16-30 EYLÜL 2013

Page 1

sf 12-13

TC ile çözüm arayışları ve kırılmalar Emperyalistlerin projeleriyle dört parçaya bölünerek tarihi haksızlığa uğratılan Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı temelinde çözülemeyişinin en büyük nedeni emperyalist kapitalizmdir. Emperyalist politikalardan bağımsız olmayan Kürt Ulusal Hareketi’yle TC arasında yapılan görüşmelerde, Kürt ulusunun kazanımları, ‘Türkiyelileşme’ söylemleriyle uzlaşmacı ve tasfiyenin derinleştirildiği bir çizgide ilerlemektedir. sf 18

Halkın Günlüğü

16-30 EYLÜL 2013 Yıl: 4 Sayı: 88 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.org

GÜNCEL

22

Sarıgazi Halk Festivali’nin üçüncü gününde konser programı devam ettiği sırada provokasyon yaratan polis, kitlenin üzerine gerçek mermilerle defalarca ateş açtı. Kitle polise taşlarla karşılık verirken, MKP/PHG, TKP/ML, MLKP, YDG-H ve DHKP-C militanları ile polis arasında çatışmalar gece geç saatlere kadar devam etti. Yaşanan çatışmalar sonrasında Sarıgazi Demokratik Haklar Derneği’ne ve evlere baskın düzenleyen polis, 3 DHF üyesini de gözaltına almaya çalıştı. 10 Eylül gece yarısı Gazi DHD’yi de basan polis, baskını öğrenerek derneğe gelen 3 DHF faaliyetçisini gözaltına aldı.

Çarşı’ya darbe suçlaması

ISSN: 2147-0499

Gökdelenlerin harcı işçi kanıyla yoğruluyor

Halk festivaline saldırı f

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

Bu ülkede yaratılan her değerin içinde yalnızca işçilerin sömürülen, gasp edilen emeği yok, kelimenin tam anlamıyla kanı ve canı var. Kentin kıyılarına itilen işçiler, emekçiler ve ezilenlerin gecekondularında dahi yaşam hakkı ellerinden alınırken, şehrin merkezinde komprador bürokratik burjuvazi devasa görkemiyle harcını işçilerin kanıyla yoğurduğu plazalarını, AVM’lerini ve rezidanslarını yükseltiyor. Mecidiyeköy’de Torunlar İnşaat’a bağlı rezidans inşaatında asansörün 32.

07

TV’nin ‘erkek bacısı’ Seda Sayan’ın marifetleri

kattan yere çakılması sonucu 10 işçi yaşamını yitirdi. Yetmezmiş gibi arkadaşlarını sahiplenmek ve yaşanan katliamı protesto etmek isteyen emekçilere polis vahşice saldırdı. Bozuk asansörle işçileri taşıyarak katleden şirket sahipleri aymazca işçileri suçlayacak kadar alçalırken, Başbakan Davutoğlu katledilen üniversite öğrencisi işçi Hıdır Ali Genç’in babasını arayarak yaşananın bir ‘kaza’ olduğunu, yapalabilecek bir şey olmadığını iddia etti.

10

Emperyalistler arası dalaşta Ukrayna

21


02 güncel haber

16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

‘Faşizmin komplo ve baskılarını boşa

DHF örgütlülüğü ve taraftarları, Gazi Demokratik Haklar Derneği’ne yapılan polis baskınını protesto etmek için Gazi Mahallesi’nde yürüyüş gerçekleştirdi 10 Eylül gecesi saat 00.00’da Gazi Demokratik Haklar Derneği (DHD)’ne baskın düzenleyen özel harekât polisleri, uzun namlulu silahlarla kapıları kırarak, sözde bir ihbar üzerine arama gerçekleştirdi. Hukuk-

suzca arama yapan polisler Gazi Demokratik Haklar Derneği’ne saldırıldığını duyup gelen 3 DHF üyesini de gözaltına aldı. Gözaltı sırasında da işkenceye maruz kalan DHF üyeleri, sözde parmak izi alma bahanesiyle fiziki şiddete maruz kaldı. Demokratik Haklar Federasyonu Gazi örgütlülüğü, DHD’ye yapılan baskını ve gözaltıları protesto etmek amacıyla bir yürüyüş düzenledi. Gazi DHD önünde başlayan yürüyüşte “Gözaltılar Tutuklamalar Baskılar Bizi Yıldıramaz” yazılı pankart taşındı. Eylemde“Yaşasın örgütlü mücadelemiz”,

“Gözaltılar, tutuklamalar baskılar bizi yıldıramaz”, “Yaşasın devrimci dayanışma”, “Önderimiz İbrahim Kaypakkaya” sloganları atıldı. Yürüyüş sırasında halka ajitasyon çeken DHF faaliyetçileri, devletin faşist komplolarının sökmeyeceğini belirterek örgütlü güçle baskılarının ve saldırılarının boşa düşürüleceğini ifade etti. ‘Biz onları tanıyoruz’ Gazi Cemevi önünde yapılan basın açıklamasında ise şu ifadelere yer verildi:“Ülkemizde gerçekleşen işçi katliamlarına, ülkemizde var olan çeteleşmeye, yozlaşma-

ya göz yuman faşist egemenler söz konusu halkın haklı mücadelesini savunan devrimciler olduğunda var oluş amacının ne olduğunu bir kez daha layığıyla gözler önüne sermiştir. Biz onları büyük kapitalistlerin inşaatlarında karın tokluğuna çalışırken katledilen işçilerin katillerinin bekçiliğini yapmalarından biliyoruz. Biz onları mahallelerimizdeki gençlerimizi sokak başlarında zehirleyen uyuşturucu tüccarlarına sessiz kalarak ve onları kollamalarından biliyoruz. Bizler onları en küçük hak arama mücade-

Hasta tutsakların özgürlük mücadelesini büyütelim Abdullah Kalay’la benzer sağlık sorunları yaşayan hasta tutsak Yaşar Dere kalp krizi geçirerek hayatını kaybederken, Ankara Güvenpark’ta Kalay’ın serbest bırakılması talebiyle eylem düzenlendi AKP iktidarı hasta tutsaklar için ortaya konulan tepkileri dikkate almıyor. 12 Eylül rejiminin hapishaneler politikasında ısrar ediyor. Bu politikaları sonucu hapishanelerde her geçen gün yeni tabutlar çıkıyor. Birçok tutsak sağlık sorunlarını çözmek için gösterdiği çaba devlet baskısıyla karşılık buluyor. Sevk işlemleri ve hastanelerde tutsaklara yönelik uygulamalar işkence boyutuna varmıştır. Bu sebepten dolayı tutsakların bazıları sağlık sorunlarıyla yeterince ilgilenmemektedir. Aslında yaşanan sorunlar kamuoyuna

yansıma biçiminden daha büyük boyuttadır.

Kalay’la aynı sorunları yaşayan Yaşar Dere yaşamını yitirdi Kalbinin % 25 çalışan Abdullah Kalay için yapılan tepkiler ve verilen raporlar görmezden gelinmektedir. Kalay’ın durumunun ne kadar ciddi boyutlarda olduğu Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı heyetinin verdiği raporlarda mevcuttur. Kalay için kılını kıpırdatmayan hükümet hasta tutsak Yaşar Dere’nin ölümünden sorumludur. Kalay’la aynı sorunları yaşayan Aliağa Şakran Hapishanesi’nde kalan PKK dava tutsağı Yaşar Dere, 1 Eylül günü geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. Devlet aynı sonu Kalay için hazırlamaktadır. Sağlık sorunu ciddi boyutlarda olan sadece Abdullah Kalay değildir. TİHV’nın raporuna göre 163 tutsağın ölüm sınırında olduğu belirtiliyor.

Abdullah Kalay için Ankara’da eylem Ocak 2014 tarihinden beri hapishanede kalamayacağı yönünde üç ayrı rapor verilen hasta tutsak Abdullah Kalay’ın tahliye edilmesi talebiyle Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) Ankara örgütlülüğü tarafından eylem düzenlendi. Eylemde Abdullah Kalay ve diğer hasta tutsakların serbest bırakılması talebiyle basın açıklaması ve oturma eylemi gerçekleştirildi. Ankara Güvenpark’ta 7 Eylül günü yapılan basın açıklamasında, Abdullah Kalay’ın Ocak 2014 tarihinden beri 3 ayrı raporla hapishanede kalamayacağı, kalp krizi riski olduğu ve kalbinin % 70’inin çalışmadığına vurgu yapılırken, Adli Tıp Kurumu (ATK)’nun tavrı ve yasal süreçteki hukuksuzluğa dikkat çekildi. ATK’nın ideolojik yaklaşımıyla Abdullah Kalay başta olmak üzere 342 hasta tutsağın tedavisi mümkün olmadığı halde çeşitli rahatsızlıklar ve hapishane koşulları

nedeniyle serbest bırakılmadığına değinilerek şu ifadelere yer verildi: ”342 hasta tutsak listesinin ilk sırasında yer alan Abdullah Kalay bunlardan birisidir. Tutsakları ölüme terk eden zihniyeti ve faşizmi buradan bir kez daha yargılıyoruz. Yerel seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimi derken zaman giderek azalıyor. Hasta tutsaklar şu an dahi katledilmiş olabilir. Hapishaneden çıkan her bir tabutun hesabını soracağız. Devletin katliamcı yüzü işlevini sürdürmeye devam ettikçe biz de bu alanlarda devrimci iradenin teslim alınamayacağını haykırmaya devam edeceğiz." Tecrit içerisinde tecrit uygulamasına kendi yasalarını bile çiğneyen devlet zihniyetine vurgu yapılan açıklamada hapishanelerde yaşanan hak gaspları ve tüm insanlık dışı uygulamalara dikkat çekildi. Eylemde “Hasta tutsaklar derhal serbest bırakılsın”, “Abdullah Kalay’a özgürlük” sloganları atılmasının ardından oturma eylemi yapıldı.


16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

03

düşüreceğiz’ lesine azgınca saldırılarından biliyoruz. Biz onları Haziran Ayaklanması’nda Taksim Gezi Parkı Direnişi’nde çevresine, doğasına ve yaşamına sahip çıkan halk üzerinde terör estirmelerinden tanıyoruz. Bir kez daha haykırıyoruz ki; DHF ülkemiz ezilen-emekçilerinin fiili meşru, demokratik mücadelesinin haklı bir mevzisidir. Hiçbir baskı ve komplo bizi bu haklı mücadelemizden alıkoyamaz.” Eyleme HDP, Halkevleri, Partizan, Mücadele Birliği, Halk Cephesi, Kaldıraç, ESP, BDSP, EMEP gibi devrimci demokratik kurumlar destek verdi. Basın açıklaması sloganlarla sona erdi.

Sarıgazi: ‘Baskılar bizi yıldıramaz’

İki kolu olmayan hasta tutsak serbest bırakılmıyor! 13 Ekim 2013 tarihinde Aktaş için ise “hapishanede kalamaz” raporu veren İstanbul ATK raporda Aktaş için "Maruz kaldığı ağır sakatlık nedeniyle hayatını yalnız idame ettiremeyeceği, bir başkasının desteğine ve bakıma muhtaç olduğu" yönünde ifadelere yer verdi. Ancak ATK’nın raporun karşın Aktaş Erzurum Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şubesi’nin verdiği “Toplum güvenliği için tehlikelidir" raporu sebebiyle tahliye olamadı. ATK 30 Ekim 2014’te Aktaş için ikinci kez “hapishanede kalamaz” raporu verdi. Ancak Aktaş polis raporu sebebiyle yine serbest kalamadı. Aktaş’ın avukatları bunun üzerine Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesi'ne itirazda bulundu. İtirazı reddeden mahkeme bir kolu ve bir eli olmayan Aktaş'ın yeniden bomba atabileceği yönünde bir karar verdi. Mahkeme kararında şu ifadelere yer verdi: "Polis noktasına el

Sarıgazi Demokrasi Caddesi’nde bir araya gelen DHF üye ve taraftarları, “Baskılar Bizi Yıldıramaz” pankartını taşıyarak Sarıgazi Meydanı’nda yürüdü. Yürüyüş sırasında kitle, “Yaşasın örgütlü mücadelemiz” , “Baskılar bizi yıldıramaz” , “Yaşasın devrimci dayanışma” , “Önderimiz İbrahim Kaypakkaya” sloganlarını attı. Sarıgazi Meydanı’nda bir araya gelen kitle adına yapılan basın açıklamasında, Gazi Demokratik Haklar Derneği’ne yönelik 9 Eylül’de gece yarısı yapılan polis baskınıyla DHF üyelerinin gözaltına alınması protesto edilerek baskılara karşı mücadele vurgusu yapıldı. Yapılan eyleme ESP, BDP, Aka-Der, Halkevleri ve EMEP destek verdi.

yapımı bomba atması, ilk bombanın patlamaması üzerine hükümlü ikinci bir bombanın fitilini yakmaya çalıştığı sırada bombanın elinde patlaması eylemlerinin toplum güvenliği bakımından ağır tehlike oluşturduğu gibi, hükümlünün mahkumiyetine ve sonuç cezasına konu eylemi ve dosyaya yansıyan hali nazara alındığında toplum güvenliği bakımından ağır ve somut tehlikenin kalkmadığı değerlendirildiğinden itirazların reddine karar verilmiştir." Aktaş’ın avukatları Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin itirazı reddetmesi üzerine tedbir için Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. 1988 doğumlu olan hasta tutsak Ergin Aktaş’ın bir patlama sonucu sol kolu dirseğine yakın yerden, sağ kolu da bilekten kesilmiş durumda. Ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü olan Aktaş patlamadan önce de başından vurulmuştu ve bu sebeple kafatasında çizikler bulunuyor, konuşmakta zorlanıyor ve unutkanlık yaşıyor.

SINIF TAVRI

≫ ismail uçar

SARAYLARINIZI BİR GÜN MUTLAKA BAŞINIZA YIKACAĞIZ

D

ünyayı ellerimizle, alın terimizle biz inşa ediyoruz. Bin yılları bulan insanlık tarihinde hayran kalınan ne kadar eser varsa hepsi ama hepsi nasırlı ellerimizin ürünüdür. Sizlerin adına dünya harikaları dediğiniz, binlerce kölenin, emekçinin kanları üzerine kurulu, Mısır Piramitleri, Çin Sedleri…hepsi ama hepsi kan ve ölüm üzerine inşa edildi. Yine kendi ellerimizle yaptığımız şato, saray, parlamentolarda zevki sefa içerisinde, bizleri nasıl daha iyi sömürüp, kanımızı nasıl daha iyi içeceğinizin hesaplarını yaptınız. Bizim adımıza savaşlara girip, savaşlar kazandınız, kaybettiniz. Bizim için çocuk-yaşlı demeden binlerce insanı katledip, kılıçtan ve kurşundan geçirdiniz. Kendi ellerimizle inşa ettiğimiz yerlere bırakın girmeyi, yanından dahi geçmemize izin vermediniz. Yaktınız, yıktınız, öldürdünüz, sömürdünüz, kanımızı emdiniz. Biz milyonlar, milyarlardık siz ise bir avuçtunuz. Kaleleriniz vardı, askerleriniz, hapishaneleriniz, mahkemeleriniz vardı, karakollarınız, paranız vardı, emrinize amade uşaklarınız. Biz dahi imrenmekteydik size. Yerinize geçmek için çoğu zaman sabahlara dek hayaller kurardık. Varlığınıza şükrediyorduk, doğru ya siz olmasaydınız nice olurdu halimiz. Aç kalır, susuz kalır, açta açıkta yitip giderdik başımızda siz olmasaydınız. Ne kadar şükran duyarsak duyalım olmuyordu ama. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı ve bu bazı şeyler canımızı acayip derecede acıtıyordu. Siz saraylarınızda zevki sefa içinde yaşayıp, eğlenceler düzenlerken bizler sefalet kokan kulübelerimizde soğuktan, açlıktan birbirimize sokulup nefeslerimizle ısınmaya çalışarak birer birer koyun koyuna ölüp gidiyorduk. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı ve bazı şeyleri yoluna koymanın vakti gelmiş de geçiyordu. Dünyanın dört bir yanında ayağa kalktık. Küçük kulübelerimizden birer birer çıkıp kocaman bir derya olduk ve şatolarınız, saraylarınızı nasıl ki vakti zamanında nasırlı ellerimizle yaptıysak aynı şekilde yıkmasını da bildik. Şimdilerde daha görkemli, daha estetik eserlerimiz var. Bakmaya kıyamayacağınız arabalar, evler, binalar, gökdelenler yapıyoruz. Ki gerçekten nasırlı ellerimizle inşa ettiğimiz tüm bu şeylere bakamıyor, yanından dahi geçemiyoruz. Dünyayı inşa ederken kazandığımız paralar soframızdaki ekmeğe ancak yetiyor. Bizlerde tıpkı atalarımız gibi şimdilerde de kulübelerde yaşıyoruz, modern kulübelerde. Evlerimiz ısınsın, fabrika çarkları dönsün,

yaşam devam etsin diye yerin yedi kat dibinde kömür karasına bulanmış yaşamalarıyla bazen birer birer bazen yüzer yüzer yitip giden canlarımızla, göğe uzanan gökdelenler içinde yere çakılıp ölenlerimiz sadece ölümün soğuk nefesinde bir araya geliyor. Adına şimdilerde iş ‘kazası’, ‘ihmal’ hatta ‘fıtrat’ diyorlar. Onlar lüks yaşamlarının şaşalı eğlenceleriyle viskilerini yudumlayıp (gerçi bizimkiler af edersiniz Müslüman oldukları için eğlencelerinde vişne suyunu tercih ediyor) göbeklerini şişirirken, onlar daha fazla semirsin diye bizler yerin yedi kat dibinde, göğün arşında hep ölümle hasbihal etmekteyiz. ‘Fıtrat’ mıdır değil midir bilmiyoruz ama son yüzyılda adına Rusya, Çin, Arnavutluk, Küba, Vietnam…dedikleri yerlerde kulübeler saray haline getirilmişti. İnsanlık tarihinde ilk kez biz işçiler, emekçiler nasırlı ellerimizle kendi yaşamımızı inşa ediyorduk. Kendi yaptığımız şeylerin kölesi olmuyorduk. Yine nice zorluklar yaşıyorduk, nice acılar çekiyorduk, hatalarımızda oluyordu, büyük yanlışlarımızda ama mutluyduk işte. Diyorum ya size binlerce yıllık tarihte ilk kez biz dünyayı yaratanlar dünyaya hükmediyorduk. Doğasıyla, hayvanıyla, bütün canlılarıyla cennet denen ütopik düşün nasıl adım adım inşa edildiğini dosta düşmana gösteriyorduk. Kökleri hala kazınıp gitmemişti içimizden, hala birçoğumuz kendimize efendi, kulübelerimizin başına saraylar arıyorduk. Eskinin zararlı olan ne kadar fikri varsa zihnimizi sarmalamış bizi esir almaya çalışıyordu. Düştük sonra hem de çok kötü düştük ama ölmedik ya. Kalkacağız yeniden hem de daha kuvvetli, daha bilinçli, derslerle kuşanmış bir şekilde doğrulup yeniden yıkacağız sarayları başlarına efendilerin. Bitti diyorlar, artık dünyanın sonuna kadar her şey bu düzende gidecek. Çok duyduk biz bu nakaratı. Binlerce yıllık eskimiş bir şarkının kulak tırmalayan nağmeleri sadece bunlar. Evet, düştük ama kalkmasını da biliriz. Ki bizler bir kalktık mı ayağa, birleşti mi nasırlı ellerimiz yanımızda birer cüceye dönüşür bugün gözümüzde devleştirdiğimiz efendiler, beyler, ağalar, patronlar. Artık yeter. Daha fazla ölüm, zulüm ve sömürü kaldıracak durumda değiliz. Ölümle bin yılları bulan bu ezeli dostluğumuz sona ersin artık. Ardımızda gözü yaşlı, boynu bükük anne-babalarımız, eşlerimiz, çocuklarımız, sevenlerimiz kalmasın. Madem baştan sona biz yaratıyoruz nasırlı ellerimizle bu dünyayı öyleyse biz yöneteceğiz. Madem yaratan, üreten biziz yöneten de biz olmalıyız.


04

güncel haber

16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

Gazi Mahallesi’nde Halk Cephesi’ne polis baskını Gazi Mahallesi’nde Halk Cephesi’ne baskın düzenleyen polis çok sayıda kişiyi gözaltına aldı. Baskın sonrasında Gazi Mahallesi sokaklarında çatışmalar uzun süre devam etti İstanbul Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şube ekipleri, Sultangazi ilçesine bağlı Gazi Mahallesi'nde 12 Eylül günü çok sayıda ev ve kuruma baskın düzenlendi. 40’a yakın ev ve kurumun basıldığı saldırıda 15 kişi gözaltına alındı. Gazi Özgürlükler Derneği’ne de baskın düzenleyen polis, Gazi Halk Meclisi konteynırlarını da kaçırdı. Sabah 07.30 saatlerinde halka saldırıya başlayan polise halkta taşlarla karşılık verdi. Geç saatlere kadar süren çatışmalarda 2 kişi biber gazı kapsülünün gelmesi sonucu yaralandı. DHKP-C militanları ise polise taş, molotofkokteylleri ve silahlarla karşılık verdi.

Antalya’da Kürtçe konuşan genç linç edilerek katledildi Antalya'nın Kaş ilçesinde Mahir Çetin adlı Kürt genci, Kürtçe konuştuğu için ırkçı faşist bir grubun saldırısına uğrayarak katledildi Halkın arasına ırkçılık ve düşmanlık tohumları eken devletin faşist politikalarının sonucunda bir Kürt genci daha katledildi. Antalya’nın Kaş ilçesinde bir otelde çalışan Mahir Çetin (20) ve Vedat Çetin adlı Kürt gençleri, 20-30 kişilik ırkçı bir grubun saldırısına uğradı. Saldırıda ağır yaralanan Mahir Çetin kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti. Saldırıya uğrayan Vedat Çetin’in ifadesine göre ırkçı grup kendilerine “Pis Kürtler” diyerek saldırdı. Mahir Çetin ve Vedat Çetin Kürtçe konuştukları sırada saldırıya uğradıklarını ifade etti.

1 saldırgan tutuklandı Mahir Çetin’in ölümünün ardından hazırlanan otopsi raporunda Çetin’in darp sonucu beyin kanaması geçirerek hayatını kaybettiği belirtildi. Çetin'in cenazesi 5 Eylül günü Batman merkeze bağlı Sinan Köyü mezarlığında toprağa verildi. Saldırının ardından gözaltına alınan 7 kişiden Mehmet Ali Çakmak adlı saldırgan tutuklanırken, 6 kişi ise serbest bırakıldı. Yine devletin tetiklediği bu saldırganlık ve linç kültürü pek çok internet sayfasında meşrulaştırılmakta.Nitekim sanal ortamda Antalya’da yapılan bu katliama ilişkin mutluluk sloganı atanlar darısı diğer Kürtlerin başına ifadeleri ile linç kültürünü yaymaktalar.Bu tutumlar karşısında reflekslerine yabancı olmadığımız devlet ise Ethem Sarısülük’ün katili Ahmet Şahbaz’ı adeta ödüllendirmiştir…

Çarşı’ya’darbe’suçlaması Çarşı Grubu hakkında hazırlanan iddianame, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı tarafından Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilirken, Çarşı Grubu üyeleri, “silahlı örgüt kurarak Türkiye’de Arap Baharı imajı oluşturarak hükümeti devirmeye çalışmak”la suçlandı Çarşı Grubu’nun çok yaratıcı sloganları var. Bu sloganlardan biri de ‘Çarşı darbeye karşı’ idi. AKP savcılarının hazırladığı iddianamede, Çarşı Grubu bir çırpıda darbeci oluverdi(!) Beşiktaş Çarşı Grubu hakkında hazırlanan iddianame, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi. Çarşı Grubu liderlerinin de aralarında bulunduğu 35 kişi hakkında Gezi Ayaklanması’nda “hükümeti yıkmaya teşebbüs” ettikleri iddiasıyla dava açıldı. Ağırlaştırılmış müebbet hapis ‘cezası’ istenen Çarşı Grubu üyeleri, “silahlı örgüt kurarak Türkiye’de Arap Baharı imajı oluşturarak hükümeti devirmeye çalışmak”la suçlandı. Bu iddianame de gösterdi ki haksız uygulamalar yapan faşist düzene karşı gelmenin karşılığı ‘terör’ yaratmakla suçlanmaktır. AKP iktidarını eleştirmemek ve uygulamalarını kabul etmemenin karşılığı ise ‘hükümeti yıkmaya teşebbüs etmek’ olarak kabul edileceği şeklinde ifadelerle sistemden rahatsız olan tüm kesimler tehdit edilmektedir. Çünkü AKP iktidarı basını sindirerek

ve yandaş basın kuruluşları aracılığıyla bu algıyı çok rahatlıkla yaratabiliyor ve baskılarını hayata geçirebiliyor. Berkin Elvan’a çok rahatlılıkla ‘terörist’ diyebilirken, Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren IŞİD’e terörist demeye dili varmıyor. Beşiktaş Çarşı Grubu’nun demokratik tepkisini darbeye teşebbüs ve terör faaliyeti olarak tanımlarken, IŞİD’in tecavüzlerini, kafa kesmelerini ve çocuk yaşlı demeden yaptığı katliamları öfkeli bir grubun tepkisi olarak meşru göstermeye çalışıyor. Çarşı Grubu için pankartlar hazırlayan şahıs hakkında “teröre destek olmak” suçlaması yöneltilirken, IŞİD’e gönderdiği binlerce tır dolusu silahla IŞİD’le yaptıkları işbirliğinden hiç gocunmamaktadır.

Savcılık iddianamesinde müebbet istemi var Yaklaşık bir senedir devam eden soruşturma, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı TMK Soruşturma Bürosu tarafından tamamlandı. Savcılık, 35 şüpheli hakkında 38 sayfalık iddianame hazırladı. Çarşı Grubu’nun kurucularından 'Sarı Cem' lakaplı Cem Yakışkan ile Çarşı'nın pankartlarını hazırlayan Deve Erol lakaplı Erol Özdil ile Halil İbrahim Erol, Numan Bülent Ergenç, Hakan Tezel ve Ayhan Güner de şüpheliler arasında yer aldı. İddianamede 9 polisin de müşteki olduğu belirtildi. İddianamede “Hükümeti yıkmaya teşebbüs” suçlamasının yanı sıra, Çarşı Grubu lideri Erol Özdil, Cem Yakışkan ve Numan Bülent Ergenç “silahlı suç örgüt kurmakla” da suçlandı. Bu suçlamalara dayanarak bu üç kişi hakkında ağırlaştırılmış müeb-

bet ‘cezası’ istenirken, diğer Çarşı Grubu üyeleri hakkında “kamu görevlisine direnmek” , “kanuna aykırı toplantı ve gösteri düzenleme” , “ruhsatsız silah bulundurmak” gibi suçlamalardan da 2 yıldan 50 yıla kadar hapis ‘cezaları’ talep edildi.

