1913 Sofya
Yıl: 5
Aylık Siyasi Aktüel Gazete
Sayı: 45
Kasım - Aralık 2009
Bilgi Ordusu Bizim Ordumuz Bilip Öğretmek Bizim Borcumuz.
Fiyatı: 1 TL
‘Türkiye Osmanlı topraklarıyla bütünleşiyor’ Financial Times gazetesi Türk dış politikasının yönünü değiştirdiğini iddia etti Financial Times bugünkü sayısında Türk dış politikasının değişimine ayırdığı tam sayfa bir analiz yazısına yer verdi. Delphine Strauss imzalı, ‘Osmanlı misyonu’ başlıklı yazıda Ankara’nın, yıllarca yüzünü Batı’ya çevirdikten sonra, bir zamanlar sultanlarınca yönetilen topraklarla yeniden bütünleştiği belirtildi. Ancak Strauss’a göre, Müslüman dünyasında liderlik rolü üstlenmeye yönelik arayış, Türkiye açısından kapasitesini zorlayıp tabiri caizse “boyunu aşma” riskini de beraberinde getiriyor. Financial Times’a göre Türkiye’nin kendisini küçük bir ortak olarak gören ülkelerle rekabete girişmesi halinde, Ankara’nın Avrupa Birliği’yle sürtüşmeleri artabilir. Delphine Strauss Batılı diplomatların, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, Fransa’nın İsrail’le Suriye arasında uzlaşma sağlanmasına yönelik çabalarını desteklemekte isteksiz olmasını not ettiklerini söylüyor. Strauss, Türkiye’nin dış politikasında bundan sonraki ilk sınavı İran konusunda vereceği kanısında. Yazar, Washington ve Brüksel’in Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a baskı yapabileceğini ve ondan, İran’ın nükleer programını niçin barışçıl bulup desteklediğini açıklamasını isteyebileceğini belirtiyor. devamı s. 2’de
Artık Şam Pazarına Gidiyoruz
Avrupa Birliği içinde seyahat ederken pasaport kontrol noktasına geldiğimizde üye ülkelerin vatandaşlarının kimlik kartlarını neredeyse uzaktan göstererek geçmesi oldum olası imrendirmişti bizleri. O yüzden de vize zorunluluğu kaldırılınca önüme çıkan ilk fırsatı değerlendirip, Şam’da Türkiye Suriye ilişkileri üzerine düzenlenen bir konferansa katılmak için yollara düştük. Bir ülkeye vizesiz girmek keyifli bir duygu. Fakat insanın pasaportunda gazeteci yazınca durum pek de öyle olmuyormuş. Bir uçak dolusu Türkiye vatandaşı, o benim Avrupa Birliği içinde imrendiğim rahatlığı yaşarken aynı konferansa gelen iki gazeteci arkadaşım ve ben yine bekletildik. devamı; Sayfa 4’de
Prof. Dr. Hayati Durmaz
Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği Genel Başkanı
Bayrağımızın Önderliğinde Beraber Yürüdük Şu günlerde kendimizi mutlu hissediyoruz, çünkü uzun zamandır bir büyük organizasyonun getirdiği telaşın içinde bulmuştuk kendimizi ve nihayet sona yaklaştık. Onlarca gönüllü arkadaşımız bütün zorluklar atlatarak, görevlerini başarıyla noktaladılar. Bu tür faaliyetler parasız olmuyor, bizim kasamızda ise para pek durmuyor. Şikâyet etmiyoruz, ,çünkü bu davada bizim binlerce arkadaşımız var. devamı; sayfa 2’de
Korku Tüneline Girildi Belki “AB çöktü” demek için çok erken olabilir, ama “Avrupa ekonomisi çökmek üzere” demek isabetli bir tercih olacaktır. Rakamlar AB üyelerinin bütçe açığı başta olmak üzere birçok alanda “en kötü günlere” yaklaştığına işaret ediyor. Avusturya, Belçika, Almanya, İtalya, Slovakya, Slovenya, Hollanda ve Portekiz AB’nin koyduğu %3’lük bütçe açığının GSYİH’ya oranı sınırını aştı. Diğer taraftan AB üyelerinin borçlarının 2020’ye kadar artış eğilimini sürdürmesi bekleniyor. Bunun anlamı krizin etkilerinin önümüzdeki on yıllara yayılması olabilir. Avrupa Komisyonu’nun ekonomiden sorumlu üyesi Joaquin Almunia bunun Avro bölgesinin gelecekte ödeme güçlüğü çekeceği anlamına gelmediğini söyleyerek Brüksel’in iyimser açıklamalarına bir yenisini
Bulgaristanlı YÖK’e dava açtı 1989 yılında Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç eden ailesiyle birlikte İzmir’de yaşayan Nuray Ersoy, üniversite eğitimi için 2000 yılında tekrar Bulgaristan’a gitti. 2005 yılında Plovdiv Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olan Ersoy, hekimliğe başlamak için Türkiye’ye döndü. Bulgaristan’dan diploma aldığı için YÖK’ün gerçekleştirdiği seviye tespit sınavına giren Ersoy, Türkiye’nin imzaladığı anlaşma ve AB direktiflerinin hekimlik mesleğini kapsayan maddeleri çerçevesinde mesleğini Türkiye’de sınavsızyapabileceğini iddia etti. Kendisi gibi Plovdiv Üniversitesi’nden mezun olan arkadaşlarının Avrupa ülkelerinde kolaylıkla hekimlik yapabildiklerini belirten Ersoy, “Bulgaristan’da iyi bir eğitim aldım. 2005 yılında mezun oldum. Diplomamın sınavsız geçerli olmadığını söylediler. Aslında bu diploma Türkiye’nin altına imza attığı AB direktifleri kapsamında geçerli olmalı. devamı; sayfa 6’da
Yıldızımız Yeniden Parlıyor Türkiye-AB ilişkilerinde önemli gelişmelerin arifesindeyiz. Türkiye’nin aday ülke statüsünü almasından bu yana bozuk olan hava, yerini iyileşmeye terk edebilir. Başka bir deyişle bu denizde fırtına hiç kimsenin ummadığı hızda yerini güneşli havalara bırakabilir. Gelişmelerin çok hızlı yaşandığı ve kavramların hızla tüketildiği bir çağdayız. Kavramlar ve kurumlar sürekli bir değişim ve dönüşüm içerisinde. Bazen takip etmesi zorlaşan bu dünyada, birçok süreç iç içe geçerek, birbirini kökten etkileyebiliyor. Türkiye-AB ilişkileri de öyle… devamı s. 2’de
ekledi. Almunia, daha önce de borçların artması konusunda iyimser bir açıklama yapmıştı. Şayet borçlar, kurtarma paketleri ve sermaye enjeksiyonları devam ederse, 2020 yılında, AB üyeleri “iflas edenler ve iflas etmeyenler” diye iki kategoriye ayrılabilir. İrlanda’nın borçlarının ekonomisine oranının %200 olduğu biliniyor. Bu rakam 2007’de sadece %25’ti. İngiltere’de aynı rakam %180 seviyesinde ve 2007’de %44,2 oranındaydı. Almanya’da 2007’de %66 olan oran %100 seviyelerine tırmandı. Krizin başlangıcından bu yana Amaç Vakıf Malları AB ülkelerinin ekonomideki performansının %5’ini krizi önleme tedbirleri için harcadığı kesin. Ayrıca, yapılan sermaye enjeksiyonlarının da %31’e ulaştığı da biliniyor. Ekonomilerin büyümesinin ve vergi artırımlarının ertelenmesinin borç stokunun azaltılmasını önlediği Avrupa’da korku tünelinden çıkış yolu heBaşmüftülüğe bağlı Yüksek İslam Şurası Başkanı nüz görünmüyor. Ekonomistler sıklıkla vergilerin arve aynı zamanda Kırcaali Müftüsü olan Şabanali Ahtırılmasını ve harcamaların azaltılmasını öneriyor. Famet, geçtiğimiz günlerde Başmüftülüğün gerçekleşkat söz konusu önerilen işe yarayıp yaramayacağı ise tirdiği Olağanüstü Ulusal Kongresinin mahkemece henüz belli değil. kayda alınmaması nedeniyle bir basın toplantısı düzenledi. devamı; sayfa 13’de
Türk öğrenciler 83 ülkede 83 ülkede 23 bin 546 Türk öğrenci yükseköğretim görüyor.
Bulgaristan’da Türk dizi modası Bulgaristan’da Türk dizileri fırtına gibi esiyor. Türk dizileri kadın-erkek tüm izleyicileri ekran başına toplarken, yayını geçen yaz aylarında başlayan “Gümüş” rekor düzeyde seyirciyi ekran başına çekiyor. devamı; sayfa 13’de
İsviçre’de Minare Gölgesi ABD’den Yeni Zelanda’ya kadar 83 ülkede 23 bin 546 Türk öğrenci yükseköğretim görüyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2008-2009 eğitimöğretim yılı istatistiklerine göre, Türk öğrencilerin yükseköğrenim için en fazla tercih ettiği ülkeler Azerbaycan, ABD, Almanya, Bulgaristan, İngiltere, Avusturya ve Fransa olarak sıralanıyor. Azerbaycan’da 4.158, ABD’de 3.928, Almanya’da 2.913, Bulgaristan’da 2.599, İngiltere’de 1.510, Avusturya’da 1.355, Fransa’da 1.184 öğrenci üniversitede okuyor. devamı; sayfa 3’de
Paris’te Türk Kahvesi
7’te 7’de
Ladin’i Hatırlıyor musunuz?
11’de
Bulgaristan’da Türk Basını
11’de
Dejenere Kuşak
12’de
Müzik Ruhun Gıdası
13’te
Amaç Vakıf Malları
13’te
Traklardan Avrupa’ya Ruh
15’te
Küresel Isınma
15’te
2
Bayrağımızın Önderliğinde Beraber Yürüdük
Bu sefer niyetimiz parayı fakir-fukaraya dağıtmak değildi. Ekonomik krize ramen arkadaşlarımız bizi yine üzmedi ve projemizin sonuna geldik. Bu organizasyonda birçok kişinin emeği geçti. Sizlerin namına onlara teşekkür ediyorum ve hayatta başarılı olmalarını temenni ederim. Bizim gönüllülerimiz Bayram günleri bile çalıştılar... Niyetimiz Özgürlüğümüzün yirminci yılına güzel bir Uluslararası Sempozyum hasretmekti. Şunu peşinen ilan etmek istiyorum ki, biz bu yolda başardık. Bu gazete sayısının elinize ulaştığında bizim organizasyonumuz da son bulmuş olacak. Onlarca bilim adamımızı bir yere toplamak günümüzün şartlarında kolay değil. Sempozyumun sonuçlarını gelecek sayılarımızda Sizlere geniş biçimde aktaracağız. Belki de, bu bilimsel sunuşları, ileri bir tarihte, kitaplaştırılmış halde karşınıza çıkaracağız. Bu çalışmalar bizlerin yakın tarihine ışık tutacak geçmişini bilmeyenin, çünkü geleceği de pek parlak olmaz. Bu güzel olayı gerçekleştirmeye mecburduk. On binlerce insanımız 45 yıllık bir vahşi esaretten kurtulmuştu o tarihte. Önümüzdeki koskoca duvarlar yıkılmıştı. Özgürlük savaşında şehitlerimiz düştü, kardeşlerimiz, bacılarımız çok ıstırap çektiler ve sonunda kutsal saydığımız Anadolu toprağına koştular. Onlar yara-bere içinde şanlı Al Bayrağına kavuştular, zaten Kapıkulede ilk O karşılamıştı kendilerini. İşte, yürüyoruz yirmi yıldır hep beraber, Bayrağımızın önderliğinde…
‘Türkiye Osmanlı topraklarıyla bütünleşiyor’
Financial Times gazetesi Türk dış politikasının yönünü değiştirdiğini iddia etti Financial Times’taki yazı, Londra merkezli düşünce kuruluşu Centre for European Reform’dan Katinka Barysch’ın yorumuyla noktalanmış: “Avrupa Birliği üyeliği için müzakereler yapan NATO’nun eski bir üyesi olarak Türkiye’nin, ABD ve Avrupa’yla aynı doğrultuda hareket etmesi beklenir. Türkiye ayrıca bölgesel bir güç olarak, bağımsız hareket etmek ve komşularının düşmanlığını kazanmaktan kaçınmak isteyecektir. Ankara’nın, zor tercihler yapmaktan daha ne kadar süre kaçınabileceği, net değil.”
Türk öğrenciler 83 ülkede
Türkiye’nin ayrıca Kırgızistan’da 970, Ukrayna’da 856, Kanada’da 382, Gürcistan’da 342, Hollanda’da 276, Kazakistan’da 267, Moldova’da 258, Belçika’da 252, Rusya Federasyonu’nda 243, Avustralya’da 239, İtalya’da 175, Bosna Hersek’de 157, Japonya’da 138, İsviçre’de 125 üniversite öğrencisi eğitim alıyor. Bu ülkelerin yanı sıra Grenada ve Kabardino Balkar Cumhuriyeti gibi küçük ülkelerde de Türk öğrenciler öğrenim görüyor. Kabardino Balkar Cumhuriyeti’nde 6, Grenada’da 1 Türk öğrenci mevcut. Grenada’nın dışında Slonvenya, Sudan ve Arjantin’de 1’er Türk öğrenci var. Estonya, Letonya, Peru ve Slovakya’da ise 2’şer Türk öğrenci üniversiteye gidiyor. Türkiye’nin, Çin’de 94, Yunanistan’da 65, Güney Kore’de 48, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde 20, Vietnam’da 17, Suudi Arabistan’da 13, İsrail’de 11, Lübnan’da 7, Suriye’de 5, Yemen’de 4, Ermenistan’da 3 öğrencisi var.
Bulgaristan Türklerinin Sesi
Yıldızımız Yeniden Parlıyor İmtiyazlı Ortaklık “Tarih olmak” Üzere… İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband, bir süre önce Türkiye’nin AB üyeliği konusunda yaptığı açıklamasında imtiyazlı ortaklık teklifinin “demode” olduğunu söyledi. Miliband’ın bu sözleri Türklerin sempatisini kazanmak veya kıta Avrupası’ndaki meslektaşlarını kızdırıp, keyiflerini kaçırmak için değildi. Miliband, bu sözleri sabit bir fikir nedeniyle de sarf etmedi. Miliband’a göre; Türkiye insan hakları konusunda daha fazla çaba harcarsa ve ordunun rolü ve güçler ayrılığı konularında gayret gösterirse AB üyesi olmayı hak edecek. Miliband’ın bu sözleri siyasilere “manşet garantisi” ve “ekstra birkaç yüz oy” taahhüt eden “Türkiye demeci verme” alışkanlığının dışında değerlendirilmeli. Miliband’ın neden bu sözleri söylediği üzerinde “dikkatle” durulmalı. Miliband’ın Gördüğü Gerçekler… Miliband “Avrupa ideali” konusunda çokça kafa yoran bir devlet adamı. Miliband bir gerçeğin farkında. “Avrupa” ve “Avrupalı” kavramlarının içeriği artık doldurulmak zorunda. Bu çağda artık ne “Avrupa” dağlara ve nehirlere göre tarif edilebilir ne de “Avrupalı” ten rengine ve kan grubuna göre tanımlanabilir. Avrupa, dünya siyaset sahnesinde önemli bir rol istiyorsa kendisini geliştirmek zorunda! Başka bir deyişle, Avrupa bundan sonra ihtirasının ateşinde kavrulan, kapasitesi ile hedefleri orantısız kasaba politikacılarının tarihsel travmalarını özetledikleri günlük beyanatlarına göre yol alamaz. O nedenle “Avrupa” –Miliband’ın da söylediği gibi- ırk veya din değil, değerlerle ilgili bir konu olarak algılanmak zorunda. AB; derinleşmek, genişlemek, güçlenmek ve büyümek için –herkesten ve her şeyden çok- Türkiye’ye ihtiyaç duyuyor. Türkiye’nin alay konusu edildiği, fesli-bıyıklı Türk imajının vurgulandığı, Türkler için AB kapısının yanında bir de köpek kapısının çizildiği karikatürler eskide kaldı. O dönemde ABD’deki “11 Eylül Saldırılarının” getirdiği rüzgârla yelkenlerini şişiren ve Orta Çağ’ın sonunda tükenen düşünce kalıplarını aşamayan siyasilerin ve siyaset anlayışının dönemi geçiyor. O dönemde ortaya atılan içeriğinde neyin imtiyaz neyin ortaklık olduğu belli olmayan “imtiyazlı ortaklık” fikirleri geride kalmalı. Bugün Türkiye, Avrupa’nın enerji, gıda, ekonomik, askeri ve örgütlü suçlara karşı güvenliği açısından çok hassas bir konuma sahip. “İmtiyazlı ortaklık” formülü özetle, “Türkiye’nin AB kurumlarına yani karar süreçlerine ve ortak politikalara eşit olarak katılmadan AB ekonomisine, dış politikasına ve savunma sistemine entegre olması” anlamına geliyor. Bunun mümkün olmadığı kesin. Avrupalı gazeteciler ve diplomatlar uzun yıllar Türkiye’yi itip kakmayı tercih ettiler. Ama Le Monde’un 20 Ekim tarihli sayısında yayınladığı bir makalenin başlığı, fark edilen bu hatanın muhtemel bedelinin getirdiği kaygıya işaret ediyor. Le Monde’un yayınladığı makale “Türkiye’yi kaybediyor muyuz?” diye sorularak başlıyor. Türkiye Kaslarını Kuvvetlendiriyor… Bugün Türkiye Suriye ile bütün dünyaya örnek gösterilebilecek ilişkilere sahip. Türkiye ayrıca, İran ile sağladığı yakınlaşma sayesinde “Ege’den Hazar’a” ve “Balkanlar’dan Afganistan’a” kadar uzanan bir coğrafyada iktisadi faaliyetlerini daha rahat yürütebilme yetisine kavuştu. Türkiye Rusya ile ilişkilerini kuvvetlendirerek, uluslararası enerji piyasasında hem üreticiler ve tüketiciler hem de nakil güzergâhları bakımından kritik bir ülke konumuna geldi. Türkiye geldiği bu yeni noktayla, kendisine karşı kullanılabilecek, ne “Kürt kartından” ne de “Ermeni kartından” çekiniyor. Ankara her iki konuda da attığı ve atmaya hazırlandığı adımlarla her iki “prefabrik” sorunu da gündeminden düşürmeye hazırlanıyor. Kıbrıs konusunda yaşanan görüşme süreci ise, Ankara’nın desteği, ısrarı ve inadıyla Rumların ve Atina’nın sabotajına rağmen devam ediyor. O nedenle Türkiye artık yumuşak karnı olmayan bir ülke olmak üzere. Ankara; Orta Asya’da, Pakistan’da, Afganistan’da, Kafkasya’da,
Bayram Ali Çeşmeci
Mustafa Kemal Mahdum
Balkanlar’da, Akdeniz’de, Karadeniz’de, Mezopotamya’da, Hazar’da, Kafkas Dağları’ndan Proşeva’ya, Vardar Ovası’na kadar “etkin” bir konumda yer alıyor.
Afganistan’da Türk Kültürü ve Edebiyatı
Türkiye’nin Yeni Rotası… Acaba Türkiye’nin Batı ile yakınlaşması sona erer mi? Türkiye Avrupa ile yarım yüzyıldır sürdürdüğü iktisadi, siyasi ve askeri işbirliğinden uzaklaşır mı? Ya da Türkiye yaşadığı haksızlıklar ve dışlanma nedeniyle eksenini ve rotasını değiştirir mi? Buna hiç kimsenin “evet” yanıtını vermesi mümkün değil. Avrupa devletlerinin ve ABD’nin aynı ülkelerle ve havzalarla ilişkilerine bakıldığında, onların rotasını değiştirdiğini söylemek ne derecede mümkün ise, Ankara’nın da geleneksel rotasından ve ait olduğu kamptan koptuğunu söylemek aynı derecede doğru olur. Türkiye’nin Batı için işlevselliği artıyor. Avrupa’daki “Vurun Osmanlı’ya” ve “Türkleri Sürelim” korosunun sesinin zayıfladığı dönemde Türkiye’nin yıldızı yeniden parlıyor. Diplomaside her gelişme ve her yeni olgu, ondan öncekilerin toplamıdır. Diplomasinin özü, farklılıkları tespit edip üzerine gitmeyi değil, ortaklıkları ve ortak yönleri ortaya koyup, bunları pekiştirmeyi gerektirir. Türk bayrağındaki yıldız giderek daha parlak hale geliyor. AB gelecek planlarını yaparken Avrupalı seçmenin duygusal zayıflıklarını değil, gelecekteki gereksinimlerini dikkate almak zorunda. Bu açıdan bakıldığında Almanya’da yapılan son seçimler çok önemli bir gerçeği ortaya koydu. Alman seçmen, partilerden bu defa Türkiye konusunda atacakları adımları dinlemedi. Partiler, Türkiye karşıtlığı üzerinden oy kazanmaya çalışmadı. Çünkü seçmen için önemli olan ülkelerinin gerçek gündemiydi. Almanya’dan daha da ileri giden Fransa katılımla doğrudan ilgili olduğu gerekçesiyle beş bölümü veto yetkisini kullanarak fiilen müzakere dışına çıkardı. Buna rağmen Paris, bir süredir “imtiyazlı ortaklık” ve “Türkiye’ye hayır” ifadelerini seslendirmiyor.
Bugün Afganistan ülkesi olarak bilinen topraklarda çok eski dönemlerden beri Türkler yaşamaktadır. Bu sebeple çeşitli tarihlerde bu ülkede çok önemli bir Türk kültür ve medeniyeti meydana gelmiştir. Türk dünyasının büyük edip ve şairlerinden Ali Şir Nevâi ve Hüseyin Baykara bugün Afganistan sınırları içerisinde olan Herat şehrinde doğup, burada meşhur olup, burada ölmüşlerdir. Mezarları da hâlen bu şehirdedir. Her Türk, Afganistan kelimesini duyduğunda Herat şehrini hatırlar. Çünkü Herat şehri Çağatay Türk edebiyatının meydana geldiği şehirdir. Ali Şir Nevâi, Hüseyin Baykara, Babür Şah gibi dâhiler Çağatay Türk Edebiyatı’nın temellerini bu şehirde atmış ve onu bu şehirde zirveye çıkarmışlardır. *Türkler Hâkimdi* Eski ismi ile Horasan şimdiki ismi ile Afganistan olan bu ülkede 1747 yılında Afganistan kurulana kadar Türkler siyasî ve kültürel yönden yüksek bir otoriteye sahip olmuşlardı. 18. yüzyıldan sonra burada FarsDâri kültürü de gelişmeye başladı. Türk kültür ve medeniyetinin hâkim olduğu Afganistan’da 1747 yılından itibaren İngilizlerin oyunlarıyla küçük bir kavim olan Peştunlar ülkeye hâkim olmaya ve Türkleri tahakküm altına almaya başladılar. Böylece zamanla Afganistan’da çok eski devirlerden beri Türk kültürü ile tanınması tezi zayıfladı. Buna rağmen tamamen de yok olmadı. Çünkü bu büyük kültür ve edebiyat Nevâî, Babür ve Baykara gibi dâhilerden kaynaklanıyordu. Afganistan’da Türk Edebiyat Tarihi’ni iki devreye ayırmak gerekiyor: - Türklerin devlet idaresinde sahip oldukları Türk edebiyatı - Türklerin devlet hakimiyetinden uzaklaştırıldıkları dönem Türk edebiyatı Bu her iki devrede de Türk edebiyatı meydana gelmiş ve yaşamıştır. Fakat Türklerin yönetimde ağırlıkta oldukları yıllarda daha büyük bir edebiyat meydana gelmiştir. Bu büyük edebiyatın zirvesinde duran Babür, Baykara, Nevâî’nin yanı sıra şu edipler de Afganistan Türk edebiyatı sahasında hizmet vermişlerdir: 19. ve 20. yüzyıllarda Afganistan’da Afgan-Peştun hakimiyeti güçlendi ve dolayısıyla onlar Afganistan’ı Fars dilli bir ülke addederek Türkleri sıkıştırmaya başladılar. Azınlık durumuna düşen Afganistan Türklerinin bir kısmı baskıya dayanamayıp göç etti. Her türlü baskıya dayanıp Afganistan’da yaşayan Türkler büyük Nevâî ve Babür’ün yolunu devam ettirerek Türk edebiyatını yaşattılar. Bu devirde yetişen önemli edip ve şairlerden ikisi; Meymeneli Ebül Hayr Hayri ve kardeşi Nazar Muhammed Nevadır. Zaman içinde artan her türlü zorluğa rağmen Afganistan Türkleri varlıklarını devam ettirmeye çalıştılar. Siyasî, sosyal ve edebî sahada büyük gayret gösterdiler. Bu konuda çok önemli iki isim: Meymeneli Ebül Hayr Hayri ve Nazar Muhammed Neva kardeşlerdir. Bu iki kardeş Kuzey Afganistan’da son Türk Han’ı olan Meymene Hanı Mir Dilaver Han’ın oğlu Ahmet Kulu Han’ın oğullarıdır. Ahmet Kulu Han uzun savaşlardan sonra himayesizlikten dolayı İngilizlerin eline esir düşüp Kâbile getirildi ve Dilkuşah denilen yerde İngiliz kumandanları nezaretinde ağzına yastık bastırılmak suretiyle şehid edildi. Meymene Hanı Ahmet Kulu Han’ın evlatları Ebul Hayr Hayri ve Muhammet Nazar Han ile kızları da nezarete alınıp Kâbil’e getirildi. Bir müddet Kâbil’de nezarette kalan Hanzâde kardeşler siyasî bir iktidar değişikliğiyle esaretten kurtularak ana yurtları olan Meymene’ye geri döndüler. Meymene’de uzun yıllar yaşadıktan sonra Meymene halkı Hanzâdelerden Ebul Hayr Hayri Han’ı milletvekili seçip meclise göndermek istediler. Ebul Hayr Han, âlim, fâzıl, iyi bir hatip, şair ve çok cesur idi. Türkistan’da özellikle Meymene’de bir millî merasim günü ilk defa bütün bayrak ve filamalara İslam harfleriyle Türkçe ibâre ve şiirler yazmıştır. Ebul Hayr Hayri Han’ın Meymene milletvekili seçileceğinden korkan Afgan Hanedan ve İngiliz gizli istihbaratı telaşa düşüp seçimden evvel Meymene valisine Hanzâdeyi tutuklama emri verip hapse attırmakla kalmayıp halkın galeyanından endişelenip Kâbil’e gönderilmesini istedi. Ebul Hayr Hayri Bey el ve ayakları zincire vurularak muhafızları ile şehirden şehre geçirilerek Kâbil’e götürüldü. Hayri Beyin küçük kardeşi Nazar Muhammed Neva da şair ve siyaset adamı idi. Hayri ve Neva beylerin her ikisi de Sovyetler gelmeden evvel Türkistan’ın diğer nüfûzlu kişileri gibi devletin doktorları tarafından zehirlenerek öldürüldüler. Hayri Bey Afganistan’daki Türk varlığının asimile olmaması ve ana dil Türkçe’nin yaşaması için gayret sarfediyordu. Aşağıya aldığımız *”Hasret”*şiirinde Afganistan Türkleri’nin uyanmasını, esaretten kurtulmasını ve yükselmesini istemekte. Bunun için de ana dilleri olan Türkçe konuşmalarının ve yazmalarının gerekliliğini ifade etmektedir. *HASRET* *Barmu bir kün dostlar kim siz hem irşad olsangız Dehr ara hür tanılıp millet bolub yad olsangız* Dostlarım, öyle birgün olur mu ki sizler de irşad olasınız, Dünyada hür bir millet olarak anılasınız. *Canlarım, kelermu şundağ kün ki uyqudan turup, Çorilikden ayrılıp qullikden azad olsangız* Canlarım, bir gün gelir mi ki sizler de uykudan uyanasınız? Cariyelikten, kölelikten kurtulasınız. *Sizni Allah’dan müveffeq isteyüp dergahıdan İltimasım dur ki ming - minglerge ustad olsangız.* Allah’ın dergahından isteğim şu ki muvaffak olup, Binlerce kimseye üstad olasınız *Ane til birle yürek sevgisining qardaşlara Yaza - yaza her biring yazmakda mu’tad olsangız* Yüreğinizdeki sevdayı kardeşlerinize, Ana dil ile, yazarak yazmaya alışasınız. *Irqıngız birle tilingizni ölümden qutqarıp Irqlar yanında fahr eyleb kongul şad olsangız* Dilimizi ve ırkımızı ölümden kurtararak, Diğer ırklar yanında iftiharla şad olasınız.
İki Seçenekten Birisi… Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği yeniden biçimlenirken, bu karmaşık sürecin iki sonucu olacakmış gibi görünüyor. Başka bir deyişle iki seçenekten birisi gerçekleşecek. Birinci seçenek “en iyisi” olarak tanımlanmaya müsait ve AB’nin geçmişteki –aslında utanması gereken- hatalarını telafi ederek Türkiye’nin katılımını sabit bir takvime bağlamak. Türkiye’nin kuvvetler ayrılığı, insan hakları ve sivilleşme süreçlerini içerecek takvimin finalinde ise, Brüksel ve Ankara’daki imza törenlerinde –her ikisi için de- bir “yeniden doğuş” kutlamasının yapılması var. İkincisi ise “en iyi ikinci seçenek”, Türkiye’nin AB’ye katılmaması… O zaman da Türkiye, bugün yaptığı gibi kendi yolunda ilerlemeye, gelişmeye ve güçlenmeye AB sınırları dışında kalarak devam edecek. İki seçenek arasındaki fark ise Türkiye açısından önemli değil. Çünkü bundan sonra Türkiye’nin önünde herhangi bir kâbus görünmüyor. İki seçeneği birbirinden farklı kılan AB’nin konumu ve gereksinimleri... AB ikinci seçenekten hoşnut olmayabilir. Acaba bu gerçekleri kavramak ve gereğini uygulamak ne derecede zor olabilir? Bu gerçekten de çok önemli. Ama değişimle, uzlaşmayı tercih edenler her zaman kazanır. Avrupa Parlamentosu eski başkanı Pat Cox, Türkiye’siz bir Avrupa’nın düşünülemeyeceğini söylüyor. Polonya Cumhurbaşkanı Lech Walesa da Cox ile aynı fikirde. Polonya’nın kaderini değiştiren sendikacı Avrupa’nın da kaderini değiştirmek istiyor ve bugünkü koşullara göre “Türkiye’siz bir AB artık düşünülemez” diyor. Bütün AB üyesi ülkelerin onayı ile başlayan müzakerelerin ne bir ülkenin ne de iki ülkenin kararı, kaprisi veya şımarıklığı ile durması, kesintiye uğraması veya sonuçsuz kalması mümkün değil. Tersini iddia edenler yalan söylüyor. Yeteri kadar –hatta yeterinden daha fazla- yalan söylendi, demeçler verildi, karikatürler çizildi. Ama artık her şey değişti. Bundan sonrası için karar verirken, geriye değil ileriye bakmak ve çıkarları doğru tartmak lazım! Tanju BİLEN
Mahmutbey, İstoç, 43. Ada No: 42-44 Bağcılar İstanbul Tel: (0212) 659 36 46 Fax; (0212) 659 36 47 e-posta: info@tunaambalaj.com.tr web: www.tunaambalaj.com.tr
Bulgaristan Türklerinin Sesi
Mustafa Haci, yeniden Başmüftü seçildi Bulgaristan Müslümanları Olağanüstü Milli Kongresi’nde mevcut Başmüftü Mustafa Aliş Haci yeniden aynı göreve seçildi. 906 delegenin katıldığı kongede başmüftülük için Mustafa Aliş Haci ve Fikri Salih yarıştı. Başmüftü Haci, oyların tamamını alarak yeniden Bulgaristan Başmüftülüğüne seçildi. Yeni tüzüğün kabul edildiği kongrede Yüksek Şura Başkanı da seçildi. Sura Başkanlığına Kırcalı müftüsü Şaban Ali Ahmet getirildi. Kabul edilen tüzük 100’den fazla maddeyi içeriyor. Göreve yeniden seçilmesinin ardından bir konuşma yapan Başmüftü Mustafa Haci, vazifenin çok ağır olduğunun farkında olduğunu, bundan sonra ülkedeki müslümanların birlik olmaları için çaba göstereceğini söyledi. Haci, Müslümanların birlik olmaları halinde bu tür olağandışı harcamaların yapılmayacağını sözlerine ekledi.
Sülük Deyip Geçmeyin Nil Sirel Türkoğlu’nu Trakya’da tanımayan yok. Çünkü 26 yaşındaki bu genç kadın çok farklı bir iş yapıyor: Sülük ticareti. Birçok kişinin içini bir tuhaf yapan sülükler, onun ekmek kapısı. Bataklıklardan topladığı sülükleri yurtdışına satıyor. Zor bir iş ama yıllık 100 bin üzerinde kazancı var. Hatta bu nedenle ona “Sülüklerin Prensesi” deniyor. Hepimiz biliriz sülükleri. İstanbul’da Mısır Çarşısı, İzmir’de de Hisarönü’nde sıkça rastlarız onlara. Kıpır kıpırdırlar. Çok sevimli oldukları söylenemez. Kıvrım kıvrım dönüp dururlar şişelerin içinde. Ama Edirneli Nil Sirer Türkoğlu bu çirkin yaratıklara baktığında Euro görüyor. Çünkü bataklıklarda 5 kuruş bile etmeyen sülükler bu genç kadına her yıl binlerce lira kazandırıyor. Sülük macerası babasının ölümüyle başlamış: “Edirneliyim. Üniversitede İngilizce iktisat bölümünü bitirdim. Fakat son sınıftayken babam öldü. İşlerin başına geçtim. Gümrük müşavirliğini nasıl devam ettiririm diye mevzuatı incelerken sülüklerle ilgili bölümlere takıldım. Çok garibime gitmişti. Sülükten para kazanmak fikri bana çok cazip geldi. Araştırdım, hemen ihracat başvurusunda bulundum. 30 kilo sülüğü yurtdışına satabilme kotası aldım. MÜŞTERİ VARDI, SÜLÜK YOKTU BEN DE SUYA KAN DÖKTÜM İlk işini Macaristan’la yapmış: “Bir firmayla internet üzerinden bu sülükleri satmak üzere anlaşma yaptım. Ancak daha ortada sülük filan yoktu. Edirne ve çevresindeki toplayıcıları buldum. Oturdum pazarlık ettim. Piyasada yeni olduğumu anlayınca inanılmaz yüksek fiyatlar istediler. Olacak gibi değildi. “Madem öyle, o zaman kendim toplarım sülüklerimi” diyerek bele kadar yüksek balıkçı çizmelerinden aldım. Edirne yakınlarındaki Lalapaşa bataklığına gittim. Elimde lastik eldiven, suyun dibini tarıyorum. Tara tara, sülük yok! Ertesi gün sülüklerin kana geleceğini düşünerek yanıma koyun kanı aldım. Kanı bataklığa döktüm, bir anda çevreme kurbağalar, su yılanları doldu. Tabii sülükler de... Artık günde 2 kiloya yakın sülük toplayabiliyordum. İlk gün çok iğrenç bir iş gibi geldi ama kazanacağım parayı düşününce dayandım. İğrenmedim, tiksinmedim. 15 günde 30 kilo sülüğü topladım. Sülük ticaretim kısa sürede çevrede duyuldu ve “Sülüklerin Prensesi” olarak anılmaya başlandım. 18 TON SÜLÜĞÜN 6 TONU TÜRKİYE’DEN ÇIKIYOR 3 yıldır sülük ihraç eden Nil Sirel Türkoğlu, gönderdiği sülüklerin ilaç yapımında kullanıldığını söylüyor: ”Sülükle tedavi Osmanlılar’a kadar dayanıyor. Sülükler bugün de ilaç sektörü için önemli bir hammadde. Kalp ve kolesterol ilaçlarının, birçok kremin içinde bulunan hammadde sülükten elde ediliyor. Avrupa’da sülük yok denecek kadar az. Küresel ısınmadan dolayı dünyadaki sülük sayısında azalma oldu. Türkiye, sülüğün en çok bulunduğu ülkeler arasında. Dünyada yıllık 18 ton sülük satışı var. Bunun 6 tonu Türkiye’den sağlanıyor. Başta ABD, İsrail, Almanya ve Macaristan olmak üzere dünyanın birçok ülkesine sülük ihracatı yapıyoruz. SÜLÜK OTELİ AÇACAK Bundan yola çıkarak geçtiğimiz yıl AR-GE laboratuvarı kurdum. Kültür sülükleri üretimi yapacağım. Ayrıca tarihi bir konak satın alarak sülük tedavi merkezi kurmak için çalışmalara başladım. Bir konağı da kiralayıp onardım. 1 ay içinde burasını sülükle tedavi oteli olarak hizmete açacağım. Edirne’de bir ilk. Ardından önce Mardin ve Sivas’ta sülük tedavi merkezi olarak hizmet verecek butik oteller kuracağız. Yurtdışından da turist getirip tedavilere başlayacağız.
