Demir Küçükaydın
Birlik mi? Rekompozisyon mu? “Kuruçeşme Süreci” nin Değerlendirmesi ve Bildiriler
Yayınları
Birlik mi? Rekompozisyon mu? “Kuruçeşme Süreci”nin Değerlendirmesi ve Bildiriler
Demir Küçükaydın 27 Haziran 2012 –Üçüncü Sürüm
Yayınları
8
İçindekiler Birlik Tartışmaları Üzerine Değerlendirmeler ................................................................ 11 Birlik = Bölünme: Unutulan Bir Denklem ........................................................................ 11 “Kuruçeşme”nin Tarihteki Olası Yeri ............................................................................... 13 “Kuruçeşme”nin Hayalleri ................................................................................................ 15 Parti Konusunda Üzerinde Düşünülmesi Gereken Bazı Sorular ....................................... 18 “Sosyalistlerin Birliği” Kimin İçin Gerekli? ..................................................................... 20
Avrupa’daki “Birlik Tartışmaları”nın Gayrı Resmi ve Öznel Bir Tarihi .................... 22 Sunuş ................................................................................................................................. 22 Toplantı’ların Tarih Öncesi ............................................................................................... 24 Frankfurt Toplantısı........................................................................................................... 27
İlk Bocholt Toplantısı........................................................................................................ 31 Avrupa’da Kadınlar ........................................................................................................... 36
Komisyon Çalışmaları ....................................................................................................... 38 Son Bocholt Toplantısı ...................................................................................................... 43 Hangi Konular, Nasıl Bir Öncelik Sırasına Göre, Hangi Biçimler Altında Ele Alınmalı?.............................................................................................................................. 45 Program Anlayışları ........................................................................................................... 51 Marksizm ve Günümüz Dünyası ....................................................................................... 56 Günümüz ve Marksizm Konusunda Tebliğler ve Tartışmalar Üzerine Bir Değerlendirme ..................................................................................................................... 62 Sunuş ................................................................................................................................. 62
Günümüz Dünyası ve Marksizm İlişkisi Hangi bağlamlarda Ele Alınabilir..................... 63 Marksizm Nedir? İşçi Hareketi ve/veya Sosyalizm mi? ................................................... 66
Marksizm, Hangi Marksizm? ............................................................................................ 67 Marksizmin Hangi Veçhesi ............................................................................................... 70 Sosyalist Demokrasi Tartışmalarında Pek Tartışılmayan Bazı Sorunları Açma Denemesi .............................................................................................................................. 75 Sunuş ................................................................................................................................. 75 Sosyalist Demokrasi Tartışması’nın Bazı Metodolojik Sorunları..................................... 76 9
Proletarya Diktatörlüğü Deneylerinde Hangi Problemler Çözülmeye Çalışılmıştı?......... 80 Görüşlerin Seçmenler İçindeki Oranının Temsilcilere Yansıması ile Seçilenlerin Her An Geri Alınabilmesi Sorunlarının Çelişkisi .......................................................................... 81
Diğer Emekçi Tabakaların Oy Hakları ve Ağırlıkları Sorunu........................................... 82
İş Yerlerine Göre Sovyetler Günümüzde İşçi Sınıfının İradesini Yansıtmaya Ne Ölçüde Hizmet Eder? ..................................................................................................................... 83 Partiler Sorunu................................................................................................................... 84
Diğer Baskı Biçimleri ve Sosyalist Demokrasi ................................................................. 85 Doğrudan Demokrasi Olanakları....................................................................................... 86
Sosyalist Demokrasi’nin İlkesi ve Maddi Temeli ............................................................. 86
Kuruçeşme Toplantıları Genel Kurulu’na (“Kuruçeşme”ye Mektup).......................... 90
10
Birlik Tartýþmalarý Üzerine Deðerlendirmeler
Birlik = Bölünme: Unutulan Bir Denklem “Birlik!..” Son ayların ve yılların büyülü sözcüğü. Herkes birlikten yana. Peki, niçin birlikten yana da bölünmeden yana değil? Tartışmaların adı niçin “Bölünme Tartışmaları” değil de “Birlik Tartışmaları”? Adı “Bölünme Tartışmaları” olsa daha mı yanlış olurdu? Burjuva aydınlanmacıları, soyut bir insan özü anlayışından hareketle bütün insanların iyi doğduğunu ama onların bazılarını toplumun kötü yaptığını söylerlerdi; Hegel de, bu yaklaşımın yanlışlığını göstermek için, “bütün insanlar kötü doğarlar, onların bir kısmını iyi yapan toplumdur” gibilerden bir şeyler söylemiş. Aslında bu önerme de, aynı yaklaşım çerçevesinde en azından birincisi kadar doğrudur; hatta birincisinin ve kendisinin saçmalığını gösterdiği için, birincisinden çok daha doğrudur. Benzer bir yaklaşım “Birlik Tartışmaları” adına da uygulanabilir. Tartışmaların adı “Bölünme Tartışmaları” olsaydı, en azından “Birlik Tartışmaları” kadar doğru, hatta her birliğin aslında bir bölünme olduğunu hatırlattığı; saçma bir birlikçilik yarışması ve bölücülük suçlaması olanağını ortadan kaldıracağı için, yüz kat daha doğru olurdu. Evet, tekrar, o unutulmuş, “eski”, diyalektiği biraz hatırlamak gerekiyor. “Birlik” kavramı, kendisi aynı zamanda kendi zıttı olan bir kavramdır, tıpkı üretim gibi. Üretim, aynı zamanda tüketimdir de. Herhangi bir ürün üretilirken, hammadde, enerji, iş gücü tüketilir. Ya da herhangi bir ürün tüketilirken, artıklar, çöpler, işgücü üretilir. Aslında üretim ve tüketim, bir ve aynı sürecin iki yüzünden, hatta bakış açımıza göre değişen iki farklı adlandırılışından başka bir anlam taşımazlar. Üretim sözcüğünün kullanıldığı her yere, aynı rahatlıkla tüketim sözcüğünü koyarak, aynı doğrulukta önermeler elde edilebilir. Soruna böyle, artık unutulan diyalektik bir bakış açısıyla bakılınca, kimi çok parlak gibi görülen adlandırmaların, aslında hiç bir şeyi açıklamadığını daha açık görmek mümkün olabilir. Tipik bir örnek: “Tüketim Toplumu” kavramı. Aynı topluma “Üretim Toplumu” dendiğinde hiç de farklı bir şey söylenmiş olmaz. Sadece aynı sürece başka bir koordinat sisteminden bakarak bir isim verilmiş olur. Bir şeyin tüketilmesi için üretilmiş olması gerekir. “Tüketim Toplumları” aynı zamanda “Üretim Toplumları”dır. Peki, o halde, niye “Üretim Toplumu” denmiyor da “Tüketim Toplumu” deniyor? Bunun nedeni, bilimsel değil, psikolojik ya da ideolojik kaygılarda bulunabilir. Aslında “Tüketim Toplumu” kavramıyla kastedilen, insanın mutluluğu ve yaşaması için hiç de gerekli olmayan şeylerin bol miktarda üretildiği bir toplumdur. Fakat kastedilenin bu olması halinde de, Tüketim Toplumu (veya Üretim Toplumu) kavramları ile açıklanmak istenen 11
arasında bir açıklama ilişkisi ortaya çıkmaz. Çünkü üretim veya tüketim toplumu kavramı, üretilen veya tüketilen şeylerin niteliğini değil, sadece niceliğini bir ölçü olarak ele alır. Eğer tarihte her toplumun aynı zamanda üretim ve/veya tüketim toplumu olduğunu; bu anlamda modern uygarlığın bir istisna oluşturmadığını; ama “tüketim toplumu” derken, örneğin bol miktarda çöp üreten bir toplum kastedildiğini bilir; “tüketim toplumu” kavramının aslında anlamsız ve yanlış, hiç bir açıklayıcı değeri olmayan bir kavram olduğunu bir an bile aklımızdan çıkarmazsak; ve tüketim sözcüğünün üretime göre daha pejoratif, kötüleyici, aşağılayıcı bir anlamı olduğu için, yani bilimsel değil; tarihsel, ideolojik veya psikolojik nedenlerle “üretim toplumu” değil de “tüketim toplumu” dediğimizi unutmazsak; kastedilenin kısa bir şekilde ifadesini sağladığı için, tıpkı Avrupa Ekonomik Topluluğu yerine AET denmesi gibi, bir kot olarak kullanmak ekonomi sağlayabilir. Aynı ilişki Birlik ve Bölünme için de geçerlidir. Niçin “Birlik Tartışmaları” da “Bölünme Tartışmaları” değil veya niye “Sosyalist Birlik” diye bir dergi çıkarılıyor da “Sosyalist Bölünme” diye değil? Birincisi ikincisinden daha mı doğru? Hayır. Sadece psikolojik ve ideolojik bir avantaj sağlanıyor. “Bölme” ya da “bölünme” olumsuz bir anlam taşır.
