunmalı!” dedirtebiliyor. Oscar’ı Ratatouille’e kaptırmasına rağmen Tekkon Kinkreet, her karşı karşıya kaldığımda beni kendisine hayran bırakmaya yetecek niteliklere sahip.
The Lord of The Rings
Elrond (Hugo Weaving), “Olmak için doğduğun kişi ol Aragorn.” diyor. Aragorn kral olduğunda olmak için doğduğu kişi oluyor. J.R.R. Tolkien ise dünyanın en önemli fantastik öykülerinin yazarı olarak bu seriyi bitirdiğinde, sayısız detaylarla işlediği şehirleri, yerleşim alanlarını, heykelleri anlatarak olmak için doğduğu kişi olarak görevini yapıyor ve bize güzel bir jest yaparak bu aleme güle güle deyip gidiyor. “...Batıağıl Vadisi’nin öte kısmında, yeşil bir koyak, dağlar arasında büyük bir girinti uzanıyor; bu girintiden de tepelere doğru bir vadi açılıyordu. Bu yörenin insanları, buraya sığınan eski savaşların bir cengaveri anısına buraya Miğfer Dibi diyorlardı. Thrihyrne’ün gölgesi altında, kargaların uğrak yeri olan zirveler her iki tarafta da muazzam birer kule gibi yükselip ışığı kesinceye kadar, kuzeyden içeri doğru gitgide daha da dikleşerek ve daralarak dolanıyordu bu vadi. Miğfer Dibi’nin ağzındaki Miğfer Kapısı’nda, kuzey yönündeki uçurumdan dışarı doğru fırlamış, topuk şeklindeki bir kaya vardı. Burada, bu mahmuzun üzerinde, kadim taşlardan yüksek surlar bulunuyordu...” Tolkien’in hakkını verebilmek kolay değil, kitapta okunulan dünyanın üstüne çıkabilecek bir dünya inşa edebilmek de kuşkusuz zor iş; ama Peter Jackson’ın bizlere sunduğu görsel, seriye Tolkien’le de, filmle de başlayanları mutlu edebiliyor. Yaşatılan tüm bu mutluluğun, heyecanın ötesinde, Peter Jackson ve ekibinin başarılı olduğu bir diğer konu ise okurların kafasında tasarladıkları, tasarlayabilecekleri şehirlerden sonra, çektiği filmle onları küstürmemeyi başarabilmiş olması. Kafamızda canlandırdığımız bir dünyaya çalım atmasını istemek biraz ayıp olur kanaatindeyim.
Tim Burton vs.
Gotik mimarinin sinemada hal bulmuş yönetmeniyle karşı karşıyayız. Usta yönetmenin gerek kullandığı mekânlarda görülen ihtişam, gerek keskin hatlar gerek de karanlık atmosferlerle kendine has bir üslubu var. Helena Bonham Carter ile yaşa, Johnny Depp arkadaşın, yetmezmiş gibi bir de çocuğunun vaftiz babası olsun ve her filminin müziklerini Danny Elfman yapsın da filmlerinin kendine has bir üslubu olmasın, zaten pek mümkün değil. “Her şeyi düşünüp çizmeme izin veriliyordu ama hiçbirisi kullanılmıyordu.” diyor Tim Burton. Frankenstein’ı sinemaya uyarlayabileceği en uygun film şirketinde başladığı sinema serüveni, filmin beğenilmemesiyle Disney tarafından sona erdirildi. Eğer şu an daha kesin, daha net, duruşu daha sağlam Tim Burton filmleri izleyebiliyorsak, bu olaya borçluyuz diyebilirim. Tim Burton’ın, tüm filmlerinde yaşamamızı istediği hafif huzursuzluk ve diken üstündelik hissini bize geçiren en önemli etmen bence kullandığı görseller. Bunu karanlık yüzlü filmlerinde gördüğümüz gibi Alice in Wonderland’de ya da Charlie and the Chocolate Factory’de de çok rahat görebiliyoruz. Bu dilin oturmasını sağlayansa, yönetmenin nesnelere yüklediği anlamları bize çok rahat aksettirebiliyor olması. Çocukken Beetlejuice ile gönlümüze kurduğu tahtın daha uzun yıllar sallanmaması dileğiyle.
Star Wars
George Lucas hakkında düzülecek onlarca methiye var, yarattığı koca bir galakside; gezegenler, şehirler, üstler, karakterler... George Lucas’ın bence en önemli özelliklerinden birisi oluşturduğu yapıların kendi içlerindeki konsept uyumları. Öyle ki Anakin Skywalker’ın doğduğu gezegen olan Tatooine, kendi içinde fakir ama gururlu çizgisiyle çölün ortasında gözlerimizi dolduruyor. Öte yandan Jedi Tapınağı’nın yeni bir hayal ürünü uzun sütunları, sivri bitim noktaları; gotik mimariye sahip Avrupa kiliselerine bir selam çakmaktan geri kalmıyor, hatta selamı öyle iddialı çakıyor ki, izleyici, “Gerçek hayatta olsaydı daha iddialı bir ibadethane bulmak çok da kolay olmazdı.” demekten kendini alamıyor. George Lucas emaneti cüzi miktarlar karşılığında Disney’e paslamış bulunmakta, galaksilerimizin geleceği ise J.J. Abrams’ın ellerinde şu anlık. Bir dönemi çok sıkı etkilemiş ve hâlâ etkilemeye devam eden o büyüleyici dünyanın mimarına, gerek mimariye olan ilgisini filmde buram buram hissettirdiği gerek de ‘’May the Force Be With You’’ dualarıyla bizleri ayakta tuttuğu için teşekkürler. Şüphesiz ki Boo!’nun önemli bir takipçisidir.
67
mitoloji yazı: Melis Mine Şener çizim: Dilem Serbest
Müzler:
K
İlham perileri dediğimiz esereklidir, kimi gelir, kimi gelmez. Neye küstüğünü anlamazsınız. Derler ki hep bir ağızdan; “3-7-9, hiç aramayın ilham perilerini, biz aslında yokuz!”
Hatırla, Hatırla ki Sonsuza Kalsın Adın!
Dokuzlu İlham Tanrıçaları 68
imileri 3 der bunlara, kimileri 7, kimileri de 9. Kimileri Poseidon’un kızları ırmak perileri der, kimileri Apollo’nun koristleri. Ama bilinen en yaygın söylence Zeus’la Mnemosyne’nin (Göklerin Tanrısı ile Bellek Tanrıçası) çocukları olduklarıdır. Zeus ile Mnemosyne 9 gece beraber olurlar ve Mnemosyne birlikte oldukları her gece için bir kız doğurur Zeus’a. 9 ilham perisi, 9 Müz, 9 Musa.
