Hayal Bilgisi Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Yıl: 6 Sayı: 20 Mart/Nisan/Mayıs 2016 ISSN 2146-4294 Yayın Yönetmenleri Cihat Albayrak & Ayşe Ünsal Emektarlar Arif Onur Solak Cihat Şit Levent Albayrak Kapak Çizimi Ahmet Uzun Tasarım/Dizgi Yunus Ünsal iletisim@yunusunsal.com Yayın Türü Yerel/Süreli İletişim {05056351554} ayse-cihat@hotmail.com www.hayalbilgisi.com Yazışma Adresi Yukarı TOKİ, 4. Etap, K 1-213, D: 14 Erciş Van Metamorfoz Yayıncılık Medya Reklam Organizasyon Matbaacılık Ltd. Şti. Süleymaniye Mah. Siyavuş Paşa Sok. No: 8 Şirin İş Merkezi K: 3 Süleymaniye, Fatih, İstanbul Yayıncı Sertifika No: 17186 Tel: 0212 522 4505 www.metamorfozyayincilik.com Baskı ve Cilt: Assum Basım Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 313-314-315 Topkapı - Zeytinburnu - İstanbul Tel: 0212 613 0001 – Gsm: 0533 091 8166 Matbaa Sertifika No: 30847 Üç ayda bir yayınlanır. Yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Abonelik Yıllık 40 TL (Kurum ve kuruluşlara: 100 TL) Hesap Adı: METAMORFOZ YAYINCILIK MEDYA REKLAM ORGANİZASYON MATBAACILIK LTD. ŞTİ. Yapı ve Kredi Bankası, Mercan Şubesi, Hesap No: 94175687-TL TR25 0006 7010 0000 0094 1756 87 Kültür ve Turizm Bakanlığı Hayal Bilgisi’nin kurumsal abonesidir.
Diriliş. Yazının yumruğu olmalı. Sözün sahibinden başlayarak canını yakmalı kelimeler. Yazı bağırabilmeli. Bilim adamları bunu da icat edebilir bir gün. “Utanın” diye yazıldığında bir kağıda ve okuduğunda utanması gerekenler, yuh çekebilmeli kelimeler. Kelimeler acıtmalı kuruyan kalplerimizi, çocukların gözyaşlarını anlatırken. Etrafımızda her yeni gün daha fazla para, daha fazla makam, alkış, teknoloji, çevre var. Ama yaşamak zor. Çok zor insan kalabilmek! Sofrada otururken açlıktan öldüğünü görmek mülteci çocukların. Görmek kanepede uzanırken, denizlerde boğulan çocukları... Bir poşet içerisinde dağıtılan pilavı elleriyle yiyen küçük çocukları. Okurken ağlayamayan vicdanımız, sızlamayan kalplerimiz kurusun! Dizlerinin üzerine oturttular insan kaçakçısını, izledim. Alabora olan teknesinden denize düşerek can veren üç bebeğin cesedini karşısına koydular. “İzle” dediler. Ağladı. Zalim devletlere nasıl diz çöktüreceğiz peki? Bebeklerin cesetlerini hangi medeniyetimize gömeceğiz? İçimizdeki kötüyü yok edecek bir teknoloji yok mu? Ekranlarımızı kapatınca bizim için biten savaşlar, yoksulluk, açlık. Bizi insan kılan şey ne? Her sayıda tekrarlayacağım! Her önsözde haykıracak kelimelerim, yakamıza yapışacak, hesap soracak! Sözün sahibinden başlayarak vuracak yumruğu kalbimizi kaplayan kabuklara. İçimizdeki putları devirinceye kadar haykırmalı kelimelerimiz. Boğazımızda düğümleninceye kadar tekrarlamalıyız. Yalancı huzurlarımızın etrafındaki dikenli telleri kaldırmalıyız. Görmezden gelerek büyüttüğümüz refah başımıza yıkılmalı! Para ile defedemeyeceğiz çünkü kabir azabını. Teknoloji cevaplamayacak sorgu meleklerini. Hesap vereceğiz! Ve şahitlik edecek o gün farkında olduğumuz her iyilik fırsatı. Yaşamayı hak edebilmek için, sorumlu olmalıyız. Şimdi uyan. Kalk ve sorumlu olduklarını düşün! Çünkü insan olmak bunu gerektirir.
RUHSUZLAR 3
Ahmet Uğur Solak
B
izler kaderin tokat attığı yüzlerden geriye kalan kızarıklarız. Biliyoruz ki bizler kelamı kalbimize yediren, boşluğa konuşan, yaşantımıza karşı susanlarız. Şimdi size soruyorum, ölmek istediğimiz için mi bu oyuna devam ediyoruz, mecbur kaldığımız için mi? Her an gözbebeklerimize yuva kurmuş sona hazır mıyız, hazırlanıyor muyuz? Hazırsak nasıl hazırlandık ve bunu neden insanlara bildirmedik, hazırlanıyorsak daha ne yapmamız gerekli? Düşünen ruh onaylar gibi başını salladı. “Hiç düşünmedim” dedi. Bencil ruh “Bu bizim sorunumuz değil, canı ve kanı olan sensin, neden bize soruyorsun?” dedi. Tedirgin ruh dudaklarını ısırarak parmaklarını sırayla masaya vuruyordu. “Sigaran azaldı.” dedi. Herkes onayladı. Her bir ağızdan tedirgin ruhun söylediğinin ne kadar doğru olduğunu tasdik eden kelimeler döküldü. Sesler odayı daralttı. Cümleler birbirine karıştı. Canlı ve kanlı adam elini masaya vurarak bağırdı: “Yeter! Bunca acı bileklerimden beynime devrederken sizin bunu engelleyememeniz, insanlara benim de bir ruhumun olduğunu reddettiriyor. Bakın, ben ölmek istemiyorum -düşünen ruh gülümsedi-. Tamam istiyorum. Ama bu şekilde olmasını, bu toprakların altına savrulduğumda arkamdan susan insanlar bırakmak istemiyorum. Bugüne kadar sustum ve kalan hakkımı yedirmek niyetinde değilim. Sigara alalım.” Herkes ayaklandı. Cesur ruh odadan dışarı ilk adımı attı ve “Gelin!” anlamında elini kaldırdı. Hep beraber apartmandan çıkıp yan sokakta bulunan bakkaliyeye yöneldiler. Önce sigaranın neden kullanıldığına ve zararlarına dair tartışmalar yaptılar, sonra hangi marka sigara alacaklarını belirlediler. Duyarlı ruh o parayla pek çok insanın sevindirilebileceğini anlattı. Dinlemediler. Yedi milyar insanın kendinden haberi olmadığını dile getirdi. Bu sefer hak verdiler ve yedi milyar insan gibi ona güzel sözler söyleyip sırtını sıvazladılar. Sonra yine dinlemediler. Karamsar ruh havanın bugün de kapalı olduğunu, bu gidişle kışın bitmeyeceğini dile getirdi. Canlı ve kanlı adam “oy birliğiyle belirlenen marka” sigarasını aldı. Boş ruh ülkede bulunan kıraathanelerin yüzde sekseninin “Dostlar” adını taşıdığını, belirttiği oranda yanılabileceğini söyledi. Mahallenin “Dostlar” adını taşıyan kıraathanesine girdiler. Canlı ve kanlı adam kalabalık bir masada yer bulup oturdu. Biraz kilolu, kel adam önünde duran gazeteden gündemi aktarıyordu masadakilere. Çoğunlukla içi boş cümleler kurduğu insanların yüz ifadelerinden belliydi. Mecburiyetten dinlenildiğinin pek farkında değildi. Canlı ve kanlı adam olmak istemediği insanı karşısında görüyordu ve bu düşüncesinin kendisini getirdiği noktayı hesaplamaya çalışıyordu.
Birden ruhların çoktan farklı bir konu üzerinde tartışmaya başladıklarını duydu. “Kendime en çok ihtiyaç duyduğum anlarda sizi içimde bulamıyorum.” dedi. Ruhlar hep bir ağızdan “Biz senin içinde değil, olmamız gereken yerde, yanındayız.” dediler. Kilolu adam ve diğerleri anlamsızca, bir açıklama bekler gibi canlı ve kanlı adamın yüzüne bakıyorlardı. Kıraathanenin sahibi Yusuf abi tepsiyi kaptığı gibi ayağa kalkıp “Buyur kardeşim, bir şey mi istedin?” dedi. Dingin ruh “Kuşburnu” dedi. Canlı ve kanlı adamsa “hiç” diye söylenip kalktı masadan. Kendini kıraathaneden dışarı attı. “Anlamıyorlar. Hayatı boyunca anlaşılmak için uğraşmış, hayatı boyunca anlaşılamamış yazarlar kadar anlatamıyorum. İnsanlar bu cümleleri duyduklarında inatla neyi, neden, nasıl anlatmaya çalıştığımı soruyorlar. Bu soruların cevaplarını verebilseydim, anlatabilmiş olurdum. Değil mi?” dedi. Artık ruhların ne söylediği umurunda değilmiş gibi yürümeye başladı, arkasına bakmadı. “Bir insanı birkaç ruh anlasa ne çıkar? Her dakika, her saniye canım ve kanım çekiliyor. Adımı bu insan yığınının içine bırakıp, hayata ‘bezgin ruh’ olarak devam etmeyeceğim.” Ruhlara döndü. “Sen! Çok düşündüğün için değil, boş düşündüğün için bu haldesin. Sen! Bencil olduğun için değil, bunu fark edemediğin için bu haldesin. Sen! Tedirgin olduğun için değil, tek tedirginliğin açlık, ölümler, canlar yerine kendin olduğun için bu haldesin. Sen! Cesur olduğun için değil, cesaretin esiri olduğun için bu haldesin. Ne kadar da fazlasınız! Canım ve kanım hala yerindeyken, hala ciğerlerimi sigarayla zehirleyebiliyorken, kendimi sona hazırlamam gereğinin farkına varmalıyım.” Düşünen ruh kahkaha atarak bağırdı: “Senin zehrin sigaran değil, oksijen. Çevrene bak! Herkes soluduğu oksijende boğuluyor. Her ne soluyorsan, sana vaat ettiği şey en fazla yetmiş yıllık ömür. Bizler sana var olan yaşantını ebedileştirmeyi sunuyoruz. Var olan bizleriz, var olan soyutluk.” Tellerde duran güvercin sordu: “Peki haklı kim?” Canlı ve kanlı adam üstünde yük olan ceketini çıkarıp attı. “Bu dünyada haklı yok, güçlü yok, ölüm var, hak var. Ve ben ölümü koşarak arayıp bulacağım.” Gözlerini onlarca ruhu ardına almış insanlara çevirdi, ayakkabılarını çıkardı, hiç durmayacakmış gibi koşmaya başladı. Ölümün nerede olduğunu bilmese de, bir gün bulacağının umudunu taşıyarak koştu. Önce bir çocuk boyuna, sonra bir karınca gövdesi büyüklüğüne erişti, gözden kayboldu.
ÖYLESİNE BİR GÜN 4
Abdulkadir Üstündağ
A
li televizyon kumandasını sert bir şekilde yere vurup, diğer odadaki salı günlerine has gerginliğini de yanına alarak dışarı çıktı. Ali gün gün farklı gerginliklere sahip biriydi. Her günün kendine has gerginliğini yaşıyordu. En kudurtucu gerginliği salı günlerine aitti. Herkesin haftanın ilk mesai günü olması nedeniyle pazartesi günleri gergin olmayı tercih etmesinden dolayı herkese muhalefet etmek için en kudurtucu gerginliğini salı günleri yaşamayı tercih ediyordu. Kapının önünde, hipnoz seanslarında saate bakan denekler gibi bir sağa bir sola bakarak içindeki gerginliği nasıl geçiştirebileceğini arıyordu. Bir süre sonra başının sarkaç gibi dönmesi durdu ve sabit bir noktaya odaklandı. Salı günlerine has gerginliğini nasıl atacağını bulmuştu. Kendisine doğru gelen saçı lepiska bir kıza doğru yöneldi. Kendisine iyice yaklaşan kızın saçını okşadı. Neye uğradığını anlamayan kız, henüz üstündeki şaşkınlığını atlatamadan Ali’nin “Yeni tıraş oldum. Lütfen tokadı elmacık kemiğime doğru vurun yoksa canım çok açıyor!” cümlesinden sonra iyice afalladı ve tepki bile veremeden yanından hızlıca uzaklaştı. Ali, kızın tokat atamamasına çok üzüldü. Tokattan sonra gerginliğinin geçeceğini düşünüyordu ama bu fırsatı da değerlendirememişti. Psikolog arkadaşı karşı cinsin saçını okşama alışkanlığını annesiz büyümeye bağlıyordu. Çocukluk yıllarında okutulan tüm anneli masallarda, annelerin korkan çocuklarının başını okşayıp onların gerginliğini alması Ali’de bir travmanın oluşmasında neden olmuştu. Ali karnını güzelce doyurduğu takdirde gerginliğinin bir nebze de olsa geçebileceğini düşündü. Bu düşüncesinden sonra büyük bir iştahla Boşnak böreği arzuladı. Zihninde bulunduğu yere en yakın Boşnak börekçisini düşündü ve hemen karar verdi. Bakırcılar Çarşısı’nın bitimindeki mekanda yiyecekti. Bulunduğu yere 10 dakika mesafede bulunuyordu. Kısa bir süre yürüdükten sonra aniden durdu. İleride elindeki filede patates ve meyve olan adama dikkatlice baktı. El parmaklarının tırnaklarında maziden kalma bir acı hissetti. Bu adam ilkokulda tüm öğrencilerin parmaklarını birleştirip sıra dayağı atan hocasıydı. Etrafına hızlıca bakınıp saldırmak için bir şeyler aradı. Şanslıydı. Yerde ilkokul döneminden bu yana orada duran bir sopa vardı. Sopayı aldığı gibi hocasına doğru koşmaya başladı. Yemek yiyeceği mekana kadar kovalamayı sürdürdü. Boşnak börekçisini görünce kovalamayı bıraktı. Ali, psikoloğunun kendisine söylediklerini düşünüyor ve mırıldanarak gülüyordu. “Korkularının üstüne git derken doktor bey bunu mu kastetti acaba!” Mekana girmeden önce böreklerin kokusunu iyice içine çekti ve ardından salı günlerine özel selamını
verdi. İçeride bulunan dört çalışan, kutsal bir metni dinleme titizliğiyle ekrandaki siyasi parti liderinin mitingini izliyorlardı. Bu duruma çok sinirlenen Ali, “Yapışmışsınız ekranlara Pavlov’un köpekleri gibi. Havlamalı! Çok havlamalı seanslarla ülkeyi nasıl kurtaracağınızı mı öğreniyorsunuz! Pavlov’dan sonra köpekleri çok değişti. Beni görünce salyanızın akması gerekiyor oysa sizin, ekrandakini görünce salyanız akıyor.” diyerek mekandan çıktı. Ali gerginliği bir nebze de olsa geçsin diye gittiği börekçiden gerginliği daha da artarak ayrılmıştı. Haftada bir gün mutlaka geldiği kıraathanenin kapısında durdu. Bu kıraathanenin, kamustaki anlamına uygun işlevi vardı. Kesinlikle hiç bir oyun oynanmaz ve genellikle kitap, gazete okumak, muhabbet etmek için gelinirdi. İçeriyi iyice süzüp nereye oturacağına karar vermeye çalışıyordu. Cam kenarında mesleğinden dolayı hiç sevmediği ve adını dahi öğrenmek istemediği muhasebecinin yanına oturdu. Masada sürekli hesap yapan muhasebeciye daha fazla dayanamayarak söze girdi: - Başkalarının rakamlarıyla uğraşmak size de iğrenç gelmiyor mu? - Hayır, neden gelsin ki! Benim işim bu. Bu arada adım... - Mesleğiniz kafi, adınıza gerek yok. Zira sizler meslekleriniz gereği adınız üzre değil mesleğiniz ve maaşınız üzre yaşarsınız. Doğada sizin familyanızın yaşam süresinin baya uzun olduğunu izlemiştim bir belgeselde! Bu sert sözler karşısında muhasebeci işinin çok zor olduğunu ifade edip içini rahatlatmak için o meşhur muhasebeci klişesini söyledi: - Öyle demeyiniz efendi! Rakamlarla uğraşmak zor zanaat. - Rakamlar güven verir. Lakin yan yana gelirse haddini aşar. Senin önünde duran rakamlar yan yana gelip haddini aşmadan ben masadan kalkayım. Kıraathanede muhasebeciyle tartışmasından sonra biraz olsun gerginliği gitmişti Ali’nin. Dolaşmaktan yorulmuş ve evine gelmişti. Yerde sinirlenip fırlattığı kumandaya dağılan pilleri tekrar taktı. Kumandanın düğmesine basıp çalışmadığını görünce tekrardan sinirlenip kumandayı yere fırlatarak paramparça etti. Diğer odaya geçti ve masada duran günlüğüne o günün tarihini attı. Günlüğüne o güne ait tek cümle yazdı: “Öylesine bir gün...”
BAHT PİYASASI Cihat Şit
H
içbir işe yaramayan asla peşinden koştuğu mevzuya kavuşamayan biri gibiydim. Kurban Bayramı’na az kalmıştı. İnsanlar çarşıda alışveriş telaşındaydı. Seyyar satıcılar belediyelerin parklarını doldurmuşlar ve lokum paketlerinden, şekerleme kartonlarından kuleler yapmışlardı. Ayın ortası olmamasına rağmen bankamatik önünde kuyruklar uzamıştı. Her zaman gittiğim çay bahçesinde yok denecek kadar az müdavim kalmıştı. Eve gelişlerimde dar yollardan ve mahalle aralarından olan seyrimi hiç değiştirmedim. O yol üzerindeki bir duvara çizik atılsa muhtemelen ilk benim haberim olurdu. Duvarları dikkatlice süzer ve evimizin yakınında bulunan caminin demir kapısına nedense hep bakardım geçerken. Mahallede bir kazı vardı. Bu kazıyla pis olan sularımıza alternatif kaynak sunacaklardı. Bu amaçla mahallenin asfaltlı yolunu boydan boya kazmışlardı. Mahallenin veletleri daha kepçeleri izlemeye doyamadan kazdıkları çukurlara boruları döşemiş ve üzerlerini kapatmışlardı ustalar. Kırdıkları, parçaladıkları asfaltın üzerine toprak döküp kapatmışlardı çukurları ama yeni asfalt dökmemişlerdi yola. İki gün boyunca yağmur yağmıştı ama tüm mahalleli yağmur bulutlarının gitmesinden endişe duyuyordu. Çünkü ortalığı kavuracak bir toz yığını hazırdı yerde, rüzgarın kefereye çıkmasını bekliyordu. Duvarların sıvalarına ve yol üzerinde bulunan toptancının deposundaki pet şişelere bakıp bakıp eve geldiğim o günlerde yoldaki toz da iyice kabarıyordu artık. Eve her geldiğimde o dışarıdaki toza denk bir toz birikiyordu içimde. Evin yeşile boyalı duvarları kendisini hiçbir şeye yaramayan biri olarak düşünen benim için penceresiz bir hâl alıyordu. Genellikle misafir odasında duvardaki Kâbe resmine bakar ve uzun soluklu tüketici fikirlere dalardım. Eskiden yıldızları seyredip anneme ne kadar uzak olduklarını anlatırdım. Ayın güneşten kaç kat küçük olduğunu söyleyip evrenin milyarlarca galaksi ve içindeki trilyonlarca gezegenden müteşekkil olduğunu anlatınca annem bana “fazla düşünme oğlum bunları, insanların hepsi bunu anlamaya çalışsaydı etrafta akıllı arardık” derdi. Her gece saat iki civarında tam da karşı evin elektrik telleri hizasına gelen yıldızı bugünlerde hiç aramıyor sormuyordum acaba o yıldız kaydı mı diye hiç merak etmiyordum. Tandır evinde birbirine hırlayıp kavga eden kedileri misafir odasının penceresinden rahatlıkla duyuyor ama eskisi gibi müdahaleyi hiç gerek görmüyordum. Böyle zamanlarda nefes alıp rahatlamak için yanına gittiğim fırıncı amcamla siyasete ve derin meselelere girmek istemediğimden bugünlerde uğramamayı tercih ediyordum.
5 Evet Kurban Bayramı’na daha da az kaldı. Ve her gün, içinde düşüncelere daldığım misafir odasını bayramlaşmak için gelenler dolduracak. İçimi kemirip duran bütün meseleleri bir an önce kafamdan çıkarmalıyım. Hani insanların saçlarına aklar düşüyorken benim içime aklar düşmesine izin vermemeliyim. Aklıma kuzenimin bir iki saçma esprisi geldi. O yanımda olsaydı “zeytinyağı sür içine” derdi. Bir şeyler söylemek zorunda olsa sanırım bu espriyi yapardı. Aslında derdini sağlam adama anlatınca bazen rahatlar insan. Beş on dakika kafamı dinleyip bir yerlere çıkmayı düşündüm. Kafa dinlemekle televizyon izlemeyi bağdaştırıp televizyonun olduğu odaya girdim. Tam televizyonun açma düğmesine basmıştım ki “beş kavanoz iç bakım yağı sadece evet sayın seyirciler yanlış duymadınız sadece beş lira” evet bu sesi duydum ya da böyle bir şey duydum. Televizyonumuzla aynı yaştayım o bu eve alındığında ben de doğmuşum. Ekran açıldığında, televizyona renk geldiğinde bıktığım o reklamı yanlış duymuştum. Bal reklamını yağ reklamı diye anlamıştım… Kanalları değiştirmek istediğimde ilk alındığı günkü koruma poşetiyle duran kumandayı aramaya başladım. Pilleri bitince düğmeleri bastırarak kanal değiştirmek isteyen kardeşlerim, her seferinde o kumandayı bozuyorlardı. Babam bu işe bir çözüm bulayım diye eve getirdiği kumandanın koruma poşetini sıkı sıkı koli bandıyla bantlamıştı. Onu bulup kanalları değiştirmek istediğimde rakamları seçemiyordum. Kanallar haber, müzik, çizgi film, belgesel olarak peş peşe sıralanmıştı. Kanalları yavaşça değiştirdim. Televizyonun ekranına bakarken bile düşüncelere tekrar başlayacak gibi oluyordum. Ekrandaki hareketli görüntülere bakmam benim için bir şey ifade etmiyordu. Sayın seyirciler, 2013 yılında en düşük değerlerine gerileyen baht, Ağustos ayından beri yeniden dolar karşısında değer kaybetmeye başladı. Neyse ki Eylül ayında doğrulma çabalarının etkisi ülkede görülmeye başlandı. Bin bahtınız varsa eğer bu doğrulma sonucunda değeri bin yetmiş beş baht olmuş olacak. Güneydoğu Asya ülkeleri içerisinde önemli ekonomik gelişme potansiyeline sahip olan Tayland’ın para birimi “baht” istikrarını tıpkı Tayland kralı gibi korumaya gayretli. Yirmi, elli, yüz, beş yüz, bin şeklindeki kağıt bahtların hepsinin üstünde çok sevdikleri kralları Bhumibol’un fotoğrafları var. Yere baht düşse asla üzerine basılmaz veya Bhumibol’a bıyık yapılmaz. Baht cüzdanda değilse direkt arka cebe konulup üzerine oturulmaz. Mafya raconlarından olan ağza para tıkayıp susturma, Tayland mafyası tarafından uygulanmaz çünkü bahtın girmemesi gereken ağızlar vardır onlarca.