Her birlik bölünmedir. Bölünmesiz birlik, birliksiz bölünme mümkün değildir. İnsanları herhangi bir kritere göre bölmek isteyin, onları aynı zamanda birleştirmiş olursunuz. Kanarya sevenler derneği kurmak, kanarya sevenleri birleştirmek istiyorsanız, kendinizi kanarya sevmeyenlerle bölmek, kanarya sevmeyenlerin birliğin içinde yer alamayacağını belirtmek, en açık biçimde bölücülük yapmak zorundasınızdır. Ama diyebilirsiniz ki, “biz kanarya sevmeyenlerle de bölünmek istemiyoruz, onlar da derneğimize üye olabilirler”. O zaman da, kanarya sevmeyenlerin derneğe üye alınmasını istemeyenlerle bölünmüş olursunuz. Birlikçi olmanın bölücü olmaktan başka bir yolu yoktur. Bölücü olmanın da birlikçi olmaktan başka yolu yoktur. Nasıl her üretim eylemi aynı zamanda tüketim ise, nasıl her temizleme eylemi aynı zamanda bir pisleme eylemi ise, her birlik eylemi de bir bölme eylemidir. Aslında sorun hiç bir zaman üretimci ya da tüketimci, temizlikçi ya da pislikçi, bölünmeci ya da birlikçi olmak değildir. Biri olduğunuzda otomatikman onun zıttı da olursunuz. Sorun neyin üretilip neyin tüketildiğidir; neyin kirletilip neyin temizlendiğidir; neyle birleşilip neyle bölünüldüğüdür. “Bütün Sosyalistler Birleşsin”, “bunu istediğimiz için “Birlik Tartışmaları” diyoruz” mu diyorsunuz? Ama o “Bütün Sosyalistler” içinde “Bütün Sosyalistlerin” birleşmesinin ancak devrimci bir program bazında olursa doğru olacağını düşünenler de vardır. Bunlarla bölünmeden “Bütün Sosyalistler Birleşsin” tezinizi savunamazsınız. Demek ki hedefiniz, o güzel “bütün sosyalistler” değil, örneğin en azından, devrimci bir program gerekmeden birleşebileceğine inananlardır. O zaman da adınızı, niye daha dürüstçe örneğin “birleşmenin ancak devrimci bir program temelinde olacağını düşünen sosyalistlerle bölünen sosyalistler” olarak adlandırmıyorsunuz? Bu daha mı yanlış olurdu? Hayır, aksine gerçekliği daha açık ifade ettiği için bin kat daha doğru olurdu. Evet artık böyle, provakatif adlandırmalara, insanların ön yargılarına, psikolojilerine değil, zekalarına, düşüncelerine hitap eden adlandırmalara ve dile ihtiyaç var. 12
Artık “Elbiselerimi, tabakları yıkıyorum” değil, “Elbiselerim ve tabaklarla suyu kirletiyorum” demeliyiz. Bu çok daha düşündürücü ve uyarıcıdır. Artık örneğin “Sosyalist Birlik” değil, “Sosyalist Bölünme”yi çıkarmak gerekiyor. “Sosyalist Birlik” toplantıları değil “Sosyalist Bölünme” toplantıları örgütlemek gerekiyor. Bu isimlerin hiç biri daha doğru ya da daha yanlış değildir ama hiç olmazsa çağın ihtiyaçlarına daha uygun, daha düşündürücüdürler. “Birlik” sözcüğü neyle birleşilip neyle bölünüldüğünü gizlemeye yarar, ama “Bölünme” sözcüğü tam da neyle bölünüldüğü dolayısıyla neyle birleşildiği sorusunu kışkırtır. Soru şudur: neyle birleşiliyor, neyle bölünülüyor; neyle birleşmek, neyle bölünmek gerekir?
“Kuruçeþme”nin Tarihteki Olasý Yeri Artık “Kuruçeşme Süreci” diye adlandırılan “Birlik Tartışmaları” Türkiye Solu’nun kendi ölçüleri ve tarihi açısından bakıldığında, sadece var oluşuyla bile başlı başına bir başarı olarak görülebilir. Bu tartışmalar, Türkiye’deki Sosyalist kadroların gerek nitelik, gerekse nicelikçe en önemli bölümünü kapsamıştır. Türkiye ve Avrupa’da tartışmalara katılan, bildiriler sunan isimlere bakıldığında, 1960’lardan beri mücadele içinde bulunmuş ve hala politik olarak aktif kadroların hemen hepsinin doğrudan ya da dolaylı olarak tartışmalar içinde olduğu görülür. 1960’larda TİP saflarında mücadeleye başlamış; FKF ve DEV - GENÇ deneylerini yaşamış; 12 Mart’ı hapiste ya da gizlilikte geçirmiş; 1974 sonrasının muazzam kitleselleşme dalgasında genellikle bir örgütün yönetiminde bulunmuş; 12 Eylül dönemini yine hapis, sürgün veya illegalite koşullarında geçirmiş kadroların, yani sol hareketin son 20 30 yıllık birikiminin büyük bölümü bu tartışmalarda doğrudan veya dolaylı yer aldı. 1960’lar bir yana bırakılırsa son yirmi yılda ilk kez böylesine geniş ve değişik çevreleri içine çekebilen bir tartışma yaşandı. Teorik bakımdan da durum pek farklı değildir. Özellikle “Devrimci Blok”un metinlerine bakıldığında, savunulan teorik tezlerin genel ortalamalarıyla Türkiye sol hareketinin son 30 yıllık tarihinde ulaşılan en ileri noktayı temsil ettikleri kolaylıkla görülebilir. Bu isimler, ortaya çıkan metinler düşünülünce sadece bu tartışmaların bile sosyalist harekete muazzam bir itilim, bir dinamik kazandırması umulurdu. Ama bütün bu beklentiler gerçekleşmemiştir; umuttan ziyade bir bezginlik egemendir; kimse sonuçtan memnun değildir. Aslında Kuruçeşme’nin kahramanca diye nitelenebilecek bir yanı da vardır. Türkiye ve Dünyada Marksizmin diskredite olduğu bir dönemde, en azından “Devrimci Kanat”ın metinleri bakımından, devrimci sosyalizme doğru, Marksizme doğru, akıntıya karşı bir çabadır da. Fakat bütün bu kahramanca yanına rağmen, onun garip, ifadesi güç, traji-komik denebilecek bir yanı da vardır. Sanki bütün o tartışmalar bu dünyanın dışında yapılıyor gibidir. Onun bu yanı denebilir ki, sosyalizmin, Marksizmin trajedisinden, bu trajedinin sonuçlarını 13
yaşamasından kaynaklanıyor. Bir an için, dünya tarihsel açıdan baktığımızda, onun gerçekten çok geç kalmış bir çaba olduğu görülüyor. Hayat Türkiye Sosyalistlerinin teorik evriminden çok daha hızlı evrilmiştir. Modern fizik evrenin oluşumunun ilk dönemlerini anlayabilmek için teleskoplarla daha uzağa, labaratuarlarda daha sıcağa ulaşmaya çalışıyor. Teleskoplar ne kadar ileriye bakarsa zaman içinde o kadar geriyi görüyor. Labaratuarlarda ne kadar yeni sıcaklıklara ulaşılırsa o kadar eski sıcaklıklara ulaşılmış oluyor. Stalinizm denen o korkunç, ve çok kullanıldığı için artık korkunçluğunun çapı kavranılmaz olan yozlaşma sonucunda dünyaya gözlerini Stalinist teoriyle açmış ve onu Marksizm sanan Marksistler ne kadar ilerlerlerse o kadar geriye varıyorlar ya da tersinden ifade edersek, Marksizmin tarihinde ne kadar geriye giderlerse o kadar ileriye ulaşmış oluyorlar. 