Yaz 2016 Sayı:1
İZAH Aydınlanmacı Liseler Birliği Yayını Editör: Rabia Maşaoğlu (GSL 149) Alper Yıldırım (İEL '17) Kapak Tasarım: Elif Lâl Kalaycıoğlu (GSL 149) Dizgi: Alper Yıldırım (İEL '17) Yazı Kurulu: Alper Yıldırım (İEL '17) Alperen Maden (İEL '19) Atacan Emre Anaklı (İEL '19) Berk Yoleri (GSL 149) Boran Cem Karpuzcu (Vefa 147) Çağrı Gülbeycan (İEL '18) Faruk Emre Yazıcı (GSL 149) Gizem Fıçıoğlu (CAL 160) Hakan Öğüt (GSL 152) Helin Can (KEL'18) İlayda Su Ekerim (KEL '18) İpek Ayık (CAL 161) İrem Sönmez (CAL 160) İzlem Kula (KAL'18) Kerem Babacan (GSL 149) Metehan Uruç (İEL '18) Mert Delikkulak (GSL 149) Murat Yiğit Alan (KEL '18) Nihal Dilan Cantürk (GSL 148) Nil Özervarlı (RC'17) Oğuz Atam Bozkurt (KAL'18) Ozan Er (GSL 150) Sena Velioğlu (İEL'17) Tuğçe Sarıkaya (GSL 150) Tunahan Akgül (İEL'16) Tulya Bekişoğlu (RC'17) Zeynep Karababa (RC'17) izah - 1 Yaz 2016 izahdergi@gmail.com Baskı: İhlas Gazetecilik A.Ş. Merkez Mah. 29 Ekim Cad. No:11 A/41 Yenibosna Bahçelievler, İstanbul/Türkiye Tel: 0212 454 0 00
Editörden "Yok öyle umutları yitirip karanlıklara savrulmak, Unutma, aynı gökyüzü altında, bir direniştir yaşamak." Nazım Hikmet Ran Selam olsun sevgili okur, Yalnızlığın, ümitsizliğin ve korkunun kara bulutlarının bizleri abluka altına aldığı bu günlerde, birlikte sesimizin ne kadar gür çıktığını fark etmemiz, aslında yalnız olmadığımızı görmemiz, tek yürek ve tek yumruk olabilmemiz gayesiyle yola çıktığımız İzah'ın ilk sayısını sizlere sunuyoruz. Kara bulutların Kadıköy Anadolu Lisesi'nin üzerine üşüşüp onları karanlıklarında boğmaya çalışan saldırısı, Türkiye'nin altı başarılı lisesinin öğrencilerini –Kadıköy Anadolu Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi, Galatasaray Lisesi, Kabataş Erkek Lisesi, Vefa Lisesi, Cağaloğlu Anadolu Lisesi– dayanışma için bir araya gelmeye ve öğrencileri okullarında yaşanan birtakım hadiseler üzerinde derin bir sorgulamaya itti. Bu hadiselerin ve sorgulamanın neticesinde Aydınlanmacı Liseler Birliği ortaya çıktı. Türkiye'nin farklı ekollerde, vizyon ve misyon sahibi nice yurtseverlerini yetiştirmiş liseleri olarak, bugün yaşanan tüm sıkıntıların, zorlukların karşısında kol kola, omuz omuza durmayı; demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi Aydınlanma değerlerine sahip çıkmayı kendimize ve ülkemize karşı bir borç biliyoruz. Yalnızca zorlukların karşısında dayanışmayı değil, güzelliklerimizi paylaşmayı da kendimize gaye edindik. Çünkü paylaştıkça çoğalacak, çoğaldıkça ülkemizin yarınlarını aydınlatacağız. Edebiyat ve sanat anlayışlarımızı paylaşmamız için de Aydınlanmacı Liseler Birliği'nin bir yayını olarak İzah Dergisi ortaya çıktı. Robert Kolej'in de katılımıyla yedi okulun edebiyat kulüpleri bir araya gelip dergi üzerine fikirlerimizi ortaya koyarak, elimizden gelen en zengin dergiyi orta koymak için çalışmalarımıza başladık. Yedi okuldan da pek çok arkadaşımız yazılarını, fotoğraflarını, çizimlerini bizlerle paylaştı. Arkadaşlarımızın çalışmalarını özenle inceledik ve kimseye sansür uygulamadan, kimsenin eserinin içeriğinde değişiklik yapmadan, insanlığı ileriye taşıyan emeğe saygısızlık etmeden çalıştık ve dergiyi yayına hazırladık. Bu meşakkatli süreçte çalışmalarıyla ve dostluklarıyla bizleri yalnız bırakmayan, bizlere ümit ve mutluluk aşılayan arkadaşlarımızın hepsine müteşekkiriz. Sene sonu gelmesi sebebiyle kısa bir zamanda ilk sayıyı hazırlamamız gerekti, bu yüzden dergimizin kusuru varsa sizden şimdiden af diliyoruz. Hepinize keyifli okumalar; sevgi dolu, ümit dolu, özgür ve aydınlık yarınlar dileriz.
1|İzah
Helin Can KEL'18
2|Ä°zah
İçindekiler (Hiç Tanışmadığım) Sana Bir Mektup Gün Dönümü Kızıl Şiir Yürümek Polonya'da Bir Altkültürün Yükselişi: Black Metal Şiirler (Nil Özervarlı) Uyanış Kötü Kedi Şerafettin Bakın Sayın Doktor Omurgalar Pavurya Keçilerin Gürültüsü Bir Olasılık Şiiri Şiirler (Tulya Bekişoğlu) Siyah, Leke Tutmaz Salvador Dali Şiir (Nihal Dilan Cantürk) Benler Stoker - Bir Garip Aile Led Zeppelin Şiirler (Zeynep Karababa) Şiir (Atacan Emre Anaklı) Geçmeyen Sağanak - Leylak Ahşap Hüzünler Gözlerin Her İnsan Biraz Ölüdür Düş - İkili
4 5 7 8 11 13 14 15 19 20 21 22 25 26 27 29 31 32 34 35 37 38 40 42 43 44 45 47
3|İzah
Anonim GSL’149 (Hiç Tanışmadığım) Sana Bir Mektup
Karanlık. Her yer çok karanlık. Küçücük ışık hüzmelerini arar hale geldik. Birbirimizin hatasını kollar, altını oyar olduk. Altımızı oya oya üzerinde durulacak zemin kalmayacak ve hepimiz bok çukuruna yuvarlanacağız. Farkında değiliz. Soğuduk. Karşılaştığımız insanlardan bir gülümsemeyi esirgeyecek kadar soğuduk. İlişkilerimiz soğudu. Tanımadığımız insanlara bir adım daha uzaktan bakar olduk. Temkinli olmak yerine paranoyak olduk. Sıcak bir gülümsemedense kısık gözlerle şüpheci bakışlar paylaştık. Ayrıştık. Ayrık kümeler haline geldik. “Bunlar” olduk. “Onlar” olduk. Herhangi bir konjonktürde iki düşman grup yarattık. Tuttuğumuz takımlardan, etnik kökenimizden, dinsel tercihlerimizden, inandığımız/inanmadığımız tanrıdan/tanrılardan, sahip olduğumuz para miktarından oy verdiğimiz partilerden, cinsiyetimizden dolayı ayrıştık. Kutuplaştık. Duran Adam‟a izin vermeyip “Duran Adama Karşı Duran Adamlar” yarattık. Bir “anti” ihtiyacı var bizde. Pıstık. Korkar olduk. Ara sokaklarda telefon kaptırmaktan, saldırıya uğramaktan; meydanlarda patlamaktan korkar olduk. Söylediğimiz, yazdığımız, çizdiğimiz veya paylaştığımız bir şeyin ucunun dönüp dolaşıp bize değmesinden korkuyoruz. Boğaz hep dokuz boğum ama şimdi her boğumda biraz daha kırpıyoruz aktarmak istediklerimizi. Hepsinden kötüsü, sindik. Çünkü alıştık. Alışma, sinme, kabullenme! Ruhunun ezilmesine izin verme. Bir kişi bile iyi olsa, aydınlanır yine dünya. O yüzden ilk sen değiş. İyi ol. Kimsenin kuyusunu kazma. Yoluna bak. Eğer pes etmezsen yıkamazlar seni. Pes etme! Vazgeçme! Sevgiye sarıl. Ağacı sev, bağlan ona. Hayvanları sev, başlarını okşa sokaktan geçerken. İnsanı sev en çok. Gülümsemeni esirgeme insanlardan. Yolun yarısına çoktan gelmiş insanlar geri dönmez sana belki. Ama bir çocuk, çocuk dediğin bir gülerse, yeşerir umutların. Bir çocuğun gülüşü var ya, parçalar içindeki karanlığı. Anla. Dene en azından. Ortak bir noktada anlaşamasanız bile anla karşındakini. Hemen silme. Yelpazene bir insan, bir görüş daha eklemek bir şey kaybettirmez sana. Kork, ama sadece canını korumak için. Törpüleme cümlelerini, bırak kalemin keskin kalsın. Biraz klişe ama “Fikirler kurşungeçirmezdir; onları öldüremezsin.” Değişebilmek, iyileşebilmek için konuşmak, yazmak, çizmek gerekir. Konuş, yaz, çiz, paylaş. Sen olarak, kardeşim, alışma. İçinde yaşadığın sıra dışı evren sana sıradanlaşmasın. Alışma! Aydınlıklar mümkün, yarınlar mümkün. Sen yeter ki Umut et. B.
4|İzah
Metehan Uruç İEL ’18
Gün Dönümü
Bir gün seni görmeye döneceğim, Bu kentin tüm uğultularından uzak olacaksın. Sessiz bir çığlık olacak yüzünde, Sana çiçekli kelimeler büyüteceğim. Bir gece yarısı döneceğim elbet, Kaymakta olan bir yıldızın son arzusuyla yürüyeceğim. Ay ışığına sarılacağım her gece, Masmavi bir özlemi tüketeceğim.
Usulca aralayıp Kapıdan içeri gireceğim, Perdeleri açıp Mehtabı üzerine örteceğim; Her sabah, solmasın diye dua ettiğin çiçeklere su vereceğim. Üşürsün, kapıları sıkı sıkıya örteceğim. Şömineyi yakıp Yıldızlara çay demleyeceğim; sen uyuyor olacaksın.
Yanıbaşına kıvrılacağım Huzuru avuç içlerime alıp Ellerini ellerimle ısıtacağım. Dışarıda martılar çığıracaklar Alnına gül rengi bir buse konduracağım; sen, uyanacaksın.
5|İzah
Önce bana açılacak gözlerin "Yeşilin uyanışı" diyeceğim buna. Baktığım her yer yeşil, yeşil ve bir daha yeşil, Baharın gelişini gözlerinden bileceğim.
Çok görkemli bir sükutun ilk harfleri yetecek anlaşmaya Mutlak, bu susku kelimelerin yetmemesinden. Biraz da utangaçsın, Hatta, ihtimal, Yürümen gibi pespembedir yanakların, Ne hissettiğini sen de bilmiyorsun.
Tutup koskoca bir denizi Tastamam bir kutuya sığdırmışsın üstelik. Allah var, deniz de esaslıymış hani Bunca yeşile rağmen hala masmavi Korkmak nedir, hiç mi hiç bilmiyor. Kalkıp cesaretinden öpeceğim denizi, Son dalgasına kadar. Denizi unutacağım sonra, Yaşamayı da; sen, anılar gibi gülümseyeceksin.
Söylenmemiş ne kadar söz varsa karaya vuracak, Bir bir toplayacağız mavi kutumuzda. Eski sokaklar gibi yorulacağız. Bu zamanda böyle sokak bulmak da olur iş değil ya, Ya sokak başka, bu başka bir dünya sanki. Şiirlerin üzerinden geçip Ufuk çizgisine ulaşacağız sonraları. Mutfakta balıkları kızartacaksın; Ben rakılarımıza buz atacağım. Yoldan topladığımız mısraları suya koyacağız ki köklenip yaşasınlar Hem önümüzde yemyeşil bahar, ölüm kimin haddine? Bir de bugün ölünmeyecek bir gün üstüne üstlük Ölümsüz bir yatak, öyle boylu boyunca uzanacak. Uzanacak elbet, hem başka işi ne? ve sen, koynumda olacaksın.
