Borges Defteri E*MAG 2020
Defter yazarlarından, Leon Felipe’yi(M.H Batuhan Alpuğan)defter belleğindeki yazılarından bir kısmıyla anarak… /defter
PERİEFSA Mecalius Trascaria, hahamların ilk yitişiyle başladı seyahatine. Constantinapol’den kovulduğunda yanında Arapça kitaplar vardı. Platon, Ksenephon, Homeros, Archididascalus, birer ibraniydiler derdi her zaman Venedik’teki ghettoda, eski demir dökümhanesinde ders anlatırken küçük öğrencilerine 13.yy’da gezinirdi gömleğinde bir sarı yıldızla kendisini ve dindaşlarını yakındaki şehirden ayıran ufak adanın etrafında. Peşinden yürüyen öğrencilerine lycé’nin yürümek anlamına geldiğini anlatmıştı çoktan, “ Doğanın içindeki her nesne bir ders kitabıdır. Açmayı ve okumayı öğrenmek için zaman yeterli olamasa da gözünüzü ve burnunuzu kullanın belki beş duyunuz hızlandırır vakti.” Mercalius onaltı yaşında gizli öğretisine sırt dönmüştü kabalanın. Otuz yaşında bildiği onaltı dilin yardımıyla bilinmezci olmuştu ve gerçeği saklayanın ne olduğunu anlamak adına hahamlıkta kalmaya karar vermiş ve bunu gizlemişti herkesden. Bir defa evlenmişti. Karısının vefatını, iki oğlunun hiristiyan olması izlemişti. Bu egemen dine geçişlerine o ön ayaktı. Mesih İsa’nın peşinden gitmeleri gerektiğine inanıyordu “ En azından” diyordu, “Bir İsrailoğlunun diğerini izlemesi hiç de kötü gözükmeyecektir tanrımıza.” Fakat ne yazık ki o zamanlar Hiristiyanlık aleminin üstünde kara bulutlar vardı. Papalar erdemin ve iyiliğin engel olduğuna inanmışlardı. Stoacılar, bilinç düşkünleri gizlenmişti; kilisenin emrinde çalışan kutsal fahişeler zenginlik saçıyor, papalar karıları ve metresleriyle aristokratların saraylarında düzenlenen histerik cinsel toplantılara katılıyorlardı. Mercalius Trascaria karanlık çağın başladığını gördü böylece ve toplumsal bir cinnet gecesinde içinde yaşadığı adada öğrencileriyle beraber yakıldı. Beş duyusu ölümü okuyamamıştı. Cennete geldiğinde bir kaç dostunu buldu. Onlarla güzel zaman geçirdi. Ailesindeki uzak akrabalarını, annesiyle babasını sevgiyle kucakladı. Zamanla her ölümsüz gibi canı sıkıldı onun da. Aslında aklı başında bir ölümsüz için hiçte fena bir yer olmamasına rağmen cennet, yaratıcılığını yitireceğinden korkuyordu Mercalius burada ve hayatını yazmaya başladı bir gece onu ziyarete gelen Muazzam Bey’in verdiği kalemle.
Biografisini sonlandırabileceğine inanıyordu ama her geçen saniye ona yeni bir satır daha ekletiyordu yaşamında. Yazmanın kalemle kağıdı öldürdüğüne inanmaya başladı ansızın. Bitemeyecek bir yaşamın yazılması çok saçmaydı. Yine de yazdıklarını atmaya kıyamadığından bir çözüm aramaya başladı. Çözüm yolculuğu onu Dünya eserlerinin sergilendiği kubbeye götürdü. Burada bir nokta gördü. Bu bir yüzeyin üzerine konulan tüm halkaların büzüşüp nokta haline geldiği yerde yükselen kulenin ne olduğunu hemen anladı. Kulenin içine girmek için çabaladı. Oysa bir noktada yeralmak için fazla büyüktü bedeni. Gözleri bu devasa kulenin bir nokta olduğunu inkar etse de, elleri kabulleniyordu. Burnu binlerce kitabın, papirüsün kokusunu alıyordu. Çevrilen sayfa seslerini işitiyordu kulakları ve dilinin ucu ıslanmıştı. Parmak uçları titredi. Avuçları terledi. İçeriye girebilmek için düşünmeye başladı. .................................... Ben Mercalius’un ayaklarının dibinde bulduğumda kendimi o çok yaşlı bir adama dönüşmüştü. Ne zamandır beklediği yerde sımsıkı kapattığı gözlerinin arkasında saklanan düşüncelerin izlerini takip etmek kolaydı kırışmış suretindeki ızdıraplı ifadeden. Bana “ İçeri girmek istiyorum” dediğinde, düştüğüm kulenin boyu uzamıştı, Ezaphrail inşaata devam ediyordu. Yerin altına ve göğe yükselen kulede çalışan melekleri görüyordum bulunduğum yerden. Amerikalı gökdelen işçileri akıllı çelikleri meleklerin gücüyle halka haline getiriyor ve üstüste ekliyorlardı. Ezaphrail deli kahkahalar savuruyordu. Havada kitaplar uçuşuyor, elyazması kağıtlardan oluşan kelimeler ordusu görev yerlerini terkediyorlar, kuleden kaçarak uzaklaşıyorlardı. Mercalius ise görebilmek için kapattığı gözlerini aralamadan bana kim olduğumu soruyor, neden burada olduğumu anladığını söylüyor, kulenin içine yine de bütün anlattıklarıma rağmen girmek için bir yol bulmam gerektiğini söylüyordu. Ben Leon. Akçaburgazlı Yekta gibi karşılandığım cennette ilk defa acı çeken bir adamla karşılaştığımdan şaşkın, yere oturarak Mercalius’a yılgın gözlerimle bakmaktan başka bir şey yapamıyordum. ........................................ Leon’u anlıyordum. Ama bilmediği şey Muazzam’ın oyununa geldiğiydi. Biraz kül ve biraz dumandan yaratılmıştı o. Ateşin izini sürüyordu. Bir gedik arıyordu insan ruhunda ve buna ancak ilk sesle, Ademin yüce Yaradan’a
söylediği ilk adla ulaşacağını biliyordu. .........................................