68 kuşağının teorik serüveni bir bakıma zaman içinde geriye doğru bir yolculuktur, ama bu geriye doğru yolculuk aslında onun kendi hareket noktasına göre ileriye doğru bir gidiş anlamına gelmektedir. Bizler önce metafizik burjuva sosyolojilerini Marksizm sanarak işe başladık; sonra Mao, Stalin, Politzer’leri keşfettik; onlardan öğrendiklerimizi Marksizm sandık. Birkaç on yılımızı da onların Marksizm’inin Marksizm olmadığını anlamakla kaybettik. Marks, Engels, Lenin, Troçki, Luxemburg’ların Marksizmine, yani suyun kaynağına ulaşmamız; zaman içinde daha geriye gidişimiz; daima daha eski teorisyenleri buluşumuz bizim kendi hareket noktamız açısından hep bir ilerlemenin ifadesi oldu. Bütün bu teorik çabanın elbette bir tek hedefi vardı, yaşadığımız çağın sorunlarını anlayıp çözebilmek için daha sağlam ve gelişkin bir teoriyle donanmak. İşte 68 kuşağının trajedisi bu noktada başlıyor. Tarih bizi beklemiyordu, o kendi yolundan muazzam bir hızla gidiyordu. Bizlerin aşağı yukarı 30 yıllık bir çabamıza mal olan, yaşadığımız dünyayı açıklayabilmek için otantik ve devrimci Marksizmi yeniden keşfedişimiz süresinde, yaşadığımız dünya öylesine değişmişti ki, biz onları keşfettiğimiz sıra, artık o araçlar yaşadığımız dünyanın sorularına cevap verme yeteneğini yitirmişti. Bütün hayatımızı verdiğimiz çaba sonunda ulaştığımızın birdenbire artık pek az işe yararlığını görmek; bunu kabullenmek gerçekten kolay değil. Çoğumuz bu gerçeği görmek istemiyoruz. Kolay değil, bir kuşağın en verimli çağlarına mal olmuş bir çabanın birden bire pek az işe yaradığını görmek ve bunu kabullenip her şeye yeniden başlayabilmek. Gerçek durumu kavrama cesaretini gösteremeyince, gerçekleri bizlerin çabasını anlamlı kılacak biçimde görmeye çalışıyoruz ve giderek bir hayal aleminde yaşamaya başlıyoruz. Bu ise 68 kuşağının gelecek yükselişlere bir soluk verebilmesi, onların ufkunu açabilmesi olanağını yok ediyor. Olan bir bakıma, bilgisayar alanında son yıllarda çok sık rastlandığı gibi, kimi keşiflerin daha piyasaya çıkmadan moral yıpranmaya uğrayıp değersizleşmelerine benziyor. Uzun çabalar sonucu, Stalinist dejenerasyondan azade Marksizmi keşfeder gibi oluyoruz, ama bu arada toplum öyle değişmiş ki, bu keşfettiğimiz biçimi ve problematikleriyle Marksizm artık o toplumun sorunlarına pek az cevap veriyor. O sorunları kavrayabilmek ve onlara cevap verebilecek bir ilerlemeyi Marksist teoride başarabilmek için ne zamanımız ne de 14
birikimimiz var. Böylece dünyaya gözlerini o toplumun sorunlarıyla açmış yeni kuşaklarla ortak sorunları tartışma, bir bağ kurma olanağını yitiriyoruz. İşin ilginci, bizler için muazzam çabalara mal olmuş sonuçlar, yeni kuşaklar için kendiliğinden öyle. Örnek mi? Öu sosyalist demokrasi konusu. Bizlerin muazzam teorik ve pratik çabalarla ulaştığımız sonuçlar, yeni ve hatta yenilerin apolitik kuşakları için zaten kendiliğinden öyledir. Bunu birkaç yıl önce Fransa’da gerçekleşen öğrenci hareketi kanıtladı. Kapitalizm küçük burjuva hayalleri devrimci örgütlerin çabasından çok daha hızla ve büyük ölçülerde yok ediyor.
İşte artık “Kuruçeşme” diye bilinen “Birlik Tartışmaları” girişiminin trajedisi tam da buradadır. Türkiye solunun ölçülerine ve hareket noktalarına göre, özellikle “Devrimci Kanat”ın çıkardığı ürünler bakımından gerçekten muazzam bir ilerlemedir. Ama bu muazzam ilerleme, dünya tarihi bakımından 1920’lerin otantik Marksizminin ulaştığı sonuçlara ulaşmaktan başka bir şey de değildir. Ama bu arada 70 yıl geçmiştir ve bu 70 yıl boyunca dünya öyle değişmiştir ki, o sonuçlar bu günün dünyasının sorunlarına cevap veremez olmuşlardır; moral yıpranmaya uğramışlardır. Tarih Marksistlerden yeni sorular sormayı bekliyor. Kuruçeşme ise, eski sorulara yeni ve belki de en ileri cevapları verebilmiştir ama yeni soru soramamıştır. Kuruçeşme’nin bütün zaafları onun bu niteliğinden kaynaklanmaktadır. Ne var ki, katılanlar, onu Türkiye sosyalist hareketinin kendi hareket noktaları ve sorunları açısından değerlendirdikleri için bu niteliğini görmemekte, zaaf ve başarılarını başka yerlerde aramaktadırlar. Onun temel zaafı 1920’lerin devrimci Marksist pozisyonlarıyla günümüz dünyasının ve Türkiye’sinin sorunlarına cevap bulunabileceğini düşünmesindedir. Bu nedenledir ki teorik tartışmalara yeni bir soluk, toplumun entelektüel hayatına yeni bir canlanma getirebilmekten uzak kalmıştır. Tarih herhalde Kuruçeşme’yi verdiği cevaplardan dolayı değil, sormadığı sorulardan dolayı bir yerlere koyacaktır.
“Kuruçeþme”nin Hayalleri “Kuruçeşme” herhangi bir grubun doğrusal büyüme hayaline son vererek yola çıkmıştı, fakat zaten önceden pratik tarafından son verilmiş bu hayalin yerine yeni hayaller geçirmekten başka bir şey yapmadı. Nedir bu yeni hayaller? Bir kaçı şöyle sıralanabilir: Eski paradigmalara bölünmüş olanların birleşebileceği hayali; örgütlerin bir birleşmeye çekilebileceği ve örgütlerden ayrılanlarla birleşebileceği hayali; birleşilse bunun mücadeleyi geliştireceği hayali. Aslında bu üç hayal birbirine sıkıca bağlıdır ve sürekli olarak birbirini doğurur. Herhangi birinden hareketle diğerleri üretilebilir. “Örgütler”den başlayalım. Aslında “Kuruçeşme” yi başlatan çağrı ve bu süreç, sosyalistler arasında var olan, temeli olan bir sürecin üst yapısı gibidir. Sosyalistlerin büyük bir bölümü 15
için örgütsel yapılarla kopuşma ve Stalinizmle hesaplaşma birlikte gelişiyordu. İşter istemez her örgüt içinde, örgütsel yapıları sorgulayanlarla eski biçimleri ve teorik temelleri savunanlar şeklinde yatay bir bölünme dalgası yaşanıyordu. Elbet bu bölünmede, sorgulama ve örgütlerin dışına kayış, tıpkı Narodniklerle Marksistlerin bölünmesinde Narodnizmden kopmanın bir kısım Marksistler için burjuva reformizmine kayış anlamına gelmesi gibi, kimileri için devrimci ve radikal pozisyonların terki anlamına da geliyordu. Ancak, toplumsal ölçülere göre bu sağa kayış, pekâlâ hareketin kendi evrimi bakımından devrimci biçimler içinde olabilir ve içinde bulunulan momentte önemli olan bu yanıdır. Örneğin örgütlerde genellikle daha inançlı ve militan tiplerin kalması, politik olarak daha radikal olmaları onların hareketin gelişiminin önünde bir engel olmaları gerçeğini değiştirmez. Bugün için önemli olan, hareketin kendi gelişimi açısından tutucu olanın yenilgiye uğratılmasıdır. Örgütlerden kopuş ve eleştiri öylesine yaygınlaşmış ve büyük bir kitleyi kaplamıştı ki, örgütlerin dışındaki eleştirel kadrolar, örgütlerdeki kadrolardan daha büyük bir nicelik ve niteliğe ulaşmışlardı.
