. iMECE aralık 2013
z
AYLIK KÜLTÜR SANAT DERGİSİ
.
HOSGELDIN . 2014 22 28
‘YÜREKLER IŞISIN DİYE’ TİROJ DERGİSİ
GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDE KAYBOLAN BİR KÜLTÜR: TARLABAŞI
26
ÜNİVERSİTEDEN BİR TANGO HİKAYESİ
54
DİVAN EDEBİYATINDA EŞCİNSELLİK
www.biletix.com
İÇİNDEKİLER ettiklerimiz 2013’te Kayb İSH KAPOOR Geçti 2 N A nak Noktası İstanbul’dan in Büyük Daya Ediliyor in 4 iğ çl en G n şaa Azerbayca nesi Yeniden İn 6 i Ulusal Kütüpha al m So 7 ore Bitmeyen Rest zerk Bölgesi’ne Seyahat 8 Ö r Sincan Uygu 10 i eğ İp s z Bayramı Uygur Etle 12 eneksel Nevru el G a d n’ a st Afgani 13 etçisi Son Sele Sep leri’nde Düğün Geleneği 14 en Halep Türkm 21 r Etkinlikle 20 i Röportajı ajı TİROJ Dergis ir Tango Hikayesi Röport Tarlabaşı 22 B r: en ltü d ü K ite ir rs B ve Üni olan 26 Önünde Kayb n zü ü m zü ö G 28 Tiyatro Sporu 31 Sylvia Plath 33 Prisoners 34 n Kar ve Kapla aldassare’nin Yolculuğu 37 B d A Roman Yüzüncü 39 iye’de Çizgi rk ü T 8 4 Kar li 41 Şey Yalan Anayurt Ote n Ülkesi: Japonya 9 ya Ne ki Her 4 ed M eşi n ü u ğ G o 3 4 Uzakd Doğan sellik 51 atında Eşcin Tavuk Suyuna iy b e d E 45 n a iv e D ’y e rd e 54 yazp biyat’tan Be e d E 6 5 r Leyla Gence kter: Dracula 58 ra a K z sü Ölüm 60 r la ta lin Fi Afili 62
. imece
Künye
İmtiyaz Sahibi Aslı YAPAR GÖNENÇ Genel Yayın Yönetmeni Cevdet AŞKIN Görsel Yönetmen Coşkun SAİTOĞLU Haber Merkezi Adalet SHAHBAZOV Adham KAKO Belgin BOZAY Büşra KAYABAŞ
Cahit ÜSTÜN Cevdet AŞKIN Ece Zeren AYDINOĞLU Elif UZUN Esra GÜNDÜZ Esra SEKMAN Fatih AKYILDIZ Gizem KARAGÖZ Gökçe ÇALIŞKAN Gözde Ayten GÜRBÜZ İdris AKIN Kadirya AHMAT Mehmet ÖZDEMİR
Mirzat YUSUF Nazlı ÇEŞMECİOĞLU Neşe YAVUZ Nur Hassan NUR Özer SİLSÜPÜR Özlem TANYEL Öznur AVAR Pamirhan OBAOĞLU Ruhullah RAHİMİ Şeyda DURAK Rabia ZAMUR Remzi BİLGE Yahya ENGİN
www.imecedergi.com.tr facebook.com/imecedergi twitter.com/imecedergi info@imece.com.tr
HABER
Nazlı ÇEŞMECİOĞLU
2013 yılı, ünlüler dünyası için uğursuz başladı. Ocak ayından bu yana ölümler hız kesmeden arka arkaya yaşandı. 2013'ün ilk kaybı 4 Ocak'ta 'Sev Kardeşim' şarkısıyla hafızalara kazınan Şenay Yüzbaşıoğlu oldu. 6 Ocak’ta Ağır Roman kitabının yazarı Metin Kaçan’ın Boğaz Köprüsü’nden atlayarak intihar ettiği haberi geldi.
Türk sinema ve tiyatrosunun ünlü isimlerinden Alev Sururi solunum yetmezliğinden 12 Ocak’ta hayatını kaybetti.
Dünyaca ünlü ressam Burhan Doğançay, 16 Ocak 2013’te tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi.
17 Ocak’ta hayatını kaybeden usta gazeteci Mehmet Ali Birand’ın ölümü herkesi derinden etkiledi. Akademisyen ve gazeteci Prof. Dr. Toktamış Ateş organ yetmezliği nedeniyle 21 Ocak’ta hayatını kaybetti.
Deprem Dede, Ahmet Mete Işıkara, 20 Ocak’ta solunum yetmezliğinden hayatını kaybetti. Cumhuriyetin ilk kuşak yazar ve eğitimcilerinden olan İsmet Kür, 21 Ocak’ta 97 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Türk müziğinin önemli isimlerinden Ferdi Özbeğen 28 Ocak’da solunum yetmezliği sebebiyle yaşamını yitirdi. Birçok dizi ve sinema filminde rol alan Savaş Akova 23 Ocak’ta yaşamını yitirdi.
2
Tüm sene boyunca pek çok sanatçı, bilim adamı, haberci ve sporcu aramızdan ayrıldı. “Kaynanalar” dizisindeki “Nuri Kantar” rolüyle bilinen Tekin Akmansoy, 12 Şubat’ta hayataını kaybetti. Osman Gidişoğlu, 23 Şubat günü evinde geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.
Arabesk müziğin önemli isimlerinden Müslüm Gürses, 3 Mart’ta tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti.
Uzun süredir akciğer kanseri tedavisi gören usta tiyatrocu Metin Serezli, 10 Mart’ta hayata veda etti.
Yeşilçam’ın en tanınan yardımcı oyuncularından Dinçer Çekmez, 12 Mart’ta 73 yaşında yaşamını yitirdi. Sinema ve tiyatro sanatçısı Tuncel Kurtiz, 27 Eylül’de evinde kahvaltı yaparken düşürek kafasını vurmasıyla hayatını kaybetti.
Bir milyondan fazla satan “Şu Çılgın Türkler”in yazarı Turgut Özakman, 28 Eylül’de hayatını kaybetti. Tomris Oğuzalp, ölümünden bir süre önce beyin kanaması geçirdi ve 28 Ekim’de evinde hayatını kaybetti.
Türk tiyatrosunun dev ismi Nejat Uygur, 18 Kasım’da hayata veda etti. Sanat dünyasında bir çok alanda başarılara imza atan Adnan Şenses, 25 Aralık’ta aramızdan ayrıldı.
3
Gözde Ayten GÜRBÜZ
İSTANBUL’DAN
B
üyük sanatçıların eserlerini sergileyen Sakıp Sabancı Müzesi (SSM)’nin Akbank işbirliğiyle 2013’te bizlerle buluşturduğu son isim çağdaş sanatın efsanesi Anish Kapoor oldu. Sanatçı, mermer ve taş materyalli heykellerinden bazılarını sanatseverlerle ilk kez bir taş şehri ve güzellemesi olarak nitelendirdiği İstanbul’da buluşturdu.
4
Sakıp Sabancı Müzesi küçük ya da büyük ölçekli modern birçok sergi ve sergilerin etrafında şekillenen panellere ev sahipliği yapıyor. Meraklısı bilir; Müze 2012 Ekim – 2013 Ocak ayları arasında empresyonizmin kurucu ve dev ismi Monet’i ağırlamış, önemli eserlerini bizlerle buluşturmuştu. Müze bu sene ise çağdaş sanattan bir isim seçti: Anish Kapoor. Enstalâsyonları ile tanınan sanatçı taş materyalli eserleri ve pigment heykelleri ile ilk kez bizlerleydi. Amerika’dan Avustralya’ya , Brezilya’dan Hindistan’a kadar dünyanın dört bir yanında eserleri ile yer alan Anish Kapoor’un son durağı ise İstanbul oldu. İstanbul sanatçı için
GEÇTi
HABER
sadece bir durak olmakla kalmadı; ayrıca sanatçının eserleri ile de mükemmel bir biçimde bütünleşti. Anish Kapoor’un tanışma ve açılış panelinde de belirttiği gibi bir taş şehri olan İstanbul, henüz sergilenmemiş taş materyalli eserlerinin dışa vurumu için en uygun yer olacaktı. Sakıp Sabancı Müzesi’nde 10 Eylül 2013 – 5 Ocak 2014 tarihleri arasında gerçekleştirilen “Anish Kapoor İstanbul’da yerli ve yabancı birçok ziyaretçi çekti. Biz de 2013’ün sanat etkinlikleri listesinde en üst sıralara yerleşen serginin nabzını tuttuk; sergiyi gezememiş olanlar ve o deneyimi bir kez daha yaşamak isteyenler için “Anish Kapoor İstanbul’da’nın bir derlemesini yaptık.
Anish Kapoor kimdir? Anish Kapoor 1954’te Mumbai’de doğdu. 1970’te gittiği İngiltere’de Hornsey college of art ve chelsea School of Art’ta sanat eğitimi gördü. 1980’lerde ülkesinden etkilenerek
gerçekleştirdiği pigment heykelleri ile İngiliz sanat camiasında tanınmaya başladı. 1990’da Venedik Bienali’nde, 1992’ de Documenta’da İngiltere’yi temsil etti. 1991’de Turner Ödülü alarak sanat camiasında yerini sağlamlaştırdı. Sanatçı yaşamını İngiltere’de sürdürmektedir. Ziyaretimiz sergi son ayının içersindeyken gerçekleşti. Bu yüzden ilk başlardaki yoğun ilginin nispeten azalacağını düşündük ancak yanıldık. Sergide ortalamanın üzerinde sayılabilecek bir kalabalık vardı. İstanbulluların yanı sıra yabancı ziyaretçilerin olması da İstanbul’un dünya kültür başkentlerinden biri olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Son yıllarda ülkemize gelen sanat eserleri ile sergi gezme kültürünün dar bir çevreye ait olmaktan ve o çevrede sıkışıp kalmaktan kurtulmaya başladığını görebilmekteyiz. Anish Kapoor sergisi için de aynı şey geçerliydi. Sergiye gelen demografiyi incelediğimizde; görmeye alışık olduğumuz öğrenci ve entelektüel kesimin yanı sıra 6 - 12 yaş aralığındaki çocuklarıyla gelmiş ailelere de rastlamak
mümkündü. Dolayısıyla ailelerin AVM gezmek ya da sinemaya gitmek dışında başka bir kültürel aktivite alternatifi oluşturduklarını görmek sevindiriciydi. Sakıp Sabancı Müzesi (SSM)’nin biz ziyaretçilere uyguladığı bir kolaylık hafta sonunda düzenlenen ücretsiz rehberli turlardı. Böylelikle sanatçı ve eserleri ile ilgili bilgilere daha rahat ulaşma şansımız oldu. Sakıp Sabancı Üniversitesi öğrencisi olan rehberimiz Ekin Işım, hem sanatçının eserlerinde anlattıklarını bize aktardı hem de eserlerin nasıl yapıldığı ile ilgili detaylı bilgiler verdi. Rehberimiz kendisinden başka dört adet daha rehber olduğunu, her birinin günde ortalama 50 kişilik gruplara rehberlik ettiklerini ve sergiye olan ilginin oldukça fazla olduğunu belirtti. Gezimizi rehber eşliğinde yaklaşık 50 kişilik bir grup ile gerçekleştirdik. Müzenin terası ve girişinde bulunan 2 adet eser ile birlikte, 3 kata yayılmış sergide Anish Kapoor’un toplamda 30’a yakın eserini görme şansına eriştik.
Sergi Serüveni: Bilinmeze Yolculuk Sergide Anish Kapoor ile ilgili rehberimizin ilk belirttiği şey eserlerine isim vermemiş olmasıydı. Bu durum da sanatçının benimsediği konseptin küçük bir izdüşümünü oluşturmakta. Çünkü Kapoor, eserlerini inceleyenleri hiçbir şekilde yönlendirmek istemiyor. Eserlerini isimlerle sınırlayarak eser ile izleyici arasına girmek, izleyicinin algılarını bozmak istemiyor. Hatta kendisi o kadar aradan çekilmiş ki eserlerine yerleştirilen açıklama panolarını bile kaldırtmış. Aslında sanatçı da hiçbir şey anlatmadığını belirterek, kendinin de sürekli arayışta olduğunu ve bilinmeze yolculuk yaptığını söylüyor. Bu açıdan eserlerinde, sanatçının etnik kökenine, memleketine ya da yaşam biçimine kısacası onu o yapan özelliklere dair hiçbir gönderme yer almıyor. Bir manada izleyicileri de kendi içlerinde bir yolculuğa çıkarıyor; her bir eser izleyicileri ile anlamlanıyor ve ona göre şekilleniyor. Anish Kappor’un, bu sergi dahilindeki eserlerini üç kategoriye ayırmak mümkün. İlk olarak taş ve mermer kullandığı eserlerinden bahsedelim. Sanatçı taş eserlerinde (solda) tema olarak batının fallik ( dik ve erkeklik organına benzeyen şekiller) anlayışından çıkıp doğunun daha dişil ve kadın vurgulu anlatımını benimsiyor. Mermer parçalarında yuvarlak hatlar kullanıyor: Doğurganlık, doğum gibi temaları, düz, blok halinde duran taş ve mermerin ya içini oyarak ya da dışa doğru şişirip kavis vererek yorumluyor. Zaten Anish Kapoor, yaratıcılığını da kendi içindeki dişil yönüne atfediyor. Kendi deyi miyle, nesnelerin içini boşalt-
mıyor; onları boşlukla dolduruyor. Sergide Kapoor’un doğulu tavrını yansıtan bir diğer özellik ise, eserlerinde ahşap, plastik, metal gibi inorganik materyallerin yerine organik materyaller olan taş, balmumu, pigment kullanması oluyor. Sanatçı bir anlamda gelenekselliğe dönüş yapıyor.
Eserleri: Objesiz objeler Sanatçının eserlerinin bazılarında ise yansımalı ve aynalı yüzeyleri kullanmış olduğu bir kategori de mevcut. Bu sayede izleyiciler değişik açılardan baktıkları her seferde sergilenen eseri farklı şekilde yorumlayabiliyorlar. Sanatçının ifadesi ile objesiz bir obje elde edebiliyorlar. Burada da amaç, belirli formda oluşan objenin de ötesine geçen objeyi yakalamak. Yani izleyicinin salt olarak objeyi ilk gördüğü anın ötesine geçip onda uyandırdığı ve kendi objesini şekillendirdiği hale ulaşmak. Böylece sanatçı (obje) aradan çekiliyor ve izleyici kontrolü kendi eline alıyor. “Anish Kapoor İstanbul’da” deneyiminin izleri ise serginin sonunda ortaya çıkıyor. Sanatçıyı en önemlisi de eserlerini kendi aramızda tartıştığımızda hepimiz farklı yorumlarda bulunuyoruz. Böylelikle sanatçının amacına ulaştığını fark ediyoruz. Bundan sonraya da böylesine etkileyici 2014 etkinliklerini beklemek kalıyor.
5
AZERBAYCAN GENÇLİĞİNİN
İ
HABER
Adalet SHAHBAZOV
stanbul’daki Grand Tarabya Otel’de 21 Eylül 2013 tarihinde 500 kişinin katılımı ile Azerbaycan Eğitim, Kültür ve Yardımlaşma Derneği’nin (AzeDer) açılış töreni gerçekleştirildi.Yeni kurulmasına rağmen birçok projeye start veren ve ilk adımlarını doğru bir biçimde atmaya başlayan AzeDer’in Başkanı Reşad Abdullayev törende yaptığı konuşmada gerçekleştirilen işin öneminden bahsetmiş, Azerbaycan devletinin "petrol gelirlerinin insan sermayesine dönüşümü" politikasının dernek için de esas olduğunu ve bu yolda yürüyeceklerini ifade etmiştir. Abdullayev, derneğin temel amacının Türkiye'de eğitim gören Azerbaycanlı gençlerin kariyer gelişimine katkıda bulunmak olduğunu da vurgulamıştır. Yeni kurulmasına rağmen devletimizin çıkarlarının korunması yönünde önemli adımlar atan AzeDer, faaliyetlerini daha da genişletmeyi hedeflemektedir. Azerbaycan’ın geleceğine dönük biçimde gençlerin potansiyeline yatırım yapmayı bir misyon olarak belirleyen AzeDer’in önümüzdeki yıllarda daha da önemli projelere imza atacağına dair büyük umutlar oluşmuştur.
AzeDer’ in hedefleri nelerdir? •Azerbaycanlıgençlerin sahip oldukları yetenekleri, potansiyeli açığa çıkarmalarına destek olmak, bu yetenek ve potansiyellerini Azerbaycan’ın kalkınmasına yönelik kullanmaları
6
BÜYÜK DAYANAK NOKTASI
konusunda onlara rehberlik ederek ülkenin geleceğine yatırım yapmak.
işbirliği bu tür girişimlere örnek teşkil etmektedir.
•Bilimsel, sosyal ve kültürel projeler oluşturarak yaşadığımız topluma katkıda bulunmak. •Azerbaycan devletinin temellerinin güçlendirilmesi ve sahip olduğu değerlerin korunması için çalışmak. •Bilimsel, kültürel ve sosyal alanlarda hem katkıda bulunarak kazanmayı hem de paylaşarak öğrenmeyi sağlamak. •Azerbaycanlı gençlerin kazandığı bilgi, deneyim ve fikirleri diğer ülkelerin gençleri ile paylaşarak olumlu sosyal ilişkiler geliştirmelerini sağlamak. •Azerbaycanlı gençlerin sosyal iletişimini zenginleştirmek için sundukları projeleri değerlendirmek ve bu projeleri gerçekleştirmek için onlara destek olmak. •Bilimsel, sosyal ve kültürel alanlarda gerçekleştirilebilir hedefler belirlemek ve bu hedeflere ulaşabilmek için çalışmaları desteklemek. •Azerbaycan’ın tarihini ve kültürünü halk diplomasisi yolu ile tanıtmak. •Azerbaycan gençlerinin kişisel kariyer gelişimini desteklemek için faaliyetlerde bulunmak.
Yapılan görüşmeler ve anlaşmalar biz Azerbaycanlı gençler için çok önemli ve gereklidir.Çünkü sadece yurtdışında eğitim almakla yetinmeyip,eğitim süresinde dünyanın en büyük şirketlerinde,parlamentolarında tecrübe edinmek bizim için büyük bir şanstır.Sunulan bu imkânları en iyi şekilde değerlendirmemiz geleceğimiz acısından büyük önem taşımaktadır.
Derneğimizin faaliyete başlamasının üzerinden çok az zaman geçmesine rağmen büyük projelerin hayata geçirilmesi yolunda önemli adımlar atılmaya başlanmıştır.ABD Kongresi’nde Staj Programı,UNİDO’da Yeni Staj Programı, Almanya’nın büyük sanayi kuruluşları ve şirketleri ile görüşmeler, AzeDer ve ICIST arasında
Biz Azerbaycan gençliği olarak böyle bir derneğimiz olduğu için onur duyuyor ve bu derneğin kurulmasına her şekilde destek olan insanlara büyük saygı duyuyoruz:
Derneğimiz aynı zamanda Türkiye’de eğitim gören öğrencilerimizle toplantılar düzenlemektedir. Bu toplantıların amacı öğrencilerin eğitim sürecinde ve sosyal hayatta karşılaştıkları sorunları dinlemek ve onların çözümünde yardımcı olmaktır. Yapılan bu çalışmalar geleceğe çok büyük ümitle bakmamız yardımcı oluyor. Çünkü bugün yurtdışında eğitim alan ve staj yapan bir öğrenci gelecek yıllarda Azerbaycan’ın eğitim bakanı ya da kültür bakanı olma imkânına sahip olacaktır. Bu kadar geniş imkânlar göz önüne alındığında neden olmasın?..
Teşekkürler AZERBAYCAN!
Nur Hassan NUR
HABER
SOMALI ULUSAL KÜTÜPHANESI YENIDEN İNŞA EDILIYOR
Ü
lkenin ulusal kütüphanesini yeniden inşa etmeye yönelik bir proje, Somali'nin başkenti Mogadişu’da başlatıldı. Onlarca yıllık çatışmalar boyunca tahrip edilmiş olan bina içerisinde, yerlerinden olmuş bir sürü aile barınmaktaydı. Proje müdürü olan Zainab Hassan, gazetecilere, halihazırda binlerce öğrencinin şu anda kitaplara erişiminden yoksun olduğunu söyledi. Yeni kompleks üzerindeki çalışmanın, 1 milyon dolarlık (£ 600,000) bir maliyetle altı ay içinde bitirilmesi bekleniyor. Para, Somali hükümetinin yanı sıra iş adamları ve sivil toplumdan geliyor. Hassan, binayı restore etmek için Mogadişu'nun ilk ‘think thank’ kuruluşu olan Siyasi Çalışmalar Miras Enstitüsü ile çalışmakta ve özel yatırımcılarla birlikte fonlara yönelik olarak Somali'nin iş dünyası ve diasporasından para yardımı almayı ummaktadır. Kendileri, zaten Şubat ayında Mogadişu’yu ziyaret etmiş olan ve yakın bir zamanda 22.000 kitap sevk ettiren A.B.D. Demokratik Kongre Üyesi Keith Ellison’un desteğini almışlardır. A.B.D.’li Ellison, A.B.D.’nin en büyük Somali diasporasına evsahipliği yapan ve Hassan’ın bu bahar mevsiminde dönmeden önce yaşamış oldu-
ğu Minnesota’yı temsil etmektedir, ve kendileri Arap uluslarından da gelecek olan yaklaşık 60.000 adet kitabı bekliyorlar.
Kütüphane insanlara okumayı sevdirecek Kendisi, Somali kültürü ve tarihinin büyük bir oranının sözel olduğunu ve belgelenmediğini ifade etmektedir. Kütüphane projesine yönelik altı sayfalık öneri, 1991 yılında Somali hükümeti çöktüğünde kentin geri kalanıyla birlikte un ufak olan dört katlı binaya yönelik hedefleri özetlemektedir. Üç kat, Somali dili, Arapça ve İngilizce dillerine bölünecek, ve kurgu kitapları ve kurgu olmayan kitapları, gazeteleri, metin kitaplarını ve DVD’leri içerecektir. Miras Enstitüsü’nün müdür yardımcısı ve eski bir Toronto sakini olan Abdirashid Hashi, amaçlaması genellikle zor olsa da, projenin Mogadişu'da yaygın destek gördüğünü söyledi, ve binanın özel finansla gerçekleşecek olan restorasyonuyla hükümet mülkiyetine geçeceğini belirtmektedir. Hashi, binaya yerleşmiş veya dışarıda çadır kurmuş olan aileler için ev bulmaya yönelik olarak hükümet yetkilileri ile birlikte çalıştıklarını söyledi.
2011 yılındaki kıtlık nedeniyle, veya El Kaide ve Al Shabab ile yıllarca süren mücadele sebebiyle Mogadişu'nun bir çok alanında gayri resmi kamplar ve barınaklar yer almaktadır. Kendisi aynı zamanda, yardım istemek için önümüzdeki ay Toronto’da öğrenciler ve toplum liderleri ile bir araya gelmeyi planlıyor. Kendisi Perşembe günü, “Somali asıllı Kanadalılar her zaman zarfında ön cephede bir şeyler yapmaya yönelik olarak destekleyici oldular” şeklinde beyanda bulundu.
Birçok Somalili Mogadişu’nun yeniden inşası için geri döndü Al-Shabab militanları, sayıları 18.000 askerden oluşan bir BM güdümlü Afrika Birliği gücü tarafından özellikle Mogadişu ve Kismayo limanı gibi Somali'nin başlıca şehirlerinden sökülüp atılmıştır. O zamandan beri, diasporada yaşayan Somali Milli Kütüphanesi 1975 yılında kurulmuş ve Somali’nin başkenti olan Mogadişu'da bulunmaktır. Hükümetin 1991 yılındaki çöküşüne kadar Milli Eğitim, Kültür ve Yükseköğretim Bakanlığı’nın sorumluluğu altında olmuştur.
7
HABER
Ece Zeren AYDINOĞLU
BiTMEYEN
RESTORE 138 yasında bir tarih, bir ibadet yeri hem görsel hem dinsel açıdan önemli olan kilise iki yıldır restore edilemiyor.
A
yvalık Ali Bey adasında (Cunda) 1873 yılında Rum’lar tarafından inşa edilmiş olan Taksiyarhis kilisesi 4 yıldır restore edilemiyor. Bakımsızlıktan yıkılmak üzere olan kilisenin restore çalışmalarına 2008 yılında başlanmış olmasına rağmen içine kurulun iskeleler iki yıldır yerinden oynatılmıyor. “Kiliseyi soydular gittiler” diye sitem eden Cunda halkı “Kimse gelip bize açıklama yapmadı, kilisenin tadilat çalışmaları bitmek bilmiyor.” diyor.
Girişimde bulunuldu ama tamamlanamadı
8
2006 yılında Midilli Ada Valiliği ile Balıkesir Valiliği arasında imzalanan bir anlaşmaya göre kilise onarılıp Kültür Sanat Merkezi yapılacaktı. Fakat çalışmalara bir türlü başlanamadı, girişimde bulunuldu ama tamamlanamadı. Balıkesir vakıflar müdürlüğünden edinilen bilgiye göre kilisenin restoresi gündemde olan en önemli proje yalnız projenin bu kadar uzun süre gündemdeki en önemli proje olması ve çalışmaları durdurulmuş olması da dikkat çekmekte. Yine Balıkesir vakıflar bölge müdürlüğünden alınan bilgiye göre binada restore çalışmaları için girişimde bulunuldu, araştır-
ma kazısı yapıldı ve durumunun iyi olmadığı göz önünde bulundurularak restore çalışmalarına ara verildi. Kilisede 1-2 yıl içinde tekrar çalışmalara başlanacağı söyleniyor.
Restoreye başlanmama gerekçeleri Balıkesir il müdürlüğünün açıklamalarına göre kilisenin tamamlanmama gerekçeleri; araştırma kazısında yıkılma tehlikesinin olduğu anlaşıldığı için zarar vermeden güçlendirmenin nasıl yapılacağı konusunda net bir fikre varılamaması, rasta yapılması gerekmesi ve bunların projelere işlenmesi gerekmesi şeklinde sıralanıyor. Kilisenin restore durumu üzerine sohbet ettiğimiz balıkçılar da ada halkının bu durumdan çok şikayetçi olduklarını, kilisenin yıkılacak duruma geldiğini, insanların içeride çalışmalar yapıp sonra ada halkına bir açıklama yapmadan kapısını kapatıp gittiklerini söylüyorlar. “Buraya Midilliden, Yunanistan’dan başka ülkelerden turistler geliyor ama kilisenin durumu çok kötü yıkıldı yıkılacak, içine bile girilemiyor bu yüzden turistlerin cunda halkına bakışı da iyi olmuyor haliyle” diyorlar.
Kapalı kapılarının ardından kendince zamana meydan okumaya çalışıyor İç mekan süslemeleriyle ünlü olan görkemli kilise, 19. yy Rum yapıları içinde günümüze en sağlam ulaşanlardan birisi. Kilise Midilli’den gelip Alibey adasına yerleşen Rumlar tarafından yapılmış. İçinde balık derisi üzerine işlenmiş ikonlar ve duvar resimleri bulunuyor. Hz. İsa’nın yaşamından kesitlerle, Meryem ana ikonlarıyla süslenmiş olan kilise kapalı kapılarının ardından kendince dik duruşunu korumaya çalışıyor.1927 ve 1928 yıllarında minaresiz bir camii olarak kullanılmaya başlanan kilise 1944 yılında yaşanan bir deprem sonrası yalnızlığa terk edildi. Rum’ların ve yerli turistlerin de ilgisini çeken bu görkemli yapı 2003 yılında bir fırtınada ciddi zarar görmesinin ardından da ziyarete kapatıldı.