Çarşı iddianameyi protesto etti 9 Eylül’de Beşiktaş Çarşı’da bulunan Kartal Heykeli önünde yapılan eylemde, Çarşı Grubu adına basın açıklamasını okuyan Avukat Mehmet Derviş Yıldız, “38 sayfalık iddianamenin 21 sayfası ad, soyad ve ev adreslerinden oluşuyor. Kalan 14 sayfası iddialar. Word programında alelacele çıkarılmış, sayfalar arası 4-5 parmaklık boşluklar var. Bu şekilde bilgisayarda kaydedilmiş bir metin” dedi. İddianamede Başbakanlık Ofisine yönelik saldırı suçlaması hakkında konuşan Yıldız, “Başbakanlık önünde başlayan bu olaylarda Çarşı grubu üyelerini arayıp, ‘Oraya gelin. Sizin semtiniz. Sizin bölgeniz. Bu şiddeti engelleyelim’ diyen kamu görevlileri. Bunun da kayıtları var. Daha sonra da bu insanlara, ‘Siz oraya geldiniz. Bu olaylara sebep oldunuz’ gibi bir iddia var. Bu da ortada. İncelenmemiş, eksik soruşturulmuş” dedi. Gezi eylemlerinde orantısız polis şiddetine dikkat çektiklerini söyleyen Yıldız, “Bu şiddetin artmaması için çağrıda bulunduk. Ancak karşılığında ilk gözaltıların akabinde hakkında suç duyurusunda bulunduğumuz birkaç meczubun, telefonlarda kin ve kıskançlıkla tarafımıza atma cüreti gösterdiği kiralık protestocu yaftasını, emniyetin ve adli soruşturma evraklarının üstünde gördük” dedi.


05 DHF’den Şengal’e yardım kampanyası Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) Ovacık örgütlülüğü,Gazi DHD, Ovacık Belediyesi ve Ovacık Kültür Derneği, Rojava ve Şengal’de IŞİD çetelerinin katliamından kurtulan halk için yardım kampanyası başlattı IŞİD çetelerinin saldırılarına ve katliamlarına karşı direnen Rojava ve Şengal için Demokratik Haklar Federasyonu (DHF), Ovacık Kültür Derneği ve Ovacık Belediyesi yardım kampanyası başlattı. 5-12 Eylül tarihleri arasında sürecek kampanya için yardım toplama merkezi, Dersim Ovacık Belediyesi olarak belirlendi. Kampanyaya dair açıklama yapan Ovacık Belediye Başkanı F. Mehmet Maçoğlu şunları ifade etti: “Ortadoğu’da IŞİD çetesi tarafından halklara yönelik bir vahşet söz konusudur. Bu vahşete karşı uluslararası kamuoyunun da sessiz kalması düşündürücü bir şey. İnsanım diyen herkesten Rojova ve Şengal için destek bekliyoruz”.

‘Katliama sessiz kalma’ DHF Ovacık Temsilcisi ise şunları söyledi: “İslam Devleti adı altında soykırım yaşanıyor, bu hiçbir inanca, hiçbir dine ve de insanlığa sığmayan bir durumdur. Biz de bu durum karşısında DHF Ovacık olarak duyarsız kalamazdık. DHF örgütlüğü olarak Şengal ve Rojava’da yaşanan insanlık dramına sessiz kalamayacağımızı buradan ifade edelim. Tüm halkımızın bu konuyla ilgili duyarlı olması gerekiyor. Biz inanıyoruz, ülkemiz ve Dersim halkı bu konuyla ilgili duyarlılığını gösterecektir. Dersim örgütlüğümüz yardım kampanyasını başlatmış bulunmaktadır. Temelde ihtiyaç olan malzemeler bebekler için mama, çocuk bezi, pişik kremi, su, kuru bakliyat, bozulmayacak temel gıda malzemesi, ilaç, bebek ve çocuk giysisi, giysi v.b’dir.” Gazi Demokratik Haklar Derneği (Gazi DHD), Rojava ve Şengal’de IŞİD çetelerinin zulmüne karşı “Şengal halkı için dayanışmayı büyütelim” şiarıyla dayanışma kampanyası başlattı. Gazi Mahallesi’nin birçok bölgesinde DHF standları açılarak halktan yardım toplandı.

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

OLANAKLAR VE GÖREVLERİMİZ

S

en yanmasan/ben yanmasam/biz yanmasak/nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa… Ya barbarlık ya sosyalizm. Bu slogan belki tarihin hiçbir evresinde şu andaki mevcut durumu anlattığı kadar anlamlı olmamıştı. Tam bir barbarlık gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Dünyanın milyonlarca ezileni açlık, yoksulluk ve sefalet içerisinde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor. Milyonlar sadece karınlarını doyurabilme pahasına yaşamlarını, makine başlarında, maden ocaklarında, inşaat şantiyelerinde, karanlık atölyelerde… tüketip, bazen yavaş yavaş ama çoğu zaman adına ‘iş kazaları’ dedikleri çarkın dişlilerine teslim ediyor. Milyonlar kapitalizmin yönetememe krizi ve kar hırsı uğruna gerici savaşlar, işgaller neticesinde evlerinden, yurtlarından oluyor, bombalarla, kurşunlarla katlediliyor, boğazları, kulakları, bütün vücudu parçalanarak insanlık dışı yöntemlerle yaşamlarından ediliyor. Kan ve vahşet yaşamımızın vazgeçilmez bir parçası haline gelmiş durumda. Kimilerinin fısıltı halinde kimilerinin ise bağıra çağıra söylediği ortak başka bir şey daha var: Başka bir dünya mümkün. Evet, başka bir dünya mümkün. Doğa ve insanın iç içe, sömürü ve zulmün olmadığı, bütün dünya halklarının özgür, eşit olduğu, barış içerisinde yaşayacakları başka bir dünya mümkün. Böylesine bir dünyanın mümkün olduğu 20. Yüzyılda Rusya ve Çin başta olmak üzere sosyalizm deneylerinin yaşanmaya başladığı birçok coğrafyada pratik tarafından ispatlandı. Bütün eksik, hatalı ve yanlış yanlarına karşın gerçekleşen reel sosyalist deneyler, dünya halklarının binlerce yıllık sömürü ve zulüm cenderesi içerisinde kendilerini özgür ve eşit hissettikleri, hem üretip hem yönettikleri kısa süreli yegane deneyimler olarak tarihe geçti. Şimdi önümüzde meşakkatli, zorluklarla dolu bir yol, MLM’nin pratikle çeşitli kereler sınanmış bilimsel kılavuzluğu ve bizi hayallerimize götürecek yöntem ve araçlarımız söz konusudur. Umutsuzluğun, yılgınlığın kol gezdiği ve tarihin sonunun geldiği fısıltılarının kulaktan kulağa yayıldığı karanlık bir dönem yavaş yavaş sona eriyor. Dünyanın birçok bölgesinde çeşitli çap ve niteliklerde ezilenler bir araya gelip, ayağa kalkıyor ve başka bir dünya özlemini dile getiriyor. Yönetenlerin akıl almaz baskı ve zulümlerine karşın korku duvarları aşılarak özgürlük haykırışları sokakları zapt ediyor. Ne ki yatağıyla buluşamayan suyun kuruyup gitmesi gibi doğru bir önderlik ve politik hatla birleşemeyen bu hareketlerin tümü de ya zamanla sönümlenip yok oluyor ya da gerici güçlerin çıkarlarına manivela haline geliyor. Tüm bu resmin en belirgin yaşandığı coğrafyaların başında ise kuşkusuz Ortadoğu gelmektedir. Zengin yer altı ve yer üstü enerji kaynakları ve oldukça çok çeşitli etnik, dini, inançsal, kültürel realite çok uzun zamandır bu alanı emperyalistler için tam bir satranç tahtasına çevirmiş durumdadır. Bugün Ortadoğu ezilen halklarının geniş bir kesimi kendi kaderleri dışında çeşitli güç merkezlerinin politik piyonları haline gelmiş durumdadır. Özellikle etnik ve dini kimliklerinin ezilenler arasında düşmanlaştırma politikasının birer aracı olarak kullanılıp bu yönde geliştirilen oyunlar maalesef büyük ölçüde başarılı olmaktadır. Varlık yokluk sorunu yaşayan komünist-devrimci güçler ve PKK gibi devrimci dinamiklerin oldukça etkin halde olduğu ulusal hareketler dışında Ortadoğu halkları ya bölgedeki hakim sınıf klikleri arası çatışmaların ya da ÖSO, IŞİD, HAMAS gibi gerici dinci örgütlenmelerin politik oyunlarına alet olmaktadır. Ve özellikle ABD merkezli Batı emperyalizmi ile Rusya emperyalizmi arasındaki çelişki ve çatışmalarla, bölge kaynaklarının kimin tarafından sömürüleceği hesaplarının birer parçası olarak çeşitli gerici savaş ve katliamlara alet olmaktadır. Bugün Suriye, Irak, Filistin, Libya’da yaşananlar, Gürcistan, Ukrayna’da meydana gelen gelişmeler…bunların hiçbirisi ezilen halk kitlelerinin kendi kaderlerini tayin etmek için (ki bunun adı devrimdir) komünist-devrimci önderlikler altında bir araya gelip savaştığı bir resme işaret etmemektedir. Aynı durum Türkiye-Kuzey Kürdistan için de geçerlidir. Emperyalizmin ihtiyaçları ekseninde kurulup sahneye sürülen AKP ile yakalanan dönemsel istikrar durumu sona ermiş ve tam bir kriz hali baş göstermiştir. AKP iktidarı tarafından uygulanan politikalar neticesinde dipten gelen dalga Gezi Haziran Halk Hareketi ile TC tarihinde görülmemiş çap ve nitelikte bir kal-

kışmaya tanık olduk. Bu kalkışmanın niteliği ve derslerine dair çok şey yazıldı-söylendi. Fakat komünist-devrimci hareketin aradan geçen zaman dilimindeki söylem ve pratiklerinin gerekli ders ve tecrübeleri bilince çıkaramadığına işaret etmektedir. Özcesi Ortadoğu ve özellikle Türkiye ve Kürdistan coğrafyalarında muazzam devrimci dinamik ve olanaklar mevcuttur. Belki de bölge tarihinde komünist-devrimci bir önderliğe hiçbir zaman böylesine yakıcı bir ihtiyaç duyulmamıştı. “Ancak 'aşağıdakilerin' eski tarzda yaşamak istemediği ve 'yukarıdakilerin' de eski tarzda yaşayamadığı durumdadır ki, ancak bu durumdadır ki devrim başarıya ulaşabilir.’’(Lenin), Bölgemizde böylesi bir realitenin oldukça güçlü bir şekilde var olduğunu ifade etmek hiç de sübjektif bir değerlendirme olmayacaktır. Devrimci durum mevcuttur ve su yatağını aramaktadır. Peki, mevcut duruma uygun bir nitelik ve niceliğe sahip miyiz? Yukarıda çok kısaca özetlemeye çalıştığımız devrimci durum gerçekliği ne kadar yüksekse tezat bir şekilde komünistdevrimci güçlerin durumu da bir o kadar içler acısı haldedir. Bu makalenin konusunu aşan bir gerçekliğe işaret eden ülke ve bölgemiz komünist-devrimci hareketinin dünü ve şu anki durumuna dair biz analizin ötesinde mevcutta kendinden menkul, ideolojik-politik bir kriz halinde olan, dar örgütsel sorunlara hapsolmuş, kitlelerden kopuk, grupçuluk ve benmerkezcilik hastalığının yapıya bütün hışmıyla sirayet ettiği, adeta başka bir dünyada yaşanan bir realite söz konusudur. Oldukça umutsuz görünen bu tablo bizi kesinlikle umutsuzluğa sürüklememeli. “Umutsuzluk, kararsızlık ve karamsarlık bugün düşmandan daha da düşmandır bize. Gelmişse zamanımız, oynamalıyız rolümüzü.’’(C. Kahraman) Evet, zamanımız geldi de geçiyor bile. Rolümüzü oynamamızın vaktidir. “Eğer bir komünist hareketin taşıması gereken niteliklere sahip olur ve bunları sürekli olarak korursak, hareketimizin hızla büyüyüp gelişeceğine, halk kitleleri arasında dal budak salıp kökleşeceğine derinden inanıyoruz. Çünkü halk tava gelmiş toprak gibidir, bizler de sağlam ve yeşermeye hazır tohumlar olmalıyız.’’(İ.Kaypakkaya). Tohum toprağa düşmüştür bir kere. Tohumun yeşermeye ve dal budak salıp meyve vermeye hazır hale gelmesi için birçok etmen olgunlaşmıştır. Ya bu bereketli toprağı çorak bir çöle çevireceğiz ya da yemyeşil bir cennete. Başkan Mao’nun dediği gibi “On bin yıl çok uzun sarıl güne sarıl saate’’ Bugün Rojava’da Kürt ulusunun sergilediği muazzam direniş ve elde ettiği kazanımlar, işçi sınıfının parçalı bir şekilde gelişen çeşitli direniş kalkışmaları ve her gün daha fazla tepkiyi bağrında toplayan işçi ölümleri, HES, RES vs. çevre katliamlarına karşı köylük bölgelerde gelişen köylü direnişleri, Kürtlerin, Alevilerin, Çerkeslerin…eşit ve özgür temsiliyet hakkı için verdiği mücadele, her gün gazete manşetlerini süsleyen, televizyonlarda şova dönüştürülen kadın katliamları ve gelişen tepkiler, gençliğin özellikle Gezi süreciyle ortaya çıkan devrimci-dinamik rolü. Bunların hepsi ama hepsi gelişen devrimci durum ve bizlerin eksikliğinin birer örneğidir. Bırakalım yaşanan tüm bu gelişmelerin içerisinde yer alıp yön vermeyi, tüm bu koca gerçekliğe adeta sırtımızı dönmüş durumdayız. Yaşadığımız bütün örgütsel sorunlar, kadro eksikliği, içerisinde geçilen süreç vs. hiçbir mazeret bizleri aklamaya yetmez. Öyleyse mevcut gücümüzü en iyi şekilde tahlil edip, sınıf mücadelesinin engin denize bütün varlığımızla atılıp, bizzat bu mücadele sürecinde nitel ve nicel bir inşa sürecini hayata geçirmemiz gerekiyor. Devrimciliğin büyük bir sınav ile karşı karşıya kaldığı mevcut durumda açıklamalar, söylemler, kınamalar, çeşitli protestolar sınıfta kalacak bir nota götürür bizi ancak. Cüreti kuşanıp kavgaya tüm benliğimizle atılmanın vaktidir. Bugün görevimiz Rojava’da, Şengal’de ezilen Kürt ulusuyla birlikte gerici-barbar güçlere ve onların efendilerine karşı savaşmaktır. Bugün görevimiz madenlerde, şantiyelerde, fabrikalarda, atölyelerde işçi sınıfı içerisinde devrimci düşünceleri ilmek ilmek örüp biriken öfkeyi tavında dövmektir. Bugün görevimiz yaşamın her alanında sömürücü zorbalara karşı merkezileşmiş savaş stratejimiz olan Sosyalist Halk Savaşı perspektifiyle donanıp, adım adım devrimci mücadeleyi yükseltmektir. Bir kez daha canlı-kanlı karşımızda duran bir tercih söz konusu; Ya barbarlık ya sosyalizm…


06 Cumhurbaşkanlığı seçimleri güncel yorum

Erdoğan bu seçimlerle salt cumhurbaşkanlığı koltuğunu kazanmadı, aynı zamanda başkanlık sistemine giden taşları da döşedi. Hatta “çözüm-barış sürecinin” daha etkili yürütmenin avantajlarını, Gülen Cemaati’yle mücadelede daha sağlam mevziler edinme olanaklarını ve düzeni gerici sınıf ve iktidar çıkarların temelinde yapılandırma bağlamında da bir dizi avantaj sağlamış ve kazanmış oldu Cumhurbaşkanlığı seçimleri bildik sonuçlarla tamamlandı. İster seçim hileleri olsun, ister adaylar Erdoğan lehine eşitsiz koşullarda yarışsın ve isterse muhalefetin çatı adayının isabetsiz tespit edilmesi olsun son tahlilde Erdoğan ‘halk tarafından seçilerek’ cumhurbaşkanı oldu. Onu aşkın burjuva düzen partisinin ortak muhalefeti, yenilgisini izah etmek için dillendirdiği bu itirazlarına karşın, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını meşru görerek kabullendi. Yukarıda belirtilen eşitsiz yarış koşulları, rüşvet ve parayla oy satın alma, seçim-oy hileleri vb vs tüm gayrimeşru politika ve pratikler bir gerçekti. Ancak Erdoğan yolsuzluk, rüşvet, hırsızlık, sömürü, baskı ve nihayetinde faşist sınıf karakteriyle gerici dünyanın parçası olma özellikleriyle asla meşru bir cumhurbaşkanı değildir. O, öncelikle yargılanmak durumundadır. İktidar gücüyle yargılanmasını engellese de onun suçlu olduğu her bakımdan açıktır. En önemlisi de açık bir halk düşmanı olmasından ötürü hiçbir sıfatıyla meşru olamaz. Ancak köhnemiş ve kokuşmuş burjuva

düzende bundan başka bir uygulama da beklenemez. Dahası, sadece Erdoğan değil, diğer faşist düzen partileri ve liderleri de Erdoğan gibi meşru değil, olamaz. Hepsinin ortaklaştığı payda faşist sınıf temsili ve niteliğiyle halk düşmanlığı gerçekliğidir… Burada önemle bir parantez açmalıyız ki, Selahattin Demirtaş bütün bu tartışmaların dışındadır. Zira O’nu düzen partileri ve sınıf temsilcileriyle kesinlikle ayrı nitelikte değerlendirmekteyiz. Seçimlere girmiş olması onun sınıf niteliğini asla değiştirmez. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ortaya koyduğu bazı sonuçları sıralarsak; bunların başında seçimin tutarlı sonucu olarak bir cumhurbaşkanı seçilmiş oldu. Seçilen cumhurbaşkanının Erdoğan olması şaşırtıcı veya sürpriz değil, bilakis beklenendi. Erdoğan bu seçimlerle salt cumhurbaşkanlığı koltuğunu kazanmadı, aynı zamanda başkanlık sisteminin taşlarını da döşedi. Hatta “çözümbarış sürecinin” daha etkili yürütmenin avantajlarını, Gülen Cemaati’yle mücadelede daha sağlam mevziler edinme olanaklarını ve düzeni gerici sınıf ve iktidar çıkarların temelinde yapılandırma bağlamında da bir dizi avantaj sağlamış ve kazanmış oldu. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmış olması tek adam diktatörlüğünün daha sağlam tesis edilmesi anlamına da geliyor. Aynı zamanda daha fazla baskı ve sömürü, daha fazla rigerici yaşam ve e ir kültür dai b irel l yatması vb be get ici vs anlamıe e y d P’ em lirle rı na K d e la A da sı ün ı b a

16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

gelmektedir… Erdoğan AKP’nin başından cumhurbaşkanlığına geçerken, aslında AKP’nin liderliğini bırakmış değildir. AKP’nin başına ve başbakanlığa getirilen Davutoğlu’nun beyanları ve Erdoğan’ın Davutoğlu’nu tercih etmesinin nedenlerini açıklayarak ona yüklediği görevlerden, yine Davutoğlu’nun Erdoğan’a bağlılık konuşmaları ve onun davalarının lideri olduğunu açıklaması vb vs her şey göstermektedir ki, Erdoğan Davutoğlu şahsında temsil edilecektir. Erdoğan’ın gizli de olsa başbakandan bakanlara kadar tüm hükümeti belirlemesi hükümet üzerindeki otoritesini ispatlamakta, göstermektedir.

Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi başkanlık sisteminin yolunu açtı AKP ve hükümetin başına getirilecek kişinin tayininde yaşananlar AKP içinde belli huzursuzlukların olduğuna da ışık tuttu. Abdullah Gül’ün siyaseteAKP’ye yönelik açıkla-

a ı g yb litik z P m l ay ka o ö K k ı yr lam üç in p liği g ın A rere ima i g ’ ş ’ın ayıf bu KP’n çek ğan get ağı . n r i c r o a z k oğ i ve nca tır. A ’ ge Erd min ura mdu d t n Er ey ir a ak eti da iste a o ru m kt ac lef ğın s un du ce may uha ndı nlık tuğ r bir ol ‘m alı şka kol bili ve üne e ba lık rüle ön liyl kan gö e aş en b id d

masına karşın, Erdoğan’ın Gül’ü devre dışı bırakan AKP kongresi tarihini saptayarak açıklaması bu iç çelişkinin en bariz görüngülerdendi. Ağlayan bakanın (B. Arınç’ın) “yeni yetmelere” dair konuşmaları ve verilen yanıtlar başka bir göstergeydi… Buna karşın ve hatta Erdoğan AKP’nin başından giderse AKP zayıflar öngörülerine karşın, AKP esasta gücünü koruyacak ve özellikle ‘’çözüm-barış sürecini’’ geliştirmesiyle bu gücünü-pozisyonunu sağlama alacaktır. AKP, “Çözümbarış sürecinde” atılacak adımlara koşut olarak Kürtlerin önemli bir oyunu da alacaktır. Dolayısıyla AKP ve Erdoğan yol haritasını hiç de kadere bırakmadan belli düzeyde güvenceye almış durumdadır. Elbette Erdoğan’ın ayrılması AKP’de belli bir erimeyi ve zayıflamayı gündeme getirecektir ancak bu güç kaybı belirleyici olmayacaktır. AKP’nin poli-

tikaları ve ‘muhalefetin’ gerçekliği göz önüne alındığında Erdoğan’ın AKP eliyle başkanlık sistemini getirerek başkanlık koltuğuna oturacağı şimdiden görülebilir bir durumdur. Ancak bunun kesin bir yargı olduğu söylenemez. Tersi gelişmelerin yaşanması da muhtemeldir… Fakat bir kez daha altını çizmekte fayda var ki, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı ve muhtemel olan başkanlığı dönemi baskıların derinleşerek sür-


07 ve sonuçları üzerine notlar 16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

mesi, sömürünün azgınca devam etmesi, toplumsal yaşamın renk değiştirmesine kesinlikle sahne olacaktır. Erdoğan ve AKP yerine başka bir düzen partisi ve liderinin gelmesi de kuşkusuz tersi gelişmelere tanıklık yapmayacaktır. Ancak Erdoğan ve AKP’nin tüm muhalefete karşın yenilmemesinin ürünü olarak kendisini güvende ve güçlü hissetmesi onun daha da pervasız olmasına yol açacaktır. Diğer bir sonuç ise seçimlerin ‘muhalefete’ yansımalarıydı. Muhalefetin halkın karşısına çıkacak yüzü kalmadı dense yanlış olmaz. Zira 15 partinin ortaklaşarak çatı adayı çıkarmasına karşın seçimler bu muhalefet için hezimet oldu.

CHP içerisindeki muhalefetin yok sayılamayacağı anlaşıldı Erdoğan/AKP karşısında defalarca yenilgi alarak acze düşen muhalefet, CHP/Kemalist klik şahsında da olsa iç tartışmalara boğuldu. Nitekim CHP içindeki muhalefet olağanüstü kongre çağrısı yaparak açıktan muhalefet yürüttü. Muharrem İnce liderliğinde ifade bulan ve arka planında Baykal gibilerinin olduğu muhalefet, Kılıçtaroğlu’nun “resti görerek” olağanüstü kongreye gideceğini açıklamasıyla istediğini ilk etapta elde etmiş oldu. Ne var ki, kongrede genel başkanlık anlamında istediği sonucu alamayarak yenilgiyi kabul etti. Ancak muhalefetin gücünün yok sayılamayacağı da ortaya çıktı. Nitekim Kılıçdaroğlu’nun listesi delinebildi. Ve Kılıçtaroğlu CHP içindeki muhalefeti tehdit ederek bunları partiden temizleyeceğini

ifade etti… Eklemek gerekir ki CHP içindeki muhalif kanadın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde çatı aday için çalışmadığı yine muhalefet tarafından alenen kabul ve ifade edildi. Bu, sonucu değiştirmezdi ama CHP’nin iç durumu için bir işaretti. CHP’nin tüm söylemine ve hatta Kılıçdaroğlu’nu olumlu değerlendirerek yanılsamadan kurtulamayanlara karşın, Kılıçdaroğlu’lu da olsa ve onun liderliğindeki politikalarıyla CHP’nin ne kadar sağ ve faşist bir parti olduğu bu seçimler döneminde bir kez daha açığa çıkmış oldu. Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı için gösterdiği adayın tüm niteliği, MHP başta olmak üzere gerçekleştirdiği ittifak, seçim çalışmalarında yaptığı kurt işareti, bu niteliğin sadece bir iki göstergesiydi.

