Demir Küçükaydın
Avni Olarak Yazılar Derlemesi 1
Yayınları
Avni Olarak Yazılar Derlemesi Demir Küçükaydın (Birinci Sürüm - 22 Eylül 2012)
Bu kitapta yer alan yazılar daha önce çeşitli gazete ve internet sitelerinde yayınlanmıştır.
Dijital Yayınlar
İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt
Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.
Yayınları
2
İçindekiler
Avni Olarak Yazılar Derlemesini Sunuş
4
“Almanların En İyisi” Olarak Marks Veya Yenilgide Zaferi Kutlamak
13
Alman Seçimleri Solun Başarısı mı?
23
Almanların En Meşhuru
28
„Pardus – Ulusal İşletim Sistemi” Yalanı ve Gericiliği
31
Kuş Gribi (Tavuk Vebası), Globalleşme, Kapitalizm ve Ulusal Devletler
38
Mal Varlıkları, Özel Hayat, Devlet Sırları, Ticari Sırlar ve Sosyalizm
49
Avrupa’daki Göçmenler ve Kızıl Elmacıların Talat Paşa Yürüyüşü
58
Dünya Kupası’nın Düşündürdükleri Uluslar ve Globalleşme Sol Neden “Ofsayt”ta? Futbol Şampiyonası, Alman Politikası ve Sol Spor ve Futbol Üzerine Değinmeler
63 63 66 71 80
Irkçı Olmamanın Zorlukları
92
Avni’nin Hikâyesi’ne Ek Bilgiler Avanak Avni Avrupa’ya işte böyle çıktı
94 94
Dünya Vatandaşı Avni Albümü
97
Ek: Talat Paşa Jakoben miydi? Jakobenizm Nedir? Osmanlı’da Kim Jakobendi? Bugün Kimdir? 113
3
Avni Olarak Yazılar Derlemesini Sunuş 2005 yılında Köxüz sitesi internette yayına başladığında çok sınırlı sayıda yazar bulunuyordu. Bir yandan yazarları nicelik ve nitelek olarak yükseltmek için çabalarken, diğer yandan da hem konu genişliğini hem de yazar sayısını arttırabilmek için, ikinci bir isimle özellikle Almanya ve Dünya’yı konu edinen yazılar yazmayı tasarlıyorduk. Bu fikri Köxüz’ü beraber çıkardığımız arkadaşlara açmış ve onların da onayını almıştık.
Diğer yandan sitede şöyle bir sorun da vardı. Köxüz, sitesi Kürtler üzerindeki baskıya karşı Kürt özgürlük hareketini destekleyen bir pozisyondaydı ve bu desteğinin sembolik bir ifadesi olarak da Abdullah Öcalan’ı yazar yapmış, “Abdullah Öcalan Niçin Yazarımızdır” diye bir yazı da yayınlamıştı. Yazarlar sitede her hangi bir haksızlık olmasın diye, İsimlerinin baş harflerine göre sıralanıyordu. Baş harflere göre sıralanınca da Abdullah Öcalan, adının ilk iki harfi alfabenin ilk iki harfiyle başladığından, yazarlar listesinin en başında bulunuyordu. Pek çok kişi bunun sadece bir rastlantı olduğunu görmediğinden, Abdullah Öcalan’a diğer yazarlardan daha önemli bir yer vermişiz, onu kasıtlı olarak öne çıkarmışız gibi bir yanlış anlamaya yol açıyordu.
Bu mahzuru gidermek için, Köxüz sitesi adına yapılan yorum ve mektupları en üste koyduksa da bu yetersizdi. Biz de bunun üzerine, Avanak Avni’nin adını A. Avni yazarak Abdullah Öcalan’ın üstünde, başka bir A ile başlayan yazarı koyarak yanlış anlamanın giderilebileceğini düşünmeye başlamıştık. Tam o sırada, Milliyet gazetesinde Fransa’daki seçimlerde, göğsünde Avni sembolüyle gazete satan LCR (Devrimci Komünistler Birliği) taraftarı bir kızın haberi ve daha sonra buna bağlı ikinci bir haber çıkınca, bunu vesile ederek, Avni adıyla yazmaya başlayabileceğimizi düşündük. Böylece, Avni’nin o gazetelere yansımayan ve genelde görmezden gelinen bir başka damarını da duyurulabilir ve bu Avni imzasıyla yazılacak yazıların, bu damarın bir devamı olarak da görülebilirdi. Bu nedenle A. Avni imzasıyla yazılar yazmaya başladık. Kendi adımızla yazdığımız yazılar genellikle Türkiye’yi konu alan ve Türkiye’ye yönelik yazılardı. Sosyalizm ve Marksizm, Demokratik mücadeleden kaçmanın, biçimsel eşitsizliklere karşı mücadeleyi, sosyal bir eşitliği öne çıkararak ikinci plana atmanın ve böylece askeri bürokratik oligarşinin desteği olmanın bir aracı haline geldiğinden bu bazılarda vurgumuz demokratik mücadeleyeydi ve radikal demokrat bir programı acil olarak savunmaya yönelikti. Ama bu da biraz tek ayak üzerinde yürümek gibi oluyordu. Almanya’da yaşıyorduk. Bir Marksisttik ve Almanya’da ve Dünyada olan bitenlerle aslında çok daha ilgiliydik ama bu 4
ister istemez yazdığımız yazılara yansımıyordu. Avni mahlasıyla yazılyan yazılar bu eksiği giderebilir ve bu noktalara ağırlık verebilir; Marksizmi savunma ve Kapitalizm eleştirisine yoğunlaşabilirdi. Böyle de yapmaya çalıştık. Ancak daha sonra çeşitli sağlık sorunları nedeniyle oldukça seyrek yazabildiğimden Avni adıyla yazmaz olduk ve bazı eski yazılarımı aktüel bazı konularda Avni adıyla tekrar yayınlamakla yetindik. * Bu sene Karaburun Bilim Kongresi’nde Hacivat ve Karagöz’ün Türk ve Yunan uluslarının yaratılmasında gördüğü işlevleri ve evrimi ele alan bir konu ilgimizi çekmiş ve sunumu yapacak Ahmet Akşit ve Peri Efe ile de tanışmış sunumun yapıldığı toplantıyı ve tartışmaları da izlemiş ve katılmıştık. Bu tartışmalarda başka bir bağlamda, Avni de gündeme geldi ve onun başka ülkelerde, örneğin Meksika’da da kullanıldığından söz ettik. Toplantı sonrasında genç bir izleyici, Meksika’daki Avni’ye ilişkin bilgileri nereden bulabileceğini, kendisinin Meksika ile ilişkisi olduğunu sordu ve bu vesileyle Avni’nin Avrupa’daki serüveni üzerine de biraz konuştuk. Kendisine elimdeki bilgileri, resimleri vs. ileteceğimize söz verdik. Bilgisayarımızdaki, Avni ile ilgili resim, yazı vs. gibi dökümanları bir dosyada toplayınca, bunlardan pek ala hem Avni adıyla yazılmış yazıların bir derlemesini yapmanın, hem de eldeki resimlerin de ek belge olarak bu derlemeye almanın daha doğru olacağı sonucuna ulaştık. Böylece hem Avnin’nin bir dünya vatandaşı olarak ortaya çıktığı ikinci damar unutulmaktan kurtulur, hem de Avni olarak yazarlığımızın da bu damarla bağlantısını vurgulamış da olurduk. Çünkü bizzat biz kendimiz de Almanya’da bir sürgün olarak özellikle yabancılar ve siyahlar hareketinin önemini ilk görenlerden ve ilk girişimde bulunanlardan biriydik ve hem Antifaşist Gençlik hem de Hamburg’taki Köxüz’ü çıkaran çevrelerle yakın ilişkide bulunmuştuk. Ve nihayet Avni olarak yazdığımız sitenin adının da Köxüz olması zaten bu geleneğin sürekliliği ile ilgiliydi.
İşte bu derleme şimdi elinizde.
Ekler bölümünde, Avni’nin Avrupa’ya ve Dünya’ya gidişinin Dördüncü Enternasyonal ile bağlantısını anlatan bir söyleşiyi de ekledik. Diğer kanal ise, Berlin’de öz savunmaya yönelen ve hızla radikalleşip politikleşen sokak çetelerinin açtığı kanaldır. Bu kanala ilişkin belgeler de bir bakıma diğer ekleri oluşturmaktadır. 22 Eylül 2012 Cumartesi Demir Küçükaydın demiraltona@gmail.com 5
Avni’den Mektup Var. Gazetelerin sansasyon merakı nedeniyle Avni yeniden popüler oldu. Fransızların Avrupa’da merkezi birlik, dolayısıyla da politik olarak birleşecek ve Almanya’nın etkisinin artması anlamına gelecek ve bütün diğer maddelerinin bu amaca hizmet ettiği Anayasa tasarısına hayır diyerek sonuçları çok derin olacak bir yol kazasına yol açmalarının ardından, Milliyet’de yayınlanan bir haberde, Fransa’daki LCR (Devrimci Komünist Liga) adlı Dördüncü Enternasyonal üyesi Partinin gençlik örgütünden bir kızın üzerinde Nazi haçını kıran bir Avni resmi bulunan T-Shirt’lu resmi yer alıyordu ve haberin başlığı: “Bu Avni’nin İlk Eylemi Değil” idi.
Haberde Şunlar okunuyordu:
“Oğuz Aral'ın oğlu, Avanak Avni'nin Fransa'da 'Hayır'cı 'bayrağı' olmasını yorumladı: "Avni Avrupa'da, Meksika'da birçok eylemde yer aldı" SEMA ASLAN / GÜLAY FIRAT Fransa, AB Anayasası için düzenlenen referandumda 'Hayır' derken, bu görüşteki göstericiler, önceki gün, üzerinde Oğuz Aral'ın meşhur Avanak Avni tiplemesinin olduğu tişörtlerle slogan atıyorlardı. Avanak Avni tiplemesinin bu tişörtlerde kullanılmasıyla ilgili görüşler ise, Türk mizahının bu en ünlü simasının, daha önce de Avrupa'da düzenlenen kimi eylemlerde görülmüş olmasıyla bağlantılı. 'Zenci Avni' bile var Oğuz Aral'ın oğlu Seyit Ali Aral, Avanak Avni'nin sadece Türk insanının değil, dünyada pek çok insanın sevdiği ve kendine yakın bulduğu bir tipleme olduğunu, Avanak Avni'nin Afrika'da zenci olarak çizildiğini de dile getiriyor: Avni'nin, uzun zaman önce Avrupa ve Meksika'daki pek çok nükleer karşıtı gösteri ve eylemde kullanıldığını söyleyen Ali Aral, şöyle konuşuyor: "1988 - 89 döneminde Haldun Simavi, Gırgır dergisi ve Avanak Avni'yi Ertuğrul Akbay'a sattığı için, şu anda sanıyorum isim hakları onun üzerinde. 1980'lerde Oğuz Aral Almanya, Belçika gibi ülkelerde birer Gırgır sergisi yaptı. Bu Avrupa içinde çok büyük ses getirdi. Muhtemel Avni'nin ilk Avrupa'ya çıkışı o sergiyle oldu. Avanak Avni Güney Afrika'daki ırkçı olaylara karşı, Meksika'da da ABD emperyalizmi karşıtı grupların maskotu oldu."
İşte görüşler
Avanak Avni'nin, Fransa'da 'Hayırcı' gençlerin 'bayrağı' olması konusunda, Avni'yi 'yakından tanıyanların' görüşleri de şöyle: Ertuğrul Akbay: Avanak Avni tiplemesinin hakları mahkeme kararıyla bize geçti. Ama
6
kullanıldıysa telif isteyelim ve hiç değilse yararlı bir yere, mesela Milliyet gazetesinin Baba Beni Okula Gönder kampanyasına bağışlayalım. Avanak Avni'yi kimse benden izinsiz kullanamaz. Metin Üstündağ: Öncelikle Fransa'da yaşayan Türklerin etkisi olmuştur. Bir de Gırgır, bir dönem çok fazla okunuyordu; Avanak Avni de o derginin bir simgesiydi. Ayrıca Avanak Avni, yurtdışında başka birkaç uluslararası gösteride kullanılmıştı. Ergün Gündüz: Avni bir dönem Hollanda'da sosyal eylemlerde kullanılmıştı; belki eylemde Hollanda'dan katılımcılar oldu? Hollanda'da da bir referandum olacak yakında çünkü. Ve bu tiplemenin telifli kullanıldığını zannetmiyorum. 1980'lerde Avrupa'da Gırgır dergisinin çizgilerinden oluşan bir sergi açıldı; sanırım bu tiplemeyi sivil toplum örgütleri o dönemde kullanmaya başladı. Oğuz Aral da izin vermiş olabilir.”
Ertesi Gün ise yine aynı resimle şu haber yer aldı:
“Avanak Avni tişörtlü genç kızı, DHA Paris'te buldu Helene, 'Türkiye de AB'de olmalı' diyor Avanak Avni tişörtüyle AB Anayasası'na 'Hayır' gösterilerine katılan Helene adlı Fransız genç kız, "Hayır oyu verdim ama Türkiye'nin yanındayım" dedi SAADET ORUÇ Paris DHA” *
Aynı gazetenin ertesi günkü sayısında ise yine şu haber okunuyordu: Helene, 'Türkiye de AB'de olmalı' diyor Fransızların AB Anayasası'na 'Hayır' dediği referandumunun ardından, bütün gazetelerin ilk sayfalarında onun fotoğrafı vardı. Kapağında 'Non (Hayır)' yazan 'Rouge (Kızıl)' adlı dergiyi havaya kaldırmış, slogan atıyordu. Küçük bir ayrıntı, birdenbire Türk basınının dikkatini bu fotoğrafa çevirdi. Genç kızın tişörtünde, Oğuz Aral'ın tiplemesi 'Avanak Avni', Naziler'in sembolü gamalı haçı kırıyordu.
İspanya'dan almış
Paris Jussieu Üniversitesi'nde tarih eğitimi gören Helene Dufresne, üyesi olduğu Devrimci Komünistlerin Birliği (LCR) gençlik kolundan arkadaşlarıyla 29 Mayıs gecesi Bastille Meydanı'ndaki 'Hayır' kutlamalarına katılmış ve tesadüfen de o tişörtünü giymişti. DHA, Türkiye gündemine oturan Dufresne'i Paris'te buldu. LCR'lilerin buluşma noktası La Breche kitabevinde sorularımızı yanıtlayan genç kız, tişörtü İspanya'da katıldığı uluslararası genç komünistler kampından aldığını anlattı. 'Sınırlar kalksın' 'Avanak Avni'nin, bir Türk karikatüristin kahramanı olduğunu bilmiyordu. Avni'yi ona, 'bir türlü büyümek istemeyen, çocuk kalmak isteyen' bir tip olarak anlatmışlardı.
7
Dufresne, 2002'de yapılan Fransa cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında, aşırı sağcı Milliyetçi Cephe lideri Jean-Marie Le Pen'in önde gittiği dönemde yapılan gösterilerde, Avanak Avni'nin sembol olarak kendi grubu tarafından da kullanıldığını hatırladığını söyledi. AB Anayasası'na 'Hayır' diyen Dufresne, "Türkiye'nin AB üyeliği konusunda ne düşünüyorsunuz?" sorusunu, "Türkiye'nin yanındayım. Tüm sınırların kalkmasından yanayım" diye yanıtladı.” *
Aynı gün, Radikal’de de bu haberler üzerine şu haber yer aldı: “İlk kez ODTÜ'de tişörtü yapıldı RADİKAL - İSTANBUL - Troçkistlerin en bilinen sembolü 'Kızıl Köstebek'. Avanak Avni'nin ise Meksika'daki bir gençlik örgütü sayesinde Troçkist partinin uluslararası sembollerinden biri olduğu sanılıyor. Aslında Oğuz Aral'ın Avni'sinin Avrupa'daki anti-faşist mücadelede güçlü bir sembol olduğu hep söyleniyordu. Fakat o dönemde internet olmadığı için, bunun somut bulgulara ulaşılamıyordu. 'Avanak Avni'nin ilk kez siyasi bir hareketin sembolü haline getirilmesi, 90'ların başında ODTÜ'deki Troçkistler tarafından gerçekleştirildi. Özgür Üniversite Hareketi, bahar şenlikleri için yüzlerce 'Avnili' tişört bastırmıştı. Bu tişörtlerin üzerinde, sol yumruğu havada, sert sert bakan Avni figürü ve İngilizce olarak, 'Özgür üniversite için mücadele et!' yazısı yer alıyordu. Tişörtlerin tamamı iki saat gibi kısa bir zamanda tükenmişti. ODTÜ'de yaptırılan tişörtlerden yurtdışına da gönderildi. Takip eden yıllarda, Avni'nin Nazi sembolü olan gamalı haçı parçalarken çizilmiş figürü Avrupa'daki pek çok anti-faşist gençlik örgütünün sembolü haline geldi. Özellikle 2000'li yıllarda bu sembol pek çok Avrupa ülkesine yayıldı.” * Bu haberlerin ilkinde, Fransızların Hayır’ında Türklerin katkısı bağlamında gerici bir ulusçuluğa; ikincisinde de Türkiye’deki iç politika alanında burjuvazinin politikalarının bir aracı olarak kullanıldığımı görmüyorum sanılmasın. Ama bu ilk yazıda konumuz bu değil. Bu bir tanışma yazısı çünkü. Semboller de fikirler gibi bir kere ortaya çıktıklarında artık kendisini ortaya çıkaranların kontrollerinden çıkarlar ve tarihsel gidişin ve toplumsal mücadelelerin akışı içinde ilk çıkışlarından çok başka anlamlar ve işlevler kazanırlar veya onları kaybedip unutulurlar. Ve şu an şu satırlarda tam da bu gerçekleşmektedir. * Yukarıdaki haberlerde olgular düzeyinde doğrular, yanlışlar ve eksik bilgiler bir arada bulunmaktadır. Aslında, sembollerin ve fikirlerin bu bağımsız yaşamı nedeniyle Avni’nin hikâyesinin tamamı bir puzzleın parçaları gibi tamamlanmayı bekliyor. Daha doğrusu belki 8
hiçbir zaman tamamlanamayacak bir hikâye bu. Yine de bildiğimiz kadarını anlatalım. Avni Avrupa ve Dünyaya iki kanaldan gitti. Türkiye dışında politik eyleme katılışı ilk kez Meksika’da oldu. Seksenlerin ortasında Meksika’daki Dördüncü Enternasyonal seksiyonu çok hızlı bir büyüme gösteriyordu. İşte bu partinin afiş ve pankartlarında Meksikalı yoksulların bir sembolü olarak ortaya çıktı ilk olarak Avni. Bu döneme ait bir fotoğraf maalesef elde yok. Meksika’ya nasıl nereden ulaştı o konuda da bilgi yok. Belki Dördüncü Enternasyonal’ın Üçüncü Enternasyonal’inkinden aldığı İnternational Press Korrespondens’in kısaltması Inprekorr’un ciltleri veya onun Meksika seksiyonunun yayınlarının ciltleri arasında bir bilgi bulunabilir. * Ama bu Radikal’in haberindeki bilgilerin doğru olmadığını gösteriyor. Bu Meksika’daki eylemler seksenlerin ortasındaydı ve ODTÜ’deki Troçkistlerden çok daha önceydi. Belki Türkiye’nin ODTÜ’deki Troçkistleri Meksikalılardan ilham almış olabilirler. Ancak, Avni’nin Avrupa’ya bundan tamamen farklı bir gidişi daha vardır ve bu gidiş bütünüyle başka bir kanaldandır. Seksenlerin sonuna doğru Almanya’daki Türkiyeli gençler arasında faşistlerin saldırılarına karşı sokak çeteleri biçiminde öz savunma grupları oluşuyordu. Berlin’de de Türkiyelilerin yoğun olarak yaşadığı Kreuzberg’teki bu gruplar aynı zamanda yetmişli yıllarda Türkiye’de de o muazzam kitle radikalleşmesiyle politikleşmiş ve Avrupa’da sürgün yaşamına başlamış bazı kişilerin katalizatörlüğü ile Anti Faşist Gençlik diye oldukça etkin bir grup kurmuşlardı. Hatta dar imkânlarıyla bir dergi bile çıkarıyorlardı. Bu katalizatörler Türkiye’den tanıdıkları Avni’yi, ki Avni onların politikleşmesinin bir ifadesiydi aynı zamanda, Nazi haçı kırar biçimde kendi sembolleri yaptılar. Bununla da kalmadılar, kendilerine Avniler dediler ve kızlar da kendilerine Avniyeler dediler. Bununla da kalmadılar, kendi çizgileriyle Avni adına karikatürler çizdiler. Bunların birinde, Almanların sembolü olan Kartalı Avni kebap yapmaktadır. Bu tamamen o gençlerin kendi çizdikleri Avni’dir. Ne var ki, hikaye burada bitmemektedir. Aynı sıralarda Hamburg’ta da Türkiyeli göçmenlerin öz savunma bağlamında radikalleşen çocuklarının bazıları Basamak diye bir dergi çıkarırlar ve bunlar da Almanya’daki kendilerine benzer grupları aramaktadırlar. Berlin’deki Anti Faşist Gençlik ve Hamburg’taki gençler birlikte iş ve güç birlikleri yapmaya başlarlar. Böylece Avni onlar tarafından da sembol olarak kullanılmaya başlanır.
İşte Avni’nin Yurt dışı macerasıyla ilgili ilk yazı, bu gençlerle ilişkili Türkiyeli bir sürgün tarafından ilk kez onların basit dergisinde yayınlanır.
Bu yazı seksenlerin sonunda yazılmıştır. Yani ODTÜ’dekiler henüz Avni T-Shirt’i basmadan 9
önce. O yazıda Meksika ve Hollanda’da Avni’nin kullanılışından söz edilmekte ve Hollanda’da kullanılan afişin bir resmi de verilmektedir. En iyisi bu yazıyı olduğu gibi aktaralım:
“Avni'nin Hikayesi
Avni, Karikatürist Oğuz Aral'ın "Gırgır" dergisi sayfalarında yarattığı bir tip. Bu tip şimdi Meksika'dan Hollanda'ya kadar birçok ülkede ırkçılığın saldırısına uğrayanların, ezilen insanların sembolü olmuş durumda. Özellikle Almanya'daki Türkiyeli gençler onu kendilerinin sembolü olarak görüyor ve kullanıyorlar. Artık her yerde rastladığımız, bazen gülen, bazen hınçla Nazilerin gamalı haçını kıran, bazen hiç bir şey yapamamanın çaresizliği içinde bunalan bu Avni kimdir? Nereden gelir? Onu böylesine sembol yapan nedir? Bu sorulara bir cevap bulmaya çalışalım. Avni her şeyden önce bir tiptir.
Ama hemen şu soru akla gelir: peki Tip nedir? Osmanlı'da Orta Oyunu ve Karagöz'de de tipler vardır. Ama bu tipler son derece klişe konuşma ve davranış biçimlerine sahiptirler. Çoğunlukla da bir azınlığa mensupturlar. Örneğin sakatatçı ise Arnavut, tüccar ise Yahudi'dir. Henüz bir birey değildir. Bir cemaatin bir üyesi olarak tip vardır. Kişiliği yoktur kendine has. Modern çağa gelinceye kadar bütün dünya uluslarının edebiyat ve sanatında durum budur. Minyatürlerde görülen insanlar birer birey değildirler. Onların kendi dramları yoktur. Hatta öyledir ki, kimi ortaçağ resimlerinde bütün insanların yüzleri de aynıdır. Modern toplumun ortaya çıkışı ve tüm kan, aşiret, soy bağlarının parçalanması, her türlü koruyucu bağdan yoksun insanların ortaya çıkmasıyla birlikte, bir birey ve o bireyin sorunlarını, duygularını, dramını ele alan sanat biçimleri, örneğin Roman, ve Tip'ler ortaya çıkmaya başlar. Bütün büyük romanların ortak özelliği Tip'leri işlemeleridir. Tip ortalama olan değildir. Tip aşırı örneklerin bir toplamı da değildir. Tipler belki hiç bir zaman gerçekte var olmazlar ama var olanların hepsinden de daha gerçektirler. Orhan Kemal'in Bekçi Murtaza'sı bir tiptir. Bekçi Murtaza belki hiç olmamıştır. Ama bu toplumda yaşayan herkes biraz Bekçi Murtaza'dır. Herkes onun dramında kendi dramından bir şeyler bulabilir. Budur bu tipleri günümüzün dünyasında ölümsüz kılan. Ama belki uzak bir geleceğin dünyasında, bizlerin yaşadığı çelişkileri ve gerilimleri bilmeyen bir dünyada, başka kuşaklardan insanlar tıpkı Karagöz ve Hacivat'ta artık kendimizden bir şeyler bulamamamız gibi, bu tiplerden de kendilerinde bir şeyler bulamayacaklardır. Avni de böyle bir tiptir. Avni belki hiç var olmadı ve olmayacak. Ama herkes biraz Avni’dir. O aslında hepimizden daha gerçektir. Türkiye'de karikatürün diğer sanat dallarına göre Türkiye'nin geriliğiyle ters orantılı olarak bir ilerilik içinde olduğu söylenebilir. Karikatürde hep belli tipler olagelmiştir. 10
Bu tiplerin değişimi de ilginçtir. Örneğin Cemal Nadir'in karikatürlerinde kimi tipler belirginleşmeye başlar. Ama bunlar henüz yeterice gelişmemişlerdir. Karagöz'de olduğu gibi biraz klişedirler. Karikatürde modern anlamıyla ilk tipin Abdülcanbaz olduğu söylenebilir. Ama Abdülcanbaz biraz Amerikan sinemasındaki kahramanlara benzer. Olağanüstüdür bir tip olmaktan ziyade. Ama asıl önemlisi cahil ve yoksul insanlardan biri değildir. Belki onlar için bir şeyler yapar ama onlardan biri değildir. Onun için de küçük bir Aydın grubu dışında pek bilinmez kalmış ve tutmamıştır. Avni ise gecekondu mahallesinin çocuğudur. Hep ezilir ama boyun eğmez. Bazen hileyle, bazen kurnazlıkla, bazen boyun eğer görünerek hakkını korumaya çalışır. Gırgır dergisinin çıkışı ve büyük satışlara ulaşması 70'li yıllara denk düşer. 70’li yıllar Türkiye tarihinde ezilen ve altta olanların kitleler halinde tribünlerden sahaya indikleri; politize ve mobilize oldukları zamandır. Avni bu yükselişin çocuğudur her şeyden önce. Türkiye’de yetmişler altmış sekizin devamıdır. Gecekondulara yayılmış bir Altmış Sekizdir. O nedenle Avni aynı zamanda bir altmış sekizli de sayılabilir. O dönemin ruh halini yansıtır. Arbeskin ve Orhan Gencebay’ın yükselişiyle birlikte ortaya çıkar ve gelişir. Şehirli ve moderndir Avni, köylü değildir. Gırgır gerçekten geniş kitlelere ulaşan bir mizah gazetesi olmuştu. Bir zamanlar dünyadaki üçüncü çok satan mizah gazetesi olduğu söylenirdi. (Birinci ve ikinciliği Sovyetler Birliği'ndeki "Krokodil" (Timsah) ve Amerikan "Mad" (Çılgın, Deli) alıyordu.) İşte İstanbul'un gecekondu semtlerinin Avni'si bugün artık dünyayı dolaşıyor. Meksika'daki yoksullar onu kendi sembolleri olarak seçmişler. Demek onda kendilerinden bir şeyler bulmuşlar. Hollanda'da Anti-lrkçı ve idam cezasına karşı girişimlerde bulunanlar plaketlerinde Avni'yi sembol yapmışlar. Berlin'deki Türkiyeli gençler kendilerini Avniler ve Avniyeler olarak tanımlıyorlar. Avni'nin posterleri, afişleri her yerde görülüyor. Öyle görülüyor ki Avni Avrupa'nın ve Avrupalının imtiyazlarına karşı Avrupa'nın yeni kölelerinin, göçmen azınlıkların, Üçüncü Dünyalının bir sembolü olacak. Bu zor işinde Avni’ye bol şans ve başarılar!..” * Doksanların başında, anti faşist gençlik Alman polisinin baskıları sonucu dağıldı ama Avni’yi Hamburglular dergilerinde, pankartlarında ve T-Shirtlerinde kullanmaya devam ettiler. Dergilerinin adı Köxüz idi. Evet Köxüz. Bu sadece bir isim benzerliğinden öte bir anlama sahiptir.
Şu an bu yazının yayınlandığı derginin adının Köxüz olması da o gelenekle ilgilidir zaten. Bu bambaşka bir dergidir. Köxüz ismi de Avni resmi gibi kendi hayatını yaşamaktadır. Ama aralarındaki “Gönül Yakınlıkları” (Wahlvervandschaft) devam etmektedir. 11
Avni, yaratıcısından bağımsız bir sembol olarak bağımsız hayatına devam etmekte ve bu yakınlıkların sonucu olarak Köxüz’de yazar olarak yazmaya başlamaktadır. Avni’nin hikayesi bitmedi sürüyor. Avanak Avni
12
“Almanların En İyisi” Olarak Marks Veya Yenilgide Zaferi Kutlamak Geçenlerde Almanya’da Alman ZDF televizyon kanalının düzenlediği “Almanların en iyisi” adlı programda Marx, Adenaur ve Luther’in ardından üçüncü geldi. Bunu bir çok sosyalist önemli bir zafer olarak gördü. Eğer Marks birinci gelseydi, ki uzun süre de önde götürdü, sosyalistler bunu da bir zafer olarak kutlayacaklar ve bundan gurur duyacaklardı. O sosyalistlerin anlamadığı ve bizzat kendileri o paradoksun ifadesi oldukları için anlamayacakları, Marx’ın “Almanların en iyisi” veya en iyilerinin üçüncüsü olarak seçilmesi “zaferinin”, Marx’ın ve Marksizm’in yenilgisi olduğudur. Ama buna geçmeden önce yarışma ve sosyalistlerin hali pür melali hakkında birkaç saptama yapmak yerinde olacak. * Elbette böyle bir yarışma bir çok bakımlardan ele alınabilir.
Örneğin, şimdi hemen her ülkenin televizyonunda da tekrarlanan, “Almanya (veya her hangi bir ülke de olabilir bu) süper starını arıyor” tarzındaki aptallaştırıcı bir medya gösterisinin özgül bir versiyonu olarak ele alınabilir ve medya sosyolojisi açısından eleştirilebilir. Medyanın artık kendisini haber haline getirmesi ve kendi haberlerini de yaratarak gerçekliğin yerini alması ve bunun da bir gerçeklik haline dönüşmesi, (örneğin No Angels grubunun bizzat medya tarafından yaratılması çıkarılması gibi) dairenin tamamlanması olarak; bu sürecin özgül bir fenomeni olarak, ele alınabilir. Zaten Der Spiegel, Die Zeit gibi ciddi burjuva gazete ve dergileri, olayı bu açıdan değerlendiren haber yorumlar yayınladılar ve programı Alman televizyonlarında görülen en kötü programlardan biri olarak tanımlamakta ve alayla karşılamakta gecikmediler. Bu anlamda, zaten, Marx’ın medyanın aptallaştırıcılığının bir aracı olarak üçüncü olması, başlı başına bir zaferde yenilgidir. Ve bu anlamda, üçüncülüğü kutlayanlar, yenilgilerini zafer olarak kutlamaktadırlar. * Ya da bu program ve yarışma, “Gösteri Toplumu”, “Eğlence Toplumu” gibi kavramlarla ifade edilen, Türkçe’de Yaşantı denebilecek (“Event”, “Erlebnis”)in, yaşamın (Leben) ve tecrübenin (Erfahrung) yerini almasının somut bir örneği olarak ele alınabilir.
Modern kapitalizm ve medya her şeyi öylesine metalaştırmıştır ve tıpkı metalarda olduğu gibi ambalaj ve vitrin öylesine belirleyici olmaktadır ki, tıpkı ambalajın içindeki kullanım değerinin, adeta ambalajın bir aracı haline gelmesi gibi, yaşam ve tecrübe de yok olmakta, bir tür ambalaj gibi olan yaşantı (“event”) hayatın biricik amacı ve kendisi haline gelmektedir. Bu program elbette böyle bir anlama da sahipti. Artık örneğin Marks ya da fikirleri değildir artık önemli olan, yarışmanın bir yaşantı olarak kendisidir. Artık, Marks, yarışma dolayımıyla bir anlama sahiptir. 13
Bu anlamda ele alındığında da bir yenilgiden başka bir şey değildir. Burada Marx, Marx olarak yoktur artık. O sadece eğlenceye ve gösteriye hizmet eden bir araçtır. Zafer olarak kutlanacak bir yanı yoktur. Baştan aşağı yenilgidir. * Ya da bu programı, nispeten daha tarihsel bir bağlamda, Almanların ruhunda ve anlayışlarındaki bir dönüşümün belirtisi olarak ele alabilirsiniz. Savaş sonrasında, ellilerin başında yapılan benzeri bir ankette birinciliği Birmarck, ikinciliği Hitler alıyordu. Hitler ancak altmışlardan sonra, biraz da hileyle, Alman değil Avusuturyalı olduğu söylenerek ve oyun dışında tutularak aşağılara düşürülmüştü. Böyle bir bağlamda ele alındığında, bu yarışma, Almanların artık, “bakın biz de uygar uluslar ailesinin diğerlerinden farklı değiliz, artık geçmişimizi İsa’nın çarmıhını sırtında taşıdığı gibi taşımamıza gerek yoktur” demeleri olarak ele alınabilir. Dolayısıyla da, Alman Burjuvazisinin artan kendine güveninin ve güneşin altındaki yerini isteyişinin bir ifadesi olarak da yorumlanabilir. Böyle bir bağlamda da; Marx’ın üçüncü olmasının, De Gaulle’nin “Sartre Fransa’dır”, veya Demirel’in onu taklit ederek “Yaşar Kemal Türkiye’dir” demesinden farkı yoktur. Bu, “Marks Almanların en iyilerinden biridir” diyecek cesaret ve kendine güvene tekrar ulaştığını gösterir Alman burjuvazisinin. Burada, burjuvazinin, kendine güveni ve en muhalif unsurları bile kültürün ve ulusal kimliğin bir aracı olarak kullanışı söz konusudur ki, yine bir yenilgidir. “Majestelerinin komünistleri” gibi bir durum söz konusudur. Bir zamanlar Engels, İngiliz sosyalistlerindeki burjuvalaşmayı anlatırken, Burjuvazinin kendileri hakkındaki övücü ifadeleriyle gururlandıklarını söyleyerek onlarla alay ederdi. Engels döneminin sosyalistleri, hiç olmazsa, Lortların ya da Kraliçenin övgüleriyle gururlanıyorlarmış ama hiç olmazsa burjuvazi tarafından övülmek için yarış içinde değillermiş. Şimdikiler Alman burjuvazisinin, kendilerini övmesi için, övülecek değerde olduklarının anlaşılması için çabalıyorlar. Bu çabayı gösterenler ister Gysi gibi, Marx’ı Birmarck karşısında programda savunanlar, ister oy vermeye çağıranlar, ister oy verenler olsun fark etmez. Engels’in zamanının sosyalistleri ne kadar masummuş bu günkülerin yanında. Bu anlamda, yani burjuvazinin kendisine güveni, “Marks Almanya’dır” demesi; onu kendi kültürünün bir unsuru olarak görmesi anlamında bir yenilgidir. Zafer olarak görülecek bir yanı yoktur. * Ya da bu programı, benzer bazı diğer gelişmelerle birlikte, bir “Zeitgesit” (Zamanın Ruhu) ifadesi olarak ele alabilirsiniz. Son zamanlarda, Almanya’da, Bern Mucizesi (Alman Futbol takımının savaş sonrasında ilk kez şampiyon olması); Lengede Mucizesi (Bir maden ocağındaki göçükte kalanların kurtarılması, her ikisi de savaş sonrasındaki yükselişin başlangıç yıllarından) gibi, Alman ulusunun zor zamanlarda pek durarak dayanışma içinde, ulusal bir ruhla mucizeler başarabileceği mesajları veren filimler; moda desinatörlerinin defilelerini “Mutter Erde Vater Land” (Ana Yeryüzü, Baba Vatan) gibi bir konuyla vermeleri ve Kartal (Almanya’nın sembolü), D Harfi (Deutschland’ın D’si), siyah, kırmızı ve sarı renkleri (Alman bayrağının renkleri) öne çıkararak Almanya’ya “ilanı Aşk” etmesi gibi,
14
Almanya’daki “Zeitgeist”ı yansıtan fenomenler bağlamında ele alınabilir. Bu anlamda da, Marx da o “Alman mucize”lerinden biri olarak yerini almakta ve Almanya’ya ilanı aşkın sembollerinden biri olmaktadır. Bir sosyalist için, bu anlamda da, bunun gururlanacak bir yanı yoktur. Marx’ın üçüncülüğünden sosyalizme pay çıkarmak, yenilgide zafer görmektir. * Ya da bu programı ve yarışmayı, onun sonuçlarını vs. bu günkü Alman toplumunun eğilimlerinin ve özlemlerinin bir ifadesi olarak da alabilirsiniz. Örneğin, Adenaur’un seçilmesi, şimdi sosyal devletin budandığı, geleceğe ilişkin belirsizliklerin ve korkularının arttığı bir dönemde, elli ve altmışların güvenilir, istikrarlı büyüme ve sağlam bir gelecek beklentilerinin bir ifadesi veya Hükümetin politikasına karşı bir protesto; Luther’in ikinci olması, artık terk edilen Keynezyan Sosyal Demokrat gelenek ve özlemlerin, Adenaur’a karşı bir dengesi. Marks da –büyük ölçüde PDS’in örgütlü çabalarıyla eski DDR eyaletlerinden oy aldığından- Doğu Almanların hayal kırıklıklarının ve protestosunun bir yansıması olarak görülebilir. (Yarışmada Marx’ı savunan Gysi bile eski Doğu Almanya olmasaydı Marx’ın ilk ona giremeyeceğini kabul etmişti.) Bu yorumda bile, bir protestonun ifadesi olarak Marks, geleceğe yönelik bir vizyonu ve programı değil, geçmişe bir özlemi ve bir protestoyu ifade etmekten öteye gitmediği için, üçüncü ya da birinci olması, bir yenilginin, geleceği olmayışın bir ifadesi olarak, yine yenilginin bir zafer olarak görülmesinden başka bir anlama gelmez. * Ya da yarışma ve Marx’ın üçüncü olması, bütün bunların hepsi ve daha burada değinilmeyen nice yönlerin bir bileşkesi olarak ele alınabilir, bütün yukarıda sıralanan ve sıralanmayanlar, o karmaşık toplumsal fenomenin, anlayabilmek için bileşenlerine ayrılması, analiz edilmesi; çeşitli yanlarının birbirinden soyutlanması olarak görülebilir. Ciddi burjuva basını, bizim yorumumuz olan yenilgi olarak görme kısmı hariç, bu yönlerden birini veya bir kaçını öne çıkararak yorumlar yapmıştır. Burjuvazi, her biçimde kendi egemenliğine hizmet eden bu programla bile alay edebilmektedir. Aslında bizzat burjuva basınında ifadesini bulan bu yorumlar, Alman burjuvazisinin, ne kadar kendine güvenli olduğunun, gereğinde kendisiyle alay edebildiğinin bir ifadesidir. * Burjuvazi, her bakımdan kendisinin ideolojik ve politik egemenliğine ve zaferine hizmet eden böyle bir programla aynı zamanda alay edebilirken, sol basın burjuvazinin bu zaferine nasıl katkıda bulunacağıyla uğraşmaktadır. Esas korkunç olan ve büyük yenilgi buradadır. Sol basın, Marx’ın oy oranlarının nasıl arttırılacağına ilişkin taktikler vermektedir bu yarışmada, tıpkı Türkiye’nin Hürriyet gazetesinin, Time’ın yaptığı yarışmada veya Eurovizyon yarışmalarında Türkleri oy vermeye çağırması ve bunun için taktikler vermesi gibi. 15
Örneğin, Neues Deutschland gazetesi şöyle yazıyor: “Neues Deustchland günde elli binden fazla satıyor ve yuvarlak hesap 200.000 insan tarafından okunuyor. Eğer bu okuyucuların yarısı, 24 sente kıyıp, Marx için otomatik seçim numarasını çevirirse (013769090-98) Marx’ın en iyi üç arasındaki yeri garantilenir. Ve bu 28 Kasım’a kadar kalan beş günde, herkes günde bir kere Marx’a telefon ederse, bütün telefonlar sayıldığından, büyük bir olasılıkla, Marks en iyi olacaktır. Bu, iyi bir iş için, kişi başına toplam 1,20 Euro masraf demektir ki, politik atmosferi etkilemek için küçük ama çok değerli bir sinyal yollamış olursunuz. Gerçi bundan Telekom da kazanıyor ama olsun. Bir çok kez telefon etmenin pek de dürüst olmadığını düşünenlere de şu denebilir: Televizyon demokrasisi böyle oluyor, yoksa D. Küblböck 16 ıncı olamazdı. Veya, Marx’ın Hegelci Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nde dediği gibi, “kendi şarkımızı söyleyerek taşlaşmış ilişkileri dans etmeye zorlamalı”yız. O halde Marx’la birlikte dansa. Başkaları da gelebilir.” “Final günü olan 28 kasım, aynı zamanda Marx’ın arkadaşı Friedrich Engels’in 183’üncü doğum günüdür. (Telefonla arayarak) Sosyalist hümanizmin büyük teorisyenlerinden biri için Doğum günü hediyesi de vermiş olursunuz.” Eh Hürriyet’in sosyalisti de böyle olmalı, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nden alıntılar yapıp biraz da medya eleştirisi katmalı ki, bu pisliği böyle baharatların kokusuyla egzotik bir yemek gibi yutturabilsin.
Bizzat ciddi burjuva basınının kendine güveni ve alayı ile şu sosyalist basının aktarılan sefaleti, yarışmanın kendisini bir yana koysak bile, yarışma karşısındaki bir tavır olarak, sosyalistlerin var olan toplum karşısında tüm eleştirelliği yitirdiklerinin, onun basit bir avadanlığı haline dönüştüklerinin, insanların güvenini kazanmaya layık olmadıklarının bir kanıtından başka bir şey değildir. Bu sefil durum üzerine düşünecek ve kafa patlatacak yerde, “Türk’e Türklük propagandası” yapar gibi, Marx’ın üçüncü seçilmesinde iman tazelemek için vesile arayanların da son duruşmada çözümün değil sorunun bir parçası oldukları açıktır. Ama esas yenilgiye gelmedik daha, şimdiye kadar olayın nesnel, toplumsal anlamı alanındaydık, Sosyolojik boyutundaydık. Araçların tarafsız olamayacağı boyutundaydık. Bu boyutlarda bile bir yenilgi olduğuna kısaca değinmeye çalıştık. * Ama bir de ideolojik, programatik yenilgi var, daha doğrusu yenilgi de değil, teslimiyet, karşı tarafa geçmişlik ve bunun bile bilincinde olmamak var. Esas korkunç olan bu. Daha korkunç olan bu yenilgiyi kutlamak. Ama ondan da korkunç olanı sosyalistlerin kendilerinin yenilgisi için savaşması. Ama esas yenilgiye geçmeden önce, yarışmanın adının bir analizini de yapmak gerekiyor ki, daha sonra söyleneceklerde bir karışıklık olmasın. Yarışmanın adı: “Almanların En İyisi”dir. Niye bu ad? Ve bu ad ne demek? Niye “en iyisi” de “en büyüğü” değil. Önce bunu anlayalım. Ondan sonra, “Almanlar”a geçelim. “İyi” kendi başına ele alındığında, ahlaki bir kategori olarak, kötünün zıddıdır. İyilik denen
16
eylemi yapan ya da o şeye (iyiliğe) sahip olandır. İyi, insanın önündeki bir sıfat olarak, daima kötünün zıttı olarak, ahlaki bir kategori olarak kullanılır ve anlaşılır. Ama “iyi” sözcüğü, sıfat olarak bir dizilişte nicelik ya da nitelik bakımından üst bir konumu belirlemek için de kullanılır. Örneğin en iyi koşucu, en iyi koşandır. Ama her şey böyle nicel ölçülebilir olmadığından, bu anlamda, derecelemedeki üst durumu ifade etmek anlamında iyi yerine büyük sözcüğü kullanılmaktadır. En büyük koşucu denildiğinde, herkes bundan en iyi koşucu kastedildiğini anlar. Bu nicelik olarak ölçülebilir bir iyiliktir. Ama sanat ya da bilimde böyle değildir örneğin. En büyük müzisyen dendiğinde, bundan en yaratıcı, en güzel eserleri vermiş müzisyen kastedildiğini açıklamaya gerek yoktur. Burada nesnel bir ölçü aramak mümkün değildir. Bu kişiye göre değişebilir.