Müzlerin adı Mousai sözünden gelir. Akıl, düşünce, yaratıcılık yeteneği anlamına gelen Men sözcüğüdür bunun kökü. O dönem özellikle güzel
sanatlara dair kayıt tutma gibi bir eğilim olmadığından, hafıza ile ilintili olarak müzlerin doğmuş olması da manidar. Özellikle o dönemde kültürün güzel sanatlar temelli olduğu düşünülürse… Peki, bu müzler kimdir nedir, ne işe yarar, nerede görülür bi’ söylemeyelim mi? Hemen dökelim yazıya; akılda kalmaz satırda kalır malumunuz… Bu 9 müz’ler şöyledir: Calliope, Clio, Erato, Euterpe, Melpomene, Polyhymnia, Terpscihore, Thalia, Urania. Calliope: Yunanca “güzel sesli” anlamına gelen Calliope Müzlerin en büyüğü kabul edilir. Epik şiirin ve destanların ilham perisi olan Calliope’nin Apollon’dan Orpheus ve Linus adlarında iki oğlu olduğu rivayet edilir. Yazı yazarken tasvir edilir. Clio: Tarihi olayları konu alan şiirlerin ilhamı Clio’dan gelir. Makedonya Kralı Pierus’tan Hyacinth isimli bir oğlu olduğu kimi kaynaklarda söylenir, kiminde ise Hymenaios’un annesi olduğu rivayet edilmektedir. Fenikelilerin alfabesini Yunanistan’a getiren ilham perisi olduğuna inanılır. Elinde kağıt ruloları ile görülür. Erato: Yunanca “sevimli” anlamına gelir; lirik şiirin, aşk şiirlerinin ve korolu şiirlerin ilham perisidir. John Fowles usta’nın bir romanına da adını veren bu müzün Arcas’dan Azan isimli bir oğlu olduğu söylenir. Genellikle elinde liri (cithara diye anılan liri) ile tasvir edilir. Euterpe: Yunanca “hoşnut etme” kökünden gelen Euterpe, Eutere olarak da anılır. Müzik ve lirik şiirin ilham perisidir. Eğlence ve zevk de bu ilham perisine atfedilmiştir. Ekseriyetle elinde flütle (hatta Aulos denen flütle) tasvir edilir. Strymon nehrinden oğlu Rhesus’u doğurduğu söylenir. Melpomene: Yunanca “şarkı söyleme” kökünden türeyen Melpomene, trajedinin ilham perisidir. Yüzünde acıklı bir ifade vardır, neşeli de olsa tamamen mutlu görünmez hiç. Elinde bir bıçak ve yüzünde bir maske ile resmedilir. Polyhymnia: Yunanca “birçok şarkı” kökünden gelen bu müz, kutsal
ilahilerin, dansların ve hitabetin ilham perisidir. Meditasyon da bu periye atfedilir zaman zaman. Seyrek de olsa geometri ve tarıma da ilham perisi olarak anılır. Uzun giysiler içinde gösterilir. Ciddi, ağırbaşlı bir ifadesi vardır.
onlara akıl ve esprileri neşeleri ile ilham verirlerdi. Apollon okunu yayını kenara koyar, müzler ölümsüzlerin sonsuz hediyelerinin ve yaşlılığın, acıların ve hastalıkların zorlukları ile başa çıkmak zorunda kalan ölümlülerin şarkısını söylerken lirini çalardı. Gençlik Tanrıçası Hebe, Grace’ler, Terpsichore: Yunanca “dans etme Mevsimler, Harmoni, Artemis ve zevki” ile alakalı bir kökten gelir. Ha- Afrodit Müzler neşe içinde dans ederliyle temsil ettiği güzel sanat da dans- ken ellerini çırpardı. tır. Sonra sonra müzik ve lirik şiir için de ilham perisi sayıldığı olmuş- Apollon’un Delphi Tapınağı’nda Artur. Nehir Tanrısı Achelous’tan Siren- temis, müzler ve “Grace”ler (Zeus leri doğurduğu söylenir. Elinde liri ile ve Eurynome’in üç kızı Aglaia (Görotururken tasvir edilir çoğunlukla. kem), Euphrosyne (Kıvanç), ve Thalia (Övünç); tanrılar için şarkı söyler Thalia: Pastoral şiir ve komedinin ve dans ederler) Leto’ya parlayan çoilham perisi kabul edilir. Elinde gü- cuklarını dünyaya getirmesi için dans len bir yüz ifadesi ile bir maske görü- ederek ve şarkı söyleyerek dua ederler. nür resimlerde. Başka söylencelerde su perileri nymUrania: Yunanca “cennet gibi” kö- pheler olarak geçen Müzler Helicon künden gelir ve adından anlaşılacağı ve Pieris ile ilişkilendirilirler. Kanatgibi göklerle ilgilidir. Astronominin lı at Pegasus toynakları ile Helicon’un ilham perisidir Urania. Apollon’dan yüzeyine dokunduğunda dört kutsal Linus’u doğuranın Calliope değil de kaynaktan fışkıran pınarlardan müzUrania olduğu da söylenir. Çoğunluk- lerin doğduğuna inanılır. Daha sonra la yıldız desenli bir pelerinle gökyü- Athena Pegasus’u evcilleştirir ve müzzüne bakarken elinde bir yerküre fi- lere hediye eder. gürü ile resmedilir. Varro’ya göre de üç müz vardır. BunMüzlerin adı pek çok yerde geçmesi- ların biri suyun hareketinden done rağmen kendilerine ait pek bir söy- ğar, biri havanın sesini taklit eder ve lenceleri yoktur. Daha çok yan ka- üçüncüsü de sadece insan sesinde vürakter olarak çeşitli söylencelerde yer cut bulur. Melete (Uygulama), Mneme alırlar. (Bellek) ve Aoide’dır (Şarkı) bunlar. Delphi Tapınağı’nda üç müze tapınıRekabet Hırsı Evlat lırdı, bunlar antik bir müzik aleti olan Sevgisini Geçince lirin akorları olan Nete, Mese ve HyDedim ya pek geçmez söylencelerde pate ile anılırdı. Ki bunlar daha sonadları. Ancak Tanrılarla rekabet et- ra Cephisso, Apollonis ve Borysthenis mek isteyen insanoğlunun hazin so- olarak adlandırıldılar, böylece Apolnuna örnek bir söylencede doğrudan lon’un kızları olarak tanımlanmış görülür varlıkları. Macedon’un Kra- oluyorlardı. Daha sonraki gelenekte lı Pierus’un 9 kızı vardır. Kendi kız- ise Müzler Zeus ve Plusia’nın dört kılarının adının 9 müzlerden sonra zı olarak anıldılar bir dönem: Thelxianılmasını hazmedemez ve kızları- noe, Aoede ve Melete. Anlayacağınız nın da müzler kadar müthiş yetenek- sayı her dönem değişir. Ama bilinen leri olduğuna inanır. Öyle ki kızları- en yaygın sayı 9’dur. nın özellikleri müzlere eştir. Böylece müzlere kızlarının denkliğini ispat İlham Ver, Aydınlat için meydan okur. Ancak bu meydan Gecemi okuma Pierides’lerin (yani Pierus’un 3, 4, 7 ya da 9. Tüm perilerin amacı kızlarının) gevezelik eden saksağan- aynıdır, ilham vermek insanlığa! Gülara dönüşmesiyle sonuçlanır. Tanrı- zel sanatların esin kaynağı olan müzlarla yarışan Kralların ödeyeceği be- ler başlangıçta tanrılara neşe ve keyif deller de elbet tanrısal olacaktır. verirken, zamanla ölümlülere ilham kaynağı olarak ölümsüzleştiler. Çok Müzler Olimpos Dağı’ndaki şenlik- yaşa sanat! Müzler senin için doğdu, lere katılır ve ölümsüzleri eğlendirir senin için var oldu ve hep olacak!
69
edebiyat inceleme: Büke Sevindi
Otostopçunun Galaksi Rehberi:
Havlunuz yanınızda mı? 25 sene önce ortaya çıkan ve o günden beridir de dünyada birçok insanı peşinden sürükleyen “Otostopçunun Galaksi Rehberi” bu ay merceğimizin altında. Bu yazıda kitabın ortaya çıkışı, değişimi ve dönüşümü hakkında kısa bilgiler bulabilirsiniz. Uzun bilgiyi lütfen kitaptan edininiz.
O
tostopçunun Galaksi Rehberi, yüce efendimiz diye seslenebileceğim, aşmış bir mizah kültürüne ve inanılmaz bir ironi yeteneğine sahip Douglas Adams tarafından ilk olarak BBC Radio 4 için radyo tiyatrosu olarak 1978’de yazılmıştı. Yayınlandığı andan itibaren büyük bir hayran kitlesine ulaşan “rehber” birçok insan için çoktan kutsal kitap haline dönüşmüştü bile.