Kürt cephesi tarihi boyunca en yüksek oy oranına ulaştı Öte taraftan MHP’de de kendi açısından olmak kaydıyla benzer gerekçelerle belli çatlaklar gündeme geldi. MHP, CHP gibi kuvvetli bir iç tartışma veya muhalefete sahne olmadı. Ancak çatı aday ve ittifaklar politikası vb, MHP’de de belli hoşnutsuzluklara yol açtı. Bu hoşnutsuzluk MHP’de belli erimelere yol açabileceği gibi, iç muhalefetin boy göstermesine de varabilir. HDP cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gösterdiği adayı Selahattin Demirtaş şahsında, önemli bir başarı elde etti denebilir. Aldığı oy oranı Kürt cephesinin tarihi boyunca aldığı en yüksek orandır. Bu başarı Kürt cephesine cesaret ve

güncel yorum

moral verirken, Selahattin Demirtaş’ın nezaketen de olsa Erdoğan’ı alkışlaması dışarıdan da olsa müttefik kesimler arasında ciddi eleştirilere neden oldu. Demirtaş’ın seçimler sürecindeki performansı AKP ve Erdoğan’a yönelik eleştirilerde de pozitifti. Fakat Erdoğan’ın ayakta alkışlanması başarılı süreci baltaladı denebilir. HDP’nin seçimlerde ve önümüzdeki seçimlerde de AKP iktidarıyla yürüttüğü “barış-çözüm sürecinin’’ yükümlülükleri altında hareket ettiği-edeceği açıktır. Bu, Kürt cephesinin en zayıf halkası olarak rol oynamaktadır. “Barış sürecinin olumlu ilerlemesi” adına AKP ve Erdoğan’a karşı ılımlı bir seyir izlemesi, “barış-çözüm sürecine” olumlu katkılar sunsa da onu zayıflatan halka olarak da rol oynayacaktır. HDP’nin/Kürt cephesinin “barış süreci” bağlamında kendi hedefleri doğrultusunda politikalar izlemesi anlaşılırken, bu politika veya sürecin doğru olup olmadığı ayrı bir tartışmadır. Ki, tartışma da bu noktalarda gereklidir. Elde edilecek kısmi haklar vb uğruna faşist bir iktidarın meşrulaştırılması ve onunla uyumlu ilişkiler içinde olunması, stratejik açıdan zayıflatıcı bir realitedir.

Boykot tavrının ne kadar isabetli olduğu ortaya çıktı Bir diğer nokta da sandık başına gitmeyenlerin dikkate değer oranıdır. Ki bu oranın, boykot tavrının ne kadar isabetli olduğunu ortaya koyduğu söylenebilir. % 25’lik bir kesimin sandıklara gitmemesi elbette çeşitli sebeplere bağlıdır.

Bilinçli bir boykottan vb söz edilemez. Sandığa gitmeyen bu kesimlerin, çeşitli gerekçelerle sandığa gitmediği açıktır. Ancak açık ki, büyük bir bölümünün düzen partileri ve onların adaylarından umutlu olmayıp bir beklenti taşımadığı belirtilmesi gereken önemli bir gerçektir. Sonuç olarak; Cumhurbaşkanlığı seçimleri pek tabii olarak burjuva düzen partileri arasındaki iktidar dalaşına sahne oldu. İktidar kliği iktidar avantajlarını da kullanarak muhalefeti yenilgiye uğratarak bir adım daha atarak hedeflerine yaklaştı. İktidar kliğinin kendi hedeflerine doğru bir adım daha atma imkanı yakalaması sadece Kemalist kliğin “bunalıma” sokulması veya daha da zayıflatılması anlamına gelmiyor, aynı zamanda halk kitleleri üzerindeki faşist diktatörlüğünü “halktan destek alarak” daha azgınca yürütmesi anlamına gelecektir. Komünist ve devrimci hareketin mütalaa etmesi gereken temel halka, devrimci halk kitlelerinin nasıl örgütleneceği, bu gerici düzenden nasıl kurutulacağının pratiğidir. Daha somut olarak da, önümüzdeki seçimlerin daha sağlıklı ve iyi değerlendirilmesidir. Gerici faşist iktidarın yıkılmasında her bir mücadele biçimi ve yönteminin kavranıp bilince çıkarılması şarttır. Devrimci güçler arasında ittifakların yaratılıp geliştirilmesi ve militan devrimci çizginin yükseltilmesi hayati bir meseledir. Devrimci alternatif yaratılmadan burjuva muhalefetle sonuç almak mümkün değildir.


08

emek haber

16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

Gökdelenlerin harcını işçi kanıyla Emekçilerin gasp edilen emeği, kanı-canı üzerine yeşeren ve palazlanan kapitalizm burjuvalara büyük AVM’ler, şirket ofislerine dönüşen gökdelenlerin harcı işçilerin kanıyla sulanıyor. Torunlar Şirketi’ne bağlı Torunlar Rezidans inşaatında bakımı yapılmayan asansörün 32. kattan yere çakılması sonucu 10 işçi katledildi İşçi sağlığı ve güvenliğinin olmadığı, emekçilerin yaşamının sermayenin bekası için hiçe sayıldığı ülkemizde her gün sayısız işçi göz göre göre katlediliyor. Yaşanan katliamlar bir yandan başbakan tarafından, ‘güzel öldüler’, ‘kader’, ‘mesleğin doğasında var’ denilip kutsanırken, bir yandan da devlet erki her defasında ‘gerekli tedbirlerin alındığı, sorumluların yargılanacağı’ nakaratını yüzsüzce yineleyip duruyor. Evet, onlar ‘iş kazası’, ‘kader’ diye dursunlar, bu ülkenin emekçileri yaşananın sermayenin çıkarları için gerçekleştirilen kanlı bir katliamdan başka bir şey olmadığını biliyor. Sermayedarların trilyonlarına trilyonlar katılsın, ekonomideki büyüme rakamlarının yanına yeni sıfırlar eklensin diye işçi ve emekçiler güvencesiz, sağlıksız, tabiri caizse ‘üç kuruşluk önlemlerin’ dahi alınmadığı koşullarda çalıştırılarak bile bile ölüme gönderiliyor. Onların büyüme rakamları, bizim ölülerimiz arttırıyor. Bu ülkede yaratılan her değerin içinde yalnızca işçilerin sömürülen, gasp edilen emeği yok, kelimenin tam anlamıyla kanı ve canı var.

uzun uzun üstlerine bilgi veren Vali, daha sonra polisler tarafından arka kapından kaçırıldı. Polisler sabaha karşı inşaatın önünde bekleyen işçilere ve halka saldırdı. İşçiler bunun üzerine polis barikatının önünde oturma eylemi başlattı. İnşaata sokulmak istenen bir itfaiye aracının delilleri yok edecek diye girmesine izin vermeyen kitleye polis cop ve kalkanlarla saldırdı. Polis alana gelen sendikacıların ve siyasetçilerin de inşaata girmesine izin vermedi.

Asansör zaten bozukmuş Torunlar İnşaat’ta çalışan işçilerin ifadelerine göre asansör zaten bozukken üstelik gerekli kontrolleri yapılmıyormuş. 21 farklı taşeron firmaya bağlı 1500 işçinin çalıştığı inşaatta katliamın yaşandığı plazanın inşaatında ise 700 işçi çalışıyor. Bu kadar fazla işçi çalıştığı halde iki asansör bulunan plazada asansörlerden yalnızca biri kullanılıyormuş, üstelik sürekli arıza veren ve sözde tamir edilen aynı asansörle işçilerle birlikte inşaat malzemeleri de taşınıyormuş. Basına konuşan elektrik işçisi Nazım Altındemir, "Tek asansör çalışıyordu ve bindiğimizde dua ediyorduk. Çünkü çalışırken çok kötü sesler çıkarıyordu. Gacır gucur sesler bizi çok ürkütüyordu. Böyle bir facianın yaşanacağı belliydi" sözleriyle yaşananların öngörülebilir olduğunu açıkça orta-

Gökdelenlerin harcı emekçilerin kanıyla yoğruluyor Kentin kıyılarına itilen işçiler, emekçiler, ezilenler gecekondularında dahi yaşam hakkı ellerinden alınırken, şehrin merkezinde komprador bürokratik burjuvazi devasa görkemiyle plazalarını, AVM’lerini ve rezidanslarını yükseltiyor. İnşa edilen bu devasa yapıların harcıysa işçilerin kanıyla yoğruluyor. 6 Eylül’de Mecidiyeköy’de Ali Sami Yen Stadyumu’nun yerine yapılan Torunlar İnşaat’a bağlı rezidans inşaatında asansörün yere çakılması sonucu 10 işçi yaşamını yitirdi. Akşam mesai bitiminde işçilerin 32. kattan bindikleri asansörün ray kopması sonucu yere çakılması sonucu Tahir Kara, Hıdır Ali Genç, İsmail Sarıtaş, Bilal Bal, Cengiz Tatoğlu, Murat Usta, Menderes Meşe, Vedat Biçer, Ferdi Kara ve Cengiz Bilgi adlı işçiler yaşamını yitirdi. Faşizm yaşanan bu işçi katliamında da gerçek yüzünü sakınmadan gösterdi. Daha işçiler arkadaşlarını kurtarmaya çalışırken alana alelacele çevik kuvvet polislerinin getirilmesi açık ki iktidarın işçilerin tepkisinden korktuğunu gösteriyordu. Yaşanan katliamın ardından her zamanki gibi bildiğimiz tanıdık oyun sahneye konuldu. İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu inşaata gelerek sözde olay yerinde incelemelerde bulundu. İnşaatın önünde toplanan işçiler ise “Katil vali hesap verecek”, “İşçi düşmanı, katil AKP” sloganlarıyla valiyi protesto ederken, polis valiyi halktan korumak için barikat kurdu. Telefonda

rün daha önce de yere çakıldığı ortaya çıktı. İşçiler asansörü kullanması için görevlendirilen kişinin hiçbir teknik bilgi ve becerisi olmadığını, inşaattaki işçilerin güvenlik önlemlerini denetleyen ve iş güvenliği kurallarını uygulayan mühendislerin de taşeron bir firmadan oldukları için işlerini iyi yapmadıklarını belirtiyor. İşçilerden Ahmet Demir yaşananlarla ilgili şöyle konuştu: “Aynı gün mesaiye başlamak için tüm teknik malzemelerimizi alarak inşaata gittik. Ama asansörün bozulduğunu öğrendik. 08.00’den 09.30’a kadar yüzlerce işçi asansörün yapılmasını bekledik. Zaten 2 gün önce içinde insan yokken boşluğa düştüğünü ve tamir edilerek tekrar kullanıldığını duymuştuk. Biz kullanırken de çok titriyordu. Hatta asansör görevlisi işçi arkadaşımız, asansörün üçüncü katta takıldığını ve arızalı olduğunu yetkililere bildirdiğini söylüyordu. Asansör görevlisinin hiçbir teknik bilgi ve eğitimi yoktu. Taşeron işçilerden seçilmiş sıradan bir işçi arkadaşımızdı. Hepimiz içinde olabilirdik çünkü her gün kullanıyorduk asansörü”. Aynı şantiyede 9 aydır iç dekorasyon uygulamacısı olarak çalıştığını söyleyen Hüseyin Yıldız ise asansörlerin sürekli arızalandığını, en son 20 gün önce düştüğünü belirtti.

Suç yine hayatını kaybeden işçilerinmiş (!) İşçi katliamının yaşandığı Torunlar İnşaat’ın sorumluları ise yalanlarla sorumluğu üzerinden atarak ölümlerden, işçileri suçlayacak kadar alçaldı. Torunlar GYO Yönetim Kurulu Başkanı Aziz Torun yaptığı açıklamada işçilerin asansörün bozuk olduğu yönündeki beyanlarını yalanlayarak “Birkaç gün önce aynı asansörü ben de kullandım” dedi. Olayın işçilerin “hassasiyet göstermemesinden kaynaklandığını” öne süren Torun şöyle konuştu: “Çok üzgünüz ama 1500 civarından işçi çalışan bir şantiyede her ne kadar eğitimler verilse de çalışanların aynı hassasiyeti göstermediğini biliyoruz. Bu sektörel bir vaka. Bu olayda da kesinlikle böyle bir sorumsuzluğu ya da kazayı meydana getiren nedeni şirketimize mal etmelerine ya da şirketimizin bu anlamda bir leke almasına asla müsaade etmeyeceğiz.”

Bakan Çelik’ten klasik açıklama: “Gereken yapılacak”

ya sererken asansö-

Öte yandan yaşanan işçi katliamıyla ilgili ‘devlet erkânından’ her zaman olduğu gibi katliam olup bittikten sonra “olayda ihmal olup olmadığını araştırılıp sorumluların cezalandırılacağı yönünde” açıklama geldi. Gece saatlerinde Mecidiyeköy’deki rezidans inşaatında ‘incelemelerde bulunmaya’ gelen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, katliamı ‘üzüntü verici bir tablo’(!) olarak nitelendirerek şöyle konuştu: "Bu kazanın neden kaynaklandığı, sebeplerinin ne olduğu, bu arızanın neden kaynaklandığı konusunda tabii ki gerek idari gerek adli soruşturmalar devam ediyor. Kısa süre içerisinde bu asansörde meydana gelen kazanın nedeninin ortaya çıkacağı umudu içerisindeyiz." “Bu tür olayların” bir daha yaşanmamasını “temenni ettiklerini” kaydeden Bakan Çelik, ihmal ve kusur nerede varsa bunların üzerine gidileceklerini iddia etti. Torunlar şirketi sahibi Aziz Torun’un Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İmam Hatip’ten arkadaşı olduğunu ve daha önce defalarca kez sorun yaşanan inşaatın yapımının devam ettiğini düşünecek olursak yaşanan katliamın üstünün nasıl örtüleceğini şimdiden öngörmek hiç de zor değil.

Polis katliamı lanetleyen işçilere saldırdı İşçiler sabaha kadar inşaat alanında beklerken ertesi gün de inşaat alanında eylemler devam etti. İnşaat İşçileri Sendikası ertesi gün Torunlar İnşaat’a ait şantiyenin önünde bir basın açık-


emek haber

16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

kazıyorlar laması yaptı. Sendika adına yapılan açıklamada şantiyelerde hiçbir güvenlik önleminin alınmadığı kaydedilerek şu ifadelere yer verildi: “Şantiyelerde hiçbir güvenlik önlemi alınmadan kara düzen çalıştırılıyoruz. 30-40 katlı bir bina inşaatında sadece baret ve eldiven giymekle güvenlik önlemi olmaz. Bu kadar büzük bir inşaatta iş güvenliği sorumlularının faaliyetin devam ettiği sürece burada bulunmaları gerekir. Biz bunu daha önce de defalarca belirttik. İş güvenliği sorumlusunun özel şirket patronu altında çalışan biri olması buradaki temel sorundur. Güvenlik sorumluluğunun doğrudan bakanlığa bağlı olması ve kontrollerin çalışma devam ettikçe sürmesi gerekmektedir.“ “Çalışma bakanlığını buradan uyarıyoruz” denilen açıklamada inşaatlarda hiçbir denetim yapılmadığı, şu an 12 şantiyelerde 12 bin denetimci açığı olduğu kaydedildi. Yapılan basın açıklamasının ardından Mecidiyeköy’deki inşaatın önünde oturma eylemi yapıldı. Kitle daha sonra Torun Center’ın önünden Cevahir’e doğru yürüyüşe geçerken, grevdeki Beşiktaş Belediyesi BELTAŞ işçileri, Galatasaray Spor Kulübü taraftarları ve bazı sanatçılar da eyleme destek verdi. KESK, DİSK, TTB, TMMOB gibi sendika ve odaların yanı sıra Demokratik Haklar Federasyonu (DHF)’nun da aralarında olduğu devrimci demokratik kurumlar, Cevahir AVM önünde bir araya gelerek buradan Torunlar İnşaat’a yürüdü. Torunlar İnşaatın önünde konfederasyonlar adına da bir açıklama yapıldı. İşçi katliamlarına göz yuman, patronuna toz kondurmayan devlet polisini Torunlar patronunu korumak için inşaat önüne yığdı. Yüzlerce çevik kuvvet polisi ve TOMA'larla protestoyu provoke etmeye çalışan devlet, kitlenin dağılmasına yakın saldırdı. Tazyikli su ve gaz bombalarıyla yapılan saldırıda polise karşı kitle, taş ve sloganlarla karşılık verdi. Eylemin başından sonuna kadar işçilerinin yanında bulunan YDSB faaliyetçileri, alanda bulunan işçilerle görüştü. 'Kazanın' meydana geldiği inşaatın yanında, farklı bir inşaatta çalışan işçiler, Torunlar Center'da işçilerin güvenliğinin olmadığını belirtti. İşçiler, bu 'kaza'yla birlikte dördüncü 'kazanın' gerçekleştiğini, bir ay önce 19 yaşında Erdal Polat adında bir işçinin yine aynı inşaatta yaşamını yitirdiğini, inşaatta iki kez yangın çıktığını ve en son yangının 10 gün önce meydana geldiğini ifade etti. Torunlar İnşaat’ta 8 aydır çalışan bir işçi ise, inşaatta çalıştığı süre zarfınca bir kez dahi denetlenmediğini söyledi.

‘Yaşanan bir kaza yapılabilecek bir şey yok’ (!) İşçilerin cenazeleri memleketlerine uğurlanırken ölen işçilerden birinin de henüz iki günlük işçilik yapan ve okul harçlığını kazanmak için çalışmak zorunda kalan üniversite öğrencisi 21 yaşındaki Ali Hıdır Genç olduğu ortaya çıktı. Hıdır Ali Genç’in cenazesi memleketi Dersim’e uğurlanırken sözde başsağlığı dilemek için Genç’in babasını arayan Başbakan Ahmet Davutoğlu katliamı bir’ kaza’ olarak nitelendirerek ’Başın sağolsun, yaşanan bir kaza yapılabilecek bir şey yok” dediği ortaya çıktı. Hıdır Ali’nin babası Mustafa Genç ise Davutoğlu'na, “Başımın sağ olup olmadığı sizi ilgilendirmez, siz cinayet işlediniz, hepinizi mahkemeye vereceğim’ dedim" sözleriyle tepki gösterdiğini ifade etti. AKP iktidarının taşeronluğunu kimselere bırakmayan Sabah Gazetesi Muhabiri Nazif Karaman ise Twitter hesabından baba Genç'in sözlerine, "Bunun adı açık nezaketsizliktir. Başbakan adam yerine koymuş aramış şu babanın laflarına bak!" dedi. Karaman’ın sözleri kamuoyunda ve sosyal paylaşım sitelerinde büyük tepki topladı. Yaşanan işçi katliamı başta Ankara, İzmir, Adana, Dersim, Eskişehir olmak üzere birçok ilde aralarında YDSB’nin de olduğu devrimci, demokratik, yurtsever kurumlar ve sendikalar tarafından protesto edildi.

09

325 işçi katledildi Soma’da yüzlerce madencinin katledilmesinin ardından ortaya saçılanlar, işçi sağlığı ve güvenliği için alınması gereken önlemlerin patronların kâr hırsı uğruna nasıl da bir kenara bırakıldığını gösterirken, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi madencilik iş kolunda yaşanan işçi katliamlarına dikkat çeken bir rapor hazırladı Açıklanan verilere göre, Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK)’na bağlı maden ocakları ile yer üstündeki işyerlerinde yılın ilk 6 ayındaki iş ‘kazalarında’ 1145 işçi yaralandı, kalp krizi geçiren 1 işçi ise hayatını kaybetti. Yer üstünde 1843, yer altında 7 bin 397 olmak üzere 9 bin 240 işçinin çalıştığı TTK’ye bağlı müessese müdürlüklerinden Kozlu, Karadon, Üzülmez, Amasra ve Armutçuk’taki maden ocaklarında göçük, nakliyat, patlayıcı madde, makine, elektrik ve malzeme taşınması ile yer üstündeki işlerde meydana gelen ‘kazalarda’ en fazla el, ayak, gövde ve kafa yaralanmaları yaşandı. Yılın ilk 6 ayındaki iş ‘kazalarında’ genel müdürlükte 6, Kozlu'da 160, Karadon'da 481, Üzülmez'de 290,

madenci ise hayatını kaybetti.

İşçi katliamları sürüyor İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi raporuna göre ise son altı ayda özel işletmeler de dahil madencilik işkolunda 325 işçi hayatını kaybetti. Ölümlerin 301’i Soma’daki işçi katliamında yaşandı. 325 işçinin 301’i Soma madenci katliamında yaşamını yitirirken, Soma’yı Şırnak Cudi Dağı eteklerindeki bidonla girilen madenler ve Zonguldak izledi. Meclis’in raporlarına göre 2014’ün ilk 6 ayında yaklaşık 950 işçi ‘iş kazası’ adı altında katledildi. Soma’daki faciadan hemen sonra 141 işçinin işçi katliamında hayatını kaybetmesi, patronların ve AKP’nin işçi katliamlarını umursamadığını ve hiçbir önlem almadığını gözler önüne seriyor. Haziran ayı raporunu açıklayan İSİG Meclisi, yasaklanan cam grevine de değinerek grevin yasaklanmasını protesto etti. Raporda inşaat, tarım, taşımacılık ve maden sektörlerinin yangın yerine dönüştüğü kaydedilerek işçi katliamlarına ilişkin şu rakamlar verildi: “Coğrafyamızın her hücresinde kent dokusunu ve ekolojik yaşamı gözetmeyen hızlı betonlaşma sonucu yarısı düşme nedenli olmak üzere 37 inşaat işçisi hayatını kaybetti. Yaz geldi, güvencesiz tarım emeği yollara düştü. 14’ü küçük çiftçi olmak üzere 29 tarım emekçisi hayatını kaybetti. Otobüs, minibüs, tır, tanker sürücüsü, moto-kurye... Her gün yeni açmazlara yol açan ulaşım politikala-

rıyla, kuralsız çalıştırmanın egemen ol-

Amasra'da 75 ve Armutçuk'ta 133 olmak üzere 1145 işçi yaralandı. Armutçuk Müessesesi maden ocağında19 Şubat'ta kalp krizi geçiren bir

masıyla 16 taşımacılık işçisi katledildi. Soma; Şırnak’ta, İstanbul’da, Maraş’ta ve

Karaman’da... Madenler ölüm kusuyor. Bu ay 10 maden işçisi hayatını kaybetti.”

Güvencesiz çalıştırmaya dikkat çekildi Şırnak’taki işçi katliamında yaşamını yitiren 8 çocuk babası Musa Seven’in cenazesinin yerin altından bidonla çıkarıldığı hatırlatılarak bu koşullara karşı mücadele çağrısı yapıldı. Raporda, güvenlik işçilerinin durumuna da dikkat çekilerek işçi katliamlarında hayatını kaybeden güvenlik işçilerinin çalışma koşulları teşhir edildi. Artan iş ‘kazaları’, işçilerin canını almaya devam eden işçi katliamları ve meslek hastalıkları, AKP iktidarının ve patronların umurunda değildir. Aslında rakamlar bu gerçeği gözler önüne seriyor. Çalışma Bakanlığı’nın verilerine göre, 2002’de 872 işçi hayatını kaybederken, bu rakam yıllar içerisinde giderek büyüdü. Özellikle 2005’ten sonra ölümlü işçi katliamlarındaki artış dikkat çekicidir. 2006’da 1592 işçi, 2007’de 1043 işçi, 2008’de 865 işçi, katliamlarda yaşamdan koparıldı. 2008’deki ekonomik kriz döneminde düşen işçi katliamlarının sayısı, ekonominin canlanmasıyla birlikte günden güne yükseldi. Meselâ 2009’da 1171 işçi, 2010’da 1444 işçi, 2011’de 1700 işçi katledildi. 2012’de 744 olarak gerçekleşen işçi katliamları, 2013’te 1235’e yükseldi. 2014’ün ilk altı ayında ise 950’ye yakın işçi sermayenin kâr hırsının kurbanı oldu. Patronların kârları azalmasın diye Soma’da önlem almayarak 301 işçiyi ölüme gönderen AKP iktidarıdır. Ayda ortalama 100-150 işçiyi katleden onlardır. “Büyüyen Türkiye” yalanlarına inanmamızı ve sömürüye razı olmamızı isteyenler onlardır. Daha iyi iş ve yaşam koşulları isteyen işçilerin hak alma mücadelesini engellemek üzere grevleri yasaklayan, işten atmaları kolaylaştıran, taşeron ve esnek çalışmayı yaygınlaştıran onlardır. İşçiler örgütsüz olmanın bedelini bu saldırılara göğüs gerememekle ve canlarıyla ödemektedir. Bu gidişe dur diyecek olan işçilerin dil, din, mezhep ve ulus ayrımı yapmadan birleşerek mücadele etmesidir.


10

kadın haber

16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

TV’nin ‘erkek bacısı’ Seda Sayan’ın marifetleri

Erkek egemen algının yeniden üretildiği alanlardan biri olan burjuva medyada erkek diline ses olan ekranların ‘erkek bacısı’ Seda Sayan’ın daha önce beş kez evlenmiş ve iki eşini katletmiş olan bir adamı programına konuk edip şiddeti teşvik edici konuşması, başta kadın örgütleri olmak üzere geniş kesimlerin tepkisine yol açtı Ülkemizde kadın katliamları, kadına yönelik her türlü şiddetin giderek boyutlanıp had safhaya ulaşırken, katliamları ve şiddeti meşrulaştıran bir dille yansıtılarak toplumun algılarını biçimlendirmede önemli bir araçtır burjuva medya. Özellikle televizyonda erkek egemen anlayışın istediği kadın modelini ve algısını yaratmaktaki en önemli araçlardan biri de kâh ‘evlilik programı’, kah ‘kadın programı’ olarak sunulan programlar. Reyting almak için muazzam imkânlar sunan bu evlilik programı ve her türlü sözde ‘kadın programı’ adı altında kadın düşmanlığı yapan programlar, rekor paraların döndüğü sektörde daha fazla reyting uğruna her türlü yolu mübah gören tarzda yayın yapıyor. Öyle ki programın içeriği, konukları ne kadar ‘sansasyonel’ olursa izlenme oranı da o kadar artıyor ve bu da o derece sponsor, reklam yani para anlamına geliyor. Bu programların bir de ‘erkek kadın’ biçiminde sunucuları var ki değmeyin gitsin. Bu ‘harbici, dediğim dedik, kendine güvenen, dobra’ (!) ‘kadınlar’ kendilerini toplumun ‘ablası’ misyonerliğini üstlenip reytinge göre her perdeden hariçten gazel okumayı kendilerine ödev biliyor. İşte bu ‘ablaların’ en önde gelenlerinden biri de kuşkusuz Seda Sayan’dır. Sayan yıllardır televizyon ekranlarında kendisini günlük 20 TL karşılığında stüdyosunda coşkuyla alkışlayan kitlesiyle kadın programlarının

‘kraliçesi’ rolünü üstlendiği programında küçük bir ‘hükümdarlık’ kurarak coştukça coşuyor.