3
İstanbul’da Rumeli Camiasının Yeni Başkanı
Rumeli Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği’nin 14 Haziran 2009 tarihinde yapılan Genel Kurulu’nda, uzun yıllar Dernek Yönetiminin çeşitli kademelerinde görev yapmış olan Sayın Sadullah Sipahioğlu ( Poçinka)Genel Başkanlığa seçildi. Rumeli Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği, Türkiye, Balkanlar ve Türk dünyası coğrafyasında yer alan soydaşlarımızın sorunlarını her platformda dile getirmeye, bölgeye İktisadi ve Kültürel katkı sunmaya ara vermeksizin yapılan gıda, eşya, sağlık ve çok önem verdiği yüksek öğrenim bursu yardımlarıyla adından
Yay Olmuş 135 Yola çıktığımızda, Da Vinci şifrelerinin izini sürerek kutsal kase ya da ölümsüzlük iksirinin sırlarına ulaşmak için uğraşan Profesör Langdonvari bir yaklaşım göstermiş olduğumuzu sanırım kabul etmemiz gerekir. Serde Indiana Jones’luk varken elbette haberden çok maceraya atılır gibi Diyarbakır’ın Kulp ilçesine doğru yola çıktığımızda yaşamdan çok adı ölümle müsemma bir coğrafyada olduğumuz gerçeği ilk askeri kontrol noktasında çarpıyor yüzümü. Ancak haksızlık da etmemek gerekir. Pek çoğunda artık araçlar durdurulmuyor bile. Sadece hız kesme tümsekleri, aracınıza zikzaklar çizdiren kırmızıya boyanmış variller ve nöbetçi kulelerinden müteşekkil boş izlenimi veren kontrol noktaları Kürt Açılımı’nın yarattığı rahatlığın izlerini taşıyor. Kasabalar ve köylerde de çatışmalardan çok artık huzur hakim. Kulp Haber Gazete’sinin acar habercisi Ahmet kasabalarına bağlı bir mezrada yaşayan ve 135 yaşında olduğunu söylediği bir kadının varlığını iletmek için telefon ettiğinde aslında inanmakta oldukça zorlanmıştık. Yola koyulmamıza sebep bu kadının varlığı rekorlar kitabına girmeye namzetti ki şimdiye kadar keşfedilmemiş olması bile ilginçti. Bir saati aşkın yolculuktan sonra Kulp’ta buluştuğumuz Ahmet ile birlikte tekrar yola koyulduğumuzda önümüzde kırk kilometrelik bir dağ yolu vardı. Aygün köyüne bağlı Sarıçoban mezrasına ulaşmak için doğa harikası ancak oldukça engebeli bir güzergâhtan sonra yine bir saati aşkın yol teptik. Oldukça meşakkatli ve heyecanlı yolun sonunda araçtan inip bir süre de yayan yürüdükten sonra nihayet vardık Halime Olcay’ın evine. Küçük bir odada duvar dibine serili yer yatağında dinlenirken bulduğumuz Halime nine içeri girenleri gördüğünde artık güçten, takatten kesilmiş kollarının yardımıyla doğrulmaya çalıştıysa da ancak arkasına desteklenen yastıklarla oturabildi. Yakınlarının anlattığına göre kocası ile birlikte yaptıkları bu odacıktan dışarı çıkmıyormuş. Yeşil bir direğin desteğiyle ayakta duran oda şimdilerde hem Halime nineye hem de 135 yıllık anılarına mekan olmuş. Torununun torununu görenlere verilen Toruntaht sıfatı İslam inancına dayanıyor. Anlatılanlara göre bu kadar yaşamış insanlara yaşlarına hürmeten ceza verilmeyeceği ve cennetlik oldukları müjdelenmiş. Bu nedenle çevresindekiler büyük saygı ve hürmet gösteriyorlar. İnanmak gerçekten güç ama elindeki nüfus hüviyet cüzdanına göre tam 1874 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşe geçtiği dönemlerde doğmuş Halime Olcay. 135 yaşına tekabül eden bu uzun sürede 19, 20 ve 21. yüzyılları görmüş. Radyonun icadına, dünya savaşlarına, ülkelerin yıkılmasına, ülkelerin kuruluşuna ve yaşadığı toprakların imparatorluktan ulus devlete geçişine, Cumhuriyet’e tanıklık etmiş. Yaşından kaynaklı ağır bir amnezi geçiren Halime Olcay zaman zaman gelip giden hafızasından kalanları paylaştığında uzun ama acı dolu bir hikayenin içinde buluyoruz kendimizi. Rusların kendilerine eziyet ettiğini anlatırken; “sarı saçlı yeşil gözlü ve gaddardılar” diyen Halime nine kıtlıkta insanların ölülerini yediklerini ve Kulp çayı kenarına gelen Mustafa Kemal’i gördüğünü de ekliyor. Ailesinin neredeyse tamamını savaşlarda kay-
çokça söz ettirmiş Türkiye’nin saygın Sivil Toplum Kuruluşlarından biridir. 14 Haziran 2009 tarinden yapılan 40. Olağan Genel Kurulunda yeni Başkan ve Yönetim Kurulu seçildi. Bine yakın dernek üyesinin hazır bulunduğu genel kurulda oy çoğunluguyla Sayın Sadullah Sipahioğlu Genel Başkan seçildi. Rumeli Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği’nin yönetimde çeşitli kademelerde uzun yıllar görev yapmış olan Sadullah sipahioğlu Kosova Gilan (Doburçan) da 1958 yılında doğdu. Uzun yıllar Priştine Radyo -Televizyonunda gazetecilik yaptı. Priştine üniversitesi Filoloji Fakültesi Türk Dili ve Arap Dili Edebiyatı bölümünden mezun olan Sipahioğlu ana dili Türkçe kadar Yugoslavya dillerini, Arnavutça, Rusça, Arapça ve Almancayı bilmektedir. Evli ve 3 cocuk babası olan Sipahioğlu geçmişte “Türkiye Deri Konfeksiyoncular Derneği” Genel Başkan Yardımcılığı, “Türkiye Deri Fuarlar Komitesi” Başkanlığı ve “Türkiye Deri İhracatçılar Birliği” Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerinde bulundu. Şu anda “Türkiye Deri İhracatçılar Birliği” Denetin Kurulu Üyesi ve “Türkiye Deri Tanıtım Kurulu Üyesi görevlerinde bulunmaktadır.
Rafet Ulutürk Türkiye süratle değişiyor
Yeni bir dünya kuruluyor ve Türkiye de o dünyadaki yerini alıyor. Yeni dünyanın yeni kuralları, yeni kavramları var. Kurulan yeni dünyada “İslamofobi” ve “Turkofobi” yok. Yeni dünyamızda “paranın ideolojisi”, “enerjinin dini” ve “ticaretin milliyeti” yok. Bu dünyada “düşman” öncekinden farklı… Bu dünyada “dostluk” da daha farklı… İşbirliğinin temel taşlarını “duygular” değil, “gerçekler” belirliyor. Eskiden, dost yapsa bile, dostun düşmanıyla ticaret yapılmazdı fakat artık öyle değil. O zamanlar da kimin düşman olduğu, dosta bakarak kararlaştırılıyordu. Bu zamanlar da ise düşmana bakıp, kimin dost olduğunu anlamak daha kolay… Eskiden dost ve müttefiklerin sözü önemliydi. Yine öyle, ama artık “sözlerini tutmaları” daha önemli! Söz de yetmez, karar da. Uygulamaya bakmak lazım! Bugünkü dünya öncekinden çok farklı... Eskiden milletler “Hristiyan ve diğerleri” ile “zenginler ve diğerleri” diye ikiye ayrılırlardı. Bugün de milletler ikiye ayrılıyorlar ama öncekinden farkı “ikiye ayrılmayı kabul edenler ve diğerleri” şeklinde... Eski dünyanın kuralları bize “Avrupa’daki Truva Atı” olduğumuzu söylüyordu. Ama bugün ise biz “Avrupa’daki en iyi ve en hızlı at” olduk. Bir zamanlar bize karşı kullanılan ne çok kart vardı; Ermeni kartı, Kürt kartı, Kıbrıs kartı, Kerkük kartı vs. vs. vs. Ama bugün diplomaside, bu bölgede tek bir kart dikkat çekiyor: Türkiye ile dostluk kartı! Dünya çok hızlı değişti. Eskiden Verheugen, “AB’ye üyelik için stratejik önem yetmez. Biz NATO muyuz” diyordu, şimdi ise susuyor… Rumlar eski dünyada EOKA efsaneleriyle gerçekleri karıştırıp, “Türkler Ada’dan dışarı” diyordu, onlar da susuyor. Sahi, Sarkozy ve Merkel en son ne zabettiğini de anlatan Halime Olcay’a uzun yaşamının man Türkiye’ye çattı? Peki, ilişkilerin normalleşmesi için soykırım yalanının tanınmasını isteyen Ermenistan’a sırrını da heyecanla soruyoruz. ne demeli? Bu gibi durumlarda olduğu üzere neyi yiyip neyi Dünya değişirken Türkiye de süratle değişiyor, belki yemediğine ilişkin açıklama beklerken üç kelimede dünyadan daha da hızlı.
özetliyor Halime nine; “ ne bulduysak onu yedik.” İster istemez üstadın şiiri geliyor aklımıza. Cahit Sıtkı Tarancı’nın dizelerini belki de yeniden düşünmek gerekecekti artık. ‘Yaş otuz beş yolun yarısı eder’se 135 yolun neresine tekabül eder ki? İlk duyduğumuzda inanmamıştık ya Halime ninenin yaşına, belli ki nüfus memurları da inanmakta zorluk çekmişler ki işgüzar bir memur araştırmaya bile gerek duymadan silivermiş kaydını. Bir yıl önce nüfus kütüklerinin bilgisayar ortamına aktarılması çalışmaları yapılırken bir insanın bu kadar yaşaması imkansız denilerek ‘ölümünün araştırılmasının yapılması’ notu düşülerek kaydı dondurulmuş. Bu zaman içerisinde kimsecikler gidip araştırmayı düşünmeyince Halime Nine hem yaşarken yok sayılmış hem de yaşlılık maaşından olmuş. Nüfus kayıtlarını araştırmak üzere geldiğimiz Kulp Nüfus Müdürlüğü’ndeki Müdür Mehmet Yiğit yapılan yanlışlığın düzeltileceğini belirttikten sonra bizleri apar topar Kaymakam Ahmet Günaydın’ın yanına çıkarıyor. Oldukça sıcak ve Halime Nine’nin varlığından kendilerini haberdar ettiğimiz için teşekkür ederek sözlerine başlayan genç kaymakam Ahmet Günaydın Kulp’un 1915 yıllarında savaşta çok eziyet çektiğini ve 3 bin 500 şehit verdiğini anlatıyor. Ruslara karşı çetin mücadelenin verildiği Kulp’ta halkın yiyecek bir şey bulamazken tüm hayvanlarını orduya teslim ettiğini belirterek; gösterdikleri büyük vefa ve kadirşinaslığı yâd ediyordu. Kürt Açılımı sonrasında yükselen milliyetçilik akımlarıyla insanların birbirine düşmesine; Türkler ve Kürtler canlarını dişlerine takıp Kulp’ta düşmana karşı omuz omuza mücadele ederek bir yüz yıl önce çok güzel bir cevap vermişlerdi. En kısa sürede Halime Nine’nin elini öpmek için Sarıçoban mezrasına gideceği ve bu güne kadar ödenmeyen alacaklarının verilmesini sağlayarak ayrıca kendisine bakacak birine de Sosyal Hizmetler aracılığıyla maaş bağlanacağı sözünü veren kaymakam Günaydın nitekim çok değil iki gün sonra bu sözünü yerine getirdi. Diyarbakır’a dönmek üzere Kulp’tan ayrıldığımızda ölümsüzlüğün sırlarına ulaşamamamıza karşın içimiz rahattı. Belki kutsal kâse misali ölümsüzlüğün sırlarına vakıf olamamıştık ama eşdeğer sayılabilecek Toruntaht Halime Olcay ve onun yaşamına tanık olmuştuk.
Yahudi ustaların peşine düştü Ariş’in sahibi Kerim Güzeliş 10 yıl önce bıraktığı taş kesimine yeniden girmeye hazırlanıyor. Güzeliş, krizle birlikte Avrupa’da işsiz kalan Yahudi taş ustalarını Türkiye’ye getirecek Avrupalı firmaların 10 yıl öncesine kadar lideri olduğu ancak ekonomik krizle birlikte Hindistan’a kayan pırlanta kesme işine Ariş de giriyor. 1996’da yabancı ortakla girdiği taş kesim işinde istediği verimi alamadığı ve 2001 kriziyle karşı karşıya kaldığı için çıkmak zorunda kaldıklarını belirten Ariş Yönetim Kurulu Başkanı Kerim Güzeliş, yine bir kriz döneminde bu işe girmenin doğru bir zamanlama olduğunu söyledi. “Bu sektörü Hollanda, Belçika ve İsrail elinde tutuyordu. Ancak yaşanan ekonomik krizle birlikte taş kesim merkezlerinin büyük bir bölümü kapandı. Biz de bunu değerlendirmek için yıllar önce bıraktığımız işe kaldığımız yerden başlama kararı verdik” dedi. Taş kesim işinde ustaların önemli olduğunu, Avrupa’da kapanan kesim merkezlerinden dolayı işsiz kalan kesim ustalarını değerlendirmek istediklerini dile getiren Güzeliş, 2010’da faaliyete geçirecekleri kesim atölyesi için Avrupa’dan 2-3 yabancı kesim ustasını getireceklerini ifade etti. Güzeliş, “Özellikle bu işi Yahudi ustalar çok iyi biliyor. Onlar da Hindistan’a gitmek yerine mutlaka bir bağları olan Türkiye’ye gelmeyi tercih ediyorlar. Önceden 5 bin dolardan aşağı yabancı bir ustayı Türkiye’ye getirmeniz mümkün değildi ama şimdi 2 bin dolara bile geliyorlar” dedi. TÜRKİYE MERKEZ OLABİLİR Daha önce Sultanbeyli’nde olan kesim tesisinden kalan makineleri Çemberlitaş’taki binalarına taşıdıklarını dile getiren Güzeliş, binanın alt katını atölye üst katını ise Avrupa’dan gelen Yahudi ustaların kalacağı bir lojman haline getireceklerini söyledi. Hindistan’da sırf bu işi yapan firmaların bazılarının 3-4 bin kişi çalıştırdıklarına dikkat çeken Güzeliş şöyle konuştu: “Türk işçiler çok yetenekli çabuk öğreniyorlar. Biz de bundan yola çıkarak ustaların Türk işçileri de yetiştirmesini sağlayacağız. İş büyürse böyle bir eğitim merkezi bile açabiliriz. Türkiye’de bir taş borsası kuruldu. Oradaki vergi sorunları da ortadan kaldırılırsa Türkiye pırlanta kesim merkezi olmasının yanı sıra bu alana ilgi duyan yabancı yatırımcının da ilgisini çekebilir.” TEK TAŞINI KENDİN YAP ARİŞ olarak sadece tek taş pırlanta satışı yapılan bir internet sitesi üzerinde çalıştıklarını dile getiren Güzeliş, bu internet sitesi sayesinde müşterinin kendi istediği tek taş yüzüğü oluşturabileceğini söyledi. “Müşteri siteye girip beğendiği taşı ve montürü seçip ortaya çıkan yüzüğü görebilecek. Aynı zamanda bu ürünün fiyatını da öğrenebilecek” diyen Güzeliş, kesim tesisi hayata geçtiğinde bu tip ürünlerin fiyatlarında küçük de olsa bir indirimin söz konusu olabileceğini söyledi.
4
Bulgaristan Türklerinin Sesi
Gerçekler Konuşulurken Gerçekler konuşurken Tanrılar bile susarmış. “Gerçeği bulmak güç değildir. Asıl güç olan, gerçeği bulduktan sonra ondan kaçmamaktır.” diyor Etienne Gilson. Ünlü Dağıstan şairi Abutalip, dil için ilginç şeyler söylemiş. Demiş ki, her insan için temel olan onun ana dilidir. Kendi dağlarını sevmeyen, yabancı ovaları da sevemez. Mutluluğu evinde bulamayan, sokakta da bulamaz.Dua tekrarlanmakla aşınmaz. Hiç durmadan tekrarlanması gereken bir duamız var – Türkçe problemi. Bir azınlık olarak dilimiz ne durumda? Dilimizi doğru dürüst bilmiyoruz bile. Sebepleri biliyoruz ama susuyoruz, susmayı tercih ediyoruz. Tabi ki, her dilin temeli okuldur. Dil okulda öğrenilir. Ama okulda dilimizin okutulmasında problemler var. Bütün güzelliğine rağmen Türkçemiz serbest seçmeli ya da zorunlu seçmeli olarak okutuluyor. Bu da bizi rahatsız etmiyor. Ne demek seçmeli? Ana-babalar tarafından okul müdürüne dilekçe vermek gerekiyor. Çocuklara seçme hakkı verilirse, onlar tereddüt etmeden topu seçerler. Ana-babalara gelince, onlara şu dilekçe meselesi pek ayan anlatılmıyor. Çoğu okullarda
hatta yanlış yönlendiriliyorlar. “Çocuğunuza Türkçe okutmak istiyor musunuz?” diye sorulmuyor da, “Çocuğunuz Türkçe mi okusun, İngilizce mi?” diye soruluyor. Anlatılmıyor ki, İngilizce zaten okunacak, o programda var. Sonuçta okul müdürü hangi dersleri isterse okutabiliyor seçmeli olarak. Nasıl mı? Dilekçe formülerleri okulda hazırlanıyor. Hangi öğretmenin dersleri yetmezse, dilekçeye onlar yazılıyor, normatif tamamlamak için. Bu arada Türkçe öğretmenlerine büyük görev düşüyor. Ama onlar ses çıkaramıyor. Türkçeye pek destek olamıyorlar. Neden mi? Türkçe öğretmeninin zaten statüsü belli değil. Onları işten çıkarmak en kolay. İşte kalabilmek için susuyorlar. Müdürlerin hakları çok büyük – tayin etmek, işten çıkarmak onların elinde. Dilekçe imzalattırmak görevi Türkçe öğretmenine düşüyor. Köy muhtarı yardımcı olması gerekiyor ama vicdana ve Türkçe sevgisine kalmış bir şey. İş dayanıyor Türkçe müfettişine. O da önüne ne getirilirse, onu imzalıyor. Ve gittikçe saat sayısı azalıyor, Türkçe okuyan çocukların sayısı azalıyor. Artık ana dili hiç okunmayan Türk köyleri var. Kimsenin uMURUNDA değil. Üstüne sorumluluk alan biri olsa, ona bir sorum olacak. Türkçe okunmayan okulda tabi ki Türkçe öğretmeni yok. Türkçe öğretmeni olmayan bir okulda, bu dil okunsun diye dilekçeleri kim toplayacak? Bu işlerle kim uğraşacak? Belli oluyor ki bu sorunları çözebilmek için en büyük görev ana-babalara düşüyor. Ne var ki, onlar kendileri zamanında ana dilini okumamışlar. Okuyanlar az. Problem orada ki, onlara ana dili sevgisi aşılanmamış. İçlerinde varsa var. Onlar da Özdemir Asaf’ın dediği
Artık Şam Pazarına Gidiyoruz
Ne de olsa demokrasi yoksunu ülkelerde gazeteci tehlikeli bir varlık, görevlilerin bir saatten biraz daha fazla süren, “niye geldiniz” sorgusundan sonra girebildik Şam sokaklarına. Şam sokakları bugünlerde Türkiye vatandaşlarından geçilmiyor dersem abartmış olmam sanırım. Doğrusu Türkiye’den gelmiş olmanın da apayrı bir havası var Şam’ın taksi sürücülerinin, garsonlarının ve satıcılarının üzerinde. Konferansa Batıdan da birçok gazeteci akademisyen ve siyasetçi katılmıştı. Konuşulanlar yazılmamak kaydıyla dile getirildiği için kimin neyi söylediğini anlatamayacağım ama benim çıkardığım sonuç şu: Zaten Türkiye yanlısı olan Batılılar Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle gelişen ilişkilerinin Türkiye’nin kıymetinin anlaşılabilmesi açısından önemli bir araç olduğunu düşünüyorlar. Türkiye’nin zaten Avrupa Birliği macerasına karşı olanlar da, tamam işte ‘Orta Doğulu olduğunuz kanıtlandı’ demeye getiriyorlar. Arap aydınlarına gelince, onlar da Türkiye’nin Ortadoğu üzerinden Avrupa Birliği bileti almaya ça-
lıştığını düşünüyorlar fakat bu durumu yermiyorlar, kendilerinden gördükleri birinin, Türkiye’nin, Avrupa Birliğine girmesi onları da mutlu edecek, bunu sık sık söylüyorlar. Fakat bir ricaları var: “Buraya, Osmanlının torunları olarak gelmeyin, bize medeniyet öğretmek için hiç gelmeyin, birçok konuda bizden ileri olsanız da bize eşitlerin ilişkisini kurmak için gelin” diyorlar. Suriyeli bir kadınla konuşurken daha da oturuyor zihnimde Arap aydınlarının ne demek istediği. Aslında konu konuyu açıyor sohbet sırasında. Dünyanın hiçbir yerinde görmediğim değişiklikte ve çeşitte kadın iç çamaşırının Suriye’de rahat rahat satılıyor olmasıyla başlıyoruz sohbete. Süeti, derisi, çiçeklisi, kelebeklisi, pullusu. Suriyeli kadın arkadaşım bunun Suriye de geleneksel bir sanat haline geldiğini, bu renkliliğin ataerkil toplum yapısıyla, ülkedeki otoriter rejimle yakından ilgili olduğunu anlatıyor. Ona göre içine kapanmak zorunda kalmış Suriyeliler için ev hayatını renklendirmenin bir yolu da bu. Suriyeli arkadaşımın anlattığına göre, yakın bir zamana kadar Suriye’de namus cinayeti işlediğini öne süren erkeklere ceza verilmiyormuş, yasa yeni değişmiş ve şimdi iki yıl alıyorlarmış. Aile içi şiddet de epey yaygınmış ama kadınlar için sığınma evleri gibi kurumlar yokmuş. “Sizde de namus cinayetlerine indirim vardı yakın bir zamana kadar, sizin kadın örgütleriniz bize deneyimlerini aktarmalı” dedi arkadaşım. Aslında temel soru da bu: Türkiye-Suriye ilişkileri, ekonomik ve siyasal çıkarlar için mi kurulan ilişkiler yalnızca, yoksa zamanla, insanlar arasındaki iletişim kaçınılmaz olarak daha iyi bir yaşam için deneyim paylaşımına da dönecek mi?
Kar Gıda Kar Gıda Otomotiv İnşaat San. ve Tic. Ltd. Şti.
Diş Hekimi İsmail Alioğlu Halil Özgür
İsmetpaşa Mahallesi, Tuna Caddesi, Tophane Sokak No: 65 Kat: 2 Bayrampaşa / İstanbul Tel: (0212) 577 73 71 (0212) 577 25 20
Uğur Mumcu Mah. N Caddesi No: 42 (BİM Karşısı) Sultançiftliği-Sulatngazi/İstanbul Tel: (0212) 476 06 44 Fax: (0212) 476 11 28
gibi demesinler: “Okulda çalışmaya çalışıyordum, yaşamda alışmaya çalışıyorum.” Türkçemizin hendekli yollarında maalesef elimizden geleni yapmadık. Hepimiz suçluyuz, öğrenciler en az, ebeveynler daha çok. Türkçe öğretmenleri, köy muhtarları, müfettişler, Belediye Başkanları, parti liderleri, Eğitim Bakanlığındaki uzmanlar, Bakan Yardımcıları, Mecliste bir dönem Eğitim Komisyonu Başkan Yardımcılığı, son dönemde ise Komisyon Başkanlığında bulunanlar – hepsi suçlu. Amacımız suçlu aramak olmamalı. Amaç, Bulgaristan’da Türkçenin doğru dürüst okunması için bir şeyler yapmak. Tabi ki her ulus kendi dilini sever. Bizler de, azınlık temsilcileri olarak en az iki dili iyi bilme şansımız var. Bu şansı kullanalım. Ana dilimiz, düşünce ve duygumuzu, kültür ve kişiliğimizi ortaya koyan en güçlü amildir. Avrupa’ya ve dünyaya açılırken elimizden ilk tutan ana dilimizdir. O, kurduğumuz bilgi binamızın temelidir. Bu temel ise mutlaka sağlam atılmalı. Sağlam bir temele oturulduğu zaman yabancı dilleri öğrenmek kolaylaşır. Ana dili öğretimine her zaman, her yerde gereken önem verilmelidir. “Eğitimin kökleri acı, meyveleri ise tatlıdır.” diyor Aristotel. Hep birlikte kolları sıvayıp işin başına geçelim. Herkesi göreve davet ediyorum. Unutmayalım, temel okuldur. Türkçe kitapları 1992 – 93 yıllarından da olsa, yukarılardan yardım olmasa da haklarımızı isteyelim, direnelim. Evet, gerçekler acı konuşuyor. Ama herkesin kaderi kendi elindedir. Haşim Semerci
Dil Kargaşası Dil insanın doğuşu ile doğar, beşerin gelişmesi ile gelişir. Bir ulusun yaşam tarzı, sosyal, ekonomi ve siyasi alanda ne derece istikrara ulaşmış ise, dili de aynı derecede gelişir. Yeni yeni kavramlar türetir, kelime hazinesini zenginleştirir ve çağdaşlaştırır. Bu içtimai kurallara bağlı olarak Türk dilimiz de halen kelime hazinesi bakımından dünyanın en zengin dilleri arasında yer almaktadır. En melodik dil olarak da dünya dilleri arasında ön sıralarda yerini almaktadır. Hal böyle iken, bu gün Bulgaristan’da Türkçe, ciddi bir şekilde erozyon ve dejenere sürecinden geçmektedir. Bu yürekler parçalayan izlenimlerimi iki gencin kendi aralarındaki sohbeti aktarmaya çalışacağım ve şunu hatırlatmayı da faydalı buluyorum: Herhangi bir bölge Türkünü rencide etmemek için cümle sonlarındaki fiilleri şive tarzında vermiyorum: - Ne oluyor ba Emet? - Ne olsun ba bratmi? Aylakım, bütün gün sokaklarda motalanıyorum. - Otpuskada mısın? - Hayır ba bratmi. April ayında platenaya çıkardılar. Yuni ayında da sıkraten yaptılar. - İş için borsaya molba vermedin mi? - Verdim. Geçen ponedelnikte gittim, Septemvride gel dediler. Petıkta zavoda gittim, yeni seneye kadar işçi priema yapmıyoruz dediler. - Sen napıyorsun ba bratmi? - Benim işi biliyorsun ya. Karı invalit pensiyası alıyor. Ben ona pridrujava yapıyorum. - Pensiyan yok mu? - Yok ba bratmi. Hanımın pensiyası ile geçiniyoruz. Birkaç lev te sosyalna pomoş alıyoruz. - Napam ba bratmi? Hadi hepsi iyi çetvırtıkta gene görüşürüz. Çao… - Çao bratmi… İşte değerli kardeşlerim, böyle almış gidiyor. Gidiyor da nereye kadar gidecek? Bu utanç verici ve yürekler acısı duruma kim “Dur!” diyecek? “ Bunun sonu ne olacak?” diye sorarak, kimin kulağı çekilmeli? 30 – 40 sene Türkçe öğretmenliği yapmış ve daha sonra emekli olan öğretmenlerimizin düşünceleri ne acaba? Türkiye’ye göç edip ve Türkiye’de öğretmenlik yaparak emekli olduktan sonra yeniden Bulgaristan’a “Demir atmış” münevverlerimiz ne düşünüyor? Kendilerini “ Türk kültürüne hizmet vermiş erler” olarak kabul ettirip, bir nevi tazminat alanlar… Şimdi bu “kahramanlar” nerede? Hangi bölgeye sığındılar? Buda ayrıca bir merak konusu. Değerli meslektaşlarım, bu sitemlerime umarım gücenmezsiniz. Zira bizler, “Ana dilini unutan bir ulus yok olmaya mahkûmdur” tezini en iyi bilen insanlarız diye düşünüyorum.
Göçler
Müjgan DENİZ Dünyayı utandıran tarihi gerçek -3Arşivlerde, 1885-1923 yılları arasında Bulgaristan’dan Türkiye’ye 500 bin kişinin göç ettiği belirtiliyor. 1923-1933 yılları arasında ise göç edenlerin sayısı 101 bin civarındadır. Yine Bulgaristan’dan 19341960 arasında 272 bin 971 kişi, 1968-79 yılları arasında da Bulgaristan’dan Türkiye’ye 116 bin 521 kişi Türkiye’ye göç etti. Bulgaristan;dan son göç hareketi ise 1989 yılında Bulgar hükümeti tarafından burada yaşayan Türklerin Türkiye’ye göçe zorlanmaları ile başlatıldı. Göçmenler kitleler halinde trenlerle Türk sınırına bırakıldı. Böylece Türkiye, II. Dünya Savaşı`ndan sonra Avrupa`da görülen en yoğun ve zorunlu göç akımını yaklaşık üç aylık bir süre içinde kabul etmek durumunda kaldı. Bu dönemde 64 bin 295 aileye mensup 226 bin 863 kişi serbest göçmen olarak Türkiye’ye geldi. Bu tarihten itibaren 1995 yılına kadar da aralıklı olarak gelen serbest göçmenlerin sayısı 73 bin 957 kişiye ulaştı. Bütün bu göçlere rağmen bugün Bulgaristan`da halen 1 milyonun üstünde Türk bulunuyor. - Romanya- Romanya toprakları, Osmanlı İmparatorluğu idaresindeyken, Besarabya ve Kırım`dan on binlerce Türk buraya yerleşti. 1806-1812 Osmanlı-Rus savaşlarında, Rus ordularının Tuna`yı aşarak Şumnu`ya kadar ilerlemesi üzerine bu bölgede yaşayan Türkler göçe zorlandı. Şumnu ve Dobruca civarından, 1812 yılından sonra 200 bin Türk, Anadolu`ya göç ederek başta Eskişehir olmak üzere çeşitli bölgelere yerleştirildi. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşından sonra Besarabya’nın Rusların eline geçmesi Dobruca`nın ise Bulgaristan’a bırakılması üzerine Türklerin göçü yeniden başladı. O yıllarda Dobruca`dan 80 bin civarında Türk, yurtlarını terk ederek Anadolu`ya yerleşti. 1923`ten sonra, Dobruca`dan yeni göçler başladı. 19231933 arasında 33 bin 852 kişi göç etti. 1934-1960 yılları arasında ise Romanya’dan göç edenlerin sayısı 87 bin 476`ya ulaştı. - Yugoslavya- Yugoslavya’dan Türkiye’ye Cumhuriyet döneminde toplam 77 bin 431 aileye mensup 305 bin 158 kişi göç ettiği, resmi kayıtlarda yer alıyor. Yugoslavya idaresinin baskıları sonucu 1946-1968 ve 1971 yıllarını kapsayan göçlerde özellikle Üsküp, Prizren ve Sancak bölgesinde yaşayan Türk, Boşnak ve Arnavutlar, evlerini ve mallarını cüzi fiyatlara satarak Türkiye`ye gelmek zorunda bırakıldı.
Sivrisinek saz... Kaç tane siyasî partimiz var? 60 küsur... Hangisinin bir dış ülkede, meselâ ABDde temsilciliği var? Bir parti esas itibariyle içeriye hitab eder, gayesi seçimlere girmek ve kazanmaktır. Dış ülkelerde temsilcilikleri kimler açar? Devletler açar. Bağımsız bir devlet ilişki kurmak istediği ülkelerde büyükelçilikler, konsolosluklar açar. Ya da bir medya kuruluşu, bir şirket başka ülkelerde temsilcilik açar ki oralarda iş yapacak, para kazanacak, hizmet götürecektir. Dernekler de açar, onlar da savundukları fikirleri yaymak için, hedeflerini daha çok insana duyurmak için dünyanın çeşitli ülkelerinde temsilcilik açabilirler. Peki bir siyasî parti yabancı bir ülkede ne arar? Seçmen arıyor desek, o ülkelerde seçime girmiyor. Yabancı bir ülkede temsilcilik açan siyasî partinin hedefi ve niyeti ne olabilir? Meşru, hukukî, samimî bir sebep bulmaya çalışıyorum, bulamıyorum. Hani Türk nüfusun fazla olduğu Avrupa ülkeleri olsa, bir dereceye kadar, propaganda faaliyetlerini orada yapacaklar deriz. Ama Amerikada?! Daha kolay Aman Grey, bize senden olur olursa medet!(*) demek için mi? Onlar da, daha kestirmeden İnayet ola! desinler diye mi? Bu açılıma kimilerimiz özgürlük diyecek, demokrasi diyecek. Yahya Kemalin ifadesiyle kendi kanlarına sövmenin lezzetini alanlar var. Onun Karanlıkta Uyanan Biri makalesini bilir misiniz? Rumeli topraklarının elimizden çıkış macerasının -Avrupalıların da gayretiyle- fikirlerde nasıl hazırlandığını anlatır: ... Arnavut olmanın ikbali gitgide Arnavut milliyet nazariyesini doğurdu, yeni Arnavut elifbası, siyah kartallı bayrak, büyük Arnavut devletinin hudutları alttan alta fikirlere yerleşiyordu. Bu heves yalnız Arnavutları değil, Kosovada beş asırdan beri yerleşmiş fatih Türklerin çocuklarını da sardı. Eski Türk beylerinin, ağalarının, esnafının çocukları (Arnavut) Başkım Kulüplerine yazıldılar... O çocuklardır işte kendi kanlarına sövmenin lezzetini alanlar... Neden sonra, iş işten geçtikten sonra uyanan... Ortada bir hâkimiyet filan kalmadığını gören... Uyandık, lâkin karanlıkta uyandık. diyerek vah edenler. Hepsi, Arnavutu, Boşnakı, Türkü, şimdi Üsküpte Vodno Dağının tepesinde yükselen 66 metre boyundaki haça bakarak uyuyup uyuyup uyanıyorlar. O konu başka, öyle mi? Üçüncü ordu karargâhı bugün Erzincanda; dün Manastırda, Selânikte idi. Anlayana...
Bulgaristan Türklerinin Sesi
Trajedi ve Ayrımcılık Orhan Çakır Soykırımdan kötü trajedi sizce nedir? Sizce nedir? 8.300 sivilin soykırıma tabi tutulması mıdır? “Uluslararası koruma gücünün himayesinde oldukları” halde katledilmesi midir? Cesetlerinin parçalanması mıdır? Buna göz yuman barış gücü birliğine madalya verilmesi midir? Yoksa dava açıldığında Adalet Divanı’nın “soykırım olmuş, ama kimin yaptığı belli değil” diye karar alması mıdır? Bunlardan hangisi daha trajiktir? Sizi hangisi daha çok utandırır? Bu soykırımın üzerinden 14 yıl geçti. Soykırımın 14. yıldönümünde on binlerce Boşnak Potocari Mezarlığı’na gitti. Sessizce kayıpları için ağladı. O zaman öldürülen 8.300 kişiden sadece 534 kişinin kimliği tespit edilebildi. Kimliği tespit edilemeyen kurbanların cenazelerinin halini düşünmek bile korkunç. Bugüne kadar Srebrenitsa’da öldürülenlerden şimdiye kadar 3.200’ü -bulunabildiği kadarıyla- Potocari’deki mezarlığa defnedildi. Srebrenitsa’da Ne Oldu? Yıllardan 1995, aylardan temmuzdu. Bosna’da katliam “savaş adı altında” sürüyordu. Sivil Boşnaklar “etnik arındırma” politikasından kurtulmak için BM’nin korumasındaki Srebrenitsa’ya sığındılar. Sırp milisler Srebrenitsa’yı kuşattı. Sonra Srebrenitsa’ya girdi. Milisler mavi bereli Hollandalı askerlerle pazarlık etti. BM adına orada olan ve orada uluslararası toplumun vicdanına sığınan Boşnakları korumakla görevli mavi bereliler önce Boşnaklardan silahlarını aldı, sonra kadınları ve erkekleri ayırdı. En sonunda da silahsızlandırdığı ve gruplara böldüğü Boşnakları kasaplara teslim etti. Sorumlular belliydi; Bosnalı Sırpların lideri Radovan Karadziç ile komutanı Ratko Mladiç. “Bosna Kasabı” Karadziç ancak 21 Temmuz 2008’de yakalanarak “Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne” teslim edilebildi. Mladiç ise hala “bulunamadı”. Mladiç denilince, soykırım öncesindeki sözünü unutmamak lazım: “Bugün 11 Temmuz 1995 günü Sırp şehri Srebrenica’dayız. Büyük bir Sırp kutsal gününün öncesindeyiz. Bu şehri Sırp milletine armağan ediyoruz. Türklere karşı ayaklanmamızı hatırlayarak... Müslümanlardan rövanşı almanın zamanı geldi”. Karadziç şimdi içeride. Daha önce Slobodan Miloseviç de “büyük patron” olarak aynı mahkemeye teslim edilmişti. Ağır savaş suçları hakkında 66 ayrı davası bulunan Miloşeviç, dört yıl Hollanda’nın Lahey kentinde aynı mahkemede yargılandı. Miloşeviç, 11 Mart 2006’da savaş suçlarından yargılandığı sırada Lahey’de öldü. Hüküm giymeden gitti. Bu sene Srebrenitsa’daki vahşiliğin yıldönümünde sadece -kimin katlettiği belli olmayan- soykırım kurbanları anılmadı. Bir şey daha oldu. Bu sene Srebrenitsa’nın yıldönümünde, AB Sırbistan’a vizeyi kaldırma kararı aldı! AB yıl sonunda Sırbistan, Karadağ ve Makedonya’ya vize muafiyeti getirecek. BosnaHersek ise AB’ye göre muafiyet için “kriterleri yerine getiremedi”. Ama siz bunun kötü bir şey olduğunu düşünmeyin. Bakın Solana ne diyor; “böyle olumlu bir adımdan kötü sonuçlar çıkartmaya çalışmak bana saçma geliyor”. Solana daha önce Karadzic ile Mladiç mahkemeye teslim edilmeden Sırbistan’a AB kapılarının açılmayacağını da söylemişti. Soykırımcılara daha güzel bir hediye olamazdı. AB “yıldönümü partisi” düzenlese daha fazla sevindiremezdi. AB, Batı Balkanlarda çoğunluğu Hristiyan ülkelere vize muafiyeti tanıdı. Bosna-Hersek, Kosova ve Arnavutluk’u dışarıda bırakması mutlaka “Müslümanlara ayrımcılık yapıldığı” anlamına gelmez. Solana’nın dediği gibi “böyle olumlu bir adımdan kötü sonuçlar çıkartmaya çalışmak bana saçma geliyor”. Trajedi nerede başladı? Nerede bitti? “En trajik” olan nedir? Hangisi daha fazla utandırır? Hangisi daha saçma?