Mercalius bana oyuna geldiğimi söyledi. Muazzam ve Ezaphrail tarafından kurnazca kandırıldım. İşine yaramayacağımı anladığında düşkün melek kuleden attı beni. İnşaata, kulenin yapısına devam etmesi de bundandı. İyi kitapları yer altında saklıyor anlaşılan ve kötü yüzlü olanları ayıklıyor yavaş yavaş. Gökyüzüne yükselen kısmında kütüphanenin bir ayıklanma yaşanıyor. Bir soykırım belki de bu. Milyonlarca kitap rafını terkediyor. Yerlerine yenileri, Ezaphrail ve Muazzam’ın işlerine yarayacaklarını düşündükleri araştırmalar geçiyor. Cennette gizli bir ihtilal yaşanıyor. ...........................................
Leon ile beraber kulenin içindeki karışıklığı çözmenin bir yolunu bulacağımıza inandığımız anı anlatmam gerekiyor. İnanmakla başladığımızdan bu işi sonlandıracağımızı da biliyorduk. Ufak sorunumuzu çözdük önce: Bir noktanın içine girebilmek için yaşamsal beş duyumuzu örttük. Zihnimizden uzaklaşmadan bunu yapabilmek hiç kolay olmadı ama okuduğumuz kitaplar sayesinde düşüncenin yalın haline, zamanın sıfırlandığı ana ulaştık. Bir kitabın herhangi sayfası gibiydik içerde. Tek başına sıradan gözüken fakat cümleyi tamamladığı kadar yıkan güce sahip sıradan bir harfe dönüşmek için çabaladık. Bunu becerdiğimizde bir mürekkep lekesi olmak için uğraştık. Ve en sonunda kalem olduk, el, göz, beyin ve nihayet ruhuna girmeyi başarabildik insanın. Bundan sonrası kolay oldu. Ruh bölümü yaptık aramızda. Ölümün ve yaşamın iki kıyısında gezindik. Bize yardım edebilecek iyi ruhları çağırdık. Marangozluk yapmaya başlamış olan Kafka’dan, bir bar işleten Tolstoy’a, yazmaktan hiç vazgeçmemiş Elias Canetti’ye, Erasmus’a, Dotoyevski’ye Li Po’ya ruhunu bize açan tüm iyi insanlara ulaştık. İhtilal engellenecekti. Kitaplar yeraltından çıkartılacak ve sürgüne gönderilmiş olanlar, yoklukla yüzleşenler yerlerini alacaklardı. Kayıp edebiyatçılar cennetinde savaş başladı... Leon Felipe (Batuhan Alpuğan)
8 Mart!..
Sekiz mart Dünya'da kadınlar günü düzenlenirken memleketimdeki mülteci kamplarında yaşayan Van'dan Trakya'ya uzanan daracaık kutularda, çocuklarını yaşatmaya uğraşan kadınların yüreklilikleri kadar biz de Fatih Ürek'in Semra Hanımıyla, birileri birilerini dikizliyor Semra hanımı seyre dalan kadınlar; bir ara Ermeni soykırımı konusundaki toplantıda " Ben Harward'da okuyorum. Sizden iyi bileceğim tabi soykırım olup olmadığını!" haykırdıktan sonra ( Ben ne soykırım oldu ne de olmadı diyorum hala) kanal D'de gece haberleri sunmaya başlayan şehla gözlü fırsatçı kadınlar, Güler Sabancı'lar, CHP partisine Bedri Baykam'ı alırken onun kadınlara çamur güreşi yaptırdığını unutan kadınlar, Uçan Süpürge Film Festivalini düzenleyenler, yurt dışına devlet bursuyla gittikten sonra zorunlu hizmet yapmamak için memlekete dönmeyerek tıngır mıngır bir mavi gözlüyle nikahlananlar, Sinop'a Samsun diyen Tansu Çiller ve avamı, yardımsevenler derneğine uğramayan ( ki memlekette en çok kadınlara ve düşkünlere yardım eden, etmeye Gazi Paşa izinde devam eden, yolsuzluğa bulaşmamış yegane dernektir ama tabi onda da bir yeni tiplenme türedi) yardım sevmeyen Seray Sever'ler, kardelen projesine katılarak insanı göz yaşına boğarken aslında gizli kapaklı bir şeyler çeviren ve artık megalomanlığın da sınırını