Değerli Hayal Bilgisi Okurları, Hayal Bilgisi yeni bir yolculuğa daha koyuluyor 6. sayısı ile. Hiç şüphesiz, her yeni sayı ile birlikte, taşıdığımız yük de büyüyor. Sorumluluklarımız artıyor. Dergimize ulaşan her yazıyı büyük özen göstererek değerlendiriyoruz. Bütün yazıları dikkate alıyor ve dergimize bu vesileyle değer veren, vakit ayıran herkese mümkün mertebe yanıt vermeye çalışıyoruz. Bu noktada, kapılarını ‘edebiyata’ kapamış onlarca edebiyat dergisinden çokça farklı bir iş yapıyoruz. Hayal Bilgisi’ni doğuran nedenlerden biri ve aslında en önemlisi şuydu. Yazılarımızla, emeğimizle dahil olduğumuz birçok dergi, dergiciliğe dair çok fazla olumsuz örnek ile çıktı karşımıza. Edebiyatın bir ‘edepli olabilme/edepli kalabilme’ sanatı olduğunu unutan editörler ve yayın yönetmenleri tanıdık. Maruz kaldık ne yazık ki. Biz adına edebiyat dediğimiz değeri, ‘düşünebilme yeteneğimizin’ bir dışavurumu olarak görüyoruz. Ve bu nedenle de kalemlerimiz; doğrudan, insanı konu alıyor, insana dair çözüm önerileri sunuyor okuruna. Her gün sonsuz kez tekrarlanan bir kötülükler yumağı olarak görmüyoruz hayatı, insan hayata yalnızca olumsuzluklar katmıyor. Ama doğrudan insan ürünü olan ve gözyaşlarımızı hedef alan çok fazla şey yaşanıyor dünyamızda. Biz, sessiz kalamıyor; görmezden gelemiyoruz. Özlemlerimiz şiir güzelliğinde vücut buluyor sonra, bir öykü ya da bir mektup… Ama en nihayetinde, kimsesiz bırakmıyoruz eserlerimizi; her şiir bir yetim sahipleniyor misal, her mektup, bir yalnızı… Ötekileştirdikleri herkesi ‘sokaktaki insan’ olarak gören ‘edebiyatçılar’ var. Bu nedenle, ‘Edebiyat sokaktaki insanın ne işine yarar?’ diye sorduk bu sayımızda. İstedik ki; bu dergi sahibi/yazarı edebiyatçılar, edebiyatın ‘egolarından’ ibaret olmadığını, ‘sokaktaki insanın’ edebiyatı güzelleştirdiğini fark etsinler. Edebiyat yapmayıp, edebiyat hakkında konuşan malum ‘edebiyatçılara’, editörlere, yayın yönetmenlerine bir tepkidir artık Hayal Bilgisi! Buyrun, Hayal Bilgisi’nde hepimize yetecek kadar EDEBİYAT var. İlerleyen sayfalarda mutlaka size hitap eden bir yazı ve yazar ile tanışacaksınız. Gelecek sayıda buluşmak üzere… İyi okumalar. [Cihat Albayrak]
1
Hayal Bilgisi Kültür Sanat Ve Edebiyat Dergisi Yıl: 2 Sayı: 6 Ocak - Şubat 2012 Yayın Yönetmeni
Deneme Editörü
Cihat Albayrak
Ayşe Ünsal
Öykü Editörü
Kapak Tasarım
Müzeyyen Çelik
Levent Albayrak
Şiir Editörleri
Çizimler
Mehdi Akan Gülşen Çağan
Nihan Işıker Esma Kılıç
Fotoğraflar Neslihan Öncel Murat Nur Banu Bahçeci Emine Köseoğlu Nihan Işıker Nariye Eren
Web Durkaya İpşir
ISSN: 2146 4294 | Yayın Türü: Yerel / Süreli
İletişim editor@hayalbilgisi.org | facebook.com/hayalbilgisi | www.hayalbilgisi.org İki ayda bir yayınlanır. Dergimizde yayınlanan yazılardan, yazarları sorumludur. Dergimize yazılarınızı göndermek için iletişim adresimize e-mail atabilirsiniz.
2
NİHAN IŞIKER
Çeviri Şiir Bahçesi Çeviriler: Nihan Işıker Granaz Musevi
Elyad Musevi
SAKLAMBAÇ
DÜNYA’YA
sıra sendeydi yumdun gözünü çayır güneşin altında serçe dalda fakat ben sana uzak değil saklandım çayırı ve serçeleri gördün oyun bitti senin için şimdi çok uzak bir yerde değil giden bir kadının ayak izi ki sen onu hâlâ bulamadın
ayağımın altındaki tahta sehpaya ölüm ipinin ortasından bakıyorum defalarca yüzünden intihar eylediğim dünya ne yaşanılası yermiş bir de sahiden şişmanlık sana ne çok yakışıyor sevgilim yazıklar olsun
Ervin Jahić (Ervin Yahiç) GECE MÜZİĞİ denizin bizimle iş birliği yapıp yapmadığını yeryüzünün nallarımız altında aşktan titreyip titremediğini güneşin günahlarımız için oruç tutup tutmadığını arpının içinde müzik hakkında bilmemiz gereken her şeyin olduğu bir nefeste mutsuz, yurtsuz ve bölünmüş ölürken biz bizi sonsuz seven bir varlığın olup olmadığını merak ediyorum
3
ARZU EŞBAH
Dilteng’ten Sonra Karalamalar On Altıncı Tablet / Salome’ye Anlatılar sık sık şehri soyunuyorum yine ulu orta bu günlerde eksik bir gülümseme dudağımda ellerimse yüzümde şehri soyunup seni giyiniyorum şarabın döngüsünde kendime acımıyor artık kelimelerim ve utanmıyorum sadece yorgunum kifayetsiz söylencelerin gölgesinde telâşlı bir serçe yerleştiriyorum şiirin olmadık yerine düşlerime parantezler açıyorum. ve gülümsüyorum {acı acı elbette} yaşlı çınarlara yaslanıyor usulca umudum ya da benziyor şimdilik bunu bilmiyorum. yine de ân’ı sahipleniyorum sevişiyorum gülün en kırık sesiyle sonra birden bire; ‘ah salome!’ diyerek susuyorum katli vacip kafiyeler birikiyor anlayacağın nasırlı defterimde babil’e dek uzatıyorum sözümü küserek kimi zamanda öz’ü mü? benle birlikte gömülüyor yusuf’un kuyusuna. adımlar yangın yerine dönüyor sorgularken bıçak közü aynada yürüyor sessizce mânâ ve de kainatın son günü o isimsiz ırmak beliriyor gözlerimde hüzünlü öyküsüyle ve kadınlarım sürülüyor nihayetinde durduk yere çöllere {aydınlığımın asırlık duvağını gel de kaldır artık salome} bütün şiveleri deniyorum. yazılıyorum bütün mevsimlere yine de durulmuyor ruhum. demek ki seni hâlâ seviyorum
4
ESRA PAK
Ney şimdi tahtadan kayık oldum, ateşlerde yandım can ile. yok oldum, yol oldum gölgelere. sazlıkta dirildim aşka nefs oldum üflendim sessizce. bedenimden ayrıldım, kamış dendim yakıldım kum ile. açılan her nefesi, hür yüreğime çöl oldu, ızdırap doldu kabuklandı kök oldu ağaç diplerine. küllerimle ellerine mühre oldum mürekkebi alamet doldu dudaklarınız, nuh secde-i kalbe aşikar oldu, üflenen her nefeste. aşk dediler, halkalar oldu gökte güneşte, dedi ki Şems; bilir misiniz ‘cennet de cehennem de aşkın koynunda uyur vurulan her zührede’, şem söndü, ney üfledi, aşk yandı, ağaç dirildi secdeye, gök karardı geceye.
5
HAKAN KARTAL
Dört Deniz Düşledim kıyısı kurşun birinin yırtık güvercinler avlusu dalgalar, boğazına kadar sandallar ölü martılar güneşin peşinden buğulu gözleri yeşile hırsız endamı yosunlardan biçili üç deniz üşüdüm masmavi çeşmeden yakamoz kilidi paslı bulutlar kayalıklardan sökülü iki deniz ağladım gözlerinde hapis inciler titreyen şarap tadında kan devşirir ay vakti bir deniz ki… sakladım!
6
SERAP ORHAN
Karpuz Çekirdeği
yürüyen karpuz çekirdekleri, nefesimin yolunu kesen küçük dilim, saç diplerim de nasırlar, topuğumda bitler var. şiir yazarak iyileşeceğimi sanıyorum, aslında, kısık ateşte acılarımı közlüyorum, diline çıngırak takmış yılanlarla yaşıyorum, ve, her konuştuklarında bir doz daha zehirleniyorum. ağzını burnunu kırmak için rüzgarı kovalıyorum, aslında, gölgemle sidik yarıştırıyorum. oda oda dolaşan duvarlar, figürlerini kovalayan halılarım var, virane bülbülleri karanlıkta ayaklarından asılı, hiç bir gül yemiyor artık aynı fasılı.
7
NERGİHAN YEŞİLYURT
Rüyanın Firûzesi Yahut Künh-i İfşâ I. seni ikrâr edemediğinden çatladı gül: sen, göğsü ateşe verilmiş asumân uykusundaki güzel çoban kuyulardan çekip yüzünü kaybetmek mi yine avuç avuç hem de ninnilerken martılar gülüşlerinden doğmuş çocuklarımı. sen, ölmüş bir kuşun pençesinde. benim ellerim mi gözlerim mi oyuk oyuk yakutuna dönüyor sahipsiz zindan balıklara dönüştük işte. bir tanrı tanır bizi, bir de umudun kabzasında randevusuna geç kalmış melek. II. rüyanın firûzesinde suyun yüzü tabiri yoksun. bakışlarına serçeler konmuş senin öpsem dudaklarımda kalır gülümsemelerin. suyun vaslını katlayıp cennete kaldırırım birazdan.
8
EMİN ARI
Bekle Papatya bekle papatya bir çay demleyip geleyim sarı zaman başlamadan ne olur ölmeyeyim bekle papatya daha çok var bahara elinin bittiği yere kadar say parmakların olmasa da bekle papatya önce bir gökkuşağı getireyim üç renk olsun içinde ama mavi en üstte bekle papatya önce baharlar gelsin elime sonra açarsın sen istediğin yerde bir sonsuzluğun vardı adı: rüzgar kaçağı saçların iki kere yağmur üç kere güneş bir ses açılıverirdi papatya göbeğinden sarı bir kere bahar dört kere erguvan parmakların dökülürdü sıcak yaza doğru (serçelerin uslu adı) kıyıda kumla oynayan çocuk misali dört kere anne beş kere çilekli dondurma bir kahkahayı muştulardı sözlerin serin bir çınar gölgesinde demli çay kıvamında iki kere umut bir kere aşk
“mavi hüzünlü bir renktir” diyor tüm yalnızlar oysa bir bilseler seni üç kere gökkuşağı üç kere koyu mavi bir kırmızı kazağın kolundan dökülmüş elin beş parmağın zamanı. ve Beş parmağın neşeli dağınıklığı ucunda toparlıyor bütün anılarını. ah, biliyorum, kimse inanmaz buna ama kırmızı tırnaklar adsızlığı yavaşça okşuyor gururlu bir papatya tarlasını sen, papatya tarihinin baş yazıcısı sarı, beyaz ülkenin aklında tek kalan bir avuç rüzgar ve taç yapraklar. bak tüm bir zamanın özeti yere dökülen yapraklar yaşıyor, yaşamıyor, yaşıyor... hepsi aklımın zamanından. kahkahasının arkasına saklanmış bir peri. takılır kalır zaman gülüşlerinin sevincine. nedir gülüşünün sonsuzluğu ey peri? bir okyanusun çocukluğunu andıran sevincin koyu mudur deniz kızı mavisinden? bak gülüyorsun okyanusa oynuyorsunuz kardeş kardeş önüm sevinç arkam
9
mavi sağım gelecek solum düş sobe! çocuksun sen papatya adı hep çocuk kalacak gülüşünle öptüğün zaman dokunduğun okyanus. bak camdaki yağmur damlasında boğulup gittin yine! bilirim içinde vakitsiz bir sonbahar ah! O uçurumların en derini düştün sen yine kendine kelebekler anımsar mı gökkuşağının adını? yoksa uçup giderler mi? arıların tutsak olduğu güneşin bal rengi saçlarına. nerden gelir adının ilk harfi? kelebek hafızası yoksa arı sevdası mı? adın nedir ey okyanus diyorum? küçük bir el, bir papatya kopartıyor o yemyeşil uçurumdan. mutfakta bir kadın kahvaltı hazırlıyor benim için çay yapmış tomurcuklu. kokusu öpüyor duvarları ve yalnızlıklar dökülüyor yerlere geçen mayıs badanacının kazıyamadığı. açıyorum gözlerimi usulca ekmek pişiyor fırında
10
buğday tarlası olmuş ev, sarı başak muziplik. “aman yakma ekmekleri” diyorum kadına “daha portakal reçeli süreceğiz tüm bir yaşama” kutup yıldızı kahkahası geliyor kuzeyin en kuzeyinden. radyoyu açıyor kadın sezen aksu serçeliği kanatlarında bir bardak çay getiriyor “aman dikkat et dökülmesin papatyalar ellerinin sessizliğinden” gülüyor kadın, “iki şeker koydum senin sevdiğin gibi” elimde bir bardak çay, karıştırıyorum anıları sapı yüzün işlemeli bir papatyayla. usulca eriyorum bende güneyin en güneyinden bir ebruli pazar kahvaltısında mevsimleri sayıyorum bir bir ilkbahar, sonbahar, ve sonra yalnızlığın tersten yazılışı duvarlarda bir kurşuni kendim bitmeyen bir sonbahar misafir odasında biliyorum daha çok var bahara, papatyalar adlarını bilmiyorlar daha
GÜLŞEN ÇAĞAN
Sürgün umuda sürgün var yine bu bahar çiçekli mevsimler çok uzak anne ne yüzü gülümsüyor mendilci çocukların ne özgürlük şarkıları kol geziyor göğünde ülkemin sesi çoktan kısılmış öğrettiğin ninnilerin masallarım kirli bir kentin sokaklarında kaybolmuş ne kadar güzel şey varsa özlüyorum senin gibi düşüm gibi anne kahır yüklü bir evin ıssız penceresinde gözlerim uzaklarda şimdi güneşi doğuracak ne az sebep kaldı heba edilmiş onca sevda mağlubiyeti tatmış ne çok zaferimiz var kendimize yenilmişiz hayatı yenmeyi denerken gözlerim uzaklarda ve bunları düşünüyorum anne benim de yaşım yediyken uçurtmalarım vardı hani gökkuşağının yedi renginde çamurdan bebeklerle oynarken de mutluydum huzur bir baba şefkatiyle yüzümü okşarken bilmezdim yarınlarımın huzurdan yoksun olacağını ve bilyelerim elimden alınmışçasına böyle mahzun duracağımı can pazarları görüyoruz her akşam bültenlerde ekranlar kan rengi hep gözyaşı oluk oluk ve yine ağlamaklı bakıyor rüyaları bozguna uğramış ve kaderine insan eli değmiş o Afrikalı çocuk biz doğarken oysa dünya böyle değildi anne kuşların kanatlarına takılı düşler ve düşler vardı bizi barışa bizi umuda bizi bize yaklaştıran vardı kirlenmemiş gök mavilerimiz ve türkülerimiz vardı dağlarda yalınayak gezdirdiğimiz ne çok şey değişmiş meğer dünlerimizden kalma savaşlar hoş gelmiş yeryüzümüze barışın yavrularını kucaklayamamışız bir kere bile
11
insanlığa ölmüş insansızlığa çoktan doğmuşuz anne bir serçe ekmek tanesine uzanırken kurşun yemiş ellerimizden bizler gurur saymışız katlimizi ne çok yanılmış ne az açmışız gözlerimizi ne çok ölmüş ne az yaşamışız umuda sürgün var yine bu bahar çiçekli mevsimler çok uzak anne kabul ettim yazgımı yola vurdum kendimi ardıma baka baka bu yolculuk bilirim geçmişi özlerken yürüyorum gelecek günlere bana bakma anne rüyaları bozguna uğramış ve kaderine insan eli değmiş o Afrikalı çocuğun var ya hatırı kalmasındı diye bu şiir sevginin aşkın umudun sevgilinin sevdiceğin hatırı kalmasındı diye umudu mu soruyorsun ne vakit uğrar diye kan revan bir hesap gecesinde üç beş gençlik daha harcarsak belki anne
N ihan Işıker
12
MEHMET TÜRKMEN
Git senin bu yaptığına bulutları çizgili odalara doldurmak; düşleri lokomotiflere koyup kaçırmak denir bağdaş kurup düşünüyorum ellerim şakaklarımda göğsüm demir parmaklı nezarethane seni, gökyüzünden indiğin gibi kabul etti kalbim; suçludur -kalemi senaryo yazan adam kırmıştır- kesin {üşüyorum, niye diye sorma, senin yüzünden} nefesimi kesti senin çıngıraklı ağzın göğüs hizamda sendin sırtın yüzüme dönüktü peki yazıyordun imsak vaktine, pencereyi siliyordun aklım köstekli saat gibi durdu demek dostça gelip uzun konuşuyordun ağır d/uyuyorum yıldızların gürültüsü gözlerimi ağrıtmıyordu kar yağmamıştı daha efsunu tutmamıştı gecenin eylüldü saat hummalı bir dilin varmış s/ağır, gözleri açık bir kul gibi d/uyuyordum senin diğer adın neydi? zemheri mi? git şimdi
E m ine K öseoğlu
13
MEHDİ AKAN
İç Hesaplaşma sigara yanığı süresince geçecek bir ömre sahibim ah acı, ah çok acı! dilim büzüşüyor ve her zerresinden sigara dumanıyla karışık kan uçuşuyor susturmayın kendi ruhuna tapınan ölüleri ki susmasın gök; ağlasın çölü vatan bilmiş çiçekler gözyaşlarına çiçek tohumları yerleşsin ve bahar sabahlarına uyansın insanlar ağlamak bir duvar dibinde, çok acı ve gerçekçi bir sahnedir hayat operasında… sol yanımda sessizliğiyle, hiçbir şeyiyle ağlayan çocuklar dudaklarımda zamanın ezik türküleri ve masallarıyla avunduğum iğrenç yüzü yaşamın zamanın iksirini sürdükçe yüreğime lirik ve ölümcül bir kasvetle yüzleşiyorum hey siz! yüzüme bakmayan, gözlerimin rengini bilmeyen elit gönüller kıyametle inanırsınız ancak sabahın gazabına sonsuzluğun bekasına… sermest bir işçinin dilinden bir ananın yürek dağlayan ağıdından ölümü dileyen bir çocuğun gözlerinden çalıyorum tüm sözlerimi siz baylar ve bayanlar, durun sözüm bitmedi belleğini yitirmiş bir gemi değildir yaşamak kitabelere yazılmış savaş çılgınlıkları, çaçaron bir yobazın kalbine inmesi gereken bir kriz anı hiç değildir, yaşamak çağ atladı var olmak! yaşamak çılgınlık değildir siz baylar ve bayanlar kendi dilinizden korkun!