6|İzah
Murat Yiğit Alan KEL ’18
Kızıl Şiir Düşüyorum. Terk edilmiş odalarımda, Bir hasretin kalmış acımasız. Sesin mi yoksa bu işitemediğim Düşüyorum. Gece ezerken yorgun yüreğimi, Eşlik ediyor ümitsizliğime yıldızlar. Kırmızın mı yoksa bu dokunamadığım Düşüyorum. Üzüntüm ve sen, Köşe kapmaca oynuyorsunuz sokaklarımda. Gözlerin mi yoksa bu göremediğim Düşüyorum. Ölürken Tüm hayatın gözünün önünden geçecek Tıpkı bir film şeridi gibi, demişlerdi. Yalnızca gülüşünü göreceğimi söylememişlerdi. 7|İzah
Alper Yıldırım İEL'17
Yürümek
Yürüyordu fakat yorulmuştu. Sıska gövdesini gözüne ilişen ilk banka bırakıverdi. Yorulmuştu. Bugüne kadar yürürken karşısından biri geldiğinde, her defasında çarpışmamak için eğilip bükülen, kenara çekilen olmaktan yorulmuştu. Onlar nasıl kendilerinden bu denli emin bir şekilde yürüyebiliyorlardı, çarpışmaktan asla çekinmeden? Ya da hep onun gözlerinden mi anladılar kenara çekilecek ürkek bir tip olduğunu... ama onlar asla bana bakmamışlardı ki, görmemişlerdi gözlerimi. Galiba onu hiç görmemişlerdi. Babam da görmemişti beni, daha ben bacak kadar çocukken bile diye düşündü. Sol yanağının yandığını hissetti. İnci'ye aşıktım ben oysa. Zorla götürmüştü annem ve babam beni o düğüne. Masanın altına oyuncağımı bulmak istiyor numarası yaparak girmiştim, bu taktiği mahallede top oynarken beni döven çocuk vermişti. Beni dövmeden önce. İnci'nin bacaklarına bakmaktı aslında amacım, çünkü filmlerdeki adamlar öyle yapıyorlardı, güzel kızların bacaklarına bakıyorlardı. Masanın altına girdiğimde görmüştüm, babam, İnci ablanın bacaklarını okşuyordu. Eve dönerken arabada bunu gördüğümü söyleyip, babama İnci ablaya aşık olup olmadığını sorduğumda, babam arabayı durdurup beni tokatlamıştı, annem de çok ağlamıştı, neden ağlamıştı anlamamıştım. Babam da hiç görmemişti beni, sol yanağım yanıyor. Vapurun düdüğüyle irkildi. Çantasını yokladı, az işi kalmıştı. Yorulmuştu, diz kapaklarının sızladığını duydu. – Ağbicim, allahımın rızası için bir mendil alıver be. – ... – Ağbim allahım seni sevdiklerinden ayırmasın. Gözünü seveyim, bir mendil alıver, ekmek param çıksın. Toparlandı. Beni sevdiklerimle ne zaman birleştirmiş de şimdi ayırmayacakmış senin o allahın diye geçirdi içinden. – Bozuk param yok vallahi, başka zaman. Sevdiklerimle hiç birlikte olamadık. Onlar olduğumuzu sandı belki de bilmiyorum, ama olmadık, eminim. Ben hep korktum, hep merhametlerinden yanımda olduklarını ve beni zaten bırakacakları düşündüm. Sanırım bu yüzden hiç birlikte olamadık, o allah yerin dibine batsın. Hep ben korktum, hep ben kenara çekildim başkaları geçsin diye. Çarpışsaydık ne yapardım acaba? Çok kez de düşünmüştüm bunu halbuki. Hatta çok kez inadına çarpıp ne olacağını görmeye karar vermiştim de her seferinde son anda korkup vazgeçmiştim bu fikirden. Sevdiklerimle hiç birlikte olamadık. Karım hep ondan uzakta bir adammışım gibi davranıyor. (beni aldatıyor mu acaba?) Karımın pek sıska ve ürkek biri olduğum için bana nefretle baktığını düşünüyorum bazen. (hem niçin aldatmayacakmış? o güzel, yüz hatları güzel bir heykel hayat bulmuşçasına güzel. niye beni bırakıp gitmedi hala?) Acaba beni terk etse, üzüntüm ne kadar sürerdi? Herhalde benim gibi bir ezik –ilkokulda arkadaşlarım böyle seslenirdi bana– pek üzülmez, üzülse de kolay alışır, bunu sindirip hayatına devam eder herhalde. Kol saatine bakıp saatin epey ilerlediğini fark edince ayağa kalktı, çantasından paketleri çıkarıp adreslerini gözden geçirmeye başladı. Yakın olan birini seçti: 6328. Sokak, Bostanlı/Karşıyaka/İzmir. Senelerdir -askerlikten döndüğünden beri- Karşıyaka'da kargo şirketinin teslimatlarını yaptığı için, buraları artık avucunun içi gibi biliyordu. Ağır adımlarla adrese doğru yürümeye başladı. Senelerdir bu yolları aynı kılıkla aynı şekilde defalarca yürümüş olmasına rağmen, muhitteki hiçbir esnafla tek kelime muhabbet kuramamıştı. Ölüp gittiğimde beni kimse hatırlamayacak. Ne şu köşedeki kafenin sigara tiryakisi uzun boylu garsonu, ne de her gün öğleden sonra sahil boyuna 8|İzah
tezgahını kuran esmer midyeci yokluğumu fark edecek. Cenazesinin babasının cenazesine benzemesinden çok korkuyordu. Babamın cenazesine ne kendi kardeşleri, ne o ömrünün son yıllarındaki işsizlik zamanında kıraathanelerde edindiği tekinsiz dostları, ne de mahalleli gelmişti. Yalnızca imam ve imamın cemaatinden yardım için çağırdığı üç beş kişi gelmişti cenazeye. Babamı da öldükten sonra hiç kimse hatırlamadı. Ben hariç. Belki bir de annem, o da nefretle. İnsanın bir zamanlar aşık olduğu, gençliğinin güzel günlerini birlikte geçirdiği birinden, sonraları işlediği günahlar nedeniyle nefret etmesi hatıralarına saygısızlık anlamına gelir miydi? Sırt ağrılarımın nedeni de her gün onca yolu yürürken omuzlarımda taşıdığım korkularım olsa gerek. Sokağa varmış olduğunu fark edince, paketi çıkarıp apartmanın adına, numarasına, katına baktı: Günaydın Apartmanı. Sağına soluna baka baka sokağı yürümeye başladı. Kaldırımlara dikilmiş zakkumların pembe çiçekler açtığını görünce kafasına üşüşen düşünceler biraz olsun dağıldı, keyiflendi. Zakkum çiçeğinin adını İnci ablam söylemişti bana. Günaydın Apartmanı. Zile bastı. Açan yok. Tekrar bastı ve bekleyiş. Kapı otomatının sesini duydu, kapıyı itip merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı. Kapının eşiğinde kısa boylu, kumral, genç bir kız. Yanıbaşında elektrikli süpürge duruyor. Kısacık şortu biçimli bacaklarını iyice ortaya çıkarmış. Kızın bacaklarına bakmaktan kendini alamadı, yanağının yandığını duydu. – Kusuruma bakmayın, süpürge tutarken zilin sesini duymamışım. – Estağfurullah hanımefendi. Buyurun, bu paket size gelmiş. Bir de şurayı imzalarsanız... Kıza elindeki dosyayı uzatırken eli kızın eline değdi. Utandı. Dosyayı aldıktan sonra çabuk çabuk merdivenleri inmeye başladı. Kendini sokağa atar atmaz eliyle yanağını sıvazladı. Çantasını açıp, paketlerden en yakın adresli olanı bulduğu gibi, adeta koşaradım oraya doğru yol aldı. Sokağı bulduktan sonra, apartmanın adına baktı: Yıldız Apartmanı. Bu sokağa niye hiç zakkum ekmemişler, ya da zakkum kendiliğinden mi bitiyor ki, bilmiyorum. Zile bastı, açan yok. Tekrar zile bastı, yine açan yok. Biraz daha bekledi, ev sahibinin evde olmadığından emin olduktan sonra, dosyasında adresin yanına işaret koydu. Teslim etmem gereken son bir paket kaldı. Ama teslimat uzağa, dolmuşa binmem gerek. En iyisi gitmeden bir karnımı doyurayım, zaten dolmuşa sahil kıyısından binmeyecek miyim? Salih Usta'nın tavuklu pilavından yerim. Salih Usta'yla ahbaplığı, oturup iki çift laf etmişliği yoktu da, el arabasının üzerinde kırmızı harflerle öyle yazdığından adını biliyordu. Sahile doğru yürümeye başladı. Salih Usta'nın tezgahını gördü, taburelerden birini çekip oturdu. – Ağbi, bana bir tabak pilav üstü tavuk yapıversene. – Başüstüne... Karabiber, ketçap, bir şey ister misin? – Az bir karabiber döksene be ağbi... Ellerine sağlık. İşte bu kadardı. Bir insanla bundan daha fazlasını konuşabilmeyi hayatı boyunca becerememişti. Tavuklar da soğukmuş, böyle de çiğ gibi yenmez ki, diye geçirmiş de olsa içinden, bu duruma da ses çıkaramadı. Yemeğini iyice yiyip tabağı sıyırdıktan sonra tabağı çöpe attı, borcunu ödeyip dolmuş durağına doğru yürümeye başladı. Kısa bir süre bekledikten sonra gelen dolmuşa bindi. Dolmuşun içi ağzına kadar insan doluydu ve içerisi fena halde ter kokuyordu. Bu sıkışıklık değil de bu koku beni öldürecek. Arka cebinden cüzdanını almaya çabaladı fakat kalabalıkta bırak cebine uzanmaya çalışmak, en ufak bir hareket bile fazlasıyla zordu. Oh, sonunda buldum şu kör olası cüzdanı. Cüzdanında hiç bozuk para olmadığını gördü. Büyük banknot versem onu da bozamaz ki adam. Bu sırada dolmuş epey yol almıştı ve şoför aynasından kaşları çatık -ihtimal ki sıcaktan, trafikten, insanlardan bıkmış usanmıştı bugün- onu izliyordu. Durağın birine yaklaşırken şoför dolmuşu durdurdu. – Bir sen mi varsın lan akıllı? Yarım saat oldu hala para falan yok. – Ağbi vallahi bozuk param yok diye ne yapacağımı düşünüyordum. 9|İzah
– Siktir lan oradan! Bir de bana ağbi çekmeye kalkma burada. İn lan dolmuştan, siktir git! – Ağbi şimdi verecektim valla parayı, üç kuruş için yapma böyle gözünü seveyim... – Lan hala ağbi çekiyor, in lan in, siktir git, getirteceksin illa beni oraya! Herkesin kendisine küçümseyerek baktığını hissediyordu. Başını öne eğip, utana sıkıla kendini durağa attı. Yine herkesin içinde rezil oldum. Dizlerindeki sızı kendini yeniden hissettirmeye başladı. Çantasından paketi çıkarıp baktı, daha teslimat adresine çok yolu vardı. Yorulmuştu, fakat yürümekten başka şansı yoktu.
10 | İ z a h
Helin Can KEL '18 Polonya’da Bir Altkültürün Yükselişi: Black Metal Metal müziğin altdallarından biri olan black metalin tarihi, resmi olarak 90‟larda Norveç‟te Birinci Black Metal Akımı‟nın ortaya çıkmasıyla başlasa da, bu türün kökenleri 80‟lerde thrash ve death metaldedir, türün ismi ise 1982‟de yayımlanmış olan, Venom‟un “Black Metal” isimli albümüdür. Metalin diğer türlerine kıyasla çok daha sert, vahşi, şiddet içerikli ve farklı dini eğilimleri olan black metal, her ne kadar Norveç‟te ortaya çıkmış ve gelişmiş olsa da, İkinci Black Metal Akımı tüm dünyaya yayıldığından, artık kaliteli albümlerin hangi ülkelerden çıkacağı belli olmuyor. Polonya, son zamanlarda black metal dünyasının en önemli gruplarından bazılarının çıkış noktası. Ancak geçmişlerine bakınca bunun pek de büyük bir sürpriz olmadığını görüyoruz. Özellikle 1979‟da kurulmuş olan Kat, her ne kadar thrash ve heavy metal sayılsa da, Polonya black metalinin çıkış noktalarından biri. Daha önce kullanılmaya cesaret edilememiş sertlikte müzik ve Tadeusz Micinski‟nin şiirlerinden esinlenerek yazılan şeytani sözleriyle, zamanında black metal için önemli bir esin kaynağıydı. Her ne kadar Kat, o bölgenin ilk black metal grubu sayılsa da,80‟lerde Polonya metal müziğinin en büyük ve en önemli temsilcisi Vader‟dı. 1983‟te kurulmuş olan Vader, hristiyanlığa karşı sert tutumları, kullandıkları zımbalı deri kıyafetleri ve şeytana övgüler içeren şarkı sözleriyle metal tarihinde önemi tartışılamayacak kadar büyük bir yeri kapsıyor. 1984‟te kurulan başka bir Polonyalı black metal grubu olan Imperator da aynı konuları işlemiş olmasına rağmen ömrü, Vader‟e göre (her ne kadar Vader‟in son işleri death metal sayılsa da) çok daha kısa oldu. Kat, Vader ve Imparator‟dan sonra 90‟larda, 1990: Christ Agony, Mussorgski 1991: Behemoth, Bestatt, Xantotol 1992: Oppressor (soradan Baphomeths Throne), Mastiphal, Taranis, North, Graveland, Infernum 1993: Ancona, Thunderbolt, Hermh, Profanum 1994: Lux Occulta 1995: Darzamat 1996: Witchmaster 1997: Vesania, Crionics olmak üzere aralarında birkaçı (Bkz. Behemoth) uzun soluklu ve önemli olan birçok grubun temeli atıldı. 2000‟lerde ise, MasseMord, Mgła, Furia, Morowe, Blaze of Perdition, Plaga, Batushka başta olmak üzere sayılamayacak kadar çok grup kuruldu. Çağımızın en büyük Polonyalı black metal (son zamanlarda blackened death metal) temsilcisi olan Behemoth, her ne kadar 1991‟de kurulmuş ve ilk demoları olan “Endless Damnation”u 1992‟e çıkarmış olsa da, yeralı dışındaki asıl ününe 2014 yılında “The Satanist” isimli albümleri ile erişti. Bu albümde yarattıkları atmosferik ve karanlık tarz, monoteistliğe ve genel olarak dinlere karşı olan tutumlarını sadece şarkı sözlerinde bırakmayıp bu nefretlerini hem çaldıklarıyla hem de kullandıkları enstrüman dışı seslerle pekişiyor. Frontmanleri olan Adam Nergal Darski‟nin kanseri nedeniyle verdikleri beş yıllık aranın sonunda çıkardıkları bu albümde insanı en çok vuran, daha önceki teknik şarkı yazımlarından uzaklaşıp, gerçek öfkelerini müziğe döküp bunu bize son damlasına kadar hissetirmeleri. 11 | İ z a h
“Thelma.6” veya “Zos Kia Kultus” gibi eski albümleri de kesinlikle ortalamanın üstünde ve ustalıkla yapılmış olsa da, The Satanist, diskografilerinin yıldızı. Kariyerlerinin ilk dönemlerinde kullandıkları kadar ağır şeytani içerikli sözler, klasik enstrümanlarının yanında kullandıkları ezan gibi atmosferik sesler, bu gruptakilerin insan olup olmadığını sorgulatacak kadar zekice yazılmış ve insani ürküten riffler ve çalmak için ahtapot olmayı gerektiren zaman zaman 270 BPM‟den hızlı davullarla insanı mest eden bir albüm. Son zamanlarda yapılmış ve Polonya‟nın müzik sektöründeki kalitesini tartışmasız bir biçimde yukarılara taşımış albümlere başka örnekler olarak Mgła‟dan “Exercises in Futility” ve Batushka‟dan “Litourgiya”yı verebiliriz. Mgła, “Exercises in Futility” albümünde olgunluk çağına ulaştıklarını kesinkes gösterdi. Kendi tarzlarını olabilecek en iyi hale getirip, daha da karanlık ve melodik hale gelen grubun bu albümünde öncekilerin aksine aksine, her şarkıda farklı bir albeni var. Albüm, gerek ustalıkla yazılmış riffleri, gerek deha seviyesinde yetenek isteyen davulları, gerek insanın ufkunu açan sözleriyle insanı kendine hapsediyor. Darkside‟ın yazdığı davullar, Mgła dahil daha önce hiçbir yerde görmediğimiz, hem melodik, hem hızlı hem karanlık bir havaya sahip. Bazen geriye çekilmesi de ayrı bir güzellik katıp gerilimi yumuşatmış. Diğer black metal bateristleri gibi sadece hıza önem vermeyip parçaları boğmadan, melodikliğin de önemimi göz önünde bulundurması, ve bu albümde kullandığı teknikler, Exercises in Futility‟i diğer albümlerinden ayıran önemli özelliklerden. Bu özelliklerin hepsi birleşince de, müzik tarihinin en özgün, en ilham verici ve en sofistike yazımlarından biri ortaya çıkıyor. Albümün kendini bu kadar dinletebilmesinin diğer bir nedeni de melodik, karanlık ve asla bunaltmayan riffleri. Parçalarda, bir bölümden diğerine geçişin kulak tırmalamaması da rifflerin benzerlikleri ama aynı zamanda eşsiz olmaları sayesinde. Özellikle 2. şarkıdaki nispeten ağır ve hüzünlü melodinin, daha hızlı ve daha sert bir kaosa dönüşmesi, geçişlerdeki bu ustalık sayesinde. 5. parçada ise riffler (ve davul) en başta hipnotize edici ve yavaş, ancak sonra mükemmel bir bağlantıyla Mgła‟dan şu ana kadar duyduğumuz en sert, en hızlı, en metal, belki de en Mgłavari şekle bürünüyor. Müzikal kısım bir yana, sözler de bu albümü özel kılan sebeplerden. Mutlu ve barış dolu (!) bir albüm olduğunu sadece isme bakarak bile anlayabildiğimiz bu albüm, M.‟in yazdığı sözlerle müziği tamamlıyor. Bu sözler, insanın canını acıtıyor, boş vaatlere kapılmasını engelleyip, bilincin acısıyla özgürleştiriyor. Eğer bütün o sözleri irdeleyerek açıklayacak olsaydım, sadece iki sayfalık bir yazı değil, birkaç ciltten oluşan kitaplar ortaya çıkardı. Antik Yunan, İskandinav mitlerine, katolik ve ortodoks inanışlara, Eski Roma tarihine, şimdiki sistemin problemlerine ve insanoğlunun başlangıçtan beri var olan sorunlarına değinen bu sözler, at gözlükleriyle umarsızca dolanmaktan başka vasfı insanların uyandırılması ve böyle bir dünyada var olmanın acısını çekenlerin yalnızlıklarını az da olsa çekilebilir kılmaları için birebir. 2015‟de kurulmuş olan, ve albümlerinin çıkışından çok önce plak şirketleri tarafından kendilerinden efsane bir albüm beklememiz gerektiği söylenen Batushka‟nın üyelerinin kim olduğu hala açıklanmadı, ancak diğer büyük Polonyalı gruplardan 8 kişi olduğu biliniyor. Adı Rusça olan ve “baba” anlamına gelen grup, tüm albümde Rusça sözler kullanmış. Polonya black metalinin son yıllarda olmazsa olmazı haline gelmiş kompleks müzik yapımı bakımından ne Behemoth, ne Mgła, ne de Plaga‟dan eksik olan grup, en çok Ortodoks kültürü ve müziğinin etkilerini taşıyor. Ortodoks ilahileri ve “chant” tarzı vokaller daha önceden metalde kullanılmamış değildi, ancak ilk kez bir grup bu ilahileri ve Gregoryen melodilerini bir albümde ana söz haline getirip müziği onlar etrafında kuruyor. Polonya‟nın müzik tarihine baktığımızda, şu an metal müzikte de başı çekiyor olması şaşırtıcı gelmiyor. 21. yy öncesinde de hem halk müziği hem bu halk müziğinin etkilerini taşıyan klasik müziği bakımından Avrupa‟nın en önemlilerinden biri olmasının metale ne kadar zemin hazırladığı tartışılır olmasına rağmen “Mazurka”larıyla, “Polonaise”leriyle, Lutosławski ve romantik dönemin en lirik ve üretken bestecilerinden biri olan Chopin‟iyle, müzik dünyasında, sanatta ve artık altkültürlerde yeni Polonya‟nın önemi göz ardı edilemez. Polonya, “black metalin yeni kalesi” ünvanını her şeyiyle hak ediyor.
