ÇOCUK VE GENÇLİK EDEBİYATINDA “GERÇEKLİK” VE “ÇOCUK GERÇEKLİĞİ” Nilay Yılmaz Çocuk ve gençlik edebiyatı alanında pek sık duyduğumuz ve kullandığımız sözcükler, kavramlar vardır: “Pedagoji” ve “çocuk gerçekliği” gibi. Bu kavramlar hemen hemen her panelde, her söyleşide, her sempozyumda karşımıza çıkar ve çıkar çıkmaz da akan suları durdurur. Çünkü biz, çocuk yazınına gönül verenler, biliriz ki çocuk kitapları yazanların pedagojik açıdan hata yapmamaları gerekir. Çünkü “çocuk gerçekliği” hataları kabul etmez. Çocukların didaktik söylemlerden hoşlanmadığını da biliriz. Asıl işin, parmağımızı sallayarak onlara öğütler vermek değil, çocuklara kendi çıkarımlarını yapabilecekleri öyküler sunmak olduğunu da biliriz. Yani biz, çocuk yazınına gönül verenler, bu alana dair söylenmiş pek çok şeyi sular seller gibi ezbere biliriz. Çocuk yazınıyla uzaktan ya da yakından ilgisi olan hemen hemen herkesin ağzından onlarca, yüzlerce kez duyduğumuz şeylerdir bunlar. Hatta çocuk yazını ile teorik olarak uğraşanların bunlara ekleyeceği birkaç şey daha olabilir. Örneğin; her yaş grubunun farklı ilgileri olduğu; yaşamdaki her konunun çocuk kitaplarının da konusu olabileceği; kitabın hedef kitlesine uygun olan punto ve yazı karakteri ile sunulmasının önemi; kitaplarda resim ve metin uyumunun gerekliliği; çocuğu birey yerine koymanın yani ona öykülerin nesnesi değil de öznesi gibi davranmanın olmazsa olmazlığı vb. daha birçok kural ekleyebilir araştırmacılar. Bu maddelerin dışında, son zamanlarda en çok eleştirilen, dikkatle incelenen şeylerden biri de yazarın ele aldığı konuya “didaktik” yaklaşıp yaklaşmadığıdır. Tanıtım yazılarında çoğunlukla bu didaktik yaklaşım konusuna değinilir. Çünkü çocuk kitapları yazan yazarlar genellikle bunu yapabilme becerilerine göre ölçülüp değerlendirilirler. Biraz önceki maddeler gibi, didaktizm konusunda da, bu alana gönül vermiş hemen hemen herkesin ezbere söyleyeceği şeyler hep vardır. İster yazar, ister editör, ister çizer, ister yayınevi sahibi, isterse akademisyen olsun, herkes bilir ki didaktik olmak yanlıştır, kestirme yoldur, kolaycılıktır. Ne söylenecekse didaktik olmadan anlatmak lazımdır. Üstelik didaktik söylem ele alınan sorunu çözmeyen bir yaklaşım içerdiğinden işlevsel de değildir. Elbette bunları bilmek yani panellerde, söyleşilerde didaktizm hakkında konuşmak başkadır, bunu yapıtlarında uygulayabilmek başka. “Teori” ve “pratik” ne yazık ki bu konuda da bir türlü yan yana gelemez. Eğer bu ayrılığı peşinen kabul ettiyseniz, bu düşünceleri her yerde heyecanla savunan bir yazarın, ürettiği yapıtlarda tam tersi bir yaklaşım içinde olduğunu görünce şaşırmazsınız. İnsanın şaşırma duygusunu kaybetmesi hiç de iyi bir şey olmamasına rağmen, eğer çocuk ve gençlik yazınına gönül veren biriyseniz ne yazık ki bu duygudan bir an önce kurtulamanız şarttır. Aksi halde sürekli şaşıra şaşıra, bir süre sonra bu teori-pratik birlikteliğinin imkansızlığını içinizde normalleştirerek bu duyguya siz de yabancılaşabilirsiniz. Bu şartlar altında yazarların ya da bu alana gönül veren araştırmacıların iki yaklaşımı gözlenir. Yazarlar ya yaptıklarının farkında olmadan, yazılanları üzerlerine alınmaz, konuşmaya devam ederler ya da alınganlığı abartarak kendilerini her yerde açıklamaya çalışırlar. Araştırmacıların yaklaşımı da genellikle yazarın takındığı tavırın bir ortalamasını alma yönündedir. O orta yol üzerinden ilerlemek, gerekmedikçe rengini belli etmemek güvenlidir, olması gerekendir. Yazarların tavırlarını detaylı olarak şöyle açıklayabiliriz: Yazarlar, sanki
