Leica
Fotoğraf makinelerinin en saygıdeğer üreticilerinden birinin hayat hikayesi
Orta Format Internet üzerinde ara sıra güncellenen fotoğraf yayınının ikilisi Şener ve Çağrı ile konuştuk.
Varol Yaşaroğlu
Grafi2000 günlerinden Fırıldak Ailesi’ne, oradan yeni projelerine uzanan çaylı kahveli bir röportajda bir aradaydık.
MOBİL OKUYUN!
Boo! dergisi artık iPhone ve iPad ekranlarından da okunabiliyor. Denemek için aşağıdan buyurun:
Gücünü Issuu.com’un teknolojisinden alan bu hizmet ne yazık ki sadece iOS işletim sistemli cihazlar için geçerli. Android ve Windows Phone’da okuma tecrübesi sıkıntılı olabiliyor. Düzelmesini ümit ediyoruz...
Üçüncü Dönem, Sayı 4
Mayıs 2014
42 Joan Miro Bu yılın başında İstanbul’da sergisi duyurulan, ama eserlerin sahte olma durumu sebebiyle iptal edilen bahtıkara İspanyol ressam Joan Miro’ya Boo! sayfalarında iade-i itibarda bulunuyoruz.
Üçüncü dönem, sayı 4 / Mayıs 2014
Varol Yaşaroğlu (özel röportaj), sf. 24
“Bu ay ne var?” sorusuna cevaplar...
Genel Yayın Yönetmeni Alper Demirci
Orta Format (özel röportaj), sf. 30
Lars von Trier, sf. 38
Leica, sf. 34
Fotomuhabir Rıza Şahin
Joan Miro, sf. 42
Bu sayıyı Haziran başında çıkarttık ama güncel bölümler Mayıs ayını daha çok yansıtıyor, adı “Mayıs Sayısı” olsun bu sebepten. Arka kapak ve arka kapak içindeki görüntüler, bu ay konuk ettiğimiz Hülya Özdemir’in çizimlerinden.
»»DIZIN
Bu Sayıda Yazanlar Alper Kara, Armağan Kanca, Bahar Yıldız, Furkan Emir, Gözde Karahan, Gülin Enüst, Melis Mine Şener İllüstrasyon Dilem Serbest Katkıda Bulunanlar Mercan Aytuna, Murat Halilbeyoğlu
Peride Celal, sf. 46
Büyük Budapeşte Oteli, sf. 52
Hotline Miami, sf. 56 / Rüzgar Gibi Geçti, sf. 50 / Sentörler, sf. 48 / Sürdürülebilir Bir Dünyada Yaşamak, sf. 58
Küstah, sf. 16 / Portfolyo: Hülya Özdemir, sf. 12 / Site: Eğitim Öğretim, sf. 11 / Tanıtımlar (albüm-film-kitap), sf. 61 / Yeni Keşif: Nilipek, sf. 15 / Sergi Dosyası, sf. 18
4
Yazı İşleri Müdürü Kamer Yılmaz
Boo! - Aylık kültür-sanat dergisi. Parası olmadığı için internetten yayın yapar. Internetten yayın yapan dergiler arasında en uzun ömürlü olanıdır. Dergide imzası belirtilen tüm yazılar ile röportajlarda konukların söyledikleri, kişilerin kendilerine ait düşünceleridir ve derginin görüşü olarak kabul edilemez. Her türlü görüş, öneri, eleştiri, teklif (öhöm, iş teklifi, reklam teklifi falan) için e-posta adresi: boo@boodergi.com
“Bu sayıyı Şubat ayına kadar yetiştirebilseydim başlığı “Acil Sponsor!” diye atıp kendimce esoes verecektim.” yazı: Alper Demirci Zirveyi 6 numaralı sayıda gördük, 7 numaralı sayıda bir tık daha yükselttik, 8 numaralı sayıda battık. Zaten küçülmeyi düşündüğümüz için hazırlaması kısa sürdü, sadece 1 ay geç yayınlandı sekizinci sayı.
Ü
ç seferdir derginin bitişiyle ilgili bir şey fark ettim: Derginin “bitiriyoruz” tribine girmesi üç dönemde de birbirinin neredeyse aynısı. Önce süreç dahilinde kendi halinde sayılar çıkarıyoruz, yanlışları oluyor, onları düzeltip geliştirmeye çalışıyoruz. Sonra çıkardığımız bir veya birkaç sayıda bir ışık, bir hareketlenme görmeye başlıyoruz, “işte aradığımız dergi şablonu bu galiba!” diyerek heyecanla o büyük sayıyı yapmaya girişiyoruz. Gerçekten de içinde bulunduğu dönemin en oturaklı, en zengin, en “olması gerektiği gibi” sayısını çıkarmayı başarıyoruz. Ama ne oluyorsa bundan sonra oluyor, dergi çalışmaları tepe taklak gidiyor. İçimizden bir-iki aşırı iyi niyetli istisna haricinde bütün kadro sanki sözleşmişiz gibi iş yavaşlatıyoruz, motivasyonumuzu kaybediyoruz. O zirve sayılarından sonra “zirvede bırakmak” eylemini gerçekleştirmediğimiz için hep bir şeyler yazıp biriktirmiş oluyoruz, boşa gitmesin diye son bir sayı çıkarmakta mutabık oluyoruz. Tabi ki takvim çoktan aşılmış oluyor, o son sayı sürünüyor ve bitiş kararımızdan çok sonra yayınlanabiliyor.
Bakın çok benzer
Birinci dönem 46 sayı gibi çok uzun bir dönemdi. Zirvemizi 41 numaralı sayıda yaptık. 42’de tökezledik, sabit bir 12’li takvim sistemimiz olduğu için 43’ü pas geçip 44’ü yayınladık. Kalan içeriği 43, 45 ve 46 numaralı sayılara paylaştırdık, en son sayıyı olması gerekenden 4 ay sonra, 15 Ekim 2009 değil de 15 Şubat 2010’da yayınladık. İkinci dönemde 8 sayı çıkardık, sayı az olunca daha az kıvrandık.
Ve şimdi büyük ümitlerle başladığımız üçüncü dönemi de (eğer bir mucize olmazsa) benzer şekilde kapatıyoruz. Dört sayı çıkarmış olduk, birincide tökezledik, ikincide şablonu oturttuk, üçüncüde zirveyi gördük, hemen ardından yine çöküş geldi. Canımız istese kendi “Some Kind of Monster”ımızı çekebilecek duruma geldik desem güzel bir tarif olacaktır. Bu bunalımlı dönem sebebiyle bu sayıyı yaklaşık 6 ay gecikmeli olarak sizlerle buluşturuyoruz.
Sebep sonuç
Sanırım bütün bu çöküşlerin sebebi, zirveye oturduğunu düşününce rehavete kapılmak değil de, zirveye oturduğunu düşününce dışarıya karşı beklentinin artması. Biz o güne kadarki en iyi eserimizi gururla ortaya koymuş oluyoruz, ardından her şeyin kendiliğinden gelişeceği şaşkınlığına düşüyoruz. Dergi kulaktan kulağa yayılacak, okur kitlesi katlanacak, bol bol geri bildirim gelip bizi onore edecek, yerimizden kalkmadan sponsorlar teklif getirecek, ajandası daha yoğun isimlerle röportaj yapabileceğiz, ve falan ve filan… Aradan 2-3 hafta geçip ortalık durulunca hiçbir şeyin değişmediğini görüp hayal kırıklığına uğruyoruz ve aynı şartlarda aynı nitelikte bir eser daha ortaya koyacak gücü kendimizde bulamıyoruz. Gözümüzde çıktığımız zirveden tepetaklak yere çakılıyoruz. Şahsen nitelik ve keyif açısından ikinci dönemin gerisinde bulsam da, üçüncü dönemle ilgili en olumlu gelişme, Boo!’nun kültür-sanat organizasyonları arasında artık ciddiye alınan bir dergi haline gelmiş olmasıydı.
Adımıza gönderilen bültenler, teklifler, davetler… Kendi aramızda bir masa etrafında düzenli görüşmediğimiz için organize olup da bu davetlerin büyük bir kısmına icabet edemedik, ama bu ilgi beni kenarda köşede gizliden gizliye mutlu etti.
“Tatava yapma af dile”
Her dönemin sonunda aynı muhabbeti döndürüyorum, “meslek haline getirirsek döneriz, belki döneriz, belki dönmeyiz” gibi ihtimallerle. Bu kez tatava yapmayıp bu sayıyı bekleyen herkesten af dileme törenine geçmek istiyorum: Öncelikle bu sayı öncesi görüşüp konuşup sayfalarımıza konuk ettiğimiz üretken insanlardan, sonralıkla haberlerini dergimizden duyurmak için söz verdiğimiz kişi ve oluşumlardan, bembeyaz bir sayfaya içinden gelenleri yazıp bana teslim ettikten sonra uzunca bir süre bekleyen Boo! yazarlarından, ne olacağımız belli olmayacağı için cevapsız bıraktığım ya da çok geç cevap verdiğim e-posta muhataplarından ve yine aynı sebepten ötürü hiçbir açıklama yapmadan beklettiğimiz az ama öz okurlarımızdan kocaman ve samimi bir af diliyorum. Ben diliyorum, çünkü 6 aylık aranın iki ayı kolektif ise, diğer dört ayı tamamen benim yüzümden. Tabi ki gönül ister, bu satırları okuyan hali vakti yerinde ve kültür-sanatı “sanat sepet” olarak görmeyen iş insanları duygulanıp “Bu gençler yola devam etmeli!” diyerek Boo!’ya destek olmak üzere yeni bir e-posta yazmaya koyulsun. Bu sayıyı Şubat ayına kadar yetiştirebilseydim başlığı “Acil Sponsor!” diye atıp kendimce esoes verecektim. Şimdi durumu kabullendim, ama “o” kişi oralarda bir yerlerdeyse, yine de bayrağı sallamaktan zarar gelmez. Son sayımıza hoş geldiniz, başka bir zamanda benzer bir ekiple tekrar karşınızda olmak dileğiyle...
5
6
12 Portfolyo
Hülya Özdemir’in rengarenk ve dişil tabloları için bir araya geldik.
16 Küstah
Macaulay Culkin ve Tuna Kiremitçi bu kez zılgıttan payını alan isimler.
18 Sergi Dosyası kültür-sanat haberleri, keşifler, köşeler, anekdotlar
What Ali Wore Zoe Spawton Berlin’de
yaşayan Avustralyalı bir fotoğrafçı. Yemek fotoğrafları üzerine uzmanlaşmış. Çalıştığı yerin önünden her sabah saat 9 sularında şık giyimli bir amca geçiyor. Zoe, her gün farklı ve dikkat çekici bir kıyafetle dükkanın önünde boy gösteren bu amcanın fotoğrafını çekmeye başlıyor ve Tumblr üzerinde açtığı bloga yüklüyor. 84 yaşında, 45 yıldır Almanya’da yaşayan Ali aslen Türk imiş, 18 çocuğu varmış, emekli doktormuş ve artık terzilik yapıyormuş. Giyiminin ardındaki sır çözüldü böylece. Şimdi geriye, yanda gördüğünüz karakteristik pozunun sırrı kaldı çözülecek... alioutfit.tumblr.com
7
»»YOLDAKI TASARIMCI 1984 doğumlu Çağrı Çankaya 2011 yılına kadar İstanbul’da birçok bilindik büyük markanın reklam kampanyalarında sanat yönetmeni olarak çalışıyordu. Bir sabah bu işinden istifa etti ve nihayet uzun süredir aklında yer eden hayallerini gerçekleştirmek üzere ofisten adımını dışarıya attı. Yanına para ve kredi kartı almadan dünyayı gezmeye başladı. Dünyanın dört bir tarafından 23 tane ülkeyi gezdi, geçimini tamamen bu ülkelerdeki irili ufaklı tasarım ajansları ve şirketlerinde çalışarak sağladı. Seyahatini bir yadan blogunda, bir yandan Çin ve Hindistan asıllı iki tasarım dergisinde eş zamanlı yazarak belgeledi. Zamanla sesini duyurmaya başladı, bir noktadan sonra basının ilgisi üst üste geldi: Televizyon programları, dergiler, gazeteler, internet siteleri... Sadece basın da değil, gittiği yerlerdeki üniversiteler de düzenlediği seminerlere konuşmacı olarak davet ederek ilgi gösterdi. Çankaya, uzun yolculuğunu 2013 sonlarında bitirdi. 2014 bahar döneminden itibaren Kadir Has Üniversitesi’nde hoca olarak görev yapmakta. designerontheroad. com
8
“Alien Öksüz Kaldı” Başlık da çok klişe oldu ama olan biteni özetliyor: İsviçreli sürrealist sanatçı H.R. Giger geçtiğimiz 12 Mayıs günü 74 yaşında hayata gözlerini yumdu. -Alper D.
H
ans Rudolf Giger bilimkurgu ve korkunun buluştuğu görüntülerle ilgilenenlerin tanıyacağı bir isim. Başlangıçta adı Frank Herbert’in eserinden uyarlama olan Dune filmi için gündeme gelmişti. Senarist Dan O’Bannon filmin konsept tasarımı için H.R. Giger’i bulmuştu. Ancak filmin yapımı yılan hikayesine dönüp, ekip neredeyse komple değişip David Lynch’in komutasına girince Giger’in çalışmaları boşa gitti, O’Bannon da rotayı Alien filmine çevirdi. Giger, 1977’de, o güne kadarki çalışmalarını bir araya getirip yayınladığı meşhur kitabı Necronomicon’un yayınlanmasıyla Ridley Scott’un dikkatini çekmişti. O dönemde ön prodüksion sürecindeki Alien filmiyle iştigal etmekte olan Scott, O’Bannon’un gösterdiği çalışmalardan etkilenmesi üzerine filmin görsel ve konsept tasarımlarını Giger’e emanet etti. Alien yaratığının tasarımında doğrudan Giger’in Necronom IV isimli
çalışmasından yola çıkıldı.
To Mega Therion
H.R. Giger’in eserleri albüm kapaklarında da yer almasıyla meşhurdu. Ama müzikle ilişkisinde en meşhuru İsviçreli heavy metal grubu Celtic Frost’un 1985 tarihli albümü To Mega Therion’a verdiği “Satan I” çalışması oldu. Diğer çalışmalarının aksine mekaniklikten uzak bir dokuya sahip olan tablo albümün sert, karanlık ve “okültlü” tarzını fevkalade tamamlıyordu.
Alien serisinin dünya çapında yakaladığı ve günümüzde bile devam etmekte olan ün sayesinde birçok insan ismini bilmese bile H.R. Giger’in tarzını bilinçlerinin altına kazımış durumda. Giger’in eserlerindeki karakterler hem oldukça mekanik, korkunç bir geleceğe ait gibi, hem de kıvrımlı suretleriyle oldukça organik. Bir araya geldiklerinde çoğu zaman iç içe geçmiş, yakıt ikmalinden hallice cinsel birleşme pozlarında temsil ediliyorlar. Giger’in çizgisini tanımak için bir başka ipucu ise kendisinin yüzünü hatırlamak: Çizimlerindeki kıvrımlar ile yaşlandıkça tombullaşan yanakları, ilginç ama, kesinlikle birbiriyle paralellik içerisinde. Son zamanlarda bir ölüm sebebi olarak düşme vakalarını sıkça duyar olduk. H.R. Giger’ın ölüm sebebi de düşüp yaralanmasından geldi. Zürih’teki hastane odasında hayata veda etti, gerçeküstü bir devir kapandı.
»»6 YIL ÖNCE BOO! Bu sayı hazırlanırken 6 yıl öncesi yaklaşık olarak 15 Mayıs 2008’e denk geliyordu. Boo!’nun 29 numaralı sayısı çıkmıştı. İlgi çekici başlıklar o sayıyı süslüyordu. Mesela henüz ilk çıkış yaptığı günlerde ismi müzik yayınlarında geçmeye başlamadan önce Yasemin Mori ile bir röportajımız bulunmaktaydı. Müzisyen kimliğini daha sonradan illüstratör kimliğinin yanına yetiştirecek olan Erkin Gören ile çizgi ağırlıklı bir röportaj yayınlamıştık. Ayvalık, Samatya ve Garipçe bölgelerini gezmiş, Eurovision ve B tipi filmleri dosyalamış, kapağa Emel Bayram’ın çektiği bir fotoğrafı yerleştirmiş, yeni yazarlarla içerik miktarını katlamıştık. Boo!’nun birinci döneminde en dolu içerikli sayılardan birisi bu. Ama moda sayfaları, neye göresi belli olmayan “en iyi 50 albüm” yazısı, bol boş muhabbetli Vaka-i Buuiye bölümü şu güzel ortamı bozuyor.
“Leyla’dan Sonra” projesi bürokrasiye takıldı “Leyla’dan Sonra” ekibi üç kişiden oluşan tıbbiyeli bir topluluk. Projeleri birtakım bürokratik sebeplerle sekteye uğramadan önce okullarının onkoloji servisi ziyaretlerinde gördükleri lösemili çocukların isteklerini yerine getirmeye çalışıyorlardı. Amaçları bağış yapmak değildi, sadece çocuğun en çok düşlediği şeyi gerçekleştirebilmesi için yardımcı olmak ve mutlu etmekti. Geçtiğimiz mart ayının başında Facebook sayfalarından bir duyuru yayınladılar ve detaylarını vermedikleri prosedürler sebebiyle sitelerini geçici bir süre kapatmak durumunda kaldılar. Projede son durum ise okul yönetimi tarafından verilen öğrenci kulübü tavsiyesi. Ekip şu
anda öğrenci kulübü için daha “formal” bir isim arayışında. Leyla’dan Sonra projesinde daha önce neler yapıldığına bakmak için şu adresi ziyaret edebilirsiniz: leyladansonra.wordpress. com
Ankara Engelsiz Filmler Festivali Gerçekleşti Ankara Rocks 80’lerin sonundan 90’ların ortalarına kadar Türkiye’deki heavy metal ortamlarında fırtınalar estirmiş olan Ankaralı grup Hazy Hill’in vokal ve gitaristi Ufuk Önen uzun yıllardır akademisyen ve ses konusunda teknik kitap yazarı olarak biliniyor. Bir süredir devam eden belgesel projesi Ankara Rocks yavaş yavaş hazır hale geliyor. Belgesel, rock ve heavy metal müzikte 80’ler ve 90’lar boyunca birçok önemli grup ve müzisyen çıkaran Ankara’ya odaklanıyor. İstanbul’daki gibi göz önünde olmayan, ama en az oradakiler kadar üretkenlik sergileyen isimlerle birebir röportajlar belgeselde önemli bir yer kaplayacak. Yayınlanan iki adet fragmanı izleyip beklemeye geçmek için şurayı takip edin: ufukonen.com/tr/?p=924
Görme, işitme ve ortopedik engellilerin de erişebildiği, Türkiye’deki ilk film festivali olan Ankara Engelsiz Filmler Festivali’nin ikincisi 20-25 Mayıs arasında gerçekleşti. Görme engelliler için sesli betimleme, işitme engelliler için işaret dili ve ayrıntılı altyazı eşliğinde gösterilen filmler arasında yerli filmlerden “Karnaval”, “Yozgat Blues”, “Tamam mıyız?”, “Özür Dilerim”, yabancı filmlerden ise “Ginger & Rosa”, “Great Expectations”, “Le Magasin des
Suicides” gibi başlıklar vardı. 25 Mayıs’ta gerçekleşen ödül töreninde Melik Saraçoğlu ve Hakkı Kurtuluş’un yönettiği “Gözümün Nuru” filmi (aşağıdaki fotoğraf) en iyi film ödülünü alırken, Onur Ünlü’nün yönettiği Sen Aydınlatırsın Geceyi en iyi yönetmen, en iyi senaryo ödülleri ile seyirci özel ödülünü topladı. “Bir arada film izlemek mümkün” sloganıyla ücretsiz gösterim yapılan festival için detaylı bilgi şurada: engelsizfestival.com
9
21. Yüzyılda Etik
29 Haziran ile 6 Temmuz arasında, Nesin Matematik Köyü’nde lise ve üniversite öğrencilerine yönelik felsefe kampı gerçekleşecek. Detaylı bilgi için: http://goo.gl/ LqdCD2
Alternatif Reklam Yapılır “Reklamların yeniden yorumlandığı kişisel eğlencelik blog” tanımıyla internet kullanıcıları arasında tanınan Haythuyt’a merak ettiğimiz birkaç soruyu sorduk. -Rıza Alternatif reklam fikri nasıl doğdu? Reklamcı olduğum için her zaman alternatif fikirlerim vardı. Bunları da bir site de değerlendirmek istedim.
10
reklamda da bir kısıtlama yok :)
Neden “HaytHuyt”? Bu isim nereden geliyor? Hiç hatırlamıyorum :) Bir anlamı da yok aslında benim için. Yaptığım çalışmalar sonradan bir anlam kazandırmaya başladı isme. Alan adı da boş olunca...
En çok tıklanan “OK” reklamı (olsaydık olmazdın) için aldığın tepkilerden bahsedebilir misin? Çalışmayı HaytHuyt’un yaptığını bilenler bize; bilmeyenler O.K’ye teşekkür etti. Sonuçta olumlu tepkilerin çok olması sevindirici. İlanı O.K hazırlasaydı biz de ona teşekkür ederdik.
Türkiye’de reklam kısıtlamaları nedeniyle doğmuş bir alanı değerlendirdiğini söyleyebilir miyiz? Reklam kısıtlamaları/ sansürlemeleri konusunu nasıl değerlendiriyorsun? Türkiye’de sansür neden olsun ki? Biz özgür bir ülkede yaşıyoruz. Her alanda olduğu gibi
Yaptığın işleri satın alıp kullanmak isteyen şirketler oldu mu? Bu işten gelir elde ediyor musun? Hiç kimse olmadı. Zaten olmazda. Çünkü bu işlerin bir süreci, planı ve stratejisi var. Ben sadece işin keyifli kısmını yapıyorum. Haa! Satın almak isteyen olursa da fatura keseriz :)
Daha Fazlası Haythuyt’un yüzlerce çalışması arasında kaybolmak için şu adrese uğrayınız: haythuyt.com
Neil Young
Kariyeri 55 yıla merdiven dayayan Kanadalı rock veteranı Neil Young, grubu Crazy Horse ile beraber 15 Temmuz’da Küçükçiftlik Park’ta sahne alacak. Biletler 105 ile 475 TL arası değişir.