yıkmış olan küçük serçeler grubundaki şarkıcı kadınlar ne olacak? Onların da kadınlar gününü mü kutlayacaklar? Hele CHP'dekiler. İşittiğim kadarıyla Ediz Hun geçmiş yıllarda kadınlar gününde bir kadının kucağına oturmuştu. Bu sene sıra kimde? Neden CHP kadınlar gününü kutluyor ki üstelik. Bu hakkaniyet onlara nereden geldi? O aşiret kökenli milletvekilleri arasında, emekli sandığı üyesi bürokrat eşlerini mutlu etmek için mi yapıyorlar? Nazım Hikmet'ten okumamanız iyi. Yaşamında kadınları çok seven ama annesi hariç hiçbir kadına iyi davranmayı becerememiş aşk düşkünüydü O. Sevgiyle ki ben de çok kadın sevdim, ama hiçbirine iyi davranmayı becermedim; çok zordur kadınlara iyi davranmak zaten- ya Nazım Hikmet en güzel şiirlerinde sevdiği kadınları anlatırken aslında onlara iyi davranamadığından da yakınır.Sekiz mart Dünyadaki kadınların değil, erkeklerin kendi dünyalarındaki kadınları şımartmak için uydurdukları bir şeydir. CHP o toplantıyı bir salonda yapacağına, o salona gidenlerin benzin parasıyla Ankara Kalesindeki gece kondulara yada şu yeni çıkan sauna ve masaj (mesaj) salonlarındaki onsekiz yaşlarındaki köle kızlara bir ziyarete gitsinler. CHP'nin burnunun dibindeki şehirde yüzlerce pavyon var. Bu pavyonlarda çalıştırılan
binlerce köle kadın var. Ne ki tüm bunlar dururken onlar işe gider gelen memureleri düşünüyorlar. O memureler ki ne iş yapıyorlar ne üretiyorlar anlaşılmaz. Oysa kadınlar gerçek kölelerden sonra özgürlüklerine kavuşmuşlardır. Dünyamızdaki kadınların özgürlükleri de öyle sanıldığı gibi onlar tarafından elde edilmemiş, ucuz iş gücüne duyulan ihtiyaç ve 1. 2. Dünya savaşları sırasındaki iş gücü kaybından olmuştur. İsrail'de kadınlar askere alınır ama geri hizmette tutulurlar ki patates soysunlar. Yahu Tanrım nereden çıkar şu " Şey Günleri" Bir kerem işi gırgıra vurduralım, cennetten de kovulmadık mı yasak elma ağacını yasal elma ağacı yapacağız derken devrimci ilk kadın nedeniyle! Bunlar da şiirler size buyrun.
Babilonya
Kedinin kutsal sayılmadığı gecelerde fuhuş yapan bir kadın Evinde beslerdi sevgilisini, okşadığı saçlarından ve diri organından Sıkılınca da sokağa atardı onu, Kadınların kutsal sayıldığı gecelerinde babilonyanın Erkekler ve oğlanlar doluydu kent sokakları Yaşlı adamlar hükümdarlık ederlerdi buralara Hizmet ettikleri kadınlarına zevk sunabilmek namına Ellerini uzatırlardı yerden kaldırmak için Beğendikleri damızlıkları. Sonra yıkıldı Babil’in kuleleri Persler girdi sokaklara ve kıyım yapıldı Kutsal fahişelerle dolu tapınaklarda Ve o günlerden beri İran kedileri süslüyor Uygar kadınların evlerini.
Leon Felipe (Batuhan Alpuğan)
MAHBUBELER
I. Sabaha doğru ellerini açan kadın tanrıya yakardı Ölü oğlunun cehennemdeki saadeti için
II. Gece yatağında gebe bir ana ıkındı yorganın İçinde ve oğluna yalvardı, ekmek bıçağı, İplik için, sonra kucağına aldı yeni doğan bebeğini Kendi yardığı karnını dikmişti usluca elleriyle
III. Dalgın bir ana camiden dönerken farkına vardı Kaçıncı defa terk ettiğini bir avluda kendisindeni
IV. İmamevinde parmaklıklar arkasında dişi olduğuna Lanet okuyan altmışındaki karı, diri orospusu Binlerce dölden sağ kurtulmuş bedeni pörsümemiş Oğulsuz bir dişilik Gardiyanı evlat edinmeye Soyunmuş yatıyor ranzada.