Ama bu bize şunu gösterir, iyi, insan hariç başka niteliklerin önünde sıfat olarak kullanıldığında, özellikle “en iyi” olarak kullanıldığında, “en büyük” anlamını taşımaktadır. Ahlaki bir kategori olarak “iyi” olmakla bir ilişkisi bulunmamaktadır. Yani iyi bir müzisyen veya koşucu olmanız sizin iyi ahlaklı bir müzisyen olduğunuz anlamına gelmez. İyi müzisyen dendiğinde, bundan o kişinin müzikal bakımdan iyiliği anlaşılır, insani olarak iyiliği değil. Bir müzisyenin insani, ahlaki olarak iyiliğinden söz edileceği zaman, “iyi insan” denir. Çünkü her hangi bir alanda iyi olmak ile iyi ahlaklı veya iyi insan olmak arasında kanıtlanmış bir ilişki yoktur. (Tabii burada iyi insanın ne olduğu konusunu bir tarafa bırakıyoruz.) O halde, “en iyi Alman” veya “Almanların en iyisi” ile kastedilen, en iyi ahlaklı Alman değil, en büyük Almandır. Yani Alman ulusuna en çok katkı yapmış olandır. Peki yarışmanın adı niye “En Büyük Alman” veya “Almanların En Büyüğü” değil de “En İyi Alman” veya “Almanların en iyisi”, hatta çoğu yerde “En iyimiz” (“Unsere Besten”). Çok açık ki, burada, iyi ile kastedilen, insani iyilik, ahlaki iyilik değildir. Eğer böyle bir şey olsaydı, hayırseverlik, insanların iyiliği için uğraşma gibi kriterlerle bir yarışma yapmak gerekirdi. Böyle bir bağlamda, adaylar ve argümanlar bambaşka olurdu. Her halde Bismark veya Bach veya Beethoven, sıradan diğer insanlardan daha iyi değillerdi. Onların bu yarışmada öne çıkmalarının iyi insan olmakla, ahlaki bir kategori olarak iyi olmakla ilgisi bulunmamaktadır. Kimse Bismark, Beethoven ya da Goethe’nin çok iyi bir insan olduğunu, öne sürmemekte ve karşı tarafı bu anlamda çürütmeye çalışmamaktadır. Onların büyüklüğünden söz edilmektedir. O zaman, Almanların en iyisinin, Almanların en büyüğünü kastettiği açıktır. Peki niye büyüğü değil de iyisi? Burada açıkça, “artık normal olduk, güneşin altındaki yerimizi istiyoruz, günahlarımızın kefaretini ödedik, hala bizi geçmişimizle suçlamayın” diyen Alman burjuvazisinin aslında hiç de normal olmadığını ele verdiğini görüyoruz. “Dil ağrıyan dişi kurcalar” derler. Bu “iyi” de tam o ağrıyan dişi gösteriyor: Faşizm ve Hitler. “İyi”nin Hitler’i büyükler arasındaki klasmandan dışlamak için koyulduğu ortada. “En Büyük Alman” ya da “Almanların En Büyüğü” dense, Hitler’in de klasmana girme, hatta biraz örgütlü bir çabayla birinci gelme olasılığı var. Onu dışlamak için, mantık yanlışıyla hile yapılıyor. Büyüğün arandığı yarışmaya iyi aranıyormuş gibi bir ad veriliyor. O büyük olamaz,
17
çünkü “iyi” değil, “kötü”. Onun için “büyük” yerine “iyi” sözcüğü. Güçlü bir felsefe ve analitik düşünce geleneği olan Alman burjuvazisinin böyle çelişkileri görmemesi beklenemez. Ama bile bile lades. Ve zaten bu program böyle incelikleri gizlemeye yarayan toplu aptallaştırma seanslarından biri değil mi? Yani “iyi” ayrımı sadece, Hitler’e karşı düşünülmüş bir engellemedir. Altmışlı yıllarda, Alman değil Avusturyalı diyerek klasman dışında tutulurken şimdi “iyi” ile daha rafine bir biçimde dışarda tutulmakta ve en büyük Almanlardan biri olarak seçilmesi tehlikesinin önüne geçilmektedir. Ama tam da bu büyük yerine “iyi”yi kullanma Alman Burjuvazisinin “Aşil Topuğunu” veya ağrıyan dişini göstermektedir. *
Ama sadece bu kadar değil. Gerçekten, “Almanların En İyisi”, ahlaki anlamda, iyilik yapma anlamında bir yarışma olsaydı bu. İyiliğin kendisi, uluslardan azade olduğundan, burada Almanların en iyisi değil, Almanların içindeki en iyi insan aranmış olurdu. Yani burada Almanlığa katkı değil, insanlığa katkı bir ölçü ve hedef olurdu. İnsanlığa iyilik olarak en çok katkıda bulunmuş Alman aranırdı. O zaman, tartışma, hedef insanlık olduğundan, Alman’a ve Almanlığa karşı bir anlam içerirdi. Aydınlanmanın hümanizmine uygun olurdu. Ama yarışmadaki anlamıyla, “En İyi Alman” Aydınlanmanın hümanist geleneğine bile karşıdır.
Bunu yarışma adaylarının alanlarına aktardığımızda şunu görürüz. Örneğin, Almanların En Hızlısı olsa, tıpkı ahlaki anlamıyla en iyi gibi, burada söz konusu olan, dünyadaki hızlı koşanlara Almanların içinden en çok katkı yapan söz konusu olurdu. Burada Almanlık değil, Hız önemlidir. Ve dünyadaki hızlılığa Almanların katkısı söz konusudur. Burada alman olmak veya Almanlık, seçim alanını belirler hedef değildir. Halbuki yarışmada yarışanlar, alanlarındaki dünya çapındaki katkıları açısından değil, Almanlığa katkıları açısından yarışmaktadırlar. *
Ama “Almanların En iyisi” deyip de, en hızlı, en yaratıcı, en politikacı Almanlar arasında bir yarışma yaptığınızda, yani o alandaki en büyük Alman’ı aradığınızda, hızın, yaratıcılığın, politikacılığın derecesi bile önemli değildir artık, Almanlığa katkıdır önemli olan burada. Yani ister sanat, ister spor, ister politika olsun, her şey Almanlığa katkının bir aracı olarak ele alınmaktadır. Burada tam anlamıyla, aydınlanma hümanizminin kırıntısı bile bulunmayan tam bir milliyetçilik yarışmasıdır söz konusu olan. Yani insanlığa en büyük katkı yapmış Alman değil, Almanlığa en büyük katkı yapmış Alman aranmaktadır. (Daha iyi anlaşılması için, Türkiye ile bir paralellik kuralım. “Türklerin en büyüğü”, dendiğinde, ki bu “Almanların en iyisi”nin karşılığıdır, burada insanlığa en büyük katkıda bulunan Türk değil, Türklüğe en büyük katkı yapan Türk aranıyor demektir. Ve şimdi Türkiye’de böyle bir yarışmada, Kıvılcımlı, Deniz Gezmiş ya da Mahir Çayan’ın bu yarışmada aday olduğunu ve sol basında üst sıralara tırmanması için taktikler verildiğini göz önüne getirin.)
18
* Son olarak Almanların en hızlısı, en büyük filozofu gibi bir anlamda tartışıldığında, ortada Almanlık değil, o spesifik alanda en çok katkı yapan Alman söz konusu olurdu. Bu o milliyete ya da millete katkının değil, o spesifik alana, iyilik, hız, teori vs. katkının tartışıldığı bir yarışma olurdu. Burada milliyet ve millet değil, tartışılan o alanın kendisine katkı olurdu. Yani en büyük Alman filozofu veya düşünürü kimdir diye bir tartışma olsa, burada Marx’ın üçüncü seçilmesi veya birinci gelmesi bile bir ölçüde anlaşılabilir. Bu anlamda, Marx’ın diyelim ki Hegel ve Kant’dan sonra üçüncü olması veya birinci olması, bütünüyle ulustan bağımsızdır, (ulus burada amaç değil, seçimin sınırlarını belirlerdi) felsefi ve teorik bir anlama sahip olurdu. Böyle bir yarışmada, onun Almanlığa değil, felsefeye katkısı, teoriye katkısı tartışılırdı. Ama yarışma, “iyi” ile “büyük” kastedildiği daha önce kanıtlandığına göre, Almanların en büyüğünü seçmeye yöneliktir. Burada, artık felsefe, spor, sanat, bilim veya iyilik konusunda yapılan katkılar söz konusu değildir artık, tek bir ölçü vardır, her şeyin kendisine kurban dildiği Almanlık; Almanlığa yapılan katkı tek ölçüdür.. Bu çok açıktır. Yarışmanın bir diğer adı da, “Unsere Besten” (En iyimiz)dir. Burada “biz”, Almanlığı, Alman oluşu tanımlamaktadır. “İyimiz” de büyüğün karşılığıdır. En büyüğümüz! * Bu durumda, bu yarışmaya girdiğiniz andan itibaren, Marx’ın Almanların en iyisi, en büyüğü olduğunu savunuyorsunuz demektir. Onun felsefi ya da bilimsel veya hatta insani katkıları, hep Almanlığa katkının araçları olarak anlam taşırlar artık. Böylece, Marx’ı Almanların en iyisi olarak savunmak, aslında, Alman Milliyetçiliğini savunmak, buna en büyük katkıyı Marx’ın yaptığını savunmak demektir. İstediğiniz kadar kendinize sosyalist deyin, siz bir milliyetçisiniz demektir. Ama sadece bir milliyetçi değil, hümanizmden ve demokratik geleneklerden zerrece nasip almamış bir milliyetçisiniz, milliyetçiliğin de en gerici ve tehlikeli versiyonusunuz demektir. Çünkü, Almanlar içinde En büyük Alman Filozof veya dünyada Felsefeye en büyük katkı yapmış Alman olarak tartışılsaydı, burada Marx’ı savunurken yine milliyetçiliği savunmuş olurdunuz ama, bu milliyetçilik, genel bir milliyetçilik olurdu, özel bir Alman milliyetçiliği olmazdı, getireceğiniz argümanların felsefeye katkı bakımından anlamı olurdu, Almanlığa değil. Elbette bunda da insanların milliyetsiz olamayacakları gibi bir gizli var sayıma, milliyetçilerin var sayımına hizmet ederdiniz. Ama En büyük Alman olarak yarıştığınızda, artık genel anlamıyla milliyetçilik değil, Alman milliyetçiliği söz konusudur.
İşte tam burada korkunç gerçekle karşılaşıyoruz. Almanya’da hiçbir sosyalist, sorunu burada bizim ele aldığımız gibi ele almadı. Sorunu bu açıdan tartışmadı. Bu şu demektir. Bütün sosyalistler milliyetçidir. Burjuvaziyle, Alman ulusuna kimin daha büyük katkı yaptığı konusunda, en büyük Almanın kim olduğu konusunda bir yarış içinde bulunmaktadırlar. Ve bunu sosyalizm sanmaktadırlar. Onlar burjuvazinin ideolojik egemenliğinin basit araçlarından
19
başka bir şey değildirler.
Ama sadece Alman sosyalistleri mi, onların bu tavrında eleştirecek hiçbir şey bulamayan, Marks birinci olmadığı için Alman Burjuvazisini hile yapmakla suçlayan, diğer sosyalistler de milliyetçidir. Kendileri milliyetçi olduklarından, tabakhanede çalışan işçilerin ufunetin kokusunu hissetmemeleri gibi, bu milliyetçiliği görmemekte ve ondan rahatsız olmamaktadırlar. Marx’ın bu yarışmada üçüncü olmasına sevinmek sadece sosyalizm karşısında milliyetçiliğin aldığı zaferi kutlamak değildir, düşmanın zaferine hizmet etmek onun için çabalamak da demektir. Kendi hakkınızdaki görüşlerinizin yani sosyalizme olan inancınızın burada bir anlamı yoktur, siz nesnel olarak, gerçek sosyalist için bir düşmansınız, siperlerin karşı tarafındasınız demektir. Ne farkınız vardır Bismark’ın değil de Marx’ın en büyük Almanlardan biri olduğunu savunurken, alman milliyetçilerinden ve burjuvaziden? Onun bayrağını yüceltmiş olmuyor musunuz?
İdeolojik egemenlik, varsayımların paylaşılmasıdır sonuçların değil. Siz o varsayımları paylaşarak ve onları savunarak o ideolojik egemenliğin bir aracı ve savunucusunuzdur. * Keşke bu kadar olsa, söz konusu olan Marks olunca ortaya daha da korkunç bir durum çıkmaktadır.
En büyük Almanlardan biri olarak savunulan Marks, “işçilerin vatanı yoktur” diyen bir insandır. Yani kendisini vatansız ve ulussuz kabul eden bir insandır. Marks Alman değildir. Yani örneğin, Alman İşçi hareketinde ve Sosyalist harekette bir yeri ve adı olan Lassale olsaydı bu savunulan kişi, bir ölçüde anlaşılır olurdu bu. Lassale bir Almandı ve kendini de bir Alman kabul ediyordu. Ama Marks söz konusu olduğunda, böyle bir durum söz konusu değildir. Çünkü Marks Alman değildi. O bu gün Almanya denen topraklar üzerinde doğdu, Almanca ana dili oldu, Alman felsefe kültürüyle yoğruldu diye bir Almandır denemez.
İnsanların bilinçleri ve arzuları dışında bir uluslarının olduğu milliyetçilerin bir yalanıdır. Onlar insanların tıpkı gölgesiz olamayacakları gibi, ulussuz da olamayacaklarını düşünürler. İnsanların seçim ve eğilimlerinden bağımsız olarak bir uluslarının olduğunu düşünürler ve bunu zorlarlar. Ama Marx’ın nasıl dini yok idiyse ulusu da yoktu. Nasıl elbette Hıristiyan bir çevrede büyümüş bir insan olarak Hıristiyan kültürüne sahip idiyse, ama bu onun kendini Hıristiyan olarak görmesi anlamına gelmiyorduysa öyle. Ya da Yahudi bir soydan gelmesine rağmen, kendini Yahudi kabul etmiyorduysa öyle. Marx’ı Almanların en iyilerinden biri olarak savunmak, Marx’ı Hıristiyan veya Yahudilerin en iyilerinden biri olarak savunmaktan farklı değildir. Hıristiyanlık ya da Yahudilik söz konusu olduğunda saçmalığı açıkça görülen bu durum, milliyetçilik söz konusu olduğunda görülmemektedir. Çünkü sosyalistlerde, insanların kendi bilinçlerinden bağımsız tıpkı sınıfları gibi milliyetlerinin de olduğu yönündeki milliyetçilerin var sayımları egemendir. Ve Marx’ı 20
sözde bir sosyalist olarak savunanların bizzat kendileri de milliyetçilerin millet hakkındaki, insanların seçim veya kabullerinin dışında bir milliyetlerinin olduğu; kimsenin milliyetsiz olamayacağı varsayımını paylaşmaktadırlar. Bu nedenle Marx’ı en büyük Almanlardan biri olarak savunmanın, bir ateisti en büyük Hıristiyan veya Müslüman olarak savunmaktan farklı olmadığını anlamamaktadırlar.
Ama bunun sosyalizmle ilgisi yoktur. Sosyalizm ulusların, kendinde şey olarak var olamayacağını; ancak kendi için şey olarak var olabileceğini kabul eder. Ama kabulü böyle yaptığınız zaman, Marx’ı en büyük Alman olarak savunmak bir yana; Marx’ın böyle bir yarışmaya sokulmasına karşı çıkmanız, onun ulusunun olmadığını, dolayısıyla Almanlığa bir katkısının söz konusu olmayacağını savunmanız gerekir. Bu takdirde ancak; yenilginiz bile zafer olur, çünkü milliyetçiliğin var sayımlarını tartışma konusu yapmış ve onun egemenliğini sarsmış olursunuz.
Durumun rezaletini görmek için şöyle bir örnek verelim. Bir adam düşünün, Allah'a inanmıyor ve hiçbir dinden değil. Dinlere karşı mücadeleye hayatını adamış. Belki onların yeterince bilimsel bir açıklamasını yapamamış ama onlara karşı olmuş. Sonra bu insan ölüyor. Onun takipçisi olduğunu söyleyenlerden, Hıristiyanlar içinde onun görüşlerini savunanlar, onun en büyük Hıristiyan olduğunu söylüyorlar. Burada söz konusu olan artık o takipçisi olduklarının değil, o takipçisi olduklarının kendisine karşı savaştıklarının zaferidir. Onlar artık, dine karşı savaştıklarını sanan Hıristiyanlardır; tıpkı bu günün milliyetçiliğe ya da burjuvaziye karşı savaştığını sanan sosyalist milliyetçileri gibi. * Bu körlük sadece Marx’ta görülmüyor. Diğer adaylar için de söz konusudur. Ve kendine sosyalist diyenlerin buna hiçbir itirazı yoktur. Milliyetçiliği karşı muazzam bir saldırı olanağı sunan bu yarışmada, bir tek sosyalistten bile, ne Marks ne de diğerleri için, onların milliyetinin olmadığı itirazı gelmemiştir; aksine bunu kabullenmişler ve o kabul içinde Marx’ın birinciliği için çalışmışlardır.
Yarışmadan birkaç ismi göz önüne getirelim. İkinci olan Luther’i düşünelim. Luther bir Alman mıdır? Hayır. Şeyh Bederettin ne kadar Türk ise, Luther de o kadar Almandır. Ne Bedrettin’in ne de Luther’in zamanında uluslar yoktu çünkü. Ulusların tarihi yoktur. Uluslar insanlığın tarihini yağma edip, oradan bir ulusal tarih yaratırlar.
Her hangi bir ortak soy anlamında veya ortak bir dili kullanmak anlamında eskiden insanlar belli kavimlerden olduğunu söyleyebiliyorlardı muhtemelen. Ama bunun, b.u günün milliyetçilerin anladığı anlamda hiçbir politik anlamı yoktu. Tıpkı şimdi, gözü yeşil olmanın, solak olmanın veya belli bir klandan olmanın hiçbir politik anlamı yoksa öyleydi. Yani Luther Alman değildi. O zamanlar ne Alman ulusu ve ulusçuluğu vardı, ne Alman devleti ne de Almanca vardı. Luther’in Aşağı Saksonya lehçesine çevirdiği İncil’in lehçesi sonra Almanca adını aldı. Luther’in İncilinin baskıları ve dili bir Alman ulusunun ortaya çıkışında çok belirleyici oldu ama Luther’in ulusu yoktu. Bu henüz tek tanrıyı bilmeyen ama yaptıkları nesnel olarak tek tanrılı bir dinin ortaya çıkmasına etkide bulunmuş bir insanı o 21
dinden kabul etmeye benzer. Sosyalistler, bu durumu da kabul ederek, Luther’in de Alman görülmesine ve en iyi Almanlar arasında sayılmasına itiraz etmeyerek milliyetçilerin millet anlayışlarını paylaştıklarını ve onlara suç ortaklığı yaptıklarını itiraf etmiş olmaktadırlar. * Diğer bir örnek, Einstein. Einstein bir Alman mıydı? Hayır. Almanlar onu Yahudi diye dışladı ve Amerika’ya gidip Amerikan vatandaşı oldu. Orada, Almanya’nın Atom silahı geliştirip tüm dünyaya egemen olabileceği ve Hitler'den önce Atom bombası yapılması gereği üzerine Rooswelt’e meşhur mektubu yazdı. Bir daha Almanya’ya dönmedi. Einstein, Hem İsviçre hem de Amerikan yurttaşlığına sahipti. İsrail kendisine devlet başkanlığı teklif etmiş ve bunu reddetmişti ama aynı zamanda evrakını İsrail’e bırakmıştı. Ama aynı zamanda birleşmiş milletlere bir mektup yazarak bir dünya devleti kurulmasını önermişti.
Einstein’ın kendisini Alman kabul ettiğine dair ortada hiçbir veri yokken, bir ihtimal Yahudi veya Amerikalı iken, ama daha büyük bir ihtimalle o da ulussuz, kendini hiçbir ulustan kabul etmeyen bir insanken, yarışmada o da en büyük Almanlardan biri olarak tartışılıyor. Ve bırakalım Allah’ın bir tek kulunu Allah’ın bir tek sosyalisti bile buna da itiraz etmiyor. Burada açık ki, milliyetçilerin insanlık tarihini, bilim tarihini ezilenlerin tarihini soyuşu söz konusudur. Bu anlaşılır bir şey. Ama sosyalistlerin buna bir ses çıkarmaması ve bu hırsızlığa hiçbir itirazda bulunmayarak, hatta Marx’ı da Alman yapıp burjuvazinin ve milliyetçiliğin çalmasına yardım etmesi ve sonra da bu hırsızlığı sosyalizmin bir zaferi olarak kutlaması anlaşılamaz.
Elbet bunun da anlaşılamayacak bir yanı yoktur. Tek yapılması gereken şey sosyalistlerin milliyetçilerin millet anlayışlarını paylaştıklarını, yani milliyetçi olduklarını kabul etmektir. O zaman her şey yerli yerine oturmaktadır.
22
Alman Seçimleri Solun Başarısı mı? Devrimci bir kabarışın yaşanmadığı dönemlerde insanlar sadece genelleme yeteneklerini yitirmezler; bildiklerini de unutma hastalığına (Alzheimer) da yakalanırlar. Almanya’daki seçimlerde Sol Parti’nin yüzde sekizi aşan bir oy oranına ulaşması ve bunun üzerine yine sol basında yapılan yorumları okuyunca, solun malul olduğu bu sosyal Alzheimer’in ne kadar yayıldığı ve derinleştiği daha iyi görülüyor. Bu vesileyle, bu unutkanlık malullerinin her halde hatırlamalarına yol açmayacağı veya hatırlasalar bile artık bu günkü dünyada geçersiz olduğunu söyleyecekleri bazı çok basit temel; alfabetik, eski ama her zaman taze (ever green) değerlendirmeleri hatırlayalım. Sosyalistler için seçimler, ezilenlerin siyasi eğitiminin bir aracıdır. O halde, seçimde önemli olan ve sosyalist açısından başarı ölçüsü alınan oy oranları değil; ortaya koyulan görüşler ve bu görüşlerin ezilenler arasında derinliğine ve genişliğine yayılması olabilir. Sosyalistler tam da bu nedenle, seçimlerde kime oy verileceği ve ne söyleneceği konusunu birbirinden ayırırlar. Seçimler politikanın taktik bir aracı da olduğundan, seçimlerde çoğu kez çatışan güçler arasında ezilenlerin mücadelesinin hareket alanını daha genişletecek olanlara oy verilmesini isteyebilirler ve istemelidirler. Ama bunu yaparken de o oy verilmesini istedikleri partilere karşı kesin bir ideolojik ve politik mücadele vermeleri gerekir. Yani Devrimci Marksist geleneğe göre, Marksistler seçimlerde kime oy verileceği sorununa yoğunlaşmazlar; bu yoğunlaşmanın kendisinin bizzat ezilenlerin gözüne kül atmak olduğunu açıklamada yoğunlaşırlar ve esas olarak, tüm toplumu kökten değiştirecek kendi programlarını ve hedeflerini anlatmak için seçimlere katılırlar. Ve tam da bu nedenle, kendileri için oy istemenin fazla bir önemi yoktur. Kendilerine verilecek oyların gerici partilerin temsilci çıkarmasına yol açabileceği yerlerde pek ala en sert biçimde eleştirdikleri parti ve adaylara oy verilmesini isteyebilirler. Yani devrimci partilerin savundukları programlar ve taktik olarak oy verilmesini isteyebilecekleri partiler arasında bir özdeşlik bulunması gerekmez. Marksistler pek ala ne kadar alçak, ikiyüzlü, oportunist olduklarını söyledikleri partilere oy verilmesini isteyebilirler ve de tam da bütün oklarını, her hangi bir kafa karışıklığına yol açmamak için; oy verilmesini isteyebilecekleri partilere yöneltmelidirler. O halde Devrimci Marksizm açısından, bir seçimin değerlendirilmesinde en önemli kriter söylenenlerin neler olduğu; devrimci olup olmadığı ve devrimci fikirlerin ezilenler arasında derinliğine ve genişliğine ne ölçüde yayıldığıdır. Bunlar belki hiçbir seçim sonucuna ve anketine yansımazlar. Zaten ezilenlerin kafasında oluşan soru işaretleri ve umutları gösteren göstergeler (sensorlar; anketler) olmadığından ve kimse bunlara kafa yormaz ama bir Marksist; bir devrimci sosyalist için esas önemli olanlar bunlardır. Bunu kısaca Alman seçimlerine uygularsak; devrimci bir Marksist açısından, Sol Parti’ye oy verilmesini istemek bir sorun oluşturmaz. Ve Sol Parti’ye oy verilmesini istemek; onun ne kadar oportunist; gerici; ezilenlerin bilincini karartıcı bir parti olduğunu açıklamak ve bunu anlatmakla çelişmez. Tam da ona oy verilmesi isteneceği için, bütün okların bu partiye yönelmesi gerekir.
23
Yine bu klasik, Alzheimer olan solun unuttuğu, Devrimci Marksist bakış açısından, bu partinin veya genel olarak Sol diye bilinenlerin (Yani SPD ve Yeşiller de) aldığı beklenmedik yüksek oy oranını da ezilenlerin ve sosyalizmin başarısı gibi görülmez ve görülmemelidir. Gerçekte de öyledir. Alman seçimleri de aslında bütün diğer ülkelerdeki seçimler gibi, Sosyalizmin, Marksizm’in, İşçi hareketinin; kurtuluşçu hareket ve birikimlerin yenilgisinin ve iflasının bir kez daha ilanından başka bir anlam taşımamaktadır. Taşımamaktadır çünkü bu seçimlere, bu söylediklerimizi söyleyen; tüm toplumun ve dünyanın karşısına alternatif bir programla çıkan bir parti bir yana, bir fikir akımı; bir politik gruplaşma bile yoktur. Bu olmayınca; o olmayan programın ne kadar ve nasıl ezilenlerin bilincine yayınladığını dolayısıyla başarı ve onun derecesini ölçmek de mümkün olmamaktadır. Ortada sadece korkunç, çıkışsızlığına gözlerini kapayan ve sol partinin aldığı oyları bir başarı gibi gören bir sol varsa orada bir başarı yok demektir, devrimci Marksizm’in ölçüleriyle. Daha bu alfabetik doğruların unutulduğu bir dünyada yaşamamız ve bizim yazıya bu alfabetik doğrularla başlamak zorunda oluşumuz bile; sadece seçimlerin değil; bu seçimler üzerine yazılanların da tam anlamıyla bir çöküş ve çürümeden başka bir şeyi yansıtmadığını göstermektedir. *
Peki ne söylüyor şu seçimlerden başarı ile çıktığı söylenen Sol Parti? Keynezyanizm cilası sürülmüş bir ırkçılık ve milliyetçilikten başka nedir Sol Parti’nin verdiği mesaj. Onların listelerinden giren Türkiye kökenli birkaç kişiye bakıp bu partinin böyle değerlendirilmesinin çok ileri gitmek olduğunu söyleyenler çıkabilir. Aslında Klasik Marksist bakış açısından tam da bu olgu bile, o ırkçılığın ve milliyetçiliğin bir kanıtı ve göstergesidir. Biraz unutulanları hatırlayalım. Sol Parti’nin listelerinden parlamentoya girenler de; Türkiye’deki bezirgan partilerin listelerinden parlamentoya giren “Kürt Milletvekilleri” gibidirler. Nasıl Türkiye’deki “Kürt Milletvekilleri” PKK karşısında sadece Türk devletinin gerici milliyetçiliği ile birlikte davranırlarsa aynı şekilde; Almanya’daki Türk Milletvekilleri de, Hem Alman hem de Türk devletlerinin milliyetçiliği ile birlikte davranırlar. Örneğin şimdi bu partinin listesinden Meclis’e giren Hakkı Keskin, sıradan, yeteneksiz, gerici milliyetçi ve kariyerist bir politikacıdır. Adaylardan ve seçilenlerden kiminin Türk veya Türkiye Kökenli; Kürt veya Kürdistan Kökenli olması, bu partilerin daha az yabancı düşmanı; dana sosyalist veya devrimci olduğu anlamına gelmez. Bir Marksist bir parti hakkındaki değerlendirmesini onun adaylarının kökenlerine; dillerine veya etnilerine göre yapmaz. Savundukları programlara; stratejilere göre yapar. Bu yabancı kökenli aday veya vekillerin çoğu; sadece yeteneksiz değildirler politik ve ideolojik olarak da daha kalitesiz ve tutarsızdırlar. Kaldı ki, kendine sosyalist diyen partinin, ırkçı olmadığını göstermek için yabancı adaylar aday göstermesinin kendisi bizzat gericidir ve ters yüz olmuş bir ırkçılıktır. Bütün deneyler ve modern tarih göstermektedir ki, tam da en gerici partiler din, dil, etni temelinde adaylar gösterip gericiliği beslerler. Türkiye’de de, dünyada da en bezirgan partilerin işi değil midir belli bölgeler; etniler, aşiretler; dinlerin dengelerini gözeterek adaylar belirlemek. Amerika’nın Irak’ta yaptığı tam bu değil midir? Bunun neresi ilericiliktir? Eğer o Türk veya Kürt kökenli üyeler, Türk veya Kürt kökenli oldukları için değil; yetenekleri ve savundukları politikalar nedeniyle; bu sayede elde ettikleri ağırlıkları nedeniyle aday olsalardı; o parti
24
içinde bu günkünden bile daha sağ politikaların savunucusu olsalardı bile bu özünde çok daha demokratik ve sol bir anlama sahip olurdu. Bir de unutulmuş Klasik Devrimci Marksist geleneğe bakalım. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde bir Troçki, bir Stalin bir Yahudi veya bir Gürcü oldukları için değil; yetenekleri ve savundukları görüşler nedeniyle bu partinin Merkez Komite’sinde yer alıyorlardı. Şimdi, hafızalar öyle yitirilmiş; her şey öyle unutulmuş bulunuyor ki, aslında tamamen gerici; bırakalım sosyalizmi; bırakalım Devrimci Demokrasiyi bir yana; sıradan demokratlıkla bile bağdaşmayan bir davranış; sosyalist olduğunu söyleyen bir partide, birisinin kökeninden ya da dilinden dolayı; o dilden ve kökenden insanların oyunu almak için aday gösterilmesi ve bu adaylardan bir kaçının meclise girmesi bile, yani bu son derece gerici davranış bile nerdeyse; ilericiliğin kanıtı gibi anlaşılmakta ve yorumlanmakta; solun bir başarısı gibi görülmektedir. Durum ise tam tersinedir; içerik olarak demokratik geleneklerin bile imhası ve inkarıdır solun başarısı olarak görülen birkaç Türk veya Kürt kökenlinin kendine Sol diyen partinin listelerinden; sırf Kürt veya Türk kökenli oldukları için aday gösterilmeleri ve meclise girmeleri. Ayrıca unutmayalım, PDS, yani bu sol partinin çekirdeği olan partinin tabanı içinde, Irkçıların oranı Almanya’da en yüksek orandır. Nasıl Türkiye’de İşçi Partisi veya TKP şimdi milliyetçi ve faşistlerle aynı milliyetçi tabanı kazanmak için rekabet içindeyseler; bu parti de aynı durumda bulunmaktadır. Lafontaine’nin, Alman faşistlerinin yabancı işçiler için kullandığı sözcükleri kullanması bir dil sürçmesi değildir. Kimilerine bir yandan yabancı adaylar gösterip diğer yandan ırkçı bir tabanı kazanmak için mücadeleye girmek çelişki gibi görünebilir ama değildir. Bu dünyanın her yerinde böyledir. Le Pen’in de; Bush’un da kendi Arap veya siyahları vardır. İlk Siyah dış işleri bakanı ve milli güvenlik danışmanları Bush’undur. Peki Ekonomi politikalara gelelim. Nedir bu Sol Partinin programı? Tipik Keynesci bir programdır. Yani sosyal harcamaların arttırılarak yeni talep yaratılması bu yeni talebin yeni yatırımlara dolayısıyla üretim artışına yol açması; bunun sonucunda toplumdaki zenginleşmenin artması ve tekrar bunun da bizzat talep üzerinde artırıcı ve dolayısıyla yine üretimi artırıcı bir etki yapması. Ancak bu politikalar 1974’de biten uzun dalganın yükselen fazının bitişiyle birlikte işlemez oldu. İki savaş arasında, en sağ partiler bile Sosyal Demokrat Keynezyen politikalar uyguluyordu. Almanya’da Adenaur – Erhardt dönemi ve Alman mucizesi yılları aynı zamanda Keynezyen politikaların uygulandığı bir dönemdir de. Alman işçileri o dönemde daha sonra Sosyal Demokrat hükümetler döneminde elde ettiklerinden çok daha fazlasını elde etmişlerdir. 1974’ten beri de, durum tam tersine dönmüş bulunmaktadır. Savaş sonrası tarihin gördüğü en uzun büyüme döneminde muhafazakar partiler fiilen sosyal demokrat ve Keynezyen politikalar uyguluyordu; şimdi sosyal demokrat partiler globalleşmenin gereklerine uygun politikalar uyguluyorlar. Uygulamak zorundalar. Kapitalizm var ise başkasını yapamazlar. Açmazları çok basittir. Bu günkü kapitalizm çerçevesinde başka bir çıkış yolları da yoktur. Bir an için, Sol Parti gibi Sosyal Demokrat bir partinin iktidara gelip Keynezyen politikaları uygulamak istediğini; sosyal destekleri arttıracağını düşünelim. Böyle bir partinin iktidara geleceği anlaşıldığı an zaten sermaye kaçmaya başlayacaktır. Kaçmadığını var sayalım. Hükümet ezilenlerin daha yüksek bir yaşam seviyesi için ya üst sınıflara yeni vergiler koyup, bunları sosyal harcamalar kanalından ezilenlere aktaracaktır. Ama bunu yapmaya başladığı an,
25
sermaye kaçacaktır. Bunu yapmayıp borç alarak veya para basarak talebi ve gelir düzeyini arttırmaya kalktığı takdirde, bunun iç pazarda talepte bir artış dolayısıyla yatırımlara bir itilim vermesi mümkün değildir. Çünkü bu günkü globalleşme çağında, ucuz uzak doğu malları ile rekabet mümkün değildir. Bir talepte artış ve yatırım olsa bile bu Çin’deki fabrikalarda olacaktır. Bu da dış ticaret açığını artıracak, borç artacak enflasyon yükselecektir. Yok bunu engellemek istediği takdirde, yabancı malların girmesini engellemeye kalktığında, bu yüksek gümrük duvarları demektir. Alman endüstrisinin kendisi bizzat dış ticarete dayanmaktadır örneğin. Bu durumda karşı taraf da gümrük duvarlarını yükseltir. Zararı faydasından fazladır. Peki geriye ne kalır? Kapitalistleri Almanya’da yatırım yapmaya ikna etmek. Ama kapitalist de buna karşı, Almanya’da ücretlerin pahalı olduğunu, bu nedenle iş gücünün ucuz olduğu ülkelerde yatırım yapmak zorunda olduğunu söyleyecektir. O zaman bunun için tekrar başlandığı yere gelinecektir. Çinli işçilerle rekabet için, Almanyalı işçilerin ücretlerinin düşürülmesi veya Almanya’da iş gücü üretkenliğinin çok yükseltilmesi, yani otomasyon. Ama bu da işçi çıkarılması dolayısıyla işsizlik demektir. İşte burada çok kabaca anlatılan mekanizma nedeniyle 1974’den beri sosyal demokrat partiler de özünde Teacher ve Reagancı politikaları uygulamaktan başka bir şey yapamazlar ve yapamamaktadırlar. En son Brezilya’nın Lula’sı buna örnektir. Bu nedenle dünyada sosyal demokrat partiler ile Klasik muhafazakar partiler arasındaki fark fiilen hiçe inmekte; Amerika’daki Demokrat Cumhuriyetçi farkı gibi olmaktadır. Amerika bu uygarlığın modeli ve idealidir. Amerika’ya bakın geleceğinizi görürsünüz. Sol parti de bundan başka bir şey yapamaz ve yapamayacaktır. Zaten iktidara ortak olduğu birkaç eyalette de başka türlü davranamamıştır. Eğer Sol Parti, ezilenlerin karşısına açıkça çıkıp, ulusal sınırlar içinde bir çözüm olmadığını; tek çözümün kapitalizm dışında ve dünya çapında olacağını; bunun nasıl sağlanacağı hakkında bir program ve görüşleri olmadığını; sorunun nasıl çözümleneceğini bilmediklerini ama nasıl çözümlenmeyeceğini bildiklerini; kapitalizm çerçevesinde kaldıkça kendilerinin de başka türlü davranmalarının mümkün olamayacağını söyleseydi örneğin seçimlerde; milyonda bir oranında oy alsaydı bile, bu seçim solun bir başarısı olarak selamlanabilirdi. Şu çok açıktır, artık ulusal sınırlar içinde çözümler üreten bir sol mümkün değildir. Sosyalistlerin Globalleşmeye cevabı ulusal sınırlar içinde olamaz; tüm ulusal sınırların kaldırılması olabilir. Ama sadece ekonomik taleplerle ve işçilerin ve ezilenlerin gelirleriyle sınırlı bir paradigma içinde de olamaz bu cevap. Bu cevap tüm insanlığa sunulan bir cevap; bir başka uygarlık projesi olmak zorundadır. Bu başka uyarlık projesi de her şeyden önce, burjuva uygarlığının var oluş biçimi olan ulusları yıkmak; ilk elde bu uygarlığın tamamlanmamış projesi olan yeryüzü ölçüsünde bir tek cumhuriyete ulaşmak zorundadır. Bu günkü var olan bütün işçi parti ve örgütlerinin burjuva devletinin basit bir avadanlığına dönüşmeleri rastlantı değildir. Çünkü ulusal sınırlarla belirlenmiş örgütler var oluşları gereği; burjuva uygarlığının var oluş biçiminin araçları olarak iş görürler. Eskiden şöyle bir görüş vardı: her ülkede devrimler olacak sonra bu devrimini yapmış ülkeler birleşecek. Bu bütünüyle burjuva uygarlığının kategorileriyle oluşmuş bir görüştür. Bu gün tam bir Kopernik devrimi yapmak gerekmektedir bu devrim anlayışında; ta Marksizm’in doğuş dönemindeki; ve tarihteki bütün önemli devrimlerin kanıtladığı anlayışa geri dönüş gerekmektedir. Kurtuluş ancak
26
dünya çapındaki bir eylemin ve programın bir parçası olarak mümkündür. Tek tek ülkelerde sosyalist devrimlerden sonra ulusların ortadan kaldırılması değil; ulusların yok edilmesi; yani burjuva uygarlığının bu temel var oluş biçiminin yıkılarak ve bu yıkmanın esas vurucu yön olması aracılığıyla sosyalizme ulaşılması. Ancak böyle bir yaklaşım ve programla işçi sınıfı tekrar tüm insanlığın önüne insanlığın tüm sorunlarını bir bütün olarak ele alan bir programla çıkabilir. Alman işçilerinin gelir düzeyini yükseltmeye yarayan bir program, gerçekleşme olanağı olsaydı bile; bir zümre çıkarının öne alınışını; insanlığın ve dünya işçilerinin çoğunluğunun sorunları karşısındaki bir bencilliği dile getirirdi. İste Sol Partinin programı aynı zamanda böyle bir bencilliğin programıdır. Yabancı düşmanlığında ırkçılarla yarışmak; faşistlerin kullandığı kavramlarla flört edip onlara mesajlar vermek, bu bencilliğin ve milliyetçiliğin görünümlerinden başka bir şey değildir. Bu nedenle solun başarısı denen seçim sonuçları, aslında solun en temel dayanaklarının bile terk edilişinin başarısıdır. İşte Alman seçimlerinin değerlendirmesine bu unutulmuş alfabe ile başlamak gerekiyor. Zamanımız olursa devam ederiz.
27
Almanların En Meşhuru Daha önce “Almanların En İyisi” diye bir yazı yazmıştık. Bu yazıda Almanların aslanda Alman olmayan veya kendini Alman kabul etmeyenleri nasıl Alman olarak damgaladıklarını ve “En iyi” Almanlar arasına soktuklarını; bu bağlamda solun da nasıl bir milliyetçilik yarışı içinde Marks’ı “En iyi” Almanlar arasına sokmak için çırpındığını ve üçüncülüğü bir zafer olarak kutladığını göstermiş ve eleştirmiştik. Bu yarışmada, Almanlar, Sağcısı ve Solcusuyla hep birlikte, Marks gibi, soyu itibariyle Yahudi; kendini kozmopolit bir dünya vatandaşı gören; ulusların ve ulusçuluğun düşmanı bir devrimciyi Alman yapmışlardı.
Einstein gibi, yine aslen Yahudi ve İsviçreli, Faşizmden kaçıp Amerikan vatandaşı olmuş. Yahudi asıllı olduğu için İsrail cumhurbaşkanlığı önerildiğinde bunu reddetmiş; ulusal devletlerin yerine bir dünya hükümeti ve vatandaşlığı projeleri geliştirmiş yirminci yüzyılın en büyük bilim adamlarından birini de Alman yapmışlardı. Luther’i de, Alman milleti ve milliyetçiliğinden önce yaşamış; Kendini Almanlıkla değil; Hıristiyanlıkla tanımlayan bu Protestanlığın kurucusunu da Alman yapmışlardı.