14
İLKNUR KARANFİL
Bu Yangın Aşk’a Şifadır 'özümden bir ses yükseldi tek bir söze ve s/özüm dönüştü bin bir heceye...' her zerremde, birikerek çoğalırken zevâl gözlerimden her gece b/aşka bir bakış düşer bir ışık süzülür karanlığın seyirgâhına hüznün perdesi aralanırken fecr'e aşk zuhur eder, boy gösterir her sayha vakit eceldir... ömrüm ecel vakti bir kabre uzanır aşk için bu yangın nâr'a dayanır sabra hûşûdan bir gömlek biçilir ayrı ayrı dirilir vuslat yüreklerde ve mührünü vururken kalbe her bir hece aşk s/öze düşer naralar atılır alev zehrinden bu gönle damıtsa da bu can başka kora âmâdır bu yangın aşk'a şifâdır...
15
UMUT PUSAT
Ve Eylül
ve eylül geldi döktüğü yapraklarla /bende saklı adı hicrandı ya neyse bu başka bir şiir/ ve ölüm soyundu şimdi tüm çıplaklığını dile geldi avuçlarımda uyuyan o kesif karanlık ah nasıl da yakındı ömrümüze kış nasıl da uzak yaz sahi anne gözlerimiz neden nemliydi bizim öykümüz neden kirli uçurumları besleyen yağmurlar vardı ömrümüzde bir de gidip de dönmeyenler /gidemeyenleri saymıyorum bile/ öksüz bir çocuktu o köşe başında ölüme soyunan ah ne kadarda sağırdı o gözleriniz
bilmiyordu oysa hiçbir azize bu iklimi müntehasız dolaşırdı ya sonsuzluk sokaklarda ve tabi ki ölüm caddeler karanlığa gebeydi her daim sorgusuzca işte bir mevsimi soyundum ayaklarıma tüm çıplaklığımı koydum bir bulutun gölgesine ey hazan söyleyen seslerin mihmandarı şimdi gitmeyi nasıl anlatırım ölümle seviştiğim iklime nasıl söz geçer begonvillere bundan böyle kulaklarımı tırmalıyor o yılkıyı getiren rüzgar kabuğuna çekildi bile çoktan yakamoz ve ay hiç saymıyorum kurumuş dalları ve kurul/a/mamış cümleleri dahası kanamış gülleri hiç yazmıyorum nasıl da boynunu büktü içimin elif sesi nasıl da yalana büründü o mavi mutluluk bir eylül bu kadar mı acı verir söyle anne bu kadar yanarken ve bu kadar yakınken ölüme canı bu kadar mı yanar insanın dudaklarımda yarına dair tüm notalar yok oldu sadece heybemdeki o anı gözleyen bir nefeslik s/es şimdi o şarkı çalıyor gözlerim mezar taşlarında adımı kazıyorum usulca ve usulünce umut; acı bize nasılda sadık{mış} anne masal bize nasıl da yalan...
16
LEYLA ARSAL
Tek Secde Aşk yüzüstü çakılmış zemine, umudum araf'ta kerrar! hüznümün tarif-i mucip tezâhürü, mesnetsizdir zinhar! özlemi "yok" sayışın hangi efelik damarının icadı... sesindeki alaycı tavır ile tenâsüp, var mı bir açıklaması? sus, konuşma! sükutun elzemdir... tenim buz kesilir... verdiğin ızdırapla ceset "her lâhza", ölüp ölüp tekrar dirilir... idrâki zayıftır! yok ser'de figânı sırtlanacak yeterli tevellüt! devâsı yok mudur? nedir bu ruhunda beslediğin el'ân tereddüt! gönlümün "asma" bahçelerinin bağbanı sendin oysa tâat'ta! cihanı dolaşsak tek bir Aşık bulunmazdı, bu huzur-u muratta! "sevdim. Sadece sevdim" diyen şair, cehlimi bir sen anlarsın... gönül aşk'ın "terennüm" çalgısıyla yalnız kendini kandırsın... gözyaşlarım şahittir, mevsimi kalmadı aşk'ın! vuslat sağanak yağışlı... bir zerrecik hayaline "adak" ruhum, terkinle "kerbelâ"ya bağışlı... kapattım gözlerimi! "an"a, zuhura, kurtuluşa ve dâhi aşk'a! dokunmasın kimse! yüreğim yüzyıl uyanmayacak prenses uykusunda... geçtim... her şeyden geçtim! gözümde yanıp sönen tek bir perde! cezbe-i kesretle İhsan'ın himmetinde, "tek" bir allah'a secde... ya rahman! senin hoşnut olmandır rıza-i baride tek sebeb-i niyetim... sen razı ol yeter ki, figâna adaktır, pürsefil bedenim!...
17
YELDA KARATAŞ
Ben Ölmedim Diyor Selim aşka adını koyunca insan ya da ölüm soluğunu fısıldayınca dünyaya ay batmaz Selim güneş kızıla döner sadece orada durur tabut cenazeler bilmediğimiz yolculuk ekmek gibi taş fırından taze çıkmış bir koku neden diye sor Selim sormayı unutma neden ölüm ve hayat neden tükeniyor umut yalandan çok gerçekle neden böldük ömrü hatıralara ve neden unutamaz insan yaşarken yiten dostlarını şimdi sen ve ben Selim kırmızı ve Siyah iki renkle açıklansaydı dünya ben intihar ederdim denemedim değil bir sefer mavi öyle güzeldi ki Selim gözlerin gibi bakmaya doyamadığım o sevincin siyahı sormalısın hangi oyun dürter bir kalbi ve kalır karanlıkta haziran ki bütün gerçeğiyle anlatırken o kanlı kristali kendinden çok bir başkasıdır yüzünü gördüğün avlu neden Selim insan bir kez olsun düşünmez karşı kaldırımı balkonlardan sarkan seneler ıhlamurlara doyamadan hayat neden görmez kayıp dantellerin evlere bıraktığı yetimliği iki ateş arasında diyorlar insanlık savaş ve kırılgan kirpi iç cebimde can çekişen bir barış ben ölmedim diyor Selim batıracak sözü varmış daha kalbime ah diyorum, ah… senin çocukluğuna vurgun duruşunu neresine göndersem dünyanın yine bakışımda acı kalacak her renkte bir gölge mutlaka kalacak hayatı okşamak ölümü denemekten daha zor Selim
18
ŞAKİR TAŞ
Sürgün Şehir suskun tiryakisiyim güftesiz şarkıların. kalbim, bilmem hangi şehrin kuytusunda çarmıha gerilmiş nice aşka şahit dinler bir köşede sessizce {bilir herkes beni en çok kendime sataşırım yollarında dolaşırken hayta gecelerin} zoruma gitmez yalnızlık. ki ben annemden emanetim göğsünde insanlık emziren asra bana kim ne yapabilir! olmazsan sol yanımda kanayan.
ne vakit bir hüzün konsa kirpiklerine / senin her aşk kendini intihar ediyor sürgün şehirlerimin kuytusunda.
E m ine K öseoğlu
19
MESUT GÜL
Girdap
N eslihan Öncel karınca adımlarıyla yürüyerek gidişi var dönüşü kalmamış uzak hayallerin ütopyasında bir rüyaya dalmamış, uyanmamış siyahın göze hoş geleni, süzülerek akarak ak topraklardan dingin, tuzlu yer çekimine stres, aheste biraz da ikiyi bir ederek çokça nazlı sarhoşu oynayan gözlerin mahmur fakat anlamazlar ki yakarışı huzuru çağıran, iki ırmak karışır birbirine yanağının deltasında, buselik şimdilerde kalmadı lakin ellerinde titreyen çocukluk o ırmaklarda yundu ilkin büyüdüm, büyüdün, büyüdük bir fidanın ilk yaprağı bu gördüğün çok değil, az yıllar evvel, çocuktuk
20
YASİN ALTUNBAY
Bugün Pazar bugün pazar yokluğunun bilmem kaçıncı ertesi çok günler saydım çok yollar yürüdüm çok geceler eskittim gidişinin ardından ama senden hiç gidemedim hep seni buldum bulmacalarda sağdan sola yukarıdan aşağıya gün geçtikçe demlendi yokluğun ve hala tavşankanında içime bıraktığın acın yine pazar bugün yokluğun çok güvercin ömrü bitirdi penceremin pervazlarında parça parça bölündü ufuk kiremit renkli çatılarda ve ben hep dünü biriktirdim kırık kum saatlerinde bugüne kalan ise sadece hayalin sen kokan bu bahar sabahında hayalin bile hala ekmek buğusu tadında…
E m ine K öseoğlu
21
SERKAN ENGİN
Saatsiz Maarifet Takvimi şu gökten üç elma gibi düşüp ömrüme işgâl edenler var ya hani kalbimi genelde “geldikleri gibi giderler” öyle kağıttan kule mi sanıyorlar sevmeyi ne bir kağıt gemiyken ah şu kalbim aşk’ın iç kanamalı denizler’inde ömrüm mahir bir aşk kanamayken kızıl derelerce akan “güzel günler”e saatsiz maarifet takvimi gerek cancağızım bana topyekûn dâhil olabilmeye
22
AYŞENUR MUCAN OLCARS
İp bazı bir gölgeye sarınır eski düşlerinin zaman ılık bir sesle buğulanır yokluğun vahim sessizliğinde hep o güz yalın eylülleri çağıran çabuk bir derinlik süzüyor kanatları bir kasırga iniltisi duyarcasına bir eylül sunağında geriyor bir ip kalbimi çözdüğüm yangıların işte bu sokakların gülüşünü duyumsar yakamıza iliştirdiğimiz hüzünler bu içimizde dupduru karanlık bir oyuntu gibi üvey muştular sözsüz bir yanılgı oluyor zaman bir şair 'sorıa'sı geveleniyor bu tütsü tütsü göz yaşımız karışıyor eylüle bir ip düğümlüyor kalbimi
23
EMRE GÜRKAN KANMAZ
Kışa İlk Şiir {kışın askısından düşen kırmızı atkıydın} -Onur Caymazyetkindi karanlık sokağımıza sinen çimensiz karda üstelik şiiri yazın ortasında yazıldı bir meleke ortasından güldü yangınıma ortasında ölünen tekinsiz hayatıyla sonra kışa ilk şiiri yazma hevesi soktu işte beni yavan bir açmaza yarın mesela sabahın kör sabahında mağaza açmak gibiymiş bir atkıyı renginden boğdurmak Kafka'ya {kışa ilk şiiri bu yaz ben yazdım}
24
EMİNE KÖSEOĞLU
Eylül’den Önce Eylül’den Sonra pek tabii ki makul bir noktada buluşacaktık ama ne kadar geç o kadar iyi senin somurtkan ellerin vardı benim konuşkan gözlerim kelimeler boyumu aştı iç sıkıntımı aldılar evirdiler çevirdiler önüne serdiler peşinen. bir bilseydin bir kere bilseydin. neden hep yanılsamak zorundayım senin altından nehirler geçen köprülerin var biliyorum herkesin köprüleri var benim susamışlığım yıkar mı o köprüleri bilemedin asla bilinmeyecek. sonsuzluğa açılan kara deliklere emanet ettik sevgimizi sonluların işi olmaz oralarda ha bir de korkmak mefhumu var korkakları istemezmiş o delikler bunlar böyle işte nesilden nesile anlatılır durur korkuturlar ama korkakları istemezler nasıl şeyse neyse biz onlardan değiliz zaten ama sen bilemedin. bir bilseydin susuzluklarımız 25
diz boyu ve koşulsuz koşmalarımız baharla açmaya başlar onlar yazla yanar kavrulur ama o eylül yok mu o eylül. ardına bir şiir bırakır gider bir kere yağmur yağmaya görsün
E m ine K öseoğlu
26
AZİZ KÜÇÜK
Dört Başlık Bir Şiir IUZAKTAKİ AŞK sen uzak suların yakın göğünde bir yıldız hanedan savrukluğunda yalnız... IIBAKIŞ ihanet de sevda da iki kirpik arasındaki bakışın özeti aslında künyesidir hayatımızın her ikisi IIIYAŞLILK zaman bir gelinciğin kırmızısında kanar kuz tenhalığında dost duldasını arar IVSON ben: her daim âşık sen: her daim şiir o: tenha bir kuzey
27
SALİM NACAR
Bir Konunun Bütün Ayrıntıları ya da Şiirde Makyavelizm bir ev açılıyorsa orda bir yaşamak büyür, o kadar büyür yani bir ormanla gelişirim düşün artık ben böyle salkım saçak antibiyotikler açarım, boş kovanlar saçarım, yatarım uzun beni kimseler anlamaz, çünkü az gelişmiş bir çoban peygamber postuna bürünür ve geçer gece uykularımdan muhtemelen politik davranmam gerekebilir açmasın için tasmasında boy veren kelebekler gülü siyasetle nişanlı bir gerdek gecesinin ortasında işi ne sarılardan fırlayan bir van gogh’la kırlara gülüp geçmenin ve yalnızlığın ortaçağ sanatına etkisidir benim ağzındaki çalkantıdan bir orman doğurmam az gelişmiş bir çoban hayat karşısında stabil artık çift yönlü bütün yollarımız gidenler daha kolay gelsinler diye geleceğe güvenle baktıkları ortaya çıkan bir ev açılıyorsa orda bir tıkanmak büyür, o kadar büyür yani bir ormanla çelişir, bölünür uykulara -insan alışmaktan başka nedir? kimse alkol kullandığını bilmiyorsa yalnız bir alkolik antibiyotikler açar, günahlar saçar ve yatar en uzun kareli midir günah defterleri yoksa çizgili midir? düşün kıyamet… hepsini birden görüyorsun. -insan yalnızlıktan başka nedir?