V. Ana katili bir ana var Adını bilmeyenler kadar bilenler de var Yenisini yapamamış bir tanrı denli Acıkmış sanki insan etine Bebekken emdiği sütten içiyor Kim bilir hangi anadan çaldığı Ecelde
VI. Ödünç bir dua verdiğindeydi o gece Sabaha kadar yakarması bir elinde sigarası Kendi oğlunu doğurduğundan Yatıyordu Karnında sekiz dikiş izi. VII. Ölü oğlu için bittiğinde yakarması Tanrıya sövmek için zamanı kalmıştı Önce bir şişe likör içti sonra bir şişe daha Ve evdeki kitabı söküp attı ruhundan Yeni bir hayalet için gebe kalmaya hazır Rahminde dua sesleri
Leon Felipe (Batuhan Alpuğan)
Borges'in sözü: " İki kel adam bir tarak için kavga ediyor"
Falkland adaları için söylemişti bu sözü muhterem...Okyanusa insanlar gömülüyordu hani gökyüzünde cenaze törenleri düzenleniyordu. Neyse. Özel biri mi ısmarladı bu konuyu. Şair şairi kıskanır da herkes her zaman ismet-i menus olamaz demek ki. Sabote edildik. Ne güzel yazılar çıkıyordu. Sayın moderatör bir de Homo Politicus lar için platform kursanız diyorum artık zamanı geldi...Camekanda boş yer mi kalmadı? Bir de tabi devlet yahut değil, saçmalamak ne ola ki! Başkalarının yaşamlarında değerli gördükleri inançlarına ne zamandır böyle saldırabiliyoruz.Doğru yada değil. Kürtler'de Ermenileri öldürmüştü çokça.Dersim'li bir Dede söylemişti bana. " Bu ormanlarda Kürtçe konuşan Ermeniler yaşardı" diye. Yaşar Kemal'de 'Karıncanın Su İçtiği Yer"de güzelce anlatır mevzuyu. Hepimiz aynı dili konuşuyorken bu yy.'da neden anlaşamıyoruz ve neyi kim sahiplenecek? Şimdi kalkıp senin atan benim atamı doğradıyı çocuklarımıza anlatalım istersiniz sabah akşam.Unutmasınlar dedelerimizin Orta Asya'da yaptıkları kahramanlıkları ve hain Çinliler'in bizi nasıl kandırarak ulu devletlerimizi kurnazca hilelerle içten yıktıklarını, Hamidiye alaylarını, Maraş katliamını, Dersim isyanını, Safiyüddin olaylarını, Abdülhamit'e yapılan suikastlerde rol oynayan yabancı güçlerin hangi ülkeden olduklarını, Atatürk'e düzenlenen başarısız suikast girişimini...hepsini anlatalım, biz de hiçbirini unutmayalım. Boş verin siz Burak Temelkuran'ın fizikte devrim yaratan teoremini filan çocuklar.Mikro ekonomiyi de boşverin her birimiz makro olduk. "Makromarketler" sardı etrafımızı. Başbakanımız mobilya mağazası açtı Rize'de ve son yüz yılda ilk defa bir Kürt aşiret reisi sünnet düğününe iki milyon dolar harcamak yerine iki fabrika kurdu yaşadığı şehirde.Sonra tabi Antalya'daki oteline gitti tatil için. Ha bu arada unutmamalıyız ki Özel bir adam var artık tekrar hayatımızda. Durup dururken kitabının adını da ben yahudi değilim koymuş. Çok iyi etmiş. Bir sen eksiktin zaten.Yalçın Küçük uğraşırsa seni de yahudi yapabilir ama bunu unuttun. Körükleyin bakalım ateşi nereye kadar yanacak, yakacak orman kalmayınca nasıl ısınacaksınız peki? Kendi tırnaklarınızı mı yakacaksınız? O zaman birbirlerinize tırnakarınızı geçiremezsiniz. Demek ki yeni bir enerji bulmanız icab ediyor:aptalca öfke iyi olur.
Ben akıllıca bir şey yapacağım ama. Param olur olmaz İran sınırında şarap fabrikası kurarak, İran'dan üzüm getirteceğim ve KürtTürkParsErmeniFinliİsveçliFransızİngilizitalyanAngolalı...hepsi aynı şekilde serhoş olacak...zengin meclisindeki çirkin ayıktansa, körler sofrasında sızmış sarhoş yeğdir. Bir de bakkal açacağım artık. Okuduğum tek şey (borges) defterim olsun… sevgiler, hürmetler.
Leon Felipe (Batuhan Alpuğan)
Kule Kuyusu
İzlanda'da Olafur Johann Sigurdsson ( Dagur Sigurdarson ile bacanaklardır) " Sessizlikle Kuyular" şiiriyle ünlenmişti. O sıralar Çingene havaları esmeye devam ediyordu Paris sokaklarında ve Olafur buraya geleli iki gece geçmişti ki beni görmeye Beckett'ın evinin yakınındaki hapishaneye uğradı. Karşılıklı biraz sohbet ettikten sonra her genç şair gibi bir miktar para istedi. O'na hapishanenin kapalı, işlerin kesat olduğunu ama yine de istediği parayı temin edebileceği bir yol bildiğimi söylemekten başka çarem yoktu. Şairleri sevdiğim bilinirdi. Bazen keşke şarap ya da kadınları sevseydim derim ve bunun gözle görünebilecek tek nedeni de zavallı Olafur' a yaptıklarımdır. Fakat o çağda şair sevmek zor bir işti ve ben hep zor işler peşindeyimdir. Belki de bundan yazıyorumdur artık. Tutuklanarak yaşama salınmak gibi tasalarım kalmadığından. Zaten cezaevlerinin çoğu açılıp müze ya da tutukevine dönüşüyor. Müze olmaları da canımı sıkıyor içeride tekrar şu suçlu dedikleri insanları tutmaları da. Oysa bir hapishanenin en alımlı yanı içinde yaşayabilen tek kişisidir. Bir sürü resim bu duvarlarda asılı durduğunda çok kötü görünecektir gözüme. Tanımadığım insanlara benzer resimler. Bu nedenle ressamları hiç sevmem. Nefret de etmem ancak sevmek imkansızdır onları. Birilerini samur fırçalarının arasında renklendiriyorlar ve sonra şu tuval dedikleri merete sıkıştırıp haykırıyorlar. İşte bundan ve biraz da eğlenebilmek için bu çam yarması gibi kuzeyliyi çocuk yüzüne rağmen bir ressama yollamıştım. Amacım sadece eğlenmek değildi. O sanatçı bozuntusu bana olan borcunu ödememişti ve ben tabi Olafur'un paramı geri alabilirse hepsinin kendisinde kalabileceğini söyleyecek kadar umursamazdım şairlere karşı. Bilirdim bu kentte borcunu ödemek istemeyen ama borcunu ödeyebilen şairin olmadığını ve deli ressamların sadece sarhoş şairlerden korktuklarını. Bilirdim evet.