Aslında bu Alman yapma, sadece modern ve yakın tarihle de ilgili değildi. Çok önceden, Germen kabileleri ile Roma arasındaki savaşlara kadar uzatılmıştı. Öyle ki, aslında kendisi bir Roma generali olan ve Romalılara karşı Germen kabilelerini örgütleyen Arminius, Hermann adıyla Alman ulusunun atası olarak vaftiz edilmişti; Alman ulusal kahramanı olarak adına anıtlar dikilmişti. Eh sadece Türk’ler Attila’yı, Cengiz’i, Mao-te’yi (Mete), Osmanlı padişahlarını, Osmanlıları, hatta Sümerleri, Hititleri Türk yapacak değillerdi ya; Almanya geri kalır mıydı? Zaten aslında bu Türklüğü icat eden ve Türkiye’ye ihraç eden de dünya ihracat şampiyonu olan Almanya değil miydi? Patenti nasıl olsa onun elindeydi bu gerici milliyetçiliğin. Zaten onun eline kimse şimdiye kadar su dökememişti. Hitler’in Almanya’dan çıkması bir rastlantı mıydı? Ama Türklerin de bu alanda, Almanların iyi bir talebesi ve tarihsel müttefiki hatta ilham vericisi olduğu inkar edilemezdi. Gerçi Türkler Alman tekniğini ve örgütlenme yeteneğini almakta pek bir başarı gösterememişlerdi ama, Allah için, yiğidi öldür hakkını yeme, bu gerici milliyetçiliği alıp geliştirmek ve uygulamakta doğrusu epey başarılı olmuşlar hatta Almanlara, yapacakları Yahudi katliamı için ilham bile vermişlerdi. Hitler Türklerin Ermenileri katletmesini bir emsal olarak göstermemiş miydi Yahudileri Katli için. Ama buna rağmen Almanlar yine de Türklerle baş edemiyorlardı. Boynuz kulağı geçmişti. Türkiye Orta Doğu’daydı ve Oralarda tarih binlerce yıl daha eskilere gidiyordu. Germenlerin yazılı tarihe geçişi, onlarla ilişki içindeki ilk uygarlık olan Roma aracılığıyla olmuştu. Bu da
28
aşağı yukarı 2000 yıl civarındadır. Ama Orta Doğu’da tarih ta Sümerlere kadar gidiyordu. Yani 5000 yıl daha eskilere. Eh Sümerlerin de Sami bir dil konuşmadığı, Turani bir dil konuştuğu bilindiğine göre onların da Türk olmaktan başka çareleri yoktu. Böylece uygarlığın ilk yaratıcısı Türkler oluyordu. Almanların Türklerin bu “jeotarihsel” avantajı karşısında pek bir şansı yok gibi görünüyordu. Gerçi Türkler bu konuda bir süre sonra bir rekabetle karşılaştılar. Iraklılar, Sümerlerin ve Babillerin torunları olduklarını; Irak ulusunun ataları olduklarını söylemeye başladılar. Neyse, şu Amerika Irak’ı işgal etti de, Iraklılar şimdi, Kürt, Sünni, Şii diye bölündü de, artık kimse Sümerlerle falan uğraşmaz oldu. Ama Türkler’e bu da yetmezdi. Dünyanın en eski milleti olma önceliğini kimseye kaptırmamaları gerekiyordu. Onlar sadece tarihte değil, tarihten önce de vardılar. Homo Sapiens’in göç yolları olduğu düşünülen yollar; ilkokullarda Türklerin göç yolları olarak okutuluyordu. Sanılıyordu ki, bununla kimse baş edemez artık. En eski ulus, tarihten önce de var olan Türklerdir. Türkler ulusçulukta Almanların iyi bir talebesi, hatta ilham vericisi olabilir ama, Almanlarla asla baş edemezler. Onlar nasıl Türklerin alaturka yollarla yaptıkları ermeni katliamından ilham alarak; en modern teknik ve örgütlenme harikalarıyla Yahudileri, Çingeneleri, sakatları, homo seksüelleri yok ettilerse, eskilikte de aynı modern yöntemlerle iş gördüler ve Türkleri kat be kat aşarak bu milliyetçiliğin patentinin kendilerinde olduğunu gösterdiler. Türkler Homo Sapiens’i mi Türk yaptı? Almanlar, Homo Sapiens’ten on binlerce yıl daha önce yaşamış Neandertal adamını da Alman yaptılar. Ve böylece, Almanlar sadece kıyıcılıkta değil, alnı zamanda ulusu ve ulusçuluğu tarihin derinliklerine götürmekte tekrar bayrağı ele geçirdiler. Şaka değil. Almanya’nın en ciddi gazetelerinden ve gerçekten de Alman burjuvazisinin ve kapitalizminin çıkarlarını epey yüksek ve kaliteli bir düzeyde savunan Die Zeit isimli haftalık gazete, (ki bu arada ben bir itirafta bulunayım, ben sol gazetelerdense Die Zeit, Frankfurter Allgemeine gibi kaliteli burjuva basınını okumayı tercih ederim ve onların tiryakisiyimdir. İnsan kalitesiz bir dosttan öğrenebileceğinden çok daha fazla şeyi kaliteli düşmandan öğrenebilir.) Neandertal Adamı’nı Alman yaptı. Şaka değil, geçen haftaki son sayısının başlığı: “Der berühmteste Deutsche” idi. Bu “En meşhur Alman” demek. (Ama “Almanların En İyisi” başlıklı öteki yazımızla kafiyeli olsun diye biz onu “Almanların En meşhuru” diye çevirelim ki bağlantı daha net görülebilsin.) Peki kimmiş bu “Almanların En Meşhuru”? Yanına bir de resmi koyulan Neandertal Adamı. Evet, hatta yanına resmini koymuşlar ve onu bu günkü Almanlar gibi, sarı saçlı mavi gözlü bile yapmışlar. Yani Irk olarak da; Alman milliyetçiliğinin geleneğine uygun bir 29
şekilde, Alman olma kriterlerine uyuyor. Elbette Die Zeit gibi bir gazete Neandertal adamın Alman pasaportu falan olduğunu söyleyecek kadar işi ayağa düşürmez; elbet bunu sanki şakaymış gibi yapar; hatta biraz şaka yaptığını vurgulamak için ona bu günkü Almanın kıyafetini de giydiriverir. Ama burada şaka gibi yapılsa da, dünyaya ulusların ve ulusçuluğun tarihinden bakış söz konusudur. Bunu bizler de öyle içselleştirmişizdir ki, normal kabul ederiz. Bu normal kabul edişin anormalliği bazı kıyaslamalarla daha iyi anlaşılabilir.
Örneğin, Neandertal, bir bölgenin adıdır. Neander Vadisi demektir. Kemikler bu bölgede bulunduğundan dolayı bu isim verilmiştir Homo Sapiens öncesi bu insan türüne. Peki o zaman niye “en meşhur Neandertal’li” değil de Alman? Çünkü bu bölge Almanya denen devletin toprakları içinde. Burada, tanımlamanın muhakkak ulusa göre yapıldığını görüyoruz. Başka bir örnek. Germenler bu günkü Almanların çoğunun atası olan bir Kavim, bir halk. O zaman Neandertal’in, Alman olarak tanımlandığı gibi, Germen olarak tanımlanmasında da bir mahzur olmaması gerekir. Fakat Germen bir Neandertal, örneğin “Germenlerin en meşhuru Neandertal Adamı” bizlere bir espri, şaka olarak bile saçma gelir. Ama aslanda Alman Neandertal’in dayandığı mantığa göre hiç saçma gelmemesi gerekir. Ya da Alman Neandertal’in de an azından Germen Neandertal kadar, şakası bile yapılamayacak kadar saçma gelmesi gerekir. Denebilir ki, Germenliğin hiçbir politik anlamı yoktu, Almanlık politik bir anlama sahiptir. Peki o zaman Orta çağda bu günkü Almanlar da kendilerini Alman olarak değil, örneğin Hıristiyan olarak tanımlıyorlardı. Tüm toplum Hıristiyanlığa göre örgütleniyordu. Nasıl bu gün Milletlere ve dolayısıyla Almanlığa göre örgütleniyorsa öyle. O zaman, Neandertal’in, tıpkı Alman olduğu gibi, Hıristiyan da olması mümkün olur. Ama Hıristiyan bir Neandertal bizlere esprisi bile yapılamayacak kadar saçma geliyor. Peki, Alman bir Neandertal Adam, Hıristiyan bir Neandertel veya Germen bir Neandertal’den daha mı az saçmadır ve espri yapmaya uygundur. Hiç de değil. Ama gerici milliyetçilik insanların sudaki balıklar gibi içinde yaşadıklar ama içinde yaşadıklarını bilmedikleri öyle bir sistem haline gelmiştir ki, kimseye saçma gelmemektedir, Almanların En Meşhuru olarak bir Neandertal adam; ve tam da bu nedenle, Die Zeit gibi bir gazete onu kolayca Alman yapabilmektedir. Tıpkı, daha önce Marks’ın veya Einstein’ın Alman yapıldığı gibi. Avni 19 Ocak 2006 Perşembe
30
„Pardus – Ulusal İşletim Sistemi” Yalanı ve Gericiliği Bir zamanlar bir Ermeni usta tanımıştım. Çalışanlar bir hata yapıp da yaptıklarını bozunca ve o ana kadarki emeklerinin boşuna gittiğini düşünerek o bozuk parçayı atmaya niyetlendiklerinde “Emek zayi olmaz” (Kaybolmaz) diyerek o işe yaramaz, boşa gitmiş gibi görünen emek ürününü bir kenara koyar, atmazdı. Ve gerçekten hemen daima gün gelir o işe yaramaz, boşuna sarf edilmiş emek gibi görünen parça bir yerde, bir şekilde, bir işe yarardı. Aynı kural ezilenlerin kurtuluşu için yapılan çabalar ve fedakarlıklar için de geçerlidir. En boşuna gitmiş, bilinmez kalmış çabalar bile boşa gitmez. Hiç umulmadık bir yerlerde o görünmez, bilinmez dip akıntılarının ferahlatıcı billur bir kaynak suyu gibi gün yüzüne çıktığı görülür. Marks bunu, hep toprağın altında giden ve hiç umulmadık anda gün yüzüne çıkan bu gelenekleri köstebeğe benzetmişti. Hatta, bu benzetme nedeniyle dünyanın bir çok ülkesinde Devrimci Marksistler köstebeği kendilerine bir sembol olarak seçerler.
Evet, “Emek zayi olmaz” ve aynı şekilde “hiçbir şey de yoktan var olmaz”.
En sıradan bilgeliklerin bile ardında, insanlığın binlerce yıllık birikimi gizlidir. Bir zamanlar Mandel’in de dikkati çektiği gibi, en kendiliğinden hareketlerin kabuğunu biraz kazıyın, onun altından bir anarşistin, bir komünistin, bir sosyal demokratın çabalarının (veya kapitalizm öncesi tarihin eşitlikçilik kalıntılarının, komün geleneklerinin hiç bilinmez, yok olmuş sanılan) kızıl tortusu çıkar. Dijital devrim ve elektronikle birlikte, en azından görme ve duyma duyularına hitap eden şeylerin, hemen hemen hiçbir emek sarf etmeden, sonsuzca çoğaltılabilmesi, yani dijitalize edilebilen şeylerde fiilen emeğin yok olması; Marks’ın Komünist toplum için önkoşul olarak belirttiği, “zenginliklerin gürül gürül akması” olanağı ortaya çıktı. Ne var ki, kapitalizm bu olanağı tüm insanlık için kullanmaktansa, dokunulmaz tabu özel mülkiyet tanrısına ve kara kurban etti. Aslında insanlık tarihinin ses, yazı ve resme dönüştürülebilen tüm kazanımları, tüm bilim ve sanat, hiç karşılıksız tüm insanların emrine amade kılınabilirdi. Ama kapitalizm bu olanağı özel mülkiyetin mihrabında kurban etti ve bu kurbanın kanıyla Bill Gates’lerin, Mıcrosoft’ların, Mac’ların, Sony’lerin, Oracle’ların milyarlarına milyarlar katıldı. Yer yüzündeki zenginlik farkları kat be kat arttı. * Bu gün kullandığımız dil nedir? Yaşamış ve yaşayan milyonlarca insanın bir ortak ürünü değil midir? Eğer atalarımız olan insanlar ürettikleri sözcüklerin, eklerin, kuralların “Copyright” ve mülkiyet hakkını alsalardı; özel mülkiyet şimdiki kapitalizmde olduğu gibi, bir dokunulmaz tanrı olsaydı, bu gün dilimiz olur muydu? Kullandığımız her sözcük için Copyright hakkı ödenek zorunda olsaydık, bırakalım bu uygarlığı, bir “sosyal hayvan” olabilir miydik? 31
Bu gün insanlığın düşürüldüğü durum hiç mübalağasız budur. Bırakalım insanlığın binlerce yılda ürettiklerini bir yana, doğanın milyonlarca yılda bulduğu gen kotları bile özel mülkiyetin mihrabında kurban edilmektedir. Elbet bu gidişe karşı her zaman bir direniş de oldu. Köstebek, yer altında yaşamaya ve yeni kanallar açmaya devam etti. Bu direniş elbette, bir çete savaşı biçiminde, gerilla yöntemleriyle yürüse de hep var oldu ve oluyor. Bu direnişin ayak izleri sürüldüğünde, ardında hep eski 68’liler, sosyalistler, anarşistler, eşitlikçi idealin geleneğinden gelenler görülür. Yani en kendiliğinden gibi görülen, 80’lerin, 90’ların yeni muhafazakarlığın ve kapitalizmin zaferlerinin belirlediği ideolojik ikliminde, politikaya ve sosyalizme uzak durmaya özel bir özen gösteren ve vurgu yapan ama fiilen özel mülkiyete, statükoya karşı direnişlerin, muhalefetlerin bile kaynağına gidildiğinde, oralarda “zayi olmamış bir emek” görülür. Hiçbir şey yoktan var olmaz. Bu direnişlerin en bilineni, Linus Torvald adlı Finlandiyalı öğrencinin adeta oyun oynarcasına temelini attığı ve Linux adını almış işletim sistemidir. Bu öğrenci Linux’u herkesin kullanımına ve bilgisine sundu. Herkes onu istediği gibi kullanabilecekti, ama kendi katkılarını ve yaptığı değişiklikleri de yine herkesin katkısına sunacaktı. Buna “açık kaynak kotlu özgür yazılım” adı veriliyor. Böylece işletim sistemi tıpkı bu gün kullandığımız diller gibi gönüllülerin katkılarıyla gelişecek ve her katkı da yine herkesin kullanımına açık olacaktı. Gerçekten de, binlerce ve binlerce programcının amatörce ve gönüllü katkılarıyla bu gün Windows’u korkutan, neredeyse onun yaptığı her şeyi yapabilen ve ondan çok daha güvenli Linux adlı devasa işletim sistemi ortaya çıktı. En kendiliğinden direnişlerin bile ardında eşitlikçi bir toplum idealine dayanın bir çabanın bulunduğu ilkesi Linux’un doğuş öyküsünde de geçerliliğini korur. Linus Torwald 80’lerin, 90’ların ideolojik ikliminin ürünü, tipik politikaya uzak duran bir bilgisayar “freak”ıdır. Peki nereden nasıl olmuştur da böyle bir şeyi akıl etmiştir?
Biraz derine gidince Linus Torwald’ın Finlandiyalı aydın ve komünist (muhtemelen burjuva sosyalisti) bir aileden geldiği görülür. Yani belki Linus Torvald’ın kendi bile bilincinde değildir ama, bir şekilde eşitlikçi ideallerin bir etkisi vardır Linux’un kökeninde. Tarihin köstebeği başını çıkarır oradan. * Linux kökeninde özel mülkiyete karşı bilinçli ya da bilinçsiz bir direniş olmasına rağmen, son yıllarda ulusal devletler arasındaki kapışmada ve emperyalistler arası rekabette, ABD emperyalizmine karşı değir emperyalistlerin bir silahı olarak kullanılmaya başlandı. Bu günün dünyasında hiçbir hükümet ya da devlet şöyle bir şey yapmadı: Linux’u destekleyenlere, yine Linux’un kurallarına uygun olarak destek vermek.
32
Yani hiç bir hak iddia etmeden, Linux’un tüm dillerden, tüm alfabelerden tüm insanların hiçbir ücret ödemeden kullanabileceği, her türlü ihtiyacı karşılayan programlarla donanmış bir sistem olmasını; bunun herkesin kullanımına amade olmasını hiçbir devlet desteklemedi. Aslında binlerce gönüllünün imecesiyle oluşan Linux, Open Office gibi yazılımlara verilebilecek küçük bir destek ve organizasyon katkısı bile, Linux’un bu gün Windows’tan çok daha kullanışlı, emin ve yaygın olmasını sağlayabilirdi. Ama bu aynı zamanda özel mülkiyete karşı bir davranış da olurdu. Elbette, her biri gerici ulusçuluk ilkesine göre örgütlenmiş ve bizzat kendileri de özel mülkiyetin bekçileri olan devletlerin hiç birisinde böyle bir çaba ya da niyet görülmedi ve görülemezdi. Onlar Linux’u kendi gerici milliyetçiliklerinin, devletler arası rekabetlerinin bir aracı olarak kullanmaya çalıştılar ve bu yönde girişim ve desteklerde bulundular. Onlar, diğer emperlayistler veya diğer ulusal devletler, binlerce insanın gönüllü ve ortak çabalarıyla oluşmuş Linux’u, ABD’nin ve Microsoft’un egemenliğine karşı sadece kendi ulusal rekabetleri düzeyinde ve ona hizmet edecek şekilde desteklediler. Genellikle devlet dairelerinde veya stratejik önemi olan devlet kuruluşlarında Linux’ları bilgisayarlara yüklediler. Örneğin Almanya’da Knoppix adlı Linux, resmen devletin desteğiyle, ABD’ye ve Microsoft’a karşı piyasaya sürüldü. Örneğin Çin resmi işletim sistemi olarak Linux’u destekleme kararı aldı. Ama hep kendi devlet çıkarları için, özel mülkiyete karşı bir destek değildir bu. Aksine bu kollektif çabayı, bir devletin çıkarlarının aracı olarak kullanmaya yöneliktir bu girişimler.
Şimdi aynı şeyin Türkiye’de de yapıldığı görülüyor. Zaten Türk devletinin, istihbaratının ve ordusunun stratejik hesaplarıyla bağlantılı araştırmalar yapan TÜBİTAK’ın desteğiyle, Uludağ Üniversitesi tarafından Pardus adlı bir “ulusal işletim sistemi” çıkarıldı.
Pardus adı, veya Almanya’daki Knoppix adı kimseyi yanıltmasın. İşletim sistemi tamamen Linux’tur. Linux’a sistemin bilgisayara kuruluşuyla ilgili bazı ekler, grafikler koyulmakta ve başka bir isim verilmektedir. Bir de Pardus’ta olduğu gibi, Türkçe’ye çevrilmektedir. Almanca gibi yaygın dillerde ise bu çeviriye bile gerek yoktur, çünkü gönüllüler bunu çoktan yapmış bulunmaktadırlar. Yani bütün sistem, aslında, binlerce Linux destekleyicisinin ortak çabalarının ürünü olan Linux’tur. * Bu devletler bu girişimlerini, ilericilik, tekellerin egemenliğine ve Emperyalizme karşı bir direniş gibi satmakta ve işin kötüsü bir çok sol eğilimli de böyle sanmaktadır. Bunun böyle olmadığını Pardus örneğinde görelim.
Önce Pardus’un adından kendisine kadar nasıl bir düzenbazlık olduğunu görelim. Pardus, bütünüyle Linux’un alınıp, Türkçe destekli yapılmasından, Türkçe’ye çevrilmesinden ve bazı küçük eklentilerden ibarettir.
33
Böyle yaparak, ona hemen “Ulusal İşletim Sistemi” adı verilmektedir. Burada tıpkı tarihin ve dillerin uluslar ve ulusçuluk tarafından yağması gibi, belki çoğu kendini bir ulustan bile kabul etmeyenlerin ortak çabasıyla oluşturulmuş muazzam bir emeğe, gerici, kendini Türklükle tanımlamış bir devlet ve bir ulus tarafından el koyma; onun gasp ve yağma etmek söz konusudur. Ama bu gericilik, adından sembolüne kadar tam bir alaturkalıkla maluldür. Linux’un sembolü sevimli bir Penguen’dir. Türkler gibi savaşçı ve kahraman bir ulusun ve o ulusun devletinin işletim sisteminin sembolü, şu son zamanlarda homoseksül de olabildikleri keşfedilen Penguen olur mu? Haşa!.. Erkek ve savaşçı bu millete namına yakışan yırtıcı bir hayvan sembol olabilir ancak. Türklük düşmanları, bu milli işletim sisteminin adını bile görünce tir tir tiremelidirler. Peki bu yırtıcı hayvan ne olabilir? Eğer bu program on yıl önce çıksaydı ona Bozkurt ya da Kurdun Latince karşılığı Lupus veya Boz Lupus gibi bir isim verileceği garantiydi.
Ama şimdi “çok kültürlülük”, “Anadolu’nun renkleri”, Avrupa Birliği’ne giriş gibi söylemlerin “in” olduğu bir iklimde yaşanıyor. O halde, savaşçılık ve yırtıcılık post modern bir posta bürünmelidir.
İste seçilen Pardus adı, tam da böyle kaygıların ve böyle bir ideolojik iklimin ürünüdür.
Pardus, sitede yapılan açıklamaya göre, Anadolu Parsı’nın bilimsel sınıflamadaki adından geliyormuş. Böylece hem Anadoluluğa hem de Latince bir sözcük kullanarak çok kültürlülüğe, hem bilimselliğe bir göndermede bulunuluyor. Hatta Ekolojistlere bile bir gönderme var bu isimde. Çünkü bu hayvan aynı zamanda nesli tükenmiş veya tükendiği sanılan bir hayvan. Pardus’un indirmeye sunulduğu Uludağ Üniversitesinin sitesindeki “Sık Sorulan Sorular” bölümünde Pardus ismiyle ilgili olarak yazılanlar şunlar: “Pardus ismi nereden geliyor? Neden dağıtımın adı projenin adından farklı? Pardus adı, Anadolu Parsı'ndan, Panthera Pardus Tulliana'dan geliyor. Anadolu Parsı, Leopar alttüründeki büyük kedilerin Anadolu’daki son temsilcilerindendir. Boyu 200-250 cm, ağırlığı dişilerde 35-50 kg, erkeklerde 45-70 kg civarındadır. Yaklaşık ömrü 20 yıldır. Oldukça çevik olan Anadolu parsı, etoburdur ve geyik, yaban keçisi, yaban domuzu, küçük memeliler ve kuşlar gibi bir çok hayvan avını oluşturur. Anadolu Parsı Ege ve Batı Akdeniz, Doğu Akdeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinde, daha çok ormanlık ve dağlık alanlarda yaşamıştır. Doğal yaşam alanları ve av kaynaklarının azalması parsları insanların yaşadığı yerlere yönlendirmiş ve bu da genellikle vurularak ya da zehirlenerek öldürülmelerine yol açmıştır.
34
Anadolu parsı ile ilgili son resmi kayıt 17 Ocak 1974 tarihinde Beypazarı ilçesinin 5 km batısında bulunan Bağözü köyünden bir kadına saldırması sonrasında vurularak öldürülmesi üzerinedir. Neslinin tükendiği yönünde görüşler bulunmasına karşın, bugün Türkiye'de 10-15 Anadolu Parsı kaldığı da öne sürülmektedir. 2001 yılında Doğu Akdeniz bölgesi Dandi mevkiinde ve Doğu Karadeniz bölgesi Müsikli deresinde, 2004 yılında da Doğu Karadeniz bölgesi Pokut yaylasında görülmüştür. Anadolu parsının varlığını kanıtlamak ve koruma altına almak için doğa gönüllülerinin çabaları aralıksız sürmektedir.”1 Bu satırları okuyan veya Pardus Sembolüne de bakan, sanır ki, Anadolu Parsı’nın adı Pardus’tur. Halbuki Bilimsel isim sınıflamasına göre, Panterha Pardus Leopar ya da Panter’lerin genel adıdır. Yani şu Pardus, Anadolu’da değil, Afrika’dan kutuplara kadar (Kar Panteri) her yerde vardır. Bu genel aile içinde, Anadolu’da ya da Anadolu, Kafkaslar çevresinde yaşayanının payına bu isimden düşen, alt türü belirleyen Tulliana kısmıdır. Yani eğer Anadolu Panteri’nden söz etmekse amaç, onun adı Tulliana olmalıdır. Açık ki, amaç aslında, Anadolu’da yaşayan bir hayvanın adını vermek de değildir programa. Önemli olan imajdır. Ve imaj da hem Türklüğe hem de zamanın ruhuna uygun olmalıdır. Eğen gerçekten Anadolu’da yaşayan bir panter türünün adı amaçlanmışsa adının Tulliana olması gerekir. Ama Tulliana da öyle tüllü müllü gibi bir izlenim uyandırıyor. Olur mu? Tüllerle müllerle kadın kısmının işi olur. Türkler gibi erkek ve savaşçı ve de artık aynı zamanda ekolojist ve de çok kültürlü ve de bilimi “hayatta en hakiki mürşit” bilen ve de bu nedenle Latince bilimsel isimler karşısında kompleks duymayan; tam Ertuğrul Özkük’ün haklarında yazı yazabileceği Atatürk’çü, milleytçi ve de modern Türklerin “Ulusal İşletim Sistemi”nin adı böyle tüllü müllü şeyler olamaz. Yok Pardus genel ailenin adıymış? Kim uğraşır bunlarla. İsim dediğin şöyle patlamalı, dinamik olmalı, Türklüğün düşmanlarını daha söylenişiyle titretmeli. Bunun için en uygunu da Pardus!.. Tüm ihtiyaçları karşılayan bir isim.
Bunları şaka gibi yazıyoruz ama bu ismi seçenlerin bilinç altına ve eğilimlerine gittiğinizde, tam da bu gibi kaygıların o isim seçimini belirlediği görülür. Hiçbir şey öyle gökten zembille inmez ve bu anlamda rastlantısal değildir. Niye bir Çiçek, bir penguen değil de, bir panter. Niye Anadolu Panterinin özgün adı Tulliana olmasına rağmen, leoparların genel adının bir bölümü? Bütün bu soruları sorup cevaplarını aradığınızda, bu toplumun iliklerine işlemiş bu eğilimler görülür.
Ama bu bize, Türkiye’deki egemen sistem, bürokratik oligarşi hakkında sağlam bir fikir de verir. Bürokratik oligarşinin modern araçlar ve biçimler kullanmakta oldukça mahir olduğu ve bu araçlar aracılığıyla da ayrıca bir ideolojik etki sağlamayı bildiğini de gösterir. Kimse için bir sır değildir, solcu ve muhalif insanların ekolojiye genellikle ilgi duydukları; Linux gibi işletim sistemlerini destekledikleri vs..
1
http://www.uludag.org.tr/sss.html#ulusal
35
Bu modern görünümler aracılığıyla, büyük ölçüde şehir orta sınıflarını modernleşme zafer arabasına bağlamaktadır bürokratik oligarşi. Ve de sanılmaktadır ki, modernleşme demokratikleşmedir. Sanılmaktadır ki, Linux adlı bilgi işlem sistemini destekleyerek; artık yok olduğu düşünülen bir hayvan türünün Latince adını alarak; hayvanı Orta Asya’dan değil de Anadolu’dan seçerek Türk devleti artık daha demokratik ve ilerici olmaktadır. Bunların ne demokratlıkla ne de ilericilikle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Aksine bunlar böyle bir yanılsamaya yol açtıkları için, çok daha tehlikelidirler. Türkiye’deki Bürokratik oligarşinin bu esnekliği ve oyunu yeterince anlaşılamamaktadır. Onun bir tek amacı vardır İktidarın elinde bulunması. Hiçbir şekilde demokratikleşme ve haklar olmaması; ama eldeki gücün ve yetkilerin bir sorun olmadığı sürece, kullanılmayarak, bir demokrasi ve özgürlükler varmış izlenimi ve yanılsaması yaratılması.
İşte bu Pardus bile, buna hizmet etmekte, bu egemen kastın egemenliğine ideolojik bir araç işlevi görmektedir.
Sanıldığının aksine ABD emperyalizminin egemenliğine karşı bir direniş de değildir, Linux’a dayanan bir “ulusal işletim sistemi” yapmak. Sadece Türkiye’nin egemeni Bürokratik oligarşinin ve Burjuvazinin emperyal çıkarlarını diğer emperyalist karşısında korumanın aracıdırlar. Gericilikleriyle ABD’nin ekmeğine yağ da sürerler. * Herkes öylesine ulusu dille,dinle, etniyle, dille tanımlayan gerici ulusçuluğun egemenliği altındadır ki, hiçbir dile, dine, etniye, soya dayanmayan bir demokratik ulusçuluk ve bunun anti emperyalist özü tasavvur bile edilememektedir. Bunun için, ulusal değil, ya da ulusu demokrasiyle, bütün dil, din, kültürlerin eşitliğiyle; bunların politik bir anlamının olmamasıyla; her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğüyle tanımlamış bir demokratik ulusçuluğun olabileceği tasavvur bile edilememektedir. Böylesine devrimci ve demokratik bir ulusçuluğun nasıl davranacağını göz önün getirelim. Birincisi, o işletim sistemini Türkçe yapmaz. Çünkü demokratik bir cumhuriyette ulus bir dile göre tanımlanmaz, nasıl bir dine göre tanımlanmıyorsa öyle. Tüm diller ve kültürler eşittir. Ortak anlaşma için, dil veya diller ise, ulusun tanımına değil; pratiğe ilişkin bir sorundur. Bu pek ala o topraklarda yaşayan insanların çoğunun konuşmadığı veya dünyada genel kabul görmüş bir başka dil veya diller de olabilir. Demokratik bir cumhuriyette herkes istediği dili anadili olarak seçmek ve o dilde eğitim görmek hakkına sahip olur. O zaman, böyle devrimci ve demokratik bir ulusçuluğa dayanan bir cumhuriyet, Linux’u sadece Türkçe’ye çevirmez, Türkiye’de yaşayan ve anadilinde eğitim gören bütün insanların dillerine çevirir en azından. Yani Kürtçe, Arapça, Süryanice, Ermenice, Rumca. Hatta Türkler büyük çoğunlukta ve uzun yıllar egemen ulus olduklarından, fiiliyatta her zaman Türkçe’nin lehine bir eşitsizlik olacağından, öncelikle ve özellikle, toplumu zehirleyen eşitsizliklerle mücadele edebilmek için, diğer dillere öncelik verir “ulusal işletim sistemi” yapmak için. 36
Ama yaptığına da “ulusal” diye bir sıfat vermez. O “vatanım yeryüzü, milletim insanlık” diyen, devrimci ve demokratik ulusçuluğun destekçisi ve taraftarı olduğundun, Zaten var olan demokratik Linux’a bu demokratik devletin yurttaşlarının kullandığı dillerin olanaklarını sunmuş olur. Yani bu demokratik cumhuriyet, dünya çapındaki Linuxçular topluluğunun bir parçası ve destekçisi olur. Gönüllü katkılarla bu programı örneğin Ermenice veya Süryanice’ye çevirecek pek kimse çıkamayacağından, bu eşitsizliği bir ölçüde gidermeye çalışır ilk elde. Dolayısıyla “Anadolu parsı” isimlere de gerek duymaz, Linux’un sevimli penguenini alır ve aynen kullanır. Böyle bir ayrı isim veya sembol gibi sorunu bile olmaz. Aksine dünya çapındaki bu demokratik hareketin mütevazı bir destekçisi olmaya çalışır. Ama böyle bir yaklaşım, aynı zamanda, tüm diller ve dinler için demokratik bir örnek oluşturduğundan, gerek ABD’ye gerek bölgedeki ve dünyadaki bütün kendini dil, din, etni, soy ile tanımlamış devletlere karşı tüm halkların ittifakının temelini atar. Bu gün, ABD ile, Çin ya da Türkiye’nin Bürokratik oligarşisi veya Almanya arasındaki ayrılık ve çatışmada bizim yerimiz anti emperyalizm veya ABD’ye karşı mücadele adına, aynı gericiliği savunan bu ülke ve devletlerin yanı olamaz. Aksine bizler, tıpkı birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, yenilgici olmalıyız. Bunların hepsinin savunduğu, aynı gerici ulusçuluktur. Ayrılıkları devletlerin ve ulusların, yani politik olanın, dile, dine, etniye göre kurulmasında veya tanımlanmasında değil; hangi dile, dine, etniye göre kurulacağında ya da tanımlanacağındadır. O halde onlar, ulusu bunlarla tanımlamayı reddeden devrimci ve demokratik ulusçulu karşısında aynı gerici ulusçuluğa ortak cephesinde yer almaktadırlar.
İşçi hareketi tekrar ileri atılabilmek için, devrimci demokrasinin bu programına geri dönmek bu bayrağı yükseltmek; aydınlanmanın “tamamlanmamış proje”sini insanlığın ve kendisinin önüne koymak zorundadır. 12 Ocak 2006 Perşembe Demir Küçükaydın demiraltona@hotmail.com http://www.koxuz.biz
37
Kuş Gribi (Tavuk Vebası), Globalleşme, Kapitalizm ve Ulusal Devletler Eskiler, “bina ve zina”nın çoğalması Kıyamet alametidir derlerdi. Sanılanın aksine bu öyle çok da yanlış bir gözlem değildi, yaşanmış tarihten çıkarılmıştı. Tarihsel Devrimler, yani uygarlıkların “Barbarlar” tarafından yıkılışları yasasının yüzeyde bir görüntüyle ifadesiydi. “Bina” demek, Kent demektir, Kent demek Uygarlık demektir; Uygarlık demek Sınıf Farkları demektir; Sınıf Farkları demek Sınıf Savaşı demektir. Sınıflar Savaşı demek, Bir tarafta üst ve egemen sınıf, diğer tarafta alt ve ezilen sınıf demektir; bu da üst sınıfın üst ve egemen konumunu korumak için oluşturduğu silah, yani Devlet demektir; bütün bunların hepsi, egemen, üst ve zengin sınıflarda İbni Haldun’un “bedevilik” dediği, ilkel komün geleneklerinin henüz yaşadığı zamanın nefsine egemenliğinin; “bir lokma bir hırka” geleneklerinin tükenmesi; dünya zevklerine düşkünlüğün, hasılı “zina”nın artması demekti. Ve bu alametler belirince de, o uygarlık, bir kıyamet ile (Hikmet Kıvılcımlı’nın kavramsallaştırmasıyla, bir “Tarihsel Devrim” ile; bir “Barbar akını” ile; Bir “Kavimler göçü” ile) yok olmaya yazgılı olması demekti. “Mene Mene Tekel Upharsin” (Menetekel) (Günlerin sayılı) her uygarlığın alnına yazılmıştı. Sodom, Gomore ya da Lut, hep bu gidişin kutsal kitaplara yansımış örnekleriydi.
Şimdi de binanın ve zinanın olağanüstü arttığı bir çağdayız. Kıyamet alametleri de belirdi. Gün geçmiyor ki buzulların eridiği; ozon deliğinin büyüdüğü; bir zelzelenin ya da sel baskınının veya tsunaminin binlerce insanın canını aldığı, bir salgın hastalığın veya tehlikesinin kapının önünde olduğuna dair bir haber görmeyelim. Belli ki “Allah”, yoldan çıkan kullarını cezalandırıyor. Binlerce ve milyonlarca insanın böyle düşündüğüne şüphe yok. Ve derinden bakınca böyle bir düşünüşün pek de yanlış olmadığı görülür.
Allah’ın tıpkı doğa ve toplum yasaları gibi “ne yerde ne gökte, her yerde ve hiçbir yerde” olduğunu göz önüne getirirsek, bu yasaların çocuksu bir imgesi olduğunu unutmazsak, doğa ve Toplum da, Allah da yasalarına uymayan insanları cezalandırmakta olduğunu söylemek yanlış olmaz. Nasıl, doğayı itaat altına almak için ona itaat etmek gerekirse ve itaat etmeyeni doğa cezalandırırsa, aynı şekilde Allah da (yani doğa ve toplum yasaları da) da, kendisine itaat etmeyenleri gazabına uğratır; uğratmadan önce de, aklını başına toplaması için, alametler yollar, semptomlar görülür. Eskiden bu yasaları sezen ve bu yasalara uygun bir yaşam tarzını, yani bir toplumsal düzeni öneren; Allah’ın elçisi denen, yani tarih ve toplum yasalarını sezen ve onları insanların anlayacağı şekilde onlara anlatan anlamında, peygamberler vardı. Bu peygamberler, yani tarihin ve toplumun yasalarını en doğru olarak görüp buna uygun bir yaşam ve toplum düzenini insanlara anlatmaya ve böyle bir düzen kurmaya çalışanlar kendi zamanlarının devrimcileriydi. Modern çağlarda ise gerçekten peygamberler gibi zulüm ve azap içinde yaşayanlar; bu tarih ve toplum yasaları keşfetmeye ve ona uygun bir toplum düzenini insanlara anlatmaya ve böyle bir düzen kurmaya çalışanlar, yani günümüzün 38
peygamberleri Tarihsel Maddeciler, yani Marksistler oldular.
Nasıl bütün peygamberler, hep İbrahim’in soyundan ya da geleneğinden geldiler ve onun geleneğinin devamcısı olduklarını söylediler; yollarını kaybedip şaşırdıklarında tekrar ona dönerek yollarını buldularsa; modern peygamberler de, yani Lenin’ler, Rosa Luxemburg’lar, Troçki’ler, Kıvılcımlı’lar, Mandel’ler de hep aynı şekilde davrandılar. Yani hep Marks’a dayandılar. Biz de eski veya modern peygamberlerin bu yolunu yordamını izleyelim. Bu kıyamet alametleri karşısında, modern çağın peygamberlerinin İbrahim’i Marks’a bakalım. Onun bulduğu tarih ve toplum yasaları; yani “Allah’ın vahyleri”, ne diyor? Onlara bakalım. Üretici güçler değişimlerinin belli bir noktasında, var olan üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin hukuki ifadesi olan mülkiyet ilişkileriyle (yani siyasi, hukuki sistemle, üstyapı ile) bir çelişkiye ve çatışmaya girerler. Bu sınıflar mücadelesinde ifadesini bulur. Ama ortada bir devrimci sınıf yoksa veya bu devrimci sınıf bu ilişkileri değiştirecek yetenek gösteremezse; (yani Allah’a gönül verenler zafer kazanamazsa), bir çöküş ve yok oluş (“Kıyamet”) aksi durumda ise devrim (“Hakkın Zaferi”) gerçekleşir diyordu. Yani Kullar, yani insanlar, Allah’ın dediklerine, yani Doğa ve Toplum yasalarına uygun davranmalıdırlar; uygun davranılmazsa, o yasalar uymayanı cezalandırır.
İşte şimdi yaşadığımız bu felaketler, hep bu, Allah’ın dediklerine uygun bir yaşam ve toplum düzeni olmamasından dolayı ve bunlar hep Allah’ın, yani doğa ve toplum yasalarının, insanları Marks’ın dediğine uygun olarak cezalandırması. Ne demişti Marks? Toplumsal yaşayışın yani hukuki, siyasi vs. sistemin, yediğin, içtiğin, giydiğin, barındığın şeyleri üretme biçimine (Üretici güçlerinin düzeyine, dolayısıyla üretim ilişkilerine) denk olsun. Bu günkü dünyaya bakalım ne görüyoruz? Bırakalım elektronik mağazalarını bir kenara; köşe başındaki bakkala gitsen artık ne görürsün? Dünyanın dört bir köşesinden gelen mallar, Brezilya mangoları, Orta Amerika muzları, Yeni Zelanda kivileri, İsrail avokadoları, Uzak Asya’nın adı sanı bilinmez egzotik meyveleri vs. rafları doldurmaktadır. Eskiden her sebze ya da meyvenin yendiği ve bulunduğu bir zaman olurdu, şimdi dört mevsim her şey bulunabilir. Bu küçücük gözlem bize ney gösterir?
Gören göz için şunu: üretici güçler öylesine gelişmiş ki, artık bu gelişkinlikle, dünya küçük bir köye dönmüş. Ama buna mukabil, yüzlerce küçük devlet bu dünyanın biricik var oluş tarzı olmaya devam ediyor. Peygamber Marks’ın dediğine göre, dünya ticaretinin ve üretici güçlerin böyle gelişmişlik düzeyine ulusal devletler (yani bu mülkiyet ve hukuk ilişkileri, yani bu üstyapı) uymaz. Onun bir tek dünya devleti olması, bütün ulusal sınırların kalkmış olması gerekir. Keza yine Peygamber Marks’ın dediğine göre, bu kadar toplumsallaşmış bir üretime özel mülkiyet ve kara dayanan bir ekonomi de dar gelir. Bu günkü dünyada, Allah’ın dediklerine uygun bir düzen, Hakka dayanan bir düzen; yani doğanın ve toplumun yasalarına uyun bir düzen; bütün ulusal devletleri yıkmış; özel mülkiyet ve kar ekonomisine son vermiş bir düzen olabilir. 39
“Allah’ın vahyi”, ya da Doğa ve toplum yasalarının, yani Tarihsel Maddeciliğin, Marksizmin dediği budur. Böyle bir düzen olmazsa veya kurulamazsa, kıyamet habercisi felaketler ve belirtiler görülmeye başlar ve insanlar doğru yola, yani doğa ve toplum yasalarının kendilerine bu söylediği şekilde bir toplum düzeni kurmayı başaramazsa, yıkılış, yani kıyamet kaçınılmazdır. Kıyameti önlemenin tek yolu, yani bu tarih ve toplum yasalarının dediği gibi bir düzen kurmaktır, bunun için devrim yapmaktır; bütün devletleri ve sınırları yıkmak; kar ve özel mülkiyeti ortadan kaldırıp insanların ihtiyaçlarına uygun; azami karı değil, doğa yasalarını ve insanların ihtiyaçlarını gözeten bir üretim düzeni kurmaktır. Bu yapılamazsa, hak değil (yani doğa ve toplum yasalarının gerektirdiği bir toplum düzeni değil) batıl (Doğa ve toplum yasalarına karşı duran, kara tabi olan) üstün gelirse, Kıyamet (insanlığın yok oluşu) kaçınılmazdır. Gerçekten de bütün bu felaketlere baktığımızda, nedenlerini araştırdığımızda, hep ulusal devletleri, sınırları ve özel mülkiyet ve kar ekonomisini görürüz. Bunu en son kuş gribi olayında görelim. Evet halkın sıradan gözlemi yanılmamaktadır. Bu tsunamiler, kuş gripleri, AİDS’ler, bina ve zinanın çoğalmaları, hep “Kıyamet Habercileri”dirler, yani bir sosyal devrim gereğini insanların gözüne gözüne sokan belirtilerdirler. * Hastalıklar, mikroplar, virüsler, milyonlarca yıldır var. Bu mikroplar ve virüsler milyonlarca yıldır mutasyonlar geçiriyorlar veya türden türe atlıyorlar. Ama bunların sonuçları eskiden başkaydı şimdi başka. Tsunamiler, depremler, sel felaketleri binlerce yıldır var ama bunların sonuçları eskiden başkaydı şimdi başka. Çünkü onlar bu günkü toplumsal düzen ve ilişkileri aracılığıyla insanların yaşamlarını belirliyorlar. Örneğin tsunami’yi ele alalım. Milyarlarca insan tsunami ile ilk kez, son tsunami felaketinde tanıştı ve bu kavramı ilk kez duydu. Ama Tsunami Japonca bir kelime olduğuna göre, Japonlar bunu binlerce yıldır biliyorlardı ve bunun için bir kelimeleri bile vardı. Ama eskiden, yani globalleşmenin ve kapitalizmin böylesine yaygın olmadığı zamanlarda, bu felaketler olduğunda, lokal kalıyordu. Muhtemelen sahildeki balıkçı köyleri etkileniyor, onlar da birkaç kuşak sonra bunlardan dersler çıkarıp örneğin küçük balıkçı köylerini yüksek yerlere kuruyorlar ve felaketlerin zararını asgariye indiriyorlardı. Belki, hayvanların ya da yaşlıların bu gibi felaketlerin işareti olabilecek davranışlarına göre bir tür alarm sistemi bile oluşturulabiliyordu. Ama globalizm çağında, kapitalizm çağında işler değişti. Bu bölgesel ve doğal felaketler, var olan toplum sisteminin yol açtığı felaketler haline geldi ve o nedenle de birer kıyamet alameti, yani toplumsal düzeni değiştirmek gerektiğinin belirtisi olarak görülmesi doğrudur. Modern kapitalist toplumda her şey kara dayanır. Ekonominin motoru daha fazla kardır. Ama daha fazla kar veya kar oranı elde etmek için; iş gücünün fiyatının düşük olması gerekir.
40
Onun yetiştirilmesi, korunması ve yeniden üretilmesi ne kadar az masraflı olursa, fiyatı o kadar düşürülebilir, dolayısıyla da o oranda yüksek kar edilebilir; kar oranlarının düşüş eğilimi bir ölçüde olsun dengelenebilir. İş gücünün fiyatı nasıl düşük tutulur?