Anıtın duruşu Kilise avlusuna giriş üçgen alınlıklı iki sütun üzerinden yapılan kapıdan gerçekleşiyor. Kilise duvarları, kaba yontu taştan yığma tekniği ile inşa edilmiş. Merdivenler ve pencere kemerleri sarımsak taşından yapılmış. Taksiyarhis Kilisesinin ana mekânı dörder taşıyıcı sütunla üç nefe ayrılmış, sütunlar kemerlerle birbirine bağlı. Kilisenin üç nefli naos (ana mekân) planı batı yönündeki “narteks” ile sınırlandırılmış. Giriş kapısı bu narteks üzerinde. Bizans mimarisinde toplantı ve mahkeme salonlarında sıkça uygulanan bir mimari plan tarzı olan “Kubbeli Bazilikal Plan” tipinde inşa edilmiş olan bu kilise en yakın zamanda restore edilmezse yok olup gitmesi
şaşırtıcı olmayacak. Kilisenin çanı ise 1920’li yıllarda yerinden sökülerek Despot evinin önüne getirilmiş bir süre sonra ise Midilli’ye götürülmüş. Bazı kaynaklar tarafından kilise çanının Almanya’da bir müzede sergilenen dünyanın en büyük çanı olduğu iddia edilse de o çanın kilisenin çan kulesine sığması mümkün değil. Ayrıca çanın üzerindeki tarih 1863, yani Almanya’da dünyanın en büyük çanı olarak sergilenen o çan yine bir dönem adada bulunmuş ama şuan yıkık olan Panayeya kilisesine ait. Ne yazık ki kilise içinde yer alan ikonlardan sadece bir kısmı günümüze kadar ulaşabilmiş. Apsisin sağ ve sol duvarında yer alan Meryem anaya müjde verilme sahnesi, Salome’nin dansı, Ambon’un kürsüsünün gövdesinde yer alan İsa ve incilin dört yazarına ilişkin ikonlar bulunmakta. Orta kapı üzerinde yer alan iki melek ikonu ve Yunus peygamberin uzun süre denizde kalıp bir balığın içinde yaşadıktan sonra balığın ağzından çıkışını tasvir eden ikon kısmen günümüze ulaşabilmiştir. Kilisenin giriş kapısının iki yanındaki pencere sütunlarına da bez parçaları ve peçeteler bağlanmış olması, kapının önünde duran taşların üzerindeki is lekeleri de bu vehameti apaçık ortaya seriyor. En yakın zamanda restore için çalışmalara başlanmazsa kilise bir fırtınaya daha dayanabilir mi bilinmez. Anıt olarak nitelendirilen ve Ayvalık gibi doğal güzelliği yüksek olan bir yerde varlığını sürdürmeye çalışan kilisenin bu denli unutulması gerçekten acı verici.
9
HABER
Kadirya AHMAT
Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ne
S
ınırları Çin Halk Cumhuriyeti içerisindeki Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Güneyde Tibet Özerk Bölgesi, güney doğuda Çinghay ve Gansu eyaletleri, doğuda Moğolistan, kuzeyde Rusya, kuzeybatıda Kazakistan ve batıda Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan, Pakistan ve Hindistan kontrolündeki Keşmir bölgesiyle komşudur. 1.828.418 km2 yüzölçümü ile Çin Halk Cumhuriyeti'nin en geniş idari bölgesidir. Başkenti Urumçi, resmî dili Uygurca ve Standart Çincedir.
Bölgede Uygurlardan başka Türki topluluklar var Bu bölgede Uygurlardan başka Kazak ve Kırgız gibi Türki topluluklar ve başka milletten de topluluklar vardır. Dolayısıyla çok farklı kültürler etkileşim içindedir bu yüzden turizm açısından ilgi çekici bir yerdir. ÖrneğinUrumçi,Çin'in kuzeydoğusunda yer alan,Sincan Uygur Özerk Bölgesi'nin başkentidir. 2,5 milyon nüfuslu bir şehir olup 10.989 km²'lik bir alan kaplar. Çin'in batıya açılan
10
SEYAHAT
en önemli güzergâhlarındandır. Demiryolu taşımacılığında önemli bir geçittir. Başkent Ürümçideki dünyaya tanılan Büyük Çarşı bulunmaktadır. 2006 yılı haziranda açılan islami ve uygur mimar sanat tarzında yapılan bu çarşıda her gün binlerce turistler geziyorlar. Burada ipek yolu kültürü uygur kültürü mimarcılığı sanatı ve uygur özel kıyafetleri enstrümanı yemekleri bulunmaktadır. Ürümçi’nin 10 ünlü mimarindan biri ve en kaynak yerlerinden biridir. Sincan’daki büyük şehirlerden biri olan Turfan da güzel bir seyahat şehridir. Turfan şehri Turfan Havzası'nın kuzey kenarında kurulmuş, havzanın en çukur yerinde Ayding Gölü, deniz seviyesinden 154,50 metre derinlikte olan bölgede bulunur. Böylece Turfan dünya'da Lut
Gölü'nden sonra ikinci çukur olan havzasıdır. Dünyanın en sıcak yerleşim bölgelerinden birisidir. Sincanda hava sıcaklığının en yüksek olduğu bir bölgede kurulmuş olan Turfan, "Alev vahası" olarak da adlandırılır. Üzüm bağları ile kaplı mermer yolları ile bütün kavlaklar birbirine bağ-
lanmıştır.Halkı misafir perverdirlerdir. Turfan çok eskiden beri çok verimli bir karez denilen kanal suyu ile beslenen vaha ve önemli bir ticaret merkezidir. Karez Turfan'da yaşayan insanların çok önemli bir buluşudur Karez yerel Uygur dilinde "kaynak" anlamındadır. Tanrı Dağlarından eriyen kar suları, Karez denilen yer altı su kanalları ile Turfan Havzası'nı besler. Turfan'dan ortalama otuz kilometre güneydoğusundaki Gülbah köyünde Sincan'ın en tatlı Kavun'u burada yetişir. Dünyanın en çok üzüm yetiştirilen bölgesi olan Turfan'da her yıl yapılan üzüm festivalleri dünyanın farklı yerlerinden gelen turistler tarafından büyük ilgi topluyor.
Uygur gelenek ve göreneklerinin hala sürdürülüyor Uygur gelenek ve göreneklerinin hala eski ve yeni kuşaklar tarafından sürdürüldüğü Kaşgar bölgesi Sincanın en kültürel şehridir. Uygur'da bilimin ilerlemesine büyük katkısı bulunmuş önemli kişilerden Yusuf Has Hacib ünlü eseri Kutadgu Bilig'i bu şehirde yazmıştır ve Divân-ı Lügati't-Türk'ün yazarı Mahmud Kaşgar'da doğmuştur .Kaşgarlı Mahmud ve Yusuf Has Hacibfın mezarları ve uygur bölgesindeki en eski camii olan Hytgah camii da Kaşgarda bulunmaktadır. Dünyadaki bir çok türkolog gezgin Kaşgar’ı ziyaret etmektedir
Hotan Eski Çağ’da Budist kültürünü Orta Asya’ya bağlayan önemli bir merkez Sincan’ın en güneyinde olan Hoten İpek Yolunun Taklamakan güney güzergâhı üzerinde yer alan tarihi bir vaha şehridir. Hotan Eski Çağ'da Budist kültürünü Orta Asya'ya bağlayan önemli
bir merkezdi. Hotan'ın 8,5 km batısında yapılan kazılarda manastır kalıntıları ve keşiş hücreleri ile birlikte Budizmle ilgili Sanskritçe belgeler bulunmuştur. Bölgenin en eski ve en önemli geçim kaynağı ipekçiliktir. Bölgede pamuk, buğday, mısır ve pirinç üretimi yaygındır. Hotan, ayrıca tarih boyunca ve günümüzdeki zenginliği yerli halkın Yorungkax He adını verdiği kurumuş olan bir nehir yatağından
çıkarılan yeşim taşından gelir. Şehirde metal ve değerli taş işlemeciliği gelişmiştir. Hotenın ipek halı ve atlası da meşhurdur. Bular Sincan’daki önemli seyahet şehirlerindendir. Cinde “Cine giden Sincana gitmezse Cinin ne kadar büyük olduğunu hissedemez” diye bir söz söylenir. Demek ki Sincan Çinin görülmesi gereken önemli yerlerinden biridir.
11
HABER
Mirzat YUSUF
.
. ~
Uygur Etles ipegi E tles ipeği Çin Uygur Özerk Bölgesi’nde yaşayan Uygur Türklerin milli özelliğini içeren, 2000 yıllık tarihe sahip olan satendir. ‘Etles’ kelimesi Uygurcada ‘boyanmış kumaş’ anlamına gelir. Etles ipeğinden yapılan giysiler eskiden düğün, bayram ve özel kutlama günlerinde giyiliyordu. Tarihten günümüze kadar en iyi, güzel ve kaliteli etles ipeği Uygur Özerk Bölgesi’nin güney kısmındaki, Hoten şehirine bağlı olan Ciya’da üretiliyor. Ciya ise tarihi İpek Yolu’nun geçiş noktasında yer alıyor. Çin’in Han Sulale dönemindeki Şuan Zang’ın anılarına göre, kadimi Hoten Hanedanı’nda ipek üretilmiyormuş ve oradaki halk ipek böceğini hiç bilmiyormuş. Ama padişah ipek ürünlerini çok seviyormuş ve Çin’den gelecek olan prensese ipek böceği getirmesini rica ediyormuş. Çin’den izinsiz yurtdışına ipek böceği götürülmesi yasak olduğu için, prenses ipek böceklerini saçına saklayarak Hoten’e getirmiş. Sonra prenses oradaki halka ipek böceği yetiştirmeyi ve ipek üretmeyi öğretmiş. Ayrıca, Çin’den tekrar ipek böceği getirme imkânı olmadığına göre ipek
12
böceğinin nesli tükenmemesi için, ipek böceğini öldürmeyi yasaklanıyor. İki sene içinde ipek böceği yetiştirme ve ipek üretme Hoten Hanedanı’nda yaygınlaşmıştır.
Uygur Özerk Bölgesi Müzesi’nde çeşitli Uygur etleslerini görebiliriz Çoğu 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında üretilmiş olup, 27 çeşittir. Ama zamanın geçişi ve yeni modellerin meydana gelmesi nedeniyle eski Uygur etles tasarımları kaybolmuştur. Günümüzde görebildiğimiz etlesler renk ve tasarımına göre kara etles, sarı etles, kırmızı etles ve Yarkent etlesi diye dörde bölünüyor. Etlesin boyaları ise tamamen doğal olup, bitkilerden alınıyor. Mesala, kırmızlı renk narçiçeğinden, siyah renk ise ceviz derisinden alınıyor. Etles üzerindeki şekil tasarımları çiçek, meyve ve Uygur milli çalgılarıyla
oluşturuluyor. Meyvelerde özellikle nar, badem ve armut en çok kullanılıyor olup Uygur bölgesinin meyve mekânı olduğunu simgeliyor. Çalgılardan ise Rebab, Dutar, Satar ve Dap şekilleri en çok kullanılıyor olup, Uygur halkının müzik heveskârlarından olduğunu simgeliyor.
Uygur kadınları kıyafet tasarım ve renklerini kendi yaşına göre seçiyorlar Mesela kara etles, yaşı büyük olanlara tercihtir. Sarı, mavi ve zeytın renkli etlesler orta yaşındakiler arasında yaygındır. Kırmızı etlesler ise küçük yaştaki kızlar için tasarlanır. Ayrıca Yarkent etlesi çeşidi en çok olan etles türü olduğu için Han Etlesi diye adlandırmıştır. Yakın geçmişte, Uygur etlesi ve modern tasarımlı kıyafetlerin karışımından oluşturulan yeni model ve tasarımlar Uygurlar tarafından sıcak karşılandı.
Ruhullah RAHİMİ
HABER
AFGANISTAN’DA
Geleneksel Nevruz Bayramı
A
fganistan’da 21 Mart Nevruz Bayramıdır. Bu bayramda çok heyecanlı ve coşkuyla kutlandı. Bu bayramı Afganistan'da, her yıl geleneksel de kutlanıyor. Ve bu sebep için 40 gün boyunca Belh şehrinde (Mezar-I Şerif) kutlanılan bir bayramdır. Nevruz için her yıl iki ay öncesinden Hazırlıkları başlar. Bu kutlamalar için komşu ülkelerden temsilen liderler gelirler. Nevruz Kelimenin aslı eski bir Farsçada bir kelimemiş ve Bu kelime şimdiki günümüzün Farsçasında da hâlâ aynı anlamda kullanılmaktadır (nev: yeni + ruz: gün; anlamı "yeni gün").Nevruz bir daha anlamda hem var. Nevruz söyledim gibi yeni gün demek ve bu yeni gün kış mevsiminden bitmiş zamanı ve ilkbahar mevsiminden birinci günün Nevruz’dur. Afganistan da Nevruz Bayramda en büyük kutlanan yere Mavi Cami Balh şehrinde (Mezar-I Şerif) kutlanıyor. Ama neye Nevruz bayram da Balh şehrinde kutlanıyorlar. En yakın yanıt bu, çünkü Nevruz kökeni eskiden Balh şehriymiş. Nevruz bayramı en iyi kutlamak için çok geleneksel şeyler yapıyorlar.
7 Meyve Afganistan'da hazırlanan bu yedi meyve hem Afganistan, hem de Nevruz Bayramı içinde özeldir. Yedi
meyve, kuru meyvelerden hazırlanarak kendi şurupları içinde sunulan bir çeşit meyve salatası gibidir. Bu 7 meyve, kuru üzüm, iğde, fıstık, kuru kayısı, ceviz ve badem ya da eriktir.
Samanak Buğdaydan yapılan bir çeşit tatlıdır. Kadınlar bu tatlıyı özellikle geceleri bir araya gelerek ve sabaha kadar şarkılar söyleyerek yaparlar.
Gul-e Surkh Festival Türkçedeki tam karşılığı Kırmızı Gül Bayramı’dır (Gül diyerek aslında kırmızı lalelerden bahsedilmektedir) Bu bayram sadece Mezar-ı Şerif şehrinde ve yılın ilk 40 günü boyunca laleler gelişirken kutlanan eski bir gelenektir. İnsanlar, ülkenin birçok kesiminden bu bayrama katılmak için Mezarı Şerif'e gelirler. Bu bayram Jahenda Bala denilen özel bir dini törenle birlikte kutlanır. Bu özel tören Mavi cami’de yapılır. Kutlamalar, yılın ilk gününde yani Nevruzda camiye bir bez afişin asılmasıyla başlar ve değişik kutlamalar ile lale tarlalarında ve caminin etrafında tam kırk gün devam eder ve bayrak indirileceği akşam tekrar toplanılır.
Buzkashi Buzkashi aslında sonbahar mevsiminden başlıyor ama Nevruz günü çok özel bir şekil yapıyorlar. Buzkashi denilen ve at üzerinde oynanarak yerdeki bir kafası kesilmiş keçi ya da koyunu yerden alarak rakipten önce hedeflenen alana bırakmak biçiminde oynanan bir çeşit oyun turnuvası da düzenlenir. Buzkashi maçları daha çok Afganistan'ın kuzeyinde ve Kabil'de düzenlenir.
Geleneksel Güreş Güreş Afganistan’da çok bir geleneksel sporların biridir. Bu spor özelikle Nevruz bayramı ilk günü başlıyor ve 40 gün devam ediyorlar. Nevruz Bayramı sadece Afganistan ya İran bir bayramı değil, bu bayram da Türk dünyasında hem kutlanıyorlar. Kısaca Nevruz bütün Türk dilleri de var. Azerice: Novruz, Özbekçe: Navruz, Türkmence: Nowruz, Kazakça:Naurız, Kırgızca: Nooruz, KırımTatarcası: Navrez) Farslar, Kürtler, Zazalar, Azeriler, AnadolTürkleri, Afganlar, Arnavutlar, Gürcüler, Türkmenler,Tacikler, Özbekler, Kırgızlar, Karakalpaklar, Kazaklar tarafından kutlanan geleneksel yeni yıl ya da doğanın uyanışı ve bahar bayramıdır ve kutlanır.
13
HABER
Mehmet ÖZDEMİR
T
eknolojinin gelişimiyle birlikte kaybolmuş ya da kaybolmaya yüz tutmuş el zanaatlarından öyleleri var ki pek bilinmezler. Küçük yerleşim birimlerinin izbe yerlerinde varlıklarını sürdürmeye çalışırlar. Gün gelir sessizce yok olurlar. Onları turistik amaçlı iş yapan yerlerde görürsünüz. Adeta ilk defa keşfedilmiş ya da çağlar öncelerinin ürünleri gibi bakar insanlar onlara. Oysa bilmezler ki alın teri, göz nuru dökülerek ve bütünüyle insan zekâsının, sihirli parmaklarda vücut bulmuş ürünleridir. Saz sele sepetçilik de işte bunlardan biri. Adını çoğu kimsenin belki de hiç duymadığı dahası görmediği geleneksel el mesleklerinden biri. Kayseri, Develi İlçesi Sindelhöyük Kasabası... Son Saz Sele Sepetçisi’nin varoşlarda bulunan aynı zamanda iş yeri olarak kullandığı evine gidiyoruz. Tozlu yollarda ilerleyen arabamız bir süre sonra tipik bir tek katlı köy evinin önünde duruyor. Dışarıdan bakıldığında evin damında; son-
14
SON SAZ SELE . . SEPETÇISI
radan adını öğrendiğim berdiler ve kındıralar var. Bunlar Sultan Sazlığı’ndan kesilerek toplanmış bir tür lifli, belki kamışgillerden denilebilecek bitkiler. Dış kapıdan içeri girildiğinde göze çarpan ilk şey uzun ve geniş üstü açık avlu, ahır, tezekler, sağda solda gelişigüzel duran mutfak eşyaları, sol köşede odun ateşinde yemek pişirmek için kara taşlardan yapılmış seyyar ocak hani bir köy evinin bahçesinde ne bulunursa o tür şeyler. Bütünüyle her şey o kadar doğal ki…
Mavi gözlü, yaşını göstermeyen numaralı gözlükler arkasında sevecen bakışlı, incecik bir adam Sol tarafta üstü kapalı uzunca bir çardak ve altında berdilerin, kındıraların arasında çalışan bir adam görüyorum. Bu son hasırcı ustası Süleyman İlipınar. Mavi gözlü, yaşını göstermeyen numaralı gözlükler arkasında sevecen bakışlı, incecik bir adam. Hemen arkasında ve onun adeta sihirli parmakları ile dokunmuş çeşitli boy ve tiplerde saz sele sepetler. Bunlar adeta birer sanat eseri gibi. Bir süre hayranlıkla seyrediyorum. Bütün güzellikleri, çekicilikleriyle müşteri bekliyorlar ya da öylesine arz- endam ediyorlar açık havada. Bizi görünce ayağa kalkıyor ve dış kapıda karşılıyor son saz sele sepetçisi. Tanışıyoruz ve çardak altına oturup sohbete başlıyoruz. Hava son derece sıcak. Ağustos ayı. Buz gibi limonata ikram ediyor bize eşi Firdevs Hanım. Serinliyoruz. Firdevs Hanım’ın da kındıra adlı bir lifli bitkiden ya da nasıl denir sazdan hasır kilim ördüğünü öğreniyorum. Hasır kilimler çardağın bir köşesinde rulo halinde öylece duruyorlar. Süleyman İlipınar, Develi İlçesi, Sindelhöyük Kasabası 1949 doğumlu. Nam-
ı diğer “Kamyonun Oğlu Sefil” Mehmet Ağa ile Sultan Hanım’ın 3 çocuğundan biri. Yalnızca okur-yazar. Babası o küçükken sele sepet yaparken annesi Sultan Hanım da hasır örermiş. Okumak içinde hala kanayan bir yara gibi duruyor Son Saz Sele Sepetçisi Süleyman İlipınar’ın. Buna rağmen yüzünden gülümseme hiç gitmiyor. O günleri şöyle anlatıyor, içi burkularak; -Okula gitmek istiyordum. Yaşıtlarım ilkokula giderken onlara özlemle bakardım. Ama babamgitmemi istemez ve kendisiyle bir-
likte hasır örmemi isterdi. Sürekli baskı yapardı bana. Annem benden yana olurdu ama elinden bir şey gelmezdi. Çünkü evimizin başka geliri yoktu. Hasırcılıktan, sele sepetçilikten ekmek yiyorduk. Belki de babam haklıydı ama benim de çok istediğim şeyler vardı ki bu okumaktı. Bu yüzden evden kaçtım. Dokuz yaşına kadar kaçtım. Rahmetli annem benim yüzümden babamdan dayak yerdi. Çaresiz kaldım ve dokuz yaşımda babamın yanında sazdan sele sepet örme işine başladım. Askere gidene kadar çalıştım yanında. 1969 yılında as-
15
kere gittim. Dönüşte yine aynı sele sepet işine başladım. -Kurtulamadın yani? -Nasıl kurtulacaksın. Okumak için zaten yaşım çoktan geçmişti. Başka bir zanaat da bilmiyordum. Köy yeri işte. Sana ne öğretmişlerse onu yapmaya mecbursun. Evlenme çağım geldi. Ama evlenmek için bende ne para var ne pul. -Eee ? Süleyman Usta gülüyor gevrek gevrek. Tabii ki yanında oturan eşi Firdevs Hanım da öyle. Ama onun gözleri uzaklara dalıyor ve mahcup bir şekilde gülümsüyor yalnızca. -Kaçırdım… -Hadi! -He ya! 1977 yılında kaçırdım. Nerde bende başlık parası. Ama işte yanımda söylesin Takıntı vardı. -Takıntı ne? -Taze geline ne takılırsa o. O zamanki şartlar içinde. Bilezik, beşli falan filan işte. Gücümün yettiği Kadar bir şeyler. Ne de olsa taze gelin. Kaçtı diye mahzun bırakılır mı öyle?
16
Süleyman Usta ile Firdevs Hanım’ın evliliklerinden çocukları Mustafa, Ayşe, Sultan ve Mehmet doğmuşlar. Onlara torunlarını soruyorum; -Mustafa’nın; Halil İbrahim, Süleyman ve Mehmet adlarında çocukları var. Kızımız Ayşe’nin de Çocuklarının adları Fatma ve Şakir. Sultan’ın iki çocuğu var; Melek ve Özden. Oğlum Mehmet askerden geldi henüz bekar. -Sele sepetçilik hangi malzemelerden yapılıyor? -Kındıra ve berdi dediğimiz şu gördüğünüz sazlardan yapılıyor. -Nerden temin ediyorsunuz bunları? -Sultan sazlığından… Suyun içine girip orakla kesiyorum. Orada kurumaya bırakıyorum. -Ne kadar zamanda kuruyor? -İki ayda istediğim gibi kuruyor. Daha sonra bir araçla buraya getirip şu damın üstüne atıyorum. -Ne tür bir bitki bu kındıra? Son saz sele sepetçisi Süleyman Usta eline bir kındıra denilen sazı ya da bitkiyi alıyor ve parçalara ayırarak bana gösteriyor.
-İçi süngerimsi. Dışı ise parlak tıpkı kamış gibi. Ama tabii ki kamış gibi sert değil bunlar. Ama Kındıra bitkisi kat kat parçalardan meydana geliyor. Oldukça esnek bir bitki bunlar. Çok fazla kuruduğu zaman sele sepet örmekte zorlanıyorum. -Ne yapıyorsun o zaman? -Üstlerine biraz su serpiyorum.
“Şiş” ya da “mil” tek aleti Süleyman Usta’nın elinde tahta saplı, bıçağa benzer ama her iki tarafı da keskin olmayan ayrıca ucuna yakın bir yerde ve eninde geniş çaplı bir delik olan metal bir alet var. Ona “şiş “ ya da “ mil “ diyor. İşte tek aleti bu Süleyman Usta’nın. -Sele sepetler nerede kullanılıyor ya da kaç türlü sele sepet var? -Sele sepetler değişik alanlarda kullanılıyor. Odun-tezek taşımak için yapılanlar var. Bunlar 40x60 cm ebatlarında oluyorlar. Ekmek koy-
mak için de sepetler yapıyorum. Bunlar “D, E “ şeklinde oluyorlar. Genel olarak adlandırılırsa; 1.Ahır Sepeti 2.Saman Sepeti 3.Zahra ya da Hububat Sepeti 4.Küp Sepeti ya da yöresel ifadeyle “Lüğlük” -Nasıl örüyorsun?
Ne tezgâh var ne de yardımcı bir araç Süleyman Usta Kındıraların içinden 3 tane alıyor. Üç tanesini yan yana getiriyor ve bir başka kındıra alarak bu üçlüyü onunla bağlıyor. Sonra avuçları arasında bükmeye ya da rulo olarak sarmaya başlıyor. Gerçekten çok ilginç geliyor bana. Ne tezgâh var ne de yardımcı bir araç. -Bu şekilde ellerimin arasında örmekle sele sepetin tabanını ya da merkezini oluşturuyorum. Dairesel bir şekilde oluşturduğum merkezin etrafında sürekli dolandırıyorum. -Elips gibi bir şey. -Artık siz nasıl ad verirsiniz bile-
mem ama başlama noktam burası ve böyle gelişiyor. Tabanı istediğim ölçüde olduğunda bu defa yine bir kenardan yukarıya doğru bükerek boyunu örmeye başlıyorum. Tabii ki boyu istenilen ölçülerde oluyor. Hemen şunu da belirteyim sele sepetler için kullanacağım kındıra ya da berdilerin sürekli ıslak olması gerekiyor. Kurumaya yüz tuttuklarında ıslatıyorum onları. -Günde kaç tane yapıyorsun? -“D” şeklinde olanlardan günde 2 tane yapabiliyorum. Vazo tipi olanlardan 4 tane rahatlıkla Yapabiliyorum. Berdi ya da kındıra malzemeli sehpa dan 1 tane çıkıyor. -Taşıma amaçlı sepetlerden başka da yapıyor musun? -He ya! Dedim ya vazo yapıyorum. Sehpa yapıyorum. Ancak şu anda onlar burada yoklar.
Gördüğünüz gibi bu iş bütünüyle bilek gücü istiyor
gibi bu iş bütünüyle bilek gücü istiyor. Yoğun çalıştığınız zaman bir noktada yoruluyorsunuz. -Peki ya pazarlama işi? -Pazarım yok. İsteyen buraya gelip alıyor. Ya da turistik bölgelerden sipariş veriyorlar. Eskiden çok sipariş alırdım. Ama naylon malzemelerden yapılma sepetler piyasaya girdiğinden bu yana işlerim artık hiç iyi değil. Dedim ya yalnızca turistik yerlerde ilgi görüyor. -Peki, ne olacak bu işin sonu? Senden başka yapan var mı? -Kayseri’de tek ben varım. Zaten Türkiye’de de yapan çok az kişi var. Çocukları öğrenmek İstemediler. Onlar haklılar tabii ki. Bundan ekmek yenmiyor artık. -Yetkililer ilgilenmediler mi seninle? -Ara sıra geliyorlar. Resim çekiyorlar. Aksaray’da 2007 yılında Halk Eğitimi Merkezi’nde dokuz ay Kurs öğretmeni olarak görev yaptım. İleriki yıllarda bir daha da kurs açmadılar. Bu mesleğe ilgi yokmuş. Sanırım bende son bulacak.