Yanılmak sessizliğe neden olur. Olafur'un cesedini kuyudan çıkarttıkları haberini işittiğimde de sesimi kesmek zorunda kaldım. Boşuna hapishanede yaşamadığımı anlamışsınızdır. İnsanın kendine ceza vererek kendini ödüllendirmesi garip gözükse bile; ki rahibeleri düşünün yahut manastıra kapanmış keşişleri; bu böyledir. Benim adım Felipe, ben de böyle yapıyordum ama Olaf'ın ölümüne üzülerek bir günlüğüne ödülümü elimden aldım ve ressamı bulmak için dışarı çıktım. Ressam beni gördüğü an atölyesindeki renklerin en gariplerine bürünen yüzünü gizlemeyi beceremeyen aptal bir korkak kadar aşağıladı ellerini. Hikayeyi anlattıktan sonra kırılan parmağının acısıyla mutlu, üstüne işeyerek uykuya daldı sonra. Orada bir süre oturdum. İğrenç resimlere baktım. Şarap da içtim bir kadeh ve ödülüme geri döndüm ardıma bakmadan. Elimde Olafurun ülkesi kadar soğuk paralarım vardı. Tekrar dışarı çıksaydım zavallının cesedinin atıldığı kuyuya atar mangizleri ve dilek tutardım. Ölü çıkan kuyulardan mucize de çıkardı. Ben paralarımı iriyarı bir Amerikalı gence vermeyi tercih ettim. İspanya'ya gidiyordu. İçsavaşa katılacaktı. Ünlü bir yazar oldu bu hergele ama borcunu da ödedi. Yazardı ne de olsa şair değil.
Zavallı Olaf da yazar olabilseydi benimle tanışmaz ve ressama gitmez, ressam O'nu kandırarak şiirini oku demez, bozuk Fransızcasıyla okunan şiiri sevmeyen başka bir şairle kavgaya tutuşmaz, ressamın atölyesinde yarı sarhoş ölüp gitmezdi. Üstelik cesedinin resmi bitene dek de orada tutulmazdı. Mide bulandırıcı bir resimde bu zavallının donuk gülümsemesinin ve aniden kafasına yediği demir kazıktan hissettiği acının rengarenk dalaşması gözümün önünde hala.
İşin en kötü yanı şairin de ressamın da Olafur'un şiirinde ölümü anlattığını bilmemeleri. Kuyunun ferahlığında; Olafur Johann Sigurdsson'ın yazdığı gibi, O'nu yalnız bırakmaları. Ve bütün bu olanlarla beni tefeciliğe daha da bağlayan gerçekse malum kuyuya atılan paraları toplamak için gönderdiğim ayık bir şairin zavallının cesedini bulması. ( Bir emir vererek kuzeyliyi hapishanemin duvarları arasında yaktırmıştım. Tam Vikinglere göre bir cenazeydi. Ve cebindeki ünlü şiirden de bu arada haberim olmuştu. Bana borcu olan bacanağına yıllar sonra bu şiiri okuttum çünkü ve bu saf kuzeyli de kayıp Olafur'un şiirini okumuş bir tefeci gördüğünden şaşkın aylar sonra geri gelerek - baldızı tam otuz sene sonra hala geri gelir umuduyla kocasını bekliyor ve " Olaf'ım geri gelecek" hüngürdüyor- borcunu ödemişti. Borcunu ödeyen şairin tek amacının ya kayıp sevgilisinden haber almak ya da bir düşmanın yerini öğrenmek olduğunu bildiğimden ne ressamdan ne bacanağını öldüren demir kazıklı Paris'in ünlü şairinden bahsettim Dagur Sigurdarson'a.