İşte bu nesnel gelişimdir ki, her biri bu kategoriye uyan üç kişinin çağrısının hemen hemen bütün solu içine alacak bir tartışma platformu yaratması sonucunu vermiştir. Eğer örgütler hala eski güçlerini koruyor ve gelişme potansiyeli gösteriyor olsalardı; eğer örgütlerin dışındaki eleştirel sosyalist kadrolar, örgütlerin topundan dana büyük bir nitelik ve niceliğe ulaşmamış olsalardı bu çağrı alayla karşılanıp, uzayın sağır boşluklarında kaybolur giderdi. Kuruçeşme süreci bir bakıma bu nesnel eğilimin gelişmesine hizmet eden bir biçim, bir “üst yapı” olmalıydı. Ama o bu niteliğini doğru değerlendirmedi ve hayallerinin kurbanı oldu. Örgütlerle örgüt dışı kadrolar arasında var olan çatışmayı örtmeye, görmezden gelmeye çalıştı ve kendi dayandığı temeli erozyona uğrattı. Kuruçeşme eski örgütsel yapıların hepsine karşı açıktan bir tavır almalı, onları kendilerini dağıtmaya çağırmalıydı. Elbette hiç bir örgüt kendini dağıtmayacaktı, ama böylece tüm o eski örgüt ve yapılarla bölünebilen; hepsinden daha büyük bir nicelik ve nitelikteki kadroları kapsayan değişik bir ayrım çizgisi ortaya çıkarılmış olacak, böylece en ileri, geleceğe yönelik unsurların mayalanabilmesi için bir ortam sağlanmış olacaktı. Kuruçeşme bu cesareti gösteremedi. Kuruçeşme hem örgütleri hem de örgütsüzleri birleştirmeye kalktı. Örgütlerin, örgütsüzlerin bu girişiminde kendilerine yönelik bir tehlike gördüklerini ama güçsüz oldukları için dişlerini henüz gösteremediklerini anlamazlıktan geldi. Örgütler kaybedilmeden ve karşıya alınmadan örgüt dışı olanların kazanılması mümkün olamazdı. Örgütleri kazanmak isteyen de, örgütsüzleri kaybederdi. Kuruçeşme’nin başına gelen tam da bu oldu. Bu tıpkı mücadelede hem liberal burjuvaziyi hem de örneğin ulusal kurtuluş hareketini aynı bayrak altında toplama çabasına benzer. Dimitrov’un faşizme karşı halk cephesi anlayışının dayandığı bu mantık, kaba aritmetikten öteye geçmez; liberal burjuvazinin önündeki eksi işaretini görmez. Onu kazanma çabasının devrimci köylülüğü yitirme sonucu vereceğini
16
görmezden gelir. Kuruçeşme de “tutucu” ve “reformist” örgütlerle, “devrimci, radikal” örgüt dışı unsurları bir araya getirmeye çalıştı. Sonuçta yitirdiği ve demoralize ettiği radikal örgüt dışı unsurlar oldu; güçlendirdiği ise örgütler. Elbet burada tutuculuk, reformistlik ve radikallik hareketin kendi gelişimi açısından söz konusudur, genel sınıfsal ve politik konum açısından değil. Kuruçeşme bölünmeyi devrimci reformcu temelinde yapmaya kalkarak hiç de devrimci gibi davranmamıştır. Bugün, sosyalist hareketin rekompozisyon döneminde önemli olan programatik olarak devrimci ya da reformist olmak değildir; eski sorulara devrimci ya da reformist cevaplar vermek değildir; eski sorular, yapılar karşısında devrimci olmaktır. Bu devrimci oluş otomatik olarak politik devrimci konumlarla çakışmaz, hatta çok daha sağ sonuçlar taşıyabilir. Ama bir rekompozisyon döneminde önemli olan politik reformizm değildir. İşte Kuruçeşme, politik olarak bir reformizm devrimcilik ayrım çizgisi çekmeye kalkarak, hareketin gelişimi karşısında engel olanlarla uzlaşmasını, devrimci olmayan korkak davranışını gizlemeye çalışmıştır. Böyle yaparak da eski yapılara karşı devrimci tavırda olanları kaybetmiş ve işin kötüsü onları TKP gibi reformistlerin demagojisine teslim etmiştir. Bir benzetmeyle bu tutuculuğu açıklamak denenebilir. Bir Kafka politik olarak hiç de hiç de devrimci değildi, ama roman tekniği bakımından, modern dünyadaki yabancılaşma gerçekliğinin özünü imgelerle verebilmek bakımından gerçekten büyük bir devrimciydi. Buna karşılık, Kafka’nın çağdaşı yüzlerce solcu romancı vardı, ama bunların hiç biri değişik problemlerin özünü vermek gibi bir soruna sahip değillerdi ve romanın kendi gelişimi bakımından aslında korkunç tutucuydular. Romanın gelişimi, eski bukağılarından kurtulması için burada doğru tavır, eski soru ve biçimlerin çerçevesini aşamayan solcu ve radikallere karşı, eski soru ve biçimlerin kabuğunu parçalayan ama politik olarak hiç de devrimci olmayanlarla saf tutmaktan geçerdi. Benzer durum sol hareketin gelişimi için de geçerlidir. Kuruçeşme Kafka gibi hiç de “devrimci” olmayanlarla devrimcilere karşı açıktan cephe alabilecek devrimci cesareti gösterebilmeliydi. Bunu yapamadı. Sol hareketin kendi gelişimi açısından tutucularla, yani örgütlerle uzlaşmasını gizlemek için politik olarak reformistlerde sahte bir düşman yarattı ve kendine sahte bir zafer bahşetti. Sol hareketin gelişiminin önündeki gerçek engellerle, tutucularla bölünme cesaretini gösteremediği için reformistlerle bölündü. Bölünme çizgisini zor olandan değil kolay olandan çekmeye kalktı. Aslında bunu bilinçli yaptığı da söylenemez, bunun ardında o çocuksu birlik hayali yatar. Bu solun birleşebileceği hayali, en azından radikal solun, örgütleriyle, kişileriyle birleşebileceği hayali hiç de bir örgütün büyüyüp diğer örgütleri özümleyerek gelişeceği hayalinden daha çocuksu değildir. Bu hayalin çocuksuluğunu da yine bir benzetmeyle anlatmaya çalışalım. Bilinir, Muhammet öncesi dönemde, “cahiliye devri”nde, Arap aşiretleri arasında sürekli kavgalar olur, birlik teşebbüsleri de bunun yanı sıra hiç bitmezdi. Hatta kimi konjonktürlerde büyük bir bölümü kapsayan birlikler de kurulabilirdi. Ama bütün bunların hiç birisi, kan kardeşliği temeline göre bölünmüş aşiretleri bir araya getirememişti, getirseydi bile, tarihe
17
muazzam bir atılım veren bir hareket yaratamazdı. Bunu Muhammet başarabildi, ama nasıl? Hiç de aşiretleri birleştirmeye çalışarak değil, aksine onları var eden paradigmayı, kan ve soy kardeşliğini anlamsızlaştırarak, karşıya alarak. Bütün o aşiretleri bölen bölünmeyle bölünerek, kan kardeşliği yerine din kardeşliğini geçirerek. Din kardeşliği bayrağı altında, kan kardeşlerini kan kardeşlerine karşı, oğulları babalara karşı savaşa sürebildi. İnsanlar, din kardeşliği, kâfir/Müslüman ayrımı temelinde, kan kardeşliği paradigması temelinde hiç bir zaman birleşemeyecek unsurlar bir araya getirilebildiler. Sadece bir araya gelmekle kalmadılar tarihi bir hareket yarattılar. Türkiye’nin sosyalist örgütleri, Muhammet öncesi aşiretlere benzetilebilir. Tıpkı Arabistan’ın aşiret düzeninin sallanmaya başlaması ve birçok peygamber habercilerinin orada burada boy göstermesi gibi, örgütlerin düzeni sallanıyor ve insanlar örgütlerini terk ediyorlar. Böyle bir durumda hala o aşiretlerin birleşmesi hem da aşiret dışına kayanlarla birleşmesi için çalışmak: hem bir hayalin peşinde koşmak, hem de gerçek devrimcilikten Muhammet kadar olsun nasibini alamamış olmak demektir. O örgütler birleşemezler ve birleşseler bile sosyalizm uğruna mücadeleye yeni bir soluk vermekten ziyade daha büyük bir engel oluştururlar. Kuruçeşme’nin yapması gereken Muhammed’in yaptığını yapmaktı: örgütleri bölen bölünmelerle bölünmek; yani reformizm devrimcilik tarzında değil, örneğin, eski paradigmalara göre oluşmuş reformizm devrimcilik bölünmesiyle bölünmekti. Kuruçeşme bunu yapamadı ve sahte bir peygamber olmaktan öteye gidemedi. Aşiretlerin birleşebileceği hayali; birleştikleri takdirde mücadeleye yeni bir atılım ve soluk verebilecekleri; çağın sorularına cevaplar getirebilecekleri hayali ve kan kardeşliğini kabul edenlerle artık eski kan kardeşleriyle pek bir kardeşlik duygusu kalmamışların birleşebilecekleri hayali: Kuruçeşme bu hayalleri gerçekleştirmek için yaptıklarından dolayı değil; bu hayalleri yıkmak için yapmadıklarından dolayı değerlendirilmelidir. Tarih “Kuruçeşme”yi reformcu platformlara karşı gerçekten radikal ve devrimci platformlar çıkarabildiği için değil; eski sorunlar ve yapılar karşısında devrimci ve cesur davranmadığı için bir yerlere koyacaktır.