Abidin Dino Arşivi
Sabancı Üniversitesi ve Sakıp Sabancı Müzesi işbirliğiyle açılan “Dijital SSM”’ye en son Abidin Dino’nun arşivi eklendi. 77000’in üzerinde resim ve belge için buradan buyurun: digisu.sabanciuniv. edu
Eğitim Öğretim Siteleri Türkiye’de bir nesil, bilgisayarı “vallahi ders çalışacağım” bahanesini kullanarak aldırdı evine. O sözlerin ne kadarı tutuldu bilinmez, ama internetten birkaç köşe, telafi için kollarını açmış, ziyaretinizi bekliyor. Bu sayıda bir şeyler öğrenip kendinizi belirli konularda geliştirmenizi sağlayacak sitelere yer veriyoruz. Bir miktar İngilizce bilmeniz şartıyla ancak. -Alper D.
codecademy.com - Programlama öğrenmek isteyip de kitaplardan, eğitsellerden, videolardan ve bilumum pasif kaynaklardan sıkılanlar için birebir bir site. Sitedeki uygulama size kodlama yapmanız için bir alan sağlıyor, çeşitli yönlendirmelerle size kod yazdırıyor, yandaki ekrandan sonucunu gösteriyor, böylece adım adım sıfırdan programlama öğretiyor. Bütün eğitimleri bitirdiğinizde temel düzeyde HTML/CSS, jQuery, JavaScript, PHP, Python ve Ruby dillerinde kod yazabilir bir hale geliyorsunuz. Daha ileriki konular konu anlatımı olarak bulunmuyor, onları kendiniz araştırmanız lazım, ama bu öğrettiği dillerde birçok proje, alıştırma içeriğine sahip. Profilinizde de adım adım ilerlemeniz görünüyor.
duolingo.com - Codecademy ile uygulamalı olarak programlama dillerini öğrendik, şimdi sıra Duolingo ile uygulamalı olarak yabancı dil öğrenmekte. Sitenin arayüzünü kullanabilecek kadar İngilizceniz varsa interaktif bir şekilde İspanyolca, Fransızca, Almanca, İtalyanca ve Portekizce öğrenmeniz mümkün. Sırada Hollandaca, Rusça ve Türkçe gibi dillerin de aralarında olduğu birkaç dil daha yolda. Ancak siteyi Türkçe kullanırsanız sadece İngilizce öğrenebiliyorsunuz. Reklam yok, ekstra ücretler yok, Android ve iOS uygulamaları var, ne yazık ki Windows Phone uygulaması yok. İnteraktif alıştırmaların yanı sıra makale çevirme özelliği de var. Kısacası günde 2 saat buraya vakit ayıran bildiği dilleri 5 adet daha arttırabilir!
khanacademy.org - Meşhur eğitim öğretim sitesini duymayan kalmasın: Aklınıza gelebilecek birçok sözel, sayısal bilim dalında ve insani uğraşlarda yazılı ve videolu eğitimlere sahip bir site Khan Academy. Üye oluyorsunuz, dersleri izliyorsunuz, teste tabi tutulup puanlar biriktiriyorsunuz. Sitenin Türkçe dilinde dersleri de var ancak o zaman içeriği oldukça azalıyor. İngilizceniz varsa kesinlikle İngilizce eğitimlerden mevzuya dalınız.
academicearth.org - Pamuk elleri klavyeye dokundurup puan toplamaktan sıkıldıysanız, son önerim, arkanıza yaslanıp ders dinlemek. Academic Earth aralarında Oxford, Stanford, Princeton gibi isimlerin bulunduğu birkaç üniversitedeki derslerin videolarını yayınlıyor. 50-60 dakikalık dersler bildiğiniz anfide çekilmiş videolar. Ancak site videoları Youtube üzerinden yayınlıyor, önce engeli aşmanız lazım. Bir de İngilizce bilmeniz...
11
röportaj: Rıza Şahin
Hülya Özdemir
Geçtiğimiz sayıdaki Ahmet Coka’nın Bodrum’a kaçış planını hatırlayın. Planın diğer başrolü Hülya Özdemir de o akşam bizimle masadaydı. Aynen Coka gibi o da çiziyor, üstelik o sayıdan bu sayıya geçen sürede bir adet sergi bile açtı. Çizgisine kapılıp konuşmadan geçemedik. 12
Resim yapmaya ne zaman başladın diye sorup ilkokul yıllarına dönebiliriz fakat resmin hayatında kalacağını ne zaman ve nasıl fark ettin? Resim yapmayı her zaman çok sevmişimdir. Ara ara çizim yapıyordum ve sonra kalemi kâğıdı kaldırıp bırakıyordum. 4 yıl önce tekrar çizmeye başladım. Her gün bir şeyler çizmeye gayret ediyorum. Ne zaman ki çizmeyince huzursuz olduğumu, eksiklik hissettiğimi fark ettim, o zaman bu işi bırakmayacağımı anladım. Kalemler, kâğıtlar, boyalar, fırçalar hep gözümün önünde artık, hatta yemek
masasını çalışma masasına dönüştürdüm (İlkokul demişken, bir sır vereyim, resim ödevlerimi teyzeme yaptırırdım). Ancak şu da var ki; resimlerimin canlı birer yapı olduğunu keşfetmem onları hayatımın değişmezleri arasına almamla aynı zamana denk geliyor. Resim onu hayal dünyamda kurgularken ve görünür kılarken bana ait, ancak onu başkalarıyla paylaştığımda durum değişiyor. Resimdeki yüz ya da öykü artık onu seyreden herkesin oluyor. Zira aynı resme bakan onlarca farklı göz onu bambaşka şekillerde yorumlayabiliyor. Bu noktada resmedilen öge bana ait olmaktan çıkıyor. İşte
bu paylaşım, resmi hayatımda tutmam için yeterli sebep. Resimlerime bakan insanların duygularını harekete geçiriyor olmak beni mutlu ediyor. Beğenilerini benimle paylaşan, yorumlarıyla resimlerime benim yaratım sürecimin ötesinde anlamlar katan insanlarla karşılaştıkça resme daha da çok bağlandım diyebilirim. Çizimlerimi görenlerin bunları daha fazla kişiyle paylaşmam konusunda bana yaptıkları telkini de unutmamak gerekir. Yine çocuk kitapları için yaptığım resimler işimin, beni bir kez daha mutlu eden kısmını oluşturuyor. Bunun mutluluğu vazgeçilemez.
Özellikle “kadın” üzerine çalıştığını görüyoruz resimlerinde. Ayrıca Virginia Woolf, Frida Kahlo gibi önemli isimler de var. Neden özellikle “kadın”? Portre çıkış noktası itibarıyla beni hep etkilemiştir. Ben de bireyi öne çıkaran işler yapmayı seviyorum. Hala varoluş savaşı verdiği erkek egemen toplum düzeninde birey olduğu unutturulan; gelenek, ahlak ve aile üçgeninde sıkıştırılarak gitgide öz benliğinden kopuk, toplum normlarını sürdürmeye dayalı bir rolün içine hapsedilen kadının, çizimlerimde insani kimliğini yeniden
kazandığına inanıyorum. Bir çeşit sosyal konumuna gönderme de oluyor. Zira kadın, arzuları, kırılganlıkları, kaygıları olan ve çoğu zaman duygularını dışarı vurmayan, yansıtmayan bir varlık. Ben bu iç dünyalarını bir bakışa, bir dudak kıvrımına, belki de saçını toplayış şekline yansıtarak, desenlerle zenginleştirip anlatmaya çabalıyorum. Virginia Woolf, Frida Kahlo, Audrey Hepburn, Diana Ross, gibi toplumsal bellekte yer etmiş kadınların portreleri olduğu kadar, sevdiğim kimi sanatçının da portrelerini çalışıyorum. Ane Brun, Mor Karbasi gibi. Geçtiğimiz ay İstanbul’a gelen Mor Karbasi’ye
13
çalıştığım bir portresini konser öncesi kendisine hediye etmiştim. Portrelerim kadınlarla sınırlı değil. Bazen bir kuş da modelim olabiliyor. Çocuk kitaplarına da illüstrasyonlar yapıyorum. Bütün renkleri sevdiğini düşünüyorum ama elbette “en sevdiğin renk” vardır? Tüm renkleri seviyorum, evet, ama mesela sarı rengi önceden sevmezdim ve kullanmazdım. Artık hemen her resimde severek kullanıyorum. En sevdiğim vazgeçilmez rengim ise mor. Çalışmalarını sergi salonu değil de bir kafede sergiledin. Özel bir nedeni var mıydı? Aslında özel bir nedeni yok. Ne var ki kafeler insanların bir araya gelip uzunca vakit geçirdikleri, sohbet ettikleri ve paylaşımlarda bulundukları mekânlar. İnsanların sadece resimlerimi görüp terk edecekleri bir sergi salonu yerine onların yanında oturup vakit geçirebilecekleri, kitaplarını okuyabilecekleri ve belki bir arkadaşa sırlarını açabilecekleri bir kafede eserlerimi sergilemeyi her zaman tercih ederim. Böylece onlarla daha uzun vakit geçirebilecekler ve hafızalarında resimlerimin bir kısmını yanlarında götürecekler. Kendine has bir üretim sürecin var mı? Çerçevede ne olacağına nasıl karar veriyorsun? Üreten herkesin böyle bir süreci vardır. Bu aslında bir beslenme süreci. Hisleriniz ve algılarınız her an değişebilir. Gördüğünüz yeni renkler, deneyimlediğiniz yeni duygular, hepsi bireyi besleyen ve algılarını yeniden şekle sokan unsurlar. Bu değişiklik hiç bitmeyen, ölene dek insanı takip eden bir karakter gösteriyor. Ben sanatçıyı ya da üreten bireyi bu değişiklikleri zihnine kaydeden ve sonrasında kullanan kişi olarak tanımlıyorum. Yani imge sürekli çevreden
14
beslenerek gelişiyor ve siz bir gün elinize kaleminizi alıp onu görünür kılıyorsunuz. İşte o an çerçevenizin içini dolduran an oluyor. Bunun kararının önceden verilmesi, tasarlanması gibi bir şey olamaz kanımca. Bu yaratıcılığın doğasına aykırı. Ne zaman hayalimi resmetmek için elime boyalarımı alırsam çerçevemde ne olacağına o anda karar veriyorum diyebilirim.
ancak mekândan ve zamandan bağımsız bir ben daha yaratmanın verdiği haz fazlasıyla tatmin edici. Bunun yanında şunu da eklemeliyim ki; çizdiğim yüzler kimi zaman benim olmasa da resme bakanlar bunun ben olduğumu söyleyebiliyor. Sanırım bu algı kırılmasının sebebi resmettiğim yüzler farklı da olsa barındırdıkları duygunun bana ait olması.
Kendini resmetmek nasıl bir “şey”? Daha mı zor, daha mı kolay? Daha mı farklı? Sanırım daha zor. Çünkü resimlerimdeki ben çoğu zaman aynada gördüğüm benden çok farklı. Ayna size her zaman gerçek görüntünüzü verir. Sabah kalktığınızda ya da ağladığınızda kötü görünürsünüz. Hâlbuki resimlerimde ağlarken güzel olabiliyorum. İşte bu renklerin bize sunduğu o hayal dünyasını vazgeçilmez yapan en büyük faktör. Resimlerde yalnızlığı, hüznü ya da tam aksine mutluluğu ve coşkuyu rengârenk ifade etmek mümkün. Sanırım bu özgürlük alanı beni resme bağlıyor. Kendimi resmederken de bu özgürlük alanını sonuna kadar kullanıyorum fakat bazen içinde kaybolduğum oluyor. Tekrar toparlamam gerekirse, kendimi gerçekten kopararak kâğıda aktarmak sanırım daha zor
Özellikle takip ettiğin ya da seni etkileyen ressamlar ya da başka dalda sanatçılar (örneğin müzisyenler, fotoğrafçılar) var mı? Günümüzde, insanların yaptıkları işleri sergileyebileceği sınırsız ortamlar; uygulayabileceği sınırsız materyaller var. Çizimlerini beğendiğin ve takip ettiğim birçok isim var. Sosyal medya bu anlamda size sonsuz seçenek sunuyor zaten. Frida Kahlo, Gustav Klimt beni etkileyen isimlerden. Ayrıca günümüzden Pascal Campion, Lapin, Lora Zombie ilk aklıma gelenler ve daha sayamayacağım çok isim var. Duru resimlerden en çok hangisini/hangilerini beğeniyor? Duru yaptığım her resmi beğeniyor ve 2 resme el koydu. Çerçeveletip odasında himaye ediyor.
Nilipek 7PF2P sahnesinde “Great Gig in the Sky” parçasında sesine kitlendiğimiz Nilipek ilk albümü için kolları sıvadı. Kadıköy’ün göbeğindeki evinin 70’ler kokan salonunda bizi ağırladı. Çayımızı yudumlarken çocukluğuna inerek müzikal geçmişi ve gelecek planları hakkında söyleştik.
Ç
ocukken belli olur ya insanın gelecekte ne olacağı, Nilipek’in hikâyesi de tam olarak böyle: masaların üzerine çıkıp şarkı söyleyen sarışın kız çocuğu! Kendi şarkılarını yazmaya da çocukluğunda başlamış. Yine de ”yapma demiyoruz, hobi olarak yine yap” cümlesinin ağırlığını bu yazıya konu etmeyi pek de düşünmediğimiz akademik kariyeri ile sırtlıyor. İş ayırt etmeden sahneden stüdyoya koşturarak geçiyor hayatı. Bazen bas partisyonları yazıyor, bazen geri vokal yaparak bazen de kendi şarkılarını seslendirmek için sahneye çıkıyor. Hep mütevazı, hep sempatik ve bir o kadar huzur dolu. Abartmaya gerek yok,
kendisi ile oturup birkaç dakika konuşmak bile üzerinizdeki stresi almaya yetiyor.
Sizi biraz öne alalım
Emir Bey, Mabel Matiz, 7PF2P ismini birlikte andığımız sesler. Kendi bestelerini dostu Ozan Tekin’e dinletiyor. Ardından davulda Çağlar Aytan, gitarda Can Aydınoğlu, basgitarda Tufan Büyükgüngör ve klavyede Ozan Tekin ile stüdyoya girip kendi şarkılarını düzenleme işine koyuluyor. 2013 yılında düzenlenen Ekşi Fest’te 7 parçalık bir repertuvar ile sahne alıyor. Bu satırlar yazılırken bile Kadıköy’deki stüdyolarında çalışmalarına devam ediyorlar.
Mıy mıy pop mu?
Nil’e sormuşlar, “Ne tarz müzik bu şimdi?” diye, “mıy mıy pop” demiş. Hem sakin hem eğlenceli, kimi zaman melankolik... Geç bile kaldığını söylüyor albüm için. Kendi kendini eleştiriyor, tıpkı ebeveynlerin “Nurtenlerin kızı okudu, doktor çıkacak seneye” dediği gibi. En kısa zamanda konserlere de başlayacak. Önümüzdeki bahara bizi ilkbahar gibi bir albüm bekliyor desek yanılmayız. -Rıza
15
Her perşembe saat 22.00-1.00 arası radionovo.com adresinde Alper Kara sevdiği nağmeleri dinletiyor.
Değerli oku y ucular merhaba...
yazı: Alper Kara
Ç
ok da uzak olmayan bi geçmiş zamanda herkeslerin kullandığı MSN Messenger’ın ne dinlediğinizi gösteren fasilitesini hatırladınız mı dostlar? Hani manitaya ince mesaj olsun diye sırf o an dinlediğiniz veya eşe dosta, patrona ne kadar öfkeli olduğunuzu yansıtmaya çalıştığınız o kinaye dolu şarkıları… Şimdilerde ülkemizin yeni tanıştığı Spotify’ı kullanmaya başladığınızda size aynı hizmeti sunuyor. Bu kez en bilinmedik indie/elektronica gruplarının bilmem hangi nadide eserini dinleyen cool bir kimse olduğunuzu Twitter’dan Facebook’dan cümle aleme duyurmanıza yarıyor. Güzel de bundan kime ne? Bu soruyu sormaktan, yaklaşan veli toplantısını görmezden gelen tembel öğrenci gibi kaçıyorsunuz. Bizim jenerasyonun en arızalı insanlarından Thom Yorke da “Ne işe yarıyor anlamadım, aradığım hiçbir isim çıkmıyor, sevmiyorum aga” demiş. Birbirinden güzel broadcastleri, listeleri, aradığınız (neredeyse) tüm albüm ve sanatçılara rahatlıkla erişebildiğiniz Grooveshark bence daha samimi ve güzel. Dilerseniz kendi listenizi yapıp arkadaşlarınızla paylaşma imkanı vermesi de apayrı. Ama olmaz di mi? Olmaz çünkü hepimiz en acayip hayatları yaşayan, en havalı işlerin en bulunmaz elemanları olarak çalışan, hafta sonu diye kaktırılan hafif özgürlük koklatılmış alanda en acayip kulüplerde coşan, en dandik menemen ve çayı “pazar qeyfi”
16
Programın adı Closedown, hatırlayın...
diye fotoğraflayan eşi, menendi olmayan üstün insanlarız.
“Böyle pizza olmaz olsun”
Vakti zamanında erken gelen şöhret ve parayla şirazesini kaybeden Macaulay Culkin de yukarda bahsettiğimiz insanlar gibi düşünüyor ve yaşıyordu. Dünya çapında tanınmasını sağlayan iki filminin ardından gelen parayı olduğu gibi drug ve gece alemine yatıran Macaulay, The Velvet Underground parçalarının sözlerini pizza ve ilgili diğer malzemelerle değiştirerek The Pizza Underground isminde bi grup kurmuş. Kusura bakmasın, hayırlı olsuna gidemedik. Eminim kendince çok eğlenceli, çok şakalı bi iş gibi görmüştür. Tabii kimsenin aklına gelmeyen bu fikir ve oluşumla ne kadar övünse de bizim hipsterimiz kadar olamaz. Fikir sahibi olmanız için birkaç şarkısının isimleri: “I’m Waiting for Delivery Man, All the Pizza Parties, Pizza Day, Take a Bite of the Wild Slice”… Çok cool değil mi? Kendinizi iyi hissetmek için harcadığınız efor yetmiyorsa yogayı deneyin ama böyle salak saçma işlere kalkışmayın ya da bir kitap okumayı deneyin, (yeri geldi, klişeyi gole çevirmezsek olmaz) belki hayatınız değişir…
“Naber Tuna? Dio’nun selamı var”
“Hayat değiştiren” kitap yazarlarımızdan, gazeteci, müzisyen, yönetmen ve şair Tuna Kiremitçi ülkemizde sevilir ve hatırı sayılır bir (kadın) kitle tarafından takip edilir. Kendisinin 2003 tarihli kitabıyla aynı ismi taşıyan (harf oyunlu cin başlıklı) “Bu İşte Bir Yalnızlık Var” şu günlerde vizyona girdi. Filmin kısaca konusu; dibe vurmuş bir rock gitaristinin hafta sonları buluştuğu kızıyla tekrar keşfettiği güzel İstanbul, kaybolan arkadaşı ve onu ararken “toplum ne der?” kaygısı yüzünden yakınlaşamadığı sevdiği kız. Seneler önce kitabı okuyan çok sevdiğim bir
insan aynen şöyle demişti: “Vurucu bir isim seç- “Soldier of Fortune”yapsaydın. miş kitabına, az buçuk da rock dinleyicisine göz Kusura bakma sen harcamışkırpmış ama kitap dediğin yıllar sonra bile akıl- sın ama biz kıyamıyoruz. da kalmalı.” Bakın bir başka saçmalama haKiremitçi’nin eski grubu Kumdan Kaleler döne- beri de sevdiğimiz grup, (Fiminde yaşamak isteyip/yaşayamadığı kurgusal ght Club’ın film müziklerinbuhranları, kaybedişleri, kaybederken kazanma- den “Where Is My Mind” ile ya çalışanların naif öyküsünü anlatan bu film, ha- (ne yazık ki) tek şarkıyla gruni nerdeyse 3 sene önce izleyicinin yerlere göklere ba gitme talihsizliğini yaşasığdıramadığı, ancak realiteye ucundan dokunan yan) Pixies’den. Yılların emekKaybedenler Kulübü’nün başarısından (ya da son çisi, güzel insan Kim Deal’in kullanma tarihi geçmiş sansasyonundan) nema- ayrılmasından sonra “basçı kız lanmayı kafasına koymuş. Tabii ki gişesi bol, bah- olsun, adı yine Kim olsun” ditı açık olsun ve yeter ki insanlar film izlesin (klişe- yerek aldıkları Kim Shattuck’ı mi beğendiniz mi?). bir konser esnasında gaza gelip sahne dalışı yapması sonucu Ne tesadüf ki (yoksa inceden planlı bir marketing paketlemişler, üstelik telefon zamanlaması mı desek?) bahse konu filmin gös- marifetiyle. Pixies büyüktür terime girdiği günlerde Kiremitçi’nin yeni grubu (gerçi bana kalırsa Kim Deal’in Atlas’ın albümü yayınlandı (tabii ki mübarek ol- The Breeders’ı daha büyüktür), sun). Belli ki birilerinin aklında Ataol Behramoğ- her yerde saygı gören mihenk lu’nun nefis şiirinden besteledikleri “Bu Aşk Bura- taşı gruplardandır ama böyle da Biter” kalmış ve Tuna’ya tekrar müzik yapması “SMS’le terk eden sevgili” gibi için tam saha pres uygulamışlar. Geçtiğimiz haf- hareketler inanın midemizi butalarda Okan Bayülgen’e konuk olduklarında te- landırdı. Zavallı Kim Shattusadüf ettim kendilerine (dileyen Youtube’dan bu- ck’ın yerine ise güzeller güzeli labilir). Belki mikrofonun azizliği, belki Tuna’nın Paz Lenchantin gelmiş (lütfen sesindeki problem yüzünden ilk çaldıkları par- Paz’ı ve çaldığı grupları biraz ça bana biraz averaj geldi. Esas ilgimi çeken prog- araştırın, inanın bana dua ederam biterken ve isminin “Affet” olduğunu yaptığım ceksiniz). Ne diyelim çap dediaraştırma sonucu bulduğum eser oldu. Şarkı akıp ğimiz olgu herkese/hepimize giderken nakarat kısmında “Arkadaş bu neye ben- lazım. ziyor?” sorusunu sorup akabinde hızlıca kafamda yanıtladım. Birtakım dandik insanla, konserle, albümle, filmle sene bitti. Zamanının “Hard ’n’ Heavy Slows” serisinin ve ev Kurumların yılsonu faaliyet rapartilerinin en can alıcı dans şarkılarından olan, porları gibi bi liste çıkarttınız Rainbow’un 1975 tarihli ilk albümünde yer alan mı? Sevdiğiniz / sevindiğiniz “Temple of the King”in Türkçe versiyonu (eskilerin olayların oranı berbatlara gödeyimiyle “aranjmanı”). Böyle dahiyane (!) bir fi- re nasıl? Kendi payıma çok gükirle yola çıkıp muhteşem bir şarkıyı kepaze etmek zel insanlar kazandığım, harianlaşılır gibi değil. Rock müzik sevin ya da sevme- ka tatillere gittiğim, muhteşem yin Temple of the King sadece müziğiyle bile ayak- müzikler dinlediğim (bu aralarınızı yerden kesecek bir eserdir. Dio’nun gör- da, açık ara yılın en iyi albümü kemli vokali ve Ritchie Blackmore’un eşsiz rifleri Arctic Monkeys oldu) fakat tek bu şarkıyı ölümsüzleştirmiş, rock tarihinin kla- sayı olduğu için tiksindiğim bi sikleri arasına yerleştirmiştir. yıl oldu. Hepsini geçelim ömürGüzel çevren, korsanları bile lerimizden izleri asla silinmebinler satan kitapların, filmle- yecek, sonraları “Oradaydım!!” rin, köşen, bilmem kaç bin ta- diyeceğimiz bir Haziran’ı birkipçili Twitter’ın, paran pulun likte yaşadık. var Tuna. Hadi keyfe keder grup da kurmuşsun onu da Hepimize, güzel ve doğru kaanladık. Anlamadığım şey, rarlar alabildiğimiz, başarılı o şarkıyı nasıl harcadın? ve sağlıklı bir yıl diliyorum (en Bunu yaparken aklında ne azından bu yazıyı yılbaşı sonvardı? “Yaparım, bi şekilde rası, ayık biçimde okuyacağınıyediririm, yemezlerse garga- zı umuyorum).nümüzdeki sayı ra yaparlar” mı dedin? Keş- görüşünceye değin, esen kalın ke hazır elin değmişken bi de saygıdeğer okuyucular…
17
civardaki sergilerden birtakım seçkiler
Andy Warhol
7Mayıs 20 Temmuz 2014
Pop-art dendiği zaman akla gelen ilk isim olan Andy Warhol’un 87 adet yapıtı, 20 Temmuz’a kadar Pera Müzesi’nde sergileniyor.