Olafur ölmedi. Yakılan ceset Olafur'a değil başka bir şaire aitti. Felipe, yahudi tefeci bir süre sonra Bastille hapishanesinin duvarlarının arkasındaki oyuktan çıkarılarak yakalandı. Fransız gazeteleri bir meczubun bulunduğu manşetini attılar. Hükümet tefecinin sakladığı paralar,resimler, heykeller ve alman işgali sırasında Louvre müzesinden çalınan farklı eserlere ulaştı. Modigliani'nin, Utrillo'nun bilinmeyen resimleri nihayet insanlıkla buluştu. Felipe tefeciliğin yanı sıra cinayetler ve gizli tarikatçılıkla, koministlere yardım etmekle suçlandı. Ünlü düşünür ve direniş kahramanı Jean Genet bir delinin cezalandırılamayacağını savunarak entelijansiyayı hareketlendirdi. Bunun arkasında bir takım gizli antlaşmalar vardı. Yine de hükümet tefeciyi akıl hastanesine yolladı. Felipe buradan kaçtı. Nerede olduğu bilinmiyor. Olafur hayatta ve güzel şiirlerle İzlanda' da mutlu. Bacanağı Dagur Sigurdarson ise yalanlarıyla beraber Paris'de öldü. Cesedi bir kuyuda bulunduğunda üstündeki elbisenin ceplerinden ikiyüzbin frank çıktı. Polis Dagur'un ilerlemiş yaşına rağmen dilek kuyusundaki paraları toplamak isterken öldüğünü bildirdi. Bastille hapishanesi müze oldu. Leon Felipe (Batuhan Alpuğan)
Düş göremeyen insanlar topluluğu
Düş göremeyen insanlar topluluğudur. Bir balıkçının Galata köprüsünde avladığı istavriti misinanın ucundaki iğnede çırpınırken görünce sevinirler. Hayallerinde makas yoktur misinayı kesecek. Tok kalmak daha önemlidir candan. Keyif için içerler. Sarhoş olmak ayıptır. Kaldırıma ayaklarını basmadan yürüyen bir armut likörü düşkünü onlar için sinir bozucudur. Televizyona çıktıklarında sert sert suçlarlar birlerini. Çünkü kendileri hiçbir şey üretmemiştir. Herkesi yalan söylemekle itham ederler. Yalan çok söylemişlerdir. Konuşamazlar. Toplam kelime dağarcıkları ikiyüzdür. " Altını çizerek söylüyorum." en sevdikleri yalanlarının anlaşılmasını kolaylaştırır. Hiç otostop çekmemişlerdir. Anadolu'da hiç bir pamuk tarlasında uyumamışlardır. Çocukları yoktur. Kendi kanlarından bile olsa. Küçük insan, derler çocuklara. İnsanların çaresizlikleri onlar için zaaftır. Zekaları, burunlarından gelir. Koku alırlar sadece. Ama güzel bir menekşe yerine çürüyen insan kokusunu severler. Kendilerini hep hayallerinde birine benzetirler. Çünkü onlar on-onaltı yaşlarındayken birileri onları ünlü bir şahsiyete benzetmiştir. O olmadıklarını anlayınca. Kendilerinden nefret ederler. Ailesini, özellikle annelerini suçlarlar. Evlerindeki her nesne değerli bir gözboyamacalıktır. Kütüphanelerindeki kitaplar çok gözüksün diye, raflarda kitapları öne doğru dizerler ve birisi kitaplarından herhangi tekini alacak olsa paniklerler, çünkü kitabı hiç okumamışlardır. Çaktırmak istemezler. Celal Sılay kim bilmezler, ama estetikten ve çevrecilikten, şiirden bahsettikleri kadar sık bahsederler. Bir de sıkıldıklarında başkalarından habersizce öç alırlar. Kendilerini tatmin eden bu hain davranış yaşamlarını anlamlı kılan ve onları güçlü hissettiren tek durumdur. Kötülük yapmıyorlardır. Haklarını arıyorlardır ve adalet onların elinde pek şahsiyetlidir. Cimridirler. Parayı önemli sayarlar. Oburdurlar.
Aç, açıkta yaşamak nedir bilmezler. Virüs severler.
Leon Felipe (Batuhan Alpuğan)
Saçma Öykü
Cinayet! Osmanlıca sözcüklerden düğümler atan bir kadının gece vakti uyandırılma nedeniydi. 1404 senesinde televizyonlar uzun zamandan beri sessizliklerini korurlarken nihayet bu acımasızca işlenen cinayeti halka duyurmak zorunda kaldılar. Şehirdekilerin hatta ülkedekilerin canları tehlikedeydi. Bir karanlık nöbeti sardı ortalığı. Korku üşüştü ham beyinlere. Softalar ve ulemanın dibinde uyuklayanlar horlamalarını kestiler. Derin derin nefes aldılar yaşadıklarını anlmak için ve kadıya telefonlar ettiler. " Katili bulabilecek misiniz? Bu nasıl vahşettir böyle töbe!? Allahsızdır bunu yapan. Kadı bey tüm kolluk güçleri hizmetinizde bundan böyle. Başvekil ile de konuştuk...evet, tek sorumlu kayıtsız şartsız sizsiniz. Tez bulun şu caniyi." Cani! Evet, cani ise sıradan yaşamına geri dönmüş, okulda tekdüze ilahiler öğreterek bir sonraki