Parti Konusunda Üzerinde Düþünülmesi Gereken Bazý Sorular Devrimci Marksist gelenek içinde devrimci bir işçi partisinin ne zaman nasıl kurulması gerektiği konusunda pek dikkati çekmemiş iki değişik gelenek vardır aslında. Bu geleneklerden birincisi esas ifadesini Marks ve Rosa Luxemburg’da bulur. Buna göre, devrimci bir işçi partisi mücadelenin yükselişine dayanmalı; yükselen bir hareketin ifadesi olmalıdır. Bir yükselişin olmadığı bir dönemde bu tür örgütleri kurmaya ya da yaşatmaya çalışmak sonuçta gelecek yükselişin sorunlarını kavramaktan uzak küçük sektler üretmeye yarar. Marks’ın pratik tavrı da hep bu yönde olmuştur. 1848 devrimi öncesinde ve yükselişi
18
sırasında Komünistler Birliği’ni kurmuşlar, mücadele etmişlerdir. Ancak devrimin yenilgisinden sonra, kısa bir süre toparlanma denemelerinde bulunmuşlarsa da, bir süre sonra kendilerine herhangi bir dernekte bile çalışmayı yasaklamışlar; faaliyetlerine son vermişlerdir. Yıllarca enerjilerini küçük bir sektin problemlerine harcamaktansa, gelecek bir yükseliş için teorik hazırlığa ayırmışlardır. Ne zaman ki işçi hareketi yeniden yükseliş belirtileri göstermeye başlamış, bu yükselişle birlikte Birinci Enternasyonal’in kuruluşuna girişmişlerdir. Bu örgüt yükselen bir işçi hareketine dayanmış ve onun ifadesi olmuştur. Ancak 1871 Paris Komünü yenilgisinden sonra, hareketin tekrar gerilemesi ve Enternasyonal’in de ister istemez tekrar sektlerin mücadele alanı olması eğiliminin belirmesiyle birlikte bu örgütü kapatmakta hiç de tereddüt etmemişlerdir. Marks ve Engels için örgüt kutsal, dokunulmaz bir tabu değil, bir araçtır. Diğer gelenek en önde gelen savunucu ve uygulayıcılarını Lenin ve Troçki’de (özellikle 1920’lerden sonraki Troçki’de) bulur. Bu anlayışa göre, bir gerileme dönemi dahi olsa, küçük bir çekirdeği; bir organizmayı yaşatmak; gelecek yükselişi hazırlıklı karşılayabilmek için zorunludur. Özellikle Troçki, Ekim Devrimi’nin başarısı ve Rosa’ların başarısızlığını böyle açıklar. Kendisi de daha sonra Dördüncü Enternayonal’i, Lenin’den edindiği bu derse göre, hiç bir devrimci kitle hareketi yükselişinin olmadığı koşullarda; “çağın gece yarısı”nda aynı nedenle örgütlemiş ve onun bu çabası karşısında, örneğin İsaac Deutscher, Marks’ın pozisyonuna benzer bir tavrı savunarak bu örgütün kurulmasına karşı çıkmıştır. Tarih hangi tavrın daha doğru olduğuna henüz bir cevap vermiş değildir. Elbet her iki tavrın da kendine göre avantaj ve dezavantajları bulunmaktadır. Aslında Lenin’in örgüt anlayışının yanlış yorumlarla tabulaştırılması bu alanda yapılabilecek çok verimli araştırmaların yolunu tıkamış, tartışmaları engellemiştir de. Örneğin Lenin’in partisinin başarısı ne ölçüde, önceden, ne pahasına olursa olsun bir çekirdek olmasıyla açıklanabilir? Bu konuda Troçki’nin yorumu ne ölçüde doğrudur? Aslında 1907’den sonraki yıllarda fiilen örgüt yoktur da; örgütün canlanışı işçi hareketinin yükselişine rastlar. Bu işin bir yanı. Bir de bu güne kadar gözlerden kaçan diğer yanı var: aslında RSDİP’nin gerçek yaşamı ve başarısı Marks’ın tavrını doğrular niteliktedir. Ondokuzuncu Yüzyıl’ın sonlarından itibaren, dalga dalga yükselen, zaman zaman yenilgilerle kısa süreli gerilemelere uğrasa da sürekli bir yükseliş eğilimi gösteren bir işçi hareketi vardır Rusya’da. RSDİP de bu yükselişin ifadesidir. Yükselen bu işçi hareketi olmasaydı, Lenin’in en yaratıcı teori ve taktikleri, tıpkı 1907-12 arasında olduğu gibi küçük grupların çatışmaları içinde yiter gider, hiç de devrime falan yol açmazdı. Keza, 1917 yılında, uzun hazırlık döneminde yetiştirilmiş elemanların, yükselişe en az ayak uydurabilenler olmaları gerçeği de gözden uzak tutulmamalıdır. Yükselen bir yığın ve işçi hareketine dayanmadan, sırf devrimci teorik pozisyonlarla uzun gerileme dönemlerinde bir örgütü ilerideki bir kabarış için hazır tutmaya çalışmanın nasıl tüketici bir iş olduğunu ve ne ölçüde yığınların mücadelesini yükselttiğini ya da yükseltmediğini en iyi Dördüncü Enternasyonal’in tarihinde görmek mümkündür. Sonuç hiç de parlak değildir. Acaba bir örgüt olmasaydı, sonuç bugün daha mı kötü olurdu? Buna hemen bir cevap vermek kolay değildir.
19
Kaldı ki, Dördüncü Enternasyonal’in dayandığı Bolşevik gelenek hala 1968’lerin dünyasının sorunlarına bile bir program sunabilen bir düzeye sahipti; henüz olaylarca aşılmamıştı. Bu nedenle de 1968’lerin dünyasının devrimci kabarışından etkilenebilmiş ve bu kabarışı etkileyebilmişti. Türkiye ve Avrupa’da Birlik Tartışmaları’nın yürütülmesi sırasında hemen herkes Lenin/Troçki yaklaşımıyla Birlik ve Parti sorununa yaklaşmış, kimse bu yaklaşımı sorgulamayı aklından bile geçirmemiştir. Örneğin hiç kimse yükselen bir işçi ve kitle hareketinin olup olmadığı; varsa, bunun ne türde örgütsel ve politik ihtiyaçları olduğu gibi bir analizden yola çıkarak bir parti gerekip gerekmediği sorununu tartışmamıştır. Herkes için bir aksiyom durumundadır yükselme olsa da olmasa da bir partiyi el altında bulundurmak. Bu varsayımı da tartışmak gerekiyor; hem de bu günün dünyasına 1968’lerde Troçkist geleneğin sunduğu kadar olsun bir program ve sistemli teori sunamadığımız gerçeğiyle birlikte.