6 Bahta sahip çıkılmaz çünkü ancak baht sahip çıkabilir. Son açtığım kanaldaki ekonomi haberlerini sunan sunucunun “değeri bin yetmiş beş baht olmuş olacak” cümlesinden sonra tekrar dalmıştım düşüncelere. Sunucunun devam eden dudak kıpırtılarını kafam bilinçaltımdakilerle harmanlamıştı. O haber bittiğinde ben en son “baht sahip çıkabilir” diyordum. Tayca dilindeki bahtım da Farsça dilindeki bahtım da çok az diye düşündüm. Ama Tayca dilindeki baht için uğraşsaydım, bu kadar içimi kemiren şeyleri düşünmezdim kendi kendime. Ben evet ben Farsça dilindeki bahtı arıyorum. Bütün bu debelenmelerim bundan sebep, dedim kendi kendime. Yatsı ezanı az sonra okunacaktı bırakmalıydım artık kendi kendime düşünmeyi. Abdest almak için lavaboya gidip musluğu açtığımda sular kesikti. Bu sefer bayram temizliğini abartan memleketim insanına bir tedbir olsun diye belediye suları mı kapattı acaba dedim. Neyse, cami yakındı. Caminin her geçtiğimde baktığım o demir kalın kapısından çıktığımda, içimden çıkan yollara beynim Çin Seddi örmüş dedim kendi kendime. Evet bir yerlere çıkmalıyım demiştim kafamı dinlemek için. Dedem siyaset dışında konuştuğu zaman beni daim rahatlatır diye onlara gitmeye karar verdim. Evlerinin arka tarafı şehrin sırt dayadığı bir tepeden müteşekkil. Toprak ve tozdan bir yolları, elma, kayısı, erik ve ceviz ağaçlarıyla karanlığa bürünmüş bir bahçeleri var. Bu yaz, biçer satarım diye ektikleri yoncanın yeşilliği az da olsa kalmış durumda. Her gündüz uzun bir hortumla bahçeyi sulardı dedem ve çamurlaşırdı patikacık yol. Eve girmeden önce bahçede sessizce oturup bir sigara yakma keyfini kaçırmak istemedim. Ama karanlıkta yerler ıslak mı tam seçemiyordum. Telefonun fenerini açsam diye düşündüm ama dedem fark eder diye açmadım. Ellerimle yeri kontrol ettim. Evet dedem ne hikmetse sulamamış bugün burayı diyorum. Acaba onların da mı suyu kesikti? Ama hortumu aşağımda duran kayısı ağacının köküne de vermiş olabilir. Oturdum ve sigaramı ateşledim. Evden çıktığımda elimde annemin geçen gün tandırda pişirdiği üç ekmek ve bir hikâye kitabı da poşetin içinde duruyordu. Yol boyunca evlerin pencerelerinden o karanlık sokak yolunu aydınlatan ışıklara dalmıştım. Neredeyse çıktığımdan beri elimde poşet olduğunu bile unutuyordum. Poşeti yavaşça yere bırakarak oturdum. Ama unuttuğum bir şey var. İstanbul’a inşatta çalışmaya giden dayımın evi de dedemin evlerine çok yakın ve pencereden bahçe
rahatlıkla görünebiliyor. Acaba şu karşımda duran odalardan birinin ışığı açılır da çocuklardan biri elimdeki sigaranın közünü görür ve sonra içeriye bir çığlıkla “anne bahçede bir adam oturuyor” der mi ve korkar mı diye sigaramı hızla bitirmeye çalıştım. Keyfin yeri olabilir ama zamanı değil diye içimden geçirdim. Saat yirmi bir buçuk ben yoldaki zamanı da katacak olursam yatsı ezanı okunalı artık bir saati geçti. Dedem yatsıdan en geç bir saat sonra yatmaya giderdi. Acele etmezsem sonra onları uykudan uyandırırım ve ayıp olur diyordum ki arka tarafımdan bir hışırtı geldi. Yavaşça ilerleyen ve sanki bana doğru gelen, gelirken de adımlarını sıklaştıran bir şeydi bu. Sanırım birazdan korkudan kalkıp eve doğru hızlı adımlarla kaçacağım. Ve nefes nefese kalıp kapıyı çalacağım. Önce nenem içerden seslenecek, Yağmur sen misin? Ben de neneme ses vereceğim, hayır diyeceğim. Benim nene, Hamza, diyeceğim. O da balkona bakan pencerenin perdesini yavaşça çekecek, ben olduğumdan emin olmak için. Ama nefes nefese kaldığımı görecek ve bana sen neyden kaçtın böyle diyecek. Ve dedemi de telaşlandıracak. Bütün bunları kafamdan kurguluyor ve sakince sigaramı sol elime geçiriyor sağ elimle belimdeki tabancaya davranıyorum. Tabancamı sıkıca kavrıyor ve arkamdaki şeyin gerçekten bir kedi olduğunu bildiğim halde kendi kendime aksiyon yaşıyorum. İki adımlı bir canlı gibi yaklaşıyor oysa kedi gecenin ve bahçenin o karanlık kuytusundan bana. Az sonra arkamı döneceğim ve aslında bana yaklaşan kedinin ceviz ağacıyla elma ağacı arasından hızlıca atlayıp tandır evi tarafında bulunan yavrularına gitmesi için bu kadar acele ettiğini anlamayacağım. Kedi benden korktuğu için beni bu kadar korkutmuş olacak. Tabancamı tekrar saklıyor ve “sigara keyfi” yaptığıma bin pişman oluyorum. Dedemin evinin sırtını dayadığı dağdan hep korkmuştum küçükken. Büyük bir kaya yığını vardı ve üstelik koca kayanın birinin içi oyuktu. Mağara gibi duruyordu. O gece etraf sadece sanırım o hışırtıyla beni korkutacaktı. Kafam zonklamaya başladı yine. Ve serin havaya rağmen bir sıcaklık hissettim üstümde. Çok uzaktan bir ses duymuştum ama tam kestiremiyordum. Sanırım ben bütün bu kafa bozukluğuyla bir şeyler yaşıyordum. Sırtımı bir sinek ısırdı gibi oldu ve elimi sırtıma götürdüğümde bir ıslaklık olduğunu hissettim. Çok kısa bir şoktan sonra vurulduğumu anladım. Çok uzaktan gelen o kurşun sesini ve sırtımdakinin kan olduğunu anladım. Yığılıp kaldım oraya, sigaram elimden düştü. Beyaz poşete koyduğum ekmeklerin üzerine kafam düşmüştü bile.
7 Gözlerim gökyüzündeki yıldızlara takıldı. Kendime seçtiğim o yıldız mıydı yukarıdaki parlak şey? İlk defa acaba o yıldız kaydı mı diye merak ettim. Sanırım bu o olmalıydı. Saat gecenin ikisi değil oysa. Balkona çıkan merdivenlerden bilerek ve isteyerek ses çıkartıp yukarıya çıkıyorum; bir anda kapıyı çaldığımda nenem ve belki de uyumaya hazırlanan dedem korkmasın diye. Kapıyı tıklatarak çalıyorum, zil ne arar. 1976 Çaldıran Depremi’ni, üstüne üstlük 2011 Erciş Depremi’ni de gördüğü halde ayakta kalabilen bu evde zil ne arar. Nenem “Yağmur sen misin?” diyor. Nene benim Hamza, kapıyı aç hele, diyorum. Kapıyı açıyor nenem ve gerçekten yatak odasından çıkan, uyumaya hazırlanmış olduğu anlaşılan dedem. İçeriye selam kelam ederek giriyorum. Kapıyı açıyorlar, o karanlık aksiyon dolu bahçeye bakan balkonda oturalım diyorlar. Ben hemen çay koyuyorum ve oturuyoruz balkonda. Bizi gören kedi de balkona doğru geliyor… “Vurulduğumdan beri bunları düşünüyorum.”
Vurulup yığıldığımdan beri yarım saat geçti. Normal zamanlarda bu düşündüklerimin on katını kurgulardım. Ama insan vurulunca daha az düşünebiliyor ve ölünce hiç... İlk defa ölümü hatırladım. Evet sanırım bahtım ölümü hatırlatacak düşüncelere sevk etti beni, dedim kendime. Farsça dilindeki bahtım, açıldı. Eğer ben bir masa örtüsü gibi bu yeşilliğe yığılı olmasaydım şimdi, az sonra şehri tamamen karanlığa boğacak en sert fırtınalardan biri esmeye başlamadan ben dedeme sormaya başlardım: Baht nedir dede? Dedem nadir bildiği atasözlerinden birini söylerdi muhtemelen. Kürtçe başlardı “Paşé gotiye…” diye. “Paşa demiş ki kızına; babandan baht mı dilersin yoksa taht mı? Kızı da demiş ki; paşa babam bana baht dilesin, taht bahtın peşinden koşar gelir.” Dedeme bunu tekrarlatırdım. Her seferinde yaptığım gibi… Sanırım ben bir işe yaradım ve bir mevzuya kavuştum.
KİTAP
Sema Yıldırım
* 5. sınıfta öğrenim gören Ercişli bir öğrenci tarafından yazılmıştır.
B
ir adam yolda yürürken orada üzülen bir kitap görmüş. Gitmiş yanına, “neden üzülüyorsun” demiş. Kitap, “bir çocuk beni okudu, sonra da buraya attı, ben tek başıma kaldım” demiş. Adam önce düşünmüş, sonra kitabın elinden tutmuş ve Kitap Esirgeme Kurumu’na götürmüş. Kitap bağışlama kurumu yerine kütüphane yazıyormuş. Adam kitabı kütüphaneye bırakıp gitmiş. Kitap tam yerine alışıyorken, bir çocuk gelmiş ve kitabı almış. Çocuk kitabın üzerine kendi adını yazmış. Kitap ise “ne yapıyorsun sen, neden adını yazıyorsun, ben sadece senin kitabın değilim ki, burada herkes beni okuyabilir ama okuyup aynı şekilde geri bırak-
mayanların kitabı olmam ben” demiş. Çocuk kitabı alıp evine götürmüş. Kitap tam oraya da alışacakken gene çocuk onu kütüphaneye bırakmış. Kitap içinden şöyle geçirmiş: “Ben neden hep aynı yerde kalmıyorum.” Kütüphaneye bir sürü insan gelmiş. Kitap yorgunluktan ve duyduğu seslerden dolayı fenalaşmış. Kütüphanenin sahibi kitabı hemen hastaneye götürmüş. Ancak hastane kapalıymış. Kütüphaneci kitabı geri götürmüş. Sabah olunca kitabı kontrol etmeye gitmiş. Kitabın ateşi varmış. Öğlen olunca, onu tekrar hastaneye götürmüş. Doktor muayene etmiş. Kitap o anda sinir krizi geçirmiş. Doktor, kitabın bir yıl hastanede kalması gerektiğini söylemiş. Kitap sürekli aynı yerde kaldığı için çok sıkılıyormuş. “Ben neden hep aynı yerde kalmıyorum” sözünü geri almış ve yeni okurlarını beklemiş.
FİTİLİ İÇİNE KAÇMIŞ LAMBALAR Kevser Evsen
U
zun bir gecenin nöbete kalmış dakikalarını izliyordum. Ürkektiler, dışarıdan gelen çekirge sesleri kadar. Hava kararınca etrafa iyice sessizlik çöker, çekirgelerin o çok sevdiğim sesleri duyulurdu. Akşam da bitmeyen mesaimiz vardı bizim. Karanlık çökünce inekleri içeri alır, annem ve ben kolları sıvardık. İnekler sağılmak üzere bizi beklerdi. Onları sağarken ben ilk başta güneşin bıraktığı kızıllığa bakardım. Giderek azalan kızıllıkla karşımdaki heybetli dağın keskin çizgileri giderek belirginleşirdi. Ben dağımın o keskin çizgilerini de çok severdim. Hep o dağın çizgilerinde yürüdüğümü hayal ederdim. Sonra yıldızlar yükselirdi, sıyrılırdı cılızlığından. Göğe saçılmış bir nakıştı yıldızlar. Bakmaya kıyamazdın. Tüm işler bitip eve geçince bir sıcak aydınlık kaplardı seni. Odamızın karşısında, tam pencerenin yanında bir küçük gaz lambası… Bu gaz lambası tüm aileyi etrafında toplayan sihirli bir lambaydı bence. Akşamların tatlı sohbetleri onun altında yapılırdı. Bardakları tıkırdatan çay kaşıklarının sesi onun ışığına karışırdı. Cılız bir ışık saçardı gaz lambası. Odanın her yerini muhteşem bir ışık kaplamazdı. Modern zamanların her yeri ele geçiren “çoğunluğu” gaz lambasında yoktu. O azdı, az ışıtırdı ama hiç kesilmezdi. Elektriğin henüz ulaşmadığı yerlerde bir pencerenin önünde daima var olurdu. Var ederdi. Gaz lambasının alevi pencereden gelen en hafif esintide bile sallanıverirdi. Ben bir camın içinde kavak ağacını izlediğimi düşünürdüm. Onun titrek ışıklarının dans etmesi bizim gösterimizdi. Sonraları Abdurrahim Karakoç’un “Lambada titreyen alev üşüyor, aşk kağıda yazılmıyor Mihriban” sözlerini de daha iyi anlayacaktım. Şair, gaz lambasının titrek ışığını üşümesine bağlayarak yıllarca gönlümüze dolanan bir şiiri fitilleyecekti. Ve gaz lambası elektriğin sunduğu hiçbir teknolojik aletin ulaştıramadığı bir şey verirdi bize. Aile sıcaklığı. Sohbet eden bir ailenin sıcaklığını her yeri kaplayan ışıklar sömürüyor şimdilerde. Birbirimizi dinleyemez olduk kaçan dizilerden. Ömrümüzün bizden kaçtığını bilmeden. Her yere ulaşan elektrik bizi bağımsızlaştırdı. Odalarımız da çoğaldı, meşgalelerimiz de. Konuşmalarımız, mesajlarımız, kelimelerimiz kısaldı. Kısa kelimelerle uzun maraton koşusu hedefler gibiyiz. Nefesimizi kesiyor eksik bırakılan şeyler. Yarı yolda tıkanıyoruz. Fitili içine kaçmış lambalar kadar çaresiziz. Aydınlanmak için kendimize muhtacız. Ama fitilimizi çıkartmaya kuvvetimiz yok.
8 İşte tam da bu yüzden gaz lambası, boyutundan daha büyük anlamlar taşıyor benim için. Onun fitili, kenarda fitilini yukarı ya da aşağı çekebileceğimiz yuvarlak parçası, ortası şişkin başına doğru daralan camı… Her şeyiyle ayrı anlamlar taşıyor. O fitili yerleştirmek büyük maharet ister mesela. Evimizin en beceriklisi annemden başkası fitili yerleştiremezdi oraya. Fitil bir bezden oluşur. Bir dil gibi yukarı doğru uzanır. O dil aşağıdan çektiği benzini emerek yukarıya ışık salar. Gaz lambasının altına benzin koymak da kolay değildir. Lambayı benzinle doldurduğun her zaman bu sefer taşırmayacağım dersin, her seferinde taşırırsın. Camı ise fitilden aldığı ışığı her yere ulaştırır. Işığı bize ulaştırdıkça kendisi kararır. O yüzden sık sık yıkanması gerekir. Başkalarını aydınlatarak birçok güzel işler yapan insanlar da kararıyor mudur, ışık saçarken? Olabilir, neden olmasın? O yüzden onlar da arada kendilerini temizlemeli, yorgunluklarından, içine biriken karanlık tortulardan arınmalı ara sıra. Gaz lambasının camını bu siyah isten ayırmak da kolay değildir. Çünkü bu camın ucu incedir. Oraya bulaşık süngeri girmez. Zor zekât girdirdik diyelim, ortada kalıverir... Bir kaşığın sapıyla onu aşağı yukarı ittirerek temizlemek gerekir. Sonra da aydınlatmak üzere tekrar lambaya takmak... Camı olmayan bir lamba hiçbir işe yaramaz çünkü. Cansız kalır. Ben çocukluğumu bir gaz lambasının pırıltısıyla geçirdim. İlk mektubumu onun altında yazdım. Onun altında yorgunluktan sızlayan ayaklarımla kitap okudum. Yazdığım mektubumu hatırlıyorum. Yere serilmiş döşekte yatanlardan arta kalan bir köşede, gaz lambasını dibime koymuştum. Ve şöyle demiştim: “Şeyma ablacım, sana bu mektubu gaz lambamızın dibinde yazıyorum. Yazıyı düzgün tutmak hiç kolay olmuyor ama olsun.” Bir mektubun bile zorluklar içinde yazıldığı bir yerdi bizimkisi. Belki de o yüzden mektubumu da unutmuyorum. Alın terinin, çalışmanın, zorluklarla mücadele etmenin en büyük şahididir gaz lambası. Akşam eve gelince öyle çok geçmeden uykuya dalıveren insanları izler yukarda. Yorgun bedenlerin deliksiz uykuları için ninniler söyler. Yorulmak da güzeldir çünkü. Emek güzeldir. Her şey içine katılan emek nispetince tatlılaşır, güzelleşir. Şimdi hissediyor musunuz raflara kalkan gaz lambasının eksikliğini ruhlarınızda. Ben hissediyorum. Hiçbir iddiası olmadan önce kendini sonra küçük evini aydınlatan bir gaz lambası olmayı düşlüyorum.