kurbanının kimin olacağını ve nasıl bir cinayet işlemesi gerektiğini düşünüyordu. Çok kanlı, kansız; iple, bıçakla? Son yirmi yıldır ilk defa kendi başına, kimseden emir almadan kalkıştığı bu işi benzersiz ve mükemmel gerçekleştirmek istiyordu. Heyecanlıydı. Beyazlamış saçlarının karanlığını iyice çıkarttığı gözleri her elif'ten sonra parlıyor, her mim'de karanlığa dönüyordu. Keskin bir bıçakla işleyecekti ikinci eserini. Kadı mavi gözlerini odanın içinde dolaştırırken beyaz sakalını sıvıyor, dvd koleksiyonundaki güzel filmlerden bir iki tanesini araklayabilirse eve götürüp seyretmeyi düşünüyordu. Cani çoktan aklından çıkmıştı. Kurbanın güzel evindeki zengin ve yasak kültürel ayrıntıların arasında seyahate çıkmıştı. Yasaklanan Evliya Çelebi'nin, kapatılan Kabalcı yayınlarından çıkmış "Seyahatname" si, Jonathan Safran Foer'in, Orhan Pamuk'un, Enis Batur'un, Hulki Aktunç'un, Seyhan Erözçelik'in kitapları. Yavuz Tanyeli ve Cavid Mukaddes'in resimleri; Tolga Balcı'nın küçük bronz heykelleri şahaneydi. Ne yazık ki hepsi yakılacak olan bu eserler arasından bir iki tanesini kurtarmayı umuyordu. " Hocam! Allah için adam bir parmak izi bırakmamış. Tüm evi çamaşır suyuyla yıkamış. Bir de ne bu süpürge makinesi...rainbov mu ne acaip bi şii. Her yer pırıl pırıl valla. Şe kedinin kıllarından bile yok. Kediyi de mi süpürmüş arada ne." Kadı'nın iki yıldır yardımcılığını yapan Ruunetoğlu Razim elinde olay yeri inceleme kiti, bir büyüteç, bir fırça, bir kutu toz dolanıyor, söyleniyor; kadı'nın aklının gittiğini bildiği eşyalardan uzak duruyordu. " Hocam bu münafık da maşallah iyi koleksiyoncuymuş. Nerden bulmuş bu eski zımbırtıları. Dvd göstericisi bile var. Ben bu antikaların iyiden iyiye yasaklanmış olduğunu sanıyordum." " Yasak yasak. Her şey yasak bu evdeki zaten. Asıl bunun üstünde mi durmalı yoksa katili mi bulmalı şaşırdım ben de ama adama da hakkını teslim etmeli bu zamanda iyi cesaret bunları elinde tutmak...Sen git bir zevcesini getir bakalım. Ona iki sual soralım. Raziiim! Şıışş..hadi evladım bırak o makineyi yerine. Git çağır şu kadını, hiç görmemiş mi bunları bi soralım."
-Kurbanın karısı Yozgat'lı. Okuma yazma bilmez, köylü bir kadın. İki çocuk vermiş kocasına; biri kız biri hermafrodit. Allah'ın işi işte. Bir ay sonra erkek yapacakmış cemaat herifin evladını. Gerçi kıza daha çok benziyor ya ayrı konu. Kız da oğlan da bu odaya girmemişler hiç. Oda aslında evin koca bir bölümü. Kendi kenefi de var, mutfağı da. Mutfakta içki niyetine, afyon macunu ile acıyavşan otundan yapılan içkiye tesadüf ettik. Az kalmıştı. Adam baya yüklenirmiş anlaşılan. Her gece bu odada kafa çeker, kitap okurmuş. Karısı söylüyor, " Hep bi şiiler okur o yanan içkiden içerdi. Ne söylerim ben koca kısmına. Bir iki kere söyleyecek oldum beni fena dövdü. Korktum tabi. Sindim. Yoksa filim de seyrediyordu. Ayıp şeyler. Seyretsin tabi erkek adam. Benim rahmetli babacığım da seyreder sonra anamı şeyederdi. Bazen aynı anda yapardı her ikisini. Beni de kocam öyle yapar sandımdı ya iki yılı aşkındır elini sürmedi." Adam karısına göre bir hayli kafalı.Fellini filmlerini ayıp şeyler sanıyor kadın herhalde. Gerçi ahlak dışı bunlar da ama ahlak dışı sanat da ayrı konudur. Bilhassa biliyorum. Araştırma yapmıştım arşivlerde. Bilge Ceylan diye bir adamın filimlerini de baya sevmiştim. Memleketlim diyedir belki. Neyse, kurbana dönelim: Kırksekiz yaşında. Kel. Göbeklice. Sağ kolu sol kolundan iki santim uzun. Sağlak. Tırnakları temiz, elleri nasırsız. Zekerinde bir et beni çıkmış. Aldırmadığına göre cinsellikle pek ilişkisi kalmamış. Arka deliğinde zorlanma yok. Cesetdin durumu dışında adamın bedeninde gözle gözükür bir farklılık yok. Katil bıçakla nasıl yaptıysa vücudunun içini oymuş. Tek yol ağız bu durumda ama orada da zorlanma gözükmüyor. Bir ihtimal kurban kendindengeçtikten sonra işlem yapılmış. Tüm organları parçalanmış. Kurban iç kanamadan ölmek üzereykenkendine gelmiş olmalı. Kurbanın katili tanıması muhtemel. Eve zorla girilmemiş. Kurbanın karısınındediğine göre eve bazen arkadaşları gelirmiş. Haremlik de olduğundan