Bir erkek karısını niye öldürür?(!) Sayan’ın son marifeti ise ister ‘sansasyon’ yaratmak için olsun ister ‘reyting’ uğruna olsun programına davet edip övgü ve meşrulaştırır tarzda bir dille tanıttığı bir kadın katili. Şov yapmak konusunda eline su dökülmeyecek marifetleri olan Seda Sayan’ın bu defaki ‘şovunun’ kahramanı daha önce de başka bir evlilik programına katılıp oradan ‘kovulan’ (ki her ne kadar o programda ‘katil’ denilip kovulsa da açık ki orada da bu kişinin bir kadın katili olduğu önceden bilinip, ‘danışıklı dövüş’ ve bir ‘şov’ olarak yaşanmıştır bu) Sefer Çalınak. Sayan’ın beş kez evlenmiş ve iki karısını katletmiş bu zatı takdim ediş biçimi ise daha korkunç. Adeta erkek egemen sistemin bilinçaltını yansıtan bütün yargılarını temsilen konuşuyor Sayan ve o kilit soruyu soruyor: “Peki, erkek karısını neden öldürür?”. Evet, biz de gerçekten bunu merak ediyorduk. Neden öldürür? Bir düşünelim; mesela “aldatmış olabilir” ya da “mini etek giymiştir” , “akşam dışarı çıkmıştır” , “dışarıda yabancı bir erkekle konuşmuştur” , “vıdı vıdı edip adamın kafasını şişirmiştir” , “evdeki görevlerini yapmamıştır” , “onunla sevişmek istememiş olabilir.” .ha bir de ne bilelim adam sadece kadından “gıcık kapmıştır.” (kulağa korkunç gelebilir ancak Sefer Çalınak daha önce katıldığı programda ilk eşini öldürme ‘sebebi’ olarak ‘hareketlerinden gıcık kapması’ olarak gösteriyor). Bu soru erkek egemen sistemin kadın katliamlarını meşrulaştırmasının en temel yöntemlerinden biridir. Kadınların katledilmesinin arkasında bir ‘neden’ aramak, onu gerekçelendirmek ve meşrulaştırmak amacını taşıyor. Oysa biz biliyoruz ki adına ‘yaşamak’ dediğimiz eylemlerin bütünü kadının katledilmesine vacip görülen gerekçelerden olabiliyor. Bununla da kalmıyor Sayan ve “şovuna” , “Bu kadar güler

yüzlü bir katil gördünüz mü" diye devam ediyor. Ne bekliyorduk ki yani? Yeşilçam filmlerindeki gibi asık suratlı ‘kötülüğü yüzünden okunan’ katiller mi (öyle ya çirkinler kötüdür !!) ? Hayır. Biz tanıyoruz o katilleri tacizcileri, tecavüzcüleri. Hepsi en güler yüzlü maskelerini takınıp her gün aramızda dolaşıyor. Bununla da bitmiyor. Çalınak’ın katlettiği kadınlardan birinin çocuğu programı arayarak katilin neden programa davet edildiği konusunda tepkisini dile getiriyor. Sayan’ın savunması ise dehşet verici: “Neden çıkarmayacakmışız?”. Seda Sayan bu ‘savunusuna’ daha sonra toplumsal tepkiler arttıkça da devam ediyor. “Dobra kadın, harbici Seda Abla” üst perdeden konuşmaya devam ediyor. O ekranların “bacısı” , “her gece yastığa başını huzurla koyuyor”. Hem “kaç kişi onun programından ekmek parası kazanıyor” biliyor muyuz? Bana teşekkür edeceklerine hakaret ediyorlar, ben adamı deşifre ettim. Böyle salak bir kampanya başlattılar” diyen Sayan, küstahça “Siz kimi eleştiriyorsunuz ya! Siz dönün de kendinize bir bakın. Karşınızda Seda Sayan var. Siz kimsiniz? Ben kuru gürültüye pabuç bırakır mıyım? Anne olun ondan sonra konuşun. Ben babamdan neler çektiğimi yıllarca anlattım. Bundan sonra konuşanı da Allah’a havale ettim. Siz benle ilgili konuşamazsınız. Hele bir tanesi var terlik fırlatan, ayakkabı fırlatan. Sen sakın ha sakın! Sakın! Bana dokunmayan yılan bin yaşasın, dokunanı da perişan ederim.” diye devam ediyor.

Kadın örgütlerinden suç duyurusu Çok sayıda kadın örgütünün dâhil olduğu Kadın Cinayetlerine Karşı Acil Önlem Grubu, programı ve Seda Sayan’ı protesto etmek için 4 Eylül’de Sefaköy’deki program stüdyosu önünde eylem yaptı. “Katilleri övmeye son” , “Seda Sayan ilk değil ama son olsun” , “’Güleryüzlü’ katilleri övmeye, alkışlatmaya son” yazılı dövizler taşıyan kadınlar, programın yayından

kaldırılmasını talep etti. “İki karısını öldüren bir adamı ve hakkında tecavüz ettiği iddia edilen başka bir adamı programına çıkararak program boyunca onları ve suçlarını aklayan, öven ve kadınlara yönelik şiddete yataklık eden” Seda Sayan’ı kınayan kadınlar, daha sonra Gayrettepe’deki RTÜK önünde de eylem yaptı.

Her şeye ‘el atan’ RTÜK’ün programa karışmaya yetkisi yokmuş (!) Programla ilgili RTÜK’e binlerce şikayet yağarken RTÜK Başkanı Davut Dursun ise programda ‘bir şey olmadığını’ iddia etti. Dursun şöyle konuştu: “Ben programı baştan sonra izledim bir şey yok. Şiddeti özendirme yok. Mevzuatın 8/1 Ş’den (şiddeti özendirici ve kanıksatıcı yayın) ceza verilmesi doğru değil. Dosyayı 8/1 i’den (yargılamayı etkileme) yeniden ikmal edip ele alabiliriz. İsterseniz programı baştan sona izleyebiliriz” . RTÜK’ten yapılan resmi açıklamada ise “Müdahale yetkimiz yok” denilerek halkla adeta alay edildi. Bilindiği gibi Davut Dursun’un 2009 yılında RTÜK’ün başına getirilmesinden beri televizyonda yayınlanan dizilere, programlara akla sığmaz gerekçelerlerle “müdahaleleri” bulunuyor. Dizilerdeki evli olmayan ve birlikte yaşayan çiftleri “Evlilik dışı ilişkiyi meşrulaştırdıkları gerekçesiyle” evlenmeye zorlayan,” Winni the Pooh” isimli çizgi filmde bira şişeleri olduğu ve kadeh tokuşturdukları için, “Söz konusu sahneler, gençlerin ve çocukların fiziksel, zihinsel ve ahlaki gelişimlerine olumsuz yönde etki etmektedir” denilerek ceza veren, bir dizide genç bir kadının sevgilisine doğum günü hediyesi olarak “öpücük vermesini” “gençleri özendirip, eyleme geçirir nitelikte” (!) bularak ceza veren RTÜK, bir katilin övülerek katliamların meşrulaştırıldığı bir programa dair “müdahale” yetkisi olmadığını söyleyerek tarihe geçti.


kadın haber

16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

11

Antep Güçsüzler Yurdu’nda işkence ve tecavüz Antep Güçsüzler Yurdu’nda idare ve personelin işbirliğiyle yurtta kalanlara sistematik olarak şiddet uygulandığı ve tecavüz edildiği, durumu şikayet eden iki hastabakıcının ise önce görev yerlerinin değiştirildiği sonra da işten çıkarıldığı ortaya çıktı Şiddetin, tacizin ve tecavüzün sistematikleştiği ülkemizde, şiddete, tecavüze maruz kalanların, ‘kimsesizlerin’ ‘koruma altına alındığı’ devlet kurumlarında ‘mağdurların’ ‘koruma’ altındayken şiddete, tacize, tecavüze maruz bırakılması da artık sıradanlaştı. Çocuklar ve kadınlar, yurtlarda, okullarda, ‘yetimhanelerde’, hapishanelerde ve bilumum devlet kurumlarında ‘devlet

babanın’ ‘koruması’ altında tecavüze uğruyor. Bunun son örneklerinden biri de Antep Güçsüzler Yurdu’nda yaşandı. Yurtta kalan ‘kimsesizlerin’ yurt idaresi ve personeli tarafından sistematik bir şekilde şiddete, tacize ve tecavüze maruz kaldığı ortaya çıktı. Üstelik idare ve Antep Belediyesi işbirliğiyle yaşanan şiddeti ve tecavüzü örtbas etmek için ortaklaşıldığı ortaya çıktı. Yaşanan şiddeti ve tecavüzü ortaya çıkaran iki hastabakıcı ise önce farklı yerlere sürülmüş, sonra da işten çıkarılmıştır. Yurtta sistematik işkence ve tecavüz Antep Güçsüzler Yurdu’nda bakıcı olarak çalışan Zeynep Orhan ve A.A.’nın açıklamalarına göre yurtta kalan kimsesizler, sistematik olarak tecavüz, dayak ve kötü muameleye maruz bırakıldı. Bu durumu belediyeye ileten iki hastabakıcı ise önce başka birimlere sürüldü, sonra da işten atıldı. Tecavüze uğ-

rayan hastaların koridora çıkmasına dahi izin verilmediğini, giyecek ve gıda yardımlarının ise personel tarafından paylaşıldığını belirten hastabakıcılardan Orhan, belediyenin de olayı örtbas etmeye çalıştığını belirtti. Orhan yaşananları şöyle anlattı: “Gaziantep Büyükşehir Belediyesi Güçsüzler Yurdu’nda işe girdiğim zaman içeride bir odada kapalı 3 kadın hasta gördüm. Koridora dahi çıkmaları yasaktı. Sebebinin ne olduğunu bize söylemiyorlardı. Zamanla hastalarla diyaloğa geçtiğimizde hastalardan bir tanesi başından geçenleri bizle paylaştı. Yurtta bir personel tarafından 4 ay boyunca tecavüze uğramıştı. Belediyeden umudumuz yok. Belediye olayın üzerini örtbas ediyor. 2 aydır uğraşıyorum ama bir sonuç alamadım.” Hastabakıcı A.A. ise yaşananları şikâyet ettiği için sertifikalı hasta bakıcı olmasına karşın önce belediyenin temizlik birimine verildiğini ardından ise işten

atıldığını kaydetti. A.A., yurtta yaşananları şöyle anlattı: “Fidan isminde bir kız vardı. Yurt personeli, kızı eli yara diye idareye götürmüş. Orada cinsel istismarda bulunmuşlar. Kız hamile kalmış. Fidan’ı kolu kırık diye alıp götürdüler. Kıza kürtaj yaptırdılar. Safiye ismindeki başka bir arkadaş da aynı şeyleri yaşadı. O personel, uyuşturucu da kullanıyordu.”

“Soruşturma başlatılmış” (!) Öte yandan yaşanan taciz ve tecavüzün ortaya çıkmasının ardından açıklama yapan Antep Belediye Başkan Vekili M. Durdu Yetkinşekerci, “olayla ilgili soruşturma başlatıldığını” öne sürdü. Yurt müdürünün görevden alındığını belirten Yetkinşekerci ,“Bize gelen şikâyetler doğrultusunda yurt müdürünü aynı gün görevden aldık ve olayla ilgili soruşturma soruşturma başlattık” dedi.

ADKH’den “Emperyalist savaşlar ve IŞİD” konulu söyleşi Avrupa Demokratik Kadın Hareketi (ADKH), "Emperyalist savaşlar ve IŞİD" konulu söyleşi gerçekleştirdi İsviçre'nin Fribourg Kantonu'nda Avrupa Demokratik Kadın Hareketi (ADKH) İsviçre Örgütlülüğü ve İDHF Fribourg Komitesi'nin organize ettiği piknik düzenlendi. 7 Eylül Pazar günü saat 10.00'da başlayan piknik programı içerisinde ADKH adına sunum ve söyleşi gerçekleştirildi. Şiilere ve Ezidilere yönelik katliamlar teşhir edildi

Sine vizyon gösterimi eşliğinde yapılan sunumda "Emperyalist savaşlar ve Suriye" özgülünde Rojava'dan Şengal'e Kürt ulusuna, Şiilere ve Ezîdilere yönelik yapılan IŞİD'in barbarca katliamları, kadınların-çocukların tecavüzlere uğrayarak 20-50 dolar karşılığında satılması teşhir edildi. Söyleşide ayrıca ABD emperyalizmi ve onun yerli uşakları olan Türk devletinin de IŞİD'e verdiği destekler dile getirildi.

IŞİD’e destek veren AKP iktidarı protesto edildi ADKH’nin sunumunda şu ifadelere yer verildi:"Bizler bu savaşın karşısında yer alırken, gerici

güçler arasında bir taraf durumuna gitmeden, geldiğimiz ülkenin bu konudaki tutumunu, savaş çığırtkanlığını teşhir etmeliyiz. Türk devletinin bu savaş karşısındaki iki yüzlülüğü, IŞİD'in ‘terörist’ olduğunu dahi kabul etmeyip, IŞİD’e hem silah, ilaç ve kimlik verilmesi, hem de sınırlarını açıp IŞİD'in mensuplarına eğitim alması için ülkenin çoğu şehrinde olanaklar sunması, IŞİD'in yürüttüğü bu kanlı-barbar savaşa direkt müdahil olduğunun göstergesidir." Söyleşiye katılanlara, eylemlerde bilfiil olarak yer alması ve örgütlü hareket ederek Rojava ve Şengal'deki direnişleri sahiplenmesi çağrısı yapıldı.


16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

Devrimci savaş ve ö Perspektif açıktır. Her türlü yol ve aracı dünya görüşümüzün ilkelerine göre kullanılarak sürece ve özgün koşullara göre politika üretmek ve bu politika ekseninde eyleme geçmek, devrimci duruşumuzun niteliğidir. Sürece uygun politikaların geliştirilmesi ve örgütlü bir güç olarak pratikleştirilmesi, iradi gücümüzün inisiyatifleşmesi açısından önemlidir Gelişimin dinamiği sınıflar mücadelesi olan toplumlar tarihini ele alışta, siyasal ve toplumsal öğreti bağlamında sınıf bilinci, Marksizm’in kilit kavramlarından biridir. Tarihsel materyalizm ve diyalektik materyalizmin bilimsel hükmünde, sınıfın teorisi, ideolojisi ve tarihsel perspektifi, hangi sınıfın ilerici ve hangi sınıfın gerici olduğu konusunda berrak veriler ortaya çıkarmaktadır. Özce; Toplumsal olarak aynı statüye sahip, üretim araçlarının karşısındaki konum, üretim ilişkileri içinde aldığı rol ve artık değerden aldığı paya göre tarihsel olarak oluşan toplumsal gruplar, sınıf olarak tanımlanır. Bir sosyal tabaka olarak sınıfların, sınıflı toplumlarda yan yana durmalarının ötesinde, çatışmalı olarak konumlanmalarının nesnel zeminini, üretim ilişkilerindeki konum belirlemektedir. Somut olarak günümüz toplumsal sistemi özgülünde, proletarya ile burjuvazi arasındaki cepheden karşıtlık söz konusu özel mülkiyet dünyasının maddi zemini üzerinden şekillenmektedir. Toplumların gelişiminde, kendi sınıf çıkarı ekseninde statüsünü koruma anlamında da olsa, engelleyici rol oynayan burjuvazinin gericiliği yine bu maddi zemin üzerinden şekillenmektedir. Toplumu yönetme ve egemenliğini tesis etmede kullandığı örgütlenmeler ve kurumlarının (devlet gibi) gerici özü de bu toplumsal konumlanışıdır.

Sınıf bilinci bireyin kendisiyle ilgili bir mesele değildir Aynı sınıfın üyelerinin, ortak çıkar ve hedeflerle ilgili bilinç durumu olarak kısaca formüle edilen sınıf bilinci, dünya görüşümüz Marksist kuramda bireyin kendisiyle ilgili bir mesele olmaktan öte, ait olduğu sınıfın doğrudan maddi üretim yapısındaki konumuyla ilişkili olarak sahip olacağı bir bilinç durumunu ifade etmektedir. Maddi üretim yapısındaki konumlarından ayrım yapılarak tanımlandığında, burjuvazinin bilincinin parçalı ve toplumun bütünlüğünden uzak nasıl gerici bir nitelik taşıdığı, karşıtında proletaryanın bilincinin toplumsal gerçekliği bütünsel ele aldığı ve gelişmenin toplumsal dinamiklerini tanımlamada devrimci rol oynadığı daha net anlaşılmaktadır. Proletaryanın tarihin öznesi olmasının rolü bu konumundan gelmektedir. Maddi üretim yapısındaki konumlarının karşıtlığından gelen bu sınıf çatışmasında, ilerici olan proletaryanın gerici olan burjuvaziyi devrimci yolla yıkması, proleter sınıf bilincinin tarih ve geleceğin öznesi olmada bir başka veridir. Proletarya ve ezilen halkların bu savaşta muzaffer ol-

masının temel aracı, proletaryanın sınıf bilincini tarihin özgün koşullarına göre devrimci bir çizgide merkezileştirmiş komünist partisidir. Proletaryanın tarihsel anlamda sınıf mücadelesinde ekonomist, sendikalist, kendiliğindenci, parlamentarist, reformist anlayışlar ekseninden kurtulup, komünist partisi gibi bir silaha kavuşmasıyla, sınıf savaşımında devrimci konumlanışı güçlü bir silaha dönüşmüştür. Konumuz bağlamında vurgulamak istediğimiz ana tema, Komünist Partisinin örgüt bilinci, proletaryanın sınıf bilincinin ilerici rolüne uygun toplumsal süreci ileri taşıma savaşında en ileri düzeyde merkezileşmesidir. Küçük burjuva, liberal, sağ tasfiyeci anlayışların, proletaryanın sınıf bilincini KP’den ayrı bir şeymiş gibi ele almaları ve Parti tasfiyeciliği ekseninde proletaryayı burjuvaziye karşı silahsız bırakmaları beyhude çabalarından kaynaklı, bu gerçeği yeniden ve yeniden vurgulama gereği gördük. Maoist komünistler olarak öncü müfrezemizin bilinci, proletaryanın sınıf bilincidir. Proletaryanın sınıf bilincini kavrama fiilimiz, Maoist Partinin örgüt bilincini kavramamızdır. Bu anlamıyla proletaryanın sınıf bilincine sahip olma duruşunu, Maoist Komünistlerin öncü rolünün en ileri düzeyde niteliğe dönüştüğü, Komünist Partisinin örgüt bilinci özgülündeki konumlanışımızda irdelemek durumundayız. Bu konuda sorunlu olan yanlarımızla hesaplaşmak, tarihsel deneyimlerimizle ortaya çıkan sorunlu yanlarımızı bertaraf etmek, devrimci savaşımıza güç katacak ana öğelerden bir tanesidir. Maoist Komünistlerin daha önceki merkezi çalışmalarında ele aldığı gibi, 3. Kongrede de ele alıp ortaya çıkardığı siyasal, ideolojik, örgütsel ve askeri sentezler örgüt bilincimizde daha ileri düzeyde iradeleşme açısından, ilkelerimiz ışığında eleştirinin dönüştürücü gücünde bir hesaplaşmayı bizlere salık vermektedir. Yaşadığımız toplumsal sistemde, günlük yaşantımız, birebir ilişkilerimiz ya da sınıf çıkarlarımızın sistemli iradeye dönüştüğü her türlü kurumlarımızla ilişkilerde bile, var olması ve yarattığı sonuçlar itibarıyla toplumsal nitelik arz etmeyen, bir sınıfın ideolojik dokusunu taşımayan, O’nun kültürünü yansıtmayan tek bir sorun bile yoktur. Maoist Komünistler burjuvazi ve onun çeşitli düzeylerdeki gerici işbirlikçilerinin insan yaşamını kuşatan her ciddi gerici yönelimini, toplumda tek tek bireyler nazarındaki etkileri ve bireysel sorunlarıyla değil, toplumsal yönüyle ele alır. Tek tek bireylerin göremediği, nedenlerini ve çözüm araç ve dinamiklerini kavrayamadığı meselelerde, kolektif bilincin komünist dünya görüşümüze göre şekillendiği ana karargah Maoist Partidir. Bu bilinci kavramanın ana kodları vardır. Öncelikle materyalist tarihsel bilinç bunun ön koşuludur. Hem toplumsal gelişimler, sınıfların konumlanışı babındaki hareket kanunlarını kavrama anlamında hem de proletaryanın sınıf mücadelesi tarihinde komünist partisinin yarattığı değerleri kavrama anlamında tarih bilincine özel vurgu yapmamız gerekmektedir.

Emperyalist kapitalist sistemde sömürü ve şiddet yayılıyor Günümüz emperyalist kapitalist sistemde, burjuvazi egemenliğini tesis ederken,burjuva devlet mekanizması başta olmak üzere, toplum içinde yarattığı birçok örgütlülükle hakimiyetini kurmaktadır. Askeri, ekono-

mik, kültürel, sosyal, sanatsal, dinsel vb. gibi birçok alanda sömürü ve şiddetini toplumun en ücra köşelerine yaymakta, toplumun her sosyal dinamiğine kendi dünya görüşünü dayatmaktadır. Toplumu zap-tu rapt altına alan bu kurumlar burjuvazinin kendi gerici dünya görüşünü, gerici kurumlarında iradeleştirmesidir. Maosit Komünistler açısından da, bu iradeleşme, proletaryanın sınıf savaşımında, insanlığın ilerici değerlerinin siyasi, ideolojik, kültürel, askeri ve felsefi olarak merkezileşmesidir. Ve genel anlamıyla sınıf mücadelesinin her aktivisti, iradeyi bu merkezileşmede sistematize etmek durumundadır. Bu iradeleşme salt düşünce bazında değil, mücadelenin düzeyi, kullanılacak örgütsel araçları ve kullanılacak yöntemleri en ileri tarzda ortaya koyarak niteliğe dönüştürme meselesidir. Bu niteliğin, sınıf mücadelesinde Komünist Partisinin basitten karmaşığa tüm örgütlenme biçimlerinde eyleme dönüşmesi, örgüt bilincimizin ana halkalarından bir diğer yöndür. Emperyalizm, komprador tekelci kapitalizm ve ittifak güçleri olan gerici barbarlığa karşı, başta proletarya olmak üzere, ezilen uluslar, azınlıklar, inanç grupları ve ezilen halk katmanlarının mücadelesinde, Komünist Partisinin önderliğinde, proletaryanın dünya görüşü diyalektik ve tarihsel materyalizmin perspektifinde, tarih bilincimizin üretimi, bu bilincimizin devrimci ilerici örgütlenme araçlarımızda iradeleştirilmesi ve son tahlilde devrimci militan çizgide eyleme dönüştürülmesi, ancak örgütlülük temelinde olabilir. Genel olarak Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası özgülünde, örgütlülük düzeyinin cılız olduğu bir toplumsal süreci yaşıyoruz. Bunu, halk katmanlarımızdaki bireyler üzerinden açıklamak sorunu çözmede faydalı olmayacaktır. Bir toplum örgütlü olmadığı sürece, burjuva-kapitalist devletin dayattığı tüm sorunlarda, kolektif bir bilinçle tavır alamaz, daha çok bireysel “çözüm” yollarına başvurur. Toplumsal dayanışmadan yoksun, bireysel tepkilerin hakim olduğu, yaşadığı sosyal, sınıfsal sorunların sistemle ilişkisini görmediğinden çatışmayı toplum içindeki bireyler arasında sürdüren, sistemin ahlaki, ekonomik, siyasal, ideolojik değerlerini kendi değerleriymiş gibi savunan, kendi sınıf bilincine göre iradeleşememiş bir toplumsal çoğunluktan söz ediyoruz. Bu toplumsal zeminde davranış tarih ve gelecek ilişkisinden kopuktur. Sınıf karşıtı olan burjuva hakimiyet anlayışının etkisi altındadır. Kolektif bir ölçü yerine, kendisinden olmayan dünya görüşünün sonucu olan günlük çıkarlara hapsolmuştur. Bundan dolayı birey olma özelliği toplumsal bütünleşmeyle değil, geri çıkarların temsili özgülünde toplumsal parçalanmaya hizmet etmektedir. Bu durumdan dolayı kendi sınıf bilincinde iradeleşememektedir, kendi kaderine sahip olma ekseninde iktidarlaşma kurumlarında örgütlenememektedir. Burjuva gericilik kendi sınıf bilincinde iradeleşememiş bu ezilen toplumsal çoğunluk üzerinden kendisini var etmekte, egemenlik araçlarını tesis etmektedir. Kuşkusuz toplumun ezilen halk yığınlarına bilinci götürecek olan Komünist Partisidir. Burada tartışma konumuzun esasını yığınların neden Komünist Partisinde örgütlenmediği (ki bu kendiliğinden olacak bir durum değildir. Yığınlar kendiliğinden KP’sine gelmez, KP’si,


perspektif

örgüt bilinci üzerine sürece ve mevcut duruma göre ürettiği siyaset ve verdiği sınıf savaşımıyla yığınları örgütler) değil, Komünist Partisinin en alt düzeyde örgütlü militan ve savaşçısından, en üst düzey kadro ve üyesine kadar, ne düzeyde örgüt bilinciyle donandığı ve ne düzeyde eski, çürümüş burjuva sistemin hastalıklarından arındığı sorunudur. Komünist Partisinin herhangi bir örgütlülük alanına devrim iddiasıyla adım atmak, bedeli ağır olduğu için, büyük ve yeterli bir fedakarlık olarak ele alınabilinir. Kuşkusuz örgütlenmek büyük bir adımdır. Ama bu devrimci savaş sürecinde kendi iç dünyamızda, bulunduğumuz örgütlülük alanında ve iradeleşebildiğimiz düzeyde toplumda yaratacağımız devrimci görevleri düşündüğümüzde, bu ilk adımın ne kadar küçük bir adım olduğunu daha net görebiliriz. İlk adımı atmakla yetinmek ve feda fikriyatında hapsolmak, varoluşun eski tarzında ayak diremedir. Devrimci savaşımın eşiğinde durup, kapısından içeri girmeme tarzıdır. Örgütsel yaşamda küçük burjuva bireyciliğin etkisiyle kendini yaşatan bu tarz, ne devrimci savaş içinde kişiliğini devrimcileştirebilir, ne de devrimci savaşın içinde bir özne olabilir.