İlk burjuva devrimleri olduğunda, onlar kendilerini tüm dünyada işleyecek bir düzenin prototipi olarak görüyorlardı. Yani yayıldıkları ülkelerde de aynı düzeni geçerli kılmayı hedefliyorlardı. Ama bu fikirden ve idealden hızla vazgeçildi. Bu devrimlerin yayıldığı ülkeler, devrimin zapt ettiği ülkeler eşit haklı yurttaşlar olmadılar. Ya sömürgedir dendiler ve en basit insan hakkından bile yoksun bırakıldılar, ya da onların dilleri, dinleri başkadır denildi ve yurttaş, dolayısıyla da insan kavramının dışında tutuldular. Böylece sermaye, daha ilk adımda, o dışta tuttuğu ülkelerden kaynak aktararak “ana vatan”daki işçileri de satın almanın ve iş gücünün fiyatını düşük tutmanın, böylece kar oranlarını yükseltmenin yolunu buldu. O dışta tutulan ülkelerdeki işgücünün fiyatının olağanüstü düşük olması için, en zorba devletler ve anti demokratik rejimler desteklendi. Geri ülkelerde, hiçbir demokratik hak olmayınca, işçiler bir araya gelip işgüçlerinin fiyatını yükseltemez; yani işgücü kendini savunamaz. Dolayısıyla bu ülkeler muazzam bir açlık ve yoksulluk içinde bulunurlar. Bu da ayrıca oralarda işgücü fiyatının dana da düşük olmasına yol açar. Ve bu ülkelerdeki korkunç ucuz işgücü, esas zengin ülkelerdeki işgücünün yeniden üretiminin fiyatının düşürülmesini ve düşük tutulmasını sağlar. Bu yöntemle burjuvazi bir taşta bir sürü kuş vurur.
İşgücünün yeniden üretilmesi nedir? Önce beslenmesidir. Geri ülkelerdeki işgücü olağanüstü ucuz olduğundan, zengin ülkelerdeki işçilerin tüketimleri için, çok ucuza yiyecekler ithal olur. Benzer şekilde, iş gücünün yeniden üretilmesi bir anlamda da tatildir. Modern üretimin yanı sıra modern yaşamın yol açtığı stress, işgücünün hızla yıpranmasına yol açar. Bunun yeniden üretebilir hale gelmesi için, yılda bir iki kere, deniz ve güneş altında yenilenmeye tabi tutulur, bir tür rektifiyeden geçirilir. Geri ülkelerde işgücünün fiyatı çok düşük olduğundan, iş gücünün “tatil” aracılığıyla yeniden üretimi çok ucuza mal edilir. Böylece zengin ülkelerdeki iş gücünün fiyatını düşük tutmak mümkün olur. Bu da kar oranlarındaki düşmeye karşı bir ölçüde tampon görevi görür. Bu nedenle Kitle turizmi denen, batılı işçi kitlelerinin iş gücünün bant usulüyle yeniden üretilmesine yönelik bir sanayi gelişir. Sahil boylarına muazzam oteller, tatil tesisleri yapılır. Doğa ve tarih tahrip edilir. Kendine yeterli balıkçılar ve çiftçiler, turizm tesislerinde boğaz tokluğuna çalışan hizmetçilere dönüşürler. Turizmin halkları yakınlaştırdığı falan da tamamen bir propagandadır. Aslında yerli halk orada turistlere hizmetçilik yapar. Yerli halkın kültürü diye sunulanlar, turistlerin zevkine uygun yemek, dans ve müzik gösterileridir. Gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Yerli halk, otellerdeki çarşafları yıkamakta, tuvaletleri temizlemekte, mutfaklarda onlara yemek yapmakla hatta başka ihtiyaçlarını gidermekle meşguldür.
İşte birkaç ve temel nedenini ve görünümünü öylesine sıraladığımız böyle bir dünyada, yani iş gücünün yeniden üretiminın bile globalleştiği bir dünyada; ulusal devletler, sonuçlarıyla ve 41
oluşturdukları ilişkilerle tsunamilerin de çok farklı sonuçlar yaratmasına yol açarlar. Sahillere kurulmuş, “Denize sıfır” otellerdeki binlerce turist birden bire bu felakete maruz kalır. Ama aynı zamanda, eskiden çoğu Tsunamilerin erişemeyeceği yerlerde yaşayan ve çalışanlar artık o otellerin yanındaki yoksul yerleşim birimlerinde yaşamakta ve oralarda çalışmaktadırlar. Onlar da başka biçimde yaşarlar. Yani bakkalda dört mevsim dünyanın başka bölgelerinden gelmiş muzları bulduğun bir çağda, ulusal devletler varsa bu, büyük zenginlik ve yoksulluk farkları; sahillerde muazzam turizm tesisleri; bu tesislerde boğaz tokluğuna çalışan ve hemen onarın yanında yoksulluk içinde büyük yerleşim birimlerinde yaşayan yerli insanlar demektir. Böyle bir dünyada Tsunamiler başka türlü sonuçlara yol açmaktadırlar. Ama bu sonuçlar Tsunamilerin değil, aslında o günkü dünyaya uymayan toplumsal düzenin sonucu olarak öyledirler. Böyle bir dünyada ulusal devletler olursa, bütün bunlar da olur. Ve nihayet, globalizm çağında bu felaketlerin algılanması da başka olur. Ölenler içinde batı ülkelerinin turistleri, yeryüzünün beyazları da olduğundan, bütün medya bu felaketi tüm insanlara aktarır. Ama gerçek ile aktarılan felaket farklıdır. Yardımlar da, haberler de hep beyaz adama yöneliktir. Beyaz adamın içinde olmadığı felaketler gazetelerin köşesinde veya haberlerin sonunda küçük bir haber veya değinme olarak kalır. Bir yandan böyledir ama, diğer yandan felaketlerin insanlara televizyon vs. aracılığıyla duyurulması; bunun duyuruluş biçimleri ve bunların insani sonuçları da en az o felaketler kadar korkunçtur. Sadece beyaz adamın uğradığı felaketin anlatılmasını bir yana bırakalım, felaket haberini ve resimlerini hemen borsada yükselen ya da düşen hisse senedi listeleri; başka haberler izler örneğin. Yani insanlar insan kardeşlerinin uğradıklarına da sağırlaşmaya başlar böylece.
Şimdi eğer, üretici güçlerin bu günkü gelişim düzeyine uygun bir toplum düzeni olduğun var saysak, o zaman da tsunamiler olurdu ama önce o dünya devleti buna karşı uyarı sistemleri kurmuş olurdu. Ulusal devletler olmadığından bu muazzam gelir ve zenginlik farkları olmaz, o zaman da, sahillerdeki “tatil cennetleri” ve “cennetlerde” çalışan işçilerin ve yerli halkın cehennemleri olmazdı. Keza, toplumsal ve doğal dengeleri gözeten optimum büyüklükteki işletmeler nedeniyle böyle muazzam büyük turizm tesisler ve aşırı şehirleşmeler olmazdı. Keza, iş gücünün aşırı sömürüsü ve yabancılaşmanın ortadan kaldırılması hedef olduğundan, böyle aşırı çalışma ve sömürünün ikiz kardeşi aşırı tembellik ve güneş altında günlerce yatıp akşamları içmek ve eğlence adına her türlü rezaleti yapmak gibi turizmler de olmazdı. Görüleceği gibi, Allah, Yani Toplum ve Doğa yasaları, kendilerine uygun davranmazsa bir toplum, onu bir şekilde “ceza”landırmaktadır. Eğer insanlar Tsunamilerin böylesine felaketlere yol açmasını; böyle felaketlere kurban gitmeyi istemiyorsa, Peygamber Marks’ın dediklerine gelmeleri, uluslara, sınırlara, özel mülkiyete ve kar ekonomisine karşı savaşa girmeleri gerekiyor. Aksi takdirde Tsunamilere veya ozon deliklerine ve denizlerin ısınmasına veya biyolojik felaketlere bile fırsat kalmadan, muhtemelen, yine bu üretici güçlerin gelişmişliği nedeniyle yayılmak kaynak ve pazarları el
42
geçirmek zorunda olan, Avrupa, Amerika, Çin, Japonya ve Rusya arasındaki rekabet ve savaşlar içinde zaten bir nükleer kıyamete kurban gidecekleri çok açık.
İşte Kuş gribi de, böyle bir felaket. Onun yaşanışı ve sonuçları, globalleşmiş bir dünyada, ama hala ulusal devletlerin, sınırların, özel mülkiyetin ve kar ekonomisinin egemen olduğu bir dünyada, insanlara bir cezaya, bir kıyamet alametine dönüşmektedir. Aslında Allah, doğa ve toplum yasaları bu felaketlerle, insanları uyarmaktadır bir an önce yaşam ve toplum düzenlerini bir an önce değiştirmeleri için, değiştirmedikleri takdirde de çok daha büyük felaketler yaşayacakları için. * Mikroplar ve Virüsler en başarılı canlılardır. Bizlere hayatın evrimi en tepesinde Memeliler ve İnsanın bulunduğu, en altta mikropların ve virüslerin bulunduğu bir gelişim olarak aktarılır. Ama canlı olmanın, yani türün devamını sağlamının ölçülerine vurduğumuzda, bırakalım insanları bir yana, memelilerin bile başarılı bir canlı türü olduğuna dair hiçbir kanıt getirilemez. Bunlar bütünüyle insan merkezli ilerlemeci doğa kavrayışlarıdır. Şu beğenmediğimiz dinozorlar bile, bir tür olarak 150 milyon yıl bu dünyada egemenlik kurmuşlardı ve eğer kozmik veya jeolojik bir felaket sonucu yok olmasalardı belki bu gün bile hala egemen olmaya devam edeceklerdi. Memeliler şunun şurası topu topu 65 milyon yıldır onların yerini aldılar ve her şey bunun birkaç yüz yıl içinde son bulacağını gösteriyor. Mikroplar ve virüsler ise, sadece var olmaya değil, çeşitlenmeye de devem ediyorlar. Doğada sürekli olarak mutasyonlar olmaktadır, bu mutasyonlar sonucu daha farklı özellikleri olan canlılar ortaya çıkmaktadır. Ama bunların çok küçük bir bölümü onlara “yaşam savaşı”nda bir üstünlük sağlayabildiğinden, diğer kuşaklara aktarılabilmektedir. Çok yüksek bir öldürücülük ve kolay yayılma, yaşam savaşında mikroplara uzun vadede büyük bir üstünlük sağlamaz. Hızla yayılan çok öldürücü bir mikrop, üzerinde var olup yayılacağı canlıları yok ettiğinden aslında, tıpkı bu günkü insanlar gibi, kendi var oluş koşullarını da ortadan kaldırırlar. Dolayısıyla, öldürdüğü canlılarda hiç bir direncin oluşmadığı koşulda bile, bu kendi sınırlarına toslar. Ancak hiçbir canlı türü tümüyle dirençsiz değildir mikrop ve virüslere karşı. Daima, yine çok önceleri farklı bir mutasyona uğramış ama bir işlevi yokmuş gibi görünen o mikroplara karşı bağışıklığı olan, şerbetli canlılar, yani sürünün içinde bir kara koyun daima vardır. Tüm Popülasyon yok olduğunda, o mikroba dayanıklı “kara koyunlar” yaşarlar, bu sefer, o kara koyunlardan türeyen ve o mikroba karşı bağışıklığı olan kuşaklar yaşadıklarından, o hastalık fiilen yeni kuşaklar açısından eski öldürücü özelliğini yitirmiş olur. Milyonlarca yıldır bu süreç işlemektedir. Dolayısıyla bu gün yaşayan türler, hastalıklara karşı belli dirençler geliştirmiş türlerdir. Elbette sürekli mutasyona uğrayan yeni mikrop ve virüs kuşaklarında bu süreç tekrarlanmaktadır. Mikropların tür atlamaları da tıpkı mutasyonlar gibi görülebilir. Ne var ki, Kapitalizm denen geniş üretim yordamıyla birlikte bu süreç çok özgül bir nitelik 43
kazanmış bulunmaktadır. Artık sorun biyolojik değil, toplumsal bir sorun olarak ortaya çıkar. Kapitalizm geniş yeniden üretim yordamıdır. Yani aynı üründen milyonlarcanın üretilmesi, mümkünse bütün dünya pazarına o ürünün egemen olmasıdır. Böylece binlerce canlı, doğanın ritminin de dışına çıkarılarak, hormonlar, ışık hileleri vs. aracılığıyla, sermayenin devir hızını arttıracak ve dolayısıyla kar oranının düşme eğilimini azaltacak şekilde üretilir. Böylece olağan koşullarda doğada hemen hemen hiç bulunmayacak şekilde, aynı türden binlerce, yüz binlerce canlının bir arada bulunmaktadır. Öte yandan, geniş yeniden üretim, yani kapitalizm standardizasyon demektir. Bu nedenle aynı tohumdan, aynı türden, aynı özelliklere sahip milyonlarca canlı üretilmektedir. Böylece bir türün ayakta kalmasını sağlayan çeşitlilik yok edilmektedir. Bütün bu ve benzeri gelişmelerin birinci sonucu, her hangi bir hastalığın, yüz binlerce, milyonlarca canlının ölümüne yol açması veya hastalığın yayılmasını önlemek için imha edilmesi demektir.
Sadece bu kuş gribiyle ilgili olarak Hollanda’dan bir örnek verelim. İmhanın hangi boyutlarda olduğunun anlaşılması için:
“18 Mart 2003 tarihinde toplam 25 vak’a (20 vak’a yumurtacı kümesinde, 3 vak’a broiler damızlık kümesinde, 2 vak’a hindi kümesinde) tespit edilmiş olup, 673.041 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir. 27 Mart 2003 tarihinde toplam 54 vak’a (38 vak’a yumurtacı kümesinde, 9 vak’a broiler damızlık kümesinde, 4 vak’a hindi kümesinde, 2 vak’a köy kümesinde) tespit edilmiş olup, 1.162.839 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir. 02 Nisan 2003 tarihinde toplam 31 vak’a tespit edilmiş olup, 556.028 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir. 07 Nisan 2003 tarihinde toplam 32 vak’a (24 vak’a yumurtacı kümesinde, 3 vak’a broiler damızlık kümesinde, 2 vak’a köy kümesinde) tespit edilmiş olup, 1.197.884 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir.” (AVIAN INFLUENZA (Tavuk vebası, Kuş gribi) HASTALIĞI VE DÜNYADAKİ DURUMU, Ragıp Bayraktar) Bunlar sadece 2003 yılında üç hafta içindeki rakamlardır. Küçücük Hollanda’da, Yuvarlak hesap 3,5 milyon kanatlı hayvan, topu topu 200 hastalık belirtisine karşı imha edilmiştir. Burada kapitalizmde basit bir salgının bile nasıl Pazar ve kar kaygısıyla korkunç katliamlara yol açtığı açıkça görülmektedir. Hollanda kanatlılarının dünya pazarında rekabet şansının azalmaması için bir korkunç bir imha gerçekleştirmiştir. Kara değil, insanların ihtiyaçlarına dayanan bir ekonomide, bir tek işletmenin karlılığı ya da verimliliği değil, tüm insanlık açısından verimlilik göz önüne alınır ve insanların ihtiyaçları ile dünya ölçüsündeki verimlilik ilişkisi göz önün alınır. Örneğin, kapitalist bir işletmenin verimliliği için, işin otomasyonu, olabildiğince ürünün bir arada üretilmesi, işletme masraflarını azaltır. Zaten bu nedenle on binlerce tavuk vs. bir arada büyütülür, dünya pazarı için. Bu bir tek işletme açısından son derece rasyonel olabilir. 44
Ama insanlığın tümü göz önüne alındığında, bu irrasyonal olarak ortaya çıkar. Sadece hastalık olasılıklarında yapılan imhalar göz önüne alındığında bile, bu muazzam bir emeğin ve ürünün imhası anlamına gelmektedir. Bir başka örnek: İngiltere’de her üretilen iki tavuktan birini Avrupa’ya ihraç edilmektedir. Keza, İngiltere’de tüketilen her iki tavuktan biri de, ithal edilmektedir. Bu tavukların da, uzak İngiliz sömürgelerinden değil; Avrupa’dan ithal edildiğini var saysak bile şöyle bir sonuç ortaya çıkmaktadır. İngiltere’de üretilen her iki tavuktan biri, bir Avrupa seyahati yaptıktan sonra, Britanyalıların boğazına girmektedir.
Tek tek işletmeler ve onların karlılıkları açısından bütün bu sonucu yaratan işlemler son derece rasyonel olabilir. Ama ortaya sonuç itibariyle son derece irrasyonel, her iki tavuktan birinin, bir Avrupa seyahati yaparak tüketicinin boğazına girmesi gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Bu seyahat için TIR’lar, yollar, şoförler, bunların harcadığı yakıtlar, yol açtıkları çevre tahribatları vs göz önüne alındığında, çok büyük işletmelerin; dünya pazarı için üretimin insanların toplu yaşamı için hiç de rasyonel sonuçlar ortaya çıkarmadığı görülmektedir. Ama böyle bir düzen için, kar ekonomisinin ortadan kaldırılması; tüm insanların ihtiyaçları ile toplumsal verimlilik ve doğanın dengesini güden optimum büyüklüklere dayanan planlı bir ekonomi gerekir. Bu olmadığında, yani, Marks’ın deyimiyle insanlar üretim yöntemlerine uygun toplum düzenleri kurmadığında, örneğin hala kar ekonomisine dayandıklarında; planlı bir ekonomiye geçmediklerinde, doğa ve toplum kanunları onları cezalandırmakta ve sonuçlar birer kıyameti alameti olmaktadır. Burada kuş gribini örnek aldık ama sorun sadece bu değil, örneğin deli dana hastalığında da aynı durum söz konusuydu. Buraya kadar sadece ürünlerin imhasını boyutuna kısaca değindik. Bir de, hastalıkların insana geçmesi söz konusu olduğunda, bu sistemin tüm yaşayış tarzı, yani ulusal devletleri, geri ve zengin ülkeler vs. de katastrofları pekiştirici bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır. Örneğin son derece öldürücü ve kaynağı muhtemelen Tropikal Afrika mağaralarındaki canlılar olan ve onlardan insanlara geçen Ebola (Marburg) virüsü üzerine araştırmalar şunu göstermektedir. Eskiden de, zaman zaman bu virüs insanlara sıçramaktadır. Kabileler bu virüsün yol açtığı hastalığın belirtilerini tanımlamışlardır. Ama o zamanlar, hastayla tüm ilişkiler kesilmekte, o insansız bir yerde ölüm terk edilmekte veya oraya bir daha uğranılmamakta veya o bölge yakılmaktadır. Elbette bunlar dinsel bir ritüel içinde gerçekleşmektedir. Böylece hastalık daha doğduğu noktada lokalize edilmekte ve yok olmaktadır. Ama günümüzde globalleşmiş dünyada, insana bulaşan mikrop birkaç saat içinde kıtaları aşmakta, Avrupa veya ABD’nin bir şehrinde ortaya çıkmaktadır. Ama daha da ilginci, bu gibi mikropların esas bulaştıkları noktalar bizzat hastanelerin kendileridir. Özellikle geri ülkelerdeki hijyenik ölçütlere, istenilse bile yoksulluk nedeniyle uyulamayan 45
hastaneler. Ama geri ülke demek her şeyden önce ulusal devletler, yani gerçekte var olan kapitalizm demektir. Böylece globalleşme çağında ulusal sınırlar ve bunun yol açtığı zenginlik ve yoksulluk farkları, hastalığın yayılışının ve katastrofa dönüşmesinin bir nedeni haline gelmektedir. Belki bu Ebola’da henüz gerçekleşmedi ama AİDS ortada. Bu gün Afrika’nın neredeyse yarısı AİDS’li. Aynı hastalık zengin ülkelerde büyük ölçüde kontrol altına alınmış bulunuyor. AIDS, Batı ülkelerinden tekrar Afrika’ya gelerek yayıldı. Özel mülkiyet, bir de bu hastalıklara karşı ilaçların isteyen tarafından üretilmesini engelleyerek, yani insanların hastalıklarını bir kar aracı yaparak bütün bu katastrofun üzerine tüy dikmektedir. Sözde buna en fazla direnen ilerici hükümetler bile, özel mülkiyet ve ulus devlet dışında bir var oluşu düşünemediklerinden ve bunun kavgasını veremediklerinden, yaptıkları benzeri ilaçlar için bile belli sınırlamaları kabul etmekte ve ilaç firmalarına belli bir haraç ödemeye devam etmektedirler. Bütün burada görülen sorunlar aynen Kuş Gribi olayında da görülmektedir. Ancak, bunların yanı sıra, dünya pazarı için mücadelelerin; ekonomi dışı zorun bir aracı da olmaktadır. Örneğin kuş gribinin esas yayıldığı bölgenin bu gün dünya ekonomisinin en dinamik ve hızlı büyüyen bölgesi, Asya’nın Pasifik kıyıları ve Güneydoğu Asya olması nedeniyle, Avrupalı ve ABD’li emperyalistler, Asya ülkeleri karşısında rekabet güçlerini arttırmanın bir aracı olarak Kuş gribini oradan gelen mallara karşı engeller çıkarmak veya ora mallarına talebi azaltmak için kullanmaktadırlar. Bu da o ülkelerin, kendileri de yine bizzat dünya pazarı için üretim yapmaya programlanmış devlet ve işletmelerinin, ya hastalığı gizlemelerine ya da tıpkı mallarının adı kötüye çıkmasın diye milyonlarca tavuğu imha eden Hollandalılar gibi gereksiz ve abartılmış imhalara girişmesine yol açmaktadır. Ne var ki, her iki durumda da, bu ülkeler batılı ülkeler gibi zengin ve organize olmadıklarından, emekçi insanlar ve basit halk için, bu gibi gizleme ve abartılı imhalar tam bir felakete dönüşmektedir. Böylece geri ülkelerde, sadece modern üretimin ve ilişkilerin değil, kapitalizm öncesinin de darbesine maruz kalmaktadırlar. Tavukları imha edilen Hollandalı işletmeci, devletten bunun karşılığında belli bir tazminat alır. Zarar sosyal olarak ödenir. Bu onun için yoksulluk ve açlık anlamına gelmez. Ama Geri ülkenin küçük üreticisini, ya gizlenen hastalığın kurbanı olur, ya da elindeki iki üç tavuk da alınıp açlığın ve yoksulluğun iyice pençesine düşer. Türkiye’deki Kuş gribinde bütün bunlar görüldü. Türkiye’yi kapısında tutmak isteyen Avrupa bunu bahane ederek, yeni tedbirler geliştirirken; bundan korkan ve bunları engellemek isteyen Türk burjuvazisi ve devleti, bir yandan hastalığı gizledi, sonra da mızrak çuvala sığmayınca abartılı imhalara girişti ve yoksul insanların soluk borusu olun birkaç tavuğunu yok etti. Burada o insanların kaderi kimseyi ilgilendirmiyordu; ülkenin imajı, yani Türk ürünlerinin
46
yolunun tıkanmaması ve politik olarak Avrupa’nın eline koz vermeme biricik kaygı olarak ortaya çıkıyordu. Haberlerdeki abartılı görüntüler insanların yaşamları ve sağlıkları için değildi, Türk mallarının ve devletinin imajını korumaya yönelikti. Ama Türkiye’de bu akıl dışılık aslında zirvelerine ulaştı. Hükümet ve devlet, kümes hayvancılığını yok etmek için bir vesile yaptı bu kuş gribini. Aslında kümes hayvancılığı, Kuş gribi gibi felaketlere karşı en emin savunma alanıyken, kitlesel imhaları engellemenin en iyi yoluyken ve binlerce yıldır böyle engellenmişken, bu ekonomi dışı cebir ile olağan rekabet ile değil, yasalarla, tedbirlerle küçük üreticilerin, yoksul insanların soluk borularını tıkamanın yoluna da girildi. Böylece, şarklı usullerle, ekonomi dışı cebir aracılığıyla, yani kapitalizm öncesi ve dışı yöntemlerle kapitalizmin yayılışı gündeme geldi. Kümes ve bahçe tavukçuluğunun olağan rekabet yöntemleriyle yok edilmesi için bile sabredemedi Türkiye’nin Müslüman ve Laik sermayesi.
Ve nihayet, Türkiye gibi geri bir ülkenin sömürgesi olan Kürdistan’da Kuş Gribini Kürdistan başka Batı başka yaşadı. Ve sadece bu kadar da değil, kuş gribi, Kürtlere karşı bir ırkçı silah olarak kullanıldı. O güne kadar, binlerce yıldır olduğu gibi hayvanlarla iç içe yaşamış insanlar, uygarlıktan uzak pis vahşiler olarak gösterildi. Özel savaş dairesinin bir psikolojik savaş aracı olarak Türk orta sınıflarını yedekte tutmak için kullanıldı. Toparlarsak, Kuş Gribi örneğinde görüldüğü gibi, Özel Mülkiyet, kar ekonomisi klasik doğal felaketleri birer modern kıyamet alametine çevirmektedir. Bunu önlemenin tek yolu kar ekonomisini ortadan kaldırmaktır. Ancak gerçekte var olan, ulusal devletlere bölünmüş, zengin ve yoksul ülkelerin olduğu bir kapitalizmde bunun şiddeti katlanmaktadır. Soyut olarak pek ala yeryüzü ölçüsünde, aydınlanmanın ideallerine uygun olarak bir tek kapitalist ülke mümkün iken, bu günkü kapitalizmin var oluşu için, ulusal devletler ve “zengin demokratik” “geri baskıcı” devletler ayrımı sistemin devamı için ayrılmaz bir koşul haline geldiğinden; gerçekte var olan kapitalizmde felaketlerin şiddeti katlanmaktadır. O geri ülkelerin sömürgesinde ise, Kürdistan örneğinde görüldüğü gibi, bir sömürgeci savaş aracına ve ekonomi dışı zorla küçük üreticiliğin yok edilmesine dönüşmektedir. O halde kuş gribine karşı mücadele, ilk elde sömürgeciliğe ve ulusal baskıya karşı; ekonomi dışı zorla küçük üreticiliğin yok edilmesine karşı bir mücadele içinde tüm emekçileri ve demokratik güçleri birleştirmeyi hedeflemeli. Ancak bu yetmez. Bu aynı zamanda bu günkü ulusal devletlere ve de nihai olarak kapitalizme, yani özel mülkiyete ve kar ekonomisine karşı bir mücadele olmak; en azından ona dönüşmek zorundadır. Tabii Hak yolundan gidenler için, yani doğa ve toplum yasalarının söylediklerini anlayanlar; onların uyarılarına kulak kabartanlar için. 47
Bütün belirtilerin gösterdiği gibi, günümüz dünyasında, Kara, Özel Mülkiyete, hasılı Kapitalizme karşı olmadan hakka uygun bir toplumsal yaşam kurulamaz. Demir Küçükaydın demiraltona@hotmail.com http://www.koxuz.org 26 Ocak 2006 Perşembe
48
Mal Varlıkları, Özel Hayat, Devlet Sırları, Ticari Sırlar ve Sosyalizm Türkiye’de burjuvazi ile bürokratik oligarşi arasındaki kayıkçı dövüşünde, yolsuzluklar, karşı tarafı sindirmenin, tecrit etmenin, geri çekilişe zorlamanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. Bürokratik oligarşi, burjuvaziyi sindirmekte ve geri çekilişe zorlamakta bu aracı çok daha etkili ve başarılı olarak kullanmaktadır. Bu etkili ve başarılı kullanışın nedeni kendisinin daha temiz ve namuslu olması değil, bu silahları kullanabilecek pozisyonda olmasıdır. Tüm sırları bilirseniz, bunları istediğinize karşı istediğiniz gibi kullanabilir ve en önemlisi de kendi sırlarınızı koruyabilirsiniz. “Milli sır” veya “devlet sırrı” dediniz mi akan sular durur. Bu zırh karşısında burjuvazinin bu zırhı delecek bir mızrağı yoktur. “ ‘Milli sır’ neymiş, milletten gizlenemez hiçbir sır; devlet devlet ise millete hizmet etmelidir. O halde devlet sırrı da milletten gizlenemez!” diyecek cesareti yoktur burjuvazinin. Bu nedenle, bırakalım yolsuzlukları bir yana, ordunun harcamalarını ve bütçesini denetleyecek ve belirleyecek cesaretten bile yoksundur. Ama buna karşılık, kendisi, devlet partisinin ve oligarşisinin yolsuzluk suçlamaları karşısında, “Ticari sırlar” veya “Özel hayatın gizliliği” gibi, aslında ardına sığınması bir bakıma suçu kabul anlamına gelebilecek olan işe yaramaz içine girilmez siperdedir. Bu nedenle, bürokratik oligarşi, yani Ordusu ve bürokrasisiyle Türk Devleti, Emin Çölaşan gibi tetikçiler aracılığıyla burjuvazinin her türlü manevrasını kolaylıkla, yolsuzluk silahını kullanarak püskürtebilmektedir. Çok namuslu, temiz, kire bulaşmamış görünen ordu, (ki bu sadece görünüştür, her hangi bir denetim olanağı bulunmadığı için, yapılan her şey askeri sırlar örtüsünün altına gizlendiği için, “kol kırılır yen içinde”dir) aslında bütün bu yolsuzluk, irtikap ve çürümenin gerçek sorumlusudur. Sorumlusudur, çünkü, insanların demokratik haklarının olmadığı; fikir ve örgütlenme özgürlüklerinin olmadığı; her şeyin açık veya gizli devlet organlarının kontrolü altında olduğu bir ülkede, işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin kendi öz örgütlenmelerini yaratma; politik hayata ağırlıklarını koyma olanağı olmaz; kendilerini sermayenin ve devletin saldırılarına karşı korumaları olanağı olmaz. Bu da zenginlik ve yoksulluk farklarının korkunç boyutlara varmasına, demokratik denetim mekanizmalarının hiçbir şekilde oluşma ve gelişme olanağı bulamamasına; bürokratik keyfiliğin sonsuz artmasına yol açar. Bütün bunlar da ezen ve ezilen sınıfların tamamında korkunç bir çürümeye bu çürüme de tekrar bu olumsuzlukların pekişmesine, umutsuzluğun yaygınlaşmasına, işini halledebilmek için avane, kliyan (ahbap, tanıdık, torpil) ilişkilerinin güçlenmesine vb. yol açar. Böylece, kendi kendini besleyen bir çürüme, anti demokratikleşme, aşırı bir yoksulluk ve zenginlik çemberi ortaya çıkar. Türkiye’de doksanların başından beri yaşanan tamı tamına böyle kendi olumsuzluklarını besleyen bir süreçtir. Bu süreci başlatan, duvarın yıkılışı oldu. Bu yıkılış, 12 Eylül şokunu atıp toparlanmaya başlayan toplumsal muhalefeti birden bire demoralize etti ve sıfırladı. 49
Bürokratik oligarşinin egemenliğini korumak için özel savaşı başlatabilmesi, Kürt sorununda tam bir inkar ve baskı politikasına yönelmesi; az çok reform düşünen burjuvaziyi tamamen tasfiye edebilmesi (Özal’ın öldürülmesi); kendi içinde de benzer politikaları önerenleri tasfiyesi (Eşref Bitlis’in öldürülmesi) mümkün oldu. Bundan sonra mekanizma artık zaten kendi kendini üretir oldu. Ne var ki, bu tasfiyede, devlet bürokrasisinin en önemli silahlarından biri, yolsuzluklar oldu. Burjuvazide her zaman bulunan yolsuzluklar oldu. Ne devlet bürokrasisi, ne de burjuvazinin diğer kesimleri yolsuzluklardan daha azade değildir. Ama bürokratik oligarşi burada istediği yolsuzlukları gündeme getirebilmek gibi bir üstünlüğe sahiptir. Devletin bütün gizli servisleri emrindedir ve zaten o oligarşinin sert çekirdeğinin örgütlenmesidir. Bu nedenle yolsuzluklar alanı, burjuvazi ile bürokratik oligarşi arasındaki kayıkçı dövüşünde, burjuvazinin elleri kolları bağlı olarak kaldığı ve sürekli dayak yediği bir alandır. Ve bu, devlet bürokrasisinin geniş yığınları kendi arabasına bağlamasının etkili bir araçlarından biridir. Bürokrasi kontrolü dışına çıkma eğilimi gösteren her politikacıyı, yolsuzluklar sopasıyla kendi çıkarlarının ve egemenliğinin bir koruyucusuna döndürmektedir. Bir Demirel ya da bir Mesut Yılmaz, ya da Bir Türkeş ya da bir Çiller, daha mı az yolsuzluklara bulaşmıştı. Hayır aksine. Onlar çok daha büyük yolsuzluklar içindeydiler. Ama onlara hiçbir şekilde dokunulmadı. Çünkü bürokratik oligarşinin egemenliğini hiçbir şekilde sorgulamamayı aksine ona hizmet etmeyi öğrenmişlerdi. Sadece zaman zaman ayaklarını denk almaları için ucu gösterildi ve onlar da mesajı alıp ayaklarını denk aldılar. Sosyalistler ve devrimci demokrasi hiçbir zaman aklından şunu çıkarmamalıdır. Bu gibi yolsuzluk iddiaları ve dosyaları, hemen daima egemen sınıflar arasındaki bir mücadelede kullanılan silahlardır. Öncelikle hiç unutulmaması gereken işin alfabesi şudur. Bizler bir sistemle sorunluyuz kişilerle değil. Şu veya bu politikacının yolsuzlukları bizlerin bir sorunu olmaz. Herkes sonuna kadar “namuslu” olsa bu sistem daha iyi olmaz.
Bu nedenle bizler yolsuzluk dosyaları gibi sorunları her zaman var olan somut sınıf ilişkileri içinde değerlendirmek; bunların aslında egemen güçler arasındaki mücadelede tarafların kullandığı silahlar olduğunu; sorunun bu silahın hangi sınıfın çıkarı için; hangi politika için kullanıldığını görmek ve ifşa etmek olduğunu bir an için bile aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Ama biz bizzat bu silahın nasıl ve hangi çıkar için kullanıldığını göstererek ancak aynı zamanda bu silahı, onu ezilenlerin gözüne kül atmakta kullananlara karşı bir silaha dönüştürebiliriz.
İlk önce, bütün bu yolsuzlukların varlığı ile toplumda özgürlük ve hakların olmaması; ezilenlerin örgütlenememesi ve demokratik denetim ve kontrol mekanizmalarının bulunmaması; zengin yoksul arasındaki uçurumun açılması arasındaki ilişkiyi iyi koyarak; çürüme ve yolsuzlukların gerçek sorumlusunun iktidarı gerçekten elinde bulunduran bürokratik oligarşi ve onun keyfi baskıcı sistemi olduğunu; diğer yandan, bu bürokratik 50
oligarşiye karşı çıkar gibi görünen burjuvazinin korkaklığında ve tutarsızlığında olduğunu göstermek gerekir. Çünkü burjuvazinin korkaklığı ve tutarsızlığı aynı zamanda bu bürokratik oligarşinin gerçek iktidarı elinde bulundurmaya devam etmesinin en esaslı nedenidir. Burjuvazi korkak ve tutarsız olduğu için; yani kitlelerin örgütlenmesi ve özgürlüklerden korktuğu için; diğer yandan burjuvazinin bu korkaklığını ve tutarsızlığını dengeleyecek bir politik işçi hareketi bulunmadığı için (Bir ulus teorisi ve başka bir uygarlık programı olmaması, demokratik cumhuriyet hedefinin yitirilmesi gibi programatik eksikliklerden; Stalinizmin zaferi ve devrimci işçi hareketinin yenilgisi; daha sonra duvarın yıkılışının yarattığı moral çöküntüsü ve bozgun gibi bir yığın faktör sıralanabilir.) en küçük bir demokratikleşme ve demokrasi mücadelesi cephesi ortaya çıkamamaktadır. Tam da bu nedenle toplumdaki çürüme kendi kendini beslemektedir. Yani bizim görevimiz yolsuzluklarla mücadele değildir; yolsuzluklarla mücadele ettiğini söyleyenlerle mücadeledir. Çünkü onlardır gerçek yolsuzlukların ve çürümenin gerçek nedeni. Bir sorunu ortadan kaldırmak sonuçlarla mücadeleyle olmaz, onun nedenlerine yönelinmelidir. Yolsuzluktan işkenceye kadar her alanda böyledir bu. Sorun işkencenin yasaklayan kararnameler ya da polislerin eğitimi değildir; sorun insanların namuslu olması değildir. Sorunu böyleymiş gibi göstermenin kendisi bizzat egemen sınıf ve zümrenin çıkarlarını korumaya yarar. Dolayısıyla, bu gibi yolsuzluk tartışmalarında, esas vuruş yönümüz, yolsuzlukla itham edilen burjuva politikacıları değil; aksine burjuva politikacılarının yolsuzluklarını ifşa eden veya onları bununla itham eden ve bunu kendi anti demokratik sistemini korumak ve pekiştirmek için kullanan bürokratik oligarşinin sistemi olmalıdır. Bir devrimci demokratın, bir sosyalistin hiç aklından çıkarmaması gereken, ister yolsuzluk, ister işkence, ister başka bir keyfilik olsun, kendisinin esas görevinin, gerçekten egemen bürokratik oligarşiyi tecrit etmek ve parçalamak olduğudur. Bunu unutan her demokrat veya sosyalist muhalefet, bütün iyi niyetine rağmen pratik mücadeleler içinde kendini birden bu egemen oligarşinin fiili bir destekçisi olarak bulur. * Bu sadece yolsuzluklar konusunda böyle değil, her konuda böyledir. Örneğin, bu gün Anti Amerikancılık Türkiye’de, Bürokratik Oligarşinin ABD ile pazarlıklarında onun kendi egemenliğini ve pazarlık gücünü arttırmasının bir aracı olmakla sonuçlanır. Devrimci Demokrasinin, sosyalistlerin tavrı, ABD ile Türk Devleti arasındaki pazarlık ve rekabette, Anti Emperyalizm diyerek Türk devletiyle aynı paralele düşmek olamaz. Bizler tıpkı birinci dünya savaşında Lenin, Luxemburg, Troçki gibilerinin savunduğu, yenilgiciliği savunmalıyız. Yani esas mücadeleyi, içinde bulunduğumuz ülkenin egemenlerine yöneltmeliyiz. Bunu yapmadığımız takdirde, bu ülkelerin ezdiği halklarla birlik oluşturamayız; demokrasi güçlerinin birliğini sağlayamayız. Her dış savaş öncelikle bir iç 51
savaştır. Bölge sosyalistleri, kendilerine egemen olan, her biri gerici devletleri esas hedef olarak koymazlarsa, ABD ile bunlar arasındaki mücadelede basit bir piyon olmaya mahkumdurlar. ABD’ye ve diğer emperyalistlere karşı bir direniş cephesi, bölge halklarının birliği; bölge devletleri yıkılmadan; bir demokratik cumhuriyet kurulmadan olamaz. Tekrar yolsuzluklar sorununa dönersek, bizler esas vuruş yönümüzü burjuvaziye değil; bürokratik oligarşiye yöneltmeliyiz. Burjuvaziye karşı mücadelemiz, onun bürokratik oligarşiye karşı korkakça davrandığı; onunla iş birliği yaptığı; onu karşı en geniş cephenin oluşmasını engellediği noktasından olmalıdır. Onlara mücadeleye ihanet ettikleri noktasından vurmak, onlara korkaklara ve hainlere davranıldığı gibi davranmak gerekir. Yani tıpkı Marks ve Engels’lerin korkak Alman burjuvazisine, Lenin’lerin korkak Rus burjuvazisine karşı davrandığı gibi davranmak gerekmektedir. Prusya Yunkerliğinin, Rus Çarlığının yerinde bu gün Türk ordusu ve devlet oligarşisi bulunmaktadır. Ak Parti’nin Rus Kadetlerinden ya da 48 devriminin korkak Frankfurt Parlamenterlerinden farkı yoktur. Bu nedenle, Marks-Engels’lerin, Lenin’lerin tarihsel tecrübesi bu gün her zamankinden daha aktüeldir ve etüd edilmeyi beklemektedir. Orta doğudaki tek tek ülkeler bakımından durum buyken, dünya politikası bakımından durum, birinci dünya savaşı öncesindeki gibidir; ikincisi gibi değil. Orta Doğu’da ABD’nin karşısındaki ister emperyalist ister az gelişmiş olsun hiç bir devlet ilerici değildir. Bizler tıpkı ülke içinde bürokratik oligarşiye karşı burjuvaziyi ihanetle suçladığımız gibi; uluslar arası politika alanında da egemen devletlere aynı şekilde mücadele etmeliyiz. ABD’ye karşı direnişi, bölmek, zayıflatmak ve onunla iş birliği içinde bulunmakla. Yani örneğin Kürtleri değil; Kürtlere özgürlük vermeyerek onları ABD ile ittifaka zorladıkları için Türk, İran, Suriye devletlerine karşı mücadelenin önceliğini öne çıkarmalıyız. Çünkü bu devletler yıkılmadan; halkların ve inançların eşitliğine ve özgürlüğüne dayanan demokratik bir cumhuriyet kurulmadan, ABD’ye karşı bir direniş ve mücadele olanaksızdır. ABD’ye karşı bir direniş cephesi kurabilmek için, bölge halkları önce kendilerine egemen olan devletleri yıkmalıdırlar. Marks-Engels döneminde onlar, dünya politikası bakımından, Rusya’yı dünya gericiliğinin merkezi olarak gördüklerinden tüm okları ona karşı yöneltiyorlardı. Bu günkü ABD’yi o günkü Rusya gibi koymak son derece yanıltıcıdır. Bu günkü ABD, Avrupa, Çin, Rusya vs. hiç biri diğerinden ak kaşık değildir; aralarında hiçbir nitelik farkı bulunmamaktadır. Hepsi emperyalisttir. Birine karşı diğerlerini desteklemek söz konusu olamaz. Bu bakımdan durum, dünya politikası ölçeğinde bakıldığında, Marks-Engels dönemine değil, Lenin’lerin dönemine, birinci dünya savaşı öncesindeki döneme benzemektedir. Buna uygun olarak da, MarksEngels’lerin her şeyi Avrupa gericiliğinin kalesi Rusya’ya karşı savaşa tabi kılma anlayışının paraleli sayılabilecek her şeyi ABD’ye karşı savaşa tabi kılma anlayışının tersine, Lenin’ler döneminin yenilgiciliğinde olduğu gibi davranmak gerekiyor. Çünkü bu güçlerin arasında hiçbir nitelik farkı bulunmamaktadır gericilik ve halkların özgürlüğüne düşmanlık bakımından. Hepsi aynı karakterde olunca yıllardır denenmiş strateji Lenin’lerin yenilgiciliğidir.
52
*
Ama bir sosyalist için sorun orada bitmez. Bizler hiçbir yolsuzluk olmasaydı; bunlara hiçbir olanak tanımayan bir sistem olsaydı bile bu kapitalizme karşıyız. Bizlerin kapitalizme eleştirisi, onun yolsuzluklara kapı açması vs. gibi noktalardan değildir. Namuslu oportunistlerin en tehlikeli oportunistler olması gibi, yolsuzlukların olmadığı bir kapitalizm; “namuslu” bir kapitalizm en tehlikeli kapitalizmdir. Bizler onan, insan ihtiyaçlarına değil, kara dayanan bir sistem olması nedeniyle ona karşıyızdır. Kara dayanma özel mülkiyeti kutsal ve dokunulmaz kılmayı gerektirir. Ama bu kara dayanan ekonomi, ancak, özel, politik ve ekonomik gibi ayrımlara dayanan bir üst yapıyla; bir “dinle”, bir “uygarlık” olarak var olabilir ve örgütlenebilir. Dolayısıyla kara dayanma ile, özel, politik, ekonomik ayrımı gibi ayrımlar arasında özel mülkiyet, kar, işgücü, artı değer, işgücünün kullanım değeri gibi nitelikler bakımından kopmaz bir ilişki bulunmaktadır.