28
MEVZUUBAHİS “Edebiyat, sokaktaki insanın ne işine yarar?” Edip Karahan Eğer o insan açsa hiç bir işine yaramaz, daha da öte bir yemek çeşidi sanabilir. Serap Orhan Edebiyat hayattır. Sokaktaki insanın hayatı yok mu? Uğur Ünver Yanlış. Sokaktaki insan edebiyatın ne işine yarar olacak o soru bence. Endülüs Kurtuba Üslubu beyan ayniyle insan. Mehtap Kaplan İçeridekileri dışarıya davet eder... Tüm soğukluğu... Tüm mücadelesi ve ürperti veren güzelliğiyle... Karanlıkta da huzur ve sıcaklık bulabileceklerini göstererek... Bazense başın derde gireceğini... Edebiyat bir çağrıdır... Davettir... Meydan okumadır. ‘Sokaktaki’nden kasıt ne, emin değilim fakat belki de edebiyat onların farkında olmadıkları her şeydir... İçeridekiler de buna edebiyat deyiveriyor. Ayşenur Mucan Olcars İçerimizdeki sokağı ne zaman susturabildik ki… Bir sabah Taşköprü'den arabayla geçerken Seyhan Nehri’nin üstünde uçuşan martılara bakmak fondaki İstanbul ezgisiyle… Ve kendini İstanbul hissetmek… Yahut her gün baktığın pencereden dört mevsim sana bambaşka görünen bir ağaç, şehir… Edebiyat yürüdüğün değil, yürürken ne görebildiğin... Pazarda sana 'taşıyayım mı abla' diyen hali ahvalini bağıran bir çocuğun yüzünde ‘İçimizdeki Somali’yi görebilmektir… İçlerinde gül kanatlı güvercinler uçurmuş yaşı geçkin kızların sandığındaki tarçın, badem kokulu ezgileri duyabilmektir. İçimizdeki sokağı dışımıza öyle bir taşırmışız ki! İşte o kadar dışarıdayız. Cüneyt Tüzel Sanat toplum içindir. Menfaat sadece maddi manada düşünülmemeli. Güzel bir şiir kötü düşünceleri izole ettiği gibi ibretlik bir hikâye de en azından bir ders çıkarmaya yarayabilir. Anlamlı bir roman hiç aklımıza gelmeyen bir bakış açısı edinmemizi sağlaya bilir. {Sokaktaki Adam Taksici Cüneyt} Yasin Sahin Parkta çoçuk yanıma yanaştı, ‘tartalım abi’ dedi ‘gerek yok biliyorum kilomu hem merak da etmiyorum’ dedim, ‘abi bak ama ben şimdi merak ettim benimki doğru mu deneyebilir miyim’ diye sordu : ) İşe yarar her açıdan...
29
Yusa ırmak İster sokaktaki ister evindeki, ister bardaki ister gardaki adam olsun fark etmez, ruhunda karanlıklara esir olmuş bir insanın mâsivadaki cemâl tezahürünü göremeyeceğini bilmek gerekir. Hatta yetmez, bir şekilde onu tahkir eder, tebdile çalışır durur. Bu noktadan hareketle de kendi hayatını yaşanmaz kılıp, akı kara, güzeli hep çirkin görmek ister. Hep kendini ‘Meçhuller Caddesi’ diye tasvir ettiği bir yer ve mekânda düşünür durur. Edebiyat her nerede olursa olsun insanın işine yarar bu noktada. Bilmek aydınlanmaktır haddizatında. Aydın insan karanlıklardan ışıklara doğru kaçar. Işıklar altında yüzüne bakabileceği birine konuşmak ister içindekileri... Sokaktaki adamın ve gencin edebiyat aslında çok işine yarar. Edip olan anlar bunu. Edebiyat bilende değildir üstelik... Yelda Karataş Edebiyat sokağındır zaten. Onun haberi olmasın diye ne mümkünse yapılmaktadır. Ben de sokaktaki insanım; adam olamadım henüz o başka! Sanat, insanın estetik haz ve etik duyarlılığı genişleten, derinleştiren dilidir. Sokağın dilidir yani; sokaktan alır, sokağa verir! Birbirinin tekrarı bir an bile olmadığını sokaktakine en iyi hatırlatan, gösteren, sanatın ve edebiyatın bakış açısıdır... Yaşamımızı değiştirme gücüne sahip edebiyat; mutfakta uyumayan, yatakta uyuyan, sokakta eylem yapan... Her insanın işine yarar. İşinize gelmezse o başka tabi!
30
CİHAT ALBAYRAK
Yabancı Dil Hepimiz farklı dillerde yaşıyoruz aslında. Çok basit terimler, duygular, eşyalar… Adlarına ne dersek diyelim bambaşka şeyler ifade ediyorlar her birimiz için.
N ariye Eren Hiçbirimiz zeytinin tadını tanımlayamıyor mesela. Ekşi mi, tatlı mı, tuzlu mu? Nasıl? Ne gibi? Daha önce bir zeytini hiç tatmamış birine, zeytinin tadını anlatmanın hiçbir yolu yoktur. Binlerce sayfa boyunca kelime tüketilse de, milyonlarca resim bir araya getirilse de, seslerin en ayrıntılı olanları en ahenkli biçimde yan yana getirilse de, yalnızca bir zeytin tanesinin tadını anlatmaya bile yetmeyecektir. Yalnızca adı ile duyumsadığımız her şey tamamen soyut. Ve tamamen farklıca yer ediyor zihinlerimizde. Aşk öyle mesela, mutluluk öyle, kin öyle; ve ekmek, ve su, anne ya da… Henüz ilkokuldayken, Türkçe kitaplarındaki okuma metinlerinden sonra, ‘Okuduğumuzu anladık mı?’ diye başlık atılan sorular vardı. Bir kelime topluluğundan ne anlamamız gerektiğini neden önemser bir ders kitabı? Aynı kelimeler bize bambaşka şeyler anlatamaz mı? Ya da, biz her birimiz, bu sembollerden ibaret tamamen ‘benzer’ bir imaj yaratmak zorunda mıyız zihinlerimizde?
31
Asıl soru, ‘Okuduğumuzdan ne anladık?’ olmamalı mıdır? Buradan bakınca, sözlükler okumaktan en çok kaçınacağım basılı kâğıtlara dönüşüyor. Diyor ki Büyük Türkçe Sözlük, ‘Mutluluk, bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumudur’. ‘Hayır’ diyorum ben, mutluluk, O’nu ‘her an’ özleyebilmektir. Neye sevinip, neye üzüleceğime, ana dilim karar vermemelidir! Aşk, sözlüklerde tanımlanmamalıdır yani… İngiliz Edebiyatının en güzel şiirleri, ya da Yusuf ile Züleyha’lar örneklememelidir herhangi bir duygu’yu. Aşk, herhangi bir an’da hissedilen en güzel şeydir ve bu dâhil bütün aşk tanımları yanlış olmasa da, gereksizdir. Tanımlandıkça esprisini yitiriyor hayat belki de… Bütün romanlar, filmler, destanlar, iki sevgili’nin kavuşma anına dektir. Vuslat, eserin sonunu getirir. Aşk, kavuşuncaya kadardır yani. Sonrasını bilmiyoruz. Hangi dilde yaşar insan? Hangi dilde sever? İki insan aynı dili, birbirini anladığı an mı konuşmuş olur yalnızca... Örnek aldığımız yaşamlar var ve sevaplarıyla da, günahlarıyla da, büyük oranda, çoktan yaşanmış hayatları tekrar ediyoruz. ‘Başkalarının hayatını’ yaşıyoruz. Birkaç paragraf büyüklüğünde biyografiler bırakıyoruz bedenimizden geriye. Ardından sorulacak soru şu: ‘Yaşadığımızı anladık mı?’ Kendinden başka hiç kimseyi tanımaz bir halde doğuyor insan. Ötekileri tanıdıkça, kendine yabancılaşıyor… Ve bazen, hani tam da ötekileşmeden önce, insan, kendisini görüyor sırrı dökülmeye yüz tutmuş aynalarda. Onlarca yıl konuştuğu dil’in kendisine ne kadar da yabancı olduğunu anlıyor. Zihnindeki kelimelerin hiçbirinin, o an’ı tanımlayamadığını fark ediyor. Kelimeler’siz anlaşılması, anlamlandırılması gerektiğini hissediyor hayatı. Annenizin veya aynı havayı soluduğunuz herhangi birinin, bir sabah uyandığınızda, bambaşka bir dilde size seslendiğini düşünün. Hayata, bir başka dil ile dâhil olduğunu; bir başka dilde sevdiğini sizi… Ya da, uzun zaman ‘yabancı bir dilde’ iletişim kurduğunuz birinin, bir sabah size, anadilinizde seslendiğini… Hangisi daha yabancıdır; hangisi daha tanıdık? Hiç tanımamış kadar yabancı biri; hep aynı sofradaymışsınız gibi tanıdık öteki… Oysa insan, bütün dillere eşit derecede, ‘yabancıdır’. Bütün bir tarihi insanlığın, savaşlar tarihidir. Çocuklarımıza tarih diye öğrettiğimiz şey, savaşlardan ibarettir. Birbirini anlayamamış olmanın, anlaşamamanın tarihidir insanlığınki… Hangi devletlerin bizi dövdüğünü, ya da hangi devletleri dövdüğümüzü çocuklarımıza anlatmak zorunda hissederiz kendimizi. Ve inansınlar isteriz haklılığımıza. Anlam versinler… Hayatlarımız, aileden devlete, anlamlandırma dayatmaları ile sürer gider. Ve biz şöyle sormalıyızdır kendimize: ‘Yaşadığımızdan ne anladık?’
32
SALİM NACAR
Edebiyat Sokaktaki İnsanın Ne İşine Yarar? Gariptir. Her şeyi edebiyata, şiire dönüştürme hevesindeki biri için sorunun asıl şekli şu olmalı: Sokaktaki İnsan Edebiyatın Ne İşine Yarar? Burada hemen aklıma Orhan Kemal’in Küçük Adamın Hikâyesi’ni anlattığı büyük romanları geliyor. İşte burada sokaktaki adamın uğraşı, macerası edebiyatın tekinsiz alanına malzeme sağlıyor. Tekinsiz dedim, edebiyat Sokaktaki Adam için her şeyden önce bir tekinsizliktir. Bununla beraber sokaktaki adamı çok da küçümsememek gerekir. Çünkü bazen yüzlerce kitaptan çıkarılamayacak apaçık bir gerçek Sokaktaki Adamın iki sözüyle düze iniverir. Cemal Süreya’nın şu Sivas’ta mı Malatya’da mı gördüğünü hatırlamadığı ve bir hareketiyle yeryüzünü çarpıtan çocuktan bahsediyorum burada ya da Attila İlhan’a diyalektiği en anlaşılır haliyle açıklayan o işçiden. Tekinsizlik dedim. Halkın şair ve yazarları tekinsiz görmesinin biraz da şamanlıktan taşınan bir korku nedeniyle olduğunu söylemek lazım. Bilindiği gibi Şaman kültüründe şairler, ozanlar aynı zamanda büyücülerdir de. Bu gelenek İslam Kültür ve Kimliğine geçişle büyük oranda kırılmış görünüyor ama etkilerinin halk üzerinde değilse bile bazı şair ve yazarların kendilerini nasıl görmek istedikleriyle bitişerek devam ettiğini söylemek gerekir. İslam kültüründe sanatçı ile zanaatçı arasında bir fark yoktur. Kim diyordu bizde deha yoktur diye? Doğrudur. Bizde herkes kendi işini yapar. Önemli olan o büyük resmin bir köşesini tamamlamaya çalışmaktır. O yüzden mahlasların ardındaki gizlenme endişesi, minyatürlerdeki imzasız tevekkülle bitişir kalır. Bu tekinsizliği yaratan bugün Sokaktaki İnsan değil, yazarın-şairin ta kendisidir. Konumuza dönelim. Yalnız konumuza buradan döneceksek, Sokaktaki İnsan demekle nasıl bir dünyaya işaret ettiğimizi de tartışmak gerekir. Bundan Şairin sokakta ne işi var gibi bir soru daha peyda olabilir. Sokaktaki İnsan gibi bir dışşallaştırmanın etkisi bu sonuçları bir şekilde doğuracaktır. Bir de elbette Edebiyatın bir işe yarayıp yaramayacağı sorunu var ki, temel sorumuzu bir çırpıda etkisiz kılacak bir soru bu. Edebiyatın tabiatı kibirdir. Ismarlanmış bir alçakgönüllülüğün zıttı olan bir kibirdir bu. Ve bütün ısmarlanmış alçakgönüllülüğün zıttı olan kibir gibi kibirlendiği kimselere karşı da merhameti yedeğinde sınırlandırılmış bir duygu olarak getirir. Düpedüz yazarın Sokaktaki İnsan’a duyduğu merhametten bahsediyorum. Burada Sokaktaki İnsan’ın merhamete ihtiyaç duyduğundan değil, tam tersi yazarın Sokaktaki İnsan’a merhamet duymaya ihtiyacı olduğundan bahsediyorum. Yıllar önce ortalık henüz bugünkü kadar sakin değilken Şükrü Erbaş’ın sorduğu bir soru geliyor aklıma:
33
Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz? Sokaktaki İnsan’ın acısı, yazar için estetik bir sorundur. O yüzden benim toplumcu gerçekçiliğe saygım kalmadı. Tıpkı buğday başaklarına saygım kalmadığı gibi... Çünkü çoğunlukla halk yazarın ağzına bir dolayım olarak girdi. Modern zihnin tasallutuyla beraber tek tek bizim olana rağbetimizin artması, imzamızın şekillenmesine, mahlasımızın yerini isimlerimizin tekil varlığının almasına yol açtı. O yüzden Sokaktaki İnsan’ın varlığı yazar için artık bir metafor. Çağrıştırdıkları ve daha çok çağrıştırmadıkları ile bir metafor. Sokak yaşar şair yazar gibi sıradan bir tekerlemenin iki ucu bugün şairde sokakta. Bugün benim güvenim bu tekinsiz alanı dağıtacak olanın Sokaktaki İnsan değil, evinde çocuğunu güzel seven, yorgunluğunu güzel hafifleten, kitabını güzel okuyan, yemeğini güzel yiyen, altını çizdiği satırları güzel çizen, namazını dosdoğru kılan adam olacağına doğru hızla çevriliyor. Sokağa taşınmış bir edebiyatın bir gazete haberinin süslü envanterinden öteye geçemeyeceğini düşünüyorum. Sokaktaki İnsan için de sokağa taşan edebiyatın bir gazetenin süslü manşetinden öteye geçemeyeceğini biliyorum. Evet, şu tekinsiz alan: Sokaktaki ile kâğıttakinin kesiştiği yer.