Altınsay Kuyumculuk Pırlanta siparişi alınır
Hüseyin Ata Eski Edirne Asfaltı No: 284 500 Evler / İstanbul Tel: 0212 617 64 29 e-posta: altinsaykuyumculuk@windowslive.com
5
Bu Yaptığın Ne Belçika? Belçika hapishanesinden bir ölüm haberi daha geldi. İran kökenli tutuklu Mamıany Asl’in, Belçika’nın Leuven Hapishanesi’nde gardiyanlar tarafından öldürüldüğü bildirildi. Bir İran vatandaşının gardiyanlar tarafından öldürülmesi İran Dışişleri Bakanlığı tarafından şiddetle kınandı. Belçika makamları, konu ile ilgili soruşturma başlatıldığını kaydetti. Charleroi bölgesinde Jamioulx hapishanesinde geçtiğimiz Ağustos’ta ölen Mikail Tekin isimli Türk hakkındaki soruşturma devam ederken, yabancı kökenli bir tutuklunun daha hapishanede yaşamını yitirmesi kamuoyunda şaşkınlık yarattı. Önceki olayda, trafik polisiyle tartışmaktan gözaltına alınmasının ertesi günü ölen Türk vatandaşı M.Tekin’e yapılan otopsi, yemek yerken boğulma olduğu ifade edilen ölüm nedeninin “fiziksel şiddet” olduğunu ortaya koymuştu. Mahkumlar, M.Tekin’in “tecrit hücresine nakli sırasında işkence” gördüğünü savunarak isyan başlatırken, gardiyanlar üç arkadaşlarının sorguya çekilmesi üzerine hapishanedeki zor çalışma koşullarını öne sürerek grev başlatmıştı. Mikail Tekin olayı, akabinde İran kökenli tutuklunun ölümü, Belçika hapishanelerinde bugüne kadar gerçekleşen 12 intihar girişiminin ve 23 ölümün tekrar gündeme gelmesine neden oldu. Olay ile ilgili çelişkili açıklamalar nedeniyle geçtiğimiz ay konu hakkında Belçika Temsilciler Meclisi Adalet Komisyonu’nda Adalet Bakanı’na soru yöneltildi. Adalet Bakanı, soruşturmanın sürdüğünü belirterek, ölüm nedenlerini kısmen hapishanedeki kapasite aşımına ve gardiyanların çalışma koşullarına bağladı. Belçika, bazı temel hak ve hürriyetlere saygı göstermediği için Avrupa Konseyi ve BM kurumlarından da uyarı aldı. Turan Çakır’ın Belçika aleyhinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nde açtığı dava da sorunun önemini göstermesi bakımından dikkate değer. Mart ayında sonuçlanan davada Belçika, işkence, insanlık dışı muamele ve ayrımcılık yaptığı gerekçesiyle mahkum edildi ve Belçika makamları ile adaleti ilgisiz ve tepkisiz davranmakla suçlandı. Polisler tarafından kimlik sorgusu sırasında olay çıkması nedeniyle 1996’da gözaltına alınarak kötü muamele gören T.Çakır, halen işitme, görme ve nefes alma sorunları yaşıyor. Belçika İnsan Hakları Derneği (LDH)’nin, “başka ülkelerde insan hakları söz konusu olduğunda çok konuşan Belçika’nın kendine miyop baktığı” açıklaması, yabancılar söz konusu olunca sorunların doğru tanımlanmadığını akla getiriyor. İnsan hakları açısından, konunun milletvekillerinin ve kamuoyunun dikkatine getirilmesinin Mikail Tekin dahil hapishanelerde yaşanan tüm ölümlerin nedeninin açıklığa kavuşturulmasında faydalı olacağı muhakkak.
‘Dünya Enerji Görünümü’ raporu Uluslararası Enerji Ajansı (IEA), karbondioksit emisyonunu azaltma konusunda bir anlaşma yapılamazsa, dünyada enerji kullanımının gelecek 20 yılda hızla artacağı, maliyetlerin ve sera gazlarının yükseleceği uyarısında bulundu. Paris merkezli IEA’nın yıllık Dünya Enerji Görünümü raporuna göre, dünya, küresel ısınma konusunda bir anlaşmanın uygulanmasını geciktirdiği her yıl için karbondioksit emisyonunu azaltmak amacıyla fazladan 500 milyar dolar para harcamak zorunda kalacak. İklim değişikliği konusunda uluslararası anlaşma olmaksızın, büyük tüketici ülkelerde enerji harcamalarının gayrisafi yurt içi hasılaya oranının 2030 yılına kadar ikiye katlanacağına işaret edilen raporda, hükümetler, mevcut politika ve önlemlerinde değişikliğe gitmezse, küresel enerji talebinin gelecek beş yılda her yıl ortalama yüzde 2,5 yükseleceği vurgulandı. Dünyada temel enerji talebinin gelecek 20 yılda her yıl ortalama yüzde 1,5 yükseleceği ifade edilen raporda, biyoyakıtlar hariç 2008 yılında günlük 85 milyon varil olan dünya petrol talebinin, her yıl yüzde 1 artışla 2030 yılına kadar günlük 105 milyon varile çıkacağı belirtildi. Raporda, doğal gaz talebinin her yıl yüzde 1,5 artarak, 2030 yılında 4,3 trilyon metre küpe ulaşacağı, dünya elektrik talebinin ise 2030 yılına kadar her yıl yüzde 2,5 yükseleceği kaydedildi.
Emel BALIKÇI
Su, İslâm ve Folklor - Bundan başka bebeğin yıkandığı suya kırk gün tuz ilave edilir, sağlam olsun, teni koku almasın, diye. - Hıdrellez’de çiğ suları ile yıkanmak hem sağlık, hem güzellik açısından yararlıdır. Çiğ suları açık yaralara da birebir gelir. - Yağmur suları da yıkanmak için faydalıdır. - Dolu yağmaya başladığı zaman, dursun, diye tuz, orak, sacayağı fırlatılır. Bu gelenek ve göreneklerimin bazıları günümüzde de korunmaktadır. İnsanımızın, hele Rodoplu Müslüman kesimin suya tapması, onu başının üzerinde tutması bu yüzdendir. Yollar, dağ başları, dere boyları adım başına çeşme, pınar veya kuyularla donatılıdır. Dünyanın bir başka yerinde bunu görmek pek mümkün değildir. Hele Müslüman olmayan ülkelerde... Rodop insanı, bu dünyadan göçen yakınları adına bir su tuttuysa, bu sudan insanlar, cümle canlı yaratıklar yararlanabiliyorsa, mutluluğu yakalamış, demektir. Ona göre, su, bu dünyada ve ahrette Allah’a yaklaşmak için en kısa ve en doğru yollardan biridir. Göçler, Balkan Müslümanlarının, Rodop insanının defalarca bağrını yakmıştır. O, beklediği ve hiç beklemediği bir anda yurdundan yuvasından olacaktır. Gurbet yollarına gece yarısı, sabah namazında çıkacaktır. Aklına gelirse, “Sarı pınar”dan, “Aşkı çeşme”den, “Telli kaynak”tan bir ibrik, bir şişe su alacaktır. Gelmezse, hayıflanıp duracaktır. Yıllar geçse de bu sular hep gözünün önünde olacak, gelenden gidenden filan çeşmeden, filan kaynaktan bir avuç su getirin, yeter de artar da, diyecektir... Belki bundan olacaktır ki, Türk folkloru adeta su
motifleriyle örülüdür. Halkımız, suya ilişkin nice anlamlı atasözleri, içli türküler, gazeller, masal ve fıkralar yaratmıştır. Suyolu, çeşme başı, pınar yanı buluşma yeridir. İlk sevgililerin göz göze geldikleri, buluştukları bir mekândır. Gelinlik kızın su dolu bakırlarla yürüyüşü ne çok şeyler anlatır. O, tarifi yapılamayan bir arzudur, düştür, heyecandır. Ressamların ilhamı, şairlerin perisidir... Halk türkülerinden dizeler aktararak bunu örnekleyelim; “Ak evler, kızsız kaldı, ak bakırlar susuz kaldı...” “Su gelir lüle lüle yar gelir güle güle / Su gelir akar gider yar gelir bakar gider.” “Kız pınar başında, aman testi doldurur... / Kız pınar başında aman yatmış uyumuş...” “İki çeşme aresinde kırmızı gül goncesi / Nerelerde meskan tutmuş gönülümün eylencesi.” “Avuz başında bakır, Fatma’nın gözleri çakır...” “Şırıl şırıl Arda akar / Yel estikçe serinnik saçar / Al kuşan da gel güzelim / Arda boyuna gel.” “Dere boyu giderim, inci da mercan dizerim...” “İndim avuz başına, bir kız çıktı karşıma...” Eni sonu bir gerçeğin altını çizelim. İnsanın, kendi iyiliğini, hoşluğunu biriyle herzaman paylaşacaksa o da su... Suda senin her anın olağanüstüdür, çok farklı ve ele avuca sığmayacak bir durumdur bu. Su, sana yeni imkanlar doğurur, fırsatlar sağlar... “İndim derede durdum, turalı para buldum / İç olmayacak yar için, kendi kendimi urdum.”
İsviçre’de Minare Gölgesi!
İsviçre” ve “minare tartışması” hakkında hemen akla gelen birkaç deyim var; Akıl şaşılığı… Akıl tutulması… Toplumsal cinnet… Etnofobi ve hoşgörüsüzlük… Aslında bu konunun çok fazla detayı yok. İsviçre’deki Müslümanlar minare istiyorlar. İsviçre’de Müslüman olmayan kesim ise minare istemiyor. Ama tartışma o derecede “sığ”, “önyargılı”, “çiğ” ve “tatsız” yürüyor ki, saygıyı da hak etmiyor. İsviçre’de minare gerginliği yeni bir boyuta geldi. Libya Devlet Başkanı Kaddafi’nin “Hannibal” lakaplı Motassim Bilal adlı oğlu internet sitesinde bazı İsviçreli devlet adamlarını “Hitler’e” ve “domuza” benzeten karikatürler yayınladı. Elbette bu yaklaşım estetikten yoksun ve sanatsal bir değeri, düşünce özgürlüğü açısından bir anlamı yok. Ama bu saçma minare tartışmasının ortaya koyduğu yaman bir çelişki var. Karikatürü çizilen İslam’ın peygamberi olunca sanatsal değer, düşünce özgürlüğü ve saire akla geliyor da, İsviçreli olunca neden hoşgörü gösterilmiyor. Türkiye-İsviçre futbol maçından önce Türkleri “döner” ve İsviçreli futbolcuları ise “döneri kesenler” olarak gösteren karikatür mizah sınırları içinde de, neden karikatürü çizilen “Hitler bıyıklı domuz” olunca, herkes ayağa kalkıyor? İsviçre basınına göre domuzlu karikatürde “İsviçre’yi İsviçre yapan değerler ayaklar altına alınıyor, islam ile ilgili olunca “sadece espri” oluyorsa, aradaki farkı fark yapan değerleri kim uyduruyor? Söz konusu internet sitesinde Kaddafi İsviçre’nin bölünmesini ve komşularına paylaştırılmasını savunuyor. Ne var bunda? Kaddafi’nin düşüncesi bu… Kaddafi dedi diye, olacak değil ya! Bu hoşgörüsüzlük neden? İsviçre basını –lütfen gülmeyin, burası çok önemli-
“Avrupa’yı fethedecek İslam ordularından” söz ediyor. Weltwoche adlı dergi İsviçre’yi işgale hazırlanan İslam’dan söz ediyor. Bunu yaparken İslam’ı ve Müslümanları hedef gösteriyor. Ne oldu çok kültürlülüğe? Farklılıklar zenginlik değil miydi? Müslüman azınlığın hedef gösterilmesi, inanç özgürlüğü ve azınlık mensuplarının bireysel hakları ile çelişkili değil mi? Giderek daha saçma hale gelen minare tartışmasında elbette “bilgi içerikli fikir” de var. Buna göre Muhammed Peygamber’in yaşadığı dönemde minare yoktu. Kelime anlamı “ateş kulesi” olan minareler İslam ordularının ele geçirdiği yerlere, gözcü kulesi ve İslam’ın bir bakıma bölgedeki hâkimiyetinin simgesi olarak yapıldı. Minareler ayrıca kervanlara yol gösterilmesinde ve inananların ibadete çağrılmasında da kullanılıyordu. O nedenle –diyor bazı İsviçreli basın organları- minare İslam dini ile değil, İslam ordularının fethi ile ilgilidir. Aynı kişiler ayrıca diyor ki, minareler İslam’ın zafer sütunlarıdır, onların dikildiği yerdeki halk bunu anlamasa bile! Bu bakış açısına sahip olan kalemler İsviçre’de minare yapılmaması için Maldivler’deki Hristiyan azınlığın çektiği zorluklardan ve Cezayir’deki Hıristiyan mezarlığının bakımsızlığından örnek veriyorlar... Hani her şey kendi şartlarında ele alınmalıydı? Ne oldu? Her konu bağımsız ele alınmaz mıydı? Bir şey daha var. Bilindiği gibi Avrupa’da kiliselerin kulelerine 15. Asır’da Türk akıncı birliklerinin saldırısını halka haber vermek ve daha sonra da Türklerle savaşların anısını canlı tutmak için çan takıldı. Yani ibadetle ve dini kurallarla hiç ilgisi yoktu. Askeri ve siyasi amaçlıydı. Türkiye’de 2007 verilerine göre 321 resmi ve izinli kilise var. Türkiye neden bundan rahatsız olmuyor ve “Hıristiyan işgalinden” söz etmiyor? Pardon… Yoksa istemeden yine tarihten gelen travmalara mı dokundum? Türkiye bundan söz etmez. Edene de “deli” gözüyle bakılır. Çünkü, tarihin derinliklerinden, tufan öncesinden gelerek binlerce yıl boyunca demlenen, altın bir imbikte damıtılan ve cumhuriyet ile taçlandırılan Anadolu Kültürü buna razı olmaz! İsviçre’de yaşanan tartışmanın fikri değeri, içeriği ve önemi “minare gölgesi” kadar.
6
Bulgaristanlı YÖK’e dava açtı Ben de mesleğimi kendi ülkemde yapamadığım için YÖK’e dava açtım” dedi. Doktorluk, diş hekimliği, mimarlık gibi bazı meslek gruplarının otomatik tanınma niteliği olduğunu ifade eden Ersoy, Türkiye’nin imzaladığı anlaşma kapsamında bu diplomaların 20 Ekim 2007’den itibaren geçerli sayılması gerektiğini söyledi. YÖK’ün yurt dışından mezun olanlar için açtığı sınavın Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS) niteliğinde olduğunu belirten Ersoy, sözlerine şöyle devam etti: “Birçok arkadaşım mezun olduktan sonra maalesef ülkelerini terk etmek zorunda kaldı. Ben bunu istemiyorum. Ben diğer hekimler gibi kendi ülkemde mesleğimi yapmak istiyorum.”1989 yılında Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelen hekimlerin hepsinin diplomalarının geçerli sayıldığını ve sınavsız hekimlik yapmaya başladıklarını ifade eden Ersoy, sözlerini şöyle tamamladı: “Benim gibi birçok arkadaşım da mağdur oldu. Tek istediğimiz doktorluk yapabilmek. İç hukuk yolları tükenirse bu konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de taşıyacağım.”
Lizbon anlaşması yürürlüğe girdi
Anlaşma AB’nin işleyişine radikal değişiklikler getiriyor. Anlaşma, Avrupa Birliği’nin işleyişini etkinleştirmek ve birliğin dünya siyaset sahnesindeki ağırlığını artırmak amacıyla hazırlanmıştı. Lizbon anlaşması çerçevesinde iki yeni makam oluşturuldu. Avrupa Konseyi Başkanlığı’na Belçika Başbakanı Herman von Rompuy, dış politika temsilciliğine de Ticaretten Sorumlu Komisyon üyesi Catherine Ashton getirildi. Anlaşmanın yürürlüğe girmesi dolayısıyla bu-
Kuaför Sevcan Küçük
Eski Edirne Asfaltı No: 244 Daire: 2 Yıkıcı Durağı (Gülmar Hipermarket Yanı) 500 Evler - G.O.Paşa / İst. Tel: (0212) 538 47 77
gün Portekiz’in başkenti Lizbon’da Avrupa Birliği liderlerinin katılacağı bir dizi etkinlik düzenlenecek, havai fişek gösterileri yapılacak. BBC Brüksel muhabiri Jonny Diamond, anlaşmanın Avrupa Birliği’nde karar alma mekanizmasında önemli değişiklikler getirdiğini belirtiyor. Bu çerçevede, bazı alanlarda ülkelerin veto yetkisi kaldırılıyor. Bunlar arasında iklim değişikliğiyle mücadele, enerji güvenliği ve acil yardım da bulunuyor. Vergi, dış politika, savunma ve sosyal güvenliği ilgilendiren alanlarda ise eskisi gibi oybirliği aranmaya devam edilecek. ‘AB daha demokratik olacak’ Anlaşma, yaklaşık sekiz yıllık bir serüvenin ardından yürürlüğe girme aşamasına geldi. İrlanda’da halkın referandumda bir kez reddettiği anlaşma, son olarak geçen ayın başlarında Çek Cumhuriyeti engelini de aşmıştı. Taraftarları, Lizbon anlaşmasının Avrupa Birliği’ni daha etkin ve demokratik kılacağını savunurken, karşıtları Brüksel’e çok fazla yetki devredildiğini söylüyor.
NASA’dan müthiş buluş
Yeni Komisyon Açıklandı Avrupa Birliği kurumlarındaki yenilenme sürüyor. Yaz aylarında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinin ve geçtiğimiz hafta Avrupa Birliği Başkanı ve Dışişleri Bakanı’nın belirlenmesinin ardından 2014’e kadar görev yapacak Avrupa Birliği Komisyonu’nun üyeleri de belirlendi. Aylar önce Avrupa Birliği liderlerinin onayını alarak Komisyon Başkanı olarak kalmayı garantileyen Jose Manuel Barroso önümüzdeki 5 yıllık dönemde birlikte çalışacağı isimleri kamuoyuna açıkladı. Yeni ekibinin tecrübe ve yeni düşüncenin mükemmel bir karışımı olduğunu söyleyen Barroso, “Avrupa projemiz vardı şimdi de Avrupa ekibimiz var” diye konuştu. Aslında Barroso’nun altını çizdiği tecrübe ve yenilik denklemi müstakbel Komisyon’u oldukça iyi yansıtıyor. Barroso da dahil olmak üzere şu anki Komisyon’un 13 üyesi yeni Komisyon’da da görev yapacak. 14 isim ise yeni belirlendi. Barroso, yeni ekibinde kadın erkek dengesine de dikkat etti. 27 kişilik Komisyon’da 18 erkek, 9 kadın üye var. 7 Başkan Yardımcılığı koltuğundan 3’ü de kadın üyelere verildi. Siyasi dağılım ise 13 Hristiyan Demokrat, 8 Liberal ve 6 Sosyalist olarak şekillendi. “2. Barroso Komisyonu”nda Türkiye dosyası el değiştirdi. Bu dosyadan sorumlu üye olan Olli Rehn’in yerine Çek Stefan Füle getirildi. Diplomasi kökenli olan Füle, genişleme konularının yanı sıra AB’nin komşuluk politikasıyla da ilgilenecek. Türkiye’nin üyeliği konusunda sorunu olmayan Füle’nin, Rehn’in yerleştiridiği çizgiye büyük ölçüde sadık kalması bekleniyor. Yeni Komisyon’da İngiltere’nin üyesi olan Barones Catherine Ashton hem AB Dışişleri Bakanı hem de AB Komisyonu Başkan Yardımcısı şapkasıyla görev yapacak. Rehn ise genişleme konusunda gösterdiği sabır ve başarı sayesinde bir bakıma terfi ettirildi. Barroso, Komisyon’un en önemli dosyalarından biri olan ekonomik ve parasal işleri Rehn’e verdi. İddialı bir ekip kuran Barroso izleyeceği yaklaşımı da net şekilde ortaya koydu. Barroso, Komisyon’un yönetilmeyip yöneteceğini, sadece tartışmayacağını karar alacağını ve sadece talep etmeyeceğini eyleme geçeceğini söyledi. Barroso ve ekibi ocak ayında Avrupa Parlamentosu önünde sınav verecek. 26 Ocak’taki oylamada güvenoyu alması halinde ise göreve başlayacak.
Bulgaristan Türklerinin Sesi
Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi (NASA), Satürn’ün etrafında şimdiye kadar görülmemiş büyüklükte bir halka tespit etti. NASA’dan yapılan açıklamada, Spitzer Uzay Teleskobunun keşfettiği ince halka şeklinde buz ve toz parçacıklarından oluşan halkanın, Satürn sisteminin en dışında bulunduğu ve yörüngesinin gezegenin ana halkasının düzlemine 27 derece eğimli olduğu belirtildi. NASA yetkilisi Whitney Clavin, halkanın çok dağınık olduğunu ve gözle görülür ışıkları yansıtmadığını, ancak kızılötesi (infrared) Spitzer teleskobunun halkayı tespit ettiğini söyledi. Clavin, halkadaki tozlar çok soğuk (eksi 316 Fahrenheit) olmasına rağmen, halkanın termal radyasyonla parladığını belirterek, şimdiye kadar hiç kimsenin kızıl ötesi alet kullanarak halkanın
yerini göremediğine dikkat çekti. Satürn’ün yeni keşfedilen halkasının madde kütlesinin başlangıcının gezegene 5,95 milyon kilometre uzaklıkta bulunduğu, sonunun uzaklığının ise 11,9 milyon kilometreye kadar uzandığı bildirildi. NASA yeni bulunan halkanın çok büyük olduğunu ve 1 milyar Dünya’yı içine alabileceğini kaydetti. Satürn’ün uydularından Phoebe’nin yörüngesinin halkanın içinde olduğu ve uydunun halkadaki maddelerin kaynağı olduğuna inanıldığı bildirilerek, halkanın ayrıca bir tarafı parlak diğer tarafı karanlık olan diğer uydu İapetus’un esrarını çözmede yardımcı olabileceği kaydedildi. Halkanın dönüş yönünün Phoebe ile aynı, İapetus’un ters yönde olduğu kaydedilerek, bilim adamlarının en dıştaki halkanın İapetus’un içine doğru hareket ettiğini ve uyduya çarptığını düşündüğü vurgulandı. Maryland Üniversitesinden Douglas Hamilton, astronomların Satürn’ün dıştaki uydusu Phoebe ile İapetus’daki kara madde arasında bağlantı bulunduğundan şüphe ettiklerini ifade ederek, “bu yeni halka ilişkiyle ilgili inandırıcı kanıt sağlıyor” dedi. Son halka keşfedilmeden önce Satürn’ün 7 halkası bulunduğu biliniyordu. ABD’nin California eyaletindeki Pasadena kentinden 2003 yılında uzaya gönderilen Spitzer, Dünya’dan 106,2 milyon kilometre uzaklıkta ve güneşin çevresinde yörüngeye oturtulmuştu.
Ahıskalılara Samimi Davranılmıyor Konuyla ilgili olarak bilgi veren Dünya Ahıska Türkleri Birliği (DATÜB) Kurucular Heyeti Üyesi ve İstanbul Temsilcisi Muhammet İZZETOĞLU, 14 – 16 Kasım 1944 tarihinde 86 bin Ahıskalı Türkün Sovyetler Birliği lideri Josef Stalin ve İçişleri Bakanı Lavrenti Beriya’nın emriyle vatanlarından Orta Asya’da Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’a sürgün edildiklerini belirterek, bir ay süren sürgün sırasında 17 bin Ahıskalı kadın, çocuk ve 2. Dünya Savaşı’ndan dönen yaralı gazinin soğuk, hastalık ve açlıktan hayatını kaybettiğini söyledi. Sürgünün hemen öncesinde 40 bin Ahıskalı Türkün Sovyetler Birliği Ordusu saflarında Nazi Almanya’sına karşı cephelerde savaştığını hatırlatan İZZETOĞLU, “Bu savaşta 26 bin şehit veren Ahıskalılar’dan sağ kalıp vatanlarına dönmeyi başaranlar da Stalin tarafından yurtlarından sürülerek, Orta Asya’da ölüm kamplarına gönderildiler. Bu acıları yaşayan nesil hala hayatta. Bu yaşananları unutmamız mümkün değil. Düzenleyeceğimiz programlarla kaybettiğimiz insanları ve vatanımızı yad edeceğiz” dedi. Ahıska Türklerinin 1989 - 1990 yıllarında da Özbekistan’ın Fergana ve Taşkent vilâyetlerinde soykırım saldırısına uğradıklarını hatırlatan İZZE-
TOĞLU, bu saldırıların da sürgünün kötü sonuçlarından biri olduğunu söyledi. Muhammed İZZETOĞLU, “Sonunda ne oldu? 100 bin Ahıskalı Türk, Bağımsız Devletler Topluluğu’na üye olan 12 ülkenin 4267 yerleşim birimine dağıtıldı. Sürülenlerin dışındakilerle birlikte, sayıları yaklaşık 350 bin olan Ahıskalı hâlen bulundukları ABD, Türkiye, Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya, Ukrayna ve BDT’ye üye diğer ülkelerde dağınık hâlde yaşıyorlar. Bir taraftan kaybettikleri vatanlarına kavuşma ümitlerini yaşatırken, bir taraftan da dil ve kültürlerini, kimliklerini korumak için mücadele ediyorlar” dedi. Ahıskalı Türklerin Gürcistan’a dönme meselesine de temas eden Muhammet İZZETOĞLU, konunun 1999 yılında Gürcistan’ın Avrupa Konseyine üye olması ile gündeme geldiğini belirterek, “Gürcistan Hükumeti, uluslararası hukuk kurallarına göre Ahıskalıları 2012 yılına kadar topraklarına kabul etmeyi taahhüt etti. Ancak Gürcistan bu konuda samimi davranmıyor. Dönmek isteyenlere olmadık sorunlar çıkartıyor, dönülmemesi için elinden geleni yapıyor. Uluslararası kurumların Gürcistan’ı uyarması, bu konuya daha köklü çözümler bulması gerekir” dedi.
Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği’nin üyelerinden haberler Sengül ve Ferdi hayatlarını birleştirdiler
Bu iki çiftin de hayatinin en mutlu gününü kutluyor ve Bultürk yayın kurulu olarak, bir ömür boyu mutluluklar diliyoruz.
Avrupa Birliği
Müzakereler Yeni Boyut Kazanıyor Türkiye-AB müzakereleri nedir? Neyi içerir? Neyi hedefler? Neden yapılır? Ankara-Brüksel hattında yaşanan müzakere süreci, giderek ruhundan uzaklaştı. Yaşanan kavram kargaşaları, dönemsel şartların olumsuz etkileri ve tarafların ilgisizliği, müzakere sürecinin genetiğine müdahale edilmesini şart kılıyor. Müzakerelerin işlevselliğinin zayıflaması, bu sürecin kısa, orta ve uzun vadelerde katkı sağlayabilmesi için, onu güçlendirecek bir gen transferini zorunlu hale getiriyor. Bugüne kadar -özellikle Türkiye’nin aday ülke statüsünü kazanmasından bu yana- Türkiye-AB ilişkilerinde Türkiye’nin jeostratejik konumu ve jeopolitik olanakları göz ardı edildi. Türkiye’nin birçok dengenin çakıştığı noktadaki konumu Türkiye’yi değerli kılıyor. Türkiye’nin peş peşe attığı adımlar, Türkiye’nin mevcut konumunu pekiştirdiğini ve bundan hareketle birtakım yeni ve önemli hamleler yapacağına işaret ediyor. O nedenle AB üyelerinin Türkiye’ye yönelik “bir tarafta biz varız, karşımızda sen varsın” şeklinde özetlenebilecek tutumu bundan sonra hızla değişebilir. Örnek vermek gerekirse, Paris Türkiye’nin AB’ye tam üye olmasına belki itirazını sürdürür, ama Türkiye-Fransa ilişkilerini korumak ve geliştirmek için -önceki yıllara göre- daha fazla nedeni var. Fransa açısından Türkiye, hemen her vadede yaptığı planlamalar nedeniyle büyük bir öneme sahip. Özellikle, Türkiye’nin Ermenistan konusunda attığı adımlar Fransız devletinin daha yapıcı olmasını zorunlu hale getirdi. Paris açısından doğal olarak, Fransa’nın çıkarları her zaman AB’nin çıkarlarından daha önce gelir. O nedenle Paris’in Türkiye’nin savunma sanayisinden, altyapı yatırımlarından, enerji sektöründen ve nükleer enerjiye olan ilgisinden uzak durmayı veya uzak tutulmayı kabullenmesi mümkün değil. Nitekim Le Monde gibi önemli gazeteler bir süredir Sarkozy’in giderek daha fazla bir saplantıyı anımsatan “imtiyazlı ortaklık” ısrarına tepki gösteriyorlar. Nesnel bir bakış açısıyla Türkiye-AB ilişkilerinin de, Avrupa’dan Türkiye’ye yapılan “imtiyazlı ortaklık” teklifinin de sürdürebilir olmadığını itiraf etmek gerekir. Tarihte bir sonraki sayfaya geçildiğinde, Fransa ve Türkiye birbirine daha fazla ihtiyaç duyduğunda, masanın üzerinde acınacak bir tekliften ve gülünç bir müzakere sürecinden daha fazlasının bulunması yerinde olur. Bütün bu sorunların temelinde Türkiye-AB müzakere süreci hazırlanırken, önyargılarla hareket edenlerin kabahati var. O dönemde Avrupalı siyasetçiler Türkiye’yi çok hafife aldılar. O nedenle kurulan müzakere zemini gerçekçi değildi. Tasarlanan müzakereler Türkiye’yi tam üye yapmaya değil, Türkiye’yi öfkelendirip masadan kaldırmaya yönelikti. Büyük bir olasılıkla Sarkozy’nin danışmanları bir gerçeğin farkındadır. Fransa’nın son çeyrek asırda izlediği Türkiye politikası işe yarasaydı, bugüne kadar sonuç verirdi. Fransa’nın Türkiye-AB ilişkilerine gerekli gen transferini sağlaması, Fransa’yı Türkiye’nin çeşitli konulardaki seçeneklerinden birisi haline getirebilir. Ancak Paris’in Türkiye’nin -sınır anlaşmazlıkları da dâhil- hemen her sorununda kendisini koşulsuz diğer tarafta konumlandırması, sadece Fransa dışındaki ülkelerin daha avantajlı olmasına yol açtı. Üstelik Sarkozy’nin “imtiyazlı ortaklığı”, kurmak istediği Avrupa mabedinin büyük ülküsü haline getirmesi, başka açılardan da hayret uyandırıyor. Acaba Sarkozy “imtiyazlı ortaklık” nedir, biliyor mu? Versailles Sarayı’nın penceresinin önünde, elini ceketinin içine sokarak, bahçeye dalgın bakarken ve Napoleon Bonaparte’ın Akka’da Türkler karşısında yaşadığı mağlubiyeti hatırladıkça öfkelenirken, şunu da düşünmesi lazım. Almanya’nın bir önceki Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier, “imtiyazlı ortaklık” konusunda şunu söylemişti: “Samimi söyleyeyim, imtiyazlı ortaklıktan neyi kastediyorlar bilmiyorum…” Avrupa Parlamentosu Avrupa Sosyalistler ve Demokratlar İlerici İttifakı Grubu Başkan Yardımcısı Hannes Swoboda’nın söylediği gibi, “Türkiye-AB müzakere sürecinin tıkandığını belirterek bu tıkanıklığı aşmak için yeni bir çıkış yolu bulmak gerekiyor”. Ayrıca Avrupa Birliği Komisyonu Genişlemeden Sorumlu Komisyoneri Olli Rehn’in de belirttiği gibi: “Türkiye’nin Ortadoğu’daki konumu önemli...” Nitekim Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle tebrik mesajı gönderen Nicolas Sarkozy de, Ankara ile güçlü ve stratejik bir ilişki geliştirmeyi arzu ettiklerini belirtti. Yani “müzakerelere gen transferinin” ilk işaretleri görülmeye başlandı. Avrupa’da duvarları kaldırmaya çalışan, geçtiğimiz haftalarda Batı Berlin-Doğu Berlin duvarının kaldırışının 20.yılını kutlayan Almanya’nın da Sarkozy’e Avrupa’da yeni bir duvar örmesine yardımcı olmayacağı düşünülebilir. Çünkü AB’nin yeni bir duvarı tolere etmesi için gereken şartlar yok. Avrupa’da yaşanan süreçler, 21.Asır’da başka bir duvar olmaması gerektiğini de ortaya koyuyor. O halde Türkiye-AB ilişkilerine gen transferi yapılacağını düşünmek için çok fazla neden var. Ama önemli olan yapılacak gen transferinin ne sonuç doğuracağı. Acaba gen transferi ikili ve çok taraflı ilişkilerde verimliliği mi yükseltecek? Yoksa Türkiye-Avrupa ilişkisini “Genetiği Değiştirilmiş Organizma’ya” mı çevirecek? Fransa’nın Avrupa İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Lellouche’in yine Le Monde’a verdiği söyleşi bu açıdan çok önemli. Çünkü Lellouche AB’nin doğuda Balkanlar’ın ötesine genişlemeyeceğini söylüyor. Ayrıca Kıbrıs’ta Rumların istediği her şeyin yapılmasını talep ediyor ve hatta Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantörlüğünün sona erdirilmesini talep ediyor… Lellouche’un bu sözleri şayet Paris’in gerçek tutumu ise, üzerine yorum yapılacak herhangi bir şey yok. Ama ya Lellouche bunları muhtemelen yakın gelecekte Türkiye’ye yapılacak yeni bir teklifin “pazarlık payını artırmak” ve gerçekleşecek gen transferini şarta bağlamak için söylüyorsa…
Bulgaristan Türklerinin Sesi
Paris’de Türk Kahvesi
Fransızlarla birlikte çok sayıda turist 2,5 Euro ödeyerek Türk kahvesinin tadına bakarken gün boyunca sunulan etkinliklerden faydalanma fırsatı buluyor. Mimar Han Tümertekin’in imzasını taşıyan Türk Kahvesi eski İstanbul kahvehanelerinden esinlenilerek tasarlandı. Louvre Müzesi ve Concorde Meydanı arasında yer alan ve gün boyunca binlerce turistin ziyaret ettiği Tuileries Bahçesi’ne kurulan Türk Kahvesi 8 Ağustos’a kadar açık olacak. Günde 500’ün üzerinde ziyaretçi Türk kahvesinin tadına bakmak için mekana uğrarken akşam saatlerinde düzenlenen konserler çok sayıda kişiyi bir araya getiriyor. Her akşam farklı müzik tarzlarında konserlerin düzenlendiği Türk kahvesi’nin programında Kutsi Ergüner,Selim Sesler, Önder Foçan, Birol Topaloğlu, Nedim Nalbantoğlu gibi isimler yer alıyor. Programda ayrıca Malietes, Balkart,Aksak Anatolia gibi Türk ve Fransız sanatçılardan oluşan gruplar da sahne alıyor. Türk Kahvesi etkinliklerinde konserlerin dışında dans gösterileri, ebru, kaligrafi ve tezhip sanatıyla ilgili atölye çalışmaları, gölge oyunu, Türk mutfağıyla ilgili konferanslar düzenleniyor. İKSV’nin genel koordinatörü Özlem Ece, Türk Kahvesi’nin Türk Mevsimi’nin en önemli aktivitelerinden biri olduğunu belirtirken her akşam düzenlenen konserler ve gün boyunca devam eden atölye çalışmalarıyla hareketli bir ortam oluşturduklarını ifade etti. Ziyaretçilerin Türk modern ve geleneksel sanatlarından örnekleri bulduğunu dile getiren Ece, “Burayı Paris’te üç hafta boyunca bir buluşma mekanı olarak tasarladık. Mevsimin yaz dönemindeki en önemli etkinliklerinden biri. Burası hem bir mimari proje hem de kapsamlı olarak bir kültürel program sunuyoruz. Atölye çalışmalarında önceliği geleneksel sanatlara veriyoruz.” ifadelerini kullandı. Ebru atölyesinin başında bir hafta boyunca bulunan ebru ustası Hikmet Barutçugil, verimli bir çalışma yaptıklarını söylerken, “20’ye yakın öğrencimiz oldu. Hepsi de buraya isteyerek gelmişlerdi. Yaz okullarımıza katılmak isteyenler oldu. Hatta birkaç kişi bir araya gelip bir ebru atölyesi de kurmak istiyorlar. Paris’te bir tohum atıldı. İnşallah bu tohum yeşerir, ağaç olur ve meyve verir.” şeklinde konuştu. Türk kültür mevsiminin Avrupalılar’daki önyargıları aşmak için önemli bir fırsat olduğunu ifade eden Barutçugil, “Kültür ve sanatın uluslararası hoşgörüde büyük bir yerinin olduğu kanaatindeyim.” dedi.