Bu şu demektir: bu uygarlığın dayandığı temel varsayımlardan birini çökerttiğinizde aslında bütün binayı da çökertirsiniz. Bu bakımdan konu aynı zamanda kapitalizme karşı mücadele ile de, bunun stratejik sorunlarıyla ve yeni bir uygarlık projesi ve programlaştırılmasıyla da yakından ilgilidir. Bunu biraz yakından görmeye çalışalım. Bilindiği gibi bu yolsuzluk sorunları ile birlikte hemen her zaman “Sırlar” sorunu gündeme gelir. Birileri hemen çıkar, Bunlar “özel hayatın sırlarıdır”, “bunlar ticari sırlardır” der. Birileri çıkar bunlar “Devlet sırrı”dır der.
Bu günkü toplumdaki tüm taraflar, ticari, siyasi (“Devlet sırları”) ve özel “sırlar” olabileceği konusunda kesin bir uzlaşma içindedirler. Bu günkü toplumun tüm çıkmazı da tam buradadır. Sosyalistler bunu sorgulamayı bile akıl edemez durumdadırlar. Etseler bile bir şey söyleyecek durumda değildirler çünkü daha önceden başka bağlamlarda bu tür durumlarda bizzat kendileri “Özel hayatın gizliliği”nin ya da “sırları”nın savunucusu olmuşlardır. Örneğin, ne zaman bir kitle hareketi yükselişi ya da bir terör eylemi olursa, burjuva devletleri hemen, telefonların evlerin dinlenmesi, bu dinleme işinin kolaylaştırılması türünden yeni yasalar çıkarırlar veya böyle yeni yasa teklifleri getirirler. Bu durumlarda solcular hemen her zaman, bu devlet kontrolüne karşı dururlar ama bunu hemen daima yeni yasaların özel hayatın gizliliğini dolayısıyla kişilerin haklarını ihlal ettiği gibi bir noktadan yaparlar. Yani isteseler de istemeseler de, burjuva uygarlığının, kar ekonomisinin dayandığı özel, politik ayrımını; özel hayatın gizliliğini vs. kabul etmiş ve savunmuş olurlar. Sosyalistler söz düzeyinde kapitalizme veya kar ekonomisine karşı durduklarını söylerlerken aynı zamanda kar ekonomisinin, burjuva uygarlığın dayandığı tüm sistemi en temelinden savunmaktadırlar. Yani eğer bir paralellik kurulmak gerekirse, ortada, tıpkı bir zamanlar Lenin’lerin, Troçki’lerin “demokratik cumhuriyet” ve “ulusların kaderini tayin hakkı” programının 53
çelişkisi gibi, bir çelişki bulunmaktadır. Bir yandan, devletin her türlü dilsel, dinsel tanımlanmasını ve eşitsizliği reddeden; bir tek köyün bile ayrılmasını kabul eden demokratik cumhuriyeti savunurken, diğer yandan ulusların kaderini tayin hakkı diyerek, ulusların bir dile, bir tarihe, bir halka göre tanımlanmasını, yani dillerin ve kültürlerin eşitliğine dayanmayan; demokratik olmayan bir cumhuriyeti savunmak gibi bir çelişki bulunmaktadır. Bir yandan kapitalizme, kar ekonomisine karşı çıkılmakta, ama diğer yandan, bu ekonominin dayandığı tüm üstyapı ve onun özel, politik ayrımı, olduğu gibi savunulmaktadır. Nasıl ulusların kaderini tayin hakkı, demokratik cumhuriyeti içi boş bir retoriğe çevirdiyse, burada da, özeli savunmak, kapitalizme karşı çıkmayı boş bir retoriğe, bir Pazar vaazına dönüştürür. İşçi ve sosyalist hareketin başına gelen tamı tamına budur. Özetle işçi hareketi sadece ulusların kaderini tayin hakkı dolayısıyla, demokratik cumhuriyeti; yani ulusun dile, dine, etniye dayanan her türlü tanımının reddi ilkesini bir retoriğe, içi boş bir kalıba dönüştürmemiş ve işçiler ve sosyalistler bir asgari programdan yoksun kalmış değildir; aynı zamanda özel hayatin gizliliğini savunmak gibi sözde burjuva devletinin baskılarına karşı çıkan formüllerle de, kar ekonomisi ve kapitalizme karşı çıkış da bir boş kalıba dönmüş, başka bir uygarlık programı bir yana, kar ekonomisini ve özel mülkiyeti reddeden program bile unutulmuş ve yitirilmiştir. Halbuki sosyalistler sorunu eğer bu uygarlığın dayandığı varsayımları sorgulama düzeyinde koysalar, bu otomatikman kapitalizmin sonunu getirecek bir hareketin yolunu açar. Özel hayatın gizliliği formülü ve savunusu, aslında burjuva uygarlığının, özel, politik ve ekonomik ayrımına dayanmaktadır. Kapitalizmden önce hiçbir sistemde, özel hayat diye bir kategori yoktur. Zaten özel hayat diye bir sosyolojik kategori de yoktur, “özel” ve “özel hayat” kategorileri, ideolojik, hukuksal, yani burjuva uygarlığının dayandığı ve örgütlenmesinin temelini oluşturan kategorilerdir. Örneğin Devlet sırları veya ticari sırlar da, bu ayrıma dayanmaktadır. Böyle bir ayrım olmadan, böyle sırlardan söz edilemez. Bunlar da, bu anlamda, hukuki ve ideolojik kategorilerdir. Sosyalizm henüz yükseliş dönemlerindeyken, henüz sosyalist bir uygarlık, bu ayrımın kendisini sorgulamak diye bir problemi olmadığı zamanlarda bile, gerçekten kapitalizmin dayandığı mantığı da sorguladığından, bilinçsizce ve kendiliğinden de olsa, sonu bu ayrımın kendisini sorgulamaya gidecek sloganlar ve programlar oluşturabiliyordu. Örneğin Ekim devrimini yapan Bolşevikler, bütün devlet sırlarını, gizli anlaşmaları açıklamayı bir program maddesi olarak önlerine koymuşlardı. Keza, insanların açlık tehlikesi karşısında, fiilen ticari sırları ve karı ve özel mülkiyeti sorgulama sonucunu yaratacak olan, tüm ticari sırların açıklanması; işçi denetimi; var olan işlerin çalışabilir nüfus arasında eşitçe dağıtılması gibi “Geçişsel talepler” ortaya atmışlardı. Bu taleplerin hiç birisi aslında doğrudan doğruya kapitalizmi sorgulamıyordu; ama toplumun, toplumsal yaşımın örgütlenmesi bakımından karın veya özel mülkiyetin dokunulmazlığını kabul etmiyorlardı. İnsanların ihtiyaçlarını ve birbirlerine karşı sorumla olduğunu hareket 54
noktası olarak alıyorlardı. Dolayısıyla, fiiliyatta kapitalizmin, özel mülkiyetin ve kar ekonomisinin aşılmasına gitmek zorunda kalıyorlardı. Bir bakıma tersinden yukarıda anlatılan çelişkiyi işliyorlardı. Temel fark, o çelişkide anti kapitalizm veya demokratik cumhuriyet bir retoriğe dönüşürken ve çelişki geriye doğru çözülürken, bu geçişsel taleplerde, çelişki kapitalizmin tasfiyesine varışla çözülmektedir. Ne var ki, bu “geçişsel talepler” çoktan unutuldu; hatta demokratik görevlerden kaçmanın; her biri dile, dine, etniye, soya tarihe göre örgütlenmiş gerici devletlere karşı mücadelenin gündemden düşürülmesinin araçları oldular. Türkiye gibi ülkelerde kimi radikal ve Marksist olduklarını söyleyen Troçkist gruplarda olduğu gibi. İşin ilginci, özel hayatın gizliliği ve dokunulmazlığı parolasıyla yapılan savunular, inisiyatifi burjuvaziye ve burjuva devletine vermekte, onlara, toplum adına özel hayatın sınırlandırılabileceği gibi karşı durulmaz bir argüman vermektedir. Bu durumda, sol muhalifler, toplumsal sorumluluğu fiilen burjuvaziye ve burjuva devletine terk etmekte, kendilerini iyice savunulamaz bir noktada bulmaktadırlar. Bu noktada da sürekli olarak yenilmektedirler. Savaş sonrasında hiçbir ülkede sosyalistler, devletin kontrolünü arttıran her hangi bir anti demokratik yasayı durdurabilmiş değillerdir.
Ama bir de söyle bir program ve davranışı göz önüne getirelim. Sosyalistlerin özel hayatın gizliliğini ve dokunulmazlığını savunmayı bırakıp, özel, politik ve ekonomik hayatın dokunulmazlığı ve gizliliği olamayacağını savunduklarını var sayalım. Yani evet buyursun devlet, benim hesaplarımı kontrol etsin; istiyorsa mektuplarımı okusun; telefonlarımı dinlesin; ama bütün şirketlerin, bütün devlet dairelerinin, bütün örgütlerin tüm yazışmaları; tüm dinlediği telefonlar; tüm tutanaklar; tüm kararlar da tüm insanların bilgisine ve kontrolüne açık olsun. Benim dinlenen telefonumun tutanakları her yurttaşın bilgisine açık olmalı; hesaplarım sadece devletin değil her yurttaşın bilgisine açık olmalı; ama aynı şekilde, bütün şirketlerin, kuruluşların, örgütlerin, devlet dairelerinin de herşeyi herkesin bilgisine açık olmalı. Nasıl özel hayatın gizliliği yoksa “Ticari sırlar” ya da “devlet sırları” da yok. Böyle bir yaklaşım, sosyalistleri birden savunma mevzilerinden ve programsızlıktan çıkıp inisiyatif kazandırmakla kalmaz, kapitalizmin temellerine ve dayandığı ilkeleri sorgulayarak, bir sosyalist uygarlığın üzerinde yükseleceği düşünsel temelleri atar. Bu aynı zamanda saldırı inisiyatifini tekrar kazanmayı sağlar; devlet ve burjuvazi devlet sırlarını ve ticari sırları savunma mevzilerine çekilirler. Tabii bu savunma mevziinde getirecekleri her argüman onlara karşı bir silaha dönüşür. Geçişsel taleplerin yıkıcı özelliği, onların kar ekonomisinin ve özel mülkiyetin dayandığı varsayımları sorgulamasında; insanların ortak yaşamını, sorumluluklarını ve ihtiyaçlarını ön plana çıkarmasındaydı. Onların yıkıcı potansiyeli buradaydı. Onlar henüz başka bir uygarlık projesinin bir parçası olarak ortaya koyulmamışlardı; bu kavramsal ve programatik temelden yoksundular ama bu potansiyeli içlerinde taşıyorlardı. Dünya işçi hareketi başka bir yol izlese, 20’lerin yenilgileri sonucu yok olmasaydı, belki sosyal mücadele pratiğinin içinde işçiler kendi denemeleriyle bu gün vardığımız yere çoktan 55
varmış, yani başka bir uygarlık projesine ulaşmış olabilirlerdi. Çünkü, Ticari sırların, devlet sırlarının tanınmaması ve toplumun bunları kontrol etmesiyle, özel hayatın dokunulmazlığının reddedilmesi arasında çok büyük bir yol yoktur. Ve bunların dokunulmazlığının olmadığı yerde; özel, politik, ekonomik ayrımının kendisinin fiili bir anlamı kalmaz, bu ayrımın kendisi kolayca reddedilip aşılabilir. Bunun için ille de tarihsel maddeciliğin bu bağlantıyı açıklayan bir din teorisi bulunması gerekmemektedir. Ezilenler mücadele içinde kendi denemeleriyle de buna varabilirler, sonra da Marksistler, bu fiili varışın ardındaki derin nedenleri araştırırken bunu açıklamak için genel olarak bir din teorisine ve bu çerçevede modern toplumun dininin teorisine varabilirlerdi. Böyle bir tarih de mümkündü. Eylem pek ala teorinin önünde yürüyebilirdi örneğin Fransız devriminde veya Paris komününde olduğu gibi. *
O halde bu yolsuzluklar bağlamında bizlerin programatik, stratejik ve taktik duruşlarımız şu özelliklere sahip olmalıdır. 1) Yolsuzluk iddialarının burjuvazi ve bürokratik oligarşi arasındaki mücadelede silahlar olduklarını bir an için bile unutmamak ve yolsuzlukların gerçek sorumlusunun toplumda en küçük bir demokratikleşmeye tahammül edemeyen; en küçük bir demokratik denetim ve ezilenlerin öz savunmasına olanak tanımayan bürokratik oligarşi olduğunu vurgulamak, esas mücadelenin sivri uçunu bu oligarşiye yöneltmek. Burjuvaziyi ise, bu oligarşiye karşı mücadeleyi zayıflattığı, dolayısıyla onun dolaylı suç ortağı ve işbirlikçisi olduğu noktasından saldırmak. Bu günkü Türkiye’de yolsuzluk, işkence, toplumsal çürümeyi ortadan kaldırmanın tek yolu bürokratik oligarşiyi ve onun egemenliğini alaşağı etmektir. 2) Doğrudan kapitalizmi, kar ekonomisini ve özel mülkiyetin dayandığı burjuva uygarlığının temellerini sorgulayan, devlet, sırları, ticari sırlar, özel hayat ayrımını ve bunların gizliliğini reddetmek. Bu günkü sistem hakkında başka bir dünyanın ne olabileceği hakkında bir tasavvur oluşturmak. Politik mücadeleden kaçanların sloganı haline gelmiş olan, “Başka bir dünya mümkün” sloganını, onun nasıl bir şey olduğunu göstererek içini doldurmak. Bütün özel, politik, ticari her türlü bilginin herkese açık olması. Emekçilerin bundan korkacağı hiçbir şey yoktur. Ama burjuvazinin ve devletin bu sırlar olmadan var ve egemen olması mümkün olamaz. Bir köyde, herkes herkesin ne yaptığını bilir. Bu nedenle orada çok daha az suç işlenir. Dünya madem ki globalleşti, bir global köy oldu diyorsunuz. O halde beyler global köyde, global köylüler gibi yaşayalım. Herkes herşeyi kontrol edebilmelidir. Ama özellikle insanlar, kendi çıkarlarının insanların çıkarı olduğunu söyleyen devletleri, şirketleri. Evet, biz ölümlü insanların hesaplarını, telefonlarını, mektuplarını kontrol etmek mi istiyorsunuz. Buyurun edin. Ve sadece siz değil, herkes herkesin bilgilerine ulaşabilmeli. Daha bu aşamada bile bundan zararlı çıkacaklar sizler olursunuz.
Ama biz de bütün şirketlerin, bütün örgütlerin, bütün devletlerin ve onların organlarının her şeyini de bilmek ve kontrol etmek istiyoruz.
56
O zaman bakın ne terör kalır ne de açlık ve sefalet, ne de yolsuzluk ve işkence. 29 Ocak 2006 Pazar Demir Küçük aydın demiraltona@hotmail.com
57
Avrupa’daki Göçmenler ve Kızıl Elmacıların Talat Paşa Yürüyüşü Türk Devleti, Avrupa’da yaşayan ve çalışan, Türkiye kökenli göçmen işçileri Dış politikasının basit bir aracı olarak kullanmakta ve kullanmaya çalışmaktadır. Onu Avrupa’daki göçmenlerin yaşadıkları ekonomik, politik, sosyal dezavantajlar ilgilendirmemektedir. Zaten Avrupa’daki göçmenlerin Avrupa’nın eşit haklı yurttaşları olması, Türk devletinin çıkarlarına da aykırıdır. O zaman onları dış politikasının basit araçları olarak kullanma şansı azalır. Bu nedenle, aslında birbirlerine karşı gibi görünseler de, Avrupa devletleri ile Türk devletinin çıkarları ortaktır. Avrupa’daki göçmenler üzerindeki ayrımcı ırkçılık, bu işgücünün sosyal ve politik hakları olmaması ve olağanüstü bir sömürü altında yaşaması nedeniyle, Avrupalı işgücünün yeniden üretiminin fiyatını düşürerek (işgücünün yeniden üretimine ilişkin, özellikle gastronomi gibi branşlar, tamamen kaçak ve göçmen işçilere dayanmaktadır.) kar oranlarının düşüşüne karşı bir eğilim sağlamakta, böylece bu devletlerin göçmen işçiler sırtından, çelişkileri azaltmasını sağlamaktadır; bu da öreğin Türk devletinin, dolayısıyla devlete egemen bürokratik kastın işine gelmekte ve bu göçmenleri kendi dış politikasının basit bir piyonu olarak kullanabilmektedir. Yani göçmenlerin ucuz işgücü durumlarının sürmesi ile Türk devletinin onları dış politikasının basit piyonları olarak, o ülkelere karşı bir baskı aracı olarak kullanabilmesi aynı madalyonun iki yüzüdür. Arada hayatı kayanlar göçmenler olurlar. Elbette, Avrupa’daki göçmenleri, bağış ve diğer başka desteklerin sağlanacağı bir lojistik destek gücü olarak gören solcusu, Kürdü, Alevisi de bir başka düzeyde aynı yaklaşımı tersinden sürdürürler. Onlar için de göçmenler, Avrupa’daki mücadelenin özneleri değildirler, çünkü onların Avrupa’da mücadele diye bir perspektifleri yoktur. Ama sadece onlar mı? Göçmen devrimci veya sosyalistlere, sadece göçmenlik ya da geldikleri ülkelerle ilgili konularda fikir soran ve son zamanlarda oy almak için birkaç göçmeni, şu veya bu politikanın izleyicisi olduğu için değil, göçmen kimliğiyle aday gösteren Avrupalı solcular ve partiler de aynı oyuna tersinden katılırlar. Ve böylece bir zamanların; bırakalım sosyalizmi bir yana, Polonyalıları Paris Komününde komutan yapan devrimci demokratik geleneklerin tüm unutulmuşluğu ve gerici bir milliyetçiliğin tüm insanlığı, sağıyla soluyla sardığı bir kere daha ortaya çıkar. *
İşte şimdi Türk devleti ve kontr gerillası Doğu Perinçek’in İşçi Partisi aracılığıyla şimdi Berlin’de “Talat Paşa Harekatı” namı altında yine Avrupa’daki Türkiye kökenli ve bir kısmı da hala Türkiye vatandaşı göçmenleri kendi dış politikasının basit bir piyonu olarak kullanma girişiminde bulunuyor. Amaç, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine “bakın Ermeni soykırımı konusunda üzerime fazla gelirseniz, Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli göçmenleri harekete geçirir başınızı ağrıtırım” mesajını vermektir. 58
Türkiye’de ulusun Türklük ya da Kürtlükle değil, belli bir toprak parçasında yaşıyor olmakla tanımlanması demokrasi projesini savunan Kürt özgürlük hareketini yasaklayarak ve baskı altında tutarak ve önderini Türk devletine teslim eden Avrupa Ülkeleri ve Almanya da aslında, devletlerin Türklük. Ermenilik, Kürtlük vs. ile tanımlanmasını teşvik etmekte dolayısıyla kendini Türklükle tanımlayan Türk devletini desteklemektedir. Çünkü ancak kendini Türklükle tanımlayan bir devlete karşı, o devletin baskı altına aldıklarının memnuniyetsizliği tıpkı Türk devletinin buradaki Göçmen Türkiyelileri yaptığı gibi kullanılabilir ve yine ancak kendini Türklükle tanımlamış bir devlete, Ermeni Soykırımını tanı diye o anki çıkarlar göre baskı yapılabilmektedir. Yani nasıl Türk devletinin Avrupa’daki Türkleri Türk dış politikası ve diplomasisinin araçları olarak kullanabilmesi, Almanya veya diğer Avrupa devletlerinin gerici milliyetçiliği ile mümkün oluyorsa, Avrupa devletlerinin de Türkiye’deki ezilenleri kendi dış politikasının araçları olarak kullanabilmesi ancak Devletin Türk devleti olarak kalmasıyla mümkün olabilmektedir. Böylece her ikisi de aslında devrimci demokrasi karşısında birbirlerini desteklemekte ve güçlendirmektedir. Bir ulusu örneğin veya başka bir etniyle, tarihle, soyla, kültürle ve bizzat böyle tanımlamayı reddetmenin ve yeryüzünden böyle tanımlayan ulusları yok etmenin ulusun birleştirici amacı olduğu bir ulusta, ezen bir etni, soy, sop, dil, din vs. olmayacağından, ezileni de olmaz ve o zaman ona karşı o ezilenleri kullanmak da mümkün olmaz. Aksine böyle bir ulus, bizzat Avrupa için esas tehdidi oluşturur. *
Türk devletinin ikinci bir amacı da şudur: son yıllarda Ermenilerin uğradığı katliamın yavaş yavaş gündeme yerleşmesi ve bu katliamı mahkûm etmeye yönelik bir anlayışın yayılma eğilimine karşı en gerici milliyetçiliği mobilize, etmek, güçlendirmek ve örgütlemektir. Böylece Avrupa’daki Türkiyeli göçmenler üzerinde daha büyük bir kontrol ve etki sağlayıp, Avrupa devletleri ile çelişkilerinde elini güçlendirmektir. Türk devleti bu yönde son yıllarda büyük mesafeler kaydetti. Bundan onbeş yirmi yol önce, Avrupa’daki Türkiyeliler, Konsolosluk kapılarında, hudut boylarında aşağılanan, gönderecekleri dövizlerden başka hiçbir şeylerine değer verilmeyen bir durumdaydılar. O zamanlar Avrupa’daki Türkiyeli göçmenler yavaş yavaş bir eşit haklar mücadelesi için hareketleniyor, ilk örgütlenme ve mücadele deneylerinde bulunuyor; ırkçı saldırılara karşı gençler öz savunma çeteleri kuruyorlardı ve bu hareketler bütünüyle Türk devletinin kontrolü dışında gelişiyordu. Ancak Türk solcuları ve Kürt özgürlük hareketi bu eğilimi hiçbir zaman ciddiye almadılar veya sadece kendilerinin Türkiye ya da Kürdistan’da yürüttükleri mücadelenin bir aracı olarak algıladılar. Bu gerici ve milliyetçi yaklaşım bir bakıma, Türk devletine ilham verdi ve bilinçsiz de olsa Türkiyeli göçmenler arasında, tam da Türk devletinin göçmenleri bu sefer kendi dış politikasının ve diplomasisinin basit bir aracı olarak kullanabilmesi için humuslu bir 59
toprak oluşturdu. Kürdistan’da savaşın yükselmesi ve Kürt Ulusal Hareketinin Avrupa’daki Kürtleri sadece bir destek üssü olarak görmesi; onları kendi politikasının araçları olarak harekete geçirmesi de Türk devletini esinledi ve Avrupa’daki Kürtleri dengelemek için Türkleri örgütleme politikasına hız verdi. Kürt Ulusal Hareketi, tam da bir ulusal hareket olmanın sonucu olan bir dar görüşlülükle, bu konuda son derece yanlış bir stratejiyle adeta Türk devletinin önünü açtı. Kürt Ulusal Hareketi Avrupa’daki Kürtlerin veya göçmenlerin mücadele eğilimini, kendi mücadelesini bölen ve onun gücünü azaltan bir hareket olarak gördü. Tabiri caiz ise, Avrupa’daki göçmenlerin doğmakta olan mücadelesini arkadan vurdu. Hâlbuki başlangıçta, örgütlü güç, biraz uzak görüşlü olarak, Avrupa’daki göçmenlerin mücadelesinin yükseltilmesine yöneltilse; onları Avrupa devletlerine karşı bir baskının aracı olarak kullanmakla sınırlı bir politika izlenmeseydi, bu gün Avrupa’da durum çok başka olabilirdi. Bu gibi yanlışların sonucu da olarak, Avrupa’daki Türkiyeliler, Kürdüyle Türküyle Avrupa’nın en az hakka sahip olan ve buna rağmen en uysal, en köle ruhlu göçmen kitlesini oluşturmaktadırlar. İngiltere’de, daha dün ataları, dedeleri kelimenin gerçek anlamıyla köle olarak yaşamış Karayibliler, Afrikalılar defalarca isyan etmişken; Fransa’da daha geçenlerde Afrikalı gençler isyan etmişken, Türk ve Kürtler kuzu kuzu oturan bir göçmen azınlık olmaya devam etmektedirler. Bu kültürde de yankısını bulur. Örneğin Fransa Rai müziğinin yayıldığı, İngiltere’de Rasta geleneklerinden kaynaklanan, Reggy’den kaynaklanan müziklerin ortaya çıktığı bir yerdir ama Avrupa’daki Türk veya Kürtlerden çıkmış bir protest müziği yoktur yoksul göçmen gençlerin ruhunu kavrayabilecek. Kürt Ulusal Hareketinin kısa vadeli ve dar görüşlülüğünün, Avrupa’daki göçmen hareketlenmesini nasıl Türk devletinin ve faşistlerinin adeta kucağına ittiğini bir iki örnekle belirtmek yerinde olabilir. Örneğin, Mölln’de yakılanlar karşısında o zaman Kürt Hareketi bunun Kendisinden dikkatleri kaçırmak için yapılmış bir provakasyon olduğunu söyledi. Almanya’nın belli alanlarda desteğini veya en azından hoşgörüsünü sağlamak için, bu yakma olayına karşı Türkiyeli göçmenler arasında radikalleşen hareketten uzak durdu. Tıpkı Türk solcuları gibi, Avrupa’daki varoş gençlerinin Türk bayrağı takmasını veya Türklüklerini öne çıkarmasını, Türkiye’deki faşistlerin Türklüğüyle karıştırdı ve onları Türk devletinin ve Faşistlerin adeta kucağına itti. Buradaki gencin Türk bayrağı taşıması veya Türklüğünü öne çıkarması, ırkçı baskıya karşı bir direniş anlamına geliyordu. Bu bütün ırkçı baskılarda görülen bir şeydi. Almanya’da Türk aşağılama sıfatıydı. Bu gençler Türklükle ilgili sembollere sahip çıkarak, tıpkı siyahların siyahlıklarından utanmayı bırakıp “siyah güzeldir” demeleri gbi davranmış oluyordu. Veya yeni Kaledonyalıların, Fransızların aşağılamak için kullandıkları Kanaken sözcüğünü alarak kendilerini Kanaken olarak tanımlamaları gibiydi. Eğer buna takılmadan, bunun somut anlamı anlaşılsa, bu hareketin içinde yer alınsa o hareketin içinde olarak, göçmenlerin mücadelesi
60
bakımından Türk bayrağı taşımanın, bütün diğer göçmenlerle birleşmeyi ve onları harekete geçirmeyi engelleyen, mücadeleyi zayıflatan bir sembol olduğu söylenseydi o gençler hızla bu kanaldan, çok ileri politik noktalara kayabilirlerdi. Bir başka örnek. Almanya’daki Türkiyeliler, kendilerine Misafir işçi denmesine karşı çıkıp kendilerinin bu ülkelere gelmiş göçmenler olduklarını bu ülkelerde çalışıp vergi verdiklerine göre tüm haklara sahip olmaları gerektiğini söylüyorlar ve örneğin Almanı Alman halkından olmakla, dolayısıyla kanla tanımlayan, 10 nesildir Rusya’da yaşayan, Kazakistan’da büyümüş, bir kelime Almanca bile bilmeyen “Alman” otomatik olarak Alman vatandaşı olurken, burada doğmuş, Almancası ana dili gibi veya daha iyi olan göçmenlerin hiçbir hakkı olmamasını sorguluyorlardı. Bu özellikle Misafir İşçi kavramı üzerinden bir savaşla yürüyordu. Göçmenler misafirlik kavramını hiçbir şekilde kabul etmiyorlardı. Bu tartışmalarda, Kürtlerin temsilcileri hemen daima, burada göçmenlerle birlikte mücadele edecek yerde, kendilerinin Türk devletinin baskıları nedeniyle burada olduklarını, Eğer Avrupa Kürtleri destekler ve Kürtler haklarına kavuşur veya ayrı bir devletleri olursa, buradan geri gideceklerini, şimdilik burada misafir olduklarını söyleyip göçmenleri adeta arkadan vuruyorlar, göçmenlerin burada misafir oldukları dolayısıyla önlerine konana teşekkür edip minnettar olmaları gerektiğini söyleyen en gerici politikacılarla aynı şeyleri söylemiş oluyorlardı. Böylece Kürtler, radikalleşme ve politikleşmelerini, Avrupa’daki göçmenlerin mücadeleleriyle birleştiremedikleri, böyle bir perspektifleri olmadığı, tabiri caiz ise bu göçmenlerin doğmakta olan mücadelesini adeta kendilerine düşman ve engel gördükleri için, bu radikalleşme dalgası da büyümediği gibi, Avrupa’daki göçmenlerin bir harekeni örgütleyip tüm göçmenleri birleştirme şansı da olmadı. Böylece sonraki yıllarda bu sefer Türk devletinin Avrupa’daki Türkleri, dış politikasının araçları olarak örgütlemesinin koşulları oluştu. Elbette, duvarın yıkılması, bu yıkılma sonucunda Türkiye’den gelen Türk veya Kürtlerin Polonyalı ve diğer Doğu Avrupalılara göre konumunun yükselmesi; yeni gelenlerin Almanlık temelinde geldikleri için, eşit haklar diye bir sorunun olmaması; Sol hareketlerin bu araççı tavrı sonucunda göçmenlerin bütünüyle hukuki çifte vatandaşlık gibi sosyal demokrat stratejilere kayması; Duvarın yıkılışının yarattığı o müthiş ideolojik gericileşme; Türkiyelilerin sınıf kompozisyonunun değişmesi; küçük dükkancılığın ve bir burjuvazinin ortaya çıkması; çanak antenlerin çıkışı ve bunun aracılığıyla Türk devletinin ve televizyonunun muazzam etkisi; benzerinin Medya TV’de de Kürtler için gerçekleşmesi gibi bir çok etkenin bir araya gelmesi gibi bir sürü faktör de bu günkü durumun oluşmasında etkili oldu. Bu gün Avrupa’daki göçmen Türkiyelilerin bir sosyal hareketi bulunmadığı gibi, böyle bir sosyal hareket oluşabileceğine dair düşünsel ya da kültürel bir akımın izi bile bulunmamaktadır. Türkiyeliler Türkiye veya Kürdistan’a yönelik olarak örgütlenmiş ve bölünmüş bulunmaktadırlar. Aleviler Alevilikle, Kürtler Kürtlükle vs. uğraşmaktadırlar. Hiç birinde
61
Avrupa’da bir mücadele verme perspektifi yoktur. Hepsi kendilerini Türkiye’deki mücadelenin bir destek gücü olarak görmektedirler, burada ortaya koydukları bazı talepler bile buradan ziyade, bir örnek aracılığıyla Türkiye’deki taleplerine destek kazandırma amacına yöneliktir.
İşte bu ortamda Türk devleti Doğu Perincek gibiler aracılığıyla, Avrupa’daki Türkleri, dış politikasının basit uzantıları olarak kullanmak üzere mobilize etme denemelerine girmektedir. A. Avni 15 Mart 2006 Çarşamba
62
Dünya Kupası’nın Düşündürdükleri Almanya’da bir festival havası var. Sadece futbol maçlarının yapıldığı şehir ve stadlar değil, her yer bir festival görünümünde. Her şehirde bir veya birkaç yere, büyük ekranlar, bu ekranların civarına içecek, yiyecek ve hatıra eşyası satan sergiler kurulu. Ama sadece bu kadar da değil. Neredeyse, her lokanta, her Kneipe (İngilizlerin Pub’u ya da Fransızların Cafe’sinin Alman’yadaki karşılığı denebilir), hatta her büfe de, genellikle bir Televizyon ekranı koyuyor içeriye veya önüne. Bütün arabalarda, evlerde başta Alman bayrağı olmak üzere bayraklar, yine aynı “ulusal renkler” ile boyanmış yüzler, T-Shirt’ler, şapkalar. Bu sadece Almanya’da böyle değil, neredeyse bütün ülkeler, dünyanın her yerindeki insanlar çeşitli derecelerde benzer bir havanın içinde. Her yerde neredeyse temel konuşma konusu bu. Bu atmosferin dışına çıkmak mümkün değil. Biraz kafa yormanın zamanıdır.
Uluslar ve Globalleşme Ulusçular ulusun ne olduğunu tanımlamaya çalışırlarken, bunların içinde bir eğilim ulusların tarihten geldiğini, unutulmuş ve uyutulmuş ulusal bilincin uyandırılması gerektiğini söylerler, bu daha ziyade daha gerici ulusçuluğun bir alameti farikasıdır. Nispeten daha demokratik ulusçular ise, geçmişten ziyade, fiziksel ya da kültürel özelliklerden ziyade, geleceğe yönelik bir tanımda yoğunlaşırlar, ortak bir ülkü birliğinin bir ulusu ulus yaptığını söylerler. Bunların yanı sıra, ortak bir kaderin ve yaşantının da bir ulusu ulus yaptığını söyleyen bir ekol daha vardır özellikle “Avusturya Marksizmi” kökenli. Tabii bir de bunların hepsini birden veya çeşitli kombinasyonlarını bir ulusun, ulus olmasının koşulu olarak (örneğin Stalin’in Ulus tanımı göz önüne getirilsin) getirenler de vardır. Bu “teori” ve bu kriterlerin hiç birisi nesnel olarak ulusun ne olduğunu anlatmazlar. Çünkü bunların hepsi, “ulusal olanın politik olanla çakışması” gerektiğini kabul etmiş; veya bunda bir sorun görmeyen ulusçulardır. Onların sorunu, o “ulusal olanın” neyle tanımlanacağıdır. Yani, bütün bu ulus tanımlarını yapanlar ulusçulardır. Ulusun ne olduğuna ilişkin farklı teoriler olarak ortaya konan teoriler, aslında farklı ulusçuluklardır. Yani ortadaki farklılıklar farklı ulus tanımları değil, farklı ulusçuluklardır. Onlar ulusun tanımını ve ulus olmanın kriterlerni koyduklarını söylerlerken ulusun ne olduğunu bizlere açıklamış olmazlar ama farklı ulusçulukların ne olduğu hakkında bizlere açıklanması gereken zengin bir malzeme sunarlar. Farklı ulus tanımlarının farklı ulusçuluklar olduğu kavranınca bu farklı tanımların var oluş
63
nedenlerini anlamak da kolaylaşır. Ve o zaman sorular şöyle sorulabilir: “Niçin ulusu şu veya bu şekilde tanımlayan ekoller vardır ulusçular içinde? Niçin şu veya bu kriter ulusun tanımı olarak getirilmektedir?” Soru böyle sorulunca, yani farklı ulusçulukların niye var olduğu ve ulusu öyle tanımladığı araştırılınca, bunun ardında tam da Marks’ın dediği gibi, üretim ilişkileri ve bu ilişkiler içinde var olan konumu ve çıkarı farklı grupların (sınıfların) çıkar, karakter ve eğilimleriyle karşılaşırız. Çok kaba hatlarıyla, insan haklarına, ülkü birliğine dayalı; ulusu geçmişle değil, gelecekle, amaçla tanımlayan ulusçulukların nispeten demokratik ulusçuluklar olduğunu; Tarihle, Kültürle (dille, dinle, soyla, ırkla vs.) tanımlayan ulusçulukların gerici ulusçuluklar olduğu söylenebilir. Elbette bu iki temel biçim arasında bir çok gri tonu bulunmaktadır.
Avusturya Marksizmi’nin ortak yaşantı ve kader birliği kriteri ise, şu veya bu şekilde bir ulus bir kere oluştuktan sonra ortaya çıkar. Yani kader ve yaşantı birliği ulusu yaratmaz, ulus bir kere ortaya çıkınca, kader ve yaşantı birliği oluşur. Avusturya Marksizmi’nin sorunu, ulusun ve ulusçuluğun sonucu olarak ortaya çıkan bir görüngüyü, onun bir kriteri gibi ele almasındadır.
Ulus demek, her şeyden önce, politik olanın, yani devletin tanımlandığı “şey”dir. Bir devlet bir kere ortaya çıkınca, veya devleti olmasa bile bir kere bir devlet için, kendini bir ulus olarak tanımlayan bir grup ortaya çıkıp da bunun için mücadeleye başlayınca; bu ulus nasıl bir tanıma dayanmış olursa olsun, bir ortak yaşantı ve kader birliği başlar. Başlangıçta bütünüyle, politik bir hedef olan, imajiner olan, fiili bir gerçeklik olarak görünmeye başlar.
İnsanlar okullarda aynı kitapları okurlar, aynı dili ve yazıyı öğrenirler; aynı vergi sistemi, aynı idari sistem, aynı sınıf ilişkileri içinde yaşarlar, aynı devletin ordusunda askerlik yaparlar, aynı müzikleri dinlerler. Bir süre sonra, bu ortak yaşantı ve kader, ortada gerçekten, tıpkı sınıflar gibi, hatta sınıflara göre çok daha net ve açık olarak görülebilen ulus diye bir “şey” olduğu, bunun tamamen doğal bir şey olduğu; başka bir var oluşun mümkün ve tasavvur edilebilir olmadığı fikrini ortaya çıkarır. Ve bu korkunç bir yanılsamaya yol açar. Aslında bu yaşantı birliğini, kader birliğini (ulusu) yaratan devletin, politikanın kendisi iken; sanki devleti ve politik olanı yaratanın o ortak bir kaderi ve yaşantıyı paylaşan topluluk (ulus) olduğu görüşü yayılır. Böylece ulusu ulusçuların yarattığı; ulusların ulusçular olduğu için var olduğu gerçeği; kendi zıddı biçiminde görünür. Ortada bir ulus olduğu için ulusçuların olduğu biçiminde görülür. Bu nedenle, ulusu nesnel olarak belli kriterlerle tanımlama yolundaki her girişim, aslında bütünüyle kendi zıddı biçiminde ortaya çıkan görünümden hareket ettiği için metodolojik olarak idealizmle damgalıdır. Yani ilk bakışta ulusu, tıpkı sınıflar gibi nesnel kriterlerle tanımlama girişimleri, çok materyalist görünmelerine rağmen, aslında düşüncenin varlığı belirlediği bir anlayışı hareket noktası yapmış olurlar; yani ulusçuların ulus anlayışlarını, ulus tanımları olarak kabul etmiş olurlar. * 64
Her neyse, konumuz bu değil. Şu ortak yaşantı ve kader birliği kriterine dönelim. Bir an için, birer ulusçu olalım ve ulus olmanın en temel ölçülerinden birinin ortak bir yaşantı birliği, kader birliği olduğunu var sayalım. Bunu kontrol edelim. Bu günkü dünyada, bu günkü globalleşme çağında, bu kriterin büyük ölçüde aşındığı görülmekte. Çünkü bütün dünyada, milyarlarca insan, aynı fabrikadan çıkmış televizyon ekranlarından aynı programları izliyor, aynı maçları izliyor; aynı sahneleri görüyor; aynı atmosferler içinde yaşıyor. Bu Dünya Şampiyonası, olimpiyatlar, savaşlar, büyük felaketlerde özellikle çok netleşiyor. Örneğin Türkiye’de bir zamanlar, geçmişte yaşanmış bir “Erzincan Zelzelesi” vardı. Bu Türkiye’de yaşayan insanların ortak hafızasına kazınmıştı. Türk ulusunun ortak yaşantı ve kader birliğini yaratan bir olay olarak görülebilirdi. Ama son tsunami örneğin, neredeyse tüm uluslardan herkesin ortak hafızasına aittir. Yani ulusun “din” gibi değil de “sınıf” gibi nesnel olarak kriterleri sıralanabilir nesnel bir “Şey” olduğu düşüncesine yol açan, ortak kader ve yaşantı birliği bile, kökünden sarsılmaktadır. Evet, hala devletler belirlemektedir politik gelişmeleri, hala devletlerin bayraklarını asmaktadır insanlar, ama herkesin “kendi” devletinin veya ulusunun bayrağını asması olayının kendisi bir ortak yaşantıdır. Bu ortak yaşantı aynı devletin (ulusun) takımı kazandığı veya kaybettiğinde o ulustan olanların duyduğu sevinç veya üzüntüden daha az önemli değildir. Bir ulusun içinde bile, farklı takımları tutanlar kazanç veya kayıplarda benzer farklılıklar yaşarlar. Bu farklılıklar dünya çapında bir ülke ölçüsündeki kazanan kaybedenlere benzetilebilir. O halde, bu gerçek zamanda herkesin aynı şeyleri görüp, aynı şeyleri yaşadığı dünyada, ortak yaşantı ve kader birliği, artık ulusal sınırları çoktan parçalamış bulunmaktadır. O halde, gören göz için, bu futbol şampiyonasının bir kere daha ortaya çıkardığı bir gerçek var, sadece ulusçuluk değil; ulusların kendisi, yani ulusal devletlerin kendisi, üretici güçlerin bu günkü gelişmişlik düzeyinde insanlığın var oluşunun ve mutluluğunun önündeki en büyük engeldir.
Mücadele, bütün dünyada, bizzat uluslara, ulusal devletlere karşı olmalıdır. Ulusların ve ulusal devletlerin kendisini akıl ve mantık dışı; yıkılması gereken en büyük ve acil sorun olarak görmeyen her politik proje gericilikle sonuçlanmaya mahkumdur. Dünyada sosyalizmin ve sosyalistlerin entelektüel güçlerini, canlılıklarını, perspektiflerini yitirişinin temelinde uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadeleyi gündemin başına koymamak bulunmaktadır. Sosyalistler sadece özel mülkiyete saldırıyorlar, ama esas politik iktidarı elinde bulunduran ve özel mülkiyet kadar insanlığın önünde bir engel oluşturan uluslara ve ulusal devletlere hiçbir saldırıları yok. Hatta aksine, “Emperyalizme karşı” ulusları, ulusal devletleri, sınırları savunuyorlar. Hem de en gerici biçimindekileri bile.
Gören göz için, bu Dünya Futbol Şampiyonası, bir tek dünya cumhuriyeti için, yani insanların 65
dili, dini, etnisi, soyu, sopu, oturduğu yer ne olursa olsun eşit olduğu; eşitliğin ulusların ve devletlerin yurttaşlarıyla sınırlı olmadığı ve onlarla dolayımlanmadığı sınırsız ve ulussuz bir dünya için maddi koşulların çoktan oluştuğunu; olgunlaştığını, hatta çürümeye yüz tuttuğunu gösteriyor.
Sol Neden “Ofsayt”ta?
Almanya’da yapılan futbol şampiyonasının, sırf bir ortak yaşantı ve kader birliği bağlamında bile nasıl ulusların kabuğuna sığmadığını ve onu aşındırdığını önceki yazıda ele almıştık. Bu gün dünyadaki her hangi bir soruna, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusların (en demokratik tanımlanmış ulusların bile) insanlığın kurtuluşu önündeki en büyük engel ve fiili bir ırkçılık anlamına geldiğini kavramayan her politik parti veya hareket, birden bire kendini en kötü gericiliğin destekçisi olarak bulur. Çünkü böyle yaklaşmadığınız sürece, dünyayı ve ondaki politik gelişmeleri anlama ve onlara karşı bir politik tavır ve program geliştirme şansınız olmaz. Çünkü soruna böyle yaklaşmadığınız sürece, bu gün dünyaya egemen olan ulus devletlerin ırkçı bir sistemin araçları olduğunu göremezsiniz. Yani ırkçılığı bir tehlike olarak görürsünüz, yeryüzü ölçüsünde var olan bir sistem olarak değil. Çünkü böyle yaklaşmadığınız sürece siz bir ulusçulusunuzdur; insanların değil ulusların eşit olduğu insanların ancak uluslar aracılığıyla eşit olabileceği gibi bir yaklaşıma sahipsiniz demektir. Sosyalistler insanların her hangi bir ulus dolayımıyla değil, doğrudan eşit hakları olduğu bir düzen için mücadele etmeyi bayraklarının en başına yazmak zorundadırlar. Yani, Türkleri, Almanları, Amerikalıları, Türk, Alman, Amerikan uluslarına karşı savaşmaya; Türk, Alman, Amerikan olmaktan çıkıp İnsan olmaya çağırmalıdırlar. İnsan ise, ancak, politik olanı ulusal olanla tanımlamamış bir dünya cumhuriyetinde olunabilir. Hem insan, ham de Türk, Alman, Amerikan vs. olunamaz. Bu günkü sistem Türklerin, Almanların, Amerikalıların, insanlar üzerindeki diktatörlüğüdür. Sosyalistlerin görevi, İnsanların Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki diktatörlüğünü kurmaktır. Sorun şudur: politik olan neye göre tanımlanacaktır? Şu veya bu biçimde tanımlanmış bir ulusa göre mi, İnsan’a göre mi? Biri ulusal devletler, dünyanın sınırlar ve devletlerle bölünmesi, diğeri dünya cumhuriyetidir; sınırların ilgasıdır.