34
METİN DİKEÇ
İçinden Bansuri de Geçen Şehir Tam da zorunlu ve kısa bir ziyaret yapmaya hazırlandığım günlerde haberdar oldum bansuri üstâdı Pandit Hariprasad Chaurasia’dan. Radikal Gazetesi’nden sinema/sanat eleştirmeni Sevin Okyay’ın haberinde ‘Mistikliğin dağa taşa sindiği kadim şehir’ Konya’da yıllardır dünya mistik müzik topluluklarının katıldığı bir festival düzenlendiği Uluslararası Mistik Müzik Festivali’nin 8’incisinin ise bu yıl 22–30 Eylül 2011 tarihleri arasında Konya Mevlâna Kültür Merkezi’nde gerçekleşeceği yazmaktaydı. Yazının başındaki şaşkınlığım, cümlelerin sonunda merak ve zamana tanıklık etme duygusuna evrildi bir anda. Uzun zamandır ilişkilerim zayıflasa da Konya benim doğduğum ve büyüdüğüm kent. Açıkçası Konya’da Şaman – Budist – Hindu – Pagan – Gospel – Türkî – Farsi müzik gruplarının katıldığı bir müzik festivali düzenlendiğini hem de bu yıl 8’incisinin gerçekleştiğini öğrenmek beni çok mutlu etti. Bir de bunca yıl, bu festivalden habersiz olmanın verdiği utanmışlık duygusu… Evet, gerçek, büyük usta Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibiydi oysa ‘Bir başkent daima başkenttir. Ne kadar susturulursa susturulsun yine konuşur…’. İşte bu duygularla ikindi kızıllığında girdim, hep kendini gizleyen bozkırın ürkek, esrarlı çocuklarının kentine. Alelacele hallettiğim gündelik işler sonrası kendimi bir kez daha attım Mevlâna Külliyesi’nin yıpranmış taşlı avlusuna. ‘İlk görüş’ gibi aşkla izledim firûze çinilerle kaplı âbidevî Kubbe-î Hadra’yı. Güneş ne zaman ve nasıl battı bilemedim. Rûmi’nin ‘Gel, gel, her ne olursan ol, gel!’ çağrısının yüzyıllardır tükenmeyen yankısından olsa gerek aralarında onlarca Avrupalı Mevlevînin bulunduğu salon bir kovanın alabileceği deniz kadar doluydu. Konyalılar ve renkli konukları 24 Eylül 2011 tarihinin serin bir bozkır gecesinde Hintli üstâdlar Pandit Hariprasad Chaurasia’nın, Sunil Bhagwan Avachat’la birlikte yürekten ruha üfledikleri bansuri’lerine, tabla’da üstâd Rashid Mustafa Thirakwa, tanpura’da Nayanashree Pushpanjali Chaurasia’nın eşlik edişini transa geçerek dinlediler. Pandit Hariprasad Chaurasia altı ya da yedi delikli tek parça kamıştan yapılan bir çeşit yan flüt olan ve Hindu inancında Tanrı Krişna’nın kutsal sazı olarak kabul edilen Hint şütü ‘bansuri’nin en büyük icrâcısı imiş. Yehudi Menuhin, Jean Pierre Rampal gibi müzisyenlerin kendisinden övgüyle söz ettiği Chaurasia, 1990’lı
35
yıllardan beri Rotterdam Müzik Konservatuarı’nda eğitmen ve Hint Müziği Bölümü’nün sanat yönetmeni olarak çalışmaktaymış. Bunları küçük bir internet araştırmasıyla dahî hemen buluvermek mümkün. Yıllardır müzikle ilgilenmenin bir sonucu olarak Klasik Hint Müziği’nin Hindustânî ve Karnatik temel ayrımları üzerinde yükselen Raga, Panjabi, Sindî, İndî, Kawwâlî gibi türlerini biraz bilen benim için de oldukça öğretici, keyifli, bir o kadar da coşkun bir geceydi. Eskiden, çok eskiden çocuklumun geçtiği ve Hint kökenli Çingene çona’larıyla oyun oynadığım, kavga ettiğim gecekondu mahallesinin dibinde inşâ edilmiş Mevlâna Kültür Merkezi… Yıllar sonra yeniden geldiğim ve bir başka sûretiyle karşılaştığım burada. Hintli bansurilerin tınıları ve tablanın ritimleriyle kalbim yerinden çıkarcasına çarparken Kundalini’nin yolu boyunca dizilmiş olan çakralarım açıldı mı bilemem. Ama o geceye değin, hep durgun bir ırmak gibi sakince aktığını düşündüğüm yaşantıma atılan beklenmedik bir taşın oluşturduğu halkalar, yaşamda sürprizlerin bitmediğini fısıldadığı kadar, kosmostaki Hiç’liğimi bir kez daha hatırlattı…
36
HAKAN BİLGE
Sonbahar Sonatı Bu yazıda, Sonbahar Sonatı’ndan hareket ederek İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’ın var oluşçu (egzistansiyalist) sinemasındaki klasik temaları, Sartreyen anlamda “evrensel yalnızlığı” ve modern ailenin çöküşünü incelemeye çalışacağız…
Sonbahar Sonatı’nın (1978, Höstsonaten/Autumn Sonata) trajik öznesi Eva’nın (Liv Ullmann) annesi Charlotte Andergast’a (Ingrid Bergman), “Kendi içine kapanıp her zaman kendi ışığında yaşıyorsun.” yollu sessizce ilettiği sitem, salt belirli ve kendi içerisinde anlaşılabilecek bir anne-çocuk travmasını değil; bilakis ve genel biçimde bütün insanlık durumları ve ortajen aile standardizasyonu için de geçerli bir tümce. Aslında bu özünde egzistansiyalist Bergman sinemasının, Jean-Paul Sartre’ı refere edip söylersek; “yalnızlığa mahkûm insan-özne”nin trajedisini de sarmalayan bir
37
bakış açısı. Kuşkusuz, pesimist vizyon ve de Anglosakson sinema kültürü bunu koyu kasvetli İsveç sinemasının karakteristiklerine bağlasa da, handiyse bütün Bergman yapıtları pesimist değil, realisttir. Elbette sanatın anladığı anlamda bir realizmden bahsediyoruz. Sanat ve yaşamı çok ince bir kavşakta buluşturmak, natüralistlerin işiydi. Bergman, temelde modernizmden (modernity), modern ideolojiden beslenen, yanı sıra dinsel strüktürü, sosyal kopuklukları, psikolojik detayları ve felsefî incelikleri yan yana getirdiği benzersiz sinemasında, varoluş sorunlarıyla ilgilenerek, 20. yüzyılın giderek yabancılaşan, kendi içine kapanan, izole öznelerini betimleyegelmiştir. Sözümona Sonbahar Sonatı da bu minval üzre temellendirilebilecek bir niteliğe hâiz. Bergman sinemasında sessizlik/suskunluk, yalnızlığın ve içe kapanışın çok belirli bir ifade biçimi olagelmiştir. Sessizlik (1963, Tystnaden) öznenin eni sonu ölümle sonuçlanması kesinliğine sahip yaşamını dile getirirken; diğer yakada yaşamanın, nefes alıp vermenin boğuntusunu, hülasa “bulantı”yı görsel olarak derinleştirmişti. Aile bireylerinin birbirlerine yabancılaşması ise zaten kuyusuna düşülmesi kaçınılmaz bir gerçeklikti. Genç Kız Pınarı (1960, Jungfrukällan) karı-kocanın sessizliği idi bir bakıma. Persona’da (1966) sessizlik modern yaşamda “rol yapma”nın olanaksızlığı üzerinde dururken; Yedinci Mühür’de (1957, Det sjunde inseglet) şövalye, sorduğu sorular karşısında suskun kalmayı tercih eden, kelimenin basit anlamıyla, “her şeyden habersiz” bir Ölüm Meleği’yle karşılaşıyordu. Çığlıklar ve Fısıltılar’da (1972, Viskningar och rop) sessizlik, dürüst olamamanın da bir uzantısı gibiydi. Kış Işıkları’nda (1963, Nattvardsgästerna) suskunluk, yanıtların ve anlam arayışının tükendiği noktayı işaret ediyordu. Aranan neydi? Yaşamı anlamlandıran şeyler nelerdi? Kilise ve onun gölgesi Peder sorunlara bir çare miydi? Gezgincilerin Gecesi’nde (1953, Gycklarnas afton) içe kapanma alaycı bir soytarının ruh durumundan farksızdı. Yaban Çilekleri’nde (1957, Smultronstället) susma ve geri çekilme hatıraların kayıp izini sürmek ile eşanlamlıydı. Hatıralar ki aslında pişmanlığın ve artık bir daha yeniden yaşanamayacak zamanların karanlık işaretiydi. Kurtların Saati’nde (1968, Vargtimmen) yalnızlığa çekiliş ve kendi içine gömülüş bastırılmış cinsel dürtülerin dipsiz kuyusunu mimliyordu. Evliliğin anlamı neydi? Sanat ve evlilik insanı mutlu kılabilir miydi? Aynadaki Gibi’de (1961, Sasom i en spegel) sessizlik yasası tanrının arandığı bir ruhsal boşluğu ve trajik tükenişi anlatıyordu. Yalnızlık, modern aile yaşamından başlıyor, metafizik alana sıçrıyordu. Sonbahar Sonatı’nda ise Viktor (Halvar Björk), eşi Eva ile birlikte “evlerinde sessiz bir hayat” sürdüklerini belirtir. Annesi Charlotte ise izole bir aile olduklarını vurgulayacaktır. İkiyüzlü bir yorumdur bu. Çocuklarını 7 yıl boyunca görmemiş olan bir annedir zira. Sanatın birleştirici aurasının olanaksızlığı can yakıcı bir biçimde önümüzde belirir. Aslında sanatçı olmak bile yalnızlıkla ilişkilendirilmesi muhtemel bir statüye işaret eder. Bergman bunu detaylandıran belkide en önemli sinemacıdır. “Ben ve öteki” sorunsalı başka hiçbir yönetmende onun sinemasında yankı bulduğu gibi dile getirilmemiştir. Ingmar Bergman’ı, Manhattan’da (1979) Woody Allen’ın da söylediği gibi “çağın dâhisi” yapan özelliklerinden biridir bu. Öte yandan, yalnızlık ve sessizliğin, suskunluk ve içe kapanışın yanına konulabilecek
38
bir öteki mevzu da pişmanlık kavramıdır. Persona’da yapılan evlilik ve sanat yaşamında karşılaşılan güçlüklerden dolayı cinneti hazırlayan bir pişmanlıklar dağdağası vardır. Yedinci Mühür’de yaşamı boyunca bütün yaptıklarından rahatsızlık duyan bir şövalye vardır. Yaban Çilekleri’nde yaşam çizgisini sorgulayan bir ihtiyar vardır. Kurtların Saati’nde sanatsal (artistik) ilhamın gerisindekileri ve “arada kalanlar”ı araştıran düş dünyasında sıkışmış bir adam vardır. Aynadaki Gibi’de tanrının “hiçlik” düşüncesinde gizli olduğu gerçeğiyle yüzleşen genç bir kız vardır. Kış Işıkları’nda yaşamının anlamını ve dinî inancını sorgulayan genç bir adam mevcuttur. Sonbahar Sonatı’nda ise, bir ebeveyn olarak çocuklarına ve eşine gerekli önemi gösterememiş, neredeyse bütün yaşamını sanata adamış bir anne vardır. Söylemeye gerek yok ki bütün bu kişilikler ya sanatçıdır ya da sanatla içli dışlı kişiliklerdir. Kimi tiyatrocu, kimi virtüözdür, kimisi romancı, kimisi de bilim adamıdır. Tam bu noktada Ingmar Bergman’a yöneltilen burjuva sinemacı kimliği devreye giriyor ister istemez. Rus yönetmen-maestro Sergei Parajanov bu kanıdaydı örneğin. Bunun anlaşılır bir nedeni vardır. Bergman geniş halk yığınlarının sinemasını yapmadı. Kitle ruhu üzerinde çalışmadı. Politik kargaşalara yakından bakmadı. Vesair. Eleştirinin orijini buradadır. Adı geçen filmlerde birey vardır, toplum değil. Yedinci Mühür’de galeyana gelmiş koyu fanatik kilise yanlıları bulunsa da bu daha çok genelgeçer bir psikolojinin (“sürü psikolojisi” olarak okuyun) prosesinin nabzını tutmak maksadıyladır. Genellersek; hemen bütün Bergman yapıtları bireyin karmaşasına içkindir. Bireyi sarmalar ve bireye yönelir. Sonbahar Sonatı da bireye (bireyden de çıkıp onun kısıtlı çevresine) vizör tutar doğal olarak. Daha yakından bakalım Sonbahar Sonatı’na… Eva’nın mezarlıktaki geniş plan çekimleri, bireysel trajedinin safhalarının özeti gibidir. Henüz 4 yaşında boğularak ölen çocuğunu sanki hiç ölmemiş gibi içinde yaşatan bu kadın, çocukluğunda annesinin yüzünü çok az görmüş, izole bir çocukluk geçirmiştir. Tuhaf bir biçimde, evliliğinde dahi izolasyon devam edecektir. İnsanın evrensel yalnızlığıdır bu. Aileyken bile, iş yaşamındayken bile yalnız olan, “yalnızlığa mahkûm” insanın trajedisi. Kastettiğimiz yalnızlık, bunalımdan mürekkep, toplumdan uzak kalmayı seçen bireyin yalnızlığı değildir. Yalnızlık, genelde anlaşıldığı gibi salt içe kapanma da değildir. Yalnızlık, Nietzsche’yi refere ederek söylersek, “sürüden kopuştur” da. Buradaki nüans, benliğini kavramakta güçlük çeken bireyi ifade eden, var oluş düşünün imkânsızlığını dile getiren görüştür. Eva, timsal olarak bu noktada salınan bir figürdür. Sevgisizliğin cehennemî karşılığı nefreti yaşamış bir bünyedir ki sağlıksız açmazlarına yenilmiştir yalnızlığının. Mazi dolaysız bir nefret çukurudur. Anne imgesi buna koşut düzeyde görüntüsü sevgisizce çoğaltılan bir düşünceye içkindir. Asıl trajik olgulardan biri de budur. Anlaşılabileceği gibi, insan aslında yalnızlıkla henüz ailede tanışmaktadır. İletişimsizlik bunun göstergelerinden sadece biridir. Bu yazının okuyucularına soruyorum: Ebeveynlerinizle en son ne vakit okuduğunuz bir kitaptan konuştunuz? Hanginiz annesine izlediği bir filmden coşkuyla bahsetti? Son yazdığınız şiirinizi babanıza okuttunuz mu? Kardeşiniz müzik çalışmalarınızdan haberdar mı? Sonbahar Sonatı’ndaki asal konulardan biri de bu. Annesini her arayışında onu bulamayan bir
39
kız çocuğunun isteksiz bir evlilik yapması, sessizliğe gömülü izole bir yaşam sürmesi, çocuğunun ölümüne tanık olması… Anne imgesinin uzaktalığının kalın çeperi yırtılınca ebedi kopuş da başlar. EvaCharlotte yüzleşmesi bunun sinemasal kanıtıdır. Ortajen Bergman sinemasının klasik yakın plan (close-up) çekimleri, hasseten Eva ve Charlotte’a kayıt tutuyor. Yüzün gerisindeki nihaî anlamlar bütünü, uzun diyaloglar akıp giderken bile, dizgesini rahatlıkla inşa ediyor. Anne-kızın 7 yıl sonraki ve ama olasılıkla bu “son” karşılaşmaları mazinin perdelerini bir bir aralıyor. “Son” bir karşılaşma; çünkü suçluluk duygusu annenin hesaplaşamadığı çok eski bir sorundur. Kökeni ise doğal olarak gerilere dek gidiyor. Burada mazi sevgisiz ve ilgisizce sürüp geçmiş yalnız bir çocukluğun nedenselliğini sorguluyor ilkin. Peşi sıra da çocuk-ebeveyn arasındaki kırılgan ilişkinin doğası betimleniyor. Yerleşik Bergman temalarını da sınamamızı sağlıyor bu: Tipik olarak düşman bir dünyada kabuğuna çekilmenin motive edici unsuru olarak çaresizce izole geçirilmiş bir çocukluk yaşamı. Ebeveynlerle sağlıklı bir iletişim kuramamanın çıldırasıya yıpratıcı doğası. Mutsuz ve durağan evliliklerin üçüncü sınıf bir lanet olarak huzursuz ediciliği... Bütün bunların gelip “evrensel yalnızlık”ta düğümlendiğini mimleyebiliriz. Yalnızlığı çoğaltan şey, kökeni çocuklukta aranması gereken sorunlar yumağına/çocukluk travmalarına götürüyor bizi. İşte bu çizgiyi arşınlarken, daha öykünün en başındaki karşılaşmaya bakmak bile yeterli bir veri sağlayabilir gibi görünüyor: Şöyle ki, “rol yapma”nın ikiyüzlü doğası bekliyor burada bizi. Charlotte’u görür görmez koşarak merdivenlerden aşağı inen Eva, en az kendisi kadar heyecanlı ve sabırsız annesiyle karşılaşıyor. İkili ilişkilerdeki “rol”, en ilkel görüntüsüyle yanılsamaya saplanıyor doğal olarak. Yıllarca görüşmemiş olmanın sözde heyecana götüren izi, eni sonu sağlıklı bir iletişim kuramamanın adresine çıkıyor. Charlotte’un sohbet için seçtiği konulardaki değerler eşitsizliği, konuşulması ve sorulması gerekenler arasındaki asimetrik strüktür, “rol yapma”nın ipuçlarıdır. Eva ise ısrarla ve hüzünle annesinin yüzünü eski ve gizemli bir harita gibi süzüyor. Annesinin kırışık yaşlı yüzünde seyrettiği kendi mutsuz çocukluğudur. Mutsuz ve yalnız çocukluğunun izlerini annesinin yüzünde görüyor Eva. Bu keşif, bir kez daha yalnız ve mutsuz olmanın da keşfi anlamına geliyor böylece. Bir de şu: Eva-Charlotte’un iç burkucu hesaplaşması, mazinin sırlarını ortaya çıkarmıyor sadece. Çocukluğun sırlarını ifşa etmiyor sadece. Eva-Viktor evliliğinin perde arkasına da bakmamızı sağlıyor. Persona’da, Viskningar och rop’da veyahut Bir Evlilikten Manzaralar’da (1973, Scener ur ett äktenskap) sınadığımız gibi, evlilik insan sınırlarının uçurumunun imidir. Soyun sürmesinin yegâne aldatıcı tılsımını, düzenli cinsel yaşamı çağrıştıran evlilik, en kestirmeden anlamıyla, insan düşüncesinin sınırlarını çizmez sadece. Yanı sıra eşlerin birbirlerini asimile etmeleri sonucu korkunç bir şakaya da dönüşür. Evlilik, Batıda kavrandığı biçimiyle de düzenli yaşamın ipuçlarını sunan bir göstergeler evrenine işaret eder. Düzenli yaşam da temelde kapitalizme ve modernizme (modernity) içkindir. Çocuk büyütmek, okutmak, onların toplumsallaşmasına yardımcı olmak ve topluma katkıda
40
bulunmalarını sağlamak ve de bu yolla sözde bir kapitalist gereklilik olarak ev sahibi olmak, komşu edinmek, kiliseye gitmek ve yaşamın sınırlarını çizmek... Uzatmaya gerek yok. Bahsettiğimiz konu bu sütunlara sığmayacak denli derin ve karmaşıktır. Sonbahar Sonatı’nda ve Ingmar Bergman sinemasında sözünü ettiğimiz faaliyetlerin izine rastlamamamızın nedeni, tipik İsveç filozofu/sosyologu olarak Bergman’ın isabetli gözlem yeteneklerinin bir uzantısıdır. Modernizmin (modernity) vaatleri ve doğal olarak kapitalizmin nimetleri sanıldığı gibi sürekli ve sorunsuz bir mutluluk getirmemiştir. Sonbahar Sonatı’nda normal ve makul ölçülerde görece bir refaha ulaşmış aile, bariz biçimde huzur ve mutluluk olanaklarından mahrumdur. Yukarıda kısaca geçtiğimiz “burjuva sinemacısı” olgusu da otomatik olarak geçersizleşmiş olur bu noktada. Sebebi basit. Modernizme içkin aile, evrensel ailedir çünkü. Friedrich Nietzsche’nin nihilizm vurgusu da konumuz bağlamında referans gösterebileceğimiz son bir olgu olsun bu yazı için. Nihilizm tanrının kaybedilişiydi Nietzsche’de. Tanrının göksel hâkimiyetinin sonu, yerine yeni bir kavram ya da gücün ikame edilememesinin de başlangıcıydı. Çok erken bir biçimde ve eşsiz bir bakış açısıyla Ingmar Bergman, dinsel aidiyeti kuşku motifiyle birlikte işleyerek insanın evrensel yalnızlığını tasvir etmiş, handiyse 20. yüzyılın sinemasını yapmıştır. Bergman dışında hiçbir sinemacının eseri Nietzsche’nin felsefesine bu denli aşina değildir. Onu sevmemizin nedenlerinden biri de bu…
41
NUR BANU BAHÇECİ
Kelimelerim Şairlik yaradan kalma meslek bizim hayatımızda, her yarada daha tecrübe kazandığımız, kelimelerin boğazına daha sert yapıştığımız. Bir kurtuluş yolu, bir çıkış. Veya gidenleri kâğıtlara hapis ettiğimiz küf kokan bir koğuş...