Patates sepeti de büyük ebatlı olduğundan günde yalnızca 1 tane çıkartabiliyorum. Gördüğünüz
Sihirli parmaklarıyla inanılmaz şaheserlere imza atan yalnız bir adam… Son saz sele sepetçisi…
17
HABER
Adham KAKO
Halep Türkmenleri’nde
Düğün Geleneği
EVLENME BIÇIMLERI
H
alep Türkmenleri arasında günümüzde genellikle görücü usulü ve yakın akraba evlilikleri ağırlıklı olmak üzere görünmektedir. Halep Türkmenleri arasında görücü usulü ile evlenme oldukça yaygındır. Gencin bir yerde görüp beğendi yada tavsiye üzerine belirlenen kızın evine görücüler kız bakmaya giderler. Kızın ev halini görebilmek için görücüler bu ziyareti kız evine haber vermeden yapmaya çalışırlar. Bir diğer Evlenme türü olan Akraba evliliği de Halep Türkmenlerinde çok görünmektedir. Bu Tür evliliklerin tercih edilmesin nedeni gelin adayı kızın huyunu suyunu bilmeleri, kızın yabancıya gitmemesi, kızın rahat etmesi gibi sebepler öne çıkmaktadır. Üçüncü sırada yer alan bir diğer evlilik çeşidi olan Değişik (Berder), bu evlenme çeşidinde ise evlilik yaşındaki iki erkek kız kardeşlerini birbiriyle değiştirerek evlenmektedir. Günümüzde, bu tür evlilikler başlık parasının kalkmasıyla birlikte artık neredeyse yok olmuştur, Halep Türkmenlerinin bu tür evlilik denildiğinde akla gelen ilk örnek Türk Filmlerinde
18
konu olan ‘EzoGelin’ Örneğidir, zira Ezo gelin iki kez değişik usulünde evlendirilmiştir.
Kız İsteme, Başlık Parası, Nikah, Nişan: Oğlan evi kız tarafından aldığı gelip kızımızı isteyin cevabından sonra kız tarafına gelecekleri günü söyler ve çok büyük bir kalabalıkla Kız İstemeye gidilir,misafirler arasında Fatiha okumak içinköy imamı da yer alır. Halep Türkmenlerinde Kız İsteme, Söz kesme ve Nişan hepsi bir arada yapılmaktadır. Kız istemede başlık parasıyla yapılacaklar üzerine anlaşılmaya varıldıktan sonra kızı isteyen kişi/hoca oradaki cemaate Fatiha okutur. Ardından damadı ve kızın babasını/abisini ortaya çağırır. Kızın abisi veya babası kızın vekili olur . Hoca, damatla kızın dinî nikâhını vekil üzerinden kıyar. Nikahtan sonra misafirleri damadın getirmiş olduğu tatlılardan ve meyvelerden ikram edilir. Damat bir ara kızın bulunduğu tarafa geçer , beraberinde getirdiği yüzüğü takarak kısa süre kızla sohbet eder. Kızla oğlan bu andan itibaren nişanlı sayılır.
DÜĞÜN HAZIRLIKLARI Bayrak Dikme: İnsan hayatındaki ikinci önemli geçiş süreci olan evliliğin gerçekleşmesi ve çiftin birleşmesinin toplum nezdinde meşruiyet kazanması düğün törenleri vasıtasıyla olmaktadır. Türkmenler, düğünün ve düğün evinin ilanı anlamına gelen bayrak asma anından başlayarak gerdek gecesine sonuna kadar geçen sürenin tamamınaDüğün denmektedir, dolaysıyla düğünler üç gün sürmektedir. Bayrağı damat evine Damadın bir bekârarkadaşı asar, Türkmenler tarafından o kişiye Cahalbaşı ( Sağdıç) denilmektedir.
Kına Geceleri: Kına, Türk inanç sisteminde adanmış olmanın bir geleneksel bir işaretidir. Kına gecelerinde kınalar kızla oğlanın birbirine adanmışlıklarının bir göstergesi kabul edilmektedir. Günümüz Halep Türkmenlerinin Kına geceleri hem gelin hem de damat için tertip edilmekte ve gelin
kınasına erkekler katılmamaktadır.
Gelin Kınası: Gelin Kına düğünden bir yahut birkaç akşam önce kız evinde yakılır ve buna sadece kadınlar katılır .köyün bütün kadınlarıyla damat tarafının kadınları davet edilir. Ayrıca damat tarafının kadınları kız evine gelirken kına ve şeker getirirler. Kına yakılmasından hemen sonra damadın kısa süreliğine gelinin yanına gelmesine izin verilir. Bu süre zarfında gelinle damat karşılıklı oynarlar.
Güveyi/ Damat Kınası: Düğünün gecesinden bir gece önce erkekler bir araya gelerek Damat kınasını yakarlar. Genellikle Perşembe günlerine denk gelmektedir.Damat kınaları genellikle davullu zurnalı olarak gerçekleşir, kına Cahalbaşı/ sağdıç tarafından bir evde hazırlanır. Yoğurulan kına birkaç tepsiye bölünerek çiçek ve mumlarla süslenir. Hazırlanan damat kına yerine getirilir. Damatla birlikte bir müddet halay çekilip oynadıktan sonra herkes oturur. Sonra damadın evli arkadaşları Cahalbaşından istekteler de bulunurlar ve bu isteklerin yerine getirilmesi şarttır. Damadın kınası genellikle serçe parmağına türküler eşliğinde yakılır.
DÜĞÜN GÜNÜ VE GECESI Yörede civar köylerden gelen davetlilerin katıldığı asıl düğün gününe büyük düğün denmektedir. Köylüler ve dışardan gelen davetliler öğleden sonra düğünü olacağı yerde toplanmaya başlarlar. Düğün yerine gelen misafirleri davulcular karşılar ve oturacakları yere kadar güttürüp onlardan bahşiş alırlar. Erken saatlerde başlayan düğün gece yarısına kadar devam eder. Bu süre ilk olarak gelin gelin tarafı sabah erkenden hazırlıklara başlar. Öğleden sonrasaat üç gibi damadın ablası yahut annesinin bulunduğu düğün kafilesi araçlarla kız evine gelir.gelin erkek kardeşinin kolunda çıkarılır. Bu sırada gelinin kardeşlerinden biri de kapıya durarak gelini vermez; yol ister. Daha sonra kafile gelinle birlikte ineceği eve doğru yol alır. Babasını evinden alına gelin, düğünün yapıldığı köye getirilerek bir akrabanın yahut komşunun evine indirilir. Doğrudan damadın evine götürülmez, gelin araçtan hemen inmez; kayın pederinden harçlık ister, sonra gelin arabadan inince kaynanası eline bir bardak verir; gelin bu yere atarak kırar. Bu sırada damadın kardeşlerinde biri damın üstünden gelini görmeye gelen kalabalığın üzerine şeker serper.Gelin indikten sonra evin önünde bir sandalyeye oturtularak duvağı açılır ve toplananlara yüzünü gösterir. Daha sonra ge-
lin eve alınır ve etraftakiler davulcularla birlikte düğün alanına giderler. Ve gelen misafirlere gelinin indirilmesinden hemen sonra yemek verilir. Yemekler meydandaki çadırlar altında kurulmuş sofralarda ikram edilir .düğünlerde geleneksel yemek olan bulgur pilavı üzerine kavrulmuş kuzu eti verilir ve ayrıca bu yemeklerde içecek olarak da ayran ikram edilir. Düğün gecesi Eğlenceleri Davullu zurnalı ve Yöresel bir sanatçı eşliğiyle oyunlar ve halaylar çekilerek gece yarsına kadar devam eder. Bu süre zarfı içerisinde misafirlere çay, kahve (Murra) ikram edilir, gecenin sonlarına yaklaşıldığında ise takı merasimi gerçekleşir, yalnız takı merasiminde damat hazır bulunmaz, onun yerine paraları yahut hediyeleri damadın akrabalarından birine verirler, ve o kişide aldığı paraları ve hediyeleri bir bir deftere yazarak düğün sonrasında damadın babasına takdim eder. Düğün süresince gündelik elbiseleriyle eğlencelere katılan damat, düğünün sonlarına doğru Cahalbaşı tarafından Damatlıklarınıgiyinir. Bu işleme Güveyi Giyindirmesi denilir. Damat giyindirildikten sonra gelin damadın evine görülür. Düğün alanında tebrikleri kabulünden sonra Damat, cahalbaşıları arasında arkalarındaki kalabalık bir grupla türküler söyleyerek evine götürülür. Damat arkasından gelenler tarafından sırtına vurularak gerdek evine sokulur.ve damadın düğün alanından ayrılmasıyla birlikte Döğün merasimi betmiş demektir.
19
ETKİNLİK
Esra SEKMAN
SVETLANA BEZRODNAYA VE ''VIVALDI ORKESTRA'' RUS DEVLET AKADEMIK ODA ORKESTRASI 25 KİŞİLİK KADIN ORKESTRA KADROSUYLA
17-18 OCAK’TA TİM SHOW CENTER’DA
“TODES S N DAN MODER LUĞU” R O T A R E İMPA ATRO V Y İ T ’ ’ TION IMI ’’ATTEN ANSIN KARIŞ ND MODER CAK’TA O 6 2 4 A 2 NTER’D E C W O TİM SH
DÜNYANIN E N ÜNLÜ ODA ORKEST RALARINDA N “ACADEMY OF ST MART IN IN THE FIELDS” JOSHUA BEL L YÖNETIMIN DE 8 OCAK 201 4’TE İŞ SANAT’TA
IYATRO’ IKINCIKAT-T YUNU NUN YENI O , ALTI BUÇUK K 2014 07-31 OCA AKÖY’DE R A K T A IK IKINC
20
ATÖLYE TIY ATROSU TARAFINDA N SAHNELENE N “BIR DEL ININ HATIRA DE FTERI” 9 OCAK 20 14’TE CADDEBOS TAN KÜLTÜ R MERKEZIN DE
LARIN N A M A SON Z DIN - ERKEK KA EN IYI EDI OYUNU ?” KOM LIRIR MISIN LE DE M I N E AK’TA “B 28 OC LK EĞITIM ÖY HA NDE K I D A K EZI MERK
N ILIN E TY Z Ü Y 20. I SANA IC I R E V ILHAM DAN JOAN M IN ÇILAR UN SERGISI AR RO’N ADAR MIM K AK’A ATLAR C N O A S 9 1 GÜZEL SI’NDE N A N I S RSITE E V I N Ü
21
SÖYLEŞİ
Cevdet AŞKIN
. . . TIROJ DERGISI Yürekler Işısın Diye
Tîroj dergisi ne zaman ve nasıl buluyor ve hem de söz konusu yayın hayatına başladı? Nasıl arayışa kendi mecrasından mütevazı bir katkı oluyordu. Savaşın bir oluşum süreci geçirdi? dehşet yükünün altındaki Kürde, edat İlbey: 2003’te ya- soluklanabileceği kültür ve sanat yına başladık. İlk sayısı- bağlamlı kürsüler oluşturmak nı 21 Mart Newroz’unda özellikle önemliydi. Ayrıca Kürçıkardık.Tîroj’un yayın hayatına dü Batı’ya gerçeğiyle anlatabilbaşlaması yaklaşık 1 yıllık bir ha- mek ve bunu yaparken de Türk’ü zırlık sürecini gerektirdi. Fikirler de kendi tarihsel-siyasal-sosyal elbette ki ihtiyaçlardan türüyor. gerçeğiyle yüzleştirebilmek… Evrensel Basın-Yayın bünyesin- Dergiyi çıkarmadan önce hatırlade böyle bir dergi çıkarma fikri yamadığım kadar çok sayıda külde öyle. Kürt ulusal kimlik mücatür sanat insanı, yazar, gazeteci, delesinin başka mecra ve araçlarkanaat önderi, politikacı vb.’nin la zenginleştirilmesi dönemin ihtiyaçlarındandı. Malûm, 1999’da fikri alındı, eğilimleri yoklandı. başlayan tek taraflı ateşkes döne- Derginin ismi ve iki dilli olması mi şöyle ya da böyle sürüyordu dahil birçok boyut bu istişarelerve silahlı mücadelenin siyasal de ele alındı ve sonuçta, iki aylık mücadeleye evrilmesinin arayış- periyotlu, Kürtçe “Işık huzmesi” ları vardı o dönemde de. Politi- anlamına gelen Tîroj çıktı ortaya. kadan azade olmayan kültür-sa- 11 yıllık yayın hayatında periyonat eksenli bir yayın organı da du hiç sektirmeden yayınını sürhem o dönemin ikliminden esin dürdü.
V
22
Neden iki dilli bir yayın düşünüldü? İki dilli bir dergi çıkarmanın ne gibi zorlukları söz konusudur? Dergide Kürtçenin yanında Türkçenin de kullanılmasını koşullayan faktörlerden biri, vurguladığımız gibi, Kürdün gerçekliğini Türk’e de anlatabilmektir. Kürtçe okuma-yazmanın Kürtler arasında bile halen çok sınırlı oluşu iki dilliliği zorunlu kılan bir diğer kısıt durumunda. Kürtçe yaygınlaştıkça ve süreç içerisinde, Tîroj’un tamamen Kürtçe çıkarılması gibi bir ‘kurucu’ hedefimiz var. İki dilli dergi çıkarmanın en başta gelen zorluğu, en sık karşılaştığımız şu soruya içkin: “Kürtçe yazıları anlamıyorum?” Hiç Kürtçe bilmediği halde dergiyi almaya devam eden Kürt okurlarımızdan değil, özellikle Batı’dan okurlarımızdan bu ‘sitem’ sorusu. Eşyanın doğasına uygun elbette. Ancak ‘yarısını’ anlayabildikleri bir derginin alıcısı olmaları bile aslında etkili bir ‘empati’ gerekçesi oluyor. Hiç anlamadıkları bir dile mah küm edilmiş Kürt çocuklarıyla empati yapma olasılığı mesela… Ama sağladığı bu teorik olasılık, çoğu zaman bir tiraj sıkıntısı olarak dönüyor Tîroj’a! İki dilli olmak, söz konusu iki dilin toplumsal ağırlıklarına paralel bir profile zorlayabiliyor dergiyi. Yani hâkim dil, diğerinin sınırlarını çoğu zaman Tîroj’da da zorluyor. Bunun önüne geçmeye çalışıyoruz ama açıkçası zorlanıyoruz. Türkçe ağırlıklı olabiliyor dergi. Bunun önüne geçebilmek için, çok özel ve istisnalar dışında Türkçe şiir ve öykü ya-
yınlamamak gibi bir ilkemiz var mesela. Kürtçe öykü ve şiirde ise Kürtçeyi teşvik edici olması açısından, çok seçici olmuyoruz özellikle. ‘Kalite süzgecimiz’ var elbette ama Kürtçe yazımın özel durumunu gözetiyoruz ve editoryal işlemlerden sonra genç yazarla iletişimimiz, teşvik ve donanımı zorlamak açısından verimli örnekler yaratıyor… İki dilliliğin, Kürtçe bölümü ile Türkçe bölümü arasında editoryal bir ‘asimetriye’ yol açması da mümkün olabiliyor bazen. Karşılıklı olarak birbirine ‘birebir’ hakim olamayan ikili editoryal çalışmanın arızi yansımalarından muzdarip olabiliyor Tîroj da…
Derginin içeriksel gelişimiyle ilgili bilgiler verebilirsiniz? Yani başlangıçta kaç formaydı, sonra kaç forma oldu? Tîroj, başlangıçta 4 forma, 64
sayfaydı. Zaman içerisinde iki kez sayfa artırımına gitmek zorunda kaldık ve toplamda 1 forma daha eklemiş olduk. Son hali 80 sayfadır. İçerik seyri açısından siyasetin içeriğe zamanla daha çok yansıdığını belirtelim. Başlangıçta kendisini ‘kültür-sanat dergisi’ olarak tanımlayan Tîroj, politikanın bu iki alanla diyalektik ilişkisinin kaçınılmaz sonucunu yaşadı ve zaten var olan niteliğini zamanla ‘itiraf’ etmek zorunda kaldı! Politik niteliğini künyesine de yazdırdı; Türkçe bölümünü ve özellikle dosya sayfalarını ağırlıklı olarak politikaya ayırdı. Derginin bir sayısının hazırlanma süreci nasıl oluyor? İçerik temini, hangi yazıların dergiye gireceği, çeviriler, baskı öncesi ve baskı evresi vs. nasıl gerçekleşiyor? Hazırlık süreci genellikle iki etaplı oluyor: Bir araya gelebilen arkadaşların toplantısında önerilen ve diğer katkı sunan arkadaşların görüşleri de alınarak saptanan konular, ki genellikle dosyalar, tarih, yıldönümü vb. yazılar bu kategoriye giriyor. Diğeri ise deyim yerindeyse ‘ucu açık’ bir sürece bırakılmış, derginin ya-
23
yın tarihi yaklaştıkça güncellik kazanan, tartışılan, gündemleşen konular… Sergi, sinema, fotoğraf vb. yazılar da böyle yani gündemi, süreci izleyerek çıkıyor genellikle. Çoğu zaman bir araya gelme imkânı bulamadığımız için bilinen-rutin iletişim yöntemleriyle sağladığımız koordinasyon, yayın seyrimizin temel halkası oluyor. Dergiye girecek yazılar da aşağı yukarı bu koordinasyonun sonucunda belirleniyor. ‘Sipariş’ yazılar dışında, Tîroj, istikrarlı şekilde ‘kendiliğinden’ yazı akışı olan bir düzeye gelmiş bulunuyor artık. Mizanpaj ve baskı evresi ise yayınevinin teknik eleman ve olanaklarıyla mümkün oluyor. Derginin yazı işleri kadrosu kaç kişiden oluşuyor. Dışarıdan katkı nasıl sağlanıyor? Katkı verenler nitelikleri nelerdir? Derginin künyesinde kimler yer alıyor? Telifsiz, maaşsız, kârsız, hiyerarşisiz bir dergi olan Tîroj’un, genel geçer ‘profesyonel’ anlamıyla, yani sadece Tîroj’u çıkarmakla ilişkili bir yazı işleri kadrosundan söz edemeyiz. Kelimenin gerçek anlamıyla, ‘amatörce’ yapılan bir faaliyet bizimkisi. Muhabir, çalışan veya yönetici, “maaşlı eleman” yoktur. Yayın faaliyeti çemberinin
24
çekirdeğinde üç kişilik bir sabit ‘koordinasyon’ bulunuyor. Genel itibariyle iki arkadaş Kürtçe yazıları, biri Türkçe yazıları koordine ediyor. Arada geçişkenlikler oluyor elbette. Merkezi kadrolar da dahil, Tîroj’a emek veren herkesin başka uğraşları da bulunmakta. Tîroj, özgün bir kadro yapısına sahiptir. Muhabirlikten tercümeye, röportajdan deşifrasyona, bir çok değişik çevreden arkadaşların istikrarlı katkılarıyla yayınlanmaktadır. Örneğin, Evrensel gazetesinden, Özgür Gündem’den, Hayat TV’den, İMC TV’den… değişik düzeylerde aldığımız muhabirlik vb. katkılarının yanında, değişik illerden artık istikrarlı bir ilişki haline gelmiş tek tek Tîroj gönüllülerinden gelen katkılar da oldukça önemli. Öyle ki, fiili olarak yayın kurulu üyeliğine denk düşecek katkılar sunup da hala yüz yüze gelemediğimiz ‘Tîrojcular’ bulunmakta. Yıllardır özel karikatürleriyle Halil İncesu, fotoğraflarıyla Özcan Yaman, Ferhat Arslan, ve daha nice arkadaş bizimle beraber… Birçok kişinin dolaylı dolaysız katkıları ve emeğiyle çıkarılan Tîroj’un künyesinde sadece Yazı İşleri Müdürümüzün (Bülent Ulus) ismi geçer. Yasal zorunluluktan kaynaklanmaktadır o da.
Kolektif bir emeğin ürünü olan dergimiz bir iki isimle anılsın istemiyoruz zira. Bir tercih bu yani. Telifsiz yazdıran bir dergidir Tîroj. Telifimiz, çıkan sayıyı ilgili yazara ulaştırmak oluyor sadece! Tîroj'u kimler okuyor? Yani okuyucu profiliyle ilgili bir çalışmanız oldu mu? Olmadıysa gözlem ve duyuma dayanarak neler söyleyebilirsiniz? Okuyucu profiliyle ilgili özel bir çalışmamız olmadı. Ama bu konuya dair ilk anılacak kategori Kürtçe yazıp okumaya meyilli genç okuyuculardır denilebilir herhalde. Dosyalara dair özel bir ilgi olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle son yıllarda dosya sayfalarını sık sık gerçekleştirdiğimiz ‘yuvarlak masa‘ toplantılarına ayırıyoruz ve bunun daha ilgi çekici olduğunu gözlemliyoruz. Yazı isteyip istememekten bağımsız olarak, yıllardır yüzlerce yazar ve aydınımıza, Kürt illerindeki belediyelere sürekli olarak ‘protokol’ dergi gönderiyoruz. Sonradan iletişimlerimizde, yöntemimizin karşılıksız kalmadığını görüyoruz genellikle. Söylemeden olmaz, Tîroj’un cezaevlerinde hatırı sayılır bir okuyucu kitlesi bulunuyor. Cezaevlerinden gelen bütün talepleri ücretsiz karşılamak kurucu
ilkelerimizden biri… Belki gereksiz bir ayrıntıdır ama, yine de ekleyelim: Okuyucularımızın genel siyasal profili, Kürt siyasal hareketi ve ona yakın duran sosyalistleri, demokratları işaret ediyor diyebiliriz.. Bugünkü HDK-HDP platformu, 10 yıldır Tîroj’un politik boyutuyla kürsü olmaya çalıştığı bir platform aslında. Derginin finansmanı nasıl sağlanıyor? Yani satış rakamları ve gelirleri nasıl? Reklam/ilan geliriniz oluyor mu? Kâr ediliyor mu? Derginin satış ve pazarlaması nasıl yapılıyor? Satışların artırılması için tanıtım yapıyor musunuz? Derginin finansı Evrensel BasınYayın tarafından karşılanıyor. Başında YAY SAT’ın dağıtım ağı dışında, elden dağıtım için illerde belli adreslere kargoyla ulaştırıyorduk dergiyi. Sonradan YAY SAT’ın ağırlaştırdığı ve karşılanması mümkün olmayan koşullarından dolayı, yayınevinin kendi olanaklarıyla ve özellikle Emek Partisi büroları üzerinden dağıtım yapmaya çalıştık. Şimdi bir dağıtım şirketiyle yeniden beraberiz ama istikrarlı bir dağıtımdan söz edemiyoruz hala. Özetle başından bu yana dağıtım sorunu yaşıyor Tîroj ve elden dağıtımlar bayii satışından daha önde geliyor. Avrupa’ya 5 yüz küsur dergi gönderiliyor. Çeşitli ülkelerde örgütlü bulunan Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu (DİDF) üzerinden dağıtılıyor. Reklam ilan gelirimiz maalesef olmuyor. Kâr etmiyor ama yayınevine çok da külfet olduğunu söyleyemeyiz. Satışların arttırılması için özel bir
tanıtım programımız olmuyor. Evrensel gazetesine ‘ücretsiz!’ ilan verebiliyoruz sadece. Bazı illerde, bazı festival ve kitap fuarlarında zaman zaman ortaklaştığımız etkinlikler oluyor. Facebook ve twitter üzerinden de tanıtım olanaklarını değerlendirmeye çalışıyoruz ama başarılı olduğumuz söylenemez. Yine, dergimizin web sayfası çeşitli kereler saldırıya uğradı ve epey zamandır kullanılamaz durumda.. Şimdi yeni bir sayfa girişimimiz sürüyor. Yakın zamanda sonuç verecek gibi… Sonuçta, ortaya çıkan tablo dergimizin en önemli sorununun tanıtım ve dağıtım olduğunu gösteriyor. Bizim dergiyi çıkarırken bir avantaj durumundaki amatörlük, tanıtım ve dağıtım konusunda çok keskin bir dezavantaja dönüşüyor. Maddi olanak gerektiren tanıtım, ilan, reklam vb. işlerde maalesef iç açıcı bir durumda değiliz. Derginizin abonelik sistemi var mı? Varsa bu dağıtımı nasıl gerçekleştiriyorsunuz? Sorunlarınız neler?
Abonelik sistemi var ama yok denecek düzeyde işlemekte, karşılık bulamamakta. Bir dönem Mardin Artuklu Üniversitesi’nden bir grup öğrenci abone olmuştu topluca..Şimdi çok sınırlı sayıda aboneye dergiyi posta ya da kargoyla ulaştırıyoruz. Derginizle ilgili hangi çevrelerden nasıl tepkiler alıyorsunuz? Derginiz hiç ödül aldı mı? Yasal sorunlarınız oluyor mu? Dergiye yönelik tepkiler, Kürt sorununa ve Kürt gerçekliğine yönelik pozisyonların yansıması gibi oluyor aslında. Lehinde ve aleyhinde, tahmin edilebilir tepkiler bunlar. Ekstrem örnekler de olabiliyor ama, neden tamamen Kürtçe değil, ya da daha çok, neden tamamen Türkçe değil gibi... Açılan davalar oldu ama yazı işleri müdürlerimizi mahpushaneye kaptırmamayı başarabildik bugüne kadar! Çeşitli ihbarlarla karşılaştık zaman zaman. En son, Oda tv isimli bir internet sitesi yapmıştı bunu. Tîroj’un PKK’nin yayın organı olduğunu yazmıştı! Ödül almadık bugüne kadar… Son olarak söyleyecekleriniz var mı? Son söz, çıkarken ki ilk sözümüz olsun: Ji bo dirandina perdeya tarîtiyê a li ser çavan û ji bo ronkirina dilên tevaya gelan, bi coş û pêkve em vê xebatê bikin. Em çirûska ronahiyê, demetek ronahiyê bi hev re xurttir, geştir bikin û bijînin... Yani: Gözlere perde çeken karanlığı yırtmak üzere ve bütün halkların yüreği ışısın diye, coşkuyla bu çabayı birlikte gösterelim; ışık huzmesini, bir demet ışığı birlikte güçlendirelim ve yaşatalım...
25
SÖYLEŞİ
Yahya ENGİN
Üniversiteden
Bir Tango Hikayesi B uket Akdol ve İlkan Aydın 2006’dan itibaren birlikte dersler vermekte ve performanslar sergilemektedirler. 2011 yılında Caminito Tango Cafe'nin kurucu eğitmeni oldular ve Türkiye'nin ilk tango cafesini açmanın gururunu yaşadılar. Buket ve İlkan Klasik dinamikleri vücudun doğal duruşunu bozmadan modern bir formda sergilemeyi seven ikili; Dans tutuşunun açık ve kapalı olarak ayrılmadığını, tangoda sarılmanın ve vücut kontağının esas olduğunu, sarılmayı bırakmadan figuratif dans etmenin keyfini derslerinde ve atölyelerinde öğrencileriyle paylaşmaktadırlar. Bizde onlarla kısa bir röportaj yaptık…
Kendinizi biraz tanıtır mısınız? Buket Akdol: 1979 doğumluyum. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünü tamamladım. 2007 yılında İktisat Fakültesi İktisat bölümündeki çift anadal eğitimini bitirdim. Aynı dönemde İktisat Fakültesi Yönetim ve Organizasyon Anabilim Dalı'nda araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım. 2009 yılında İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsünde İşletme Yüksek Lisansı'nı "Cam Tavan ve Kurumsal Bir Strateji Pozitif Ayrımcılık: İlaç Sektöründe Bir Sınıflandırma" konulu tezi ile tamamladım. 2009 yılında doktora eğitimine başladım ve
26
halen doktora tezini yazmaktayım.