“
Andy Warhol: Herkes için Pop Sanat” sergisinde, Slovak asıllı Amerikalı sanatçının, Slovakya Modra’daki Zoya Müzesi koleksiyonundan derlenen 87 yapıtı arasında daha önce Türkiye’de sergilenmeyen ipek baskı dizileri ve desenleri yer alıyor. Amerikan kültürüne yeni bir boyut getiren sanatçılardan Andy Warhol’un (1928-1987) sergilenen eserleri arasında Campbell’s Soup, Kovboylar ve Kızılderililer, Tehlikedeki Türler, Çiçekler dizilerinin yanı sıra Mick Jagger ve Lenin gibi isimlerin portreleri de var. Fikirlerin, insanlar ve olayların metalaştırıldığı ya da metalaştırılma potansiyeli taşıdığı maddi bir dünyada Warhol, çoğaltma ve yeniden
18
Pera Müzesi, İstanbul
üretme teknikleri ile her şeyi nesne statüsüne indirgeyerek, içerik ve formu önemsizleştirdi. Popüler, fani, harcanabilen, düşük maliyetli, seri imal edilen, genç, hazırcevap, hileli ve büyüleyici bir sanat üretti. Popüler kültürün Amerika’da yaratılmış en iyi şey olduğuna inanan; herkesin onbeş dakikalığına ünlü olabileceğini söyleyen Andy Warhol kitle popüler kültürünü yüksek kültürün konusu haline getirdi. Kendisini de ikonik bir karaktere dönüştüren Andy Warhol işinin sadece sanat olmasını istemiyordu. Sanatı gündelik hayata yaklaştırmış, bir grafiker olarak başladığı kariyerini 20. yüzyıl sanatının en ikonik isimlerinden biri olarak tamamlamıştı.
İtirafımızdır: Bu bölümdeki imzasız yazıları basın bültenlerinden derledik.
Anne, Ben Aptalım 1980 doğumlu sanatçı Havva Altun’un ikinci kişisel sergi projesi “Anne, ben Aptalım”, veya Almanca adıyla “Mutter, ich bin dumm”, Ankara’daki HUB Sanat Mekan’da sergilendi.
A
ltun, ikinci kişisel sergisinde, Nietzsche‘nin sahibi tarafından dövülen bir atın boynuna sarıldığı o bilinen öyküsünün sonunda, konuşmayı bırakmadan az önce söylediği son sözler olan “Mutter,ich bin dumm / Anne, ben aptalım” cümlesinin etrafında geziniyor. Sergide sanatçının, sık sık kullandığı eşek, köpek, tabanca ve kendi görüntülerinden oluşan imgeler yer alıyor. Oluşturduğu metaforlar alçak kabartma yöntemiyle doku kazandırdığı kağıtlar üzerine yaptığı desenler ve köpükleri oyarak oluşturduğu heykeller ile aktarılıyor. Sanatçının diğer önemli imgesi ise, Osmanlı-İslam mitolojisinde de yer alan ve meyveleri insan başı şeklinde
16Mayıs 8 Haziran 2014 HUB Sanat, Ankara
olan vak vak ağacına asılı kelleler. Bu eserdeki ağaç imgesi Vaka-i Vakvakiye olayında insanların asıldığı çınar ağacının bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Havva Altun, “Anne ben aptalım” cümlesinin enerjisini tüm büyük laflardan ve akıldan vazgeçişle birlikte gelen zihinsel çöküş ve sonrasında artık sonucu belli olmayan bir yeni duruma doğru gidiş olarak okuyor. Bu sergisinde, kendini duyduğu ve gördüğü şeylerin akışına bıraktığını belirten sanatçının ortaya çıkarttığı eserlerin Nietsche’nin kişiliği ya da eserleri ile doğrudan bir bağlantısı bulunmuyor ancak bu cümle tüm çalışmalarının ortak atmosferini tanımlıyor.
19
Formsuz
S
12 - 31 Mayıs 2014 santral
antralisistanbul tanbul Enerji Müzesi, “Yeni Medya Sanatında Akışkan Gerçekçilik” temasını konu alan bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Türkiye ve Sırbistan’dan sanatçıların katılımıyla gerçekleşecek serginin küratörlüğünü Derya Yücel ve Una Popović üstleniyor. Başlığını, Georges Bataille’ın kuramlaştırdığı “L’informe/formless” kavramından alan sergi, yeni medya sanatı dahilinde değişken sınırların değişen konumlarına, Sırbistan ve Türkiye’den sanatçıların üretimleri üzerinden odaklanıyor. Küratörlere göre “Formsuz” kavramı hem günümüz dünyasını hem de sanatını tarif edebilecek anlamlı bir metafor olarak öne çıkıyor. Bu bağlamda “Formsuz”, akışkan bir deneyime dönüşen gerçeklik algımız ile değişken formlar üreten yeni medya sanat pratikleri arasında bağ kuruyor. İstanbul Bilgi Üniv., Sanat ve Kültür Yönetimi Prog. ve Belgrad Çağdaş Sanat Müzesi işbirliğindeki sergide; Ansen, Barış Mengütay, Dejan Grba, Dorijan Kolundžija, Elif Öner&Vincent Rozenberg, Gizem Karakaş, Nemanja Lađić, Ozan Türkkan, Stevan Kojić, Yağız Özgen, Yetkin Yılmaz/ Decol ve Zorica Čolić’in yeni medya sanat üretimleri izlenecek.
20
Smyrna Amazonları
Çalışmalarını İzmir ve İstanbul’da sürdürmekte olan 1958 doğumlu sanatçı Cem Sağbil Smyrna Amazonları adlı sergisi ile artgalerimBEBEK’te.
E
fsaneye göre İzmir Şehri bir Amazon kraliçesi tarafından kurulmuştur. Symrna ismi ise gene bir söyleme göre Hititçe’den gelmektedir. Konularını genellikle Anadolu ve Ege mitolojilerinden alan Cem Sağbil’in üzerinde çalıştığı son eserleri, Symrna Amazonları’nı içermektedir. Cem Sağbil (sağda), bugüne kadar olan çalışmalarından farklı olarak herbiri ünik olan bu heykellerde, daha dışa vurumcu ve malzemenin kendi iç dinamikleri ile hareket etmektedir. artgalerimBEBEK’de iki bölümde gerçekleşecek olan sergi Symrna Amazonları’nın yanısıra Cem Sağbil’in bu güne kadar yaptığı eserlerden de bir seçki sunmaktadır.
5Haziran - 5 Temmuz 2014 artgalerim Bebek
Sergi 5 Haziran – 5 Temmuz tarihleri arasında artgalerimBEBEK’te izlenebilir. Ziyaret saatleri pazartesiden cumartesiye 10.00 ile 19.00 arasında.
»»GITTIK GÖRDÜK: SIBEL HORADA / DÜŞÜŞ
Gökten Düşen Bir Kanadın Hikâyesi
2
6 Ekim – 12 Aralık tarihleri arasında Daire Sanat Galerisi’nde yer alan bu çalışma ‘Belgesel’in sadece fotoğrafa veya sinemaya dair bir tür olmadığını ispatlıyor. İlk başta galerinin ortasında yerde yatan bir kanat karşılıyor bizi. Fotoğraflar ve yazılar ile birlikte serginin bir kanattan ibaret olmadığını bir araştırma serüveninin sonucu olduğunu görüyoruz.
Sibel Horada Madrid’de Plaza Legazpi meydanında kumaş ile sarılmış bir heykele rastlıyor. Meydanda halka açık kendine kapalı şekilde duran bu Pegasus heykelinin 8 yıldır restorasyon için beklediğini öğreniyor. Heykelin 1905 yılında Agustin Querol tarafından yapılan kalkınmayı simgeleyen bir alegorinin parçası olduğunu öğreniyor. Heykel ilk olarak Kalkınma Bakanlığı binasının çatısında yer almakta. Fakat 1972’de kanatlardan bir tane-
si kopuyor. Çözüm olarak çatı için bronz kopyalar yapılıyor ve orijinal heykeller ise parçalara ayrılarak gelişigüzel binanın etrafında sergileniyor. 1989 yılında mermer heykeller restorasyon için Ancora Sokağındaki atölyesine götürülüyor. Heykeller bu sefer çeşitli meydanlarda sergileniyor. Fakat otoyol çalışmaları nedeni ile tekrar atölyeye geri taşınıyor. Taşıma esansında demir kafesine sığmadığı için Pegasus’un kanadı işçiler tarafından kesilerek atılıyor. Ardından kanatsız heykel Legazpi meydanındaki yerine bırakılıyor. Sibel Horada Ancora Sokağındaki bitirilmemiş kanat parçalarının hikâyesini İstanbul’a taşımaya karar veriyor. Kırık kanatların izlerini kumaşlara çıkarıyor. En büyük kanadın üç boyutlu modelini çıkarıyor.
26 Ekim - 12 Aralık 2013 Daire Sanat, İstanbul
Ülkemizde heykeller bir idareci sözü ile yıkılabilirken, müstehcen bulunup sansürlenirken, kaldırılıp başka şehirlere taşınırken bu sergi bizim için biraz anlamlı bir hale geliyor. Bunu sadece heykel sanatı ile sınırlı tutmayıp diğer sanat ve üretim alanları için de düşünebiliriz. Umarız sanatçılarımız, gazetecilerimiz, araştırmacılarımız yitirilmiş heykellerimiz tarihini gün ışığına çıkarır ve kaybettiklerimizin neler olduğunun farkına varırız. -Rıza
21
Terk Edilmiş Çalışmalarına 1980 yılında başlayan fotoğraf sanatçısı Timurtaş Onan, İstanbul’un iki eski tersanesini Terk Edilmiş adlı sergisinde çarpıcı bir dille anlatıyor.
T
imurtaş Onan, bu yerlerde taptaze bir ilham bulmuş kendine. Terk Edilmiş, daha önceki çalışmalarının hem devamı hem de onlara bir veda niteliğinde... İstanbul’da mekanlar ve insanlar üzerine önceki çalışmalarıyla tanınan sanatçı “Terk Edilmiş”te, o eşsiz atmosferi çok az bilinen bir yeri keşfe çıkmış. Derlemedeki anlatımlar çağrışımlarıyla bizi bu yer hakkında meraklandırırken, görüntüler form, çizgiler
22
ve ışık haline bürünmüş bir meditasyondan daha fazlasını sunuyor. Fotoğraflar bizi gölgenin biçimle, ışığın yüzey ve açılarla olan etkileşimi üzerinde düşündürüyor. Tüm bunlar, görüntülere gerçekliği bilinen yerlere ve eşyalara dayanmayan türde kompozisyonlar ve soyutluk kazandırıyor. Bu fotoğraflar, sanatçının sevdiği heykel ve soyut resim gibi diğer sanat formlarının yakın akrabaları. Sanatçı, bu yerlerde bakış açısını ve anlatım ustalığını sergiliyor. Bu ıssızlık da bir güzellik var, bu duyulmamış ıssız yerler formlar ve dokular insanı çeldiren bir şeyler barındırıyor. Fotoğraflar, izleyiciyi düşünmeye ve büyülenmeye, huşu ve merak içine çekerek hayal gücü ve fantazilerini uyarmaya ve böylece içsel dünyalarına ayna tutmaya davet ediyor.
20Mayıs - 28 Haziran 2014 Merhart Galeri, İstanbul
Biz bunları daha önce Boo!’da yazdık. Arayan bulur!
1788* 8 yıla yaklaşan Boo! mazisinde aradığınız konunun koordinatlarını anında öğrenmek için dev hizmet: boodergi.com/arsiv-arama
* Boo! dergisinin toplam 56 sayısında yer alan konu adedi.
23
animasyon röportaj: Kamer Yılmaz fotoğraf: Rıza Şahin
Varol Yaşaroğlu:
Her Şey Pembe Panter ile Başladı Fırıldak Ailesi, Koca Kafalar, Çınar, Grafi2000… Hepsi hemen bizi tek bir isme götürüyor: Varol Yaşaroğlu. Kendisiyle son projesinden, çizgi dünyalardan, İstanbul’dan, İzmir’den bahsederek bambaşka bir dünyaya girdik. Bol bol da güldük. Varol Yaşaroğlu Boo! Dergisi’ne anlattı… Çocukken hangi çizgi filmleri izliyordunuz? TRT, siyah-beyaz dönemlerden renkli döneme geçtiği zamanlarda en klasik olanı; Pembe Panter’i çok sık yayınlalardı. İlk göz ağrım o benim. Defterlere sürekli onun kafasını, vücudunu çizmeye çalışıyordum. Çizgi film sevdam, daha doğrusu çizgiye olan sevdam onunla başladı.
İzmir’de Gültepe’de büyüdüm. Orası daha az gelişmiş diyebileceğimiz semtlerden biriydi. Ama komşuluk ilişkileriyle, manavıyla bakkalıyla her şeyi çok sıcaktı. Mesela biz sokakta oynayan çocuklardık. Bence hayata pozitif bakmamı sağlayan şeylerden biri olduğuna inanıyorum. Ben gülmeyi çok severim, gülümserim hep. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum. “Biz büyüdük ve kirlendi dünya” deniyor ya, işte burada biraz daha bu durum var. İçindeki şeyler ölmüyor belki buranın o karmaşasından, kozmopolitliğinden ama içinden bir şeyler gidiyor. Hayat zor bir şey; herkesin birçok sorunu var. Bunların üstesinden gelmek adına pozitif olmak çok önemli. Çizgi de burada devreye giriyor. Çizerken bambaşka bir boyuta geçiyorum, her şeyi unutuyorum. Orası benim özel alanım.
Neden Pembe Panter ile çizime başladınız? Çizgisel anlamda da mesela mekan çizimlerinde de çok az çizgi ile yerleştirmişler. Çok modern bir anlayış bence… Aslında küçükken izlediğim çizgi filmleri düşününce ayırt ediyordum mesela; bazı çizgi filmleri sevmiyordum, bazılarını seviyordum. Pembe Panter’i de karakter olarak seviyordum her şeyden önce. Şu anda da baktığımda çizgi kalitesi, estetik duygusu günümüze de hitap eden bir yapısı var. Ve da- Özel alanda kendinize ha karikatürize edilebilir şeyle- hiç oto sansür ri seviyordum. uyguladığınız oluyor mu? Kendi iç dünyamda bir oto sanİzmirli olmanız sürüm yok. Kimsenin görmediyaptığınız işi sizce nasıl ğini duymadığını düşünürsek etkiliyor? her şeyi düşünebilirim. Ama
24
kendi çok özelim olan bir şeyi de paylaşan birisi de değilim. Sonuçta şu anda bir ekiple projeler yapıyoruz. Mutlaka bir oto sansür uyguluyoruz tabii bu projeler için. İster istemez zaten bunu yapıyorsunuz. Ama bulunduğu mecraya göre de değişiyor bu sansür; internete göre ayrı, televizyona göre ayrı… Mesela Otis Abi var. Hep soruluyor; Otis Abi acaba o mu değil mi? Ben mutlaka hayalle gerçeğin iç içe geçtiğini düşünüyorum. Grafi2000 nasıl ortaya çıktı? Benim zaten küçüklüğümden beri uğraştığım bir şey. Babam sık sık yurt dışına gidiyordu; gemilerde makinistlik yaptığı için. Ve bana bol bol defter getiriyordu. “Kapağı madem renkli içini de ben doldurayım” deyip içine çizimler yapardım. Böyle bir sevdaydı benimki. İlerleyen dönemlerde bilgisayarla tanışmadan önce bunun denemelerini yapıyordum. Agrandisör kullanarak kare kare çizip birleştiriyordum. Sonra Plastip Show diye bir şeyde çalıştım. Liderlerle dalga geçen bir tür kukla şovunda çalışıyordum.
25
Onun metinlerini yazıp arka planında yer alıyordum. Tabii o zamanlar bilgisayar yok. Şu an layer layer (katman katman) yaptığımız şeyleri ben tek tek yapıyordum. Bunun bana çok katkısı oldu. Çokça piştim. Cihat Hazardağlı da çok sever işini zaten. Plastip Show macerası da şöyle başladı: Ben üniversiteden mezun olduktan sonra; çizim olsun çok istiyordum. Kendim bir şeyler yapıyorum sonuçta. Sonra mezun olur olmaz da Güneş Gazetesi’ne girdim. Orada karikatür çizmeye başladım fakat gazete
26
yayın hayatına son verdi. Ben de İzmir’e geri döndüm. Daha özel bir şeyler yapmak istiyorum, yapıyorum. Birileri de bunu görsün istiyorum. Sonra İzmir’e döndüm yeniden inşaat alanları, ama ben mutsuzum, aralarda bol bol karikatür çizimleri. Bir gün Cihat Hazardağlı aradı. İnsan hayatının dönüm noktaları oluyor. Ben buna çok inanıyorum. Bu da onlardan biriydi benim için. Ve benim çizimlerimi beğendiğini söyleyip Ekonomist Dergisi‘nde çalışmaya başladım. Baktı ki bende mizah yeteneği var,
gel beraber yazalım/yapalım dedi. Ben de Kuzenim Erdil ve çok yakın arkadaşı Burak’tan (Burak Akkul) bahsettim. Sona biz üçümüz Cihat’ın yanında senaryo yazmaya başlamışız. Cihat o kadar çok çalışıyor ki, bizi öyle bir tempoya alıştırdı ki hala “Ne yapacağım şimdi ben?” diye bakındığımı görüyorum. Ama her alanında bulundum Plastip Show’un. Bir gün süngerleri kesiyoruz, çalışıyoruz. Dışarı bir çıktım kazak var üstümde ama yaz gelmiş. O kadar dış dünyadan habersizce çalışıyorduk. Sonra
bilgisayarla tanıştım. Enteresan bir bilgisayarcım vardı. Benim karikatür çizdiğimi biliyor ve kendisi de bu işlerle ilgileniyormuş. Ben kocaman bir kasa olsun istiyorum. O, “ne gerek var” diyor. Çok enteresan, bilgisayarı satan adam beni çok acayip yönlendirdi. Bir kalem gösterdi: Grafik tablet… Şimdi ajansların hepsi kullanıyor. Ama o zamanlar böyle bir şeyin olması, kullanmak çok çok zordu… Bunların hepsi işte Grafi2000‘inin oluşmasını sağladı aslında. Bilgisayarda çizim yapmayı öğrenmek, animasyon
yapmak ve bunların internette yayınlanmasını sağlamak… Zamanında eski eşimle beraber ürettiğimiz tiplemeler vardı. Onların adı “Grafiler” idi. 2000 yılında kurulunca da Grafi2000 oldu. Sonra aynı hayal dünyasını paylaştığımız insanlarla tanıştım. Ve onlarla beraber bir site oluşturduk. Grafi2000’de hiç sorun yaşadığınız oldu mu? Hiç sorun olmadı; herkes ürettiğini oraya koyuyordu. Neler paylaşılıyor bakıyorduk. Çok
güzel bir dönemdi. Ne zaman ki sosyal medya çıktı, site çöküşe geçti. Çünkü sizlerin döneminde YouTube yoktu, Facebook yoktu siteye gelip izliyordunuz. Ama şimdi paylaşılıyor, biz bunun önüne geçemiyoruz. Bizim onları geçebilmemiz için neredeyse Facebook’u yeniden yapmak gerek. Orada bambaşka bir dünya var. Mesela bizim yaptığımız bir videoyu bir çocuk Youtube’da paylaşıyor, milyonlar izliyor. Aslında bu da bizim sitenin sonunu getirdi. Ama bundan yararlanabilmek lazım. Artık Grafi2000’de
27
28
mesela videolar için YouTube kanalımıza yönlendiriyoruz. Twitter ya da Facebook gibi bir ortam var, network var, her şey düşünülmüş. Resmen internetin içinde başka bir dünya var. Biz de buna kanalize olduk aslında… Burada olmak sizi zorluyor mu? Aksine ben çok mutluyum. Biz internette doğduk, sonradan televizyona kaydık. İnternet tarafından çöküşe geçince televizyona kaydık. Televizyonun dinamiklerini öğrenmeye başladık. Koca Kafalar patlayınca bunu televizyon kanalına nasıl uygularız diye düşündük. Bu arada da biz televizyonla ilgili pek çok şey öğrendik. Dream TV ile başladık sonradan Kanal D’nn bir magazin programının içine geçti, sonradan bağımsız bir program oldu şimdi de haberler önünde yer alıyor. Bu geldiğimiz dönemde ise gazeteler popülerliğini yitiriyor, sosyal medya önem kazanıyor. Belki ileride Twitter’daki izlenme alışkanlıklarıyla televizyon izleme alışkanlıkları birleştirilecek. Belki artık bizim dönemimiz de geliyor diye düşündük. Mesela e-ticaret siteleri yollarını buldular ama eğlence tarafı tam oluşturulamadı. Mesela Youtube Türkiye’ye geldi. Bize gelip anlattılar tüm sistemi. Bence internet sistemi çok daha başarılı televizyona göre. İnsan duygularının işin içine girmediği bir şey olduğu için açıkçası burayı çok daha demokratik buluyorum. Ben bir şey sunuyorum ve izleyici ile direkt muhatap oluyorum. Herkes içeriğini koyuyor izleyici istediği zaman izliyor, istemediğini ise hiç izlemiyor.
gidiyorum, mesela biz biraz daha üst bir kategorideyiz ama bizim dışımızda daha işin çok çok başında olan gençler var, oluşumlar ya da bireysel girişimler oluyor. O kadar güzel ki bir girişimin varsa kendine de güveniyorsan “gel” diyorlar. Acayip şeyler olabilir. Yurt dışında bunun örneği çok. Burada biraz zaman alabilir ama olur, neden olmasın. Bakıyorum çok enteresan işler oluyor. Bence bu işte biraz da ticari mekanizmaya bağlılık var. Emek çok yoğun neticede animasyonda. Biraz sabırlı olmak gerekiyor bu işe kendini adayan gençlere söyleyebileceğim en önemli şey bu aslında.
neden duruyoruz” diyoruz… Biraz da Çınar projesinden bahsedelim… Ben çizgi filme çok meraklıyım ama aslında çizgi roman manyağıyım. Başka bir işim olmasa oturup çizgi roman yapmak istediğimi hep söylerim. Hep böyle bir hayal kurdum, bir türlü gerçekleştiremedim ama Çınar ile işte buna çok yaklaştım. Ben orada farklı bir tat yakaladım. Çınar’ın bir karesini dondurup bastığınızda çizgi roman gibi görünüyor. Aslında bu teknik nedeniyle her şey başladı. Zaten TRT Çocuk’a başka projelerimiz de vardı. “Biz de Osmanlı temalı bir şey yapmak istiyorduk ama istediğimizi bulamadık” dediler ve bunu görünce senaryo oluşturuldu. Tam bir işbirliği oldu. Alttan alta mizah var ama aşırı derecede değil. Bir hayal dünyası; çocuk zamanda yolculuk yapıyor ama tarihi olayların gerçekliğine dokunulmuyor. Şu açıdan da bana çok cazip geliyor; derslerde hep ezberledim. Çok sıkıcı geliyordu ama şunu biliyorum ki izlediğim bir şeyi hiç unutmadım. Ben de tarihi izleyebilseydim unutmazdım. Bence bundan sonra eğitim için de izlemeye yönelik bir şey olacak. Artık büyük görüntüler, videolar var.
Türkiye’de sizce çizgi filmler ne zaman kimlik bulmaya başlar? Yurt dışındaki örneklere baktığımızda SouthPark, Simphsonlar, Japonların animeleri var. Ama Türkiye’yi tam olarak bence temsil eden bir şey yok… Mesela mizah dergilerindeki karakterler, onlar sonuçta bize ait. Fırıldak Ailesi de buradan çünkü Türk. Simpsonlar ya da Family Guy’ın taklidi diyenler oldu. TRT’nin ilk zamanlarını düşünün; Cosby Ailesi yayınlanıyor. Bizimkiler ya da Kaynanalar diye dizi yapılıyor. Şimdi denilemez ki “aaa özenmiş”. Bunu demek çok yanlış; bu, Peki Çınar’dan sonra eğitim bir tür… Türkiye de daha yolun başın- için de bir şeyler yapmak da. Ben şu anda Türk bir ailesi oluş- istemez misiniz? turuyorum. Ama tarz olarak farklı bir Eğitim konusunda iş birliği yaparak şey… Animedeki gibi bir farklılık ya- aslında bir şeyler anlatabilirim ama ratmaksa çok zor. bunlar büyük işler, dediğim gibi işbirliği içinde olmak lazım. Fırıldak Ailesi’ni hiç sinemada düşünmediniz mi? 10 defa olsa yine izlerim Birçok konuda korkmayız ve özgür- dedikleriniz? Gençlerden sizlere işler geliyor ce davranırız ama sinema nedense bi- Miyazaki filmlerini çok severim ki mu? zi korkuttu. Çünkü nedense orada çok Spirited Away favorim. Sonra Wall-e Biz Grafi2000.com zamanında yete- iyi olmalı, o senaryo böyle 10 yılda fi- ve Çılgın Hırsız’ı da çok seviyorum. nekler diye bir köşe yapmıştık, onu lan yazılmalı gibi bir anlayış var. Asartık bıraktık ama Facebook’tan ki- lında bizim kendi içimizde yaptığımız twitter.com/varolyasaroglu şisel mesajlarla gönderiyorlar işleri- birçok şey sinema için kullanılabileyoutube.com/user/grafi2000 ni. Şu aralar Youtube toplantılarına cek şeyler. Şimdi piyasaya bakınca “e facebook.com/grafi2000
Kamer diyor...