12 | İ z a h
Nil Özervarlı RC '17
hepimiz yolcusuyuz birer hayatın kimi atlı kimi yaya yanımıza alabileceklerimiz bohçamıza sığdırabildiklerimizdi gönlümüzden taşınca omuzlara yüklendi
küresel ısınmadan sular çekiliyor, göl kurumuş dün akşam. çirkin ördek yavrularını atmışlar ilk okyanuslarda direnmek yasakmış bizimki boğulma tehlikesi
geri sayım çığlıklarından, bombalar duyulmuyor. parfümler boca edilmiş, ama kan kokusu gitmiyor. 13 | İ z a h
Faruk Emre Yazıcı GSL 149
Uyanış Gün ağarıyordu Gitme vakti gelmişti artık Tanıdık gecenin yanından ayrılıp Meçhule yol alma vakti Ne çabuk! Oysaki çok söz vardı söylenmedik Bilinenin gölgesinde Ayak basılmamış çok yer Yazık, çok yazık! Böyle süregelmiş Hep böyle devam edecek Bir düş Uyuyan uyanandan habersiz Meçhul 14 | İ z a h
Boran Cem Karpuzcu Vefa 147
Tonguç ve Ekin‟in oğlu, Tacettin‟in babası, Cemil, Fare Rıza ve Martı Rıfkı‟nın kadim dostu, çapkınlığına rağmen gönlünü Misket‟e kaptırmış, köpek öldüren tiryakisi, Kazancı Yokuşu‟nun ağır abisi, Cihangir‟in en psikopat, en belalı kedisi, dört ayaklı metropol canavarı… Kötü Kedi Şerafettin!
Geçmişten Günümüze Kötü Kedi Şerafettin
Kim bu Şerafettin denilen kedi? Sadece bir çizgi karakter değil gerçek bir kedi. Bülent Üstün‟ün büyüdüğü Gaziosmapaşa Sarıgöl Mahallesi„ndeki bahçeli göçmen evinin bahçesinde yaşayan 20-25 kediden ağırbaşlı olanı Şero. Peki, bu kedinin adı niye Şerafettin? Bülent Üstün, Şerafettin isminin sebebini şöyle anlatıyor: “1988‟lerde Kaynanalar dizisi vardı, babam çok severdi. Şerafettin diye bir karakter vardı ve babam çok sevdiği için bizim ağırbaşlı, sarı kediyi bazen Şerafettin diye çağırırdı. Şerafettin ismi oradan kalma.” 1994 yılında askere giden Büstün, 1996‟da askerden dönünce gelince Şero‟nun öldüğünü öğrenir. Ve çizgi roman hikâyesi bu şekilde başlar. İlk sayı “Şerafettin‟in Anısına…” diye başlar.
(Büstün 14 yaşındayken kedisi Şero ile)
Bülent Üstün‟ün çizip Türk mizahına kazandırdığı ve Türk mizahında artık markalaşmış, bir kült haline gelmiş olan Kötü Kedi Şerafettin ilk kez 1996 Şubat‟ında aylık yayınlanmaya başlanmış L-Manyak dergisinin 2. sayısında çıktı karşımıza. Bundan daha önce, Bülent Üstün‟ün HBR Maymun (Hıbır) dergisindeki Tonguç köşesinin sonlarına doğru tanışmıştık Şero‟yla zaten ama Bülent Üstün Tonguç köşesini sonlandırıp Kötü Kedi Şerafettin‟i ayrı bir köşe olarak çizmeye L-Manyak dergisinde başlamıştır. 2001 yılında L-Manyak dergisinin editörü Bahadır Baruter, L-Manyak çizerlerinin pek çoğuyla birlikte L-Manyak'tan ayrılarak Lombak dergisini kurdu ve Bülent Üstün de Lombak‟a geçen çizerlerden biri olduğu için Şerafettin de yayın hayatına Lombak‟ta devam etti. Uzun zamandır herhangi bir süreli yayında çizilmeyen Kötü Kedi Şerafettin, aylık çizgi roman dergisi Hortlak‟ın çıkmasıyla beraber geri döndü. (Hortlak dergisi 2. Sayı kapağı)
15 | İ z a h
Kötü Kedi Şerafettin: İnsan Mıyız Ulan Biz! Bülent Üstün film fikrinin ilk kez, Kötü Kedi Şerafettin‟in 2. sayısından sonra arkadaşlarının „Aaa ne güzel olur filmi ya da dizisi çekilse.‟ şeklinde yorumlarla beraber ortaya çıktığını belirtiyor. Proje o zamandan beri aklından hiç çıkmamış, hatta araştırıp incelemek için yurtdışına bile gitmiş Büstün. İlk elle tutulur çalışmayı ise Mehmet Kurtuluş yapar. 2005 yılında Şerafettin filmi için teaser çekilir ve Bülent Üstün‟ün çok beğenmesiyle işler somutlanmaya başlar. 2011‟de “Acaba 1. kitaptan bir hikaye, senaryo oluşturabilir miyiz?” düşüncesi ile beraber filmin şekli şemali belli olmuş. Filmin sinemaya uyarlanma kısmında Levent Kazak da ekibe katılmış ve film son halini almış. Mehmet Kurtuluş‟un dediğine göre, eğer senaryo aşaması da sayılırsa son 4 yıldır film için çok yoğun bir uğraş verilmiş. Film 5 Şubat 2016‟da, ilk çizilişinden bu yana tam 20 yıl sonra vizyona girdi. Kaliteli bir kadro ile projeye bu kadar önem ve değer verilmesi film vizyona girmeden bile başarısını tescilledi. Film, dünyanın en büyük animasyon festivallerinden biri olan Annecy‟de ödül kazanan ilk Türk animasyonu oldu. Konu ise kısaca şöyle: Şerafettin ve kadim dostları akşam için piknik planlar. E tabi ki de sorunlar çığ gibi üstlerine gelir. Mangal için herkes kendine düşeni yaparken başları belaya girer. Aynı gün Şerafettin babası Tonguç tarafından evden kovulur, düşmanlarının saldırısına uğrar, çapkın karakterine ters olarak ilk kez aşık olur ve baba olduğunu öğrenir. Ama kötüler her zaman kazanır tezinin doğruluğunu kanıtlamak için yaşayan biri için bunlar pek de büyük olaylar değildir. Fare Rıza‟dan çözüm gecikmez. Artık hayvan gibi değil insan gibi düşüneceklerdir. Film versiyonu, karikatür halinin içerdiği her türlü özelliği içerecek gibi duruyor. Macera, kin, tutku, şiddet, nefret, aşk, intikam, korku…
(Film Afişi)
Seslendirme kadrosunda yok yok. Şerafettin‟i Uğur Yücel, Tonguç‟u Ahmet Mümtaz Taylan, Misket‟i ve Tacettin‟i Demet Evgar, Çizer‟i Okan Yalabık, Fare Rıza‟yı Güven Kıraç, Hasena Teyze‟yi Ayşen Gruda, Bakkal Şemistan‟ı Cezmi Baskın, Cemil‟i Yekta Kopan, Martı Rıfkı‟yı ise Gökçe Özyol seslendiriyor… Seslendiren kişilerin çoğunun sadece ses olarak değil tipleme olarak da çok benzer kişiler olması garip bir tesadüf olmuş.
(Seslendirme Kadrosu)
16 | İ z a h
“Şerafettin’in bizim ruhumuzu okşayan kısmı, PUNK yönü.” Mehmet Kurtuluş “Çok güzel geri dönütler alıyoruz, her şey harika gidiyor.” Bülent Üstün “Film bizi eskileri kurcalayıp didiklemeye, yeni hikâyeler aramaya itiyor. Çizgi Roman tarihimizde oralarda kalan nice karakterin canlanma şansı var artık.” Erdil Yaşaroğlu
Bülent Üstün Bülent Üstün, 1974 yılında İstanbul'da doğdu. Bekir Sami Dedeoğlu İlkokulu'nu bitiren Üstün, daha sonra Gaziosmanpaşa İmam Hatip Lisesi'nin orta bölümünden mezun oldu. Ardından, aynı semtteki Plevne Lisesi'ne devam etti. Sırasıyla: Çarşaf, Hıbır, Gırgır, HBR Maymun, Lombak, Kemik, Penguen ve Uykusuz‟da çizerlik yaptı. HBR Maymun'da çizdiği zamanlarda „Tonguç‟ ve „Kabız Kuğu‟ ile adını duyurduysa da asıl L-Manyak‟ta Kötü Kedi Şerafettin ile zirve yaptı. Şero dışında, „L-Manyak Kerizleri‟, „Homo Sapiens Öyküleri‟, „Kuduz Doktor Hektor „gibi çizgi roman ve tiplemeler çizdi. Memo Tembelçizer için „L-Manyak Şehitleri‟, Bahadır Boysal için „Taze Kaşar‟ ve Kenan Yarar için „Hilal‟ çizgi romanlarının bazı bölümlerinin senaryolarını yazdı. Penguen dergisinde kendisi gibi karikatürist olan ağabeyi Cengiz Üstün'le birlikte „Üstün Brothers isimli karikatür köşesini çizdi. Bülent Üstün: „‟Benim için macera; Başını belaya sokmak ve akşam eve hiçbir şey olmamış olarak dönmekti. Hala da biraz öyle. Yani sabah uyandığında ölmemişsen gece çok eğlenmişindir.‟‟ Kenan Yarar: “Bülent Üstün‟ü ilk tanıdığım zamanlar baya çocukluk yıllarına dayanıyor. O zamanlardan beri Bülent de bir farklılık vardı, hepimizden daha yırtık, biraz daha serseri ruhlu, biraz daha zeki… O zamanlardan biliyorum ki insanların gözüne batan, dikkatini çeken biriydi. Duvarlara ilk resim çizme alışkanlığını Bülent başlattı. Gittiğimiz dergilerde duvarlara resim çiziyoruz biz mesela. ( Bülen Üstün‟ün eşyaları kullanarak karikatür tarzı çizimler yapması hakında.)” Emrah Ablak: “Şerafettin‟in arka planında deli gibi çalışan bir Bülent var. L-Manyak binanın en üst katındaydı. Binanın en arka kısmında, dar bir oda vardı. O oda çilekeş odasıydı. Çok işi olan ve yetiştirmek için dış dünyayla bağları kesmek zorunda olanlar o odaya girer ve çıkmazlardı. Kimse de o odadakini rahatsız etmezdi, kapıyı bile tıklatmazdı. En çok o odada Bülent dururdu. Gözlerinin altı şişmekten simsiyah olurdu.” Memo Tembelçizer: “Askerden yeni dönmüştü sonra aniden Kötü Kedi Şerafettin adında bir tip çizdi. Bütün çizerler, mizah dünyası, „Abi mizah artık öldü yaa.‟ kafasındayken Şerafettin‟in yayınlanmasıyla beraber böyle bir şey kalmadı.”