İlkan Aydın: 1984 İstanbul doğumluyum. İstanbul üniversitesi Uluslararası İlişkiler mezunuyum. İlkokul yıllarında folklor lise yıllarında La-
tin danslarıyla ilgilendim. Üniversite yıllarında hobi olarak başladığım tango benim için bir yaşam biçimi oldu. Arjantin tangoya 2000 senesinde Aydoğan ve Şule ARKIŞ çiftiyle başladım.
Kimler Tango yapıyor?
Sahne tangosu ve Sosyal tango diye ayırımlar var, İ.A.: Adım atabilen herkes Tango sizin yaptığınız tango yapar. hangisi? Hani profil anlamında, size kimler geliyor? B.A: Profil çok karışık yani. Bir yandan üniversite öğrencileri, hatta lise öğrencileri bile var. 16-17 yaşında birçok öğrenci var. Çünkü liselerde de tango kulüpleri açılmaya başladı. Buna ilgi duyan birçok genç insan var. Bunun yanında iki temel profil var: Üniversite öğrencileri sonra bi ara kayboluyorlar, iş güç bişeyler oluyor, otuzlara yaklaşınca hayatımda aktivite olsun deyip yeniden geliyorlar. Emeklilik sonrası gelen çok insan da var tabi.
Genelde eğitimli diyebilir miyiz? İ.A.: Tabi. Yani belli bir eğitim düzeyinin üstündekiler tangoya zaman ayırıyor, belki de çalışma hayatı…
B.A.: Sosyal tango değil. Şöyle; tango salon ve tango sahne diye iki ayrım var. Sosyal bir danstır tango salon. Çünkü doğaçlama yapılır, sosyal danstan kastımız o zaten. Doğaçlama olması, herkesle ve sosyalleşmek amacıyla yapılması. Tango salonun amacı da o insanlar salonda buluşuyor ve sosyalleşebilmek için birbirlerini dansa kaldırıyor. Bunlar dans geceleri, dolayısıyla tango salondaki birincil amaç; partnerle iletişim kurabilmek, pistte kalabalık halde dans edildiği için müziği dinleyip, partnerinizle birlikte müziği paylaşmak; ama sahne tangosu tamamen farklı, karşınızdakine bir şey paylaşmak için değil sizi izleyenlere bir şey göstermek için yapıyorsunuz. Bir ifade tarzı, o bir sahne sanatı tamamen. Dolayısıyla ikisi arasında temel bir ayrım var.
Bir de ideal tango partnerinizi tanımlarmısınız? Her türlü meslek gurubundan Bayan için partner nasıl tanıdığınız kimseler var mı? olmalı? Hani o müziğin o B.A.: Genelde hayatında iş yoğun- kulağa hoş gelmesi bunun luğu olan, stres yükü olan, biraz akışına bırakılması diye bir rahatlamak, sosyalleşmek, müzik şey okumuştum? dinlemek isteyen özellikle klasik müziğe bi insanın ilgisi yoksa Tango müziği çok dinlenilebilir, haz alınabilecek bir müzik değil o. O nedenle bir ilgi istiyor. Müziğini dinlemekten keyif almadığınız bir dans türünü de genelde istemiyorsunuz o yüzden tabi ki, mutlaka biraz eğitimli, kulağa eğitimli, işte hayatında stres olan, uzaklaşmak, rahatlamak isteyen bir profil tercih ediyor.
B.A.: İdeal tango partneri diye bir şey yok. Sosyal olarak zaten herkesle dans edebiliyor olmak lazım ama; performans sergileyeceksen sahne tangosu yapacaksan o zaman ciddi bir partner ihtiyacın var. Tabi her türlü uyum önemli bir disiplin var. Orada bir çalışma sistemi var, çalışma sistemine uyabilecek bir partner edinmek gerekiyor.
Arjantin tangosu, Amerikan tangosu öyle bir şey var mı? B.A.: Amerikan tangosu Türkiye’de bu nasıl söyleyeyim. Evet böyle bir ayrım var aslında. Uluslararası standart danslar arasında bir tango kategorisi var. Onun belli temel bir ritmi var. Bu bizim Türk tangolarında duyduğumuz, algıladığımız ritim aslında tamda bu ritimdir. O ayrı bir dans türü. Ama Arjantin tangosunun belli bir ritmi kılıfı klavyesi falan yok. Klasik müzik gibi çok sesli bir müzik ve dans türü de. Tamamen farklı standart tango zaten yine oda koreografi üzerine yapılır. Duruşu tamamen farklıdır. Arjantin tangosu içinde kabul edilebilir bir tür değildir o. Standart danslardan bir tanesidir. Dans spordur zaten.
Standart bir kursa giden bir öğrenci bu sosyal tango ortamına ne kadar zamanda hazır olabilir? B.A.: Standart bir kursa giden bir öğrenci üç ayın sonunda artık gecelere gidip dansa kalkıyor olmalı. Eğer dansa kalkmıyorsa o biraz özgüven olmadığı için, çekindiği için vs gibi algılanabilir. Üç ayın sonunda gerçekten herhangi bir kursu takip eden öğrencinin elinde, dans gecesinde dansa kalkabilecek malzeme var, dans etmek ayrı bir şey. İyi dans etmek, keyifli dans etmek, herkesle dans etmek, ayrı bir şey. Çok iyi dansçılar var. Onlar 3 aylık bir dili kesikle dans etmeyi tercih etmeyecektir. Ama dans gecesine gidip ayakkabımı giyip birilerini dansa kaldırabilirim, eğlenebilirim. 3 aydan sonra eğlenceye başlıyoruz yani.
27
SÖYLEŞİ
Cahit ÜSTÜN
J A T R O P Ö R E L ALİ ÖZ İ
Gözümüzün Önünde Kaybolan Bir Kültür:
“TARLABAŞI” 28
30 bin fotoğraf karesiyle günümüzde kaybolmakta olan Tarlabaşı yaşantısı
3
0 yıllık meslek hayatına 1 Mayıslar, Cumartesi Anneleri, YÖK protestoları gibi aklınıza gelebilecek her türlü sosyal-politik olayı sığdıran Ali ÖZ, 10 ayını verdiği Tarlabaşı’nda çektiği 30 bin fotoğraf karesiyle günümüzde kaybolmakta olan Tarlabaşı yaşantısını belgeliyor.
“Gözünün önünde buharlaşan” Tarlabaşı
Ali Öz ile kentsel dönüşüm bahanesiyle yıkılan ve şantiyeye çevrilen Ali Öz’ün tabiriyle “Gözünün önünde buharlaşan” Tarlabaşı hakkında konuşuyoruz. Ali Öz’e 10 aylık sürecin nasıl başladığını sorduğumda "Yazın, baharda kentsel dönüşüm dedikoduları yayılmaya başlamıştı. Bu barlara da arada uğruyordum, fotoğraf çekerdim. Sonra hoşuma gitmeye başladı.
Benim için eğlenceli olmaya başladı" diyerek söze başlayan Ali Öz "Eğlence kısmı hikaye, asıl burada gece, gündüz demeden geleceğe, insanlığa belge bırakmak için 30 bin kare fotoğraf çektim. Reel hayatı çektim, kimsenin hayatına müdahale etmedim. Abartı yapmadım, olayı bozuma uğratmadım." diye ekliyor. Fotoğraflar üzerinden ilerlemeyi teklif ediyorum kabul ediyor. Öncelikle serginizin simgesi haline gelen bu fotoğrafın hikayesini dinlemek isterim. Ali Öz; “Yaklaşık bir yıl önce, Tarlabaşı’nın boşaltıl-
maya başladığı dönemde bir barda karşılaştım. Arkadaşıyla bira içiyordu. Bir anda çıktı karşıma. Sanırım kafası da biraz güzeldi ve bana poz verdiler. O zamandan beri arıyorum onu ama bir türlü karşılaşamadım. Bu serinin de en güzel fotoğrafı bu bence.” Bende Ali Öz gibi düşünüyorum, bir portre ancak bu kadar güzel betimleyebilirdi Tarlabaşı’nı. Tarlabaşı barlarının şarkıcıları var-
dı, sanırım onlardan birisi derken Ali Öz söze giriyor, “Önceleri Mini Bar’da sonra da Akbaş Bar’da sahne alan, kendini Ferdi Tayfur’a benzeten kişi, fotoğrafta görülen. Takma adı da Ferdi tabii ki. Bizim vazgeçilmezlerimizden, sahneyi coşturan biri. Sağlık problemleri olsa da çalışmaya devam ediyor.” Birde barların arka planında kalan görünmeyen yüzleri var sanırım bu fotoğraftaki onlardan birisi. Ali Öz; “Bingöl depreminde ailesini kaybetmiş, Nuray Abla. Ankara’da çocuk yurduna verilmiş. Büyüye-
29
ne kadar başına gelmeyen kalmamış; tecavüz, konstrumatrislik... Şimdiyse tuvalet bekçiliği yapıyor. Hayatta bu kadar çok acı yaşamış olmasına rağmen, dünyanın en tatlı ve mutlu insanı.” olarak anlatıyor fotoğraftakini, insan hem üzülüyor hem de ibret alıyor ister istemez. Birazda Tarlabaşı’nın sosyal yaşamına değinelim isterseniz. Çektiğiniz fotoğraflar Tarlabaşı’nın sosyal-kültürel yapısına da ışık tutar nitelikte. Tarlabaşı’nın düğünleri bölgede yaşayan farklı kültürlerden birer örnek temsil ediyor olmalı. Ali Öz; “İşte bu fotoğraf, Tarlabaşı’nın ne kadar renkli olduğunu gösteriyor. Yoksullar ve zenginler var burada. Bu, zengin kesimin sünnet düğünü. Evden, 100 metre aşağıdaki sahneye kadar bu şekilde yürüdüler.” diyerek sözlerimi tamamlıyor.
Tarlabaşı’nda yaşayan insanların ortak bir kaderi olduğu düşünülse de... Tarlabaşı’nda yaşayan insanların ortak bir kaderi olduğu düşünülse de detaya inildiğinde birbirinden farklı hikayeler, birbirinden farklı yaşamlar ortaya çıkıyor. Örneğin bu fotoğraf; Ali Öz “Doğu Beyazıtlı Pala Mahmut, bir göz odada yaşıyor. İnşaat konusunda elinden gelmeyen iş yok. Bir gün evine girip fotoğraf çekmeme izin verdi. Ruhu solcu. En hayranı olduğu kişiyse Che Guevera. Sebebi, disiplini.” diyerek özetliyor bu fotoğrafı.
30
6-7 Eylül olayları malumunuz, pek çok Rum vatandaş evlerini terk etmek zorunda kaldılar. Peki ya kalanlar, sanırımonların da izlerini Tarlabaşı’nda buldunuz. Ali Öz; “Rum Ortodoks Süleyman Amca’nın evi bu. Adetlerine göre evleneceği kız alırmış oğlana evi. Bu dört katlı şahane ev de öyle alınmış. Yıllardır burada yaşıyor ve şimdi belediye zorla elinden almaya çalışıyor.” diye anlatıyor, günümüzde bölgede yaşayan insan Rum azınlığın sorunlarını. Peki kentsel dönüşüm ne kadar bölge halkının yaşamlarına saygı duyularak, ne kadar onların isteğiyle yapıldı, sanırım cevabı bu fotoğraf veriyor. Ali Öz “Çamaşırlar bile yarım kaldı” diyor ve ekliyor; “Yıkılmalarla birlikte çekime başladığımda hep acele ettim. Çünkü Hakan Bıçakçı’nın söylediği gibi “Tarlabaşı bir hayal olacak”tı. Bu fotoğraflar da bir belge olacaktı gelecek için. İşte bu fotoğraf da belge niteliğinde...” Tarlabaşı’nda çocuklar semtin aynası gibidir, pek çok çocuk fotoğrafı çektiniz onlardan birisi de bu sanırım bir bayram sabahında çekildi.
Dört bayram Tarlabaşı Ali Öz; “Dört bayram çekim yaptım burada. Bayram çok ilginçtir bu mahallede. Özellikle şeker bayramında
güzel kıyafetlerini giyer, el öpmeye çıkar çocuklar. Eğlenir, maytap patlatırlar. Fotoğrafta gördüğünüz de onlardan biri. Çok şık giyinmiş ama ne yazık ki o kadar şık bir ayakkabısı yok. Burada dikkat çeken bir diğer nokta, duvarlarda Sırrı Süreyya afişleri var. Bu kadar desteklemelerine rağmen, bir buçuk yıldır burdayım ama kendisini bir kez bile görmedim.” diyerek anlatıyor bu fotoğrafı. Ali Öz çektiğiniz birbirinden önemli 30 bin fotoğrafın hepsini burada anlatmamızın imkanı yok, zaten sergileriniz yoğun ilgi görmekte ayrıca serginin kitabı da basıldı dileyenler edinebilir. Son olarak fotoğraf sizce nasıl olmalıdır ya da nasıl kullanılmalıdır ? Ali Öz “Bu ülke fotoğraf çekmek isteyen insan için hazine. İnsanlar bir fotoğraftan etkileniyorsa o iyi bir fotoğraftır. İyi fotoğraf insana tokat atmalıdır. Lenin sinemayı eğitim amacıyla kullandı, bizim gibi ülkelerde de görsel iletişimi çok iyi kullanmak gerekiyor.” diyor. Kendisine bize zaman ayırdığı için teşekkür ediyor ve tüm okuyucularımıza fotoğraf dolu günler diliyorum.
SÖYLEŞİ Elif UZUN
TİYATRO SPORU M
odern doğaçlama sporunun belki de en keyiflisi olan tiyatro sporu, Amerika ve Avrupa’da “Theatresports” olarak adlandırılmaktadır. Tiyatro sporu, hareket yaratan ve seyircinin tepkisini çeken profesyonel güreş müsabakalarında kullanılan teknikleri gözlemleyen Keith Johnstone tarafından 1977 yılında geliştirilmiştir. İki farklı oyuncu takımının müsabakası üzerine kurulan ve doğaçlamaya dayanan bu gösteri türünün en önemli özelliği seyircinin aktif olarak gösterilere katılmasıdır. Seyirciler bazen oyunun geçeceği mekanı, oyunun konusunu, oyuncuların kimliğini veya söyleyecekleri sözleri belirler; hatta bazı oyunlarda esas oyuncularla beraber sahnede yer alırlar. Gösteri, oyuncuların iki farklı takıma ayrılması ile başlar. Her bir takım, seyircilerden alınan çıkış noktalarıyla “shortform” adı verilen kısa turlar oynayarak birbirleri ile müsabaka ederler. Her turun çıkış noktasını seyirci belirler ve her turun sonunda izledikleri oyuna puan verirler. Gösteri sonunda puanlar toplanır, ortaya
bir galip ve bir mağlup çıkar ya da puanlar eşitse gösteri beraberlikle sonuçlanır. Bu doğaçlama gösteride önceden yazılmış veya çalışılmış herhangi bir metin yoktur; spontane düşünme ve canlandırma, yanılsamayı kırma, kara mizah ve ironi gibi unsurlar esastır. Dekor ve özel bir kostüm yoktur; oyuncular gündelik kıyafetleri ile sahne alırlar. Bir tiyatro sporu gösterisi asla tekrar etmez. Her oyun o anda ve orada spontane olarak oynanır. Bu sebeple her gösteri birbirinden farklıdır. Gösterideki her şey, o oyun ve o seyirciye özeldir. Türkiye’de tiyatro sporuyla bizleri tanıştıran Mahşer-i Cümbüş’ün ardından bu gösterilere ilgi artmıştır. Genç tiyatrocular, Mahşer-i Cümbüş’ün başlattığı bu akımı geliştirerek sürdürmeye devam etmektedirler. Çelik&Çomak “Doğaçlama Show” ile sahnelere hızlı bir giriş yapan Tiyatro Y.O.K.’un genç oyunları ile hem doğaçlama üzerine hem de top-
lulukları hakkında kısa bir söyleşi yaptık.
Nasıl bir araya geldiniz? Cem Özkırdeniz: Aslında birbirine yabancı bir ekip değiliz. Kıbrıs'ta okuduğumuz dönemlerde Halil İbrahim Demir’in kurduğu Lefkoşa Sanat Tiyatrosu’nda oyuncu olarak görev alıyorduk. Halil İbrahim ile aynı evde yaşıyor olmamız, ben ve Gizem'in sınıf arkadaşı olmamız gibi etkenler de aramızda kopmaz bir bağ kurdu. Zaman geçip üçümüz İstanbul'da buluşunca " Ee abi biz niye birlikte bu işi yapmıyoruz?" diye sormaya başladık ve aslında kısa bir zaman içinde de bunu fiiliyata döktük. Yanımıza eklenen diğer dostlar ile çıktık bir yola. Hayırlısı YOK dedik.
Tiyatro YOK’un açılımı nedir? Neden YOK? Cem Özkırdeniz: Tiyatro Y.O.K. açılımı "Yersiz Oyuncular Kumpanyası". İsim seçme sürecinde fazlaca isim düşündük lakin Yok adı daha doğru geldi. Birden fazla anlama geliyor olması, İstanbul'da "bizim ti-
31
yatromuz var" diye söyleyince "aaa nerde sahneniz?" gibi sorulara maruz kalınması, bir de bizim tiyatro için mekan şartı koşmamamız her yerde oyun oynamaktan yana olmamız bu isim de birleştirdi bizi.
Neden doğaçlama? Doğaçlamaya sizi çeken nedir? Cem Özkırdeniz: Doğaçlamada kalıp yok, uçsuz bucaksız bir dünya var. Seyirci ne isterse onu veriyoruz. Her şey sahnede o an gerçekleşiyor. Aslında bu bir yandan bıçak sırtı bir durum da gerçekleştiriyor ama bugüne kadar sahnedeki arkadaşlarımız o sıkıntı yaratabilecek durumlara asla girmedi. Bu da onların bu konuda ne derece yetkin olduğunu gösteriyor. O sınırsız dünya bizi kendine çekiyor işte engel olunamaz şekilde. Orbay Sehlikoğlu: Doğaçlama, hem seyircinin hem de oyuncuların haftanın veya ayın yorgunluğunu, stresini, karmaşasını ve negatif bir çok olayı biraz olsun aklından, vücudundan atmak için güzel bir terapi yöntemi. Doğaçlama yapan oyuncular bu terapinin hem lideri hem de terapinin ta kendisi. Tabii ki bu anlattıklarım doğaçlamanın sadece bir yönü. Daha bir çok nedeni var doğaçlamaya katılmanın, oynamanın. Beni doğaçlamaya çeken çocukken oynadığımız oyunlardan aldığımız zevk ne ise onu alabilmem. Oyun oynuyoruz ve seyirciyi de dahil ederek oyunu interaktif bir hale getiriyoruz, böylece hep beraber oynadığımız bir oyun haline geliyor. Bu oyunları çocukken oynadığımız oyunlardan ayı-
ran tek bir nokta beynimizi 3'e, 4'e hatta 5,6 diye devam eden bölümlere ayırmamız. Beynimizin normalden farklı bir şekilde çalıştığını hem oyuncu olarak hem de seyirci olarak oyun bittikten sonra fark edebiliyoruz. Özetle yaşadığımızı hissediyoruz. Yaşamak için doğaçlıyoruz.
Yazılı bir metin yok ancak yine de bir prova aşaması mevcut. Provalar nasıl oluyor? Cem Özkırdeniz: Provalar aslında sadece sahneye çıkacak arkadaşların uyumları ilişkileri artsın diye yapılıyor. Sahneye çıkan arkadaşlara bizler birer çıkış noktası veriyoruz. Arkadaşlar onun üzerine doğaçlama yapıyorlar. Hatalı gördüğümüz anlar durumlar olursa onları düzeltiyoruz ki bir daha aynı hata yapılmasın ve tüm arkadaşlar birbirini sahne üzerine çok iyi tanısın diye. Orbay Sehlikoğlu: Aslında kağıt üzerinde olmayan bir metnimiz var. Metni günlük yaşamdan, yaşadıklarımızdan ve tarihten alıyoruz. Çok uzun ve bitmeyin bir metin. Bu görünmeyen metinlerin provalarını da yapmak zorundayız çünkü tarihte, günümüzde, yaşadıklarımızda ne okuduysak (gözlemlediysek), kafamızda yazınsal bir metin haline getiriyoruz. Bu metinleri biriktirip doğaçlama zamanı geldiğinde konularla birleştirip oynuyoruz. Aslında provaları sadece bilgileri biriktirmek ve bu biriken bilgilerin-olaylarındurumların zamanlamasını iyi ayarlayabilmek için yapıyoruz.
Doğaçlama Show’a karşı seyircinin tepkisi nasıl? Cem Özkırdeniz: Çok iyi. İnsanların orada iki saat gerçekten eğlendiklerini, gece bitince çıkarken olumlu tepkiler verdiğini görmek ve bilmek bize yetiyor ve artıyor. Özellikle giderek artan bir ilgi ve beğeniyi görmek ilerisi için daha şevklendiriyor ekip olarak bizleri. Orbay Sehlikoğlu: Aldığımız tepkiler gurur verici. Yeni bir tiyatro topluluğu olmamıza rağmen seyirci potansiyelimiz yüksek gibi duruyor. Doğaçlamalarımızı seyirci beğenisine sunduğumuz ilk günden bu yana olumlu tepkiler alıyoruz. Bu olumlu beğenilerin altında kalmamak için daha iyisini yapmaya çalışıyoruz. Daha iyisini yaptıkça da seyircilerimiz dedikodu gazetesi misali arkadaşının arkadaşına, o da kendi arkadaşına söyleyerek bizi daha da gururlandırıyorlar. Seyircimizden çok memnunuz. Umuyoruz ki, ilerleyen zamanlarda onlar da bizden daha da memnun olurlar.
Doğaçlamanın dışında başka projeleriniz var mı? Nelerdir, biraz bahsedebilir misiniz? Cem Özkırdeniz: Elbette var. Olmaz mı hiç? Biz olduğumuz yerde sayamayacak bir ekibiz. Bir yetişkin sahne oyunu prova aşamasında şu an. Jean Paul Sartre "Çıkış yok" oyunu. Bir de çocuk oyunumuz var. Yakın zamanda sokak tiyatrosunu da aktif kılmak istiyoruz. Bu sayede her alanda bir eser ortaya çıkarabiliriz sanırım. Bu genç ekibe başarılar diliyor ve hayırlısı YOK diyoruz. Tiyatro Y.O.K.’un etkinliklerini sosyal medyadan takip etmek için:
32
www.tiyatroyok.com www.facebook.com/tiyatroyok www.twitter.com/tiyatroyok adreslerini ziyaret edebilirsiniz.
Belgin BOZAY
ELEŞTİRİ
‘Belki de unutkanlık, kar gibi her şeyi örtüp, susturmalıydı’
S
ırça Fanus kitabını ilk okuduğumda lisede okuyan bir ergendim ve kitabı bitirdiğim zaman gerçekten büyülendim. O zamana kadar kendi kafamdaki seslerle bu kadar örtüşen bir sesle karşılaşma fırsatı bulamamıştım henüz. Hem ergenlik sancıları hem de roman karakterinin hayata bakışı beni bu kitaba kelimenin tam anlamıyla bağlamıştı. Şimdi yaklaşık 12 sene sonra kitabı tekrar okumaya karar verdiğimde açıkçası biraz çekindim çünkü aynı şekilde hissedemeyeceğimden korktum ama yine, bu sefer başka şekilde büyülendiğimi söylemeliyim. Sylvia Plath’in ölümünün 50. Yılı üzerine Kırmızı Kedi yayınlarından orijinal adı The Bell Jar olan ve Handan Saraç çevirisiyle tekrar basılan kitabı, bu kez 28 yaşında neredeyse bir yetişkin olarak okuduğumda son zamanlarda çevremdeki birçok kadında gördüğüm ruhsal çatışmalar, erkekler tarafından yönetilen bu kapitalist düzende ayakta durabilmek için duygusallıklarından ödün vermek zorunda olan yada tam tersine annelik ve kadınlık rollerinin arasına sıkışıp kalmış ve kendini bu dar çerçeve içerisinde ifade etmek zorunda bırakılmış kadınlara, bir kez daha acıdığımı hissettim. Sırça Fanus Sylvia Plath’in ilk ve tek romanıdır, oldukça da önemli bir romandır bana kalırsa. Daha çok şiir ve kısa öykü veya yazılarıyla tanınan Plath’in bu romanı yarı otobiyografiktir.1963 yılında yayınlanan bu tek romanı, yayınlanmasından kısa bir süre sonra Sylvia
Plath, daha erken saatlerde çocuklarına kurabiye pişirdiği fırının içine kafasını sokarak intihar etmeyi tercih etmiştir. Bu romanda üniversite öğrencisi genç bir kadın yazarın, üniversitede geçirdiği zaman, hayatı, içinde bulunduğu bunalımlar, ruhsal çalkantılar, çöküşler işlenmiştir. Bu da zaten Plath’in otobiyografik bir eseri sayılmasına sebeptir ve romanda aşağı yukarı kendi yaşamından esinlenmiştir. 1960’lı yılların ilk yıllarının kadınlar için kötü bir dönem olduğunu düşünüyorum. Akıllı, hırslı ve duyarlı kadınlar için çok daha korkunç tabii ki.1961 yılında piyasaya çıkan çeşitli anti depresanlar ve özellikle de valium adlı ilaç, sağlıklı kadınlara umutsuzluk, kapana kısılmışlık duygularını unutturmak yada biraz olsun hayata bağlanmalarını kolaylaştırmak için pazarlanıyordu.Bu kitapta da bahsi geçen o ‘sırça fanus’u çevreleyen dünyayı ve bu dünyanın o dönem kadınları için ne kadar zor ve sıkıntı verici geçtiğini anlamamızı kolaylaştıran bir eser olduğunu düşünüyorum Sırça Fanus’ un. Günümüz dünyasına baktığımda da aynı içsel ve toplumsal çatışmaları, kadınlar üzerinden yapılan siyaseti ve aslında ne kadar toplum hayatında 60’larla kıyaslandığında yer aldıklarını görsem de kadınların, yine de yeterli bulmuyorum.Umarım bizden sonraki nesiller kadın konusunda çok daha bilinçli , geçmişi unutmayan, ilerleme ve toplumsal hayata katılım konusunda istekli ve çok daha yeterli olurlar.
33
ELEŞTİRİ
Pamirhan OBAOĞLU n: Yönetme neuve Denis Ville Senaryo: zikowski Aaron Gu r: l, Oyuncula an, JakeGyllenhaa m , k d c r Hugh Ja enceHowa r r e T , is av Viola D Paul Dano , o e L a s s li Me üzik: Orijinal M nsson han Jóhann Jó Yönetimi: Görüntü kins Roger Dea Kurgu: ary Roach Joel Cox, G dk. Süre: 153 D Ülke: AB m: 9/10 Film Notu
O
scar sezonuna girdiğimiz şu günlerde, 86. Akademi Ödülleri'ni yakından ilgilendiren filmler sonunda seyirciyle buluşmaya başladı. Ben de bu doğrultuda Oscar’a aday aday olacağına kesin gözüyle baktığım ve geçtiğimiz günlerde izleme fırsatı bulduğum “Prisoners” (Türkiye’de henüz vizyona girmediği için Türkçe adı daha belli değil) filmi hakkındaki düşüncelerimi paylaşmak istedim.