Yağmurlu ve trafiği bol bir kış günü gri hava koşullarına inat gülümseyen bir yüzle buluştuk: Varol Yaşaroğlu. Son projesi Çınar’dan, Grafi2000’den bahsederken Fırıldak Ailesi’nin de halini hatırını sormadan edemedik. Gülümsemesiyle, tatlı sohbetiyle sanki bu dünyaya değil de en rengarenk haliyle çizgi dünyaya ait olmalıymış gibi hissettirdi. Biz sorduk o da anlattı. Üstüne de bizi çizgi roman dünyasında kaybolmak için bıraktı. Bu güzel gün için yeniden çok teşekkür ederiz…
29
fotoğraf röportaj: Rıza Şahin
Orta Format:
Boyu Enine Eşit Fotoğraf Dergisi Çağdaş kelimesinin etrafında dört dönerek ulaşmak istedikleri noktaya doğru çetrefilli hızlarla ilerlemeyi tercih eden güruhun aksine çok yalın, zengin ve sağlam adımlarla yola çıkan iki genç fotoğrafçının bize sunduğu gündelik iş / güç koşturmacası içinde zaman zaman güncellen bir internet dergisi Orta Format. Sorularımıza verdikleri yazılı cevaplarla yetinmeyip, (Tevfik Çağrı Dural yurt dışında olduğundan) eski Boo! okurlarının hatırlayacağı isimlerden Şener Soysal ile Kadıköy’deki Sığınak’ta buluştuk. Öncelikle şunu soralım: Orta Format Dergi hangi fikir üzerine nasıl ortaya çıktı? Yıldız Teknik Üniversitesi Fotoğraf Kulübü yönetimde iken hazırladığımız fanzinler yetmemeye başlamıştı. Oradaki yoğun birikimin bir dergi yapılarak aktarılabileceğini düşünüyorduk. Ancak kulüp içinde bu mümkün olmadı. İyi ki de olmamış. Fotoğrafa bakışımız, ardındaki iki senede daha da netleşti ve Kasım 2011’de Orta Format yayına başladı. Piyasada başka film çeşitleri dururken neden “Orta Format”? Bu isime nasıl karar verdiniz? Aslında teknik bir şey değildi seçme nedenimiz. Orta format, üslup olarak küçük formatlara yani 35 milimetreye benzemiyor. Altın oran geçerli değil, fotoğrafın merkezi ortası.
30
Fotoğrafa konu ettiği nesnelere ve insanlara mesafeli. Bu durum bize ve üretim üslubumuza uyuyordu. Bir yandan da tabii ki orta format makineleri ve bu tarz fotoğrafları ayrıca seviyoruz. Basılı mecrada bulunmak yerine neden internet ortamını tercih ettiniz? Özellikle fotoğraf odaklı bir yayın için, fotoğrafların iyi şekilde basılması önemli. Bunun dışında okunabilirlik, basım sayısı ve dağıtımı da diğer hususlar. Herhangi bir reklam içermiyoruz ve kâr amacımız yok. Bu şartlar altında internet daha adaletli, daha pratik ve farklı yerlerdeki pek çok insana ulaşabildiğimiz bir mecra. Hiç bilmeyenler için soralım: Birçok insan pratikte gezi fotoğrafçılığı, belgesel
fotoğraf, doğa fotoğrafçılığı gibi alt başlıklara aşina. “Çağdaş Fotoğraf” deyince ne anlamalıyız? Çağrı: Biz de bu sorunun cevabını arıyoruz desek? Orta Format’ı, araştırma sürecimizi paylaştığımız bir yayın olarak düşünebilirsiniz. Dergide yer verdiğimiz tüm içeriklerin bu tanımı anlamlandırmaya çalışıyor.
Çağdaş sanatların halka ulaşmaması ya da tersi bir durum; halkın çağdaş sanata ilgi göstermemesi gibi bir sorun var mı / mıydı? Varsa nasıl çözülecek / çözüldü? Çağrı: Bu “Sanat sanat için mi, sanat toplum için mi?” sorusuna benziyor biraz. Topluma / toplumun yaklaşımı açısından çağdaş sanat ile bilimi benzeterek anlatabiliriz belki: Denizin bilmem kaç metre dibindeki bir canlının ya da binlerce ışık yılı uzaklıktaki gezegenlerin bize şu an doğrudan bir faydası olmadığı düşünülebilir. Tıpkı toplumun çağdaş sanat eserlerinin faydasını veya varlığını tartışması gibi. Kısacası her ikisinin de uzun veya kısa vadede doğrudan veya dolaylı topluma etkileri olacaktır.
Şener: Tabii bizde gündelik dilden kaynaklı modern / çağdaş / güncel kelimeleri birbiriyle eş olarak da kullanılabiliyor ve neyin neyi tanımladığı muallak bir hale gelebiliyor. Mesela isminde Modern olan müze, çağdaş fotoğraf sergisi yaptığını duyuruyor ve güncel sanatçıları davet ediyor. Böyle söyleyince çok karışık, ama bir yandan da değil. İnandığımız Dergide sadece fotoğrafa ve içtenliğine güvendiğimiz, yer vermiyorsunuz, bizi etkileyen çalışmalar gör- aynı zamanda yazılar, düğümüz sürece problem yok. röportajlar, söyleşiler Kavramların zamanla oturaca- de var. Sizce “düşünmek ğına inanıyorum, o zamana ka- - yazmak - üretmek” dar bu çalışmalara isim olarak gibi canlı bir döngünün “balık” diyorum ben. Siz de bir gerekliliğinden kelimeyle seslenebilirsiniz. bahsedebilir miyiz? Şener: Kesinlikle, zanaat - saDerginizde bir “Açık nat ayrımı yıllar önce oluştu Çağrı” var, geri zaten. Fotoğrafçıların üretim dönüşlerden Türkiye’de pratikleri ve fotoğrafa dair yaçağdaş fotoğraf üzerine zıların üretimi tetikleyen ve gedüşünmenin ve üretimin liştiren önemli şeyler olduğunu ne düzeyde olduğunu düşünüyoruz. Sadece iyi fotoğgözlemleyebiliyor raf görmek, gözü geliştirebilir musunuz? ama algıyı ve düşünmeyi etkiAçık çağrıya gelen çalışmalar lemesi de önemli. genellikle teknik işler ya da estetik amaçlı üretilmiş görsel- Fotoğraf üzerine ler olabiliyor. Belli bir bağlamı yazıyorsunuz, olan ve bir ‘şey’ anlatmaya ça- üretiyorsunuz. Peki, lışan az çalışma geliyor. Bir de fotoğraf dışında yurtdışından gelen çalışma- kendinizi nasıl lar daha nitelikli ve sayıca faz- besliyorsunuz, neler la ama bunun üzerinden tüm okuyorsunuz mesela? Türkiye’deki durumu gözlem- Çağrı: Her normal insanın lemek şu an için yanlış olabi- yapığı gibi olabildiğince kitap lir. Galerilerde ya da kolektif- okumaya, müzik dinlemeye, tilerde gerçekten iyi işler yapan yatro ve sinemaya gitmeye çainsanlar karşımıza çıkabiliyor. lışıyorum. Bunun dışında bize ulaşmayan ama bir yerlerde iyi işler üreten Şener: Fotoğraf ve görsel insanlar olduğuna inanıyoruz. dünya, yaptığım işle de oldukça iç içe olduğu için tamamen
31
dışında bir şeyden bahsetmem mümkün değil. Bu nedenle iletişim, görsel algı, insan davranışlarına dair her şeyi incelemeyi seviyorum. Devamı ise Çağrı’nın dediği gibi; normal bir insan olmaya çalışıyorum. Dünyaya baktığımızda daha çok sosyolog, eleştirmen, filozof, gazeteci kişilikler görüyoruz fotoğraf üzerine yazan. Fotoğrafçılar bundan yeteri kadar besleniyor mu? Örneğin Roland Barthes’ın Camera Lucida’sı bir fotoğrafçının algısını komple değiştirebilir mi? Şener: Bu soru tam Çağrı için.
verebileceğim isimler ise; eleştirileri ve kitapları sayesinde Nazif Topçuoğlu, fotoğrafa yaklaşımı ve onu mecra olarak kullanımı benden çok farklı bir yöntem izleyen Cemil Batur Gökçeer.
Sadece teknoloji gelişmedi. Bunun yanında fotoğraf anlamında üretim alanları ve yöntemleri de değişti. Görsel sanatların diğer disiplinleri ile karıştı. Çağdaş fotoğrafta üretim tekniğinin önemi sizce ne düzeyde? Çağrı: Üretim tekniğinin gelişiminin sanatçılara yeni kapılar açtığı doğru. Ama kolaylık sağladığı kadar zorluk çıkardıÇağrı: Barthes, Sontag, Ber- ğını da düşünüyoruz. Fazla seger ve daha niceleri... Fotoğraf- çenek bazen iyi bir durum olçıların bunlardan yeteri kadar mayabiliyor. Asıl önemli olan beslendiğine eminim. Kulüp ise kuram, mecra ve tekniğin zamanlarımızda yeni gelenlere doğru kombinasyonunu yakabu konuda söylediğimiz bir söz layabilmekte. İşin en zor kısımvardı: Bunları okumayana kız larından birisi de bu olsa gerek. vermiyorlar, derdik. Dolayısıyla algıyı komple değiştirmek- Şener: Bir çalışmaya baktıten ziyade algının oluşmasına ğınızda sizde bir his uyandıyardımcı olduklarını söyleye- rıyorsa -ilginizi çekiyor, heyebilirim. Çünkü bu isimlerin ilk canlandırıyor, tedirgin ediyor, zamanlarda okunmaları gerek- sanatçının bunu neden ürettimişti bizim için. ğini sorguluyor ya da tamamen nefret duyuyorsanız- Çağrı’nın Sizin fotoğraf algınıza dediği o kombinasyon yakaşekil veren önemli isimler lanmış demektir. O noktadan kimler? sonra karanlık oda, kolaj, maŞener: Fotoğrafla tanışmam- nipülasyon işin anlamını değil, dan itibaren Türkiye’den ve zanaat kısmını temsil ediyor yurtdışından pek çok sanatçı- sadece. Adam anlatmayı başanın etkilediğini, heyecanlan- rabildikten sonra, isterse hesap dırdığını ve beni teşvik ettiği- makinesiyle çeksin fotoğrafı. ni söyleyebilirim. Ama hiç bir zaman sözleri ve bakış açısı ak- Bir ifade yöntemi olarak lımdan çıkmayan sanatçı Or- fotoğrafı tek başına han Cem Çetin desem yeridir. yeterli buluyor musunuz? Çağrı: Fotoğraftan ne anlaÇağrı: Özellikle fotoğraf mec- dığımızı da sorgulamak gerek rasına olan algıdan bahsede- galiba. Fotoğraf bir dildir. Docek olursak; yabancı isimler layısıyla kullandığınız dili ne arasında “RGB Grid” işi ile Jo- kadar iyi bilirseniz kendinizi hn Haddock, “Leap Into The o kadar iyi ifade edebilirsiniz. Void” işi ile Yves Klein, “Two Biz bu dilin hemen her türlü Ways of Life” işi ile Oscar Rej- manipülasyona açık olduğunu lander. Bunlar bana fotoğra- düşünüyoruz. Yine elbette bufın ne olabileceği sorusunu sor- nu bilerek yapmak gerek. Dedurtmuşlardır. Türkiye’den neysel çalışmalara kesinlikle
32
karşı değiliz ama amaçsız denemeler bize manasız geliyor. Çağdaş fotoğraf ve hayal gücü arasında bir bağdan söz etmek mümkün mü? Şener: Tabii ki her sanat dalı için hayal gücü geçerli. Sadece “çağdaş sanat” denilince galiba insanların aklında çok uçuk, ilk bakışta kesinlikle anlaşılmayan çalışmalar geliyor. Oysaki hayal gücü kadar, gözlemleri ve duygularıyla ürettikleri çalışmalarına dergide yer verdiğimiz pek çok sanatçı var. Sosyal problemlerin ifadesinde belgesel fotoğraf da güçlü bir yöntem olarak karşımıza çıkıyor. Çağdaş fotoğraf ve belgesel fotoğrafı bu anlamda kıyaslayabilir miyiz? Şener: Böyle bir kıyas yanlış olur. Çağdaş fotoğraf diyebileceğimiz çalışmalarda da belgesel işler görebiliyoruz. Örneğin güncelleme #07’de yer verdiğimiz Kathie Saphiro’nun “35” serisi (bir örneği sağ altta) veya güncelleme #05’te yer verdiğimiz Anoek Steketee ve Eefje Blankevoort’un “Dream City” çalışması (bir örneği sağ üstte). Bu arada hatırlatmakta fayda var: Belgesel fotoğraf güçlüdür, ancak insanlara ulaşabileceği mecralarda yer verilirse. Okurlarımıza çağdaş fotoğraf anlamında takip edebilecekleri kaynaklar önerebilir misiniz? Çağrı: İngilizce kaynak gerçekten çok fazla, biz de sabit bir listeden takip etmiyoruz. Daha doğrusu yüze yakın dergi var en azından bizim bildiğimiz. Fırsat oldukça onlara bakmaya çalışıyoruz ama elbette hepsini tamamen irdeleyemiyoruz. Dolayısıyla onlardan ancak rastgele isimler verebiliriz. Bunu yerine okurlarınız Google’a “contemporary photography magazine” diye sorsa kendilerine yakın dergileri bulmak
onlar için daha kolay olur. Şener: Türkiye’den özellikle takip ettiğimiz yayınlar M-est, Lebriz ve E-skop. Eleştiriye önem veren, bizim de beslendiğimiz ve bizi heyecanlandıran yayınlar. ortaformat.org
33
fotoğraf yazı: Rıza Şahin
Leica:
Fotoğraf Mekaniğine Giriş Hayatımızın en ücra köşelerine nüfuz ettiği son 10 yılda fotoğraf makinelerine olan ilginin artmasıyla pazara giren makine ve kullanıcı sayısında inanılmaz bir artış yaşandı. Dijital dünyanın oyuncaklarının peynir ekmek gibi tüketilmesi analog makinelerin retro, antika, koleksiyonluk sınıfında anılmasına neden oldu. Film ve kimyasal fiyatları yükseldi ama hala küçük de olsa bir kesim fotoğraf uğraşçısı orijinal görüntülerini film üzerinde saklamayı tercih ediyor. Biz de dijital açılımını biraz ertelemiş olan Leica markasının analog tarihine bir göz atalım dedik.
Leica MP (2003)
Y
ıl 1913! Yeni icatlar ihtiyaçlardan doğar. Belgesel fotoğrafçılığın bir ikonu haline gelen Leica’nın ilk prototipi olan “UR Leica” dağ gezilerinde manzara fotoğraflarının kolay çekilebilmesi için daha küçük boyutlarda bir makine ihtiyacı sonucu üretildi. Üçayak ile taşınan ağır makineler bu geziler için hiç de
Oscar Barnack
uygun değildi. Astım hastası olan ve bu makineleri taşırken nefes nefese kalmaktan şikâyet eden optik mühendisi Oskar Barnack 35 mm enindeki ve dikeyde hareket eden sinema filmini yatayda kullanmayı akıl etti. 18 x 24 mm olan kadraj böylece 24 x 36 mm’ye çıkarak görüntü alanını da 2 katına çıkarmış oldu.
Hafifleyen fotoğraf
1923 yılında Barnack, patronu Ernst Leitz’ı 25 adet kadar makine (Null-Serie) üretip sokak fotoğrafçıların testine sunulması için ikna etti. 1924 yılında Ernst Leitz makineyi üretmeye karar verdi ve ilk model “Leica I” (Leitz Camera I) olarak isimlendirildi. “Küçük negatif büyük fotoğraf” fikri keskin ve
Küçük Müze Leica’nın muhtelif modellerinden küçük bir seçki:
Leica UR (1914)
34
Leica I (1925)
Leica III (1933)
kaliteli bir lens gerektiriyordu. Sinema formatı için kullanılan Zeiss Tessar yeni boyutlar için yeterli değildi. Max Berek bu nedenle daha özel bir lens tasarladı: 50 mm odak uzunluğu ve 3.5 diyafram açıklığı değerine sahip bir Elmax lens! Hepimiz biliriz; fotoğrafa 50 mm ile başlanır. Çünkü insan gözüne en yakın görüş açısının fotoğraftaki karşılığıdır. Birçok fotoğraf okulunda da ilk yıllar sadece 50 mm lens ile çalışılır. 1930 yılında sokak fotoğrafçılığının göz nuru 50 mm lenslere ek olarak 35 ve 135 mm lensler de üretildi (Sokak fotoğrafçılığında hala 35’çiler ve 50’ciler ayrımı vardır ama takılmayalım, devam edelim). Bu seriye 90 mm lensler de eklenmiş olsa da günümüzde 35 mm altı birçok geniş açı lensler de mevcut. Leica II ise ilk dâhili telemetre bulunduran modeldi. Leica III modelinde pozlama süresi 1 ile 1/1000 saniye arasında yayıldı. Leica IIIa, Barnack’ın ölümünden önceki son modeldir ve 1957’ye kadar bu model temel alınarak üretim devam etti. Buraya kadar bahsettiğimiz tüm gelişmeler teknik boyutlarının ötesinde fotoğrafın kullanım alanını ve fotoğrafın anlamını değiştirdi. Leica önderliğinde küçülen makineler sayesinde hayata dair her şey belgelenebilir hale geldi. Kuşkusuz bunun etkisi toplumsal olayların ve savaş fotoğraflarının dergi ve gazetelerde boy göstermesi ile etkisini gösterdi. Dönemin fotoğrafçıları keskin lensi ve küçük gövdesi
Leica M6 (1984)
Ernst Leitz
Leica Minilux (1995)
Leica R9 (2002)
Leica CM (2004)
35
nedeni ile bu makineleri tercih etti. Bu tarihi kişiliklerden de kuşkusuz en önemlisi Henri Cartier-Bresson’dur. Nazi esir kampına düşmeden önce bir poşete koyup toprak altında sakladığı makinesine yaklaşık 3 yıl sonra tekrar kavuştu. Bir diğer isim ise Robert Capa. Leica için 2. Dünya Savaşı’nın bir dönüm noktası olması bu fotoğrafçıların çalışmalarının bir sonucu.
M Serisi – İlginç bir netleme sistemi
Leica I, II ve III modelleri ve türevlerinden sonra bir devrim gerçekleşir. Lensi makineye vidalamak yerine daha pratik, lensi makineye “tık” diye oturtabileceğimiz bir sistemdir bu. Serinin ilk makinesi Leica M3 vizör ve telemetreyi tek bir çerçeveye sığdırdı. Piyasanın çoğuna hakim SLR veya DSLR makine kullanıcılarının “Doktor bu ne?” diyeceği bir sistem... Vizör içinde, takılan lensin odak uzunluğuna göre gösterilen parlak kadraj çizgileri, ortada parlak bir dikdörtgen içinde vizördeki görüntünün başka bir kopyası… Netlik halkasını kullanarak bu iki görüntüyü üst üste getiriyorsunuz ve netlik yapılmış oluyor. 12 yıl boyunca 220.000 adet üretiliyor. Serinin tüm makinelerini tek tek irdelemek yerine öne çıkanlara göz atmakla yetineceğiz. 1950’lerden 80’lere gelirken M3 dışında öne çıkan üç modeli görmek mümkün; sırasıyla M6, M7 ve serinin son makinesi MP (Mechanical Perfection). Leica M6 vizör içinde LED lambalar ile ışık ölçümünün yapılabildiği ilk makinedir. M3 boyutlarında. M7 Leica bünyesindeki diyafram öncelikli otomatik pozlama özelliği çoğu kullanıcı için büyük kolaylık olsa da birçok Leica severin gözünde bir hata. Leica bunun üzerine tasarımda M3’e, nitelikte M6’ya dönüş yapıyor ve ortaya gerçekten de dayanıklı, sağlam, evladiyelik bir makine
36
Dünyaca ünlü Magnum fotoğraf ajansının kurucularından iki isim, Robert Capa (solda) ve George Rodger, boyunlarında Leicaları ile sohbet ederken.
çıkıyor. Romantik fotoğrafçılar zamanla kenarları aşınan siyah gövdeyi tercih etseler de krom gövde daha nadir bulunuyor piyasalarda. Bu makinenin -bence- en önemli özelliği makinenin ön yüzünde o meşhur kırmızı Leica logosunun ve model isminin olmaması. İşte tam da bu yüzden sokakta birinin sizi “Leica mı bu?” diye durdurması gayet normal.
Daha büyük ve daha küçük; R ve C serileri
Bundan çok değil 10 yıl önce fotoğrafa merak salan her genç pasajlara gider bir Olympus OM-1, Canon AE-1, parası biraz daha çok olan Nikon FM alır öğrenmeye, öğrendiklerini uygulamaya başlardı. Bu makinelerin en önemli özelliği vizörden baktığınızda fotoğrafın
kendisini görmenizdi. Fotoğrafın ne kadar net/netsiz olacağına o anda karar verirdiniz. Fotoğrafın abc’sini öğrendikten sonra kendi ihtiyacınıza göre farklı tip makinelere yönelirdiniz. Bu orta format bir makine olabileceği gibi pantolon cebinizde taşıyabileceğiniz bir Rollei 35 de olabilirdi. Leica dünyasında da bu tip makinelere rastlıyoruz. 1964 yıllarında Leicaflex ile başlayan yolculuk Minolta ortaklığında üretilen R3-R7 arası modellerle devam ederken sadece Leica tarafından üretilen R8 modeli ve ardından dijital fotoğraf çekimine de olanak sağlayan R9 ile son buluyor. Hiç otomatik netleme imkânı sunmayan R serisinin üretimine 2009 yılında son veriliyor. (Dönemin
bilmezken bir analog Leica kullanıcısı kullandığı makineyi ömür boyu kullanacağını bildiği için kafası gayet rahat. Ayrıca leicashop.com adresine girdiğinde ikinci el birçok makineyi uygun fiyata bulabileceğini biliyor. Bu nedenle bence “lüks” sınıfının dışına çıkıyor. Lüks ne peki? Fiyatı 22.200 avroyu bulan Leica S2-P mesela… Eğer böyle bir makine alıyorsanız da bundan para kazanmalı bir şekilde kendisini amorti etmesini sağlamalısınız.
filmli EOS’ları çok noktada örneklerine bu gibi özel üreotomatik netleme yapabiliyor- timleri ve lüks sınıfına giren du.) markaları koyunca Şanzelize kültürüne yakışan fotoğraf Diğer bir yandan büyük maki- makineleri görmek mümkün. nelerle uğraşmak istemeyen ve telemetreli M serisine para ver- Diğer taraftan Leica kullanıcımek istemeyen fakat kaliteli larına kendilerine özel fotoğraf lens beklentisinden de kurtul- makinesi tasarlamalarına da mayan fotoğrafçılar için C se- olanak sağlıyor. Egonuz yeterisi makineleri üretiyor Leica. rince yüksekse makinenin üzeBu seride ise öne çıkan 2 mo- rine kendi imzanızı bile atadel var. Leica Minilux ve Leica biliyorsunuz. Leica M7 ve MP CM. Her iki model de hem 40 gövde seçip, sarma kolundan mm f 2.4 sabit lens ve 35 - 70 boyasına, vizör büyütme oramm zoom lens alternatifleri ile nından gövde üzerindeki depiyasaya çıkıyor. Küçük boyut- riye kadar birçok seçime kenları ve keskin lensleri ile dikkat diniz karar veriyorsunuz. En çekmeden fotoğraf çekmeye ni- garibi ise eğer makinenin üzeyetlenmiş fotoğrafçıların cebi- rine hiçbir yazı yazılmamasıne giriyor. nı istiyorsanız 150 avro fazladan veriyorsunuz. Bu da başka Özel bir şeyler bir pazarlama yöntemi olarak yapsak: Leica à la karşımıza çıkıyor. MP’den soncarte ra gelen M8, M8.1, M9, M9P, M Muhtemelen marka değerine (monochrom) Leica M serisigüvenerek dijital açılımına bi- nin dijital adımları. Sonu neraz geç başlamış Leica satışla- reye gidecek bilmiyoruz. Gelirını arttırmak konusunda pek nen son noktada sadece siyah başarılı. Leica tarihi boyunca beyaz fotoğraf çekebilen dijital sınırlı sayılarda üretilmiş ve bir makine üretilmiş oldu. Hafahiş fiyata satılan özel üretim- yırlı olsun. ler görülebilir. İşte tam bu noktada Louis Vitton veya Hermes Çok mu pahalı? gibi markaları görmek müm- “Bir makineye bu kadar para vekün. Amacın fotoğraftan çıkıp rilir mi?” diyen sevgili arkadaşticarete ve gösterişe dönüştü- lar birkaç yılda bir makineleğünün göstergesi diyebiliriz. rini yükseltmek için ne kadar Zaten yaşam ömürleri birkaç para harcıyorlar ve bir ömürlük yıl ile sınırlı olan dijital serinin masrafları toplamda ne olacak
Magnum’un bir başka kurucusu Henri CartierBresson.