“Sosyalistlerin Birliði” Kimin Ýçin Gerekli? Nesnel bir hareketin incelenmesiyle ne tür bir örgütlenmeye ihtiyaç olabileceği türünden bir problemin olmaması sadece “örgüt her koşulda olmalıdır” anlayışıyla da açıklanamaz, çünkü çok önemli bir bölüm örgütlerin dışındadır da. Burada sorunun insani ve psikolojik bir boyutu da vardır. Aslında binlerce sosyalistin, devrimin ya da kitlelerin ihtiyaçları açısından değil, sadece kendi açılarından bir örgüte ihtiyaçları vardır. Bir mücadeleye verilmiş yıllar; yapacak başka bir şeyi olmama; siyaset dışında başka bir şeyden anlamama; hayata anlam verecek bir çabaya duyulan ihtiyaç vs.. Bütün bu nedenlerle herkesin bir örgütlenmeye ihtiyacı var. Hatta yüzlerce militan bir örgüt aparatı olmadığı takdirde şu dünyada yaşama şansı bile olmayan bir insan durumundadır. Bu insanlar elbette yaşamlarının kaynağı olan bu yapıları ve anlayışları dişleriyle, tırnaklarıyla savunacaklardır. Bütün bunlar insanca ve anlaşılabilir ihtiyaçlardır. Ama bizler sosyalist isek ne kendimizi ne de yığınları kandırmamamız gerekir. Aslında yığınların, yükselen bir hareketin veya devrimin ihtiyacı olup olmadığı için değil, -çünkü bu konuyu bilimsel bir şüpheyle tartışmış değiliz-, kendi ihtiyacımız için bir örgüt, birlik veya parti kurmak istediğimizin bilincinde olmalıyız. Bu aşırı bir yargı gibi görülebilir, ancak birlik istemlerinin gerekçeleri dikkatlice okunursa, “şecaat arz eden merdi Kıpti” gibi, birliğin tam bu nedenle istendiği görülebilir. Bu durumun kavranamamış olması “Birlik Tartışmaları”nda garip sonuçlar yaratmış durumda. Bir parti yükselen bir hareketin ifadesi olabilir. O takdirde programatik saflıktan ziyade, hareketin canlılığı ve dinamizmine bakılır; onun içinde saf tutulur. 1960’ların TİP’i böyleydi ve örneğin Dr. H.Kıvılcımlı ona karşı böyle bir tavır içindeydi. Ya da bir parti. bir program temelinde kurulabilir. Bu takdirde de inançlar ya da ideolojiler
20
değil, somut hedefler ve talepler birleştirici unsur oluştururlar. Bunun dışında modern toplumda toplumu değiştirecek bir güç oluşturmanın yolu yoktur. Halbuki birlik ya da legal parti tartışmalarında ne kitle hareketinden söz eden var ne de somut hedefler ve programdan. Hatta legal partiyi savununlar, program olmasa bile olabileceğini söylüyorlar. Peki bu partinin ya da birliklerin ayırıcı kriteri ne olacaktır? “Sosyalist olmak”, “kendine sosyalist demek”. Bunlar ise inanca, ideolojiye dayanan tanımlamalardır. İnsanları ideoloji ya da inançlarına göre birleştirmenin gereksiz ve olanaksız olduğu hala anlaşılmış değil demek. Sorunun böyle konulmuş olması, birliğin sosyalistlerin bir ihtiyacına cevap verdiğini gösterir; insanca bir ihtiyaca. Ama bunun için parti kurmaya kendini ve başkalarını aldatmaya ne gerek var. Sosyalistler derneği gibi bir şey de kurulabilir; parti namıyla yapılabilecek her şeyi yapabilir ve belki kamuoyunda sözünün ağırlığı olan bir birlik olabilir.
21
Avrupa’daki “Birlik Tartýþmalarý”nýn Gayrý Resmi ve Öznel Bir Tarihi
Sunuþ Türkiye’de “Kuruçeşme Süreci” ya da “Birlik Tartışmaları” denen girişimin bir benzeri ya da paraleli Avrupa’da da yaşandı. Türkiye’de bu süreç içinde yaşananlar iyi kötü belgelenmiş ve kayda geçmiş durumda: dergi ve gazetelerde çıkan yazılar; “Birlik Tartışmaları” serisi biçiminde yayınlanan tebliğler; toplantıların video kayıtları, ilgi duyan herkesin kolaylıkla ulaşabileceği kaynaklar. Avrupa’daki toplantılar sözkonusu olunca durum tamamen başka. Toplantıların başında sunulan tebliğlerin ve toplantı zabıtlarının yayınlanması yönünde karar alınmasına rağmen bu iş yapılmadı ve yapılması için de kimse üzerine düşmedi. Bunun nedeni ne toplantıların sonuçlarının, etkisinin ne de bildirilerin içeriğinin başlangıçta umulan düzeyi tutturamaması, bildiri sahiplerinin bile kendi yazdıklarından pek memnun olmamalarıydı. Aslında bildirilerin ve toplantı protokollerinin yayınlanmamış olması bir kayıp sayılmaz. Yayınlansaydı kimse okumuzdı, kazara bu satırların yazarı gibi enayiler çıkıp ta yüzlerce sayfa bildiriyi keçiboynuz yer gibi okumak zorunda olanlar çıksaydı “okumasaydım bir şey kaybetmiş olmazdım” diye düşünürdü. Yazılanların belki ilerde tarihçiler için bir belge değeri olabilirdi, ama bu tür meraklı arşivci veya araştırmacılar için de, tebliğlerin fotokopileri ve konuşmaların teyp kayıtları biraz kafa yormakla ve birkaç ilişkiyle kolaylıkla elde edilebilir durumdadır. Birkaç arkadaş sunduğumuz tebliğleri ve toplantılar süreci içinde veya ona bağlı olarak yazdığımız yazıları hiç olmazsa bir kitapçık halinde yayınlamaya karar verdiğimizde kitapçığın sadece tebliğ ve yazıların bir derlemesini değil, Avrupa’daki tartışmaların kısa bir özetini de içermesinin iyi olacağını düşündük. Başından beri bütün toplantılara katıldığım; katıldığım bütün toplantıları banta kaydettiğim ve ayrıca Hazırlık Komisyonu’nda yer aldığım için, iş başa düştü. Pek az işi bu kadar sıkıcı ve motivasyondan yoksun bir şekilde yapmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, dünyada gelişen olayları izlemek ve ne olduğunu kavrayabilmek bile muazzam bir çaba gerektiriyor. Her şey hızla eskiyor. Böyle bir dönemde, artık katılanlarının bile hatırlamadığı bir toplantılar dizisini anlatmak insana saçma geliyor. Yazarına bile bir yük gibi gelen iş okuyucuya kimbilir nasıl gelir? Acaba kimse okur mu? Okusa da anlar mı?