Koğuşlara hapsettiğim her aşk isyana mahal verdi kâğıtlarımda, ağır geldi kelimelerimin rutubeti, boğuldular cümlelerin derinliğinde. Kalemimin sorgu odasında, öldürdükleri duygularımın hesabını sorarken, hepsi çığlık çığlığa sustular.
42
Kimisini tutuksuz yargılayıp bıraktım kimisini ise ömür boyu kelimelerime çarptırdım kâğıtlarımda. Yazdım. Ellerim koparcasına saatlerce durmaksızın yazdım. Kelimeler eşlik ediyordu arka fonda çalan şarkıya ıslıklarımla. İçimde bir katran gibi biriken her acı cümlelerimde can buluyordu. Kelimelerimle kavga ediyordum geceler boyu, çünkü anlamıyordu insanlar yazılarımı. Bazı İnsanlara süslü cümlelerle, kinayelerle bir şeyler anlatmak zordur çünkü onlar anlamaz dumanlı kelimelerin anlattıklarını, göremezler cümlelerin içine iliştirilmiş, sıkıştırılmış acıları. Bu yüzden anlatamazsın yüreğinin ceplerinde biriktirdiğin binlerce anlam yüklü sözleri ve ben, anlatamadığım betimleyemediğim her sözün kefaretini ziyadesiyle ödedim. Bu yüzden anlatmak yerine kâğıtlara gömüldüm. Kareli defterleri sevdim hep. Satırları daha fazla olan defterler. Sararmış eskimiş yapraklı. Yazdıkça bitmesin istedim hiç. Deli dediler yazdıkça parmaklarımda kabuk bağlayan nasırları görenler. Nasır değildi ki onlar! Kelimelerimin gözyaşlarıydı bunu da hiç bilmediler. Ve bazen ağlarım kelimelerimle birlikte kimse görsün istemem. İçimde milyonlarca kasırga kopar, kopar da parçalarımı da kopartır. Yastığa gömülürüz birlikte kelimeler dinler ben anlatırım ıpıslak olur yastığım ziyadesiyle. Islak yastıkta yatmanın o iğrenç hissine aldırış etmeden ağlamaya ve anlatmaya devam ederim. Onlar anlar benim histerik yüzümden her şeyi, yazıya dökmemi beklemeden fark ederler derdimi. Bu yüzden Cümlelerimden başka, kelimelerimden başka kimsem yok ya benim! Ve ben, geceden kalma rutubetli gülüşlerimle bakarım çevremdeki insanlara ve o lanet olasıca kelimelerim çıkmaz dilimden diyemem kimseye ‘ben aslında mutsuzluktan ölüyorum’ diye… Yine sayfalarca yazarak anlatırım mutsuzluğumun bilânçosunu cümlelerim yandaş olur geceye.
43
AYŞE ÜNSAL
Boşuna Yağmurlar Bir dostun acısına… “Biz birbirimizi geçmişte anı olsun diye sevmedik…” En son bunu yazdı kadın ve ‘bir dünya devrildi titreyen çenesinde…’ Ki halen aklının evreninde dönüyordu sesler, sözler; sönmüş yıldızlar gibi bir bir gömülerek… Gittikçe uzayan bir yol gibi gelen acıların sonunu yürüyordu kadın… Gözyaşlarını emen kâğıtta toparladığı harfleri de, tıpkı toplamaya çalıştığı aşkı gibi dağılırken görerek… “Dağınık kalsın” dedi… Rüzgârı kapısını çarptı ardından bir kalbin… Geriye bir aşk boyu yerleştirilen sabır ve sessizlik dolu anılar kaldı… *** Bir sabah uyandığınızda sol yanınızda bir boşluk eşlik edecek size bayım… Ardınız sıra gelen kadının ayak seslerini işitmeyeceksiniz artık… Hani bir gün nasıl olduysa ‘kaçan kovalanır’ diye başladığınız oyun tatlı gelmişti… Sahi neydi böyle davranmanıza sebep; hatırlamayacaksınız… Zamana güveneceksiniz tedirginlikle… “Nasılsa” diyeceksiniz yine… “Gidemez” diyeceksiniz... “Aklından bile geçirmez…” Sahi size çok âşıktı değil mi? Adınızı söylerken yüzüne bahar gelirdi, hani herkesten daha fazlaydı adınızın anlamı onda; bildiğinizden bile çoktu… Çoğalırdı ve durmadan… Sizinle kucaklamaya hazır sıkıntıları o çeyiz yapmıştı kendisine şimdiden… İki parmağınızı kavrardı hep elinizi tutarken… Sizin şarkınızdı söylerken ikinci nakaratını kulağınıza eğilip usulca mırıldandığı… Çayı dudak izinizden yudumlardı ve hep gelen iki şekerin biri size biri onaydı. Tüm soğuk sıyrılıp düşüverirdi bedeninden; sarıldığınızda… Ve siz, dizine başınızı koyduğunuzda “huzur bu işte,” demiştiniz, elinizdeki küçük beyaz elini öperek… “Hiç kimsenin yağmurun bile, böyle küçük elleri yoktu…” Biri kaybettiğiniz şeyi bulsun istiyorsunuz değil mi? Bakışlarını unuttuğu gözlerinizde arasanız da mı yok? Oysa size aitti bu umursamazlığın doğurduğu çocuk... Pişman mısınız bayım? Sahi izin verdiniz mi gerçekten gitmesine? Yüreğinin üşümesine razı oldunuz mu? Ya onu başkalarının sevmesine? Uyandığınızda geç mi kalmıştınız “gitme!” demek için, ‘gitme noktasına’ gelen kadına “kal!” diyemediniz mi? Yaptığınız hatalar, verip de tutmadığınız sözler, sevgisini acımasızca harcadığınız zamanlar gelip de düğümlenmeyecek mi boğazınıza? Dilediğiniz zaman sarılıp öptüğünüz kadını hiç
44
özlemeyecek misiniz? Karşınıza çıkardığı tüm güzellikleri görmezden gelip hatalarıyla mı avutacaksınız yoksa kendinizi? Niçin susuyorsunuz! O yanınızdayken bihaberdiniz geçen zamandan, başkalarına cömertçe harcadığınız vakitlerin kaçını koydunuz yerine geri? Hiç mi? Ne kadarını çaldınız peki ondan; hayatından, hayallerinden, umutlarından? Ne kadarını çaldınız inandıklarından? İnandıklarını aldığınızda ne kalırdı ki bir insandan? Matematiğiniz de mi zayıftı sizin duygularınız gibi… Yetiyordu hani bir tek gülüşü içinizi ısıtmaya, iki cümle duysanız sesinden; mutluluktan uçan siz değil miydiniz? Hayatınızı dolduran en büyük güzellik değil miydi varlığı? Ne oldu, birden değişti mi bütün bunlar? Yetmedi mi size sunduğu aşk? Başkaları daha mı çok hak ediyordu şimdi kurduğunuz özenli cümleleri… O başı pencere pervazında saatleri yıl yıl yürürken, gözlerini bıraktığı uzaklardan bir türlü gelemeyen siz! Sizi böylesi bekleyen o kadına vicdanınız bu kadar mı sağırdı! ‘Yağmur’ olacaktı kızınızın adı; siz koymuştunuz… Şimdi gökyüzünün gözyaşlarını tutmaya gücünüz var mı? Vicdanınız mı daraldı yoksa bayım? Hafızanızı mı kaybettiniz? Yüzünüzü kapattıkça küçülüyor mu elleriniz? “Hiç bitmeyecek”li cümleleriniz neden küf kokuyor artık? Bu kadar mı yabancıydınız kendinize? Kalbinizin duvarlarında atan sesleri duyuyor musunuz? İzin verdiniz mi gitmesine? Yüreğinin üşümesine razı oldunuz mu? Ya onu başkalarının sevmesine? “Gitme, kal!” diyemediniz mi? Kime ait olduğunuzu ne çabuk unuttunuz? Şimdi boğazınıza atılacak daha kaç günlük düğüm var? İçinizden dökülüyor mu bütün çekmeceler? Ellerinizin arasında küçüldü dünya bir sus payı… Ve bir gün gitti kadın… Size cevaplanması mümkün olmayan sorular bıraktı…
45
MÜZEYYEN ÇELİK
Şapka Cihat yapma artık bırak şu lafları. Beni çok üzüyorsun yuvamızın huzuru kalmadı. Nerden çıkarıyorsun onu da anlamıyorum. Kimsenin bana baktığı yok. İşte sen yokken evde hiç yalnız kalmıyorum. Ya kardeşim ya da annenler geliyor, onlar gelmezse de ben onlara gidiyorum. Yapma artık. Hastalık bu. Bak çocuk da etkileniyor. Çok kritik zamanları onun etme eyleme ne olur Cihat! Sürekli hır gür… Sürekli kavga. Biraz huzur görsün yavrumuz. Elif bir yandan kahvaltı sofrasını topluyor bir yandan da söylene söylene işe hazırlanan eşine yakınıyordu. Cihat son iki yıldır çok fazla kıskanç, pimpirikliydi. Severek, güvenerek evlendiği eşine güvenmiyor, kıza hayatı zindan ediyordu. Bütün erkeklerin ona baktığını sanıyor, komşularının oğullarının gece sokak başında pencerelerini gözetlediklerini sanıyordu. Bu kıskançlıklar başlarda Elif’in hoşuna gitse de artık can sıkıcı boyutlara ulaşmaya başlamıştı. Kızcağız, çocuğunu alıp tek başına alışverişe bile gidemiyordu. Alışveriş için Cihat’ın izin günü bekleniyordu. Elif’in ailesi yurtdışında yaşıyordu. Kızları gurbetin kahırlarını çekmesin, huzurla memleketlerinde yaşasın diye onu gurbete gelin vermemişlerdi. Birkaç yıla kadar da emekli olup kesin dönüş yapacaklardı. Torun da olunca annesi gidiş gelişleri çoğaltmıştı. Uçaklar da eskisi gibi pahalı değildi hem. Talha’nın hasretine dayanamıyordu anneanne. Torun başka tabi… İnsan çocuğunun derdiyle sorumluluğuyla uğraşırken sevemeden büyüyor evlatlar derdi ama torun öyle mi ya! İşte oturuyorsun derdi, sıkıntısı annede babada kalıyor sen sevmeye kalıyorsun. Yurtdışıyla telefonla konuşmak ne de olsa pahalıydı. Elif’in babası yaz tatilinde internet bağlatmış bir de diz üstü bilgisayar getirmişti kızına. Bununla konuşalım diyordu. Elif de memnun kalmıştı bundan. Hem konuşup hem de görmek bir nebze de olsa hasreti gideriyordu. Akşamları bilgisayarın başına geçip görüntülü konuşma yapmak aile için bir zorunluluk olmuştu artık. Öyle ki Talha da akşam gelip bilgisayarın önünde tepiniyor, açın diyordu. Elif’in erkek kardeşi de üniversiteyi okumak için ablasının yanına gelmişti. Bazen ablasında bazen babaannesinde bazen de öğrenci evlerinde kalıyordu. Cihat gece çalıştığı zamanlar da ablasının yanına geliyordu. Bu bilgisayar ve internet daha sonra Cihat için yeni bir tehlike olmuştu. Gün boyu eşinin onu internette aldattığını düşünüyor, deliriyordu. Eve geldiğinde sanki anlıyormuş gibi bilgisayarı hızla açıyor, kurcalıyor, bir iz bulmaya çalışıyordu. Defalarca kızı boğacak gibi üstüne yürümüştü. Elif’in kardeşi zor almıştı ablasını eniştesinin elinden. Elif sıkı sıkı tembihlemişti kardeşine annemlere söyleme diye. Geçer düzelir, beni çok sevdiği için yapıyor demişti.