1
yapıtlarında hiç didaktik yaklaşım yokmuş gibi panellerde bu konu hakkında ahkam keserek dinleyenlerin bu yaman çelişki karşısında ya şaşkınlıktan dillerini yutmalarına ya da gülümsemelerine neden olurlar. Bu yazarların bazıları gerçekten nasıl yazdıklarının farkında değillerdir. O yüzden söyledikleri şeyi can-ı gönülden savunurlar. Onları dinleyenler yazarın tutarsızlığının farkındaysalar, neler düşünürler? Birinci tip dinleyiciler teori ile pratiğin ya da konuşmacı yazarın imkansız aşkını çoktan kabullenmiş olduklarından yazara soru sormanın anlamsızlığı içinde susmayı tercih edenlerdir. Bu suskunluk aslında bir vazgeçişin ürünüdür. Daha önce pek çok iletişim biçimleri denenmiş, tarafların birbirini dinleyip anlamaya çalışmasının boşa kürek çekmek olduğu çoktan öğrenilmiştir. İkinci tip dinleyiciler süslü sözcüklerin, klişelerin ve duymak istedikleri şeylerin birisi tarafından söylenilmiş olmasının büyüsü içinde konuşmacı yazarı sevinçle alkışlayanlardır. Büyük olasılıkla yazarla ilk buluşmalarıdır. Henüz yazarın hiç bir yapıtını okumadıklarından onun söylediklerine inanmamaları için nedenleri yoktur. En kısa zamanda yazarın yapıtları edinilir. Bu tip dinleyiciler, yazarın kitaplarını okuduktan sonra ya birinci tip dinleyici olurlar ya da sonsuza kadar ikinci tipte kalırlar. Aslında bu iki dinleyici tipinin karması olan üçüncü bir dinleyi tipinden de söz edilebilir. Bana sorarsanız en kötüsü bu dinleyici tipidir. Onlar da yazarın tutarsızlığına şaşırmazlar ama yazarın bir çelişki içinde olduğunun kesinlikle farkındadırlar. İkinci tip dinleyiciler gibi konuşmacı yazarı alkışlayabilirler. Ama pek çok şeyin farkında olmalarına rağmen konuşma sonrasında konuşmacı yazara beğenilerini sunmaktan ve onu tebrik etmekten çekinmemeleri onları ikinci tip dinleyicilerden de farklı kılar. Bu alkış ve kutlama ritüeli, ister nezaket için, isterse görev icabı yapılmış olsun bu tutumun satır arasında ifade ettikleri çocuk kitaplarında bahsedilen pek çok değere, modele ters düşer. Gelelim ikinci tip yaklaşım içinde olan yazarlara, yani kendisine yönlendirilen soruları, eleştirileri dikkate alan, daha doğrusu söylenilenlerden “alınarak” kırgınlık, küskünlük içinde olanlar ve kendisine eleştiriyi yönelten kişiyi gördüğü her yerde açıklama yapmaya çalışanlar. Çoğunlukla bu açıklama temelli diyalog pek ilerlemez, genellikle yazarın “siz öyle düşünebilirsiniz ama ben öyle düşünmüyorum” sözcükleri arkasına gizlenen savunma mekanizmaları ile son bulur. Bu durumda karşı tarafta olan kişi, genellikle birinci tip dinleyici konumundadır. Yazar zaten üç sözcükte bir “ben, ben, ben” diyerek yaptığı işlerden ve ne kadar değerli biri olduğunu anlatmakla meşgul olduğundan senli-benli-bizli bir diyaloga geçmek de pek olası değildir. Onu sessizce dinlemekten başka çıkar yol yoktur. Gelelim yazarların yapıtlarını inceleyen araştırmacılara. Çoğunlukla kimseye kötü görünmemek ve kimseyi kırmamak için orta halli inceleme çalışmaları yapan araştırmacılar arasında cesur söylem içinde bulunanlara da rastlamak mümkündür. Bu noktada “cesur” sözcüğünün tanımında hem fikir olmamız gerekiyor. Çünkü pek çok alanda