FİRAR Mustafa Uçurum
Z
amanın bilinmezliğinde değil, belli bir aralığında, hayatın her zaman kendini yenilediği o anda, havanın bir kararıp bir açıldığı herhangi bir zamanda. Işığın ışıkla buluştuğu, renklerin renklerle kaynaştığı, seslerin seslerle yoğunlaştığı ve yoğrulduğu bir zamanda. Boşluğun zarı yırtıldı, her şey bir anda belirdi ve savruldu. Günün ve zamanın sesleri ve renkleri karıştı. Adeta dünya yeni bir dünya oldu, yer ile gök birleşti. Ufku kaplayan bulutlar karardı, gün döndü, zaman farklılaştı. Bulutlar mı yeryüzüne yaklaştı, yeryüzünü mü kendisine doğru çekti bilemedim. Yerlerin ve göklerin sarsıntısı derinden hissedilir oldu. Sesler iç içeleşti. Kayalara çarpan dalgaların sesi derin bir uğultuya dönüştü. Gerilip genleşmesinden sanki bir şeyleri emerek içine çekiyordu. Bu iç çekiş insanı içerden sarsan bir güç gibiydi. Onlarca kilometre ötedeki evimi ve sessizliğini düşündüm bir an. Sığınılan, seslerden, dışarıdan ve insanın kendisinden kaçtığı korunak… Duvarlarla örülen, harelenen ev, evler, ah iç evler, ruhun evleri… İnsan sesine olan bıkmışlığımdan değil, insanın elleriyle oluşturduğu boğucu seslerden uzaklaşmayı yeğlerken, doğanın sessizliğinde yalnız yaşanamayacağını da bildiğimden, onun kışkırtan ruhuna, yalnızlığına bir sığınıştı bu. Kayalıklara doğru yönelip, yüksekçe bir fiyortun başındaki kayalığın bir yerine iliştim. Dirseklerimi dizlerimin üzerine yerleştirip, başımı avuçladım. Düşünen insan tipi değil, gözlemleyen, gördüklerini içselleştiren bir insan tipi. Rüzgâr yüzüme vurdukça saçlarımı geriye doğru savurdu, kimi yüzümü kapladı, kimi rüzgârla savruldu. Burayı ne kadar da geç keşfetmişim oysa böyle bir yere sığınışın eksikliği vardı ruhumda. Batmakta olan güneş ufku kızıla boyarken içten içe, bir hüzün, bir ürperti, bir karanlık çöküyordu ruhuma ve yamaca. Uzakta birer karaltı halindeki balıkçı motorlarının görüntüleri ve birer siluet gibi görünen, ağlarını toplayan balıkçıların sesleri rüzgârla savrularak cılızlaşıp kayboluyordu. Rüzgârın sesi geride bıraktığı iğne yapraklı ağaçların arasından geçerken esneyen, genleşen birazdan uyanacak olan tabiat devinin ağzından tiz ıslıklar çıkarıyordu sanki. O uysallık gitmiş, her şey birden değişmeye yüz tutmuş bir vahşiliğe dönmüştü. Burada daha çok duramazdım, oyalanmanın vakti değildi. Rüzgâr sertleşip hırçınlaştıkça, beni de dalından hemen kopan bir güz yaprağı gibi savurabilir, bir kayadan diğerine çarpabilirdi. Kayalıkları inmeye başladım. İlerideki burunda, işte tam da dönüş açısında, güneyde, orada sanki metruk bir deniz feneri,
9 daha ötesinde ise derme çatma balıkçı korunakları bulunuyordu. Hava iyiden elektriklenmeye başlamış, ufukta, yere doğru, kılcal damarlarıyla sarkan, sürekli açılıp kapanan, yıldırımların nişanesinin ışık oyunları görünüyordu. Yürüdüm, yürüdüm. Bu kısacık yol bitmek bitmiyordu. Rüzgâra yaslanırken sanki geriye kaykılmış biri görünümüne bürünmüştüm. Ellerimle dengemi sağlamaya çalışıyordum. Ayakkabımın biri ayağımdan çıktı, güçlükle uzanıp aldım. Kayalıkları inip burundaki yeşillikte çakal eriklerini geçince köhne yapıyı gördüm. Fener kadim dostuydu gemicilerin ve denizin. Hâlâ bunca yıpranmaya ve terk edilişe rağmen ayakta duruyordu. Oldukça rüzgârlı bir burundu burası, karanlıkta ve fırtınada fenerin sadece sekizgen olduğunu ve yanı başında da bir fenerci koğuşunu seçebiliyordum ancak. Kapıya dayandığımda derin bir nefes aldım. Hızla yarı aralık çelik kapıyı iteledim. Büyük bir gıcırtıyla ardına kadar açılan kapıdan burnumun hizasından birkaç yarasa ve güvercin uçuverdi gecenin haşin karanlığına. Kapının açılmasıyla içerideki kuşlar da birden kanatlanıp, yukarıdaki bir pencerenin iç pervazına tutundu. Onların kanat çırpmasıyla, ürperdim, yüreğim ağzıma geldi. Güvercinlerin telekleri savruldu, kondukları pencerenin kenarından tozlar ve örümceklerin ağları inmeye başladı. Tiyatro sürerken, zaten hoşlanmadığım tiyatrodan bir kaçış yolunu bulmak için, yanımdaki arkadaşımın eline dokunarak, kulağına “Ben çıkıyorum” diye fısıldamıştım. Arkadaşım, “ben biraz çıkıp geleceğim” gibi anlamış olacak ki sözümü, başını sallamıştı. Oyuna öylesine kapılmışlardı ki pardösümü alıp niçin çıktığımın, nereye gittiğimin farkına bile varmamışlardı. Oyunun ilk bölümü bittiğinde koltuğumun boş olduğunun farkına ancak varmış olacaklardı. Yanımda oturan, kulağına fısıldadığım arkadaşım nasıl bir şaşkınlık içindeydi acaba. Oyunun kritiğini yapmak yerine, şimdi arkadaşlarım fellik fellik beni mi arıyordu tiyatro binasında acaba? Ben de kendimi arıyordum zaten. Bu deniz fenerini ilk gördüğüm günden beri burası benim sığınağım olsun demiştim. İçimden geçen yeşil bir ışık, elindeki bebeği savurarak seven sarışın bir kız çocuğu, yanıp sönen deniz feneri. Daha anlam veremediğim bir sürü görüntü gelip geçmişti aklımdan. Ayağımın değdiği her yer içli bir gıcırtıyla inliyordu. Bu kadar hırpaniliğe rağmen fenerin yanıyor olması da şaşırtıcı idi. Demek ki hayatın kapkaranlık bir âmâya dönüşmesi o kadar da kolay olmuyormuş.
10 Kapıyı özenle kapatıp sürgüledim. Bir titreme almıştı yine bedenimi, şaşkınlıkla ve ürküntüyle etrafımdaki objeleri seçmeye çalışıyordum ama karanlığa alışamamış gözlerim mekânın fotoğraf karesine bir gölge dahi düşüremiyor gibiydi. Demek ki bu hareketliliğe bakılırsa burada hayat olmalıydı. İçeride bilinmez ağır bir koku vardı. Ölü kuşların kokusu mu ya da yarasaların ve güvercinlerin kokusu muydu, bakımsızlıktan girilmemiş bir yerin kokusu gibi bir şey miydi, o an anlayamadım. Derinden gelen bir inilti de vardı. İçerideki loşluğa alışıncaya değin gözlerimi kıstım, yıldırımların ışığında yavaş yavaş eşya ve ayrıntılar belirdi. Elimi göğsümde, tam yüreğimin üstüne bastırmıştım, başım önümde. Hercailik için tam da bu fırtınalı günü mü buldum Allah’ım. Sesleri dinledim. Uzun süre dinledim. O kadar çok ses vardı ki… Dalgaların sesini kendime en yakın ses olarak aldım, içime kapattım. Fenerin dönerken çıkardığı ses bir iniltiyi andırıyordu. Şimdi bir gemide olmalıydım. Bu fenerin ışığına kavuşmak için dalgalarla savaşan bir gemici olmayı arzulamıştım bütün benliğimle.
Bir ışık. Ne kadar karanlık olursa olsun her yer, bir ışık. Dalgalar vız gelir. Rüzgâr değmez, fırtına umurumda bile olmaz. Bir süre kıvrılıp yattım. Güvercinlerin sesi karanlığa öylesine dokunuyordu ki bu sesi bütün seslerin içinden alıp bir kenara koydum. Bu firar iyi gelmişti. Sahnedeki tiyatrodan da hazzetmemiştim. İçimin bir anlık da olsa dinlenmeye ihtiyacı varmış. Demir kapıyı yavaşça çekerek kapattım. Bir kez daha dönüp baktım fenere. İçim ferahladı. Artık rüzgâr da dokunmuyordu bana. Kumlara bata çıka, kayalıkların kenarından geldiğim yola çıktım. Arada bir fenere dönüp baktıkça yanıp sönen fener bana sanki huzurundan bir huzme gönderiyordu. Neredeydin diye soran herkese “Bir ışık çağırdı, gittim.” dedikçe garip garip baktılar bana. İnanmadılar belki. İyi ki inanmadılar. Işığımı kimse bilsin istemiyorum. İçimin dehlizlerinin aydınlanması için fenerimin ışığı ancak bana yeter.
İLHAM VERENLER
Görme engelli adam ve kolları olmayan arkadaşı 10000 ağaç dikti. Bir ortaokulda görevli olan Semen Bukharin kar üstüne süpürge ve kürekle resimler yapıyor. “Çocukların pencereden bakınca gülümsemesi beni mutlu ediyor.” diyor.
Tüm fotoğrafları görmek için QR kodu okutunuz.
HABER BÜLTENİ Cihat Albayrak
B
ir süredir başımın arkasında, sol tarafımda ağrılarla yaşıyorum. Nedeni değişiyor bu ağrıların; bazen uykumun çalan telefonla bölünmesi, bazen yorgunluk, bazen sadece can sıkıntısı... İnsanın başı ağrıyınca, düşünmek için daha çok fırsatı oluyor. Sabah olmadan kalkıyorum. Hoş, sabah dediğin şey uyandığın vakittir derler ya... İnsanlar uyurken dünyanın ne kadar zararsız bir yer olduğunu düşünürüm pencereden öteki apartmanları izlerken. Geceyi dinlemekten büyük keyif alırım. Başımın ağrısını unutturur bana bu sessiz senfoni. Sokak lambaları, sabah ezanı okununca halaya son verirler. Sonra bir iki lamba yanar apartmanlarda. Namaz kılmak için “uyanan” güzel insanlardır onlar. Vakit biraz geçince mesaisi başlar şehrin. Kuşlar içtimadadır çatıların kenarlarında. Kediler kahvaltı için açık büfe çöp konteynerlerini ziyarete başlarlar. Sokaklar insan ile dolmaya başlayınca kalkarım pencerenin önünden. Kahvaltı yaparken televizyon eşlik ediyor bana. Her haber ile lokmalar boğazıma diziliyor. İnsanları anlamak zor. “Milyonlarcası bir arada yaşayan karıncalar kadar medeniyetiniz yok! Yuh olsun!” diyorum. Eleştirmek en büyük hobimdir aslında ama şu sıralar sessizce, içimden eleştiriyorum. Çünkü eleştirmek tehlikeli bir şey artık. Öyle herkesin yanında doğruya doğru diyemiyorsun mesela. Doğruyu söylemek dürüst yapıyor ama haklı yapmıyor seni. Adaleti hesaplamakta zorlanıyorum. Kendine acımanın vakti değil, biliyorum. Kendime kızarak da değiştiremiyorum insanları ama. Sigara içmekten vazgeçiremedim hiç kimseyi mesela. Hayallerimden biridir bu. Bağıracak bir yer arıyorum yıllardır, taa ilk gençliğimden bu yana. “Avazım” neresi bilmiyorum ama avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. Kendimi uyandırmak için, kendime sesimi yükseltmek. İnsanların olmadığı hiçbir yere yürüyerek gidemiyorum. Bağıracak kadar özgürlük sunmuyor hayat bana. Bu yüzden kelimelere bağırmayı öğretiyorum bir süredir. Böyle alışkanlıklarım var evet; ateşim çıktığı zaman, namaz kılarken, uyumaya çalışırken, elimdeki kitabın bilmem kaç sayfasını nasıl okuduğumu anlayamadığım süre içerisinde... Yarı uyur yarı uyanık olduğum bu anlarda aklıma gelmiştir en “parlak” fikirlerim. Not almam gerekir çünkü unutmak da hobilerim arasındadır. Özellikle insanların isimlerini unutmak konusunda çok başarılıyımdır. Uykumu parçalara bölüyorum. İlk rüyamda bir mül-
11 teci oluyorum. Yanımda karım, ülkem için savaş icat eden Avrupa’ya kaçıyoruz. Uyanıyor ve kim olduğumu hatırlayıp tekrar uyuyorum. Bu rüyada ülkelerin liderleriyle aynı masadayım. İsimlerini veremiyorum, çünkü isim vermek tehlikeli! Binlerce soru soruyorum arka arkaya. Dudaklarımın bu rüya sırasında hareket ettiğinden eminim; ellerimle dudaklarıma dokunduğumu hatırlıyorum. Cevap vermiyor liderler. Uyanıyor ve yastığımı ters çevirip tekrar uyuyorum. Birçok farklı dilde aynı cümleleri tekrarlıyorum bir aynanın karşısında. Kaydedebilsem o anları keşke; daha rüyadayken hayret ediyorum bu dilleri bildiğime. Hiçbir dilde anlatamıyorum bazı şeyleri kendime. Saatler mesaiyi haber verinceye dek devam ediyorum böylece. Uykumun bilmem kaçıncı sezon kaçıncı bölümüne geldiğimi bilmiyorum. Bu, empati kurmanın olabilecek en iyi yolu. Ben keşfettim sanırım. Paraya inanmıyorum. Çok katlı binaların hiçbirine güvenmiyorum. Her biri aynı dili konuşan ama hepsi yalan söyleyen gazetelerden nefret ediyorum. Sanırım haber bültenlerine bağımlıyım. Ne kadar üzülürsem üzüleyim izlemekten alamıyorum kendimi. Çarşıya çıkınca kendime uzunca bir eleştirilecekler listesi hazırlıyorum. Ne yazık ki burada da isim veremiyorum. Çözemediğim her sorun başımın arkasındaki ağrıyı günden güne büyütüyor. Beynimde bir kambur belki de, günden güne büyüyor insanların ayıplarıyla. Huzur icat etmeye çalışan bir mucit, barış hesap etmeye çalışan bir matematikçi, çocukları mutlu etmek için emek veren bir sanatçı olmaya çalışıyorum. “Sırtımı dayadığım” devletin verdiği maaşı hep daha küçük parçalara ama daha fazla insana bölerek ekonomiyi iyileştiremiyorum. Bankaların dibine dinamit koyarak faizi yok edemiyorum, alınlarına ıslak bez koyarak hasta çocukları iyileştiremiyorum, yazdığım şiirler yalan söyleyen liderleri utandırmaya yetmiyor -liderler şiir bile okumuyor-. Okuduğum romanlar, izlediğim filmler ilham veriyor. Bir sırt çantası ve bir dizüstü bilgisayar ile büyük işler başarabilirim zannediyorum. Adalet dağıtmak oldukça basit görünüyor. Sonra düşmanımı daha yakından tanıyorum; ülkelerimize savaş getiren düşmanların, bizlere barış romanları okuttuğunu, demokrasi filmleri izlettiklerini fark ediyorum. “Ne kadar küçülmüşüz” diyorum; “bize” ait ne kalmış dünyada! Yaşamak günden güne zorlaşıyor. Evimdeki eşyalar arttıkça yaşam alanım daralıyor. Arkadaş sayım arttıkça kendimi daha güvensiz hissediyorum.
12 Para biriktiriyor olduğum için kendimden her gün daha fazla utanıyorum. Hasta olmak. Evet hastalanmak en iyisi belki de. Allah’ın omzumuza dokunarak bizi “uyandırması” gibi bir şey. Ümidi yitirmiyorum ama. Benim gibi birileri olmalı dünyada. Zihinlerimizdeki virüslerin, bizi uyku moduna alanların farkında olan benim gibi birileri olmalı. Ve o insanlar bir gün kuruyan kalplerindeki kabukları kırarak yeniden doğacaklar. Baştan aşağı yıkayacaklar kirletilen dünyamızı. Zalimlere parmaklarını sallamaları yetecek zulümleri sonlandırmak için. Hepsi aynı dili konuşacak. Aynanın karşısında kendilerini anladıkları dili keşfedince yazacak onlar. Yazdıkları şiirleri bütün liderler okuyacak.
Hayır, bunları uykumun herhangi bir bölümünde yazmıyorum. Hayal, belki. Hayallerin efendisi diyebilirsiniz bana. Bütün kötü adamları -neden zalimlerin çok azı kadındır- bir uzay aracına doldurup uzayın derinliklerine gönderebilmeyi hayal ediyorum mesela. Zalimce olabilir. Doğrudur, zulmü zulümle sonlandırma fikri biz ilkel insanlara ait bir çözüm. Daha fazla para kazanırsak daha fazla iyilik yapabileceğimizi düşünmek gibi... Şimdi haberler.
CEMRE: HAVAYA DÜŞTÜ TOPRAĞA DÜŞTÜ SUYA DÜŞTÜ Nur Aydoğdu
C
emre geldi, sesi düştü havaya. Sevindi; soğuktan bağrı yanık bekleyenleri. Muştusu idi; güzel günlerin, baharın, çiçek açan dalların, meleyecek kuzuların, ürün verecek tarlaların. Yıkık bir binada sağlam kalmış dört duvar arasına sığınmışken ailesi, güzel günler seninle gelecek diye Cemre koydular adını. Gururla baktı etrafa ekmek bulmaya giderken babası, çaresizliğini gözlerindeki bakışlar anlatırdı, ekmek bulsundu, süt olsundu. Süt bulamazdı bu soğukta. Geçen kış bütün hayvanları telef olmuştu civar köylerin. Açık bakkal da kalmamıştı, hoş kalsa da onlarda para ne gezerdi. Cemre geldi, toprağa düştü. Fosfor bombalarıyla biraz önce ısınmıştı toprak, abisinin ablasının üstü başı kavrulmuştu. Sıcaktı hava şimdiden, şubat sonu olsa da, atılan roketler, inleyen insanlar, gökyüzüne yükselen alevler. Cemre de sarsıntının etkisiyle, soğuktan korusun diye kartondan çevrili beşiğinden yuvarlandı, toprağa düştü. Ablası ile abisi yakacak bir şeyler bulmak için dışarıdaydılar. Onları da sıcacık fosfor bombaları bulmuştu. Elleri, ayakları donmak üzereyken, alevler sarmıştı etraflarını. Annesi Cemre bebeğe sarıldı. Baba geldiğinde söyledi diğer yavruları gelmemişti. Cemre iyiydi. Baba aramaya çıktı ama üst üste atılmış kavruk cesetler meydanda bombalardan kalan izler.
Cemre geldi, suya düştü. Bahara tek Cemre kalmıştı. Yola düşeceklerdi. Artık kalamazlardı, vatanlarına canlarını bırakmış, gönlü darda aklında bebeği gideceklerdi. Biter denilen savaş bitmiyordu. Koca koca devler çekişirken; çocuklar, anneler, babalar ölmeye devam ediyordu. Kimisi yakalanıp zorla askere alınıyordu. Kimin ne için savaştığı meçhul, bilinmiyordu, kim kime hizmet ediyordu. Kararlarını verdiler. Nehri takip edip geçeceklerdi sınırı. Derme çatma salda kalan kadın ve çocukların arasındaydı, Cemre ile Cemre’nin anası. Oraya varmadan dağları aşarken, denk gelmişlerdi eli silahlı yüreği darağacı insancıklara. Baba; açılan ateşe siper etti canını, sırtından giren mermilerle son nefesini verirken koşun diye bağırıyordu. Kış bitiyordu, coşkundu nehir. Sonunda sığınacakları diyara geldiler. Ağlıyordu Cemre, anne açtı, Cemre de açtı. Cemre geldi, sesi, umutları, güzelliği düştü mülteci kampına. Savaş devam ederken, annesinin şükür sebebiydi Allah’a. Bir gün bahar gelecekti bu topraklara da. Cemreler oyun oynarken düşecekti. Fosfordan, bombalardan, insancıklardan, mermilerden kaçarken değil. Cemre Türkiye’ye geldi.
DAMATLIK ELBİSE Ercan Ata
K
endime “Kığılı“ marka yeni bir takım elbise aldım. Aslında elbise alacak durumda değildim. Fakat öncekinin yerlerde sürünmekten dizleri çıktı. Eh serde erkeklik var. Havamız bozulsun istemeyiz. Neyse yeni bir taksiti ödemeyi göze alarak yeni bir elbise edindik. Evimi yeni düzdüğüm için gardırobum da yok doğal olarak. Bunun için hayıflanacak değilim. Bu ülkede çoğunun pek çok şeyi yok. Eşya dediğin nedir ki? Bugün olmazsa yarın olur. Yeni elbisemi asabileceğim mekan bulmak zaruri oldu. Düşündüm taşındım. Ev sahibinin ne amaçla bırakmış olduğu belli olmayan tek bacağı kırık divan duvarda yaslanmış duruyordu. Askıları bacaklara takınca gardırop vazifesi görebilirdi rahatlıkla. Elbiseyi özenle oraya astım. Birkaç kez giymek nasip oldu sadece. İnsanların her gün üzerimde görmelerine yüreğim elvermiyor. Kızın abisiyle tanışmaya giderken giydim ilk önce. O da ayrı bir hikaye. Kızla görüşmezden önce abisiyle tanışmamız gerekiyormuş. Beyefendi beni beğenirlerse ikinci aşama gerçekleşecekmiş. Usul böyleymiş. Alışkanlıkları değiştirebilecek değiliz. Puslu bir pazar sabahı yola koyulduk. Pazar sabahlarını hiç sevmem. Pazar sabahlarını sevenleri hiç sevmem. Copyright Gani Müjde. Erken kalkmaktan nefret ederim. Adam kararlaştırılan saatten bir saat önce damlamış. Saat dokuzda kalk beklediğin geldi diyerek uyandırdılar beni. Apar topar kalktım. Yüzümü yıkadım. Tıraş olup giyindim. Neler mi konuştuk? Hiçbişey. Copyright Gökhan Özcan.
13 Bir akşam eşrafın katıldığı davette giyindim ikinci kez. Orada, niçin tek başına kaldığın halde kocaman bir ev tuttun eleştirisini yönelttiler. Yakında evleneceğim için! Bana aracı olacak beyefendiyi bir ay göremedim. Daha sonra kim olabileceğini düşünmeye başladı. Hastalanınca iş toplamda üç ay uzadı. Nihayet meselelerimizi konuşacak duruma gelebildik. Beş aday saydı. İkisinin ismini daha söylerken unuttum. Birine direkt olmaz dedim. Memleketime gittim. Dostlarımla ihtimal hesapları yaptık. Dönüşte kesin kararımızı verdik. Söyledi. Kızın babası, bir iş için Antalya’ya gitmiş. Dönmesi on beş günü buldu. Döndükten sonra karar vermeleri bir ayı aldı. Fallarda ben çıkmamışım. Adam rotasını değiştirecekti. Aylar geçti. Başka şehirlerde onlarca ihtimal vardı. Yollar gittikçe çatallaşıyordu. Adam sadece bakıyordu. Televizyona, kuşlara, çiçeklere, çocuklara, otomobillere, kadınlara… Gördüklerinden hiçbir şey anlamıyordu. Yazarlığa başladıktan üç yıl sonra arabası, yedi yıl sonra evi oldu. Sürekli marka giyiniyor, lüks restaurantlarda yemek yiyor, son model arabalara biniyor, güzel kadınlarla geziyordu. Bir akşam gardırobunu karıştırırken o meşum elbiseyi tekrar gördü. Üçüncü defa giymek nasip olmamıştı. Zaman nasıl da akıp gidiyor dedi kendi kendine. Bir ırmak gibi sonsuzluğa. Aklaşmış saçlarına bakarken o elbiseyi yakmaya karar verdi.
GÜNYÜZÜ Meltem Dağcı
Ö
nce balkondan aşağı atladım. Birinci kat. Yerden yüksekliği üç buçuk metreydi. Öldürmedi. Bu duruma mahalledeki Terzi Ziya da şahittir.