46
Şubat ayıydı. Kuru soğuk dışarı çıkanların ciğerlerine kadar işliyor insanı nefes aldırmaya korkutuyordu. Elif, Cihat gece çalışacağı için eve kardeşini çağırdı. Film de getir dedi. Hava kararmadan gelmişti Eren. Elif mutfakta yemek hazırlarken Talha dayısıyla oynuyordu. Yemekten sonra bilgisayarı açtılar. Eren diğer odaya telefonla konuşmaya geçmişti. Elif de bilgisayar başındaydı. O gülüşüp konuşurken Cihat sessizce odaya girdi. Elif’i saçından tuttuğu gibi yatak odasına götürdü. Kızın bağırmalarına kardeşi koştuysa da kapı çoktan kilitlenmişti. Talha odanın ortasına oturmuş korkudan ağlıyordu. Eren kapıyı itiyor, açmaya çalışıyor, ne yapacağını bilemiyordu. Komşulara koşmayı akıl etti. Cihat kimdi o ha kimdi o şapkalı adam diye bağırıyor, kızı öldüresiye dövüyordu. Elif’in sesi de git gide azalıyordu. Kapı bir türlü açılmamıştı. Polisi aradılar. Polis eve geldi, kapıyı açtı. Elif’i kanlar içinde buldular. Polis nabzını dinlediğinde ex dedi. Cihat, Elif’i bıçaklamıştı. Kendi de bir köşeye çekilmiş ağlıyordu. Talha kimsenin aklına gelmemişti. Sessizce, herkesin ayaklarının arasından sıyrılıp annesinin cesedinin başına gelmişti. Anne kalk diyordu ağlayarak. Ambulans geldi cenazeyi aldı. Polis Cihat’ı götürdü. Talha’yı babaannesi aldı. Eren de babaannesine gitti. Kamerada ise yıllar sonra sakallarını kesmiş, en küçük oğlunun şapkasını takmış baba, o bulanık görüntüyle kızının bilgisayar başından saçından tutulup çekilişini, torununun çırpınışını görmüş ama bir şey yapamamıştı.
47
CİHAT ALBAYRAK | SAADET SORGUN
Derin Yalnızlık Bu yalnızlık, anca kendi karnını doyurur!
Cihat Albayrak 'kelimelerim metal' demişti bir şair, yalnızlığım, kelimeler kadar soyut olan yalnızlığım, bir serçenin kanatlarında soluklanmış; yüzüme nazikçe çarpan kar tanelerinden çok farklı, ayakkabımın tabanında ölümü tadan buz kristalleri kadar sert, o kadar sahici yani geçmişimden kalan seslerin titreşimleri. iki yürek arasında titreşip duran bütün sevgi sözcükleri, bütün ihanetler kadar gerçek. vücut bulmuş ve karşıma dikilmiş yalnızlığım. soruyor, onsuz olabilir miyim diye...
48
Saadet Sorgun çok karanlık… çok hiçlik… çokça bir acı… gırtlağıma dolanan bir düğüm... umutsuzluktan dem vurabilirim, mutsuzluktan da. tam da yeri. yalnızlık! uzunca bir zaman giydiğim o gömlek. şimdi küf kokuyor, şimdi nefret. zaman dar etti düğmelerini. öpünce ölüme gidecek gözler gibiyim. ayaklarımın altında kor bir ateş. yadigar bir gülüşün laneti kirpiklerimde. hangi el dokunsa bulaştıracak üzerine. bütün gerçekler gibi suçlu. bütün korkaklar kadar aciz terkedilmişliğim. can bulmuş bir tende. soruyor, benle yapabilecek misin diye... Cihat Albayrak mutsuz olduğunu söylüyor annem, ve babam, bir evi geçindirmenin ne kadar zor olduğundan yakınıyor habire, kopya çekmelerine izin vermemi istiyor öğrencilerim, berberin çırağı 3 lirayla mutlu dönüyor evine; 3 hayale 5 mutluluk alabilecek gibi... muhabbet kuşu alınıyor eve, dayım delirmesin diye, değerli eşyalara, yadigarlara isimler konuyor, bir adı oluyor fotoğrafların, evlerin, kalem kutularının, ahşap çerçevelerin, yalnızlıktan korkuyor muyuz ne? Saadet Sorgun umut ekmek değil onunla karnımı doldurmuyorum. umut benim rızkım. aklımı doyuruyorum. çatlamış ellerine, çatlamış dudaklarına değdi mi, bir de veren oldu mu... ya nasip yakınmak kimin diline… lakin uzanan elleri maviyken tutmak isteriz. kara görünse de tünelin sonu. bilir, kalbi kalp ile beslemekle yetinen... kendiyle çene çaldığı çokça yetiyor öğrencinin. gözlerini dike dike. adı biline öğretmenin; illa, adı biline. üç lirayla beş mutluluk dikiyor benim ablam. görsen nasılda yakışıyor boynuma. berberin çırağındaki huzuru duyuyorum o an.ne hızla büyüyor gözbebeklerimde. sıkışmış kum zerrelerinin seslerini duydun mu hiç? kendine beş dakika arayla bir şeyler hatırlattın mı? nesnelerin dilinden anlıyorum kimi zaman. hoşbeş ediyorlar birbirleriyle.sarılınca birine başka bir ben’i hediye edermiş gibi oluyoruz. yalnızlıktan korkuyor muyuz ne?
49
Cihat Albayrak biz aslında, ihtiyaç duyuyoruz yalnızlığa... üşüdüğünü hissetmeli insan kimi zaman, canının yandığını, bisikletten düşüp dizini kanatmalı bağımlılıklarımız, 'onsuz olmaz' dediklerimiz olmadan da yaşayabildiğimizi fark etmeliyiz misal... dolmuşla işe gidip gelmekten, balık ekmek yemekten, tadı asla değişmeyen ve insana asla cevap vermeyen sigaralarla efkar dağıtmaya çalışmaktan, bir dilenciye bir bozukluk uzatırken kendimizi cennetlik hissetmekten, bilgisayar başında her ayrıntıya yorumlar getirip dünyayı kurtaracağımızı zannetmekten, kalbini kırdığımız insanlardan hep aynı bahanelerle özürler dilemekten, çayı hep iki şekerli içmekten, dişlerimizi hep sağ elle fırçalamaktan, bizi sevdiğini iddia eden insanları hep aynı 'anlayışlı' yapmacık tavırlarla reddetmekten daha fazlası olmalı aklımızda, hayalimizde. yani, metrodaki anonsçu kadının kim olduğunu düşünebilmeli insan, korkuyorsa şayet yalnızlıktan. vapurda limon sıkacağı satan adamın sıkıntısını, sınıfta sunum yapan bir çocuğun heyecanı ile karşılaştırabilmeli... anlayışsızlığından yakındığımız mahalle sakinlerine gösterdiğimiz tepkinin, çeşitli devlet kurumlarında maruz kaldığımız memur terörü ile tamamen aynı olduğunu görebilmeliyiz. ve evet görebilmeliyiz, aynı memnuniyetsizliklerin hem öznesi, hem nesnesi olabileceğimizi. oysa, bir telaş ki sormayın! birkaç saniye ile kaçırılan servisin ardından edilen küfürler örneğin... başarılı olunamayan bir sınavın ardından, 'bir yıl kaybedilmiş olduğu' yalanına inanan milyonlarcamız... il il dolaşıp oy isteyen siyasetçiler. hırsızı bile bir garip, bir plan yapar insan, bir düşünür neyi, nerede, ne zaman, nasıl çalacağını. oysa neymiş efendim, kap-kaç! biz, yalnızlığı hak etmiyor muyuz ne?
50
Saadet Sorgun insan… kabullenebildikleriyle, hazmedebildikleriyle, eksikleriyle, eksilttikleriyle, daha çok insan! hissettikleriyle. o sonu gelmez hıçkırıkların arasına sıkışmış isimleriyle. kursağına dizilmiş hevesiyle, dibine vurduğu neşesiyle. adım attıkça gözlerine bulaştırdığı renkleriyle. acısıyla, azabıyla ne de çok insan! akşamlarıyla, gündüzleriyle, siyahıyla, grisiyle. kuyusuyla, dikili ağacıyla. gülümseyen zırhıyla, daralmış nefesiyle, kısılmış sesiyle. suyuna hasret memleketiyle, kanını donduran ölümleriyle, ölenleriyle kalanlarıyla ne çok insan! ölüyoruz gün geçtikçe... ne çok yalnızlaşıyoruz. iyi kullan diyordu bir dost. ‘başa beladır’ neyi ama neyi dikkatli kullanacaktım. yalnızlığını, yalnızlığını diyordu…
51
NURULLAH YARDIMCI
Edebiyat Dünyası ve İnsan En büyük yoksulluk okumadan yaşanmış bir hayattır. Kişi ekonomik güce sahip olabilir ama yaşama kültürü yoksa zenginlik boş bir araçtır. Dünyanın en yoksul insanı paradan başka hiçbir şeyi olmayandır. Arthur Schopenhauer’un bu sözünün tek cevabı kitaptır. Dimağınızın ve kalbinizin kitap üzerine yoğunlaşmasını engellerseniz, gözleriniz görmez, kulaklarınız işitmez, bakar bir kör durumuna düşersiniz. Amaçsız, sevgisiz bir dünyada insanın kendini tüketmesi ya da bitkisel yaşam içinde kaybolması... Politik mücadele canlı yaşamın bir parçasıdır. Siyasal kültür kitaptan geçer ama günümüz Türkiye'sinde sanat ve edebiyat siyaset adamlarının yanından bile geçmemiş, ülkede gezerliğin kaynağında kültürsüzlük acı şekilde yatmaktadır. 20. yy’ın en büyük bilim adamı Einstein’ın “eğitim için yüksek okula gerek yoktur birey bunu kitaplardan da sağlayabilir” sözü kitaba ne kadar değer verdiğini açıklıyor. Tarihteki en önemli ve en değerli mucitlerinden Thomas Edison da bunda hemfikirdi. Atatürk’ün bir gazetecinin “Birleşmiş Milletler’e üye olmayı düşünüyor musunuz?” sorusuna “şartlarımızı koyar, kabüllerine bağlı biz müracaat etmeyiz, üye olmak için eğer davet gelirse düşünürüz” sözlerinin sebebi ruhunun kitaplar üzerine nasıl yoğunlaştığını ve kitapların insana nasıl bi güç verdiğini gösteriyor, yoksa bir insan nasıl bu kadar büyük başarıları elde edebilir ki? Politik olduğunu söyleyen bir kişi Zola'nın “Garminal” kitabını okumadıysa maden işçilerinin yerin altında hayatlarını tehlikeye atarak onların ezildiğini nasıl anlayabilir? Garminal işçi sınıfını anlatan en büyük eserdir. Ya “Vadim O Kadar Yeşildi ki” İrlandalı bir işçi ailesinin toplumsal yaşamı, bir din adamının aşkı… Geleneklerin içine kendini hapseden bir din adamı. Sonra işçilere sendika kurması için öncülük eden papaz. Burjuva yazarı Balzac, “Köylü İsyanları” kitabını yazarak, ihtilalleri haber veren ön sezgileri güçlü yazar... Balzac, burjuvazinin aç gözlülüğünün, doyumsuzluğunun bir gün ihtilale giden yolları açacağını yazar. Balzac'ın “Vadideki Zambak” kitabında, soylu ve genç bir öğretmen olan kadın, yaşlı kocasına ihanet etmeyi ölümcül suçar. Bu gelenekçi kadı gizli aşkını kalbine gömer. Umutsuz aşk, soylu kadının hayatına mal olur. Balzac, son 200 yılın en büyük yazarıdır. Ve bu büyük deha hala aşılamamıştır. Victor Hugo, “Sefiller” romanında bir dönemi yazmıştır. 1871 ihtilal süreçleriyle beraber halkın burjuvaziye karşı başkaldırısını, direnişini, sokak barikatlarını kalemiyle yaşatmıştır. Bir ekmek çaldığı için küreğe mahkum edilen zavallı sefil insanları... “Notre Dame'ın Kamburu” fiziken korkunç görüntülü bir insan Osimada. Kilisenin çanını çalan çirkin adam, günün birinde çingene güzeli Esmeralda'ya aşık olur Umutsuz bir aşk, güzel kadın bu korkunç adamdan korkmakta ama hilkat garibeti içinde nasıl bir sevgi yaşadığı, zaman içinde güzel
52
kadını şaşırtır. Ona bir gün kırmızı gül getirir ve önüne eğilerek gözlerinden yaş gelir. Ona bir çocuk gibi bakar. Osimada kendine uzay kadar uzak olan kadın yanında olmasına rağmen ona dokunmaz. Sadece gizli gizli onu seyreder. Geceleri üşümesin diye onun üstünü örter. Victor Hugo Notre Dame'ın Kamburu kitabında sevmenin fizik ölçüleri içinde yeri olmadığını belirtmeye çalışır. Yani çirkinliğin içinde güzellik yaşar. Fransız edebiyatı Rus yazarlarına örnek olmuştur. Dostoyevski, Turganov, Çernevski, Gorki… İnsanlık tarihine baktığımız zaman büyük politik ihtilallerin yolu hep edebiyat yazarları tarafından açılmıştır. Sisli ufukların aşılmasına büyük yazarlar öncülük etmiştir.Victor Hugo politik bir adamdı. Hep ihtilallerde yer aldı. İhtilal burjuvazi tarafından tasfiye edilince Hugo, Fransa'dan kaçtı. Yıllarca Avrupa'da sürgün hayatı yaşadı. Turgenyev “Babalar ve Oğullar” kitabında kuşak çatışmasını anlatır. Rusya'da 19. yy’da “Darvinizm” tartışılmaktadır. Baba toprak ağası, oğul tıbbiyeyi bitirmiş. Genç doktorun ağası genç hukukçu, baba evinde siyasi tartışmalar, bilimsel gelişmeyi kabul etmeyen baba, evde misafir papaz. Turgenyev'in kitabı Çarlık Rusya'sında aydınların baş yapıtıydı. Dostoyevski “Ecinniler” romanında sanki Türkiye'deki aydınların duyarsızlığını yazmıştır. Siyasi infazlar karşısında hukukçuların sorumsuzluğu, basın özgürlüğü, öğretim üyelerinin siyasi kaçkınlığı, Ecinniler ihanetleri, sorumsuzluğu, liberallerin dönekliğini anlatan bir kitaptır. Eğer Shakespeare okumamışsanız genel kültürünüz yok demektir. “Hamlet” insandaki ihanet yapısını ortaya koyan bir eserdir. İktidar hırsı için kardeşini tuzağa düşürüp öldüren Hamlet'in amcası aynı zamanda öldürdüğü kralın eşini de alır. Hamlet, bu korkunç cinayeti içine sindiremez. Kinini günü geldiği zaman ortaya kor ve babasının intikamını alır. Hiçbir yazar Roma tarihini Shakespeare gibi yazamamıştır. “Julius Ceasar” , “Antonius ve Kleopatra” kitabıyla Roma'nın zengin tarihini oyunlaştırarak insanlığı bilginleştirmiştir. Siyasal mücadele süreçleri Roma'nın politik yaşamı okunarak örnekleme alınır. Roma İmparatoru Sezar'ı arkadan bıçaklayarak öldüren Brutus, simgesi olarak insanlık tarihine geçmiştir. Acaba Brutus Sezar'ı öldürmekte haklı mıydı? Kanlı diktatör insanlığı köpekleştirip, tek bir ulus yaratma amacındaydı. Bu dünya halklarını Roma’ya köle yapmaktı. Shakespeare, “Roma halkı koyun olmasaydı, Julius Ceasar kurt olmazdı” der. “Kral Lear”, yaşlanan kralın çocukları tarafından yetkililerin elinden alınıp onun bir zavallı konumuna getirilişini acıklı şekilde verir. Kral Lear her insanın örnek alması gereken bir insanlık trajedisidir. “Macbeth” insanı canavarlaştıran iktidar tutkusunu işleyen yönetme hırsının insanı nasıl kanlı bir katil konuma getirdiğini gösteren büyük bir eserdir. Roma tarihi siyasi tezlerle doludur. 1789 Fransız İhtilalcileri politik kaynakları, bilgileri Roma’dan aldılar. Roma'nın zengin mücadelesi insanlığın gelişmesinde ölümsüz eserler bıraktı. Roma imparatoru Julius Ceasar’ı arkadan bıçaklayarak öldüren Brutus, aslında özgürlüğü hedef almış bir kişiydi. Sanatlardan kopmuş insan ölü bir kişiliktir. Amaçsız, gayesiz ve süreç içinde her şeyi kabul eden köle bir kişilik. 1930'larda Almanya’da Naziler iktidar çarkını ele
53
geçirince kitapları tören düzenleyerek yaktılar. Hitler’in propaganda bakanı Göbbels, “Kültür dendiği zaman silahıma mermi süresim geliyor” diyordu. Batı dünyasının bizlere Nobel ödülünü vermesine teşekkür ederiz ama bu armağan bizim kültür ihtilallerine olan inancımızı daha çok güçlendirmeye destek olacak ve ülkemizin bütün yazarları sanat yolunda insanlığa büyük eserler vermeye devam edeceklerdir.