Eğer Leica’ya bulaşamayacaksanız aynı işi gören çok iyi makineler var. Voigtlander, Zorki, FED gibi Leica kopyaları bulunduğu gibi, Contax G serisi, Rollei 35 RF gibi telemetreli ve Leica M lenslerle uyumlu makineler mevcut.
Çok mu zor?
Hayır efendim. Hiç de zor değil. Tek öğrenmeniz gereken makineye filmin nasıl takılacağı. Sonrasında kullanım kolaylığı ve sadeliği fotoğraf dışında başka bir konuya kafa yormanızı gerektirmiyor. İşte burada acayip bir ironi karşımıza çıkıyor. Biz buna pazarlama diyoruz. Bir taraftan makinenin sadeliğinden kolaylığından, insanı fotoğrafa yaklaştırdığından bahsediyoruz, Cartier-Bresson, Robert Capa isimlerini anıyoruz. Diğer taraftan Louis Vitton, Hermes gibi markalarla karşımıza çıkıyor Leica. Kendinize, aklınıza hâkim olun. Leica bu özel üretimleri sizler için tasarlamıyor. Leica standartları size yeter! İhtiyacınız olan sağlam bir mekanik ve keskin bir lens. Fazlası değil! Zaten tüketimin bu kadar patlamasının nedeni ihtiyacımız olandan fazlasına duyduğumuz iştah. O yüzden ikinci el bir Leica CM ya da Leica Minilux işinizi fazlasıyla görecektir. Eğer daha fazla kontrole ihtiyacınız varsa yine ikinci el bir M6 size ömrünüz boyunca eşlik edebilir. Önemli olan ne istediğini bilmek ve bulmak, hayat da öyle değil mi zaten?
37
sinema yazı: Mercan Aytuna
Lars Von Trier:
Bir Nemfomanyak nasıl yaratılır?
Onun için “resmin Dali’si” diyen de var, “modanın Lady Gaga’sı” diyen de; “tiyatro için in-your-face neyse sinema için Trier o” diyen de, hiç bitmeyen kötü bir şaka olduğunu düşünen de var. Lars von Trier son filmi Nymphomaniac ile yeniden gündemde. Önce kendisine, sonra yarattığı Dogma 95 akımına, son olarak ise yeni filmine değindik.
T
rier, sinemanın kurallarını yeniden yazan, kendini sınırlayarak özgürleşen tuhaf yönetmeni. Sert eleştirileri umursamadan bildiğini okuyan, kendini tekrar etmeden seyirciyi defalarca kez rahatsız etmeyi başaran; kimine göre dengesiz, kimine göre dâhi adam. “Beni filminde oynatsın, yıl boyu valizlerini taşırım.” diyen oyuncuların sayısı, “Kimse onun filmde oynamak zorunda kalacak kadar düşmesin.” diyenlere eşit. Söz konusu onun filmleri olunca akla ilk gelen soru, etkisini üzerinden ne kadar sürede atabileceğiniz olur.
Bu dengesiz-dâhi zihnin, zihinlerimizi sarsacak son filmi de gösterime girdi. Daha izleyiciyle buluşmadan “Trier’in altın vuruşu” diye nitelendirilen Nymphomaniac, beklendiği gibi eleştirmenlerin acımasız oklarına hedef oldu. Sadece fragmanının gösterimi bile, içerdiği çıplaklık nedeniyle, bazı sinema salonlarında yasaklandı. Yönetmene bir kez daha Cannes yolunun göründüğüne kesin gözle bakılırken, istedik ki, böylesine bir filme giden yolu daha yakından görelim.
38
Yaratıcıyı tanımak: Lars Von Trier
Komünist anne ve sosyal demokrat baba… Onlar için tek kural, kural koymamaktı. Disiplini bir tür ceza olarak gördükleri için, oğullarını “özgür” yetiştirdiler. İkisi de nüdizme inanıyorlardı ve bu sayede genç Trier birçok yazını çıplaklar kampında geçirdi. Aile sohbetlerinde tanrının pek yeri yoktu. Yine de Yahudiliği babasından bir gelenekmiş gibi devraldı. Çok kısa bir süre sonra ailesindeki Alman kanını fark ettiğinden olacak, geçmiş yaşamında bir Nazi subayı olabilme ihtimalini fark edip, Hitler’e sempati beslemeye başladı. Ölüm döşeğindeki annesi, gerçek babasının bir Amerikan olduğunu kulaklarına fısıldasa da gerçek babası hiçbir zaman onunla görüşmek istemedi. Babasının Noel’de bile sadece avukatlarıyla görüşebileceğini söylemesi onu hiç üzmedi çünkü uçak korkusu olan bir Danimarkalı için Amerika’ya gitmek zaten imkânsızdı. Bizlere sıra dışı görünebilecek bu çocukluk ve gençlik yılları, onun için, tam olarak kendi sözleriyle “inançtan, duygulardan ve zevkten uzak geçmişti”.
Birçok yönetmen gibi kamerayla çocuk denebilecek yaşta tanıştı. Ama o, birçoklarının aksine, kamerayı oyuncaklarını çekmek için değil, kendi deyimiyle “hazzı keşfetmek, dünyayı tanımak ve yeniden şekillendirmek” için kullandı. Hayat onu Danimarka Film Okulu’na sürüklese de o, bu okulda öğrendiği formülize sinemaya hiç inanmadı. Festivallerden ödüller yağsa da bu, hocalarının gözüne girmesi için yeterli değildi. Saygın otoritenin Lars’a tavrı o zamandan beri hiç değişmedi. Bütün başarısına rağmen, okulun ona hiçbir şey katmadığını ve okuldan ona kalan en büyük yadigârın lakabı olduğunu, yıllar sonra itiraf etti. Arkadaşları ona, bir asilzade gibi farklı davrandığı için Von unvanını vermişti. O hiçbir zaman tek boynuzlu atlara, perilere ve anneliğin kutsal olduğuna inanmadı. Kendisini rahatsız eden konularla herkesi rahatsız etmeyi seçti. Onun için film, ayakkabınızdan çıkmayan taş olmalıydı.
Ayakkabıdaki taşı şekillendirmek: Dogma 95
Kimisi için sinemanın durgun
yıllarına canlılık katan avangart bir canavar, kimileri içinse sinema sanatını, amatör porno standartlarına düşürecek, zekadan uzak bir dalga geçme planı olan Dogma 95, Lars Von Trier’in bir grup öncüyle beraber başlattığı yenilikçi; oyunculuğu ve öyküyü ön plana çıkarma gayesi taşıyan, çok sert kurallar içeren bir sinema hareketiydi. Sinemayı, teatral bir havaya dönüştüren 10 maddelik manifestosu ve yönetmeni neredeyse hiçe sayan ‘saflık yemini’ ile Amerikan film eleştirmenlerince bir grup ucubenin tahammül edilmez şakası, olarak yorumlandı. Tabii kısıtlamalar, sanat için çoğu zaman mucizeler doğurur. Harekete yönelik eleştiriler çok sert olsa da, bu kurallarla çekilen birçok film, sonradan eleştirmenlerin takdirini kazanmıştır. Sinemasal mekânın ve zamanın kullanılmayışı, aksiyonun kesinlikle yasak oluşu gibi maddeler, yönetmenleri dâhice çözümler bulmaya zorlamış ve bize estetik değeri çok yüksek kompozisyonlar sunmalarını sağlamıştır. Manifestoya yapılan eleştiriler ne kadar sert olursa olsun, ortaya çıkan eserlerin kalitesi ve kalıpları aşmışlığı Dogma 95’in yeni bir soluk olduğu inancını güçlendirdi ve güçlendikçe de dünya çapınca amatör-profesyonel birçok yönetmenden
39
Kurallar
Dogma 95’in en kısıtlayıcı birkaç maddesinden örnekler sunalım: -Çekimler gerçek mekânlarda yapılmalıdır (set kullanılmamalı). -Kamera elde taşınmalıdır. -Film şimdi ve burada geçmelidir. -Filmde gelişigüzel aksiyon olamaz (öldürme, silah vb.)
destek gördü. Sinema öykücülüğü, düşük bütçeler, geri plana atılmış mekânlar ve küçük ekiplerle çalışarak yepyeni bir boyut kazandı. Tabii hiçbir zaman bu öyküler beyaz atlı prensleri, sevimli kedi yavrularını veya gece yarısı, arabası balkabağına dönen prensesleri anlatmadı. Sergilemek istedikleri öykü, aslında hayatın görmezden gelinen kısmıydı. Bu zor görev, genellikle çok genç oyuncuların omuzlarına yüklendi ve bu oyuncular kendilerinden beklenmeyen üstün performanslarıyla seyirciyi etkilemeyi başardı. Daha da şaşırtıcı olan yanı, Dogma 95 filmlerinin çoğunun bu oyuncuların hayatlarındaki ilk profesyonel performanslarını sergiliyor oluşlarıydı. Kurucuları tarafından çekilen hiçbir film Dogma 95 manifestosunun kurallarına tamamen uymadı. Kimisi dış ses kullandı, kimisi müzik, kimisi de gece çekimini gündüz yaptı ama bunların hiçbiri takipçilerinin harekete olan sadakatlerini
40
etkilemedi. Aksine düşük bütçelerle sadece öze odaklanarak film yapmak, birçok yönetmenin imzası haline geldi.
Yemini Bozmak: Dogma Sonrası
Trier’in teknolojiyle arası hiçbir zaman iyi olmadı. Setlerdeki ışıkların, ses malzemelerinin ve kabloların hepsinin sinirini bozduğunu (ve sonradan itiraf ettiği gibi bunların çoğundan korktuğunu) ve sanatı asıl odaklanılması gereken yerden uzaklaştırdığını söylüyor. Belki de bu yüzden Dogma 95 onun için sadece bir sinema hareketi değil bir “var olabilme” yoluydu. Sinemada yönetmeni, sadece “çerçeveyi nereye asacağını bilmesi gereken bir duvar işçisi” olarak görüyor olması da, onu oyunculuğu ön plana çıkarmaya itmişti. Her ne kadar hiçbir filminde kurallarına tamamen uymuş olmasa da, çok erken sayılabilecek bir dönemde hareketten ayrılışı, bir kez daha, dikkatleri usta yönetmenin üstünde topladı.
ışıklar ve o hiç sevmediği ses malzemelerini kullandı. Her filmiyle biraz daha ustalaştıkça; bu ögeleri, öyküyü ve oyunculuğu daha belirgin hale getirecek araçlara dönüştürdü. Popülerliğinin aksine filmleDogma manifestosunun seki- rinde “sadece olanı görüntülezinci maddesine göre tür filmle- yen duvar işçisi” rolüne devam ri kabul edilemezdi. Oysaki po- etti. pülerliğinin artmasıyla beraber Dogma 95 başlı başına bir tür Hitleri anlayan olma yolundaydı. Bu yüzden Yahudi Nüdist, kurucular hareketi terk ede- Dogma 95’ci rek yeni deneysel projelere yö- Avangardın Seks neldiler. Tabii birçok eleştirme- Bağımlısı ne göre bu, artık yeterince para Trier’in birçok filmi stil veya tekazandıkları için kendi film- ma ortaklığı nedeniyle bir üçlelerinin prodüksiyonunu üst- meye dâhildir. Gösterime yeni lenme, dolayısıyla hareketin giren son filmi de tema ortaklıbaşından beri karşı olduğu “ya- ğı taşıyan “Antichrist” ve “Mepımcı sinemacılığına” bir geçiş lankoli” filmlerini tamamlayan yapma biçimiydi. Eleştirmen- depresyon üçlemesinin son filler “Bu ancak bir Danimarka- mi. Depresyon üçlemesi -yölının yapabileceği kadar soğuk netmenin de hayranı olduğubir şaka ve manifestodaki espri usta yönetmen Tarkovsky’nin yeteneklerini bile yitirmiş ol- şu sözleriyle anlaşılabilir: “Samalılar.” diyorlardı. natçı çocukluğundan, ağaçtaki bir böcek gibi asalakça besleTrier medyayı pek sıkı takip et- nir; sonra biriktirdiklerini harmediği için eleştirileri umursa- cadıkça büyür ve olgunluk da madan yeni dönemini başlat- sonu olur”. Yazının başında da mış oldu. Birçoğu üçleme olan belirttiğimiz gibi Trier çocukserilerle Dogma 95 ruhunu ya- luk yıllarını “İnançtan, duyguşatsa da bir daha kendini hiç lardan ve zevkten uzak geçmişo kadar kısıtlamadı. Dekorlar, ti” diye yorumlarlar ve işte bu
»»YÖNETMENI ADETA GÖRÜNMEZ KILAN “SAFLIK YEMINI” “Ayrıca bir yönetmen olarak kişisel beğenilerimden uzak duracağıma söz veriyorum! Ben artık bir sanatçı değilim. Anın bütünden daha önemli olduğunu düşündüğüm için, bir sanat eseri yaratmaktan sakınacağıma söz veriyorum. Amacım, karakterlerimin ve mekânlarımın içindeki gerçeği ortaya çıkartmaktır. Bunu tüm kişisel zevkler ve kaygılarım pahasına yapmaya çalışacağıma söz veriyorum. Böylece saflık yeminimi ediyorum.”
seri de Trier’in çocukluğunun eksik parçalarını oluşturur. Nymphomaniac serinin son filmi olarak tasarlanmış olsa da beklenenden uzun olduğu için iki parçaya bölünmüş. Yönetmen versiyonunun beş saatin üzerinde olmasına rağmen, piyasa endişeleri nedeniyle filmin toplamda 330 dakikalık iki bölüm halinde gösterime koymayı planlamışlar. Bütün bu uzatmalar hoş görülse bile, filmin yumuşak ve sert (hard-core / soft-core) versiyonlarıyla gösterime girecek olması yönetmenin eleştirileri düşünüldüğünden fazla önemsediğinin bir kanıtı. Bunu yaparak Trier bir nevi kendi sansür mekanizmasını da devreye sokuyor ve eleştirmenlere sunabileceği bir savunma hazırlıyor. Nymphomaniac, kendisini bir kavgadan kurtaran adama, şimdiye kadarki erotik deneyimlerini anlatan seks bağımlısı bir kadının hikâyesi. Ama filmden herhangi bir romantik içerik beklemeyin; zira poster sloganı olarak “Aşkı Unut” (Forget About Love) demeyi tercih etmişler.
açıklamasının ardından festival organizatörleri tarafından eleştiri yağmuruna tutulan ve sonra festivalden men edilen Trier’in Nymphomaniac ile bir kez daha Fransa’ya dönmesi bekleniyor. Skarsgard ise bu konuya, “Cannes korkakça davrandı ve Lars’ı medyanın önüne attı. Özür dilemiş olmasına rağmen festivalden men edildi. Bu başarısını da görmezden gelirlerse Cannes’ın imajının sarsılacağını ve protestolarla karşılaşacağını düşünüyorum.” diyor.
Tıpkı üçlemenin diğer filmlerinde olduğu gibi Charlotte Gainsbourg başrolde ve şimdiye kadar oynadığı en ağır rol olduğunu söylemekten kendini alıkoyamıyor. Daha önce defalarca cesur sahnelerin altından başarıyla kalkmış olmasına rağmen Nymphomaniac’ta bazı sahnelerde dublör kullandığını açıklıyor. Dublörlerin bazılarının Almanya’dan getirilen gerçek porno yıldızları oluşu, deneyimli oyuncuyu bi- Sanki Hitchock’un “Korkmale şaşırtmış. dan korku filmi çekemezsiniz.” sözlerini kanıtlamak istermiş Filmin bir diğer başrolü Stellan gibi Trier de depresyon üçleSkarsgard ise filme yapılan ağır mesini, içinde bulunduğu ağır eleştirilere cevaben, “Nympho- depresyon hali sayesinde çemaniac bahsedildiği gibi porno kebildiğini söylüyor. Bütün bu film değil. Artistik açıdan bunu sert eleştirilere rağmen, Metartışmam bile! Cinsellik ba- lankoli’yi izleyip beyninizi tırrındıran sahneler hiçbir şekilde malayan o şairaneliğe hayran sizi tahrik etmek için değil ak- kaldıysanız ya da Antichrist’i sine zihninizi rahatsız edecek izleyip doğanın içindeki gerçek ve sizi seksten soğutacak bir bi- doğalı ortaya çıkarmaya gücüçimde kurgulanmış. Lars’ın tu- nüz yettiyse Nymphomaniac haf ama dâhi planlarından biri sizin için en keyifli durak oladaha” diyor. Yönetmen benzer cak. Filmlerinin ardından herbir taktiği Antichrist’ta da kul- kes bir şey söyleyedursun, Trier landığı için seksten soğutma sinema tarihindeki yerini çokçabalarına alışığız aslında. tan aldı ve son eseri bizleri sinemalara davet ediyor, her ne 2011 Cannes Film Festiva- kadar ülkemizdeki salonlarda li sonrası “Hitler’i onaylamı- yasaklandığı için davetine icayorum ama onu anlıyorum” bet edemesek de…
41
resim yazı: Armağan Kanca
Joan Miro:
Renklerin Tangosu 2013’ün sonlarında Joan Miro ismi İstanbul sokaklarında kendine özgü renkleriyle görünmekteydi. Tarihten bir başka önemli ressamın sergisinin yurt satıhlarında konuk olacağının heyecanını yaşarken sergiye getirilen eserlerin sahte olduğu iddiasının ortaya çıkmasıyla hevesimiz kursağımızda kaldı. Sergi süresiz askıya alındı ama bu durum Miro’dan bahsetmemize engel değil. Barselona deyince akla gelen ilk sanatçılardan birisini, Joan Miro’yu sayfalarımıza taşıyoruz… 42
(üstte) Carnaval d’Arlequin, 1925
Barselonalı Olmak
D
Paris’te bulmadan önce, ilk Llotja, daha sonra Cercle Artistic de Sant Lluc gibi sanat okullarını yalayıp yutmuştur. Alaylı değil, okulludur anlayacağınız.
Zengin bir aileden gelen Miro oldum olası baba mesleği olan kuyumculuğu yapmayı düşünmemiştir. Çocukluk yıllarından beri sanatla ilgilenen Miro, 27’sinden sonra kendisini
Picasso’yla tarz olarak kısmen örtüşseler de, asıl olarak yaşam öyküleri paralellik göstermiştir. Picasso’nun yaşamına benzer şekilde; Fransa macerası, daha önceleri fovizm ve kübizm akımından etkilenen (ancak tek bir akıma bağlı kalmak istemeyen, ki buranın altını çizmekte fayda var) bir sanatçı için kaçınılmazdı. Picasso’nun savaşın günahlarını resmettiği Guernica eserine benzer şekilde, 1937 yılında pesimist kere pesimist bir eser bıraktı: “Still Life with Old Shoe”, İspanya üzerindeki iç savaş kaynaklı acıların
ali’den fazla Las Ramblas sokaklarında kendine yer bulan sanatçı; Gaudi’yle birlikte Barselona denince aklan gelen ilk isimlerdendi. Tamam, belki Dali’den veya Picasso’dan daha ünlü değildi ancak Figueres (Barselona’nın kuzeydoğusundaki bir ilçe) doğumlu Dali’den ve 14 yaşında Barselona topraklarıyla tanışmış olan Picasso’dan daha fazla Barçalı idi. Yahu adam şehrin göbeğindeki Gotham City’de (pardon, yani Barri Gotic’te) büyümüş. Daha ne olsun!
Picasso
yansımasıydı. Çürüyen elma, kuruyan ekmek ve gölgesi ağlayan aşınmış ayakkabı; Guernica’nın ikiz kardeşi gibidir. Yine Picasso’ya paralel şekilde sadece Barselona değil, Madrid tarafında da eserler bırakmıştır. Örneğin Madrid’teki Reina Sofia müzesi sanatçının The Reaper heykeli ile karşılar sizi. Ayrıca heykel alanındaki eserleri (keyifli şapşallığın etkisindeki kahramanları mı desem?) sadece Madrid sınırı içinde kalmamış, Pajaro Lunar (Ay Kuşu) gibi bir saftiriği Montjuic tepesindeki müzesine (Fundacio Joan Miro, 1975) serpiştirmiştir. Dolayısıyla kendisine ait olan müze ve Picasso müzesi günümüzde bile Barselona’nın turizm yükünü çekmeye devam etmektedir.
43
(üstte) Bleu II, 1961 (solda) Portrait de Madame K., 1924 (sağda) Chien Aboyant A La Lune, 1926 (karşı sayfada) Paysage Catalan, 1923
»»MÜZE
En pahalı eseri Bayan K’nın portresi 2001 yılında 11.5 m $ karşılığında sahibini buldu. Bu eser dışındaki önemli eserlerinin sergilendiği müzeleri sıralamayı uygun gördüğüm için bu listeyi yapıyorum: ●● La Ferme (1922): National Gallery, DC ●● La Terre Labourée (1924): Guggenheim, NY ●● Paysage Catalan (1925): MoMA, NY ●● Le Carnaval d’Arlequin (1925): Albright-Knox Gallery, NY ●● Chien Aboyant A La Lune (1926): Museum of Art, Philadelphia ●● Interieur Hollandais I (1926): MoMA, NY ●● The Escape Ladder (1940) ●● Woman Besides A Lake (1941) ●● Woman Encircled By The Flight Of A Bird (1941) ●● Chiffres Et Constellations Amoureux d’Une Femme (1941): Art Institute, Chicago ●● Bleu II (1961): Paris
44
Tür Karmaşası
Kartvizitinde “vahşi yaratıklar” (fovizm), “sihirli gerçekçilik”, “erken dönem gerçeküstücülük”, “dada” ve “deneyselcilik” gibi türler yazan Miro; birden fazla ülkenin pasaportunu taşıyan ajan gibidir. Bu ajan hangi ülkenin vatandaşıydı sorusunun cevabını fücceten söylemek mümkün gözükmediği için, ‘o bir dünya vatandaşıydı’ şeklinde cevaplamak en doğrusuydu. Yani hiçbir türe bağlı değil, her türe bağlı. Tamam, 1919 yılında yolu Andre Breton ile kesişmiş ve bilinçaltı kavramını incelemiş incelemesine, ancak, manifestosu belli bir akımın bayraktarlığını hiçbir zaman yapmamıştır. 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasına müteakip New York’ta soluğu alan gerçeküstücülerin aksine ülkesinde kalmış ve Franco rejiminin totaliter baskılarına boyun eğmeyip demir gibi bir iradeyle karşı durmuştur. Adalar ve Leon bölgesi hâkimiyetindeki Franco’ya rağmen 1940 yılından 1983 yılına (vefat edinceye) kadar Mallorca’da yaşamıştır. Hatta ve hatta İkinci Dünya Savaşı’nın en cavcavlı zamanında 50 tane taşbaskıdan oluşan Barselona dizisini de tamamlamıştır. İlginçtir ki, her
ne kadar 1939 yılından sonra kendisini New York’da bulmasa da, birinci dereceden etkilenen sanatçılar hep Amerika’dan çıkmıştır. Pollack, Motherwell ve 1920 yılında Türkiye’den Amerika’ya göç eden Ermeni ressam Arshile Gorky tarafından ilham alınan Miro, soyut resmin doğuşuna dolaylı da olsa ön ayak olmuştur. Aynı sebeple, sanatçının önemli eserlerinin çoğunun Amerika’da sergilenmesi de tahmin edileceği üzere tesadüf değildir.