Hikâye, başlarda sadece dünyanın sonuna ve bir şekilde patlayıp yok olmasına odaklansa da, ilerleyen bölümlerde Douglas bu yok oluşun tamamen yeni bir başlangıca ve o başlangıcın nasıl sonuca ilerlediğine dair bir hikâyeye ihtiyaç duymuştu. Olayların etrafında döndüğü başkarakterimiz Arthur Dent sıradan bir İngiliz’di ve tek istediği sıcak bir fincan çay içmekti. Ta ki Vogon İnşaat Gemi’lerinden bir tanesi, gezegenimizi intergalaktik otobana kestirme yol açabilmek için yıkmaya gelene kadar. Bilirsiniz, bir zamanlar böyle durumlarda yok olmaya boyun eğip patlamayı bekleyebilirdik. Fakat şu anda bir Vogon gemisi tepemize
70
Douglas Adams
11 Mart 1952’de Cambridge’de doğdu. Hızlı arabaları ve Apple Macintosh’ları çok severdi. Otostopçunun Galaksi Rehberi’ni yazdı. Ayrıca Monty Python ve Doctor Who serilerine de yazarlık yaptı. Galaksi Rehberi’nin Hollywood filmi için senaryo üzerinde çalışırken geçirdiği kalp krizi sonucu 11 Mayıs 2001’de hayata veda etti. Dünyanın en iyi mizah yazarı kabul edilen Adams, muhteşem aklıyla birçok kişinin bambaşka dünyaya gitmesini sağladı, hem de otostop çekerek.
dikilip bize özetle “Gezegeninizi kestirme yol yapabilmek için patlatıyoruz, itiraz hakkınız vardı ama kullanmadınız, bizden günah gitti.” derse, eminim hepimiz baretlerimizi ve maskelerimizi takar, meydanlara akar ve sosyal medyada #direndunya #occupyearth #vogondunyamiziterket gibi hashtag’ler kullanarak sonuna kadar direnirdik. Tabii muhtemelen tüm bunların sonunda elimizde hiçbir şey kalmazdı, çünkü tahmin edersiniz ki Vogonlar çok bürokratik ve emirlere kesinlikle uyan yaratıklardır. Hikâye de böyle başlıyor işte; bir gün galaksinin belediye işçileri “Dünya” isimli mavi gezegeni aniden yok etmeye geliyorlar ve olaylar gelişiyor. Neyse ki Arthur, bir tanecik tuhaf arkadaşı Ford Prefect’te sahip. Tamam, kusursuz bir adam değil ama en azından kusursuza yakın! Kitapta birçok karakter bulunmasına rağmen, hikâye birkaç ana karakter üzerinden ilerliyor. Bir tanesi, az önce bahsettiğim, çay tiryakisi Arthur Dent, diğeri de, aslında bir araba modeli olan Ford Prefect’i kendine isim olarak alan ve bunun nedenini de geldiği gezegen Betelgeuse’daki baskın
yaşam formunun otomobiller olduğu söyleyen küçük, yeşil, “rehber” araştırmacısı arkadaşımız. Bir diğeri, insanı bi’ tuhaf eden egosuyla galaksi başkanımız Zephod Beeblebrox, ki kendisi Ford’un yarı kuzeni. Depresif, koca kafalı ve memnuniyetsiz robot Marvin the Paranoid Android ise başka bir karakterimiz. Son olarak da dünyanın imhasından kurtulan ikinci insan Trillian (Onun ve Arthur’un arasındaki dünya patlamadan önceki manita muhabbetlerine ise girmek istemiyorum). İlk üç kitap çıktığında yazar bu seriyi “üçleme” olarak adlandırmıştı. Fakat sonrasında dördüncü kitabı yazmış ve kitabı “Üçlemenin Dördüncü Kitabı” olarak piyasaya sunmuştu. Bu arada da kendini yazmaktan alıkoyamayan Douglas Adams, en son beşinci kitapta olayı bitirince, kitabın adı “Sürekli Yanlış İsimlendirilen Otostopçu Rehberi” olmuştu. Böylece Adams, üçleme kavramına yeni bir soluk getirmişti. Yazıldığı yıllarda, ben daha dünyada olmasam da, neden bu kadar büyük bir ilgi görüp fenomen olduğunu
Otostopçunun Galaksi Rehberi - 1979 (The Hitchhiker’s Guide to the Galaxy) Rehberi tanıyoruz ve çeşitli aksiyonlara giriyoruz, mesela ‘Dünya Gezegeni” imha ediliyor. Çöken gezegenleri yeniden inşa etme konusunda evrenin en iyisi olan, efsanevi gezegen Magrathea’yı ziyaret ediyoruz. Hatta orada -bir gün tanışmayı merakla beklediğim- Slartibartfast’le karşılaşıyoruz. Kendisi bir gezegen kıyı şeridi tasarımcısı, dünya gezeninde ise Norveç’teki fiyortlardan sorumlu. Bununla ilgili bir ödülü bile var ki bence çok daha fazlasını hak ediyor! Evrenin Sonundaki Restoran - 1980 (The Restaurant at the End of the Universe) Evet böyle bir yer var, hem de her akşam piyano eşliğinde, evrenin nasıl patlayıp sonra tekrar oluştuğu manzaralı masanızda günün yemeğini ve şefin tavsiyesini yiyebilirsiniz.
anlayabiliyorum. Dünya savaşlardan, hastalıklardan ve hippilerden nasibini almıştı ve hatta aya ayak bile basılmıştı. Sonuçta dünya halkı kendinden başka bir şeyi görmeyi ve “Gezegenimiz olmasaydı ne olurdu?” sorusunun cevabını böyle eğlenceli bir yoldan öğrenmeyi çok ilginç bulmuştu. Radyo programı olarak başlayan seri, kitaplara, tiyatroya, LP albüm kayıtlarına, sesli kitaplara, interaktif roman ve video oyunlarına ve bir de çizgi romanlara hayat vermişti.
bilgileri yazdıkları “Galaksi Rehberi”nin üzerinde, büyük ve dostane harflerle “Don’t Panic” yazması, ki bundan bir tane de benim omzumda yazıyor. :) İşte bu iki önemli ayrıntı koca bir endüstri doğmasına neden oldu. Üzerinde kocaman harflerle “Don’t Panic” yani “Panik yapmayın!” yazan rengarek havlular, tişörtler, figürler ve oyuncaklar piyasaya sürüldü. Halen bazı zamanlar çantasında havlu taşıyan insanlara rastlıyorum, dikkat edin, mutlaka siz de bir gün bir tanesiyle karşılaşabilirsiniz! Kim bilir belki Sonraları “Hitch-Hikeriana” de o kişi ben olurum. olaran adlandırılan ve birçok insanın bu işten ekmek yeme- Dünya çapında 30‘dan fazsini sağlayan bir akım başla- la dile çevrilen, radyo progmıştı. Seri ile ilgili şu anda ka- ramları halen malum ortamdar söylemediğim çok önemli lardan indirilip dinlenen ve bir nokta var: Eğer uzay boşlu- her geçen gün onunla yeni tağunda çeşitli tehlikelerle kar- nışan insanların, ona tutkuyşı karşıya kalırsanız tek ihiya- la bağlandığı “Otostopçunun cınız olan şey bir adet havlu. Galaksi Rehberi” daha birçok Evet bir havlu sizi tüm kö- nesle, neyle karşılaşırlarsa tülüklerden koruyabilir, bu- karşılaşsınlar panik yapmana inanmanız yeterli ve tabii malarını öğütleyecek ve “tüm havlunuzu nasıl kullanacağı- dünyamız” bir gün gelip yok nızı bilmeniz. Diğer en önemli olsa bile evrende yaşamaya ve şey ise evrenin her yerindeki görmeye değer çok fazla şey otostopçuların, değişik ga- olduğunu bize hatırlatacak. laksi ve gezegenlere yaptıkları seyahatlerden edindiklerini
Hayat, Evren ve Her Şey - 1982 (Life, the Universe and Everything) Üstün zekalı varlıkların inşa ettiği Deep Tought’ın binlerce yıl düşündükten sonra cevaplayacağını söylediği bu sorunun cevabı 42! Evet ne yazık ki sürprizli yumurta gibi, herkes kendi payına düşeni alıyor. Deep Tought bu cevabın açıklaması yaparken şöyle demişti: 42 cevabı anlaşılmaz çünkü bunu soran varlıklar da ne dediklerini bilmiyorlar. Elveda ve Bütün O Balıklar İçin Teşekkürler - 1984 (So Long, and Thanks for All the Fish) Arthur tekrar inşa edilen dünyaya döner fakat “bu dünyanın” aslında yunuslar tarafından “İnsanlığı Kurtarın” kampanyası çerçevesinde yaptırılan bir yedeği olduğunu keşfeder. Bu kadar diyeyim. Çoğunlukla Zararsız - 1992 (Mostly Harmless) Evet, galaksi arkamızdan böyle konuşuyormuş!