(Bülen Üstün‟ün hayatından kareler)
17 | İ z a h
Soundtrack Albümü Yolda, Devam Filmi Gelecek! Film, animasyon kalitesinin yanında müzikleriyle de adından söz ettiriyor. 6 Şubat Cumartesi Güven Erkin Erkal‟ın sunduğu radyo programı Maksimum Rock‟a bağlanan Bülent Üstün, filmin müzikal yönü ile ilgili konuştu. “ Şerafettin‟in ilk tanımı aslında bir punk filmi. Punk ruhu taşıyan bir senaryo, punk ruhu taşıyan bir öykü, aksiyon.” Yıllardır punk dinleyen, punk camiasının insanlarından biriyim ben de aslında ve punk müziğin felsefesinden etkilendim, o felsefeyle çizgi roman yapıyorum. Filmi yapmaya başlayınca da aklımıza ilk gelen tabi ki punk bir sound oldu. Camiamızda benim tanıdığım punk gruplarından: Athena‟dan Gökhan, Tampon‟dan Aslı, Ayılar‟dan Murat ile eski arkadaşlarız. Onlara filmden bahsettik ve çok heyecanlandılar. Bir Şero şarkısı istedik ve şahane parçalar çıktı. Hepsine klip çekiyoruz. Müslüm Gürses ile filmin ortasında efkârlanırken Geblo ile salondan zıplayarak, pogo yaparak çıkıyoruz. Ayılarla baştan sona işin içindeydim. Söz, stüdyo, vokal… Hatta parçanın bi‟ bölümünde uzun hava da söyledim.‟‟ diyen Büstün, soundtrack albümü hakkında ise bazı heyecan verici açıklamalar yaptı. “Şu anda 5 şarkımız var. (Athena‟dan Geblo, Müslüm Gürses‟ten Ah Oğlum, The Ayılar ve Sansar Salvo‟dan Kötü Kedi, Batesmotelpro‟dan Zaman Kötü ve 1993 İstanbul çıkışlı Tampon‟dan bir parça.) Bi 5 daha olsa harika olur. Biraz daha şarkı bekliyoruz. Pentagram‟dan thrash soundunda bir Şero olsa. Mesela Cemiyette Pişiyorum ve Büyük Ev Ablukada gruplarından Şero yorumları duymak isterim. Şero kültürü sürsün istiyoruz. Sadece çizgi roman ve filmle değil müzikle de devam etmesini istiyoruz. Umarım parçalar gelir ve toplayıp şahane bir soundtrack albümü ortaya çıkar.” Bülent Üstün sözlerini, “Şimdiden devam film için çalışmaya başladık, 2. Film için senaryo hazır.” diyerek bitirdi.
(Athena - Geblo klibinden kareler)
18 | İ z a h
İpek Ayık CAL’161 Bakın Sayın Doktor
“Bakın sayın doktor, ölüyorum demiyorum, öldürüyorum demiyorum, yalnızca yaşayamıyorum diyorum.’’ Dokunmayı bilen insan. Yazmayı bilen, bakmayı, görmeyi ve sevmeyi bilen insan. Dudakları aralandığında sana bahşedeceği sözcükleri kestiremediğin insan. Misal sen, hissedersin bilirim fakat şimdilerde bi‟ başka. Sesinin tınısıyla tanıştığın dakika hangi milletten olduğunu dahi anlayamayacağın derecede „herkes‟ bir insan. Kalkar yığıldığı duvar dibinden ve sanki kendini hiç oraya atmamış gibi eskitir kaldırımlarını sokaklarımın. Sıkıldım doktor, çok sıkıldım buralardan. Senin yanından, beyaz önlüğünden ve samimiyetsiz ellerinden sıkıldım. Artık hakiki şeylerle taçlandırmak istiyorum gözlerimi. Gerçek şeylere bakmak istiyorum sayın doktor. Sevilmek mühim değil, lakin ömrü hayatımda bir kez olsun sevmek istiyorum. Sevmek mühim değil, lakin ömrü hayatımda bir kez olsun sevilmek istiyorum. Hayatıma ait ama aslında hayatımdan epey bir ayrı olan insanlara, mekanlara, şeylere baktım. Hepsi benimdi ama aslında benim değildi. İnsanlar, mekanlar ve şeyler. Yaşananlar anlatılır fakat yaşayamamak anlatılmıyor doktor. Evriliyor, epey de bi‟ çevriliyor lakin dönüyor dolaşıyor yine aynı yere geliyor mevzu. Sende olan bi‟ şeye geliyor. Sende olan çok harika bi‟ şeye. Sevilesi ve nadiren seyredilesi bi‟ şeye. Parmaklarımın uçlarında birikiyor acılarım. Benim acılarım hep en uçlarda birikiyor. Hayatım boyunca hiç düşmek istemediğim bir duruma yine, yeniden düşüyorum. Hem de defalarca. Dizlerim kanıyor epey. Dirseklerim de aşağı kalır mı? Onlar da kanıyorlar. Her yer kıpkırmızı oluyor, gözlerim dahil. Orada ne kadar kanadıysam artık, rengini kaybediveriyor damarlarımdaki kan ve yanaklarımdan akmaya başlıyor. Ardında iz bırakmadan alıp başını gidiyor. Parmak uçlarıma biriken acılar birer iğne misali batıyor tırnağımla etim arasına. Çekip alamıyorum iğneleri, henüz düştüğüm yerden kalkmayı beceremedim çünkü. Aralarına bin bir iğne batmış tırnaklarımı toprağa batırıyorum. Toprağı avcuma hapsediyor ve derin bir nefes alıyorum. Nemli ve bir o kadar da sesli olan nefesime toprak karışıyor. Akciğerlerde büyük miktarda toprağa rastlandı.
19 | İ z a h
Oğuz Atam Bozkurt KAL'18
Omurgalar Yok yok, üzülmeyin. Özür de dilemeyin lütfen Önemli değil demeyeceğiz çünkü bu sefer. Kırmızı mürekkeplerinizi çöpe atın sadece. Burada tek kırmızı biziz. Siyahları size ayırdık. Yapmacık siyahları, tembel siyahları Sıkıcı siyahları, kahpe siyahları Siyah olmayan siyahları… Kırmızı neşenin rengi falan değil artık. Bu küçük renk hırsızlığımızı da yargılayabilirsiniz isterseniz Peşimize düşmeyin ama, Yollarımız kaktüslü bizim, ellerinize dikkat edin Hep tepeye tırmanırız çıplak ayaklarımızla Takip etmeyin bu yolu Ne kadar diken varsa sizin ayağınıza batacak çünkü. Kitaplardaki gücü aramaya kalkmayın Öldürmeyen hiçbir şey yok burada. Siz hiç ölümün saçlarına dokundunuz mu? Yahut elini tuttunuz mu? Hiç düzensizliğe aşık oldunuz mu? Gidin lütfen Çünkü bu sefer hoş geldiniz demeyeceğiz. 20 | İ z a h
Mert Delikkulak GSL 149
Pavurya Deniz kenarındayım, kayalıklarda Ayağım çıplak Hep boş bakıyor balıklar da, sanki tek kelime etmek yasak. Hafiften batıyor taşlar, bir söz söyleyecek gibi oluyorum Balıkların ciddiyeti ürkütüyor beni, konuşma denen şeyden haberleri yokmuşçasına sessiz ve nemrutlar Susuyorum. Kırık bira şişeleri süslüyor yosunların üzerini, Demek ki buraya ilk ben oturmuyorum. Sıkıldığı her halinden belli bir pavurya yanaşıyor yanıma Sebebi kimseyi adam yerine koymayan sarıkanatlar olacak Aslında kader ortağıyız onunla Kalabalıktan kaçan ben, ve balıktan bıkan pavurya Yassı, güzel bir taş buluyorum, denize sallayacağım Bakınca hepsi güzel taşların, hiçbirini ayırmam Doğada herkes tarafından ezilir, ve buna karşı birlik olurlar Ama yassı taşlar her zaman biraz daha naziktir Can yakmamak adına suyun içinden geçmeye direnir, enerjileri tükenene değin zıp zıp zıplarlar Hassasiyetini bile bile ben hep yassı olanı seçerim En zevkli şaka da, şaka sevmeyen dostadır ya. Taşı elime aldım, tahmini güzergahı çizdim, hazırım. Güç almak için doğruldum, elimi geriye attım Şş, dedi pavurya Denizi mi dalgalandırmak niyetin?
21 | İ z a h
Ozan Er GSL 150 Keçilerin Gürültüsü Not: Bu bir öyküdür. Olması gerektiği kadar kısa ve aynı zamanda görünmediği kadar uzundur. Senarist gerçek olaylardan esinlenmiştir. Ayazmana Tepesi, hala pek bilinmedik kalan namuslu bir tepedir. Çoğu zaman rüzgâr uğultuları ve sarhoş iniltileriyle tanınmış bu tepe; her zaman sefillerin ve sefil taklidi yapanların, mutluların ve mutlu görünenlerin beraber oturabildiği dünyadaki tek yerdir. Aslında tepe üç küçük tepecikten oluşur. Şahin Tepesi dediğimiz sadece Şahin‟de türkü dinleyip Efes içenlerin bulunduğu tepe; Kör Tepe dediğimiz, şehre değil de Geyran taraflarına bakan, genelde boş olan tepe ve birincil Ninca üssü olarak tanımlanan, bizim ise kısaca Dağ dediğimiz yer. Dağ‟da her şey kolaydır. Yukarıdasınızdır ve diğer insanlar gibi daha yukarı çıkmak için uğraşmazsınız. Kafanızı olur da fırsat bulup kaldırırsanız Barida Oteli‟ni, hatta yeteri kadar sarhoşsanız evden el sallayan annenizi görebilirsiniz. Evet, zamanında birileri annesinin ona el salladığını iddia etmiştir. Burada Dağ'sal iklim dediğimiz, içilen içkiye göre değişen iklim tipi görülür. Çok ilginçtir ki konyak ve viski içildiğinde oranın yaz, rakı ve votkada kış, bira ve şarap türevlerinde sonbahar olduğu görülmüştür. Bu 3 mevsimli tepe, 3 avuç insanın habersizce 3 kere buluştuğu ve 3 vakit namazını kıldığı 3 farklı camiden oluşur. Bunların en önemlisi ve öykümüzün geçtiği Gönülgâh Oturağı denen, şehre bakan beton, geniş bir duvarın üstüdür. Gönülgâh oturağında dışarıdan gizemli ama tanındığında basit bir adam oturmaktaydı. Gri kapüşonu, arkaya yasladığı sol kolu ve sağ elindeki sigarasından oturağı bilen her insanın tanıyabileceği üzere bu Sultan olmalıydı. Sultan tam anlamıyla hikâyelik bir adamdı.3 yaşında sol gözünü, 8 yaşında babasını ve sallanmasından anlaşılacağı üzere birkaç dakika önce de ayık olma yetisini kaybetmişti. Her zaman orada nöbet tuttuğuna inanırdı. Ne zaman uykusu gelse, azıcık sarhoş olsa yani nöbeti devretmesi gerektiğini düşünse nöbet değişimi için birkaç arkadaşını arardı. Her zaman botunda taşıdığı telefonunu çıkardı ve 1‟e basılı tutup, yıllar önce birbirlerini birbirlerinin telefonundan hızlı numaraya kaydettikleri sadık silah arkadaşını aradı. - Çetindor, nerdesin? - Evdeyim şef noldu? - Dağ‟a niye gelmedin? - Saza niye gelmedin değil miydi o *mına koyayım? - Boş yapma. Oturaktayım gel. - Tamam. Nincamobille mi gittin, sen almadıysan ben alayım. - Yok, Tan bıraktı. Bekliyorum. Boş gelme. Boş gelme çok şey demekti. Boş gelme denilen insan neyle geleceğine kendisi karar vermeliydi. Bazıları çiçek, bazıları hırka bazıları sülfür bazıları çayır getirirdi. Ama Çetindor için boş gelme, birayla gel demekti. Yolculuğu severdi. Kısasını, uzununu... Genel olarak yer değiştirmeyi severdi aslında. Doktorlar tarafından hiperaktif, servis şoförü tarafından ' Hemoroidin mi var evladım?' , arkadaşları tarafındansa 'bi dur *mınakoyim !' damgasını yiyeli 15 yıl oluyordu. İnanılmaz müzik ve film aşığıydı. Hayatını yaşarken her anını bir şarkıyla eşleştirir, sonra vücudundan kopar kendisini fon müziğinde seçtiği bir şarkı olan bir film gibi izlerdi. Dağ onun evine ne yakındı ne uzaktı. Her şey babasının ona söyleyeceği şeye bağlıydı. Deri ceketini omuzlarına attı çoraplarına kadar siyah 22 | İ z a h
giyinip mutfağa doğru yöneldi. Babası hep mutfakta otururdu. Bunu babasının onlarla iletişim kurmak istememesine bağlardı. - Baba ben çıkıyom! - Oğlum saat 1. Git yat, n‟apacaksın dışarıda? - Sultan bileğini burkmuş, onu alacağım. - Bu nasıl bir bahane ya? - Baba çıkıyorum dedim zaten, çıkabilir miyim demedim. - Tamam *iktir git! Çetindor kendine sorulursa asla yalan söylemediğini iddia ederdi. Çünkü kafasında söylediği şeyin aslında gerçeğin mecazı olduğunu düşünür ve bunu asla yalan olarak görmezdi. O gün Sultan'ın bir yerinin burkulduğundan emindi, geceleri bu saatte arıyorsa kesin bir şeye üzülmüştü. Neresinin burkulduğunu gidince öğrenecekti, ama bileği olduğunu tahmin etmek yalan sayılmazdı. Yolda bunları düşünürken yolun bittiğini fark etti. Bunca yıllık dostu uzanmış gökyüzüne bakıyordu. Gülümsedi ve düşündü 'Milleti bu saatte sevgilisi arar amınakoyim bizi arayan tipe bak!' Keyfini bozmamak niyetli farları söndürüp yavaşça yanına gitti ve oturdu. Onun geldiğini gören Sultan doğruldu. Onlar birbirlerine 'Geldin mi?' 'Sen misin ?' gibi saçma sorular sormazlardı. Aksiyon direkt yollarla başlardı. - Ne aldın? - 12 Gold. Onlar için Gold hiçbir zaman altın olmadı. Böyle olmasını da istemezlerdi. Çetindor iki tane açıp birini sultana uzattı. - Babama bileğin burkuldu dedim. Sultan kahkaha attı: - Babanı *ikiyim. Birbirlerinin anne babalarına küfretmekten zevk alırlar, hiçbir zaman bundan dolayı birbirlerine darılmazlardı. -Ben de. Sessizlik onların muhabbetinin özetiydi. Birbirlerinin ne durumda olduğunu ve ne düşündüğünü zaten biliyorlardı. Konuşulacak şeyleri biteli birkaç yıl olmuştu. İkinci kez söz açıldığında ikisi de 2 tane Gold bitirmişlerdi. Genelde Çetindor sorardı, Sultan cevaplardı. - N‟oldu lan yine beni niye çağırdın ? - Hiç, canım sıkkın biraz. Müzik açsana. Çetindor‟u “müzik açsana” kadar zorlayan başka bir söz yoktu. Ona göre bazı şarkıların her zaman dinlenebileceğini savunsa bile her müziğin bir vakti vardı. Sultan bu duruma alışıktı. Çetindor'un müzik seçmesini bekledi. Birkaç dakika sonra Neşet‟ten “Zahidem” çalıyordu. İkisi de zamanlama konusunda ustaydılar ve aynı anda girdiler: - Zahide kurbanım n'olacak halimiz... Çetindor bu şarkıyı dünyanın en evrensel şarkısı olarak görürdü. Herkesin bir 'Zahide'si vardı. Çetindor için annesi, sultan için yengesi, başkaları için sevgilisi olabilirdi. - Çeto biz niye buradayız lan? Böyle sorulara güzel cevap vermenin sırrı fazla düşünmemekti. Çetindor da öyle yaptı: - Burada değiliz ki Buna saçmalama yarışması diyorlardı. Hepsi edebi sözler söylediğini ve felsefe yaptığını düşünüp aklına geleni söylerdi. Karşısındaki ise aslında son derece anlamsız olan bu cümlelerden bir şey çıkarmaya çalışırdı. Sultan Barida Oteli‟ni göstererek: - Niye şurda değiliz? Çetindor alışıldığı gibi: - Uzak olum orası n‟apcan. Travestiler gidiyormuş oraya. Sultan cümlede bir şeyler aradı ama bulamadı. - Vuslatla Mert ordaymış. 23 | İ z a h
Vuslat Sultanın eski sevgilisiydi. Mertse öz kardeşi. Uyarmıştım, onlar çok garip hayatlar yaşıyordu. Sultan böyle durumların nasıl yumuşatılacağı ve karşısındakinin moralinin nasıl düzeltileceği konusunda ustaydı. - Vuslat seni görünce n‟olur? - Ne diyosun *mına koyim? - Vuslak. Komik şakalar yapmazlardı. Ama asıl amaç buydu. 10 saniye bekledikten sonra önce tıslama sesleri sonra yükselen kahkahalarla güldüler. Biralar bitmişti görev tamamdı. Biraz daha oturduktan sonra Sultan kalktı. -Kalk la gidiyoz! - Nereye lan? -Antalya'ya.