Bulgaristan Türkleri’nin Acı Kaybı Ömrünün yarım asrını paylaştığımız, neşe kaynağımız, emekliyken bile içimizdeki çocuğu canlandıran büyük yürekli adamı, can dostumuz
Sn. Hüseyin Değirmenci’yi vefatını büyük bir üzüntü ile öğrenmiş bulunuyoruz. Merhum’a Allah’tan rahmet, kederli ailesine ve Bulgaristan Türklerine başsağlığı diliyoruz. Prof. Dr. Hayati Durmaz Genel Başkan
7
Küçük Bir Devlet Çöküyor
Letonya çok sancılı günler yaşıyor. Devlet tahvillerine yönelik talebin azalması ülkeyi iflasa zorluyor. Birkaç yıl öncesine kadar yatırımcılar için cennet olan Letonya, adeta sel gibi gelen sıcak parayla mutlu zamanlar yaşamıştı. Ancak gayrimenkul piyasasındaki deprem ve gayri safi yurt içi hâsıladaki sert düşüş, ülke ekonomisini –IMF desteğine rağmen- tehdit ediyor. Letonya ekonomisi durağanlıktan çıkamıyor. Devletin ekonomiyi dibe çarpmaktan kurtarmak için gösterdiği borçlanma çabası da sonuç vermiyor. Son borçlanma ihalesinde teklif veren olmadı. Letonya’da aynı durum haziranda da yaşanmış ve devamında kriz daha ciddi bir boyuta ulaşmıştı. Devlet tahvillerine müşteri olmaması, devletin –veya hükümetin- bu borçlanmanın ardından ödeme iradesine sahip olmayabileceği biçiminde yorumlara neden oluyor. 2009 için %20 küçülme bekleyen Letonya’da ekonominin yeniden atılıma geçeceği sözleri inandırıcılıktan uzak. Letonya’da işsizlik %18 civarında. IMF verdiği 16,4 milyar USD tutarındaki kredinin karşılığında devletin sert tedbirler uygulamasını talep ediyor.
Buna karşılık Başbakan Vladis Zatlers Ocak 2010’daki seçimleri dikkate almak zorunda. Tedbirlerin gecikmesi, finans sektöründeki sermaye yetersizliği ve yaşanan güven kaybı Letonya’ya daha kötü günler gösterebilir. Letonya en kısa sürede devalüasyona gitmek zorunda. Birçok akademisyen ve ekonomist bu görüşte… Letonya ani bir çıkış yakalayamazsa ödeme zorluğuna düşecek. Ancak olası bir devalüasyonun da halkı büyük zarara uğratacağı kesin gibi. Letonyalılar Avro cinsinden kredilerle aldıkları evlerini ve geleceklerini yitirebilirler. Letonya hükümeti bunu önlemek için bir karar aldı ve kredilerin satın alınması için kullanıldığı gayrimenkullerin gerçek değeri kadarının ödenmesinin talep edileceğini açıkladı. Yani suni tırmanan gayrimenkul piyasasına göre verilen krediler ile evlerin gerçekte düşük olan değerleri arasındaki fark –haksız kazanç- ortadan kaldırıldı. Bu karar ev sahibi olmak isteyen ve bunun için kredi alanları sevindirse de, bankacılık sektöründe ciddi bir dalgalanmaya yol açacak gibi görünüyor. Hükümetin bu kararı Avrupa müktesebatına uymadığı gerekçesiyle eleştiriliyor. Ama iflasın eşiğindeki bu devletin önünde başka bir seçenek de bulunmuyor. Yaşanan buhran hükümeti büyük zorluklarla karşı karşıya getirdi. Kamu maaşlarının %35 düşürülmesi, emeklilerin sağlık hizmetleri için ödeme yapması mecburiyetinin getirilmesi, vergilerin artırılması ve çok sayıda okul ve hastanenin kapatılması kimsenin beklentisi değildi. Artık her şey Maliye Bakanı Kampars’ın özetlediği gibi, “Letonya’nın siyasi ve sosyal istikrarını korumak için her şeyi yapmalıyız” boyutuna ulaşmış durumda. Şartların bu kadar kötüye gitmesi, Letonya’yı iç kargaşaya itebilir, sosyal patlamalar olabilir. Ancak, bundan daha kötüsü de olabilir. Çünkü çok sayıda İsveç bankası Letonya’da yoğun faaliyet içinde. Letonya’nın İsveç bankalarına yönelik sorumluluklarını yerine getirememesi, İsveç’i de içine çeken bir vakum doğurabilir.
Yıllar Geçiyor, Elde Var Sıfır Azerbaycan’a bağlı Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nde 2–3 Ekim 2009’da yapılan 9. Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Zirvesi, 1992’de Ankara’da başlayan toplantıların dokuzuncusu olarak tarihe geçti. 1990’ların başında büyük bir heyecanla başlayan ve bağımsız Türk cumhuriyetleri arasındaki ilişkileri en üst düzey platformlarda masaya yatırmayı amaçlayan bu zirveler, Orta Asya ve Kafkasya’nın Rus egemenliğine razı olmak zorunda kaldığı 19. yüzyıldan beri geniş bir coğrafyada yaşayan Türk kökenli unsurların özlem ve hasretini yansıtıyordu. Nitekim Ekim 1992’deki ilk buluşmaya Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Özbekistan en üst düzey olan devlet başkanları nezdinde katılım gösterdi. Bu dönemde Türk Birliği yolunda her imkanın ve ortamın artık mevcut olduğu yönünde senaryolar yazılıp çizilmeye başlandı ve büyük bir coşku havası bu ülkelerin hemen hemen tamamında hissedilmeye başlandı. 1992’deki ilk toplantı, Sovyet sonrası elde edilen bağımsızlığın ardından bütün taraflarda yaşanan şaşkınlık benzeri bir ruh halinin etkisiyle ve yeni bağımsız ülkelerin alternatif arayışlar içine girmeye çalışmasının bir sonucu olarak daha ziyade ortak kültürlerin yeniden tanıştırılması amacına hizmet edebilmiştir. Buna rağmen, ilk zirvelerden Nisan 2000’de yapılan 6. Devlet Başkanları zirvesine kadarki toplantılarda en üst düzey katılım sağlanmış olmakla birlikte somut ve organizasyonel bir gelişim trendi yakalanamamıştır. Üstelik zirvelerin adı ve amacıyla uyumsuzluğun bir göstergesi olarak sonuç bildirilerinin Türkçe ve Rusça olmak üzere iki dilde hazırlanmış olması bu konudaki kafa karışıklığının ne denli büyük olduğunu ortaya koymuştur. Bazı zirvelerin BDT toplantılarıyla çakışması nedeniyle ertelenmesi, ya da zirvelerin yapıldığı dönemde ev sahibi ülkenin kendi milli motifleri etrafında kutlamalar yapması yüzünden sönük geçmesi de bu konuda niyetlerin sorgulanması gerektiğini gün yüzüne çıkarmıştır. Bunun yanında İstanbul’da yapılan 2. Zirvenin sonuç bildirisinde, bu toplantının üçüncü bir ülkeye karşı olmadığının vurgulanması, zaten BDT toplantısı nedeniyle ertelenmiş olan zirvenin Rusya’yı ürkütmeme endişesi taşıdığını kanıtlamıştır. Bakü’de yapılan 6. Zirvede Türkiye, Kazakistan ve Kırgızistan dışında devlet başkanları nezdinde katılımın gerçekleşmemesi, zaten olabildiğince temkinli yapılan ve sadece TÜRKSOY’un kurulması gibi sınırlı gelişmelerin yaşandığı önceki zirve toplantılarının sonuçları ile ilgili önemli ipuçları vermiştir. Özellikle Nisan 2001’de İstanbul’da gerçekleşen ve Özbekistan-Türkiye soğukluğunun netleşmesinin açık bir simgesi olarak bu ülkenin yine devlet başkanı nezdinde katılım göstermediği 7. Zirve’nin ardından, önceki dönemde en geç iki yılda bir yapılan toplantıların Kasım 2006’ya kadar 5 yılı aşkın bir süre yapılamaması Türk Zirvesi fikrinin nadasa bırakıldığı yorumlarının yapılmasına açık bir gerekçe oluşturmuştur. Beş yıl aradan sonra 2006’da Antalya’da 8. Zirvede toplanan liderler arasında yine Özbek ve Türkmen liderler yer almadı. Türkmenler büyükelçi düzeyinde bir katılımla yetinirken Özbekistan hiç katılmama yönünde tercihte bulundu. Ekim 2009 başlarında Nahçıvan’daki son zirvede de Özbekistan hiçbir düzeyde yer almamış, Türkmenistan ise temsilcilik düzeyini devlet başkan yardımcısı Saparaliyev’i göndererek yükseltmiştir. Bu son zirvenin Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde yeni bir dönemin başlamasının yarattığı kaygıları gizlemeyen Azerbaycan’a bağlı Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nde gerçekleşmiş olması, gündemin büyük kısmının bu tartışmalara ayrılmasına neden olmuştur. Nahçıvan toplantısının en önemli sonucu, katılımcı devlet-
ler arasında iş birliğinin kurumsallaşmasını öngören Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi’nin kurulmasına dair Nahçıvan Anlaşması’nın imzalanmasıdır. Bu anlaşma uyarınca, Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Konseyi, Türk Dili Konuşan Ülkeler Dışişleri Bakanları Konseyi, Kıdemli Memurlar Komitesi, Aksakallar Heyeti ve merkezi İstanbul’da bulunacak sekretaryadan oluşan düzenli bir danışma mekanizmasının oluşturulması öngörülmüştür. Bu eksende 1992’den itibaren yapılan ve dilek/temennilerden öte ciddi bir kurumsallaşmaya dönük adım atılamayan zirvelerden somut bir kararın çıkabileceği görülmüştür. Kurumsal yapının oluşturulması düşüncesinin, ancak Türkiye’nin yapacağı yoğun çabalar öncülüğünde hayata geçmesinin mümkün olabileceğinin bu noktada altı çizilmelidir. Çünkü Sovyet sonrası bu coğrafyada adeta bir işbirliği enflasyonu olgusu ortaya çıkmıştır ve binlerce anlaşma ve protokol genellikle sadece temennilerin kaleme alınmış versiyonunu oluşturmuştur. Bu bağlamda ömrü 7 yıla yaklaşmış olan Ak Parti iktidarında bu tür bir kurumsal atağın ancak yedinci yılın sonunda yapılabilmiş olmasının aslında Türk Dünyası ve birlik düşüncelerinin iktidar partisi organları tarafından yeterince içselleştirilemediği anlamına geldiği şeklinde değerlendirilebilir. Türk dünyasında yeni bağımsız beş cumhuriyetin ortaya çıkmasının üzerinden geçen on sekiz yıl içerisinde çoğu masa üstünde kalan pek çok bildirinin açıklanmasıyla sona eren 9 zirvede ortaya çıkan gariplikler şöyle özetlenebilir: Öncelikle ortak alfabenin geliştirilmesi gibi ilk zirveden beri hedeflenen amaçlar hayata geçememiştir. Hatta Ekim 2009 sonlarında Türkiye’nin Türk Cumhuriyetleri ile yaptığı ilk stratejik ortaklık anlaşmasını imzalamak için Türkiye’yi ziyaret eden Kazak devlet başkanının TBMM’yi ziyaretinde yaptığı konuşmayı, tercüman aracılığıyla anlamaya çalışan milletvekillerinin nasıl bir dil birliği düşüncesine sahip oldukları ciddi bir tartışma konusudur. Türk dünyasında birlikte hareket etme düşüncesinin ilk fikir mimarlarından olan Gaspıralı’nın 19. yy sonlarında taşıdığı temel ilkelerin (dilde, fikirde, işte birlik) birincisinin aradan geçen onca zamana rağmen hayata geçememiş olması da Türk birliği tartışmaları açısından oldukça düşündürücüdür. Gerçekten, ortak bir anlaşma dili geliştiremedikten sonra hangi birlikten söz edileceğinin bir anlamı bulunmamaktadır. Türk Konseyi’nin sürekli ve en üst düzeyde katılım sağlayarak etkin destekçileri sayılabilen Kırgız ve Kazak topraklarında kullanılan alfabe bile büyük ölçüde Krilceden esinlenerek oluşturulmuştur. Günümüzde Türk dünyası konularında kafa yoran aydınların bile ne kadarının Kazak ve Kırgız lehçelerini anlayabildiği kuşkuludur. Halen birbirleriyle ortak anlaşma dili olarak Rusçayı kullanan bir liderler topluluğu ne kadar ortak kültür birliği oluşturabilir? Hepsinden önemlisi, Gaspıralı’nın üçüncü ilkesinin (işte birlik) en önemli somut adımlarından biri olabilecek ortak enerji projeleri bu eksenden nasıl hayata geçebilir? Daha da ilginci Türkiye’nin en fazla etkinlik ve nüfuz alanı oluşturduğu sanılan Azerbaycan’daki alfabe bile Latinceden türetilmiş olmasına rağmen, iki ülke arasında uyumlu bir alfabe oluşturulamadığı görülmüştür. Bütün bu değerlendirmeler ekseninde atılacak etkin adımlarla Türk Konseyi’nin daha fazla anlam ifade edebileceği düşünülebilir. Aksi halde Sovyet döneminden kalma toplantı yapma ve masadan ayrıldıktan sonra her şeyin eskisi gibi devam ettiği bir zirve ve toplantı geleneğine zaten Türk Dünyası liderlerinin fazlasıyla aşikar olduğu bilinen bir gerçek olarak kalmaya devam edecektir.
Tarih ve Dil
Rıdvan Tümenoğlu
Türk Yazı Devrimi ve Bulgaristan Türkleri Stambuliski döneminde, Bulgaristan Türklerinin genel durumunu değerlendirdiğimizde önceki dönemlere bakış oldukça olumlu bir tablo söz konusudur. Şüphesiz İlişiklerdeki olumlu görüntü Bulgaristan Türklerinin durumuna da yansımıştır. Ayrıca bu dönem Anadolu’daki milli mücadele hareketinin etkisi ile Türklerin Milli bilincinin uyanmaya başladığı dönem olarak da değerlendirilebilir. Bu dönemle başlayan ve 1930’ların ortalarına kadar sürecek olan bu yeni dönemde Türkler arasındaki kıpırdanmalar aratacak Türkler özellikle kültürel anlamda bir dizi faaliyet gerçekleştireceklerdir. Milli Mücadele dönemi ve Stambuliski İktidarı ile birlikte başlayan dönem Bulgaristan Türklerinin en parlak dönemi olacaktır. Bu dönemle birlikte Bulgaristan Türkleri tam manası ile birlikte bir aydınlanma dönemi başlamıştır. Diğer bir söylemle Bulgaristan Türkleri arasında, Türkiye’de bir bir uygulamaya konulan devrimleri yakından takip edecek ve bunarlı Bulgaristan’da uygulamaya koyacak altyapı hazırlanmıştır diyebiliriz. Türk Harf Devrimi Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda öğrenimi zor olan ve Türkçe’nin yapısı ile de pek uyuşmayan Arap alfabesini kullanıyordu. Cumhuriyetin kurucuları da bunun farkında idi ve bu sorunu ortadan kaldırmak istiyorlardı. Bunun için alfabenin değiştirilmesi düşünülüyordu, Alfabe değişikliği 1923 yılından itibaren tartışılmaya başlanmıştır. Bu tarihten itibaren harf tartışması devlet ileri gelenleri tarafından sürekli tartışılıyor ve harflerin ıslahı gerektiği müşterek sonucuna varılıyordu. Bu sonuç doğrultusunda çalışmalara başlaşanmış ve yeni alfabe ile ilgili komisyonlar kurulmuş ve toplantılar tertiplenmeye başlanmıştır. Bu dönemde Sovyetlere bağlı olan Türk Cumhuriyetleri de Arap alfabesine geçmeye başlamışlardır. Bu durumda Türk hükümetine cesaret vermiş ve yeni alfabe ile ilgili çalışmalar 1926 yılından itibaren iyice yoğunlaşmıştır. Pratik ve pedagojik olduğu kadar toplumsal ve kültürel boyutta da değişimin bir simgesi olan alfabe değişikliği nihayet 1 Kasım 1928’de kabul edilmiş ve 3 Kasımda yürürlüğe girmiş, yıl sonu itibari ile de Arap harflerinin kullanılması kesin olarak yasaklanmıştır. Böylece Doğuyu ve geçmişi simgeleyen Arap harfleri terk edilerek yerine geleceği ve Batıyı simgeleyen Latin harfleri kabul edilmiştir. Mustafa Kemal bu alfabe değişikliğini gerçekleştirerek, “geçmişe bir kapı kapatıyor geleceğe bir kapı açıyordu”. Alfabe değişimi ile birlikte Türkiye geçmiş ile bir bağını daha koparıyor Türk Halkını ve devletini Muasır Medeniyetler seviyesine çıkarmak için büyük çabalarla gerçekleştirilmeye Türk Devrim zincirinin önemli bir halkası daha böylece tamamlanıyordu. Bu değişlimle birlikte Hükümet bir taraftan halk pratik olarak, öğrenilmesi daha kolay bir alfabe sayesinde okuma yazma oranını yükseltmeyi amaçlıyor diğer taraftan da psikolojik olarak nerdeyse gericilikle özdeşleşmiş olan Doğu kültüründen biraz daha uzaklaşıyor ve modernliğin simgesi konumunda olan Batıya bir adım daha yaklaşıyordu. Büyük tartışmalara neden olan ve sonuçta Ulu önderin yoğun çabaları ile mucize sayılacak kadar kısa bir sürede ve kabul edilen alfabe değişikliği kültürel anlamda da genç Türkiye Cumhuriyeti’nin önünde yeni ufuklar açmıştır. Bulgaristan Türkleri de Türkiye’nin önünde açılan ve çağdaşlığa giden yeni yolda yürümek için büyük bir heyecan yaşamışılar ve Türkiye’nin yürüdüğü yeni yolda geri kalmamak için Türkiye’deki gelişmeleri yakından takip etmişlerdir. Türk Yazı Devrimi ve bunun Bulgaristan Türkleri tarafından kabul edilmesi bu durumun göstergesidir. Bulgaristan Türkleri Türkiye’de Arap harflerinin terk edilip yerine Latin harflerinin kullanılacağını duydukları zaman bu değişikliğin gerçekleşmesi dahi beklemeden bu doğrultuda çalışmalara başlamışlardır. Bulgaristan Türkleri için bu öncelikli olarak bir eğitim öğretim sorunuydu. Diğer bir söylemle Bulgaristan Türkleri için temel problem çocuklarının hangi alfabe ile eğitim yapacağı problemi idi. Bunun içindir Bulgaristan’da yeni alfabeye geçişte Türk öğretmenleri büyük ölçüde öncülük etmişlerdir. Bulgaristan Türkleri arasında en etkili ve örgütlü çalışan örgüt Türk Öğretmenler Birliği idi. Bu birlik 1928’e kadar olan süreçte de Türkiye’deki gelişmeleri yakından takip etmiş ve Bulgaristan Türklerinin Anadolu Türkleri ile paralel hareket etmesinde yol gösterici olmuştur. Bu Cemiyetin faaliyetleri sayesinde önceki dönemlerde de Türkiye ve Bulgaristan’daki Türk öğrencilerin eğitim faaliyetleri paralele bir gelişme takip ediyordu. Devam edecek...
8
Bulgaristan Türklerinin Sesi
Son büyük Nazi davası sürüyor BAHAD DURMADAN ÇALIŞIYOR Nazi ölüm kamplarında gardiyanlık yapmakla suçlanan 89 yaşındaki Balkanlarda Adalet, Haklar,Kültür ve Dayanışma John Demjanjuk hakkında dün Münih’te başlayan davada bugün iddiana- Derneği’nin(BAHAD)gönüllü yetkilileri Soydaşlarımızın hakları için Straz menin okunmasına geçiliyor. Demjanjuk’un görev yaptığı Sobibor ölüm burg’a34,Bürüksel’e21,Cenevre’ye7,Romanya’ya1 kez ve Bulgaristan’a17 kampında yaklaşık 28 bin Yahudi öldürülmüştü. Yıllardır mahkumiyetten kez gittiler.Türkiye’mizde onlarca başka göçmen derneği bulunuyor,fakat kurtulmayı başaran ancak arşivlerde hakkında bulunan yeni bir kanıt üzerine mayıs ayında ABD’den Almanya’ya iade edilen Demjanjuk, o tarih- anlaşılıyor ki bizim için en çok BAHAD çalışıyor.Onlar bilinmeyen Mümin ten bu yana tutuklu bulunuyor. Yargı süreci, Nasyonal Sosyalizm’in yargı- kahramanlarımız,kendilerini protokol ziyafetlerinde ve şeref kürsülerinde Topçu görmüyoruz, çünkü onlar işbaşında… landığı son büyük dava olarak adlandırılıyor. Bayrak Kutsaldır Duvarlar Yıkıldıktan Sonra tıkıldı. Özgürlüğe kaçış yolunda binlerce insanımızın Ay ve yıldızın bayrağımızda yer alması bir miBerlin ve Kapitan Andreevo Duvarları, bu isim- hayatı karardı... tolojiye dayanır. Düşmanla yapılan bir savaşta o ka- lerden dolayı bütün duvarlardan nefret eder olmuştuk. Bu gerçekten faşist sistemine sözde sosyalist Birisi gözle görünürken, diğeri ise fantom gibiydi, ama ismi konmuştu, hatta hümanizmi ilke edinmişti.45 esadar kan dökülür, şehit verilir ki yerde göllenmiş kırbizleri eziyordu, kahrediyordu ve çaresizliğe itiyordu. ret yılının sonunda gördük ki doğup büyüdüğümüz mızı kanın üzerine gökteki ay ve yıldızın aksi düşer. Lanetli ideolojilerin sonunda Duvarlar toz duman oldu. topraklar bir cezaevi ve toplama kampına dönüşmüştü. Bu hali gören hakan bundan sonra bayrağın al atlastan Sonuçta Almanlar Almanlara kavuştu, Türkler Türk- En büyük zulmü yine Türkler görmüştü. Şimdi bi, sembolünü de ay ve yıldızdan yapar.Bu savaşın Kolerle kucaklaştı. Bu olaylar Dünya çapında yankı bul- zim görevimiz özgürlük davasında hayatını feda eden, sova meydan muharebesi olduğu sanılmaktadır. muştu, işte bunun için, bizler bu yıl özgürlüğe kavuş- yıllarını cezaevlerinde tüketen binlerce kardeşimizin Osmanlı imparatorluğunda 1. Mahmut zama- manın 2O yılını kutluyoruz. adına bu karanlık olayları aydınlatmak ve kahramannında yeşil olarak kabul edilen donanma bayrakları Berlin Duvarını 3OO bin kişiye yakın Al- larımızın isimlerini yüceltmek ve yaşatmak. Bugün biz 3.Selim zamanında kırmızı oldu. Hilal şekline sekiz man geçmeye başarmıştı,24O kişi kaçış esnasında kimlerin ve nerede öldürüldüklerini bilmiyoruz. Emniköşeli bir yıldız ilave edildi. İmparatorluk bayrağın- öldürüldü.22 Ekim yıkılışın 9 ay öncesi 6 Eylül yet müdürlüklerinde ve Tutuklu evlerinde öldürülenler daki sekiz köşeli yıldız Abdülmecit döneminde beş 1989’da kaçmağa çalışan, Enfis Gueffron oldu. Alman var. İsimlerini bile bilmiyoruz. Meçhul cinayetler ayAlmanı 1961’de İdo Siekman ilk kurban oldu. Sınır dınlatılmalı. Suçlusu bulunursa, cezasını çekmeli. köşeli hale getirilerek kesin şeklini aldı. nöbetçilerinin son öldürdükleri kişi ise, yıllarca katletti, Bundan yaklaşık yüz yıl önce Balkanlar Cumhuriyet devrinde 1Kasım 1922 de saltanatın acaba hiç pişman oldu mu? Avrupa’nın hasta adamı imiş. Savaşlardan sonra Carkaldırılmasıyla yalnız milli bayrak ve hilafet bayrağı Bizim Duvara gelince. O gözümüzde hayal kı- negiye Araştırma komisyonu şöyle yazmış;”Türkler bırakıldı. 29 Mayıs 1936 da 2994 sayılı Türk bayrağı rıcı büyüklükteydi. Alman disiplin gereği istatistik tut- Hıristiyanlardan, Bulgarlar Yunanlılardan ve Türkkanunu çıkarıldı.2994 sayılı kanun 24Eeylül 1983 ta- muş, bizler ise bu 45 esaret yılının içinde olup biten- lerden, Yunanlılar ve Türkler Bulgarlardan, Arnarih ve 18171 sayılı bayrak kanunu ile yürürlükten kal- leri hala bilmiyoruz, belki de araştırmak istemiyoruz. vutlar Sırplardan kaçıyor.”Balkanlar yüz yıl sonra dırılmıştır. Halen yürürlükte olan bu kanun ile bayra- Anılarımız berbat, o karanlık dönemden bir beklenti- ne durumda? Bugünlerde Atatürk’ler,Venezelos’lar, miz yok, fakat gerçekler aydınlatılmıyor. Bizim Du- Stamboliyski’ler, Tito’lar gibi liderlerimiz olsa,hiç kuşğın şekli, yapımı, çekilmesi indirilmesi, selamlanması vardan da çok kaçanlar oldu, onlarcası öldürüldü, yüz- kusuz Balkanların meşhur Güller Vadisi’ndeki güler v.s i hükme bağlanmıştır. lercesi tutuklandı ve ceza evlerine, toplama kamplarına hiç solmaz… 06 07 2001 tarihinde Türk bayrağı tüzüğünde deRusya’yı korkutan yaratık ğişiklikler yapılmış. Cumhurbaşkanlığı ,TBMM, AnıtRusya’da bulunan ve ne olduğu tespit edilemeyen gakabir, Hükümet konakları ,polis., jandarma,gümrük rip bir canlı türü ülkede şok etkisi yarattı. kapıları , eğitim öğretim kurumları ,muhtarlıklar, kaRusya’nın Chelyabinsk kentinde bulunan ve ne olmuya ait işletmeler bayrağın sürekli çekili kalacağı duğu bilinmeyen canlı türü ülkede tartışma konusu oldu. kuruluşlar arasında gösterilmiştir. Terkedilmiş Bu tarihi girişe beni gündem mecbur etti. Son zabir inşaat alanınmanlar bayrağımız çok konuşuldu. Azerbaycan’da daki kazı bölgebirtakım arzu edilmeyen manzaralar sahnelendi. sinde birden çok garip yaratık buSonra Bulgaristan’da bir anıt ve bayrak meselesi çıktı. lunduğu iddiası orTürk toplumunun en kutsal sembolü bayraktır. Azeri taya atılırken, bir kardeşlerimiz acele ettiler ve büyük bir saygısızlıkla tanesinin fotoğrafkarşı karşıya kaldık. Ayni zamanda Bursa’da biz de ları basına verildi. yanlış adımlarda bulunduk. Bulgaristan olayı daha U z m a n l a r, sinsice bir oyun. Masum gibi bir görüntü, fakat bunun keşfedilen garip arkasındaki aktörler şimdilik gizli kalmayı tercih ediyaratığın bilinen yorlar. Proveke edici adımlar atılıyor, ama söz konusu hiçbir canlı türüne ait olmadığını belirtti. Bulunan yaratık bayrak olunca,Türk için akan sular durur… laboratuvar ortamında incelenecek Bizim için bayrak bir efsanedir, bir kahramanlık destanıdır. Doyamadığımız bir abidedir. Bayrağımız Türkün soy güzelliğini ve İslam’ın sonsuz kaynaklarından beslenmiş yaratıcı gücün eşsiz örneklerini yansıtır. Türk toplumu ve Türk insanı bu tür saygısızlığa layık değildir. Lafın kısası biz şanlı bayrağımıza yan bile baktırmayız … Bulgaristan’ın hücre bir köyünde, kalktılar, sözde ”Meçhul Osmanlı askerinin anıtını” diktiler. Bunu yıktılar,yeniden inşa etmek istiyorlar.Nedense o “anıtta” hilal ve ay yan yana…Yahu, siz kimsiniz , kimden çıktı bu fikir,hangi karanlık odada alındı bu karar? Sizlerin “anıtına” birileri mi muhtaç? Yeri ve zamanı geldiğinde, iki komşu devlet anlaşır ve bu tür sorunlar çözüme ulaşır. Neymiş, efendim, Bulgaristan hükümeti bu anıtı yıkmış. Yıkacak tabii, bütün dünyaya rezil mi olsunlar.İki arada olan bize oluyor. Beyler,kutsalımıza el ve dil uzatmayın.Yanarsınız!
Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği’nin Faaliyetlerinden Görüntüler
İsmail Erdem, Ziya Gökalp’in mezarında
PERSPEKTİF
Dr. Nedim Birinci
Referandum Tartışılıyor İsviçre’de düzenlenen minare referandumu tartışmaları da beraberinde getirdi. Tartışmaların odağında ise dini özgürlükler var. Yasaklama kararı gerek dinler arası diyalog gerekse dini özgürlükler konusuna büyük önem veren Brüksel’de ciddi yankı buldu. Aslında günün en şansız isimlerinden biri İsviçre Adalet Bakanı Eveline Widmer-Schlumpf oldu. Avrupa Birliği adalet ve içişleri bakanlarıyla düzenlenen bir toplantı için Brüksel’de bulunan İsviçreli bakan bu konudaki endişeleri gidermeye çalışmak durumunda kaldı. İsviçre Adalet Bakanı referandum sonucunu “Yasak Müslümanları değil, İslamcı köktenciliği hedefliyor” mesajıyla savunsa da pek ikna edici olamadı. Karara önemli tepkilerden biri Avrupa Birliği Dönem Başkanı İsveç’ten geldi. İsveç Göçmen Bakanı Tobias Billstrom, “bu konunun referanduma götürülmeye uygun olmadığını” söyledi. İsviçre’nin referandumuna epey şaşırdığını ifade eden Billstorm. “Bence bu tür konuları referanduma götürmek biraz garip” dedi. İsveç’te dini özgürlükler nedeniyle benzer nitelikte bir referandum düzenlemenin çok zor olduğunu belirten Billstrom, “İsveç’te biz bu tür konuları şehir planlaması kapsamında ele alıyoruz” iafedelerini kullandı. Avusturya İçişleri Bakanı Maria Fekter de “Avusturya’da din özgürlüğü var ve minarelerle ilgili kararlar şehir planına uygunluğa göre alınıyor” dedi. Aslında bu iki bakanın ifadeleri Avrupa Birliği’nin genel havasını yansıtır nitelikte. Dönem Başkanı İsveç’in Dışişleri Bakanı Carl Bildt, bir radyoya yaptığı açıklamada “Her yönüyle olumsuz bir sinyal olduğu açık” ifadelerini kullandı. Karara Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanı Lluis Maria de Puig de tepki gösterdi. Kararın halk tarafından alınmış olmasına karşın endişe kaynağı olduğunu kaydeden De Puig, “Bu referandumun sonucu hoşgörü, diyalog ve diğer insanların inançlarına saygı değerlerine aykırı” dedi. Avrupa Birliği Komisyonu adına ise en üst düzey açıklama Başkan Yardımcısı Jacques Barrot’dan geldi. Komisyon’un bu konuda tavır almasının gerekli olmadığını ifade eden Barrot, buna gerekçe olarak ise İsviçre’nin Avrupa Birliği üyesi olmamasını ve kararın demokratik bir sürecin soınunda alınmış olmasını gösterdi. Widmer-Schlumpf’la da bir araya gelen Barrot, İsviçreli bakanın ülkedeki Müslümanların dini özgürlüklerden yararlanmalarına engel olunmayacağı konusunda garanti verdiğini söyledi. 2009’un en iyi vahşi yaşam fotoğrafçısı
BBC Wildlife dergisi ve Ulusal Tarih Müzesi tarafından ortaklaşa düzenlenen “Veolia En İyi Vahşi Yaşam Fotoğrafçısı” ödülüne ulaşan Rodriguez’in “Avlanan İber Kurtu” fotoğrafı için “gerçek olamayacak kadar güzel” yorumu yapıldı. Fotoğrafçı Rodriguez fotoğrafın kesinlikle bir aldatmaca olmadığına yemin etti. İber kurdunu, İspanya’da fotoğrafladığını anlatan Rodriguez, ödülü almaktan memnun oldu-
Rafet Ulutürk, KDTP Gen. Başk. Mahir Yağcılar Okul müdürümüze dernegimize ve camiamıza yaptığı katkılarından dolayı Teşekkür Beratını sunarken
ğunu söyledi. Yarışmaya katılan diğer fotoğraflar ise “Avlanan İber Kurdu”nun gölgesinde kalmaktan kurtulamadı. Veolia’nın sponsor olduğu yarışmada “En İyi Genç Vahşi Yaşam Fotoğrafçısı” ise İngiliz Fergus Gill seçildi. Gill’e ödülü getiren fotoğraf “Sarı Kiraz Kuşlarının Dövüşü” adını taşıyor. Vahşi yaşamda kendilerini tehlikeye atan fotoğrafçılara verilen Gerard Durrel Ödülü’nü ise Norveçli Tom Schandy “Jaguarın Bakışı” fotoğrafıyla kazandı. “Tek Dünya” ödülünü kazanan fotoğrafçı ise Amerikalı Thomas Haney
Dış Türkler ile ilgili Devlet Bakanı Sayın Faruk Çelik’le birlikte
oldu. Prestijli Veolia Yılın Doğal Yaşam Fotoğrafçısı
Dernek merkezinde toplantılar
Dernek merkezinde toplantılar
yarışmasında dereceye giren eserler bugünden itibaren Londra’daki Ulusal Tarih Müzesi’nde sergilenecek.