34
2010 yapımı “İçimdeki Yangın”(Incendies) filmiyle, kendisine uluslararası arenada büyük şöhret kazandıran ve Oscar Ödülleri’ne Yabancı Dilde En İyi Film dalında aday gösterilen Kanadalı ünlü yönetmen DenisVilleneuve, beyazperdeye ülkemizde 27 Aralık’ta vizyona girecek son filmi “Prisoners” ile yine çarpıcı bir dönüş yaptı. Yaptığı bu çarpıcı dönüşün de etkisiyle yeni filminde çarpıcı bir kadro kurduğu görülen Villeneuve, Hollywood’un aranan yıldızları HughJackman, JackGyllenhaal, ViolaDavis,MelissaLeo ve Paul Dano’yu alarak bir önceki filmindeki başarısını Prisoners ile devam ettirme peşinde.
Kısaca hikâyeden bahsetmek gerekirse... Akşam oturması sırasında küçük kızları kaçırılan iki ailenin çocuklarını bulma çabasını konu alan filmde Dover ve Birch ailesi çareyi dedektif tutmakta buluyor. Büyük çocuklarının kaçırılma olayı öncesinde evin önünde bulunan bir RV (Karavan)’den bahsetmeleri ise şüpheleri ilk olarak RV sahibi Alex Jones'un üzerine çekiyor. Tabii kısa sürede yakalanan Jones'un delil yetersizliği yüzünden serbest kalması ise Jones'un suçlu olduğuna gözü kapalı inanan Keller Dover'ı doğal olarak hiç memnun etmiyor. Jones'un ağzından cevap alabilmek için her şeyi yapmaya hazır olan Dover'ın zamanla değişimine tanıklık ettiğimiz filmde Dover'ın Tanrı korkusuna rağmen yaptığı şeyler karakteri ciddi bir çıkmaza sürüklüyor. Bu sırada kızları bulmak için elinden gelen her şeyi yapan Dedektif Loki'nin anma töreni sırasında gözüne ilişen şüpheli şahıs ise soruşturmanın ilerlemesine katkı sağlayacaktır.
İnsan analizi yapan güçlü temalarıyla öne çıkan "Prisoners", üst temasında tüm dünya genelindeki çocuk kaçırılmalarını ele alırken alt temasında ise insanların içindeki şeytana etkileyici bir açıdan gerçekçi bir şekilde bakıyor. Mason yüzüğüyle dikkat çeken Dedektif Loki ve İncil'i kelimesi kelimesine bilen Keller Dover gibi her biri farklı inanışlara sahip karakterlerin zamanla ne hale geldiklerine seviye seviye tanıklık ettiğimiz filmde aile babası Dover'ın çocuğu kaçırılması üzerine geçirdiği dönüşüm tabii ki filmdeki ilk göze batan şey. Ama işin asıl güzel tarafı kuşkusuz senarist AaronGuzikowski'nin aynı durumun kurbanı başka bir baba karakterini hikayeye eklemesinden kaynaklanmakta. Guzikowski'nin Dover'ın aksine şiddete başvurmayan, çareyi sadece zamana vermekte bulan bir baba karakteri olan FranlinBirch'i koyması filmin ihtiyacı olan gerekli çeşitliliği gerçekten güzelce sağlıyor. Öte yandan, iki farklı anne karakterini de seyirciyle paylaraşak bu çeşitliliği daha da geniş bir çerçeveye yayan Guzikowski, insanların zor durumlarda nasıl inançları arasında kaldıklarını etkileyici bir yolla anlatmayı başarmış. Öyle ki, film bir yerden sonra "böyle bir durumda ben ne yapardım?" gibi sorularla seyircinin de kendini sorgulamasına sebep oluyor.
Guzikowski tarafından itinayla kaleme alınan senaryosu... "Prisoners"ın en sevdiğim taraflarından biri de bahsedilen soruşturmayı aceleye getirmeden en ince ayrıntısına kadar beyaz perdeye aktarabilmesi. Aynı bir dedektif gibi soruşturmanın tüm detaylarını tek tek seyirciye sunan film, dram ile suç türünün arasındaki ince çizgiyi o kadar başarılı bir şekilde ayarlıyor ki hayran kalmamak elde değil. Film, bir yandan çoçukları kaçırılan ailenin dramına seyirciyi ortak ederek duygusal anlamda beklenileni verirken diğer yandan da Dedektif Loki'nin araştırmalarıyla gerilim düzeyini maksimuma çıkarıyor. Filmi izlerken bir kere gözümü ayırmadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. JóhannJóhannsson'ın müziklerinin de etkisiyle seyircinin dikkatini adeta avucunun içine alan "Prisoners"ın olması gerektiği kadar ağır temposu ise gerilim düzeyini hep yukarlarda tutuyor. Tabii efsanevi görüntü yönetmeni RogerDeakins'in mükemmel görüntü yönetiminin de bu duruma katkısını unutmamak gerek.
35
Işıklandırmadan kamera açılarına kadar her şeyi kusursuz bir şekilde ayarlamasını bilen Deakins, filmin en karanlık açılarını bile o kadar net bir şekilde seyirciye sunmuş ki, kendinizi filmin içinde hissetmemeniz elde değil. Filmden sonra Deakins'in hak ettiği Oscar'a ne zaman kavuşacağını açıkçası daha da merak etmeye başladım. Bu arada filmde David Fincher'ın "Zodiac" (2007) filminin etkisini sezdiğimi de belirtmek isterim.
Filmin karakter çözümlemeleri ve detaylı analizi Bir önceki filmindeki çekici öyküden farklı olarak, Prisoners filmi küçük kızı bir anda ortadan kaybolan bir babanın gerilim dolu arayış hikâyesi ve onu bulmak için bir babanın ne kadar ileri gidebileceğine vurgu yapan bir kurgu üzerinden yürüyor. Filmde Hugh Jackman’ın hayat verdiği baba karakteri, kızına olan bağlılığından ya da başka gerekçelerden dolayı olağan dışı bir obsesyon örneği sergiliyor. Bunun yanında, kaçırılan kızın katilini arayan dedektif rolünde izlediğimiz JackGyllenhaal ise filmin gerilim dozunu ayarlayan ‘kumanda karakter’ görevinde karşımıza çıkmaktadır. 153 dakikalık film boyunca film, bu iki karakterin kendi metotlarıyla gizem dolu bu olayı aydınlatma çabalarını izlediğimiz film, gerilim ve drama dallarında bu yılın izlediğim en iyi filmi diyebilirim. “Prisoners”ın, aslında son dönemlerde özellikle
36
Ben Affleck filmlerinden alışık olduğumuz, bir atmosferi daha karakter odaklı yansıttığından bahsedilebilir. Hatta öyle ki filmin yönetmeni, bir hikâye anlatmaktan ziyade, filmin işleyişini karakter çözümlemeleri üzerinden götürmeye çalışıyor. Senaryoyu yazma görevini üstlenen AaronGuzikowski’ninçok kariyerli bir senarist olmayıp daha kariyerinin başlangıcında olmasından dolayı karakter çözümlemeleri odaklı işlenen bir hikâye bence mantıklı. Olay örgüsünü bir kenara bırakıp karakter işlemeleri üzerinde durmaya çalışan yönetmen, bunu (oyuncuların şapka çıkarılması gereken performanslarının da büyük yardımıyla) layığınca başarıyor. Fakat seyirci için zorluk çıkarması kaygısıyla mı aralara serpiştirmiştir emin olmamakla beraber arka planı dini motiflerle bu kadar süslü karanlık bir gerilim filminin temelini güçlü oturtamamış olmak söz konusu mevzunun da havada kalmasıyla sonuçlanıyor. Haliyle Villeneuve’ün elindeki malzemeleri uygun biçimde karıştıramadığı eleştirisi getirilebilir.
Profesyonelliğini konuşturan Roger Deakins Deakins’in kontrolü altındaki kameralar, görüntü yönetmeninin çoğu zaman tercih ettiği uzak planlar ve detaya odaklı kadrajlarla bir gerilim filminin de ihtiyaç duyduğu görüntüleri vermeye yetiyor. Filmin solgun atmosferini seyirciye yansıtan gerilim ögelerinden biri
olan soğuk renklerin de mimarı olan Deakins’in işi, muhtemelen oyuncu performansları ile birlikte Prisoners’ın başarılı sayılabilecek birkaç ayrıntıdan biri. Performanslar demişken, kamera karşısında pek gözükmeyen MarioBello hariç tüm kadronun standartların üzerinde bir iş ortaya koyduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hugh Jackman’ınobsesif baba figürü, JackGyllenhaal’ın şüpheci polis tiplemesi, MelissaLeo’nun gizemli kadın tasviri ve Paul Dano’nunbence oldukça etkileyici performansı aslında Prisoners’ın kimin suçlu kimin suçsuz olduğu meselesi üzerine kafa yoran karakter odaklı bir film olduğu mevzusunu da güçlendiriyor. Sonuç olarak HughJackman ve Jake Gyllenhaal'ın muhteşem performanslarıyla parladığı "Prisoners", geniş çaplı insan analizi yapan zengin alt teması ve karakterizasyonlarıyla kendine hayran bırakan bir film. Başta RogerDeakins'in mükemmel görüntü yönetimi olmak üzere teknik açıdan oldukça başarılı bir seyir keyfi sunan filmin yönetmen DenisVilleneuve'nin kariyerinde önemli bir yer taşıyacağı şimdiden belli. Uzun süresine rağmen sürükleyici yapısından bir gram bile ödün vermeyen "Mahkumlar", kısaca yılın en iyi filmlerinden biri. Zaten şimdiden IMDB Top 250 listesinde 230. Sırada yer alması da bunun bir işareti.Filme getirilecek tek eleştirim, filmin son sahnesinin seyirciye bıraktığı belirsizlik ve seyircinin yorumuna bırakılan bir hikaye sonu olabilir. Yine de herkesin bu filmi izlemesi tavsiyesini rahatlıkla verebilirim.
Fatih AKYILDIZ Ümit ve Ümitsizlik arasında...
M
esaj verende değil alanda deyimi aslında bir çok anlamı içinde barından bir sözdür. Çünkü insanlar çoğu zaman farklı şeylere ihtiyaç duyar. Siz onlara aynı mesajı verseniz dahi onlar içlerindeki "boşluk"lara göre o mesajı alır değerlendirir ve kabullenirler. Bazen de hiç beklemediğiniz tepkiyle karşılaşırsınız. Bu durum Sinemada da böyledir ve çoğu zaman kendini iyiden iyiye hissettirir. Hollywood kendi kültür yapısına göre mesajını izleyiciye sunar biz izleyiciler muhtemelen Amerika'daki bir insanın aldığı mesajdan farklı bir mesajla olayları algılarız - tabi algılanıyorsa. Bu yazıda sizlere bahsedeceğim film ne Avatar gibi gişe kaygısı
ELEŞTİRİ
taşıyan bol bütçeli bir yapım, ne Dövüş Kulübü gibi mesaj kaygısı taşıyan ve bu kaygının ötesine geçemeyen acayip bir kurgu, ne de Operasyon Argo gibi "yılın filmi" olacak. Hayatın içinden bir film; Kar ve Kaplan... Komedi türünü olan ilgim beni bu tercihe yönlendirdi.İtalyanların 'Kemal Sunal'ı diyeceğimiz Roberto Benigni başrolde ve seslendirmede de bizden biri komedyen Mehmet Ali Erbil. Bu arada filmin senaristi ve yönetmenliği koltuğunda da yine Benigni oturuyor. Film komedi türünün örnekleriyle başlıyor, karşımıza sıradan bir üniversite hocası, yine hoca olan ayrılmış eşi ve esrarengiz Müslüman bir şair Fuad çıkıyor. Filmde yaşananlar hep bir ümitsizliğe doğru sürükler sizi ama
37
hepten karanlığa sokmaz, sürekli bir ışık vardır tünelin ucunda. Ve o ışığa doğru bir yürüyüş... Benigni'yi Hayat Güzeldir'den hatırlayanlar bilir - yine harika oyunculuk çıkarıyor, demek k insan bir filmin hem senaristi hem yönetmeni hem de başrol oyuncusu olunca ekstra bir sitek ve performans gösteriyor. Filmin konusuna gelince Roma'dan Bağdat'a uzanan uzun bir yolculuk, standart bir insan vasıf ve kabiliyetlerinin üzerinde bir yolculuk. Film bir mesaj kaygısı taşımıyor ama en başta da söylediğim gibi almak isteyen, almaya açık olan için çok mesaj içeriyor bu film. Özellikle Irak'ın işgaline karşı eleştirel bir tutum sergilemiş ama bu eleştirel tutum Müslümanları tamamen paklayan ve tek suçlunun batı olduğu bir tutum değil. Müslümanların da aslında sütten çıkmış ak kaşık olmadığını satıraralarında vurgulamış.
Benigni filmleri genellikle “mazlumun yanındayız” teması taşır Benigni filmleri genellikle "mazlumun yanındayız" teması taşır, bu filmde de aynı çizgi sürdürülmeye çalışılmış. Bütün bunların dışında "Aşk" konusu da alışılagelmişin dışında işlenmiş. Popüler kültürün talepleri göz ardı edilmiş olabilir ve zaten filmi çekici kılan da bu olmuş. film oldukça eğlenceli bunun yani sıra biraz da karmaşık. benigni nin de her zaman dediği gibi 'savaş filmi çekmek' gibi bir amaç yok film-
38
de. bir romantik komediye savaşı serpiştiriyor yönetmen. bu da bize; hayatımıza devam ederken bir yanda savaşların olduğu gerçeğini fark ettiriyor. yani savaşı 2 saatlik bir film suresinde aklımıza getirmiyor, yaşadığımızın hayatin bir kenarına koyuyor, bu da filmden çıkınca "şuan ırak ta savaş var ama burada hayat devam ediyor" dedirttiriyor. Filmde inanç konusu da es geçilmemiş. Bir gece yıldızlara bakarken Tanrı'nın aslında olmadığını düşünen şairi ertesi gün sabah namazına giderken bulabiliyoruz. Bununla da aslında bu asrın insanının ne kadar kafası karışık olduğu gösterilmiş. Hatta filmin bir kısmında bir hristiyanın duasına amin demekten kendinizi alamayabilirsiniz. Burda da inançların aslında aynı kaynağa dayandığı, bir dinde kötü olan diğer dinde de kötüdür vurgusu yapılmış. Filmde genel olarak orta yol tutturulmaya çalışılsada ümitsizlik tarafı ağır basmış, özellikleMüslüman izleyici kitlesinde 'bu işin sonu yok' algısı oluşturabilir. Zaten bu durumun kendisi bile gerçeklikten uzak değil. Film bir batı yapıtı olmasına rağmen oryantal bir hava yansıtıyor. Bir "doğu bilgeliği" tadında geçen filmde bazı sürprizler hariç aksiyon veya flaş sahneler fazla yok. Ama yine de sıkıcılıktan çok uzak bir film.filmin verdiği mesaj biraz hayal urunu gibi gözükse de özünde gerçekçi yanları var. Filmin iyi ve kötü yanları olabilir, bu çok normaldir. Ama filmi izlediğiniz zaman şunu düşünüyorsunuz ki, ister sanat, ister sinema ister insanlık olsun böyle filmlere daha çok ihtiyacımız var ve son sözümü filmden bir replikle bitirmek istiyorum: Her insan bir uçurumdur, içine bakmak yükseklik korkusu yapar.
İdris AKIN
ELEŞTİRİ
YÜZÜNCÜ AD YOLCULUĞU BALDASSARE’NİN
H
er kitap daha en başından okuyucuya bir iç yolculuğa çıkarma iddiasında bulunur. Bu iç yolculuk sırasında, kitaptaki hayal ürünü ile okuyucunun zihinsel ve duygusal realitesi arasında bir yakınlaşma doğar. Hatta roman okuyucusunda aynileştiği görülür. Amin Maalouf'un romanı 'Yüzüncü Ad/Baldassare'in Yolculuğu da 'Kitab'ın tenine doğru yapılan Yol-culuk hikayesi. 1665 yılının sonları dünyayı korku ve telaş sarmıştır. Ertesi yıl (1666 tarihi, şeytanı simgeleyen 666 rakmalarını içerdeğine dikkat eçekeim) 'Canavarın Yılıdır'. Yani; kan, ateş, yıkım... Her şeyin sonu; zamanın sonu, insanlığın sonu. İnsanlığı tek
kurtaracak şey ise 'Yüzüncü Ad'dır. Kuran’da Allah'ın 99 isminin dışında açıkça belirtilmeyen ve sadece onu hak edenlere bahşedilen Allah'ın yüce adı. Herkes bu ismin açıkça yazıldığı doğulu (müslüman) bilge Mazandarani'nin kitabını aramaktadır. Bu kitap bir süre doğudaki son Cenevizliler'den antika tüccarı Baldassare'in eline geçer. Baldassare avuçlarının arasından kayan kitabın peşinden İstanbul'a doğru yollara düşer. Başta belirttiğimiz gibi bu bir yol/cu/luk romanı. Yol: Baldassare soyunun yüzyıllardır yaşadığı Lübnan'dan başlayarak Konya, İstanbul, İzmir, Sakız adası, Cenova, Londra vs. Bütün bir Akdeniz havzasını dolaşır. Bu yerlerde
dönemin ve coğrafyanın kültürüne ve sosyal dokusuna ait özellikler yoğunlukla ve hikayenin arasında renkli bir fon olarak yansıtılır. Yolcu: Kitabı aramaya çıkan Baldassare, aklı ve mantığı yaşamının merkezine oturtan sağduyuya inanan bir kişidir. Olaylara dinsel paradigmalarla değil, (çünkü Baldassare inancını çocukken kaybetmiştir buna rağmen dine olan saygısını yitirmemiştir.) rasyonel akılla ve tüccar zihniyetiyle bakmaktadır. Baldassare'nin dinle ilgili itirazı dinin kör inançlar tarafından kuşatıldığı noktadadır. Yolculuk esnasında Baldassare'e yeğenleri Habib ve Bume eşlik etmektedir. Daha sonra kafileye bir 'başkası' daha geçecektir.
39
Yolculuk: Yolculuk karakterlerin iç dünyasını açıyor. Yolculuk sırasında karakterlerin yeni olaylar, olgular ve kavramlar karşısında tutumları, bakış açıları belirginleşiyor ve yine karakterlerin psikolojik durumları ve düşünce biçimleri, yapıları fiziksel yolculukla beraber ilerliyor. Bütün bir yol boyunca kör inançlarla akıl birbiriyle çatışıyor. Bu çatışma en fazla Baldassare'in kafasında yankı buluyor. Baldassare, “o iğrenç korkunun doğduğunu, büyüdüğünü yayıldığını gördüm. Kafalara nasıl sızdığını gördüm. En yakınımdakine -benimkine varana dek- aklı yerinden oynatıp ayaklar altına alışını, sonda da onu parçalayıp gövdeye indirişini izledim.” diyerek yaşanan çatışmayı anlatmaktadır. Kitabın peşinden İstanbul'a doğru yollara düşüşü, antika tüccarı olmasının ötesinde bir anlam taşıyor. Baldassare'de korku anlarına özgü durumu yaşıyor. Aklı kaybetme durumunu. Yüzüncü Ad, kadim kültürlerin ve dinlerin inanışlarını ustalıkla kurguluyor. Ancak göz boyama bir anlatımın yapaylığına düşmüyor. Tüm bu efsaneleri, inanışları belirli bir mantık zincirinin göbeğine oturtarak, bunların üzerinden bir dil ve söylem kuruyor. Bu açıdan asla ilginç olaylar yığını ya da tarihi bilgiler manzumesi basitliğine düşmüyor. O günü heyecanlı bir bir fon olarak kullanmakla beraber bugüne, evrensele dair şeyler söylüyor. 'Canavarın Yılı' inanışı insanlığın her döneminde kozmik korkular üretildiğini ve bu kozmik korkulardan maddi ve manevi anlamda rant kazananlar oluğu gerçeğini ortaya koyuyor. Kurtarıcılar bu dönemde sahne alıyor. Korku ve telaş insana aklını ve mantığını kaybettiriyor. Aklı ve mantığı kurtarıcılarımıza teslim ediyoruz. Biz günü kurtarma peşine düşüyoruz. Yüzüncü Ad'da kurtarıcı olarak bir kitabın gösterilmesi bir metafor olarak karşımıza çıkıyor. Kitaplar bir
40
biçimde sorgulamanın metoforudurlar. Baldassare, kitabın içeriğine uzun bir yolculuğun sonunda ulaşıyor. Kitaba ulaştığında kendisi için 'kurtarıcı' olan şeyi bulduğunu fark ediyor. Yolcuları anlatırken Baldassare'in kafilesine yolda bir başkasının daha katılacağını söylemiştik. Kafileye katılıp tüm yolculuğun duygusal anlamda seyrini değiştiren bu kişi,
Baldassare'in gençlik yıllarından beri aşık olduğu kadın Martha'dır. Martha, bir başkasıyla evlenmiştir. Ne var ki kocası onu terk etmiştir. Etrafta kocasının İzmir yakınlarında öldüğüne dair söylentiler dolaşmaktadır. Martha özgürlüğüne kavuşması için bunu belgelemek zorundadır. Bu andan itibaren Baldassare için zor anlar başlar. Uzun süre hayatın rutin ritmine gömülmüş olan 'aşk' olgusu, Martha'nın fiziksel varlığıyla tekrar kendini hissettirir. Ancak bu fiziksel varlık aşkın en yakıcı tarafını da beraberinde getirir. Martha bir başkasını sevmektedir ve resmi olarak ona aittir. Yolculuk fiziksel yakınlaşmayı ve buna paralel olarak
duygusal yakınlaşmayı sağlar. Baldassare'nin içine düştüğü paradoks da derinleşir. Baldassare 'emek' sarfetmesine rağmen, Martha 'kötü' kocayı sevmektedir. Yasalar da 'kötü' kocadan yanadır. Aşkın insanı en çaresiz bıraktığı nokta burasıdır. Aşk, aklı, mantığı ya da başka bir şeyi kabul etmeyip sadece kendine ait şeyleri kabul eder. Aşık olana yalnız acı çekmek ve ümit etmek kalır. Tüm aşk öykülerinde olduğu gibi Baldassare'de aşkın(ın) peşinden sürüklenir. Ta ki yazgı onları ayırıp aşkın içindeki zehirli tohumun etkisini unutturana kadar. Aşk buraya kadar sevginin uzağındadır çünkü, zalimdir. Sevgi ise emek ister. Paylaşım ve fedakarlık ister. Baldassare'in tüm bu aşk acıları ve dünyanın sonu korkularıyla ruhsal bir arınmadan geçtiğini (tasavvufdaki seyr-i süluk olayındaki gibi) söyleyebiliriz. Bunun sonunda bir şeyi çok iyi anlamıştır. Ne kadar yaşadığımızın önemi yok, nasıl yaşadığımızın önemi var. Aşk hayata anlam katan, yaşamı kutsayan duyguların en başında geliyor. Acı bile verse, zalim bile olsa, insanı zaman kavramının ötesine taşıyan, son tahlilde mutluluk veren tek şey. Onsuz hayat eksik kalıyor. Romanın sonunda, bahsedilen felaket senaryoları belki de tesadüfi bir şekilde gerçekleşiyor. Fakat bütün bunlar dünyanın sonunun gelmesine yetmiyor. Baldassare'in çatışmaları sona eriyor. Kurtarıcı denilen şey kendi içimizde başlayıp yine kendi içimizde çözülüyor. Tabi kendi içimizi bulmak şartıyla. Bunun için 'içeride' bir yolculuk şart. Son olarak Yüzüncü Ad, Baldassare'nin tuttuğu günlük yazılarıyla hikayesini anlatıyor. Bu yazının başında söylediğimiz iddiayı doğruluyor. Yaşanılan ve yazılan arasındaki naif ilişki bir kez daha tekrarlanıyor. Bazen kitaplar yaşadıklarımızı yazıyor, bazen de biz kitapların yazdıklarını yaşıyoruz.
Remzi BİLGE
ELEŞTİRİ
Kar Doğu ile Batı arasında kafası karışmış bir şairin öyküsü
O
rhan Pamuk’un gerek Türkiye’de gerekse dünyada ses getiren romanı Kar, Batılaşan Türkiye’nin en doğu çizgisindeki Kars’ta, yani romanın arka fonunda sessizce ama kararlı bir şekilde sürekli yağan sinir bozucu kar altında unutulmuş bu eski Rus kentinde geçiyor. Kitap genel olarak, yüzünü Batıya çevirmiş, ancak ayakları Doğuya çakılmış olan ülkeye, kaçtığı bir darbeden sonra tekrar dönen şair Kerim Alakuş’un (kendi istediği şekliyle; ‘Ka’) bir röportaj için gittiği Kars şehrinde, garip askerler, işsizlik ve unutulmuşlukla sinmiş halk ve intihar eden genç kızlar arasında modernleşmenin sorunlarını irdeliyor. Kafa karıştıran kurgunun içinde önyargıları kurcalamak üzere akıllıca tasarlanmış ayrıntıların kıvrımlarında bir cambaz gibi yürüyen karakterlerin etrafında siyasal İslam, başörtüsü ve batı bireyselciliği meselelerini sayfa sayfa çözümleyen kitabı, romancının hayatı ile birlikte tanımamız gerekiyor.
Kelimelerle Çizilen Resimler; Pamuk Romanları Son yıllarda modern dünya edebiyatı için güçlü bir kalem hatta yeni romancılığın otoritelerinden kabul edilen Orhan Pamuk hakkında, 1952 yılında doğduğu gibi soğuk bilgileri vermekten ziyade hayatında roman üslubunu etkileyen ayrıntıları irdelemek daha doğru olacaktır. Nişantaşı’da doğup büyüyen ve tam anlamıyla İstanbullu bir yazar olan Pamuk, ilk romanı Cevdet Bey ve Oğullarında anlattığına benzer kalabalık bir ailede yetişti. Daha sonra otobiyografik kitabı İstanbul’da anlattığı üzere roman yazmaya başlayacağı yirmi iki yaşına kadar resim sanatı ile ilgilendi ve ressam olma arzusunun bir anda yüreğinden çekilip gitmesi gibi bu mesleği yapamayacağına kanaat getirip okuldan ayrılana kadar üç yıl boyunca mimarlık okudu.
Gençliğinde ilgilenmeyi bırakmış olsa da, tüm kitaplarında olduğu gibi ele aldığımız Kar romanında da tasvirlerin canlılığıyla aslında onun gerçek bir ressam olduğunu, yirmi iki yaşında yalnızca boyaları bırakıp, çizmek için kelimeleri kullanmaya başladığını fark ediyoruz. Karla kaplı Kars sokaklarında, birbiri içine geçmiş öykülere kendimizi en kaptırdığımız anda bile etrafımızdaki Rus yapısı eski taş binaları ayrıntılarıyla fark ettirebilmesi kadar okuyucu kışkırtan onlarca tezadı birbirini üzerine sağlamca oturtarak kuvvetli ama göze sokulmayan bir mesaja sahip şiirsel bir çatı oluşturabilmesi ise mimarlık okumasının sanatındaki yansıması olsa gerek… Bu yüzden üslubunu şekillendiren hayatında ki en önemli ayrıntılar ailesi ve gençlik eğilimleridir. Kendisi gibi babasının da yazmaya yönelik içsel bir dürtüsünün olduğunu, yazarın babasının kendisine bıraktığı yazılarından oluşan bavulu anlattığı ‘Babamın Bavulu’ başlıklı Nobel
41
ödül töreni konuşmasından anlayabiliyoruz. Bu ayrıntı, kitaplarında ‘entelektüel ilgiye sahip baba’ motifiyle Kar romanında da, ana karakterin aşık olduğu kızın babası olarak karşımıza çıkıyor.