Siren sesleri… Sonra beni karga tulumba sedyeye koydular. Hastaneye çıkan o yokuş yoldayız. Anton Çehov ile konuşuyorum tabii ben o ara. Hemşireye, “Ne kadar güzel bir gün, çay mı demlesem kendimi mi assam karar veremiyorum” demiştim. Sözler ve kararsızlık. Hemşire şaşkın bakan gözleriyle koluma damar yolu açmaya çabalıyordu. Unutkanlığım yine üzerimde. “Hay benim şansıma” diye söylenip, kırılmış sol bacağımın acısını duyarken sedyeye tükürdüm. Yine unuttum. Renkli bir pakete sardığım ve ilk sayfasına şiir alıntısı yaptığım kitabı da balkonda unuttum. Onsuz atlamıştım, artık çok geç. Bacağımın sancısı kimin umurundaydı. “İmdat! Şiir kitabını balkondan kurtarın. İlk önce kurtarılacakların arasındaydı” diye bağırıyorum. Hemşire
gözlerini bana dikmişti. Koridordan gelen geçenlerin ayak sesleri, avucum ve beynim uyuşmuş vaziyetteydi. Sabiha abla başımda beliriyor. Bizim apartmandan teyzem kadar sevdiğim kadındır. Alnıma su döküyor. Niye alnıma döktüğünü bilemiyorum. Mühim de değil. Üç buçuk metreden atlamış insan şimdi bunu düşünmemeli. Evet, Sabiha abla diyorum. “Su” diyorum ben hâlâ, yüzümde su... Ojemin yarısı çıkmış tırnaklarım ile yatağın içerisinde kımıldamadan duruyorum. Yüzümün halini görmek için annemin odaya ayna getirmesini bekliyorum. Günyüzü görmemiş çocuklar... Büyüdüğüm günlerden ve sancısı yüreğime düşen gecelerden payıma düşeni almıştım. Bitireyim nasıl yaşanmışsa artık diyordum. Olduğu gibi kalsın çayım bardağımda. Gün yüzünü görmeyi hayal ediyordum bir yandan da. Evet. Umut. Ertesi gün hastaneden elimde aynam ile taburcu oluyorum. Yalnız bacağımdaki yara izi hâlâ yüreğimde çok acıyor.
CEVDET 14
Fatma Erkul
A
slında masumiyet elimizde, avucumuzda kalan son şans ve tek cevherimiz. İnsan yaşayıp gördükçe, anladıkça en yakınından başlayarak kaybediyor, kaybettiriyor, safiyetini. Zamanla anlıyorsun ki hiç masum değiliz. Hiçbirimiz masum değiliz, ben de masum değilim, sen de; sizler de, hiç masum değilsiniz!
dönme dolabın içinde bir yukarı bir aşağı inerken, neredeyse bütün gözlerde ve yüreklerde safiyetin kalmadığını düşündüğüm günlerde bile, selam verişteki o canlılık, o sevgi, katışıksız ve karşılık beklemeden el sallayan bu yüreği her gün gördüğüm halde, nasıl umursamazca görmezden geldim? Hâlâ nasıl insana ve zamana umutsuz bakabildim?
Uzun bir süre önce mahallemize, karşı apartmanın alt katına taşınan yeni komşuları, çalışma ve yaşam koşullarının arasında fark etmemiştim. İki yaşlarında bir oğlu olan küçük bir çekirdek aile. İşe gelirken ve giderken önünden geçtiğim balkonlarından “Ferkul, n’apıyon?” diyen minik sesi gülümseyerek esip geçtiğimi anladığım gündü dün. Bütün yıl boyunca hiç aksatmadan, benim her gelişim ve gidişim sırasında usanmadan bütün samimiyetiyle selamını eksik bırakmadı hiç. Ve ben her gün onu duydum, gördüm ama aldırmadan gelip geçtim.
Evet, ben Cevdet’i seviyorum! Onun saf, kirlenmemiş elleriyle salladığı o sevgi selamını seviyorum. Bu sabah kalktım, balkona çıktım ve ilk selam veren bu kez ben olayım diyerek karşı balkona seslendim: “Cevdeet! N’apıyoon?” Şaşırdı çocuk, cevap vermedi, el salladık ve gülümsedik birbirimize. O beni görmüştü, benim onu görmemi sağlayan şimdi üç yaşına gelen o saf yüreğiydi. Cevdet’i seviyorum ben, evet. Masumiyetini, içtenliğini, sevecenliğini kaybetmesin diyorum. Kimse içindeki o katışıksız insan sevgisini, cana yakınlığını köreltmesin istiyorum. Çok şey mi istiyorum! Cevdet, Cevdet olarak kalsın, kendini yitirmesin, kaybolmasın çirkinliklerin, yalan dolanın, haksızlığın, zulümlerin arasında ve yaşam kavgasında dediysem, çok şey mi istiyorum? Zor olan masum olarak kalabilmek mi, masumiyetsiz bir insan topluluğunda yaşayabilmek mi? Hiçbirimiz masum değiliz. Ben de masum değilim. Kaybettim masumiyetimi; bunca yalanın, küfrün ve zulmün savaşında. Sizler de masum değilsiniz. Hiçbiriniz, masum değilsiniz!
Sanki farklı bir gündü, kendimden esirgediğim birkaç sözü ve zamanı kendime hediye edip, kendim için bir şeyler yapmak, kendimi unuttuğum yerden alıp kurtarmak adına yola çıkıp eve dönüşümün hikâyesinin bittiğini sandığım bir gün. Geçiyordum. Yine o saf ve temiz, hiç bozulmamış sesiyle, “Ferkul, n’apıyon?” diyerek el salladı. Gülümsedim, cevap verdim: “Cevdeeet, iyiyim. Sen n’apıyon?” Annesi mahcup, “Bu her geçişte sizi rahatsız ediyor.” demez mi! “Hayır!” dedim, “ben Cevdet’i seviyorum!” Sahi ben Cevdet’i ne zaman sevdim, nasıl başladı birbirimize sevgimiz? Neden fark etmedim? Alışkanlığa dönüştüğünü düşündüğüm her seslenişte, her gülümseyişimde bunu neden hissetmedim? Yaşam denilen
Ama masum olanlar var, onlar bizi yaşatacak, bir ışık tutup kürkçü dükkânı misali, geri dönmemize vesile olacaklar var masumiyet dünyasına. Hepimiz için umut, var. Cevdet varsa, Cevdet’leri yaşatabilirsek, çoğaltabilirsek, yaşamak var, sevgi var! Çok yaşa sen Cevdet!
BİR HAYALİ GERÇEKLEŞTİRMEYE VAR MISINIZ? İyilik Atölyesi
Z
elal, Hayal Bilgisi editörlerinden Cihat Şit’in geçen yılki öğrencilerinden. Ne tesadüftür ki, Zelal bu yıl da dergimizin yayın yönetmeni Cihat Albayrak’ın öğrencisi. Şimdi 5. sınıfta. 900 öğrencisi olan bir okulda, ilk dönem en yüksek not ortalamasını alarak 1. oldu. Babasız bir evde, anneleriyle birlikte yaşayan 5 kız kardeşler… Zelal, geçen yıl yaptığımız bir çalışmaya aşağıdaki cevapları vermiş. Diyoruz ki, bu güzel öğrencimize Hayal Bilgisi olarak bir kitaplık alalım ve bu kitaplığı ortaokul seviyesinde kitaplarla doldurup ona hediye edelim. Kitaplık Van Yazarlar ve Şairler Derneği’nden hediye! Siz okur ve yazarlarımız ise Zelal için hediye kitaplar gönderebilirsiniz. En güzellerinden 100 kitabı bir araya getirince hediyemizi iki Cihat öğretmenimizle birlikte sunarız. Bu hayali gerçekleştirmek, bu projede yer almak için 05056351554 nolu telefondan bize ulaşabilirsiniz.
Merhaba, ben ……… İlkokulu 4/A sınıfı öğrencilerinden Zelal. Soru 1: Sahip olmak istediklerin nelerdir? Okulumu bitirmek, güzel bir üniversiteye gitmek, kütüphanemin olması ve güzel bir oda olmasını isterim. İstanbul’u gezmek. Baba kızı olmak, hayatta bir kere baba demek ve iyi dostlara sahip olmak isterim. Soru 2: Yapmak istediklerin nelerdir? Güzel bir meslek sahibi olmak isterim. Allah nasip ederse avukat olup haklı haksızdan ayırmak isterdim. Soru 3: Değiştirmek istediklerin nelerdir? Okulun yeniden başlaması, öğretmenimin hayatım boyunca gideceğim okullarda yanımda olması, küçüklüğümde şiir yazmak ve kendi adıma dergi çıkarmak.
BALIK PULUYLA MEKTUPLAR Beyza Hilal Nur Dindar
15
“Bir gün seninle aynı caddede karşılaşırsak eğer dönüp ardıma bakmamak üzerine…”
bir kırmızı halıya. Bu acının galasında giydiğin o ruh halini unutamıyorum ve hep sana teşekkür ediyorum.
er kadın aynı yerinden kırılırdı yani kalbinden. Sen benim kalbimde kırılmayan köşe bırakmamış kırılganlığımı almıştın elimden. İçimde süper kahramanlar her gece annesiz ve babasız büyüyen çocukları öpüyordu. Çiçekli elbisemi ekmiştim toprağa bahara hazırlık olsun diye…
Uzaklara dalıyorum. Sınıfta gözleri uzaklara dalan çocuğu yok yazmasınlar. Ve hiç üzülmesin hiç şeker yiyememiş bir çocuk. Yoksul mahallerde onlarla kavanoz kapağından yapılmış bir arabanın arkasında koşmak istiyorum. Sarılmak hep sımsıkı sarılmak…
H
Kuşları düşünüyordum geceleri. Mesela kırlangıçlar altı ay yaşarmış, serçeler ağlayınca kalbi dururmuş, albatroslar ayrılır ayrılır kavuşurlarmış, kuğular tek eşli olurlarmış bir de Sezai Karakoç’un o güzel şiirinde olduğu gibi işte; “kanadı kırık kuş merhamet ister”. Sümerlilerden bir dilsiz yazıyı bulunca ilk önce ne yazmış onu merak ettim daha sonra. Ölmek üzere olanlar katilini yazarlar mesela… Yazıyı ben bulmuş olsaydım mutlaka şu kalbime batan çıkan bıçağın bıraktığı yara kabuğunu anlatırdım. Aşkın ciddi bir akıl hastalığı olduğunu düşünen Platon yıllar evvel hiç aşık olmamış mıydı? Sahile inip beklemek öylesi. Ben hep senin bilmediğin sahillerde bekledim seni. Belki de orda beklemem hataydı. Ama gelmeyeceğini bile bile beklemek hep güzeldi. Eldivenlerimi -ellerimin kefenini- kaybettiğim günden beri hiçbir zaman benim elimi bir daha tutmayacak ellerin sıcaklığını düşünmekte takılı kaldı aklım. Müzeyyen Senar dinliyordum. Hafif gözlerim kapalı ve yaşlı: “Aşkını bir sır gibi senelerdir sakladım, geceleri rüyamda ismini sayıkladım.” Bir gün bu şehirde ansızın bir sokaktan köşeyi dönerken bana rast geldiğini düşünüyorum bazen. Ardıma bakmak istemiyorum o gün. Ne kadar yanmışlığım ve yanılmışlığım varsa önüne sermek istiyorum sana dair
Mazlumun ahından kopmuş bir tel gibi avucuma düştün. Yad ellerde mütebessim gidişlere tek yön biletlerim ve hep çizilen plaklarım. “Bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin?” Akşam eve boynu bükük giden inşaat işçileri kadar sigortasızım. Ekmeksizim. Ve ayın sonunu hep kara kara düşünerek kışlar gibi geçiriyorum. Geçim derdim hep kendimle; kendi kendimle geçinemiyorum. Şiirlerim bir iş kazası gibi duruyor üzerimde. Yırtılmış ve yamalı. Kenarları yakılmış mektup sayfası… Kışın ortasında dilenen üzerinde kirli bir kazağı olan mülteci çocuklar gibi hissediyorum kendimi. Önümde küçük bir karton. Sırtımda soğuk bir duvar izi. Sokak izi. Saçlarım öyle böyle taranmış. Ezbere bildiğim şarkıyı hiç kimse bilmiyor işte birlikte söylemek için. Öylesine yalnızım ve hiç gibiyim işte. Duraklara ne zaman yaklaşsam otobüsler kaçıyor. Herkes benden kaçıyor sen gibi. Herkes benden göç etme derdinde. Oysa seninle sevgilim kavimler göçünde tanışmıştık. Sen karşıya geçiyordun ben de öteki tarafa. İçimde bir sızı barış mütarekeleri imzalanmıyor. Islak imzalar hep nikah masasına. Biz ki düğünlerde Ümit Besen’den “Nikah Masası” çalıp dans eden insanlarız. Ben neyin acısını çekiyorum o zaman? Söyle de bileyim.
GARDİYANIN KELEBEKLERİ Emine Yıldız
H
ey sen küçük! Hayatın yükünü sırtına almış, kimin hamallığını yapıyorsun? Bir derdin var belli. Gözlerin yardım istercesine mahzun. Sanki deryaları doldurmuş yudumluk kahve gözlerin ama hala yaşa aç, muhtaç. Tasan yok ise şayet o zaman başına buyruk gözyaşlarını sal vicdanı olmayan adaletsizlerin üzerine, alsın götürsün dört bir yanı şefkat gardiyanlarıyla çevrili merhamet şehrine. Adaleti kan akıtmak olarak bilenler senin kalp dağının arkasındaki şehirde çeksinler, ver de sırtındaki yükünü. Annenin ninnisi sustu, bülbüller şakımaz oldu, senin şehrinde ezan sesleri şahadetlere karıştı. Ağzından dökülen tek bir merhamet şehrine bir sanık daha gönderdi. Sen ağlama küçüğüm bak Kudüs bile zalimlere göstermiyor gözyaşını. Kim bilir o kaç bin tekbirle sürgüne gönderdi merhamet fakirlerini. Miraç Şehri’nde içi kan ağlıyor herkesin, sessiz çığlıkları dünyayı titretiyor ve o çığlıklar ki yanık yanık çağlayarak ulaşır kulağıma. Dilinizi bilmesem de anlıyorum. Şehadet hepimizin ortak yemini değil mi? Hey sen küçük! Ya da küçükler demeliyim kaç bedbaht çocuksunuz bilmiyorum ama bir tespihten çok olduğunuzdan eminim. Hepinize sesimi duyuramam fakat dualarıma ortak olduğunuzu bilmenizi isterim. Belki yıldızlara yazmalıyım görmeniz için belki de kalp dağının arkasında dopdolu bir yardım kutusuyla sizi beklerim. Bir urgan sallayın gökyüzüne, kâğıdım yıldızlar getirsin sizi benim yardımsever ülkeme. Üzgünüm benim ülkem ana toprağınız gibi kokmaz lakin buram buram şefkat sarmış al bayraklı ata yadigârını. Her el bir başka okşar, her tebessüm diğerinden daha güzel ferahlatır yüreği. Yardım sadece parayla pulla olmuyor ki sizin ihtiyacınız olan sıcak bir kucak ve huzurla yoğrulmuş sevgi. Size gönderdiğimiz koliler ulaşmıştır umarım. İçine ortak dilimizden Besmele yerleştirdim. Kâbus bitiyor yeni günlere hayırla başlayın demek amacıyla. Benim de sizin gibi bir kul olduğumu bilmeniz yeterli ama kim olduğumu merak ederseniz kalp dağının ardında ellerini semaya açmış bir gardiyan varsa, işte o benim. Böyle yazardım ateş surlarıyla çevrili ülkede başı önde, garip ne kadar çocuk varsa hepsine mektup yazma şansım olsaydı. Bir gökkuşağı çıksa alıp getirse onları buraya. Çorba kaynıyor ne de olsa ha bin tas eksik ha bir tas fazla, yetimin olduğu sofrada katlanır bereket. Ya da baharla birlikte gelen kuşlar getirsin beyaz kanatlarında. Gerçek, düşlerim kadar güzel değil maalesef. Ben sadece yardım dolu satırlarımı gönderebilirim onlara, suyla yazdıklarımı. Ülkem, kollarını açmış şefkatli anne. Zaten biz aynı atanın torunlarını, hayatın kenarındaki ataç olup tutturan birbirimize, yardımseverlik duygusu değil mi? Dünyadaki kimi balık istifi insanlar gibi sadece yaşıyor olmak için değil de insanlığa yarar için aynı kanı taşıyor olmak yeterli demek ki. Nerede ağlayan çocuk görsek ne olduğunu sormamız, gelenek kitabından silinmeyen bir kural mı acaba? Ya köşe baş-
16 larında Allah rızası diyen her dilenciye yardımda bulunmamız o da mı? Elimizde ekmekle eve gelirken yolda gördüğümüz kediye, köpeğe yarısını verip onları da rızkımıza ortak etmemiz, içimizde bastırılamayan yardımseverlik bilincinden ileri geliyor. Savaşta bile yaralı düşman askerine yardım eden ecdadın torunlarından başka ne beklenebilir ki? Elbette sitem ettiklerim de var. Müslüman olduğunu sadece Ramazan’da hatırlayıp, on bir ayın yardımını bir aya sıkıştırmaya çalışanlar, işte onlar için yardımseverlik bir kaldırım olup kalmış hayatlarının köşesinde. En büyük yardım olan tebessümü esirgedikleri söylenemez fakat daha keskin gülüşlerin bıçak gibi dokunacak yardımlardan geçtiğini bilmeliyiz. Her gün hiç olmazsa yardımseverliği tozlu raflarda saklamayıp dualarıyla yardım gönderenler ile bu geçici Müslümanları bir teraziye koysak gönül duacıları ağır basar. Ki böyleleri attığımız her adımda çıkar karşımıza. Yardımseverliğin bizim için yağmurun ilk yağdığında ortaya çıkan toprak kokusu değil; o yağmurdan sonra güneş açınca gökkuşağının çıkacağından emin olduğumuz kadar kalbimizin orta yerinde olduğunu bilmeliyiz. Kendi yazgımızı yazmak elimizde değil belki ama başkalarına yardımımız dokunacaksa onların kaderindeki küçük bir noktayı bitiş değil de virgül gibi bükerek başlangıç olmasını sağlayabiliriz. Gecenin sessizliğini gömerek içimize sabahın güneşini sermek yetim gönüllere, açlara ve sevgiye muhtaçlara deva olmak bizim millet olarak en iyi yaptığımız şey bence. İçimizde voltalar atan yardım kelebeklerini tek tek değil de hepsini birden çıkaralım göğüs kafesimizden. Dualarımızı, ekmeğimizi, sevgimizi bölüşelim çünkü yarın bir günlük ömür biçilmiş kelebekler için çok geç olabilir. Yelkovanın boynumuza dolanıp, akrebin “nerede saatlerim?” diyeceği vakitte verecek en güzel cevap, kalp dağının ardını göstererek el açmış gardiyanın etrafındaki halka olacaktır. O halka kelebeğin ulaştığı gönüllerden parıldayacak ve tekbirle, yardımla hapsedilen her kötülük o ışıktan korkacak. Yeni tırtıla dönüşmüş yardım, kelebek olup bırakılacağı günü beklemekte… Yardımseverlik bir sınav kâğıdı her âdemin önünde, ondan istenilen seçim yapması değil, acıya ortak olması, kâbusun bitmesi için hayır dilemesi. Bu sınav kâğıdına özenle yazacağımız yardım satırları dururken, boş yere karalamak bize yakışmaz. Kim bilir bu satırlar kelebek olup kimin yüzünü güldürecek. Yetim bir çocuğun, dua bekleyen yaşlı teyzenin, birkaç sokak hayvanının yahut gözü yaşlı annenin… Mühim olan ölümün müdavimi kelebekleri bir yüreğe yetiştirmek. Yardımın büyüğü küçüğü olmadan ufak bir tebessümle bile sınavı geçmek, halkaya bir yürek daha katmak paha biçilemez. Yıldızlara yazılan satırların yaralı gönüllere ulaşması, gardiyanın halkasına bir ışık daha eklenmesi, paylaştıkça artan kelebeklerin yeniden tırtıla dönüşmesi dileğiyle…
KIRMIZI 17
Özgün Ergin
A
ralık soğuğunun beyazına şekil veren ayak izlerim, sokak lambasının sarı ışığına sığınan köpekleri kıpırdatmaya bile yetmiyor. Memur kenti sıfatını en önde göğüsleyen sevmediğim bu şehrin sakinlerinden kış ayazında başka türlü davranışlar beklemek anlamsız zaten. Apartman sıcağı ise cabası. Sahte ve samimiyetsiz bir karşılama. Aniden yanıp duvarlarının tüm çıplaklığını yüzüme vuran merdiven otomatı, sistemin basamaklarını tek tek çıkıp yükseldiğini zanneden iş hayatına yeni atılmış bir memura, yıllar da geçse değişen hiçbir şey olamayacağını anlatmakta. Kapı açılışının boş koridorda yankılanan sesi. Ne de olsa bekar evi. Evlenince elbet dolar her yeri. Bir çekyat. Yedi taksit. Küçük bir kilim ortada, yapı marketten alınma. Ses sistemi bağlanmış büyük ekranlı bir televizyon, on sekiz taksit, her evin vazgeçilmezi. Yorgun oturuşlar, mikrodalgada pişen hazır atıştırmalıklar, tartışılarak bir yere varılamayan ve asla varılamayacağını çok geç anladığım, gerçeğin üstünü yün battaniye sıcaklığında örten sahte gündemler. Kendisindense, kumandasını seyretmenin daha cazip geldiği günler. Son görüntüye kayıyor gözüm. Malum ülke, o bölgeye hava operasyonu düzenleyecekmiş. Kumandaya uzanıp, kırmızı tuşa basıyorum. Kararan ekranda kendimi görüyorum. Unutma isteği, her ne varsa. Kaçış. Yaşamın kabullenmekle eşdeğer sayıldığı, sahtesine razı olduğumuz zamanlar. Soğuk çarşafla yorganın arasına sokuluyorum, küçüldükçe küçülüyor bedenim. Kitaplar var. Sadece kitaplar. Benimle dünyalarını koşulsuz paylaşan sayfalar. Ne zaman uzansam oradalar. Anne karnının sıcaklığına özlemle dalıyorum uykuya. Sınıfsız rüyalarda uyanmayı dileyerek ve doğmamış olmayı bu dünyaya. Saatin alarmı. Soğuk suyun belirginleştirdiği aynadaki aksim. Tıraşlı yüzümde kızaran yerler. Hafta sonu ütülenip hazır edilenler arasından pazartesi bunalımını aşmaya yardım etsin düşüncesiyle seçilen parlak renkli gömlek, pantolon ve onlara uygun kravat. Hayatın bana sunduğu belki de tek seçim şansı. Üstüne ceket. Üstü otobüs. Üste mesai kartına işlenen giriş saati. Sizi çağırıyorlar. Yöneticinin odası. Her ay en az bir defa maruz kalınan bu anlamsız ayakta bekleyiş. Klasikleşen yüz ifadesinde, geç kalmayı alışkanlık mı edindiğim sorusu. Kumandaya uzanıp, kırmızı tuşa defalarca basma isteği. Çaresiz boyun eğişim. Nefes almam için delikleri olan kutunun içinde, yaşım kadar daha çalışarak emekli olup kırsala yerleşme hayalleri kurarak sürüyorum üçgen peyniri gevreğe. Biliyorum aynı dakikalarda yaşıtım bir başka genç, ince kilimin üstüne serilen yer sofrasında banarken ekmeğini
sahandaki yumurtanın akışkan sarısına, şehirde benim gibi bir iş sahibi olmanın hayalini kurmakta. Sabah selamlarına, sahte gülücüklere karışan henüz demlenmiş çayın çiğ tadı. Kim kimin hayatından daha renkli sürdürüyor yaşamını sorularına yanıt, iki tatil günü yapılanların heyecanlı anlatımları. Bitmiyor önümde sıralanan yığınlar, azalmıyor. Masaların üstünde birikirdi evraklar önceleri. Bilgisayar ekranı yükleniyor artık aynı keşmekeşi. Değişmeyen tek şey yanılsamanın kendisi. Telefonlar, onaylar, arşive kaldırılacaklar. On dakika mola. Dedikodular, çekişmeler, duman. Ardından hesap özetleri yeniden, dosyalar, imzalar, sayılar arasında yitirilen gençlik hayalleri. Öğle arası, beş dakikada bir yenilenen haber sitesinde son dakika başlığı. O ülke, o bölgeye operasyon düzenledi. Sivillerin ve çocukların da… Ne zaman kırıldı ekran ve nasıl? Ellerim neden kırmızı? Kaçma isteği. Unutuş. Neyi değiştirir kukla tiyatrosunda başrol? Kıvrılsam şuracıkta. Küçülse bedenim. Hiç uyanmasam. Bir daha oynamasam.