Devrimci savaş ‘yeni’ insanı yaratma mücadelesidir Oysa devrim, Maoist Komünistler açısından toplumu, komünist dünya görüşümüze göre köklü değiştirme işidir. Devrimci savaşım içinde, basitten karmaşığa toplumsal ilişkileri daha özgün olarak içindeki insanı ve insanın dünyasındaki “ ben” egosunu değiştirme işidir. Devrimci savaş içinde geliştirilmiş ve toplumun, insanlaşmanın çıkarlarında yaratıcı bir birey yerine, mevcut olan “ben”i yaşatmak, mevcut gerici burjuva sistemi hangi düzeyde olursa olsun yaşamaktır. Bu anlamıyla devrimci savaş, proletarya ve ezilen müttefiklerinin kurtuluşu davası olduğu kadar, mücadele içinde buna uygun “yeni” insan olmak da bu kurtuluş davasının gereğidir… Gerici burjuva dünya görüşünün ideolojik dokusundan koptuğumuz oranda, komünist partisinin iktidar bilinciyle bütünleşebiliriz. Maoist Komünistlerin, örgütsel bilincinin ana halkası, savaştığı coğrafyalarda mevcut olan gerici sınıflardan iktidarı alma savaşıdır. Bu savaş komünistler açısından enternasyonal görevlerle iç içe yürür. Somut olarak, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında faşist Türk devletinin egemenlik sistemine karşı Maoist Komünistlerin savaş mevzilerindeki duruşu, diğer coğrafyalardaki ezilen halkların savaşlarına karşı enternasyonal görevlerle iç içe yürümektedir. Sosyalist Halk Savaşı Stratejisi’nin siyasal içeriği doğru okunmalıdır. Süreçteki sağdan tasfiyeci, sisteme yedeklenmeci anlayışlara karşı, hakim gericiliğe cepheden stratejik konumlanış olan gerillanın çağrısı doğru okunmalıdır. İktidar savaşında parti, ordu, cephe gibi stratejik silahlar, kitlelerin devrimci savaşımızda ve kuracağımız iktidarımızda tek özne olduğu bilinci, Maoist Komünistlerin 3. Kongresi’ndeki ileri sentezlerinin savaşın parıldayan mevzilerindeki güçlü duruşun bir kez daha ilanıdır. Böylesine ileri düzeydeki bir savaşı, eskimiş dünyanın hastalıklı yanlarını yaşayarak ya da koruyarak yürütemeyiz. Bilincimiz eskiyen her yanımızla savaşmamızı emrediyor. Bilincimiz burjuva egemenlik kurumlarını basitten karmaşığa parçalamayı,

uluslararası alanda enternasyonal bayrağa nitelik olarak güç katmayı emrediyor. Bugün Gazze, Filistin, Ortadoğu, Kafkaslar, Ukrayna, Arap Yarımadası başta olmak üzere emperyalist hegemonya savaşının ağır faturaları altında ezilen uluslar ve halklar boğazlanmaktadır. Emperyalist hegemonyanın stratejik planlarında bir yeri olan IŞİD, yarattığı bağnazlık ve terörle emperyalizmin insanlık dışı duruşunun siması olmuş durumdadır. Bu somutta Türkiye-Kuzey Kürdistan sahasından bu coğrafyalara ulaşması gereken “el” Maoist Komünistlerin enternasyonal bayrağıdır. Emperyalist egemenlik sisteminin başka bir ayak olarak o coğrafyalarda döktüğü kanı faşist Erdoğan ve AKP iktidarı üzerinden sisteme “tepki” adına entegre etmesi, proletaryanın ve ezilen halkların bayrağıyla ezilmelidir. Kimi liberal çevrelerin bu tavrı Ortadoğu halklarına sahip çıkma olarak manipüle etmesi, gerçeği görmemesinden öte sınıf karakterinin sonucudur. Boğazlanan uluslar ve ezilen halkların birbirleriyle kuracakları köprü, ülkelerin mevcut gerici egemenlikleri üzerinden kurulacak köprü değildir. Bu gerici egemenliklerin ilişkilerinde, gerici çıkarlar vardır, ezilen halklar lehine bir şey yoktur. Oysa enternasyonal proletaryanın uluslararası sorumlulukların rengini taşıyan kızıl bayrak Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki direnişin, Rojava, Gazze başta olmak üzere Ortadoğu ile Hindistan, Peru, Nepal vb. bölgelerle kuracağı köprü emperyalist barbarlığa karşı halkların kardeşlik köprüsüdür.

Devrimin stratejik görevlerine omuz verelim Devrimci savaşımızın bu denli karmaşık ve ivedi görevlerini, eskiyi temsil eden yanlarımızı koruyarak ya da onlarla yeterince mücadele etmeyerek yerine getiremeyiz. Devrimin bu stratejik görevleri yerine, bireysel, günübirlik sorunlarımızı öne çıkararak örgütü tartışmalara boğmak, esas görevlerimize vereceğimiz emeği zayıflatır. Kuşkusuz ki iç ideolojik mücadele, eleştiriözeleştiri parti içinde süreklidir ve doğru kullanıldığında geliştiricidir. Sözü edilen mesele bu değildir. Kendi dar dünyasını dayatan, küçük burjuva bireyci yanlarını yaşayan, örgütün genel ilkeleri yerine kendi dünyasındaki kriterleri yaşayan tarz, sınıf mücadelemize bir nitelik katamaz. Farklı fikirlerimizi örgüt içinde tartışmak, hot zotçu, ayrılıkçı, parçalayıcı bir şekilde bu fikirlerimizi ifade etmemek, doğru olandır. Yine örgütün farklı fikirlere ifade hakkı tanıması, farklı fikirleri anlaması, ikna ve değiştirici olması, konumlanışımızı güçlendiren bir olgudur. Farklı fikirler ya da farklı yönelimler kendisini doğru zeminde ifade etmeyebilir. Kendini doğru yöntemlerle ifade etmese dahi, doğru bir yöntemle ideolojik mücadele zeminine çekmek, ikna ve dönüşüm şansını son ana kadar zorlamak, Maoistlerin ilkesel yönelimidir. Söz konusu bu yaklaşımımız doğru kavranmadığı zaman, örgüt disiplininde ve işleyişinde menşevik, ve liberal bir çizgiye kaymak tehlikelidir. Vurgulamak istediğimiz liberal örgütsel çizgi değil, Maoist örgüt ve kitle çizgisidir. Kısaca vurguladığımız bu genel doğru dışındaki bir duruş, devrimci savaşa güç katmayan bir duruştur… Perspektif açıktır. Her türlü yol ve aracı dünya görüşümüzün ilkelerine göre kullanılarak sürece ve özgün koşullara göre politika üretmek ve bu politika ekseninde

eyleme geçmek, devrimci duruşumuzun niteliğidir. Sürece uygun politikaların geliştirilmesi ve örgütlü bir güç olarak pratikleştirilmesi, iradi gücümüzün inisiyatifleşmesi açısından önemlidir. Örgütün devrimci savaşı sürece göre geliştirmesi, stratejiler ve taktikler belirlemesi sınıf savaşının doğası gereğidir. Devrimci bir örgüt militanının görevi, bu politikaları kitleler içinde maddi bir güce dönüştürmesidir. Bu rolünün yerine, örgütün özellikle merkezi politikalarının altını boşaltan bir yaklaşım, Maoist Komünistlerin bilinci olamaz. Maoist Komünistler, stratejik ve taktik politikalar belirlerken, devrimle karşı devrimin keskin sınıf çelişkileri ana hattı üzerinden iktidar bilincinin iradeleşmesi bazında belirler. Dönem dönem demokratik, ekonomik, akademik talepler ve bazı reformlar için mücadele etmesi, stratejik yürüyüşüne hizmet edip etmediği içeriğinde ele alır. Bu stratejik duruşun kavranması yerine, günübirlikçi, popülist, sistem içinde erime ya da sistemi güçlendiren “demokrasi” oyunlarına (Cumhurbaşkanı seçimleri gibi) araç olan politikalara alet olma bilincimizin kavranması konusundaki bir problemi işaret eder. Komünist partisi tek bir örgüt değil, bir örgütler toplamıdır. Özgün toplumsal çelişkiler ve sosyal gruplara göre birçok örgütlenme, Komünist Partisinin siyasal perspektifinde yaratılabilir, yaratılmıştır da. (Direkt komünist partisinin pratik siyasal perspektifine göre kurulmayan ama devrimin saflarına hizmet eden çeşitli örgütlenmeler de olur ve KP’sinin bunlarla da bir ilişkisi olabilir… Konumuz bu olmasa da bu yönü de dikkate aldığımızı ifade etmemiz gerekir). Bu örgütlülüklerin kendi özgün çelişkileri ekseninde hedef kitlesiyle devrimci savaşımın özneleri olması, örgütlenme perspektifinin ana halkasıdır. Yani, mücadele araç ve biçimlerini devrimci savaşımızla uyum halinde ele alabilecek örgütsel kapasite ve düzey iradeleştirilmeli, doğru araç ve biçimlerle tüm örgütler toplamı devrimin örgütüne, tüm politikalar devrimin stratejisine tabi hale getirilmelidir. Bunun yerine özgün çelişkilerini baz alarak örgütleniyorum adı altında, devrimin stratejik planlarından kopan, yaratmak istediğimiz dünyanın politik, ideolojik değerlerinden uzaklaşan, bunun yerine müzmin muhalefet içinde, üzerinde var olduğu özgün çelişkileri kullanan bir anlayış, komünist partisinin tüm toplumu özgün çelişkilerine göre örgütleme perspektifini anlamamaktır. Kadın, gençlik, sendikalar, yöresel dernekler, meslek kurumları gibi özgün alanlardaki duruş, onlarca, yüzlerce örgüt aracılığıyla kitleleri örgütleyip kucaklamalı ve devrimci savaşın stratejik örgütüyle bütünleşilmelidir. Bunun dışındaki stratejik duruş, ayrılıkçıdır, parçalayıcıdır. Mevcut sistemin yarattığı toplumsal farklılıkları, çatışkıları, ”örgütlenme” adı altında aynı biçimde devam ettirmedir. Toplumsal gelişmelerin yönünü, içeriğini yorumlamak, ilerici ve gerici yanlarını tanımlamak sorunun bir yanıdır. Aynı zamanda örgütlenme perspektifinde kapsayıcı olmak ve bunu devrimci savaşta burjuvaziye karşı güçlü bir silaha dönüştürebilmektir. Maoist Komünistlerin bu konudaki tarihsel tecrübesi önemli bir hazinedir. Bundan öğrenmek ve Maoist Komünistlerin sürece uygun devrimci projelerini devrimci savaş çizgisinde uygulamak, tarihsel rolümüzdür, bu tarihsel rolün özü de proletaryanın sınıf bilincidir.


14 Tekçi-faşist CHP’de neler oluyor? güncel haber

16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

dizaynın daha henüz oldukça gerisinde duran CHP ve MHP gibi partilerin kendi içlerindeki sancılı durumları devam etmektedir. Bu durumun kuşkusuz ki son tahlil de emperyalist efendilerinin iradelerinde karara bağlandığı gerçekliğini de kabul etmeliyiz. Zira bu tekçi faşist Türk hakim sınıf klik partileri, ekonomik politik olarak göbekten uluslararası emperyalist sermayeye bağımlıdır. Özellikle son yılarda MHP nezdinde yaşanan kaset olayları, CHP’nin başına Kemal Kılıçdaroğlu’nun getirilmesi ve son olarak Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilip, Davutoğlu’nun Başbakanlık’a getirtilmesi, Abdullah Gül’ün mevcut durumu ve AKP içerisindeki değişikliklerin arka planında emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda bir sürecin işletildiği kuşku götürmez bir gerçekliktir. Bu anlamda TürkiyeKuzey Kürdistan halk kitlelerinin bu tekçi faşist partilerde yaşanan değişimler ve gelişmeleri bir ilericilik ve demokratikleşme girişimleri olarak yanlış ele almaması ve aldanmaması gerekmektedir.

Kabul etmek gerekir ki özellikle son 10 yılı geçen süre içerisinde gerek Türk devletinin diğer temel kurumları gerekse de bir hükümet ve iktidar partisi olarak AKP’de ve onun üzerinden geliştirilen ekonomik politikalarda uluslararası emperyalist sermayeyle esasta bir uyumluluk içerisinde olunduğunu ve stratejik efendi-uşaklık temelindeki bu uyumlu durumun hala devam ettiğini belirtelim Hükümetinden muhalefetine, hakim kliğinden muhalefetteki kliğine kadar tekçi faşist Türk egemenleri arasındaki TürkiyeKuzey Kürdistan özgülü üzerinden dünya genelinde oynayacakları uşaklık rolüne ilişkin rekabet, hiç bitmeyen bir aşk gibi sürgit devam etmektedir. Aslında Türk egemenleri arasında bütün olan bitenler, uluslararası emperyalist sermayenin dinamik bir olgu olarak derinleşmesi ve merkezileşmesine uygun olarak nasıl bir içerik ve biçim alacağıyla doğrudan ilgilidir. Hatta bu durumun belirleyiciğinde geliştiğini vurgulamak isteriz. Nasıl ki Osmanlı’ya kapitülasyonlar ve bağımlılık temelindeki dayatılan ve uygulanmak zorunda bırakılan ekonomik politikalar söz konusu idiyse aynı şekilde yaklaşık yüz yılı bulan yarı- sömürge, yarı- feodal ve 1990’lardan itibaren ise emperyalizme yarısömürge temelindeki bağımlılık ilişkisinin daha da derinleşmesi temelinde tekelci komprador kapitalist Türk devletine dayatılan ekonomik politikalar durmaksızın devam etmektedir. Ve bütün bu gelişmeler bizzat uluslararası emperyalist sermayenin ihtiyaçlarına paralel olarak hayata geçirilmektedir. Bu yönüyle sermayenin dinamik bir olgu olarak görülmesi ve kavranması gerçekliğinden ötürüdür ki Türk devleti ve onun da içerisinde özel- özgün bir yeri olan parlamento ve düzen partilerinin de dizayn edilerek balans ayarından geçirilmesidir. Türk devletinin kurulduğu günden bu yana geçen tarihsel sürece bir göz attığımızda; CHP olarak tek partili sistemden 1940’lardan itibaren çok partili sistemle demokrasicilik oyunlarına ve akabindeki 19601970-1980’lerdeki onar yıllık aralıklarla bizzat emperyalist efendilerince planlanıp faşist Türk ordu güçlerince gerçekleştirilen askeri darbeler, 24 Ocak kararları, ANAP, DYP, CHP, DSP, MHP, AKP olarak hükümet değişiklikleri üzerinden uluslararası emperyalist sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak yasama- yürütme- yargı temelinde Türk devlet kurumlarının sürekli dizayn edildiğini ve hala da bu durumun devam ettiğini söyleyelim.

Ha Kılıçdaroğlu ha Muharrem İnce; esas olan emperyalist çıkarlardır

Yaşanan süreç emperyalist çıkarlar temelinde işletilmektedir Bugün AKP’de yaşanan değişiklikler ve CHP, MHP gibi diğer düzen partilerinde kendini dayatan gelişmeler de bu durumla doğrudan ilgilidir. Yoksa başka bir türlü gelişme ya da ilerleme ve demokratikleşme olarak asla tasavvur edilemez. Çok açık bir şekilde ifade edelim ki AKP, CHP, MHP, BBP gibi düzen partilerindeki değişim ve yaşanan gelişmeler, uluslararası emperyalist sermayenin ihtiyaçlarıyla doğru orantılı olarak dizayn edildiğinin göstergeleridir. Ve tabii ki sermayenin bu konseptine ayak uyduramayanlar da tasfiye edilerek çöp tene-

kesine fırlatılmaktadır. Kabul etmek gerekir ki özellikle son 10 yılı geçen süre içerisinde gerek Türk devletinin diğer temel kurumları gerekse de bir hükümet ve iktidar partisi olarak AKP’de ve onun üzerinden geliştirilen ekonomik politikalarda uluslararası emperyalist sermayeyle esasta bir uyumluluk içerisinde olunduğunu ve stratejik efendi-uşaklık temelindeki bu uyumlu durumun halen devam ettiğini belirtelim. Bundandır ki AKP iktidarının on yıl geçen süreci zarfında, tek başına yönetme gerçekliği nedeniyle siyasi istikrarın halen devam ettiğini söyleyebiliriz. Uluslararası emperyalist sermayenin derinleşmesi ve merkezileşmesine uygun bir

Mevcut süreçte CHP içerisinde yaşanan Kongredeki gelişmeleri de bu temelde görmek ve değerlendirmek durumundayız. Ha Muharrem İnce, ha Kılıçdaroğlu veyahut da hangisi olursa olsun uluslararası emperyalist sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak dizayn edilmekten kendini kurtaramayacaktır ve tabii ki stratejik uşaklık dışında bir rolleri de olmayacaktır. Her ne kadar argümanlarında önemli değişiklikler söz konusu olsa da öz ve içerik olarak tekçi faşist karakterlerinde bir değişiklik olmayacağı bilinmelidir. Bütün bunlara rağmen hala bu tür değişim ve gelişmeleri bir ilericilik ve demokratikleşme olarak tasavvur edenler varsa da bunların aklı tutulması yaşadıklarını ve ipe un serdiklerini pek rahatlıkla ifade edebiliriz. Nasıl ki emperyalist-kapitalizm kendisini değişen her sürece göre yeniden dizayn edip, ihtiyaca göre şekillenme yoluna gidiyorsa aynı şekilde kendisine uşaklık rolüyle bağımlı bütün güçleri bu ihtiyaçlar temelinde yeniden organize etmektedir. Ülkemizde de yaşanan gelişmeler bu minval üzerinden olmuştur. “Soğuk savaş” , “Yeşil Kuşak Projesi” ve şimdiler Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) ekseninde TC dizayn edilmekte, ihtiyaca en iyi şekilde cevap olabilecek bir duruma getirtilmek istenmektedir. Bu dizayn süreci sadece tek bir parti ya da parlamento üzerinden değil, bütün hakim sınıf klikleri ve gerici kurumlarıyla sistemin tümünü kapsamaktadır. CHP’de yaşanan ve yaşanmaya gebe gelişmelerin tümü de bu gerçeklik üzerinden okunmalıdır. Aksi her anlayış ve tavır bilimsel gerçeklikten uzak, niyetler üzerinden idealist bir yaklaşıma tekabül eder.


güncel haber

16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

15

Sarısülük’ün katili ödüllendirildi Ankara’da Gezi Ayaklanması sırasında polis Ahmet Şahbaz tarafından katledilen Ethem Sarısülük davasında Şahbaz’a 7 yıl hapis cezası verilirken, Ali İsmail Korkmaz ailesinin Anayasa Mahkemesi’ne davanın nakli için yaptığı başvuru reddedildi Gezi Ayaklanması sırasında Ankara’da polis tarafından katledilen Ethem Sarısülük davasının duruşması 3 Eylül’de Ankara Adliyesi’nde görüldü. Duruşmada Sarısülük’ün katili polis Ahmet Şahbaz’a 7 yıl hapis cezası verilirken, Şahbaz ile ilgili bilindik senaryolar sahneye konularak, “haksız tahrik” ve “iyi hal” indirimleri uygulandı. Böylece ülkemizde hukuk devleti söyleminin yalnızca bir aldatmacadan ibaret olduğu bir kez daha tescillenmiş oldu. Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen bir önceki duruşmada Şahbaz’ın tutuklanmasını talep eden savıcının görevden alındığı gözlenirken, yeni atanan savcı Sarısülük’ün katledilmesinin “olası kastla öldürme” olduğunu ancak “çok fazla taş atıldığı için haksız tahrik hükümlerinin uygulanması gerektiğini” iddia etti. Sarısülük ailesinin avukatları ise savcının haksız tahrik hükümlerinin uygulanması talebinin

yanlış olduğunu, kasten öldürme suçunun olduğu durumlarda Yargıtay kararlarına göre haksız tahrik indirimi uygulamasının mümkün olmadığını vurguladı. Avukatlar ayrıca polisin biber gazı ve tazyikli suyla saldırısı sonucu eylemcilerin haksız tahrike uğradığını kaydetti.

Şahbaz ödüllendirildi Şahbaz’ın avukatları “Çektim sıktım üç „tane” sözünün korku ve panikle söylendiğini iddia ederken, katil Şahbaz da peruk takmasının sebebinin “marjinal örgütlerin” tehdidi olduğunu öne sürerek Sarısülük ailesinden “özür diledi”. “Bir yıldır susuyorum herkes konuşuyor, psikolojim bozuldu” diyecek kadar aymazlaşan Şahbaz, mahkemenin adaletine “güvendiğini” belirterek beraatini istedi. Şahbaz’ın “adalete güvenini” boşa çıkarmayan mahkeme, Şahbaz’a “haksız tahrik ve iyi hal indirimi” uygulayarak “olası kastla öldürme suçundan” 7 yıl 9 ay 10 gün hapis cezası verdi. Şahbaz’ın toplamda yatacağı hapis cezası ise sadece 4 yıl 10 gün.

‘Kararı tanımıyoruz’ Duruşmadan sonra Ethem Sarısülük’ün ailesi ile avukatları Adliye önünde bir açıklama yaptı. Avukatlar Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin bir hukuksuzluğa imza attığını, katil Şahbaz’ın davadaki olumsuz davranışlarına karşın “iyi hal indirimi” ver-

me cüretinde bulunduğunu belirterek bu kararı kabul etmeyeceklerini ve mücadeleye devam edeceklerini vurguladı. Ethem’in mahkeme heyeti tarafından bir kez daha katledildiğini belirten avukatlar, yargıdan adalet beklemediklerini, adaletin sokaklarda ve meydanlarda söke söke alınacağını ifade etti.

Korkmaz ailesinin başvurusu reddedildi Gezi Ayaklanması sırasında Eskişehir’de sivil faşistler ve polis tarafından dövülerek katledilen Ali İsmail Korkmaz ailesinin davanın Kayseri’den başka bir şehre alınması yönünde Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru reddedildi. Mahkeme reddetme gerekçesi olarak “bireysel başvuru için olağan kanun yollarının tüketilmediğini” belirtti. Ancak mahkeme üyesi Osman Paksüt bu karara katılmadığını ifade ederek karşı oy kullandı. Paksüt, karşı oy gerekçesinde Yargıtay’ın davanın nakli istemi üzerine vereceği kararın, Adalet Bakanlığı’nın istemini otomatik olarak sonuca bağlamaktan ibaret olmadığını belirterek diğer yargı yararları gibi gerekçe yazılması gerektiğini savundu.

Savcı’dan Uğur Kurt için keşif Okmeydanı Cemevi’nde akrabasının cenazesini beklediği sırada polis tarafından katledilen Uğur Kurt’un soruşturmasında, 106

YOLA YOLCU

gün sonra saldırının yaşandığı yerde keşif yapıldı. Soruşturma dosyasını yürüten Savcı Hasan Yılmaz, polis S.K’nın ateş ettiği sokağın başından Kurt’un katledildiği Cemevi avlusuna kadar olan yerde ölçüm yaptı. Okmeydanı ve çevresinde savcının talimatıyla yoğun polis ablukası ile çok sayıda akrep aracı dikkat çekti. Kurt ailesinin avukatı Aslı Kazan Gilmore keşifle ilgili şu açıklamayı yaptı: “Savcı bey resmen bir ordu getirmiş. Bu asla kabul edilemez. Zaten savcı, soruşturmada meşru müdafaa ifadesini kullanarak şüpheli avukatı olarak hareket ediyor. Şimdi de olay yeri incelemeyi 'kimseye haber vermeden yapalım' deyip buraya bir polis ordusu yığarken, o iddiasının zeminini hazırlıyor. Bunları tutanağa geçireceğiz.” Gezi Ayaklanması’nda katledilen Ethem Sarısülük’ün katili polis Ahmet Şahbaz’a verilen ödül gibi cezadan, Korkmaz ailesinin davanın nakli için Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvurunun reddedilmesine ve Uğur Kurt için Okmeydanı’nda yapılan keşifte savcının tutumuna kadar yaşanan pek çok gelişmede, faşizmin kendi katillerini aklamak için her türlü yolu denediği görülmekte ve hukuk devletinin faşizmin yüzünü gizlemek için yalnızca bir aldatmacadan ibaret olduğu bir kez daha tescillenmiş olmaktadır.

≫ hıdır uludağ

ÖZGÜR TUTSAKLARA MERHABA…

E

lleri kelepçede, yürekleri isyanda olan dostlarımla, yoldaşlarımla epeydir yazışamıyoruz. Daha doğrusu yazdıklarıma yanıt alamıyorum. Ya bir mektup “cezası”, ya bir hücre “cezası” almışlardır diye düşünüyorum ama aynı akıbeti, aynı anda paylaşıyor olmaları da pek olanaklı görünmüyor. Üstelik her biri başka başka hapishanelerdeyken. Şu sözde “koca” devletin acınası haline, gülesim geliyor. Öyle “koca” bir devlet ki bir dal kağıt ve üzerine serpiştirilmiş sözcüklerden korkan devlet… Korkuyorlar! korksunlar, korkacaklar elbet. Ama kendi korku belalarına, bizim en demokratik hakkımızı yok saymalarına izin vermemeliyiz. Sık sık tekrarlanan bir çağrıyı den de tekrarlamak istiyorum. Tanıyalım veya tanımayalım her birimiz en azından bir özgürlük tutsağına bir kart göndermeyi kendimize görev edinelim. Tanışmak, bir masanın etrafında oturup demli bir bardak çay içmekten ibaret değildir. Yüreklerimiz aynı güzellikler için çarpıyorsa eğer, biz asırlardır tanışıyoruz demektir. Mektuplarım eğer geçmiyorsa ellerine dostlarımın, ne olur bana alınıp kırılmasınlar. Eğer takılıyorsa tel örgülere mektuplarım, elbet bir yolu bulunur kanatlanıp uçmalarının. Karanlığa, aydınlık mayalayan özgür tutsak dostlarımla olan sohbetlerimizi özledim. Özlemimi gidermek adına,

hepsi olmasa bile gelmiş olan mektuplardan bir kaçıyla yeniden yüz yüze gelmek, yazılanları duymak ve hissetmek istedim. Malatya, İzmir, Maraş, İstanbul ve Kastamonu’dan derken ne kadar çok dostumla, yoldaşımla mektuplaştığımı fark ettim. Halkı için zindanlarda kalmayı göze alanlara karşı küçük de olsa görevimi yerine getirmiş olmanın huzuru ve mutluluğuyla doldu yüreğim. Bu öyle bir duygu ki her insanın yaşamasını isterim. Okuyacağınız her satır stresinizden sizi uzaklaştırıp, özgürlüğün kanat çırptığı dağlarınıza götürür. Koca gök kubbenin altındaki masmavi, koca koca denizlerde ve okyanuslarda kulaç atmak gibidir özgür tutsakların mektuplarındaki her bir sözcük . Elbistan’dan gelen bir kart. Kart, dostlarımın kendi el ürünü. Özenle çizilmiş kırmızı bir gül ve yanına serpiştirilmiş bir kaç satır yazı. “Uzun zamandır senden mektup alamıyoruz. Ben de bu kart aracılığıyla bir merhaba demek istedim…” diye yazmış. İyi etmişsin, etmişsiniz can dostlar, yürek sızım yoldaşlar. Bir dalda çevresine güzel kokular saçan, umut aşılayan üç gül, sizler inatla yazmaya devam edin. Ben de öyle yapıyorum. İnadın da bir muradı olur elbet. Son gelen mektuplar arasından bir başkası takıldı gözüme. Mercan şehidi Ersin Kantar’ın “Senin saltanatın yok” adlı şiiri ve şiirin yazıldığı sayfa el çizimi sıkılı yumruk ve zafer işareti mükemmel çizimlerle süs-

lenmiş. Mektubun öbür yüzündeki şu satırlar herkes için öğretici olmalı diye düşünüyorum. “…Dünya halkları yaşadıkları coğrafyaların toplamında müthiş bir emeközveri- paylaşım- dayanışma ve mücadeleyle dünden öğrenip bugünü yaşayarak geleceği örgütlüyor. Hem de yaşam belirtisi taşıyan en küçük bir kıpırtıya umutla- düşle- sevdayla tutunarak...” Yazıştığım dostlarımın, yoldaşlarımın çoğu zamanla tel örgülerin öte yüzüne geçtiler. Umarım hücre dostlarını, yoldaşlarını yalnız bırakmıyorlardır. Karartılmak istenen dünyamızın aydınlık yüzlü özgür tutsaklara yazmayı hepimiz, ama hepimiz kendimize görev edinelim. Tecridin ve zulmün karşısında boyun eğmeyenlerle omuz omuza olmanın gururunu ve onurunu yaşayalım. “Tanımıyorum ki”, demeyelim. Biz hepimiz asırlardır tanışıyoruz. Aynı havayı soluyor, aynı lokmayı paylaşıyoruz. Aynı zulmü yaşıyor ve geleceğe aynı kararlı adımlarla yürüyoruz. Öyle ise tanışıyoruz, hem de yüzyıllardır. Umudu çoğaltan, isyan dolu yüreğinizden öpüyorum can dostlarım, sevgili yoldaşlarım. Sizleri unutmak, zulmün pençesinde yalnız bırakmak ne kelime… Zalimin zulmü varsa, bu halkın da adaleti var ve o adaleti ilmik ilmik örüp, tarihin akışına hep birlikte yön vereceğiz.