Tarz Oluşturma
1924 yılında gerçeküstücülere katılmadan önce (aslında uzaktan izleyen bir yedek oyuncu desem daha doğru olur) Katalan dünyasının huzur verici yönlerini yansıtan Miro, akımın da etkisiyle, tarzında keskin değişikliklere gitti. Otomatik sanat, yani otomatizm, herhangi bir elekten geçmeyen doğrudan bilinçaltından akan ve rüya kavramının tuvale yansıması olarak nitelendirilebilecek bir biçimdi. Dolayısıyla gelenekçi olmayan ve duyulara hitap eden bu yapıtların Freudyen bazda değerlendirilmesi kaçınılmazdı. Rasyonel/irrasyonel zıtlıkların ‘çerçevelenmeden’
önümüze serildiği seksüel metaforlar tabii ki fiziksel olana göndermeydi. Arka plandaki soluk renklerin kandaki şeker oranının düşmesine bağlı halisünatif etkileri, biyomorfik biçimler olarak zuhur etti. Acaba rüyalarını öldürdüğü (yani çizip de ölümüne yol açtığı) için mi çalışmalarına resmin suikastı deniliyor bilinmez, ancak bilinen bir şey var ki Yourcenar’ın ‘rüyalarda renklere yer yoktur’ sözünü haksız çıkarırcasına rüyalarını boyamasını bildi. Preslene preslene bir hal olmuş bilinçaltı ambarından anarşist tuvaller üretti, daha ne yapsın! Nesne üzerine baskılanmış hayatlar ürettiği için doğalcılığı burjuva olarak nitelendiren Miro’yu; kraliyet salonları yerine müze bahçelerinde, ünlü bir sokağın kaldırım taşında, kartpostalda veya pulun üstünde görebilirsiniz (veya İspanya yolculuğu sırasında hediye aldığınız bir t-shirtün baskısı Miro’ya ait olabilir). O karenin içine Velazquez’i almak epey zor olurdu değil mi?
Ürün Üzerine
Kolay ulaşılan nesnelerin göbeğinde bulduğumuz Miro, algı kapılarının sonsuzluğunda hayallerini gezdirirken; sınırları kalın çizgilerle çizilmiş manifestoların çığırtkanlığında kısmen de olsa bulunması, onun kapana kısılmaya izin vermeyen iradesiyle biraz tezat oluşturmuyor muydu? Başka bir deyişle, cinsel açıdan saldırgan itkilerin ortaya çıkmasından hoşlanması ve bu uğurda eserler üretmesi, tamamıyla primitif bir düşüncenin unsuru olabilir miydi? Yoksa logos illa ki sahne mi almalıydı? Bu sorunun muhatabı direkt olarak Miro olmasa da yine de insan onun, Calvino gibi balonun içine yaşlı adamı yerleştirip gözden kayboluncaya kadar uçuracağına inandırmasını yeğliyor, o anın orgazmında Onibaba’nın maskesini görmeden.
(Seni) Çılgın Proce
Şimdi Dali çarşaf çarşaf 3D hologramları paylaşır da, Miro eksik kalır mı? Maalesef kalır!
4D sanat ve gaz moleküllerinin heykele dönüşmesi gibi çılgın şeylerin peşinden koşsa da, başaramadı. Yalnızca camdan oluşan Personnage Oiseaux adlı duvar resminin (kuş karakterleri ağırlıklı) evrak kayıtlarında bittiği düşünülse de, Miro’nun sinir hücrelerinde uzun süre baloncuk olarak yerini aldı. (üstte) Dona i Ocell, 1983, Barselona
Hevesi kursağında kalan sanatseverlerin gönlünü Dona I Ocell (Kadın ve Kuş) gibi bir eserle aldı. Ev dekoru için estetik zevki yüksek şeyler çıkaran Miro, bu sefer bu eseriyle şehri kutu gibi bir evin salonuna sığdırdı. Eser tam da, 92 Olimpiyatları öncesi köşesinde bekleyen biblo gibiydi. Son olarak Bleu II’ye yazı boyunca değinmediğimi fark edenler olmuştur. Soyut sanatın efsanelerinden Rothko’nun eserlerinin dinginliğinde nasıl huzur buluyorsam, bunda da aynı hissi yaşıyorum. Daha fazlasına gerek yok.
45
edebiyat yazı: Melis Mine Şener
Peride Celal:
Peride Bir Hayal Gibi, Eski Günleri Anlatan Kadın Eski Türk filmlerini sevenler hatırlar belki, Kızıl Vazo’yu? Hani kan davalı iki ailenin çocuklarının aşkına dayalı Hülya Koçyiğit ve Murat Soydan filmini? Ancak Muazzez Tahsin Berkant ve Kerime Nadir kıvamında sayarsanız sadece buna bakarak Peride Celal’i, haksızlıktır bu. Geliniz, bakınız, bilmediğinizi öğreniniz.
G
eç bulup çabuk kaybedilenleriniz olmuş mudur sizin de? Edebiyat âleminde hep demini beklettiğiniz, okumaya başladığınızda da yazarın ölüm haberiyle yüzleştiğiniz? İşte benim için böyle bir yazar Peride Celal. Doğumundan neredeyse 100 yıl sonra (üçü beşi tartışmayalım değil mi a canım?) keşfedilen, üstelik hep yanı başımda duran eski bir usta.
Asırlık ömre sığan hüzün
2013 biterken yaşasaydı 100 yıla yaklaşmış ömrüyle bir eski zaman ustasını anmadan olmazdı, tam adıyla Peride Celal Yönsel’i. 10 Haziran 1916’da İstanbul’da doğan, dönemin koşullarında Saint Pulchérie Fransız Lisesi’nde okuyan, üstelik her ne kadar üveylik gözetmese de üvey bir babayla yetişen hüzünlü, derin bir kadın Peride Celal. Bir dönem İsviçre’de çalışan, Bern ataşeliğinde sekreterlik yapan Celal
46
daha sonra (1944’ten 1949’a kadar) yine memlekete döner. İlk hikayesi 1935 yılında Yedigün dergisinde çıkmıştır. Ak Kız hikayesi P. Gençay adıyla yayımlanmıştır. Daha sonra Son Posta, Cumhuriyet, Tan ve Milliyet gazetelerinde öyküler, röportajlar yayımlar. Yazı hayatının ilk yılları Kerime Nadir, Muazzez Tahsin Berkand kıvamı aşk ve macera dolu, hatta bizim çocukluğumuzda bile izlenen siyah beyaz Türk filmlerine senaryo olmuş romanlarla geçmiştir. Geçim sıkıntısı vardır çünkü. Para kazanmak gerektir, bunun için de, “istenen” şekilde yazmak gerektir. Peride Celal’in bunlardan bir pişmanlığı, hüznü, istemezliği vardır sonradan anlatılanlardan anlaşılan. 15 yıla yakın bir süre bu şekilde geçer. Sonra bir dönem gelir ki artık Peride kendi yazdıklarını paylaşmak ister okuruyla. Behçet Necatigil’e göre Üç Kadın’dır bu ikinci dönemin başlangıcı, Selim İleri’ye göre ise Dar Yol (tam da Yekta
Kopan’ın “Becerikli Bay Kerim İnal”ını okurken bu yazıyı yazıyor olmam tesadüf müdür?). Ardından gelen pek çok kitap ile daha gerçekçi ve daha toplumsal romanlar yazsa da pek çokları için bu “romantik” yazar olma etiketi hala üzerindedir Peride Celal’in. Derken bir dönüm noktası daha gelir: Üç Yirmi Dört Saat. Milliyet Yayınevi’dir bu roman için seçtiği. O dönemde yöneticisi Ülkü Tamer’dir. Peride Celal arar ve bir kitabı için görüşmek istediğini söyler. Ülkü Tamer önceki romanları bildiğinden çok da sıcak bakmaz ama geri de çeviremez. Görüşme sırasında tahmininde yanılmadığını ve Peride Celal’in kitabını yayınlatmak istediğini görür. Nazik bir cevapla başından savar ancak Celal’in hali tavrı onu etkilemiştir, önyargılarından kurtulmaya karar verir ve kitabı okur. Okur okumaz da yaptığı hatayı anlar ve derhal Peride Celal’i arayarak tekrar görüşmek ister ve tüm hikayeyi
Başlıca Eserleri Romanlar
Sönen Alev (1938), Yaz Yağmuru (1940), Ana Kız (1941), Kızıl Vazo (1941), Ben Vurmadım (1941), Atmaca (1944), Aşkın Doğuşu (1944), Kırkıncı Tepe (1945), Dar Yol (1949), Üç Kadının Romanı (1954), Kırkıncı Oda (1958), Gecenin Ucundaki Işık (1963), Güz Şarkısı (1966), Evli Bir Kadının Günlüğünden (1971), Üç Yirmi Dört Saat (1977), Kurtlar (1990), Deli Aşk (2002)
Öyküler
Jaguar (1978), Bir Hanım Efendinin Ölümü (1981), Pay Kavgası (1985), Mektup (1994), Melahat Hanım’ın Düzenli Yaşamı (1999)
anlatır. Peride Celal’in cevabı önceki yazdıklarına karşı kendisinde de benzer bir imajın oluştuğunun göstergesidir: “Biliyorum, dün yayınevinden çıkıp Cağaloğlu yokuşundan inerken, daha önce yazdığım bütün kitaplara lânet ediyordum”. 1977 yılında yayımlanana bu romanıyla Sedat Simavi Ödülü’nü, ardından 1991’de Kurtlar romanı Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanır. 1996 yılı 15. TÜYAP Kitap Fuarı’nın Onur Ödülü de Peride Celal’indir.
Üvey babam elbette değerli, çok iyi bir insandı. Annem olsun, üvey babam olsun, çok uğraştılar. Ama babasızlığın verdiği müthiş bir yalnızlık vardı. (...) Ben hiçbir zaman kendimle barışmadım. Hâlâ barışmadım. Hayatla barışmadım.”
Peride Celal’in yazdıkları çok başarılı bir şekilde anlatır kadınların hayatını. Kendi gözlemlerini ve kadın dünyasının bir parçası olmanın avantajını ustalıkla kullanan Celal, kadınların iç dünyalarını açıklıkla, hatta bazen cüretkarca, Hayatın yasaklardan arınmış anlatabiiçinde hayatla len bir yazardır. Ve bu sebeple barışamamak yıllar öncesinin romantik aşk Genellikle röportaj vermekten kahramanı kadınlardan yürekkaçınan Celal, bir seferinde Se- li, cesur, zorluklarla boğuşan lim İleri’ye bir röportaj verir ve kadınlara evirilmiştir. Böylece orada şöyle der: “Geçmişe bak- Türk edebiyatının sağlam katığım zaman... Hele ilk genç- dın karakterleri Peride Celal ile lik... Bir kere geçmişte o kadar can bulmaya başlar. Eski, dar sıkıntı çektim ki ben, yokluk, sokaklardaki fakir genç kızyalnızlık, maddî sıkıntılar... lardan, dostu kendisini aldaKaramsar bir çocuktum. Sanki tan memede bebeğiyle mahzun herkesin üzerinde bir yüktüm. taze annelere her kadını etiyle
kemiğiyle görmek mümkündür Celal’in eserlerinde. Kadınların toplum içindeki yerini ve ruhsal durumlarını anlatır.
Yavaş mı, hızlı mı geçiyor zaman?
15 Haziran 2013’de hayatını kaybettiğinde cenazesi aile arasında yapılan sade bir törenden sonra Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilir, ölümü hakkında fazla açıklama yapılmaz, tıpkı yaşarken hayatına dair fazla açıklama yapmadığı gibi. Uzun ömrüne pek çok öykü ve 23 roman sığdı, ama ne kadar yazsa eksik kalanlardandı Celal, yeri bizler için hep boş kalacak olanlardan...
47
mitoloji yazı: Melis Mine Şener
Pallas ve Sentör Sandro Botticelli (1482)
Sentörler:
At Adamın Mitolojik Resmi Leyla ile Mecnun’un at adamından (ve o meşhur at muhabbetlerinden) tanırsınız belki sentörleri. Aslında Dionysos’un dostları ve hizmetkârıdır onlar. Gövdesinin yarısı at yarısı insan efsanevi yaratıklar. 48
Ger Yayını, Vur Kalbinden Aşığını…
E
fsanelerde ve tarih öncesi dönemde (ya da fantastik bir dünyada) geçen film ve oyunlarda belden yukarısı insan belden aşağısı at olan at adamlar, kentaour, centaur, kendavros olarak adlandırılırlar. Türkçeye sentör olarak geçer bu at adamlar. Ve aslında her gün gazete sayfalarında yer alacak kadar içimize işlemiş, gözümüzün önünde ama görmediğimiz bir parçası olmuşlardır hayatlarımızın. Nerede dersiniz? Tabi ki burç köşelerinde! Yay burcunun simgesini hatırlar mısınız? Gözünüzün önüne getirmeye çalışın bir. Belden yukarısı insan, belden aşağısı at, elinde yayı ve oku ile sentörlerdir her gün ilgilisine göz kırpan, fal köşelerinde. Belki de o fal köşelerinden sevdiklerinin kalbine bir yoldur gönderdikleri ok.
Şarap, Zevk, Savaş, İsyan
Mitolojide Dionysos’a (Yunan mitolojisinde şarap ve eğlence tanrısıdır bilirsiniz) hizmet ettikleri, bu yüzden şarap içmeye ve eğlenmeye düşkün olduklarıyla anılırlar sentörler. Sonlarının da bu zevk-i sefa, aslında daha çok şehvet demeli belki, sebebiyle olduğu söylenir. Kız kardeşleri sayılan kır perilerini rahat bırakmadıkları, onlarla sevişmek için peşlerinden koştukları rivayet edilir mesela. Yine rivayetlere göre Lapithlerin kralı ile Argos kralının kızı evlenecekken düğün gecesi gelini kaçırmaya teşebbüs etmişler ve bu teşebbüs onların Lapithler tarafından köklerinin kurutulmasına, sağ kalan üç beş sentörün de sirenlerin adasına sığınarak bir süre sonra nesillerinin tükenmesine sebep olmuştur (Demek ki neymiş, koskoca sentör de olsan, uçkur mevzu önemli mevzu... Ayağını denk alıp kimsenin sevdiğine göz koymayacaksın azizim. İki gönül bir oldu mu, bırakacaksın). Asi ve savaşçı ruhlu olduklarına inanılan sentörler savaşmak için kendilerine hareket kolaylığı sağlayan ok ve yayı tercih ederlermiş. Savaşçılıklarının yanında geleceği bildikleri de söylenegelir. Yazık ki, kendi geleceklerini bilememiş, bilebildiyseler bile değiştirememişlerdir… Kuzey Yunanistan’da Pelion Dağı çevresinde
yaşadıklarına inanılan bu yarı at, yarı insan yaratıkların Lapithae kralı Ixion ve bir bulutun çocuklarıdır. Efsaneye göre Kral Ixion bir gün Hera’yı ayartır ve gizli bir buluşma ayarlarlar. Ancak Zeus bunu öğrenir ve buluşmaya Hera kılığına soktuğu bir bulutu gönderir. Bu buluşmanın meyveleri de sentörler olur. Sentörlerin bir başka doğuş efsanesi annelerinin Nephele olduğunu anlatır. Ama işin içine Zeus girmediği için öyle alengirli buluşmalardan söz edilmez.
Mitolojiden Popüler Kültüre
Dönem dönem Herakles, Zeyna, Harry Potter, Narnia Günlükleri gibi filmler ve Dungeons & Dragons, Age of Mythology, Mortal Kombat, Warcraft ve benzeri oyunlarda karşımıza çıkan sentörlerin aslında en bilinen efsanesi Herakles ile olanıdır. Herakles Deianeria ile evlenir ve ilk yolculuklarında (balayına mı gidiyorlardı dersiniz?) kabarmış bir sele rastlarlar. O sırada sandalcı sentör Nessos ile karşılaşırlar. Nessos selde onlara yardım teklif eder, Herakles bu teklifi kabul eder. Ancak Nessos Deianeria’yı kaçırmaya kalkışınca olanlar olur ve Herakles Nessos’u oku ile göğsünün ortasından vurur. Nessos ölmeden önce Deianeria’ya şöyle fısıldar: “Yaramdan akan kanı topla, Herakles’in bir giysisini bununla ıslat. Bu iksir onun sana olan aşkını ölümsüz kılacaktır” (Aşkla kandırılamayacak kaç kadın tanıyorsunuz?). Deianeria bu söze inanarak Nessos’un kanından bir miktarı alıp Herakles’in bir gömleğini bununla ıslatır ve gerektiğinde kullanmak üzere saklar. Bir süre sonra Herakles’in yolculukları maceraları artar, sıklaşır. Bu yolculuklarda yeni yeni kadınlar, yeni aşklar ortaya çıkmaktadır. Nessos’un öğüdünü hatırlayan Deianeria, bir kurban törenine giden Herakles’e Nessos’un kanına batırdığı gömleği verir. Herakles gömleği giyer giymez, gömlek tenine yapışır ve Herakles’i yakmaya başlar. Herakles acı içinde kendini yerden yere atmaya başlar, bağırır çağırır, kıvranır. Bunları gören Deianeria Nessos’un kendisini kandırdığını ve Herakles’in ölümüne sebep olacağını düşünerek kendini öldürür. Çektiği acılara dayanamayan Herakles kendisini Oita
Dağı’nın doruklarına taşıtır, orada çok büyük bir ateş yaktırarak kendini ateşe attırır. Ve böylece acılar içindeki bedeninden kurtularak ölümsüzlerin yanına Olympos’a taşınır. Kendi başlarına pek hikaye edilmeyen, çoğunlukla Herakles’in söylencelerinde yer bulan sentörler, akla bir de satirleri getirir ki, onlar da ayrı bir yazı konusu olmalı. Bunların dışında günümüz popüler kültürünün içinde özellikle fenomen haline gelen Leyla ile Mecnun’da kendine yer bulan atlarla birlikte alıp yürüyen (“Arkana bakma Mecnun / Neden at mı var arkamda?”, “At kafası”, “At TV”, vb.) mizahın aynı ekibin yeni işi “Ben de Özledim”de de at adam olarak görünmesi şaşırtıcı olmadı tabi. Ama benim aklımda hala Kevin Sorbo’nun Herkül’ünden kalma sentörler var. Ray Bishop’un canlandırdığı hafif öfkeli duruşlu kara yağız sentör ve Mark Ferguson’un canlandırdığı asi sentör. Edebi mecraya bakarsak da sentörlerin göründüğü örnekler pek çok: Harry Potter, Narnia Günlükleri bunlardan sadece ikisi.
Başka Başka Neler Var?
Cinsiyet ayrımını net bir şekilde gördüğümüz bir türdür sentörler, öyle ki dişilerine sentörides (kentaurides) denir. Bunların da en bilineni Cyllarus’un karısı Hylonome. Çok sevdiği kocası Lapithaelilerle olan savaşta kollarında can verince kendi eliyle hayatına son verir Hylonome. Bir başka bilinen sentör de Chiron’dur. Zeki, medeni ve kibar bir sentördür. Tıp bilgisi ile meşhurdur. Diğer sentörlerden farklıdır. Söylenceye göre Kronos (zamanın tanrısı bildiğimiz o ilk tanrı hani) at kılığına büründüğü bir gün peri kızı Philyra ile sevişir ve bu sebeple Chiron doğar. Chrion’un diğer sentörlerden farklı barışçıl karakterinin ise gençlik günlerini beraber geçirdiği Apollon ve Artemis sebebiyle olduğu söylenir. Chiron çoğunlukla Pelion dağında yaşar, peri Chariclo ile evlidir. 3 kızı ve 1 oğlu vardır. (Melanippe, Endeis, Ocyrhoe ve Carystus) Bu yazı da böyle böyle alır başını gider, torunlarına kadar yol olur. Uzun lafın kısası at adam deyip geçmeyiniz, onların da birer hikayesi vardır!
49
edebiyat inceleme: Gülin Enüst
Rüzgar Gibi Geçti:
İç Savaşın Ortasında Dişil Bir Çatışma Saplantılı aşklar, tarihin gördüğü en büyük iç savaşlardan biri, döneminin standartlarının çok dışında yaşayan bir kadın ana karakter ve ince ince örülmüş bir olay örgüsü… Margaret Mitchell’ın tarihi romanı Rüzgar Gibi Geçti, dönemin olaylarını ele alış biçimi ve işlediği temalarla, basıldığı yıl olan 1930’dan beri kitapseverlerin raflarında kendine yer buluyor.
1
937 Pulitzer Ödülü’ne layık görülen ve tüm zamanların en çok okunan kitapları arasında listelerde kendine hep ilk 10’da yer bulan Rüzgar Gibi Geçti, orijinal adıyla Gone With the Wind, iyi bir kitapseverin kütüphanesinde mutlaka bulunan yapıtlardan biri. En az kitabı kadar ilgi çeken ve en iyi film dahil olmak üzere toplam 8 dalda ödül almış olan filmiyle de daha geniş kitlelerin ilgisini çeken Rüzgar Gibi Geçti, ilk basıldığı yıl olan 1936’dan günümüze dek bir klasik olarak yerini korudu. Kitabın bu popülerliğinin en temel sebepleri; güçlü karakterleri, işlediği temaların ilginçliği, ve elbette içerdiği takıntılı aşk hikayesi.