ANKET SONUÇLARI EdebiyatHaberleri.Com anket sayfası ve Hayal Bilgisi’nin sosyal medya hesaplarında üç ay boyunca devam eden anketlerimizin sonuçlarını ilk kez paylaşıyoruz. Hangi fanzini takip ediyorsunuz? (Katılım: 733) % 28.74 Kopya Fanzin % 20.02 Markut Fanzin % 18.52 Karanfil Fanzin %9. 536 Marşandiz Fanzin (25 diğer seçenek) Hangi edebiyat dergilerini sürekli takip ediyorsunuz? (Katılım: 265) % 25.88 Varlık % 16.75 Hece % 14.21 Dergah % 13.19 İtibar % 11.16 Yedi İklim (3 diğer seçenek.) * Hayal Bilgisi Dergisi bu ankete dahil edilmemiştir.
DİLENCİ Yusuf Yılmaz
O
ğlu ve torunları ile aynı evde yaşamasına rağmen başka dünyaların insanlarıydılar. Kaldığı oda ile oğlunun odası karşı karşıya olsa da aralarındaki mesafe Dünya ile Ay kadardı. Sofra kurulur ona kimse gel demezdi. Herkes karnını doyurduktan sonra evin gelini aklına gelirse biraz yemek artığı götürür, yaşlı kadın bunu büyük bir lütuf olarak görür, sesini çıkarmaz kendine verileni yer, tabağını yıkar ayrı bir rafa koyar, sonra tekrar odasına gidip yalnızlığına gömülürdü. Nem kokan, duvarlarının boyası dökülmüş penceresinin camları iyice kirlenmiş oda onun perişan halinin resmiydi. Uyandığında vakit erkendi ve ev halkı hala uyuyordu. Uzun uykuya yatın emi diye söylendi. Duvarda asılı poşetteki ekmekten bir parça aldı. Akşam yarım bıraktığı bardaktaki su ile ekmeği yumuşatıp yedi. Neme lazım mutfağa gitse biri de onu mutfakta görse çocuk gibi azar işitirdi, buna şimdi hiç gerek yoktu. Evde kimse olmadığı zamanlarda bile mutfağa korkarak gider bir şeyler yiyecek olsa bunu anlamasınlar diye özen gösterirdi. Üzerinden hiç çıkarmadığı eski yamalı elbiseleri artık kokuyordu. Şişe dibi gibi gözlüklerini taktı. Siyah bir poşet aldı. Plastik ayakkabısını giydi evden çıktı. Dul kadın maaşını bankadan çekecek sonra her zaman gittiği lokantaya gidecek. Orada bir köşede kimseyi rahatsız etmeden güzelce yemek yedikten sonra köye dönecekti. Çamurlu patika yolda yeni yürümeyi öğrenen bir çocuk gibi yavaş yürüyerek gitti durağa. Farkında değildi ayakkabıları çamur içinde kaldı. Minibüste yanına kimse oturmadı. Bunun sebebini biliyordu. İstemezdi elbet böyle olmasını gençken olduğu gibi bakımlı olmak isterdi. Ne yazık ki hayırlı evlat yetiştiremediği için hayatının son dönemini acı içinde yaşıyordu. Minibüs şehre varınca herkes indi yaşlı kadın en son aracın sağına soluna tutunarak indi. Bankanın yerini biliyordu. Yavaş adımlarla yürüdü bankaya gitti. Banka müdürü bu yaşlı kadından diğer müşteriler rahatsız olmasın diye talimat vermişti. Bu yüzden güvenlik görevlisi hemen sıra alıp yaşlı kadının maaşını çekmesini sonra da bankadan gitmesini sağladı. Yaşlı kadın parasını beline bağladığı bir çıkına koyup doğru lokantaya gitti. Üç ayda bir de olsa iyi bir yemek yiyip midesine bayram ettirmek onun da hakkıydı. Lokantaya vardığında onu garson kapıda karşıladı. Aslında sigara içmeye çıkmıştı. Yaşlı kadını görünce de ona hürmet etti. Yaşlı kadın içeri geçince de of be kokuyor gene diye mırıldandı. Yaşlı kadın insanların kendisi hakkında kötü şeyler söylediğini
18
biliyor ama duymadığı ya da işine gelmediği için aldırmıyordu. Garson yaşlı kadına her zaman yediği için İskender kebap, ayran ve kabak tatlısı getirdi. Yaşlı kadın yemek önüne konunca güldü. Ağzındaki üç beş tane diş ile zor da olsa yemeğini yedi. Elini bile yıkamadan kasaya gidip borcunu ödeyip, durağa doğru yürümeye başladı. Eczanenin yanından geçerken şuaradan biraz gripin alayım şimdi köyde bakkala gitmek zor olur dedi kendi kendine. Eczaneye girdi selam verdi. İnsanlar ona baktı ama selamını almadıkları gibi duydukları kötü kokudan da rahatsız oldular. Eczanede sıra olduğu için yaşlı kadın gözüne kestirdiği bir sandalyeye oturdu. Yaşlı kadın değneğini koltuğunun altına koyup beklerken kendinden tiksinen bu insanlara içinden sanki siz yaşlanınca benim gibi olmayacaksınız diye sitem etti. Öyle değil miydi, gerçekten günümüzde kaç evlat vardı annesi ya da babasına bakan. Zaten yaşlılara evlatları baksa huzur evi denen ve huzurun zerresi bile olmayan kuru ruhsuz evlere ne gerek olurdu. Yaşlı denen insanlar torunlarının sevgisi ile mutlu olurlardı. Bu son söylediğine kendi bile güldü. Kendi torunları ile arası hiç de iyi değildi. Derin bir of çekti. O sırada eczacı kız teyze sen ne istiyorsun diye sordu. Yaşlı kadın kızım bana yirmi tane gripin ver, dedi. Ama eczacı kızın kendinden rahatsız olduğunu kalın camlı gözlükleriyle gördü. Ölsem dedi, ölsem de şu yalancı dünya benden kurtulsa. Gene kendi dünyasına dalmış beklerken içeri giren düzgün giyimli biri yaşlı kadının o eski elbiseli, yırtık ayakkabılarından taşan kirli çoraplarını gördü. Haline acıdı yaşlı kadının kucağına para bıraktı. Yaşlı kadın ne olduğunu anlamadı, adam ise yaşlı kadının parayı az bulduğunu düşünerek biraz daha para verdi. Yaşlı kadın dayanamayıp, evladım bana neden para verdin, diye sordu. Adam, teyze sen dilenci değil misin, diye sordu. Yaşlı kadın bu soruya cevap vermedi, adam da durmadı yürüdü. Yaşlıydı çirkindi aynaya küstüğü yıllar olmuştu. Elleri titriyor, çok sık hasta oluyordu. Yüzü buruş buruştu ama dilenci değildi. Peki o zaman neden ona para vermişti adamın biri. Kafasındaki düşünceler eczacı kızın, teyze ilaçların hazır, demesiyle dağıldı. İlaçları alırken, kızım ben dilenciye benziyor muyum, diye sordu. Kız yaşlı kadın bir an önce eczaneden gidip müşterileri rahatsız etmesin diye cevap vermedi. Ama yaşlı kadının, oğlum zengin oğlum senin anneni dilenci sanıyorlar ya sana yazıklar olsun, dediğini duydu.
POSTA KUTUSU Ayşe Ünsal
19
Yasemin, Çocukluğumu artık toprak kokusuyla koynunda taşıyan... Bu sana kaçıncı mektubum saymadım bile. Sana yazmak geliyor içimden sadece, çünkü beni dinlediğini biliyorum ve beni anladığını… Gidenler götürürmüş kendindeki hatıraları, artık bunu çok iyi anlıyorum. Karşılığı yok, anlattıkça sessizlik her yer. Artık ben de susuyorum. Kime ne anlatayım. Sabaha dek, boğazım patlayana kadar ağladığım o geceyi misal. Henüz yaşım üç ya da dört, üstelik sen yan bahçedeki evdesin. Sobasına nasıl başardıysam boynumu yapıştırdığım evden taşınıyoruz, kardeşim annemin karnında. Arkadaş olmuş muyduk o zamanlar? Kesik kesik hatıralar gözümde. Annemle konuştuk geçen gün bunları, evet bak annemle konuşuyoruz arada, sonrasında “C vitamini bakımından zengin mandalinalar gibi” hissediyoruz kendimizi. O sıralar taşınırken, beni babaannemlere bırakmışlar, o telaşede bir yerlerde unutulmayayım diye belki, belki de ayak altında dolaşmayayım diye… Bahçe duvarının hemen ardında yanan o parlak sokak lambası aydınlatırdı evi geceleri. Hatırlıyorum. İçerde ışık yakmaya bile gerek kalmazdı. Aralarına televizyonun sonradan görme yabancılık hissi veren o halini layık görmeyen samimi ev, bir radyonun esnemesiyle huzurlanırdı. Ve ben o gece annesinden ve babasından uzak düşürülmüş bir çocuktum. Beni bıraktılar mı sanmıştım, unuttular mı sanmıştım bilmiyorum; o uzaklık ağlatıyordu iki gözümü. Babaannem kim bilir ne vakittir ayağında sallıyordu beni, gözüm bir sokak lambasına takılıyordu bir pencerenin önünde oturup ağlamamı dindirmek için çaresizce çözüm arayan hacı dedeme. O geceye çeviriyorum yüzümü bugün de, yaşım 30’a dayanmışken, hala annesinin, babasının uzağına düştüğünde düşecekmiş korkusu yaşayan bir çocuğun kalbini taşıyorum. Canım yanıyor. Kendi ellerimle bilmeden koyduğum uzaklık; yalnızlık, hırçınlık ve sessizlik doğuruyor. Artık belki de hiçbir şey anlatmıyorum. Kime ne anlatayım. Ah Yasemin, gidenlerle paylaşmak daha mı kolay, kimsenin canını sıkmayacağını bildiğinden belki in san gönül rahatlığıyla gevezelik yapabiliyor. İçimde
tuhaf bir his var. Hiç doğmayacak hüzünlü bir çocuk büyüyor sanki içimde. Çocuk. Dünyanın karanlığıyla büyüyor güzellikleri çoğaltmaya çalışsak da. Karşı komşum kek getirmiş, olsaydın da paylaşsaydık şimdi. Bu mis gibi koku sadece davul fırınlarda pişen keklerde var artık anladım. Akşamdan kalma bir bardak da çay. Vecihi merakla ekrana bakıyor, harfler çoğalırken. Harfler çoğalırken ben ruhumun tüm inceliklerini törpülüyorum yine. İnsan canı yandıkça nasıl da değişiyor, anlatıyorum sandıklarıyla, anlaşılamadıklarıyla... Anlaşılamadıkça daha da hırçınlaşıyor kalbim, cümlelerim daha da keskinleşiyor, acıtıyorum, can yakıyorum, sadeleşiyorum... Susuyorum. Kimselerin durup ince şeyler düşünmeye vakti kalmamış diye içten içe kendimi tüketiyorum. Bak yine gözlerim doldu. Bu normal mi sence? Ve seni soramadım yine… İyi misin artık, huzurlu musun? Dünyaya bir gün ben de zor gelir miyim, gelir miyim yanına? Konuşur tamamlar mıyız cümlelerimin karşılıklarını? Ah Yasemin... Dünya nasıl da bayat. Küf kokuyor hatta. İnsanlar hiç düşünmüyor gitmeyi, bitmiyor savaşları, istekleri, beklentileri... Eski mahallemizdeki kuru köprüyü bilirsin sen de değil mi? Kısa asma köprüyü; insanların altından geçen suya derdini tasasını, kötü rüyalarını bıraktığı, su alır götürür dediği o dertli köprüyü. Saat gece yarısına yaklaşıyor. Arabamız olmadığında sırf yolda üşürüm diye uyuyup kaldığım anneannemlerde birden uyanıverdiğim saat gibi. Evi birbirine katsam, uyandığında annesini babasını çok özlemiş bir çocuk gibi huysuzlansam da kim anneannem gibi sırtına alıp o köprüden geçirir, eve götürür beni. Anneannemin sıcacık huzurlu sırtı, sanki yolumuzu aydınlatmak için yakına gelmiş yıldızlar, havlasa da terbiyesini bozmayan köpekler ve o saatte bile karşılaştığımızda korkmadığımız insanlar… Sonra ayak izlerimizin yankısını toplayan kaldırımlar, duvarları evlerin, geçerken ağlamamı alan kuru köprü… Unutmadım hiçbirinizi. Biliyorum anneannem de unutmadı…
KÖTÜLERİN Sema Yıldırım
20
Van Ercişli bir 4.sınıf öğrencisi tarafından yazılmıştır.
Ahmet Kurbani Özdaş
K
imi insanlar var ki zor zamanların adamlarıdır. Yaşadıkları ve yazdıkları ile hayatı paylaştıklarına ve toplumların sosyal, kültürel ve özgürlük mücadelelerine örnek olmuşlardır. Eski dünyayı sırtlarına alıp yeni dünyayı inşa etme yolunda büyük mücadelelere girişmiş olan bu tür insanlar toplumların hafızalarında büyük yer tutarlar. Kültür, irfan, mücadele, tarih, geçmiş, gelecek, aydınlanma ve varoluş misyonları yüklenmiş olan kimi bir şahıs, kimi bir yazar/şair, kimi bir aydın, bazen de sadece bir olay hayallerimizin/gerçeklerimizin kahramanlarını ortaya çıkarır. İşte tam burada akla ilk gelecek olan şüphesiz hem hayallerimizin hem de gerçeklerimizin bütün bu özellikleri üzerinde taşıyan bir kahramanı vardır. O da mümin, mütefekkir, mütercim, şair, yazar, hatip mücadele adamı olan Mehmet Akif ERSOY’dur. Osmanlı’dan Tanzimat’a oradan da Cumhuriyete uzanan zorlu ve dikenli bir yolculuğun hem şahidi, hem mahkumu, hem tanığı hem de hakimi olan Mehmet Akif bu üç dönemin her koşullarında muasırlaşma ve ırkçılık gibi kavurucu akımların dikenlerine takılmadan inandığı değerlere uygun bir hayatın inşası için yoksulluk ve yoksunluk içinde büyük mücadeleler vermiş Müslüman bir mütefekkirdir. Bazen hırçın bir vaiz, bazen harp meydanlarının coşkun bir hatibi, şairi, mütercimi bazen de sürgün memleketlerden evlatlarına munis ve sevgi dolu “Firaklı Nameler” yazan bir babadır, eştir, dosttur, arkadaştır. Mehmet Akif Osmanlı’nın dağılmasının acısını üzerinden atmadan kurulan yeni dünya düzeni uygulamaları kendisini sistemin dışına itmiş bununla da kalmayarak bu İstiklal şairi kendi döneminin aydınları ve politikacıları ile “doku uyuşmazlığı” yaşamıştır. Osmanlının dağılış sürecinde yaşanan entrikalar ile bu kısa ve hızlı süreç içinde bütün Müslüman aydınlar gibi o da hem şaşkınlık hem akıl almaz hayretler içindedir. Yaşadıkları ile yaşamak istedikleri
21
arasındaki fark bir dava adamının canından çok sevdiği İstanbul’u, dostlarını bırakıp Mısır’a sığınır gibi yurdunu terk etmesi günümüz gençliğinin anlayamayacağı kadar zordur. 1925 yılında ülkesini terk ederek Mısır’a giden Mehmet Akif acının, açlığın, sefaletin her türlüsünü 1936 yılına kadar burada görür. 11 yıl memlekete hasretle yaşar. Emekli maaşını bile alamamanın küskünlüğü onu memlekete hasret yaşamaktan alıkoymamıştır. Büyük dava adamı Mehmet Akif’in bu yönü şüphesiz tarihçilerin ve Cumhuriyet dönemi araştırmacılarının çokça ilgisini çekmektedir. Bu konuyu onlara havale ederek asıl ilgimizi çeken edebi yönü ve bunlar içindeki dikkate değer olan Erciş’teki kızına ve damadına yazmış olduğu mektuplar ile bunlarla ilgili yayınlardan bahsetmek istiyoruz. Akif, Mısır yıllarında memleketteki dost, akraba ve tanıdıklarına bir çok mektup yazmıştır. Bu mektupları incelerken içimi hep hüzün kaplar nedense. Mektup sanatı edebiyat alanlarında en çok samimi bulduğum, yakın hissettiğim yazılardır. İçlerinde aşk, hüzün, sevgi, özlem, itiraf, ızdırap, dua, yakarış olan bu yazılar bizleri kendisine ortak eder. Aslında modern dünyanın unutturduğu bu gelenek okullarda çocukların eğitiminin bir parçası haline getirilmeli düşüncemi söylemeden geçmek istemiyorum. Mehmet Akif’in uzun uzun biyografisini yazacak değilim. Ama konumuzun başkahramanı olan kızı Suad Hanım, damadı Ahmet Bey ve torunu Ferda; Akif’in mektuplarında isimlerini yazdıkça bir özlem ve ürperti duyduğu şahıslardır. Damadı Ahmet Bey kızıyla ikinci evliliğini yapmış olan askeri vazifelidir. Memuriyeti dolayısıyla yolu ilçemiz Erciş’e düşer. Yine Akif’in mektuplarından anladığımıza göre Beytüşşebap’tan terfi ederek buraya atanır. Üç yıllık vazifesinin yarısına yakınını (1935-1936) ilçemizde geçirir.