olduğu gibi çocuk yazınında da çoğunlukla “cesurluk” “üslupsuzlukla” eş değerdedir ve bilimsel yöntemden arındırılmış bir yaklaşımla, nesnelliğe yakışmayan bir söylemle, genellikle öfke ve alay duyguları eşliğinde dinleyiciye sunulur. Bilimsel sözcüklerle süslenmiş, taraflı, yöntemsiz, deneme tadındaki bilimsel sunumlar bunu görüp anlayanların artık şaşırmayı bırakması yüzünden sessizlikle karşılanırken, anlamayanların da şık bilimsel sözcükleri alkışlaması ile son bulur. Gerçek bilimsel cesarete rastlamak bu topraklarda nadir görüldüğünden cesaretimsi görünen şey ne yazık ki çoğunlukla haddini bildirme, egoyu tatmin etme ve alkış toplamaya ya da diğerlerinden ne kadar farklı olduğunun ispatına hizmet eder. Gerçekliğimiz, yani çocuk gerçekliğini bilimsel ya da estetik yapıtlarında sunanların gerçekliği işte budur. Bu şartlar altında çocuk ve gençlik yazınında söz
2
edilen “gerçeklik” de şöyle özetlenebilir: Ne yazık ki yetişkin edebiyatında eksikliği duyulan eleştiri kurumu bu alanda da yokluğunu belli ediyor. Tanıtım yazılarında birkaç pedagojik ve format eksikliğine değiniliyor; belirli bir yöntem/kuram çerçevesinde sıkı eleştiriler yapılamıyor. Yapıldığı durumlarda bunun bedeli ağır oluyor. Söylenilenler ne yazık ki tekrardan ibaret. Ezberlenmiş sözcükler ve kavramların ötesinde düşünülemiyor. Yani “çocuk gerçekliği” denilen şey, biraz önce bahsettiğim en temel özelliklere değinen yazıların (resim, punto, yazı karakteri seçimi, öykünün konusu, hangi değerleri/kavramları öğrettiği vb.) aslında gerçekliğe teğet geçmesinden ibaret. Hepimizin ağzında klişe olan “çocuk gerçekliği” kavramından kimin ne anladığını çok uzun süredir merak ediyorum. Bu süreçte aklımdan geçen soruları sıralayarak yeni tartışmalar açmayı, varolan çocuk gerçekliği paradigmasını sorgulamayı, yeni kavramlar oluşturarak çocuk edebiyatımıza yeni bakış açıları getirme ihtiyacını gündeme getirmeyi istiyorum. • •
• • • • •
•
Çocuk gerçekliği ne demektir? Yapıtın konusunun çocuğun ilgisine, algısına uygunluğu, yazarın bu konuya yaklaşımının nasıl olduğu ve bütün bunların sunulduğu formatın çocuğa pedagojik anlamda uygun olup olmaması, bir yapıtı çocuk gerçekliğine uygundur diye değerlendirebilmek için yeterli midir? Kitaplardaki yaş yönlendirmesi hangi çocuğun gerçekliği ölçüt alınarak belirlenmektedir? Yaşa, ilgiye, algıya vb. uyması gereken gerçeklik hangi çocuğun özelliğidir? Yapıtlarda model olarak gösterilen çocuk Türkiye’deki çocukların yüzde kaçını temsil etmektedir? Yazarın yapıtını yazarken kitabın ulaşacağı kitleyi yani en çok kitap okuyan çocukları -bir bakıma azınlığı- ve sadece onların ilgisini düşünerek yazması kimin gerçekliğidir? Kimin yararınadır? Suya sabuna dokunan bir problemi olan karakterin öykünün bir bölümünde yer alması, onu ve sorunu görünür kılmanın dışında başka ne tür şeylere hizmet etmektedir? Sorundan söz etmek bireyi ve toplumu dönüştürmek ve değiştirmek için yeterli midir? Sunulan çözüm önerileri hangi çocuk gerçekliğindedir, gerçekten gerçekçi midir? Gerçeklik herkes için farklı mıdır ki çocuk gerçekliği diye bir şeyden söz edilmektedir? Parça bütün ilişkisi içinde olamayan bir gerçeklik ne kadar gerçektir? Çocuk yazında çocuğun etrafına örülen kavramsal gerçeklik toplumsal gerçeklikten soyutlanabilir mi? Nilay Yılmaz Cumhuriyet Kitap, 28 Temmuz 2011, sayı 1119
3