24 | İ z a h
Çağrı Gülbeycan İEL ’18
Bir Olasılık Şiiri
Belki de aynı satırlara farklı renkten yaşlar akıtmışızdır. aynıdır boyuna yürümeyi sevdiğimiz sokaklar, yaşamayı alışkanlık haline getirdiğimiz vakitleri günün. yelkovan anılarımızı gösterdiğinde eş zamanlıdır iç çekişlerimiz. bir ihtimal ya, farklı tavanlara aynı duygularla bakmışızdır. yine muhtemelen adımlarımızın ritimleri uyumluydu, aynı yerlerden geçerken. birebir şarkılarda suçlamışızdır dünyayı. birbirini andıran yorgunluklarla kafamızı bastırmışızdır yastıklarımıza. bazense aynı anda vazgeçmişizdir gayret etmekten, kim bilir? yanlış kişilerle, yanlış zamanlarda, yanlışlar yapmışızdır. ve aynı pişmanlıkla, olanları fark etmişizdir. aynı kişilere anlatmışızdır dertlerimizi. ikimiz de farklı yerleri hissetmişizdir yüreklerimizde. fakat görüyorsun, hayat öylesine bir matematik ki… sayfalarca aradıklarımız, hep başka bir bilinmeyene varıyor. 25 | İ z a h
Tulya Bekişoğlu RC'17
bir otobüste biraz kürt biraz türk vardı
bir türküde biraz türkçe biraz kürtçe duyuldu
bu topraklarda biraz itme biraz kakma oyunuydu
bu tarihlerde biraz oynamak biraz ölmek zorunluydu
bir oyun bu. oynamaya itilenler, hep en güzel türküleri söyleyenler. ve gizliden gizliye aynı yere seyahat ederler. 26 | İ z a h
Gizem Fıçıoğlu CAL 160 Siyah, Leke Tutmaz Madam Momo balık yemeyi beceremez. Ama yarın akşam Mösyö Vincé‟nin balık restoranının açılışına gidecek. Aslında onu etkilemek bütün amacı. O yüzden bu sabahı erken kalktı. Yarın akşam için yeni bir şeyler almalı. Keşke daha önceden haberi olsaydı. Terzide kıyafet diktirirdi. Yardımcı olması için arkadaşı Madam Toto ile alışverişe çıktılar. Dükkân dükkân geziyorlardı. Bizim Madam Momo hiçbir şey beğenmiyordu. Bir sürü elbise denedi. Mor, parlak olanı beğenmedi. Uzun çiçekli elbise onu şişman gösterdi. Yeşil saten elbise içinde rahat edemedi. Oysa Madam Toto hepsine “Çok güzel tam sana göre” diyordu. Oda bir acayipti. Bütün elbiseler nasıl güzel olabilirdi ki? Elbette değildi. Madam Toto da Madam Momo da bunu biliyordu. Ama onlar arkadaşlıklarını bu zamana kadar birbirlerini överek sürdürdüler. Ayrıca Madam Momo bundan memnun, böyle mutlu hissediyor. Her neyse gelelim elbiseye. Madam Momo dükkânda terör estirirken bir çalışan korkak adımlarla elinde siyah bir elbiseyle geldi. Madam Toto “İşte bu.” dedi. “Bak siyah leke tutmaz, oldu ki üstüne bir şey döküldü azıcık sildirirsin pek belli olmaz.” Bunu derken büyük bir risk aldığını sonradan fark etti. Balık yemeyi becerememesine dokunuyordu lafın ucu. E doğruydu ama, beceremezdi. Bir günde çalışıp becerebileceğini de düşünmüyordu. Olur da üstüne bir şeyler dökerse, lekeli bir elbise şıklığını bozmamalıydı. Madam Momo bu söze biraz alınsa da düşününce mantıklı buldu. Bu siyah, etek ucu fırfırlı elbiseyi satın aldı. Balıketi Madam Momo pek de güzel değildi bu elbiseyle aslında. Ama ne diyecekti Madam Toto “Çok yakıştı tam sana göre.” Gittiler buna uygun altın sarısı yüksek ince topuklu zarif bir sandalet aldılar. Madam Momo‟nun ayakları küçüktü ama biraz genişti. Ayakları bu açık ayakkabıdan patlayıp dışarı çıkacak gibiydi. Gittiler buna uygun gösterişli büyük takılar aldılar. Ertesi gün Madam Momo kuaföre gitti. Maniküre, pediküre başlandı. Bir elini bir çalışan diğerini başka bir çalışan. Bir diğeri saçlarını maşalıyordu. Ama Madam Momo hep mutsuz ve şikâyetçiydi. Yok tırnağımı acıttın, yok saçımı yaktın. İstekleri ve şikâyetleri hiç bitmiyordu. En sonunda hazır oldu. Zayıf sönük saçları hacimli bir hal aldı, başının tepesinde yüksekçe toplandı. Bu kadar süslenmeyle herkes güzel ve şık olabilirdi. Şıklığı parasıydı. Tıkıdı tıkıdı Mösyö Vincé‟nin balık restoranına gitti. Kapıda Mösyö Vincé ile selamlaştı. MösyöVincé onu yemek öncesi verilen kokteyle götürdü. Kokteyl salonunda müzik eşliğinde sohbetler ediliyordu. Garsonlar şık giyimli bardaklarda kazık marka içecekler, diş doldurmayan ikramlar getiriyordu. Madam Momo, Mösyö Vincé‟nin yanında altta kalmamak için garsondan ismini telaffuz edemediği bir şampanya istedi. Şampanyası geldi, yudumlarken kendisinin anlamadığı ekonomi hakkında konuşulanları dinliyordu. O sırada garsonlar hizmet etmek için koşturuyorlardı. Madam Momo ise insanları iterek Mösyö Vincé‟nin önüne gelmeye çalışıyordu. Yürüyemediği topuklu ayakkabılarıyla birkaç garsonu da iterek ilerliyordu ki elinde şampanyası yere kapaklanıverdi. İstediği dikkati çekti sanıyordum. Fakat çekememiş, garsonlara bağırmaya başladı. Hâlbuki o garsonların bir suçu yoktu. Şampanyası üzerine, o siyah elbisesine dökülmüştü. Yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Utandığından mı kızdığından mı bilmiyorum. Keşke utansaydı, utansaydı bu hallere düşmezdi. On on beş dakika içinde düşmesi unutulmuştu. Yemek salonuna geçildi, balık yemek için. Madam Momo, Mösyö Vincé‟nin özel davetlileri için hazırlattığı uzun masaya geçti. Masaya garnitürler, soslar, içecekler geldi. Ardından herkesin balık siparişi alındı ve masa balık tabaklarıyla doldu. O sırada Madam Momo insanların dedikodusunu ediyordu yanındaki hiç tanımadığı kadınla. Kadın ne kadar rahatsız olmuş gözükse de gayet memnundu dedikodudan, o masadaki her insan gibi. Birbirlerinin parasını, arabasını lafa dökerken, kimin işi daha iyi daha kötü eleştirirken hepsi bir ihtiyacını gideriyor gibiydi. Madam Momo balık tabağı geldiğinde bir süre bakıştı balıkla. Sonra bıçağını alıp balığı kenarlarından keserek ikiye bölmeye çalıştı herkes gibi. Ne yaptığını bilmiyordu ama balığın birkaç kısmını ayırmayı başarabildi. Çatalının ucuyla aldığı balığı ağzına götürürken ağzı çatala bakmak yerine dedikoduya baktığından balık çataldan düşüverdi, siyah elbisenin üstüne. Hadi bunu kimse görmemişti. Diğer lokmayı aldı ağzına, çiğnerken fark etti kılçıkları. O zavallı ölü balık, MadamMomo‟nun boğulması ve öksürmeleriyle canlanarak ağzından fırladı siyah elbisenin üstüne. Bunu da toparlayacaktı da siyah elbiseye son yaptığı olmadı. Bilmiyorum kimse dikkat edebildi mi, Madam Momo beceriksizliklerini gösterirken konuklardan birinin çocuğu camdan iki köpeği seyrediyordu. Köpeklerden biri balık restoranından çıkan artıkları yiyordu. Belliydi onun buralardaki esnaflar tarafından beslendiği, diğerine göre daha besiliydi. Diğeri sonradan geldi, zayıf ve çelimsizdi. İri olana ve yediği yemeğe bakıyordu. İri olan 27 | İ z a h
yemeğinin bir kısmını yedikten sonra aç ve korkmuş, muhtemelen kendisinden korkmuş olduğunu anlamıştı,dostuna baktı. Yemeği yarım bırakıp gitti. Diğeri gelip afiyetle yemeğe devam etti. Çocuk onlara bakarken annesi gelip onu oradan çekiştirdi. Mösyö Vincé o sıralarda restoranın camından gözüken ekmek arası balık satan büfeyi ve büfenin parkını da alacağından bahsediyordu. Madam Momo“Kesinlikle almalısın, buranın havasını ve büyüsünü bozuyor. Böyle lüks ve pahalı bir yerin karşısında bir büfeye yer olmaz. Orası olduğu sürece gelenlerin seviyesi de düşer.” Bunları söylerken masaya yönelmiş gidiyordu. Keşke giderken gideceği yöne baksaydı, Mösyö Vincé ile cilveleşmek yerine. Yapmadı işte hay aksi. Tatlı servisini yapan araca çarptı. Madam Momo‟nun siyah elbisesini ve hikâyenin geri kalanını bilmek istemiyorum. O akşam insanlığın elbisesi çoktan kirlenmiş ve artık üstünü değiştirmek istiyordu. Fakat o kadar şişmanlamıştı ki hayvanlık elbisesine de sığamıyordu.
28 | İ z a h
İlayda Su Ekerim KEL'18 Sürrealizmin Ruhu: Salvador Dali İnsan doğduğu yere ait olmamalı, tamamlandığı yere ait olmalı. Salvador Dali‟nin Figueras‟taki müzesinde “Soft Self Portrait”‟in önünde durduğumda hissettiğim o tamamlanma duygusu belki de hayatımda başıma gelen en güzel şeydi. Onu bu kadar başarılı ve ünlü yapan ne göz kamaştıran yeteneği ne de sınır tanımaz egosu, eserlerine kattığı ve yıllar sonra bile sizin duyumsayabildiğiniz olağanüstü rüyaları… Bu rüyaların her bir parçası bize çerçeveler içinde hediye edilmiş, herkesin onlara baktığında kendini bulmasını sağlayan bu özgün tablolar sanatçısı hakkında çok büyük sırlar saklıyor. Soyutluk veya somutluğa pek aldırış etmeden, nesnelere kendince yeniden anlamlar vermesi bakımından sanat tarihinde oldukça yeni ve farklı bir pencere açmış. Fakat sanatçılar bile farklı olanı tehlike olarak algıladığından, bu yeni pencere ressama zorluklar yaşatmıştır. Sürrealizmin babası olarak görülen Andre Breton, Dali‟yi topluluktan dışladığında Dali‟nin cevabı „Sürrealizm benim!‟ şeklinde olmuştur. Her zaman sanatının arkasında olan Dali, 23 Ocak 1989‟da ebediyen rüyalarına gömüldüğünde dünya yeniden sıradanlığına büründü. Yaşadığı bu büyüleyici hayata yüzeysel bir biçimde de olsa bir bakalım. Figueras‟ta doğan Dali, doğumundan kısa bir süre önce ölmüş olan abisinin adını almış ve bu adla gelen sorumlulukları… “Doğar doğmaz tapınılan bir ölünün ayak izlerinden yürümeye başladım. Beni severken hala onu seviyorlardı aslında. Belki de benden çok onu.” Ailesinin beklentileri bir yana, oldukça sağlıksız bir çocukluk geçiren ünlü ressam bastonlara bağımlı bir şekilde yaşamaya alışmış, hastalığının onu diğer çocuklardan ayırmasına göz yummuştur. Sanatçı, biraz çocuktur, biraz deli, biraz da bizden biri. Tablolarında sıkça rastlayacağınız baston imgesi, baston desteğine muhtaç olan küçük Dali‟yi olduğu gibi onun yarattığı eserleri de bastonların taşıyacağını düşünmüştür. Bir bastonun ardında ressamın ruhuna açılan bir kapı olduğu kimin aklına gelir? Salvador‟un ilk ilgisi aşçılığa olmuş, fırçayla tanıştığında ise yiyecekleri tuvale dökmüştür, bunlar da tablolarında çokça karşınıza çıkabilecek başka nesnelerdir. Ortaokulda aldığı resim dersleriyle kendini ilk kez rahatça ifade edebileceği bir ortam bulan ressamımız, çeşitli ressamlar hakkında makaleler yazmıştır. Tablolarındaki şiirsel hikayeler buradan geliyordur belki de. Her zaman için resim ve edebiyat arasında bir bağlantı kurmayı seçmişimdir, sevmişimdir. Van Gogh‟un, kardeşine yazdığı mektuplar olsun, Magritte‟in kelime oyunları olsun Dali‟nin yazıları olsun bize hep bunu aşılamadılar mı zaten. Dali‟nin eğitimine dönersek, sanat eğitimi aldığı Kraliyet Sanat Akademisi‟ni öğretmenlerinin onu sınayabilecek yetenekte olmadıklarını söyleyerek bırakmıştır, akademiden önce izlenimcilik akımını kullanan ressam, tam bu zamanlarda Paris‟te Pablo Picasso ile tanışır. Bu tanışıklığı izleyen üç yıl içerisinde Dali kendini sürrealizmde bulur ve sürrealizmi kendisinde. Onun eserlerine baktığımda tutku görüyorum, eşsizlik, cezbedicilik, güzellik, gizem, güven, ilham, dinginlik, açıklık, aşk, aşk, evet aşk görüyorum. Sanırım Dali‟nin de Gala‟nın gözlerine baktığında gördükleri bunlardı. Dali ve Gala, Gala ve Dali. Ayrı düşünülebilirler mi ? Aslında Dali için zordu, kendisinin yaratmadığı bir esere tapıyordu, bu bir sanatçıda büyük yıkıma yol açabilecek bir durumdur. Belki mutlu bir aşk hikayesi değildi ama zaten onlar mutlu olmayı değil, sonsuz olmayı hakediyorlardı. Dali‟ye Gala‟nın ölüm haberi ulaştığında „O hiç ölmeyecek‟ diyerek inkar etmişti. Haklıydı, Dali‟nin tablolarında yaşamaya devam ediyordu. Yaşadığı dönemde de ismi bilinen ve bu sayede oldukça iyi yaşam koşullarına sahip olan Salvador Dali‟ye, Andre Breton Avida Dollars (Dolar Düşkünü) adını takmıştır.