Demokratik bir cumhuriyet ancak, İnsanların, Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki bir diktatörlüğü olarak var olabilir. Ki bu aynı zamanda “Proletarya Dikatörlüğü”nün kendisidir. “Proletarya diktatörlüğü” ancak “İnsanların bir diktatörlüğü” olarak var olabilir. Türk, Alman, Amerikan devletleri olarak var
66
olamaz bir proletarya diktatörlüğü.
Sosyalist devrim her şeyden önce İnsanların uluslara karşı bir savaşı olmak zorundadır.
İşte dünyanın sorunlarına böyle bakmadıkça, dünyadaki hiçbir soruna karşı bir politika ve program geliştirilemez. Ve bir anda politik olarak “ofsayt”a düşülür. * Örneğin, Avrupa Birliği, ulusçu bir bakış açısından, gerici ulusçuluktan kurtulma, onu aşma gibi görülebilir. Türkiye’de bol bol görülebilecek, “Avrupa Ulusu Devleti Aşıyor” övgüleri hatırlanabilir. Ama Ulusun ne olduğunu kavramış ve ulusların, NASIL TANIMLANIRSA TANIMLANSIN (yani demokratik veya gerici ulusçuluğa göre tanımlanmış olsunlar fark etmez), insanlığın kurtuluşunun önündeki en büyük engel, bütün sorunların başı olduğunu düşünen biri açısından, yani bir Devrimci Marksist açısından, yani İnsan açısından, Avrupa Birliği, en gelişmiş biçimiyle bile (Yani Amerika Birleşik Devletleri gibi bir Avrupa Birleşik Devletleri olması durumunda ve Avrupalılığı sırf teritoryal olarak tanımlaması hiçbir kültürel ve tarihsel gönderme yapmaması durumunda bile), ulus devletin aşılması değil; kendini Avrupa denen toprak parçasıyla sınırlamış; ulusu yere göre tanımlayan ve bu topraklar dışında kalan insanları her türlü haktan yoksun kılan, yeni bir ulus devletin kurulmasıdır. Yani ilerici değil, gericidir. Çünkü, insanlığın büyük bölümünü dışlamakta; ömrünü doldurmuş ulusları ve ulusal sınırları yaşatmaya çalışmaktadır. Ama sosyalistler ya da insanlar için sorun, tıpkı Türklüğü yok etmek olduğu gibi, Avrupalılığı da yok etmektir. Avrupa’ya girip girmemenin doğru veya yanlış olduğunu Türkler veya Avrupalılar tartışır veya tartışabilir. Ama sosyalistler ya da insanlar için tartışma Türklüğün ve Avrupalılığın nasıl yok edileceği noktasındadır ve öyle olmak zorundadır. Sosyalistlik ya da İnsanlık, Türklük ve Avrupalılık ile bir arada bulunamaz ve uzlaşmaz. Birinin olduğu yerde diğeri var olamaz. İnsanlar Türk veya Avrupalı olamaz, Avrupalı veya Türkler de İnsan olamaz. Aynı şekilde bir sosyalist bir Türk, bir Alman veya Avrupalı olamaz; sosyalist ancak İnsan olabilir; tersinden bir Türk, bir Alman veya bir Avrupalı da bir Sosyalist (veya İnsan) olamaz. Ancak uluslara karşı mücadeleyi gündeminin başına koymuş, tüm insanları uluslar, ulusal devletleri ve ulusal sınırları yıkmaya çağıran bir hareket, bu gericiliği görebilir, teşhir edebilir ve ona karşı mücadele edebilir. Avrupa Birliği karşısında, solun temel açmazı tam da budur. Bütün dünyada, ulus perspektifinin ötesine gidememiş sol, Avrupa Birliği sorununa hiçbir çözüm önerememektedir örneğin. Bir ülkede sol Avrupa Birliği’nden yana iken diğerinde karşıdır. Avrupa Birliği’ne karşı olanlar genellikle, en tutucu ve gerici milliyetçilerle, bürokratik ve askeri oligarşilerle; yana olanlar globalizm hayranlarıyla, liberallerle yan yanadır. Ama eğer bu günkü en demokratik biçimiyle bile ulusal devletin artık yeryüzü çapında ırkçılığın bir aracı olduğu gerçeğinden yola çıkıyor ve insanları uluslara ve ulusal devletlere 67
karşı bir savaş çağrısı yapıyorsanız; Türkleri, Almanları, Fransızları, Rusları, Amerikalıları ya da Avrupalıları, Türklüğe, Fransızlığa, Amerikalılığa, Rusluğa, Amerikalılığa, Avrupalılığa karşı savaşa, Türklüğü, Almanlığı, Avrupalılığı, Amerikalılığı bırakıp İnsan olmaya çağırıyorsanız, hiç de yukarıdaki gibi açmazlar içinde kalmazsınız. Aksi takdirde bu ırkçı sistemi yaşatma ve pekiştirme yönündeki yaklaşımları bir ilerleme ve demokratikleşme olarak görürsünüz. *
Tam da bu Dünya Futbol Şampiyonasının yapıldığı günlerde, Der Spiegel dergisi, Yeni Uluslar Göçü, “Yoksulların Akını” kapağıyla bir sayı yayınladı. Konu, “yoksul ülkelerden insanların zengin ülkelere kapağı atma”larıydı. Dikkat edilsin, bizzat bu başlığın kendisi Irkçı’dır. Ama bu ırkçılığı, bir Alman, bir Türk, bir Avrupalı’nın görmesi mümkün olmadığı gibi, bizzat onlar bunu yaratırlar ve savunurlar. Bir Alman; bir Türk, Bir Avrupalı, bir “Yeni uluslar göçü”nden, yoksulların bir “akın”ından söz edebilir ve edecektir. Ama tüm insanların eşitliğini, bırakalım gerçek ekonomik eşitliğini, yani kapitalizmin ilgasını bir yana, formel, hukuki eşitliğini, savunan bir İnsan için, bu ulusların “akın”ı, yoksulların kapatıldıkları bantustandan , hapishaneden firarı; o hapishanenin ve duvarların dışına kaçma, o duvarları bilinçsiz bir yıkma çabası olarak görülür. Ulusçuya, yani bir Türk, Alman veya bir Avrupalıya, bir saldırı, bir “akın” olarak görülen, İnsan’a bir öz savunma olarak görülür. Ulusçu bu akını durdurmaya çalışır. Yumuşak ulusçular, üçüncü dünyaya daha fazla yatırım yaparak ve yardım ederek bu akını azaltalım der, sert ulusçular, yeni ve daha sağlam engeller çıkaralım duvarlar örelim der. Farklı yöntemlere rağmen ikisinin de muradı aynıdır: “Akın”ı durdurmak!
Ama bir İnsan’a, bu aynı hareket, uluslara karşı, ulusal sınırlara karşı bilinçsiz ve bireysel bir direniş olarak görünür; insanların kapatıldıkları bantustandan, rezervattan kurtulma çabası olarak görülür. İnsan’ın sorunu, bunu engellemek değil, bunun bütün duvarları yıkan bir sele dönüşmesini sağlamaktır. İnsanlar veya sosyalistler, hapishanenin veya duvarın dışına bireysel ya da toplu kapağı atma girişimlerini, duvara ya da hapishaneye karşı, onları yıkmak için bir sosyal harekete çevirmeye çalışır ve bu hareketlerde böyle bir sosyal devrimci hareketin tohumunu görür. *
İşte soruna böyle bakmayan; İnsan değil; Türk, Alman, Fransız, Avrupalı veya Amerikan olan sol, kendini out side’de bulmaktadır. Bu son dünya kupası maçlarında Almanya’da açıkça görüldü. Alman solu, (tam da Alman solu olduğu için zaten), kendisini hep klasik Hitler tipi ırkçı milliyetçiliğe göre tanımlamış, refleksleri ona göre oluşmuştur. Belki dünkü dünyada bu tavır bir ölçüde sol bir duruş için yeterli olabiliyordu ama bu günkü dünyada, artık bu klasik ırkçı milliyetçiliği hala baş düşman olarak görmek ve ona göre refleksler göstermek, aslında var 68
olan gerçek ırkçı sistemi gözlerden gizleme ve hatta bu ırkçı sistemi pekiştirme girişimlerini olumlama olarak görmeye yol açmaktadır. Bütün sol, Alman milli takımının başarılarında, klasik ırkçı faşistlerin sokağa çıkacağını; klasik ırkçılığın tekrar legalite kazanacağını düşünüyordu. Ama tam aksi oldu, bütün basın Almanların da diğer uluslar gibi kendi bayraklarıyla başka ulusları hor görmeden ve aşağılamadan övünmeye hakları olduğunu, ve işte tam da bu dünya kupasında bunun gerçekleştiğini; artık uygar bir ulus olarak hala geçmişin yüküyle bayraklarını açmaktan utanmamaları gerektiğini yazdı. Gerçekten de, başka ülkelerin bayrakları da her yerde dalgalandı, kimse onlara karşı bir saldırıda bulunmadı. Aksine, güvenlik görevlileri başkalarını da kendi bayraklarını sallama özgürlüğünü garanti altına aldı. İlk başlarda klasik ırkçı faşistlerin yaptıkları bir iki girişimde polis son derece sert davranarak onlara gereken mesajı verdi. Ama bütün bunlar olunca, sol birden bire kendisini silahsızlanmış buluverdi. * Bunu belki gözlerden kaçmış küçük bir olayda görelim. Hamburg’ta Sternschanse (“Yıldıztabya” diye çevrilse pek de yanlış olmaz) diye bir semt vardır. Genellikle eski evlerin bulunduğu, yabancıların, solcuların ve öğrencilerin yoğun yaşadığı bir semttir. Hatta burada solcuların işgali altında bulunan eski bir Tiyatro binası vardır (buna “Kızıl Flora” denir). Bu semtte, son dört beş yılda, dünyanın bütün metropollerinde görülen bir değişim başladı. Bütün dünyada, Yuppie’ler genellikle, eski solcuların, yabancıların yaşadıkları; daha rahat bir atmosferi olan semtlere yerleşmektedirler. Aynısı burada da oldu. Genellikle medya alanında çalışan veya nispeten iyi bir geliri ve işi olan, genç, politikaya ilgisiz Yuppie’ler bu semte dadandılar ve oradaki yerleri mekânları yaptılar. Artık o eski partal giysili solcular yoktu, ya da azınlığa düşmüşlerdi: iyi bakımlı, giyimli, anlamsız yüzlü genç bir kitle doldurmaya başladı orayı. Dünya Kupası vesilesiyle de bütün Kafe’ler önlerine birer televizyon ekranı koydular. Havalar da güzel gidince, maç saatlerinde bu kitle iğne atsan yere düşmez biçimde maçları izledi. Yüzlerini boyayanlar, formalar, takma saçlar vs. hasılı o televizyonlarda görülen tipik bir maç seyircisi görünümü ortalığı kapladı. Bir karnaval, bir festival havası ortalığı sarıyordu.
İşte, Alman milli takımının bir maçında, solcuların işgali altındaki “kızıl Flora”dan, maç esnasında klasik Alman ırkçı milliyetçiliğine karşı, kocaman hoparlörlerle bir propaganda ve sabotaj yayını başladı. Kafelerin önüne oturmuş maç seyreden binlerce karnaval havasındaki kitle önce biraz mırıldandı ama sonra bu yayını duymazdan geldi, ciddiye bile almadı. Hele Almanya golü attıktan sonra Alman bayraklarıyla güle oynaya eğlenmeye başladı. Başkalarına karşı bir saldırganlık görülmedi. Hatta diğer uluslara göre daha ölçülü ve dikkatliydiler, başkalarını rencide etmemeye özel bir dikkat de gösteriyorlardı. Bu propaganda-sabotaj yayını sadece coşkunun gürültüsü içinde yok olmadı; aynı zamanda
69
absürdleşti. Çünkü o kendini, klasik ırkçı, Hitler selamlı kaz adımı yürüyüşlü bir milliyetçiliğe karşı hazırlamıştı, karşısına çıkan rengarenk boyalar içinde şarkı söyleyen, diğerlerine saldırmayan, kendisini de diğerleri gibi gören, bütün ulusların milliyetçiliği gibi bir milliyetçilikti. Hatta onlardan daha ölçülü, anlayışlı ve toleranslı bile denebilir.
Ama bu out side durumunu daha da pekiştiren olgu da şuydu: Almanya’da yaşayan Siyahlar, Türkler ve yabancılar da ellerinde Alman bayraklarıyla, daha fazla Alman olduklarını kanıtlamak (ve kabul edilmek için) için Almanlardan daha büyük coşku ve ekstra bir gösterme çabasıyla Alman milli takımının zaferini kutluyorlardı. Hatta muhtemelen Türk gençleri olan yabancı görünümlü gençler, koca bir tır kamyonunu “kızıl Flora”nın karşısına getirmişler onun üstüne çıkmışlar ve üzerinde kutluyorlardı. Sonra polis geldi, ve tırın tepesi tehlikeli olduğundan gençleri oradan indirdi. Bir zamanlar polis o “kızıl Flora”ya saldırmak için gelirdi, şimdi Alman milli takımının zaferini kutlayan yabancı gençlerin kutlamayı fazla aşırıya vardırmamaları için geliyordu. * Bu çok basit, sıradan, belki çok kişinin dikkatini bile çekmemiş küçük olaylar dizisi, klasik solun bu günün dünyasını anlamadığını ve ona söyleyecek bir sözü olmadığını; artık ciddiye bile alınmadığını, bir tehlike olarak bile görülmediğini bir kere daha belgeliyordu. Irkçılığın bir tehlike değil gerçek olduğunu görmeden bu günkü dünyada bir politika üretmenin olanağı yoktur. Ama ırkçılığın bir tehlike değil de bir gerçek olduğunu ise ancak İnsanlar görebilir, Türkler, Avrupalılar, Almanlar veya Amerikalılar değil. Onlar açısından her şey olağandır normaldir. Irkçılık, Der Spiegel’in kapağındaki “akın” sözcüğünde gizlidir.
Bu günkü dünyada, artık klasik ırkçılık bir tehlike değildir. Elbet bu ırkçılık vardır. Hele savaş sonrasını ve 68’i yaşamamış doğu Avrupa ülkelerinde bu ırkçılık vardır ve oldukça da güçlüdür, ama artık dünyadaki gelişmelere damgasını vuran bu değildir. Bu ırkçılığa karşı mücadele içinde hiçbir program, ve perspektif geliştirilemez. Bu günün ırkçılığı, çok kültürlü biçimiyle bile ulusal devletleri ve sınırları savunmanın ta kendisidir. Globalleşme, tüm malların ve paranın serbest dolaşımına dayanmaktadır. Bu günün dünyasında, bir tek mal vardır bu serbest dolaşımdan yararlanamayan: İşgücü.
İşgücünün serbest dolaşımı, gittiği yerde eşti haklara sahip olması demek, ulusların, ulusal sınırların ve devletlerin ortadan kalkması demektir. Kar oranlarını yüksek tutmak ve işçi sınıfını uluslara göre bölebilmek ve her ülkede burjuvaziyle ittifaka çekebilmek ancak ulusal sınırlar ve devletler sayesinde mümkün olmaktadır. Globalleşmenin böylesine geliştiği bir çağda, klasik ırkçılık ne burjuvazinin yayılma hayalleri ne de kapitalizm için hiçbir avantaj sağlamamakta, aksine bir yük oluşturmaktadır. Bu nedenle, ulusal devletleri savunma, bir bakıma, burjuvaziyi klasik ırkçılığa karşı duruşa ve çok kültürlülüğe dayanan bir milliyetçiliği teşvik etmeye zorlamaktadır. Burjuvazinin böyle bir sisteme doğru geçişi hem ülke içinde, hem dünyada ona daha geniş bir 70
temel ve daha geniş bir hareket alanı sağlamaktadır. Elbette burjuvazinin bir milliyetçilikten diğer milliyetçiliğe geçişi; kaz adımlı Hitler selamlı milliyetçilikten; renkli ve karnaval havalı milliyetçiliğe geçişi, düz bir yol izlememektedir ve bizzat burjuvazinin içinde aynı zamanda bu iki milliyetçilik arasında bir çatışma da gerçekleşmektedir. Bu düz bir süreç değil, çatışmalı, gel gitleri olan bir süreçtir.
İşte son Dünya Kupası, Almanya’daki bu çatışmada, klasik ırkçı milliyetçiliğin, “çok kültürlü” milliyetçilik karşısında ciddi biçimde geri adım atmak zorunda kaldığı bir çatışmaydı aynı zamanda. Solu out side’a düşüren de tam buydu. Almanya’daki Dünya Kupasında bu çatışma da gelecek yazının konusu olsun. 06 Temmuz 2006 Perşembe
Futbol Şampiyonası, Alman Politikası ve Sol
Bu dünya futbol şampiyonasında Almanya dünya şampiyonu olamadı, finale kalamadı, üçüncülükle yetinmek zorunda kaldı, ama politik olarak bu şampiyonada en büyük başarı ve kazanç Alman burjuvazisinindir. Neden ve nasıl? Bunu göstermeyi deneyelim. Son dünya kupası, Alman burjuvazisinin, klasik kana, soya dayalı ırkçı milliyetçilikten; artık günün ihtiyaçlarına cevap vermeyen ve bir yük oluşturan bu milliyetçilikten; globalleşmenin ve bir Avrupa Birliği oluşturabilmenin ihtiyaçlarına daha uygun düşen bir milliyetçiliğe geçişin dönüm noktası olduğu gibi; bu iki milliyetçilik arasındaki mücadelenin de bir sahnesiydi
Bu durumu iyi gözleyen, eski 68’li, bir zamanların hızlı “Anarşist”i, şimdilerde “Yeşiller”in teorisyen ve stratejlerinden, onların Avrupa işlerine bakan Daniel Con Bendit (bir zamanların “Kızıl Dany”si), son dünya Dünya Şampiyonasına Alman Milli Futbol takımını hazırlayan Klinsmann’ı kastederek, “o Yeşil-Kızıl koalisyonun yapamadığını başardı” (“yeşil” ve “kızıl” Alman politik kültüründe ekolojistler ve sosyal demokratların karşılığı olarak kullanılıyor.) anlamında sözler etti. Onu böylesine söz ettiren değişim nedir?
Bir çok sosyolog, yazar vs. bu şampiyona öncesi Almanya ile bu şampiyona sonrası Almanya’nın aynı olmadığını söylüyor ve bunda Alman Milli takımının antrenörü Klinsmann’ın işlevine dikkati çekiyor2..
Bu değişim Radikal yazarı Ceyda Karan tarafından şöyle anlatılıyor. Yazar aynı zamanda değişimi anlatşıyla değişenin ne olduğunun bir kanıtın daha da sunmuş oluyor. Yazını başlığı bile ilginç: “Almanya Gök Kuşağının Altından Geçiverdi.”
2
“Dünya Kupası'nı kaybettiler. Pek ümitlenmişlerdi, Dortmund'ta yarı finalde gelen yenilgi sonrası gözyaşlarını tutamadılar. Çok sürmedi, gülümsediler. Bu kupanın 'galibi' Almanlar oldu. Bir aylık futbol festivaline hoşgörüyle ev sahipliği yaptıkları, sportmenlikleriyle yeşil sahalarda ırkçılığa prim vermedikleri, memleketlerinin dört bir yanını altın sarısı-kırmızı-siyah bayraklarıyla donatmakla kalmayıp, Togo'nun yeşilsarı-kırmızısına da bürünebildikleri için... Ve 1980'lerin çelik disiplinli Panzerleri'ne, göçmenlerin topçularını
71
Birkaç karakteristik haber, bu dönüşümün çapı hakkında bir karar verir. Almanya’da büyüyen, Türkiye kökenli film rejisörü Fatih Akın, Hürriyet’de çıkan habere göre şunları söylemiş. Haberi 2 Temmuz Pazar günkü Hürriyet’ten okuyalım. “Ödüllü Yönetmen Fatih Akın: Dünya Kupası Irkçılığı bitirir. (...) “İlk kez Almanya’yı tuttuğunu söyleyen Akın, “Almanya’daki Türkler milli maçlarda hep rakibi tutardı. Ama bu son dünya Kupası’nda bu değişti. (...) Bütün dünyadan misafirler geldi. Bu bir şok gibi oldu. Eğitim gibi bir şey oldu, iyi oldu. Irkçılık gidiyor.” “Almanya’nın yediği gol üzülen, attığı golle havalara fırlayan Akın, tur sevincini kutladı.” Alman medyasında, esas vurgu hep, artık bütün milletler gibi Almanların da kendi bayraklarından utanmamayı öğrendikleri ve onunla rahat bir ilişki kurabildikleri gibi noktalarda yoğunlaşıyordu. Ve hemen hemen bütün haber ve resimlerde genellikle Almanlar başka uluslardan insanlarla birlikte eğlenirken haber yapılıyordu. Maç dolayısıyla gelenlerle yapılan söyleşi ve haberlerde öne çıkarılan, ziyaretçilerin Almanlar hakkında hep kabız, aşırı ırkçı milliyetçi gülmez insanlar gibi yargıları olmasına rağmen burada bambaşka bir durumla karşılaşmış olmaları gibi noktalardı. Bir de en çok Alman bayrağıyla Alman milli takımının başarıların kutlayan yabancılar, özellikle Türkler ve siyahlar göze batırılmaya çalışılıyordu. Hatta Türklerin Alman bayrağının kırmızı şeridinin ortasına ay yıldız koymaları özellikle öne çıkarılan haberler arasındaydı. (Buna gerici Türk milliyetçiliği, aynısının yarın Türkiye’de de olabileceği, yani Kürtlerin, yeşil, sarı ve kırmızının ortasına bir ay yıldız koyabilecekleri korkusuyla hemen karşı çıktı. Tabii Almanlarınkine koyulmasına temelden itirazı yok. Ona itirazı eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürebilir diye.) Yani Fatih Akın’in tavrı, an azından yabancılar ve solcular yaygın olan genel bir eğilimin ifadesinden başka bir şey değil. Solcuların ve yabancıların önemli bir kısmı eski reflekslerin anlamının kalmadığını düşünüyor ve artık Alman bayrağından utanmamayı veya Almanya’yı tutmayı öğreniyor. Geçenlerde “Sol Neden “Ofsayt”ta?” yazısında anlattığımız ve
katabildikleri, Polonyalı Klose ve Podolski, Fransız aksanlı Neuville, yarı Ganalı Odonkor'lu bir takım kurabildikleri için... Yıllardır uyum sorunları yaşadıklarını konuşsak da, bir şekilde sığdıkları geniş göçmen kitlelerinin, kendiliklerinden bu üç renge bürünerek canı gönülden Almanya'yı desteklemiş olması bir işaret olsa gerek. Göçmenlerin, özellikle de Müslüman nüfusun giderek arttığı Avrupa'da Hollanda ve Danimarka gibi hoşgörü timsali gösterilen pek çok memlekette aşırı sağ güçlenirken, Almanya'da marjinal görülüyor. Yer gök altın sarısı-kırmızı-siyah renklere boyanırken, yıllardır bu renkleri tekellerine almış aşırı sağcıların çareyi Reich'ın beyaz-kırmızı-siyah renklerine sığınmakta bulması pek manidar değil mi? İşte bundan ötürü, Dünya Kupası boyunca Almanya'da yaşanan coşkunun 'Nazizm ruhunu hortlatacak bir milliyetçi hissiyat' olduğu iddiası pek komik. Zira Anglo-Sakson medyasının pek sevdiği milliyetçi yakıştırmalar, Almanya'nın her zaferi sonrası Berlin sokaklarına üşüşen, Alman bayrağına ay-yıldız konduran Türkleri açıklamıyor. Yahut da Der Spiegel'in yayımladığı altın sarısı-kırmızı-siyah renklere bürünmüş başörtülü Müslüman kızların fotoğrafını... Bu başka bir fotoğraf olmalı! Belki de basitçe şu saptamayı yapmak lazım: Almanlar artık kendilerini iyi hissediyor, dakika başı özür dilemek gerektiği fikri sabitinden kurtuluyor.” (10/07/2006, Radikal)
72
tartıştığımız küçük sahneler, aslında genel bir eğilim ve dönüşümün tipik görünümleriydi. Aslında bu yeni durum en bizzat PDS’in (Demokratik Sosyalizm Partisi) yıldızı olan, Gregor Gysi’nin aşağıdaki sözlerinde en açık biçimde yansıyor: “Ulusal futbol takımları için Almanlar tarafından dışa vurulan ulusal gurur, Meclis sol grup başkanı Gregor Gysi’nin görüşüne göre, olumlu yurtseverliğin bir işareti. Gysi “Tageszeitung”a verdiği demeçte, Almanya’da genç kuşak arasında “Ana vatanlarına (Türklerde vatan ana metaforuyla, Almanlarda baba metaforuyla bağlantılıdır. Tam çevirisi “baba vatan” olurdu) karşı tamamen normal, kabız olmayan” bir ilişki gelişiyor ve bu dünya futbol şampiyonasını “biricik büyük bir şölen yapıyor” dedi. Buna karşılık, bizzat kendi kuşağının ise, “ulusal sorunla hastalıklı bir ilişki”si olduğunu ve bu nedenle yurtseverlik tartışmasında “ağzını kapaması” gerektiğini söyledi. Gysi “Burada ilk defa, kendi ulusuna karşı bağımsız, kabız olmayan, normal bir ilişki oluşuyor” dedi. Eski PDS Başkanının argümanına göre, toplumda herkesin kendisini bütüne karşı sorumlu hissedebilmesi için, kabız olmayan ve normal bir ulusal bağ bir ön koşuldur. Gysi’ye göre, “sağ taraftaki Totaliter anti komünizm tıpkı solun bir kesimindeki totaliter anti nasyonalizm gibi bunu şimdiye kadar engelledi.” Gysi partisinin bir bölümündeki ritualleşmiş “Almanya, bir daha asla!” parolasını da eleştirdi. “İnsan istemediği bir ulusu yönetemez” dedi. Bunun kafada ve yürekte bir çelişki olduğunu söyledi. Solcular ve kendi kuşağının tutucuları, 50’li ve 60’lı yıllarının tecrübeleriyle genç kuşakların canını sıkmamalı. “Biz kendiliğinden daha iyi gelişeni yolundan saptırmamalıyız. Normalleşmeye bizim katkımız bu olabilir.” dedi. (21 Haziren 2006 http://de.news.yahoo.com/21062006/286/gysi-begruesst-deutschen-fussballpatriotismus.html )
Gysi’nin bu sözleri, bu futbol şampiyonasının Alman kapitalizminin gerçek bir zaferi olduğunun en büyük delilidir. Eski milliyetçiliğin karşısında olan solcular yeni milliyetçiliğin savunucularıdırlar. Bir burjuvazi için, bundan daha büyük bir kazanç olabilir mi? “Ofsayt”ta kalmak istemeyen solcular ve yabancılar (Gysi veya F. Akın) bu yeni milliyetçiliğin selamlayıcıları, taraftarı ve savunucusu olarak ortaya çıkıyorlar. Milliyetçiliğin ne olduğunu anlamayanlar, bu günkü dünyada en demokratik milliyetçiliğin bile aslında dünya çapında bir ırk ayrımcısı apartheit sisteminin aracı olduğunu anlamayanlar, böyle yaparken, ırkçılıktan kurtuluş ve ona karşı çıkış adına, fiilen bu ırkçı sistemin savunucuları olarak ortaya çıkıyorlar. Ama sadece sol mu böyle? Aynı bölünmenin Alman sağı, arasında da yaşandığı görülüyor. Die Zeit gazetesinin haberine göre, Alman faşistleri arasında da bir bölünme varmış. Bir kısmı, bu “yeni yurtseverliği” milliyetçiliğin yaygınlaşması olarak selamlarken, diğerleri bunun “tatil ve Pazar günü milliyetçiliği” olduğunu söyleyip bu milliyetçiliğe karşı tavır alıp onunla kendi arasına sınır çizmeye çalışıyormuş. Bunlar etrafı dolduran siyah kırmızı ve sarı renkli Alman bayraklarına da karşı çıkıp, siyah beyaz ve kırmızı renkli bayrağın Alman milliyetçiliğinin bayrağı olduğunu söylüyorlarmış. 73
Böylece Alman burjuvazisi, solcuları, yabancıları (ve hatta faşistler arasındaki bölünmenin gösterdiği gibi) faşistlerin bir bölümünü yeni milliyetçiliğinin destekçileri haline dönüştürmüş bulunuyor. Elbette bu yeni biçim milliyetçilik Batı Almanya’da eski Doğu Almanya olan Eyaletlerden, büyük şehirlerde taşradan, gençler kuşaklar arasında yaşlılardan daha güçlü ve yaygındır. Eski biçim hala özellikle eski doğu Almanya’da çok güçlüdür, ama bu, geleceğe damgasını vuran bir eğilim değildir. Bütün doğu Avrupa’da olduğu gibi, orada zaman bir süre durmuştu ve duvarın yıkılışından beri kaldığı yerden devam ediyor. Doğu ve Batı (Yaşlılar ve gençler; büyük şehirler ve taşra) aslında bu milliyetçiliğin birbirini izleyen iki aşamasını, zamansal bir dizilişi, mekansal biçimde yansıtmaktadırlar. Alman kapitalizmi için Avrupa’daki başka ulusları ve toprakları işgal ile yayılmanın, başka ulusları köleleştirmenin ideolojik temellerini atan klasik ırkçı milliyetçilik bir intihar olur. Ayrıca buna ihtiyacı da yoktur. Hitler’in “Avrupa Kalesi”ni Alman Burjuvazisi, bizzat doğu Avrupalı halkların Avrupa Birliği’ne katılmak için yaptıkları ayaklanmalarla ve gönüllü katılımlarıyla kurmuş bulunmaktadır. Alman burjuvazisinin ihtiyacı, bu yeni duruma uygun bir milliyetçilikti. Eski kuşakların şekillenmeleri, gelenekler, yerleşmiş eski yapı bu yeni duruma uygun bir milliyetçiliğin egemen olmasının önünde bir engel oluşturuyordu. Bu futbol şampiyonası, bu eski milliyetçiliğin kabuğunun kırılması; Alman politik kültürü ve egemen resmi milliyetçilik için küçük bir “devrim” oldu. Ama eskisinin yerine gelen, en az eskisi kadar tehlikeli bir ırkçılıktır, ya da günümüz dünyasına uygun bir ırkçılıktır. Bu kavranmadığı an, dünyadaki hiçbir gelişme karşısında doğru bir tavır alınamaz. 1936 Berlin Olimpiyatları biyolojik ayrımlara dayanan bir milliyetçiliğin ve ırkçılığın bir gösterisiydi. 2006 Dünya futbol şampiyonası, “Çok kültürlü” bir milliyetçiliğin ve ırkçılığın gösterisidir, Alman politik kültüründe ikincisinin birincisinin yerini almasıdır. Bunun nasıl bir ırkçılık olduğunu ise her hangi bir şekilde bir milliyetçi olanlar anlayamazlar. Bunun ırkçılık olduğunu anlayabilmek ve görebilmek için, yer yüzünde ulusal sınırların ve milletlerin demokrasi ve insan haklarının önündeki en büyük engel olduğunu kavramak; bu çok kültürlü milliyetçiliğin de bu ulusal sınırları ve ırk ayrımcısı sistemi yaşatmayı ve güçlendirmeyi amaçladığını görmek gerekir. Bu günkü globalleşme çağında, gelişmiş ülkelerde, gerek yaşlanan nüfus dolayısıyla, genç nüfuslu “üçüncü dünya”dan gelecek iş gücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle; gerek iş gücünün yeniden üretiminin fiyatını düşük tutmak dolayısıyla kar oranlarını yükseltmek için özellikle gastronomi, temizlik, sağlık gibi alanlarda göçmen iş gücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle ve nihayet belli alanlarda (özellikle programlama, elektronik) işgücü ithal edebilmek ve çekebilmek için klasik kana, etniye, kültüre dayanan milliyetçilik burjuvazi için bir engel oluşturur. Ama sadece bunlar değil, Alman burjuvazisi gibi sabıkalı bir burjuvazi için, klasik milliyetçilik, ekstradan prangadır politik, ideolojik ve kültürel etkinin ekonomik etki
74
ölçüsünde yayılmasını ve ağırlığının artmasını engelleyen. * Burjuvazinin globalleşmeden çıkardığı sonuç, yeryüzünde ulusal sınırların kaldırılması gereği, ulusların ilgası ve bir tek dünya cumhuriyeti değildir. Bu eski milliyetçiliğin terki bizzat tam da bu ulusları ve sınırları korumanın ve yaşatmanın bir aracıdır. Böylece burjuvazi, hem gerici ulusları ve ulusal sınırları korumakta hem de yoksulları bir rezerv olarak bu sınırların dışında tutmaktadır. Böylece, insanlığın büyük yoksul çoğunluğu, ulusal sınırları ve ulusları meşru kabul eden bu sistem aracılığıyla, bir ırk ayrımcısı bir dünyada yaşamaktadır. Bu modern çok kültürlü ulusçuluğu savunmak, özünde bu ırk ayrımcısı sistemi savunmak, ulusları savunmak anlamına gelmektedir. Bu günkü ırkçılık, aslında tıpkı klasik ırkçılık gibi dışında tutarak köleleştirmektedir. Çok kültürlü milliyetçilik, zengin ülkelerin etraflarına ördükleri duvarlarla birlikte yükselmiştir ve yükselmektedir. Bu dışta tutuş “çok kültürlü” bir milliyetçilik aracılığıyla yapıldığından, bu modern ırkçılığa geçiş, “normal” bir milliyetçiliğe geçiş olarak Demokratik Sosyalizm Partisi önderi Gysi tarafından bile selamlanıyor ve savunuluyor. Bu günün dünyasında her türlü malın ve paranın hiçbir ulusal sınırı tanımadan dolaştığı bir dünyada, işgücü denen malın hala ulusal sınırlara bağlı kalmasını “Normal” bir milliyetçilik olarak savunmak, yani ulusal devletleri, sınırları savunmak ve insanları bunlara karşı savaşa çağırmamak, ırkçılığı savunmakla, insanlığın büyük bölümünü bir “üçüncü dünya” denen rezervatta tutmakla özdeştir. Bunu kavramayan sol, klasik ulusçuluğu ve ulusal devletleri savunduğu sürece, “ofsayt”ta kalmaya, klasik faşistlerle aynı ulusçuluk düzeyine takılmaya mahkumdur. Eğer bu klasik ulusçuluk karşısında bay Gysi gibi “normal” ve “çok kültürlü” ulusçuluğu savunduğunda da, bu günün gerçek var olan ırkçılığını, geleceğe damgasını vuran ırkçılığı savunur durumda olmaya mahkumdur. Yeşiller, PDS veya Fatih Akın’da olduğu gibi. Aslında bu bölünme aynen Türkiye’deki solun bölünmesi gibidir. Klasik ırkçı Türk milliyetçiliğini savunanlar, Türklüğü ve Türk devletini sorgulamayanlar ve globalleşmeye karşı olmak adına onu savunanlar, genel kurmayın, Askeri bürokratik oligarşinin birer desteği ve yedeği olarak kalmaktadırlar. Buna karşılık, “Çok kültürlü” mozaik milliyetçiliği savunanlar ise, burjuvazinin, globalizmin, Avrupa Birliği’nin, Liberalizmin savunucuları olarak ortaya çıkmaktadırlar. Her iki taraf da ulusal devletleri ve sınırları tartışmamaktadır, politik olanın ulusal olana göre tanımlanmasını sorgulamamaktadır; her iki taraf da milliyetçilidir, farkları ulusal olanın nasıl tanımlanacağı noktasındadır. Alman politik kültüründe “Bir daha asla Almanya” sloganları atanlar veya “Anti Alman”cıların Türk solundaki karşılığı Türkiye’nin “ulusalcı sol”udur. Gysi’lerin, Bendit’lerin Türkiye’deki karşılıkları ise ÖDP’liler, “İkinci Cumhuriyetçiler”dir. Bunların ikisi de milliyetçidir, ayrılıkları milliyetçilik anlayışlarındadır. Klasik milliyetçiler
75
buna Türkiye’de anti emperyalizm, Almanya’da anti Almanlık elbisesi giydirmekte; globalizme karşı çıkış adı altında gerici ulusçuluğu savunma ve yaşatmaya çalışmaktadırlar. Modern çok kültürlü milliyetçiler ise savunduklarının milliyetçilik olmadığını, ulus devletin aşılması olduğunu söylemektedirler. Bunların ikisi de milliyetçiliktir. İkisi de ırkçılıktır ama biri artık ömrünü doldurmuş, diğeri bu günün dünyasının ihtiyaçlarına uygun.
Bu futbol şampiyonasında Almanya’da ne olduğunu anlamak için Türkiye’de şöyle bir durum düşünülebilir.
Almanya’daki Bayern Futbol mafyası (şu Beckenbauer’ler falan) klasik ırk, kana dayalı milliyetçiliğin temsilcileriydiler. Bu milliyetçilik bizzat Alman burjuvazisinin çıkarlarının önünde bile bir engel haline gelmişti. Bu en iyi ve açık olarak Alman Milli takımının bileşiminde görülür. Bu milliyetçilik, yetenekli ve yoksul Türk ve yabancı çocuklarını daha okul ve mahalle takımlarından beri engeller. Bunların içinde özel yetenekleriyle yükselebilenler büyük takımlarda yedek kulübelerinde bekletilir ve hele milli takıma alınmaları söz konusu bile olmazdı.
Bu en açık olarak futbol sonuçlarında görülebilir. Fransa Cezayirli İşçi Çocuğu Zidane ve simsiyah futbolcularıyla Dünya şampiyonu ve ikincisi olurken, Alman milli takımı benzer başarılar gösterememektedir. Buna karşılık, Almanya’nın dışladığı Türkiye kökenli gençler, Türkiye’yi geçen dünya şampiyonasında dünya üçüncüsü yapmışlardı. Bu gençleri dışlamayıp özümleyebilseydi, geçen dünya şampiyonasında Almanya kolaylıkla dünya şampiyonu olabilirdi örneğin. Bu durum Almanya’ya egemen kana dayanan milliyetçiliğin Almanya’nın ekonomik gücüne denk düşen bir politik ve ideolojik güç ve ağırlıktan onu mahrum kılmasının futbola yansımasından ve onda da ifadesini bulmasından başka bir şey değildir. Alman kapitalizmi üretim ve ekonomi alanındaki etkisini, politika ve ideoloji alanında gösteremiyor ve bu da Alman kapitalizmi ve emperyalizminin gelişiminn ve yayılışının önünde bir engel oluşturuyordu. Almanya iki dünya savaşına neden olmuşluğu ile, diğer ülkeleri işgal etmişliği ile zaten sabıkalıdır. Bu geçmiş nedeniyle Almanya, daima uluslar arası politika alanında arka planda kalmayı bir strateji olarak benimsemiştir. Dünya politikasında Avrupa adına hep Fransa’yı ne sürmüş, gerçekte kendi söylemek istediklerini Fransa’ya söyletmiştir. Böylece hem Fransız Burjuvazisinin kendini beğenmişlik biçiminde dışa vuran aşağılık komplekslerini tatmin etmesine olanak vermiş hem de onun bu tafralı tavırları karşısında altın ortayı, aklı selimi ve uzlaşmayı savunan bir pozisyonu savunur görünme olanağı elde etmiş, herkes tarafından kabul edilebilir olmuştur. Savaş sonrasının özellikle Genscher döneminin Alman dış politikasını bu strateji karakterize eder. Ne var ki Doğu Avrupa’nın çöküşüyle birlikte bu denge yerinden oynamıştır. Yeni döneme 76
uygun dış politikayı da Yeşillerden Fischer şekillendirmiştir. Duvarın yıkılışında, Almanya’nın birleşmesine en büyük muhalefet bizzat Fransa ve İngiltere’den hatta Amerika’dan gelmiştir. Doğu Avrupa’nın halkları bir yandan, Avrupa Birliği’ne katılarak Rusya’ya karşı kendilerini garantiye almak istiyorlardı ama Avrupa Birliği demek Almanya demek olduğundan, bu aynı zamanda Almanya tarafından yutulmak anlamına de geliyordu. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktı bu. Bu nedenle bir yandan Avrupa Birliği’ne girerken, Alman politik etkisine karşı Amerika’nın yanında yer aldılar. Böylece, ABD, aslında bu ülkelerde ekonomik olarak büyük bir etkisi olmamasına rağmen, bu ülkeler fiilen Alman sermayesi tarafından ele geçirilmiş olmasına ve Almanya’nın egemen olduğu Avrupa Birliği’ne girmiş olmalarına rağmen ABD’nin müttefiki oluyorlar ve ABD bu ülkeler aracılığıyla Avrupa Birliği içinde ağırlığını arttırıyor, Irak’a Saldırı döneminde olduğu gibi, Avrupa Birliği İçinde “Yeni Avrupa” ile “Eski Avrupa”ya karşı bir denge oluşturabiliyordu.
Böylece ABD bizzat Avrupa Birliği içinde Alman-Fransız eksenini kuşatabiliyordu. İngiltere zaten klasik müttefiği ve Avrupa Birliği içinde beşinci koluydu. Güney Avrupa ve Akdeniz ülkeleri İtalya, İspanya, Portekiz gibi ülkeler Almanya’nın gücünü dengelemek için ABD’nin yanında saf tutuyorlardı, Doğu Avrupa da Almanya’ya ya karşı ABD’ye yaslanınca, ABD Alman Fransız eksenini kuşatabiliyor; bu dengeler aracılığıyla örneğin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınması için, (ki Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği de bizzat ABD’nin Avrupa Birliği’nin bir siyasi irade oluşturmasını engelleme stratejisinin bir parçasıdır) baskı yapabiliyordu.