Kalabalık bir ailede yetişmiş olan yazar... Kalabalık bir ailede yetişmiş olan yazar, bu aile içinde kendini bulma mücadelesini Kar romanında dikkatli okuyucunun gözünden kaçmayacak bireysellik izleğine yansıtmış gibi görünüyor. Romanda halk tarafından alay edilme, cemiyetten dışlanma ve devlet tarafından cezalandırılma korkusu arasına sıkışmış kahramanların, bu karanlık şehrin herkesi tek tipleştirme gayretine rağmen yinede ‘taklit etmekten’ kaçındıklarını, kendileri olmak için mücadele ettiklerini görebiliyoruz. Siyasal İslamcı terörist Lacivert’in ‘ben birey olarak Batılılara karşı çıkıyorum’ sözleri, başı örtülü Kadife’nin ‘hiç kimseyi temsil etmek istemiyorum’ çıkışı kadar kendi olabilmek için sessizce intihar eden genç kızlarda bu gayretin tezahürleri olarak romanda beliriyor.
Tezatların Romanı Nobel ödülüne layık görüldükten sonra Harvard Üniversitesi tarafından daha önce T.S. Eliot, Borges, Calvino ve Umberto Eco gibi yazarlara verdirilen Norton derslerini vermek üzere davet edilen Pamuk, daha sonra ‘Saf ve Düşünceli Romancı’ adıyla yayınlanan konuşmaları
42
sırasında kelimelerle resim yapmak olarak tanımladığı romanı bir kez de ‘Romanlar ikinci hayatlardır’ sözleriyle açıklıyor. Her hayatta olduğu gibi karakterler Kar romanında da tezatlıklardan kuvvet buluyorlar. Romandaki kurgu, bir gün hızlıca ateist olmaktan korkan dindarlar, Allah arayışına girdiğini düşünmeye başlayıp endişelenen bir solcu veya cinsel düşkünlükleri olan İslamcı bir katil üzerinden akıp gidiyor. Romanda, gerçekliği kaybetmemek için melodramdan kaçınmaktan ziyade, kışkırtıcılık sağlayarak kalıpları kırmak adına böylesi karakterlerin ortaya çıktığını düşündürecek pek çok ayrıntı yer alıyor. Romandaki tezatlar Türkiye’nin doğu ile batı arasına sıkışmışlığını, karakterlerin karışık kafaları ve dalgalanan ruh halleri ile aktarma amacını güdüyor. Yıllar sonra döndüğü ülkede aşkının peşinde koşarken pek çok siyasi ve toplumsal meselenin içinde kalan bir şairin, kısa bir sürede yaşadıklarının anlatıldığı kitabın özetini yapmak derdine girişmediğim bu kısa tanıtımı, Nobelli yazarımızın kitaplarına yansıyan hayatını mutlaka ziyaret etmenizi tavsiye ederek bitirmek istiyorum. Orhan Pamuk ile ilgili politik tartışmaların yoğunluğu arasında onu ve eserini tarif etmesi üzere, Flaubert’in yazarken aradığını söylediği ‘doğru kelime’yi bulmakta zorlanabileceğimizi kabul ediyorum. Ancak bu yazar hakkındaki söylentileri bir kenara bırakıp, kitaplarındaki cümlelerin edebi kıvrımlarında dolaşmaya kendimizi bırakabilirsek, aynı üniversitenin aynı bölümünden mezun olduğumuz bu yazarın Türkiye’yi nasıl okuduğunu çok iyi anlayabileceğimize inanıyorum.
Rabia ZAMUR
İ
MEDYA . NE Ki… HER SEY . YALAN!
ncilay Cangöz, Hakan Ergül ve Emre Gökalp tarafından kaleme alınan “Medya Ne Ki… Her Şey Yalan! Kent Yoksullarının Gündelik Yaşamında Medya” adlı kitapyoksulluk, gündelik hayat ve medya ilişkisine odaklanmaktadır. TÜBİTAK’ın katkıları ve Anadolu Üniversitesi’nin desteğiyle gerçekleşenbu çalışma etnografik bir bakış açısıyla alanda çalışma yapması, medya tüketimlerine ve alımlamalarına odaklanması açısından önemlidir.
oldukları bireylerden oluşmakta, belirli bir günlük yaşam ritmine ve aile üyeleri tarafından bilinen aile içi kurallara, rutinlere sahip sosyal birime karşılık gelmektedir.
Kitap, dokümanları analiz etme, bireylerle mülakatlar yürütme, ortama direk katılma ve gözlem yapma gibi teknikleri de içermektedir. Eskişehir’in Yıldıztepe ve Gültepe mahallelerinden seçilen 15 hanede gerçekleştirilen etnografik çalışma, yine aynı bölgede yer alan 208 handen 546 kişiye uygulanan anket çalışmasıyla da desteklenmiştir. Araştırmanın yürütüldüğü 18 aylık sürede anketler yoluyla sosyo demografik veriler, iletişim araçlarına sahiplik düzeyi, en çok tercih edilen iletişim kanalları ve medya içerikleri ortaya konulmuştur.
Yazarlar araştırma sonuçlarını ve tartışmalarını üç ana bölümde paylaşmaktadır. Kitabın “Yoksulluğu Dinlemek, İzlemek, Konuşmak” başlıklı birinci bölümünde yoksulların genel olarak yoksulluğu ve özel olarak kendi yoksulluklarını nasıl algılandığı, yoksulluğun medyada nasıl temsil ediği veyoksul bireylerin medyadaki yoksulluk temsillerini nasıl okuduğu gibi sorulara yanıt aranmaktadır. Yazarlar büyük sermayenin mülkiyetinde ve kontrolünde olan medyada yoksulluğun, bir türlü ekonomik-politik bir sorun olarak ön plana çıkmadığını ve ana akım medyada yoksul insanların ötekileştirildiğini, suçun ve şiddetin kaynağı olarak gösterildiğini, bu insanların hayatlarının seyirlik bir malzemeye dönüştürüldüğünü vurgulamaktadır. Bu noktada medya metinlerinin alımlanması çalışmalarına önemli katkısı bulunan StaurtHall’un “Kodlama ve Kodaçımlama” makalesi üzerinde durulmaktadır. Yazarlar için en şaşırtıcı verilerden biri açıkça yoksul olarak
Araştırmanın ana sorunsalını yoksulun hanesinde ve günlük yaşamında medyanın nerede durduğu sorusu oluşturmaktadır. Yazarlar, etnografik incelemenin merkezine yoksulluğu deneyimleyen bireyleri değil haneyi almaktadır. Çalışmanın önemli yanlarından biri de budur. Araştırmada hane; bir evi paylaşan kişiler ve yakın iletişim halinde
ELEŞTİRİ
YOKSULLUĞU DİNLEMEK, İZLEMEK, KONUŞMAK
görülecek yoksulların çoğunun “beterin beteri var, çok şükür açıkta değiliz” diyerek kendilerini yoksul olarak tanımlamaktan kaçınmalarıdır. Bu bölümde yoksulların kendilerini tanımlamalarında kendisinden daha yoksul olanı referans almalarıörneklerle aktarılmaktadır. Gözlemlenen hanelerde bireylerin bir kısmı kendilerini yoksul görmezken bir kısmı da kendilerini yoksul olarak tarif etmekten çekinmekte hatta utanmaktadır.Yoksulluk piramidinin neredeyse an alt katmanında yer alan insanların yoksulluk durumunu görmezden gelmelerinde, hatta inkâr etmelerinde medyanın etkisi kaçınılmazdır. Medyanın yoksullar üzerinde inşa ettiği sonuçlardan bir diğeri de yoksulların yoksulluklarının nedeni olarak kendilerini görmeleridir. Yoksullar medyada çalışma arzu olmayan tembeller olarak resmedilmektedir. Bu kısımdaki değerlendirmelerin ortaya koyduğu kritik noktalardan biri de, araştırmaya katılan yoksul bireylerin mevcut egemen güç/iktidar ilişkilerini sorgulamakta, politik veya gündelik yaşamla ilgili tepkilerini dile getirmekte olduğudur. Genel olarak medyanın gerçek görevini yapmadığı dile getirilmekte ve medya daha çok hükümetin sözcüsü olmakla suçlanmaktadır. Ancak bu eleştirilerin televizyon izleme edimini değiştirmediğine ve yüksek izlenme oranına sahip programların ilgiyle izlendiğine dikkat çekilmektedir.Televizyon ve gazete içerikleri arasında keskin eleştirilerin hedefinde yer alan magazin içerikli programlar, yarışma programla-
43
rı, diziler ve sabah kuşağı programları büyük bir hayranlıkla izlenmektedir. Yazarlara göre yoksul hanelerde bu tür eleştirilerin dönüştürücü bir etkisi yoktur. Yoksul hanelerdeki bireylerin cep telefonu kullanımları araştırmanın kayda değer bulguları arasında yer almaktadır. Hanelerdeki cep telefonu sahipliği %70.1 seviyesindedir. İki üç cep telefonunun bulunduğu hanelerde annelerin ve babaların daha eski ve ucuz bir model cep telefonu varken çocukların yeni ve pahalı bir modele sahip olduğu dikkat çekmektedir. Faturaları ödemekten yoksun olan bu hanelerde telefonun ailedeki her birey için bu denli bir öncelik oluşturması dikkat çekmektedir. Baudrillard ve Bourdieu gibi kuramcıların günümüz tüketim toplumunda, tüketim olgusunun önemli ölçüde semboller ve göstergeler tüketimi olduğu, tüketim pratikleri dolayımıyla kimlik duygusu edinildiğine dair argümanları anımsandığında bu durum daha iyi yorumlanabilmektedir. Medya söyleminin tüketim kültürünü körükleyici etkisi araştırma kapsamında gençler ve çocuklar örneğinde teyit edilmiştir. Cep telefonu özellikle gençler için bir statü sembolü olarak işlev görmektedir
YOKSULUN HANESİNDE MEDYA Kitabın “Yoksulun Hanesinde Medya” başlıklı ikinci bölümünde geleneksel ve yeni medyanın yoksulların günlük yaşamında ne ifade ettiği, hane atmosferinin kuruluşunda ve yoksullukla baş etmede ne tür işlevler üstlendiği incelenmektedir. Gündelik yaşama dair her şeyin fonunda ya da merkezinde yer alan televizyon eğlencenin, haberin, bilginin temel kaynağı olarak nitelendirilmektedir. Bu bölümde televizyon aile üyelerini birbirinden uzaklaştıran araçlardan biri olarak görülmektedir. Ayrıca televizyon geleneksel komşuluk ilişkilerinin altını oymakla ve sosyal yaşamı zayıflatmakla suçlanmaktadır. Televizyonun bu rolünden sıkça şikâyet edilmesine rağmen araştırmaları bulguları televizyonun diyalogu zayıflatıcı değil güçlendirici
44
bir etkiye sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Yoksul hanelerde televizyon izlenmese bile gün boyu açık tutularak dinlenen özelliğiyle radyonun, teleteks özelliğiyle de gazetenin yerini alan bir araçtır. Diziler en çok tüketilen televizyon içerikleri arasında yer almaktadır. Hane içinde baba figürünün dizilere karşı genellikle eleştirel olduğunu görülmektedir. Dizilerin televizyon ekranından günlük yaşama sızan akışkan yapıları, dizi karakterlerinin ya da bizzat dizilerin kendisinin metalaşması ve fetişleşmesi yoluyla gerçekleşmektedir. Çalışmaya katılan hanelerdeki aile üyelerinin farklı etnik köken, mezhep ve siyasi görüşleri günlük yaşam ilişkilerinde oldukça önemliyken, bu farklılıkların televizyon ve gazete tüketimi karşısında etkisi yoktur. Mezhepsel ve etnik kimliğe dayalı farklılıkların ana akım medya karşısında eridiği vurgulanmaktadır. Gazetenin hane içindeki varlığı televizyonla karşılaştırılamayacak düzeydedir. Hanelerde daha çok yerel gazetelerin alınmasında iş ilanlarının etkili olduğu söylenmektedir. Çalışmada yoksul hane üyelerinin yeni bilgi ve iletişim teknolojilerine gösterdikleri yakın ilgi ve bu teknolojilerin yoksulluğun olumsuz sonuçlarını hafifletmede üstlendikleri işlevler üzerinde durulan bir diğer noktadır. Kitabın en değerli tespitlerinden biri internet ve cep telefonun temel ihtiyaçlar listesinin ön sıralarında yer aldığını ortaya koymasıdır. Çalışmanın yürütüldüğü yoksul hanelerde özellikle internet yoksullukla baş etmede, akrabalarla iletişimde, eğlence amacıyla, iş bulmada işlevsel olarak kullanılmaktadır. Yazarlara göre televizyon dış dünyayı farklı formlarda hane içine taşırken, internette bu iletişim akışı hane içinden dışarıya doğrudur. İnternetin birden fazla içeriği aynı anda, bir arada ve bu içeriklerin tek tek giderilmesinden doğabilecek maliyetten daha düşük maliyetle sunması bu hanelerdeki giderek artan kullanımını açıklamaktadır. Bireylerin interneti yoksul olmalarına karşın değil neredeyse yoksul oldukları için edindikleri vurgulanmaktadır. Yazarların bu bulguları yoksul hanelerin neredeyse yarısının internet
bağlantısına sahip olması, var olan algılamanın aksine bir durumu açığa çıkarması açısından önemlidir.
YOKSUL HANELERDE MEDYANIN CİNSİYETİ Kitabın “Medyanın Cinsiyeti” başlıklı üçüncü bölümünde ise toplumsal cinsiyetin medya tüketiminde ve medya içeriğini anlamlandırmadaki etkisine odaklanılmaktadır. Morley, metin-okur buluşmasının dinamik bir süreç olarak nitelendirmekte ve TV programlarının yorumlanmasını da aile bireyleri arasında gücün deneyimlenmesi olarak ifade etmektedir.Kadınlar dizilerle, kurmaca program içerikleriyle daha kolay diyaloga geçerken, erkekler haberleri ve tartışma programlarını tercih etmektedir. Bu çerçevede erkeklerin haber izleme pratiğini bir iktidar alanı olarak değerlendirdiğine ve bu pratiği eril kimliğin kurucu ve tamamlayıcı bileşeni olarak algıladığına işaret edilmektedir. Babaların ve annelerin aynı programı yorumlamaları ile kız çocuğu veya erkek çocuklarının yorumlamaları farklılaşabilmektedir. Yaş, toplumsal cinsiyet, politik görüş gibi değişkenlere bağlı olarak medya metinleri farklı okunmaktadır. Bu bağlamda, medya metinlerinin alımlanmasında toplumsal cinsiyetin önemli bir parametre olduğunun altı çizilmektedir. Medyanın algımızı ve düşünce dünyamızı ne ölçüde etkilediği bu çalışmayla bir kez daha ortaya konulmaktadır. Yoksul hanelerdeki acil ihtiyaçların farklılığı vurgulanmakta, yoksul hanelerdeki bireylerin geleneksel ve yeni medya araçlarına atfettikleri önem üzerinde bir kez daha durulmaktadır. Medyanın bu hanelerde kadın ve erkeğe ilişkin hakim söylemler aracılığıyla cinsiyet kalıplarını yeniden ürettiğine işaret edilmektedir.
Gökçe ÇALIŞKAN
ANALİZ
Tavuk Suyuna UZAKDOĞU İnsan karar vererek Güney Kore dizisi izlemeye başlamaz. Bir bakar başlamış...
D
aha önce hiç görmediğimiz, aşina olmadığımız, bize 'yabancı' gelen bir şeyleri nasıl tanır, anlamlandırır ve adlandırırız? Peki bunu yapabilmek mümkün mü? Hem 'yabancı' olmak ne demek? 'Yabancıyı' bilindik kılmak ve gerçek anlamda içselleştirmek mümkün değilse yabancı diller nasıl öğreniliyor? Onun da ötesinde çevirmenler çeviri yapmayı nasıl öğrendi? Çeviri gerçekten yapılabilir mi yoksa hep bir şeyler eksik mi kalır 'orijinal' metinden? 'Orijinal' de ne demekse artık... Önce yazar öldü dediler, artık okur da öldü. Çevirmen, o yazarın o yazıyı yazarken kafasından neler geçtiğini asla bilemez, o yüzden asla gerçek kastıyla çeviremez. Okur da çevirmenin kastını okur, yazarın değil. Her ne kadar her okur aynı metinden farklı farklı anlamlar çıkarıyor olsa da hemfikir kalınan bir nokta oluyor mutlaka. Bu bağlamda bi-
rincilik ödülünü Güney Kore dizilerine vermek lazım. Hayatımızda belki hiç Koreli görmemiş olmamıza ve Kore kültürüne dair çok az şey bilmemize rağmen bu dizilerin bu kadar kafaya ve yüreğe takılıyor olması, bir zamanlar tozpembe hayallere daldıran Thalia’lı Rosalinda, Natalia Oreiro’lu Vahşi Güzel ve binimum Latin Amerikalı fakir ama gururlu kızlarımızın anlatıldığı diziler açısından pek hayra alamet değil. İçten içe bizi ele geçiriyorlar, bu 'değerli tehlikenin' farkında mıyız?
onu kullanarak kendi ürünlerimizi yaratmamız gerekir. Onu da yaptık. Bugün ‘Bir Aşk Hikayesi’ diye izlediğiniz şey ‘I am Sorry, I Love You’, ‘Güneşi Beklerken’ ise ‘Boys Over Flowers.’
Farklı bir kültür repertuarından unsur transfer etmekle...
Buna rağmen neden bir oturuşta 5 bölüm izleme ihtiyacı duyduğunuzu ve kendinizi durduramadığınızı kendinize bile açıklayamazsınız. Bir kere 'tercih edilir' olmalarındaki en büyük etken bizim güzide dizilerimiz gibi 645 sezon değil yalnızca tek 1 sezon sürmeleri. "Bu filancanın 2. sezonu" gibi ibareler görürseniz de aldanmayın; yalnızca mekân aynıdır, isimler ve
Farklı bir kültür repertuarından unsur transfer etmekle onu kendimizin yapmış olmayız. O unsuru ciddi manada içselleştirebilmemiz için
Aslında çok sıradan hikâyelerin anlatıldığı diziler.
45
olaylar tamamıyla değişmiştir. O tek 1 sezonun içinde de 16, şanslıysanız 24 bölüm vardır. Bazıları da malum Japon mangaların televizyona uyarlanmış halidir. Aynı manganın hem Japon hem Güney Kore uyarlamasını izlediğinizde, dizilerin hangi mantığa oturtulduğunu anlarsınız. Japonlar manga kavramının özüne sadık kalırlar ama G. Korelilerde hep bir ‘sıcacık bir aşk hikayesileştirme’ peşinde. Karakterler ise hem içimizden hem de 'seviyemizin' çok üstünde. Ya görücü usulüyle evlendirildiği kıza
başta soğuk davranan ama sonra âşık olan veliaht prensler ya eski zaman Kore'sinde saray entrikaları arasında gerçek anlamıyla yaşam mücadelesi veren saf ve masum kızlar ya da eşzamanlı dünyada yaşayan çocuksu karakterlerle vakit geçirirsiniz.
Güldürüp düşündürmezler ama...
Güldürüp düşündürmezler ama yüzünüzde hafif buruk bir gülümseme bırakırlar. O burukluğun altında yatan şey, izlediğiniz hikâye kilometrelerce ötede yaşayan insanlar tarafından yazılıp çizilmiş olsa da aslında sizi anlatan, yaşadığınız ya da yaşamayı çok istediğiniz ama bir türlü yaşayamadığınız duygu ve olayları yakalamış olmanızdır. Sizin dünyanız çok kötü, ikiyüzlülüklerle dolu, riyakâr olabilir ama o dünyada eninde sonunda mutlu olacağınızı bilirsiniz. Tabii Lee MinHo ve JooJiHoon gibi ‘insan güzellerinin’ rollerini de yabana atmayalım. Düşlerinizdeki Prens onlardan biri olsaydı hiç de fena olmazdı.
Sayamadığınız kadar soundtrack çalması... Bir diğer hoş nokta da her bir bölümde artık sayamadığınız kadar soundtrack çalması. Size geçirmek istedikleri her bir duyguyu görüntüyle olduğu kadar o sözlerinin tek bir kelimesini bile anlayamadığınız ama yine de manasızca gözleri dolduran şarkılarla vermeye çalışırlar.
Kültür elçiliği misyonları... Kültür elçiliği misyonlarını da eksiksiz yerine getirdiklerini söylemek gerek. Bir kere ülkenin siyasi yapısı, dostları- düşmanlarıyla ilgili bir yığın şey öğrenirsiniz. Elbette ki konusunu tarihten alan filmlerde olduğu gibi her detay gerçeği yansıtıyor diyemeyiz -zira Büyük İskender filminde at ve filin karşı karşıya şahlandığı unutulmaz bir sahne vardır. Fakat yanlıştır çünkü doğaları gereği bu iki hayvan birbirinin yanına yanaşamaz- ama en azından fikir verir ve üstüne araştırma yapmaya iter. Bir kere haya-
46
tınıza veliaht prens- prenses ve kraliyet ailesi kavramı girer, saray yaşantısı ve kurallarını görür, monarşi- meclis arasındaki kutuplaşmalara şahit olursunuz. Bir de Güney Kore'nin bizim ‘Kuzey Güney’gibi kuzeydeki kardeşini günahı kadar sevmediğine. Hele hep Budist sandığınız Korelilerin Hıristiyan olduğunu anlayınca dumura uğrarsınız. Nitekim dinlerini her fırsatta gözünüzün içine sokarlar. Kâh bir kilisede evlenerek kah haç şeklinde takılar (özellikle küpeler) takarak. Bu gibi küçük ayrıntıları fark edebilirseniz "Biz o sizin bildiğiniz dünyadan soyut yaşayan çekik gözlü Şintoistlerden değiliz" diye haykırdıklarını görürsünüz.
Batı’ya ait (!) şarkıların çalmasının bir anlamı olmalı. Kelimelerinin arasına sürekli İngilizce ünlemler sıkıştırmaları ve olayın geçtiği mekânda Batı'ya ait (!) şarkıların çalmasının
bir anlamı olmalı. Ne de olsa şeytan ayrıntıda gizli. Tek eleştirilebilecek tarafları ise aşkı ele alış biçimleri. Aşkların dokunarak değil hissederek yaşandığı savını temel alıyorlar ama bir yandan da mutlu sonun son bölümün son birkaç dakikasına sıkıştırılması sinir bozuyor. Açıkçası o mutlu son da beklediğiniz kadar yükseklerde yaşanmıyor. 4 yıl ABD'de kaldıktan sonra şirketin başına geçme için ülkesine geri dönen erkek arkadaşının, kumsalda dizinin üstüne çökerek yaptığı evlenme teklifi karşısında nasıl o kadar soğukkanlı kalabildiğine hayret ediyorsunuz. Velhasıl, ilk izlediğim Kore dizisini hatırlarım;bir bölümünü kaçırınca oturup ağlamıştım. Tabii o zamanlar internet de yok ki tekrarını izleyelim (!). Çok saçma geliyor ilk söyleyince ama zengin çocukla fakir kızın aşkına, bir türlü kavuşup mutlu olmayışına, gözünüz doluyorsa hâlâ, korkmaya gerek yok; yaşıyorsunuz demektir. Yine de naçizane ‘I am Sorry, I LoveYou’yu moralinizin eksi derecelerde seyrettiği bir döneminizde izlememenizi tavsiye ederim.
47
Özer SİLSÜPÜR
ANALİZ
TÜRKİYE’DE ÇİZGİ ROMAN
D
ünyadaki gelişimin bir benzeri olarak Türkiye’de de çizgi roman ilk olarak gülmece içerikli ve resimli çocuk dergilerinde çizgi bant şeklinde görülmüştür.
Amerikan çizgi romanı Türkiye’de çocuk dergileriyle tanınmış ve orijinal isimler yerli isimlerle değiştirilmiştir. Haftanın belirli günlerinde, sinema yoluyla tanınan Walt Disney karakterleri gazetelerde seyrek olarak görülmeye başlamıştır. Bu çizgi romanlar, Türkiye’de herkes tarafından kabul görmüş bir edebiyat türünün tanımı kullanılarak “resimli roman” veya “sinema roman“ olarak anılmıştır. Aynı dönemde Tarzan ve Baytekin gibi eylem ağırlıklı filmlerin sinemalarda gösteriliyor oluşu çizgi romana getirilen bu tanımları etkilemiştir. 1945’te Nedim Tör tarafından “Doğan Kardeş” adlı çocuk dergisinin yayınlanmasıyla Türkiye’de çizgi romana yer ayıran diğer dergilere örnek gösterilen ve övgüyle bahsedilen bir süreli yayın ortaya konmuştur. 1950’li yıllarda Sedat Simavi’nin kurduğu ve Batıdaki örnekleri gibi pazar çizgi roman eki veren Hürriyet gazetesi önemli bir rol oynamıştır. Hürriyet’te kısa zamanda dönemin ünlü çizerleri Ratip Tahir, Sururi ve Şevki çalışmaya başlamış aynı zamanda, Fatoş (Blondie), Güngörmüşler (Bringing Up Father) ve Dedektif Nik (Rip Kirby) gibi 1950’li yılların ünlü Amerikan çizgi bantları da yayınlanmıştır. 1950’li yılların başında çocuklar için yayınlanan “Pekos Bill” dergisi özenli baskısı, çevirisi ve kaligrafisiyle dönemin en tutulan çizgi romanı haline gelmiş, piyasadaki başarısı İtalyan çizgi romanlarının Türkiye’deki ilk önemli çıkışı sayılmıştır. Pekos Bill’in ardından bu yıllarda satış başarısı kazanan bir diğer çizgi roman “Tommiks”tir. “Tommiks” İtalya’dan uyarlanan ”Capitan Miki” adlı bir kovboy çizgi romanıdır. İtalyan çizgi romanlarının çok fazla ilgi görmesiyle ülkemizde resimli roman olarak anılan çizgi romanlara TeksasTommiks denmeye başlamıştır. 1970’li yıllarda sosyo-politik gündemin de etkisiyle Türkiye çizgi roman üretim ve çeşitlilik konusunda oldukça zenginleşmiştir. Gırgır dergisi 1975’ten sonra on yılı aşkın bir süre yarım milyonu geçen tirajlara ulaşmış, Tay yayınları piyasanın büyük çoğunluğuna sahip olarak ticari başarılar kazanmış, Milliyet Çocuk dergisi ise kendi tarzındaki dergilerin yakalayamayacağı yüksek satış rakamları yakalamıştır. 1980’li yıllarda çizgi roman piyasası satışları düşen dergiler nedeniyle oldukça küçülmüştür. Gazetelerdeki çizgi bantların azaldığı ve her türlü yayının satışının düştüğü bu dönemde Gırgır ve onun tarzında gülmece dergileri yüksek tirajla okunmaya devam etmiştir. Bu tür dergiler 1990 yılının başında içeriklerini değiştirmeden “Hıbır”, “Limon” ve “Leman” gibi yayınlara dönüşmüşlerdir. 1995 yılına dek Kara Murat, Karaoğlan, Zagor, Atlantis, Milliyet Çocuk ve Gırgır gibi çizgi roman dergilerinin yayın hayatı son bulmuştur. 1990’ların ikinci yarısında özellikle İtalyan ve Amerikan çizgi romanları başta olmak üzere eski ve yeni diziler yayınlanmakta yerli üretimde ise Leman dergisi satışlarıyla ön plana çıkmaktadır. Türkiye’de çizgi roman alanında 1970’li yıllarda satış başarıları yakalayan seriler üretilmiş olsa da günümüzde piyasada çok tutulan ve çeşitlilik sunan Türk yayınları bulunmamaktadır
48
Esra GÜNDÜZ
ANALİZ
Bir Film – Roman Karşılaştırması: Anayurt Oteli
A
nayurt Oteli, yönetmenliğini Ömer Kavur'un yaptığı, başrollerinde Macit Koper, Şahika Tekand,Orhan Çağman ve Serra Yılmaz'ın rol aldığı 1986 yapımı bir film. Yusuf Atılgan'ın aynı adlı eserine dayanılarak Ömer Kavur tarafından senaryolaştırılmış bu eser Türk Sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak gösterilir. 1987 Altın Portakal’da en iyi film ve yönetmen, yine aynı yıl İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Türk Filmi ödüllerini alan Anayurt Oteli Venedik Film Festivali ve daha pek çok festivalden ödülle dönmüştür. Yusuf Atılgan’ın minimalist anlatımı ile en iyi romanlarından biri sayılan Anayurt Oteli’nin filmi de Ömer Kavur’un usta ellerinde kült filmler arasına girmiştir.