Not: Türkçe çevirisini Kabalcı Yayınları’ndan dev bir eser olarak edinebilirsiniz!
»»EKŞI SÖZLÜK VE REHBER ILIŞKISI
5’i 1 yerde
And Another Thing… - 2009 (Ve Bir Şey Daha…) Douglas Adams öldükten sonra eşinin de desteğiyle yayımlanan son bir kitap daha var: And Another Thing. Eoin Colfer tarafından yazılan bu kitap Douglas Adams’ın her zaman yazmayı istediği altıncı kitap olmayı başardı. Çünkü Adams hayattayken bir konuşmasında şöyle demişti: “Gelecekte bir gün Otostopçunun Galaksi Rehberi’nin altıncı kitabını yazacağım, insanlar serinin son kitabı Çoğunluklar Zararsız’ı biraz kasvetli buluyorlar ki bence de öyle. Otostopçu’yu daha iyimser bir noktada bitirmek isterim, zaten 5 yanlış bir rakammış gibi geliyor, 6 daha doğru bir rakam.” Böylece “Üçlemenin Altıncı Kitabı” da yayınlanır ve umarım bu hikâyeyi okuma ya da dinleme fırsatı bulan herkes bir otostopçu olmayı göze alır.
71
74 Tanıtımlar
Yeni çıkan albümler, vizyon filmleri, her daim okunası kitaplar...
78 Mekan
Bu ay yenilecek değil, okunacak bir mekan seçtik: Ayça Kitapevi
dergi bittikten sonra ne yapacağını bilemeyenlerin rehberi
80 Ajanda
Ay boyunca gidilecek konserler, ser... Bu ay henüz sadece konser derledik. İyi dinlemeler...
Agnes Obel
Danimarkalı caz ve folk müzisyeni 5-6 Aralık’ta Salon İKSV’de sahne alacak. Önümüzdeki haftalardan daha fazla konser için Ajanda’ya uğrayın... 73
ARCADE FIRE REFLEKTOR Barclay Uzun süredir beklenen yeni Arcade Fire albümü nihayet yayımlandı. Anlaşılan Arcade Fire bu kez eşeği sağlam kazığa bağlamış. Özellikle geri vokallerini David Bowie’nin yaptığı (+1) Albüm albümle aynı ismi taşıyan şarkıları ‘Reflektor’ün videosu (yönetmen koltuğunda Anton Corbijn olunca +2) ile heyecanı katlamayı bildi. 2 CD 13 şarkıdan oluşan albümü gerek radyoda çalmak, gerekse bu mecradan sizlerle paylaşmak için birkaç kez din- Killers insanı fazla yormayan, ledim. Kanımca bu yıl içersin- neşeli yapısıyla makamdaşlade yayınlanan Arctic Monkeys, rı The Strokes kadar beğendiEditors ve The National albüm- ğimiz bir ekip. 15 şarkıdan oluleri Arcade Fire’ın uzun, ge- şan bu toplama albümün tek reksiz ve tabiri caizse iç kıyan yeni şarkısı, videosunda kat albümü yerine defalarca din- hizmetlisi bir genç kızın hayalenebilecek, kalıcı eserler. Za- lini kurduğu aşkla aniden tamanında Suede’in ilk 45’liği pi- nışmasını anlatan Shot at the yasaya çıkmadan önce, NME Night (evet hayat hala naif hadergisi “yeni The Smiths” di- yaller kurabilecek kadar güzel). yerek gereksiz bir heyecan ya- Zevkle dinleyeceğiniz bu albüratmıştı. Sanırım bu overra- mü mutlaka edinin. Bu arada ted durumdan nemalanmak alkolde sınır tanımadığınız bir isteyen bir zümre var. Yücelti- gecenin sonunda, eski kız arlecek, bu denli parlatılacak bir kadaşınıza girişte yazdığımız durum var mı? Bilemiyorum… cümleyi SMS atacaksınız onu Kapakta yer alan Orpheus ve da biliyoruz. -A. Kara Eurydice heykeli bile durumu kurtarmıyor. Bununla bir- DAVID BOWIE likte Flashbulb Eyes, Here Co- THE NEXT DAY EXTRA mes The Night Time, It’s Never Columbia Over (Oh Orpheus) ve Joan of Zaman geçiyor, yıllar akıp giArc dinlenebilir. -A. Kara diyor, sanat durmadan form değiştiriyor ancak bir şey hiç THE KILLERS değişmiyor; David Bowie müDIRECT HITS temadiyen kendini aşmayı baIsland Records / Vertigo şarıyor. Geçtiğimiz Mart ayınRecords da çıkan nefis albümü The Uzun süre önce “Somebody Next Day’den çıkartmayı dütold me, you have a boyfriend şündüğü şarkıları da ekleyelook like a girlfriend” diyerek rek The Next Day Extra ismiyle her kıskanç eski erkek arka- tekrar yayımladı. 10 şarkı içedaşın marşını yazan The Kil- ren albüm, soğuk kış gecelelers geçen yıl çıkardıkları Batt- rinde içinizi ısıtmaya yetecek. le Born’dan sonra bu yıl cepten Yaş aldıkça daha da güzelleşen yemeye karar vermişler. Bili- Bowie’nin müziği, her zaman yorsunuz adı ne kadar farklı ol- akranlarını ve belki torunu sa da best of mantığı her da- sayılacak yaştaki yeni yetmeim geçer akçe olmuştur. The leri şaşırtıp, kendine hayran
74
bırakmaya devam ediyor. Ama “Bunlar beni kesmez, psikopatın önde gideniyim. Give me more black metal!” diyenlerdenseniz de yapacak bir şey yok. En yakın sağlık ocağından yardım isteyin. -A. Kara PEARL JAM LIGHTNING BOLT Monkeywrench Bu kez gerçekten güzel bir albümle listelere geri dönen Pearl Jam, iki yıllık aradan sonra üzerinde bolca çalışıldığı belli olan Lightning Bolt’la beklentilerin üzerinde bir performans yakaladı. Evet Eddie Vedder muazzam, evet grubun ilk albümü Ten gelmiş geçmiş en iyi albümler arasında ve tekrar o performansı yakalamalarını beklemek biraz zor. Fakat tekrar tekrar dinlediğim bu albüm benim için hareketli parçalarda ayağa kaldıran, hisli parçalarda ise melankolime eşlik eden güzel bir dost gibi oldu. Albüm hareketli bir açılış yapıyor, Get Away ve ardından gelen Mind Your Manners hem çok melodik hem de biraz sert. Biraz daha ilerleyince albümde herkesin dikkatini çeken Sirens’a geliyoruz, ikinci Black vakası olarak adlandırabileceğim bu performansta Eddie sesini, grubun gitaristi Mike Mcready ise gitarını tabiri caizse yardırıyor! Ne diyebilirim,
“Ellerimi tut Eddie!” -Büke THE FLAMING LIPS THE TERROR Warner Bros. / Bella Union Modern zamanların önemli, hatta en önemli saykodelik gruplarından The Flaming Lips, The Terror’la dünyaya iniş yaptı. Geçmişte bizi oldukça zorlayan müziklere de imza atan bu uzaylı dostlarımız belki de kariyerlerinin en katı ve oldukça “semavi” albümüne imza atmışlar. Bizi dünyadan alıp uzaya fırlatan oradan alıp tekrar yere vuran The Terror kulaklarınızın pasını ya da sadece kulaklarınızı kazıyacak! Albüm için bu sene dinleyeceğiniz en rahatsız şeylerden biri diyebilirim. Anlaşılan Wayne Coyne dinleyeciğiyi her fırsatta rahatlatıcı ve canlandırıcı kavramlardan uzaklaştırmaya çalışıyor. İçimize “Varoluşsal Korku” salan The Terror için “Dünyanın varoluşsal korkuya gerçekten ihtiyacı var mıydı?” sorusuna grubun lideri Wayne Coyne, “Sanırım bizim en iyi kayıtlarımız teslim olup belli bir düzende yapmadıklarımızdı. Ama belki de sanatçıların doğasında varoluşsal korkularının üstüne gitmek vardır!” şeklinde cevap vermişti. -Büke