16

gençlik haber

Hacettepe’de biri öğrencileri gözetliyor!

16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

MEB’de siyasi okul müdürleri Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanarak Mart ayında Meclise gönderilen yasada görevde 4 yılını doldurmuş okul müdürlerinin görevden alınmasının valilere bırakılmasının yanı sıra, siyasi kadrolaşma için çeşitli uygulamalar hayata geçiriliyor

Hacettepe Üniversitesi’nde Burak Hoşgül isimli bir özel güvenlik elemanı muhalif öğrencilerle ilişkisi olduğu için işten atıldığını ve üniversitede devrimci, demokrat ve yurtsever öğrencilerin fişlenerek bilgilerinin polise verildiğini kaydetti Üniversite yönetimlerinin devrimci, demokrat ve yurtsever öğrencilere karşı polisle işbirliği içinde olduğu ülkemizde, üniversitelerde bir fişleme olayı daha ortaya çıktı. Hacettepe Üniversitesi’nde Özel Güvenlik elamanı olarak çalışan Burak Hoşgül, üniversitede devrimci, demokrat ve yurtsever öğrencilerle ilişkisi olduğu için işten atıldığını belirtirken üniversitede devrimci demokratik, yurtsever öğrencilerin üniversite yönetiminin bilgisi dâhilinde fişlendiğini kaydetti. Öğrencileri “örgütlerine göre” ayırmışlar Özel güvenlik elemanı olarak çalışırken “ideolojik öğrencilerle görüştüğü” gerekçesiyle işten atılan Burak Hoşgül devrimci, demokrat ve yurtsever öğrencilerin sistematik olarak fişlendiğini belirtti. Hoşgül çalıştığı sırada özel güvenlik birimlerine, “Üniversitede faaliyet gösteren sol gruplar” adlı bir dosya verildiğini ve verilen dosyada üniversitede faaliyet gösteren devrimci, demokrat ve yurtsever kurumlara mensup öğrencilerin bilgilerinin yer aldığını kaydetti. Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü’nde Faaliyet Gösteren Sol Gruplar

ve Sürekli Yayınları” adlı bir belgenin de Özel Güvenlik Birimleri (ÖGB)’ne verildiğini kaydeden Hoşgül, bu belgede bazı siyasi kurumların isimleriyle birlikte bu kurumlarla ilişkisi olduğu düşünülen yayınların isimlerinin bulunduğunu ve öğrencilerin yakın olduğu siyasi kurumlara göre sıralandığını ifade etti.Öğrencilerin bu belgenin “bir, iki, üç numara” şeklinde numaralandığını ve öğrencilerin fotoğraflarının da belgelerde yer aldığını belirten Hoşgül, fotoğrafların bazılarının facebook, twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinden alındığını ve basın açıklamaları ve çeşitli eylemlerde çekilen fotoğrafların da mevcut olduğunu söyledi. Ayrıca Hoşgül bu fotoğrafların yanı sıra öğrenci işlerinin dosyasından alınmış fotoğrafların da olduğunu ve bunun rektörlüğün fişlenmeden haberdar olduğunun kanıtı olduğunu ifade etti.

Fişleme bilgileri polise verilmiş Sadece öğrencilerin değil muhalif öğrencilere yakın duran ve Eğitim Sen’e üye olan öğretim görevlilerinin de fişlendiği Hacettepe Üniversitesi’nde, aralarında profesörler ve bölüm başkanlarının da bulunduğu akademisyenler kampüs içerisinde takibe alınarak bilgilerinin polisle paylaşıldığı iddialar arasında yer alıyor. Açıklama yapan Hoşgül şunları ifade etti: “Güvenlik Merkezinde dosyalar var. Bir ara, yeni gelen güvenlikçilere K Salonu’nda projeksiyonla bu dosyayı gösterip, tek tek öğrencileri tanıtacaklardı. Ama sonrasında hem güvenlikçilerden birisi suç duyurusunda bulunur diye korktular, hem de bunun yasal olmadı-

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) için hızlı bir çalışma başlatıldı ve Mart ayında MEB kanunu hazırlanarak Meclisten geçti. Bu kapsamda Mart 2014 itibarıyla görevde 4 yılını doldurmuş tüm okul müdürlerinin görevleri bir maddeyle sona erdi. Mart 2014’ten itibaren okul yöneticisi atama hakkı valilere verildi. Bununla ilgili daha sonra MEB bir yönetmelik hazırlayıp, Anayasa Mahkemesi’nin kanunu görüşeceği gün bu yönetmeliği yayınladı. Yönetmeliğe göre bundan sonra okul müdürleri sadece 4 yıl müdür olarak görev yapabilecek, 4. yılın sonunda; il/ilçe milli eğitim müdürü,

insan kaynakları müdürü, okuldan sorumlu şube müdürü, öğretmenler, okul aile birliği, öğrenci meclisi temsilcisi tarafından performansa göne puanlanacak. Ve 75 puan üstü alanlar müdürlüğe devam edebilecek, 75 puan altı alanların müdürlükleri sona erecekti.

Uygulamanın arka planındaki gerçekler Demokratikmiş gibi görünen bu uygulamada gizli kalan kısım şurası; 100 tam puanın 60’ını milli eğitim müdürü, insan kaynakları müdürü, şube müdürü verirken; 40’ını sadece öğretmen, veli ve öğrenci veriyor. Yani siz müdürünüzü ne kadar başarılı bulursanız bulun fark etmez, yandaş değilse matematiksel olarak yoluna devam edemiyor zaten. Bu kapsamda Ağustos ayının sonunda apar topar 4 yılını doldurmuş 16 bin okul müdürünün görevine son verildi. İktidara yakınlığıyla bilinen Eğitim-Bir-Sen, bütün yaz milli eğitim bürokratlarıyla beraber okul müdürü puanlama mesaisi yaparken ortaya şu sonuç çıktı: 7 bin okul müdürünün görevine son verildi, 9 bin okul müdürü yoluna devam


16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

kadrolaşma; kıyımı etti. Bununla ilgili net sayılar için de Milli Eğitim Bakanının yanıtlaması istemiyle soru önergesi verildi ancak önerge henüz cevaplanmadı. Sendikaların yaptığı tarama sonucunda 75 puan üstü alan 9 bin okul müdüründen % 90’ının EğitimBir-Sen üyesi, % 10’unun ise diğer bütün sendikalar ve sendikasız okul müdürleri olduğu ortaya çıktı. Alenen 7 bin okul müdürünün neredeyse tamamı Eğitim-Sen, Türk-Eğitim-Sen ve Eğitim-İş Sendikalarına üye ya da hiçbir sendikaya üye değil. Ancak kesin bilgi olarak Eğitim-Bir-Sen üyesi olmadıklarını söyleyebiliriz. MEB’in yurt dışına bursla eğitime gönderdiği okul müdürleri bile 75 puanı alamadı.

Siyasi kadrolaşmanın hedefleri Şimdi sırada okul müdür yardımcılarının bu yeni görevlendirilecek okul müdürleri tarafından seçim süreci var. Okul müdürleri beraber çalışacağı müdür yardımcılarını seçecek. Hepsi tornadan çıkmış gibi, aynı tip, aynı bıyık, aynı sendika üyesi olan okul müdürlerinin, müdür yardımcısı seçer-

ken de hangi kriterlere göre seçileceği ortadadır. Bu yönetici kıyımını ve kör göze parmak kadrolaşmayı sadece bir iktidarın sıradan bir kadrolaşma hamlesi olarak okumak son derece eksik olur. Burada esas olarak yapılmak istenen, okul müdürlerinden başlayarak sırasıyla müdür yardımcıları ve öğretmenlere uzanan 1 milyona yakın eğitim emekçisini kendisine biat eden ve merkezi politikaları sorgusuz sualsiz hayata geçiren bir eğitimci yaratılmak istenmektedir. Aynı şekilde teknik olarak okul müdürlerinin puanlanması, bütün kamu çalışanlarına getirilmek istenen performans sisteminin de ta kendisi. Bu başlangıç beraberinde güvencesiz, esnek, kuralsız ve süresi belirsiz çalışma yaşamını da getirecek, okulların özelleştirilmesi gündemini de. Bugün özel okullara giden öğrenci başına 3.000 TL ödeme yapan MEB, kamu spotlarıyla velilerden 56 TL para istiyor ki kız çocukları okuyabilsin. Bu yolla, kamu kaynaklarını özel sektöre aktarmak konusunda büyük liberal tecrübeleri var.

gençlik haber

17

Düz liseler neden kaldırıldı

AKP iktidarı, yeni eğitim öğretim yılında özel okul patronları için kesenin ağzını açarak kolları bir kez daha sıvadı. Özelde AKP-Gülen Cemaati çatışması olan dershanelerin kapatılmasıyla hızlanan özel okulların teşviki sürecinde, bu yıl öğrenci başına 1500 TL verilerek özel okul payının artırılması hedefleniyor AKP 4+4+4 eğitim sistemiyle her yıl eğitim sistemini daha büyük bir yıkıma uğratıyor. Okullar zorla imam hatip yapıldı, öğretmenler sürgün edildi, zorunlu din dersleri arttırıldı. Müdürlerin atama şeklinin değişmesiyle eğitimde gerici-siyasal kadrolaşma yaygınlaştı. Devlet okullarına aktarılması gereken kaynakların özel okullara aktarılmasına hız verildi. Sadece iki yıl içinde yapılanlar bile AKP’nin gerici, piyasacı eğitim politikalarının yıkıcı, tek tipleştirici sistemini açığa çıkardı. Düz liselerin kaldırılması ile meslek lisesi, anadolu lisesi ya da imam hatip lisesine dönüştürülen okullar, TEOG uygulaması ile bu yıl tam bir kaos oluşturdu. Okulların açılmasına günler kala ülkenin her yerinde binlerce öğrenci hala hangi okula gideceğini bilemezken öğrencilerin birçoğu zorunlu olarak imam hatiplere yerleştirildi.

Tercih yapmayanlar imam hatip liselerine yerleştirildi 4+4+4’ün ilk yılında yapılan her türlü kampanyaya karşın imam hatip kontenjanlarını doldurmayı başaramayan AKP iktidarı, bu eğitim öğretim yılında dindar nesil hayalini hayata geçirmek için her türlü hileyi yapmaya hazır olduğunu, bu kez Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş(TEOG) sistemiyle gösterdi. AKP’nin gerici ve mezhepçi eğitim politikaları so-

nucu başta Aleviler olmak üzere farklı inançlardan çok sayıda çocuk da imam hatiplere yerleştirildi. Hiç tercih yapmayan ancak Milli Eğitim Bakanlığı’nın yerleştirdiği 134 bin adayın 40 bini imam hatip lisesine yerleştirildi. Zorunlu ve zorunlu seçmeli din dersleri yetmezmiş gibi, her ortaokula imam hatip sınıfı açılacak, TEOG uygulamasıyla Alevilerin, farklı inançlardan öğrencilerin zorunlu olarak imam hatiplere yerleştirilmesi mezhepçiliktir. Eylül ayının sonuna kadar sürecek olan bu kaos ve mezhepçi politikalarla binlerce öğrencinin eğitim hakkı engellenmektedir.

Emekçilerden alınan vergiler sermayeye peşkeş çekiliyor AKP iktidarı, yeni eğitim öğretim yılında özel okul patronları için kesenin ağzını açarak kolları bir kez daha sıvadı. Özelde AKP-Gülen çatışması olan dershanelerin kapatılmasıyla hızlanan özel okulların teşviki sürecinde, bu yıl öğrenci başına 1500 TL verilerek özel okul payının artırılması hedefleniyor. Kamu kaynaklarının devlet okulları yerine özel okullara aktarılması, AKP’nin eğitimin paralı hale getirilmesinin en önemli adımlarından biridir. Bu uygulamayla anaokulu ve 1.sınıf 2500 TL, 2., 3. ve 4. sınıf 3000 TL, 5.sınıf ve üstüne 3500 tl gibi bir ödenek sağlıyor. Ortalama yıllık ödemesi 12.000 TL olan özel okullara teşvik uygulamasında AKP yine eğitimin de desteğini sermayeden kendine yakın olanlara doğru kullanıyor. İktidar için milyonlarca öğrencinin, velinin ve öğretmenin önemi yoktur. Temel önceliği sermayenin ve kendi gerici politikalarının ne olursa olsun hayata geçirilmesidir. Bundandır ki; her gün yeni olumsuz sonuçlarını yaşadığımız 4+4+4’te ısrar etmekte, öğrencilerin önüne her yıl yeni sınavlar çıkarmakta ve kamusal eğitim için değil özel okul patronları için kesenin ağzını sonuna kadar açabilmektedir.


18

güncel yorum

16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

Kürt ulusal sorununda TC ile çözüm Kapitalizmin şafağından bu yana ulusal sorun, çözüm yöntemleri ve projeleri üzerine çeşitli tartışmalar yürütülmüş ve hala da yürütülmeye devam etmektedir. Bu durum hem karşıdevrim hem de devrim saflarında görülen kesimler için de geçerlidir Hemen belirtelim ki daha ilk süreçlerden bugüne devrimci ve komünistler arasında da oldukça önemli ve belirgin farklılıklar söz konusu olmuş ve buna yönelik tartışmalar da aynı şekilde sürmektedir. Ulus, azınlıklar ve inanç sistemlerine yönelik kulağını tersten bükenlerden tutalım da ona takılıp kalanlara ve enternasyonalizm ile ulus- milliyet vd arasında sıkışıp kalan ve daralanlara kadar çok çeşitli kesimler ne yazık ki hala varlığını korumaktadır. Aynı şekilde kaba mekanik materyalistlerden tutalım da doğmatik ve tutuculuktan milliyetçilikte zirve yapıp ırkçılık ve faşizme kadar götüren kesimler söz konusu olmuş ve hala da bunlarda ısrar edenler varlıklarını sürdürmektedir. Bütün bunlar, ulus ve azınlık milliyetler sorununun da yakıcı bir şekilde devam ettiğini göstermektedir. Hatta öyleki bu sorunlar üzerine savaşlar sürmekte, haklı ve haksız savaşlar şeklinde günümüzün gerçeklikleri olarak yaşamımızda yerini almaktadır. Dünyada tek ulus devlet şeklinde oluşumlardan birden fazla ulus ve azınlık milliyetlerin teşkil ettiği, bir ulusun diğer ulus ve milliyetlere karşı imtiyaz ve hegemonyasının hüküm sürdüğü, azınlık milliyet ve inanç sistemlerinin tekeli ve diktatörlüğünün olduğu devletler şeklinde varlığını sürdürdüğü nesnel ve somut gerçeklikleri yaşıyoruz. Türkiye- Kuzey Kürdistan’da da Kürt ve Türk ulusları ile azınlık milliyetlerin ve çeşitli inanç gruplarının yaşadığı bir coğrafyada bulunuyoruz. Bunlar içerisinde Sünni Türk ulusun diğer ulus ve azınlık milliyet ve inanç kesimlerine karşı imtiyazlı hegemonyasıyla anti- demokratik ve meşru olmayan statükonun hüküm sürdürdüğü tekçi faşist bir diktatörlüğün TC devlet yapılanmasının ilk kuruluşundan bugüne varlığını sürdüren gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Kendi kaderini tayin hakkı elinden alınarak tarihi haksızlığa uğrayan ve dört parçaya bölünen Kürt ulusu ve Kürdistan sorununun çözümüne ilişkin Kuzey Kürdistan merkezli olmak üzere yürütülen mücadelede Kürt Ulusal Hareketi olarak PKK’nin mevcut süreçteki durumu ve yönelimini genel olarak ele alıp değerlendirmek durumunda olacağız. Kürt Ulusal Hareketi’nden dostlarımız da genel olarak özellikle Erdoğan ve AKP’yi ayakta tutan durumun Öcalan’ın ‘sağladığı’ çatışmasızlık ortamından kaynaklı olduğunu savunmaktadır. Bu dostlarımız öyle-

sine algı yanılsaması yaratmaktadır ki sanki Öcalan dışarıda Erdoğan ise içeri de tutsaklık koşulları içerisindedir. Öcalan özgür, Erdoğan ise esaret altındadır sanki... Bunun için de Beşir Atalay “Öcalan’ın açıklamaları bizimde görüşlerimizdir, aynısıdır” demektedir. Ancak somut ve nesnel gerçeklikler bunun tersi bir durumun olduğunu sayısız gerçek örnekleriyle doludur. Yine hükümetinden muhalefetine tekçi faşist TC egemenlik mensupları hala “çözüm sürecine devam- sürecek- zafere ulaşana kadar bize uyku yok” vs gibi argümanlar eşliğinde algı operasyonlaryönlendirmesi ve manipülasyonlar gerçekleştirse de, buna paralel tek devlet- tek millet- tek bayrak- tek vatan vb argümanlarını her gelişen gündem içerisinde özellikle altını çizerek vurgulasalarda; Kürt Ulusal Hareketi’nden dostlarımızdan oldukça farklı görüş ve değerlendirmeler yansımaktadır. Mesela Öcalan, AKP iktidarı eliyle Meclise sunulan ve kabul edilen yasal statü meselesine ilişkin “tarihi bir gelişme ve adım” vb derken KCK’den bazen orta yolcu bir üslup ve yönelim argümanı çıkarken bazen de “çözüm için şu ana kadar atılan herhangi bir adım yok” mealinde açıklamalarda bulunmaktadır. Aynı şekilde Öcalan “artık silahlı mücadele miadını doldurdu” derken, KCK’den dostlarımız hem Öcalan’ın bu açıklaması ve mesajını alkışlarken, diğer yandan ise “böyle bir şeyin ancak sürecin sonunda olabileceği ve konuşulabileceği” vb şeklinde beyanlarda bulunmaktadır. Anlayacağınız bütün bu ve buna benzer yaklaşımları iki şekilde özetleyebiliriz. Birincisi TC devletinin tekçilikte ısrarı kararlı bir şekilde sürmektedir. İkincisi Kürt Ulusal Hareketi’nden dostlarımız ise ikircikli bir çizgi ve seyir izlemektedir. AKP iktidarı eksenindeki TC devletinin (buna mulalefet durumuna düşen Kemalist kesimlerden CHP ve MHP’yi vd karşı- devrimci güçleri de ekleyelim) tekçiliği sürerken, Kürt Ulusal Hareketi’nden dostlarımızın oportünist uzlaşmacı reformist çizgi eksenli politik yönelim içerisinde olduğu gerçekliğini de diğer taraftan vurgulamak isteriz. Kuşkusuz herkesin bir yol haritası vardır. Ama TC devletinin yol haritası net olarak tekçiliğin yeniden üretimi düzlemindeki yönelim ve ısrarıdır. Erdoğan ve Davutoğlu’nun tekçi faşist açıklamaları ve vurgularıyla tam da eskinin yeniden üretimi yani tekçiliğin sünni Türk İslam bayrağı altında yeniden üretimi konsepti ve projesinden başka bir şey olmadığı gün gibi ortadadır. Zihniyet ve özün aynı olduğu tartışma götürmez bir durumdur. Kürt Ulusal Hareketi’nden dostlarımızın da kendi yol haritası elbette olabilir ancak kamuoyunda bilinen ve ortaya konan yol haritası, hiç de iyi ve doğru bir yolda olunmadığını göstermektedir. TC devleti çok açık bir şekilde yol haritası adıyla deklare ettiği resterasyonun, Kürt Ulusal Hareketi’ne silahı bıraktırma ve tasfiye etme yönelimini ortaya koymuştur. Ve Öcalan’ın 2013 Newroz’un da “silahlı mücadele miadını doldurdu” mesajı da bu-

nunla örtüşmektedir. Kürt Ulusal Hareketi’nden dostlarımız ne kadar kendilerini zorlasa ve “bu durum ancak sürecin sonunda konuşulacak ve girilecek yönelimdir, bunu şimdilik tartışmayacağım” vb şekilde açıklamalarda bulunsalar da girilen tasfiye sürecinde düşmanın amaçladığı tam da budur. TC devleti elbette adına her ne derse desin asıl amaçladığı, Kürt Ulusal Hareketi’nin ilerici radikal dinamiği ve yönelimini kırarak tasfiye etmesidir. Bunun için de çok açık bir şekilde çok daha önceleri Özal ile başlayan PKK’yi tasfiye süreci çeşitli manevralarla bugün de çok daha kapsamlı, stratejik ve derinlikli bir şekilde devam etmektedir. Bunun için Öcalan uluslararası bir komployla yakalanarak Kenya’dan getirildiğinde o zamanın başbakanı faşist Ecevit “Öcalan’ ın dirisi ölüsünden bize daha fazla lazımdır” diyerek açık bir şekilde Türk devletinin Kürt Ulusal Hareketi’ne yönelik aslında bildik ve çok daha eskilere dayalı tasfiye amaçlı manevralar gerçekleştireceğinin mesajını veriyordu. Emperyalistlerin projelerle dört parçaya bölünerek tarihi haksızlığa uğratılan ve sömürü düzenlerinin imtiyazlı durumu derinleştirilen Kürdistan ve Kürt ulusal sorununun bugüne kadar demokratik ve meşru bir zeminde Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı temelinde çözülemeyişinin en büyük sebebi emperyalist kapitalizmdir. Bu duruma kapitalist paradigma olarak her ne kadar Kürt Ulusal Hareketi’nden dostlarımız niteleseler ve karşı olduklarını iddia etselerde ne yazık ki öngördükleri ekolojik-demokratik konfederasyonalizm ve komünalizm şeklindeki konseptlerinin

içini tamda kapitalist paradigmanın türevlerini kullanarak doldurmaktadır. Ve hatta daha da önemlisi burjuva medeniyetçi paradigmanın düşünce, ideoloji, kültür, tarih, inanç, siyaset, örgüt, devlet vblerine ilişkin görüş ve projeleri hiç de kapitalist uygarlık paradigmasını aşan ya da onu köklü, tarihi ve bütünlüklü stratejik karşısına- hedefine oturtan bir yerde durmamaktadır. Bunun en büyük göstergelerinden biri de daha şimdiden savunu haline getirilip bir türlü kopmayan, kopamayarak üzerinde titreyen önderlik anlayışı, çizgisi ve siyasetidir. Adeta tanrı kategorisine sokarak önderlik anlayışı olarak başkanlık sistemini uyguluyor olması bunca tarihi, köklü ve somut nesnel gerçekliklere karşın, çok ciddi bir kırılmayı ve burjuva medeniyetçi paradigmadan kopmadığını göstermektedir. Kürt Ulusal Hareketi’nden dostlarımız bugün hala tutsaklık koşullarındaki Öcalan kültünü aşamadığı gibi ona adeta yanılmaz otorite ve monolitik bir sıfat biçerek önderlik anlayışı ve bu doğrultudaki statükosunu koruyor olması hiç de doğru ve kabul edilebilecek bir durum değildir. Aksine eskinin devamı ve tam da burjuva medeniyetçi paradigmanın yeniden üretimi kapsamında türevsel bir duruştur. Bu durum her şeyden önce diyalektiğe aykırıdır. Aykırı olduğu gibi nesnel gerçekliklerin karşısında bir duruş ve tavır alıştır. Yine Öcalan’dan başlamak üzere BDPHDP ve KCK’ye kadar Kürt ulusal hareketinden dostlarımızın, AKP iktidarının “çözüm paketi’’ olarak meclise sunup AKP ve HDP’ li milletvekillerince kabul edilen tasarıya ilişkin değerlendirme ve görüşlerin-


güncel yorum

16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

19

arayışları ve bazı kırılmalar üzerine!

deki ikircikli yaklaşımları da önemli bir kırılmaya işarettir. Bilindiği gibi AKP iktidarının TBMM’ye sunulan ve kabul edilen paketin adı, “Terörün sona erdirilmesi ve toplumsal bütünleşmenin güçlendirilmesi” dir. AKP iktidarının sürece yasal zemin kazandırmak için tasarıyı Meclis’e sunduğunu vurgulayalım. Tasarının kabul edilip karara dönüştürülmesiyle birlikte “çözüm” sürecinde görev alanların “hukuki, idari ve cezai sorumluluğu olmayacağı” hükmü getirilmiştir. Ayrıca iktidara Kürt Ulusal Hareketi içerisinde yer alan gerillaya yönelik rehabilitasyon imkanı yaratma yetkisi verilmiştir. Asıl rehabilite edilmesi gerekenler bizzat tekçi faşist Türk devletinin bilimum temsilcileri ve kaşarlanmış savunucusu ve uygulayıcıları olması gerekirken, AKP iktidarı eliyle Türk devletinin “yeni” tasfiye politikalarının devreye sokulduğu daha net anlaşılmaktadır.