29 | İ z a h
İsminin harflerinin yer değiştirmesiyle oluşan bu lakap Dali tarafından hiçbir şekilde umursanmamıştır, çünkü o sıralar gerçekten Amerika‟da oldukça fazla para kazanmaktadır. New York Modern Museum‟da Joan Miro Ferra ile birlikte açtığı sergi, başarısının bir kanıtı gibidir (Joan Miro da oldukça başarılı sürrealist bir ressam ve heykeltraştır, geçtiğimiz yıl en önemli eserleri İstanbul‟daki sanatseverlere sunulmuştu). Dali, Amerika‟da bulunduğu süre içerisinde “Salvador Dali‟nin Gizli Yaşamı” adlı kitabını da tamamlamıştır. Oradaki özgürlük ve İspanya‟dan getirdiği renkler eserlerinde verimliliğe dönüşmüştür. Katalonya‟ya geri döndüğünde Figueras belediye başkanı, tahrip olmuş belediye tiyatrosunu Dali tiyatrosu ve müzesine dönüştürmeyi teklif etti. Müzenin tüm aşamalarında orada olan Dali zamanının ve parasının çoğunu onunla harcamıştır. Ve Gaia öldüğünde yaşamaya başladığı Pubol kalesinden sonra buraya taşınmış hayatının geri kalanını müzesinde geçirmiştir. Pubol kalesi Gala ve Dali aşkının sembolüdür kuşkusuz. Bütün dünyalarını oraya sığdırmışlardı. Dali‟nin yokoluşları, Gala‟nın kabullenişleri, yalnızlıklarında birbirlerini bulmaları… Şimdi gözlerimi kapattığımda, onları el ele Pubol Kale‟sine girerken görüyorum. Leylak kokularını içlerine çekiyorlar, Dali‟nin diğer elinde bastonu ve Gala‟nın dünya rengindeki gözleri, sadece kendi bildikleri bir şarkı mırıldanıyorlar. Gözlerimi açtığımda kendimi bir sanat tarihi kitabının başında buluyorum, sanırım artık Dali‟nin rüyalarından kendime düşen payı aldım. Bana tutkuyu ve sanatı sevmeyi öğreten DALİ‟ye,
A Couple with their Heads Full of Clouds,1936 Cecil Beaton tarafından fotoğraflanmıştır.
Soft Self Portrait with Fried Bacon, 1941 Kızarmış Bacon ve Yumuşak Otoportre Tuval üzerine yağlıboya
30 | İ z a h
Nihal Dilan Cantürk GSL 148
“gövden ruhunun yaz gecesi mi ne çok idil,çok deniz,çok rüzgar” Haydar Ergülen Yaz gecesidir ya denize en yakın, Kızmadan, üstüne üstlük pür dikkat o saatte dinleyebilendir ya ıslığını rüzgarın, Yaz gecesidir ya bahsi geçen idillerde ya da idillerdir ya bahsi geçen yaz gecelerinde, Güldürmesi o yüzden, Gittiğinde aranması o yüzden, Yaşamak onun yüzünden… Ve senin gövden ki yansıtır ruhunu ruhundan öte; ona benzer… onun kadar güzel… 31 | İ z a h
Sena Velioğlu İEL'17 Benler Gecenin kör noktasındaydım, görüşüm açıktı. Yaşamın anlamına adım atmıştım o gün ilk defa. Bu yoldan geçenlerin söylediklerinin aksine hayattan bunalmış değildim, çünkü resmin anlamını bulduğuma inanmıştım. Ama emin de olamıyordum. Soracak kimsem yoktu, konuşmak istediğim kimse yoktu. Pencereyi açtım, geceye seslendim. “Hey” dedim, “hayatın anlamı mutluluk değil de ne?” Belli ki sözlerim birisine tosladı: “Hoop”. Biriktirdiğim düşünceleri düşünmeden savurdum geceye. Bir yazar demiş ki, sıradan olmak için dünyaya geldiğimize inanmıyorum; ben de demiştim ki “mutsuz olmak için dünyaya geldiğimize inanmıyorum.” Karanlığın ortasındaki seslendi: “Şu an buradan o kadar güzel görünüyorsun ki” Oysaki ben emindim birbirimizi görmediğimizden, üstünde durmadım. Ben sustum, o anlattı: yalnız hissedermiş bazen, bir yokuştan aşağıya inermiş her gün, karnı hep açmış, dedesini çok severmiş. Derken beni tanıdığını söyledi: aynaya baktığında gördüğü aksiymişim ben. Paniğe kapıldım, çünkü eğer ben oysam, ben kimdim? Pencereyi kapatıp gözlerimi karanlıktan tavana çevirdiğimde, dans eden yıldızları gördüm; bana selam söylediler. Yıldızların selamını kahve fincanlarına ilettim. Her gün beni ağırlamak istediklerini söylediler. Bana ondan haberler verdiler. Çarpık bir gülümsemesi varmış, balkonları domates fidesiyle doluymuş. Bu öğrendiklerim yetmedi bana, onunla tekrar ne zaman konuşacağımı sordum. Çok telveler akıttım, cevabını bulamadım. Bir gün canıma tak etti, çıktım pencereye ve titrek sesimle bağırdım: Hey! -“Seni bekliyordum, nerede kaldın?” Meğer beni beklemiş o da. Ne yalan söyleyeyim, sevindim ama suçlu hissettim. Çünkü tanımıyordu beni, bilmiyordu gerçekten aynadaki aksi olup olmadığımı. Kitaplardan konuştuk, ben ikinci el kitapları çok severim, dedim çünkü benden önce okuyan düşünceleri de sıkışır satır aralarına. Peki, fosforlu kalemle çizerlerse satırları ne yaparsın dedi. Fosforlu düşüncelerle uykuya daldım. Günlerimi iki defa yaşamaya başladım: bir kendim için yaşıyordum, yaşayabildiğim kadar, bir de ona anlatacaklarım için yaşıyordum. Neredeyse her gece cama çıkar oldum. Gecenin renklerini ezberledim, onun adını ezberleyemedim. Düşüncelerimizi biliyorduk, isimlerin ne anlamı vardı? Hani ben onun aynadaki aksiydim ya, bu hal onun da canına tak etmiş: Bana ismini söyle, benim ki: falan filan… İsmimi fısıldadığım geceyi, adımı unutması için dua ettiğim geceler takip etti. Çift dikiş günlerden de usanmıştım zaten, gidiyorum dedim. Dedim demesine ama, günlerim sabah demlenmiş çayın akşam içiminden daha tatsız oldu. İçimde de tutamaz oldum, bir gece misafirlikteyken eteğimdeki taşları döktüm ortaya. Anlattıklarım taş kesildi: Bir de bizim pencereden dene, belki o da seni özlemiştir. “En son ne zaman mutlu oldun?” Bir ümit seslendim geceye… Konuştuk, konuşamadık; tanıdık, tanışamadık derken, pencereyi aşındırdığım gecelerde, annem görmesin diye perdenin de arkasına gizlenir oldum. Pencere muhabbetlerimiz bitmesin diye, kaybetmek için kumar masalarına düştüm. Yine de o, soruma asla cevap vermedi: En son ne zaman mutlu olduğunu hiç öğrenemedim. Bela nasıl geliyorum demezse, sonumuz da geliyorum demedi. Mantık diye bir kavramla karşılaştık, ve anladık ki bütün bu olanlar, saçmalığın daniskasıydı. O bana seslendi: “Söyle artık kim olduğunu, her gece de böyle 32 | İ z a h
pencereye çıkamayız ya, artık yüz yüze konuşalım.” Kalbimden dolayı yol tıkalıydı, aklıma ulaşamadım. Ayağıma dolaşmış elimi zar zor kurtarıp bozuk bir para buldum: “Yazı mı? Tura mı?” Parayı havaya atınca, bozuk olduğundan mıdır nedir, elimden kayıp yere düşüverdi. Aklım da başımda pek olmadığından, paranın peşinden gittim. Ben o gece çok yükseklerden düştüm. Uzun saçlı kızın masalında, prens de kuleden düşmüş, yerdeki dikenler gözünü kör etmiş. Benim saçlarım uzundu, ama ruh halim hem kel hem de foduldu; kör de değildim ama onun kulaklarında sıkıntı vardı sanırım. Çünkü ne kadar seslensem de bir daha beni duymadı. Sorup soruşturdum, isminin yanına cismini ekledim; çıktım karşısına. Fakat bu, uzun saçlı kızın masalı olmadığı için sonsuza dek mutlu yaşamak yerine güzergâhlarımızı fark ettik: Birimiz Hanya‟ya gidiyorduk, diğerimiz Konya‟ya… Konya‟da da onu özledikten sonra, konuştuğumuz şehre geri geldim. Bir pastanenin arka masasından izledim onu, çıkmadan önce hesabı ödeyip üstüne soğuk bir su içtim. Yolda giderken bir ustayla anlaştım; akşamına geldi, pencerenin yerine beton döktü.
33 | İ z a h
İrem Sönmez CAL 160 Stoker – Bir Garip Aile “Bir çiçeğin rengini seçememesi gibi, biz de olduğumuz şeyden sorumlu değiliz.” Stoker‟ın yönetmen koltuğunda, intikam üçlemesi ve bu üçlemenin en dikkat çeken filmi Oldboy ile gönüllere taht kurmuş başarılı yönetmen Park-Chan Wook oturuyor.Filmdeki yönetmenliğin gerçekten muazzam olduğunu söylemeliyim. Başkasının elinde vasat bir filme dönüşebilecek olan senaryo, onun elinde mükemmel bir şeye dönüşmüş. Stoker, Türkçe‟ye “Lanetli Kan” olarak çevrilmiş. Türkçe çevirisi klişe bir korku filmi izleyecekmişiz gibi bir algı oluştursa da, bu doğru değil. Filmde gerilim yaratan birkaç sahne var ancak bunun dışında filmin amacı seyirciyi korkutmak değil. Düşündürmek. India‟nın on sekizinci yaş gününde bir cinayete kurban giden babasının ardından eve gelen hiç tanımadığı amcasıyla arasındaki tuhaf ilişkiye ışık tutmak. Amcası Charlie ne kadar karizmatik ve gizemli biriyse, India da o kadar yabani. India‟nın babası dışında arkadaşı yok, küçüklükten beri babasıyla birlikte evlerinin yakınındaki bir yerde ava çıkıyorlar. Küçük bir kızın avlanmasını, ya da babası avlanırken onu izlemesini tuhaf bulabilirsiniz; bunu “Bazen daha kötü bir şey yapmamak için kötü bir şey yapmak gerekir” diyerek açıklıyor babası. Bu söz önemli. Çünkü bu söz, antisosyal görünümlü kızımızın aslında nasıl bir potansiyele sahip olduğunu açıklıyor. Gelgelelim filmin en önemli öğesine. India‟nın seksüel uyanışı. India on sekiz yaşına kadar dokunulmaktan hoşlanmayan, kapalı kutu kıvamında bir kız. Ancak bu durum filmde yerle bir oluyor. Dolayısıyla az konuşan küçük bir kızın, bir dokunuştan tahrik olabilen bir kadına dönüşmesini izliyoruz. Her dönüşüm gibi bu dönüşüm de India açısından sancılı ve bir o kadar da heyecan verici geçiyor. Bunda amcası Charlie‟nin payı büyük. Bunun dışında ailede önemli biri daha var; India‟nın annesi Evelyn. 3–6 yaşları arasında kızlar annelerini rakip olarak görürler, kız çocukların ilk aşkları babalarıdır diyerek açıklayabiliriz bu durumu. Psikanaliz‟de bu duruma „elektra kompleksi‟ denilir. İşte bu kompleksin bir çeşidi bu ailede mevcut. Evelyn India‟yı rakip olarak görüyor, çünkü belli ki India doğduktan sonra kendisinin pabucu dama atılmış. Yani annesi ve India arasında sevgiden beslenmeyen soğuk bir ilişki var her zaman. Evelyn bu hayal kırıklığından nasibini çokça almış olacak ki, kocasının ölümünün üzerinden kısa bir süre geçmesine rağmen, evde dolaşan yakışıklı Charlie amcaya karşı ilgi göstermeye başlıyor. Ve her şey aslında India‟nın babasını kimin öldürdüğü sorusuyla açıklığa kavuşuyor. Filmde birçok metafor var ancak ben örümcekten bahsetmek istiyorum. Sahneler arasında ara ara gösterilen, India'nın bacaklarından kasığına doğru tırmanan örümcek tahmin edebileceğiniz gibi onun yeni yeni keşfetmeye başladığı cinsellikti. India kadınsılığı, dokunulmaktan haz almayı, cinsel açlık duymayı (piyano sahnesi) amcasıyla arasındaki ilişki sayesinde öğreniyor. bu noktadan sonra aslında onun bu keşfedilen yeni duyguların heyecanına kapılıp her şeyi geride bırakmasını bekliyorsunuz. Ama o sıradan bir kız olmadığını yeniden gösterdi. Charlie‟ye karşı hissettiklerinin peşinden gidebilirdi. ama India bu duyguların amcasının kontrol edebildiği bir zaaf haline gelmesine izin vermedi, tam tersine bu kadınsılık onun yaslandığı ve güç aldığı şey oldu. Son sahnede örümceği tekrar görmemizin nedeni de bu. India bir seksapel göstergesi olan topuklu ayakkabıları üzerinde yükseldi ve cinselliğini (ve psikopatlığını) kendi kontrolü altına aldı. Son noktayı da film müziği olan “Becomes the color” dan bir sözle koyayım; “Kötüye gittiğimi söylediler Parçalandığımı Açlığımı ya da neler çektiğimi bilmiyorlar Neye dönüştüğünü düşünüyorsan üzülme hayatım, bu aslen geldiğin yer.” India Stoker, sen bir delisin tatlım. Ama bu senin suçun değil. Bu senin kanında var! 34 | İ z a h