54
ALINTILAR DEFTERİ’NDEN
“
Acı, hassasiyetini kabuklaştırıyor insanın. Ölmek galiba bu… Ayrılığa
alışmış gibiyim. Tevekkül, teslimiyet. Ve heyecanların gün geçtikçe kararan pırıltısı… Alışkanlıkların insanı pestile çeviren çarkı… Artık yanarak değil, tüterek yaşıyorum. Nemli bir tomar gibi… Kanatlarım her gün bir parça daha
”
ağırlaşıyor.
Cemil Meriç [Jurnal]
55
İZLENESİ PROGRAMLAR KAFA DENGİ – 24 Bu sayımızda ‘İzlenesi Programlar’ köşemize seçtiğimiz program, yazar - şair Selahattin Yusuf, yazar Gökdemir İhsan ve yazar - senarist Tarık Tufan’ın sunduğu ‘Kafa Dengi’…
“Gündelik yaşama ince bakış, çarpık ve kaba bakışlara ince ayar bu programda. Dar açı yok bu programda. Vücut çalımı yok. Şike şaibe yok. Karambol var. Uzmanlık yok. Belge yok. Kavga yok. Mevki yok. Kolektif oyun anlayışı var. Sıcak gelişmeler yok; ama soğuk gelişememeler de yok: Genel kültürün ayak izleri var. Ülkemizin kültürel yer-altı kaynakları var. Unutulmuş güzellikler var. Hikâyeler var. Gündelik hayatın masalları var. Kitabın kokusu, müziğin hası, sinemanın daniskası var.” ‘Kafa Dengi’ her Cumartesi canlı yayınla 23.30’da 24 ekranında.
56
İZLENESİ FİLMLER PATCH ADAMS ABD 1998 / Yönetmen: Tom Shadyac
Konusunu gerçek yaşam öyküsünden alan filmde, Robin Williams’ın canlandırdığı Patch Adams (Hunter Campbell) akıl hastanesinde geçirdiği zaman diliminde hemşire ve doktorların hastalara davranışındaki sertliğe ve soğukluğa şahit olur. Hastaneden çıktından sonra bütün bunları değiştireceğine dair kendine bir söz verir. Bir tıp okuluna kaydolur ve henüz öğrenciyken, hastalardan tek kuruş almadan tedavi edebilecek gönüllü öğrenci doktorların çalıştırdığı ve hastaların ilaçla değil şefkat ve moralle tedavi edildiği ufak ama sıra dışı bir sağlık merkezi açar. Koşulsuz sevmenin ve iyi bir insan olmanın en güzel anlatımlarından biri olan bu filmi izlenesi filmler başlığımıza iğneliyoruz… Patch Adams’ın vermek istediği mesajlardan birkaçı: “İnsanoğlu eğer değişmezse, bu yüzyılda hayatta kalma şansı yok.” “Ben 65 yaşında hayatımın ‘yemek sonrası yenen tatlı’ fazındayım. Ben; aşkla, neşeyle bir şeyleri değiştirmeye çalışıyorum. O yüzden ben, kendi cennet bahçemdeyim. Ancak problemin farkındayım; oturmuyor, söylenmiyor, şikâyet etmiyor ve bir şeyler yapıyorum.” “Dünyada şefkati öğreten tek bir tıp okulu yok.”
57
“Ölümün yanlış olan tarafı ne bayım? Dehşete kapılacak kadar bizi korkutan ne? Neden ölümü bir miktar haysiyet ve insanlıkla, anlayışla ve hatta tanrı korusun, bir miktar mizahla ele alamıyoruz? Ölüm düşman değildir beyler. Bir hastalığa karşı savaşacaksak, önce gelmiş geçmiş en kötü hastalık olan ‘umursamazlıkla‘ savaşalım.”
"Bugün, evet sadece bugün 30 bin çocuk açlıktan ölecek. Yarın diğer bir 30 bin. Bu ilginç değil; ancak futbol ilginç. Bugün 20–50 milyon arası yetişkin adam çocuklarla seks yapmaya yeltenecek. Bu ilginç değil. Kirli hava, kirli su, berbat edilmiş çevre de ilginç değil. Ancak saç bakımı ilginç, ayakkabı ilginç, 3 bin dolarlık saat ilginç. İşte bu acı veriyor. Acıyı hissetmek, onu çekmek çok ağır... Ve sadece acı duyarak yaşamak insanın enerjisini alır. O yüzden ben acıya odaklanmıyor, oturup hiçbir şey için de kimseye yalvarmıyorum. Acı bir uyarıcı olmalı. Harekete geçmek için bir uyarıcı.”
58
OKUNASI KİTAPLAR | DURKAYA İPŞİR
Werther: Bir Şairin Gözyaşları – 1
Werther’de kim? Soranlara; Werther, Goethe’dir derim. Yalnız Goethe değil; hepimiziz! Goethe’nin başından geçen bir aşkın verdiği ilhamın gün ışığına çıkmasıdır aynı zamanda. Volpertshausen’deki baloda tanıdığı peri kızı Charlotte’a olan aşkının filizleriydi gün ışığına çıkan. On yaşında şiir yazmaya başlayan Goethe, ilk oyununu da 15 yaşında yazmıştır. Genç Werther’in Istırapları ise, ilk yayımlanan romanı özelliğini taşır. Werther, Johann Wolfgang Goethe’nin 1774 yılında yayımladığı Genç Werther’in Istırapları (Die Leiden des Jungen Werther) isimli romanın ana karakteri. 1772 yılında Wetzlar’da Jerusalem adında bir gencin aşk yüzünden canına kıyması bütün Almanya’yı titretmişti. Goethe, Genç Werther’in Istırapları’na, bu olayı ve kendi ıstıraplarının kanlı gözyaşlarını damıtarak yazdı.
59
O zamanlar Goethe, Charlotte adında birini seviyordu ve Werther’deki Lotte gibi nişanlıydı. Charlotte, Lotte’ydi. Evlenirken de Lotte ve nişanlısı Kestner’ın nikâh yüzüklerini Goethe hediye etmişti. İçindeki sevginin kural tanımaz çığlıklarıyla ruhunu huzura kavuşturmaya çalışıyordu. Ruhu, imkânsız bir aşkın kaynayan kazanında can çekişlerini veriyor, son nefesini saklıyordu. Tüm zamanların en iyi aşk romanlarından biri kabul edilen Genç Werther’in Istırapları’nda, yazar, şairane üslubunu oldukça akıcı ve başarılı kullanmıştır. Çoğunlukla tabiattan sahnelerle süslenmiştir. Her mektubun, bir sonraki mektubu çektiği romanda, “kalp” sözcüğü neredeyse tüm mektuplarda vardır.
Üç bölümden oluşan romanın ilk iki bölümü çoğunlukla Werther ile aziz dostu Wilhelm arasındadır. Goethe, üçüncü bölümün çoğunluğunu kendisi eklemiştir. Genel anlamda mektup tarzında yazılan romanın ilk mektubu 4 Mayıs 1771 yılını, son mektup ise 21 Aralık tarihini gösterir. 4 Mayıs tarihli Wilhelm’e yazdığı mektup bir uzaklaşmadan bahseder. 21 Aralık tarihli Lotte’ye yazılan mektup yine bir uzaklaşmadan; Werther’in vasiyetinden… Kısa bir özet yapacak olursak: Bahar aylarıdır ve balo mevsimidir. Werther, Lotte ile birlikte katıldığı bu balolarda, O’na gittikçe yaklaşmış ve duygularını açıkça ifade etmiştir. Birlikte oldukları her an, onlar için Karun hazinelerinden daha değerlidir. Werther Lotte’nin yanına her gittiğinde Lotte’nin kardeşleri etrafını sarar, karşılıklı sevişirler. Lotte’nin bir de piyano çalışı vardır ki; Werther’in ruhuna dolar.
60
Lotte’ye duyduğu saf aşk’a ve karşılıklı sevmelerine rağmen bu aşk imkânsızdır. Lotte nişanlıdır ama ne çare ki Werther’de yangının ortasında duran deli bir âşıktır. Lotte’ye duyduğu derin saygı ve sönmeyen sevginin sonsuzluğu eşliğinde aradığı mutlak mutluluğun devam edeceğini düşünen Werther, bu düşüncede ki yanlışlığı çok geçmeden anlayacaktır. Böylesi güzel günlerin sona ereceği zaman yaklaşmıştır. Albert gelir ve Werther için şizofreni geceler başlar. Tanıştıktan sonra Albert de Werther’i sever. Lotte verilen sözüne ve ahlaki değerlere sahip çıkarak Albert’le evlenir. Werther’in aşkı hiçbir kuralı kabul etmez ama aynı zamanda da inancını hep korur. Albert zamanla Werther ile Lotte’nin arasında olup biteni öğrenir. Albert bu duruma da fazla ses çıkarmaz. Çıkarmamasının sebebi de Werther’in saf aşkıdır. Zamanla olaylar daha da karmaşıklaşır ve : “Kanlarını yakınları için akıtabilmek ancak asilzadelere nasip olurdu. Ölümleri sayesinde de dostlarına bin bir çeşit zevkli hayat sağlayabilirlerdi.
DİNLENESİ ŞARKILAR 1- Goran Bregovic – Old Home Movie 2- Loreena McKennitt – Cymbeline 3- Françoise Atlan – Durme Durme 4- Edith Piaff – La Vie En Rose 5- Can Atilla – Rumeli Hisarının Yapılışı
{Loreena McKennitt} 61
TAKİP EDİLESİ SİTELER
[ haberkultur.net ]
"Sanatla başladı yurdumuzda yabancılaşma, yine sanatla kalkacağız ayağa!” diyen HABER KÜLTÜR; kültür, sanat, hayat, edebiyat, sinema, söyleşi, dergi, kitap gibi pek çok alandan güncel haberlerle buluşturuyor okurlarını.
Genel Yayın Yönetmeni Ercan Yılmaz
Editörler Betül Kaymaz Rukiye Günal Elif Zeynep Çiftçi Zahide Büyüklü
62
BİR PORTRE CAHİT ZARİFOĞLU (1940–1987)
“…ve gözüm eşyamda değil, yoruldum maddemden… ta ki dünya bitti; köşk kurdum sakin oldum…” 1940'ta Ankara'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Çeşitli kurum ve kuruluşlarda muhasebeci, çevirmen, düzeltmen, teknik sekreter olarak çalıştı. Öğretmenlik yaptı. İlk şiir ve öyküleri lise öğrenciliği yıllarında Kahramanmaraş'taki yerel gazetelerde yayınlandı. Ardından İstanbul ve Ankara'daki dergilerde çıkan şiirleriyle tanındı. Kahramanmaraş'ta “Açı” adıyla bir sanat dergisi yayınladı.1976'dan sonra Ankara'da yayınlanan Mavera ve Edebiyat dergilerinin sürekli yazarı oldu. İlk şiirlerinde ikinci yeni akımının etkileri görülür. Madde-ruh çatışması, “Batı diktasına karşı Doğu protestosu” temalarını işledi. İlk şiir kitabı “İşaret Çocukları” 1967'de yayınlandı. Şiirlerinde dinsel inançları çerçevesinde ele aldığı Anadolu insanlarının acı, umut ve sevgilerini yansıttı. Son şiirlerinde ise İslamcı düşüncedeki insan sevgisi, toplumsal mutluluk anlayışını işledi. Yer yer gerçeküstü öğeler ve eski şiir kalıplarını uyguladı. Değişik dönemlerde ilkokul öğretmen vekilliği ve Almanca öğretmenliği yapan Cahit Zarifoğlu, 1976'dan itibaren TRT Genel Müdürlüğü'nde mütercim sekreter olarak görev aldı. Farklı gazete ve dergilerde yazıları yayımlandı. Mavera Dergisi'ni arkadaşlarıyla birlikte yayımladı. Zaman Gazetesi ve Mavera Dergisi'nde
63
‘Okuyucularla’ başlığıyla hayli ilgi toplayan ve bir ‘mektep’ özelliği taşıyan sohbet köşelerini düzenledi. 1983'te TRT İstanbul Radyosu'nda görev aldı. Radyo oyunları yazdı. 1984'te Türkiye Yazarlar Birliği Çocuk Edebiyatı Ödülü'nü alan Zarifoğlu, 7 Haziran 1987'de Yâr'ine kavuştu. Kaynak: turkceciler.com ESERLERİ Şiir İşaret Çocukları Yedi Güzel Adam Menziller Korku ve Yakarış Hikaye: İns Çocuk Hikayeleri Serçekuş Katıraslan Ağaçkakanlar Yürekdede ile Padişah Küçük Şehzade Motorlu Kuş Kuşların Dili
64
Çocuk Şiirleri Gülücük Ağaçokul (Çocuklara Afganistan Şiirleri) Roman Savaş Ritimleri, Ana Günlük Yaşamak Deneme Bir Değirmendir Bu Dünya Zengin Hayaller Peşinde Tiyatro: Sütçü İmam
BİR DERGİ Başkalarının Hayatı Dergisi 4. Sayı:
Başkalarının Hayatı, ‘insanın zaten yeterince karmaşık olduğu fikrine’ tutunarak yoluna devam ediyor. Bu sayının kapak güzelleri Tarkovski ve Faulkner. Dergide Tarkovski sinemasında şiirsel yapı üzerine bir deneme bulunuyor. Faulkner romancılığına ışık tutacak bir yazı ise hayal gücünün sınırlarını zorluyor. Salim Nacar’ın kaleme aldığı “Türk şiiri için bir gerekçe” ise Türk şiirinde yeni bir tartışmanın envanterini çıkarıyor. Mehmet Gül bu kez Gide’i yazdı, klasik üslubu ve metinler arası kurgusuyla. Alptuğ Topaktaş, Auscwitz’den sonra şiir yazmak için beş eşik denemesiyle şiirin bir analizini çıkarıyor. İsmet Emre, Teorisiz Yaşamlar yazılarının ilki bu sayıda. Ahmet Özdemir, Sakızlı Ohannes Paşa’nın Güzel Sanatlar Tarihi ekseninde estetik üzerine bir okuma yapıyor. Bu sayıda şiirleriyle Ömer Aksay, Alkan Kılış, Salim Nacar, Talip Nacar, Murat Çelik, Ferhat Dönmez yer alırken, çeviri metinlerde yine K. Özkan Dağ’ın imzası var.
65
SÖYLEŞİ Şair-Yazar Müştehir KARAKAYA Hayal Bilgisi Dergisi yayın yönetmeni Cihat ALBAYRAK’ın sorularını cevapladı... Edebiyat Sokaktaki İnsanın Ne İşine Yarar? Bu sorunuza nasıl cevap vereceğimi düşünürken Sıddık Akbayır’ın bir sözü geldi takıldı dimağıma: “Edebiyat karın doyurmaz, çay içirir” diye. Edebiyatı hayatın içinde görenler var, hayatın dışında görenler... Ama aslında edebiyat bize göre hayatın ta içindedir. Günlük konuşmadan tutun, alışverişe kadar, müzikten tutun yaptığınız işe kadar, kendinizi ifadeden tutun yaptığınız siyasete kadar...