Karakterler her zaman önemlidir
Bazı kitaplardaki ana karakteri çok seversiniz, sizden bir parça olur. Bazı
50
kitaplardaki ana karakterlerden nefret edersiniz, ama yine de, sayfalar geçtikçe, içten içe bir bağ hissedersiniz onlarla aranızda. Rüzgar Gibi Geçti’nin iki kadın ana karakteri var. Scarlett O’Hara ve Melanie Hamilton/Wilkes. Ben kitabı ilk okuduğum zaman, Scarlett’e büyük sempati duyup, Melanie karakterinden hiç ama hiç hoşlanmamıştım. Fakat seneler içinde bu fikrim çok değişti. Scarlett O’Hara için siz neler hissettiniz bilemiyorum. Fakat o kadar güzel kurgulanmış bir karakter ki, 950 sayfa boyunca (tabii sayfa sayısı basım ve çeviriye göre değişiyor) gençlik yıllarından olgunluk yaşlarına dek bir kadının gelişimini ve yaşadığı döneme ayak uydurmaya çalışmasını soluksuz okutuyor. Toplumsal Darwinizm’in temeli olan, en iyi uyum sağlayanın hayatta kalabildiği kuramını doğrular cinsten bir
Solda, Scarlett O’Hara’nın resmedildiği, kitabın 1936 tarihli reklam posterinden bir görüntü. Sağda, Margaret Mitchell.
karakter çünkü Scarlett O’Hara, küllendikçe yeniden doğup hayata uyum sağlamayı ve hatta hayatını yönlendirmeyi başarabildiği için kadın roman karakterleri arasında farklı bir yere sahip. Bu karakterin edebiyattaki bağımsız kadın karakterler arasında bir ilk olduğunun düşünülmesi hiç yanlış olmaz, çünkü Scarlett O’Hara geleneklerine günümüzde bile bağlı olan güney eyaletlerinin iç savaş başlamadan önceki terbiyesini almış bir karakterdir. Beyaz teni bozulmasın diye şalı olmadan güneşe kesinlikle çıkmayan, katıldığı her sosyal ortamda belli sosyal etiketlere uyacak şekilde davranan ve güneyli centilmenler tarafından pohpohlanıp şımartılan bir kızken, bir anda dünyasının yıkılması sonucu değişmeye zorlanan bir karakterdir. Kitabın akışı boyunca bu değişime uyum sağlayamayan pek çok kadın karakter görürüz. Scarlett’in kız kardeşleri ve komşularının kızları bunlara örnektir. Fakat Scarlett değişen dünyaya uyum sağlar, bunu etrafını kırıp dökerek, bencilce davranarak ve değerlerini hiçe sayarak yapar, ama yapar. Margaret Mitchell’ın kitabın basımından yaklaşık 10 yıl öncesinde yazmaya başladığı bu romanın başkarakterinin, daha ortada kadın hakları ve feminizm gibi akımlar ortada yokken kurguladığını düşününce, kitabın kadınlar arasındaki popülerliğinin bir sebebi daha ortaya çıkıyor. Kadının toplumdaki görevinin sadece güzel olup daha sonra da anne olabilmekten ibaret olduğu bir dönemde yazılan bu karakteri düşününce, sizce de aradaki zıtlık çok büyük değil mi? Melanie Hamilton/Wilkes, güneyin iç savaş öncesi değerlerinin tümünün vücut bulduğu karakter. Az önce dönemin kadınlarından beklentinin ne olduğu konusuna değinmiştim. Melanie Wilkes toplumun beklentilerini bir aşamaya kadar karşılayabilen bir kadın karakter; her zaman ve herkese karşı kibar, kendi çıkarı uğruna hiç bir şey yapmayı aklından bile geçirmeyen ve etrafındakilerin iyiliği için çaba gösteren bir karakter. Fakat çok zor şartlarda anne olabiliyor ve annelik ne yazık ki hayatına mal oluyor. Melanie, Rhett Butler karakterinin tanımladığı gibi tam anlamıyla bir hanımefendi portresi çiziyor. Margaret Mitchell’ın kitabında
karşı karşıya getirdiği Scarlett ve Melanie, sahip oldukları zıt özelliklerle öne çıkıyorlar. Hırçın ve bencil, ama hayata tutkuyla bağlı ve kurtuluşunu kendi yaratan Scarlett, nazik ve yardımsever, herkesin gönlünü kazanan ve her şeye rağmen Scarlett’i hep kardeşi sayan Melanie. Bu karakterlerden birinin yaşamaya devam edip diğerinin ölmesi, yaşadıkları ve şu anda bizim yaşadığımız toplumun aldığı yeni şekle hangisinin uyum sağlayıp sağlayamayacağının bir öngörüsü aslında. Dikkatlice bakıldığında, günümüzde Scarlett gibi karakterler ancak kurtulabiliyor. Bu “kurtuluş”, toplumda var olabilme, birey olarak baş gösterebilme başarısı elbette.
Tartışmalı mesajlar
Margaret Mitchell’ın romanı, harika karakterlerinin yanı sıra, Amerikan iç savaşına dair de önemli mesajlar veriyor. Öncelikle şunu belirtmekte fayda var ki, Atlanta’da doğup büyüyen Mitchell, güneyli değerlerine kalpten bağlı bir yazar ve romanı da inandığı değerler üzerine kurulu. Zamanında zencilere karşı ırkçı söylemi yücelttiği için çok eleştiri alan kitabın, ırkçılığı romantik bir idealin arkasında perdelenmiş vaziyette sunduğuna şüphe yok. Kitaptaki zenci karakterler ya eski efendilerine sadık kalan ve özgürlüğü seçmeyen karakterler (aslında bu konuya çok değinmek isterim ama başlı başına başka bir yazının konusu) ya da kuzeylilere yardım eden hainler olarak sunuluyor. Eski güneyin değerlerini yücelten bu kitap, bu değerleri yüceltirken aslında köleliğin de avukatlığına soyunuyor. Güneyin debdebeli ve refah günlerini köle emeğine borçlu olduğu gerçeği kitapta hiç ama hiç yer bulmuyor. Fakat enteresan bir şekilde, eski güney her ne kadar yüceltilse de, anılarda kalması ve yeni düzene uyum sağlanması gerektiği, aksi takdirde yok oluşun kaçınılmazlığı mesajını da veriyor Mitchell. Kitabın iki erkek karakteri, tam da bu mesajı verir. Örnek bir güneyli centilmen olan Ashley Wilkes, zengin ve köklü ailesinin biricik oğluyken, kendini savaşta bulur, yenileceklerini bile bile kahramanca savaşır. Savaştan döndüğündeyse, yıkılmış, talan edilmiş evini görür, Scarlett’in yanında Tara’da sığıntı olarak yaşar, bunu gururuna yediremedikçe içine kapanır. Elde edebildiği tek işi
ona Scarlett verir. Bir zamanlar aşık olduğu kadına her şeyi borçludur ama yeni ortama uyum sağlayamaz, karısı Melanie’nin ölümüyle ise, tıpkı eski güneyin yıkılıp yok olması gibi, Ashley Wilkes de ışığını kaybeder ve varlığını geçmişiyle sürdürebilir. Rhett Butler ise, Ashley karakterinin tam zıddıdır. Yaşadığı toplumun ahlak kurallarına karşı işlediği suçları sonucu ailesinin evlatlıktan reddettiği bir birey olarak, toplumda kötü bir ünü varken, üstüne bir de sivri dili ve insanların egolarını yerle bir etmesiyle, hiç sevilmeyen bir karakter olarak çıkar okurun karşısına. Tıpkı Scarlett gibi, o da gerçekçi ve fırsatları değerlendirmeyi bilen bir karakterdir. Eski ideallerin yok olmaya mahkum olduğunu ve değişen dünyaya uyum sağlaması gerektiğini bilir, bu nedenle yeni düzenin, yeni Güney’in kitaptaki temsilcisi odur. Nitekim kazanan da o olur. Belirtmek gerekiyor ki, Scarlett’i Charleston’dan kurtardıktan sonra Güney’in ordusuna katılmaya karar vermesi, bu karakterin yapısıyla ilgili belki de eleştirilebilecek tek noktadır. Bu kadar akıllı ve her durumda kendini kurtarmayı bilen bir karakterin, kaybedileceğini en başta bildiği bir dava için kendini feda etmesi, fazla romantik bir ideal. Margaret Mitchell bu dört ana karakteri ve bu karakterlerin birbirleriyle olan bağları, eski güney ve yeni güneyin çatışan değerlerini gösteriyor okurlara. Ve elbette, güneyin halkının gönülsüzce parçası olduğu değişimin yıkıcı etkilerini, köleliğin güneyliler için alıştıkları düzenin parçalarından biri olduğunu ve bu değişimden pek mutlu olmadıklarını da. Fakat varılan sonuç ne olursa olsun, Rüzgar Gibi Geçti gerek kurgusu, gerek karakterleriyle gerçek bir klasik.
51
sinema inceleme: Bahar Yıldız
Büyük Budapeşte Oteli:
Pastel Renkli Bir Tablo ABD bağımsız sinemasının en renkli yönetmeni Wes Anderson’ın yazıp yönettiği Büyük Budapeşte Oteli, Nisan ayında beyaz perdede yerini aldı. Biz de renklerin iç içe geçtiği bu görsel şöleni sizler için mercek altına aldık.
52
G
eçtiğimiz günlerde 45 yaşına giren Wes Anderson, bu genç yaşına rağmen sinemaseverleri şaşkınlığa uğratacak birçok projeye imza attı. Eğer daha önce bir Wes Anderson filmi izlemediyseniz bu yazıyı okumak için bir kez daha düşünün! Çünkü sinema zevkiniz bir daha eskisi gibi olmayacak. Eğer daha önce onun filmlerinden birini bile izlediyseniz bu filmde tanıdık oyuncular göreceksiniz ve suratınızdaki gülümseme uzun bir süre
yüzünüzden silinmeyecek.
Zengin ve soylu insanların bellboyu: Zero Moustafa
Zamanın en gözde mekânlarından The Grand Budapest Hotel’in konsiyerjliğini yapan Mösyö Gustave H, aynı zamanda otelin zengin, yaşlı, sarışın ve zavallı kadınlarının biricik yardımcısı ve sevgilisidir. Onları mutlu edip her türlü ihtiyaçlarını karşılayan Gustave H’nin sevgililerinden Madame
tekniği. Şimdi biraz da bu filmden yola çıkarak yönetmenin tekniğine göz atalım.
Birçok disiplini içinde barındıran bir sanat yapıtı
D. bir gün ölür ve mirasının en değerli parçası olan Elmalı Oğlan tablosunu Mösyö Gustave’a bırakır. Açgözlü akrabaların mirasa akbaba gibi üşüşmesi üzerine Mösyö Gustave, sadık yardımcısı bellboy Zero Moustafa’nın da yardımıyla bu tabloyu çalar ve Zero Moustafa’nın ağzından dinlediğimiz hikâyemiz işte böyle başlar.
genel olarak ölüm teması, çok fazla duygu uyandırmayan, hatta esprili bir biçimde işleniyor. Çoğunda bir adamı yahut hayvanı öldüren yönetmen, bu filmde de avukatın kedisini öldürüyor. Fakat bu sahne filmin eğlenceli sahnelerinden biri olarak karşımıza çıkıyor ve dramatikleştirilmeden anlatılıyor. Wes Anderson’ın bu filmiFilmin en güzel yanlarından bi- ni ve yeteneğini eşsiz kılan ri; konunun işlenişindeki bakış şey ise olaylara bakış açıaçısı. Yönetmenin filmlerinde sının yanı sıra benzersiz
Wes Anderson’ın filmlerinin ortak temalarından birisi nostalji. Filmler günümüzde geçse bile kıyafetler ve müzikler genellikle 50’leri, 60’ları hatırlatıyor. Bu film için de aynı durum geçerli. Büyük Budapeşte Oteli günümüzün “flashback’inin flashback’i” bir zamanda geçiyor. Yaşlı bir yazar, gençliğinde tanıştığı Zero Moustafa’nın gençliğinin hikâyesini kitaplaştırmıştır. Bu vesileyle ilk flashback’le 1968 yılında, ikinci flashback’le de 1932 yılında geçen bireyci bir hikâyenin içinde buluruz kendimizi.
53
Swinton gibi Wes Anderson’ın daha önce birçok filminde gördüğümüz kemik kadrosuna ek olarak Edward Norton, Adrien Brody, Willem Dafoe gibi önceki filmlerinde birer kez görünmüş oyuncular da filmde yer alıyor. Başrolde ise yetenekli oyuncu Ralph Fiennes görülüyor. Schindler’in Listesi’nde faşist bir Nazi subayını oynayan aktörün filmdeki Nazi subaylarına faşist diye seslenmesi de filmin güldüren ironilerinden biri.
Daha Fazla Wes Anderson
Büyük Budapeşte Oteli’nin yanı sıra Anderson’ın şu filmlerini de görmeden geçmeyin: • The Royal Tenenbaums • Moonrise Kingdom • The Darjeeling Limited • Fantastic Mr. Fox
Wes Anderson’ın en karakteristik özelliklerinden biri, kullandığı renkler. Genellikle filmlerde pastel tonları ve onların yanında birkaç parlak rengi kullanan yönetmen, Büyük Budapeşte Oteli’nde de belirli bir renk paleti kullanmış. Pastel maviler, pembeler, toprak tonları arasına serpiştirilmiş kırmızılarla her sahne hareketli bir tablo gibi görünüyor. Bu sahnelerden herhangi birini gördüğümüz anda, o karenin Anderson imzası taşıdığını söylemek hiç de zor olmayacak. Yönetmenin filmlerine tablovari dememizin bir sebebi de eşsiz simetri takıntısı. 90 derece açıyla çekilmiş planlar ve odakta bir obje her sahnede bulunmakta ve yönetmenin bu takıntı uğruna verdiği emek bir ressam titizliğinde. Ressam
54
titizliği
demişken,
Filmlerinde aynı oyuncuların yer alması da Wes Anderson’ın takıntısının bir göstergesi. Takıntı denecek titizliğinin bir başka göstergesi de filmde yer filmde yer alan tablolar, Gusta- alan fotoğrafların, belgelerin ve H’in okuduğu şiirler, filmin bile özenle hazırlanması. Filmkendisinin de bir roman ola- de yer alan bu küçük ayrıntılar rak sunulması, otelin mimari- filmi mükemmel yapan unsursinin incelikle işlenmesi ve film lardandır. müziklerinin de aynı titizlikle kullanılması resim, edebiyat, Sosyal Arka Plan mimari ve müziğin iç içe geç- Filmde küçük ayrıntılarla histiği disiplinler arası bir sanat settirilen sosyal arka plan, 2. anlayışını göstermekte. Ayrı- Dünya Savaşı döneminin Naca filmin sonunda Stefan Zwe- zi Almanya’sının baskıcı yöneig’dan etkilerin bulunduğu be- timine işaret ediyor. Bunun yalirtiliyor. Filmin sonuna doğru nı sıra sınıf farkına ve dönemin siyah-beyaz sahnelerin olması soylu zenginlerinin ortamı40’lı yılların filmlerine bir saygı na bir eleştiri yöneltiliyor. Filduruşu niteliğinde. Yönetme- min güzel yanlarından biri de nin çok yönlü sanat anlayışını odak olarak işlenen konunun burada da görmek mümkün. savaş zamanı ya da sınıf farkı gibi dramatik bir konunun akBüyük Budapeşte Oteli’nin fil- sine, bireysel bir konu esprili min içerisindeki bir roman ol- bir dille işlenirken sosyal arka duğunu daha önce söylemiştik. plana hafifçe değinilmesi. Bu Filmin bölümleniş tarzı da tıp- da alışılagelmiş eleştirel dilin kı bir roman gibi gösteriliyor. ötesinde ince bir zekâyla yapıDaha önceden yönetmenin bir lan bir gönderme olarak filmde diğer filmi olan The Royal Te- yer alır. nenbaums’u izleyenler bu tekniği hatırlayacaklardır. Bunun Bütün bu unsurların birleşimi sonucunda filmin hem bir tab- olarak Büyük Budapeşte Oteli, lo hem de bir roman olarak iş- Wes Anderson’ın en güzel filmlenişi yönetmenin dehasının lerinden biri olarak hafızalarda bir göstergesi. yerini almış durumda. Filmi izlerken bu dehaya duyulan saygı Tanıdık Yüzler ve hayranlık, ayrıntıların işleWes Anderson filmlerinin en nişindeki inceliğin verdiği şaşkarakteristik özelliklerinden kınlık ve renklerin büyüsü ağbiri de her filmdeki oyuncu zınızda Mendl’s tatlıları gibi bir kadrosu seçiminin benzer ol- tat bırakacak ve uzun bir süre ması. Owen Wilson, Bill Mur- yüzünüzdeki mutlu ve şaşkın ray, Jason Schwartzman, Tilda ifadeye engel olamayacaksınız.
55
oyun yazı: Murat Halilbeyoğlu
Hotline Miami:
Yeni Nesil Retroda Bir Şiddet Tufanı “Retro” kavramı artık baktığımız her noktada, endüstrisi ne olursa olsun, kendisine belli bir yer edinmiş durumda. İnsanlar bu kavramı ve onun getirdiklerini farklı sebepler doğrultusunda seviyor. Yeni nesil daha önce karşılaşmadığı bir dünyayı yaşamak adına retro’yu benimserken, eski nesil retro ile geçmiş günlerini yad ediyor. Eski TV’ler, buz dolapları, kıyafetler ve şimdi de oyunlar. Bu furyanın içerisinden Hotline Miami’yi takdim ediyoruz…
H
otline Miami görüntü ve ses olarak tam anlamıyla 80’lerden fırlayıp çıkmış bir oyun. Piksel dediğimiz o kare kare görüntüler ve en basit ses modu olarak bilinen midi müzikleri ile bir retro hayranına yaşatabileceği bütün zevki yaşatmayı amaçlıyor. Programcı Jonatan Söderström ve sanatçı Dennis Wedin tarafından kurulan Dennaton (DENNis & jonATHA(O)N) Games adlı İsveç bir oyun firmasının yapımı. Oldukça basit, oldukça sade ve oldukça da zor bir oyun. Zaten bütün eğlence de burada yatıyor.
Ahlaksız şehrin namussuz koruyucuları
Eski neslin Miami hakkında hatırladığı bir şey varsa o da işin Vice kısmıdır sanırım. 1984-1989 yılları arasında yayınlanan Miami Vice dizisi biz 80 kuşağına Miami’nin doğal güzellikleri olduğu kadar uyuşturucu, seks ve kirli para ile dolu ahlaksız bir şehir olduğunu da göstermişti. İşte Hotline
56
hikayeye sahip. Fakat yapımcılar için bu sorun değil anlaşılan, hele oyuncuların umurlarında bile değil çünkü oyunun ikincisi şu anda geliştirme aşamasında.
Demin de bahsettiğimiz gibi HM oynaması basit kazanması zor olan bir oyun. Oyunu fare ve klavye tuşları ile kontrol ediyorsunuz. Kontrol etMiami bunu şimdi yeni nesle tanıtma tiğimiz kişi ise bizim için bir gizem. amacında. Oyundaki herkes ona “Jacket” diye hitap ediyor. Öldürme işlerine ne zaElbette yapımcılara soracak olursanız man ve nasıl başladığını tam olarak “bu sadece bir oyun”. Eğlenmek, vakit bilmiyoruz ancak bildiğimiz bir şey geçirmek ve biraz da mücadele ruhu- var ki amacımız intikam. Peki kimnu ortaya koymak için yaptığımız zor den? Orası da hala meçhul. Jacket kabir oyun. Nitekim Miami Hotline’ın fasının içinde sürekli olarak üç haygörsel ve işitsel özelliklerini bir kena- van maskeli figürün görüntüsüne ra bırakırsanız en büyük niteliği de maruz kalıyor. Bu figürler ona kimbu zorluğu. Hotline Miami (HM) üst- liğini ve hareketlerini sorgulamasına ten gözüken 2D grafiklere ve 8-bit’lik neden oluyor. İşte bu görüntüler arbir grafik yapısına sahip 2012 yapımı dından ilk görevimiz başlıyor. bir oyun. Oyunda amacımız telefonla (Hotline) aldığımız görevlerimizi, Telefondaki ses bize şifreli bir mesaj gittiğimiz mekanlarda yerine getir- ile ne yapmamız gerektiğini anlattıkmek ki o da tek bir şeye hizmet edi- tan sonra bir horoz maskesini apartyor: “Hepsini öldür!”. man dairemizin önünde diğer malzememiz ile birlikte buluyoruz. Oyunun HM çıktığından bu yana içerdiği şid- temel konsepti de buradan itibaren det, argo konuşmalar ve grafiksel kendisini gösteriyor. HM oyununda olarak çok belli olmasa da bir tutam her görevde bir hayvan maskesi takıseks yüzünden eleştirilere maruz kal- yoruz. Horoz, baykuş, at, çita, unicorn, dı. Yapımcı şirketi telefonla arayıp şi- maymun, kurbağa vs. gibi toplamda kayet eden ailelerden bazı ülkeler- 26 adet maske mevcut. Maskeler sade yasaklanmasına kadar ilginç bir dece Jacket’in kimliğini gizlemek için
değil aynı zamanda ona farklı yetenekler kazandırmak için kullanılıyor. Her görev öncesi oyun sizden o zamana kadar açılmış olan maskelerden bir tanesini seçme zorunluluğu kılıyor ve siz de görevin büyüklüğüne göre buna karar veriyorsunuz. Örneğin Aubrey, yani domuz maskesi etrafta daha fazla silahın çıkmasını sağlarken Graham, yani tavşan maskesi Jacket’in daha hızlı hareket etmesini sağlıyor. HM’de ateşli silahlardan demir çubuklara, bombalardan katana kılıcına kadar geniş yelpazeye sahip bir çeşitlilik olsa da Jacket her göreve eli boş gidiyor. İlk öldürdüğünüz mafya elemanındaki silahı alarak göreve başlayıp sonra etrafta bulduklarınız ile devam ediyorsunuz.