Öte yandan Almanya Doğu Almanya’yı yutmuştu ama bu biraz midesine oturmuştu, bunu hazmetmesi biraz zaman alacaktı. Benzer şekilde Doğu Avrupa’da gerek ihraç malları gerek ihraç ettiği sermaye ile muazzam bir ağırlık kazanmıştı ama bu politik ilişkilere hiçbir şekilde yansımıyordu. Çünkü geçmişin hayaleti bir türlü peşini bırakmıyordu. Yugoslavya’nın parçalanmasını Almanya başlattı ve bu gün, bizzat Sırbistan dahil bütün eski Yugoslavya’da esas ağırlığı olan Almanya’dır. Yugoslav iç savaşı bir bakma, Almanya ile, Rusya, Fransa ve ABD’nin arasındaki etki ve paylaşım mücadelesinden başka bir şey değildi ve bunun tartışmasız galibi Almanya oldu. Almanya bir yardan eski doğu Almanya’yı hazmetmeye çalışır, diğer yandan doğu Avrupa üzerinde iktisadi etki ve gücünü pekiştirir ve böylece uzun vadede ABD’nin etkisini nötralize edecek temeli sağlamlaştırırken, diğer yandan Avrupa birliği içinde politik ağırlığını pekiştirmek için, Avrupa Birliği içinde bir anayasa hazırlığına girdi. Bu anayasa ile, yavaş yavaş, Avrupa birliği çapında seçilmiş organlara doğru bir geçişe başlangıç yapılmak isteniyordu. Avrupa Parlamentosu gibi gerçek bir gücü temsil etmekten uzak organların dönemi geride kalmalıydı. Tasarıyla örneğin bir ortak Avrupa Dış Politikası için temel yaratılıyor ve Alman dış işleri bakanı Fischer bu görev için hazırlıklara başlıyordu. Ama Almanya’nın bu artan gücünden korkan Fransa, bu planı sabote etmekten başka çare 77
bulamadı ve Anayasayı halk oylamasına götürerek hayır dedi. Böylece Anayasa ve Alman planı bir anda değersiz bir kâğıda dönüştü. Bu durum elbette ABD’nin de çok işine yaradı. Almanya kendisi bizzat Fransa’dan bile daha geri kana dayanan bir ulus tanımına dayanırken Fransa’nın ulusçuluğa dayanarak Avrupa’nın politik birliği ve iradesine giden yolu sabote etmesine karşı bir şey yapamazdı. Bu milliyetçilikle doğu Avrupa’daki anıları unutturamaz, ekonomik etkisini politik bir etkiye dönüştüremezdi, hatta bizzat kendi ekonomisinin ihtiyaçları bile bu milliyetçilik tarafından baltalanır olmuştu. Örneğin doğu eyaletlerinde klasik ırkçılığın kurbanları genellikle iş adamları bile olabiliyordu. Bu koşullarda, ancak ciddi bir stratejik dönüş, Almanya’ya bu sorunları aşabilmesi, Fransa’nın, doğu Avrupa’nın direncini kırabilmesi ve Avrupa’da bir tek politik irade oluşturup, dünya çapında ABD’ye meyden okuyabilecek bir durma gelebilmesi için gerekli koşulları yaratabilirdi. O zaman birden bire karşı olanlar yandaş haline gelebilirler, etkiye karşı duranlar bizzat o etkinin araçları olabilirlerdi. Bu yönde epey adımlar atılmıştı. Örneğin bizzat Fatih Akın gibi genç Türk asıllı rejisörlerin önünün açılması ve ödüllerle teşvik edilmeleri, hem Alman sinemasına bir taze soluk getirmiş, Alman filmlerinin dünya pazarına egemen Amerikan sinemasına karşı bir hamle yapmasını sağlamış hem de Almanya’daki Türklerin sisteme entegrasyonu yolunda küçük adımlar atmalarını sağlamıştı. Dış politika alanında benzer bir işlevi de Alman politikasının bütün anketlerde yıllar boyunca “en sevilen” politikacısı çıkan Fischer görmüştü. Bu solcu eskisi, İsrail Parlmentosu’ndan Arap ülkelerine kadar her yerde Alman kapitalizminin çıkarlarını en akıllı biçimde savunmuş ve Almanya’nın ihtiyacı olan değişiklikleri yapmıştı. Fischer sayesinde Alman Ordusu, adım adım bütün askeri harekâtlara katılma hakkını elde etmişti. Ama bütün bu gibi gelişmelerde yansıyan anlayış henüz hem toplumun derinlerine nüfuz etmiş hem de egemen politik elite egemen olmuş değildi. Özellikle futbol ve spor alanında eski anlayış, bu alana egemen olan “Bayern Mafyası” da denen Beckenbauer gibilerin şahsında egemenliğini sürdürüyordu. Ama aynı zamanda bu anlayış artık bütün olanaklarını tüketmiş bulunuyor ve bir başarı getiremiyordu. Daha önce bu Mafia’nın has adamı olmayan Christopher Daum, Kokain kullanmışlığı bahane edilerek tasfiye edilmiş ve bir süre daha zaman kazanmıştı bu ekip. Ama Alman futbolunun düşüşünü durduramamıştı yine de.
İşte bu uzun yıpranma sürecinin sonunda, yine bu Mafia’nın dışından, Stuttgart’lı, futbol karyerinin önemli bir bölümünü İtalya, İngiltere gibi başka ülkelerde geçirmiş, Amerika’da yaşayan (galiba karısı da Çin asıllı bir Amerikalı) Klinsmann’ın Alman milli takımının başına gelmesi ile Alman kapitalizminin çıkarları üzerine iki farklı milliyetçilik arasındaki mücadele, bir bakıma futbol şampiyonası içinde geçer oldu. Politikada, giyinişler, duruşlar, tavırlar hep birer politik anlama da sahiptirler. Klinsmann, takımı derhal gençleştirdi. Takımın esas golcüsü olarak Polonya asıllı iki futbolcuyu forvete koydu. Daha sonraki düzenlemede Almanya’da büyümüş Odonkor adlı yarı siyahi bir oyuncuyu da takıma aldı. Bayern Mafiası’nın takım içindeki etkisini kırmak ve onlara kendi 78
otoritesini kabul ettirebilmek için Kaleci Oliver Kahn’ı yedeğe aldı. Almanya’da olanı anlamak için, Bayern Mafiası yerine Türkiye’deki Futbol mafyası, MİT, Mafia İlişkilerini göz önüne getirilebilir. Beckenbauer yerine Fatih Terim’i koyulabilir. Türkiye’de Özel savaş dairesinin inkarcılığa ve baskıya dayanan klasik Türkçü milliyetçiliği ile İkinci Cumhuriyetçilerin, çok kültürlü bir milliyetçiliğin çatışmasının milli takımın bileşenine ilişkin bir çatışma biçiminde yansıması göz önüne getirilebilir. Örneğin Fatih Terim gibilerin artık iyice yıpranmaları ve yeteneksizliklerinin açığa çıkmasıyla, Türk Milli takımının başına, ikinci Cumhuriyetçi yaklaşımları olan bir antrenörün getirildiğini göz önüne getirelim. Bu antrenör diyelim ki, çok iyi oynayan Kürt, Ermeni, Rum ve Çingene gençleri takıma alıyor. Buna karşı sinsice bir kampanya yürütülüyor. Ama çok kültürlü milliyetçiliğe eğilimli genç kuşaklar bu yeni antrenör gizliden gizliye destekliyorlar. Sonra bu antrenörün anlayışıyla kurulmuş takımın başarısı üzerine o zamana kadar savunmada kalmış kendini rahatça açığa vuramamış bir çok kültürlü milliyetçilik bu vesileyle birden bire saldırıya geçiyor ve sahneye egemen oluyor ve bu başarıyı gören diğer inkara ve baskıya dayanan milliyetçilerin bir kısmı saf değiştiriyor veya uygun bir fırsatı kollamak üzere siperlere çekiliyor. Böyle bir durum Türkiye’nin politik ortamında nasıl küçük bir devrim anlamına gelir idiyse, Almanya’da olan da aşağı yukarı böyle bir şeydir.
İşte bizim dediğimiz, bu milliyetçiliğin de bir milliyetçilik olduğu, bunun günün koşullarına daha uygun daha tehlikeli bir milliyetçilik olduğudur.
Klinsmann’ın sembolü olduğu milliyetçilik nasıl Alman burjuvazisinin Almanya’da Avrupa’da ve Dünyada etkisini arttıracak ve ona yepyeni güçler sağlayacaksa (Yukarıda görüldüğü gibi şimdiden Gysi’ler Fatih Akın’lar yedeklendi bile), benzer bir milliyetçilik de Türk burjuvazisine benzer olanakları açar.
İşte Alman burjuvazisi bu dönüşümü başardı bu son futbol şampiyonasında. Bu nedenle bu şampiyonanın en büyük galibi Alman burjuvazisidir.
Türk burjuvazisi ise, bunu yapacak cesaret ve güçten bile yoksun. Almanya’da 68’in, yeşil, Barış hareketlerinin, feminist hareketin birikimi üzerinden bu dönüşümler gerçekleşti. Türkiye’de ise, bütün bunların anıları bile unutuldu. Bu nedenle Almanya’dakine benzer değişimler Türk ordusu ve Özel savaş dairesi iyice tecrit olup ipliği pazara çıkmadıkça henüz bir hayaldir. * Biz ulusun tanımandan her türlü dil, din, etni, kültür, yer belirlemelerinin dışlanmasını savunduğumuz için, elbette bu tavrımız kısa vadede, çok kültürlü bir milliyetçilikle yakınlık hatta parallelik içinde bulunur, klasik kana dayanan milliyetçiliğe karşı Ama biz bunun da bir milliyetçilik olduğunu söylüyoruz ve ona karşı da mücadele ediyoruz. Diğer yandan eski kana dayanan milliyetçiliğe karşı bu mücadelenin, Almanya’dan farklı
79
olarak, Orta Doğu’da ve üçüncü dünyada, tüm milliyetçiliğe ve milletlere karşı bir mücadeleye dönebilme potansiyeli olduğunu düşünüyoruz. En azından Orta Doğu’da olayların zorlaması onu bu yönde bir dönüşüme zorlayabilir diyoruz. Çünkü, ulusu dille, dinle, tarihle tanımlamaya karşı olan böyle bir milliyetçiliğin Orta Doğu’daki halkları birleştirebilme potansiyeli vardır. Bu nedenle, kendi ülkelerinde “Çok kültürlü” bir milliyetçilikten yana olan zengin ülkeler, geri ülkelerde, dile, dine, etniye dayanan bir milliyetçiliği desteklemektedirler. Bu da ister istemez, Geri ülkeler ve orta doğuda bu çok kültürlü milliyetçiliğin, zenginleri arkadan kuşatabilmek ve bütün dünyanın yoksullarını birleştirebilmek için, her türlü ulusa ve ulusçuluğa karşı bir harekete dönüşebilme potansiyelini ortaya çıkarır. A. Avni 11 Temmuz 2006 Salı
Spor ve Futbol Üzerine Değinmeler İşçi Sınıfı ve Futbol Belli sporların belli sınıflarla ilişkisi bir veridir. Örneğin atın üzerine binilerek yapılan at yarışları ile, atın arkasına küçük bir araba takılarak yapılan yarışlar doğuşları ve sonraki gelişimleriyle iki farklı sınıfa ait olmuşlardır. Birinin kökleri komün şeflerine, şövalyelere kadar giden asillerin yaşantısından ve olanaklarından kaynaklanır, diğeri atlarının ardına taktıkları arabalarla süt götüren köylü ve işçilerin bu esnada birbirileriyle yaptıkları yarışlardan. Bu fark, bütün profesyonelleşmeye rağmen, bu gün bile onları yapan ve izleyen kitlelerde görülebilir. Birinde asiller, soylular, zenginler, diğerinde daha sıradan insanlar yoğunluktadır. Birçok sporun yapılabilmesi belli bir refah düzeyini var sayar. Örneğin bir golf, bir tenis alt sınıfların hiçbir zaman semtine bile uğrayamadıkları sporlardır. Bu bakımdan futbol işçiler için en ideal spor koşulları sunar, biraz boş bir alan, dört tane taş ve bir de top işlevi görecek bir çam kozalağı, konserve kutusu veya bezden, kâğıttan veya akla gelebilecek her şeyden yapılabilen bir “top” her yerde ve her zaman bulunabilir. Arkadaş grupları takımlar olur. Belli bir gelir düzeyi ve olanaklar gerekmez futbol için. Ondan sonra iki ayağı üzerinde yaşayan bu tek memelinin bu özelliklerini sonuna kadar kullanmasının yolları açıktır. Satrancı bile kenarda bırakan sonsuz bir kombinasyon zenginliği; hem bireysel yeteneklerin, hem ortaklığın gücünü ortaya çıkarma, kullanma ve geliştirme olanakları. Böylesine kolay yapılabilen, böylesine basit ama böylesine zengin olanaklar sunan başka hiçbir spor yoktur. Onun büyüsü bu müthiş sadeliği ve o ölçüde de karmaşıklığındadır.
80
Ama ortada modern kapitalizm ve işçi sınıfı olmasaydı futbolun böyle yaygınlaşması mümkün olamazdı. Çünkü futbolun olabilmesi için önce sporun olabilmesi gerekir. Hatta denebilir ki, spor ve futbol beraber doğmuşlardır, ya da spor futbol olarak doğmuştur.
Futbolun kendisi bizzat, bu günkü biçimiyle, sanayi devrimi ve işçi sınıfının ürünüdür. İlk futbol kulübü, 19 yüzyıl ortalarında, sanayi devriminden sonra, dünyanın fabrikası olan İngiltere’de kurulur. Futbolun yayılışı ve dünyayı feth edişi, bir bakıma kapitalizmin ve işçi sınıfının yayılışının dünyayı feth edişinin en sağlam göstergelerinden biridir. O caz-blues (tango, rebetiko arabesk, sun, kalipso vs. de aynı kategoriden sayılabilir) gibi, rock gibi, bluejean gibi modern toplumu sırtında taşıyan işçi sınıfının en has ürünüdür. İşçi sınıfının bugünkü dünyada, Avrupa’daki doğuş döneminden bile geri durumdaki, dağılmış, bölünmüş, programsız ve örgütsüz oluşuna bakarak İşçi Sınıfı’nın var olup olmadığını tartışanlar ağaçlardan ormanı göremez durumdadırlar, onlar dünyaya kendi hayatlarının ekseninden bakmaktadırlar. Futbolun bu günkü yaygınlığına baksınlar. Bu yaygınlık işçi sınıfı olmadan olamazdı. Futbolun yaygınlığı ve durdurulamaz yayılışı işçi sınıfının yaygınlığının ve durdurulamaz yayılışının bir görünümüdür sadece. Bu günün dünyasında, hala toplumsal konumu ve çıkarı ile büyüyen ve tarihsel bir eğilim olarak çıkarı yakınlaşan tek büyük sınıf olmaya devam etmektedir işçiler.
Ama futbolun işçi kültürü ile olan bu yakın ilişkisine bakıp onun sosyalist ya da işçi sınıfının bir mücadele aracı olduğu sonucuna ulaşmak son derece yüzeysel ve mekanik bir açıklama olur. Uluslar, Spor ve Politika Tarih’te nasıl uluslar yoktu ise, spor da yoktur. Tarihte spor olduğu, modern toplumun, hatta ulusçuluğun bir uydurmasıdır. Tatil de, spor da, ulus da, bütünüyle modern toplumun bir ürünüdür ve modern toplumun dinine aittirler. “Ata sporu”, koca bir yalandan başka bir şey değildir. Hem de katmerli yalan, çünkü hem tarihte yaşayanlar bu günkü Türklerin veya bilmem kimlerin ataları değildiler, ulusların tarihi olmadığı gibi Türklerin veya başka milletlerin tarihleri ve ataları da yoktur. Hem de o “atalar” spor yapmıyorlardı. Onlar tatil de yapmıyorlardı. Spor ancak kapitalizmde var olabilir. Spor’un bir tek işlevi vardır kapitalist toplumda, iş gücünün üretiminin ve yeniden üretiminin sosyal masrafların kısmak, kar oranlarını yükseltmek. Sağlık sisteminin de, ailenin de, tatil yerleri ve günlerinin de hepsinin temel işlevi budur. Spor yapan bir işçi, işgücünü daha kolay yeniler; modern üretim ve yaşam süreçlerinin yarattığı fizyolojik ve ruhsal yorgunlukları, yıpranmaları, gerilimleri daha kolaylıkla atıp kendini yenileyebilir. Bu da iş gücünün düzenli ve istikrarlı kullanımını, onun kendini yenilemesi için gerekli sosyal masrafların azalmasını getirir. Spor yapmayan bir toplumda, işçiler, yani işgücü denen metaı satanlar, daha çok hasta olacaklar, iş yerlerindeki verimlilikleri daha az olacak, hayatlarının daha kısa bir döneminde bir iş gücü olarak onlardan yararlanılabilecektir. Bu da kar oranlarında bir düşme demektir. 81
Modern kapitalizm aileyi de aynı amaçla korur. Kadının ödenmemiş emeği, iş gücünün üretimi ve yenden üretiminin sosyal masrafların azaltır, ücretlerin düşük tutulmasını sağlar dolayısıyla kar oranlarını yüksek tutar. Sporun ya da tatilin işlevi, ailenin işlevi gibidir, kapitalist toplumun kendi işleyişi açısından. Kapitalizm öncesinde ise, spor yoktur, çünkü, üretim veya sömürünün temeli, işgücü denen metaın kullanım değerinin gerçekleşmesi değildir. Gerek komünde gerek klasik uygarlıklarda, bugünkü “spor”a benzeyen etkinlikler, bedenin sağlığına, yani iş gücünün yeniden üretilmesine değil, her şeyden önce ruhun eğitimine, nefsin kontrolüne yöneliktir. Oyunlar ise, bütün memelilerde olduğu gibi yine bir eğitimdir. Bu nedenle kapitalizm öncesinde tatil veya spor yoktur. Cuma, Cumartesi veya Pazar günlerinin tatil olması, işgücünün yeniden üretilmesinin değil, toplumsal yaşamın yeniden üretilmesinin ve ruhsal eğitimin aracıdır. Kiliseye Pazar, Camiye Cuma günü yani tatilde gidilir. Bu günkü Spor’a benzeyen etkinlikler de aynı şekildedir. Baştan aşağı dinseldirler. Sporlar manastırlarda, tarikat ayinlerinde, dini günlerde yapılır. Dinin dışında bir spor yoktur. Ve sporun amacı bu günkü toplumdakinin tam tersinedir. Beden değil, ruhu eğitmektir. İyi bir komündaş, iyi bir Müslüman, Hıristiyan vs. olmaktır. Bu günkü sporun amacı ise, iyi bir insan bile değil, iyi bir işgücüdür. Tabii burada dinseli bir inanç değil, tüm üstyapı olarak kullanıyoruz. Dini inanç olarak ele almak burjuvazinin ya da modern toplumun dininin bir dogmasıdır. Ama bu bir kere görülünce, bu günkü toplumda da sporun aslında bu toplumun dininin ayrılmaz bir parçası olduğu görülür. Bu toplumun dini, işgücünün sömürüsünü düzenlemeye yöneliktir. Spor da tamamen buradan çıkar. Nasıl iş gücünün dili, dini, etnisi, soyu, sopu, inancının onun yarattığı artı değer üzerinde bir etkisi olmaz ise ve bütün modern toplumun dini bu gerçekten çıkıyorsa; aynı şekilde spor da bizzat bu işgücünün yeniden üretilmesiyle ilgilidir ve bu din içindeki yerini buradan alır.
Tabii burada en saf ve ideal biçimiyle sporu ele alıyoruz. Yani şu demokratların (ve hatta kendini sosyalist sanan ve özünde demokrat olan sosyalistlerin) idealindeki biçimiyle. Yani herkes spor yapıyor, spor yapmaktan bambaşka bir fenomen olan takım taraftarlığı yok, medyanın etkisi yok. Spor da yarışma, rekabet, etkinliği arttırmak, rekorlar kırmak için değil tam da sağlık için yapılıyor diye düşünelim. Bu en ideal biçimiyle bile spor burjuva toplumunun dininin, yani burjuva toplumunun üstyapısının en has ve ayrılmaz bir öğesidir.
Şimdiye kadar sosyalistler, kapitalizmdeki sporu hep, rekabetçiliği, yarışmacılığı, etkinliği vs. hedeflediği, sporcudan ziyade seyirci ve taraftar yarattığı için eleştirdiler. Bütün bu eleştiriler aslında burjuva uygarlığının ufku içinde bir eleştiridirler. Bu eleştirilerin hiç birinin geçerli olamayacağı bir toplum, sadece daha iyi bir kapitalizm olurdu. Sosyalistlerin Spora yönelik eleştirileri aslında hep burjuva uyarlığının ufku içinde bir eleştiri olmuştur. Bu eleştiri özünde hep, sporun yaygın, ucuz ve sağlığa yönelik olmamasıyla ilgidir.
82
Yaygın, sağlığa yönelik ve ucuz spor tam da saf ve ideal biçimiyle kapitalizmle hiç bir şekilde çelişmez. Bunun için mücadele sadece daha demokratik bir toplum için mücadeleden başka bir şey değildir. Bu tıpkı, demokratik bir ulusçuluk için mücadele gibidir. Yani ulusu, dille, dinle, etniyle, kültürle, tarihle tanımlamayan bir ulusçuluk için mücadele gibidir. Sosyalizmin spor eleştirisi bu çerçevede kalamaz, tıpkı ulus ve ulusçuluk eleştirisinin ulusun gerici tanımlarıyla sınırlı kalamaması gibi. Sosyalist hareket, nasıl politik ve özel ayrımının kendisini aşmak ve bunun için de ilk elde ulusal olanı da politik alının dışına atmak zorundaysa, aynı şekilde, iş zamanı ve işgücünü yeniden üretmeye yönelik zaman (aile, tatil; spor, kültür vs.) ayrımını aşmaya yönelik olmalıdır. Bu ayrımın ve bölünmenin kendisini eleştirmelidir. İş, eğitim, spor ve dinlenmenin hepsi bir ve aynı şey olmalıdır. Proletaryanın aslı görevi ve hedefi sporu yaymak, “demokratikleştirmek” değil, sporu yok etmektir, tıpkı yabancılaşmış emeği, işi yok etmek olduğu gibi.
Dolayısıyla proletarya üretime kapitalizm gibi yaklaşamaz. Bu ayrımı ortadan kaldırmak, iş saatlerinin yabancılaşmasına son vermek için tüm işi, “serbest zamanları”, “sporu” bu bakış açısından yeniden örgütlemelidir. Bu konuda hiçbir ciddi düşünüş ve yoğunlaşma yoktur. Bir zamanların “sosyalist ülkeler”indeki uygulamalara benzemez bu. Elbette yabancılaşmanın aşılması, bürokrasinin, iş bölümünün, meta üretiminin tümüyle tasfiyesiyle gerçekleşir. Ama bu yolda atılacak adımlar da vardır elbette. Proletaryanın hedefi örneğin devleti yok etmektir ama bunu yok edebilmek için en azından var olan burjuva devletini parçalamak; çoğunluğun üzerinde baskı aracı olmayacak bir devlet mekanizmasıyla işe başlamak ve bunu da adım adım yok etmek zorundadır. Bizler, ya da işçi sınıfı, nasıl burjuva toplumunun devletini kullanamaz ve ilk adımda onu parçalayıp ondan tamamen farklı karakterde bir “devlet” ile, örneğin politik olanı ulusal olana göre tanımlamamış; düzenli ve profesyonel ordusu olmayan; memurların seçildiği ve gelirlerinin bir ortalama işçi gelirini aşmadığı; egemenliğin gerçekten özgürce seçilmiş temsilcilerin elinde bulunduğu vs. bir devletle işe başlamak zorundaysak; benzer şekilde bu sistemin fabrikaları; iş ve özel hayat ayrımı; ve örgütlenmesiyle başlayamayız. Bu ilişkiyi, bu örgütlenmeyi parçalamalıyız. İş ve serbest zaman ayrımları, mekanları ve bunların örgütlenmesini proletarya sınıfsız topluma giden yolda kullanamaz. Onları tıpkı burjuva devleti gibi parçalamak, yeni baştan bambaşka bir anlayışla örgütlemek zorundadır.
İşçi sınıfının sekiz saat iş, sekiz saat uyku, sekiz saat kültür talebi, aslında tam da burjuva uygarlığının ayrımlarını yükselten ve yücelten onları eleştirmeyen bir talepti ve bir bakıma işçi sınıfının burjuva uygarlığına alternatif bir uygarlık geliştirecek bir düzeye gelmemişliğini; burjuva uygarlığı ve onun dini içinde heretik bir muhalefet olmaktan öteye gidemediğinin işaretiydi.
Örneğin spor bu anlamda, iş gücünün yeniden üretiminin bir aracı olmaktan çıkmalı, iş saatleri dışında olmaktan çıkmalı. İşin kendisi bir spor ve oyuna dönüştürülmeye 83
çalışılmalıdır. Elbette bunun sınırları vardır ama yine de yapılabilecek pek çok şey bulunmaktadır.
İşin kendisinin spor haline gelmesi; sporun iş olması diye özetlenebilir. Böyle bir yaklaşım açısından örneğin, spor ve işin mekansal ve zamansal ayrımı yok olur. Toplumsal örgütlenme bu gün, şehir ve işyeri planlamalarında örneğin hep bu ayrıma dayanmaktadır. Ama böyle bir anlayış açısından, üretim yerlerini, üretimi ve yaşamı bambaşka planlamak gerekir. Bunun nasıl olacağının elbette reçetesi yoktur. Çalışanlar kendi denemeleri, yanılmaları inisiyatifleri ve kararlarıyla bunun nasıl bir şey olabileceğini bizzat kendileri ortaya çıkarabileceklerdir. Marksist spor eleştirisi ve programı, sporun bu en saf ve ideal biçiminden ve onun eleştirisinden yola çıkmalıdır. Tıpkı ulusçuluk ve ulusun, yeni sosyal hareketlerin eleştirisinde ve açıklamasında olduğu gibi. Kapitalizm açısından ulusal sınırların olmadığı bir tek dünya cumhuriyeti en ideal biçim olmasına rağmen niye böyle değildir; iş gücünün dili, dini, etnisi, inancı vs. onun kullanım değeri ya da ürettiği artı değer üzerinde bir etkide bulunmamasına rağmen neden politik olan bunlara göre tanımlanmış uluslara, ırklara göre örgütlüdür neden kadının ödenmemiş emeği söz konusudur vs. tarzında yaklaşıldığı gibi yaklaşılmalıdır spora da. Sadece iş gücünün yeniden üretilmesine yönelik, sağlığa yönelik yaygın spor kapitalizm için en ideal biçim olmasına rağmen niçin böyle değildir? Yarışma, rekabet, etkililik, çoğunluğun spor yapmaması, taraftarlık, medyanın manüplasyonları vs. niçin bunlar egemendir spora? Analiz böyle bir yol izlemelidir. Tabii bu biçimiyle bakıldığında, bu toplumdaki sporun da, bu toplumun dininin, yani özel politik ayrımının ve politiğin ulusa göre tanımlanmasının ayrılmaz bir bileşeni olduğu görülür.
Yani bu toplumda da spor aslında dinseldir. Ama bu toplumun dinden anladığı şey anlamında değil.
Tıpkı ulusçuluğun bir din olduğun söyleyenlerin din derken bundan inancı kastetmeleri gibi; sporun veya futbolun da bir din olduğunu söyleyenler çıkmıştır. Ama bunların dinden anladıkları tam da burjuva toplumunun dinden anladığıdır: inanç ya da ibadet. Hayır bu anlamda değil, üstyapının ayrılmaz bir bileşeni olarak, tümüyle üstyapı anlamında dinseldir. Zaten Marksist analiz bizzat bunu göstermenin ta kendisidir. * Sanılanın aksine Marks’ın en büyük keşfi, sınıf mücadelesi veya bir metaın değerinin onun içinde yoğunlaşmış emek miktarı olduğu değildir. Gerek emek değer teorisini, gerek sınıf mücadelelerini Marks’tan önce, yine bizzat Marksın da belirttiği gibi, Burjuva tarihçileri ve ekonomi politikçileri bulmuşlardı. Marks’ın katkısı, yine kendi ifadesiyle, bu sınıf mücadelesinin, proletarya diktatörlüğü denen
84
sosyalizme giden bir geçiş döneminden geçeceğini söylemesindedir3. Ekonomi politik altındaki en büyük keşfi ise, emek ve işgücünün ayrımı ve işgücü denen metaın özelliklerini analiz etmesi ve artı değerin kaynağı olarak işgücünün kullanım değerini göstermesidir. Bu nedenle, modern toplumun üst yapısının, yani dininin analizi ve anlaşılması ancak modern kapitalist toplumun bu en öz noktasından olabilir. Aynı şekilde sporun da bu üstyapı içindeki yeri böyle anlaşılabilir. İş gücü kavramı olmadan sporu anlamak olanaksızdır. Gerici Ulusçuluk ve Spor Spor veya futbol sosyolojisinin de bütün sosyolojiler gibi çok temel bir zaafı bulunmaktadır. Ulusu ve ulusal devletleri veri kabul edip, bu ulusçu perspektif içinde futbolu, sporu anlamaya çalışmaktadır. Elbet bu alanda, bu tür çalışmalarla birçok ayrıntıda bir çok ilginç sonuçlara ulaşılmış olabilir. Ama çok temel bir sakatlık vardır bütün bu çalışmalarda, Futbol’un ortaya çıktığı ve yayıldığı gerici ulusçuluklar çağını ve ulusal devletler bağlamında onu analiz etmemek. Onun mümkün ve olabilir tek var oluş biçimi buymuş gibi görmek. Bu elbet sadece Futbol için değil, Olimpiyatlar’dan Birleşmiş Milletler’e, Avrupa Birliği’ne kadar her alanda geçerli bir zaaf.
İşte Futbol üzerine araştırmalar ve öneriler de hep bu genel hastalıkla maluldür. Futbol’un ortaya çıkıp yayıldığı ulusal devlet ve ulus onun olası ve mümkün biricik var oluş biçimi olarak ele alınır. Bu var oluşun kendisinin saçma olarak görülüşü yoktur.
3
Yani Proletarya var olan devleti, sınıfsız topluma giden yolda, kendi amaçları için kullanamaz; onun yapısı küçük bir sömürücü azınlığın, büyük sömürülen çoğunluğu baskı altına almaya göre şekillendiğinden, bu işlev bu yapıda yoğunlaştığından, bu yapı tam zıt bir işlevi görmeye el vermez. Bu nedenle onu parçalamak ve ezilenlerin üzerinde yükselmeyen, azınlıklar tarafından kullanılmaya müsait olmayan başka bir mekanizma oluşturmak zorundadır. Yapı ve işlev (anatomi ve fizyoloji) arasında ayrılmaz bir ilişki vardır Marks, bunun için birkaç kriteri saymıştı. Ama bir din ve ulus teorisi henüz olmadığından, bu devletin en önemli özelliğinin de ortadan kaldırılması konusunda bir şey söylemiyordu. Gerçi, mantığının kendisi potansiyel olarak, özgür komünlerin birliği fikriyle ulusal devlet formunu dışlıyorduysa da, bu mantık sonuçlarına gitmiş ve bir ulus ve din teorisi içinde ifade dilmiş değildi. Halbuki, modern toplumun devleti, her şeyden önce, politik olanı ulusa göre tanımlayan bir devlettir. Proletarya, tıpkı profesyonel ordusu olan bir devleti örneğin kendi amaları için sınıfsız topluma giden yolda kullanamayacağı gibi, politik olanı ulusal olana göre tanımlamış bir devleti de kendi amaçları için kullanamaz. Yani proletarya diktatörlüğü, ulusal bir devlet olamaz. İşte Marksistlerin ve sosyalist hareketin en büyük eksikliği bu oldu. Teori kendi içinde çelişiyordu. Teorinin otantik biçiminde bu çelişki vardı, örneğin bu otantik biçimi sürdüren Troçkist gelenekte bu çelişki yaşamaktadır. Tabii bürokratik karşı devrimin Marks’ın dediğiyle en küçük ilgisi bulunmayan ve demokratikten ziyade gerici ulusçulukla damgalı devletleri ise sorunun üzerine iyice tüy dikti. Onlar bir bakıma çelişkiyi, ondaki tüm devrimci demokrasi öğelerini yok ederek çözdüler.
85
Örneğin, Ulusal takımların karşılaşması, Dünya şampiyonası konusunu ele alalım. Niçin bu şampiyona uluslar ve ulusal devletler çapında yapılmaktadır?
Niçin mavi gözlüler ve siyah gözlüler; fasulya sevenler ve pırasa sevenler. Yeşil rengi sevenler ile beyaz rengi sevenler. Belli bir bölgede yaşayanlar ile başka bir bölgede yaşayanlar. Belli bir futbol ekolünü sevenler ile başka bir ekolü sevenler arasında niye yapılmamaktadır? Pırasa sevenler arasındaki ortaklık, bir ulustan olan insanlar arasındaki ortaklıktan daha mı azdır? Muhtemelen daha fazladır.
Zaten böyle olabileceğinin örnekleri yok mudur? İnsanları Beşiktaş, Galatasaray ya da Fenerbahçeli yapan nedir? Niçin yeryüzü ölçüsünde benzer bir durum olmasın? Niçin insanlar ille de bir ülkeye göre tanımlasınlar? Burada ulusun ve ulusçuluğun yeryüzü ölçüsündeki yaygınlaşması ve zaferinin çok önemli bir aracı karşısında olduğunuz görülür. Yani insanlar ancak ulus dolayımıyla bir dünya çapındaki yarışmaya katılabilirler. Diyelim ki, yeryüzü ölçüsünde, boyu 170 cm olan insanlar veya yeşil ve sarı renklerini sevenler bir araya geldiler, bu ölçülürden insanlar arasında takımlar kurdular, turnuvalar yaptılar, en iyi takımı seçtiler veya o takımların hapsinden en iyi oyuncularla bir takım oluşturdular ve Dünya Futbol şampiyonasına katılmak istediler.
Bu mümkün değildir. Bu günkü dünyada, böyle bir şey yapmaya kalkan muhtemelen soluğu tımarhanede alır.
Hep Futbola ya da Spor’a politika karıştırmaktan söz edilir. Futbol veya Spor’un kendisi ancak ulusal, yani politik bir form içinde var olabilir. Nasıl eski çağlarda her türlü spor dinsel idiyse bu gün de öyledir. Yani her hangi bir din veya tarikat dışında, ya da komün dışında spor mümkün değildi. Örneğin, eski Yunanlıların olimpiyatları, farklı Gens’ler (Site’ler, Komün’ler) arasındaydı. Daha sonraki uygarlıklarda, pehlivanlar, karateciler vs. hep bir tarikatin, bir dinin, bir meslek loncasının örgütlenişi içinde var olabilirlerdi. Spor ibadetten, çalışmadan, eğitimden farklı değildi. Dinin dışında, hiçbir şey mümkün olmadığı gibi, spor da mümkün değildir. Elbette ideal bir demokratik cumhuriyette, yani politik olanın ulusal olanla tanımlanmadığı; tüm insanların dini, dili, etnisi, vs. eşit olduğu; bunların hiçbir politik anlamının bulunmadığı bir demokratik cumhuriyette, (ki böyle bir cumhuriyet ancak bir dünya cumhuriyeti olarak var olabilir ve özünde İşçi sınıfı iktidarı ancak bu biçim içinde var olabilir, yani aynı zamanda proletarya diktatörlüğüdür) elbette yukarıda örnekleri verildiği gibi, siyah ve beyazı sevenlerin bir takım kurması gibi, çok farklı kriterlerle kurulmuş takımlar arasında elbette karşılaşmalar olabilir ve muhtemelen olacaktır. Ama bütün bunların hiç birisi, bir politik ayrıma tekabül etmez ve etmeyecektir. Aynı şekilde, kendini Türk olarak kabul edenler veya Türkçe konuşanlar veya Türkiye denen topraklarda yaşamış veya doğmuş bulunanlar da, tıpkı, siyah ve beyazı sevenler veya pırasa sevenler gibi pek ala takımlar kurup bu yarışmlara katılabileceklerdir, tıpkı bu günün şehir takımları veya bilmem ne kasabası Esnaf Spor 86
takımları gibi hiçbir politik anlamları olmayacaktır. Bir kasabada spor kulübü kurmak için, ortak bir tek kriter aranmaz örneğin. Yani sadece her mahalleden ve köyden bir takım katılır diye bir kural yoktur. Bir fabrikanın işçileri bir takım kurabilir; Esnaflar kurabilir; bir sokakta oturanlar kurabilir, ya da sadece birbirleriyle iyi anlaşan bir oyuncular ve arkadaşlar grubu kurabilir. Ve bu çok farklı kriterlere göre kurulmuş takımlar birbirileriyle karşılaşabilirler. Eğer saf ve ideal bir kapitalizm ve gerçekten demokratik bir dünya cumhuriyeti olsa, (tabii bütün diğer sorunları bu bağlamda yok sayıyoruz.) bütün bunlar mümkündür. Böyle bir cumhuriyette dünya şampiyonası, muhtemelen bilmem ne fabrikası sporcuları ile örneğin sarı ve laciverti sevenler arasında olabilirdi. Tabii bunun kendisi de, tıpkı diğer dinlerde olduğu gibi, modern dinin içinde olacaktı. Sporun böyle yapılması, ancak o modern toplumun dini içinde mümkün olabilir ve anlaşılabilir olurdu. Ama gerici ulusçuluğa göre örgütlenmiş bir dünyada bu dinin gerici biçimi içinde olmaktadır. Her hangi bir kritere göre oluşmuş ulusal devletler ve uluslar dolayımıyla karşılaşma olabilir. bilmem ne kasabası esnaf sporu, ancak bir ülkenin, bir ulusun temsilcisi olarak, diğer ulusların temsilcileriyle karşılaşabilir. Yani en ulus dışı görünen birlikler bile, ancak ulus dolayımıyla var olabilir.
İşte, futbol, spor ya da medya sosyolojisinin ihmal ettiği en önemli sorun budur. Futbol ya da spor karşılaşmaları gerici ulusçuluğun en önemli araçlarından biridir. Gerici ulusçuluğun diktatörlüğünün aracıdır. Burada diktatörlüğün aracı denince Franko ya da Salazar ve onların futbolu kullanışı akla gelmesin. Burada kastedilen, ulusal devletin var oluşu dışında başka bir var oluşun tanınmaması, bunun yerleştirilmesinin aracıdır. Yani her hangi bir ulusal devleti temsil etmeden, hiç de politik olmayan bir kritere göre, yeryüzünün en iyi oyuncularını bile bir takımda toplasanız, bu gün bir dünya şampiyonasına katılamazsınız. Çünkü ulusal olanlar katılabilir ve ulusal olan da politik olan olmak zorundadır. Bu ilkeyi reddettiğiniz sürece var olamazsınız. Tam da budur diktatörlük. Bu katılamayışınız, sizin üzerinizde bir diktatörlüktür. Bu anlamda gerici ulusçuluğun diktatörlüğünün bir aracıdır spor ve futbol.
Bu anlamda, nasıl eski çağlarda din dışı bir “spor” mümkün değil idiyse, bu gün de, bu burjuva uygarlığının dininin gerici biçimi dışında bir spor mümkün değildir. Futbol veya spor ancak bu bağlamda anlaşılabilir olur. Sosyalizm veya Sosyalist Ülkeler ve Spor Böylece, sosyalist ülkelerin spor müsabakalarında başarılarının aslında sosyalizmle ve sosyalistlikle hiçbir ilişkisi olmadığı bu bakış açısından da ortaya çıkmaktadır. Bir an için varsayalım ki bir ülkede, tesadüfen insanlar devrim yaptılar. Yani burjuva devletini parçaladılar ve politik olanı ulusal olanla tanımlamayan bir “devlet” kurdular. Bu devlet diğer ulusal devletler gibi onlarla yarışma içinde bir devlet olamaz. Çünkü bu 87
devlet onların var oluş ilkesine karşıdır. O diğer devletlerin yurttaşlarını da, Fransız, İngiliz, Türk vs. olmaktan çıkıp insan olmaya; tıpkı Muhammet’in puta tapanları Müslüman olmaya çağırması ve gereğinde bunu zorla yapması gibi, çağırmak zorundadır. Bu çağrının somut anlamı şudur, Türk, Fransız, Alman vs devletlerinin parçalanması. Şimdi bu “devlet” kendini birer ulus ilkesine göre tanımlamış devletlerin olimpiyat veya Dünya Şampiyonası’na katılamaz. Bu eşyanın tabiatı gereği mümkün olamaz. Böyle bir şey yapmaya kalktığı takdirde, onlardan nitelikçe hiçbir farkı kalmaz.