onları görmezmiş. " Arada dikizliyor muydun?" diye sormuş olsam da bir yanıt alamadım. Zaten artık önemi yok. Katilin kim olduğunu biliyorum. Hatasız suç olmaz malum. Biraz sonra tutuklamaya gideceğim." Bitirdin mi mektubu?" " Evet." " O vakit çağır şu senin Ramiz'i de yollayalım. Bir ufak hatanda Ramiz'i de seninle beraber doğrarım. Onun ki daha acılı olur haberin olsun." " Tamam. Merak etme ama önce bir soru sormama müsade et." " Ben hemen yanıt verebilirim sana. Merakın önemli zaten. Şu asıl adı Leon olan münafık da senin gibi merak etti. Nasıl öldürüleceğini bilse boğuşurdu benimle. Sen biliyorsun ama seni nasıl
keseceğimi lakin çıt çıkartmıyor, kaçmaya kurtulmaya çalışmıyorsun. Önce sen yanıt ver bana. Neden kurtulmak için uğraşmıyorsun?" " Kurtulmak. Bu benim gibi Allah yolunda yaşayanlar için önemli bir şey değil. Sen Allah'a inanmıyorsun ki anla bunu." " Saçma! Kötülük yapmazsan da kurtulacağını düşünüyorsun. Üstelik ben kötülükten geldim. Allah'a inanmayı kuran kursunda üstüme çıkan o imamdan sonra bıraktım. Neden inanacakmışım hem! Üstelik bir yaratıcı güç varsa eğer onun kadar güçlü olan benim gibi bir yok edici güç de olmalıydı. Oysa her şey tekdüze buralarda. Onun yokluğu benim varlığımla belirgin değil mi?" " Dediğin doğru değil. Yüce Rab sana varlığını hediye ettiğinde senin kaderini de kendi eline verdi. İstersen kendini de öldürebilirsin, başkalarını da ama günah işlemeye başladığında Yaradan seni sadece izler. Cezanıdaha sonra verecektir. Öldürdüklerini e cennette yanına alacaktır." " Hah! Yani o kitapları okuyan adamı yanına alacak bir tanrı var ha! Sen de onun kadar salaksın. Gözünüzü iyilikle sıvamışsınız. Gerçeği göremeyecek kadar kör kalmışsınız. Boyacılar...bak sana neden bu adamı öldürdüğümü anlatayım. Her şeyden önce herif Allah'a inanmıyordu. En de inanmıyorum tabi ama onun inanmaması farklı. O kendine inanıyordu. Ben kendime inanmıyorum. Kendimi ancak öldürdüğümde hissettiğimden ve onun güzellik dediği acaip günahları anlamadığımdan herifin içini doğradım. Böylece içindeki her şey paramparça olurken ben yaşama sahip olacaktım. O yaşamı ve inanmadığı tanrısını da kaybedecekti. Anladın mı şimdi?" "Peki beni niye seçtin? Üstelik seni arıyordum." " Beni aramanı kolaylaştırmak istedim. Senin tanrıya inanıyor olmanı sevdim. İlk cesedimin ikizi gibisin. Sen de kitaplara ve sinemaya hayransın. Resim ve heykel düşkünüsün. Tek farkın Allah'a inanman. İşte sırf bu inancın beni baştan çıkardı. Ona benzeyen diğer yanların önemli değildi. Seni ikinci kurbanım olarak değil, belki yirminci filan olarak görürdüm. Eğer ki gerçekten de inanmıyor olsaydın cennete ve cehenneme seni henüz öldürmezdim. Aklımda başka biri vardı. Bir imam. Münafık bir imam. Gizlice çamurdan heykeller yapıyor. Güzel de heykeller bunlar. Leon'da öyleydi. Gizlice yazıyordu. Hem de ne adi şeyler! Hııım..bakışından anlıyorum. Onun defterlerini bulamamışsınız. Evet ya..ben de bulamamıştım. Tüm odasını aradım. Kocaman süpürgeyle tüm boşluklara daldım. Bulamadım. Oysa benim okumama izin verdiğinde yazdıklarını, masanın üstünde bırakmıştı defterin birini okumam için; diğerlerinin yakında bir yerde olduğunu, odadaki kitaplığın arkasında sakladığına emindim. Yoktular. Senin bulmuş ve okumuş olduğunu düşünmüştüm. Okumamışsın. Tüh! Şimdi işler değişiyor biraz.
Kurbanlarımın birbirlerini tanımalarını isterim ben. Birbirlerinin gizlerini biliyor olmalılar. Oysa sen bir de kadı olacaksın. O kadar adam var emrinde. NAsıl bulamazsın defterleri?" " Ben defter değil seni arıyordum. Eğer arasaydım bulurdum.İstersen.." " İstersem beraber gidelim ve defterleri arayalım di mi? Maalesef. Artık sonuna yaklaştık. Şimdi Ramiz'i çağır." " Ramiz geldi zaten. Arkanda. Seni boşboğaz herif." Cani fena faka bastı. Siz de öyle. Bu saçma öykünün bir sonu olması gerekiyordu tabi. Yine de gerçek bir öykü olmadığını söylemek gerek. Tüm akıllıca yazılan cinayet öykülerinin aptalca şeyler olduğunu anımsatmak istedim sadece. Hicivli hicri tarihlerden uzak durun. Bir de Necmettin adındaki yarı aydınlardan
Leon Felipe (Batuhan Alpuğan)