ERKEK TARAFI endişe duymuyor değiliz fakat TESTOSTERON tiyatro oyununun tadının daYönetmen: İlksen Başarır mağımızda kaldığını da belirtBir düğün iptal olur ve yemekte fayda var. Şimdiden di arkadaş bir restorana Nikah Masası şarkısı için giderler. Bu restoranda yayınladıkları klip soshayattan, kadınlardan yal medyada paylaşılSinema ve bolca konudan uzunmaya ve beğenilmeye ca bir muhabbete girerbaşlandı. Bana göre tiler. “Testosteron” adında yatro oyunlarının filmleşbir tiyatro oyunundan uyartirilmesi o kadar da kötü bir lanan sinema filmi, yayınlanan olay değil zira bu olay tiyatro videoları ile izleyiciyi şimdiden için beklenen ilginin geri kazakendine bağlamış gözüküyor. nılmasını da sağlayabilir. -Ali Oyuncu kadrosu ile de (Mert Fırat, Onur Ünsal, Timur Acar, THE HUNGER GAMES: Emre Karayel, Tuna Kırlı, Me- CATCHING FIRE (AÇLIK tin Coşkun ve Cihan Ercan) ga- OYUNLARI: ATEŞI yet zengin olan film üzerine YAKALAMAK) “tiyatro oyunundaki kadar be- Yönetmen: Francis ğeni ile karşılanacak mı” şim- Lawrence diden sorular sorulmaya baş- Katniss Everdeen ve Peeta Mellandı. Filmin tek bir mekanda lark’ın hikayesine geri dönüyogeçmesi ve diyalogların genel- ruz. 74’üncü Açlık Oyunları’nı de sık sık konuştuğumuz şey- kazanan ikili bu sefer Başler olması itibarıyla, az da olsa kent’in ilgisini üzerlerine çekiyorlar fakat bu ilgi Panem’in bölgelerinde isyanı ateşlediği için pek de seveceğimiz türden değil. Bağımsızlık ve eşitlik için savaşan Katniss’in, olaylardan bihaber arkadaşı Peeta ile bölgelerine dönmesi her ne kadar bizi sevindirse de onlar için ailelerini ve arkadaşlarını arkada bırakmak demek oluyor. Bir taraftan yaklaşan 75’inci Açlık Oyunları ve bir taraftan ateşlenen isyan, Panem için hareketli günler geliyor demekte. Serinin ikinci filmi gösterime 22 Kasım tarihinde girecek, fakat şimdiden hayranlar sabırsızlanmaya başladı. Kitaptan uyarlanan serinin okuyucuyu memnun eden ikinci kitabı bakalım bu sefer izleyiciyi de memnun edecek mi? Bu arada ilk gösterimler sonrası gelen yorumlar o kadar
75
güzel ve o kadar iç açıcı ki, herkes ilk filmden daha iyi bir başyapıtın ortaya çıktığı konusunda hem fikir gözüküyor. -Ali
seyirciden) yapıcı ve güzel yorumlar filme karşı olan umutlarımızı tekrar yerine getirdi. -Ali
THOR: THE ENDER’S DARK WORLD GAME (UZAY (THOR: OYUNLARI) KARANLIK Yönetmen: Gavin Hood DÜNYA) Yakın bir gelecekte Formic adı Yönetmen: Alan Taylor verilen işgalci uzaylılar dün- Thor serisinin devam filminyayı ele geçirmeye çalışmakta- de, bu kez düşmanlar binlerce dırlar. İlk saldırılarından bü- yıl önceden çıkıyor. Evreni kayük bir yara alan dünya yedi yıl ranlığa gömmek isteyen Dark sonra tekrar toparlanmakta ve Elf ırkı ve onların yok edilemez bu sefer, bu süper teknolojile- silahı Aether. Kahramanımız re sahip düşmanlarını yok et- Thor, onun sert mizaca sahip mek için genç dâhiler yetiştir- babası Odin, bir önceki filmmektedirler. Ablası ve abisi ile den suçlu olarak Asgard’da tutyaşayan utangaç Ender Wiggin sak okan Loki ve onun dünyalı ailesinin yanından alınarak sevgilisi Jane Foster bir maceUluslararası Askeriye okuluna raya giriyorlar, öyle ki bu sefer eğitime alınmıştır. Bu geç ço- Asgard’ın bile korktuğu bir sicuğun utangaç yapısının altın- lah olan Aether düşmanın elinda mükemmel bir stratejik de- de. Bir önceki filmden dünha olduğunun anlaşılması uzun yalar arası seyahat edemeyen sürmemiştir, kendisi korkunç Thor ve onun dönmesini beksavaş simülasyonları ve askeri leyen kız arkadaşı Jame Fosliderlerin arasında eğitim gör- ter bu kez Asgard semalarınmekte ve kendisinden yakla- da beraber gözüküyor ve bize şan savaşta dünyayı kurtarma- unutulmayacak bir macera izsı beklenmektedir. 1977 yılında leteceğe benziyorlar. Filmin ilk kitap olarak çıkan bu hikaye, gösterimleri sonrasında gelen ilk defa filme çekilmiş ve göste- yorumlar ise gayet keyif verici, rime sunulmuştur. Gösterime çoğu izleyen Marvel Evreni ile çıkmadan önce çoğu bilim kur- ilgili güzel detayların gösterilgu hayranı tarafından umutla diği ile överken diğer izleyicibeklense de ilk gösterim sonra- ler Loki’nin karakteri ile güzel sı gelen yorumlar pek de iç açı- bir sürpriz yaratması ile övcı değildi. Fakat sonraları ge- mekteler. Hatta bazıları bu selen (kitap hayranları dışındaki zon gösterilen en keyifli filmler
76
arasında gösteriyor. Thor: Dark World filmi şu an sinemalarda ve daha bir ay boyunca da kalması planlanıyor. -Ali PAULO COELHO ELIF Can Paulo ile bir yolcuKitap luğa çıkıyoruz. Ama bu sefer kahraman da anlatıcı da yazarın kendisi. Bir durulma döneminde olan Coelho’ya hocası, ruhsal destekçisi olan J. gitmesi gerektiği öğütlüyor. Coelho çeşitli nedenlerle bir yolculuğa kalkışamıyor. Ama bir fuar için gittiği Londra’da işler değişir. Pek çok ülkedeki yayıncıların davetlerini sırasıyla kabul eder. Ve en son Rus yayıncısı gelir. Coelho Trans Sibirya yolculuğunu tercih eder. Bu tam 9288 kilometrelik bir yol demektir. Kitapta biz bu yolu teperiz. Ama üzülerek söylemeliyim; “ne güzel upuzun yolculuk Rusya ilgili kim bilir neler öğretiyordur” diye düşünmeyin. Çünkü trenin tıngırdamasından başka bu yolculukla ilgili çok bilgi bulunmuyor kitapta.