Kürt Ulusal Hareketi’nin reformist taktikleri Her şeyden önce Kürt Ulusal Hareketi’nden dostlarımız kendilerinin de oy vererek “yasalaştırılan” tasarıya söz konusu tasarıdaki paketin adına bile baştan karşı çıkarak tasfiyenin gerçek mahiyeti teşhir edilmeliydi. Ancak aksi yönde değerlendirme ve politikalar izlendiğini görüyoruz. HDP Milletvekili H. Kaplan “sürecin yasallaşması başından beri talebimizdi’’ diyerek mevcut konsepti savunmuştur. Öcalan’da “yasanın melise gelmesi tarihi bir gelişme’’ olarak dile getirmiştir. Nitekim yasalaştırılan tasarıya PKK’ li dostlarımız da kerhen sessiz kalarak desteklemiştir. Zira bizzat

Öcalan tarafından da benimsenen bu tasarı karşısında PKK’ li dostlarımızın karşı çıkarak desteklemememesi de düşünülemezdi. Ama çok geçmeden Kürt Ulusal Hareketi’nden dostlarımız hemen her gün yaptıkları açıklamalarda, “devletin ve hükümetin hiçbir olumlu adımı yok, tasfiye amaçlanıyor” vb argümanlarla Türk egemenlik sisteminin hiçbir adım atmadığını ve tekçilikte ısrar ettiğini vurgulamaktadır. Aynı ikircikli durumlarını Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen akabinde Erdoğan’ın balkon konuşması ve AKP 1. Olağanüstü Kongresi, Erdoğan ve Davutoğlu’nun “yeni Türkiye” pankartı ve sloganı altında tekçi açıklamalarına yönelik de sürdürmüş ve adeta “istemem ama yan cebime koy” misali oportünist uzlaşmacı politik hat izlemiştir. Erdoğan’ın tekçi Sünni Türk İslam bayrağı altında şekillenen yeni Türkiye devletinin cumhurbaşkanı olarak meclisteki yemin töreninde HDP’li dostlarımızın da sırada yerlerini alarak alkış tutması tutarlı ve samimi devrimci kamoyunda eleştirilere tabi tutulmuştur. Selahattin Demirtaş ise tam bir oportünistlik örneği göstererek “halk tarafından seçilmiş cumhurbaşkanı tabii ki ayakta alkışlarım” vb diyerek eleştirileri savuşturmaya çalışmıştır. Oysa bilinir ki Hitler ve Kenan Evren de halk ve meclis-ler tarafından seçilmiştir. Dolayısıyla seçim aldatmacaları ve demokrasicilik oylarıyla egemenlik sisteminin kurumsal temsilci ve sözcülerinin kimin olacağına yönelik bir manipülasyon ve tekçiliğin kutsanması yerine, somut ve nesnel gerçeklikler üzerinden

hiç olmazsa daha tutarlı bir yaklaşım ve duruş izlenseydi düzeniçi reformist hattaki tutarlılık daha net anlaşılabilirdi. Kürt Ulusal Hareketi’nden dostlarımız ve ona yedeklenerek kuyrukçu bir hatta duran bilimum kesimlerin bütün bu gelişen süreçler karşısında hala “taktik politikadır, asıl amaçlanan bu kanallar üzerinden devrim ve sosyalizm mücadelesini geliştirip güçlendireceğiz” vb demogojilerini duyuyoruz. Ve bizzat kendi durumlarını ve girdikleri tasfiyeci yönelimlerini doğru ve tutarlı bir özeleştiriyle açıklamak yerine, başkalarını politikasızlıklarla suçlamaktan da geri durmamaktadır. Kürt Ulusal Hareketi’nden dostlarımız 1 Eylül “barış” günü meselesi sürecinde yaklaşımları da bundan sonraki gelişen süreçlere yönelik izleyecekleri olumsuz politik hatta ilişkin güçlü ve somut veriler sunmaktadır. AKP’nin 62. Hükümeti programının Meclisteki görüşülmesine ilişkin de HDP’li dostlarımız farklı bir hattadır. HDP, programı köklü bir reformdan uzak olduğu, sağlam demokrasi ve kalıcı-güçlü bir barışı içermediği, demokratik Türkiye hedefinden uzak olduğu, radikal demokraside demokratik cumhuriyetin olduğu, ademi merkeziyetçiliği esas alan yerel yönetim özerkliğini gerektirdiğini,Avrupa yerel yönetimler özerklik şartı içerdiğini, kadın ve cinsiyetlere yaklaşım, ekoloji vb vd yönleriyle değerlendirerek “bu program güven vermemektedir ve bu anlamda destek vermeyeceğiz” denilerek yaklaşımlarını dile getirmiştir. Ve fakat bilinmektedir ki bizzat AKP’nin bu 62. Hükümet programında yer alan “çözüm süreci” olarak içeriği doldurulan ve bizzat bunun ön koşulları yaratılırken, aynı HDP’li dostlarımız AKP iktidarı önderliğinde yürütülen Türk devletinin konseptine desteği veren de kendileridir. Hatta sürecin yasal zemine oturtulması bizim de talebimizdi denilerek tasarıyı onaylayarak yasalaştıran da bizzat HDP’li dostlarımızdır. Önce onayla ve destek ol sonra da karşı çıktığınızı ve hükümet programına destek vermeyeceğinizi beyan et. Bu ne perhiz ne lahana turşusu. Bu kadar açık bir şekilde ayan beyan tutarsızlık ve oportünistlik olur mu? Demek ki oluyormuş. HDP’li dostlarımızın AKP’nin 62. Hükümet programına yönelik Meclisteki değerlendirmesi ve destek vermeyeceği beyanı, elbette doğru anlayış ve yönelim olarak görülebilir. Ancak gerçekten HDP’liler başta olmak üzere ve tabii ki Kürt Ulusal Hareketi bileşeni kapsamındaki tüm dostlarımızın her ne kadar bu retorikleri gayet olumlu olsa da ne yazık ki pratik gerçekliği ve izlediği çizgi ve pratik politikaları aksi yönde olmakta, AKP iktidarı özgülünde Türk devletinin tekçi ve ötekileştirici yönelimine su taşıyan değirmen rolü görmektedir. Ve en fazla ufukları dar ve ancak düzen içi reformizm sınırlarını aşamayan anlayış ve politikalara hapsedilmiş bir çizgi ve pratik seyir izlemektedir. Bütün bunları da demokratik cumhuriyet, öz yönetim mekanizmaları, demokratik özerklik, komünalizm vb argümanlarla

süsleyip cilalayarak bizzat ezilen Kürt ulusuna mensup kesimlere yönelik algı yönetimleri ve manipülasyonlara başvurmaktan da geri durmamaktadır.

Hangi Türkiye Kürt Ulusal Hareketi’nden dostlarımızın önemli bir kırılması ise birçok kesimin geri bir noktada ilgi odağı ve mutabık kaldığı şu “Türkiyelileşme” meselesidir. Öncelikle bunun yani adına “Türkiyelileşme” denilen konseptin içeriğinde Türk ulusunun imtiyazlı halini hemen görmek mümkündür. Yoksa niye Türk-iyelileşme densin ki. Türk ulusunun isminin yer aldığı ve ona niteliğini verdiği bu kavram ve olgu, açık ki eşitsizlikler temelinde ya da Türk ulusunun imtiyazlı ve egemen belirleyici unsur olarak içerisinde yer alıp ona niteliğini verdiği bir konsepti ifade etmektedir. Aynı şekilde Misak-ı Milli meselesi de öyledir. Bütün bu ve buna benzer kavramlar düzleminde çeşitli çözüm yöntemleri ve projelerine yönelmek açık ki şimdiye kadarki eşitsizlikler ve imtiyazlı statükonun yaratıcılarına ve onların tekçiliğine rızalık eğilimidir. Ya da birtakım kırıntılarla yetinilerek mevcut eşitsiz koşulların devamı yönelimine çark etmektir. Kuşkusuz bu yöneliminde ileriye doğru değilde aksine geriye doğru gitmenin ve daha geri statüko-lar temelinde bir uzlaşı içerisine girilerek devleti kucaklama yada kardeşleşmenin adımları olarak görülmelidir. Bütün bunları da ulus-devlet konseptini aşmak ve onu demokratikleştirmek olarak nitelendirip yanılsama yaratılmaktadır. Algı yönetimleriyle manipülasyonlar ve tekelleşmeler içerisinde olunduğunu özellikle vurgulayalım. Şimdi şöyle düşünelim; mahalleler, köyler, kasabalar, ilçeler, iller ve bölgelerin tamamıyla yerel alanda seçilmiş denetlenebilir, görevden alınabilir, görevlilerinin Konseyler biçimindeki merkezileşmiş ama aynı zamanda tam bir yönetim özerkliğini içeren bir özyönetim sistemini bu haliyle mi kuracaksınız ya da kurabileceksiniz? TC devletinin ve tabii ki sünni Türk İslam eksenli imtiyazlı statükosunu devam ettirerek mi ulus- devlet konseptini aşacak ve devleti demokratikleştireceksiniz? Böyle mi demokratik konfederalist, komünal toplum yaratacaksınız? Böyle mi kapitalist paradigmayı ortadan kaldırcaksınız? Hiçbirini öngördüğünüz çizgi ve mücadele yöntemleriyle aşamayacağınız gibi, ne devleti ne de toplumu demokratikleştirebilir ne de komünal bir sistemi bu çizgi ve yönelimle inşa edebilirsiniz? Olsa olsa en fazla burjuva medeniyetçi paradigmanın bir türevi olarak ya da onlar içerisinde kumaşı biraz daha kaliteli bir gömlek olabilirsiniz. Daha ötesi değil. Artık emperyalist kapitalizm mayalı ve özlü burjuva medeniyetçi paradigmanın tüm türevleri- versiyonlarından köklü ve bütünlük temelde stratejik olarak koparak ezilen ve sömürülenlerin kendi kaderlerini doğrudan ellerine alacak tutarlı bir çizgi ve mücadele içerisinde olmalıyız.


20

dünya haber

16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

Emperyalistler arası dalaşta

Bugün Ukrayna özgülünde tam bir emperyalist dalaş ve çatışma gerçekliği vardır. ABD merkezli Batı emperyalizmi ile Rusya emperyalizmi arasında süren çelişki ve çatışmaların en önemli merkezlerinden birini Ukrayna oluşturmaktadır Önce Ukrayna’nın başkenti Kiew’de ABD ve AB emperyalistlerinin yönlendirmesiyle uşak iktidar değişikliği yaşanırken, hemen akabinde Ukrayna’nın doğusundaki farklı milliyetlere mensup kesimlerden Kırım, Donetsk, Lugansk, Slavyansk vb yerlerin kendi kaderlerini tayin hakkı temelinde “bağımsızlık’’ ya da “özerklik’’ ilan etmeleriyle emperyalistler arası dalaş halen artarak devam ediyor. Ukrayna üzerinden emperyalistler arası çelişki ve rekabet, tam bir güç savaşına dönüşmüş durumdadır. Hemen başta belirtelim ki emperyalist kapitalizmin dünya genelindeki egemenliğini eşitsizlikler, imtiyazlar ve tekelleşmeler temelinde sistemleştirerek böl- parçala- yönet şeklinde kendi konseptine uygun olarak sınırlar çizdiği ve bu çerçevede de tarihi haksızlıkların bugünlere kadar hala yakıcı bir şekilde kendini devam ettirdiği gözden kaçırılmaması gereken olgudur. Bu kapsamda tüm farklılıkların, tüm ulus ve milliyet-

lerin demokratik ve meşru zeminde kendi kaderlerini tayin ederek bugünlere kadar gelmediklerinin altını çizelim. Aksine son derece haksızlıklar, haksız savaşlar ve eşitsizlikler ekseninde meşru ve demokratik olmayan yöntemlerle uluslar, azınlık milliyetler ve çeşitli inançlara mensup kesimlere yönelik inkar, imha, soykırım ve asimilasyonlar bizzat emperyalist kapitalizmin ve onun uşaklarının harcı olmuştur. Bugün dünyanın değişik bölge ve alanlarında olduğu gibi Ukrayna’da olan biten de bundan ibarettir. Kırım, Donetsk, Lugansk vd bölge ve alanların ABD ve AB emperyalistlerinin kuklası Ukrayna yönetimi ve hükümetine karşı “bağımsızlık” ve “özerk cumhuriyet” ilanlarıyla birlikte özellikle buralarda çatışmaların yoğunlaştığını belirtelim. Yaşanan çatışma ve çelişkilerin sadece Ukrayna gericiliğiyle bu bölge ve alanlardaki millet ve etnik kökenliler arasında olmadığı bizzat çok kutuplu emperyalist dünya sisteminin kendi aralarında da yoğunluklu bir şekilde bu duruma somut olarak yansıdığının altını çizelim. Özellikle ABD ve AB emperyalist bloktaki kampta yer alan emperyalist devletlerin Ukrayna’nın doğusundaki bölge ve alanlara silah, asker vb vererek çelişkiyi derinleştirdiği gerekçesiyle Rusya emperyalizmine karşı çeşitli yaptırımlarda bulunmuş, bunun esasta başarısız kalması karşısında da daha fazla

yaptırım ve uygulamalarla çelişkili durumu arttırıcı girişimlerde bulunmuştur. ABD ve AB emperyalist bloğu ile Şangay beşlisi içerisinde yer alan Rusya emperyalizmi arasındaki gerilim tarafların dile getirdiği sözde tavizsiz açıklamalarla devam etmektedir. İşbirlikçi Kiew yönetiminin ve ABD ile AB emperyalist bloğunun ve bunların askeri ve siyasi kurumsal gücü NATO’nun, Rus birliklerinin Ukrayna’nın doğusuna girdiği iddiasıyla AB emperyalist blok öncüleri Brüksel üzerinden Rus emperyalizmine ve Putin’e askerlerini geri çekmesi için bir hafta süre tanıdı. AB, aksi durumda yeni yaptrımların uygulanacağını belirtti. Ancak Rusya, Avrupa ülkelerinin çoğunu enerji kaynakları üzerinden tam bir kıskaca almış durumdadır. Zira bazı AB ülkeleri yaptırımların yumuşatılması gerektiğini öne sürerek AB ülkelerinin yumuşak karnı olarak durumu yansıtmaktadır. Özellikle enerji kaynakları ve buna bağımlı şirketlerin AB’ye bu yönlü baskısının olduğunu belirtmekte fayda vardır. Nitekim Putin bu yaptırımlar ve bu kapsamdaki yeni tehditlere fazla aldırmayarak “kenarda durup bekleyemeyiz. Krizin sonuçlanması tamamen Ukrayna makamlarının siyasi iradesine bağlı” diyerek karşılamıştır. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov ise ABD ve AB emperyalistlerine daha da alaycı bir tavır takınarak dalga geçmiştir. Ukrayna gericiliği ise “Rusya’nın binlerce askeri ve

yüzlerce tankıyla Ukrayna topraklarında olduğunu ve bu durumun bütün Avrupa’nın barış ve istikrarına yönelik tehdit oluşturduğunu ve tam ölçekli savaşa çok yakın olunduğunu göstermektedir’’ diyerek ABD ve AB emperyalist efendilerinden daha fazla yardım dilenmektedir.

Emperyalistlerin Ukrayna üzerindeki çıkar çatışması sürüyor Ukrayna ile Rusya arasındaki esir askerlerin değişimi ve bu durumun karşılıklı yumuşama olarak kamuoyuna servis edilmiş olmasına karşın, gelişmelerin bu yönde olmadığı çok geçmeden anlaşılmıştır. Her ne kadar Putin, Ukrayna Devlet Başkanı Poroşenko’yla krizi barışçıl yoldan çözme konusunda anlaştıklarını dile getirse de ortada fiili bir gelişme henüz söz konusu değildir. Nitekim Putin açıklamasının devamında, “Vardığımız anlaşmaların bir an önce hayata geçirilmesi elbette büyük ölçüde Ukrayna yönetimi tutumuna bağlı. Ülkenin doğu ve güney bölgelerinde yüzeysel olmayan, derin siyasi ve yeniden devlet yapılanmasına ihtiyaç var” diyerek konseptini vurguluyordu. Anlaşılmaktadır ki Ukrayna’ nın doğusu ve güneyinde farklı milliyetlere mensup ve tabii ki Rus emperyalizmi yörüngesinde bir “bağımsızlık’’ eğilimi ve girişimleri önümüzdeki süreçte de devam edecektir. Dolayısıyla herkesin “barış-


16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

dünya haber

21

Ukrayna; ne ilk ne de sondur! çözüm’’ vb projeleri farklılıklar arzetmektedir. Bu noktada çok uluslu emperyalist bloklar tabii ki kendi özel mülkiyet çıkarları temelinde ve uluslararası sermayelerinin şimdiki objektif koşullardaki derinleşme ve merkezileşmesine uygun ve ona hizmet edecek bir proje ve pratik politikalar içerisinde olduğu tartışma götürmez bir durumdur. Bu emperyalist blokların karşısında yer alan Şanghay Beşlisi emperyalist bloğu içerisindeki Rus emperyalizmi de tabii ki kendi sermayesinin çıkarları temelinde bir çizgi ve yönelim, kendine bağımlı bir “bağımsızlık- çözüm- yeniden devlet yapılanması’’ vb talep edecek ya da bunu dayatacaktır. Bu minvalde Beyaz Rusya’nın başkenti Minsk’te şimdiki durumda gerçekleştirilen toplantıya Ukrayna, Rusya, Donetsk, Lugansk öz yönetimleri temas grupları ile Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) katılmış ve Donetsk ve Lugansk temsilcileri özerklik istemiştir. Donetsk Halk Cumhuriyeti’nin başbakan yardımcısı “biz savaşın başladığı günden bu yana verebileceğimiz en büyük tavizi bugün verdik, Ukrayna temsilcisine Donetsk ve Lugansk bölgelerine geniş özerklik tanınması garantisi karşılığında Ukrayna sınırları içinde kalacağımızı söyledik, önerilerimiz 9 paketten oluşuyor bunun iki maddesi Donetsk ve Lugansk öz yönetimleri ve güvenliklerini sağlamak için kendi silahlı birimleri olmalı, bu iki temel şartın Ukrayna meclisi tarafından onaylanması ve AB ile Rusya’nın garantör ol-

ması durumunda tırmanan savaşı kademeli olarak bitirme çabası göstereceğimizi ilan ediyorum” diyerek görüş ve isteklerini somutlamıştır. Bu maddeler Ukrayna meclisinde görüşülmeye devam ederken AB emperyalistleri beklemeksizin “AB açısından Rusya stratejik ortak statüsünü artık yitirmiştir, uluslararası ilişkilerde kaba kuvvete başvuran bir ülke bizim ortağımız olmaz” diye-

rek tavrını göstermiştir. NATO üyelerinin Galler’de 4-5 Eylül’de gerçekleştirdiği zirvede ABD ve AB emperyalist devletlerinin daha net ve somut kararlar alacağı görünmektedir. Toplantı öncesi NATO Genel Sekreteri “gerçekleri kabul etmeliyiz, Rusya NATO’yu ortak değil hasım olarak görmektedir, saf değiliz yanılsama içinde de olmayacağız, biz de Rusya’nın görüşüne uygun bir tavır alacağız, Galler’de değişen dünyanın zorluklarını ele alacağız’’ diyerek eğilimini ve dünya konjontüründeki değişimlere yönelik kendi bileşeni olduğu emperyalist bloktaki konseptlerini ortaya koymuştur. Galler’deki NATO toplantısında bu yörüngedeki emperyalist blok içerisindekiler, Rusya’yı uluslararası hukuk kurallarına uymadığı gerekçesiyle kınadıkları kararına varırken, Rusya emperyalizmi de karşı hamleyle aynı gününe denk gelecek şekilde Rusya ile Ukrayna’nın uzlaştıklarını ve Ukrayna’nın doğusunda yer alan askeri güçlerine ikinci emre kadar ateşkes çağrısı yapıldığı duyurulmuştur. Nitekim bu açıklama ve beyanlara karşın, taraflar arasında daha sert ve şiddetli çatışma ve savaşın derinleşmesine yönelik askeri hazırlıkların da son sürat devam ettiğini vurgulayalım.

Başka bir dünya mümkün Mevcut somut ve objektif gelişmeler daha ziyade Rusya emperyalist devletinin çıkarına uygun seyretmektedir. Yani her ne kadar Ukrayna’nın doğusunda yer alan çeşitli milliyetlerin “bağımsız-özerk-cumhuriyet’’ vb adlarla kendi yönetimlerine doğru bir gelişme daha somut ve hayata geçen bir yönelim olarak gerçekleşse de bu durum kesinlikle başka bir emperyalist devletin yani Rusya emperyalist devletine bağımlılık temelinde gelişme göstermektedir. Yoksa bir bütün olarak emperyalist kapitalist sistem hedeflenmemekte ve böyle bir demokratik meşru çözüm öngörülmemektedir. Mesela bölgeler ve illerin tamamen yerel alanda kendileri tarafından seçilmiş denetlenebilir, görevden alınabilir, görevlilerinin Konseyler biçimindeki merkezileşmiş ama aynı zamanda tam bir yönetim özerkliğini içeren bir Sosyalist Cumhuriyetler Birliği öngörülmemektedir. Daha ziyade Halk Cumhuriyeti vb adlarıyla kendi sınırları- parlamentosu- başkanı ya da başbakanı- bakanları vb olan ’’yönetimleri’’ olsa da bunun son tahlilde Rusya emperyalist devletine bağımlılık temelinde bir ilişki içerisinde geliştiği ortadadır. Ama her halükarda önceki statükolarına göre daha ileri statükolu bir durumda olduğu tartışma

götürmez bir gerçekliktir. Her ne kadar daha ileri ve olması gereken düzeyde bir öngörümüz ve perspektifimiz söz konusu olsa da asla çözümsüz ve çaresiz değiliz. Emperyalist kapitalizme köklü ve temelden karşı olarak başka bir dünya kesinlikle mümkündür. Emperyalist kapitalizme karşı Ukrayna, Kırım, Donetsk, Lugansk vb yerlerde olduğu gibi dünya genelinde sosyalist çözüm projemiz; resmi her bir millet, dil, inanç, tarih, düşünce imtiyazı ve tekeline karşı tam hak eşitliği temelinde bütün bölgeler ve illerin tamamen yerel alanda kendileri tarafından seçilmiş denetlenebilir, görevden alınabilir, görevlilerinin Konseyler biçimindeki merkezileşmiş ama aynı zamanda tam bir yönetim özerkliğini içeren bir Sosyalist Cumhuriyetler Birliğidir.


22 2 Eylül ve Sarıgazi Festivalleri kültür sanat

16-30 EYLÜL 2014 Halkın Günlüğü

Demokratik Haklar Federasyonu (DHF)’nun da destekleyicisi olduğu 1 Mayıs Mahallesi Festival Komitesi’nin düzenlediği 1 Mayıs Mahallesi Kuruluş Festivali 5-6-7 Eylül tarihlerinde gerçekleştirilirken, gün içerisinde kadın sorunu, kentsel dönüşüm gibi birçok konuya dair paneller düzenlendi. Sarıgazi Festivali’nde de halk aynı coşkuyu yaşarken, devletin kolluk kuvvetleri festivalin üçüncü gününde halka saldırdı. Sarıgazi’de halkın üzerine ateş açarak terör estiren polis, aynı gece DHF’ye bağlı Sarıgazi Demokratik Haklar Derneği’ne derneğine baskın düzenledi 2 Eylül günü 1 Mayıs Mahallesi Festival Komitesi’nin çağrısıyla Cennet Düğün Salonu önünde bir ara gelen kitle, “Yıkımlara Yozlaşmaya ve Uyuşturucuya Karşı 37. Yılında 2 Eylül Ruhuyla Mücadeleyi Büyütüyoruz” yazılı ortak pankartla 18 Mayıs Caddesi’nden 30 Ağustos Meslek ve Teknik Anadolu Lisesi’nin önüne yürüyerek 2 Eylül Direnişi’nde hayatını kaybeden 12 kızıl karanfili andı.

Halk komünal yaşam sürdürüyordu Festival örgütlenmesine destekleyici olarak katılan Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) da “Katliamları Unutma Unutturma” pankartıyla yürüyüş kortejindeki yerini aldı. Yürüyüş sırasında “Önderimiz İbrahim Kayapakkaya” , “2 Eylül şehitleri ölümsüzdür” , “Bedel ödedik bedel ödeteceğiz” , “Yaşasın 2 Eylül direnişimiz” , “Rojava’da düşene dövüşene bin selam” sloganları atıldı. Yürüyüşün ardından yapılan basın açıklamasında, 37 yıl önce 1 Mayıs Mahallesi’nde bilimsel sosyalizmle donanmış olan devrimcilerin ve halkın komünal yaşam sürdüğü belirtilerek bu ortak yaşam mücadelesine faşizmin kayıtsız kalmayarak katliamlara giriştiği kaydedildi.

Festivalin birinci gününde Grup Munzur çoşkusu Festivalin programının birinci gününde ilk olarak kadın forumu gerçekleştirildi.“Toplumsal Cinsiyet ve Kadına Yönelik Şiddet” başlığıyla yürütülen tartışmalar oldukça verimli geçti. Kadın forumunda yapılan sunumlarda erkeğe, erk olma rolünü veren sistemin, tüm kurumlarıyla şiddeti ve köleliği ürettiğini kaydederek kadına yönelik şiddet ve cina-

yetlerin bu sistemin bir sonucu olduğu vurgulandı. Yapılan konuşmalarda kadınların örgütlü mücadeleye katılması vurgusu yanı sıra kendini alanlarda var etmesi gerektiği belirtildi. Kadın forumunun ardından sahnede yapılan açılış konuşmasında, “Yıkımlara yozlaşmaya karşı 2 Eylül ruhuyla mücadeleyi büyütüyoruz” denilerek devrim ve komünizm şehitleri anısına1 dakikalık saygı duruşu yapıldı.