Mehmet Akif’in gün yüzüne çıkan mektuplarını torunları Ferda Argun ve Selma Argun’dan alan Mehmet Ruyan SOYDAN bu mektupların yayınlanmasına müsaade eder ve Timaş Yayınları’ndan Ömer Hakan Özalp’ın hazırlayıp sunması ile “Firaklı Nameler: Akif’in Gurbet Mektupları” ismi ile yayınlandı. Burada Erciş’e yazılan mektuplarında yeni gün yüzüne çıkanlar da var. Tabii ki ilçemizde çekildiğini mektuplarından anladığımız bir-iki fotoğrafı da vardır. Ayrıca Akif’in Erciş’e yazdığı bir diğer mektuba da Yusuf Turan GÜNAYDIN’a ait Ebabil Yayınları’ndan 2009 yılında çıkan “Mehmet Akif’in Mektupları” isimli kitapta rastlıyoruz. Akif bütün bu mektupları iki taraflı yazmaktadır. Bir tarafı damadı Ahmet Bey’e yazılmış diğer tarafında da kızı Suad Hanım’a yazılmış mektuplardır. Bütün bu kısa malumatlardan sonra Akif’in Erciş’e yazmış olduğu mektupları ve tarihlerini kısaca izah etmek istiyorum. Mektuplardan alıntı yaparak o günkü Erciş ile ilgili ipuçlarını yakalamaya çalışalım. Aralıklı olarak rastladığım bu yayınlardaki ilçemiz ile ilgili mektuplardan şehir ve yaşam üzerine Akif’in düşüncelerinin ilginizi çekeceğini düşündüm. Bu iki kaynaktan alıntılanan mektupların tarihlerine dayanarak Akif’in damadı Ahmet Bey’in Beytüşşebap’ta görev yaparken terfi ederek Erciş’e atandığı anlaşılmaktadır. 9 Ağustos 1934 tarihindeki mektubu içeriğinden anladığımız kadarıyla Beytüşşebap’a yazmıştır. (Mehmet Akif’in Mektupları. Ebabil Yay. shf. 11) Bundan sonraki ilk mektubu 8 Teşrin-i Sani (Kasım) 1935 tarihini taşımaktadır ve Erciş’in adını ilk bu mektupta görüyoruz. (Firaklı Nameler. Timaş Yayınları. shf 129) Birçok mektuptan anladığımıza göre, buradan Mısır’a gönderilen mektupların asgari 25 günde ulaştığını düşünürsek, damadı ve ailesinin 1935/Eylül ayının ortasında Erciş’e geldiklerini söyleyebiliriz. Bu mektupta Akif’in Erciş hakkında kısa bilgisinin olduğunu fark ediyoruz. Van Gölü kıyısında ve mamur bir şehir olduğunu tahmin ettiğini söylemektedir. İlk mektubu bu sanata örnek olması ve Akif’in mektuplardaki içtenliğini göstermek için tamamını alıntılamak istedim. Bihî Suad Kadın, Ha bugün yazayım ha yarın derken mektup yazmayı bir hayli geciktirdim. Artık ihtiyar babanın bu kusuruna pek bakmamalısın. Ahmed’in terfiine çok sevindik. Duyduğumuz vakit bizim için sermaye-i sürur oldu. İnşallah bundan sonra birçok terfîltere muvaffak olur. Rabbim muvaffak etsin, âmin. Erciş nasıl yer? Hesapça Van Gölü’nün (…) çarşısı, pazarı var mı? Yiyeceği, giyeceği, daima bulunuyor mu? Her hâlde Beyt-i Şebâb’dan çok hallice olmalı. Mektubunda biraz malumat verirsen pek memnun oluruz…
22
Çocuklar mektebe gidiyorlar mı? Karlar kışlar nasıl; odununuz, kömürünüz Beyt-i Şebâb’daki kadar mebzûl, öyle değil mi? Sebze bulunuyor mu? Yağın… Siz hasebî’l-vazife dolaşıyor musunuz, yoksa daima merkezde misiniz? Vâlideniz geçenlerde göğsünden hayli muztaribdi. Şimdi nisbetle daha iyidir. Maamâfih daima ilaç kullanmak mecburiyetinde. Erciş, zannederim, Beyt-i Şebâb’a nisbetle mamûr bir kasaba olacak. Yiyecek, içecek her şey bulunuyor mu? Kısrak ne âlemde? Hiç koşturdunuz mu? Vâlidenle ikimiz her dördünüzün gözlerinden öperek cümlenizi Cenâb-ı Hakk’ın sıyânetine emanet ederiz, evlâdım, iki gözüm Ahmed Bey. Ramazan-ı şerîfinizi şimdiden tebrik ediyoruz. 8 Teşrîn-i sânî 1935 Pederiniz Mehmed Âkif Mehmet Akif damadına ve kızına yazdığı mektuplarında sürekli yaşadıkları yerler ile ilgili bilgiler yazmalarını ister ve oralar ile ilgili kanaatlerini belirtir. Hatta Beytüşşebap’a göndermiş olduğu bir mektupta torununa Kürtçe öğretilmesini tavsiye etmektedir. Hem Beytüşşebap’ta hem de Erciş’te büyük ve küçükbaş hayvan saklamalarını, sütünden ve yoğurdundan çokça yararlanmalarını ister. Mektuplardan anladığıma göre Beytüşşebap’ta aldıkları bir kısrakları vardır. İsmini Necla koymuşlardır. Akif hep bu atı merak etmekte ve Erciş’te doğan yavrusuna da isim önermektedir. Bu at sevgisini onun baytarlık mesleğine bağlayabiliriz. İlçemizde yaşayan yerlilerle tanışmalarını, onlarla diyalog kurmalarını önermiştir.
Bu yazımızda Akif’in mektuplarının tamamını alıntılamamız dergi kapasitesini aşacağından sırası ile ilçemize yazılan mektuplarda Erciş ile ilgili bölümleri tarih ve kaynakları ile aşağıda alıntılamanın daha uygun düşeceği kanaatindeyim. Evladım, iki gözüm Ahmed Bey, Mektubunu kemal-i meserretle aldım. Cümlenizin afiyette olmanızdan, Erciş’i de sevmenizden pek memnun oldum. Cenâb-ı hak sıhhatinizi, saadetinizi daim buyursun, âmin. ……… Size de Beytüşşebab’ın çilesini çektiğiniz için Erciş medeni bir şehir gibi gelmesi gayet tabiidir. Çocuklar bir taraftan büyümekte, diğer taraftan da mekteplerine devam etmekte imişler. ……… Karlar kışlar iyice bastırdı mı? 12 Kanun-i sani 1936 Baban Mehmet Akif (Mehmet Akif’in Mektupları. Ebabil Yayınları. shf.13) Evladım Suad Mektubun geldi. Erciş’ten memnunsun. Pek ala. ……… Erciş’te kavun karpuz çok diyorsun. Hala devam ediyor mu? Kış sebzelerinin hepsi bulunuyor mu? ……… Erciş sana yaradı mı iştahın nasıl? ……… Yerlilerden, zabitan haremlerinden görüştüğün var mı? Siyanet-i Hakka emanet ol kızım Suad. 12 Kanun-i sani 1936 Baban Mehmet Akif (Mehmet Akif’in Mektupları. Ebabil Yayınları. shf.14) Bihi Oğlum Ahmed Bey, ……… Erciş biraz bataklık olsa gerek. İnşallah şikayet mecburiyetinde kalmazsınız. Karlarınız kışlarınız başladı mı? Beyt-i Şebab ile buralarının havaları arasında…. (Tarihsiz) * Bihi Kızım Suad, Havalarınız biraz itidal kesbetti mi, yoksa hala karlar berdevam mı? Sizin karlar içindeki resminiz on iki senedir öyle bir şey görmediğim için bana çok garip göründü. ……… Çocukların mektebi açık ya? Elbette buradaki mekteb Beyt-i Şebab’dakinden daha iyicedir. Öyle değil mi? Zabitan ailelerinden, yerlilerden tanıdıkların konuştukların var mı? 23 Mart 1936 Baban Mehmet Akif
23
(Firaklı Nameler. Akif’in Gurbet Mektupları. Timaş. shf.139) Bihi İki gözüm evladım Ahmed Bey, ……… Erciş daha güzelmiş. Allah mübarek kılsın. Havalarınız iyi mi? Yağmurlarınız başladı mı? Mangal yakıyor musunuz? Yeni vezaifiniz çok mu? Geçen sene olduğu gibi bu yıl da mekteb dersleri için vakit buluyor musunuz? Suad’a resim hocalığı yapmalısın demiştim. (Not: Kızının da okullarda resim öğretmenliği yaptığı mektupta geçiyor) ……… Vücutça nasılsınız? Çocuklar büyüyorlar mı? ……… Civarınızdaki sıcak suyun mevsimi hangi ayda başlıyor. (Erciş’teki kaplıcadan bahsediyor.) Baban Mehmet Akif (Firaklı Nameler. Akif’in Gurbet Mektupları. Timaş. shf.145-147) Kaynaklar: 1- Firaklı Nameler: Akif’in Gurbet Mektupları. Hazırlayan: Ömer Hakan ÖZALP. Timaş Yayınları. 1. Baskı, 2011 2- Mehmet Akif’in Mektupları. Yusuf Turan Günaydın. Ebabil Yayınları. 1. Baskı, 2009
27
- Şeyda Koç kimdir? Kendinizi Hayal Bilgisi okurları için tanıtır mısınız? İstanul doğumlu, İstanbul’a meftun olmuş. Her eserinde İstanbul’a bir şekilde uğramış ya da gönderme yapmış kelam dostu bir yazar. Gurbet yaşantısının gündüzlerini dost gecelerini yoldaş edinmiş, kalem ehli olmaya aday bir hanım. - Kösem Sultan ile ilgili bir eser yazmaya nasıl karar verdiniz? Kösem’i anlatan öteki eserlerle karşılaştırdığımız zaman Şeyda Koç’un Kösem Sultan’ı hangi açılardan farklılık arz ediyor? Bu bir proje çalışmasıydı, yayıncımdan teklif geldi. Bir haftalık bir düşünme sürecinden sonra karar kıldım. Yine Okur Kitaplığı’ndan çıkmış olan tarihçi Murat Kocaaslan’ın Kösem Sultan ile ilgili tarih ve araştırma kitabı önderliğinde çalışmalara başladım. Mahpeyker; genç Ahmet’e aşık bir genç kız. Kösem; sorumluluk sahibi bir haseki. Gücünün sınırlarının farkında bir valide Sultan! Zamana ve tarihe tüm görkemi ile “kadın” şahsiyetini enjekte etmiş; Valide-i Muazzam-a! Mahpeyker Kösem Sultan’ı romanımda dört aşamalı olarak işledim. Zaviyesinden vakıaları gözlemledim. Diğer kitaplardan farkı, okuyucunun her kitapta ve internet ortamında bulabileceği bilgilerden arındırmış olmam. Çok az bahsi geçen detayları öne çıkarmaya çalıştım. Örneğin; tarih bilgilerine göre Kösem Sultan’ın nereden ve hangi köyden gelmiş olabileceğinin araştırmasını yaptım. Ülkesinden saraya getiriliş yol güzergahını anlattım. IV. Murat’ın muhteşem şahsiyetini ve saltanata bakış açısını satırlarda işledim. Kitabın genelinde Kösem Sultan var ise de birkaç yerinde Sultan Ahmet ve Sultan Murat’ın bakışı ile dönemin şartlarını yine “tarih kaynağımız” bilgileri ile değerlendirdim. Evliya Çelebi’nin hayatı-
nı sayfalarda anlatmak yerine kendisinin IV. Murat ile tanışmasının bahsini geçtim. Babasının görevi ve seferlere katılmaları anlattım. Daha birçok önemli şahsiyetin yaşadıklarının ve söylediklerinin ve dahi yapmış olduklarının o dönem koşullarında değerlendirilmesine ışık tutmaya çalıştım. Bu sebebeple karakterler baskın ancak bir romanda sayfa doldurmak adına tarihi bilgilere boğmadan arka planına değindim. Romanda ya da edebi bir eserde aslolan, kitabın ruhunu okuyucuya hissettirmektir; okuyucu kitabın ruhunu keşfederken aynı zamanda kendi ruhunu da keşfeder. - TV Dizisi nedeniyle Kösem Sultan Türkiye’de gündemde ve son zamanlarda konuyla ilgili birçok kitap da yazıldı. Dizi ve yazılan kitapları nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle dizinin pek çok açıdan eleştirildiğini biliyoruz, bu eleştirilere katılıyor musunuz? Mahpeyker Kösem Sultan adı ile yayınlanmış olan kitabımda Kösem’i, TV’de yansıtıldığı şekilde sığ ya da abartılı işlemediğim gibi koca bir saltanatı bir kadının merkezine kilitlemeden olayların seyrini inceledim. Mahpeyker Kösem evet güçlü bir karakter ancak sultanı ve kocası Ahmet’in ona biçmiş olduğu rolden çıkmak istemeden, sorumluluklarını yerine getirmeye çalışmış bir kadın. Bu anlamda, TV’de yansıtılan karakter ile benim yazmış olduğum karakter birbirinden çok farklı. Sorun şu ki benim karakterim çocukluk yaşından beri güçlü olmayı başarmış olmakla birlikte ihtirasının kurbanı bir hanım değil. Dinine ve Sultan Ahmet’in koymuş olduğu kurallara sonuna kadar sadık kalmayı şiar edinmiş Osmanlı kadını. Saltanatı hazmetmiş bir Valide! - Çocuklar için bir kitap kaleme aldınız. Korsan Muhyittin Piri Reis kitabının öyküsünü bizlerle paylaşır mısınız?
28 Çocukları için böyle bir esere ihtiyaç vardı. Özellikle okuma yazma grubundan itibaren başlayan okuyucu için bu anlamda ciddi bir açık var. Çocuklara tarih bilgilerini ders mantığı ile veremezsiniz; onların dünyasına inip, kitap kahramanını adeta onların arkadaşıymış gibi anlatabilirsiniz. Ben de bu şekil yaptım. Tek fark kahramanım “Muhyittin” gerçek idi. Ana karakterlerin isimleri ve sorumlulukları gerçek. Kurgu günümüz çocuklarının mantığını zorlamayacak şekilde eğlenceli bir macera romanı şekline dönüştü. Romanımızın sonunda da kitabın ana karakterine ait olan tarihi bilgi bir iki paragraf halinde çocuğa veriliyor. “Korsan Muhyittin” aslında bir serinin ilk romanı... - Hollanda’da yaşadığınızı ve bazı atölyeler ile hem okurlarla hem yazar adaylarıyla bir araya geldiğinizi biliyoruz. Bu çalışmalarınızdan ve yurtdışında yaşayan bir yazar olarak yazarlık sürecinizle ilgili detaylardan bahseder misiniz? Yurt dışında kendi yapmış olduğum atölyelerde sadece yazmaya ve okumaya hevesli arkadaşlara rehber olabilecek bilgiler veriyorum. Benim de öyle olmuştur. Doğru zamanda doğru kitapları okumanın öneminin altını her zaman çizmek gerekir. Aslında o kitapları yazanların da rehber kimseler olduğunu düşünürsek, her insan birbirinden fikri alışveriş yaptığı müddetçe kültürü zenginleşiyor. İnsanlar sosyalleştikçe söylemlerini yazı ile daha yaygın bir hale getirdikçe vizyon dediğimiz açı genişliyor. - Ülkemizdeki edebiyat ortamını, yayınevi-okur-yazar ilişkilerini, tek kelimeyle özetlemek gerekirse, edebiyat “sektörünü” nasıl değerlendiriyorsunuz? Durumumuz nedir? Olumlu gördüğünüz gelişmeler ve eleştirdiğiniz hususlar nelerdir? Edebiyat ortamı özellikle son yıllarda ivme kazandı.
Yapılan kültür aktiviteleri; devlet kanalı ile belediyeler ve okulların “buluşmalar” adı altında, yazarlara okuyucu ile buluşma şansı sağlamaları, kitap piyasasını ve doğal olarak yazarın kalemini de bu anlamda tetikledi. Yayınevlerine devlet maddi manevi kolaylıkları direkt sunabilmeli. Sanatın her dalında devletin sağlayacağı imkanlarla kültürel faliyetler artacaktır. - Çocukluğunuzdan bugüne, kitaplar ve edebiyatla ilgili başınızdan geçen ya da aktarmak istediğiniz ilginç şeyler nelerdir? Çocukluğumda okuduğum çocuk kitapları bana harika bir hayal dünyası ve gerçekçi bir bakış açısı sunmuştur. Yedi sekiz yaşlarında mahallemizde bir çocuk kulübü kurmuştum. Dört kişiydik. Ama arka bahçemizde odunluk dediğimiz yerde tüm yaz buluşur, kitap okur sonra çıkar deli gibi oynardık. Bir keresinde bir yavru kuşu ölü bulduk. Evin saçağından düşüp ölmüştü. Onu küçük bir ağacın dibine gömmüştük. Hüzünlü bir gündü. Bir de kiraz ağacında evcilik oynardık. O kocaman kalın dallarda herkesin bir katı-evi olurdu. Birbirimize seslenir misafirliğe giderdik. Şimdi düşünüyorum da çocuklar düşündüğümüzden daha cesurlar. - Şeyda Koç imzası ile nasıl çalışmalar göreceğiz? Çocuk romanlarımız devamı gelecek. Özellikle kendi tarihimizde imzası olan isimlerin çocukluklarına dair roman serisi tamamlanacak inşaallah! Öte yandan ağır ilerleyen bir romanım var. Bu romanın benim okuyucum için şaşırtıcı olacağını düşünüyorum. Son olarak, yeni olması açısından şimdilik Mahpeyker Kösem Sultan’ın yolculuğunu izlemekle yetiniyorum.
29
Erdal Şahin & Zeki Altın
BİR FİKİR VE DİRİLİŞ ADAMI SEZAİ KARAKOÇ’TAN ALINTILAR
Şiir, ruh pencerelerini Allah’a açtıkça şiirdir.” (Diriliş Neslinin Amentüsü) * Allah’a inanan insanın özgür olduğuna inanıyorum. İnsan boynuna zincir atan, takan eşyadan ve öteki insanlardan, insanların tanrılaştırdığı kişi ve eşyadan insanı ancak Allah kurtarır. Yani insanı ancak Allah özgür kılar. İnkar tutsaklık inanç özgürlüktür. * Her Müslüman bir sancaktır. (Kıyamet Aşısı) * Düşünceler, sistemler, doktrinler eskir. Eskimeyen hakikattir. * İnsan ruhunun, insanlık ruhunun yılanları vardır; uygarlıkların çökmesi için bekler dururlar sınırlarda. (Yitik Cennet) * ülkendeki kuşlardan ne haber vardır mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır yoktan da vardan da ötede bir var vardır hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır o şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır sevgili en sevgili ey sevgili uzatma dünya sürgünümü benim * Kadın, erkek için hayatla ölüm arasında gerili bir kemandır adeta. (Yitik Cennet) * Cenneti bulmak için yitirmeleri gerekiyordu. (Yitik Cennet) * Öyle anlar olur ki, damarlarımızda tarih bir nabız gibi artar; kanımızı arıtır veya kirletir. (Kıyamet Aşısı) * anne ölünce çocuk bahçenin en yalnız köşesinde
elinde bir siyah çubuk ağzında küçük bir leke * Zulüm bir hayat tarzıdır artık insana mahsus; İnsan, şeytanın sinekkağıdına yakalanmış melek kelebeği. ( Ayinler/Çeşmeler-Şiirler V) * peygamber çiçeğinin aydınlığında ara sana doğru uzanan çaresiz ellerimi sırrımı söylüyorum vefakar balıklara yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi koyverip telli pullu saçlarını rüzgara bir çocuğun ardına düşen heykellerimi peygamber çiçeğinin aydınlığında ara * Aşktır gönlün alın teri. (Yitik Cennet) * kanadı kırık kuş merhamet ister * İnsan inançla dirilir. (Kıyamet Aşısı) * akşamları gelir incir kuşları konarlar bahçemin incirlerine kiminin rengi ak kiminin sarı ah beni vursalar bir kuş yerine akşamları gelir incir kuşları * İnsanın kendi gönlüne tuttuğu ayna. Görüneceklere göre yol alan bir deniz kılavuzu. (Diriliş Neslinin Amentüsü) Bir inkarcı şairin karşısına bir inanan şair fırlatacaksın. Bir düşman bilgin karşısına bir dost bilgin çıkaracaksın. Tekniğin karşısına tekniğinle çıkacaksın. İnsanın karşısına insanınla çıkacaksın. (Kıyamet Aşısı) Kentlerimiz düşük çocuklar doğurganı. ( Ayinler/Çeşmeler- Şiirler V) Cephede yurdu korumakla, yurdun içinde kendi medeniyetimizi gözler önünde tahrip edenlerle savaşmak, birbirinden farksızdır. (Diriliş Neslinin Amentüsü) İmtihan ve çile hepimizi saran gökkuşağıdır. (Yitik Cennet)
30
Aycan Solak & Arif Onur Solak
T
ürk edebiyatının yaşayan en büyük şairleri listesinin ön sıralarında yer alan hatta belki de en başında gelen isimlerindendir Sezai Karakoç. Şüphesiz ki Türk edebiyatının en güzel aşk şiiri hangisidir sorusuyla muhatap olan bütün edebiyatseverlerin büyük bir çoğunluğu hemen hemen aynı cevabı verecektir; Mona Roza. Bu çok dokunaklı şiir insanın içini titreten mısralarla örülü müthiş bir eserdir. Daha şiirin ilk girişinde başlar sizi içine çekmeye. mona roza, siyah güller, ak güller geyvenin gülleri ve beyaz yatak kanadı kırık kuş merhamet ister ah, senin yüzünden kana batacak mona roza, siyah güller, ak güller Bu 14 kıtalık şiirin, kıta başlarındaki harflerin yan yana getirilmesiyle birlikte akrostiş şiir olduğu da görülmektedir. Akrostişte yer alan ismin kim olduğu bilinmez ama şiirin hikayesi hakkında onlarca efsane dolansa da bunların hiçbirisi gerçeği yansıtmaz. Çünkü Sezai Karakoç bu konudaki sessizliğini hiç bozmamış ve bu efsanevi hikayelerin varlığını hep reddetmiştir. Aslında her ne kadar bu şiirin hikayesinin o efsanelere dayanmadığını bilsek de her şiirin bir hikayesi mutlaka vardır. Hikayesi ne olursa olsun ortaya çıkan tek bir gerçek vardır; o da Sezai Karakoç’un bizlere mükemmel bir aşk şiiri bıraktığıdır. zambaklar en ıssız yerlerde açar ve vardır her vahşi çiçekte gurur bir mumun ardında bekleyen rüzgar ışıksız ruhumu sallar da durur zambaklar en ıssız yerlerde açar
Üstad Sezai Karakoç şiirlerinde, dünya hayatı üzerinde durduğu yeri ve baktığı pencereyi hep açık etmiş ve insanları da şiirleri veya yazılarıyla bulunduğu noktaya davet etmiştir. “Müslümanım” diyen herkesi İslam üzerine yaşamaya davet etmiş ve Müslümancı düşünebilme üzerine mesajlar vermiştir. Bunun en güzel örneklerinden birisi de kırk bölümden oluşan “Hızırla Kırk Saat” isimli şiiridir. bu çok sağlam surlu şehirden de geçtim beni yalnız yarasalar tanıdı az kalsın bir bağ bekçisi beni yakalayacaktı adım hırsıza da çıkacaktı Eşi benzeri olmayan bu mükemmel şiirde Sezai Karakoç, kimi zaman Hızır aleyhissalemın diliyle kimi zaman ise şairin diliyle konuşur okuyucularıyla. Karakoç modern hayatın içinde bocalayan insanların iman zaaflarının artık şekilcilik olduğunu ve ibadetlerinse kalben yapılmadığını etkileyici bir dille ifade eder: her evde kutsal kitaplar asılıydı okuyan kimseyi göremedim okusa da anlayanı görmedim * camide namaz kılan omuzları birbirine dayalı iki müslümanın arasından geçtim fark etmediler hutbede imamın sözlerinin arasına tek bir kelime karıştırdım tek bir kelime bir kaç kişi irkildi gerisi susadı susadı çıkar çıkmaz çeşmelere koştular
31 Aslına bakılırsa bu eserde şiirin bütününde yer alan Hızır aleyhisselam, yüceliği ve nitelendiği özellikleri bakımından mana zenginliğiyle bereketli bir ilham kaynağı olmakla birlikte, Hızır aleyhisselamın nezdinde Peygamber Efendimize (s.a.v.) duyulan sevgi ve saygıyı bizlere ulaştırmaya çalışmıştır Karakoç. yaşı hep altmış üç yüzü yeni gelmiş bir vahiy gibi gözlerinin önünde hep rahman suresi canlanır kalbi hep yasin okur kulağında ilk ayetlerin depremi Üstad Sezai Karakoç, geçmişimizi tarihin karanlık sayfalarına gömmek isteyenlere karşı bıkmadan ve yorulmadan büyük bir fikir işçiliği ile özümüzü bize unutturmamanın gayreti içerisinde olmuştur her daim. Bu topraklarda batıla karşı hakkı savunmaktan bir kez olsun beri durmamıştır. Bunun en iyi örneklerinden birini ise “Şahdamar” isimli şiirinde görmemiz mümkündür. Hakka karşı mücadele ederek kendi özümüze savaş açan zihniyeti “K” harfi üzerinden temsilleştirmiş ve özünü korumak isteyen insan tavrını ise anlatılabilecek en iyi üslupla dizelere nakşetmiştir. siz hürsünüz; siz şartsız ve kayıtsızsınız bir balığın, bir siyah, bir kara balığın incecik kılçığı üzerine yemin edersiniz (k) harfi üzerine yemin edersiniz rakı içen kadınların, çiçek yiyen kızların iyilikleri, günahları ve çeyizleri üzerine yemin edersiniz istakozların, kırmızı ve mavi istakozların bir mavzerlik peygamberlikleri üzerine küçük ve büyük, acılı ve acısız yeminler yeminler yeminler edersiniz siz siz üzre yeminler edersiniz biz hayret eder, kuvvet eder, dudağımızı bükeriz dudağımızı kör makaslarla dilim dilim ederiz iki tane elimiz var deriz bin tane elimiz olsaydı bini birbirinin aynı olurdu deriz 999 elimiz kağıt gibi yansın bir elimiz güneş gibi dursun biz elbette dudak büker, hayret ederiz biz inkar eder, inkarı severiz bayram hediyenizi iade ederiz biz mahcup ve onurlu çocuklarız başımızı kaldırıp bir bakmayız siz rüyalarınızda yaşayıp durursunuz siz güvercinleri gözlerinden vurursunuz siz ekmeğin hamurunu, aşkın hamurunu samandan yoğurursunuz
siz rüyalarınızda yaşayıp durursunuz * biz yangında koşuyu kaybeden atlarız biz kirli ve temiz çamaşırları aynı zaman aynı minval üzere katlarız biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız Üstad her ne kadar verdiği mücadele içerisinde saldırgan bir tutum izlemese dahi onurlu duruşundan ve gururundan hiçbir zaman taviz vermemiş, bununla birlikte merhameti her zaman şiirlerinin kalbinde taşımıştır. Çoğu okuyucu “Şahdamar” şiirinin son kıtasında intikam sezinlese de üstad burada birlik ve beraberlik çağrısında bulunduğunu bizzat sohbetlerinde dile getirmiştir. Bir olana, tek olana ve dirilişe… bununla beraber üzülmediğinizi biliyoruz gün gelecek toprağın altına uzanacağız her gece saat beş sularında sizi toplardamarlarımızın içinde bekliyeceğiz Üstadın şiirleri ne kadar anlaşılmaya çalışılsa da hep bir yanı eksik kalacaktır. O’nu anlayabilmenin yolu çağı anlamanın ve dünyayı neyle anlamlandırmamız gerektiğini bilmemizden geçer. Sezai Karakoç derinlikli bir dünyanın içinden seslenir bizlere şiirleriyle. Üstadı hakkıyla anlamak derin bir tefekkür içine girmekle mümkündür. Bununla birlikte tarihi, İslam’ı ve inancı, yani o kutsal davayı, yaşadığımız ömrün gerekçesi ve en büyük şiarı olarak kalben tüm ruhumuzla benimseyebilmek; bizi üstadı anlamaya hep bir adım daha yaklaştıracaktır. Sezai Karakoç Neden Fotoğraf Çektirmiyor, Ekranlara Çıkmıyor, Kitap İmzalamıyor? Gösterişten her zaman uzak duran Sezai Karakoç fotoğraf çektirmiyor, televizyonlara hiç çıkmıyor, imza günlerine katılmıyor, verilen hiçbir ödülün maddi kısmını kabul etmiyor. Siyaset onun için en önemli toplum görevi olmasına rağmen siyaset ve devlet adamlarına, köşklere ve saraylara adım atmıyor, lakin herkese kapısı açık. Yayın organlarını şahsi hiçbir işi için kullanmayan Karakoç bu tutumunu şu cümleleriyle açıklıyor: “Konu ben değilim, konu, fikirlerimiz, davamız ve mücadelemizdir. Onu anlatın, davamızı anlatın, benim yazıp söylediklerimi anladıysanız gidin onu anlatın, benim şahsımı konu edinemezsiniz, buna izin vermem” diyor. Sezai Karakoç’un tüm kitaplarını satın almak için QR kodu okutunuz.