Temmuz Vakası’nın Varlık Yayınları’ndan çıkan bu baskısı sadece sahaflarda bulunuyor olabilir. Resimsiz, mavili bir kapağı var.
Kitapta iki ilginç karakter var. Birisi Türk kızı Hilal (hayır, bu metni onun için yazmıyorum). İkincisi ise Coelho’nun rehberi Yao. Hilal ile söze başlayalım. Hilal bu yolculuğa dahil olabilmek için çokça çaba sarfediyor. Bu kitapta yazar ile Hilal’in yaşadıkları kitabın ana konusunu oluşturuyor. Yani Elif’e girmeleri. Kitabın ana konusu Elif olsa da yazarla Yao arasındaki ilişki daha ilginç bence. Yao, Çin’de doğan bir garip adam. Yao’nun eski eşine olan takıntısı haricinde bilgeliğe olan yakınlığı Coelho ile iltişimini belirliyor. Yao ile kitaba biraz da doğu felsefesi katılıyor. Coelho’nun en güzel kitabı değil Elif. Ama okumak insana güzel hissettiriyor. -Gözde BERNARD BECKETT GENESIS April Kitabın arka kapağında “21. Yüzyılın Cesur Yeni Dünya’sı” yazsa da büyük beklentilerle kitaba başlamamak gerekiyor. Evet, Genesis bir distopya, güzel bir dünyası var ve kendimizi orada hayal edebiliyoruz. Ama bir şeyler eksik. Açıkçası
ne olduğunu da bunu yazdığım şu ana kadar bulamadım. Kitaba dönersek; ABD-Orta Doğu savaşı olmuş. Bu arada pek tabii iklim değişiklikleri, çevre kirliliği, insani ilişkilerde kopma son noktalarda. Dolayısıyla bulaşıcı ve ölümcül hastalıklar da… Savaş boyunca Plato isimli acayip zengin bir iş adamı mal varlığını, bir adayı dünyanın kalanından izole olacak ve kendi kendine yetecek hale getirmek için kullanıyor. Bu adaya da Republic (Devlet) adını veriyor. Ama adada izolasyon işinin dozunu kaçırdıklarından sadece radyo dalgaları ile dış dünyadan haberdar olabiliyorlar. O radyo dalgaları da bir zaman sonra kesiliyor zaten. Dışarıdan adaya ulaşmaya çalışan yabancılar da adaya yaklaşamadan yok ediliyor. Biz bu adanın kuruluşundan çok sonra Anaximander’in akademiye giriş sınavında “Devlet”e gidiyoruz. Bu sözlü sınav 4 saat sürüyor. Anax’ın uzmanlık konusu, Adam Forde. Adam bu ada için çok önemli, o ilk başkaldıran. Devlet’in temelindeki ilk deliği o açıyor. Ve sonrasında ilk yapay zekâ robot ile beraber yaşamak durumunda kalıyor. İşler buradan sonra da bambaşka bir yere gidiyor ki bu kitabı diğer distopyalardan ayıran kısım da burası. Tabi bir de insan olmayı size ağır ağır, güzel güzel sorgulatması. -Gözde GUSTAVE FLAUBERT SAF BIR YÜREK (ÜÇ ÖYKÜ I) Can Cep Madame Bovary’i bilmeyen yoktur herhalde; küçük bir taşra kasabasında biraz safça, dünyevi hırsları olmayan kocasıyla yaşayan ama hayatından memnun olmayan ve âşıklarıyla kendine çıkış yolu arayan Madame Bovary’i. Küçükken okuyunca, benim gibiler için oldukça sıkıcı olan bu kitap Gustave Flaubert’in zengin anlatım dilini ortaya koyar aslında. Tıpkı hepi topu 68 sayfayla yine küçük bir kasabada
yaşayan hayalleri yıkılmış, acılar çekmiş, temiz kalpli, iyi niyetli hizmetçi Felicite’nin hayatını anlattığı Saf Bir Yürek öyküsünde olduğu gibi. Felicite kimsesiz geçen çocukluk yıllarının ardından kırık bir aşk öyküsüyle yüz yüze gelir. Bununla yüzleşmekten kaçarak soylu bir dulun hizmetine girer ve hayatını bu kadına ve onun iki çocuğuna adar. Kendi hayatı (zaten pek kıymet vermediği, diyelim) hep geri plandadır. Herkese yetecek kocaman bir yüreği vardır ama aslında hep yalnızdır. Acıklı diyemem ama “dokunaklı bir öyküyü bir solukta okurum” derseniz, bu kitap sizin için derim. -Melis ERSKINE CALDWELL TEMMUZ VAKASI Varlık Yayınları Orhan Kemal Amerika’da yaşasaydı, bence aynı ekolün içinde olacağı yazarlardan Erskine Caldwell. Küçük bir kasabada şerif olan Jeff’in karışmak zorunda kaldığı bir linç öyküsünü anlatıyor bu kitap. Sonny Clark adlı genç bir zenci çocuğun, beyaz bir kıza tecavüz ettiği gerekçesiyle, bir anda zenci avına çıkan kasabalıyı bu linç girişiminden alıkoyamayacağını bilen şerif, bir yandan olaya hiç karışmak istemez, bir yandan da politik durumunu düşünmek zorundadır. Tecavüze uğradığı iddia edilen kızın ise başka sorunlarla yoğrulan bir hayatı vardır. Bu ara eski araba alım satımı yapan Sam adlı bir zenci de Sonny’nin yerine rehin alınınca şerif çaresiz kalarak olayı yakalamaya çalışır. Ancak sonuç tahmin edilenden daha çarpıcı olacaktır. Sinematografik bir anlatımla bütün kasabayı gözümüzün önüne çizen Caldwell, vurucu bir finalle hikâyeyi tamamlar. -Melis
77
Kitapların arasında kaybolmak için Ayça Kitapevi’ne gidiniz...
yazı: Kamer Yılmaz fotoğraflar: Rıza Şahin
Ayça Kitapevi İstiklal’in kızlı erkekli caddesinde yürürken, kendimizi bu defa da bir kitabevine atıyoruz. Naif bir pasajın, mütevazı bir dükkânına giriyoruz. Ayça Kitabevi’nde raftan rafa atlayıp, kokularıyla sarhoş olduğumuz kitaplara gömülüyoruz.