Murat Yiğit Alan KEL'18 Led Zeppelin Öncelike “Led Zeppelin” başlığını kendi başına yeterince etkileyici bulmayanlar için ufak bir açılış paragrafı yazmak istiyorum. Led Zeppelin, muazzam müzikal yeteneklere sahip dört insan tarafından kurulmuş; gelmiş geçmiş en iyi rock oluşumlarından biri olarak –hatta çoğu kaynak tarafından en iyisi- kabul edilen; müzik yaptıkları sürece tüm listeleri ve satış rekorlarını alt üst etmiş; sayısız müzisyeni etkilemiş ve hala da etkilemeye devam eden bir müzik grubudur. Çoğu insan tarafından “Stairway to Heaven” şarkılarıyla bilinen bu grubu biraz daha derinlemesine tanıtmak istiyorum. Vokalde gelmiş geçmiş en karakteristik kişilerden biri olan ve “Golden God” olarak anılan Robert Plant bulunmakta. Genç yaşlarından beri rock ve blues ile iç içe bir yaşam sürmüş olan Jimmy Page grubun gitaristi; çok başarılı bir multi-enstrümentalist olarak gösterilen ve çoğu şarkıda kendi ruhunu katmayı başarabilen John Paul Jones ise grubun bas gitaristidir. Dünyanın en iyisi olarak gösterilen John “Bonzo” Bonham ise müthiş kuvveti ve zamanlama kabiliyeti ile grubun davullarını çalmıştır. Bu dörtlü on iki seneye hard rock ve blues türlerini harmanladıkları birbirinden başarılı dokuz stüdyo albümü ile damgasını vurmuşlardır. Bu albümlerden tek tek bahsetmek istiyorum. Led Zeppelin I ya da sadece Led Zeppelin adlı ilk albümlerinin demo kaydını hangi prodüksiyon şirketine dinlettilerse hepsinin albümün açılış şarkısı olan Good Times Bad Times‟ın sert ve alışılmamış başlangıcından büyülendiği söylenir. Zaten ardından gelen You Shook Me ve Dazed and Confused gibi blues-rockabilly temelleri üzerine kurulu rock parçaları ile çok takdir edilen bir albüm olmuştur. Blues etkilerinin en çok hissedildiği Led Zeppelin albümüdür. Kapağında Hindenburg hava taşıtının yanarken bir fotoğrafı bulunan bu albüm 1969 çıkışlıdır. Led Zeppelin II albümü rock tarihinin en iyi riffine sahip olduğu düşünülen Whole Lotta Love parçası ile açılır. Şarkının orta kısımlarındaki free-form bölümü etkileyicidir, konserlerde bu bölüm uzatılarak şarkı 20 dakikalık bir hale büründürülebilir. Bu şarkının ardından What is and What Should Never Be ve Heartbreaker gibi müthiş şarkılar gelmektedir. Heartbreaker parçası da Whole Lotta Love gibi çoğu konserde uzatılmış bir şekilde canlı çalınır. Albümün son parçası Bring It On Home ise iki bölümden oluşur. İlk bölümde John Paul Jones'un sakin bir bas yürüyüşü vardır ve Robert Plant bu bölümde sesini ilginç bir hale sokar. Bu bölümün bitişinde Jimmy Page gitarı ile kontrolü eline alır ve şarkının ikinci bölümü başlar. Bu albüm, Led Zeppelin‟in hem ABD hem de İngiltere listelerinde bir numaraya yükseldiği ilk albümdür. Led Zeppelin III ise daha duygusal bir albümdür bana kalırsa. Önceki iki albümden bir yıl sonra, 1970 yılında çıkmıştır. Since I‟ve Been Loving You adlı şaheseri barındıran albümdür. Aynı zamanda kişisel favorilerimden olan akustik gitar üstüne kurulu ve çok duygulu bir soloya sahip Tangerine parçası bulunur. Immigrant Song ve Celebration Day parçaları ise albüme hareketlilik katan başarılı şarkılardandır. Led Zeppelin IV, aynı zamanda Unknown ya da Four Symbols adlarıyla da piyasada bulunabilen bir albümdür. Led Zeppelin'in en büyük başarısı olarak kabul edilir. Blues ve hard rock mükemmele yakın harmanlanmış; John Paul Jones Misty Mountain Hop ve Stairway to Heaven gibi şarkılarda farklı enstrümanlardaki kabiliyetini göstermiş, John Bonham davullarını her zamankinden de sağlam çalmış ve Jimmy Page de Rock and Roll, Four Sticks, Black Dog gibi rock müziğin en önemli parçaları arasında gösterilen şarkıları yazmıştır. Albümün kapanışını yapan When the Levee Breaks isimli parça ise bugüne kadar dinlediğim tüm şarkılar arasında açık ara en sevdiğim olma ünvanına sahiptir. 35 | İ z a h
Houses of the Holy, Led Zeppelin'in 1973 çıkışlı beşinci stüdyo albümüdür. Dancing Days, Over the Hills and Far Away, The Song Remains the Same gibi kült Zeppelin parçalarını barındırır. No Quarter ve The Rain Song adlı parçalarda John Paul Jones klavye ve diğer enstrümanları ustalıkla çalmıştır. Albümün adını aldığı Houses of the Holy adlı parça ilginç bir şekilde albümde kendine yer bulamamış, bir sonraki albüme sarkmıştır. Physical Graffiti hakkında söylenebilecek fazla söz yok. Hem Led Zeppelin'in hem de rock tarihinin muhtemel zirvesidir. Jimmy Page bu albüm hakkında "Tüm parçalar eski çalışmalarımızdan, parçalarımızdan uyarlama ancak şarkıların hepsi kendine ait sağlam bir karakter oluşturmayı başardı." demiştir. The Rover, Custard Pie, Trampled Under Foot gibi klasikleşmiş şarkıları barındırır. Aynı albümde bulunan Kashmir şarkısı ise duyan her insanın öyle ya da böyle bir yerden hatırlayacağı bir parçadır. Presence albümü Led Zeppelin'in 1976 tarihli yedinci stüdyo albümüdür. İçinde Achilles Last Stand, Nobody's Fault But Mine şarkıları vardır. Bu albümle Led Zeppelin ufak bir duraklama /olgunlaşma dönemi yaşamıştır. Albüm çıktığı senenin en iyilerindendir, ancak Led Zeppelin standartlarına göre bir tık düşüktür diyebiliriz. In Through the Out Door albümü ise kapağının karizması dışında orijinal Zeppelin müzikal yapısını sevenler için pek bir şey verememiştir, zaten araştırılırsa şuursuzca eleştirildiği de görülebilir. Kabul etmek gerek ki hafiften pop hatta biraz R&B havası vardır albümün. Ancak aldığı eleştirileri kesinlikle haketmeyen bir albümdür, zira içinde Fool in the Rain ve All My Love gibi zamanında gayet sükse yapmış şarkıları bulundurur. Coda ise John Bonham'ın alkol problemi dolayısıyla ölümünün ardından çıkmış son Led Zeppelin albümüdür. İçinde yarısı tamamlanmış şarkılar, yeni albüm çalışma kayıtları vb. bulundurur. Bu albümü başarı kıyasına sokmak hatadır çünkü zaten tamamlanmamıştır. Grup üyeleri Bonham'ın yerine bir baterist alıp grubu devam ettirmek yerine Bonzo'nun anısına saygı duyduklarını ve bu nedenle grubu dağıtacaklarını söylemişlerdir. Bu nedenle de bir kapanış albümüdür. Grubun son dönemlerdeki düşüşünün en büyük nedeni şüphesiz solist Robert Plant‟in çocuğunun çok küçük yaşta talihsiz bir şekilde hayatını kaybetmesidir. Bu olayın ardından Plant müzik yapmak istememiş, hatta bir aralar grubu terk etmek bile istemiştir. Ancak grup üyelerinin ısrarı sonucunda Robert Plant –ne kadar istekli bilinmezgrupla çalışmaya devam etmiştir. Kısacası dünyanın gelmiş geçmiş en iyi gruplarından biridir. Her insanın az çok dinlemesi, hakkında bilgi sahibi olması gerektiğini düşündüğüm bir oluşumdur.
36 | İ z a h
Zeynep Karababa RC'17
Küçük bir el hareketiyle Genç garsonu çağırdım Bana biraz sevgi ver dedim Hay hay efenim Önümde böğrümden yeni kopmuş Az pişmiş Beşamel soslu Kalbimi bıraktı Servis çok iyiydi (Bahşişi hak etti)
kalbi uysal bir çocuk
-yaşından büyük gösteren küçük evin hapishane penceresi -göğe bakmak artık tehlikeli küçük, kirli bir el sallanıyor parmaklıkların arasından -sokağa çıkma yasağı ihlali mavi bir balonu tutma peşinde -renkler teröristtir, özellikle de mavi tuttu tutacak, parmaklar ipin ucunda -ATEŞ! 37 | İ z a h
Atacan Emre Anaklı İEL'19
Alt dallarını kestiler çınarın Uzadı tekrar dallar,birkaç metre yukarıda Kesilmiş dalın kalan parçası Yosun bağlamış üzerini Mağlubiyetin hüznü üzerinde Ve bu hüznün birkaç metre üzerinde Yılmamanın,baş kaldırının coşkusu. Coşkusuymuş bir zamanlar Sonra kesmişler o yılmayanı da. Yeni bir dal uzamış Onu da kesmişler Onu Ve onu Bir sonrakini... Sonra çınar İdam mahkumu gibi Mağlup olmanın hüznü Ve boyun eğmemenin coşkusu ile Ve testereler giyotindir dallarına Kaybettiği kollarının ızdırabı pranga. Yaşama devam etmiş yıllar yılı Alt dallarından yoksun Tutunmuş alçaktan geçen buluta Uzatmış gövdesini Ve yapraklar doğurmuş İnsan elinden çok yukarıda. Açılmış dalları gökyüzüne Yaprakları ve dalları Yere paralel uzanan bir tarla Ve bazen Dökülür o tarla Aşağıdaki insanların ayakları altına Ezilir geçilir,toprağa karışır Bulutlara tutunan çınarın çocukları. 38 | İ z a h
Ve bazı insanlar göğe kaldırıp başını Saygı duyar o kadına Elleri ince dallar Ayakları ve bacakları da. Sonbahar yağmurlarıyla ıslanır saçları Ve ondan kopup gider Doğurup büyüttüğü çocukları. Islak saçları ağacın. Ve beli onun kadar ince kadının Rüzgarla kırılacak gibidir ikisi de. Aksar adımları sağa sola Siper eder ellerini yüzüne Ve bunu gören bulutlar Alçalır ağacın dallarına kadar Diz çöker eğilir Ve tutunur dallarıya buluta Kadın Tutunur aşağı düşmenin korkusuyla. Başımı kaldırıp yukarı bakarım Islanır ellerim Ahşap pencere pervazından.
39 | İ z a h
Hakan Öğüt GSL 152 Geçmeyen
Uyandı, saate baktı. Okula geç kalmanın eşiğindeyken kalkması, tedirgin bile olamadan hazırlanmaya başlamasına neden oldu. İki dakikada beyaz gömlek, kırmızı kravat ve siyah kumaş pantolon kombinine büründü. Üç dakika sonra da yumurtasını yiyip çayını yudumlamıştı bile. Oyalanmadan hemen yola çıktı. Yavaş adımlarla yürürken servisin gelmesini bekliyordu. Güneş, belli belirsiz bulutların arasından yeryüzünü aydınlatmaya çalışıyordu. Kuşlar, yeni uyanıyor; birbirlerine ve insanlığa günaydınlar sunuyorlardı. Kuşların günaydınlarını kulağına getiren rüzgâr, yan sınıfta gördüğü kızın kumral göklerinde dolaşmak isteğiyle yanıp tutuşan yüreğini de kıpır kıpır titretiyordu. Yakınlarda oturduğunu biliyordu çünkü bazen aynı araca denk geliyorlardı. Ah keşke yine öyle olsa diye geçirdi aklından. Yavaş adımlarla yaya geçidine geldi. Soluna baktı, sağına bakacakken karşıda onu gördü. O an tek düşündüğü şey seri adımlarla onu daha yakından görebilmekti. Üç adımını heyecanla attı, dördüncü için ayağını kaldırmıştı ki... Kalbindeki bu heyecan onu korna seslerini duymaktan aciz bırakmıştı. Adımını attı ve vücudu büyük bir darbeyle öteye, yere serildi. Gözlerinin görebildiği son şey açık, mavi bir gökyüzü oldu. Bilinci ambulansların sirenlerini duyacak kadar açık kalamamıştı. Gözlerini tekrar açmayı başardığında yine mavi bir gökyüzü vardı üstünde. Bu sefer burnuna yanık bir koku geliyordu, yanık etti bu! Aradan barut kokusunu da ayırt edebiliyordu. Sonra bir anda ıslıklar çalmaya başladı kafasının üzerinde. Anlayamadığı dillerdeki çığlıklar nabzını tavan yaptırmıştı. O an düşünebildiği tek şey kalkıp kaçmaktı. Doğruldu, doğrulduğu gibi altındaki toprakla birlikte metrelerce yükseğe çıktı. Ne olduğunu anlayamadan yine yere çakıldı. Bu sefer de on metre ilerisi, bir düzine adamla göğe kalkmıştı. Gözlerini açık tutmaya çalıştı ama çevresinde dans eden ot ve toprak yığınları gözlerine bu izni vermiyordu. Uzunca bir süre bir şeyler görmeye çalıştı, çevresine bakındı. Bu dans bittiğinde fark etti, ona doğru yaklaşan bir şeyler vardı. Yaşadıklarının etkisiyle zaten algısı pek iyi durumda değildi. Zihni biraz daha berraklaştığında, gözlerindeki korkuyu fark eden kimse olmamıştı. Bir yanından pantolon askılı, kırmızı adamlar; bir yanından da yine pantolon askılı, büyük şapkalı, mavi adamlar ona doğru hızla koşuyordu. Hemen kalkıp koşmaya başladı. Kalbi yerinden fırlayacaktı. Bir gruptan birkaç adımıyla kurtulmayı başardı. Sol tarafını kollamak adına diğer gruba bakmak için kafasını çevirdi ve kendisine doğru gelen gülleyle göz göze geldi... Gözlerini bir kere kırptı ve açtığında bu sefer göz göze geldiği şey yine bir güllenin siyahlığında gözlere sahip olup kılıcıyla can veren bir adamdı. Hemen adamı bıraktı ve etrafına bakındı. Sık ağaçların olduğu bir ormandı burası. Gökte, yerde, çevrede yeşilden başka bir şey yoktu. Kuşlar, daha önce duymadığı bir tondan şakıyordu. Kendisine baktı sonra. Elinde orta boyutlarda bir kılıç, üzerinde deriden kırmızı bir zırh ve kafasında, ellerini attığında fark ettiği tüylü bir başlık… Şaşkınlık dolu bakışlarla geçen bir-iki dakika sonunda gökyüzünü yırtan bir ıslık duydu. Hemen yanındaki adam devriliverdi ardından. Yine hemen kaçmaya başladı. O kaçıyor, oklar onu kovalıyordu. Kulağını yırtan ıslıklar onu daha da kamçılıyordu. Birkaç dakikadan sonra sesler kesildi. Görünürde tehlikeli bir varlık da yoktu. Durdu, düşündü biraz. Bazı şeyler yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyordu. Kaza geçirdikten sonra iki farklı savaşta bulmuştu kendini, farklı dönemlerin farklı savaşları. Bu geçişlerde bir bağlantının da varlığını fark etti. Göğe bakarken göğe bakarak uyandı, gülleyle göz göze gelmişken gözünü tekrar açtığında gülle karalığında gözleri olan bir adamla göz gözelerdi bu sefer. Düşündü o zaman, eğer bir araba bulup yine ona çarpmasını sağlayabilirse belki de asıl hayatına dönüp iyileşmesini sağlayabilirdi. Bu düşüncelere dalmışken bir karar verdi. Hemen kılıcını attı yere. Kılıcı, miğfer ve zırhı takip etti. Hızla savaş meydanına koşuyordu. Varınca bıraktığından pek de farklı bir şey olmadığını gördü. İki ordu birbirine girmiş, savaş tüm caniliğiyle devam ediyordu. Bu sefer ölümünün nasıl olacağını bile düşünmeden aralarına daldı. Bu sefer gördüğü son şey tüm kuvvetiyle şahlanmış bir kılıçtı. Denedi, denedi; belki de onlarca kez öldü. Kafasına iyileşmesinin tek yolunun bu olduğunu koyduğu için durmuyordu.