Bulgaristan Türklerinin Sesi
Yazı Dizisi
Tufan Yaklaşıyor “Petrolü kontrol ederseniz ulusları ya da bölgeleri, gıdayı kontrol ederseniz insanları kontrol edersiniz” Henry Kissinger Bazen kendinize veya çevrenize bir soru sorarsınız; “Saat kaç?” veya “Ayın kaçı? gibi… Yorgunluk veya dikkatsizlik zamanla bağınızı zayıflatmıştır ve siz yeniden varlığınızın bulunduğu noktayı tespit etmek için zaman ölçütünü tespit etmeye çalışırsınız. Hiç kendinize sordunuz mu; “Hangi çağdayız, bu çağın adı nedir?” Atom Çağı mı? Atomun keşfinin üzerinden çok zaman geçti! Bilgi Çağı mı? Bilgi Çağı geçmişte kaldı! Dijital Çağ mı? Dijital teknoloji eskimeye başladı! Biz bugün başka bir yerdeyiz. Bulunduğumuz zaman noktasında salgın hastalıklar yayılıyor. Doğal afetler artıyor. Deprem, sel ve tsunami her zamankinden çok daha fazla korkutuyor. Bu emareler üç semavi dinin kutsal metinlerinin ve kadim kültürlerin bugüne ulaşan belgelerinin temas ettiği “işaretlere” benziyor. Luka İncili 21:25’de diyor ki, ‘“Güneşte, ayda ve yıl-
dızlarda belirtiler görülecek. Yeryüzünde uluslar denizin ve dalgaların uğultusundan şaşkına dönecek, dehşete düşecekler.” İncil’de “fluctum” ifadesi kullanılıyor. Latince’de “fluctum” sözü, “büyük miktarda su” ve “dalgalar” anlamına geliyor. Markos İncili 13:14’te “Yıkıcı iğrenç şeyin, bulunmaması gereken yerde dikildiğini gördüğünüz zaman -okuyan anlasın- Yahudiye’de bulunanlar dağlara kaçsın” diyor ve olası bir tufanın ve doğal afetin çarpıcı bir tarifini yapıyor. Tufan sadece İncil’de değil, diğer semavi dinlerin kutsal metinlerinde de yer alıyor. Ama tufanın insanlığın ortak belleğindeki yeri sadece kutsal kitaplarla sınırlı değil. Bütün eski medeniyetlerin ve kadim uygarlıkların bugüne ulaşan hafızasında “hem geçmiş için hem de gelecek için” geçerliliğini koruyan bir tufan inanışı var. Empedokles, Platon, Aristoteles ve Anadolulu Heraklitos tufandan söz ediyor. Susam Adası’ndan Pisagor da aynı görüşte ve tufanın daha önce birçok defa -altı kez- yaşandığını öne sürüyor. Anadolu’nun büyük uygarlığı ve eski Yunan kültürünün atası Sümerlerin Gılgamış metni de, kadim Mısır’ın tufan tanımı da çok önemli detayları aktarıyor. Bundan başka İskandinavya, Tibet, Çin, Avustralya (Aborjinler), Afrika, Endonezya, Maya, İnka, Hopi, Algonkin, Tupinamba, Kuzey Asya, Orta Asya, kadim Mısır, Yunan mitolojisindeki Deukalion, Babilli rahip Berossus, Hint kültüründeki Manu, İsi, İswara tufanları, Mezopotamyalı Mandeistlerin (Sabilerin) görüşleri ve elbette Keltlerin inanışları hem aynı istikamete işaret ediyor. 1869’da Lüken, İncil dışı kaynaklardaki ve dünyada var olan farklı kültürlerdeki tufan bilgilerini bir araya getirdi. 1925’te Riem, bütün dünyadan 268 tufan inanışını, varsayımını ve bilgisini derledi. Riem, bunların çoğunun birbiriyle ve kutsal kitaplarla paralel olduğu sonucuna vardı. Bunlar arasındaki ortak noktalara bakmak gerekirse, 53 tanesinde neden olarak insanların suçlu olması, 72 tanesinde insanların bir araçla -örneğin Nuh’un gemisiylekurtulması, 77 tanesinde sel, 80 tanesinde ise su baskını ifade ediliyor. Ayrıca, 85 tanesinin birbirine benzerliği şaşırtıcı düzeyde yüksek. Bugünkü şartlar bize, küresel ısınmanın ve tsunami riskinin devam edeceğini anlatıyor. İnsanlık nüfusunun son 150 yılda giderek kentlere ve kıyılara yerleşmeye yönelmesinin ardından risk, doğal olarak yükseldi. Bazı İslami kesimlerin inanışına göre Suriye’de siyah bir sis ortaya çıkacak ve bütün dünyayı saracak. Bunun sonucunda iyi insanların hepsi ölecek ve dünyada kötü insanların yönettiği bir dönem başlayacak. Bazı Hristiyan kesimlerin inanışına göre büyük bir savaş olacak. Hayatta kalanlar yeni düzen kuracak. Mesih gelecek ve gerçek Hristiyanlık dünyaya hâkim olacak. Yeni düzen bin yıl yaşayacak. Norveçli medyum W.L. Prenck 1973’te bundan söz etmişti. Ona göre “barış ideali” ile yoluna devam edecek olan insanlıkta fakirlik ve zenginlik olmayacak. Daha ruhani bir dünya toplumu meydana gelecek ve bütün hastalıklar “ruhaniyetle” tedavi edilecek. Bugünkü veriler bu olasılıkların geçerliliğini tartışmak için henüz yeterli değil. Ancak dünya siyasetinin ve eko-
nomisinin izlediği süreç, ayrıca küreselleşen toplum yapısının aldığı görünüm, en azından kaygı duymayı gerektiriyor. Salgınlar, çevre kirliliği, etnik ve dini çatışmalar, küresel ısınma ve benzerleri her bir sorunun kendisinden öncekinin toplamı ile beraber doğmasına yol açıyor. Böylece içinde bulunduğumuz çağa “felaketler çağı” adını da verebiliriz. Buradaki “en büyük sorun” kehanetlerin veya insanlığın ortak belleğinde şuur altında yer alan bilgilerin/ algıların içeriğinin gerçekçiliğinden çok, bu bilgiye sahip olanların kendi idealleri ve kazanç beklentileri doğrultusunda hangi riskleri göze alabileceği veya bu süreci hızlandırmakta fayda görüp görmeyeceği olarak görünüyor... Kutsal Kitaplar Ve Tufan... Kutsal kitaplarda “tufan” ayrıntılı biçimde yer alıyor. Ama dikkat çekici bir detay var: Tufan hem “geçmiş” için hem de “gelecek” için ifade ediliyor. A’RAF SURESI 133: Biz de onlar üzerine, açık açık mucizeler olarak tufan, çekirge, haşarat, kurbağalar ve kan gönderdik; yine de kibre saptılar ve günahkâr bir topluluk oluverdiler. ANKEBUT SURESİ 14: Yemin olsun, biz Nuh’u toplumuna gönderdik de o onların arasında bin yıldan elli yıl eksik kaldı. Sonunda onları tufan yakaladı. Çünkü zalimlerdi onlar. MATTA: Mat.24: 38: Nuh’un gemiye bindiği güne dek, tufandan önceki günlerde insanlar yiyip içiyor, evlenip evlendiriliyorlardı. MATTA: Mat.24: 39: Tufan gelinceye, hepsini süpürüp götürünceye dek başlarına geleceklerden habersizdiler. İnsanoğlu’nun gelişi de öyle olacak. LUKA: Luk.17: 27: Nuh’un gemiye bindiği güne dek insanlar yiyip içiyor, evlenip evlendiriliyorlardı. Sonra tufan gelip hepsini yok etti. PETRUS’UN İKİNCİ MEKTUBU: 2.Pe.2: 5: Tanrı eski dünyayı da esirgemedi. Ama tanrısızların dünyasına tufanı gönderdiğinde, doğruluk yolunu bildiren Nuh’u ve yedi kişiyi daha korudu. PETRUS’UN İKİNCİ MEKTUBU: 2.Pe.3: 6: O zamanki dünya yine suyla, tufanla mahvolmuştu. YARATILIŞ KİTABI: Yar.6: 17: Yeryüzüne tufan göndereceğim. Göklerin altında soluk alan bütün canlıları yok edeceğim. Yeryüzündeki her canlı ölecek. YARATILIŞ KİTABI: Yar.7: 6: Yeryüzünde tufan koptuğunda Nuh altı yüz yaşındaydı. YARATILIŞ KİTABI: Yar.7: 7: Nuh, oğulları, karısı, gelinleri tufandan kurtulmak için hep birlikte gemiye bindiler. YARATILIŞ KİTABI: Yar.7: 10: Yedi gün sonra tufan koptu. YARATILIŞ KİTABI: Yar.7: 17: Tufan kırk gün sürdü. Çoğalan sular gemiyi yerden yukarı kaldırdı. YARATILIŞ KİTABI: Yar.9: 11: Sizinle antlaşmamı sürdüreceğim: Bir daha tufanla bütün canlılar yok olmayacak. Yeryüzünü yok eden tufan bir daha olmayacak.” YARATILIŞ KİTABI: Yar.9: 15: Sizinle ve bütün canlı varlıklarla yaptığım antlaşmayı anımsayacağım: Canlıları yok edecek bir tufan bir daha olmayacak. YARATILIŞ KİTABI: Yar.9: 27: Tanrı Yafet’e bolluk versin, Sam’ın çadırlarında yaşasın, Kenan Yafet’e kul olsun.” (Yafet, “Bolluk, genişlik” anlamına gelir. ) YARATILIŞ KİTABI: Yar.9: 28: Nuh tufandan sonra üç yüz elli yıl daha yaşadı. YARATILIŞ KİTABI: Yar.10: 1: Nuh’un oğulları Sam, Ham ve Yafet’in öyküsü şudur: Tufandan sonra bunların birçok oğlu oldu. YARATILIŞ KİTABI: Yar.10: 32: Tufandan sonra kayda geçen, ulus ulus, boy boy yeryüzüne yayılan bütün bu insanlar Nuh’un soyundan gelmedir. YARATILIŞ KİTABI: Yar.11: 10: Sam’ın soyunun öyküsü; Tufandan iki yıl sonra Sam 100 yaşındayken oğlu Arpakşat doğdu. MEZMURLAR (ZEBUR) : Mez.29: 10: Rab tufan üstünde taht kurdu, O sonsuza dek kral kalacak. YEŞAYA: Yşa.54: 9: Bu benim için Nuh tufanı gibidir. Nuh tufanının bir daha yeryüzünü kaplamayacağına nasıl ant içtimse, Sana öfkelenmeyeceğime, Seni azarlamayacağıma da ant içiyorum. DANYAL: Dan 9: 26: Bu altmış iki hafta sonunda meshedilmiş olan öldürülecek ve onu destekleyen olmayacak. Gelecek önderin halkı, kenti ve kutsal yeri yerle bir edecek. Sonu tufanla olacak. Savaş sonsuza dek sürecek. Yıkımların da olacağı kararlaştırıldı
9
ATATÜRK Köşesi Anıtkabir özel defteri, elektronik ortamda tüm vatandaşlara açılmış. Sizlerle paylaşmak istedim. Bağlantı aşağıda, kayıt yaptırıp deftere yazı da yazabiliyorsunuz. Ayrıca ANITKABİR’İ üç boyutlu olarak gezebilirsiniz. Bilgilerinize...http://www.anitkabirozeldefteri.com/ ATA’ya göre dünyanın en büyük insanı kim? Atatürk bir akşam, Çankaya’da arkadaşlarına sordu - Dünyanın en büyük insanı kimdir? - Timur’dur Paşam! - Değil. - Fatih’tir. - Değil. - Yavuz Sultan Selim. - Değil. - Alpaslan.
- Değil. - Napolyon. - İskender. - Değil. Nafile!.. Ne derlerse Atatürk “değil” diyordu. Dalkavuklardan biri dayanamadı: - Sizsiniz Paşam., dedi. Atatürk, bu zatı tersledikten sonra, sualinin cevabını kendisi verdi: - Dünyanın en büyük insanı Hz. Muhammed’dir. Ölümünden bu yana bin üç yüz sene geçtiği halde, günde beş vakit, Cenab-ı Allahtan sonra adı söylenen Hz. Muhammed’dir…
Astana’da Atatürk Anıtı
İmzaların ardından yapılan basın toplantısında Cumhurbaşkanı Gül, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nazarbayev’in iki ülke arasındaki ilişkilerin daha da ilerlemesi için her zaman gayret gösterdiğini belirtti. Cumhurbaşkanı Nazarbayev’in, Türkiye dışında Türk Dünyasındaki ilk olma özelliğini taşıyan, Astana’daki Atatürk Anıtı’nın açılış törenine bizzat katılmasının ülkemize beslediği duyguların en güzel yansıması olduğunu söyleyen Cumhurbaşkanı Gül, bu nedenle Nazarbayev’e teşekkür ettiğini kaydetti.Cumhurbaşkanı Gül, gerçekleştirilen görüşmelerde, iki ülke arasında ortak değerler ve tarihî bağlar temelinde inşa edilen ikili ilişkilerin, daha ileri safhaya taşınması konusundaki ortak iradelerini bir kere daha ortaya koyduklarını ve bu yönde önümüzdeki dönemde atılması gerekli adımları ele aldıklarını bildirdi. Stratejik Ortaklık Anlaşması: Türkçe Konuşan Ülkeler, Orta Asya ve Avrasya’da Yapılan Tek Anlaşma Bu adımların en önemlisinin, iki ülke arasındaki ilişkilerin stratejik ortaklık seviyesine çıkarılması amacıyla imzalanan “Stratejik Ortaklık Anlaşması” olduğunu söyleyen Cumhurbaşkanı Gül, bunun da ilk defa bütün Türkçe Konuşan Ülkeler, Orta Asya ve Avrasya’da yapılan tek anlaşma olduğunu belirterek bundan duyduğu mutluluğu ifade etti. “Kazakistan, Cumhurbaşkanı Nazarbayev’in Sayesinde Asya’nın Parlayan Yıldızı Oldu” Cumhurbaşkanı Gül, Kazakistan’ın, bağımsızlığını kazandığı günden bugüne kadar Cumhurbaşkanı Nazarbayev’in sağduyulu yönetimi altında ve büyük önderliği sayesinde, Asya’nın parlayan yıldızı haline geldiğini söyledi. Kazakistan’ı her ziyaretinde ülkenin daha ilerlediğini, geliştiğini ve güçlendiğini gördüğünü, bundan
da gurur duyduğunu ifade ederek, bu başarıların Cumhurbaşkanı Nazarbayev sayesinde olduğunu vurguladı. Ülkesinin bütün sınır meselelerini hallederek, bütün enerjisini ülkenin kalkınmasına veren Nazarbayev’in büyük devlet adamlığını gösterdiğini ifade eden Cumhurbaşkanı Gül, Kazakistan’ın aynı zamanda bölgesinde önderlik yapmaya, barış ve güvenliğin yayılması için önemli katkılar sağlamaya başladığını belirtti.Kazakistan ve Türkiye, 2010’da CICA ve AGİT’in Başkanı Türkiye’nin Asya’da İşbirliği ve Güven Arttırıcı Önlemler Konferansı’nın (CICA) Dönem Başkanlığını 2010 senesinde üstleneceğini, aynı dönemde Kazakistan’ın da Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) Dönem Başkanlığını üstleneceğine dikkat çeken Cumhurbaşkanı Gül, iki Türk devletinin bir tarafta Avrupa’nın bir tarafta Asya’nın güvenlik ve iş birliğinden sorumlu iki teşkilatının aynı dönemde başkanlıklarını yürüteceğine dikkat çekti. İki hafta önce Nahçıvan’da düzenlenen Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları 9. Zirvesi’nin sonunda Nahçıvan Anlaşması’nın imzalanmasından duydukları memnuniyeti de ifade eden Cumhurbaşkanı Gül, bunun gerçekleşmesinde Kazakistan Cumhurbaşkanı Nazarbayev’in ısrarlı takipleri ve çok büyük katkıları olduğunu belirterek, kendisine teşekkür etti. Aynı şekilde Kazakistan Cumhurbaşkanı Nazarbayev’in, Türk devletleri arasında Parlamenterler Asamblesi ve bir Türk Akademisi’nin kurulmasını da teklif ettiğini ve bunun da kabul edildiğini belirten Cumhurbaşkanı Gül, bunların da Türk dünyası için heyecan verici atılımlar olduğunu ifade etti. Türkiye - Kazakistan Ekonomik İlişkileri Cumhurbaşkanı Gül, Türkiye ile Kazakistan arasındaki ekonomik iş birliğinin çok ileri safhalara gittiğini belirterek, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattına Kazakistan petrolünün de yüklendiğini ifade etti. Doğalgaz konusunda da Kazakistan ile çok önemli iş birliği yapılacağını belirten Cumhurbaşkanı Gül, Nabucco’ya Kazakistan’ın gösterdiği ilgiden de Türkiye’nin büyük bir memnuniyet duyduğunu sözlerine ekledi. “Almatı Kültür Günleri” İki ülke arasında kültür ve eğitim alanındaki iş birliğine de değinen Cumhurbaşkanı Gül, Hoca Ahmet Yesevi Türk Kazak Üniversitesi’nin eğitim alanındaki iş birliğinin en büyük örneği olduğunu belirtti. Yarın İstanbul’da başlayacak, “Almatı Kültür Günleri” başlıklı etkinliğin iki ülkenin ortak kültürünü daha çok ortaya çıkaracağını belirten Cumhurbaşkanı Gül önümüzdeki günlerde de Kazakistan’da Türkiye Kültür Günleri’nin düzenleneceğini bildirdi. Cumhurbaşkanı Nazarbayev: “Bütün Türk Dünyası’nın Aksakalı”
Akif ile Zehregül ‘ün mutlu günü Akif Ali Şaban ile Zehregül Ş.Mutalibova hayatlarını birleştirdiler
Bu iki çiftin de hayatinin en mutlu gününü kutluyor ve Bultürk yayın kurulu olarak, bir ömür boyu mutluluklar diliyoruz.
10
Dr. Mustafa Kahraman Tarihçinin Tarihi
Berlin Doğu Avrupa Entitüsü’nde görevli Avusturyalı tarihçi Ulf Brunbauer, Sofya’da verdiği konferansta, “Osmanlı yönetimi altındaki Bulgaristan’ın tarih kitaplarında yazan hali uydurmadır. Bulgar isyanı sırasında Batak’ta soykırım olduğu iddiaları da asılsızdır” deyince Bulgar ırkçılar çıldırdı. Bulgaristan’ın Osmanlı egemenliğinde bulunduğu sıralarda ülkenin Batak köyünde, 131 yıl önce yaşanan ve “Batak Katliamı” olarak adlandırılan olayı inceleyen Avusturyalı tarih profesörünün “soykırım iddiası tam bir uydurma” sonucuna varması ülkedeki aşırı milliyetçileri çıldırttı. Berlin’deki Doğu Avrupa Enstitüsü üyesi tarih profesörü Ulf Brunbauer Bulgar tarihçilerin, “Osmanlı yönetimine karşı 21 Nisan 1876’da başlatılan Batak isyanı sırasında, çoğu kadın ve çocuk 5000 kişinin Batak’taki Sveta Nedelya kilisesinde Osmanlılar tarafından kılıçtan geçirildiği” şeklindeki iddialarını çürüttü. Ulf Brunbauer bununla da kalmadı, “Osmanlı yönetimi altındaki Bulgaristan’ın tarih kitaplarında yazan hali uydurmadır” diyerek Bulgar tarihçilere yüklendi. Sofya’da bir konferansa katılan Avusturyalı profesörün bu görüşleri ülkedeki aşırı milliyetçileri harekete geçirdi. Aşırı milliyetçilerden bayraklı eylem Başını Türk karşıtı ATAKA partisinin çektiği yüzlerce kişilik grup Sofya’da konferansın yapıldığı otelin önünde Bulgar bayrakları ile eylem düzenledi. Bu sırada tarihçiye de Bulgar halkından özür dilemesini talep eden bir not iletildi. Ancak bu notu konferans sırasında alan tarihçi, “Aptal milliyetçiler” diye tepki verince grup iyice çıldırdı. Brunbauer konferansta, “Bulgaristan’ın tarihçileri Batak’taki olayları fazlasıyla abartarak, Bulgar halkı arasında Müslümanlara ve özellikle Türklere karşı nefret duyguları oluşturmaya çalışıyor. Bu da herkesin bildiği gibi Komünizm döneminde Türklere karşı uygulanmaya çalışan asimilasyon kampanyasına ilham vermiştir. Özellikle Komünizm döneminde bazı çevrelerin Bulgar-Türk ilişkilerine zarar vermek için ”hayali efsaneler“ üretip tarihsel olayları saptırdığını belirledik” diye konuştu. ATAKA partisinden yapılan açıklamada ise “Batak olayının Bulgar halkına karşı bir soykırım olduğu” öne sürülerek, “Batak katliamını reddeden kişilere 1 yıldan 5 yıla kadar hapis ve 5 bin levadan 50 bin levaya (2500-25.000 euro) kadar para cezası verilmesini” öngören bir yasa tasarısı hazırlandığı bildirildi. Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov da bu tür bir tasarının meclise gelmesi durumunda yasa tasrısına destek vereceklerini duyurmuştu. Bulgarların “soykırım” iddiası nereden çıktı? Bulgar milliyetçilerinin iddiasına göre 1876’da gerçekleşen “soykırım” şöyle oldu: Bulgar isyanı sırasında Batak kenti Osmanlı’dan bağımsızlığını ilan etti. Ahmet Ağa komutasındaki 8 bin Türk askeri 17 Mayıs 1876’da Batak’ı kuşattı. İlk çatışmalarından ardından şehir yönetimi Ahmet Ağa ile müzakere masasına oturmak istedi. Batak’taki milislerin silahsızlanması durumunda Ahmet Ağa kuşatmayı kaldırma sözü verdi. Ancak isyancılar silahlarını bırakınca Osmanlı askerleri şehre saldırdı ve sadece Batak’ta 5 bin kişiyi öldürdü. Ardından Plovdiv’e saldırıp 15 bin kişiyi de birçoğunu kellesini uçurarak öldürdü.
Bulgaristan Türklerinin Sesi
Shantel’den yeni albüm “Disco Partizani” ile tanıdığımız Shantel yeni çalışması “Planet Paprika” ile Balkan rüzgarları estirmeye devam ediyor Balkanlardan gelen sıcacık melodilerin ve çok sevdiğimiz şarkıların sahibi Shantel, yepyeni albümü “Planet Paprika”yı Eylül ayının ilk haftası müziksevelerin beğenisine sunmaya hazırlanıyor. Balkan müziğini klüp dünyasına taşıyarak yeni bir pop akımı başlatan Shantel ve muhteşem orkestrası Buconica Club Orkestra bu albümde yeni kadın vokalisti, akordeon ve trompetten oluşan genişletilmiş yeni konser kadrosu ile bu akımı yeni ve heyecan verici boyutlara taşıyor. Ülkemizde satış rekorları kıran bir önceki albümü “Disko Partizani” ile herkesin sevgisini kazanan Shantel’in Pozitif Müzik Yapım etiketiyle ülkemizde yayımlanacak yepyeni albümünün çıkış şarkısı ise “Citizen of Planet Paprika”... Albümde Shantel’e daha önce “Disko Partizani”de de beraber çalıştığı Brenna Mac Crimmon eşlik ediyor; Ciguli’nin ünlü “Binnaz” parçasına “Binnaz in Dub”la yeni bir yorum getiren Shantel’in albümdeki diğer dikkat çeken şarkıları ise; “’Ada Sahillerinde Bekliyorum”un melodisiyle dinleyiciyi hemen yakalayan “Eyes of Mine”, “Bucovina Original” ve “Usti, Usti Baba”...
“Oşt”
Shantel’in, Bucovina’nın savaş öncesi kozmopolit kültürel yapısı ve etnik farklılıklarından ilham alarak kaydettiği çıkış albümü “Bucovina Club”, Fransızlar’ın en prestijli ödülü olan “Müzik Eleştirmenleri Ödülü”nü aldı. İki yıl sonra seyircilerin ve eleştirmenlerin olumlu tepkilerinden güç alarak yaptığı Bucovina Club Vol 2’yi İngiliz müzik dergisi Songlines, 2005 yılının en iyi albümü seçti. BBC Radio 3’ün Dünya Müzik Ödülleri’nde “club” dalında aldığı ödül, Shantel’e şimdiye kadar bu dalda ödül almış ilk Alman sanatçı sıfatını verdi. Shantel, 2007 / 2008 yılında Mü-yap tarafından “En Çok Satan Yabancı Albüm” seçilen “Disko Partizani ile yüzyıllık melodileri ve ritimleri, modern prodüksiyon teknikleri ile harmanlayarak yeni bir füzyon yarattı. Farklı ülkelere ve kültürlere olan yolculukları boyunca, birçok melodiyi, ritmi ve sesi toplayarak kendilerine özgü bir tür yaratan, yirminci yüzyılın sonuna doğru elektronika ve dans müziğine dönüşerek farklı bir alana yönelen çingenelerin müziği Shantel’in müziğinin temelini oluşturuyor. Shantel, önümüzdeki sonhabara da yepyeni şarkıları ile damgasını vurmaya hazırlanıyor. 22 Ağustos’ta Babylon Alaçatı’da sahne alacak olan sanatçının yeni albümü Planet Paprika için geri sayıma devam.
Değil “Çü Be”
KEŞAN’dayken, Uzunköprü’de oturan yazar Çetin İmer, bizim Cüneyt Ülsever’e anlatıyordu: “Trakyalının Avrupalı oluşunun dışında koca ülkede sadece Trakyalı köpeğe ‘Çü be’ dermiş... Başka yerlerde bu manada kullanılan tek bir ifade var; ‘hoşt’. Bunlar elin ‘it’ine ne ifade ediyorsa... Trakya, Türkiye’nin Batı’ya dönük yüzüdür. Bu nedenle zeki ve kültürlüdür. Trakya insanı sıcakkanlı ve temiz kalplidir. Hoşgörülüdür. Geçmişini bilir, geleceğine sahip çıkar. Düşman çizmesini iyi tanıdığı için Cumhuriyet ve Atatürk ilkelerine sonuna kadar bağlıdır. Biraz da akşamcılığı vardır.” Cüneyt Ülsever söze girerek “Egeliye nazaran dışarı pek fazla açılmadığı için özelliklerini daha iyi korumuştur Trakya” diyor. Evet Trakya insanı kimseye sorunlarını sorun yapmadan yaşar. Hayatı da sakin ve dingindir. Yaşadıkları coğrafyaya karşı sorumlu olduklarından, Ergene’nin kirlenmesine ve topraklarının yağma edilmesine karşı kızgındırlar. Birçok romanı var İmer’in... Bir başka kültür adamı Hilmi Dinçer karşımıza çıkıyor ve bir kitap uzatıyor bize: ‘Keşan ve Mey’Hane Kültürü’. Emekli öğretmen, yöresiyle ilgili kitaplarının sonuncusu ‘Gelibolu Yarımadası’ndan Enez’e Saros’ başlığını taşıyor. Hepsi de belgesel nitelikte. Değerleri ilerde daha iyi anlaşılacak. İlginç anlatımlar var kitapta, “Keşan esnafı, güneş batımından önce yani onların deyimiyle ‘saçaklar kararmadan’ içki içmezmiş Keşan’ın ünlü meyhanelerinde.... Bir âdet var. Meyhaneci, akşam üzeri bir-iki tek atmaya gelenlere on çeşit mezeyi bedava sunarmış. Bu keyif de iki saati geçmezmiş, sonra herkes evine... İçkiyi ön plana çıkarmıyor ama Keşan halkının içki ile barışık olarak sürdürdüğü yaşam biçiminin nasıl kültürel bir değer olarak ortaya çıktığını sade bir dille anlatıyor. Kitapta Şair Nedim’den bir alıntı da var: “Meyhane mukassi (kasvetli) görünür taşradan (dışarıdan) amma/ Bir başka ferah başka letafet var içinde.” Hilmi Dinçer, Kuran’dan Nisa ve Maide surelerinden içki ile ilgili yazılanları da aktarmış. “Okuyunca anlayacağınız gibi; içki günah değil, haramdır!” diyor. ‘Satır et’e kaç satır vurulur KEŞAN’da İbrice Balık Lokantası’ndan öğleyin
‘lezzet aşılaması’ yaptıktan sonra Keşanlı dostlar Ender Maden ile Mithat Beyazoğlu bize “Haydi” diyorlar, “size satır et/köfte de ikram edelim.” Fazla olmaz mı? Yer; İstanbul Yolu’nda, Koru Dağları’nın eteklerindeki Yeni Muhacir beldesi. Yoldan 5 km. içerde. Yıllar önce gelen Bulgaristan göçmenleri yaşıyor. 2000 nüfuslu... Özgür Engin bize satır eti anlatıyor; nasıl işlenir, nasıl pişirilir? Dediklerine göre, ilk kez 30-50 yıl önce bu köyde yapılmaya başlanmış ve sevilmiş. Enez, Keşan, İpsala ve Uzunköprü yörelerinde eskisi kadar olmasa da koyun üreticiliği yapılıyor. Kaz ve Koru dağlarını da unutmayın; kekikli yaylaları... 5-6 aylık süt kuzusu, yalnız kıvırcık olacak. Bahar aylarında ızgara kuzu uykuluğun tadı da başka olur hani. Kuzunun ön kol ve bacakları çıkarılacak, eti ayıklandıktan sonra iki-üç gün dinlendirilecek. Tabii yağı da olacak... Sonra büyük bir satırla kıyılacak. “Kaç satır?” diyoruz... “200 satır” diyor Özgür Engin... Az mı çok mu bilmeyiz. Ama hamur gibi olması gerekiyormuş etin. Dana etinden ‘satır köfte’ olmazmış. İkisinin arasında fark varmış. Satır et, dikdörtgen şeklinde hazırlanacak. Özellikle Malkara’nın orman köyü Teteköy’ün ünlü meşe kömüründe pişirilecek, tel ızgarada üzerinde... Porsiyonlar, sağlık açısından 175 gramı geçmeyecek. Pişirildikten sonra üzerinde sadece tuz konulacak; baharat olmaz. Müşteri isterse kırmızı biber koyabilir. Ertesi gün bir de Enez’in Küçükevren Köyü’ne (Evren Bulut’un, Demirel’e anlattığı fıkralarla kulaklarını çınlattık) gidelim dediler. İyi ki buraları korunmuş... Enver Usta’nın (Çakır) İstanbul’dan müşterileri vardı. Beşaltı masası doluydu. Dükkânın çardağında sigara içmek yasak. Koyun yoğurdu başka yerde yenemez. Enver Usta’ya sorduk; “Kaç satır vurursunuz ete” dedik; “970 tane vurduğumu bilirim” demez mi? Buna kol mu dayanır? Biraz ‘modernleştirmiş’ ve hızlandırmış hazırlanışını... Kuzu etini parmak kalınlığında özel yaptırdığı kalın gözenekli makineden geçirdikten sonra kıyıyormuş. Etine kimyon, kekik, karabiber, zerdecal, kırmızı sos gibi baharat karışımı koyuyor. Mangaldan getirdiğinde iyi kızarmıştı; gayet de lezzetliydi. Enver Usta, aydın bir kişi, 30 yıldır bu işi yapıyor. Keşke birileri kitabını yazsa... Söyleyelim, giderek yayılıyor; hemen her köyde var. ‘Kebap’a karşı ciddi bir rakip olacak.
BULTÜRK Yayın kurulundan Başsağlığı
Nafiye Yılmaz’ın babası ve annesi Mehmet-Naciye Topal Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Yakınlarına Allah’tan sabrı cemil niyaz ederiz.
Halil Mutlu’nun annesi Zekiye Mutlu Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Yakınlarına Allah’tan sabrı cemil niyaz ederiz.
Manav Türklerini Tanıyalım Nafi Yılmaz Manavlar, özellikle Batı Anadolu’da yoğunlaşan Türk soylu halk. Türkologlara göre manavlık, Anadolu’da ilk yerleşik hayata geçen Türkleri tanımlamada kullanılan bir sıfattır. Anadolu’ya göç ederek gelen Türklerden bazıları yerleşik hayata geçerek tarım faaliyetlerinde bulunmaya başlamışlardır. Buna bağlı olarak manavlık, “Batı Anadolu’ya dışarıdan gelen (göçmen/ muhacir) ve göçebelikten yerleşmiş (Yörük) nüfus dışında eskiden yerleşmiş köylere / köylülere verilen ad veya “Yerli Halk”, “Yerleşik Türk / Türkmen Topluluğu” ya da “Yerli olan, muhacir olmayan” ve yahut “hareketli nüfusa karşın yerini değiştirmeyen, devamlı olarak orada oturan “Türkçe dışında dil bilmeyen” topluluk üyeleri” olarak tanımlanmaktadır. Manavların günümüzde geleneksel yapılarını iyi korudukları, en önemli yerleşim alanı Taraklı İlçesi ve köyleridir. Kitle iletişim ve ulaşım araçlarının nispeten daha geç ulaştığı bu bölüm, diğer yerleşim alanlarına göre geleneğini daha fazla muhafaza etmiştir. Aşırı geleneksel anlayışa delil olarak yörede anlatılan söylencede: Akşemseddin’in, Fatih Sultan Mehmed’in yanından ayrıldıktan sonra, yerleşmek için yer ararken yanında bulunanlar O’na Taraklı’yı önerdiğinde, O’nun da, “Taraklı’nın Kıblesi Kapalı” diyerek bu öneriyi geri çevirdiği anlatılmaktadır. Akşemseddin’in, Taraklı halkını çekingen ve geleneksel bulunduğuna yönelik olarak anlatılan söylence, yöre halkı tarafından günümüzde de dile getirilmektedir. Batı Anadolu’ya ve Taraklı yöresine, Manavların (Yerli Türklerin) ilk yerleşimin 1291 tarihinden hemen sonra yapıldığı sanılmaktadır. Ayrıca Yıldırım Bayezıd döneminde İstanbul’un alınması amacıyla yapılan kuşatma kaldırılırken, yapılan anlaşma gereği Sirkeci’de bir Türk mahallesi kurulması şartına uygun olarak Göynük ve Taraklı’dan 760 hane Manav İstanbul’a yerleştirilmiştir.Yani İstanbul’a yerleştirilen ilk yerli Türklerin, bu yöreden giden “Manavlar” olduğu kaynaklarca da doğrulanmaktadır. Manav Sözcüğü Manav kelimesi, öz-Türkçe bir sözcüktür. Manav deyimine Orhun kitabelerinde de rastlanmaktadır. Bey anlamına gelmektedir. Manav sözcüğünün; Türkistan’daki Kazak-Kırgız ve Sibirya’daki Yakut (Saha) Türklerinde kullanılan, koruyucu soylu kişi ve boy beyi anlamına gelen Manap” ve “Manag”dan geldiği sanılmaktadır. Eski Türkçe de “v” sesinin olmamasından dolayı, “Manap” sözcüğündeki “p” ve “Manag” sözcüğündeki “g” sesinin yumuşayarak “Manav” sözcüğünün ortaya çıktığı düşünülmektedir. (Örneğin; berim=verim, takuk=tavuk, kagun=kavun vb gibi.) “Manap”ın; Çağatay Türkçesi’nde “asilzâde, asâlet, beyzadelik”, Kırgız Türkçesi’nde “feodal kabilelik üst tabakasının mümessili” veya “Kırgız Lideri”, Kazak Türkçesi’nde “ağa, bey” ile “Manag”ın; Yakut (Saha) Türkçesi’nde “koruyucu, güdücü, bakıcı” anlamlarını taşıması ve de Türkistan’ın kuzey bozkırlarında yaşayan Kırgız ve Kazakların boy ve oymak başlarına “Manap” demeleri ile 1860’larda Kırgızlardan Bugu (Geyik) kabilesi ve Sari Bağış boylarının başlarında Manapların yer alması olguları da, “Manavlar=Yerli Türk/Türkmen” görüşünü desteklemektedir. Kırgızistan’daki Manas destanında yer alan ve soylu beylere verilen Manap ifadesi Manavların Manas destanıyla ilgili olduklarını da gösterir. Bazı köylerde yapılan araştırmalarda , Balkanlar’dan Anadolu’ya geçen ve Bizanslılar tarafından Batı Anadolu’ya tampon maksatlı yerleştirilen Kuman-Kıpçak-Peçenek Türklerinin Oğuz Türkleriyle kaynaşmasıyla ortaya çıkan Türk grubu olduğu görüşünü benimseyen Türkologlar da mevcuttur. Manavların Karakteristik Özellikleri: Manav Türkleri, uzun yıllar Rum köyleri ile komşuluk yapmışlar ve uyumlu kişilikleriyle onlarla iyi geçinmeyi başarabilmişlerdir. Ancak kız alıp verme konusunda son derece tutucu davranıp Rumlarla kaynaşmamış ve kendi geleneklerini koruyabilmişlerdir. Birinci Dünya savaşı sonucunda Osmanlı’nın gittikçe toprak kaybetmesiyle, eski Osmanlı topraklarından Boşnak, Arnavut, Çerkez , Laz, Gürcü gibi anadili Türkçe olmayan göçmenler ile Muhacir diye adlandırılan ve Balkanlar’dan gelen Türk kökenli gruplar Anadolu’ya göçmüşlerdir. Bu dönemde yerli köyler kendilerini göçmenlerden ayırmak anlamında Manav olduklarını belirtmeye başlamışlardır. Devam Edecek
Bulgaristan Türklerinin Sesi
Bulgaristan’da Türk Basını Gazete Adı Mücadele Tuna Boyu Başlangıç Deli Orman Tuna Boyu Yeni Başlangıç İntibah Rehber Turan Yeni Başlangıç Yenilik Rodop Sesi Savaş Tebligat Rodop Çiçek (Dergi) İkbal Halk Sesi Deli Orman Birlik İntibah Yeni Yol Açık Söz Salâi- İslam Birlik Birlik İrfan (Dergi) Özdilek İstikbal Rodop İtisam (Dergi) Karadeniz Birlik Turan Turan Çocuk Sevinci İleri
Çıktığı Tarih 14.06.1926 14.12.1926 01.01.1927 14.01.1927 24.03.1927 03.12.1927 23.12.1927 14.01.1928 06.05.1928 14.08.1928 28.10.1928 13.01.1929 14.01.1929 14.01.1929 01.04.1929 01.06.1929 01.06.1929 27.09.1929 01.12.1929 16.12.1929 02.03.1930 01.05.1930 14.03.1931 26.04.1931 01.05.1931 22.08.1931 01.10.1931 01.10.1931 20.12.1931 26.12.1931 01.03.1932 08.04.1932 02.05.1932 01.07.1932 01.10.1932 01.12.1932 15.01.1933 Şahüd-ül- Hakaik (Dergi) 01.02.1933 Birlik 01.05.1933 Yarın (Dergi) 01.05.1933 Terbiye 15.06.1933 Medeniyet 19.08.1933 Çiftçi Kurtuluşu 01.01.1934 Yarın 30.01.1934 Balkan Postası 20.04.1934 Medeniyet 07.05.1934 Yeni Gün 15.07.1934 Doğru Yol 17.07.1935 Yıldırım 18.09.1935 Hakikat Şahidi (Dergi) 01.01.1936 Havadis 01.02.1936 Vatan 06.02.1945 Işık 01.04.1945 Ses- Işık 05.10.1948 Yeni Işık (Dergi) 14.12.1948 Titocu 07.10.1951 Duvar Gazetesi 01.04.1953
Kapatılış Tarihi 30.09.1926 29.12.1926 31.03.1927 31.03.1927 30.04 .1927 30.07.1928 01.11.1928 31.12.1938 30.06.1932 01.02.1929 03.09.1929 31.10.1929 28.03.1929 14.12.1929 31.05.1930 15.08.1930 02.06.1929 31.03.1934 12.02.1934 30.06.1930 01.11.1931 31.03.1931 14.04.1937 14.08.1931 15.05.1931 30.11.1931 15.02.1932 01.06.1934 19.05.1934 31.05.1934 30.06.1933 19.05.1934 31.12.1932 30.09.1932 10.05.1934 01.01.1933 31.01.1933 01.12.1935 30.10.1933 30.05.1933 11.07.1933 01.10.1933 19.05.1934 10.07.1934 26.08.1935 14.02.1943 01.12.1934 31.08.1939 31.12.1935 31.12.1944 28.02.1941 10.04.1945 30.07.1945 01.12.1948 01.12.1950 31.12.1951 ?