Film romana sadık kalınarak çekilmiştir Film de romana sadık kalınarak hemen hemen hiçbir değişikliğe uğramadan çekilmiştir. Ankara treni ile gelen kadının: “Boş odanız var mı?” repliği ile başlar. Daha sonra cast görünür. Zebercet kendi hikayesini anlatır. Filmden farklı olarak, kitapta Zebercet’inhikayesi gecikmeli Ankara treni ile gelen kadının odasının tasviri ile başlar.Kitabın başında gözümüzde canlandırılmaya çalışılan bu sahne filmin ikinci yarısında seyirci ile buluşturulur. Ömer Kavur gecikmeli Ankara treni
ile gelen kadına ve kimliğine gizem katmak istemiş ve filmi onun repliği ile başlatarak aslında merkeze bu kadını oturtmuştur.
Kitapta yaratılmış olan dünya farklı bir zamana taşınmış Kitabın başında değinilen Keçeci sülalesine filmde sadece Zebercet’in parkta oturduğu bir sahnede değinilmiştir. Ayrıca kitapta yaratılmış olan dünya farklı bir zamana taşınmış olmasına rağmen gücünden hiçbir şey kaybetmemiştir. Olay 1960’lı yıllardan 1980’lere taşınmıştır. Zebercet’in kendini anlatmasıyla başlayan film, kitaba sadık kalınarak günlere ayrılmış ve bu şekilde beyazperdeye yansıtılmıştır. Film; “Pazartesi”, “Salı”, “Perşembe”, “Cuma”, “Gece”, “Salı”, “Pazartesi”, “Pazar” olmak üzere sekiz bölümden oluşmaktadır. Filmde kitaptan farklı olarak “Salı” bölümüne “Çarşamba”da geçen olaylar da eklenerek tek bölüm halinde anlatılmıştır. “Pazartesi” başlığının siyah ekranda belirmesi ile film başlar. Bu bölümde Zebercet uyanır, giyinir, ortalıkçı kadını uyandırır, işinin başına geçer. Müşteriler gelirler, giderler. Zebercet, ortalıkçı kadına dışarı çıkacağını söyledikten sonra otelden ayrılır, berbere gider. Ortalıkçı
Bir Film Roman
Karşılaştırması:
Anayurt Oteli
49
lıkçı kadınla olan konuşmalarından sonradır. Daha sonra Zebercet dışarı çıkar ve içkili aşevine gider. Horoz dövüşüne giden bir genci takip etmesi ve ona cinsel bir arzu duyması da filmin en unutulmaz sahnelerinden biri.
Ömer Kavur, Atılgan kadar ayrıntıya girmemiştir Ömer Kavur Zebercet’in şizofrenik kişiliğini veren ve davranışlarını normal karşılayacağımız pek çok sahneyi filme yansıtır. Atılgan kadar ayrıntıya girmese de verilen ipuçları Zebercet’in kişiliğini çözümlememizde yardımcı olur. Zebercet eve döndükten sonra kitabın ve filmin en can alıcı sahnesi gerçekleşir. Zebercet Ankara treniyle gelen kadının boş odasına girerek, ondan kalan izmariti içer. Ortalıkçı kadının odasına girerek onu uyandırmayı ve birlikte olmayı ister. Kadın uyanmayınca istenç dışı bir hareketle boğazını sıkar ve onu öldürür. Ayrıca olayın tek tanığı olan kediyi sakince öldürür ve yola atar.
50
“Pazartesi”. O geceden beri dışarı çıkmamıştır Zebercet. Bu bölüm bizlere Zebercet’in ölüme yavaş yavaş ve nasıl yaklaştığını anlatması açısından önemlidir. Kitaba sadık kalınarak oluşturulmuş bu kısım kitaptan farklı olarak bir de Pazar meydanında geçen dua sahnesini içermektedir. Otele gelir ve kadının odasına girerek ölümü için 28 Kasım’ı bekler, Zebercet bu odada doğmuştur; bu odada son verecektir yaşamına. Ancak ölmek için o kadar beklemez. Romandan farklı olarak filmde bir de beşik sallama sahnesi vardır. Zebercet tavan arasına çıkarak bir beşik sallar ve hemen yanındaki bir fotoğrafa yakın çekim yapılır. Bu fotoğraf Zebercet’in yengesinin fotoğrafıdır. Yıllar önce yengesi yasak bir aşk sonucu intihar etmiştir. Yönetmen Zebercet’in intihara meyilli olmasını belki de köklerinde yatan, sülalesinden kalıtımsal olarak gelen boğma, intihar özelliğine bağlar. “Pazar”. Artık kurduğu planı harekete geçirmenin zamanıdır. Masayı karyolanın yanına çeker, kaldırıp yatağın üstüne yerleştirir. Kitapta don-gömlek kalan Zebercet filmde giyinik haldedir. Üst kata çıkıp ipi, tavanda avizeyi kopararak oluş-
turduğu delikten sarkıtır, aşağı inip ipin sağlamlığını kontrol eder; düğüm attıktan sonra masanın üstüne çıkar ve ipi boynuna geçirir. Ayaklarıyla masayı itip; aşağıya yuvar. Sahne Zebercet’in ayaklarına yapılan yakın çekimle biter. Zebercet hayatına son vermiştir. Film saat tik takları ve evin içinden görüntülerle devam eder. Zebercet’in yengesinin fotoğrafı ve Zebercet’in odasındaki musluktan damlayan suyun sesi ile film son bulur. Romanda kolları iki yana sarkan Zebercet’in donunun sol paçasından fildişi renginde koyuca bir sıvı aktığı ve yatağın üstüne düşüp yayıldığı anlatılır. Yukarıdan sallanırken tahtaya sürtündüğü yerden ip çatırdar ve roman biter. Diyaloglar filmde de romandakinin hemen hemen aynısı; kısa ve az. Romanda olmayıp filmde olan diyaloglar da aynı yönde kullanılmış. Anlatıma genellikle görüntü hakim, konuşma yalnızca gerektikçe ve zorunlu oldukça var. Filmde kurgu çok başarılı ve karakter yaratımı gayet iyi gerçekleştirilmiş. Filmdeki cinsel sahnelerin açık olarak gösterilmemesi yönetmenin bu sahneleri sadece hissettirmek istemesi olabilir. Zebercet’in kafeste gibi yaşadığını vurgulayan üst açıdan çekilen sahneler ve otelin salonunda tek başına hareketsiz kalakalması yalnızlığın en iyi vurgusu.
Gizem KARAGÖZ
DOĞAN GÜNEŞİN ÜLKESİ:
ANALİZ
JAPONYA
G
ünümüzde her anımızı esir alan teknolojinin ana vatanı olmasının yanında insanı büyüleyen güzellikte tapınaklarından evlerine, giyiminden yaşayış tarzına kadar her şeyi gelenek ve modernizm ile kusursuz bir şekilde harmanlamayı başarmış bir ülke Japonya. Geçmişindeki hüznü arkasında bırakıp ihtişamlı bir gelecek yaratmış olan Japonya, adeta küllerinden yeniden doğuşun tartışılmaz en iyi örneği.
51
Adını "güneş" ve "köken" anlamına gelen kanji karakterlerin bir araya gelmesinden alan Japonya, bu nedenle "Doğan Güneşin Ülkesi" diye de biliniyor. Asıl adı “Nihon” ya da “Nippon” olan Japonya, üç binden fazla adadan oluşuyor. Çoğu dağlık olan adaların bazıları yanardağlardan oluşuyor. Nüfus bakımından dünyanın onuncu büyük ülkesi olan Japonya üzerine yapılan araştırmalar, Paleolitik çağdan beri bu topraklar üzerinde insanların yaşadığını ortaya koyuyor. Uzunca bir süre kendini dış dünyaya kapatan Japonya, bu sayede uzun yıllar boyunca öz kültürünü bozulmadan bugüne kadar aktarabilmeyi başarmış. Her ne kadar günümüzde bu kültür diğer kültürlerin etkileşimiyle değişime uğrasa da, yine de orijinalliğini koruyor. Günümüzün Japonya’sı değişik geleneksel kültürlerin, dini inançların bir arada özgürce ve büyük bir uyum içinde yaşadığı bir ülke olmasıyla da dikkat çekiyor. Japonya’da çok çeşitli inanç türleri mevcut. Ülkenin yerli dini olan
52
Şinto hiç kuşkusuz ki en yaygın dinlerin başında geliyor. Budizm de diğer yaygın dinlerden biri. Japonya’da Budacılık, ilk olarak evlerin yakınına tapınak inşa ettiren soylu aileler ve devlet tarafından koruyucu güç olarak benimsenmiş. IX. yüzyılda yeni mezhepler sayesinde tüm ülkeye yayılarak sadece aristokrasinin koruyucusu olmaktan çıkıp dualardan ve özenli ayinlerden etkilenen halkın umut kaynağı olmuş. XII. yüzyılda ise yerli Şinto diniyle iç içe geçerek bugünkü özgün halini almış. Eski Çin kültürünün etkisiyle birlikte Konfüçyüs öğeleriyle de birleşerek aile içi dayanışma, ana babaya saygı, geleneklere bağlılık, yöneticilere ve genel otoriteye sadakat gibi Japon törelerine uygun hale getirilmiş. Hıristiyanlık ise Japonya’ya ilk kez XVI. yüzyılda Portekizli denizciler aracılıyla gelmiş ve o zamandan bugüne dek nüfusun çok küçük bir bölümü Hıristiyanlığı benimsemiş. Japonya’yı ziyaret ettiğinizde pek çok dine mensup halkın bir arada birbirine büyük bir saygı duyarak varlığını devam ettirdiğini kendiniz de gözlemleyebilirsi-
niz. Uzunca yıllar dünyanın geri kalanı tarafından sadece Tokyo’dan ibaret sanılan Japonya, bugün daha geleneksel şehirleri olan Kyoto ve Hiroşima ile de en popüler gezi rotaları arasında adını sıkça duyuruyor.
Tapınaklar Kenti Kyoto Japonya’ya giderseniz görmeniz gereken yerlerden ilki hiç kuşkusuz Kyoto’dur. Kyoto, 1000 yıldan fazla bir süre boyunca Japonya’ya başkentlik yapmakla kalmamış aynı zamanda bu dönemde sanatın, kültürün, felsefi düşüncenin, bilimin ve dinin de merkezi olmuştur. Kyoto birçok tapınağa da ev sahipliği yapması bakımından en çok turist alan yerlerinden biri. II. Dünya Savaşı sırasında, Japonya’da
bombalanmamış tek şehir olan Kyoto, bu sayede tarihi eserlerini ilk günkü güzelliğiyle korumayı başarmış. 8. yüzyılda yapılan sağlam ve etkileyici bir mimarlık anlayışının ürünü olan teraslarından görünen Kyoto manzarası ile tek kelime ile muhteşem bir tapınak olan Kiyomizu-Dera Budist Tapınağı başta olmak üzere Rokuon-Ji Tapınağı, Saionji Tapınağı, Tō-ji Tapınağı, Daigoji Tapınağı, Tenryū-ji Tapınağı, Kamigamo Mabedi, Shimogamo Mabedi Kyoto’da bulunan tarihi eserlerden bazılarını oluşturur.
da bir kaosun da başkenti demek mümkün. Bu açıdan bakıldığında Tokyo, metropol olmanın bütün gerekliliklerini yerine getiriyor denilebilir.
Teknolojinin başkenti olarak anılan Tokyo, sahip olduğu pek çok tarihi eserle geçmişinden nasibini almış gibi görünüyor. Tokyo’da bulunan en önemli tarihi eserlerin başında şehrin merkezinde bulunan hendekler ve geniş bahçelerle çevrili olan İmparatorluk Sarayı’nın Doğu Bahçeleri ve Sensoi Tapınağı gelir. Asakusa’daki bulunan Sensoji kentin en büKyoto, sahip olduğu tarihi eser- yük Budist tapınağıdır. Tokyo’ya lerinin yanında, Japonlar’ı hâlâ gelip de burayı ziyaret etmeyen geleneksel kıyafetleriyle sokak- turiste pek rastlanmaz. larda yürürken görebileceğimiz nadir yerlerden biri olması ve Japonlar için hayatın yeniden Japonya’da Geyşa kültürünün en başlaması anlamına gelen ve niyaygın bulunduğu yer olması ba- sanda adeta bir görsel şölen yarakımından da önemli. tan sakura’larıyla (Japon kirazı) ünlü olan Uneo Parkı Tokyo’daki huzura kaçışın merkezi. Kuş Uykuya Düşman seslerini dinleyerek Japon kirazlarının kusursuz güzelliğiyle Kent Tokyo kendinizden geçip dünyanın tüm Dünyanın en büyük kenti olma dertlerinizi arkanızda bırakmak ünvanına sahip olan ülkenin baş- istiyorsanız Uneo Parkı sizin için kenti Tokyo, dış dünyayla etkile- en keyifli adres olacaktır. şiminden dolayı Japon kültürünü yansıtan bir şehir olmaktan çok Hiroşima… uzak. Bugün Tokyo’ya geçmişinin aksine devasa büyüklükte gökde- Hüznün Şehri lenleri, gelişmiş metro ağı, teknolojik yeniliklerin boy gösterdiği Hiroşima belki de bu dünya üzedükkanları, her metrekareye dü- rinde en hüzünlü öyküye sahip şen yoğun insan güruhu ile aslın- kentlerden biri. . 1945’teki atom
bombası felaketinde 80 bin insanını ve binaların yaklaşık yüzde 70’ini kaybeden ama bu felaketin etkilerinden de 3 yıl gibi kısa bir sürede sıyrılmayı başarmış olan şehir, geçmişin izlerini saygıyla anıyor. Zira yeryüzünde nükleer saldırıya uğramış ilk şehir olan Hiroşima’nın merkezinde, nükleer saldırının kurbanlarına adanmış çok geniş bir arazi üzerine kurulmuş park yer alıyor. Bu park barış içinde yaşamayı vurgulayan heykeller ve anıtlardan oluşuyor. Hiroşima’da 1954 yılından beri yanan Barış Ateşi en dikkat çeken ayrıntılardan. Barış Ateşi, Miyajima adasında 1200 yıldır yanmaya devam eden, Japonların sonsuz alev olarak adlandırdığı ateşten tutuşturulmuş. Burada bulunan ve atom bombası saldırısının en masum kurbanları olan çocukların ruhlarının anısına yapılmış olan anıt, dünyanın 9 farklı ülkesinden çocuklar tarafından yaptırılırken, tasarımı da bir Japon ilköğretim öğrenci tarafından yapılmış. Hiroşima’da “Barış Anıtı”ndan sonra görülmesi gereken bir diğer yer ise UNESCO Dünya Mirası’nın bir parçası olan “Atom Kubbesi”dir. Yine denizin ortasına kurulmuş ve kendi ağırlığı ile sabit kalabilen Otorii Kapısı adanın en ünlü ve en çok turist çeken yerlerinden birisi.
53
ANALİZ
Neşe YAVUZ
Divan Edebiyatında
Escinsellik .
G
ünümüzde Müslüman toplumlarda cinsellik olgusu ayıplanan, yadırganan çoğunlukla da günah kabul edilen bir eylemdir. Geçmiş zamanlara nazaran cinsellik konusu büyük bir değişime uğrayarak Müslümanlar için bir tabu haline gelmiştir. Fakat daha önceki yüzyıllara baktığımız zaman, Türklerin İslam’ı benimsemesinden sonra ortaya çıkan Divan edebiyatı da cinselliği hem heteroseksüellik hem de homoseksüellik içeren eserlerle beraber vermiştir. Osmanlı İmparatorluğunda oğlancılık ve sübyancılık oldukça revaçta olan bir kavramdı. Hatta sarayın oğlan ihtiyacının karşılanması adına pasif eşcinseller yetiştirildiği söylentiler arasında. Burada eleştirmek istediğim nokta; şu an homofobinin tavan yaptığı ülkemizde sürekli ecdadımızı övenlerin “sübyancılık” gibi bir sapkınlığı göz ardı etmeleri ve günümüzde aşk bağı ile birbirlerine bağlanan eşcinsel bireyleri ötekileştirmeleridir. Ve bütün bunlar hoşgörü dini olduğu söylenen İslam’ın kullanılmasıyla yapılmaktadır. Şu an kötülenen, ayıplanan eşcinselliği büyük bir şehvetle eserlerine yansıtan ecdadımıza dönerek Divan edebiyatında eşcinsellik içeren türlerden bahsetmek istiyorum.
Hammamnameler: Bu türde bahsedilenler hamamlar, hamamlarda rastlanılan yakışıklı delikanlılar ve erkeklere hizmet eden oğlanlardır. Şehrengizler: Eğlence yerleri ve güzelleriyle bir kenti anlatan bu türde, çoğu zaman o kentin erkekleri de erotik bir üslupla anlatılır ve betimlenir. Hubabname: Dünyanın çeşitli uluslarına mensup delikanlıların özellikleri erotik –hatta pornografikbir dille anlatılır. Osmanlı’da oğlanlara düşkünlüğün onay görmesi Divan edebiyatında eşcinsel jargonu geliştirmiştir. Divan edebiyatında sıkça kullanılan cinsellik öğesine örnekler
54
vermeden önce şiirlerde geçen kavramları açıklamamız gerekir. Civan: Genç, taze, oğlan anlamına gelen Farsça bir sözcüktür. Cüvan ve nevcivan olarak da kullanılır. Divan edebiyatında civan heveskardır, eğlenceye düşkündür, aşırı ateşlidir, yeni yeni açılmaya başladığı için de utangaçtır. Hat: Genç oğlanların yanağında çıkan ince tüylerdir. Hat şiirde yanak ve dudakla beraber kullanılır. Hatlar sakala dönüşmeye başladığında ise yanak anlamında kullanılan gülde çıkan dikenlere benzetilir. Yusuf: Güzelliğiyle dillere destan olan Yusuf peygamber divan şiirinde sıkça kullanılır. Hal: Oğlan vücudunda bulunan benler için kullanılan bir kelimedir. Bu kelimeler divan edebiyatında eşcinsel ilişkileri yansıtırken kullanılır. Bu eşcinsel söyleme en bilinen örnekleri de Nedim vermiştir.
Nedim Divanı’ndan; " İzn alıp cuma namazına deyu mâderden Bir gün uğrulayalım çerhi sitemperverden Dolaşıp iskeleye doğru nihan yollardan Gidelim servi revânım yürü Sadabâd'a." (Cuma namazına diye izin alıp anneden Bir gün uğurlayalım sitemkar yüzleri İskeleye doğru dolaşıp ıssız yollardan Gidelim servi boylum yürü Sadabad'a) “Kızoğlan kızı nâzın, şehlevend âvâzı âvâzın, Belâsın ben de bilmem, kız mısın, oğlan mısın kâfir.” “Ben olsam bir de mutrib, bir de tarf-i cûy-bâr olsa Hoş imdi bir de farzâ bir cüvân-i şîvekâr olsa.” (Benimle birlikte bir çalgıcı olsa ve bir ırmak kenarında olsak; örneğin yanımızda bir de işveli bir oğlan olsa...) Necati Divanı’ndan; “Ben kocaldım gam-ı aşkınla yiğitlik bu mudur Hele ey pîr olası yâr-i civânım Şeyhî.” (Aşkının üzüntüsüyle kocadım ey yaşlanası oğlan sevgilim Şeyhî, senin yiğitliğin bu mudur?)
şında yaptığı her şeyin övüldüğünü eşcinselliğin de üstünün kapatıldığını, hiç olmamış gibi davranıldığını görürüz. Bu da hükümetin söylevlerine araç olarak kullanabileceği şeyleri direkt aldığını, geri kalan her şeyin ört bas edildiğini, ortaya çıktığı zaman da ötekileştirme hareketinin başladığını –başlatıldığını- gösterir. Şu an eşcinsel yazarlar için rahat bir ortam yok, eserlerinde kendilerinden, yaşamlarından Di- van Edebiyatı şairlerinin rahatlığıyla bahsedemiyorlar. Tarih gerçekten tekerrürden ibaretse, umarım, yakın zamanda eşcinsel yazarlarımız için de rahat bir ortam olacağını, hayatlarını, hikayelerini rahatça eserlerine yansıtacaklarını görürüz.
Cem Sultan Divanı’ndan: “Cihân rindi oluptur Cem ki her dem Gözü gönlü şarâb ile püserde.” (Cem, dünyada vurdumduymaz bir kalenderdir; gözügönlü şarap ile oğlan çocuklarındadır.) Hamdullah Hamdi’den "Hammâmına bârid idim Göynük'ün ammâ Hammâmcısını gördüm hammâmına ısındım." (Göynük'ün hamamına pek soğuktum ama Hamamcısını görünce hamamına ısındım.) Divan edebiyatı şairlerinin yanı sıra Osmanlı padişahlarının da mahlas kullanarak yazdıkları gazeller vardır. Bunun en çarpıcı örneği ise Fatih Sultan Mehmet’in Avni mahlasını kullanarak yazdığı eserlerdir. Hilmi Yavuz bir yazısında eşcinsellik olgusunun Türkiye’de cumhuriyetle beraber bir tabuya dönüştüğünü, Osmanlı’da eşcinselliğin cinsel bir norm olduğunu söyler ve Fatih Sultan Mehmet’in de divan şiirlerinde eşcinselliğini yansıttığını belirtir. Fatih’in en ünlü gazellerinden birinde Veyis adında bir güzel oğlanı övdüğü ve gazelin sonunda ’Ey Avni! Taliin iyi gitti ve o sevgili (Veyis) misafirin oldu. Fırsatı kaçırma; zira Veyis bin cana bedeldir’ dediği bilinmektedir. Bütün bu örneklere bakarak Osmanlı’nın eşcinsellikten rahatsız olmadığını söyleyebiliriz. Fakat şimdiki hükümetlere bakacak olursak Osmanlı’nın “eşcinsellik” dı-
55
ANALİZ
E
. EDEBIYAT’TAN
Şeyda DURAK
BEYAZPERDE’YE
debi eser uyarlamaları neredeyse sinemanın, sonrasında da televizyonun doğuşundan itibaren var olagelmiştir. Bu doğrultuda başlangıcından beri Türk sinemasında ve sonrasında Türk televizyonlarında çeşitli konularda edebiyat eserleri beyazperdeye ve ekrana uyarlanmıştır. Ayrıca edebiyattaki değişimler de sinema ve televizyona yansımıştır. Edebiyat ve sinemanın anlatı sanatları olup, anlatı yapılarının benzer oluşu, edebiyata nazaran gelişimini geç tamamlayan sinemanın, edebiyatın zengin dağarcığını kullanmasını ihtiyaç haline getirmiştir. Gerek uyarlama filmler gerekse diziler hem okurlar ve izleyiciler arasında hem de sinema ve edebiyat çevrelerinde her zaman tartışmalara yol açmıştır. Üretilen bu filmlerin, dizilerin değerlendirilmesi daha çok kaynak alınan edebi metin ile üretilmiş olan uyarlama filmin ya da televizyon dizisinin karşılaştırılması üzerine yapılmıştır. Bu karşılaştırmalar sonucunda, çoğunlukla, uyarlama filmlerin kaynak aldığı edebi metne zarar verdiği, onu deformasyona uğrattığı belirtilerek, sinemadan daha eski ve köklü bir geleneği olan edebi metinler, uyarlama filmlerden, dizilerden üstün tutulmuşlardır.Aksi yönde görüşler ileri sürülmüş olsa da uyarlama filmlerin, dizilerin değerlendirilmesinde kaynak alınan edebi metne sadık kalınıp kalınmadığı öncelikli tartışma konusu olmuştur. Konu okur ve izleyici yönünden ele alındığında da durum pek farklı değildir. Okuduğu bir edebiyat yapıtını, özellikle kurdukları
56
dünya ile kendisini cezbeden romanları beyazperdede veyahut ekranda izleyen her okur ve izleyicinin izlediği yapıtla ilgili mutlaka bir yorum yaptığı bir gerçektir. Okuyucuların çoğu okuduğu romanı bir sinema, dizi yapımı olarak perdede, ekranda izlemek istese de izlediği yapıtla ilgili tepkileri genellikle olumsuzdur. İzleyiciler de çoğunlukla uyarlama filmin, televizyon dizisinin roman ile ne derecede benzediği ya da hangi noktalarda ters düştüğüne, yani dizinin romana sadık kalınamadığı konusuna odaklanırlar.