Bu işi hem kendim, hem de belki bir yerlerde hala bulunubilecek okuyucu için daha çekilebilir, daha canlı kılabilmek için objektif ve resmi bir protokolden ziyade sübjektif ve gayrı resmi bir denemenin tek çıkış yolu olduğu sonucuna ulaştım. Bilmiyorum ne ölçüde doğru bir sonuç bu. 22
Aslında anlatılacak şeyin kendisi ve içeriği değişik bir biçimi zoruyor. Olayın traji komik boyutu ve yaşanan yabancılaşmanın çapı ister istemez o özü yansıtabilecek değişik bir biçim ihtiyacını ortaya çıkarıyor. Bu özelliğini Elif Gönül Tolon iyi tesbit etmiş. Ööyle yazıyor: “Kuruçeşme bir romana girmeli. Çalışmaları yürütecek kurulun adı bile “tuhaf ve ironik bir biçimde” Kafka tarafından konmuş gibidir:”...tartışmaları düzenleme kurulu”. Yahut da Çehov’un olağanüstü keskinlikteki o şahane hikayelerinden biri olabilirdi. İki taraf ya da bir çok taraf- tartışır. Ama karşısındaki onu anlamaz. Konuşmasını sürdürür, bu kez daha az anlaşılır. Bazan bir şeyler iletebilir, gel gör ki o da ters anlaşılmıştır. Taraflar hangi tarafta iseler, o tarafta durmaya ve konuşmaya devam ederler. Bütün bu dikkate değer çabalardan yorulurlar. Soğuk ve bürokratik odalarda çok fazla konuşmaktan sıkılırlar. Ciddi ve özellikle kafaca meşgul bir pozda tavana, duvarlara, birbirlerinin suratına bakarlar. Sonra oturup yazılar yazarlar. Bunlar daha önce dergilerinde yazdıkları yazıların tıpkısıdır. Ama özenle yeniden kaleme alınmıştır. Bir cemile olarak birbirlerinin yazılarına imza atarlar. Taraflar pozisyonlarını bozmamaya devam ederler. Bu sırada içlerinden biri, Vlademir Petroviç Somov, sandalyesinden kaykılır, saçlarını karıştırır, “iyi gidiyor, iyi gidiyor! diye mırıldanır. “Ama istersen şöyle de anlatabilirim; “Sosyalistlere” bildirgesi sosyalistlerin birliğinin ve buradan, sosyalist hareketle işçi sınıfının birliğinin hayati bir önem taşıdığını tesbit ediyordu. Bu amaçla yürüteceği faaliyetini sonuç alıncaya kadar sürdüreceğini belirtiyordu. Bu keyifle yola çıkılınca, neredeyse bu bir yıllık süre içinde, sanki Türkiye yokmuş ve sanki siz Türkiye’de değilmişsiniz de, çok önemli değişimler içinde bulunan bir dünyadaki Türkiye’de değilmişsiniz de, göğe asılı yalıtık bir platform üzerindeymişsiniz gibi davranabilir misiniz? Buzlu camdan bir küre içindeymişsiniz gibi, “birliğin tarihsel ve teorik arka planını” tartışmakla yetinebilir misiniz?...”1 Kişi olarak benzer bir yabancılaşmayı ben de hissettim toplantılar boyunca, artan dozlarda, ve gözümün önünden bir tablo hiç gitmedi. Bu tabloyu görmedim, bir yerde böyle bir tablo olduğunu okumuştum. Tablonun adı İkarus’muş. Güneşli bir gök, dağlar, ovalar, çalışan insanlar vs. bütün tabloyu dolduruyormuş. Tablonun bir yerinde, küçük sinek boku kadar bir leke varmış. Dikkatlice bakılınca bu leke gibi görülen yerde, İkarus’un balmumundan kanatları erimiş bir halde düşüşü görülüyormuş. Toplantılarda, Avrupa’nın çeşitli yerlerinden gelmiş ve giderek sayısı azalan bizlerin durumunu biraz bu İkarus’a bentettim durdum. Bilmiyorum gerçek yorum hangisidir, ama böyle bir tablo bana iki türlü yorumlanabilir gibi geliyor. Birincisi, gerçek büyük atılımlar yapılır ve denenirken kimsenin onların farkında olmadığı; ikincisi, kimilerinin kendilerini adadıkları işlerin gerçek hayatla ilgisizliği; ya da gerçek hayat içindeki yerinin bir sinek bokundan fazla olmadığı. Toplantıların başında birinci yoruma eğlimliydim, sonuna doğru ikinci yorum ağırlık kazandı. Ancak amacım roman yazmak değil. Avrupa’daki tartışmaların nasıl olduğu hakkında kısaca 1
Elif Gönül Tolon, Kuruçeşme Romana Girmeli "Sosyalist Birlik" Sayı:12, Nisan-Mayıs 1990, s. 54-56.
23
bilgi vermek. Bunu kendi öznel yargılarımla yapacağım.
Toplantý’larýn Tarih Öncesi Öu “Birlik Tartışmaları”nın tarihi kadar bir tarih öncesi de vardır aslında. Kökleri Niğde cezaevinde kurulan “Mahkum Sendikası”na; Bağımsız Sosyalist Adaylar’a, Avrupa’da Sosyalist Forum çerçevesinde tam da bugünkü konseptle tartışmalar yapma, ortak dergi çıkarma önerilerine kadar gider. Kısaca bu tarih öncesin en azından Avrupa bölümünden bahsetmeden Tarihi anlamak biraz zor olabilir. 1980’li yılların ortasından itibaren Avrupa’daki mülteciler arasında farklı düzeylerde ve eş zamanlı olmayan Stalinizmle hesaplaşmalar, örgütlerden kopmalar ve bölünmeler yaşanmaya giderek örgüt dışı ve eleştirel unsurların ağırlığı artmaya başlamıştı. O zamanlar henüz Türkiye’de Devrimcilerin çoğu cezaevlerindeydi ve pek bir yayın da yoktu.
Kurtuluş’la bölünmeden çıkmış olan Sosyalist İşçi Avrupadaki militanlarının teorik eğitimleri için belirli konuları olan tartışma toplantıları yapmaya başlamıştı. Alışılmış geleneğin dışında, Stalinist yozlaşma öncesinin devrimci Marksizminin demokratik geleneklerinden de esinlenerek bu toplantılara kendi örgütünden olmayan çevreleri de çağırıyor ve onların tartışmalara aktif olarak katılmalarını teşvik ediyorlardı. Bu durum artan oranda tek tek bağımsız unsurların ilgisini çekmeye devam ediyor ve yılda bir keç kez yapılan bu toplantılara giderek değişik çevrelerden insanlar katılmaya başlıyorlardı. Bu çevre aynı zamanda Sosyalist İşçi adlı derginin yanı sıra Sosyalist Tartışma adlı bir teorik dergi de çıkarıyordu. Bir diğer çevre, eski Vatan Partisi geleneğinden gelen, bir kısmı Dördüncü Enternasyonal üyesi, bir kısmı Troçkist olmasa bile en azından onlara olumlu bakan kişilerden oluşan ve Devrimci Marksist Tartışma Defterleri adlı teorik dergiyi çıkaran, dergi sayfalarında çeşitli hareketlerden devrimcilerle röportajlar da yayınlayanlardı.
Bunlardan başka bir de Devrimci Halkın Birliği, Halkın Kurtuluşu gibi hareketlerden kopmuş kişi ve cevrelerin stalinizmle hasaplaşma ve tartışmaların yürütüleceği bir dergi çıkarma projesi vardı. Stalinizme karşı eleştirel ve devrimci Marksist pozisyonları savunmaya, öğrenmeye ve tartışmaya eğilimli üç ayrı derginin yayınlanmasındansa bu üç girişimin bir dergi çıkarmaları ekonomi ve yaygınlık sağlayabilirdi. Böylece bir ortak dergi çıkarma projesi, Sosyalist Forum’daki tartışmalarla iç içe geçti ve bu çevreler yılda bir kaç kez Sosyalist Forum çerçevesinde toplantılar yapmaya devam ettiler. Bu arada Halkın Kurtuluşu’nda yeni bir bölünme olmuş, 1968’den kalan bazı kadroları da Sosyalist Forum’un sürekli katılanları arasına girmişlerdi. Sosyalist Forum da artık sadece Sosyalist İşçi’nin bir girişimi olmaktan çıkmış, ortaklaşa tertiplenen bir tartışma forumu haline gelmişti. 24
Böylece Sosyalist Forum çevresinde Avrupa’da yaşayan, politik olarak nisbeten aktif, Stalinizmden kopuşmuş, genellikle Troçkist de olmayan çevre ve kişilerin en azından yılda bir kaç kez buluştukları ve tartıştıkları gruplaşma olmuştu. Bu gruplaşma elbette daha geniş çevreleri tartışmalara çekebilmek için bir çok girişimler yaptı. Özellikle Kurtuluş’u da çekebilmek için. Ama Kurtuluş bu çağrılara çevap vermeye bile gerek görmedi. Bunun bir çok nedeni vardı. Birincisi, Kurtuluş Troçkistlerle bir arada toplantı yapar durumda olmak istemiyordu. Onlar karşısında hiç bir zaman bir Dev-Yol veya TKP’li karşısındra kurabildiği teorik ve moral üstünlüğü kuramadığı; teorik eklektisizmi daha bir ortaya çıktığı için. Diğer yandan bu çevrelerin nicel gücü çok değildi, onlarla bir toplantıya katılmak ve örgütlemek çok daha güçlü ve Kurtuluş’un esas gözünün olduğu çevre ve örgütlerle ilişkileri daha bozabilir, onlarla diyalog olanaklarını zedeleyebilirdi. Kurtuluş’un bu gibi reflekslerle hareket edeceği bilindiğinden, sadece bir araya gelip bir diyalog kurabilmek için, isterse gayri resmi, rahat bir atmosferde oturup sohbet etme biçiminden, Kurtuluş’un toplantıyı örgütleyip bizleri de davet etmesine kadar bütün olası biçimler önerilmiş olmasına rağmen bunların hepsi geri çevrildi ya da cevap bile verilmedi. Kurtuluş’un bile böyle davrandığı çağrılar karşısında diğer örgüt ve çevrelerin nasıl davranacağı tahmin edilebilir. Çoğu cevap vermedi veya “Troçkistler bizimle bir araya gelerek meşrulaşmak istiyorlar” türünden gerekçelerle reddetti. Aynı sıralarda TKP ve TİKP’ye yakın kimi çevrelerde de daha eleştirel tavırlar görülmeye, sesler duyulmaya başlanmıştı. Bu çevreleri de çağırma önerileri ise Sosyalist İşçi’nin “Stalinist ve reformistlerle tartışacak bir şeyim yok” vetolarıyla geri çevrildi2.