Çıktığı Yer G.Plevne Razgrad Kızanlık Razgrad G.Plevne Kırcaali O.Pazar Sofya Kırcaali Kızanlık Yambolu Şumnu Şumnu Sofya Kırcaali Sofya Lom Sofya Sofya Eğridere Şumnu Kırcaali Filibe Şumnu Kızanlık Kırcaali Filibe Kırcaali Vidin Filibe Filibe Razgrad Yambolu Vidin Varna Sofya Kırcaali Razgrad Eğridere Sofya Sofya Filibe Sofya Şumnu Filibe Sofya Sofya Sofya Sofya Kızanlık Şumnu Sofya Sofya Sofya Sofya Sofya Mestanlı Murat Toylu arşivinden
Halk Gerçekten Umutsuz Afganistan nedeniyle Almanya’da istifalar birbirini kovalarken ABD’de gözler Başkan Obama’nın Afgan stratejisiyle ilgili yapacağı açıklamaya çevrilmiş durumda. Afganlar ise gelecekleri konusunda karamsar. Afganlar gerek müttefik ülkeler, gerekse Afganistan hükümetinden umudunu kesmiş durumda. Ülkenin geleceğinden umutsuz olanlardan biri de 64 yaşındaki Hayatullah Refiki. Rejiki’nin ilk sözü “Batı ne istediğini bilmiyor” oluyor. Kandaharlı edebiyat doçenti ne zaman radyoyu açsa farklı şeyler duyduğunu belirtiyor. “Bir yandan Afganistan’daki birliklerin geri çekileceği konuşulurken, diğer yandan asker takviye edileceği yorumları ortada dolaşıyor” diyor. Refiki, duyduklarından hangisine inanacağını şaşırmış. Ona göre, bölgede asker bulunduran müttefik ülkelerin ve Afganistan hükümetinin tam olarak ne yapmaya çalıştığını anlayabilmek mümkün değil. Refiki sözlerini şöyle sürdürüyor: “Kai Eide’nin yerine bir İngiliz, Afganistan BM özel temsilcisi olacaktı. An-
cak Karzai İngilizler Taliban’la görüşmek istedikleri için buna karşı çıktı. Karzai, İngilizlerin kendi çıkarları için Taliban’la görüşmelerinden çekiniyordu. Şimdi kendisi Taliban’la görüşmek istiyor. Hepsinin amacı ne terörle mücadele, ne güvenlik, ne de yeniden yapılanma. Başka kimsenin bilmediği kendilerine göre amaçları var.” Haberler sürekli değişiyor Birçok Afgan, ülkede bulunan çok uluslu askeri gücün Afganistan’ın çıkarlarını gözeten bir stratejiye sahip olduğuna inanmıyor. Afganistan’ın Helmand vilayetinde yaşayan 32 yaşındaki gazeteci Muhammed İbrahim Spesali, “Amerika, Almanya veya Kanada’nın buluştukları ortak bir nokta yok. Tüm bu ülkeler kendi ulusal çıkarları için buraya geldi. Ortak bir amaca sahip değiller. Bu ülkeler iyi birer dış politikaya sahip önemli demokrasiler. Ancak Afganistan’da şimdiden kaybetmiş durumdalar. Bunu Afganistan’da her gün görüyoruz. Bugün başka, ertesi gün bambaşka bir şey söylüyorlar” diye açıklıyor.
11
Ladin’i Hatırlıyor musunuz? Hani bir terörist vardı, 7–8 sene önce. Uzun sakallı, başı sarıklı… Bütün dünyaya savaş açmıştı. Emrinde acımasız intihar komandoları, uyuyan hücreler vardı. Adı Usame bin Ladin’di. Bu acımasız terörist dilediği yeri dilediği zaman vururdu. Hatta 11 Eylül 2001’de ABD’de ikiz kuleleri uçaklarla vurmuştu. 11 Eylül 2001 günü ABD Başkanı George W. Bush’un omuzlarına ağır bir sorumluluk yüklenmişti. Bush dünyayı kurtarmak için Usame’yi ele geçirmek zorundaydı. Terörizme karşı küresel bir savaş başladı. Afganistan yıkıldı, Irak yakıldı. ABD için stratejik öneme haiz her yere sayısız üs kuruldu. Bütün dünya “terörist Müslümanların” hedefi olabilirdi. ABD’nin liderliğindeki uluslararası kampanya, tehdidi önlemek için küresel işbirliği başlattı. Terörizmin mali kaynakları kesildi, sıkı takip sonucu sayısız eylem önlendi. Usame’nin cihadına karşılık Bush’un kendi cihadı yaşandı. Bütün dünya vurulma korkusunu yaşarken, bir zamanlar özgür dünyanın yanında komünistlere karşı kahramanca savaşan mücahitler, özgür dünyayı yok etmeye çalışan azılı teröristler olarak görüldü. Bugün hala Irak’ta ve Afganistan’da istikrar yok. Pakistan ise bölünmenin, parçalarına ayrıl-
manın eşiğinde… 11 eylül olayı geçmişte kaldı. Kulelere tam isabet sağlayan amatör Arap pilotlar da öyle. Usame bin Ladin artık akıllara gelmiyor. Unutuldu, gitti. Bir zamanlar ABD komandoları onu Afganistan’da ve Pakistan’da tek tek bütün mağaraları kontrol ederek arıyorlardı. Ama şimdilerde Usame’den de, onu arayanlardan da ses çıkmıyor. Aradan yıllar geçti. Özgür dünya yeni bir tehlikeyi yaşıyor. Bu defa tehdidi yaratanlar uzun sakal bırakmıyor. Parlak rugan ayakkabıları var. Pahalı takım elbiseler giyiyorlar. Ekranlardan akan veriler dünyanın sonunu getiriyor. İnsanlar evlerini, arabalarını, paralarını, işlerini ve geleceklerini kaybediyorlar. Özgür dünyanın merhametsiz düşmanı Usame bu kadarını başaramamıştı. Üstelik bu defa komandoların, bu işi yapanları mağara aramalarında veya Afganistan köylerinde bulma olasılığı yok. Ama yine de ABD Başkanı -bu defa adı George W. Bush değil, Barack Hussein Obama- yeni bir küresel seferberlik başlattı. Bu defa da ABD’nin yanında yer almayan ABD’nin karşısında sayılıyor. Ladin’in modası geçti artık. Belki de iddia edildiği gibi 2001’de böbrek yetmezliğinden öldü. Kimin umurunda? Bundan sonrası için bir önemi yok. (Mesut Uğurlu)
Yanki’nin Parası Mum Gibi Eriyor Gerçekler vardır. Onlara taraf veya karşı olmak pek fazla bir işlevsellik içermez. Ama gerçeklerin olumlu ve olumsuz yanlarını görmek daima faydalıdır. Küresel ekonomiye kendi anlamını veren neoliberalizm de öyle... Neoliberalizm, birçok sakınca içeriyor. Bu sakıncaları göz önünde tutmak ve bunlara karşı tedbir düşünmek gerekir. Bu yapılmazsa ne olur? Tecrübeyle sabit olduğu gibi, küresel kriz yaşanır! Günümüzde dünyanın hemen her yerinde geçerli olan iki söz vardır. Birincisi “Para dünyayı yönetir.”, ikincisi ise “Paranın kıymeti kalmadı.”… Bu iki sözün tek tek ve beraber ortaya koyduğu çerçeve, yaşanan krizin ne denli tehlikeli olduğunu da tarif ediyor. “Dünyayı yöneten” ve “kıymeti kalmayan” parayı kimin ve nerede yönettiğini bilmiyoruz. Yönetenin “bütün parayı” yönetip yönetmemesi konusunda da bir bilgimiz yok. Hatta çoğu kimse için de “para” kavramsal olarak tarifi çok zor bir olgu haline geldi. Batıda 19.Asır’da kâğıt paranın icadından önce alışveriş için takas yapılırdı. Mallar ve hizmetler takas edilirdi. Altın ve gümüş sıklıkla kullanılırdı. Günümüzde altın veya gümüşten madeni para yok. Dolayısıyla bugünkü para, üzerinde yer alan rakamın değerini simgesel olarak taşıyan bir kâğıt parçası. O nedenle aynı kâğıt parçasının bir gün araba satın alması, ama bir başka gün “hurda kâğıt” olarak kabul edilmesi mümkün. Kişiler ve topluluklar kendi paralarını basamazlar ve yeni bir para birimi uygulayamazlar. Bu konuda devlet tekeldir. Devlet parayı tasarlar, basar, değerini değiştirir. Kişiler ve topluluklar da parayı mal ve hizmetleriyle satın alırlar ve satarlar. Neoliberalizmde karar makamı “piyasa” olarak kabul edilir. Piyasa arz-talep ekseninde gelişir. Bu durumda piyasa yatırımcıların yönelimlerini esas alır. Bu durumun en çarpıcı yaşandığı yer ise ABD. Çünkü ABD’de parayı ABD’nin merkez bankası FED basar. FED parayı basar, piyasaların gösterdiği doğrultuda değerini belirler ve yönetime verir. FED, bir devlet kurumu değildir. FED, hükümetle beraber çalışır, ama hükümet FED’i kontrol etmez, ona kendi kurallarını dayatamaz. FED, bu noktada petrol karteline benzer. Petrol şirketlerinin ittifak kurması, 1910’larda bütün dengeleri değiştirdi. Kartel, ABD’de bütün mali sistemi eline aldı. Bunun üzerine gücün kontrol edilmesi için kurallar konuldu. Konulan kuralların ihlaline ağır cezalar getirildi. Ayrıca müttefik şirketler arasında “rekabet” doğması önlenirken, başkalarının rekabet başlatması da engellendi. FED’in küresel kriz karşısındaki tutumu bu bilgilerin halen geçerli olduğunu doğruladı. FED, atacağı adımlarda ABD halkının değil, ortaklarının çıkarlarına göre hareket etti ve önceliğini piyasadaki aktörlerin taleplerine verdi. Der Carnegie Mellon Üniversitesi’nden Prof. Allan Meltzer’in 11.07.2009’da Alman Frankfurter Allgemeine Zeitung’a verdiği mülakatta belirttiği gibi, FED’in bankaların batmasını önlediği tek bir kriz yok. ABD basınında Obama’nın FED’i mali sistemin temel denetim mekanizması haline getirmek istediği bilgisi yer alıyor. Şayet Obama bunu başarırsa -ki başarmasının önünde bir engel yok- büyük bankaların ortağı olduğu FED, bankacılık ve sigortacılık sektöründe “tek egemen” haline gelecek. El konulan bankalar ve şirketler bu büyük gücün eline geçecek. Belki General Motors, General Electric, IBM ve Microsoft bile… Neoliberalizmin tutkusu olan maksimalizm bunu gerektirir. FED’in bu şartlarda firmaların iç işlerine dahi müdahale etmesi mümkün. Mali İstikrarı Artırma Yasası, FED’in bir firmanın istikrara zarar verdiğini tespit ettiğinde firmadan hisse ve mal varlığı satışı talep edeceğini, faaliyet sahasını sınırlayabileceğini belirtiyor. Kongre üyesi Charles A. Lindbergh 1923’te FED’i eleştiren bir konuşmasında bütün mali sistemin FED’in eline bırakılmasına karşı çıkmıştı. Lindbergh, FED’in yönetimini kuran kar hedefli grupların mali sistemi yönetmesinin FED’in başka insanların cebindeki paradan vurgun yapmak için kullanılacağını öne sürmüştü. 1910’da Jekyll Island’da dönemin en büyük yedi bankerinin katıldığı gizli toplantıda kurulan ve bu nedenle Griffin’in “Jekyll Island Canavarı” diye tanımladığı
FED’in ortakları o dönemde dünyadaki toplam servetin %25’ine sahipti. Toplantıya J.P. Morgan (Henry P. Davis), Rockefeller (Nelson W. Aldrich), Rothschild ve Warburg (Paul M. Warburg katılmıştı. Franklin Roosevelt “Demokrasinin özgürlüğünün güvenliği, insanların; hür teşebbüsün büyümesini, demokratik devletten daha güçlü oluncaya kadar tolere etmesiyle tehlikeye girer.” demişti. Yani “hükümet”, bir grubun bir biçimde yönlendirdiği ve kendi özel gücü olarak kullanmaya başladığı bir mekanizma olursa, demokrasi özgür değildir. Dünya bankacılık tarihinde ilk gelişme 17.Asır’da Amsterdam’daki tacirlerin altınlarını bankaya emanet etmesi ve karşılığında bir kâğıt almasıdır. Bir süre sonra bankalar güçlendi ve ellerindeki altının %10’unu kredi vermekte kullandı. Nihayetinde herkes aynı anda altınını geri istemezdi. Ama büyüme kaçınılmazdı ve çok cazipti. Bankalar savaşan devletlere daha büyük miktarlarda kredi vermeye başladılar. Bu sistem kısa süre sonra kasadaki bütün altınların toplamı kadar kredi verilmesi noktasına ulaştı. FED, bunu bir adım daha ileriye taşıdı ve bankalara kasasına giren her 1 USD için 9 USD’lik işlem yapma olanağı getirdi. Bankalar, hokus pokusla biri dokuza çevirdi. Örneğin bir satıcı aylık gelirini bankasına teslim ettiğinde, paranın %10’u muhafaza edilirken, başka bir hesapta %90’ı kredi finansmanında kullanıldı. Yeni hesapta yer alan paranın da %10’u muhafaza edilirken, geriye kalan %90’ı aynı şekilde kullanıldı. Bilgisayar ekranında görünen, ama gerçekte olmayan bu paralar ve bu paraların faizleri aynı işlemin tekrar ve tekrar yapılmasına olanak tanıdı. FED 1:9 olan bu oranı zamanla 1:11’e çıkardı… Bu uygulama bir fasit daire doğurdu. Bankalar önceki sorumluluklarında doğan ödemelerini gerçekleştirebilmek için sürekli yeni sıcak para girişine ihtiyaç duydu. Bunun sonucunda bankalar hisse senetleri aldı ve bu hisse senetleri karşılığında yeni işlemler yaparak para topladı. Bir süre yaşanan soluklanmanın ardından yeni bir yol daha bulmak gerekti. Bu defa FED hisse senetleri satın almaya başladı. Böylece reel ekonomiye para ve kredi akışının devamlılığı sağlandı. ABD’de hükümet ve FED beraber çalışır, ancak sorumluluk sahaları her zaman aynı değildir. FED, bu noktada hükümetin en önemli çalışma arkadaşı haline geliyor. Parayı basan, denetleyen, değerlendiren ve kullanan FED hükümete “ekranda” yeni para verir. Daha sonra bu para ya gerçekten basılır ya da hokus pokusla muhasipleştirilir. Elbette hükümetin bu olanağı kullanmak için FED ve FED’in ortaklarıyla uzlaşması gerekir! Ekonominin temel kuralına göre bollaşan malın değeri, yani fiyatı düşer. Para dünyayı bu şekilde yönetir ve paranın kıymeti bu şekilde düşer; Enflasyon başlar. Griffin’in ve diğer bazı ekonomistlerin “gizli vergi” diye adlandırdığı enflasyon ve artan vergiler sistemin açığının finansmanı için kullanılır. Sistemin işlemeye devam etmesi, yani seçmenin vergi ödemeye ve tüketicilik ödevini sürdürmeye devam etmesi için maaşlar artırılır. Aslında yükseltilen gelir düzeyi veya yaşam standardı değil, vergilerin ve tüketimin finansmanıdır. Bugün bütün dünyada devlet borçları muazzam biçimde arttı. Enflasyon, borçları eritmek için her zaman cazip bir seçenek olarak görülebilir. Nitekim ekonomist Gregory Mankiw hükümete ve FED’e “borç bombasının patlamasını önlemek için enflasyonu artırmasını” öneriyor. ABD hükümetinin Ekim 2009’daki açıklamasına göre rakamlar 1945’ten bu yana en kötü durumda. Bütçe açığı 1,42 trilyon USD ve GSYİH’nin bütçe açığına oranı %11,2 düzeyinde. ABD’nin on yıllık kümülatif bütçe açığı önceki tahminlere göre 2 trilyon USD daha fazla olarak 9 trilyon USD civarında tahmin ediliyor. Bu durum karşısında bütçe açığının GSYİH’ye oranı bu yıl için %11,2 olarak tahmin edilirken, ABD bütçe açığının önümüzdeki 10 yıllık ortalamasının %5,1 civarında olması öngörülüyor
Alptekin Cevherli “Genç Osman Dediğin Bir Küçük Uşşak!” ‘Tarihten gelen her milletin’ efsaneleri vardır. Milletler o efsanelerinden aldıkları psikolojik güçle geleceklerine güvenle bakarlar. Millî özgüvenin oluşumunda, atalarından aldıkları psikolojik desteğin uluslar üzerinde yadsınamayacak bir değeri vardır.Hatta Atatürk’ün bu minvalde dile getirdiği “Türk çocuğu, atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde güç bulacaktır” sözü, konunun özeti gibidir.Bir de tarihi olmayan milletler vardır. Bunlar masa başında diğer uluslar tarafından rakibi bölmek ve güçsüz bırakmak için icat edilmişlerdir. Bunlara ait efsaneler yoktur. Geçmişleri yoktur. (Gelecekleri de yoktur.) Tarihleri yoktur. Doğal sınırları yoktur. Devlet haritalarının dahi gönye ve pergel yardımıyla çizildiği ve halen çizilmekte olduğu şıp diye anlaşılır. Bu tip sonradan yaratılmaya çalışılan milletlere efsaneler uyarlanır. Çeşitli ulusların efsanelerinden biraz alıntılar yapılarak, ‘creatif’ bir çalışma ile efsane ve destanlar oluşturulur.Uyduruk bir tarih yamanır. Tarihin bir döneminde var olmuş, ancak diğer milletlerin arasında eriyip gitmiş esamesi dahi kalmamış krallıklar, işte sizin kahraman atalarınız diye ortaya sürülür. Doğal sınırlar olmadığı için etnolojik bir yayılma haritası üzerinden zorlama olduğu çok belirgin olan sözde haritalar icat edilir. Bu haritalar her fırsatta Thinkthank(s) kuruluşlarından ‘hatayla’ yayınlanır. Ardından da yapay devletçikler ve milletçikler kurmak için çalışmalar somutlaştırılmaya başlanır. *** Ama burada çok ciddi bir sıkıntı baş ucunuzda beklemektedir. Aynı bölgede yaşayan tarihin derinliklerinden gelip, geleceğe hükmetmeye hazırlanan milletler; bu hormonlu sera organizmasının doğal ortamda yaşamasına ne kadar izin vereceklerdir? Söz konusu sera ortamının varlığı, kaç yıl daha bölgede sağlanabilecektir? Sera dağıtıldıktan sonra esecek sert rüzgârlara ve fırtınalara bu hormonlu sera organizması kaç gün dayanabilecektir? İşte bu ortamda genetik mühendisleri devreye girer… Çevredeki gerçek ve doğal güçler; aşındırılarak bu hormonlu sera organizmasını ortadan kaldırmaları önlenmeye çalışılacaktır. *** Bir varlığı ortadan kaldırmanın üç yolu vardır.Ya doğal yaşam imkânını ortadan kaldırırsınız. Bu durumda ya pılısını pırtısını toplayıp, doğal olarak yaşayacağı bir yere göçer. Ki bu, bin yıla yakın bir zamandır coğrafyamızda deneniyor… Ancak gözden kaçan ilmî bir gerçek var, akıllı organizmalar çevre şartlarındaki değişikliklere uyum sağlarlar ve daha da önemlisi çevreye hükmederek onu kendi istedikleri yönde şekillendirirler. (Selçuklular ve Osmanlılar gibi) Ya direkt olarak ortadan kaldırmaya karar verirsiniz. Ki o biraz sıkar… Çünkü Kıbrıs Barış Harekâtı’nda, Kurtuluş Savaşı’nda ve Haçlı Seferleri’nde sonucu görülmüştür. Ya da O varlığı, bulunduğu ortamda değişime tabi tutarsınız. Genetik yapısıyla oynarsınız. Kendi kendine üreyemez hale getirirsiniz. Tıpkı GDO olarak bilinen Frankeştayn gıdalar gibi… Bütün yapısını allak bulak edersiniz. Kimliği, kültürü, özgüveni hiçbir şeyini bırakmazsınız. Bütün değerleriyle alay edersiniz. Övünülecek tek bir dal dahi bırakmazsınız. Biz filanca konuda dünyada bir numarayız denilebilecek bir tek şey kalmayıncaya kadar bitirirsiniz. Hatta 3-4 askerinin başına çuval geçirip yoktan var etmeye çalıştığınız sözüm ona devletin kentlerinin sokaklarında gezdirirsiniz. (Oysa yaratmak, sadece ve sadece Allah’a mahsustur!)Efsanelerine ve hatta yaşanmış destanlarına kadar tüketir, ya alay mevzuu yapar, ya da içindeki ulvi manâyı değersiz hale getirirsiniz… Örnek mi? Mesela bir Amerikan hamburgercisi ile İsveçFinlandiya ortak karışımı bir cep telefonu firması bir reklâm hazırlayıp Türkiye’mizdeki televizyonlarda fır fır döndürüyor. Bir sanatçımız da (eminim ki farkında olmadan) tarihimizdeki en önemli şahsiyetlerden birisinin adını aynen kullanarak: “Bana bak Genç Osman, seni ayağımın altına alır bir ezerim, bir ezerim…” diyor. İşte sözün bittiği nokta burasıdır… Devam edecek
12
Komik Haberler Komik haberler Kilo ile Cep Telefonu Gerçek Haber Mersin’de bir esnaf, kilo ile cep telefonu satışı başlattı. Dükkânında cep telefonu satan Kasım Ekinci, işyerine astığı afişle ‘Kilo ile cep telefonu satışının başladığını duyurdu. Ekinci bu kampanyadan sonra satışlarının patladığını söyledi. Amacının herkesin çağın teknolojik imkanından yararlanmasını sağlamak olduğunu belirten Ekinci, ‘Herkes cep telefonu sahibi olsun istiyorum. Satışlardan memnunum adeta patlama oldu’ dedi. Ekinci, elinde bulunan belirli marka telefonları gramını 1 milyon 960 bin liradan sattığını ifade ederek, ‘Vatandaş büyük ilgi gösteriyor. Oldukça dikkati çektik. İnsanlar arkadaşlarıyla veya akrabalarıyla birlikte oluyor ve gelip kiloyla telefon alıyorlar’ şeklinde konuştu. Canlı Yayında Gerçek Haber Trabzon’da yerel Akça Televizyonu’nda haftada bir yayınlanan ‘‘Müzik Ziyafeti’ programını hazırlayan mahalli sanatçı İsa İlhan, geçen haftaki programında Temel fıkralarını aratmayan bir sürprizle karşılaştı. Her programında olduğu gibi izleyici istekleri almaya başlayan İlhan, canlı telefon bağlantıları yapmaya başladı. Bir kaç telefondan sonra bir bağlantı daha yapan ve türkü isteği almayı bekleyen İlhan, ‘‘İsa abi, ben sizin mahalledeki tüpçü Rıfat. İstediğin tüpü eve götürdük fakat patron, ‘veresiye olmaz, parasını alın’ dedi. Şimdi dükkándayız. Televizyonda seni görünce bunu söylemek için aradım’’ sözlerini duyunca şoke oldu. Neye uğradığını şaşıran İsa İlhan programa beş dakika reklam arası verdi Dünyanın en şanlı insanı ABD’nin Houston Kentinde kimliği açıklanmayan marangozun kafasına , bir kaza sonucu 7,5 santim uzunluğunda çivi saplandı. Kafa röntgeni çekilen marangozun kafasına çivinin , yaklaşık 12 hayati noktayı milimle sıyırarak girdiği ve ölümden kıl payı kurtuldu ortaya çıktı.Doktorlar marangozu dünyanın en şanslı insanı ilan ettiler. Pisi pisine ölüm Karabük’te akıllara durgunluk verecek bir olay yaşandı. Emekliliğine 1 yıl kalan demir çelik fabrikası işçisi Demir Ören çok trajik bir şekilde hayatını kaybetti. Her Ramazan olduğu gibi iftarı fabrikada yapmak zorunda kalan Ören yemeğin ardından bir sigara içmek istedi. Sigarasını yakmak için bir türlü ateş bulamayan talihsiz adam 600 tonluk pres makinesinin arasından emeklemek suretiyle geçerek, ucundaki 2450 santigratlık fırında sigarasını yakmaya çalıştı ve hayatını yanarak kaybetti. Olayı duyan ailesi sinir krizleri geçirdi. Demir Ören’in küçük kızının gazetecilere “ben ona sigara içme, sigaraya vereceğin paraya git bana lolipop al dedim” şeklindeki sözleri gazeteciler arasına duygulu anların yaşanmasına sebep oldu. Roket adam denize düştü İsviçreli pilot Yves Rossy’nin motorlu kanatla Afrika’dan, Avrupa’ya uçma girişiminde başarısız oldu. Yves Rossy’nin internet sitesinde yayınlanan görüntülere göre, Fas’ın kuzeyindeki Tanger bölgesinden uçakla havalanan Rossy, Atlantik üzerinde kendini motorlu kanadıyla boşluğa bıraktı. Ancak 50 yaşındaki pilot, henüz bilinmeyen teknik bir nedenle okyanusa düştü. Yardım ekibinin helikopterle kurtardığı pilotun sağlığının iyi olduğu belirtildi. Rossy, her şey umduğu gibi gitseydi, 38 km uçtuktan sonra İspanya’nın Atlanterra bölgesine inecekti. Rossy’nin fiber-karbon kanadının genişliği yaklaşık 2 metre ve söz konusu kanat inişte saatte 300 km hıza çıkabiliyor.
Dejenere Kuşak Günümüzün gençliğinden yani bizlerden ve bizden sonra takipçimiz olan yeni kuşaktan bahsediyorum. Sizde farkındasınız değil mi günümüz Türkiye’sinde genç kuşağın ne kadar dejenere olduğunu, düşünce yapılarının ne kadar değiştiğini, tabuların ne kadar yıkıldığını. Biz istediğimiz kadar Türkiye tutucu, Türkiye de toplumsal kurallar var, toplum için yaşıyoruz bu topluma sorumluluklarımız var diyelim. Ben artık bunların kaldığına inanmıyorum. Türk gençliği konusunda umutlarım artık yavaş yavaş tükenmekte. Bilgiyi ne kadar üretiyoruz, ne kadar yayıyoruz, ne kadarını kullanıyoruz konusunda Türk gençliğinin alması gereken çok yol var diye düşünüyorum. Kendine, çevresine, ailesine, topluma, ülkesine ve dünyaya bizzat bir şeyler üreterek, yenilik getirerek kişiliğinden ve birikimlerinden katkılar sağlayarak hangi konuda uzmanlaşıyorsa onu en iyi şekilde yapan başarılı gençlerden söz etmek isterdim. Ama zamanını olaylardan bihaber şekilde bilgisayar oyunları oynayarak, magazin programları izleyerek, düşük bel kotlarını altlarına çekip göbeklerini açıp bulundukları bölgenin onların tabiri ile en piyasa yerlerine giderek mi bu bahsettiğim ilkeleri edinecekler. Hiç sanmıyorum. Bazen yürürken şöyle bir etrafıma bakıyorum; okulundan çıkmış lise ve ortaokul dengi öğrencilere, her birinin elinde birer sigara yanlarında kız arkadaşları hayatı umursamaz tavırlarda sanki ceplerindeki
parayı kendileri kazanıyormuş edasıyla arkadaşlarına hava atıyorlar ve dünya umurlarında değil. Diğer tarafta ailesi aman oğlum-kızım okusun iyi yerlere gelsin paniğini yaşıyor. Bravo ,bizlere, bravo, Türk gençliğine. Peki, ama ne yapmalıyız? Ailelerimiz büyük özverilerde bulunarak bizlere eğitim aldırmaya ve en iyiyi vermeye çalışıyorlar yazık değimli onların vermiş oldukları bu mücadeleye bu emeklere. Onlar en azından cemiyet içinde layık olduğumuz yeri alalım diye mücadele veriyorlar. Sanırım biz onların bizi yetiştirmek istediği şekilde yetişmiyoruz. Amacını bilmeyen hayatı bir takım geçici heveslere bağlayan bir gençlik yetişiyor. Batıya özenen bir gençlik. Ama atladığımız bir konu var ki oda batılıların yaradılışları zaten bu, değerleri inançları zaten bu, olan bize oluyor. Çünkü biz özümüzü kaybediyoruz. Biz biz olmaktan çıkıyoruz. Batı uygarlığının dış görünüşünü körü körüne taklit etmek yerine inançlarımıza, manevi değerlerimize sahip çıkmayı öğrenmeliyiz. Sözlerim bu uğurda gerçekten savaşan gençlerimize veya ailelerimize değil. Sözlerim inatçı, ailesine isyan eden, riyakar, inançları olmayan, değer yargıları olmayan gençlere. Sosyolojik olarak kaybolmuş bir gençlik ile karşı karşıyayız diye düşünüyorum. Biz şuan bunların endişesini taşıyorsak acaba bizim çocuklarımız bizim torunlarımız neler görecek ve neler yaşayacak sorusunu sormaktan kendimi alamıyorum.
Avrupa Birliği’ni Karadenize Taşıyan Ülke Doğu Bloku içinde yer alan Bulgaristan’ın 1989 öncesinde ekonomisi daha ziyade COMECON çerçevesinde, diğer Doğu Bloku ülkeleriyle takas yoluyla yapılan bir dış ticaret sistemine dayanıyordu. Bu sistem da- ğılınca ülke bir şok sürecine girdi. Ama çok kısa sürede toparlanması nı da bildi. 1990’lı yıllarda, Bulgaristan’daki yeni rejim kamu sektörünü küçültüp, kamu açıkları nı sıfırlayarak enşasyonu yüzde 500’lerden tekli rakamlara çekti. Aynı zamanda inanılmaz bir özelleştirme atılımı başladı. 2000’li yıllarda ise göz kamaştırıcı bir ekonomik büyüme yaşandı. Doğrudan yabancı yatırımlar milyar dolarla ifade edilmeye başlandı. Yaşam standardı istenen düzeye henüz getirilemese de Maastricht Kriterleri yerine getirildi. Bugün artık Avrupa Birliği üyesi olan ülkenin ekonomisi iyi yolda ilerliyor ve ülke dünyanın hızla büyüyen ekonomileri arasında yer alı- yor. Ekonominin Kozları Bulgaristan’ın başlıca doğal kaynakları arasında boksit, bakır, kurşun, çinko ve kömür gibi madenlerle ile kereste var. Tarıma elverişli topraklar ise yüzölçümünün yüzde 30 kadarını oluşturuyor. Ekonomide önemli bir yer tutan tarım ürünleri ise meyve-sebze, tütün, üzüm, buğday, ayçiçeği, pancar, mısır ve gül. Ülkenin ticaret kapıları ise Burgas, Varna, Vidin, Rusçuk limanları. Tuna Nehri de bir tür deniz kapısı. Filibe’deki Serbest Bölge de ekonomik bir ivme getiriyor. Varna, stratejik konumuyla GSMH’nin yüzde 15’ini karşılı- yor, sanayi kompleksi de Bulgaristan’ı n en büyüklerinden. Ülkenin her yanında turizme çok büyük yatırım var. 4 milyonun üstünde yabancı turisti ağırlamak söz konusu. Son yıllarda ülkede pek çok değişik alanda hareketlilik var. Örneğin en eski kış tatil merkezi olan Borovets’te 10 milyon Euro tutarı nda yeni yatırımlar yapılıyor. Bir de, kirli havayı temizleyen, çöp atıklarını işlemden geçiren ekolojik bir gökdelenin Sofya’da inşa edilmesi gibi yepyeni atılımlar var. Bu dev binanın maliyeti 100 milyon Euro’ya ulaşacak. Kalitesi dünyaca bilinen Bulgar şaraplarını üreten şirketler, başarı ile özelleştirilen ilk şirketler arası nda.
BULTÜRK’ü birlikte yaşatalım, Abone olalım! Değerli okuyucular, Bildiğiniz gibi kendi imkânlarımızla, BULTÜRK (Bulgaristan Türklerinin Sesi) Gazetesini artık 5 yıldır yayınlamaktayız. İlk sayımızı 2004 yılında yayınlamıştık. Yayın kurulumuzda 12 kişilik ekip. Gazetemizi son derece kısıtlı çabalarla çıkarmaya devam etmekteyiz. Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneğine ve yöneticilerine ve reklam verenlere katkılarından dolayı teşekkür ederiz. Bu yılda abonelik kampanyası düzenliyoruz. Bizler Bulgaristan Türklerine ve bütün Türk Dünyasına hitap ediyoruz. Gönül ister ki gazetemiz her Türk evine girsin. Eski abonelerimize ve bütün okuyucularımıza teşekkür ederiz. Gönül isterdi ki, tüm Bulgaristan Türkleri kendilerinin olan bu gazeteye abone olsun. Sesimiz gür çıksın, tüm dünyada duyulsun. Değerli işadamlarımız, esnaf ve sanatkarlarımız gazetemize reklam vererek destekleyebilirler. Reklam vermek isteyenlere bizlere yönlendirebilirsiniz. Bir yıllık abone bedeli 25 TL, Yurtdışı için ise 30 $ veya 20 EURO’dur.
Bulgaristan Türklerinin Sesi
Gazetemiz hakkında bilgi edinmek için lütfen şu web adresini tıklayınız: http://www.bulturk.org.tr Abone olmak için Yetkili Müjgan DENİZ Tel: 0212 511 63 47 / 526 51 98 Belgegeçer: 0212 511 33 91 Yıldırım Mah. Millet cad. Kocatepe sk. No.44/A Bayrampaşa / İstanbul Hesap No: Müjgan Deniz Garanti Bankası Şb. Kodu: 00062 Hesap no: 6685949 TL Garanti Bankası Şb. Kodu: 00044 Hesap no: 9092440 $ Önemli NOT: Abonelik bedelini yatırırken “açıklama” kısmına: “BULTURK Gazetesi için 1 yıllık abonelik bedeli” bilgisini yazmayı unutmayınız. Ayrıca parayı yatırdıktan sonra bize e-posta yoluyla bilgi vererek, gazetemizi size ulaştırılmasını istediğiniz adres bilginizi bize gönderiniz. Reklam veriyorsanız bunu da “açıklama” kısmına: “reklam bedeli” olarak belirttikten sonra bize e-posta yoluyla reklamınızı gönderebilirsiniz. bilgi@bulturk.eu
Hükümet, bağcılık ve şarapçı lık sektörünün desteklenmesine yönelik yeni bir program başlatı yor. 2009-2013 arası için alınan önlemlerin başında bağların yeniden yapılanması var. Ayrıca şarap üreticilerinin değişik fuar ve organizasyonlara katılmaları da teşvik edilecek. Enerji Köprüsü Son dönemde Rusya-Ukrayna gaz anlaşmazlığının Avrupa üzerindeki etkisi ve doğurduğu sonuçlar Bulgaristan’ı da hayli etkileyen bir konu oldu. Doğalgaz ihtiyacını Rusya’dan karşılayan Bulgaristan halkı ve ekonomisi bu yüzden sı- kıntıya girdi. Şu anda Rus doğalgazı na bağımlılığının azaltılması için ciddi çalışmalar var. “Nabucco” boru hattı projesi muhtemelen hız kazanacak. Belene Nükleer Santrali, Trans-Balkan boru hattı ve “Güney Akım” da Bulgaristan’ı n içinde yer aldığı diğer devasa enerji projeleri. Nabucco Projesi, Hazar ve Orta Asya enerjisini Türkiye’den Batı Avrupa’ya nakledecek bir doğalgaz boru hattı projesi. Bulgaristan, Romanya ve Macaristan üzerinden Avusturya’ya ulaşacak olan hat 3300 km. inşasına 2010’da başlanması, 2013 yılında da tamamlanması planlanıyor. Proje için BOTAfi (Türkiye), Bulgargas (Bulgaristan), Transgaz (Romanya), MOL (Macaristan) ve OMV (Avusturya) şirketlerinin katılımıyla 2004 yılında Viyana’da Nabucco Gas Pipeline International GmbH adlı bir şirket kurulmuş. Eşit hisseli bu ortaklara, Alman RWE firmasının 2008’de katılımı ile proje güç kazanmı ş. Hatta Fransız Gaz de France, Total ve Alman Ruhrgas firmalarının da ortak olmak istedikleri, Çek Cumhuriyeti ve Polonya’nı n ise projeye katılma yanlı sı oldukları söyleniyor. Hattın 2020 yılında 31 milyar metreküp doğalgaz taşıması öngörülüyor. Toplam bütçe 4.6 milyar Euro. Bakü-Tişis-Erzurum hattının yapı mı ise tamamlanmış durumda. Avrupa, iran’la ilgili kuşkular nedeniyle başta Türkmenistan olmak üzere Özbekistan ve Kazakistan`ı da bu projeye dahil etmeye niyetleniyor. Belene Nükleer Santrali, Tuna kıyısındaki Belene’de inşa edilecek ve Bulgaristan`ın enerji ba- ğımsızlığını pekiştirecek. Yaklaşı k 4 milyar Euro değerindeki bu tesis, 10.000 kişiye istihdam sağ- layacak, ve “kaza riski sıfır” olan üçüncü nesil bir santral olacak. 2.000 megavatlık, yabancı ortaklı projenin 2014 yılında faaliyete geçmesi planlanıyor. Trans-Balkan Hattı Projesi, Rus petrolünün Karadeniz’in altından Burgas limanına, oradan da Yunanistan’a ve Avrupa’ya ulaştırılması nı hedeşiyor. Burgas-Alexandrupolis (Dedeağaç) Boru hattı tamamlandığında taşınan petrol kapasitesi yılda 35 milyon tona ulaşacak. Trans-Balkan olarak bilinen petrol boru hattı, Boğazlar’ı da yoğun tanker trafiğinden kurtaracak. Rusya, projenin yüzde 51’ine sahip, Yunanistan ve Bulgaristan da yüzde 49’u aralarında paylaşıyorlar. GüneyAkım Projesi, Rus doğalgazı nı Karadeniz’den Avrupa’ya Bulgaristan üzerinden taşımayı amaçlıyor. Başlangıç noktası Mavi Akım’ınkiyle aynı. Güzergahta Bulgaristan, Sırbistan, Slovenya, Macaristan, Yunanistan, italya ve Avusturya var. Hat, Bulgaristan’dan iki kola ayrılıyor. Yaklaşı k 10 milyar Euro’ya mal olacağı tahmin edilen 3.200 kilometrelik Güney Akım projesinin 2015’de tamamlanması öngörülüyor. Kapasite yılda 30 milyar metreküp.