32
KÂBUS ALAMETLERİ Zeki Altın
I. alamet bu sular soğuk yüzüme çarpar kesik bir ağrı tutar gibi alnım iç organlarımdan bir sızı çiğ tutmuş hüznüme II. alamet bereket sürerse buğday başları toprakları karıştıran tırnaklarım gibi buruşan güz meltemlerine dokunasım gelir III. alamet kuşlar kanatlarını açarken yırtılır gökyüzünün en kesif yerleri anne IV. alamet kabus bir rıhtımdan uzaklaşır anneme sakın söylemeyin beni yakınlarda değil uzak bir yerlerde sanır V. alamet ahh! ellerim demiştim ibrahim sıkı bir yumruk gibi içime dönük kendime karşı kaldığım vakit anneme söylemeyin sakın
YILDIZLAR Y’SİNİ DÜŞÜRDÜ Abdurrahman Adıyan
içimde fırtınalar tufanlar koptu özüme ağyâr düştüğüm hâli bilsen emrime amade olanların buyruğuna girdim gireli o canı cananı unuttuğum ve unutulduğum andan beri üşüyorum maliki idim kâinatımın emir alır ezilir büzülür oldum mor menekşem sümbüllü bağım gülüm bülbülüm sazım sözüm sazın ki dut ağacından teknesi görsen hazan mevsimimi soluyorum içimde neler boşaldı eksildi dalımdan neler koptu, bir bilsen duygularımdaki hasret provalarını kendimi tanımaya başlamıştım ağyâr oldum köküme dalıma ben benden uzağa düştüm koşuyorum ay dolandı yıldızlar y’sini düşürdü torpax’dı azeri’nin dilinde toprak sazın kolu ki ardıç ağacından sekiz kızının her biri ayrı telde hani ipek çalıdan kopar ya can havliyle çileyle eziyetle kopuyorum
33 DENİZLE HASBİHAL Tunay Özer
DİRİLİŞ NİDASI Mücahit Akıncı
yorgunluğumuz var ey çocuk ateşe su taşıyan karıncanın yorgunluğu hz. hatice’nin su bulmak için suskun koşusu feryadımız var ey çocuk zalimin bitmez küfrüne o küfür ki saplanıyor ümmetimin kalbine bitmeyen davamız var ey çocuk hz. peygamber’in taif’te taşlanması misali yollarına koyulan dikenlere ayaklarımız serili ümidimiz var ey çocuk ateşleri ravza-i zehra yapan ümidimiz kimimiz asker kimimiz kaidiz nice yiğitler geçti bu meydandan hiçbiri tökezlemedi dünya metasından fatih’ler, selahaddin’ler hepsi tek davadan hoşgörü ve vakar temsildir o adamlardan ayak seslerimiz gelir asya’dan doğudan inletir arş-ı alayı sarar yedi kuşaktan istanbul’dan uzanır şanı yedi tepe başından boğaz’lar dar gelir açılır okyanuslara korkmadan yunus emre’ler, aşık veysel’ler seni beklemede akif’ler, fazıl’lar şiirlerde seni zikretmede sezai’nin beklenen nesli senin ellerinde çünkü insanlık derin bir gaflette korkmadan yürü bakma ardına ufkunu geniş tut, aldanma masivaya elinle sürur ver vicdanını kapatan insanlığa gönüller seni beklemede gözler şafakta
uzun uykulardan çıkamam diye korkuyor olmalısın zira şehri kanadına bağlamışsın kalın bir halatla camları eriyor gecenin akan yıldız tozlarıyla saçlarında düğümlenen günbatımlarıyla bu şehir ne çok baharlar eskitti çocuklar karanlığa bakmaktan korkar bu saatlerde uykuyla örter yüzlerini yorgun martılar kayalıklara gömmüş en sert melodilerini gitmemenin yeni türküsünü sınayacaklar kırık dalgalarda deniz feneri şahit olsun giden gemilerin bordasında hüzün taşıyan bekleyelim geçsin zaman
SON CEMRE Yusuf Gökbakan
bir artı bir; ıslak her halkaya bir kurdela gecenin akarı oluk katresi kurumuş yara pas tutmuş dalga benim yakamda mecnun rozeti seninse taşıyamam dediğin aşk var sırtında her vaha; bir serap her yankı; eksiksiz azap sığ bir geçiş duyuş yoğun kıvranıyor mehtap işleme aldığım gözlerin parıl parıl harıl harıl kalem defter tutmuyor bir türlü kalbime vurduğum hesap yengeç ve kezzap çöl veremli, sahil hasta absürt bir yıldız düşüyor suya ciğerlerim hepten oyuk engelsiz geçiyorsun her solukta deniz kurak, son cemre sen yağıyorsun yüzüm yüzüne vurdukça
34 SOBE
Tuğba Çelikkaya
gelincikler açmasın taşlar açsın kıyılar bozuk taraklarla tarayalım otlarını bahçenin, dağınık dünyalar mavi yakalı bir mutluluk hapse atıldı mı âmâ bir çilingir olalım açabilmek için denizleri, hissederek anahtarları kırmayalım bizi tembihliyorum kundurasız yürütmeyelim işleri yollar sert nasır tutmasın toprak, tahıllarımız doğacak bilesin tohumlar astarını aşınca, çok amaçlı yaşayalım olur mu yorgunluk atlamasın bizi, sarpa sarmasın düğün alnından tembellik akan evleri onaramazken alkışlar körebe oynayan yarasalar dünyayı dolaşıyor fırtınayı dinleme kayıklara atla git kırdı belini bir ağacın kararsız rüzgar paşalar gibi yaşıyordu havalar dün kırptıkça kırpıyorum resmini âlemin çilingirler kalıyor yalnızca bugün bizi sobeliyorum
HUY
Devrim Horlu huy işte içinde göz olan ne varsa öpüp kokluyorum odalar garipsiyor en çok sonra yaralar, sonra çocuklar, sonra kuşlar kağıt mendillere yüz vermiyorum bu aralar bu da ayrı bir huy mavi önlüğünün göğüs cebinde temizce ütülü özenle dürülü mendiliyle gözlüklü bir çocuk dokunuyor elime çekiştirip duruyor sonra “gel!” diye “gelirim” diyorum, huyum kurusun şu yaşıma geldim ya nafile hayır demeyi yediremiyorum kendime huy işte, nerede bir ağaç görsem biraz ekmek bırakırım dibine nerede bir kedi görsem “kendine gel!” derim “kendine” “babana derler miyav diye!” gülüp şakalaşırız kediyle ne dediğimi anlamaz sanırım alınamaz haliyle pileli eteği ve ununu eleyip kenara astığı eleğiyle bir kız severim her gece dudağımı öper, koluma girer güneşin altında gezer durur benimle rüya görmekte üstüme yoktur bu da huy herhalde huy işte, yaşayıp duruyorum acılar garipsiyor en çok, sonra hüzünler sonra boy sırasına göre dertler ve kederler olmayacak dualara çok amin diyorum bu ara diyorum ki mesela “sussam bile duy!” bu da ayrı bir huy
35 ÜSTAD SEZAİ KARAKOÇ’A Şakir Kurtulmuş
I. akşam derinden bir iz üsküdar’da samanyolundan bir işaret gibi döndü çark derin bir dalga izi denizin ardından bir işaret fişeği büyük saatin akarsularında ateşin dallarında eser rüzgar denizin gözlerinden ruhuma serinlik çeşmelerinden hayat suyu durgun göllerde şelale havası kalbin ev sıkışması bedenin ezilmişliği özgürlük oluşumu yani aşk yani vücut bulma çöken bir akıl sistemi batı şiir sanatı ve makamı şairûn ya da özgür şiir eşittir özgür insan bahar akşamı samanyolundan çizgilerle denizin ardından gelen bir uyarı gibi şiir toprağın altında yürüyen bir rüzgar sezai karakoç’un şiirinde tabiat deniz ve çiçekler hikmet, ayinler ve çeşmeler güllerle donatılmış bir aşktır dirilişin baharı şiir bahçesinde yaratılış ülküsü yağmur kasidesi diriliş türküsü diriliş erinin ruhu üstadım ateş dansıyladır şiirin miracında hakikatin aydınlığında gül medeniyeti otağında doğar şeyh galip’in şiir torunları bizim yunus’un sırtında odun aşk ve insan kardeşlerim doğu şiirinden meyveler sundu şeyh galip iki denizin birleştiği yerde ruhlara şiir üflerken sevgi yüklü lalelerden nedim dik bir yamaçta kondurulmuş evin taraçasında üzgün bir yahya kemal bir bayram namazında aldığı hazzı unutamayan paris’te bulunmuş fakat üsküdar’ın, fatih’in süleymaniye’nin sesini içinde yaşamış üzgün yahya kemal batan güneşin ardından giden gemilere marmara’dan batıya açılan asfalt yola ağlar
her akşam aydınlığında ve gündüz karanlığında eyüpsultan’dan üsküdar’a ses dalgalarıyla yansır deniz dalgalarıyla ışık kuzguncuk’ta bir balık düşer denize beylerbeyi’nde soluklanır denizin gölgesinde oturur necip fazıl’ı okur küplüce’de zarifoğlu’na selam verir zamanın akşam vaktinde üsküdar’da konaklar yeni bir hayat için kazar toprağı taşı kazar bilincindedir ölmesi gerektiğinin, derin kazar derinden gelen sese açıktır gönlü toprağın üstünden gelene kapalı hem gözü kapalı hem gönlü yeni bir oluşum için, yeniden kalkmak için güneşe serer yumurtalarını şiirle besler II. ey üsküdar ey şehirlerin ruhu ruhumun çeşmesi, şiirlerin sesi şemsipaşa’nın medine’si gönlümün dalga kıran seti, şimşeği paşalimanı ağrılarımın merkezi batı yakasından gelen karabulutlara yağmur şemsiyesi ey sözcüklerimi besleyen kelimelerimden doğan şehir ey üsküdar
36
HIZIRLA KIRK BİRİNCİ SAAT * Adige Batur
-anlattığın kıssadaki benim- mesela kitapların ilk son sayfalarını merak ederim ceplerinde kırık makaslar taşıyan hallaç şaşıracak şey ne kadar azaldı, derim bulutlardan sorumlu sizin şaşırmanız ne kadar eğlenceli göğün yırtılan katı. güneşe uçan kuşlar. yerçekimi. öleceğinizi bilirken bu denli yaşamanız buhur ve tütsü hep onun derdi konuşurken çoğu kez sizi dinlemem çehrenizde korku, ağzınızda hırs balığın dirilmesine iman et anlatmadıklarınız. dudak büküşleriniz. gözbebeğiniz çünkü sepet nil’in koynunda musa’yı doğurdu sol kaşınızın sizden habersiz söylediğini musa bir şehir. şehir bir ayna. ve size ihanet eden ne varsa suretinizde ben harun’u gördüğümde daha çocuktu ben bilirim bir peygamber taşıyordu alnında -dünya öküzle balığın sırtındaevler tahtadan. tahta ağaçtan. ağaç Allah’tan dülger, ormandan gemiler yontar kesişen kuvvetler, ağırlık, kütle, çekim at yontar, içi oyuk derdi büyük atlar, içi insan dolu dönmese boşluğa düşerdi arz atlar boğa aslında öküzdür düş gezgini pinokyolar çoğaltır ve dünya duraklar arasında insansız bedenler icat eder, kuytuda. ettiğine tapınır ki aslan burcuydu gördüğüm tüm krallar felekler, duraklar ve’l fecr kıssadaki çocuk necm: yıldızlar hani melek kanadına salıncak kuran onu, kanlı elleri arasına alan benim ben zamanı büküyordum yoğurduğu düşü boğan, oyununu bölen, hesabı kapa- bir nehirde iki kez yıkanıyordum mesela tan ilk mektep duvarında tarih şeridiydi, her şey her felakette hayır, nehir duruyordu ben akıyordum kurtulamayan çocuğun kurtulduğuna sevinen de ben ben, o şehrin kapısında kötülük yapmak isterken -ben susmayı bilirim, en iyisi- iyiliğe sebep olan şeytan kadar bedbaht adamlar gördüm az, biraz bir padişah gördüm elleri ufanası hırsınız olsa, siz günahkar girip günahsız çıktığı ırmaktan kursağımızda lacivert heves kırıntılarını yarılan bir ova hıncıyla geçip gitti altına dönüştüren bir simyacı beklersiniz evvel kendini kesti kılıç yani o kadar iyisiniz, paulo kadar iyisiniz sonra aklını biçti ispanya’da doğacak kadar iyisiniz
37
dünya bulaşmamış bir koytakta anladım bir çocuk bir çok çocuk oluyordu, mütemadiyen yanı başımda gülüyordu boyuna az geride ağlıyordu sürekli az ötede ölüyordu durmadan her şey, her an oluyor bitmiyor başlamıyordu
tek gözlü bir devdi, yaşamak diz çöktüğünde gem vuruldular ağzına nereye üflese çekilirdi su ardında bir yığın insan, ceplerinde kül bir yangından bir yangına göğün kanatları yırtık merhametin eli kanlı ihtiyarların ölmeden gömüldüğü zamanlara erdim
an vardı utanmayı öğrettiniz zaman yoktu ki ben, ziynet gibi taşıdım onu utanmaktan utanılan vakitlere erdim - lakin- bunu da öğretmediniz kısırdı babalar ve anneler üretken çoğalmanın azaldığına şahit tutuldum tarlalar düş ekip, göğ ekin biçiyordu yasal ölüyordu insanlar gayrı resmi gömülürken bir şehirden geçtim ki ölüler kölenin efendisini doğurduğu günlere yaşayanlara gülüyordu erdim bunu bana öğretmediniz ak sakalsız ulu hocalar ki siz, bu dünyadan vazgeçmiş kırk döşekli eve sahip yalnızlar vardı “yaşamıyor gibi yaşıyor” gibiydiniz hangisi hangisine malikti bilemedim o pınarın başında ben insan ödeyip itibar satın alan ve kara kaplı kitapları şerh ederken siz altın ve gümüş gördüm bunu bana öğretmediniz bunu bana öğretmediniz * Sezai Karakoç’un Hızırla Kırk Saat şiirine
yeşil sarıksız ulu hocalar, bunu bana öğretmediniz iki nehir arasında binlerce babil’in yeniden kurulduğunu bana öğretmediniz
naziredir.
Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.
38 KÜÇÜK MUHACİR Arzu Şimşek
mustafa, en arka sırada cılız misafirimiz mustafa bir o kadar da anlamsız söyle bana n’olur burda susma medine ensarı olabildik mi mustafa, dilindeki kelimeleri kardeşlik yapabildik mi sana yüreğindeki katırlara yükleyip mahzun çocuğum durma suskunluğa bürünmüş çocuk söyle bana burada, bugün de burda o hâlâ susuyor yanlışa mahal vermemeli sustukları gözlerinde büyüyor bugün de boynunu büküyor şükür ki burda üzülme, boynunu bükme peki sen nerde olmak istersin mustafa kırgın yüreğinle niye kimliğin yok dua et mustafa, bizlere de dua et niye! istanbul’u beğenmedin mi yoksa gönlüne muhacir kabul et bizleri silahlara maruz kalmadık biz suriyeli bir çocuk mustafa ama gönlümüze aldıklarımızla sarsıldık sözleri seyrek ama gönlü mert daha ilk gün diyor bana dua et mustafa döneceğim dua et, burda ol vatanıma bizi bize hatırlat can ol, dost ol, var ol mustafa yüreğim doluyor gözleri doluyor “inşallah” diyor küçük yürekli pürvefa ağlıyor silemediğim gözyaşları arkasına saklanıyorum âdeta darağacında sallanıyorum sırtını hakk’a dayamış küçüğüm anlıyorum diline bir şeyler geliyor “çalışkandım” diyor suriye’deyken susuyor suriye’nin ateşi gözlerine düşüyor keşkelere sığınıp dua dua akıyor damlalar susuyor ev diyor susuyor anne diyor susuyor oyuncak diyor yine susuyor
Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.
39 LÂL-Û EBKEM Faruk Yiğit Araz
zerk ettiğim dünya, damarlarımdan fışkırırken faniliğini dönüp nereden geldiğimi bulmanın ve nereye gideceğimi bilmenin amansız sancılarını ağırladım örs kalbimde gözlerim, yaşamanın ağır vebalini taşırken fer’inde ağlayıp, tüm müptela yaşlarımı dökmek isterdim afyon’ken kalemin dile getirdiği kelimeler yazmaya müsellah bir şair olmak isterdim kof kalbimi, hüzne râm olmanın amentüsüyle ıslatırken ceberrut ve hoyrat kelimeleri biriktirmişken heybemde apansız haykırmak isterdim ama söyleyemedim dile geldi de kelimeler, ucunda birikti. dağılamadı yeryüzüne kahrolsun şairler kadar pervasız değilim değilim ben şair, muharrir bildiklerimi sığdıracağım bir heybem yok ve konuşmak, anlaşılmak için yetmiyor bildiklerim “otuzuncu harfim ben” muahhar olan; hüznün ve acının kanatlanıp, göğsümü şerh etmesi ey gaibi görüp, mistik cümleler kuran sana, durlanmış, kelimeler getirdim seni, muktedir kılacak bilirim konuşsak kıyamet sussak kıyamete alamet ne söylesek, cümleye düşer gibi değil gelmiyor nefese konuştuklarımız “allah sabredenlerle beraberdir yani en çok, benimle” “yaygaralar, feryatlar, ağıtlar aşina kulaklarımıza” ey ayetleri göğüs kafesime şerh eden hâfız her suresi, yüreğime şerha düşen, nakıs olmayan mana dindir efgânımı ayetleri çisele kalbime, şifa diye o kamber hüznü çek el, ayak beni dinç tutan bedenimden Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.