Bu bize, bir zamanlar sosyalist ülkelerin aslında nasıl gerici milliyetçiler olduğunu, hem de kapitalist ülkelere karşı spor başarıları kazanır ve DDR, Sovyet, Bulgar, Romen, Çin vs. marşlarını çaldırırken aynı zamanda aslında nasıl gerici milliyetçiliğin yayılışının basit bir araçları olduğunu da gösterir. Napolyonun Sözleri Yanılmıyorsam Engels, nicelik ve niteliği anlatırken, biraz zorlama ve mekanik olarak Napolyon’un bir sözünü aktarır. Napolyon, Mısır seferi ile ilgili olarak aşağı yukarı şöyle demiş: “Bir Memlük askeri iki Fransız askerine bedeldi; iki Memlük ile iki Fransız karşı karşıya gelince eşit güçte oluyorlardı; üç Memlük ile üç Fransız karşı karşıya gelince Fransızlar üstün geliyordu.” Futbol, bireysel yeteneklere büyük bir kendini gösterme ve gelişme olanağı sunmasına rağmen bir takım oyunu olduğundan bu kural çok daha açık olarak görülüyor. Örneğin Brezilyalıların her biri teknik olarak muhakkak ki çok üstünler, birer Memlük askeri gibiler. Onların rakipleri, özellikle Avrupalılar, Fransız askerlerine benziyorlar. Kollektif olarak bütün o bireysel teknik geriliklerini dengeleyebiliyorlar. Köylülerle ve küçük burjuvaziyle modern ücretlilerin ilişkisi de böyledir ayağı yukarı. Proletaryada Memlük askerleri veya Brezilyalı futbolcuları görmek isteyenler hiçbir zaman onları bulamayacaklar ve göremeyeceklerdir. Ücretliler tek tek birey olarak, son derece yeteneksiz, kaba, ırkçı, seksist, insanlıktan çıkmış (nasıl olabilsin ki, ömrünün neredeyse tamamı kendine yabancılaşmış bir ücretlilik içinde geçer) varlıklardır. Onların karşısında, bir köylü, bir küçük burjuva aydın, tek bireyler olarak, Arap atlarıyla, gümüş koşumlarıyla, işlemeli ve her biri bir sanat ve zanaat ürünü elbiseleriyle pırıl pırıl pırıldayan sırım gibi bir Memlük askerine veya topla bir akrobat gibi oynayan bir Brezilyalı futbolcuya benzer. Ne var ki onlar, bir türlü kolektif oyun oynayamazlar. Ücretliler ise ancak bir arada bir şeyler yapabilirler. Budur onları muazzam bir devrimci güç haline dönüştüren, Ve en sıradan çimçiğ ücret çıkarları için bile bir araya geldiklerinde, modern toplumu daha demokratik ve eşitlikçi kılarlar. İşçi hareketinin modern toplumda hiçbir sınıfta görülemeyen sağaltıcı bir etkisi vardır. 88
Sosyalistlerin anlamadığı budur. İşçici sosyalistler de işçileri böyle değil, idealize edilmiş biçimleriyle anlarlar, tıpkı bir zamanlar köylüleri idealize ettikleri gibi. Sosyalizmin amacı insanları işçi yapmak değil, işçiliği yok etmektir. “Sosyalist devletler”deki ve sosyalist basındaki, işçi idealleştirmeleri (heykeller, resimler vs. göz önüne getirilsin) aslında tamı tamına burjuva burjuva sosyalizminin bir ifadesidir ve burjuva uygarlığının bir idealleştirilmesinden başka bir anlama gelmez. Bu uygarlığın değerlerinin kendi zıddı biçiminde savunusudur. Tıpkı Beşikçi’nin tersinden Kemalizmi gibidir. Dolu Ev
Bir zamanlar bir Manda Bekir varmış, bir şut çekmiş, mandayı devirmiş. Ya da Bir şut çekmiş ağları delmiş. Ah nerede eski futbolcular! Neredeyse her spor alanında böyle efsaneler vardır. Eski pehlivanlarla ilgili böyle hikâyeler de vardır. Manda Bekir bu gün yaşasaydı, muhtemelen mahalle takımlarında bile yer alamazdı. Kazıkçı Karabekir ise her halde daha ilk turlarda elenirdi. Benzer efsaneler Amerikan beysbolunda da varmış. Harikulade bir deneme yazarı ve paleantolog ve beysbol hastası olan Stephan Jay Gould, Full House adlı kitabında bunun bir efsane olduğunu istatistik olarak gösterir. Beysbolun neredeyse yüz yıla yakın bütün istatistikleri elde bulunuyor ve yine bu uzun süre boyunca kuralları hiç değişmemiş. Bu istatistiklere dayanarak, Gould, aslında bu günkü beysbolcuların çok daha iyi olduklarını ve çok daha iyi oldukları için, eski oyuncular gibi büyük başarılar gösteremediklerini kanıtlıyor. Futbol maçlarını seyredenler, eski maçları özlüyorlar. Zaten artık öyle çok gollü büyük farkların olduğu karşılaşmalar, spektaküler başarılar ve oyuncular pek çıkmıyor. Bu bir yanılsama mı? Pek değil, aslında beysbolda kanıtlanmış eğilimin Futbol’da da görülüşü. Gerçi Futbolun kuralları sık sık değiştiği için beysbol gibi bir istatistik yapma olanağı yok ama yine de, eski ve yeni oyuncuların, bir oyun boyunca ne kadar zaman ve kaç metre koştukları, ayaklarında ne kadar top bulunduğu. Topla kaç kişiyi çalımladıkları kaç pas verdikleri kaç kere ayaklarındaki topu kaybettikleri paslarının ne kadarının isabetli olduğu, kaç sut attıkları, sutların isabet oranı vs. üzerine istatistikler yapılsaydı, bu günkü futbolcuların bütün bu oranlarda Manda Bekir’ler kuşağını fersah fersah geride bıraktıkları, öte yandan bu günün futbolcuları arasında da artık bu oranlarda büyük farklar bulunmadığı görülürdü. Bu günün futbolcusu çok daha iyi çalım atabiliyor ama bu günün futbolcusu çalım yememeyi de daha iyi biliyor. Bu günün futbolcusu daha çok koşuyor ama karşı taraf da daha çok koşuyor. Hiçbir gelişim kurallar aynı kaldığı sürece sonsuza kadar gitmez, belli sınırlara takılır. 89
Örneğin 100 metre yarışlarında bu artık açıkça görülüyor. Bir zamanlar 100 metreyi 9.9’da koşmak spektaküler bir başarıya imza atmaktı. Ama bu gün onlarca sprinter var 100 metreyi 9.9’da koşan. Ve insan fizyolojisinin sınırlarına aşağı yukarı varılmış durumda. Bundan daha ötesi yok. Özel ayakkabılar, pistler veya özel bir mutasyon geçirmiş insanlar ortaya çıkıncaya kadar. Bütün sporlarda eğilimin bu yönde olduğu söylenebilir. Elbette futbolda da. Dolayısıyla bu büyük farkları ortadan kaldırıyor, sonucu çok küçük farklar belirliyor. Bu da eskisi kadar göz alıcı ve farklı sonuçlar olmamasına da yol açıyor. Futbol meraklılarının artık maçların eskisi kadar değişik olmadığı, birbirine benzediği ve can sıktığı yönündeki sözleri aslında bu eğilimin bir ifadesi olarak görülebilir. Kaplanlar gazalları yakalamak için daha hızlı koşuyor, gazallar da kaplanlardan daha hızlı kaçıyor. Ama verili koşullarda bu evrimin bir sınırı bulunuyor. Ne gazallar ne de kaplanlar, organik varlıklar olarak belli bir sınırdan daha hızlı koşamazlar. Oyunun kuralları değişmediği sürece, bu evrimde evin boş olduğu yanı gazalların ve kaplanların henüz mutasyonlarla daha hızlı koşabilecekleri bir dönem bir de artık daha hızlı koşmanın verili yapılar içinde mümkün olmadığı, evrimin durduğu ve dengeye ulaştığı bir dönemi ayırmak gerekir. Bütün sporlar giderek bu denge durumuna yaklaşıyor. 100 metrede aşağı yukarı sınırlara ulaşılmış durumda. Doğa tarihinde de, kartların yeniden karıştığı ve kuralların yeniden belirlendiği dönemler ve bu yeni kurallar içinde hızla yeni türlerin çıktığı dönemler ile; bu türlerin giderek mükemmelleştiği ve belli bir dengeye ulaştığı dönemler birbirinden ayrılıyor. Genellikle büyük toplu imhalardan sonra (göktaşı düşmeleri, volkan patlamaları gibi kozmik veya tektonik büyük imhalar ve kartların yeniden karışmasından sonra) yeni türlerin hızla ortaya çıkışları görülüyor. Sonra da bu türler içinde küçük değişikliklerle evrimin sürdüğü, artık yüz metreyi herkesin 9.9’da koştuğu dönemler geliyor. Ama bu durum yeni türlerin ortaya çıkmasını da engelliyor. Sadece artık sınırlara dayanıldığı için değil, eskiler yenileri engellediği için de. Yani belki daha efektif olacak mutasyonlar olabiliyor belki ama, bu mutasyonların yaşama ve gelişme şansı pek bulunmuyor, çünkü orası daha önce kapılmış bulunuyor. Diyelim ki ormanda, bir bitkide bir mutasyon oldu, onun daha yükseğe yapraklarını çıkarıp daha çok güneş ışığı alabilmesi için. Ama zaten daha önceden büyük ağaçlar orayı kaptıkları ve güneş ışığının ormanın tabanına gelmesini engelledikleri için, bu mutasyon yaşama ve gelişme olanağı bulamıyor. Bunu toplum hayatına da aktarmak mümkün özellikle sosyal hareketlere. Belli partiler ve akımlar bir kere ortaya çıktılar mı, belli bir döneme damgalarını vuruyorlar. Değişiklikler ancak verili durum çerçevesinde küçük değişiklikler olarak kalıyor. Başka bir hareketin ya da partinin var olan sistemin içine girip yerini geliştirmesi pek mümkün olmuyor. Ancak var olan denge iyice çürüyüp belli toplumsal “felaketler” sonucunda imha olduğunda, 90
yepyeni türler gibi, yepyeni partiler ve hareketler ortalığı kaplıyor. Bunların hızla yayıldıkları bir dönem yaşanıyor. Sonra onların da belli bir dengeye ulaştıkları, stabilze oldukları bir dönem geliyor. Örneğin sol hareketleri göz önüne getirelim. 60’lı ve özellikle 70’li yıllarda, sol hareketler hızla çoğaldı ve her biri de hızla büyüdü. Bu aşağı yukarı 79’lara kadar sürdü. Bir tür “kambriyum patlama” yaşandı. Ya da Dinozorların yok oluşundan sonra memelilerin ortalığı kaplaması gibi bir dönemdi bu. Ama bir kere bu türler ortaya çıkıp var olan olanakları kaplayınca yeni bir hareketin ortaya çıkarak, diğerlerini eriterek, yiyerek vs. yok etme olanağı neredeyse sıfırdır. 70’li yıllarda en aptalca şeyleri söyleyen bile binlerce insanı örgütleyebilirdi; yetmişlerin sonuna gelindiğinde ise, dünyanın en yetenekli örgütçüleri en iyi teorilerle bile gelselerdi büyüme şansları yoktu. Onlar ancak marjinal, kenarda köşede, paylaşılmamış alanlarda varlığını sürdürebilirdi. Bu nedenle şimdi, memeli hayvanlar, dinozorların kapladığı bu dünyada, ancak yer altında marjinal alanlarda varlıklarını sürdürebilirler. Ancak bir volkan veya göktaşı bu dinozorların köküne kibrit suyu ektikten sonra, memelilere yeni bir gelişme olanağı ortaya çıkabilir.
Şimdi ev doludur artık. Orada yer yoktur.
Kartlar yeniden karışmalı oyunun kuralları yeniden belirlenmelidir. 07 Temmuz 2006 Cuma
91
Irkçı Olmamanın Zorlukları Nasıl benim arkadaşım olabileceklerini bilmek isteyen Beyazlar için. Birincisi: asla unutma ki ben bir siyahım. İkincisi: benim bir siyah olduğumu unut. Eğer Aretha Franklin'i seviyorsan, bu güzel bir şey, Ama seni her ziyaretimde bana onu çalma. Beethoven'de karar kıldıysan da, Bana onun hayat hikayesini anlatma. Biz de Müzik dersi gördük. Eğer hoşuna gidiyorsa, Afrika yemekleri ye, Ama benden sana Afrika yemekleri yapmamı ya da seni bir Afrika yemekleri lokantasına götürmemi bekleme. Eğer bir siyah, seni aşağıladıysa, seni soydu ya da kızkardeşinin ya da senin ırzına geçtiyse ya da evini soyduysa, ya da basbayağı aşağılık herifin tekiyse. Lütfen benden özür dileme onun kafasını kırmayı düşündüğün için, Yoksa senin deli olduğunu düşünürüm. Eğer siyahların gerçekten beyazlardan daha iyi sevgililer olduğunu düşünüyorsan, bunu bana anlatma lütfen, yoksa, bu hizmetimin karşılığını ödemek zorunda olduğumu düşünürüm. Uzun lafın kısası, Eğer gerçekten arkadaşım olmak istiyorsan, bunun için rol yapma. Sen de biliyorsun ki, ben tembel herifin tekiyim. Pat Parker (Almancası) Für die Weiße, die wissen möchte, wie sie meine Freundin sein kann. Erstens: Vergiß, daß ich schwarz bin. Zweitens: Vergiß nie, daß ich schwarz bin. Esist schön, wenn dir Aretha Franklin gefällt, aber spiele nicht jedesmal, wenn ich dich besuche. Und wenn du dich für Beethoven entscheidest 92
erzähle mir nicht seine Lebensgeschichte. Auch wir haben Musikunterricht gehabt. Iß afrikanisch, wenn es dir schmeckt, aber erwarte nicht, daß ich dich in Restaurants führe oder für dich koche. Und wenn irgendein Schwarzer dich beleidigt, dich überfällt, deine Schwester vergewaltigt, dich wergewaltigt, in dein Haus einbricht oder einfach ein Arsch ist bitte, entschuldige dich nicht bei mir dafür, daß du ihm den Kopf einschlagen möchtest. Sonst müßte ich glauben, daß du verrückt bist. Und wenn du wirklich denkst, Schwarze seien bessere Liebhaber als Weiße erzähle es mir nicht. Sonst müßte ich glauben, daß ich mich lieber für meine Dienste Bezahlen lassen sollte. Mit anderen Worten wenn du wirklich meine Freundin sein möchtest mach' kein Theater darum. Ich bin faul, das weiß du doch. Pat Parker
93
Avni’nin Hikâyesi’ne Ek Bilgiler Milliyet gazetesindeki o haberden sonra Avni’nin hikâyesiyle ilgili olarak bir haber daha çıktı. Bu haberler esas olarak verdiğimiz bilgileri doğruladığı gibi (Avni’nin Dünya Vatandaşı olarak macerasının Dördüncü Enternasyonal ile ilgisi gibi) ilk gidişe ilişkin eldeki bilgileri zenginleştiriyordu. Yiğit Bener eliyle ilk kez Belçika’da ortaya çıkması gibi. Bu haberi de aşağıya aktarıyoruz.
Avanak Avni Avrupa’ya işte böyle çıktı Ferai TINÇ Geçen hafta Fransa’da referandum sonucunu kutlayan gençler, üzerlerinde karikatürist Oğuz Aral’ın Avni’si olan tişörtler giyiyorlardı. Fotoğraflar gazetelerde yayınlandığında, dikkatli okuyucuların hepsi, o sırada aynı soruyu sordu: Avni’nin Fransa’daki gösterilerde ne işi var? İşte aslında 20 yıl önce başlayan öykünün perde arkası. . . FRANSA’nın Avrupa Anayasası’na ‘Hayır’ dediği gece, alanları dolduran coşkun kalabalığın arasında onu görünce hepimiz aynı soruyu sorduk: ‘Avanak Avni’nin orada ne işi var? ’ Gençliğimizin en çok bize ait olan çizgi kahramanı Avanak Avni, aslında Oğuz Aral’ın hiç haberi olmadan ama sonradan onun büyük desteğini de alarak, yirmi yıldan beri dünyanın her tarafında mücadele ediyor. Acaba neden? Çevresinden beklediği ilgiyi göremeyen, sevdikleri tarafından anlaşılmadığını düşünen, haksız yere dayak yiyen, yok farz edilen ama aynı zamanda kimsenin beklemediği kadar akıllı, sağduyulu, hesapçı da olan Avanak Avni’de, onun ifadesinde herkes biraz kendisini, isyanlarını bulduğu için belki de. Avanak Avni’yi Avrupa’ya ilk çıkartan bir Türk; Yiğit Bener. Birçok solcu genç gibi, 1980 darbesinden sonra Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan Yiğit Bener, Avanak Avni’yi ilk kez 1984 yılında, çalışmakta olduğu gazeteye renk katmak için kullanmış. Avni’nin bundan sonraki macerasını Bener’den dinleyelim: ’12 Eylül’den önce ben de düzenli bir Gırgır okuyucusuydum. Darbeden sonra Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldım. Brüksel’de yaşamaya başladım. O dönemde, Dördüncü Enternasyonal’in Belçika’daki biriminin gazetesi ‘La Gauche’ta yazı işlerinde çalışıyordum. Gazetemizi kuru buluyor ve renk katmak istiyordum. Toplantılarımızda, karikatür kullanmamız gerektiğini savunuyordum. Karikatür çizecek halim yoktu. İşte o zaman bende, Avni’yi araklamak gibi haince bir fikir doğdu. ’ Yiğit Bener bunları tasarlarken, Avni’nin gençlik hareketlerine mal olacağını aklından bile geçirmiyordu. La Gauche, Dördüncü Enternasyonal’in yani dünya Troçkist gençlik hareketinin gençlik
94
örgütü JGS/SJW’nin, ‘Sonbaharın sıcak geçeceğini’ ilan eden reklamında Avni’yi kullanınca, yıllarca orak çekiçleri, çarkları, yumrukları kullanarak kitlelere ulaşmaya çalışan sol hareket, kendisine yeni bir sembol buldu: Avni. Yiğit Bener, Avni’nin kendi denetiminden çıkış öyküsünü şöyle anlatıyor:
‘Avni çok tuttu. Avni, iyiyi, işçiyi, sosyalist genci temsil eder oldu. Özellikle gençler arasında. Gazetede yayınlandıktan bir süre sonra baktım örgütün gençlik kolları da Avni’yi sahiplenmeye başladılar. Kendi gazetelerinde kullanıyorlardı. Derken Avni, gençlik örgütümüzün bildirilerinde de boy gösterir oldu. Artık Avni sadece Oğuz Bey’in değil benim de kontrolümden tamamen çıkmıştı. Gazete Avni’den vazgeçtiği dönemlerde bile gençler onu terk etmemişlerdi. Avni, sadece onlara aitti. Avni’yi rozetlere taşıdılar. Füzelere karşı yapılan kampanyada, Avni füzeleri tekmeyle geri yolluyordu. Bu rozetler binlerce sattı. Avni hızla çok daha geniş kitlelerin simgesi haline geliyordu. 1980 sonlarında Brüksel’de, 400 bin kişinin katıldığı barış yürüyüşünde Avni bu kez savaş karşıtlarının taşıdıkları pankartlarda yer alıyordu. ’ Avni direniş kahramanı haline gelince Yiğit Bener, Oğuz Aral’a bir mektup yazıp durumdan kendisini haberdar ediyor. 2 Aralık 1986’da kaleme aldığı mektupta Bener, ‘Mahcup olmanın verdiği çekingenlik nedeniyle’ Aral’a iki yıldan beri yazmak istemesine rağmen yazamadığını söylüyor. Mahcubiyetinin nedeni ise ‘Ekte anlatacaklarımı sizin izniniz olmadan yapmış olmam’ diye açıklıyor. Bener mektubunda, Avni’nin başına gelenleri aktarırken, ‘İş çığırından çıktı. Avni dev boyutta bez pankart haline de geldi. Yürüyüşlerde flama olarak taşındı. O kadar ki Belçika işçi hareketinin tarihine bile geçti’ diyor. Tabii Avni’nin serüveni burada bitmiyor. O öyle evrensel bir mesaj ki, Avni’yi gören kapıyor. 1985’te, Troçkist gençlik örgütünün dergisi PRT’nin kapağında Meksika’da boy gösteriyor Avni. Bener Avni’nin 20 yıl önceki serüvenini anlatırken, Gırgır Dergisi’ndeki ilginç bir öyküyü anımsatıyor: ‘Gırgır’ın geçmiş sayılarında, yalnış anımsamıyorsam Galip Tekin’in bir dizisinde benzer bir hikaye vardı. Nükleer savaştan sonra dünya yok olmuştu ve uzaydan gelen canlılar bir adet Gırgır dergisi bulmuşlardı. Ve orada gördükleri Avni’yi, Muhlis’i Rıdvan’ı putlaştırıp Tanrı yapmışlardı. Yine benzer bir durumla karşı karşıyayız. Avni’nin, Avrupa’ya ayak basışından 20 yıl sonra bile yine yüzlerce insan Avni’li tişörtler giyip, Avrupa Birliği Anayasası’na ‘Hayır’ın mesajını onunla güçlendiriyorlar. ’ Oğuz Aral artık aramızda değil, Avni’yi Paris sokaklarında dolaşırken görseydi ne derdi? Yirmi yıl önceki gibi davranırdı eminim. Yirmi yıl önce Avni’nin baskıya, savaşa, sömürüye, eşitsizliğe karşı direnişler örgütlemek için dünyaya açıldığını duyduğunda Yiğit Bener’e verdiği tepki, Aral’ın hayata karşı duruşunun özetiydi. Aral, Avni’nin, gazete ve dergilerde yayınlanması, tişörtlere basılması, hatta rozetlere basılıp
95
satılması karşısında telif hakkı istemiş miydi? ‘Kesinlikle telif hakkı üzerinde durmadı’ dedi Bener. ‘Ben, Avni’nin kullanıldığı davalara gönül vermiş bir insanım. Avni’nin dünyayı dolaşmasından gurur duyarım, bu olanlar telif ücretinden çok daha büyük bir ödüldür benim için.’
İşte, Aral’ın yanıtı bu olmuştu.
Avni’nin yirmi yıl önce olduğu gibi, bugün de haksızlıklara başkaldırı simgesi olarak sahneye çıkmasının sırrı ne olabilir? Bu serüvenin en yakın tanığı olan Yiğit Bener, sırrı tek bir cümlecikle açıklıyor. ‘Bu, Aral’ın sanatının gücüdür! ’
96
Dünya Vatandaşı Avni Albümü
Avni siyah olarak Güney Afrika’da İdam Cezasına Karşı (Muhtemelen Hollanda’da seksenlerin sonunda kullanılmış bir afiş) 97
Berlin’de Antifaşist Gençlik ve Avni
Avni İspanyolca “Biz yasadışıyız (İllegaliz)… ve biz buradayız” diyerek Irkçı bir sloganı parçalıyor.
Irkçı saldırılara karşı mücadele içinde doğmuş Berlin’deki Antifaşist Gençlik tarafından kullanılan Avni sembolü 98
Avni ve Avniye, sol tarafta isimleri bulunan, Berlin’deki öz savunmaya yönelik sokak çetelerinin birliğini kastederek, Almanca ve Türkçe, “Birlikte Güçlüyüz” diyorlar.
99
Antifaşist Gençlik dergisinin Avni figürleriyle dolu kapak içi sayfası
100
Yine Berlin’deki Antifaşist gençlerin çıkardığı dergide Yabancılar Yasasına karşı direnen gençlerin kendilerinin yaptığı bir Avni
101
Avni’yi sembol olarak kullanan ve yukarıdaki dergiyi çıkaran gençlerin bizzat kendilerinin kendi çıkardıkları dergideki bir resmi
102
Antifaşist Haber’in ırkçılar tarafından öldürülen Mete Ekşi’yi kapak yapmış bir sayısı
103
Antifaşist Haber Bülteni’nin iç sayfalarında Avni motifleri
104
Kad覺nlar覺n haklar覺n覺 Savununa Avni ve Avniye
105
Gençlerin kendilerinin yaptıkları, yine kendi çıkardıkları dergide yayınlanan, çeşitli Avni karikatürleri
106
Eyüp imzalı Avni karikatürleri
107
108
Alman “Barış Güvercini”ne karşı kalemi silah olarak Hayati’nin Avni’si
Antifaşist Gençlik’te kullanılmış çeşitli Avniler
109
(Hamburg’ta Köxüz dergisini çıkaran gençlerin kullandığı Avni’ler) Avni Irkçılığa karşı özsavunma çağrısı yapıyor
110
Hamburglu gençlerin göğsüne Gamalı haçı kıran Avni motifi bastırdıkları T-Shirt
Hamburg’ta çıkan Köxüz’ün Mart 1996 sayılı sayısının kapağı. Kapakta “Almanya Kürt avı yapıyor” diye yazıyor. 111
Köxüz Sitesinde yazar olarak Avni
Berlin Antifaşist gençler ve Hamburg Köxüz geleneğinden alınmış Avni Fransız seçimlerinde
112
Ek: Talat Paşa Jakoben miydi? Jakobenizm Nedir? Osmanlı’da Kim Jakobendi? Bugün Kimdir? Ortaya çıktığı günden beri sol görünümlü bir gericiliği ve milliyetçiliği savunan Doğu Perinçek ve partisi, her zaman olduğu gibi şimdi de tarihi ve kavramları alt üst ederek bu günkü gerici ve ırkçı politikalara sol bir cila sürmeye çalışıyor. Bunlar için olaylar ve kavramlar, o an izlenen gerici politikalara bir sol görünüm kazandırmak için içerikleri boşaltılacak ve istenildiği gibi oynanacak basit araçlardır. Türkçü Bonapartist Talat Paşa’yı Jakoben yaptıkları kolaylıkla, Hazreti Muhammet’i de cuntacı yaparlar. Örneğin şöyle yazıyor “Bilim ve Ütopya” dergisinde “Silahlı Peygamber Hazreti Muhammet’in Medeniyet Devrimi” adlı çok bilimsel yazısında bay Doğu Perinçek: “Hz. Muhammed de, bütün devlet ve medeniyet kurucuları gibi, elbette silahlı bir güce kumanda etmiştir. Silahlı güç tekeline sahip olmak, devletin ayırt edici özelliğidir. Silahlı güç varsa, devlet vardır. Ve her medeniyet, ancak devletle, silahlı güçle kurulur. İnsanlık kabile toplumundan devlet ve medeniyet kuruculuğuna silahın tekelde toplanmasıyla geçmiştir. İşte İslam Peygamberi'nin büyük başarısı da buradadır. Mezopotamya uygarlığı, Mısır, Çin, İran, Türk, Yunan, Roma uygarlıkları, Cromwell'in İngiliz demokrasisi, Washington ve Lincoln'ün Amerikan demokrasisi, Robespierre'in Fransız demokrasisi, Bismarck'ın Alman birliği, Garibaldi'nin İtalyan birliği, hep silahla kurulmadılar mı?”
Burada yapılan oyunun niteliği çok açıktır. Aynı şekilde, silah ve savaş aracına baş vurdukları için, sosyolojik olarak tamamen farklı karakterdeki, farklı sınıfların ve tarihsel dönemlerin ifadesi olan kişi ve hareketler, sadece silaha baş vurmalarından hareketle aynı sepete atılmaktadır.
Bay Perinçek, İslam peygamberinin büyüklüğünü onun başarısında, başarısını da silah kullanmasında bulmaktadır. Muhammed’in büyüklüğü Perinçek’in başarısını bağladığı silah kullanmasında değildir, aslında Muhammet başarılı da olamamıştır kurmak istediği düzen göz önüne getirilirse, daha ölümüyle birlikte, cesedi soğumadan, Mekke eşrafı su başlarını kesmiş ve adım adım birkaç on yıl içinde, İslam’ı tipik bir uygarlık ve devlet dini yapmıştır. Tümü silahlı ve eşit Müslümanların Camide toplanarak ortak kararlar aldıkları ilk günlerin yerini, Müslümanların silahsız olduğu, silahın sadece devlet ve onun asker ve zaptiyelerinde bulunduğu; Camilerin devletin başındakilerin kararlarının halka duyurulma ve bu karar ve uygulamaları meşrulaştırmanın aracı olduğu, namaz saflarında sembolize olan hukuksal eşitliğin yerine aşılmaz sınıf farklarının geçtiği İslam namlı bir gericilik, soygun ve zulüm düzeni almıştır. Muhammet’in büyüklüğü başarısında değil, tam da o başarısız kaldığı noktadadır. Eğer Muhammet ile bu gün arasında bir paralellik kurmak gerekirse, bu günün Muhammet’i, tüm ulusal devletlere, özellikle bunlar içinde bir ulusu dil, din, etni, soy, tarih vs. ile
113
tanımlayan devletlere karşı, “vatanım yeryüzü milletim İnsanlık” parolasıyla bu devletleri yıkmak için mücadele eden olabilir. O günün putları ve aşiretleri, ve soy kardeşliği ne ise ve nasıl Muhammet o soyları, aşiretleri ve onların putlarını parçaladı ise, bu günün Muhammet’i de bu günün dünyasının aşiretleri olun ulusları, bu günün dünyasının putları olan ulusal bayrakları; bu günün soydaşlığı olan ulusçuluğa ve ulus kardeşliğine kutsal cihat açan, bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görendir. Eğer Muhammet’in silah kullanması ile günümüz arasında bir bağ kurmak gerekirse, bu gün bütün ulusal devletleri, dolayısıyla öncelikle de vatandaşı olduğu ulusal devleti yıkmak için silah kullanmak Muhammet’in yaptığına benzer. Muhammet silahı kendi içinden çıktığı kabileye (Kureyş’e) ve şehre (Mekke’ye) karşı kullanıyordu. Mekkeliliğin ve Kureyşliliğin yerine Müslümlüğü, yani insan kardeşliğini geçiriyordu. Allah, tüm insanlığın ifadesini bulduğu genel kavramdı. Ruhunu Allah’a teslim etmek, yani Müslüman olmak, tüm insan kardeşliğine inanca teslim olmak anlamına geliyordu. Muhammet’in Kabeye girip putları yakmasının bu günkü karşılığı, bir Türkiyeli veya Türk için, Ankara’yı ele geçirip, Türk bayrağını yıkmaktır. Ve oradan da bütün ulusal devletlere, tıpkı Muhammet gibi savaş açmak, bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görmektir. Perinçek devrimci Muhammet’i, kendisi gibi basit bir gerici milliyetçi gibi görmektedir. Doğu Perinçek’in Muhammet dönemindeki karşılığı, hala o Kureyş ve aşiretler dönemini savunan Ebu Cehil’lerdir. Bay Perinçek’in devrimcilik olarak vaftiz ettiği şey sadece silah ve şiddettir. Devrimi şiddet olarak görmek, en karşı devrimci devrim kavrayışıdır.
Perinçek’in tahrifatları tarihi alt üst edişleri, son “Talat Paşa Harekatı”da Talat Paşa denen darbeci Bonapartı, Jakoben olarak satmasında da görülür. Bunun için Jakobenlik kavramının içini boşaltır ve onu bir şiddet kullanımı, bir yukarıdancılıkla özdeşleştirir. Yani son yılların gerici atmosferinde devrimci ideallerinden vaz geçen aydınların Jakobenliğe yüklediği anlama aynen sahip çıkar. Ama önce şu Jakobenin ne olduğuna bir bakalım. Çünkü yeni kuşaklarca Jakoben’in gerçek ve otantik anlamı unutulmuş bulunuyor.
Yeni kuşaklar Jakoben diye, üstten darbecilik yapanı anlamaktadır. Jakobene bu anlamını verenler, 12 Eylül darbesinden sonra gericilik ve yılgınlık ortamında demokrasiyi terk edip liberallere dönüşen aydınlar oldu. Ondan sonra bu yeni yanlış anlamıyla yayıldı ve öyle bilindi. Belli bir çağın ruhu ve sınıfsal çıkarlar sadece olayları tahrif etmez, kimilerini unutup kimilerini öne çıkarmaz, kavramların da anlamların da anlamlarını değiştirir. Ve bu anlam değişmeleri hiç de masum değildir, Jakoben kavramında olduğu gibi. Örneğin bu gün bir hakaret sıfatı olan Herif, Hırfetten gelir ve bir zamanlar zanaat ehlini tanımlamakta kullanılırdı. Osmanlı Devletinin çürümesilyle birlikte emeğiyle yaşamanın, zanaatın toplumdaki değerinin azalmasına paralel olarak bu günkü olumsuz ve aşağılayıcı anlamını almıştır. 114
Jakoben kavramı da böyle bir anlam değişmesine uğramıştır Türkiye’de, hatta dünyada. Devrici demokrasiyi, burjuva devrimleri ideallerinin ezilen ve yoksullar tarafından sonuna kadar savunulmasını ifade eden bir kavram olan Jakoben, 68 sonrasındaki gericiliğin yükseldiği atmosferde, Wajda’nın Danton gibi filimleriyle birlikte, bu gerçek tarihsel anlamından boşaltılıp, sadece şiddetle özdeşleştirildi. Jakobenizm, Marks’ın deyimiyle Burjuva devriminin ideallerini Plepçe, avamca gerçekleştirmeye denir. Yani Jakobenizm, bırakın üstte olmak, darbecilik veya yukarıdan devrimciliği bir yana bunun tam zıddıdır. Paris’in donsuzları, yani baldırı çıplakları, yani yoksulları, Jakoben derneklerinde örgütlenmişlerdi. Burjuvazinin devrimi savunmakta kararsız olduğunu görüyorlardı. Devrim dört bir yandan kuşatılmıştı. O devrimi savunmak için devrimi yok etmeye kalkanların şiddetine karşı şiddet uygulamak zorunda kalmasıdır bu yoksulların Jakobenizm. Jakobenizmin şiddeti yüceltmek gibi bir yanı da yoktur. Robespiyer, idam cezasının kaldırılmasını ilk isteyendir.
Jakobenizm, bu yoksulların iktidarıdır. Bunun unutulmuş bir adı da Birinci Paris Komünü’ür. İkinci Paris Komünü’nü yapanlar da, yine kuşatma şartları altında, Jakobenlerdir, yani Paris’in yoksullarıdır. Ama artık, birinci Paris Komünü’nün o yarı esnaf işçileri az çok modern proletarya oldukları için, ikincisinde, Jakobenizm fiilen bir İşçi İktidarı olur, Marks’ın “Güneşi fethe çıktılar” diye selamladığı. Jakobenizmin gerçek mirasçısı Rus devriminde Bolşeviklerdir. Bolşevikler de yukarıdan darbeci değildiler. Dünya tarihinde eşi görülmemiş işçi ve köylülerin ayaklanmasının öne çıkardığı devrimcilerdi. Tıpkı Robespiyer gibi, karşı devrimin kuşatma ve saldırısına karşı Kızıl Orduyu kuran Troçki de İdam cezasının kaldırılmasını önerenlerdendi devrimin ilk günlerinde.
Ne Robespiyer’de, ne Troçki’de şiddetin ve insan öldürülmesinin yüceltilmesinin zerresi yoktur. Bu doğu Perincek gibi nasyonal sosyalistlerin bir özelliğidir. Onlar sadece devrimi savunmak için buna başvurmuşlar ve onu hiçbir zaman yüceltmemişlerdir. Yani Jakobenizm, burjuva devriminin ve aydınlanmasının, tüm insanların eşitliği; fikir ve örgütlenme özgürlüğü gibi ideallerini savunan yoksulların hareketidir. Bu anlamda, örneğin, PKK bir Jakoben hareket karakteri taşır. 12 Eylül öncesinin devrimci radikal sol hareketleri Jakoben sayılabilirdi.
Türkiye tarihine bakarsak, Jakoben kavramına darbeci yukardancı anlamını veren liberal aydınların iddialarının aksine, Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Eğer jakobene benzeyen bir şeyler aranırsa, son duruşmada silahlı halk olana, Çerkes Ethem, Yeşil Ordu ve çetelerin güçlü ve egemen olduğu dönem, bir parça Fransa’nın Jakoben iktidarı dönemine benzer. Thermidor’un karşılığı, Çerkez Ethem’in tasfiyesi, Suphi’lerin öldürülmesi ve Ali Fuat Cebesoy’un batı Cephesi komutanlığından alınıp onan yerine İsmet İnönü’nün getirilmesidir. Bonapart’ın İmparator ilan edilmesinin karşılığı da Cumhuriyet’in ilanıdır. 115
Jakobenizm, ezilenlerin toplumsal bileşiminin değişmesiyle birlikte, kendisi de evrim geçirmiş ve Rus devriminde Bolşevizme dönüşmüştür. Paris’in yarı esnaf “san kilot”ları Putilov fabrikalarının işçileri olunca, Jakobenizm de Bolşevizm olmuştur. Robespiyer ve Marat’nın, Rus devrimindeki karşılığı, Lenin ve Troçki’dir. O zamanlar hızlı geçinen Napolyon’un karşılığı da Stalin’dir. Ama yoksullar sadece işçilerden ibaret değildir, işsizler, küçük üreticiler de bunlara dahildirler. Hatta işçiler kendilerini iyi kötü sendikalarla koruyabildiklerinden bu tabaklar daha korumasız olduklarından, kriz dönemlerinde bunlar hızla radikalleşme eğilimi gösterirler. Eğer bu radikalleşme devrimci bir yükseliş döneminde, devrimci umutların yaşadığı bir çağda gerçekleşirse, bir işçi sınıfı devrimciliğiyle, yani kendi evrilmiş biçimiyle ittifaka girebilir. Sandinist, Küba, Çin, Vietnam devrimleri bu anlamda Jakoben devrimlerdir. Ama gericiliğin ve devrimci umutların yitirildiği bir dönemde, bu radikalleşme pek ala faşizmde olduğu gibi, işçi sınıfına karşı bir küçük burjuva haçlı seferine de dönüşebilir. Jakobenizm ile Faşizm’in bu bağlamda belli bir ilişkisi de vardır. Ama bu da yine, işçi sınıfının yeterince Jakoben olmamasının, yani devrimci olmamasının, oportünist günahlarının bir cezası olarak ortaya çıkar. * Bonapartizm Jakobenizmin zıddıdır. Tepeden darbe yapar o devrimin kazanımlarına oturur ve onları budar. O budadığı biçimiyle de genellikle başka ülkeleri istila eder. Bonapartizm’e adını veren Napolyon Bonapart böyledir. Örneğin İslamiyet’in Bonapart’ı Muvaiye’dir. İslamiyet’in Robespiyer’i Ali’dir. Ekim Devrimi’nin Robespiyer’i Lenin Troçki’dir, Bonapartı Stalin’dir. Ama devrim ile bu karşı devrimler arasında, Fransa’da Jirondenler; İslam’da Dört halife Devri, Rusya’da Zinovyev, Kamanav, Buharin’li dönem vardır. Napolyon, Muaviye ya da Stalin, ancak bunlardan sonra imparator olacak güce ulaşırlar.
Bonapartların esas karakteri, onların Jakobenizmi, yani devrimin ideal ve amaçların terk etmesinde ve bu geleneği sürdürenleri tasfiyesinde toplanır. Bonapartizm bir karşı devrimdir. Bonapartizm, devrimi, bir egemen sınıfın ele geçirmesidir. Bu hiç şaşmazca aynı biçimde olur. Egemen sınıf bunu devrimin bayrağıyla yapar. Napolyon İmparator olduğunda, Fransız devriminin, Eşitlik, Özgürlük, Kardeşliği sembolize eden üç renkli bayrağını İmparatorluk Kuşağı olarak kuşanmıştı. Muaviye, Ali’ye karşı Sıffın savaşında, Askerlerinin mızraklarının ucuna Kuran yaprakları taktırarak yok olmaktan kurtulmuştu. Stalin, Lenin’i bir tanrı gibi dokunulmaz tabu yaparak karşı devrimini yapmıştı. Bu tarihsel ortaklıklar ışığında baktığımızda Osmanlı tarihinde kimdir Jakoben? Osmanlı tarihinde Jakoben neredeyse yok denecek kadar azdır. Çünkü, Osmanlı’da burjuvazi çoktan devrimci barutunu yitirdiğinden, burjuva devrimlerinin tüm insanların eşitliği ideali terk edilmiş, ulus bir etni, dil veya din ile tanımlanmaya başlanmıştı. Diğer yandan., Rusya’nın aksine, bir modern ve büyük sanayi olmadığı için, bu gerici burjuvazi karşısında, bu Jakoben gelenekleri savunacak bir işçi sınıfı da yoktu. Dolayısıyla Jakobenizm çok sınırlı 116
ve cılız bir eğilim olarak vardır Osmanlı’da. Jakobenizm’e en yakın eğilim, Ermeni ve Rumlar ve Balkan halkları arasındaki işçi ve sosyalist partiler olabilir. Osmanlı imparatorluğunda hem modern işçileri içerdikleri hem de ezildikleri için, Rum ve Ermeni ahali arasında bir Jakobenliğin izleri görülebilir. Ama bu bile sınırlıdır. Çünkü sadece burjuvazi devrimciliğini yitirmemiş, işçi hareketi de bu gerici milliyetçilikten etkilenmiştir. Ulus artık, insan haklarıyla değil, Ermenilik, Türklük, Rumluk, Bulgarlık vs. ile tanımlanmaktadır. Fransız devrimi olduğunda Fransa’nın yüzde onu Fransızca konuşuyordu. Fransız olmanın devrimde bu günkü gibi bir etnik aidiyetle ilişkisi yoktu. Fransız imparatorluğunun yayılmış oluğu topraklarda yaşayan yurttaşlar anlamına geliyordu. Osmanlı’da böyle bir hareket olmadı. Osmanlıcılık, egemen Müslüman devlet kastının kendini savunma ideolojisiydi, bu anlamda aydınlanmayla bir ilgisi yoktu. En Devrimci ve Sosyalist Hınçak partisi bile, hiçbir zaman, bir tüm Osmanlıda bir Fransız devrimi gibi devrim yaparak, Osmanlı topraklarında dilsiz, dinsiz., etnisiz, tarihsiz bir cumhuriyet kurmayı düşünmezdi, bir Ermeni partisi olmaktan öteye gidemedi. Bu anlamda, içinde Türk ve başka din ve milliyetlerden komutanlar yöneticiler bulunan ve etnik milliyetçiliğe daima mesafeli duran PKK, Türkiye’de Jakobenizm’e en yakın eğilimi temsil eder. Osmanlı’da en devrimci ve sosyalist örgütler bile buna uzaktı. Hıncak içinde, Kürtler, Türkler, Rumlar ve diğerleri yer almıyordu. Bu nedenle, Hınçak bile tam bir jakoben sayılmazdı. Osmanlı’da bilinen meşhur aydınlar arasında, Jakoben adını almaya layık olarak Tevfik Fikret’ten söz edilebilir. O “Vatanm yeryüzü milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir etni, dil, din, soy aidiyetini, ulusun buna göre tanımlanmasını reddetmiştir. Yani burjuva devrimi ideallerinin, aydınlanmanın tutarlı bir savunucusudur. Sadece bu idealleri sonuna kadar ve tutarlı savunmaz, bunlara ulaşmak ve bunları savunmak için, tıpkı jakobenler gibi her şeye de hazırdır. Örneğin bir “lahza i teahhur” şiirinde, Sultan İkinci Abdülhamit’e suikast yapan Ermeni devrimcinin bombasının biraz geç patalaması ve bu nedenle müstebit sultanın ölmemesi nedeniyle hüznünü anlatır. Fikret, eğer yaşasaydı, 1908 devrimini (Babıali Baskını denen) darbeyle gömen, Ermenileri katleden Talat Paşa’nın öldürülmesini, muhtemelen alkışlardı. Bu gün bile böyle devrimciler yokken. Türkiye’nin sosyalistlerini çoğu Genel Kurmayın peşine takılmışken, kendini Türklükle tanımlayan bir devletin yurttaşları olmak onları rahatsız etmez ve sözde ABD’ye karşı olmak adına bu devleti savunmaya geçmiş bulunurlarken, Tevfik Fikret, cumhuriyet döneminin bir sürü komünistinden bile, Jakobenizme çok daha yakındır. Çünkü Cumhuriyet’in Komünistleri de Türk “Komünist”i olmuşlardır, Osmanlı’nın komünistlerinin Ermeni “Komünist”i olmaları gibi. 1908 kıytırık devriminin Bonapart darbesi, İttihat Terakki’nin babıali baskını, yani darbesidir. 1908 devriminde bir Jakoben iktidarı yoktur.
117
İşte Talat Paşa, bu darbenin örgütleyicisi, devrimin kardeşlik ve özgürlük idealleri yerine devleti yaşatma ve korumayı geçiren adamdır. Zaten tam da bir Bonapart olduğu için, bir karşı devrimci olduğu için, o cılız devrimi yok ettiği için Hitler’e ilham veren Ermeni katliamının örgütleyicisi olmuştur.
Biz sosyalistler ve devrimci demokrasi, Talat’ın değil; veya Ulusu din yani İslam ile tanımlayarak Osmanlıyı yaşatmaya çalışan Teşkilatı Mahsusacı Mehmet Akif’in değil; “Vatanım Yeryüzü Milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir din, etni, dil ya da toprak parçasıyla ulusu tanımlamayı reddeden, tarafını daima ezilenlerden, yoksulardan yana koyan, kadın haklarını savunan, çok yönlü aydın (Ressam, eğitimci, mimar vs.) burjuva devrimlerinin idealinin, aydınlanmanın o gerçekleşmemiş projesinin savunucusu belki de tek Jakoben, Tevfik Fikret’in mirasının savunucularıyız. * Bu vesileyle Tevfik Fikret’in Sultan’ı öldürmek isteyen Ermeni devrimcisinin başarısız kalan teşebbüsüne duyduğu üzüntüyü anlatan şiiriyle bu Jakobeni analım: Önce bu günkü Türkçe’yle sonra o zamanın diliyle:
bir anlık gecikme bir patlama...bir duman...ve bütün bir şenlik alayı, sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik, yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik... ey yüce patlama, ey öc alıcı duman, kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim? arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun, görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı. sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler. vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın, en gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın. silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin bir uykudan uyandırır milleti dehşetin. ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın! attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın! dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman, ya da o durmasaydı o tâlihsiz* taç,
118
kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş. ancak, rastlantı... âh o güçlülerin dostu, güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı, birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı, söndürdü bir nefeste bu parlak umudu; yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı, zulüm tarihine bir övünme önsözünü. kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü; ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi: bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak) bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini
Orijinal dilinde:
bir lahza i teahhur bir darbe... bir duman... ve bütün bir gürûh-ı sûr, bir ma'şer-i vaz'ı temâşâ, haşin, akuur tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik, yüseldi gavr-ı cevve bacak, kelle, kan, kemik... ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim, kimsin? nesin? bu salvete sâik, sebeb ne? kim? arkanda bin nigâh-ı tecessüs, ve sen nihân, bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân. mâlik sensin o servet-i ra'dîn-i gayza ki her yerde hiss-i hakk u halâsın muharriki. sadmenle pâ-yı kaahiri titrer tegallübün, en gırca tâc-ı haşmeti sarsar takarrübün. silkib ukuud-u rikba-i a'sârı, en çetin bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin. ey şânlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın! atdın... fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın!
119
dursaydı bir dakîkacağız devr-i bî-sükûn, yâhud o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn, kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş. lâkin tesâdüf...âh o kavîler münâdimi, âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi, birden yetişdi mahve bu tedbîr-i hârikı, söndürdü bir nefesde bu ümmîd-i bârikı; nakş etdi bir tehekküm içün baht-ı bî-şuûr târih-i zulme bir yeni dîbâce-i gurûr. kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi intikaam; lâkin unutmasın şunu tarih-i siflekâm: bir kavmi çiğnemekle bu gün eğlenen...(denî) bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini! -5 temmuz 1322-18 temmuz 1906tevfik fikret Bu gün böyle şiir yazacak demokrat var mı bu Osmanlı artığı kayfi, ırkçı, inkarcı, baskıcı devlete karşı mücadele eden Kürt gerillalar için? Demokratı bırakalım sosyalist var mı? Yok. Nereden nereye gelindiği böyle daha iyi görülüyor. Osmanlı’nın Jakobeni, Tevfik Fikret’i bile yok bugün. Yirmi birinci yüzyılın devrimcisi ve Jakobeni bir yana.
16 Mart 2006 Perşembe Demir Küçükaydın demiraltona@hotmail.com http://www.koxuz.org
120