Zoru hemen yaparım, imkansız az zaman alır
Peki, anlatılan bunca şeyin yanında Hotline Miami’nin bu kadar “tutku” yaratmasındaki sebep nedir? İçerisinde aşırı şiddet ve ahlaksızlığın geçtiği oyun aslında bir süre sonra bu tarz öğelere gözlerinizi kapatıyor çünkü oyundaki zorluk seviyesi sizi bir nevi transa geçiriyor. Bir zaman sonra kendinizi sürekli “R” tuşuna basarak 1 saattir geçmeye çalıştığınız bölümü tekrar ederken buluyorsunuz, çünkü bir önceki sefer ya fırlattığınız bıçak hedefini bulmamış oluyor ya da “bilerek” zorlaştırılmış kontroller yüzünden karşınızdaki düşmanın kafasına demir sopayla vuramıyorsunuz. Kim bilir belki de bir yumrukla yere yatırdığınız mafya bozuntusunun kafasını duvara geçirecekken bir diğeri arkanızdaki kapıdan çıkarak sırtınızda 10 cm çapında bir delik açıyor elindeki pompalıyla. Evet, Hotline Miami’nin zorluğu tamamen kontrollerinden kaynaklanıyor. Genellikle oyun dünyasında bu etmen oyunun eksilerinden birisi olarak gözükür fakat HM’de bu unsuru bilinçli olarak ortaya konduğu için tam tersine bir artı olarak çıkıyor karşımıza. Oynarken sürekli olarak Jacket’i düşmanının yanlış tarafına sürükleyecek, ya da tam köşede soteye yatmayı amaçlarken bir anda koridorun ortasında bulacaksınız kendinizi. Bunun yanında düşmanınız ile olan mesafenizi tutturamadığınız
için sizin elinizde bıçak varken o daha uzun olan levye ile önceden size vurup kafanızı dağıtabilecek. Sonrası… “R” tuşu, “R” tuşu ve yine “R” tuşu.
odalarda kaç kişi bulunduğunu ve ne yaptıklarını rahat bir şekilde görebiliyorsunuz. “Üst Karakter (Shift)” tuşuna basılı tutarak farenizi etrafta dolaştırarak haritanın diğer kısımlarını Ancak her ne kadar okuması sıkıcı gi- da görebiliyor ve buna göre kendinize bi gelse de bu oyunun en büyük zevk- bir plan oluşturuyorsunuz. lerinden bir tanesi. Pisliğin teki olduğunu bildiğiniz düşmanlarınızı teker Eski tas yeni hamam teker ortadan kaldırmanın verdiği Eski türde görüntüye sahip olsa bile haz bir yana sürekli olarak bölüme Hotline Miami’nin mekaniği o kadar yeniden başlamak içinizdeki o müca- eski değil. Özellikle yapay zekası oldele hissini inanılmaz derecede ateş- dukça etkileyici. Düşmanlar genellikliyor. Öldükten sonra “Bir daha” di- le sabit durmuyor. Çoğu belli bir düyorsunuz kendinize, “Bu sefer önce zende ilerlese de zaman zaman farklı mutfaktakini halledeyim”. Yine ol- yönlere giderek sizleri şaşırtabiliyormuyor tekrar “Bir daha” diyerek baş- lar. Öte yandan silah seslerine duyarlıyorsunuz, “O zaman önce o köpeği lı oldukları için yan odadaki pompalı öldürmeliyim”. Olmuyor ve “Bir DA- tüfek sesine üç tane silahlı adam koHA!” diye iyiden iyiye kızışmaya baş- şabiliyor. Etrafta ve mafya üyelerinin lıyorsunuz. Sonra bir bakmışsınız ki elinde bulunan silahlar genellikle bökız arkadaşınızın makyajı, saçı, vs. bi- lüm tekrarlarında değişiyor. Yani bir teli bir saat olmuş ama siz hala Hot- önceki denemenizde mutfakta bulduline Miami’de o bölümü geçmeye ça- ğunuz otomatik makineli tüfeğin yelışıyorsunuz (Bayan oyuncular sizler rinde bu sefer bir bıçak çıkabiliyor. için tersi bir durum söz konusu değil ne yazık ki). Bunun haricinde oyunda belli bölümlerde “Boss” dediğimiz bölüm sonu İşte öncesinde bahsettiğim, tran- adamları mevcut. Bu kişiler diğer ölsa geçme olayı da bu. Bir süre sonra dürdüğünüz mafya üyelerinden dayaptığınız şeyin ne olduğunu değil sa- ha güçlü ve farklı yeteneklere sahipler. dece, onu nasıl yapmanız gerektiğini Misal ilk çıkan arkadaşımızda sağdüşünürken buluyorsunuz kendini- lam bir kurşungeçirmez yelek olduğu zi. Sürekli olarak art arda birkaç kişi- için kendisini tek vuruşta öldüremiyi öldürerek daha iyi puanlar almaya yorsunuz, aynı zamanda oldukça hızçabalıyorsunuz bir süre sonra. Gözü- lı ve güçlü olduğundan sizi daha rahat nüzü kan bürümüyor, “Dışarı çıkıp yakalayabiliyor. birkaç kişiyi pataklayayım” demiyorsunuz içinizden ama 1 saat boyunca Son sözlere gelirken Hotline Miauğraştığınız o bölümü sonunda içi- mi’den şu ana kadar ne umduğunuz nize sinerek bitirdiğinizde inanılmaz ya da kafanıza nasıl bir oyun canlanbir rahatlama hissediyorsunuz. Ve dırdığınızı düşünüyorum da büyük sonra yeni bir bölüm geliyor. olasılıkla bazı noktaları kafanızda soru işareti yaratmış olacaktır ancak en Elbette bunca zorluğa karşılık oyun azından oyunu bir şekilde denemesizlere birkaç avantaj da sunmuyor nizi tavsiye ederim. Şu sıralarda oldeğil. Her şeyden önce bahsettiğim dukça cüzi bir fiyata Steam (store.stemaskelerin verdiği özellikler düş- ampowered.com) üzerinden dijital manlarınızda bulunmuyor. Bunun ya- olarak alabilirsiniz. Oyunun kutusunında oyunda geçen bölümler (bina- nu mağaza raflarında boşuna aramalar) size bir plan niteliğinde kuşbakışı yın, nitekim oyun sadece dijital olaaçısı ile sunulduğu için bina dışında rak dağıtılıyor. bile olsanız içeride kaç oda olduğunu,
57
çevre yazı: Furkan Emir
Sürdürülebilir Bir Dünyada Yaşamak Hızlıca betonlaşmaya başkadığımız şu yıllarda bu kirliliğe dur diyebilecek bir süper kahramanımız var. Kahramanımızın tek ihtiyacı ise bizim ona daha fazla destek olmamız. Bunun için ilk adım kendisiyle tanışmak: Kyoto Protokolü ve onun doğurduğu anlayışı pratiğe döken yeşil projeler.
E
skiden sokaklar daha mı yeşildi? Evlerin önünde elma ağaçlar ve ara sıra o ağaçlarla ilgilenen yaşlı teyzeler vardı sonra. Ara sokaklarda mahalle maçları yaptığımız, sonrasında da şüphesiz kavga ettiğimiz iki apartmanın arasında kalan yeşil alanlarımız vardı. Sonra birçok sokakta kü- değiştirdi. Dünyanın daha yeçük evler vardı, tek bir kat ve şil olmasına imkan sağlayan çatıdan oluşan, onun çatısın- bazı kararlar açıklandı. Büyük dan toprağa atlardık. Eğer top- ülkeler bir ara gelecek ve bazı rağa düşmeyi başarabilirsek kararların altına imza atacaksıkıntı olmazdı, koşar tekrar lardı, adına da Kyoto Protokolü evin çatısına çıkıp aynı toprağa dediler. Türkiye’nin imzaladığı, atlayabilirdik. Ama yanlışlıkla Amerika Birleşik Devletleri’nin düşeceğimiz yeri hesaplayama- ise “Yok gençler, ben imzalayıp bir beton parçasına çarp- mam” dediği bu protokolde; sak oyuna ara verilirdi, zira taş sadece morluğa neden olurken • Daha az enerji ile ısınbeton ayağı yarmaya kadar gima, daha az enerji tükederdi. ten araçlarla uzun yol alma, daha az enerji tüketen Tüm sıkıntı betonla teknoloji sistemlerini enbaşladı düstriye yerleştirme sağlaO yıllar aradan çok yıl geçmenacak, ulaşımda, çöp demesine rağmen bir hayli geride polamada çevrecilik temel kaldı ve trendlere kurban gitilke olacak, ti. Yeşil alanlar yerlerini bir bir beton yığınlarına ve o yığınlar- • Fazla yakıt tüketen ve fazda sıkışık sıkışık yaşamaktan la karbon üretenden daha keyif alan insanlara bıraktı. fazla vergi alınacak,
Yeşilin bir adet süper kah- • ramana ihtiyacı vardı. Yıllar 2000’lere geliyordu ki kahramanımız belki maskesiyle bizi selamlamadı ama birçok şeyi
58
gibi birçok önemli maddenin altına birçok ülke imza attılar.
Trendin bir anda yeşile doğru kaydığı yıllarda Yeşil Ürün sertifikaları veren Leed, Breeam gibi sertifikalar daha çok kullanılır hale geldi. Ürünler bu sertifikaları alabilmek adına belli başlı puanlamalara tabii tutuluyor ve yeşili korumasına ve sağladığı katma değere göre de puan alıyorlar. Türkiye’nin imzaladığı Kyoto Protokolü her ne kadar genel bir uyanışa vesile olup halk nezdinde bir talep ihtiyacı yaratamamış olsa da 2010’lu yılların Türkiye’si de tüm dünyada harika işlerin yapıldığı yeşil ürünlere ve Endüstriden, motorlu taşıt- binalara kayıtsız kalamadı. lardan, ısıtmadan kaynaklanan sera gazı miktarını Harekete geçen olursa bizi hanazaltmaya yönelik mevzuat gi projelerle buluşturabilecekyeniden düzenlenecek lerine bir göz atın:
Yeşil Çatılar
Binaların üzerinde bulunan bir yeşilin binaya ve çevreye kazandırdığı estetiğin yanında yeşil çatılar; Nefes almayı kolaylaştırması, ısı izolasyonu sağlaması, ısı adasının önüne geçmesi, gürültüyü emmesi, elektromanyetik radyasyona karşı siper oluşturması gibi etmenlerden ötürü sürdürülebilir bir gelecek için son derece şirin yöntemlerden bir tanesi.
Evinizi İnşa Etmeyin, Yetiştirin
Şehir Planlamacısı olan Mitchell Joachim ile bir TED videosunda tanıştım. Joachim yeşile yön vererek tamamen yeşil evlerde yaşayabileceğimizden bahsediyor. Bu şekilde hem beton kullanmamış hem de doğamıza bir nebze daha yaklaşacağımız düşünüldüğünde harika bir iş olduğu su götürmez bir gerçek. Fakat uygulama alanındaki zorluklar nedeniyle bu projeleri yakın tarihlerde görebilmemiz sanırım pek mümkün değil.
Rüzgar Türbinleri Esip geçen rüzgardan elektrik enerjisi elde edebilmemiz mümkün. Doğru yerde yapıldığı takdirde önemli bir elektrik enerjisi sağlayan türbinler maliyetini 7-8 yılda amorti etmesiyle de cepleri çok fazla yakmıyor. Kuşların göç yollarına yapılmaması gereken bu türbinler için devlet kısmen ekstra teşvikler de veriyor.
Hibrid Araçlar
Hibrid otomobillerin amacı benzin sarfiyatını azaltmaktır. Bunu sağlamak için sıkışık trafikte, düşük hızlarda benzin motoru yerine elektrik motorunu kullanmakta ve bu sayede kısmen 0 emisyon salınımı sağlamaktadırlar. İngiltere otobüslerde bile kullanıyor bu hizmeti, ülkemizde ise yeni yeni hibrid araçlara birçok vergisel yönde pozitif ayrımcılık sağlanmaya başlandığı gibi, bu araçlara birçok otoparkta teşvik olması açısından özel olarak yer ayrılıyor ve kullanıcılarının bekletilmemesi sağlanıyor.
Aydınlatmalar Sürekli yanan aydınlatmalar sadece elektrik faturalarının can düşmanı değil. Bu aydınlatmalar aynı zamanda birçok enerji kaynağının boşa harcanmasına neden olup ekosistemi olumsuz etkiliyor hem de gereksiz yere yanarak fazladan “Isı Adası” oluşturarak ekosisteme ikinci golünü atıyor. Çözümlerden birkaçı ise güneşten maksimum faydalanacak mimari tasarımla gerçekleştirmek ve bu aydınlatmaları hareket algılayıcı bir sensöre veya otomasyona bağlamak.
Yağmur Suyu Toplama Kanalları
Duştan, küvetten, lavabolardan gelen evsel atık suya “Gri Su” adı verilir. Bu gri su atıkları çok pis olmamasına rağmen ülkemizde hemen atık bölümüne gitmektedir. Yeni yeni gelişen bir sistemle yağmur suyu ve gri su bir haznede toplanılarak depo edilmekte; yeşil bitkilerin sulanması, klozet ve pisuarlarda kullanılmaktadır.
59
Hülya Özdemir - Ane Brun
62 Tanıtımlar
Yeni çıkan albümler, vizyon filmleri, her daim okunası kitaplar...
dergi bittikten sonra ne yapacağını bilemeyenlerin rehberi
Nick Cave and the Bad Seeds
“Reyizlik” kavramının yurtdışı kaynaklı sözlüklerdeki tanımı Nick Cave’in “Live from KCRW” albümü bir sonraki sayfada. 61
MARK LANEGAN HAS GOD SEEN MY SHADOW? AN ANTHOLOGY 1989-2011 Light in the Attic Şimdi size bi soru; avokado nasıl yenir? Bileniniz var mı? Pek sanmıyorum. Öyle pazardan alınma papaz eriği gibi üstüne bi su Albüm tutayım çatır çutur yiyeyim yapamazsınız. Alıp, bekletip olgunlaştıktan sonra üstüne soya sosu ve limon suyunu basıp öyle yiyeceksiniz bu avokado denen nesneyi. Bu kadar kafa ütülediysek sebebi var. Mark Lanegan tam manasıyla bi olgunluk albümü hazır- grup oldu. Evet lamış. 1989-2011 arası 45’likle- son albümlerinrinden seçtiği 20 ve henüz gün de denedikleri yüzü görmemiş 12, toplam 32 dubstep/elektşarkılık bir duble albüm oluş- ronika havalaturmuş kendisi. Hakikaten öze- rı hayranlarını nilmiş ve bunca zaman beklen- şaşkınlığa uğmiş bu yapıttan tavsiyelerimiz; rattı, ancak o da “One Hundred Days”, “Resur- nazarlık olur bi rection Song”, “Mockingbirds”, daha yapmaz“Pendulum”, “Dream Lullaby” lar diye umuyove “Sympathy”. Yeni yılda her- ruz (sanki bahangi bir hediye almadıysanız, bamın oğlu). “Supremacy”, sesi her daim bourbon kokan “Stockholm Syndrome”, “ReSn. Lanegan’ın bu toplama al- sistance”, “Supermassive Black bümünü kendinize hediye edin. Hole”, “Undisclosed Desires”, Bu arada girişte bahsettiğimiz ”Animals” ve geri kalan 18 şaravokado var ya, şimdi onu unu- kı, albümün tamamı eksiksiz tun. bakın bi abi ne güzel söy- bir ziyafet (konu sevdiğimiz bir lemiş: “Olgunluk şarap ve pey- grup olunca sübjektif olamıyonire mahsustur, insana değil…” ruz, bağışlayın). –A. Kara Matthew Bellamy bırakın şaMUSE hane gitar tekniğini, muhteLIVE AT ROME OLYMPIC şem piyanistliğini, besteciliğiSTADIUM ni ve etkileyici vokalini; Kate Warner Bros Hudson’ı kapmakla hayata en Yayınladıkları “Live at Rome büyük golü atmış, sevdiğimiz Olympic Stadium” konser fil- bir insandır. –A. Kara mi ülkemizde vizyon görebilecek mi şüpheliyim (tabii tor- NICK CAVE AND THE BAD rent zorlanacak). Çoğumuz o SEEDS konseri izleyemediğimizden el- LIVE FROM KCRW deki bu güzel yapımdan ziya- Bad Seed Ltd. desiyle istifade etmeye çalışa- Arkadaşlar arasında, The Bad cağız. Muse ilk albümlerinden Seeds’in son olarak Mick Harberi hep takdirimizi kazanan, vey’in de mürettebatı terk etsakinlikten delirmeye ani ge- mesiyle iyice zayıfladığını koçişler yapan, tabiri caizse ruh nuşup duruyoruz (gerçi şimdi halimizi en güzel ifade eden de Barry Adamson ve Warren
62
Ellis gibi iki büyük koz var elinde). Ancak zor ortamların, junk yard’ın, gece alemlerinin, tekinsiz sokakların şairi Nick Cave her daim grubu sırtlıyor. Son stüdyo albümü Push the Sky Away’den yalnızca 3 şarkı (Mermaids, Wide Lovely Eyes ve Push the Sky Away) bulunan bu konser albümünde Mercy Seat, Into My Arms, People Ain’t No Good ve Jack The Ripper’la eski güzel günleri yad etmişler. Gerçi aklımızda hep Blixa Bargeld’le birlikte söylediği (hayır The Weeping Song değil) Live at Royal Albert Hall konserinden “Where the Wild Roses Grow” var. Nick Cave “cool” tabirinin sözlük karşılığıdır ve her yaptığı iş güzeldir (1983’den beri indie duruşun kalesi olan bir grubun, kendi plak şirketinden albüm çıkarması da ne kadar indie tartışılır ama). Bu sebeple bu güzel albümü gözü kapalı dinleyiniz. –A. Kara İTIRAZIM VAR Yönetmen: Onur Ünlü Geçtiğimiz yıl “Sen Aydınlatırsın Geceyi” adlı filmiyle bol bol konuşulan Onur Ünlü, bu yıl da “İtirazım Var” isimli filmiyle konuşuluyor. Sen Aydınlatırsın Geceyi bilinçli bir tercihle ana dağıtıma girmeyip sadece özel gösterimlerde ve festivallerde izleyicileriyle buluşarak
bir çeşit gösterim macerasına atılmıştı, İtirazım Var’ın gösterim macerası ise denetim kurulundan 18 yaş kısıtlaması edinerek başladı. Film ekibinin itirazları sonucunda yaş sınırı 15’e düşürüldü. İtirazım Var, Serkan Keskin’in oynadığı Selman Bulut karakteri üzerine kurulmuş bir film. Onur Ünlü’nün polisiye serisi çektiğini varsaysak, “Polis” ve “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi” filmlerinin ardından serinin üçüncü filmi bu. Başkarakteri Bulut’u da daha filmin başında bir cinayete tanık ediyor. İmamlık yapan Selman Bulut kendini bir anda camide karşılaştığı cesedin faillerinin peşindeyken buluyor. “İmamdan dedektif olur mu?” sorusuna ise Bulut’un özgeçmişi cevap veriyor: Kendisi eski boksör, satranç müptelası, sosyal bilimlerin Türkiye’de para etmeyen bölümlerinde okuyup yüksek yapmış, müzikle uğraşıyor… Karşımızda son yılların en ilginç yerli sinema karakterlerinden birisi duruyor. Fragmandaki iki replik, “Cihan Demir, cinayet masasından / Selman Bulut, camiden” ve “Caminin altına Fight Club filan mı kurdunuz n’aptınız?” sözleri filmi izlemek için harekete geçiriyor. –Alper D.
MEU PÉ DE Zeze’nin önce düşman olarak LARANJA görüp sonra arkadaş olduğu LIMA (ŞEKER büyük dostu Portuga’yı Jose de PORTAKALI) Abreu oynuyor. Hayal gücünü Yönetmen: Marcos kullanmakta üstüne olmayan Bernstein Zeze’nin hikayesi aynen kitapÇocukluk yılların- taki gibi huzur içerisinde anlada nedendir bilin- tılıp gidiyor. Brezilya’nın kenmez, bütün çocuk- dine has yeşillik tonları filmde lara okumaları ödev bol bol bulunarak gözlerimize verilmiş bir kitap gi- doğal bir banyo yaptırıyor. Çobi görürdüm Şeker cukken kafamızda bin bir şey Portakalı’nı. Aynı döndüğünden ötürü kitap sayyıllarda birbirimiz- falarından pek aklımıza yanden habersiz aynı sımamış olsa da, filmin sokitabı okuduk mu, hatnunda küçük bir ağaç ta hızımızı alamayıp edinip onunla konuşVasconselos’un devam ma isteği ile dolup taşıSinema niteliğindeki diğer kiyoruz. Gerçi oldukça az tapları “Güneşi Uyanolduğumuzu söylemelidıralım” ve “Delifişek”e yim. Film 2012’de festival de el attık mı bilemiyorum, izleyicisiyle buluştu, ertesi seama filminin vizyona girdiği- ne kendi ülkesi Brezilya’da vizni görmek oldukça anı depreş- yona girdi, bizim vizyona geltiriciydi. Marcos Bernstein’in mesi 23 Mayıs 2014’ü buldu. yönettiği filmde Zeze’yi Jo- Bu yazı yazılırken ikinci hafao Guilherme Avila oynarken, tasında olan film sadece İstanbul’daki 5 adet sinemada gösteriliyordu. Bu arada meraklısı için Şeker Portakalı’nın 1970’te Aurelio Teixeira tarafından çekilmiş bir versiyonun daha bulunduğunu not edelim. – Alper D.
63
ALPER CANIGÜZ TATLI RÜYALAR İletişim Alper Canıgüz’ü ben yeni duydum. Çok da yeni sayılmaz ama en azından okuyacak kadar gözüme gözüme yeni battı. Geçtiğimiz aylarda gerçekleşen “Türkçe edebiyatın hayalperver çocuğu bilimkurgu ve fantastik” adlı söyleşiler sırasında satılıyordu. Bu kitabı en çok ilgimi çekendi açıkçası. İyi ki de çekmiş (şimdi sırada “Oğullar ve Rencide Ruhlar” var). Kitapta birbirine geçmiş paralel dünyaları, biraz psikolojiyi, biraz insan ilişkilerini çokça da garipliği buluyorsunuz. İlk sayfalarda şu cümle çıkıyor mesela karşınıza: “Sanıldığı gibi sadece gerçekler rüyaları etkilemez, rüyalar da gerçekleri etkiler. Karnabahar ise, her ikisini de etkiler” Ama korkmayın bir yerden sonra garipsemeyi çoktan bırakmış oluyorsunuz zaten. İki farklı insanın gözünden tüm romanı götürüyor. Arada başka bakışlara yaklaşır gibi olsanız da çoğunlukla bu iki adamla olaylara dâhil oluyorsunuz. İkisini bağlayan şeyleri de çok geç kalmadan öğreniyorsunuz aslında. Buna rağmen sonunda neler olacak kaygısı kitabın sonuna kadar sürüyor. Kitabın genelini sonundan daha çok seveceğinizi söylemem gerek bu noktada. Rüyaların sadece rüya olarak kalmaması için, ha bir de “Tatlı Rüyalar” lafının size güzel bir uykudan biraz daha fazlasını anımsatması için okunası kitap. –Gözde
kopmadan takip edilebilen; 12 yaşındaki kardeşe de 30 yaşındaki kuzene de hediye edilebilecek olan kitaplarından biri Gaiman’ın. Ama uyarmam da lazım, ben böyle desem de o, “Anansi Çoçukları’ndan sonraki ilk yetişkin romanım” diyor bu kitaba. Bir cenaze için çocukluk kasabanıza döndüğünüzü düşünün. Eski eviniz yıkılmış ama eski mahallenize, o eski sokağa yine de gitmek istiyorsunuz. Dahası o yolun sonuna. O yolun sonunda bir göl var biliyorsunuz. Ama yaklaştıkça ona bir zamanlar okyanus diyen biri olduğunu hatırlıyorsunuz. Hatırladıklarınız bunla sınırlı kalır mı? Kalmaz. Orta yaşlı bir sanatçı, çocukluk arkadaşıyla beraber hayatının bir dönemini daha hatırlamaya başlar. Neil Gaiman da bize tam bu dönemi anlatıyor. Kısa bir dönem bu ama o çocuk bu sırada biraz büyür. Dahası biz bile bir parça büyüyoruzdur belki okurken. Kendi korkularımdan, kendi dostluğumdan bir sürü şey buldum ben kitapta. Sanıyorum ki yazar da kendinden baya bir şey katmıştır. Sanıyorum ki yolun sonundaki okyanusla yıkanmak biraz farklı hissettirecek. –Gözde
HONORE DE BALZAC BILINMEYEN ŞAHESER İletişim Kentler ile yazarların eşleşmesinde ismi her daim Paris ile NEIL GAIMAN anılan klasik yazarlardan BalYOLUN SONUNDAKİ zac’ın bu kısa öyküsü müOKYANUS kemmelin peşindeki yaşlı İthaki bir ressamın arayışının “Bu kitabın diğer Neil son perdesini anlatıKitap Gaiman kitaplarından yor. Krala ve kraliçeye çok farkı var” diyebilçalışan dönemin saray mek isterdim size. Ama ressamlarından Porbus’u galiba öyle çok efsane farkziyaret etmeye gelen genç reslar yok. Yine de sanırım hiç sam adayı Nicholas Poussin,
64
Üstte, Balzac’ın meşhur “Sağol gözüm ben almayayım” pozu.
Porbus’un mekanına geldiğinde yaşlı usta Frenhofer’a rastlıyor. İçeriye girdiklerinde Porbus’un üzerinde çalışmakta olduğu son eser, Mısırlı Meryem tablosu Poussin’in ağzını açık bırakırken, Frenhofer’in, usta olmasa kulağa pek ukalaca gelecek eleştiri bombardımanına hedef oluyor. Yaşlı ressamın her cümlesi resim anlayışına, ilerleyen sayfalarda bahsedeceği, 10 yıldır bitiremediği ve herkesten gözü gibi sakladığı başyapıtına ışık tutuyor. O başyapıt ki, Platon’un meşhur “mutlak bilgisine” ulaşma çabası bir nevi. Devlet kitabında Sokrates’in ağzından anlatılan filozof mertebesinde Frenhofer. Sanatını siparişler üzerine icra eden Porbus ise Platon’un devletindeki bir zanaatkara eşdeğer olabilir. Platon şahsının felsefe ve sanat hakkındaki görüşleri ilgi alanınıza giriyorsa bir miktar analoji yapmak için oldukça ideal bir ortam sağlıyor Balzac. İletişim yayınları baskısı da Deborah A. Harter’ın önsözü, Eric Cans’ın sonsözü ve kitapta geçen atölyede bir süre yaşayıp çalışmış olan Picasso’nun gravürleriyle şenleniyor. -Alper D.
HĂźlya Ă–zdemir - Diana
HĂźlya Ă–zdemir - Mor