40
ŞEYHİME ÖĞÜTLER Mervan Söylemez
ellerimizi kan değil mürekkep kirletsin şeyhim tespih taneleri sarmalasın parmak uçlarımızı nefesimiz hûlara karışsın, hay hû tüketmek ne itici şey değil mi bu şehir beton binalardan akan bu kir hangi mahşer paklar toprağa değmemiş ayakların vebalini arabalar villalar ve gayrimenkul ne çok put var azer görse şaşar değil mi şeyhim yok mu ibrahim soluklu biri içimizdeki putları devirecek yabancısıyız şu geniş avlulardan sarkan dalların zamansız meyvelere ve plastik güllere aşinayız tekerrürden ibaret diyorlar tarih sahi ne çok kerbelâ var -kerbelâ derken bile su’suyor insan şeyhimellerimizde kurumamış ne çok âh hangi abdest temizler bu vebali şeyhim hatmettiğimiz hangi kitap kaderimiz kef dal re’den örülmüş dantela şeyhim kulbe-i ahzân’a dönmeden gönül halimize ağlayacak ne çok yakub gerek içten dökülecek ne çok gözyaşı ah yakub’un hüznün sonlandıran gömlek niye dar geliyorsun bana üzerimizde asırlık bir mahmurluk kutsal kitaplarda unutulmuş devrik öğütlerin naifliği var şeyhim bakışlar miyop oysa görülecek ne çok kusurumuz var koklanacak ne çok gül ölüm bir akrep gibi geziyorken ensemizde şeyhim ölmeden önce ölelim ve bir daha yemin edelim incire, zeytine ve atlara
ŞAİR
Mustafa Işık -Müştehir Karakaya’yasen ne diye her gün şairlerin azrail’e selam duruşuna alkış tutuyorsun bilmez misin onların kelamından dökülen her taze nefes firakına katmer katmer tufanlar katar onlardır aramızdaki hainler görmez misin iki taşın arasında baş veren çiçeğe her gün su taşıyan onlardır her sabah kim yüreklerimizi durulamakla başlatır güne bizi kim feleğin adetine uyup da acayip belalara eş kılar gözlerimiz her biri bir dağa alevlenen ateş közüdür onlar eteklerinde her daim taif taşları taşıyorlar baksana, rüzgârla kol kanat olup zamansız gidebiliyorlar lal kesiliriz onlarsız dizeler lirik ağıt kazaya bırakırız onlarsız tüm vakitleri gölgeleri dolaşır gözlerimizde neremizden öpüyorlarsa artık bizi hepimiz, yürekçe onlara benzeriz
41
BÜYÜK DÜŞLERİ OLAN KÜÇÜK ADAM Mimar Sinan Elter
usulca sokuldu yanımıza biraz korkak biraz ürkek yalınayak, aç üşümüştü belli ama tüm bunlara rağmen başı dik ve gururlu ve kurtulmak istiyordu geceyi sarmalayan kâbuslardan yaşı küçük; yedi sekiz ya var ya yok gözleri üzerimde tenekede yaktığım ateşe tuttu ellerini soğuktan donmuş yüzü çözülüyordu yavaş ve usulcacık çözüldükçe yüzü yüzündeki umut ışığı da parlamaya başladı neden sonra dili çözüldü “ağabey ben büyük adam olacağım” dedi ve devam etti “çünkü umutluyum; yarınlar için umudum var” dedi ve parlayan gözlerini görebilmem için yüzünü benden yana çevirdi o an anladım ki o küçük çocuğun beyninde koskoca bir adam var o zaten büyük bir adam olmuş biz büyüklerin bile düşleyemeyeceği düşleri var büyük adamlar küçük düşler o küçücük adam ve bir dünya kadar büyük düşler
AYESER Ali Osman Okumuş kırgın anılarla doğdu güneş dokun(a)madı yaralara deli kızlar sızısı düştü kelimelerin dudağıma bine bölündü kızgın rüzgarlar erittiğimiz mumlarda ürkek taylar ıstırabın surlarında ölüm dolaşır uzun kıştan arda kalan hece taşları bin bir iplikle asıldık gökyüzüne güneş koşuyor cami avlularından kayboldu hayatlar zaman çarklarında hurufat cahilin sofrasında meze bütün kuleleri devrildi körpe inançların gecenin koynunda akrep kıskacı yonttuğumuz putlar yardıma muhtaç bakışlar belirsiz kim kime yabancı bu gökyüzü kıyamet habercisi akşamın avlusunda tek başınayım zamanı sabaha kursun celladım kimin tabutunda saklı yavru deve hangi kuy(t)uya eğilsem yusuf hangi yüze baksam ebu’l-hakem
Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.
Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.
42 VAZGEÇMENİN BAHSİ Arif Onur Solak
akşam erken gelir bazen. güzün mesela bir şehir nisyana bulaşır kesik damarlarından böyledir, ikindisi yorgun geçenlerin hikâyesi yaşamak türkçe’nin kahrına düşer bir şarkı vardı hani, adını şimdi hatırlamadığım içinden bizi anlatmayan öyküler geçiyordu bir de yerli madamların üzerinde şık duran çok bilge bir cehalete benziyordu kavisli bir yaşamak alır beni, tutar memleketimin ufku düşer gözlerinden ben durup durup kirpiğine batarım esaslı bir eylem olarak bekler ilk köşe başında bizi kucaklayan çatışma ayakuçlarımda bastıramadığım bir isyan sen gelemediğin yerden bakıyorsun ben geçtiğim yollara döküyorum içimi uyandığım rüyanın son şahidisin adının geçtiği yerde seni hatırlamak çoktan unutulmuş olacak belki de uzunca bir bakış sonrası kendime gelmek gibiyim sıyrılıp çıkmak istiyorum kaşının ortasından kendime dönüp senden hızla uzaklaşmak hissi aklımın kılçıklarına takılıyor ben bana varmak diyorum buna nevrotik vaka olarak kayda düşüyor doktorlar -anne lütfen beni gülümse, yaralarım incelsinpaçamdan aşağı doğru asılıyor beni kamburumdan kaldırıp attığım dünya telaşı uzaklaşmak istiyorum sendroma girmiş pazartesilerden kravatlardan ve resmi daire ciddiyetinden müdürlerden ve müdürlere müptela beceriksiz memurlardan hepsinden ve hepsini umursayanların umurlarından yokuş aşağı yuvarlanmak istiyorum sana izah edemediğim şeyler var hala bilhassa seni seviyorum derken bilincime hücum ediyor banka faizleri toki’den üç artı bir, yüz yirmi ay vadeli hayaller oysa sonsuz bir çöl taşıyorum ben, yürüdükçe kutsallaşan sense burada uzak ihtimaller atlası yani bakışların diyorum sevgilim leyla’nın gözlerine hiç benzemiyor çok fazla buralısın, içinde kendini kaybetme korkusu kusura bakma, kalbine girmeye çalıştığım şiir senin düşlerine ağır geliyor
Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.
SON NEFES PROVASI Mehmet Türkmen
sobanın yandığına içine kâğıt kâğıt harfler attığıma bakma üşüyorum kendimi bu darmadağın dünyanın adını şeytanın süslediği ayetlerin geçici dediği dünyanın peşinde olduğum gerçektir halbuki babamın sevindiği oğlum oldu “bismillah” dediği biriyim akikam da kesildi çok şükür ve adım da konuldu hay hakk çıra kokusu sardı odamı içini de yak dedi bir ses üşüme bir nefeste bin dert biter ya allah ses ver uç da geç bu dünyayı
43
SANAT ESERİ Atillahan Erdağ
her oyunda sevdiği kızla eşleşmeye çalışan çocuk gibiyim elime bir şeker versen aşık olurum sana merak ediyorum hiç kolun, ayağın, boynun tutulmuyor mu hep bilinçaltımda yatıyorsun, kalk artık yerine yat sen yoksan telefonumu hep sensize alıyorum özgür olmalı insan bir ağaç olsan bile yeşerip rüzgârda sallanmalı tahta bir beşik misali kırmalı zincirlerini, şarkılar söylemeli garip olmalı fotoğraflarda hep zayıf gözüküyorum oysa kilo vermedim sadece sana karşı zayıfım, güçsüzüm ruhum kocaman bir futbol stadı gibi ve biz yanlış onbirlerle çıktık sahaya sevgili şimdi nerden çıktı bunca baş ağrıtan, şikayet, huzursuz kelimeler deme kendini benim yanıma koy beş dakika da olsa göreyim seni hatta mekanı cennet olsun desinler diye dizine dayayıp kafamı orada öleyim sen bu yazdıklarımı kesinlikle okumuyorsundur oysa çok zamanını almayacağım seni arayıp bin kaç dakika konuşabilir miyiz bu hissettiklerim acaba yanılma payım mı bende yalan yok biliyorsun ama insanlar sahtekar yalan öyle bir nüfuz etmiş ki insanların diline “doğruyu söylemek gerekirse” diye bir cümle kalıbı var neyse ben genelde yaşlıların oturduğu bir parktayım aptal aşık diye bir heykel lakin güzelim sanat eserinin içine ettim çünkü bana sen geldi dediler koştum, yine yanıldım, yine kandım
AKLIN AH’I Gülşen Çağan
ez cümle/ metruk mahal şairiyim benim yağmurum yok elleri yüzünde bir mayıs büyüyor utangaç sokaklarımda anneleşiyor takvim hüznünü satılığa çıkarmış köşedeki adam hatırına evcimen kuşlar söyleşiyor arada gri tonlar emekleyen kelimeler sığınaksız öykülerden figüranlar kaçmış kimin umurunda züleyha’yı öteliyorlar dillerinden kuşlar kuyuya musallat /mevzu yusuf elbette ki aklım harap ucuz bir şarkıdan geçiyorum emeğim yüzyılın yüz karası kuyuda hükümsüz takvim gününü bekler nurlu beniz tarihi yok/ tarifi yok ey duam kıymetli ol yusuf kal ötelen ülkesiz kalmış havai sevdam benim
Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.
Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.
44 ÇOCUKLAR! ÇOCUKLAR!
Süleyman Bozkurt
tarihin köşede karın ağrısı veya kardelenlerin kıyamı içimi çektiysem siyah yüzlü tenlerden içini dökmesindendi bana siyahinin kaybolan mermi kovanlarında duydum kalp hışırtısını ve siz çocuklar kaçın kaçın akıntıya kapılacak kalbiniz maziniz rüyanıza sızacak kaldırın ayaklarınızı, gölgeniz ağaracak çocuklar! çocuklar kan düşürün beşiklerden çözün düğümlerini ortadoğu’nun parmaklarınızda yeşersin kutsal devrim sakın ha sormayın büyüklerinizi onlar artık büyüdüler serin suların başkentinde tuz tadında bakışlarımızın sırlar gövde gösterisinde çocuklar belki de sorulurlar ne dersin belki büyükler artık yorulurlar silahın akıttığı terler idam sehpasında akıttı beynini ruhları içen banknotların kan kustu toprağa ihtiyar, delikanlı ağıtlarıyla kaldı mezar kelebeği soğuk ölüm arındırdı kucaktaki bebeği çocuklar! çocuklar sevinin, öğrendiniz bütün renkleri sürün toprağa yüzünüzü toprağı sevin ama söyleyin çocuklar söyleyin susarsanız gemiler duracak sizi bir rüzgar alıp götürecek rüyalarınızda dinleyeceksiniz masalları masallarda dinleyeceksiniz yiğitleri siz yerle bir edin sığınakları mürekkep kutusu bilin kalpleri masalları değiştirin yazın avuçlarınıza ahları yıkın ruhsuz tahtları
ŞEDDELİ DÜŞÜŞLER Naciye Özkan -Annemene zaman pencerenin önüne gelsem elim uzansa perdeye bir iç çekişle sırf eskisi gibi ağlayamadığımdan oldurmak isteyip de olduramadıklarımın hayırlısı deyip de geçiştirdiklerimin içinde buluyorum kendimi kardeşimin kur’an okuyan o hızlı nefes nefese sesi geliyor belki belli etmiyorum ama onu her dinlediğimde yüreğimin bilmem neresinde kaç kişilik bir grup tavaf ediyor kabe’yi ben de bilmiyorum olanları geçenlerde sordum anneme kanserin bizden alıp götürdüğü o adamı olması gerektiği gibi geçiştirdi çiçek gibi kadın benim annem çok acı çekmiş önceleri ben küçükken olmuş olanlar daha “ben” beni bilmezken olmuş söylenmesi gerekenleri söyleyememişim omzumu omzuna yaslayamamışım o yüzden ne üzülmeye ne de susuzluğa gelemez bizim evin çiçeği bense, bilmem yaşamayı ömrüm, annemin çayını tazelemekle geçebilseydi belki daha az korkardım karanlıktan bir evin ilk göz ağrısı olunca hem kızı hem oğlu oluyorsunuz sizi kim nasıl bekliyorsa o oluyorsunuz ve her gün yaşamaya biraz daha gecikiyorsunuz ne olduğunuzu kim olduğunuzu bilmeden gözleri gökyüzüne değmemiş insanlar vardı ve aşktan söz ediyorlardı gönüllerini aritmetikle dizginlemeye çalışanlara camilere, doğuya ve batıya bize ve size olabilir mi belki de her birimiz yusuf’a aşıktık ama asıl olan hepimiz adem ile taş devri adamları arasında sıkışıp kalmıştık
45 DAĞ KISSASI Bayram Zıvalı
-Mehmet Türkmen’e-
CAN HAVLİ Aydın Uzkan
ay görünür çığlıklar dolar firkatlerin heybesine asaların asaletini giyinir üryan insan yarılır denizlerin en kızılı ve bir kıymık gibi batar zaman gökten düşer üç elma avuçlarda kabarır dualar dokunulası bir beyazlığa imrendirir hayat ve nehirlerin hıçkırığını saklar sular tınısı sıcak besmeleler üflenir sabah yalnızlığında ölü bulunur kelebekler ta hücrelere işler hoyrat bir yılgınlık ve beyazın sonsuzluğuna uzanır renkler açılır pandora delikli heybesini yüklenir etine dolgun cesetler haraca kesilir kuşların uçuşu ve geminin en batık halidir suretler kopar sabrın agraflı tespihi deşifre olur tüm gamlar kanlı sicimlere dolanır ayaklar müteşabih gülüşler terhis olur yüzlerden ve baharın koynunda büyür yapraklar ürpermez olur zaman güneşi doğmaz melankolik sabahların kaybolur gökyüzünün çürük mavileri irtifa kaybeder hayaller ve azatlanır ağızların köle harfleri
ben bir dağın sezilmez vedasıyım sessizce göçerim gövdeme yağmur yağar birikir kuyumda ama kaderimdir göğe ağarım oku derim, körler gibi oku gönülden ki kıssasından tanınır güzel şiirler gözyaşlarını hatmettim, gömleğim yırtık bu dua da bilinir mi ezberden ben bir dağın köklü karanlığıyım her masal benimle başlar hayalim hangi yanımdan izsiz geçiyorsa içim öyle bir eylül besler ben dağların yazılmamış kıssasıyım kelimeler yetmez, rüzgarlarla okunurum
Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.
ŞAKAKLARINDA BEYAZ KAMBURLUK Gürkan Bıyıklı
diz kapağında kılıç kuşanan gençlik ağrıları çınar dallarında ah’ların su birikintileri başı taze bir gölge altı arıyor bir yaşama simidi tespihi bir masalın ortasından geçiyor ak sakal geçmişin yanaklarını sıkıyor durmadan hatalarını tövbe yağmurlarına yıkatıyor göz altları bir günah gibi gizlenmiyor sözleri incecik bir çiçek şarkısı bir baston gibi taşıyor askerliğini hayat satrancında mat olmamak için atıyla hep çocukluğunda koşuyor
Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.
46
CUNTA
İsmail Sözüdönmez kalabalığın içinde sustukça benliğimde kayboldum ben ki her pazartesi bir ihtilal ile uyanan bir adam yalnızlığımın cuntasına bile karşı koyamıyorum geçmişe gidilmez geçmişe yazılmazmış her mısramda öldükçe bir ilkokul sırasında tekrar doğuyorum yazmaya çok geç başladım kalemim kör elim titrek fikrim fikrim ki darmadağın ben ki adımı bile yazamayan bir adam bağışla seni yazmaya çalışıyorum
KİRLENMİŞ BİR GELECEK Murat Toluk
kirlenmiş bir acıyı taşıyoruz yüzlerimizde hiç uyunmamış, hiç uyanmamış bir sabaha beş vapuru gibi bir zaman diliminde yorgun ve küfürlü kaç adım uzak, kaç adım intihar ayaklarımız, ellerimiz sonra sevdiklerimiz durdurma dünyayı allah’ım yoksa yetişiriz bir kıza veyahut nesli tükenmemiş bir kuşa varlığımızla söküyoruz göğü tükendiğimizle tüketiyoruz bütün tanrıları toprak bile doyurmazken gözlerimizi petrole dönüyor yüzlerimiz petrol gibi kara vicdanlarla savaşlar ve ölümler ekiyoruz babalarımızın mezarına biz oğullar her daim güçlü ve korkak afrika kadar aç oysa anneler oğullarına oğullar ki toprak adımlarla terk ederken hayatı saçlarına kına yerine boya yakan gelinler türedi ve daha çok uzak bir memleket gibi yürüyoruz bakıyoruz görmüyoruz nefessiz kaldığımız metro denen demir kutularda insanlığı kirlenmiş bir geleceğe uzanıyoruz kirlenmiş bir acıyla hiç uyumamış hiç uyanmamış bir sabaha beş vapuru gibi bir zaman dilimde yorgun ve küfürlü
47
SOBELEDİM HAYALLERİMİ
Ayşe Arıkan
küçüktüm daha çok küçüktüm başımı yastığa koyup da kurmadım hayallerimi merdiveni dışarıda olan evimizin köşesine buz gibi duvarlara yasladım başımı ve gözlerimi kapattım sayıları sayarken gelecek yılları sayar gibi heyecanım başladım sıcacık hayallerimi tek tek sobelemeye kırmızı pabuçlarımı sobeledim öncesi koşar adımla geldiler parke taşlı sokağımızda takılarak yürüsek de düşmedik ibrahim amcaya ekmek almalı üşüyen yavru kediye süt vermeliydik kalemi gördüm sonrasında ayaklarımı sallayarak oturduğum taşın yanı başında dize dize geldi “hayatı benimle sobele” dedi yazdık, hep yazdık matemi sevince kavuşturduk, haksızlığı tartıya verdik hayali sobeledik kapanmayan kapıları açtık sokağın köşesindeki hurda arabanın ardında hayal meyal seni gördüm sobeledim baba ama sen, hep iki mezar taşının ortasına saklanırdın ve ben seni arardım bulamazdım sen önce davranırdın hep sen kazanırdın mutluluğu hissettim nasıl sobeleyeceğimi bilemedim saçlarımı tarayan annem de çemberimi paylaştığım adaşım ayşe de paylaşmakmış mutluluk ve o her an sobe
Şiiri dinlemek için QR kodu okutunuz.
ŞİİRLER Lütfi Demir
SECCADE annemin nakış nakış dokuduğu seccadeydi babamın ömrü KARINCA süleyman’ın ordusundan korkan karıncanın yol arkadaşlarına ikazı gibiydi babam düşünce anladım takatsiz kalan bir babanın yatak tutmayan düşlerini hiçbir oğul sırtlayamazdı ah, hangi ayete sığınsam eksik okunurdu şimdi mushaf neremizden öpüyorlarsa artık bizi hepimiz, yürekçe onlara benzeriz
48
SÜMBÜLTEBER
Esra Pak
ve sen, ellerin ellerime değmemişken yüzünü bir kez öpememişken üşüyüp üşüyüp yağan bir yağmurla ısınmak sadece seni hatırlatıyor şimdilerde kutular dolanıyor ayağıma odamda sessiz bir göç içimde dışarıda kendinden habersiz bir yağmur telaşla yürüyen insanlar, akşamüstleri sahi, en sevdiğin çiçek hangisi sonra kimseye anlatmadıklarımı kimseye anlatmadıklarını senin kaç kişilik bir aşkla sevdim ben seni birbirini göremeyen iki ayrı oda gibi odalar yüz yüze bakıyor fakat kapısı açıldıkça kavuşuyor yüzleri ve ben, iki yürek sızısının yalnızlıkla çarpıştığı yerdeyim oysa bütün oyunları tek kişilik oynuyorduk bu kadardı hikaye, giriş yok, gelişme sonuç yok parmak uçlarımdan saçımın teline kadar işlemiş bir hüzün yüzünü anımsatan saçlarımı es geçmiş bir dokunuşun var ben en çok papatyaları sevdim sümbülteberleri, ismini bilmediğim bir çok çiçeği şimdi sen söyle bana ben seni sevmeye nerden başlamalıyım
Seçil Oğuz üşüyorum, yüzüm kül rengi dilimde kefenlenmiş sözler duyanım olmaz diye, bir bir öldüler üşüyorum, değiştikçe tanıdığım yüzler bir yığın et parçası sokaklarda inanmayın omuz omuza çarpan kalabalığa kent solgun, kent çıplak üşüyorum, değiştikçe takvim yaprakları unutuluyor her şey unutuyor üsküdar, o eski şarkısını vapurlar selam vermiyor artık martılara fatih yoksul bir ihtiyar gibi bakıyor esmer rüyalar görüyor galata üşüyorum, sahte gülüşlerin ayazında