H
er insanın kendine ait rutini vardır. Hep aynı yerde yemek yemek, çok beklemek zorunda olsa bile illaki hep aynı sinema salonunda film izlemek, hep aynı sokakta gezmek, hep aynı parkta kitap okumak gibi… İşte Ayça Kitabevi de benim 10 yıldır vazgeçemediğim rutinlerim arasında. Rutinden saydığım için sıkıcı olduğunu düşünenler yanılıyorlar. İnsan su içmekten nasıl sıkılmıyorsa bu da öyle. Bir tür ihtiyaç, bir tür zevk ama en çok da dostluk. Hem de kitaplarla aramı yapan, yıllar geçtikçe daha da bağlandığım bir dostluk. Sene 2003, İstanbul’da yeniyim. Her şeyin ateş pahası
78
olduğunu yeni yeni öğrendiğim günler... Kitap almak öğrenci halimle tam bir lüks, okul kırtasiyesinin sınırlarını aşarak geliştirdiği fotokopi ise hiç sıcak gelmiyor. Ve alınacak kitap listesi, okulun da katkılarıyla epey kabarık. Ne yapsam da çözsem bu sorunu derken, gezmekten vazgeçemediğim ve o zamanlar daha bir sakin, daha bir temiz ve daha az yıkılmış olan İstiklal’de, Galatasaray Lisesi’nin karşı arasına giriyorum ve Aslıhan Pasajı ile tanışıyorum. Pasaj 2 katlı bir yer. 2-3 dükkân dışında ikinci el kitap satmayan yok. Kendimi bir anda cennette sanıyorum. “İstiklal’i bu kadar çok sevmemin bir mükâfatı olsa gerek.” diyerek, tüm dükkânları tek tek geziyorum, alacaklarımı alıp mutlu mesut çıkıyorum. Elbet bu pasajla ilişkim bu şekilde bitmiyor. Kitapların arasında kaybolmayı oldum olası sevdiğimden, sürekli soluğu burada almaya başlıyorum. Dükkânlar arasında gezerken
de sohbet eksik olmuyor. İçlerinden birinin muhabbeti de, canla başla yardımı da daha bir yakın geliyor bana. Tam da o sırada tanışıyorum İsmail Amca ile. Ben kitaplara bakarken hiç yaklaşmıyor, yardımcı olmaya çalışırken 100 tane soru sormuyor. O küçücük dükkâna giriyorum, eşyalarımı bir kenara bırakıyorum, bir de çay söylüyorum ve kitapları dilediğimce karıştırmanın zevkini çıkarıyorum. Bu güzel rutine o kadar çok alışıyorum ki gel zaman git zaman 2 katlı pasajda uğradığım tek yer oluyor. Ayça Kitabevi’nin sahibi İsmail Amca, 1 Nisan 1984’ten beri aynı pasajda. Çalışan kadrosunu ve dostlarını genişletip, hayatına kitapların içinde devam ediyor. Sorduğunuz hemen hemen her kitapla ilgili fikir sahibi olan bu hoşsohbet adamın kitap tavsiyelerine ise kesinlikle kulak kabartmak gerek. Her uğradığımda yaptığı işi seven, o işe hâkim biriyle karşılaşmanın bonus olarak getirdiği
tebessüm, mutlaka yerleşiyor yüzüme. İsim, tahmin edebileceğiniz gibi kızı Ayça’dan geliyor. Oysa bir de oğlu var. Neden onun ismi değil diye soruyorum. “E, Ayça ilk çocuk, tabii onun ismi olacak. Hem Ayça ismi daha çok yakışıyor kitaplara, daha naif.” diyor gülerek. Pasajın girişinde, merdivenlerin hemen altındaki minik yeri dışında, aynı hizadaki köşedeki dükkânıyla konuklarını ağırlıyor Ayça Kitabevi. Ve uzun uzadıya kitap ararken siz, o da size yardımcı olmak için bu iki dükkân arasında kitapları taşıyarak mekik dokuyor. Çalışan kadrosu ise belirli aralıklarla değişiyor. Şu aralar oğlu Ekrem ile beraber. Bundan 1 yıl önce ise kızı Ayça ile kitap kurtlarının bitmek bilmez sorularını yanıtlıyordu. Kitabevi sahiplerinin en büyük derdidir; kitapların düzeni, hangi raflarda olacakları ve kitap alıcılarının en büyük
sorunudur hangi rafta ne olduğunu anlamak. Malum kocaman kitabevlerinde yeni çıkanlar arasında Dostoyevski görmeye alışsak da gözlerimiz de ruhlarımız da düzen aramıyor değil. İşte bu kitabevinin küçüklüğüne bakmayın, biraz karmaşık gibi görünse de her şeyin bir yeri var. Mesela fantastik dünyada kaybolacaklar dükkâna girer girmez sağ tarafa bakabilirler. Yabancı dildeki kitaplar için hemen kapının karşısındaki raflara doğru ilerliyoruz, klasikler ise sol çaprazda. Biraz tarih için ise masanın arkasına bakalım lütfen! Sadece ikinci el kitap satmayan bu kitabevi, koleksiyoncuları da unutmuyor ve artık piyasada bulunmayan kitapları da size sunuyor. Bu kadar lakırdı yeter. Müsaadenizle ben biraz gerçek kitap kokusu alıp, satırlar arasında kaybolmak için Ayça Kitabevi’nde soluğu almak istiyorum.
Dükkanın sahibi İsmail bey amca...
79
hazırlayan: Alper Demirci
Eski bir Boo! geleneği olan Ajanda’yı nihayet üçüncü dönemde yeniden aramıza alırken format değişimi icabı bu ay sadece konserlere odaklandık. Dikkatimizi çeken şey, İstanbul dışındaki illerde planlanan yerli ve yabancı konserlerin gözle görülür miktarda artması oldu. Blues Festival zaten bu yıl üç büyük şehri gözden çıkarıp diğer kentlere odaklanmıştı, onun dışında Tanita Tikaram Manisa’da, Dave Kilminster ve Murray Hockridge Eskişehir, Balıkesir ve Sakarya’da mesela. Bakıcaz hepsine, buyurun... 25 Kasım
Bugün Anneke van Giebersbergen iki konserlik Türkiye gezintisine Ankara’dan başlıyor. Ertesi gün de İstanbul’da bitiriyor. İki konser de her iki kentin kendi Jolly Joker adlı mekanında gerçekleşecek.
İstanbul’da piyano sesi duymak isteyenler için bu akşam iki seçenek var. Klasik müzik severler Martha Argerich ve Gidon Kremer’i Lütfi Kırdar Auditorium’da dinleyebilirler, ama bilet fiyatlarına dikkat: 102 ila 375 TL arasında değişiyor. Caz severler ise Akbank
80
Sanat’ta sahne alacak olan pi- fiyatlarıyla dikkat çeken Akyanist Jan Gunnar Hoff’u bank Sanat’ın bugünkü kodinleyebilirler. nuğu Hollandalı piyanist Harmen Fraanje ve onun Anneke van Giebersber- triosu. İstanbul Cemal Reşit gen’in Jolly Joker İstanbul’da- Rey Konser Salonu’nda ise Broki konserini de hatırlatalım. oklynli caz vokalisti Gregory Porter sahne alacak.
27 Kasım
Gabor Boldoczki yönetimindeki Kremerata Baltica orkestrası İstanbul İş Sanat Kültür Merkezi’nde.
28 Kasım
26 Kasım
On dördüncüsü 8 Kasım’da başlayan Uluslararası Antalya Piyano Festivali’nde bugünün ismi Andrea Lucchesini. Festivaldeki konserlerin Antalya Kültür Merkezi’nde gerçekleşeceğini not edelim.
Tanita Tikaram
Andre Rieu
Balkan melodileri ile cazı buluşturan isim Fatima Spar Ankara IF Performance Hall’de. Ankara aynı gün Hayal Kahvesi’nde Istanbul Arabesque Project’i ağırlıyor.
Antalya’daki Uluslararası Piyano Festivali’nde bugün sah- Ezginin Günlüğü ise Konne Rosa Torres Pardo ve ya Konevi Kültür Merkezi’nde. Rocio Marquez Limon ikilisinin. 29 Kasım Dünyaca ünlü keman virtüözü, 13 ve 23 TL gibi ucuz bilet klasik müziğin stadyum dolduran nadir isimlerinden Andre Rieu, 15 bin kişilik Sinan Erdem Spor Salonu’nda konser verecek. Ama hayranlık müessesesinin işlemediği bir müzik tarzında bu kadar yüksek bilet fiyatları sunulması, konsere zengin kesimin nüfus sayımı niteliğini veriyor. 210 ile 1015 TL arasında değişen fiyatlarıyla salonun yüzde kaçını biletli,
Emily Wells
»»BABYLON PROGRAMI Asmalımescit’teki Babylon’un önümüzdeki ay içerisinde gerçekleşecek bazı konserlerini aşağıda sıraladık. Detaylı bilgiyi babylon.com.tr adresinde bulabilirsiniz.