‘Yozlaşmaya karşı mücadeleyi büyüteceğiz’ Tiyatro Mayıs grubu “Rantsal Dönüşüm” adlı oyunu sahneledi. 2 Eylül Şehitleri Aileleri adına Ataşehir PSAKD Başkanı Metin Aslan yaptığı konuşmada, 2 Eylül Direnişi’nin ruhunu Gezi’yle devam ettiğini ve Rojava Direnişi’yle devam edeceğini belirtti. Ardından Kaldırım Müzik Topluğu, Ermenice, Kürtçe, Arapça ve Türkçe türküler söyledi. Grup Munzur sahne alarak devrimci marşlar ve türküler söylerken coşkulu anlar yaşandı. DHF üye ve taraftarları, DHF standının önünde kortej oluşturarak ellerinde “İbrahim Kaypakkaya’yı savunmak onurdur” yazılı dövizler taşıyarak sloganlarla konser alanına yürüdü. Kitle “Önderimiz İbrahim Kaypakkaya” , “Mercan’da bir ses 17’ler ölmez” sloganlarını attı. Grup Munzur’un ardından Brindar Keko ve Haluk Tolga İlhan sahne alarak ezgilerini kitleyle paylaştı. Festivalin 2. Gün programı panel, tiyatro ve dans gösterimi ve müzik dinletileriyle devam etti. Festivalin ikinci günü düzenlenen "Ortadoğu'da siyasal durum ve Rojava devrimi" konulu panelde HDP adına konuşan Hüseyin Güngör, emperyalist devlet-

lerin Rojava devrimini boğmak için IŞİD gibi çeteleri desteklediğini belirterek "Ortadoğu'da su ve petrol var. Bu bölgeyi kontrol altında tutacak bir Kürt hareketi var. Emperyalist devletler bundan çekiniyor" dedi. Sunumların ardından soru cevap şeklinde devam eden panelin ardından akşam programında Yenikapı Tiyatrosu’nun gösteriminin ardından, Ataşehir Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Semah Grubu semah gösterisi yaptı. Festivalin akşamki müzikal programında ise Grup Çıma, Pınar Aydınlar, Grup Yankı ve Cevdet Bağca sahne aldı. Festivalin üçüncü gününde festival komitesinin çağrısıyla Torunlar şirketine ait rezidans inşaatında katledilen 10 inşaat işçisi için yürüyüş düzenlendi. Yine Festival programının üçüncü gününde Başak Kültür ve Sanat Vakfı’na bağlı Başak Çocukları sahne alarak Kürtçe-Türkçe türküler söyledi. Torunlar Şirketi’ne bağlı rezidans inşaatında katledilen 10 işçi için Şükrü Erbaş’ın “Canı Cehenneme” şiiri okundu. Daha sonra katledilen 10 işçi başta olmak üzere bütün devrim ve komünizm şehitleri anısına 1 dakikalık saygı duruşunda bulunuldu. Saygı duruşunun ardından Ermeni müzik grubu Vomank, Ermeni türkülerini söyledi.

DHF: Örgütlü mücadeleyi yükselterek faşist saldırılara karşı duralım Söylenen türkülerin ardından DHF adına bir mesaj okundu. Okunan mesajda şu ifadelere yer verildi: “Gün be gün azgınlaşarak saldırganlaşan kapitalizm; can almaya, yaşamlarımızı sömürmeye devam ediyor. Soma’da yüzlerce madenciyi katleden bu

azgın sistem dün de İstanbul’un göbeğinde ‘On emekçiyi on canımızı daha’ katletti. Bu sistemin bekçiliğini yapan eli kanlı devlet bir yandan emekçileri katlederken, öte yandan da yaşam alanlarımıza çetelerle, kentsel dönüşümle ve yozlaşmayla saldırılarına devam ediyor. Bu saldırıları bertaraf etmenin tek yolunun örgütlü mücadeleden geçtiğini bilince çıkararak ve bu bilinci kuşanıp birleşerek örgütlenelim ve örgütlü mücadeleyi yükselterek azgın faşist saldırılara karşı duralım.” DHF’nin mesajının ardından Nejva Bent, Grup İsyan Ateşi, Grup Vardiya ve Eveze Jinan ezgilerini kitleyle paylaştı. TürkiyeKuzey Kürdistan’ın ilk politik rap müziği yapan Rapzan Belagat sahne alarak kitleye çoşkulu anlar yaşattı. Rapzan Belagat yaptığı kısa konuşmasında burjuva hukukuna güven olmayacağını belirterek halkın haklarını sokaklarda mücadele ederek araması gerektiğini belirtti. Ardından festival sona erdi.

Gezi şehitlerinin aileleri Sarıgazi’de kitleyi selamladı Sarıgazi Festivali’nin birinci gününde yapılan açılış konuşmasında Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve komünist önder İbrahim Kaypakkaya ile Sarıgazi halkı selamlandı. Açılış konuşmasının ardından Gezi şehitlerinden Ali İsmail Korkmaz’ın babası Şahap Korkmaz ve Berkin Elvan’ın annesi ile babası Gülsem-Sami Elvan sahneye çıkarak kitleyi selamlamasının ardından bir konuşma yaptı. Sami Elvan konuşmasında, 269 gün hastanede Berkin’le birlikte mücadele ederken, ezilen yoksul halkın da yanlarında olduğunu belirtti. Berkin’in 16 Haziran’dan sonra 269 gün direnebildiğini ancak hiçbir zaman onu kaybetmedikleri-


23 düzenlendi ni belirterek Berkin’in halkın yüreğinde yaşadığını ve halkın verdiği güçle ayakta durabildiğini ifade etti. Ali İsmail Korkmaz’ın babası Şahap Korkmaz da söz alarak Gezi’de şehit düşenlerin zulme karşı mücadele ettiğini ve Ali İsmail’in de bu direnişçilerden yalnızca biri olduğunu söyledi. Şahap Korkmaz, oğluyla yaşadığı küçük bir anıyı anlatmasının ardından, Ali İsmail’in küçük bir sineğin dahi yaşama hakkını savunduğunu ancak Ali İsmail’in yaşam hakkını elinden alan katillerin halen cezalandırılmadığını ifade etti. Gezi Şehit Ailaleri’nin konuşmasının ardından Aydın-Ozan Yağan, Koma Çiya, Volkan Akbuğa, Brindar Keko, Grup Haziran ve Rapzan Belagat sahne aldı. Rapzan Belagat’ın Türkiye-Kuzey Kürdistan’da hak gasplarını teşhir eden “Unutma” parçası, Sarıgazi halkı tarafından ilgiyle karşılandı. Festivalin ikinci günüyse kadın günü olarak organize edildi. Kadına yönelik şiddeti ve katliamlarını anlatan sine vizyon gösterimiyle başlayan program Devinim Tiyatro Grubu tiyatro gösterimiyle devam etti. Tiyatro grubu adına yapılan konuşmada Rojava devriminde direnen kadınlar başta olmak üzere bütün direnen kadınlara selam gönderdi. Etkinlikte konuşan Cumartesi Anneleri’nden Hanife Ana konuşmasında, yeni Cumhurbaşkanı’nın seçilmesiyle faşist T.C devletinin niteliğinin değişmeyeceğini dün olduğu gibi bugünde halka ve devrimcilere yönelik katliamların süreceğini ve baskının daha da arttığı süreçte anaların evlatlarının yanında olmaları gerektiğini belirterek örgütlenme çağrısı yaptı. Hanife Ana’nın konuşmasının ardından Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi bünyesinde kurulan Grup Alamor sahne aldı. Grup Alamor adına yapılan konuşmada şu ifadelere yer verildi: “Bizler kadının her alanda ikincil pozisyonda bırakıldığı, yok sayıldığı toplumumuzda kadınların sesine sanat cephesinden ses katmak için Grup Alamor olarak bir araya geldik.. Şarkılarımızı,ezgilerimizi ‘vardık, varız, var olacağız’ şiarıyla emperyalist saldırganlığın yarattığı savaşların mağduru haline getirilerek katledilen, tecavüz edilen, köle pazarlarında satılan başta Ezidi kadınlar olmak üzere Ortadoğulu kadınlar için, Rojava’da mücadelenin öznesi haline gelerek direnen Kürt kadınlar için, hapishanelerdeki devrimci kadınlar için, fabrikalarda, tarlalarda, barikatlarda direnen emekçi kadınlar için seslendirmek istiyoruz.. Hepinizi sınıfsız, sömürüsüz, her türlü egemenliğin ve eşitsizliğin kalkacağı yarınlara olan inancımızla tekrar selamlıyoruz.” Grup Alamor’un ardından Emeğe Ezgi’nin sahne almasıyla ikinci gün etkinlikleri sona erdi.

Festivalin üçüncü gününde polis halka ateş açtı Festivalin üçüncü günü akşam programında Grup İsyan Ateşi sahne aldığı sırada festival alanının bir arka sokağında polis, kitlenin üzerine gerçek mermilerle ateş açtı. Polisin saldırısına karşı kitle taşlarla karşılık verdi. Polisin, kitlenin üzerine defalarca silahlarla ateş açtı. Bu sırada polis, TOMA ve akreplerle festival alanında bulunan kitleye saldırdı. Festival alanında bulunan halkın güvenliği sağlandıktan sonra, MKP/PHG, TKP/ML, MLKP, YDG-H ve DHKP-C militanları polisle çatıştı. Çatışmalar gece geç saatlere kadar devam etti. Yaşanan saldırının ardından aynı gece festival tertip komitesinde yer alan DHF'ye bağlı Sarıgazi Demokratik Haklar Derneği'ne ve dernek çalışanlarının evlerine, iş yerlerine polis baskınları düzenlendi. Tertip komitesinde yer alan üç DHF üyesinin evleri ve iş yerleri ısmarlama çıkarılan arama kararlarıyla özel harekat polisleri tarafından basıldı. Gözaltına alınamayan ve evleri talan edilen DHF üyelerine tehdit edildi. Sarıgazi Demokratik Haklar Derneği örgütlülüğü yaptığı açıklamada halkın üzerine ateş açan çete ve devletin kolluk güçlerinin Sarıgazi'yi terörize ederek, demokrasi mücadelesinin dinamik alanlarından Sarıgazi'yi baskı altına almasına izin vermeyeceklerini açıkladı.

ANTAGONİZMA

≫ muzaffer oruçoğlu

İYİ EDEBİYAT

D

urumu iyi değildi. Evde sürekli ve sesli bir şekilde kendi kendine konuştuğu için karısı Samantha bitip tükenmez ikazlardan bir sonuç alamayınca, kendisini terkedip, Adalaid’e gitti. Samantha’nın gidişinden iki ay sonra da, çok sevdiği köpeği Fred bahçede ölü bulundu. Durumu iyi değildi. Analitik felsefecileri okumaktan bıktı. Kısır olduğu halde Ishak’ı doksan yaşında doğuran Sara’ya taktı aklını. Kafasını ellerinin arasına aldı. Düşündü. Arttı eksildi. Ağzını elinin tersiyle silerken, Kozmosu hiperkozmostan ayıran sınırı sildi. “Yetmiş beş yıllık ömrümün en kötü anını yaşıyorum,” diye mırıldandı. “Roman yazamıyorum artık. Zor iş. Kalemimi prangalayan ön görülerden, alışkanlıklardan kopamıyorum. Yerleşik değer yargılarım, beylik biçimim ve anlatım tarzım, Samantha gibi eziyor beni.” Ayağa kalktı. Ormanın seyrine durdu pencereden. Okaliptus ağaçlarının kabuklarına resim yapan aborijinler, kangurular, koalalar, dingolar, zehirli yılanlar, goannalar gelip geçti hayalinden. “Hayal ötesini, büyü evrenini nasıl algılıyorum, sembolik mi, derin mi?” Uçurumun ormanlarla kaplı derinliğine, papağan renklerine daldı. İçkin ve aşkın anlamlarıyla, birbirlerinin içini gösteren, gizemli, şeffaf zerrecikler arasında; görünmeyen, ansız, anlaksız, milyarlarca inkâr parıltısının arasında; doğası, geçmişi ve geleceği olmayan, yapay biçimlerin, metaforların arasında; sonlu ile sonsuzluk, duyum ile duyum ötesi arasında; ve nihayet sözcüklerin arasında; avare hülyalarla dolaşmaya başladı. “Hayal gözüyle gördüğüm bu duruluğun, bu ışıksız ve karanlıksız mutlak boşluğun kalemimdeki yeri ne?” Döndü, raflara, dizi dizi kitaplara, nesne ile öznenin bitmez tükenmez çatışması içinde, bu çatışmanın bir parçası olarak yaşayan ve yazan yazarlara baktı. Kitapların iç dünyalarını raflarda bırakarak, hepsini alıp yakmayı düşündü. “Hangisinin söyleminde bir kök-geçmiş, kendini ele vermeyen, uzak bir gelecek, bir ağırlık var? Yok. İnsanın sahip olduğu sonsuz enginliğinin karşısında, kendilerini cüce gibi hissedeceklerine, dev gibi hissediyorlar.” Bekledi. Sancılı, doğurgan bir farkındalığın kendini yaşamdan kopardığını düşündü. “Enginlik. İnsan enginliği. Ben bu enginliği, yaratıcı dehanın ateşinde biçimlendirip bir üst seviyede anlatma cesaretini gösteremiyorum.” Samantha’nın çalışma odasına girdi. Köşede, piyanonun üzerinde kıçüstü dikelen kediyle göz göze geldi. Nefsin, bakışlara vuran doğal şavkının, ihmal edilmiş ihtiyaçların ve mavi kibirin, ‘Samantha geri gelecek, seni değil, beni sevdiği için,’ diye sessizce mırıldandığını duyar gibi oldu. “Önemli değil,” dedi. “Beni sevse de sevmese de, artık bu yaştan sonra iyi edebiyatı yaratamam. Duygu dünyamın parçalarıyla takıntılı bir şekilde yaşıyorum. Sesleri, anlamları, gizemleri eskisi gibi duyamıyor, berrak ve şeytani bir şekilde anlayamıyorum. Girdiğim düşünce ve hayal labirentlerinden çıkamıyorum. İşin sadesine ve kolayına kayıyor kalemim. Yazmak istediğim romanlar, bana karşı direniyorlar.” Samantha’nın gençlik portresinin önünde durdu. Fuzuli yaşam örüntüleri, çatışmalar, yıkıntılar... “Beni mahvettin Samantha. Anlatmanın, hikâye etmenin ötesine geçemiyorum. Dil ve gizem zenginliğim nerde? Onu, o zenginliği, insanın özgürlük duygusuna yayılan ve derinlemesine nüfuz eden bir ses çeşnisiyle, estetiğin diline dönüştüremedim; zamana ve mekâna bağlı kaldım; devinen, derinleşen bir estetiğin ebesi haline getiremedim. Olmadı. Çıldırdın. Çırılçıplak soyundun, sokağa çıktın defalarca. Yanıyorum diye telefon ettin defalarca itfaiye kuruluşuna. Peşinde saatlerce koştum, yalvardım. Ruhum dağıldı.”

Dağılmış bir ruhla salona çıktı yeniden. Bu sefer de Samantha’nın geçen yılki yağlıboya portresinin önünde durdu. Kadın, duyuüstü, medyum ışıltılarla kocasını kesiyor ve sık sık yinelediği sözü mırıldanıyordu: ‘Kendinle barışık olsan, gece gündüz tartışıp durmazsın kendi kendinle.’ “Anlamadın beni. Kendimle barışıktım. Kendimle barışık olduğum için yaratamadım. İçimde büyüyen, ama dışa doğru açıldıkça küçülen ve küçüldükçe de güçlenen, parçalayan bir duygu, bir akıl vardı. Kullanamadım. Ama kullanırdım; karmaşık bir sorun olsaydım, tüm zamanların can alıcı sorununa bir sorun olarak dayatsaydım kendimi, kullanırdım.” Kırmızı kadife zemine iliştirilmiş, camlı çerçeve içinde duvara asılmış, babasına ve kendisine ait madalyaları geçti. Rafların önünde dikeldi bir kez daha. Marie Joserhine Diamond’ın Dünya Yazarlar Ansiklopedisi’ni aldı. İçinde kendi adının olmadığı bir ansiklopediyi raflarda tutmanın bir anlamı yoktu. Kapıyı açtı, balkona çıktı, aşağı attı. Kalınlığını ve gücünü gösterircesine, düştüğü yerde açıldı ansiklopedi. Kollarını kavuşturdu, bu kalınlığa karşın, kendisine sayfalarında yer vermeyen ansiklopedinin seyrine durdu kuş bakışı. “Ne kadar çok yaratıcı var. Kendi gölgelerinin sanal gerçeğinde, kendi kuyruklarıyla oynuyorlar. Yaratıyorlar, gökyüzüne yükseliyorlar ve oradan dibe vurmuş, tekil bakışlarla bakıyorlar insanlara. Balzac’ın benzetmesini çağrıştırıyor bunların durumu. Ağaca tırmanıp, oradan aşağıdaki yaratıklara gururla bakan maymunlara benziyorlar; kıçlarının aşağıdan çok daha iyi göründüğü gerçeği hariç, her şeyi biliyorlar.” Kendi çalışma odasına geçti. Perdeyi kapamakla kalmadı, üstüne kat kat yatak çarşafları gererek odayı iyice kararttı. Odanın kararmasıyla birlikte içinin aydınlandığını hissetti. Oturdu. “Oh ne güzel. Hayalimle baş başayım. Samantha yok. Onun kedisi de yok. Burada yalıtlayanı yalıtlayabilirim. Anlamı anlam üstüne doğru oyabilirim. Yaşamın ve ölümün mutlak gücünden, gerçeğin ceberut, hesapçı prangasından kurtarabilirim hayalimi. Kurtarmakla kalmam, onu, sırlar mahşerinin ötesine, ‘Varım’ gailesinden kurtuluşun rahminde bebek gibi gülümseyen sonsuzluk ateşine doğru sürebilirim.” Ayağa kalktı. Karanlığın da kendisiyle birlikte ayağa kalktığı sanısına kapıldı. Kendi iç ateşinden, ömrünün asli ve asil çabasından yükselen seslere verdi dikkatini. Daraldı, derin bir nefes aldı. Musallat olduğu her şeyi, kendine göre biçimlendiren, tanımlayıcı, nasihatçı, dayatıcı aklın müsibetinden nasıl kurtaracaktı hayalini. Gelibolu gazisi babanın yüzü belirdi karanlıkta ilkin. Yüzün yerini, Babanın Gelibolu’dan dönerken beraberinde getirdiği kuru kelle aldı. Gözlerini yumdu. Kendi yüzüne çevirdi iç gözünü. Vietnam savaşından dönerken beraberinde getirdiği kız çocuğunun, Ta Phing Tan’ın yani Samantha’nın yüzü göründü kendi yüzünde. “Uçurumun kıyısından uçurak bir duruş ama, dikleniş, reddediş değil. Benim pek de şikayet etmediğim, hassas, biricik, gençlik gerçeğim. Yazık. Biçimlenmişim. Kıramıyorum biçimimi.” Kapıyı cırnaklayan kedinin miyavlayışına kulak verdi. Sessizce araladı, karanlığa aldı kediyi. Karanlıkta gezinen bir çift ateş parçasını ve mırıltıyı dikkatle izledi. “Gezinmek,” diye mırıldandı. “Bilince düşen her ışığın iç dünyasında gezinmek. Işığın yarattığı ilk duygulanımdan, görünmeyen bağlantılarına, esrarına değin, tüm yapısını çözümleyerek, kurarak ve bunu bir büyüye dönüştürerek gezinmek.” Dışardan papağanların ve Samantha’nın sesi geliyordu. Kedi gözlerini kapamış, susmuş bir durumda, inceliklerini dinliyordu sesin.


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:

Yurtiçi 54 TL

Yurtdışı

108 EURO

HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Li bintarê balexaniyan bixwîn e!

Li Mecidiyeköy'ê, li şûna hewşenga Alî Samî Yen rezîdanset dihate çêkirin, li wê înşeatê asansorek li qata 32. ket li erdê û 10 karker hatin qetilkirin. Xwediyê înşeatê karkeran sucdar kir, Wezîrê Xebatkarî û Ewlehiyê Faruk Çelîk jî ji bo aşkerebûna sedema vê bûyerê baweriya xwe bilêvkir û "kêmasiya kê hebe emê biçin li ser wan" got. Ji bo ku tendurustiya karkeriyê û ewlehiya karkirinê tunîne, jiyana kedkaran bêwate dimîne û ji bo silametiya karmendiyê, roj bi roj li welatê me gelek karker ber çavan tên kuştin. Li Mecidiyeköy'ê, li şûna hewşenga Alî Samî Yen rezîdanset dihate çêkirin, li wê înşeatê asansorek li qata 32. ket li erdê û 10 karker jiyana xwe ji dest dan. Piştî karên rojane, karkeran bi asansorê ve li qata 32'emîn dadiketin erdê, lê bi encama qutbûna benda asansorê, ji qata 32'emîn wek bi awayekî kutanî ketin erdê. Karkerên paşvemayî, bilêvkirin ku ji bo saxlemiya asansorê xebat nehatiye çêkirin. Ji bo agahiya Walitiya Stenbolê, ew karkerên ku jiyana xwe ji dest dane ev in: Tahir Kara, Hıdır Ali Genç, İsmail Sa-

rıtaş, Bilal Bal, Cengiz Tatoğlu, Murat Usta, Menderes Meşe, Vedat Biçer, Ferdi Kara ve Cengiz Bilgi. Yên sucdar dîsa karkerên mirî bûn!.. Xwedî avahiyê ku bû gora karkeran Torunlar İnşaat, bi daxuyaniyên xwe ve karker sucdar kir û berpirsiyarî li ser xwe avê li ser karkeran. Serokê Encûmana Kompaniya Torunlar Azîz Torun, daxuyaniyên ku li ser xirabûna asansoran hatibûn derewîn kir û got: "Çend roj berê ez jî siwarî wê asansorê bûm". Bingeha ev "bûyerên nebaş" wek bêhesasî ya karkeran binav kir û axaftina xwe wisa domand: "Em xemgîn in, lê 1500 karker ligel hev dixebitin, li vir tu çiqasî perwerde bidî jî, bêhesasî pêk tê û ev yek di qada xebatkariya avahî çêkirinê de bi awayekî normal e. Bi wesîleya vê mijarê jî, sucdarkirina kompaniya me û qirêjkirina şirîkatiya me tu carî nayê qebûlkirin, em vê yekê bi tu awayî napejirînin". Ji Wezîr Çelik, daxuyaniyeke klasîk: "Pêdivî her çi be dê weke kirin" Di vê navberê de, ji berpirsiyarên dewlet jî, wekî her car, daxuyaniyên bi armanca dilrehetîyê hate vegotin: "Heke ev bûyer bi sedemên xemsaritî hatibe holê, ew kesên berpirsiyar dê were derxistin û cezadanê bar li ser wan be." Wezîrê Xebatkarî û Ewlehiyê Faruk Çelîk, nîvê şevê hat kargeha înşeatê û daxuyaniyeke wiha da: "Qasî ku me ji berpirsiyaran agahî girtiye, li gor van agahiyan, ber

êvarê, piştî xebatxilasiyê, qasî deh karker, bi eşyayên avahiyê siwarî asansorê bûne. Li qata 32'emîn, ji bo ji avahiyê derkevin ber bi jêr çûne. Lê li cem hin harkeran malzemeyên kartonpîyer û her wekî din hebûye. Ev jî bara asansorê giran kiriye û bend kêr nehatiye, bi vî şiklî ben qetyaye û wek tê zanîn pergala asansorê biray e, pergal ji rayê derketiye û ev bûyerê xemgîn derketiye holê. Ji bo zelalkirine sedemên va bûyerê xebateke hesas tên çêkirin. Di asta teknîkiyê de pisporên wezaretê ji bo lêkolîna sedemê vê yekê dest bi xebat kirin. Ev bawerim dê di demeke kurt de ev sedem were aşkere kirin. Em hêvîdarin". Wezîr Çelik, ji bo bûyerên bi vî rengî careke din neyên jiyîn jî arezû ya xwe anî ziman û got: "Çi qisûr û çi îhmalî hebe, emê biçin ser van". 'Ewlehiya canê me nîn e' Li himberî van daxuyaniyan, bi hezaran kes jî derketin kolanan û dijî van qetlîaman bêdeng neman. Girseyê ku li ber avahiya Torunlar Înşeat kom bûn, bi diruşman ev qetlîama hanê protestokirin. Bi navê Sendîkaya Karkerên Avahiyan jî daxuyaniyek hat xwendin, di vê daxuyaniyê de kêmasiyên ewlekariya xebatkariyê hate bilêvkirin û wiha berdewak kir: "Li şantiyeyên avahiyan de bê ewleh, wek bi awayekî zorê bi me xebat tê te çêkirin. Em bê ewleh dixebitin. Wekî avahiyeke ku 30-40 qat e, tenê bi palet û bi lepikan xebat nabe. Ev avahiya hanê jî, heta ku kar didome,

pêdivî heye ku pisporên ewlehiya karê jî her tim li ser xebatê bin. Me ev yek berê çendek jî bilêv kir û xwest. Lê pirsgirêk ew e ku, pisporên ewlehiyê jî xebatkarên xwidî avahiyê ne. Di bin emrê wan dişebitin. Parê xwe ji wan distînin. Lê divê ew pisporana girêdayî wezaretê bin û heta ku xebat berdewana divê qontrola ewlehiyê jî berdewam be". Polês bi fîşekên plastîk û gazên îsotê ve êrişî girseyê kir Federasyona Mafên Demoqrat jî di nav de, saziyên şoreşker, demoqrat û welatparêz û sendîkayan, piştî daxuyaniya çapemeniyê, li Mecidiyeköy'ê, li ber avahiyê çalakiyeke runiştinê pêk anîn. Piştî rûniştinê girse, li wir heta Cevahîr'ê dest bi meşê kir, alîgirên Galatasaray û çend hunermend jî piştgirî dan vê çalakiyê. Dewletê ku çavê xwe ji mirinê karkeran digire û tozek qirêjî danatîne li ser karmendên berpirsiyarên van qetlîaman, polêsen xwe ji bo parastina Torunlar înşeat li bir avahiyên wan kom kir. Bi sedan hêzên Çipik û TOMA'yan ve ji bo ku protestoya girseyê provake bike êriş bir li ser girseyê. Bi avên tazyîk û bombeyên gazê ve êriş hate kirin, girse jî li himberê polês bi kevir û bi diruşmên xwe ve bersiv dan. Şer û pevçûnê di navbera polês û girseyê, bi saetan li nav kûçe û kolanan domiya.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.