Yanlış anlaşılan şu; ‘edebiyat yapma, karnın açsa edebiyatla işin ne?’ Şöyle denklemi kurarsak, edebiyat yaşamın her alanında lazım... Sokaktaki adamın bakkala, “bir ekmek versene” demesi bile edebiyat; ki edebiyatın “edep”ten geldiğini biliyorsak, bu “bir ekmek versene” yerine “bir ekmek verir misin’e” dönüşür. Ev hanımının oğluna/kızına verdiği öğüt edebiyatsa, “gel vatandaş gel, batan geminin malları bunlar” diye çığıran sokak satıcısının nidası edebiyatsız olmayacaktır. O zaman edebiyat aslında bizim bilmediğimiz kadar hayatla, sokakla, beşeri münasebetle ilişkilendirilebilir. Gel gör ki, edebiyatçılar toplumun dışında, toplum edebiyatçıdan uzak ikilemi, edebiyatçı vatandaşın derdini anlamaktan uzak, vatandaş da edebiyatçının söyleminden uzak kaldıkça, “bana hikâye okuma” safsatası uzayıp gidecektir.
66
Sokak insanı belki doğrudan edebiyatla/yazarla/şiirle ilgilenemiyor, tüketim aracı olarak göremiyor, para kazandırmadığını, edebiyatın eve ekmek götürmediğini biliyor, ama derdini anlatmak için gündelik yaşamında tüm saatlerine sinen bir üslup, kalite, duruş, insani muaşeretin edebiyatın içinde var olduğu bilinci kazanması gerekiyor. Edebiyatın bir görevi de bu olmalı. Hangi sanatta, zanaatta, meslekte, iş kolunda, boşlukta olursa olsun insanın etiğine müdahale eden bir kavram olduğu bilincine ulaşması/ulaşılması gerektiği üzerinde durursa, işte o zaman sokaktaki insan edebiyatın çok işine yaradığını görecektir... Uzun zamandır edebiyatın içinde olan biri olarak dergiciliğin, dergilerin dışında kalmış olmanız düşünülemez. Müştehir Karakaya’nın edebiyat dergileri ile imtihanını anlatın bize. Edebiyat Dergileri’ne dair, Müştehir Bey’in kişisel tarihinde nasıl anılar, ayrıntılar, dönüm noktaları vardır; bunları bizimle paylaşın lütfen. Uzun bir hikâye, ta İstanbul maceralarına girmem gerekiyor bunu cevaplayabilmem için. Dergilerde yayın yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü yaptım. Dergi kurdum yönettim, çıkardım. Yirmi beş yıldır dergilerle haşır neşirim. Ekol olan dergileri, mektep olan dergileri bilirim. Dergicilik yüzyıllık bir etkinliktir. Kitap, bin yıllık bir etkinlik... Gazete, bir günlük... ‘Dergi çıkarmak, bir eyleme kalkışmaktır,’ demişimdir çoğu kere. Bu edebiyat dergileri için de böyle, diğer piyasa dergileri için de böyle. Hatta reklâm dergileri de böyle. Hep şunu gördük şu ana değin, dergi bir misyonu üstlenir, bir çerçeve çizer kendine ve kendisine yakın olanı, kendisi gibi düşüneni, kendisi gibi yazanı bu çerçeveye oturtur. Ayrımcılık yapar yani. Taraf tutar. Senin gibi düşünmeyeni yok sayar, ürünü ne kadar kaliteli de olsa, ne kadar iyi bir şair/yazar da olsa kendinden olmayanı ötekileştirir. Ben yıllarca bununla hesaplaştım, bu öngörüyü yıkmak için çaba gösterdim. Benden olmayanı da bağrıma bastım. Yeri geldi yol gösterici oldum, yeri geldi yol öğrendim. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi var, tamam, kimse kimseye benzemez. Hele söz yazı yazmak, şiir söylemekse, herkes öznel, herkes özeldir. Ancak, o kadar çok gördük ki, “bize gelin biz olun, bizim gibi olun, bizden olun,” deniyor,’ sadece bize, sadece bizden olun’... Bu kesin çizgileri belki birileri çıkıp belirlemiyor, belki isteyerek yapmıyor, ama mektep olma yolunda dergicilik yapılıyor ya, ister istemez buna itiliyor şartlar böyle gerektiriyor. Çok şey var anlatılması gereken ancak kısaca dersek; kendi deliliğini tescil etmek isteyen, kendinden vererek hiç almak düşünmeyen, başkalarının ayaklarını omuzlarında taşımak isteyen bu yola heves duyar. Hep bir ekiple yola çıkılır, iki üç ay sonra hep yalnız kalınır edebiyat dergiciliğinde... Yazan çok olur, şöhret peşinde koşan çok olur, ama aidiyet meselesine gelince kimse yanaşmaz, o yükü yüklenmez. Ben hep yalnız kaldım, sizleri bilmiyorum, umarım sizler böyle değilsinizdir... İdeal bir edebiyat dergisi nasıl olmalıdır?
67
Yukarıda anlattığım bazı kıstasların tam tersi olursa belki mükemmel bir edebiyat dergisine ulaşılabilir. Ama şu haliyle söylemek istersem ve dahi isim verirsem, ne Varlık, ne Hece, Ne Dergâh, ne Akatalpa, ne Beyaz Gemi, ne de derginiz Hayal Bilgisi ve diğerleri masum değildir ve mükemmel sayılmaz. Ha bir de şu var, mükemmel olmak için uğraşmaz zaten edebiyat dergileri, çünkü amatör bir ruhla çıkarlar, profesyonelliğe kaydıkça, ruhlarını da kaybederler... Vanlı (ya da en azından Van’da yaşayan) bir şair olarak, Van’daki edebiyat hayatını, ortamını, geçmişini, Van’da yayınlanmış olan dergileri, kitap okuma alışkanlıklarını, Van’da bir edebiyatçıyı besleyen değerleri, olayları, kişileri anlatır mısınız? 1995 yılında gelip Van’a yerleştim. Maksadım biraz kafamı dinlemek, Cağaloğlu’nun o dağdağasından uzaklaşmak, kavgalara ara vermek, isyan bayrağını biraz indirmek, küsmek, kendimi aramak adına, daha saymadığım birçok maddi manevi dertlerimden dolayı, Van gibi metropolün karşısında köy kalan şehre geldim. İçime gömüldüm, ama dostlar beni bırakmadılar, habire çektiler yine bu kuyuya, kafamı dinleyemedim. Üniversiteden hocalar, öğrenciler, yazanlar, çizenler, şarkı söyleyenler, türkü irat edenler, edebiyatı sevenler beni çaldılar. 95–2000 yılları arasında hızlı bir trend yaşadı Van’daki edebiyat çevresi, biraz benim kışkırtmamla, biraz onların heves ve gayretleriyle, çıkardığımız dergilerle, bu eğilim arttı. Sanırım zaten bu şehirde böyle bir potansiyel vardı, ben mağarama çekileyim derken kışkırttım sanırım. Van’ın kadim şairleri/yazarları/ozanları çoktur. Yerelde de kalsa bir potansiyeli her zaman vardır. Van hiç bir zaman edebiyattan, sanattan kopuk yaşamamıştır ancak, lokomotif görevi yapacak, vagonları birbirine bağlayıp götürecek bir güç gerekir. Kültür seviyesi oldukça yüksek bir şehir Van... Küçük, ama şehir... Kentleşmeye doğru kayan ama şehir olarak kalmak isteyen bir şehir. Birçok dergi, mevkute, broşür, sanatsal faaliyet gerçekleştirmiş geçmişinde. Hâlihazırda bir durgunluk var, özellikle 2005 yılından sonra bir suskunluk devresi başladı. Dağılmalar oldu, hocalar gitti, şairler, ozanlar terk edip başka diyarlara göçtüler. Düğün dernek çoğaldıkça kopmalar baş gösterdi. Eski samimiyeti bulamıyoruz, siz buna zamanın gaddar sileceklerini ekleyin, hızlı yaşamı, çaresizliği, yalnızlığı, anlaşılmazlığı, hatta ihtiyarlığı da ekleyin. Tabii ki güneş her gün aynı yerden doğmaz. Metropollerde olduğu gibi bu şehirde de birbirini anlamayan sanatçı grupları var, ayrı telden çalan tınılar var, görüş ayrılıkları var... Bunları bir potada eritmek zor olduğundan bölük pörçük kendilerini idame ettirme uğraşısı içindedirler ve yavaş yavaş yok olup gitme korkusu yaşamaktadırlar. Yoksa iklimiyle, coğrafyasıyla, kadim tarih ve kültürüyle, sevecen ve ılımlı insanlarıyla Van ender bulunan illerimizden… O kadar çok şey yazılacak bir renkliliğe sahiptir ki, yeter ki kıymetleri bilinsin, vefasızlık yapılmasın. Sıra gençlerde; silkinmeli ve bırakılan bu boşluk
68
doldurulmalıdır. Bence sizin gibi arkadaşlara çok iş düşüyor artık. Bir şair olarak Müştehir Karakaya özgeçmişini hangi 3 cümle ile aktarmak ister?
En zor cevapladığım sorulardan biridir bu. Gençliğini hiç yaşamamış, hastalıklarla boğuşmuş, akademik bir kariyer yapmamış, kendine has bir delilikle İstanbul’da at koşturmuş, ihanete uğramış, üç günlük dünyasında üç gün üst üste hiç karnı doymamış, aristokrat bir aileden gelen ama ne şehirli olabilmiş ne köylü kalabilmiş, ölümle yaşam arasında gel-gitleri olan, nirvanayı arayan, Kaf dağına doğru kanatsız yola çıkan bir meczup... Sizi çok etkileyen, çok başarılı bulduğunuz bir şair ve bir şiirini paylaşır mısınız? Bunların sayısı çoktur, sizin de sayfalarınıza sığmayacak kadar, bir örnek verelim o zaman, bizim Yunus’tan olsun: “Şu yüce dağlar başında / Salkım salkım olan bulut / Saçın çözüp benim için / Yaşın yaşın ağlar mısın?” ‘Edebiyatçı’, ya da ‘şair’ diye kime denir? Bu etiketleri taşıyabilmesi için bir kişinin, ne yapması ve ne yapmaması gerekir? Herkesin kıstasları, öngörüleri farklıdır. Bir kimseye bu edebiyatçıdır, şairdir, ya da değildir diyemiyoruz. İçindeki potansiyelin farkına varıp kendisi olmayı başarmış ya
69
da kendisi olmak için çaba sarf eden kişi özgün, üzgün, kaliteli bir ruh peşinde koşan ve erdemleriyle, eksiklikleriyle, çabası ve bilgisiyle aşkın en yalın halini takınan ve insan olan, ürün verene edebiyatçı denir. İş şaire gelince, korkarım ki o kadar çok isim biliyoruz ki kendimiz dâhil, hiç birimiz şair olmayası... Hiç yazmadığı gibi şair olan, çok yazdığı halde şair olmayanlar... Şair aşkın bir şeydir, veli ve deli gibi... Şairin bir şey yapmasına gerek yok, ne yapması ve ne yapmaması gerektiğini zaten ona söyleyen bir güç, bir kudret, bir ruh vardır kendisinde. Kendini iyi tartması gerek, içinde oluşmamışsa bu Çin ü Maçin’e gitse, Zümrüdü Anka’ya da binse olmayacaktır. Sormamış olsak da eklemek istedikleriniz vardır mutlaka. Beni tercih ettiğiniz ve kale aldığınız için minnettarım. Yararlı olabildimse kendimi mutlu addederim. Sorularınızın karşılığını verememişsem de beni affedin. Lisanım dağvâridir, estetik çıkmamış olabilir. Mümkünü zorlamadan, fazla da kafa karışıklığına girmek istemeden, felsefik, etimolojik baskılara maruz bırakmadan kısa kestim sözlerimi. Amacım zorlaştırmadan kolaylaştırmak, zoru size açımlamadan kolay yolunu söylemek. Biliyorum ki, erdem insanın içinde gizlidir, yazma kudreti de. Yoksa kimse kimseye bu sahayı öğretemez. Ancak kısa, pratik, keçi yolu gibi bir yol gösterebilir, -bu engebeli dağ doruklarında gezilen, uçurumların kenarından gidilen, derin okyanusların içinde boğulma tehlikesi olan, uyku ile uyanıklık arası bir periyotta, imanla küfür, ölümle yaşamın kıyısında med-cezirlerle sarsılan yol şaşırmış, yol bulmaya çalışan, Kaf Dağı neresi, Yusuf hangi kuyuya atıldı, Harut ve Marut hangi kuyuya sarkıtıldı, Zühre ne zaman yıldız oldu, öncülerimiz neden yamalı bohçalarını her gün yamalar, arafta kimler bekler, Azrail’in pazarlığı nedir onlarlamuhatap kalınan bu karmaşık alanda cesareti olan, bir sürü kendisinde oluşmuş güzelliği ellerinin tersiyle iterek göze alan, gecesini gündüzüne ulayarak, mutlulukların üstünü çizerek geçebilir. Yolunuz ve bahtınız açık olsun... Şahsınızda Hayal Bilgisi’nin tüm yazar/okurlarına selam ve saygılar gönderiyorum.
{Samsun Şiir Günleri’nde Haydar Ergülen ve Mustafa Karaosmanoğlu ile Birlikte}
70
MÜŞTEHİR KARAKAYA
Gecenin İplerini Çektim {Gece Sağanakları} gecenin iplerini çektim artık barış taraftarı değilim savaş baltamı çıkardım topraktan depremleri yadırgamıyorum sınır istiyor yorgun ellerim yolum memleketlerden geçiyor ırgatlar yollarda güneşi içiyorlar kızılca şerbeti kesin bir yargı belirtmiyor gülüşleri gecenin iplerini çektim zehir içmek bir avuçtan yudum yudum benim savaşı istemem yüzümün mimiklerinden belli sen bir yarısı aynada boğulan kendinin uzağındasın diye kaderin bir parçasına çizilmiş en mahrem yanlarını tutuyorsun kimse gülmüyor artık yüzüne ben daha belalı bir savaşçıyım bakma benim güzel gülüşlerime aynadan okumuyorum tarihi iskender ve dahi tüm kördüğümler benim baltamın esiri gecenin iplerini çektim yadırgamıyorum tan vakitlerini
71
HAYAL BİLGİSİ KİTAP LİSTESİ ‘Ne okusam?’ diye düşünen okurlarımız için, her sayımızda 25 kitap listeliyoruz. Okumalarınıza yön vermek için kullanabileceğiniz okuma listelerimizi, takipçilerimizin önerileri ile belirliyoruz. Bu sayıdaki listemiz şöyle: 1- Başucumda Müzik – Kürşat Başar 2- Sana Gül Bahçesi Vadetmedim – Joanne Greenberg 3- Kolera Günlerinde Aşk – Gabriel Garcia Marquez 4- Kayıp Gül – Serdar Özkan 5- Muz Sesleri – Ece Temelkuran 6- Bir Delinin Hatıra Defteri – Gogol 7- İdam Mahkumunun Son Günü – Victor Hogo 8- Leyleklerin Uçuşu – Jean Christophe Grange 9- Anna Karenina – Tolstoy 10- Güneşi Uyandıralım – Jose Mauro de Vasconcelos 11- Yusuf ile Züleyha – Nazan Bekiroğlu 12- Olasılıksız – Adam Fawer 13- Fareler ve İnsanlar – John Steinbeck 14- Nietzsche Ağladığında – Irvin D. Yalom 15- Boleyn Kızı – Philippa Gregory 16- İhanet Noktası – Dan Brown 17- Serenad – Zülfü Livaneli 18- Damdan Düşen Psikolog – Doğan Cüceloğlu 19- Kekeme Çocuklar Korosu – Tarık Tufan 20- Sevdalinka – Ayşe Kulin 21- Hüzün Suretleri – Yelda Karataş 22- Şairin Romanı – Murathan Mungan 23- Aşkın Gözyaşları / Tebrizli Şems – Sinan Yağmur 24- Karanlıkta Herkes Biraz Zencidir – Küçük İskender 25- Posta Kutusundaki Mızıka – A. Ali Ural
72