Dave Kilminster
yüzde kaçını davetiyeli izleyici doldurur bilinmez, ama konserin, öncesi ve sonrasında magazin basınının ilgisine mazhar olacağı kesin. Aynı akşam İzmir’de iki adet yerli konser çakışıyor: Yeni Türkü Ooze Venue’de, Birsen Tezer Hayal Kahvesi’nde. Antalya Jolly Joker’de ise Göksel sahne alacak.
30 Kasım
daha 2 ay evvel röportaj yaptığımız 7 Pink Floydlar ve 2 Prenses Bronx Pi Sahne’de konser veriyor olacak.
1 Aralık
Bugün Bursa Orhangazi Atatürk Kongre Kültür Merkezi’nde Tekfen Filarmoni Orkestrası çocuklar için konser verecek. “Tekfen Filarmini” adı verilen konsere orkestra özellikle 5-10 yaş arası çocukları bekliyor.
On Dördüncü Uluslararası Antalya Piyano Festivali kapanı- 2 Aralık şını Michel Camilo’nun kon- İstanbul Cemal Reşit Rey seri ile kapatacak. Konser Salonu’nda viyolonsel sanatçısı Alisa Weilerstein Boo! okurlarının çoğunun (25- ve piyanist Inon Barnatan 34 yaş arası) çocukluk anıla- konser verecek. rında yer edinen İngiliz şarkıcı Tanita Tikaram, Türkiye’de- 3 Aralık ki gezintisine bu tarihteki Ma- Geçtiğimiz 4 Ağustos’ta Türnisa konseri ile başlayacak. kiye’deki gelmiş geçmiş en büİlerleyen günlerde Ankara ve yük müzik prodüksiyonuna İstanbul’u da ziyaret edecek. imza atan The Wall turnesinde Roger Waters’ın yanındaTam o sırada İstanbul’da, ki grupta izlediğimiz gitarist
27 Kasım: Emily Wells 28 Kasım: Tropics, Lymbyc System 29 Kasım: Derrick May, Jimmy Edgar 30 Kasım: Wax Tailor 3 Aralık: Şirin Soysal Albüm Lansman 6 Aralık: Jaguar Skills 11 Aralık: Nils Petter Molvaer 12 Aralık: Public Service Broadcasting 13 Aralık: Modestep DJ Set 14 Aralık: FOURinthePOCKET Dave Kilminster, yanına Murray Hockridge’i de alıp 6 tane kenti birden geziyor. Gezintiye 3 Aralık’ta İstanbul’dan başlayacak, Kadıköy Sahne’de sahne alacak.
4 Aralık
Ankara için hareketli bir gün. The Big Bus adlı mekanda Dave Kilminster ve Murray Hockridge sahne alırken, Passage Pub’da Tanita Tikaram var. Bir de üzerine Bülent Ortaçgil IF Performance Hall’de konser veriyor. Cemal Reşit Rey’de ise Latin ve caz tarzıyla bilinen Viktor Lazlo, İstanbullu müzikseverleri bekleyecek.
5 Aralık
Tanita Tikaram Türkiye ziyaretini İstanbul’da, Kadıköy Sahne’de sonlandırıyor. İş Sanat Kültür Merkezi’nde de caz
81
Flunk
»»SALON İKSV PROGRAMI Şişhane’deki Salon İKSV’nin etkinliklerini bir yerde topladık. Detaylı bilgiyi saloniksv.com adresinde bulabilirsiniz. 28 Kasım: Aksel Kolstad 29 Kasım: Flunk 30 Kasım: Mathias Eick Quintet 3 Aralık: Om 5-6 Aralık: Agnes Obel 10 Aralık: Trust 13 Aralık: Yasemin Mori 14 Aralık: Is Tropical müzisyeni Madeleine Peyroux var ama biletleri tükendi diyorlar.
Cem Adrian Jolly Joker An- Balıkesir Gönen Sanat’ta sahkara’da, Ezginin Günlüğü ne alacak. ise Yalova Rauf Dinçkök Kültür Merkezi’nde. 8 Aralık Haggard Jolly Joker AnkaKilminster&Hockridra’da. ge ikilisi bu kez İzmir Hayal Kahvesi’nde. Dave Kilminster ve Murray Hockridge Türkiye tur7 Aralık nesini Sakarya Radio Pub Heavy metale kalabalık bir or- Performance Hall’deki konserkestrasyon yerleştirerek “sen- leriyle sona erdiriyor. fonik metal” etiketinin hakkını veren Alman grup Haggard, 10 Aralık garajistanbul’da sahne alacak. Çellist Philip Higham İsErtesi gün de Ankara’da. tanbul Cemal Reşit Rey’de. Bu arada İstanbul Modern’de de Red Bull Music Academy Radio Festival kapsamında Wild Beasts, Twin Shadow ve The Field gibi isimler sahne alacak. Yerli isimlerden ise Farfara ve Ahu var imiş. Tam o esnada Adana Pick Up Bar’da Cem Adrian, İzmir Hayal Kahvesi’nde Aydilge, Trabzon KTÜ AKM Salonu’nda ise Kerem Görsev ve Ayhan Sicimoğlu ikilisi’nin konserleri var. Kilminster&Hockridge ise
Ankara IF Performance Hall’de Redd sahneye çıkacak. Başkentin bu akşamki bir diğer konseri ise Salaş Bar’da, Telvin ve Erkan Oğur ağırlanıyor.
Fazıl Say
6 Aralık
Yeni Türkü Bursa Kat 3’te,
82
Katatonia’dan Jonas Renkse ve The Pineapple Thief’ten Bruce Soord’u bir araya getiren Wisdom of Crowds grubu Ankara IF Performance Hall’de ağır bir konser verecek. Ertesi gün de İstanbul’a uçacak.
Ankara’nın bir başka konseri ise Brenna MacCrimmon ile Baba Zula’yı bir araya getiriyor. Konser Passage Pub’da. Fazıl Say 20 yıl önce bestelediği şarkılarını konu alan İlk Şarkılar adlı konseri ile Kocaeli Sabancı Kültür Merkezi’nde.
12 Aralık
Leman Sam Jolly Joker Antalya’da. Kilminster ve Hockridge ikilisinin bu akşamki durağı ise Eskişehir’deki SPR Pub. Metalcilerin Anathema ve Orphaned Land için düşündükleri ne ise, elektronik müzikseverlerde bu Jay Jay Johanson için geçerli olmalı. İsveçli müzisyen İstanbul Valentin’de konser verecek. Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nun bugünkü konuğu ise keman, viyola ve viyolonselden kurulu orkestrasıyla Modigliani Quartet.
11 Aralık
Wisdom of Crowds
İstanbul Resitalleri kapsamında Cristina Ortiz, Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki The Seed adlı mekanda sahne alacak. Kanadalı post rock grubu Esmerine garajistanbul’da, Wisdom of Crowds Jolly Joker Istanbul’da, hareketli bir klasik müzik grubu olan Red Priest ise İş Sanat Kültür Merkezi’nde konsere çıkacak.
Adana’daki Latino Bar’da ise Malt var.
13 Aralık
Bugün hep İstanbul dışından göründüler: İzmir Ooze Venue’de Duman, Adana Pick Up Bar’da Redd, Ankara Nefes Bar’da Yaşar Kurt var. Antalya’da ise Malt Simurg Temple’da, Cem Adrian da Tudors Arena’da.