Neden roman uyarlamaları bu kadar revaçta? Roman uyarlamalarının gerek sanat eleştirmenleri gerekse bilinçli tabir edebileceğimiz okuyucular açısından çok olumlu notlar alamadığından bahsetmiştik. Ancak durum odur ki tüm bu olumsuzluklar ekrana taşınan ve sayısı her geçen gün hızla artan roman uyarlamalarının hızını kesmeye yetmemiştir ve öyle görünüyor ki yetmeyecektir de. Televizyon dizileri için çok değerli birer kaynak olan romanın uyarlanması yapımcılar tarafından her dönemde tercih edilmiştir. Tercih edilmesinin önemli sebepleri vardır elbette. Evvela, diziye aktarılan romanlar edebi yoğunluğu olan ve artık klasikleşmiş kitaplar olduğundan, hazır ve de kaliteli bir senaryo özellikle özgün senaryo sıkıntısı çeken yapımcıları
için bulunmaz bir kaynaktır. Bunun yanında yine eserdeki edebi yoğunluktan dolayı hikâyenin ihtiyaç olduğu ölçüde açılması ve uzatılması mümkündür. Ayrıca romanın birçok karakterle kurulması, bu karakterlerin birbirine değen hayatlarının üzerinde oynanmaya müsait olması ayrıca hikâye akışı için yapımcılara kolaylıklar sunar. Tabii bahsedilen tüm bu kolaylıklar sadece yapımcıyla sınırlı değildir. Oyuncular açısından da çoğu zaman bulunmaz bir nimettir. Her ne kadar klasikleşmiş romanlardaki karakterleri oynamak, o karakterlerin taşıdığı çağın ve toplumun genel insani özelliklerini yansıtmak bir oyuncu için çok zor olsa da bu dizilerde oynayan oyuncuların en büyük avantajlarından birisi, senaryonun dışında da karakterlerini oluştururken başvurabilecekleri kaynaklarının olmasıdır. Edebiyatla iyi bir ilişkisi olan oyuncular karakter okumalarını iyi yapabilirse senaryonun sunduğu imkânların da ötesinde bir sufleye kavuşmuş olurlar. Şayet iyi bir performans gösterirlerse oyunculuk kariyerleri açısından dönüm noktası olabilecek bir fırsat da yakalamış olurlar. Zira bunun örneklerini ekranda sıkça görüyor ve bizzat şahit oluyoruz. Öte yandan bir dizinin tutması için kabul edilebilirlik çok önemli bir faktördür. Dizinin seyirci tarafından kabul görmesi için çarpıcı bir başlangıç, çok konuşulacak bir ilk bölüm ve de izleyiciyi yaşadığı hayatın sıkıcılığından uzaklaştıracak birseneryo sunulması televizyonun can damarı olan reyting açısından oldukça mü-
himdir. Romanlardaki klasik anlatı kalıpları televizyon dünyasının kurallarıyla oldukça iyi uyum sağlar. Romanlardaki tema ve karakterlerin yapısıyla oynamak, söz konusu karakterlere yeni bir şeyler eklemek ya da onlardan bir şeyler eksiltmek aynı şekilde eldeki malzemeyi uzatarak genişletmek daha kolaydır. Çünkü yapımcılar klasik kitaplara, 'içindeki malzemeyi sürdürebileceğimiz kadar sürdürelim’ gözüyle bakarlar. Ancak durum her zaman umulduğu gibi gitmez. Uyarlanan diziler eğerki seyircinin beklentisini karşılayamazlar veya tüm bu kriterleri taşımazlarsa birkaç bölüm sonra yayından kalkabilirler. Ancak izleyicinin merakını cezbetmeyi başaran ve hatta edebiyattan uzak günümüz gençliğini klasik eserlerle tanıştırma daha yakından tanıma imkanı sunan diziler yayın hayatına uzun bir süre devam edebilirler.
cuttur. Özellikle gençler açısından değerlendirildiğinde oldukça uzak bir geçmişe sahip olan dizilerin bu kadar ilgi görmesinin geçerli bir nedeni olmalıdır. Bununda en önemli nedeni, sanıyoruz ki söz konusu romanların günümüz koşullarına uyarlanmasıdır. Dizilerdeki karakterlerin cep telefonuyla konuşması, internet başından kalkmaması ya da lüks araçlara binmesi günümüz insanıyla dizi kahramanlarını yakınlaştırmış ve hatta özenti kimlikler yaratmıştır. Bu durumun en iyi örneğini 2008 yapımı, Kanal D’de yayınlan Aşk-ı Memnu dizisinde görmekteyiz. An-
Son Dönemin Popüler Dizileri Özellikle 2000’li yıllardan bu yana yapımı gerçekleştirilen ve çok popüler olan dizi uyarlamalarının varlığından bahsedebiliriz. Yayınlandığından itibaren büyük ilgi gören ileriki bölümleri merakla beklenen yapımlar senaristler tarafından birkaç sezon yayınlanabilirler. Bu uzun soluklu çalışmalar ancak 2000’li yıllarda mümkün olabilmiştir. Çünkü ilk olarak TRT’de gerçekleştirilen bilhassa orjinaline bire bir sadık kalmayı yeğleyen diziler en fazla altı, yedi bölüm kadar yayınlanabilmişlerdir. Oysaki günümüz şartlarına baktığımızda iki, üç yıl belki de daha fazla yayınlanan özellikle de gençlerin takdirini toplayan ve hatta çoğu zaman uyarlaması yapılan romanların varlığından dahi haberi olmayan bu gençlerin,kitapçıların raflarında bu eserleri gördüklerinde çok şaşırıp sonra da satın almalarını sağlayan dizi uyarlamaları mev-
cak mevcut dizide yanlış anlaşılan batılılaşma sorunu yerine daha çok aşk, entrika, İstanbul’un gözde mekanlarının sunumu, tüketici, bireyci, rekabetçi ilişkiler ön planda tutulmuş ve bunlar günümüz şartlarında hızla tüketilebilecek hale getirilmiştir.Aşk-ı Memnu, ilk olarak 18991900 yıllarında Servet-i Fünun dergisinde yayımlanmış, 1923 yılında ise kitap olarak basılmıştır. Aşk-ı Memnu, bugüne kadar pek çok defa sinema, televizyon ve hatta tiyatro için uyarlanmış 1975 yılında TRT'de altı bölüm olarak yayınlanmıştır. Bu uyarlamada esas olarak romana sadık kalınmıştır. Ancak hikaye, bahsettiğimiz 2008 yapımıyla günümüz Türkiye'sine uyarlanmış olay örgüsünde ve karakter özelliklerinde değişiklikler yapılmış romanda yer almayan kimi yeni karakterler eklen-
miş seyircinin ilgisini çekebilecek unsurların altı çizilmiştir. “Yasak Aşk” anlamına gelen Aşk-ı Memnu, eserin orijinalinden fazlasıyla uzaklaştığı ve bu tür ilişkilere özendirdiği gerekçesiyle pek çok kişi tarafından tepki ile karşılansa da televizyon dünyasında büyük yankı uyandırmıştır. Televizyon ekranlarında öne çıkan yine bir döneme damgasını vurmuş önemli bir yapım da ‘Çalıkuşu’ adlı eserdir.İlk olarak Yönetmen Osman Fahir Seden tarafından 1986 yılında TRT'de 7 bölüm olarak yayınlanmıştır. Aynı şekilde Türkan Şoray ve Kartal Tibet'in oynadığı bir sinema filmi çekilmiştir. Son dönemde yine 2013 yılı itibariyle Kanal D’ de yeniden yayınlanmaya başlamış ve ilgiyle izlenmeye devam etmektedir. Yine Reşat Nuri Güntekin’e ait olan ve geniş bir aileyi ve bu ailenin zamanla dağılmasını konu alan ‘Yaprak Dökümü’ adlı eser yeni uyarlamasıyla Kanal D’de yayımlanmış ve uzun süre de yayında kalmayı ve izleyicinin beğenisini fazlasıyla kazanmayı başarmış uyarlama dizilerdendir. 'Huzur Sokağı' adlı eser de yeni dönemde yayına devam eden bir başka uyarlama dizidir. Geçmişleri TRT yapımına kadar uzansa da esas popülaritesini 2000’li yıllarda kazanmaya başlayan diziler yeni yayın döneminde de yapımcıların ekmek kapısı izleyicilerin ise ilgi odağı olmaya devam etmektedirler. Öte yandan sinema ve televizyonlarımızda bu tarz edebi uyarlamalar yapılmaya devam edildikçe bu konudaki tartışmalar, eleştiriler de haliyle devam edecektir. Çünkü gözden kaçırılan önemli bir nokta vardır ki o da romanların özellikle dizilere aktarımında zor ve karmaşık bir sürecin yaşandığı bunun da beraberinde kendi sorunlarını getirdiğidir. Dolaysıyla bu diziler ekranda kaldığı sürece dizilerin uyarlama sorunları da dizilere yönelik yapılan eleştiriler, tartışmalar da bu sorunsal çerçeve içinde devam edecektir.
57
ANALİZ
Büşra KAYABAŞ
SANATA ADANMIŞ BiR HAYAT:
LEYLA GENCER
10
Ekim 1928’te Polonyalı bir anne ve Safranbolu’lu bir babanın kızı olarak İstanbul’da dünyaya gelen Leyla Gencer, dünya opera tarihinin büyük sopranolarından birisidir. Çocukluk döneminde tiyatro, müzik, edebiyat gibi sanat ve kültürün her alanına ilgi duyan sanatçı, İtalyan Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Belediye Konservatuarı opera bölümüne başlamıştır. Burada zamanın en önemli hocalarından şan, solfej ve armoni dersleri almıştır. Cemal Reşit Rey’in senfoni orkestrası koro ve solistler için bestelediği Özyurt eserinde ilk kez orkestra eşliğinde söyleyen Leyla Gencer, o zamanlarda sanat yaşamındaki amacını La Scala’da sahneye çıkmak olarak belirlemiştir.
Onun bir gün dünya çapında ünlü bir saprano olacağını söylemiş Ankara Opera’sında şan dersleri vermek üzere Türkiye’ye gelen dönemin en büyük sopranosu kabul edilen Arangi Lombardi, Leyla Gencer’i dinlediğinde onun bir gün dünya çapında ünlü bir saprano olacağını
58
söylemiş ve kendisiyle çalışmak üzere konservatuardan ayrılarak Ankara’ya gelmesi için Leyla Gencer’i ikna etmiştir. İstanbul’daki eğitimini yarım bırakan Leyla Gencer 1950 yılında başında Muhsin Ertuğrul’un bulunduğu Ankara Devlet Tiyatrosu’ndaki opera kariyerine korist olarak başlamıştır. Cavalleria Rusticana operasında “Santuzza” ve Tosca operasında “Floria Tosca” rollerinde oynamıştır. Ankara Devlet Tiyatrosu’nda 25 Aralık 1952’de piyanist Georg Reinwald ile verdiği ilk resitalden sonra kısa zamanda ünlendi. Dwight Eisenhover, Mareşal Tito, Harry Truman gibi dönemin önde gelen başkanları Ürdün Kralı Hüseyin, Yunanistan Kralı Paolo
ve Kraliçesi Federica gibi kral ve kraliçeleri, konsoloslar hem huzurunda verdiği resitallerle, hem de derin kültürü ve karakteriyle sanat dünyasında sağlam bir yer edindiği Ankara Leyla Gencer’in sanat yaşamında önemli bir yere oturmuştur.
RAİ stüdyolarında canlı olarak yayımlanan konserin ardından Gencer uluslar arası kariyerinin ilk adımını atmış 1953 yılında Türkiye ve İtalya arasındaki Kültür Anlaşması kapsamında İtalya’da RAİ stüdyolarında canlı olarak yayımlanan konserin ardından Gencer uluslar arası kariyerinin ilk adımını atmış, bu konserin başarısı üzerine Arena Flegrea Açık Hava Tiyatrosu’nda Cavalleria Rusticana operasında yine Santuzza rolünü sahnelemek üzere Napoli Yaz Festivali’ne davet edilmiştir. 1954’te San Carlo Tiyatrosu’nda seslendirdiği Madam Butterfly ve Eugenuo Oneghin ope-
ralarının ardından Leyla Gencer artık müzik çevrelerinde Napolili Türk olarak anılmaya başlanmıştır. Bu başarı bir sonraki sezon San Carlo Operası'nda sahnelenen La Traviata’daki Violetta rolü ile sürdü. 1956'da San Francisco operasında San Francesca da Rimini operasında son anda oynayamayacağını bildiren ünlü soprano Renata Tebaldi'nin yerine başrolü seslendirdi. Eserin San Francisco ve Los Angeles temsillerinden sonra San Francisco operası ile kontrat imzaladı. 1957 sezonunda San Fransicso Operası'nda sahnelenen La Traviata operasında başrolü Leyla Gencer, Lucia di Lammermoor operasında ise dünyaca ünlü soprano Maria Callas üstlenmişti. Callas'ın gelmemesi üzerine Lucia rolünü de Gencer üstlendi ve büyük başarı kazandı. O günden başlayarak ABD'de sayısız opera temsili, resital, konser gerçekleştirdi. 26 Ocak 1957 gecesi Leyla Gencer, kendisine koyduğu Milano'nun ünlü La Scala Tiyatrosu'nda sahneye çıkma hedefine ilk defa ulaştı. Fransız besteci Francis Poulenc'in Carmelit'lerin Diyaloğu eserinin dünyadaki ilk temsilinde başrolü oynadı. Scala'daki ilk sahneye çıkışından sonra Gencer, 18 Şubat 1957'de tüm zamanların en bü-
yük orkestra şefi kabul edilen Arturo Toscanini için Milano'nun Duomo di Milano Katedralı'nda düzenlenen görkemli cenaze töreninde Verdi'nin Requiem'i seslendirilirken soprano partisini başarıyla söyledi. Bu başarının ardında La Scala Operası'nın Köln Operası'nın açılışı nedeniyle düzenlediği turnede Verdi'nin Kaderin gücü adlı eserinde başrol oynadı. 1958'de Pizzetti'nin dünyada ilk gösterimi gerçekleşen Katedral'de Cinayet adlı eserinde başrahibe rolünü, ardından Boito'nun az bilinen Mefistofele operasında Margherita rolünü üstlendi. Gencer, 1960'larda mesleğinin doruğuna çıktı. Hiç bilinmeyen operaları seslendirmeyi sürdürdü. 1963'te Verdi'nin unutulmuş operası Kudüs’te başrol Elena'yı oynadı. Bunu Donizetti'nin hiç bilinmeyen operası Robert Devereux’daki Kraliçe Elizabeth rolü ve Bellini'nin 130 yıldır sahnelenmeyen Beatrice di Tanda operası takip etti.
1985 yılında sahneye veda etti 1985 yılında sahneye veda eden sanatçı, 1983-1988 yılları arasında As.
Li. Co.’nun genel sanat yönetmenliğini yürüttü, 1997-1998 arasında La Scala korosunun genç sanatçılar okulunda yöneticilik yaptı, vefatına kadar La Scala Tiyatrosu'nda opera sanatçıları için kurulan akademinin sanat yönetmenliğini yapmaktaydı. Gencer, aynı zamanda opera yorumu üzerine dersler vermeye devam ediyordu. Uluslararası yarışmalarda seçiciler kurulu üyelikleri yapan, festivallere, seminer ve konferanslara katılan Leyla Gencer, İstanbul’da kendi adını taşıyan “Uluslararası Şan Yarışması”nın kurucusudur. Yarışma, 1995 yılından beri düzenlenmektedir. Leyla Gencer, 1988 yılında "Devlet Sanatçısı" unvanıyla onurlandırıldı. 2004 yılında Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü tarafından 1000 yılın Türkleri özel koleksiyonunda adına 15.000.000 TL değerinde 0.999 ayar gümüş hatıra para basıldı. 10 Mayıs 2008'de Milano'daki evinde kalp ve solunum yetmezliğine bağlı olarak hayatını kaybetti. Leyla Gencer’in cenazesi 12 Mayıs günü Milano’da La Scala Operası’nın Santa Babila Kilisesi‘nde düzenlenen kalabalık bir törenden sonra vasiyeti doğrultusunda krematoryuma götürülerek yakıldı.
59
ANALİZ
Özlem TANYEL
ÖLÜMSÜZ KARAKTER:
D
DRACULA
racula…Vampir Kont…Onu günümüze kadar getiren, hatta gerçekten ‘ölümsüz’ kılan şey ne? Bram Stoker’ın romanındaki kurgu titizliği mi, çağımızda onu hatırlatacak felaketlerle karşı karşıya gelişimiz mi, yoksa Kont’un gerçekte var olan tarihi bir kişiliği hatırlatması mı? Bunların hepsi; belki de çoğu zaman daha da fazlası, Dracula’nın neden efsanevi bir roman kahramanı olduğunu açıklayabilir. Hatta bunun nedeni, Dracula’nın sadece klasik bir roman kahramanı olarak hayatına devam etmemesinde de aranabilir. Yazıldığı yüzyıldan sonraki yüzyılların popüler kültü-
60
rü üzerinde büyük bir etki yapan Dracula; roman, çizgi roman ,öykü, sinema filmi, televizyon dizisi, opera,bale ve müzik alanında yüzlerce eserin ilham kaynağı oldu. Özellikle sinema filmleri, Dracula büyüsünün daha hızlı yayılmasını sağladı . İnsanlar üzerindeki güçlü etkisi ile Dracula, kültür tarihinin en önemli kişiliklerinden biri haline geldi. Bu birikim Dracula’nın günümüze kadar taşınmasına yardım etti . Ama hepsinden önce onu ölümsüz kılan nedenleri daha iyi belirleyebilmek için Dracula’yı borçlu olduğumuz Bram Stoker’dan ve onun “Kont”unu nasıl tasarladığından söz etmemiz gerekir.
Dracula’nın İrlandalı yazarı Bram Stoker, Kont’un vatanı olarak ilk başta Avusturya-Steiermark’ı düşünmüştür. Onu bu fikrinden caydırıp, Kont’u Transilvanya’ya yerleştirmesini sağlayan ise Emily de Laszowska Gerard’ın “Transilvanya’da Batıl İnançlar” adlı makalesi olmuştur. Stoker, Dracula karakterinin ve dolayısıyla romanının da adına ,Bükreş eski İngiliz konsolosunun kitabında, Eflak dilinde dracula sözcüğünün “şeytan” anlamına geldiğini görünce karar vermiştir. Kont vampirinin evini Transilvanya olarak belirleyen Stoker, aslında Transilvanya’yı hiç görmemiş, romanında kullandığı Transilvanya ile ilgili bilgileri, Transilvanya’yı ziyaret eden ve burayı batıl inançlarla dolu topraklar olarak niteleyen Britanyalı yetkililerin yazılarından almıştır
Bram Stoker’ın, bu ölümsüz kahramanının hikâyesini tamamlayabilmesi neredeyse 10 yıl sürmüştür. Roman ilk olarak 1897 yılında yayımlanmış, vampir hikâyelerine ve gotik edebiyata alışkın olan Geç Viktorya Çağı okuyucuları tarafından çok sevilmiştir. Roman klasik eserlerdeki merkezi hikaye anlatımından farklı olarak kitabın kahramanlarının günlük, kayıt ve mektuplarından oluşmaktadır. Dracula dışındaki diğer kahramanların tuttukları kayıtlarla okuyucuya aktardıkları olaylar, birbirini tamamlar niteliktedir. Böylece kayıtların temsil ettiği bölümlerle, roman kişilerinin ve iyi-kötü ayrışmasının mücadelesi daha da ön plana çıkmaktadır. Romanın yazıldığı dönem ve öncesinde İngiltere’de hakim olan gotik edebiyat geleneğinin bir alt dalı kabul edilen vampir öyküleri arasında, Dracula’nın
böyle ayrıcalıklı bir yeri olmasının nedeni şaşılacak bir isim benzerliği(!) olarak da görülebilir: Modern Rumencede “şeytan” anlamına gelen dracul sözcüğü, aslında bu anlamını daha sonradan kazanmıştır. İsmi ve eylemleri ile bu yeni anlama kaynaklık eden biri sayesinde… Bahsedilen isim 3.Vlad,-daha çok bildiğimiz adıyla Kazıklı Voyvoda- Osmanlı himayesindeki Eflak bölgesinde, Romanya Prensi olarak farklı tarihlerde tahta çıkmış,(1448, 1456,1476) bunlardan ilkini Osmanlı’nın desteği ile gerçekleştirmiştir. Daha sonra zamanla güçlenen Vlad’ın Macarlarla anlaşması ve Osmanlı’dan gönderilen elçilere yaptığı işkenceler, Fatih Sultan Mehmet’in ordusu ile Eflak Seferi’ne çıkmasına neden olmuştur. Bütün bunların dışında bize 3. Vlad’ı hatırlatan, başta ‘kazığa oturtma’ olmak üzere uyguladığı işkence yöntemleridir. Dönemi anlatan Türk, Rus, Slav kaynakları ve Almanca risalelerin tümünde 3. Vlad vahşi, gözü dönmüş bir tiran olarak tanıtılmıştır. Babası 2. Vlad, Kutsal Roma İmparatoru’nun verdiği ejderha nişanından duyduğu onur ile kendine Latincedeki draco(ejderha) sözcüğünden türeyen Drakul adını almıştır. Bu lakabı ileride oğlu 3. Vlad da Drakula(ejderhanın oğlu) olarak kullanmıştır. Dracula adının böylesine farklı iki kişiyi nitelemesi aslında garip bir tesadüftü. Zamanla bu iki karakter, insanların kafasında yan yana gelip bütünleşmeye başladı. Belki de ikisi arasında farklılıklar kadar benzerlikler de vardı. Dracula konusunda uzmanlaşan Elisabeth Miller’a göre; Dracula romanında bahsedilen Kont’un 3. Vlad olduğu varsayımı, Radu Florescu ile Raymond Mcnally’nin kitabında ortaya konan bu yöndeki iddalar nedeni ile genel bir kanıya dönüştü. Romandaki Kont’un ölümsüz yaşamı ve 3. Vlad’ın ölümü üzerine anlatılanlar bu iddaları güçlendirdi. Dracula ile 3. Vlad’ı bir araya getiren sadece korku, vahşet ve kan değildi. Onların bu kadar kolay bir araya gelmesini sağlayan “doğdukları” topraklardı.
61
ANALİZ
Öznur AVAR
. . Afili . . Filintalar
B
i r ç o ğ u n u z duymuşsunuzdur, eski dönem edebiyat akımlarının çağı bitti diye. Değişen ve gelişen teknolojinin hayatlarımıza müdahalesinin bir sonucu olarak yorumlayabiliriz bu duyumu. Dijital dünyanın hızı, yazarlara akım oluşturacak zamanı tanımıyor belki de. Ancak öyle bir grup var ki bunlar baş döndürücü dijital dünyanın hızını zamanın aksine çevirmeyi başardılar. Kimlerden mi bahsediyorum? Afili Filintalar tabi ki.
Kim bu Afili Filintalar? Bir edebiyat akımı mı yoksa bir edebiyat çetesi mi? Anlatmaya çalışalım. Afili Filintalar ismini başta gelen üyelerinden olan Murat Menteş’in Dublörün Dilemması adlı kitabından alıyor. Macera, Onur Ünlü ve Menteş’in ‘bir web sitemiz olsa, elimiz değdikçe yazarız, meraklısı okur’ fikrinden yola çıkıyor ve site için Menteş’in romanında geçen
62
liseli bir çetenin ismi olan ‘Afili Filintalar’ seçiliyor. Böylece web sitesi hayata geçiyor, zamanla Ünlü ve Menteş yazdıklarına ilgi duydukları arkadaşlarını çağırıyorlar. Site büyüyor, ilgi topluyor ve seviliyor. Edebiyat bloglarının pek uzun bir tarihi geçmişi yok aslında. Son 5 yıldır hayatımıza girdiler ve son 2 yıldır aktif olarak sürekli genişleyen bir okur kitlesine sahipler. Afili Filintalar bu açıdan yeni bir adım atmıyor gibi gözükebilirler ancak bir grup yazarı aynı blog çatısında toplamak epey zahmetli bir iş. Çete, ilk başta Alper Canıgüz, Gökhan Özcan, Fatih Altınöz, Murat Uyurkulak, Emrah Serbes, Murat Zelan, Tayfun Salcı, Hakan Albayrak, Selçuk Orhan, Afşin Kum, Gökdemir İhsan ve tabii Samed Karagöz’den oluşuyor. Daha sonra ekibe Kaan Çaydamlı, Meltem Gürle, Taha Ayar, Aslı Tohumcu, Şafak Altun, Zeynep Arkan, Erkan Şimşek, Şenol Erdoğan, Egemen İpek katılıyor. Ardından da diğer yazarlar.
Peki bu Afili Filintalar neler yapıyor, neler yazıyor?
Nevi şahsına münhasır diye adlandırabileceğimiz bu yazarlar topluluğu günümüz romanın evriminin ayaklı kanıtları adeta. Bireysel olarak tanınsa da medyatik olan ve olmayan bu yazarlar grubu birbirini takip eden ama bir yandan özgünlüğünü ilan eden yazılarla dijital dünyadan evimize, aklımıza misafir oluyorlar. Kimisi romancı, kimisi şair, kimisi sadece derdini anlatıyor. Bu çetenin varlığını koruması ve büyümesi birçok çevre adına farklı yorumlara da açık hedef. Kendi özünden gelen bu açıklık insanların aklına ilk şu soruyu getiriyor: “Bu kadar insan nasıl bir arada, mutlu mesut geçiniyorlar?” Oynakbeyi ile yaptığı bir söyleşi de Menteş durumu şöyle açıklıyor: “Kimileri bizim Masonik törenler yaptığımızı, keçi boğazlayıp tütsü yaktığımızı filan sanıyor. Öyle değil. Bir manifesto da yayınlamadık. Çünkü aslında o kadar da heyecanlı, umutlu değiliz. Bizi bir araya getiren şey, özü itibariyle neşe ve motivasyon değil. Daha ziyade dert ortaklığı.”
Durum dert ortaklığı olunca, nasıl oluyor diye sorarsanız Menteş devam Hepimiz insana, hayata, kainata farklı açılardan bakıyoruz, doğrudur. Fakat bu farklardan daha önemlisi, aramızdaki benzerlikler. Roman, hikaye, şiir, hoşbeş bizi birbirimize yaklaştırıyor. Birkaç gün önce toplandık. En basit konularda bile fikir ayrılıkları belirdi. Benim hiç aklıma gelmeyecek itirazlar ve teklifler ortaya kondu mesela. Fakat herkes birbirinden emin. Yani birbirinin düşüncesine, sözüne, hissine değer veriyor. Centilmenlik ya da daha yerli bir ifadeyle çelebilik, kalenderlik gösterişçilikten uzak, terbiyeli bir tutumu mecburi kılar.
Kimileri, önüne gelene laf çakmayı dürüstlük sanıyor Bundan zevk alanlar var. Hâlbuki dürüstlük bir hobi değildir. Terbiyesiz kimseler dürüstlük taslıyor. Her neyse. Biz sanatın ve düşüncenin insan oluşumuza değer kattığı fikrine bağlıyız.”
Tümü Menteş’in sözleri de olsa Afili Filintilar’ın genel üslubu, bir ortak çatı altında toplanmış gözüküyor Kalemin dışında, kıyasıya çekişmelerin yaşandığı edebiyat dünyasında; edebiyat kelimesinin ‘edep’ kökeninden geldiği unutulmadan en ‘edep’li çete olarak adlandırabileceğimiz Afili Filinta’lar okurlar için de birer rol model olmaya başladı. Velhasıl, bir yazar çetesi düşünün; bir edebiyat akımı gibi ortak bir ideoloji paylaşmak zorunda olmayanve sadece dert ortaklığı paydası altında farklı fikirlerini bir araya getiren bir çete. Tıpkı hayalimizdeki Ölü Ozanlar Derneği gibi. Hiçbir şeyi ciddiye almayan ama bir o kadar ciddi bir edebiyat çetesi. İşte bunlar Afili Filintalar. Gönlüm kalemlerinden bahsetmeye pek el vermedi. İyisi mi eliniz giderseonlara www. afilifilintalar.com adresinden siz bir göz atın.
www.afilifilintalar.com
63
r
le m il F ız s ım ğ a B ı s a r a 3. !f İstanbul Uluslar
1
Festivali
nbul’da, ta İs e d n ri le h ri ta 4 13-23 Şubat 201 Ankara ve e is e d n ri le h ri ta 4 1 0 27 Şubat-2 Mart 2 İzmir’de tlerini e il b n li a v ti s fe n la o gerçekleşecek irimli olarak d in ta ş tı a s n ö k a c 31 Ocak’ta başlaya alabilirsiniz.