Gözlem
İsmail Erdem Haçlılar Cirit Atmaya Gelmemiş Türk Cumhuriyetleri ve Türk toplulukları içerisinde uzun bir süredir devam eden “Misyonerlik” faaliyetlerinin planlı bir şekilde giderek arttığı gözleniyor. SSCB dönemi itibariyle baskı altında tutulan ve kendi dinlerini öğrenme ve gereklerini yerine getirme fırsatı verilmeyen bölge halklarının bilinçsizliği ve özellikle ekonomik anlamda geri kalmışlığı fırsat bilinerek, oluşan boşluktan faydalanma niyetindeki çeşitli ülke organizasyonlarının aktivitelerinde her geçen gün artış kaydediliyor. Örneğin, Özbekistan’da Almanya ve Japonya’da bu çerçevede ülkelerini tanıtıcı video kaset, DVD, müzik CD, müzik klip CD’leri, turizm broşürlerinin yanı sıra dini propaganda içeren materyalleri ücretsiz olarak bol miktarda dağıttıkları gözlemleniyor. Bu gelişmelerden rahatsızlık duyduğu anlaşılan Özbekistan Din İşleri Komitesi Başkanı Soazım Münevverov da, ülkede misyonerlik faaliyetlerinin arttığı, ancak iddia edildiği gibi birçok Özbek vatandaşının İslam dinini bırakarak diğer dinlere geçtiğinin görülmediği, Hıristiyanlığı tercih eden birkaç kişinin de melez aile çocuklarından oluştuğu, başkent Taşkent’teki bir Protestan kilisesinde Özbekçe ayinlerin yapıldığını bildikleri, misyonerlik kitaplarının zorla veya ısrarla dağıtılmasının yasalara aykırılık teşkil ettiği, böyle durumlarda söz konusu kitaplara el konulacağı” yönünde açıklamalar yapmaya gerek duyuyor. Burada durumu daha iyi anlamak için bir parantez açarak Japonya’ya dikkat çekmek gerekiyor. Batılı ülkelerin bölge ülkeleri üzerindeki menfaat kaynaklı emelleri geçmişten bu yana herkes tarafından bilinen bir gerçek. Bu sefer batılı ülkelere bir de Japonya ekleniyor. Neden Japonya ? Anlamak güç değil. Bilindiği üzere Japon sanayisi, sadece ve sadece petrol ve yan ürünlerine dayalı, yani Japonya’nın varlığının ve devamının kaynağı, olmazsa olmazı PETROL, bu da Japonya’nın Özbekistan’daki mevcudiyetini ve asıl amacını gün gibi ortaya koyarak açıklıyor. Kırgızistan’ın diğer şehirleri gibi özellikle Oş il merkezi ve köylerinde de Hıristiyan misyonerlerce yoğun faaliyet yürütüldüğü belirtiliyor. Ancak bu sefer de misyonerlerin içerisinde Güney Koreli şahısların sayısal çoğunluğu dikkat çekiyor. En ücra köylere bile büyük çaba göstererek ulaşan G.Koreli Hıristiyan misyonerlerce, özellikle fakir köylülerle irtibat kurularak, Hıristiyanlığa geçilmesi halinde, söz konusu şahıslara maddi yardım verileceği taahhütünde bulunuluyor. Japonya için açılan parantezin, bu defa Güney Kore için de açılması mümkün. Çünkü PETROL, G.Kore için de Japonya gibi “olmazsa olmaz”. Acaba neden dünyanın bir ucundan bir başka ucuna, üstelik büyük miktarda paralar bir çırpıda harcanarak gelinir de, insani yardım kisvesi altında çeşitli çalışmalar sürdürülür ? Bunu anlamak ve değerlendirmek için bilim adamı, devlet adamı, kaşif veya falcı olmaya gerek yok. Açık ve nettir ki, dünyada az bulunan ve kıt olması nedeniyle de çok değerli bölgedeki petrol ve doğal gazın cazibesi, özellikle bazı batı devletlerinin dikkatlerini anılan bölgeye çevirmelerine sebep vermiş, ele geçirme imkan ve kabiliyetleri konusundaki arayışların da çeşitlenmesine ve giderek boyutlanmasına neden olmuştur. Belli amaçlar doğrultusunda, “Böl, Parçala, Yönet” ilkesinden yola çıkarak faaliyetlerini sürdüren söz konusu organizasyonların, bu defa “Din” unsurunu kullanarak, genellikle “İnsani Yardım” çerçevesindeki safiyane (!) faaliyetleri oldukça dikkat çekiyor. Bazı batılı devletlerin başını çektiği, Japonya ve G.Kore’nin de son dönemde buna dahil olduğu bu türden faaliyetlerden vazgeçilmeyeceğinin anlaşıldığına göre, burada yapılması gerekenin, “Türk toplulukları yönetimlerinin, varsa küçük şahsi veya ülke menfaatlerini bir tarafa bırakarak önlerini görmeleri, gelecekte oluşacak hayati tehditlere karşın topyekün olarak şimdiden radikal tedbirler geliştirmeleri” olduğu belirtiliyor.
Bulgaristan Türklerinin Sesi Bulgaristan’da Türk dizi modası
Bu durum Bulgaristan’da “Perla” (İnci) adıyla yayımlanan “Gümüş”ün baş rol oyuncuları Songül Öden ve Kıvanç Tatlıtuğ’a da büyük şöhret kazandırdı. Hayatları merak edilen ve on binlerce Bulgar hayranı olan Öden ve Tatlıtuğ, ülkede yayımlanan birçok ulusal ve uluslararası dergide kapak oldu. Bulgar televizyonlarında yayımlanan dizilerin konuları ve yorumlarına yer veren “Telenoveli” ve “Slava” (Şöhret) dergileri son sayılarında “Gümüş” dizisini ve başrol oyuncularını manşete taşıdı. Dünyaca ünlü kadın dergisi “Elle”nin Bulgaristan versiyonunun son sayısı da Songül Öden ve Kıvanç Tatlıtuğ kapağı ile piyasaya çıktı ve yok sattı. Ünlü fotoğraf sanatçısı Nihat Odabaşı’na dergi için birlikte poz veren iki oyuncuya tam 24 sayfa ayrıldı. “Boğaziçi’nin İncileri” başlığı altında yayımlanan röportajlarında Öden ve Tatlıtuğ, özel hayatları ve dizi çalışmalarını anlattı. Elle dergisi, iki Türk yıldızı bir araya getirip, Nihat Odabaşı’nın çektiği fotoğraflar için zaman ayırmalarını “mucize” olarak değerlendirdi. Çekime ilişkin notları ise “Noel bayramından önce de mucizeler olur” başlığıyla verdi. “30 KİŞİNİN ÖNÜNDE AŞK YAPMAK ZOR” Songül Öden, Elle’ye verdiği röportajda, Kıvanç Tatlıtuğ ile çok özel bir dostlukları olduğunu söyledi. “Film setinde 30 kişilik bir çekim ekibinin önünde aşk yapmak zor” diyen Öden, “Her kadın hayatında çok sempatik erkeklerle karşılaşır, ancak her sempatik erkek onun sevgilisi olamaz” dedi. Duygusal anlamda kendisine en yakın kişinin annesi olduğunu anlatan Öden, formuyla ilgili bir soruyu yanıtlarken ise bugüne kadar hiç diyet yapmak zorunda kalmadığını belirtti. Bulgaristan’ın en popüler özel TV kanalı “BTV”nin iki şov programına katılmak üzere davet edilen Öden, Bulgarların çok misafirperver olduklarını söyledi.
Amaç Vakıf Malları
Sofya Şehir Mahkemesi’inn kongreyi geçersiz sayması yüzünden ülkeye çeşitli Müslüman tarikatların girme tehlikesi doğduğunu kaydeden Ahmet, müslümanlar arasında gerginliğe sebebiyet verildiğini vurguladı. Neden olarak 1996 yılından bu yana eski Başmüftü Nedim Gencev’in sürekli mahkemeye itiraz dilekçesi vermesini gösteren Ahmet, Gencev’in amacının Müftülüğe ait vakıf mallarına ulaşmak olduğunu ifade etti. Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg’ı ve Bakanlar Kuruluna bağlı Din İşleri Başkanlığını bilgilendirdiklerini açıklayan Ahmet, mahkemece 1996 yılından bu yana Nedim Gencev’in Yüksek İslam Şurasının yasal sayıldığını, ancak sözkonusu şuranın üyesi 30 kişiden 14 üyenin vefat ettiğini, 9’unun ise istifa için dilekçe sunduğunu bildirdi. Böylece müslümanların ülkede temsilcileri bulunmadığını savunan Ahmet, bununla da haklarının çiğnendiğini söyledi. Nahit DOĞU
Koca Yusuf belgeselle anlatılacak “Koca Yusuf Türkiye’de” araştırma ve belgesel ekspedisyonu, Türk tarihinin en önemli pehlivanlarından ve ilk Türk Greko-Romen güreşçisi olarak dünya tarihine adını yazdırmış olan Koca Yusuf’un hakkındaki tüm bilinmeyenleri araştırmak ve eş zamanlı olarak hayatının belgesel yapılması için organize edildi. Bu proje, Atlantik okyanusunda kaybolan Koca Yusuf’un izlediği rotayı takip ederek, hakkında bilinmeyenlerin ortaya çıkarılması, spekülasyonların deneysel çalışmalar ile test edilmesi ve Azor adalarında olduğu rivayet edilen mezarının bulunarak Türkiye’ye getirilmesini hedefliyor. Alanında dünya çapında birkaç önemli projeden biri olup, Türkiye’de ise şimdiye kadar bu anlamda yapılan ilk projedir. Tivi Medya Sinan Haliç - Genel Müdür Tivimedya Tic. Ltd. Şti. Söğütlü Çeşme Cd. Karatekin İş Merkezi No: 65 / K. 3 Kadıköy / İstanbul web: www.tivimedya.com Tel: 0216 336 40 28 Fax: 0216 336 44 28
13
Magazin Ucuzlatıyor Magazin programlarını izlemeyen var mı? Hangi kanalı açsanız onlarla karşılaşıyorsunuz, haberlere bile aynı magazinel tipler giriyorlar. Henüz on dörtlerinde-on beşlerinde; ama yaşamın en çirkef alanının tam göbeğindeler. Hepsi birer magazin yıldızı. Görüntüleriyle ve yaşadıklarıyla gurur duyuyor, kimseden korkuları, çekinmeleri olmadığı, en önemlisi de utanma duygusunu kaybettikleri için de kameraların karşısına balıklama atlıyorlar. Bu ülkenin yasaları var. Küçük yaştakilere içki vermek yasak, ama kontrolsüz bir ülkede, yaş sorulmadan gece kulüplerine alınanlar, oralarda fütursuzca eğleniyorlar. Yaşananlara ne emniyet güçleri dikkat ediyor, ne de aileleri… Pek çok aileyle konuşuyorum, kızlarını merak etseler de özgür bırakacaklarmış, çağdaş dünyanın kuralı buymuş. Tatile giden on üç yaşındaki kızlar evlerine sabahları dönüyorlar, anne-baba da tepki göstermiyor, “Ne içtin, neden geciktin?” sözleri yerine “Kimleri gördün, kimlerle dans ettin?” sorularıyla açıyorlar kapıları. Ünlülerle olmak, onların yaşadıklarını yaşamak en geçerli yaşam tarzı olarak kabul edildiğinden, bunun dışına çıkmaları olanaksız! Magazin programları okul oldu, ülkeyi ve ahlâk anlayışını değiştirmenin yöntemi oldu, iyi-ahlâklı-bilgili gençlerin yerine hafif-dağınık-hızlı-seksi gençleri yetiştirmenin rehberi oldu o Zengin aileler yaz başında koşarak gittikleri yazlık mekânlarda çocuklarının ceplerine paraları doldurup onlara “en iyi hayatı (!)” yaşatmayı hedefliyorlar. İyi yaşamın içinde içki var, serbest aşk var, hatta uyuşturucu, extacy denilen cinsel isteği artıran haplar var. Ailelerin izniyle bu mekânlara gönderilen, yönlendirilen çocukların yaşları ne yazık ki on beşi geçmiyor. Kızı da erkeği de henüz çocuk denecek kadar genç. Ve daha kötüsü, ekonomik durumu iyi olmayanlar, kendini geri kalmış hissedip, onlara özenenler,
özentiyle kalmayıp kaçarak, yalanlara başvurarak bu yaşama balıklama dalanlar, geleceklerini yok edenler. Dar gelirli ailelerin çocukları mutsuz. Yaşıtları Bodrum’da, Marmaris’te, Çeşme’de, Antalya’da sere serpe eğlenirken onlar tatil beldelerine gidemiyorlar. Yaz sıcağında ailelerinin dizinin dibinde oturmaya mahkûmlar! Ne tanga mayoları var, ne de selülitsiz bacaklarını sergileyecekleri lüks, ünlülerin kol gezdiği, bütün marifetlerini birlikte yaşayacakları renkli minderlerle dolu bir “beach”... Unutmaya çalışsalar, derslerine, ülke gerçeklerine yönelseler de nafile! Televizyon denilen canavar, ille de oraları gösteriyor. Gençlerin dünyayı umursamadan yaşadıklarını, maceranın kol gezdiği kulüplerdeki eğlenceleri, aşklarla üne kavuşulduğunu, dansla, tatlı hayatla kendilerinden nasıl geçtiklerini, hele giyimlerini... Çocuk bedenlerde, estetik ameliyatların izleri görülmüyor, on yedisinde göğüs büyütenler, kaşlarını kaldırtanlar, kalçalardaki yağlarını aldıranlar el üstünde. Bu ortamda sırtı kapalı bir giysiyle kimse dolaşmıyor, göbeği açık olmayanlar ayıplanıyor ve ünlü diye tanıtılan kocaman arabalı erkekler bu kızlara ilgi gösteriyorlar. O zaman diyorlar, neden ben değil de, onlar? Magazin programlarını izlerken aklıma yıllar öncesinde yayınlanan ve çıplakları sergileyen ucuz erkek dergileri geliyor. Onların amacı genç delikanlıları anlık ve yapay mutluluklara ulaştırmaktı. Şimdikiler daha tehlikeli. Yaşam biçimlerini değiştiriyor, yapamayanları geri kalmış sınıfına sokuyor, fakiri-genci tüm gençliğin aklını karıştırıyor. Televizyonlar ve magazin programları, gençlerin ve toplumun ruhlarını satın alan Mephisto gibi; geriye enkaz bırakıyorlar. Ama bunu ne anneler görebiliyor, ne de gençler. Çünkü bu dünyada düşene kimse bakmıyor, gözler yalnızca tepedekilerde. (Feride Şenocak)
Müzik Ruhun Gıdasıdır Kızlarımın en çok sevdiği yerli gruplar arasında MFÖ’nün, Erkin Koray’ın, Yeni Türkü’nün yer almasına öteden beri şaşardım. Sonuçta ben yaşta adamlar. Nesil farkı dolayısıyla farklılaşma oluşacağını ve yenileşeceklerini düşünürdüm. Derken, baktım ki MP3’üne nereden bulduysa nostaljik şarkılar albümü eklemişler. Semiramis ve Ajda Pekkan,Barış Manço, Nilüfer, Füsun Önal, Güzin Baha, Beyaz Kelebekler, Modern Folk Üçlüsü başta olmak üzere bir çok isme ait şarkılar.Sezen Aksu şarkılarını herkesin sevmesi ise şaşırtıcı değil.Müziğin, iyi müziğin nesilden nesil e değişmediğini, evrensel bir olgu ve değer hatta bir iletişim-etkileşim aracı olduğunu gözler önüne seriyor bu durum. Derken benim en çok sevdiğim şarkılar arasında Şebnem Ferah’ın özellikle “Can Kırıkları” şarkısı olduğunu, Özlem Tekin, Emre Aydın, Haluk Levent, hatta Nil Karaibrahimgil şarkılarını zevkle dinlediğimi öğrenince de onlar şaşırdılar. “Bizim kuşak şarkılarını sevebilmeni anlayamıyorum” dediler. Bir keresinde türkü mırıldandıklarını duyduğumda “Aaa, sen türküye de mi başladın?” dedim. “Ben her türden bazı seçme parçaları seviyorum” diye konuştu. Aslında ben de öyle. Bazı türleri özellikle , bazılarından da estetik bulduğum şarkıları beğenirim. Doğrusu bu kuşaklar arası ortak zevkler ve noktalar bir yakınlaşma vesilesi olarak işe yarıyor. Adeta “Sen de bizdensin” kabilinden bir tavır doğuruyor. Farklılaşan noktalar da yok değil. Onlar yabancı müziğe, özellikle İngilizce batı müziğine de çok düşkün-
ler. Beni pek etkilemeyen, dilinden öte çok estetik bulmadığım şarkılar onlara güzel gelebiliyor. Ben eskinin Zülfü’lü, Akbayram’lı Ahmet Kaya’lı, Ruhi Su’lu Özgün Müziği yanı sıra Ümit Besen’in,Ferdi Özbeğen’in taverna müziğini, Türk Sanat Müziği’nin çoğu duygusal etkileyici şarkılarını severim. Onlar henüz bu alana fazla girmiyorlar. TSM’nin duygusal dünyasına dalarlarsa aslında çok etkilebileceklerini söyledim. Müzik ruhun gıdasıysa, beslenirken her vitaminde yararlanmak gerektiği gibi müziğin de her türünden yararlanmak lazım. Kimilerinin aile yapısına göre değişebilir ama öyle anlaşılıyor ki eğitimli gençlikte müzikte nesil farklılaşması pek yok.
Türk Dünyası’nda İnsan Hakları
Abdullah Buksur İHAF, İnsan Hakları Avrasya Federasyonu-Genel Başkanı
Ülkem Açık Uçlu Parantez ÜLKEM AÇIK UÇLU PARANTEZ Türkiye’yim ben; Bütün kutsallarıyla oynanan, milli-manevi değerleri yok edilen, gümrükleri delik deşik; Hani kapitülasyonları kaldırmak, özgür ve bağımsız kalabilmek için bütün emperyalist ülkelere karşı, uğrunda can verilen ülkeyim. Birinci cihan harbinde sınırlarından saldırıya uğrayan ama bu gün kimliksiz aydınlarının kafası ve başkenti istila altında olan ülkeyim. Sınırlarımı tankla topla füzelerle değiştiremeyenler, beni yönetenlerimi değiştirdi ne? İşgale uğradım, kan damlıyor yüreğimden. Sokaklarım beni soyanlarla/satanlarla dolu. Beni afiyetle yemek isteyenlerin iştahı kabarmış. Bu emperyalist saldırıya karşı, benim nefsi müdafaamı yapacak yok mu? Bayrağım dalgalanıyordu semada.Yine güneydoğudan bir şehit ağıdı var, şafak vaktinde vurulmuş. Beni savunanlar ise kırk yıla mahkûm. Özgürlük ve barış çığlıkları atanlar, bana kan ve gözyaşı verdi. Yaşamak yaşatmak derken, yüreğime nişan aldılar. Paramparça yüreğim, gözlerimden akan kan. Kendi kanımda boğmak istiyorlar beni. Tanır dünya alem beni; Girit te soykırıma uğrayanda benim, Irak da, İran da, Kıbrıs ta, Kırımda, Doğu Türkistan da yok edilende bendim; Hocalıda insanlık dışı soykırımı yaşayanda; Düşmana karşı bu ülkeyi canı pahasına savunanda; Ben işledim bütün suçları; İsyanda benim suçum artık. Bunu demem boşuna, uşaklar almışlar onu da benden. İsyan demek boşuna, her doğan gün daha da karartıyor geceyi; Işık yok, aydınlık yok, göremiyorum yarınımı. Dikmiş üzerime küresel hâkimiyetçiler termal kameralarını, kendi elimle parçalanmasını bekliyorlar bedenimin. Sizde susacakmışsınız? Benim çocuklarım, katliamınıza ortak olmak için. Dün olduğu gibi bu günde, yeniden yazmak gerek mazlum milletlerin özgürlük destanını her şeye inat. Siz çeliğe su verenler, siz ki asla unutmayanlarsınız; Haykırın artık küresel kraliyetçilere ve onun uşaklarına; “ayağa kalkarız ve kurduğunuz bu kahpe düzeni, yerle bir, tuz - buz ederiz” diye. Ürkütür ruhum hainleri ve kimliksiz satılmışları; Yönetiyor beni paraya tapanlar.Yetmiyormuş gibi sattıkları, satarken birde aşağılıyorlar beni!... Soruyorlar utanmadan; “sattıysak sırtlarına vurup götürecekler mi? Diye. Bilmediğimi/unuttuğumu mu sanıyorlar, Filistin’in nasıl satılıp İsrail’in kurulduğunu. Siz susanlar; ödersiniz bedelini bir gün bu suskunluğunuzun. Ben şimdi açık uçlu bir parantezim. Nasıl kapanacağımı Allah bilir.
Ayşenur Elen’den Mesaj Var İsmi Müslüman ses sanatçıları arasında gittikçe duyulan Ayşenur Helen Sağlam, Avrupalı gençlerin sevdiği hip-hop, rap ve Latin Amerika stillerini kullanarak Yunus Emre ve Mevlana’nın mesajlarını gençlere gitar eşliğinde sunuyor. Yaptığı müzikle büyük beğeni toplayan Helen’in konserlerine ise daha çok Müslüman olmayan izleyiciler ilgi gösteriyor. Samanyolu Televizyonunun düzenlediği bir program için Zaman Avrupa’yı da ziyaret eden Helen, Filipinli ses sanatçısı. Hıristiyanlığa son derece bağlı Ramos ailesinde dünyaya gelen Helen’in müziğe olan yatkınlığı Filipinlerde görev yapan Hollandalı bir papaz tarafından keşfedilmiş ve geliştirilmiş. Kilisenin verdiği burslarla lise ve müzik eğitimini devam ettiren Helen, sahip olduğu yetenekten dolayı 13 yaşında kilise korosunun başkanlığını yapmış. Filipinlerin Başkenti Manila’da konservatuara giden ve opera eğitimi alan Helen, konservatuar süresi boyunca kendini kaliteli genç sanatçı olarak tanımlıyor. Helen aralarında Papa II. Jean Paul’ün’de bulunduğu çok sayıda din ve devlet adamına özel konserler vermiş. Müzik eğitimini devam ettirme amacıyla Almanya’ya gelen Helen,
Köln Konservatuarına kaydoluyor. Konservatuar eğitimi boyunca farklı dereceler alan sanatçı, konservatuarı en iyi derece ile bitiriyor. Bu arada İslamiyet’e olan ilgisi de artan Helen, ileride eşi olacak Sinan Sağlam’ın da yardımı ile İslam dinini araştırmaya başlıyor. İki sene süren arayış sonunda Müslüman olmaya karar verdiğini söyleyen Ayşenur Helen, “Arayışım sırasında eşim bana yardım etti. Farklı kitaplar getirdi. Müslü-
man oldum. Aldığım çok güzel iş tekliflerine rağmen müziği ve operayı bıraktım” diyor. Ayşenur Helen, müzik piyasasını bıraktıktan sonra 8 sene boyunca müzik çalışmalarına evde devam etmiş. Ama bir süre sonra Avrupalı gençlerin dinlediği müzik tarzını gören ve beğenmeyen Helen, “Gençlere ve çocuklara ulaşmam gerektiğini anladım. Onlara içeriği güzel, ama aynı zamanda gençlerin ilgisini çekecek müzik sunmaya karar verdim” diyor. Gençlere kendi dillerinde seslenmek ve mesaj ulaştırmak istediğini dile getiren Helen, Avrupalı gençlerin sevdiği hip-hop, rap, Latin Amerika stillerini kullanmaya karar vermiş. Yunus Emre ve Mevlana’nın mesajlarını gençlere gitar eşliğinde sunan Ayşenur, İngilizce ezgilerinin sözleri ise tamamen kendi eseri. Sanatçı söylediği ezgileri CD şekline de getirmiş. Albüm çalışmaları dışında farklı şehirlerde konserler veren Ayşenur Helen, “Şimdiye kadar Almanya ve Yunanistan’da çok konser verdim. Konsere gelenlerin büyük bir çoğunluğu Müslüman olmayan izleyicilerden oluşuyor. Şimdi ise Yunus Emre ve Mevlana’nın memleketi Türkiye’de konser vermeyi hayal ediyorum.” dedi.
14
Bulgaristan Türklerinin Sesi
Sevenleri İncitmeyin
Sevgi değil midir? Sevdiğinin yoluna türlü çilelere katlandıran… Aşığına dağları deldiren… Mecnun edip çöllere düşüren… Sevgi değil midir? Vatan uğruna, bayrak uğruna, toprak uğruna seve seve canlar verdiren… Kaldırırsanız aradan bu sevgiyi… Ya da incitirseniz seveni; sevdiğinin uğruna değil can vermek, sevgiliye ait bir iz bile bulamazsınız sevenin gönlünde… Eğer seven ile sevilen arasına girerse fitne, işte o zaman ayrılık yakındır. Kimse bir fedakârlık bekleyemez sevenden… Hatta zamanla nefrete dönüşme ihtimali bile vardır sevginin… Dost düşman herkes Türk milletinin asker bir millet olduğunu, vatan, bayrak, toprak uğruna her şeyini seve seve verebileceğini yakinen bilir. Tarih Türkün şanlı mücadelesine şahittir. Çanakkale’de verilen mücadeleye şahitlik edenlerin “Türkler birkaç saniye sonra öleceğini bile bile siperden çıkıp, bildikleri duaları okuyarak düşmanın üzerine atlıyor. Onların bu azmine karşı koymanın mümkünü yoktur” ifadelerine sık sık rastlarsınız.
Türk bilim adamından büyük buluş Üretilen etken malzeme, ve virüsler üzerindeki etkisinin ispatı, dünya tıp literatüründe makale olarak yayınlandı. Uzun zamandır dünya ülkelerini kasıp kavuran ve binlerce bilim adamının üzerinde çalışma yaptığı Domuz Gribi (H1N1,H3N2) ve Kuş Gribi (H5N1, H9N2) virüslerini parçalayarak yok edebilen etken malzemeyi Türk bilim adamları buldu. Balıkesir Üniversitesi (BAÜ) ile ortak çalışma yaparak bu etken malzemeyi hazırlayan Türk Bilim Adamı ve
dünyanın tek bitki özü üretebilen laboratuarlarına sahip olan Faruk Durukan, üretmeyi başardığı etken malzemeyi dünya bilimi ile paylaştı. Japonya’daki dünyanın önde gelen bilim adamları tarafından yaklaşık 7 aylık bir çalışmadan geçirilen “oleoropein” adlı etken malzemenin, Domuz Gribi ve Kuş Gribi virüslerini parçalayarak yok edici bir yapıya sahip olduğunu onayladı. Büyük buluşun altına olumlu yönde imzalarını atan dünyanın en başarılı bilim adamları, çalışmayı dünya tıp literatürüne makale biçiminde sundu. Bitki özlerinin etken malzemelerini, dünyanın en gelişmiş tesislerinde üretmeyi başaran Türkiye’nin gururu Faruk Durukan, amaçlarının, Türk ARGE’sini dünya ARGESİ’nin üzerine çıkartmaktan öte olmadığını söyledi. Yıllardır yürüttüğü tüm başarılı çalışmaları Türkiye’deki 25 üniversite ile ortaklaşa başardıklarını ifade eden Durukan, “Son yaptığımız çalışmamızı dünya bilimi evrensel olarak onaylamıştır. Dünya bilimi evrenseldir. Bizim amacımız Türk ARGE’sini dünya ARGE’sinin üzerine çıkartmaktır. Dünyada bulunan bütün problemleri sahiplenmekteyiz ve bu problemleri çözmeye çalışıyoruz. Böylece Türkiye’den dünya bilimine katkı sağlamakla birlikte, dünya biliminin Türklere muhtaç olduğunu da ispatlıyoruz. Tabi ki bunları yaparken de Türkiye’den 25 üniversitemizden de destekler alıyoruz” dedi. Türk bilim adamı Faruk Durukan, taşın suyunu çıkartarak dünya bilimini şaşırtmayı başarmış, 3 bin yıldır çare bulunamayan zeytin kara suyunu faydalı hale getirmiş, zeytin çekirdeğinden aktif karbon üretilebildiğini ispatlamış, yanmayan kumaş ve eşya üretimi sağlamış, doğal bitki özlerinden kök boyası üretmiş, elde ettiği bitki özlerinden ilaç sanayisine ve tıp alanına onlarca faydalı buluşları bulunan Balıkesir’in Edremit ilçesindeki “Kale Nuturel” adlı firmanın yetkilisidir.
Akdenizliler Geleceğe Bakıyor
İşte Türkün bu mücadelesinin altında yatan; vatan, bayrak, toprak ve Allah sevgisidir. Kimseyi sevmediği bir şeye zorlamak mümkün müdür? Sevgiye dair bir şeyler anlatmaya çalıştık sevgili dostlar… Buradan yola çıkarak, son yaşanan, terör örgütü mensuplarının karşılanma ve serbest bırakılma sürecinin doğuracağı sosyal yaralara parmak basmak istedik. Bu satırları yazarken bir yandan da korkularımın gerçekleşmeye başladığını televizyonda izlemenin acılarını da ruhumda yaşamaktayım… Terör örgütü ile verilen mücadele kapmasında canlarını veren şehitlerin ve gazilerin aileleri ve vatandaşların feryatları, tepkileri gayet düşündürücüdür. Onlar diyor ki; “biz evlatlarımızı bu vatanın uğruna ne için şehit verdik? Eğer terör örgütü mensupları bu kadar davulla zurnayla karşılanıyorsa, evlatlarımıza silah çekenler çiçeklerle karşılanıyorsa, bundan sonra kimse bizden bu topraklar ve bu vatan için fedakârlık beklemesin…” Sessiz çoğunluğun sevgi bağları zedelenmiştir. Vatanını bayrağını sevenler, incinmiştir… Asıl telafisi mümkün olmayan ve bizim için tehlike çanlarının çaldığı yer işte burasıdır. Kim bilir açılım sürecinin senaryosunu yazanlar, beklide seven ile sevilen arasındaki bağları koparmak için böyle bir şeytanlık düşünmüştür… Elbet bu günler de geçer, siz yine de sevgi bağlarınızı kuvvetli tutun ve vatanınıza sahip çıkın…
Miloud, Fas’ın Asilah kentinde gerçekleşen Arap ve Avrupa Gençlik Toplantısı’na katılan 140 katılımcıdan sadece biri. Akdeniz’in bu güzel şehrinde Arap ve Avrupalı gençler geçen hafta bir araya gelip 3. Arap Gençlik Forumu ve 2. vrupalı Arap Gençlik Toplantısın’da göç konusu üzerine tartışıyorlardı. Avrupa Konseyi, Arap Birliği, Avrupa Gençlik Forumu’ndan gelen katılımcıların salonda oluşturduğu mozaik görülmeye değerdi. 5 yıl önce tüm Arap gençlerin bir araya gelip sorunlarını tartışacağını ve hatta Avrupalı gençlerinde bu sürece katılacağını düşünmek büyük bir hayaldi diyordu toplantının organizatörlerinden Ahmad Alhindawi. Arap Gençlik Forumu fikrinin nasıl ortaya çıktığının ve bu sürecin nasıl gerçekleştiğini anlamaya çalışıyoruz. Avrupalı ve Arap gençlerin işbirliği çok derinlere dayanmıyor. 11 Eylül sonrası dönemde UNDP’nin 2002 yılında Arap ülkelerinin gençlik politikalarını koProfesör ve Köylü nusunda çok önemli uyarılar içeren Arap Bölgesi İnsanı Kalkınma Raporu bu ilişkiler için ilk basamaklardan biri. Sorularımı yanıtlayan Arap Birliği Nüfus Politikaları ve Göç Departmanı Direktörü Khaled Louchi, uluslararası konjonktürün ve bölgesel iç gelişmelerin gençlik forumu fikrinin oluşmasına zemin hazırladığını söylüyor. Avrupa Konseyi’nin özellikle gençlik politikaları konusunda büyük tecrübesi olduğunu belirten Louchi, Avrupa başarısını Arap ülkelerinde uygulamak istediklerini söylüyor. Profesör... Avrupa Arap Gençlik İşbirliği meyvelerini vermeye Filiz Soytürk şimdiden başlamış. İki taraf arasında gerçekleşen birçok projenin dışında en somut başarılardan biri de Tatevik Bir profesör konferans vermek üzere salona girmiş. Ama bakmış ki salon, ön sırada oturan seyis dışında boş- Marganyan ve eşi. muş. Bu seneki forumun eğitmenlerinden biri olan MarKonuşup konuşmama konusunda tereddüde düşen Profe- ganyan, eşiyle Avrupa Konseyi’nin bir etkinliği aracısör sonunda seyise sormuş: ğıyla tanışmış. Marganyan, geçen seneki Ürdün’deki ilk - Buradaki tek kişi sensin. Sana göre konuşmalı mıyım, Avrupalı Arap Gençlik Toplahtısı’nda Arap toplumunun yoksa konuşmamalı mıyım? çok kültürlüğünü gördükten sonra Mısır’da yaşamaya Seyis cevap vermiş: karar verdiğini açıklıyor. - Hocam ben basit bir insanım, bu konulardan anlamam. Fakat ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp bir tanesinin kaldığını görseydim, yine de onu beslerdim. Bu sözlere hak veren Profesör konferansa başlamiş. İki Türkiye’ye gelen yabancı ziyaretçilerin sayısı Ocaksaatin üzerinde konuşmuş durmuş, konferanstan sonra da kenEylül döneminde geçen yılın aynı dönemine göre yüzde dini mutlu hissetmiş, dinleyicisinin de konferansın çok iyi oldu1.96 artarak 23 milyon 977 bin 305’ten 24 milyon 447 bin ğunu onaylanmasını isteyerek sormuş: 231 kişiye yükseldi. Ekim ayında ise gelen turist sayısı ge- Konuşmamı nasıl buldun? çen yılın aynı ayına göre yüzde 6.28 artışla 2 milyon 617 Seyis cevap vermiş: bin 193’e ulaştı. - Hocam sana daha önce basit bir adam olduğumu ve bu Kültür ve Turizm Bakanlığı Ekim ayı Giriş-Çıkış Yakonulardan pek anlamadığımı söylemiştim. pan Yabancı ve Vatandaşlar istatistiklerini açıkladı. Buna Gene de eğer ahıra gelir, biri dışında tüm atların kaçtığını göre, yılın ilk on ayında Türkiye’yi ziyaret eden yabancı sagörseydim, onu beslerdim, ama elimdeki tüm yemi ona verip yısı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 1.96 artış gösde hayvanı çatlatmazdım. tererek 24 milyon 447 bin 231 oldu. Geçen yılın aynı dö“Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşıdakinin anlaneminde 23 milyon 977 bin 305 turist Türkiye’ye gelmişti. dığı kadardır.”
Avrupalı Arap işbirliğini en önemli konularından biri de göç. Gençlerin, göç sürecinde en fazla etkilenen grup olduğunu dinliyoruz Avrupa Konseyi Spor ve Gençlik Direktörü Rui Gomes’den. Göç konusunun içinde çok farklı boyutu barındırdığını söylüyor. “Küresel bir dünyada bu sorun hem Avrupa hem de Arap gençlerini yakından ilgilendiriyor. Ama bunun da ötesinde bu tartışma iki tarafın birbirine nasıl baktığını ifade ediyor” diyor. Taraflar birbirini anlayabiliyor mu? Toplantının eğitimcilerinden Aygen Bekte, bu konuda şüpheli. Arapların bu diyalog sürecinde kendi kütlerlerini kaybetme korkusu var. Genellikle Avrupalılara karşı şüpheli yaklaştıklarını belirtiyor, Bekte. 2 seneden beri devam eden sürecin de özellikle Avrupa Konseyi ve Avrupa Gençlik Forumu’nun teşvikiyle ilerlediği görüşünde. Sorunun nedenlerinden biri de iki taraf arasındaki sivil toplum anlayışı olduğunu söylüyor Bekte. “Avrupalı Sivil Toplum Örgütü yaklaşımı hak temelli iken, Arapların tarzı yardım temelli sivil toplum niteliğinde” Forum’da Avrupalı Arap gençlik organizasyonlarının koordinasyon toplantısında çıkan tartışma Bekte’yi destekliyor. Avrupalı katılımcılar toplantıda gönüllü yer alırken, Arap Birliği’nin kuralı gereği her Arap katılımcıya 200 dolar ödendiğini öğreniyoruz. Bu işbirliği için önemli sorunun Arap gençlerinin yapısıyla ilgili olduğunu aktarıyor Bekte. Avrupalı örgütlerin toplumla iç içe olduğunu vurgulayarak, Arap gençlerinin ise temsilcilerinin ekonomik ve siyasi olarak toplumun üst tabakasından geldiğini söylüyor. Fakat ekliyor: “Tüm bunların ötesinde gençlerin bir araya gelmesi ve ortak kararlar alması oldukça önemli.” Avrupalı ve Arap Gençler forum sonrasında göç ve gençlik politikalarında özellikle Arap Birliği ve Avrupa Konseyi olmak üzere tüm ilgili kurumları sorumluk almaya çağıran bir bildiri kabul etti. Özellikle göç eden gençlere yönelik Arap ve Avrupalı ülkelerin yasal düzenlenme yapma, seyahat hakkı tanımalarına ve tüm gençlere insan hakları temelinde eşit şekilde davranmaya çağrısında bulundular. Fakat, toplantının son gününde duyulan bir haber gençlerin umutlarını yaraladı. Fransızca yayınlanan La Tribune gazetesinin haberine göre Fas Meclisi’nin göç temalı Avrupa Arap Gençlik Toplantısı’ndan 2 hafta önce ülkeye giren yaşa dışı göçmenlere hiçbir özel veya kamu kurumunun destek vermeyeceğini ve göçmenlerin haklarının ihlal edilmesi durumunda da hiçbir sorumluluk kabul etmeyeceğini belirten bir yasa kabul etti.