40 | İ z a h
Bir kez daha uyandı. Gözlerini kapatmadan önce büyük bir uçurumdan yuvarlanıyordu. Uyandığında ise bu sefer yolunda tutunabileceği dallar vardı. Vücudunu hırpalasa da sonunda kendini frenleyebildi, yavaşça tutuna geri çıkmaya başladı. Neyse ki dallardan başka tutunabileceği kaya parçaları da vardı. Bir kaç dakika içerisinde tepeye varmayı başardı. Çevresine bakındı. Karşısında daha modern silahlar, daha modern araçlar, daha modern binalar vardı. Üstünü temizlemeye yeltenince fark etti ki üniforması ve miğferi de öncekileri göre çok daha moderndi. Ayrıca bu üniformayı bir zamanlar ülkesinin giydiğine benzetmekten de kendini alamadı. Biraz daha ilerledi. İnanamadı kulaklarına! Bu askerler onun dilinden konuşuyordu. Hemen birini çevirdi ve nerede olduklarını sordu, asker henüz adamı gördüğünde selam durmuştu bile. Kulaklarının duydukları tüm vücudunu bayram ettiriyordu. Sonunda, modern bir dünya savaşında uyanabilmişti. Bıkmıştı artık, düşündüğü tek şey bir araba çarpması sonucu ölmekti. Dikkatini uzaktan gelen bir araba çekti. Tek bir şey geçti aklından: Kendini o arabaya ezdirecekti. Yolun kenarında beklemeye başladı. Araba yaklaştıkça tüm bedenini gözlerinden gelen bir şaşkınlık kaplıyordu. O arabada ülkesinin hala var olabilmesini sağlayan bir general geçiyordu. Eğer kendini arabanın önüne atarsa iyileşip normal hayatına dönebileceğini düşünüyordu ama eğer kendini uçurumun dibinden geçmekte olan bu arabanın önüne atarsa generalin bu dipsiz uçuruma yuvarlanabileceğini de biliyordu. Hızla yaklaşıyordu bu kahraman. Son birkaç yüz metre kalmıştı. Adamın da karar verebilmek için birkaç adımı... Aslında bu kahramanı bu kadar yakından görebilmek bile onun hayatında yapabileceği birçok şeyden daha anlamlıydı. Kahramanın birkaç metresi, adamın da bir-iki adımı kalmıştı. Son adımını toprakla buluşturmak için ayağını kaldırdı adam. Son kararının ne olduğunu kendisi bile bilmeyerek hala aklındaki çelişkisiyle...
41 | İ z a h
Tunahan Akgül İEL'16
Sağanak Yapraklar düştü kalbime İncecik yağmurlar yağdı Bulutlardan göremedim yıldızların elimden kayışını. Seni sonbaharda yaşatmak için.
Leylak Gözlerinde saklasam rüyalarımı Hayallerimi dudaklarında kilitlesem Dokunsam, kor yanaklarını rıhtım bellemişlere Lakin mutlandırır mı beni bunlar? – Belki, Usta. Bir gün, belki. 42 | İ z a h
Kerem Babacan GSL 149
Ahşap Hüzünler Masanın yaraları tazeleniyor Sözcük kesikleri, düş kırıkları Kuru bir kanamadır ki bu, Gök buğulanıyor izninle. Bir tramvay ıskalıyor Laleli'yi En ıslak kanto dolduruyor şişeleri Yapbozun gökyüzü tamamlanıyor Masanın haykırışıyla Bir tek Ahmet Abi gülümsüyor Kulaklarında masanın kan sesleri. 43 | İ z a h
İzlem Kula KAL'18
Gözlerin Buğulu gözlerin geceye kapanmış, Bir,gece daha karanlık yüreğinden. Sarmaşıklar sarıyor en içini, İçin,en uzak senden; Yine de vazgeçmiyor çiçeklerinden. Gözlerin buğulu. Gözlerin, Sen. Yanlış umuda bel bağlamış umutsuzluklar gibi, Yanlış sevdaya gönül vermiş sevgisizlikler. Yanlış beden,yanlış bir rüya. Gözlerin buğulu. Gözlerin, Sen. Duyduğun her sese kulak kabartmış gibi, Ve hep sevilmeyişler duymuş, Kitabın neresinde kaldığını unutmuş. Nefesim kesiliyor, Nefesim hissiz. Gözlerin buğulu. Gözlerin, Sen. Buruk mu sönük mü, Zayıfça bir ışık sarmışsa göğünü, Bulutların ağlamış yeryüzüne. Yerin yüzü,senden yorgun. Ne acıdıysa akıtmış içine. Gözlerin buğulu. Gözlerin, Sen. Uykusuz,tembel,yorgun bir siluet, Sisler içinde acı çığıran. Kuru öksürükleri boğazına tıkılmış, Çekip gitmek istiyor çok geç olmadan. Gözlerin buğulu. Gözlerin sessizlik. Sessizlik, Ben. 44 | İ z a h
Alperen Maden İEL'19
Her İnsan Biraz Ölüdür
Kadın anlatıyordu, zaman zaman bağırıyor, bazen susuyordu. Adam, biraz ölüydü. Öylece hareketsiz, bir karıncanın diğer bir karıncanın cesedini taşıyışını izliyordu. Hava, boğucu ve sıcaktı ama adam üşüyordu. Bu da ölülere has bir üşümeydi. İstanbul, bildiğimiz İstanbul‟du yani. Ne kavgaları bitiyordu, ne kutlamaları. Hatta, hiç farkettirmeden bizi büyük bir zevkle yıpratan güzelliği bile üstündeydi o gün. Sıradan olmayan tek şey ölmeyi bile becerememiş o sefil adamdı. Bana sorarsanız bu adam; aşık, yazar, baba, dilenci ya da bir yankesici olabilirdi. Yani her şey olabilirdi. Bir şey hariç, bu adam tam olamazdı. Kırışmış alnı, yer yer ağarmış ya da dökülmüş saçları, sürekli bir şeyi arayan ama nerede, neyi aradığını bilmeyen bakışları onu ele veriyordu. Bu adam yarım kalmıştı. Kadın onunla konuşurken cevap beklememesi gerektiğini bilecek kadar iyi tanıyordu onu. Adamın kendisini anladığını, kafasının içinde ona öğütler, cevaplar verdiğini, belki de uzun nutuklar çektiğini biliyordu. Bütün bunların dışında Kadın adamın umrunda değildi, biliyordu bunu Kadın. Ancak bunun sebebi adamın Kadın'ı önemsememesi veya onu küçük görmesi değildi. İkisi de biliyordu ki söylemek istediklerini söyleyecek cesaretleri yoktu. Adam da gerçekten Kadın‟ı ciddiye almıyordu. Henüz içinden geçenleri dile getiremediğinin farkındaydı ve Kadın‟ın oyalanmak için söylediği şeylere cevap vererek nefesini boşa tüketmeyecekti. Bekliyordu, Kadın birazdan gözyaşlarının ilk damlasını dökecekti, adam da bunu bekliyordu. Çünkü gözyaşı dürüstlük demekti. Kadın aniden sustu, ellerine bakmaya başladı. Kafasını eğerken yanakları da ıslanıyordu. Bunu farkettiğinde adam, konuşmaya başladı: -
Sen, beni anlıyorsun Kadın. Ölesiye korkutuyor bakışların beni. Ardından hemen ekledi:
-
Aslında ölümden korkacak halim yok. Zaten çok da yaşıyor sayılmam.
Konuşmasına devam etmek konusunda kararsızdı. O kadar uzun süredir bir insana değer vermemişti ki Kadın‟ı kırmaktan korkuyordu. Ancak ona git demek de içinden gelmiyordu. Nihayetinde konuşmasına devam etti: -
Yapma Kadın, arama ruhumu boşuna, girmeye çalışma kalbime. İçimde bulacağın karanlığım seni korkutur, boşlukların seni yutar, kaybolursun.
Konuşurken daha çok kendini ikna etmeye çalışıyor gibiydi adam. Yıllardır o kadar küçültmüştü ki gözünde kendini, birinin ona değer vermesinden de korkuyordu, bir başkasını sevmekten de. Birden Kadın‟ın gözlerindeki sorgulayan ifadeyi farketti ve kendini onun sorularını cevaplamak zorunda hissetti: 45 | İ z a h
-
Hayır Kadın, hayır. Sana aşık falan değilim. Artık farkına var istiyorum, etrafımdaki hiç kimse bir anlam ifade etmiyor bana. Sen hariç. Beni anlayan bir tek sen kaldın.
Sözlerine devam etmek istiyordu ama bir şey onu durdurmuştu. En son bir kadına şimdi aklından geçenleri söylediğinde korktuğu şeyleri en acılı yolu izleyerek bir bir yaşamıştı. En son bir kadını sevdiğinde, en son bir insanı kendinden çok önemsediğinde onun zarif ama güçlü parmaklarının güçsüzleşmesini, insanın içini ısıtacak güzellikteki buğday teninin soluşunu ve karahindibaların uçuştuğu sonsuz ovalardan daha güzel yeşil gözlerinin sonsuza dek kapanışını izlemişti. Sevgilisinin gözleri kapandıktan sonra adam ne yapacağını bilmez bir haldeydi. O bir çift göz onun hayatını aydınlatıyordu. Şimdi ise önündeki yol zifiri karanlıktı. Adam karanlıkta yolunu bulmayı öğrendikten sonra hayatındaki bütün ışıkları bir daha açılmamak üzere kapatmıştı. Ancak bu kadın kendisine ettiği yeminleri bozduracak bir kadındı. Yıllardır kullanılmamış ahşap bir evin döşemeleri kadar tozlu, sokak lambalarının bile titrediği bir Anadolu havası kadar da soğuktu adamın kalbi ama bu kadın tozları savurmaya ve buzları eritmeye çoktan başlamıştı. Adam artık bir kaçışının olmadığının farkındaydı, bir insan olduğu gerçeği tüm berraklığıyla karşısında duruyordu. -
Kaybetmekten korkuyorum, dedi adam.
Ağlayan Kadın‟ın dudağının sol tarafında bir tebessüm belirmişti. Bu tebessüm orada uzun süre durmadı. Yine de Kadın‟ın memnuniyeti birden gevşeyen kasları ve doğrudan adama bakmaya cesaret edebilmesinden belli oluyordu. Ancak Kadın‟ın hala konuşmaya niyeti yoktu. Zaten adam da bir cevaba gerek duymamıştı: -
Beni anladığından eminim. Çünkü kalbimin karanlığını görünce, ellerimdeki hissiz soğukluğu hissedince ve bir ruhumun olmadığını farkedince, bir sen kaçıp gitmedin. Akıllıydın, insan hariç hiçbir şey durup dururken zarar vermezdi bir diğerine ve biliyordun, sana zarar vermeyeceğimi. Hatta emindin bundan. Yani farkındaydın, epeyce uzaktım insanlıktan.
Adam sözlerinin bitirdiğinde bir an için her şey canlılığını yitirmişti. Zaman durmuş, kayalıklara vurmak üzere olan dalgalar bile oldukları gibi kalmışlardı. Bütün evrende yalnızca ikisinin gözleri ve düşünceleri hareket ediyordu. Kadın, konuşmaya karar verdi: -
Haklısın, diye fısıldadı ilk başta. Sanki kendi kendine söylemişti bunu. Senin gibi sefil bir adamı ancak senin kadar sefil bir kadın anlayabilir. Seninle tanışana kadar dibine vurmayı bile beceremediğim bir kuyuda gitgide hızlanarak karanlığa gömülüyordum. Taşlar vücudumu çiziyor, kırarcasına kemiklerime vuruyordu ama hiç mi hiç umursamıyordum. Artık karanlıkta yaşamaya alışmıştım. Ayrıca ne çarptığım taşlar, ne de sonsuz karanlık beni korkutmuyordu. İşte senin gibiydim ben de: korkacak, kaybedecek bir şeyim yoktu nasılsa biraz ölüydüm zaten. O kuyuda düşerken ben de çığlıktan gözyaşlarıyla anıyordum kaybolan diğer yarımı.
,
46 | İ z a h
Hakan Öğüt GSL 152
Düş Düşündüm Düşündüm Düşündüm Vardım sana. Gözlerine baktığımda Kurtulamazlık tutuyor, Ve asıl mesele Burada başlıyor. Al beni bu hiçliksizlikten Menekşelerde kaybolmama izin ver. Bırak, Sende bulayım kendimi. Kumral göklerinde Tekrar kaybolayım sonra. Ocak gecesi Tek başına üşürsen eğer Durma, beni an. Düşünelim Düşünelim Düşünelim Varalım birbirimize.
İkili Saatlere bakamaz oldum Malum ikili Sensizliği gösterdi beri. Gereksiz saatlerin Şafağında Gittin Bir daha buluşamayacağımız O yerden. Günden neydi, Hatırlamak ne mümkün? Gittiğin üzerine Sen koy, ben düşüneyim. 47 | İ z a h
Tuğçe Sarıkaya GSL 150
Bir Ekim Gecesi Anlamlandıramadığım siyasi savaşlara girerdin kendinle Satırlarca şiir ezberlerdin heyecanla Duymadığım şarkılar mırıldanırdın kulağıma Ne sorguya ne tereddüde hacet Bu suçlu yalnızlık kendimle. Yavaş ama sabırla boyardın karamı beyaza Yokluğun düşer aklıma Ezberlediğin şiirler sonra satırlarca Dönüyor kafamda bölük bir dansla Bir damla yaş düşüyor ıssız yoluna Ağlamak için onca sebebim varken şimdi Sana gelebilmek için açıyorum içimi Kafamı eğerek selam veriyorum sana Sonra soruyorum kaldırıp başımı yukarıya Ne bu tebessüm, yoksa kaybediş mi? 48 | İ z a h
Galatasaray Lisesi Mezunlarına ve İstanbul Erkek Lisesi Mezunlarına teşekkür ederiz…