Gelen Turist Sayısı 25 Milyona Yaklaştı Aynı dönemde gelen 24 milyon 447 bin 231 yabancı ziyaretçinin 1 milyon 479 bin 456’sının günübirlikçi olduğu görüldü. Ocak-Ekim döneminde Türkiye’ye gelen yabancı ziyaretçilerin yüzde 32.25’i Antalya, yüzde 26.06’sı İstanbul, yüzde 11.44’ü Muğla, yüzde 9.74’ü Edirne, yüzde 4.01’i İzmir sınır kapısından giriş yaptı. Aynı dönemde Türkiye’yi en çok ziyaretçi gönderen ülkeler sıralamasında Almanya 4 milyon 38 bin 566 ile birinci, Rusya 2 milyon 581 bin 244 ile ikinci, İngiltere 2 milyon 337 bin 902 ile üçüncü sırada yer aldı. İngiltere’yi Bulgaristan, İran, Hollanda, Gürcistan, Fransa, A.B.D ve İtalya izledi.
BULTÜRK TEMSİLCİLERİMİZ Almanya-Köln: 1913 Sofya
Aylık Siyasi Aktüel Gazete
www.bulturk.eu / bilgi@bulturk.eu - Tel: 0212 511 33 91 İmtiyaz Sahibi Rafet ULUTÜRK Yazı İşleri Müdürü Alptekin CEVHERLİ Yazı İşleri Müdür Yardımcısı Mümin TOPÇU Genel Yayın Yönetmeni Rafet ULUTÜRK Genel Yayın Müdürü Rıdvan TÜMENOĞLU Yayın Danışmanları Diş Dr. İsmail ALİOĞLU Prof. Dr. Hayati DURMAZ Prof. Dr. Emin ÇARIKÇI Prof. Dr. Ahmet ÇOLAK Em. Alb. Süheyl ÇOBANOĞLU Yavuz GÖKALP YILDIZ Em. Kur. Alb. Nurettin RUACAN Prof. Dr. Basri ERDEM Niyazi GÜLER Doç. Dr. Emine İNANIR Hüseyin DEĞİRMENCİ Dr. Nazım ZAFER
Haber Sorumlusu: Nafiye YILMAZ Hukuk Danışmanı: Av. İhsan MOLLAOĞLU Ekonomi Müdürü: Zihni KARPAT İstihbarat Müdürü: Hüseyin YILDIRIM Eğitim Sorumlusu: Ayşe YILMAZ Görsel Yönetmen: Muharrem KIRAN Kültür-Sanat: Muharrem TERZİ Spor Müdürü: Mümin YILMAZ Art Direktör: Timur BOZKURTOĞULLARI İnternet Müdürü: Murat ULUTÜRK Halkla İlişkiler: Eliz KÖKLÜCELİ Reklam Müdürü: Ramazan ÖZGÜR İrtibat Bürosu: (500 Evler) Yıldırım Mh. Kocatepe Cd. No: 30/A 500 Evler - Bayrampaşa / İSTANBUL Tel: 0212 581 78 08 / 511 63 47 Fax: 0212 511 33 91 Reklam için İrtibat: 0212 526 51 98 Teknik Hazırlık: Abdullah Hacıfettahoğlu Baskı: Akademi (0212) 493 24 67 - 68 Bu gazete basın yayın ilkelerine uymayı taahhüt eder. Yazarlar yazılarından sorumludur.
Rafet DAL
TÜRKİYE
Amerika-New York: Terken HACALOĞLU
Ankara:
Belçika-Antwerpen: Nevi BEYTULLAH
İstanbul
İspanya-Madrid:
Bayrampaşa:
Dr. Bilican DERMAN
Sultangazi:
Seyhan ÖZGÜR
Hüseyin Hasan (+34665397923)
Kazakistan-Türkistan:
Erkan
Salih DOĞAN
G.O.P. Yeşilpınar: Suzan YAMAÇ
BULGARİSTAN Sofya:
Hikmet EFENDİEV
G.O.P. Merkez:
Metin AKIN
Blagoevrad:
Bülent MURADOV
Zeytinburnu:
Mustafa GÜLER
Smolyan:
Rufat FELETİ
Esenler:
Ramazan KIŞLA
Kırcaali:
Emel BALIKÇI
Başakşehir:
İsmail ERDEM
Momçilgrad:
Akif MEHMET
Bursa:
Üzeyir AKGÜN
Ardino:
Aziz ŞAKİR
Bursa-Yıldırım:
Turhan YAMAÇ
Cebel:
Erdal H. AHMET
Bursa-Hürriyet:
Rıdvan TÜMENOĞLU
Plovdiv:
Fikret SEPETÇİ
Bursa-Yenibağlar: Cevat ÇALIŞKAN
Stara Zagora:
Hamiyet DAL
İzmir
Loveç:
Emine BAYRAKTAROVA
Sarnıç:
Durmuş HATİPOĞLU
Troyan:
Ergül BAYRAK
Görece:
Mümin GÜNEY
Pleven:
Rafet RODOPLU
Buca:
Hüseyin PAŞAMOĞLU
Şumen:
Nurten RECEP
Bornova:
Kenan ÖZGÜR
Razgrad:
Aydoan ALİ
Edirne:
Nadir ADLI
Haskovo:
Güner SERBES
Kırklareli:
Ali ÖZTÜRK
Silistra:
Tijen GÜLER
Tekirdağ:
Sezai ALTINAY
Varna:
Salih POMAK
Balıkesir-Bandırma: Güner BAŞARAN
Dobriç:
Sebahattin AYYILDIZ
Eskişehir: Osmangazi Ünv. - Svgin GÖKE
Bulgaristan Türklerinin Sesi
15
Eviniz Küçükse...
“Küresel ısınma 1950 yılına doğru başladı”
Kanada’daki bir gölün tortularının, küresel ısınmanın 1950 yılına doğru başladığını gösterdiği bildirildi. ABD’nin Colorado eyaletindeki Boulder üniversitesinde görevli buzul bilimci Yarrow Axford, Kanada’nın kuzeyinde bulunan ve bu ülkenin en büyük gölü Baffin’den alınan tortularda yapılan tahlillerin, Kuzey Kutbuna yakın olan gölde, iklimin ısınması sonucu biyolojik ve kimyasal değişikliklerin 1950 yılına doğru başladığını gösterdiğini belirtti.
Araştırmayı kaleme alan bilim adamları, 200 bin yıldır süren doğal soğuma devrinin, insanların faaliyetleri sonucu atmosfere salıverilen sera gazları sonucu sona erdiğini, küresel ısınmanın başladığını ve gölde biyolojik ve kimyasal değişikliklerin meydana geldiğini kaydetti. Tortularda, aralarında yosun ve sinek fosillerinin de bulunduğu değişik jeokimyasal izleri tahlil eden bilim adamları, 1950’lerden itibaren, en düşük sıcaklıklarda yaşayabilen türden iki küçük sinek neslinin gölün bulunduğu bölgede yok olduğunun altını çizdi. Bilim adamları ayrıca, gölde 20. asırdan önce çok nadir görülen tek hücreli Diatome adlı yosunun 1950’den itibaren çoğaldığını saptadıklarını bildirdi. Araştırmacılara göre, bu gelişmelerin, ısınma sonucu göldeki buzların erimesinden dolayı meydana geldiğini kaydettiler. Baffin gölü hakkındaki araştırma, ABD Bilimler Akademisinin (PNAS) 19 Ekim tarihli araştırmalar yıllığında yer alıyor.
Traklardan Avrupa’ya Ruh
Bulgaristan kültürü karma bir yapı sergiliyor. Trak’lardan Roma imparatorluğuna, Hristiyan kültüründen Osmanlı sanatına, Slav folklorundan Batı Avrupa kültürüne kadar bir çok etkileşimden geçen Bulgarlar, üstün yeteneklerini de işin içine katınca, son derece kaliteli ve özgün bir kültür ve sanat birikimi ortaya çıkmış. 19.yüzyılda, Bulgaristan’ın Avrupa ile yakınlaşması sonucunda kültür ve sanatta toplumsal sorunların öne çıkmaya başladığını görülüyor. Sonrasında da sosyalist estetik anlayı şı öne çıkmış. Ama bugün artık farklı bir dünya var: kültür hayati AB üyeliğiyle daha da hareketlenmiş bulunuyor. Duvar resimleri ve ikonalar Trak’lardan gelen resim yeteneği, hristiyanlık döneminde kimliği belirsiz ressamlarca yapılmış duvar resimleri ve ikonalarla daha da güzelleşmiş. Ortodoks’luk diniyle özdeşleşmiş olan “ikona” sanatı ve duvar resimleri, doğal olarak Bulgaristan’da en üst düzeyde uygulanmı ş. Ülkedeki kiliselerin hemen hepsinde olağanüstü güzellikte duvar resimleri ve ikonalar var. Modern resim ise, 19. yüzyılda Zahari Zograf ile başlıyor. En yaratı- cı ve üretken ressamlardan biri, aynı zamanda ikona desinatörü. Döneminin duvar resimlerine kırsal öğeleri sokan ender sanatçılarından. Zlatyo Boyacıyev, Bulgar tarihinde silinmez bir yere sahip. Eserleri iki döneme ayrılıyor: Beyin kanaması ndan öncekiler ve sonrakiler. Sağ kolu felç olduktan sonra tek eliyle üretmiş ölümüne dek. Küçük fırçalarla çalışmış. Kırsal dünyayı resmetmiş. Hastalığından sonra stili değişmiş, netlik kaybolmaya başlamı ş, hayal dünyası daha öne çıkmış. Bulgar resminin, “Maistora” (Usta) olarak adlandırılan Vladimir Dimitrov ile parıltılı bir hal aldığını, en dikkat çekici eserlerinden birinin “Bulgar Madonnası” olduğuna da değinmek gerek. Bulgarların 9. yüzyılda hristiyanlığı benimsemelerinin ardından inşa ettikleri kiliseler, Bulgar mimarlık sanatı nın ilk önemli ürünleri sayılıyor. Yıllar geçtikçe kiliselerin boyları küçülmüş, ama süslemelerin sanatsal değeri giderek artmış. 14. yüzyı ldan sonraki dönemde ise Osmanlı etkileri göze çarpıyor. Osmanlıları n bıraktığı mimari eserlerin yanı sıra, Bulgar evlerinde de Osmanlı mimarisinin izlerini görmek mümkün. 1878’de, bağımsızlığın kazanı lmasında sonra, ülkede şehirciliğe ve kamusal binalara önem verilmiş. Parlamento binası, Sofya Tiyatrosu gibi önemli yapılar bu döneme ait. Ama günümüzdeki yeni inşaatların hemen tamamı modern teknolojiyi yansıtan formları ve konforu ile, çağdaş mimarinin
birer örneği. Edebiyat ustaları Ortaçağ döneminde, Bulgar edebiyatı nda dini eserlerin ağır bastığı görülüyor. Sonraki yüzyıllarda ise başkaldırı ruhunun ve milliyetçiliğin egemen olduğu, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmaya başladığı yeni bir edebiyat dönemi var. Bağımsızlık sonrasında, önce Rus, sonra da Fransız ve Alman edebiyatı etkisi baskın. Mizah ürünleri de bu dönemde ortaya çıkmaya başlamış. Ardından komünist sanat anlayı şının ön planda olduğu dönem geliyor ve sonra da bugünler.. Ivan Vazov, bağımsızlık sonrasının en meşhur yazarı ve milli şair. Yazılarında halkın ideallerini ve hislerini anlatmış. “Boyunduruk Altında” isimli romanı bir dünya başarı- sı. Bulgar yazarları saymakla bitecek gibi değil. Seçkin isimlerden bazıları şöyle sıralanabilir: Pencho Slaveikov: şairlerin en önemlisi. Luben Karavelov, en saygın yazarlardan, uzun yıllar direnişçi olarak da faaliyette bulunmuş. Aleko Konstantinof: En iyi mizahçı. Onunla edebiyat dünyasına yeni bir hava gelmiş. Peyo Yavorov: Lirik şair, sembolizm akımının temsilcisi. Hristo Botev 28 yıllık hayatı boyunca şair, vatansever, gazeteci ve devrimci. Ülkenin en büyük yazarlarından Emilian Stanev’in eserleri 20’den fazla dile çevrilmiş. 100. doğum yılı münasebetiyle, 2007, UNESCO tarafından “Emilian Stanev yılı” ilan edilmiş. Hayatının akışı çok ilginç: Önce resim okumuş, sonra maliyeyle ilgilenmiş, Sofya belediyesinde çalışmış, ardından Tırnova’da av sahası işletmiş, akademisyenlik ve iki dönem milletvekilliği yapmış. Doğaya ve hayvanlara adanmış öykülerinde, önemli tarihi olaylardan ve insan ruhunun gizlerinden esinlendiği yazılarında özel bir gözlem yeteneği, inanılmaz bir ifade yeteneği var, dile çok hakim. Aşk öyküleri yazmış, üç de felsefi romanı var. Elin Pelin ise, öykücü, çocuk edebiyatı ve fabl yazarı. Daha 20’li yaşlarda üne kavuşmuş. Asıl adı Dimitar Ivanov Stoyanov. Önce köy öğretmenliğiyle başlamış çalışmaya, sonra gazetecilik, kütüphanecilik yapmış. Bulgar Yazarlar Birliği Başkanı da olmuş. Çok dikkatli bir gözlemci. fiehir yaşamı ile kırsal yaşamı kıyasladığı “Geracite” adlı romanı, 19.yy Bulgar edebiyatının baş yapıtlarından. Yordan Yofkov da tıpkı onun gibi iki dünya savaşı arasındaki döneme damgasını vuranlardan. Konstantin Konstantinov ise Bulgar kültürel hayatının geçmişini ve iki savaş arasında yaşananları anlatıyor eserlerinde. Gelenekçilikle yenilikçilik arasında dengeli bir köprü kuran sanatçının romanları, denemeleri ve kısa öyküleri var.Çağdaş romanda en ünlü isimler arasında ise Nikolai Haitov, Ivailo Petrov ve bir Osmanlı tarihi uzmanı da olan romancı Vera Mutafcieva’yı sayabiliriz. Sinemada yeni dönem Bulgar sineması yeni bir döneme girmiş durumda. Bir zamanlar her yıl yaklaşık 20 Bulgar filmi yapılır ve devlet tarafından finanse edilirken, rejimin değişmesiyle yeni bir gerçekle karşılaşılmış: pazar ekonomisi. 1991 yılında devlet tekeli kaldı rılınca, sinemada bir çöküş baş göstermiş. Ama artık bir canlanma var: 2003’te yeni bir yasa ile Devlet, Bulgar filmlerinin yapımını, dağıtımını ve yayınını finanse etmeyi üstlenmiş, ayrıca sinemalara Bulgar filmi gösterme şartı getirilmiş.Geçmişte, Ranghel Valtchanov‘un “Küçük Adada” filmi (1957) dışarı ya açılan ilk film olmuş. Vılo Radev’in “fieftali Hırsızı” filmi de uluslararası başarı elde etmiş. 1970’lerin kilit filmi “Iconostase” (Hristo Hristov ve Todor Dinov) Bulgar kırsalında 19.yy güncel sorunları nı irdeliyor. Nicola Korabov’un “Tütün” filmi ise 1963’te Cannes film festivalinde altın palmiye kazanmış.
Özel Balkan Rumeli Kalp Hastalıkları Merkezi Hasta muayenesi stent, efor testi, EKG
Küçük bir eviniz mi var? Umutsuzluğa kapılmayın. En küçük mekanlarda maksimum kullanım alanı yaratmak için bu tavsiyelere uyun ve iyi bir tasarımın tadını çıkarın DAR ALANLARDA YAPILMASI GEREKENLER İyi bir tasarımın tadını çıkarmak için saray gibi evlerde yaşamak gerekmiyor. Aslında küçük alanları büyütmek konusunda aşağıda bolca fikir var; odayı geniş gösteren boyama şekillerinden, sergilemenin etkin yollarına kadar. Burada, dar mekanlarda yaşayan ama tarz sahibi olanlar için tasarım konusunda yapılması ve yapılmaması gerekenlerini paylaşıyoruz. Tavanla başlayın Odalarınızdaki perdeleri duvarın en üst noktasına yerleştirin (örneğin kartonpiyerin hemen altına). Perdeleri yüksek bir yere asmak kumaşın özgürce sallanmasına izin verir ve gözleri yukarı çeker. Ayrıca dikey kartonpiyerler odanızda daha fazla hacim illüzyonu yaratır. Gömme dolaplar yaptırın Gömme dolaplar hemen hemen hiç yer kaplamamalarına rağmen çok geniş saklama alanı yaratırlar ve bu da küçük bir ev için mükemmel bir özelliktir. Oturma odanızdaki gömme kitaplığa birden fazla görev verebilirsiniz: Sadece kitapları veya bibloları koymak yerine mini bar görevini de gömme kitaplığınız üstlenebilir. Yansımalardan faydalanın Aynalar ve cam bölmeler, stratejik olarak yerleştirildiğinde, alanı daha geniş göstermeye yarar. Hatta aynanızı yansıtmasını istediğiniz alan ve objelere göre yerleştirirseniz odanıza ferahlık yanında çok hoş da bir hava katabilirsiniz. Büyük aynalar yanında küçük aynalarda özellikle objelerin yansıtılması konusunda çok stratejiktirler. Örneğin oturma odasındaki gömme kitaplığın yanına yerleştireceğiniz küçük bir ayna buraya yerleştirmiş olduğunuz biblo, bardak vb hoşunuza giden görüntüleri ikiye katlayabilir. Aynalar dışında uygulayacağınız diğer yansıtıcı alanlar da çok işinize yarayabilir. Örneğin sarı boyaya cila ekleyerek duvarların odadaki az ışığı yansıtmasını sağlayarak odanızı ışıl ışıl yapmanız mümkün. Ayrıca büyük bir dolapla yemek odasındaki spot ışıklarını dilediğiniz gibi yönlendirebilirsiniz. Odaların birbirine açılmasını sağlayın Farklı alanları belirgin şekilde ayırmak önemlidir ama bitişik odalar arasında bazı açıklıklar olması hepsinin daha büyük görünmesini sağlar. Tıka basa dolu mutfağınızı, yemek odasından tamamen ayırmak yerine büyük bir geçiş alanı ile bu iki mekanı birbirine bağlayabilirsiniz. Yine aynı şekilde, ofisinizi camlı bir kapıyla oturma odasına bağlayarak, iki odanın da aynı ışığı almasını ve hatta tasarıma göre aynı manzarayı görmesini de sağlayabilirsiniz. Farklı alanları zarifçe ortaya çıkarın Tamamen farklı duvar renkleri ya da döşemeler seçmeden bir odayı diğerinden ayırın. Yemek odasında kullanabileceğiniz döşemenin dama tahtası deseni, hem mutfakla arada tanımlayıcı bir alan yaratılmasına hem de fazla yer kaplamayan bir halı gibi gözükmesine yarayabilir. Her odaya farklı bir hava verin Oturma odasını yemek odasından ayırmak için duvarlara desen çalışması yapabilirsiniz; Benzer tonlarda, örneğin biri düz, biri fitilli dokunun kullanılması, mekanlarını tanımlamanın yanında zengin bir görüntü de sağlar. Bu tonlar hem birleştirici bir etki yapar, hem de mekanlarda bir süreklilik havası vererek hissedilen toplam hacmi arttırır. Bunun için boyanın yanı sıra duvar kağıtları ve günümüzde her yerde bulabileceğiniz çıkartma şeklindeki duvar desenlerini deneyebilirsiniz. Ayrıca sade döşemeli kornişler kullanarak mutfak camını süsleyebilir, kullanacağınız çizgili desenlerin duvar ve tavana yansımasını sağlayabilirsiniz. Açık renkleri tercih edin Renk kurallarından biri de açık tonların ileriye doğru gidip odayı daha geniş göstermesi, koyu renklerin ise geriye giderek alanı daraltmasıdır. Mutfağınızda havadar be-
yaz dolaplarla ferah bir görüntü sağlayabilir, aynı etkiyi yatak odanızda beyaz nevresimlerle verebilirsiniz. Gözleri yukarı çekin Bu daha fazla hacim olduğu illüzyonunu yaratır ve alan darlığını azaltır. Beyaza boyanmış kaplama kartonpiyer oturma odanızın tavanını öne çıkarabilir; çizgili duvar kağıdı da mutfak duvarlarının yüksekliğini arttırabilir. Yemek odanızda duvarın üçte ikisi yükseklikte kullanabileceğiniz dikey döşeme parçaları, önünü kısmen kapatan dikey sandalye arkalıklarıyla beraber özel bir etki yaratır. Yer döşemelerini sürekli hale getirin Evin her yerinde aynı döşeme malzemesini kullanmak süreklilik duygusu verir; göz bir odadan diğerine atlamaz; daha ziyade alanlar arasında dolaşır. Eğer ahşap döşemelerden hoşlanıyorsanız hafif desenli bir görüntü mekanın çok daha geniş görünmesini sağlar. Günışığını içeri alın Büyük camlar güneş ışığının duvarlardan yansımasını sağlar ve en korkunç odayı bile aydınlatır. Banyo ya da yatak odası gibi mahremiyet gereken alanlarda, güneş ışığının içeriye dolmasına izin verecek şekilde, kolayca ayarlanabilir perdeler yerleştirin. Örneğin yatak odanızda, pencerelerden gelen ışık mafsallı panjurlarla azaltılabilir. Güneşin sıcak ışıklarından korunmak için onları kapalı tutabilir ya da güneş ışığı almak için hepsini açabilirsiniz. Oturma alanınızı genişletmek için, eğer varsa, dış alanlardan faydalanabilirsiniz. Alanınızı dışa açın Avlu, balkon, kış bahçesi gibi mekanlar, çok fazla masraf çıkarmadan, kullanılabilir alanı çok fazla arttırır. Veranda içerideki bir odanın tüm konforunu sağlayabilir: böcekleri uzakta tutmak için perdeler, kızgın güneşten koruma sağlamak için bir tente veya rahatınızı sağlayacak sıcak ve davetkar mobilyalar. DAR ALANLARDA YAPILMAMASI GEREKENLER Büyük boyutlardaki mobilyalardan korkmayın Büyük boyutlu, kır evi stilinde dolaplar gibi bazı etkileyici büyük parçalar, gereken saklama alanını sağlamanın yanısıra odanın çok çıtkırıldım görünmesini engelleyen odak noktalarını yaratabilir. Eve çok fazla şey yığmayın Bazen az gerçekten çok anlamına gelir. Odaların çok kalabalık olması mekandaki ferahlık hissini azaltır ve odaların olduğundan küçük görünmesine sebep olabilir. Gömme dolaplarınızı ve yarattığınız diğer depolama alanlarını kullanarak ortada çok fazla ufak tefek olmamasını sağlayın. Gereksiz bulduklarını atın veya dönüştürün. Eğer bütün fazlalıklardan kurtulduğunuzu düşünüyorsanız tekrar bakın, mutlaka daha fazlası vardır. Çok fazla desen kullanmayın Evinizin huzur dolu ve sakin olması için daha durgun renkler seçebilirsiniz. Eğer evde çoçuk veya kedileriniz varsa beyaz gibi dinlendirici renkler yerine, kir göstermeyen adaçayı yeşili gibi renkleri seçebilirsiniz. Tavanı unutmayın Tavan bir odanın beşinci duvarıdır. Dolayısıyla tavanınıza da duvar gibi davranarak hacim kazanabilirsiniz. Desenli ve renkli boyalar bu alanı değerlendirmenizde yardımcı olabilir. Mimari detayları atlamayın Kartonpiyer ve kaplamalar sadece gösterişli alanlar için değildir. Küçük alanlarda da bu detayları kullanarak vurgu yaratabilir, mekanı süsleyebilir ve mekanı öne çıkarabilirsiniz. Odanızda koyu renk kartonpiyer kullanımı desenli tavanlar için ilham kaynağı olabilir. Mobilya almış olmak için mobilya almayın Evinizdeki insanların ve genelde gelen misafirlerin sayısına göre ne kadar koltuğa ihtiyacınız olduğunu hesaplayın ve bu miktara uygun mobilyaları alın. Yoksa, hiç rahat olmayan tıka basa dolu bir alanda sıkışıp kalırsınız. Cicili bicili perdelerle dağınıklık yaratmayın Deseni ağır basan kumaşlar, dikkati özenle tasarlanmış bir odadan alıp kendine çekecektir. Güneş ışınlarını filtreleyen ve komşulara karşı mahremiyetinizi koruyan, mobilyalarınıza uygun, basit perdeler seçin. En ufak bir alanı bile boşa harcamayın Dolaplar çok kullanışlıdır. Ayakkabı ve diğer ihtiyaçları saklamak için ekstra dolaplar aynı zamanda dağınıkığı da minimum da tutmak için gereklidir. Dolaplar aynı zamanda eşyalarınız için bir kategorizasyon görevini yerine getirerek, gerektiğinde fazlasını ayıklamanız için size uyarı da verir. Küçük bir bahçeyle sınırlı kalmayın Eğer küçük de olsa bir bahçeniz varsa, bir havuz ve sade ahşap bir bankla küçük ama davetkar bir arka bahçe yaratabilir, bahçe içinde odak noktası oluşturabilirsiniz. Ayrıca çiçekler de bahçenizi sevimleştirmenin yanı sıra kompozisyonu tamamlamak açısından size yardımcı olabilir.
Dinç Ofset Matbaacılık Muharrem Kuru Kitap, dergi, gazete, broşür ve
Servet Çelik
katalog işleriniz itina ile basılır
Millet Cad. Adasaray Apt. No: 53/1-3 Fındıkzade / İstanbul Tel: 0212 585 32 31 (Pbx) 585 62 03 Fax: 0212 530 64 08
Alemdar Mh. Çatalçeşme Sk. Yavuz Han. No: 26-28 D: 16-18 Sultanahmet / İstanbul Tel&Fax: 0212 511 97 78 - 511 36 19
Evitan Çakır Diş Hekimi
Yıldırım Mah. Ali Fuat Başgil Cad. No: 31 Kat: 1 Bayrampaşa / İstanbul Tel: 0212 479 26 40
1913 Sofya
Aylık Siyasi Aktüel Gazete
Avrupa’nın En Büyük ve Modern Camisinin Temeli Dualarla Atıldı
Kazakistan Cumhurbaşkanı Türkiye’de “Bununla beraber yüzünüzü doğuya da çevirmeniz yerinde olur diye düşünüyoruz”
Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, TBMM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada AB üyeliğini desteklediklerini ancak Türkiye’nin yüzünü doğuya da çevirmesi gerektiğini söyledi. Nazarbayev, “Rusya ile stratejik bir ortaklık geliştirmesi, Çin’le dengeli bir siyaset yürütmesi Türkiye’nin itibarını yükseltecektir” dedi. Nazarbayev, Türkiye ziyareti öncesinde Astana’da en güzel mekanların birinde Esil nehrinin kıyısında Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük bir heykelini törenle açtıklarını belirterek, bu heykelin Kazak halkının Türklere olan kardeşlik duygularının bir tezahürü olarak kabul edilmesini istedi. “TÜRKLERİN BİRLİĞİNİ SAĞLAMAYA HAYATLARINI ADAYAN AYDINLARIMIZIN İDEALLERİ GERÇEKLEŞME YOLUNDA”
Son yıllarda Türkiye’nin ekonomik alanda dünyada 17., Avrupa’da ise 6. sıraya yükselen, sanayisi hızla gelişen bir ülke konumuna geldiğine işaret eden Nazarbayev, küresel siyasette de özel bir konumu ve kendi bölgesinde büyük gücü olan bir ülkeye dönüştüğünü vurguladı. Türkiye’nin AB’ye üye olmasını desteklediklerini dile getiren Nazarbayev şunları söyledi: “Bununla beraber yüzünüzü doğuya da çevirmeniz yerinde olur diye düşünüyoruz. Rusya ile stratejik bir ortaklık geliştirmesi, Çin’le dengeli bir siyaset yürütmesi Türkiye’nin itibarını yükseltecektir. Ankara’nın Türkçe konuşan akrabalarıyla yakın ilişki siyasetini takip etmesi bizi özellikle memnun etmektedir. Bu hususta Kazakistan da elinden geleni esirgememektedir. Türk dünyasındaki işbirliğinin hiç kimseye karşı olmadığı açıktır. Bu süreci, aralarındaki ilişkiler kesintiye uğramış kardeş ülkelerin birbirine olan samimi ilgili olarak değerlendirmek gerekir. Biz ancak aramızda güç birliği yaptığımızda Türk medeniyetini dünyaya tanıtabiliriz. Diğer milletlere eşit ve prestiji yüksek devletler olarak bir yere varabiliriz. Yüce Atatürk’ün asil ülküsü, Turar Riskulov ve Mustafa Şokay gibi Türklerin birliğini sağlamaya hayatlarını adayan bütün aydınlarımızın idealleri gerçekleşme yolundadır.” Türklerin ortak kültürünün araştırılması için Türk Akademisi kurulmasını teklif ettiğini söyleyen Nazarbayev, bu akademinin merkezinin tüm Türklerin ata yurdu sayılan Kazak topraklarındaki, Astana’daki Dostluk ve Uzlaşma Sarayı olması gerektiğini belirtti.
“Almanya’ya gelmiş olan Müslümanların burayı vatan edinmiş olmalarının ispatıdır” Avrupa’nın en büyük ve modern camisi olacak olan DİTİB Merkez Camii, genel merkez ve kültür merkezi kompleksinin temeli bugün düzenlenen bir törenle atıldı. Diyanet İşleri Türk İslam Birliği’nin Almanya’nın Köln kentinde inşa ettirmeye başladığı, toplam 16 bin metrekarelik bir kullanım alanına sahip olacak ve 25 milyon Euro’ya mal olması beklenen cami ve kültür merkezi kompleksinin temel atma törenine Yurtdışındaki Türklerden Sorumlu Devlet Bakanı Faruk Çelik,
Almanya Devlet Bakanı Werner Hoyer (FDP), Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Köln Büyükşehir Belediye Başkanı Jürgen Roters (SPD), eski başkan Fritz Schramma, Protestan ve Katolik kiliselerinin temsilcileri gibi yetkiler katıldı. Törene bir mesaj gönderen Almanya Başbakanı Angela Merkel mesajında, “Bu caminin inşa edilmeye başlaması, Almanya’ya gelmiş olan Müslümanların burayı vatan edindikleri anlamına geliyor. Bu ise uyum için çok önemli bir adımdır.” dedi.
KGB Ajanının Olimpiyat Oyunu Anılarını kaleme alan eski bir KGB ajanı Vladimir Popov gizli istihbarat servislerinin spora bile el attığını ortaya çıkardı.Popov kitabında Olimpiyat Komitesi Başkanlığı’nı 21 yıl yürüten, Franco sempatizanı olmakla suçlanan Juan Antonio Samaranch’ın 70’li yıllarda Sovyet gizli servisine çalıştığını
yazdı. 1980-2001 yılları arasında IOC Başkanlığı yapan Samaranch’ın KGB ajanı olduğu iddiası Popov’un “KGB Satranç Oynuyor” isimli kitabında anlatılıyor. Yakında 90 yaşına basacak olan Samaranch ise suskunluğunu koruyor.
e-posta adresleri nüfus cüzdanlarında Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) Başkanı Tayfun Acarer, ‘’yerli arama motoru’’ kurulmasına yönelik çalışmaları 2010 yılında tamamlamayı hedeflediklerini ve ‘’Anaposta Projesi’’ kapsamında, her çocuğun doğar doğmaz nüfus cüzdanında yazılı olan bir posta adresine sahip olacağını bildirdi. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) Başkanı Tayfun Acarer, ‘’Youtube’’ ve ‘’Google’’ başta olmak üzere mevcut tüm arama motorlarının yabancı kaynaklı olduğunu hatırlatarak, ‘’Bu nedenle, şu andaki internet yoluyla yapılan her türlü haberleşme yabancı ülkelere gidiyor, oralardan geri geliyor. İşin bu açıdan bir güvenlik tarafı var’’ dedi.Mevcut yabancı arama motorlarının Türkiye’nin ihtiyaçlarına cevap vermediğini, ülke hassasiyetlerine zaman zaman duyarsız kaldığını ifade eden Acarer, Türkçe
ABD’deki Türk öğrencilerin sayısı artıyor
ABD’de yüksek öğrenim yapan Türk öğrenci sayısı geçtiğimiz yıla oranla yüzde 10 artış gösterdi.
ABD’de yüksek öğrenim yapan Türk öğrenci sayısı geçtiğimiz yıla oranla yüzde 10 artış gösterdi. ABD üniversitelerinde okuyan Türk öğrencilerin sayısı, 12 bin 30 kişiden, 13 bin 263 kişiye yükseldi. ABD’deki Türk öğrenciler, bu ülkede öğrenim gören tüm ülkelerden gelen toplam öğrenci sayısının yüzde ikisini oluşturdu. ABD’de yüksek öğrenim gören yabancı öğrenci sayısı da 2008-2009 öğretim yılında yüzde 7,7 artış göstererek 671 bin 616 kişiye yükseldi. ABD’de, yüksek öğrenim yapmak için en fazla yabancı öğrenci gönderen ülke ise 103 bin 260 kişiyle Hindistan oldu. Türkiye, ise sıralamada 8’inci sırada yer aldı.
Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği’nin Faaliyetlerinden Görüntüler
Yönetim Kurulu üyemiz İsmail Erdem, Sayın Faruk Çelik’e Bulgaristan sorunları ile ilgili raporu sunarken
Yönetim Kurulu üyemiz Müjgan Deniz, İstanbul da bulunan öğrencilerle yapılan toplantıdan bir görünüm
karakterlerden kaynaklanan sıkıntılar da yaşandığını dile getirdi. Acarer, şunları kaydetti: ‘’Yerli arama motorunun kurulmasına yönelik çalışmaları 2010 yılında tamamlamayı hedefliyoruz. Çalışmalarımızı, üniversitelerin yanı sıra işletmecilerle birlikte sürdürüyoruz. Yerli arama motorunun Türkiye’nin yanı sıra Türk cumhuriyetleri ile İslam ülkelerinde de çok tutulacağını ve bu ülkelerin bizim arama motorumuza çok daha fazla güveneceğini düşünüyorum.’’ E-posta adresleri nüfus cüzdanına yazılacak Yerli arama motoru kurulması çalışmaları kapsamında ‘’Anaposta Projesi’’ni de yürüttüklerini anlatan Acarer, şöyle konuştu: ‘’Proje kapsamında, 70 milyon vatandaşımızın her birine 10 GB mail kotası olan bir elektronik posta adresi verilebilecek.
Her çocuk doğar doğmaz nüfus cüzdanında yazılı olan bir posta adresine sahip olacak. 70 milyon kişinin TC kimlik numarası eşleşmesi seviyesinde kullanılabileceği bir mobil ağ sağlanmış olacaktır. Yahoo, Hotmail, Gmail gibi yabancı ve güvenli olmayan posta adresleri ve ağları kullanılmamış olacak. İslam ülkeleri ile Türk cumhuriyetleri, Türkiye’nin posta altyapısını tercih edeceklerinden, uluslararası büyük bir ağ ve internet haberleşme ortamı sağlanmış olacak.’’ Projenin yazılım altyapısının tamamlandığına ve test uygulamalarının başlatıldığına dikkati çeken Acarer, ‘’Bu ölçekte geliştirilecek bir projenin uygulamaya sunulması ve ulusal bir e-posta altyapısının kurulması, teknik, ekonomik ve soysal açıdan ülkemize büyük prestij ve kazanımlar sağlayacak’’ dedi.
54 ülkeye vizesiz gitmek mümkün TÜRK vatandaşlarının tabi olduğu vize uygulamaları ülkeden ülkeye çeşitlilik gösteriyor. Taşıdığı pasaport türü ne olursa olsun Türk vatandaşları şu ülkelere vize
almadan gidebiliyor: Antigua-Barbuda, Arjantin, Arnavutluk, Bahamalar, Barbados, Belize, Bolivya, Bosna Hersek, Brezilya, Ekvador, El Salvador, Fas, Fiji, Filipinler, Guatemala, Güney Afrika, Gürcistan, Haiti, Hırvatistan, Honduras, Hong Kong, Jamaika, Japonya, Karadağ, Kazakistan, Kırgızistan, KKTC, Kolombiya, Güney Kore, Kosova (6 Haziran 2010 itibariyle), Kosta Rika, Mamau Özel İdare Bölgesi, Makedonya, Maldivler, Malezya, Mauritius, Nikaragua, Palau Cumhuriyeti, Paraguay, St. Vincent-Grenadines, Singapur, Solomon Adaları, Sri Lanka, Suriye, Svaziland, Şili, Tayland, Trinidad Tobago, Tunus, Tuvalu, Uruguay, Venezüella,