Bu arada ortak dergi projesi de yine Sosyalist İşçi’nin razı gelmemesi yüzünden hiç bir zaman gündemden inmemesine rağmen kabul edilmedi. Kabul edilmeyiş gerekçesi Kurtuluş’un birlikte toplantı yapmamasıyla aynıydı aslında. Troçkistlerle bir arada dergi çıkarmak; onlarla bir arada görünmek istemiyorlardı.3 Dergi projesiyle birlikte Sosyalist Forum toplantılarına artan ilgi, bu projenin geri çevrildiğinin açığa çıkmasıyla birlikte giderek azaldı ve daha seyrek ve cansız olarak sürmeye devam etti. Aynı Sosyalist İşçi bir kaç yıl sonra "Birlik Tartışmaları"nda orada önerilen isimlerle tartışıyordu. Tarihin garip alayları bunlar. İnsan politikada büyük lokma yemeli büyük laf etmemeli. 2
3
Bu, bu satırların yazarına bir hazırlık toplantısında açıkça söylendi. Doğan Tarkan'a "Doğan bizleri bir tür yük olarak görüyorsun" dediğimde "Evet öyle" demişti. Bu tavır, yani "sizlerle bir arada bulunuyorsam buna minnettar olmalısınız, bunun benim için ne kadar büyük bir fedakarlık olduğunu anlamalısınız" tavrı ile hala karşılaşıyoruz. Aynı tavrı Kurtuluş adına toplantılarda konuşan Bülent Uluer'in hemen hemen bütün konuşmalarının mesajıdır adeta. Açıkça söylenmese de hep şu ima yapılmıştır: "Dev yolcular, dev solcular ve diğerleri bize niye şu Troçkistlerle, TKP'lilerle bir aradasınız diyip duruyorlar. Bu fedakarlıklara katlanıp buraya gelmişiz. Sizleri adam yerine koyup oturmuşuz, buna minnettar olacak yerde hala problem çıkarıyorsunuz." Kurtuluş ve Sosyalist İşçi düşman kardeşler olmalarına rağmen stillleri, yaklaşımları öylesine birbirine benziyor ki insan şaşırıp kalıyor.
25
Sosyalist Forum böyle bir iniş gösterirken, bu sefer TKP ve TSİP’te Sovyetler’de olanların etkisiyle ortaya çıkan değişmeler sonucunda Kurtuluş ve TKEP’in de katılımıyla ortaklaşa tartışmalar ve açık oturumlar düzenlemeye başlarlar. Neler yaptıkları ve neler planladıkları yayınlanan bir çağrıda şöyle açıklanıyor: “13 - 14 Mayıs tarihinde düzenlenen hafta sonu seminerlerinde dile getirilen, sol içinde böylesi tartışma toplantılarının sürdürülmesi yolundaki ortak eğilim doğrultusunda, ikinci toplantının 8-9 Temmuz tarihlerinde düzenlenmesi kararlaştırılmıştır. Toplantının organizasyonu ile ilgili yapılan görüşmede, toplantılarda ele alınacak sorunların, tartışmaların belli bir konuda yoğunlaşmasına olanak verecek bir biçimde belirlenmesi ve toplantılara daha geniş çevrelerin katılımının sağlanması yolundaki öneriler dikkate alınmıştır. “8 - 9 Temmuz tarihindeki toplantıda “Ülkemizde nasıl bir sosyalizm?” konusunun tartışılmasına karar verilmiştir. Daha sonraki toplantılarda, “Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nı günümüzde nasıl değerlendiriyoruz?” ve ardından “Nasıl bir parti anlayışı?” sorunlarının tartışılması düşünülmektedir. “Toplantıda değişik sol akımların temsilcilerinin 30 dakikalık tebliğler sonması ve daha sonra tartışmanın, katılan herkesin katkılarına açık olarak sürdürülmesine karar verilmiştir. Toplantıya daha geniş bir çevrenin katılımını sağlamak amacıyla girişimler sürdürülecektir.”4 Bu iyi niyetli ve masum bildirinin, yukarıda anlatılan Tarih Öncesi bilinirse pek öyle masum olmadığı daha iyi görülür. Bildiriye göre bu toplantılara daha “geniş çevrelerin katılımı” arzulanıyor ve bu yönde “girişimler” yapıldığı belirtiliyor. Ne yazık ki bu doğru değildir. TKP ve TSİP’i bir yana bırakabiliriz. Onlar ayrı bir dünya ve çevreden geliyorlar, gerçekten dedikleri gibi Avrupa’da belli çevrelerin yıllardır “Sosyalist Forum” diye tartışma toplantıları yapıtıklarını ve hatta benzer konuları tartıştıklarını bilmeyebilirler. Ancak Kurtuluş bunun varlığını biliyordu, çeşitli defalar bu toplantılara devat edilmişler, beraber toplantı örgütleme önerileri yapılmıştı. Ayrıca birçok Kurtuluşçunun Sosyalist Forum’a katılan ve tertipleyenlerle kişisel arkadaşlık ilişkileri vardı. Pekala bu iki çevrenin birlikte tartışmalar örgütlemesini düşünebilirlerdi. Hadi diyelim bunu istemediler, ama en azından bu tartışmalara dinleyici olarak davet edebilirlerdi. Ama “daha geniş çevreleri katma” girişimlerinin sürdüğü iddialarına ragmen, Sosyalist Forum içinde yer alanlar toplantılara devat edilmemişlerdir. Anlaşılan “geniş çevre” ile anlatılmak istenen troçkizm zehirine bulaşmamış çevreler. Ama bütün bunlar o bildiride gerçeğin ifade edilmediğini, şu Sosyalist Forum çevrelerinin ya da “Troçkistler”in bu tartışmalardan olabildiğince uzak kalmasının en azından tercih edildiğini gösterir, dolayısıyla bildirideki ifadelerin doğru olmayan manüplasyoncu niteliğini.
İşte bu tavır, yani şu Sosyalist Forum etrafında toplanmış, içlerinde Troçkistler de olan ama haksız olarak adları Troçkiste çıkmış çevreleri tartışmaların ve girişimlerin dışında ve
10.06.89 tarihli ve "Sayın ..." başlıklı davetiye. İmzalar: Bülent Uluer, Hasan Çebi, İlkay Demir, Engin Erkiner, Erdal Talu. 4
26
uzağında bırakma tavrı Avrupa’daki tartışmaların doğuştan günahını oluşturacak, hatta daha başında tartışmaları tehlikeye sokacaktır.
Frankfurt Toplantýsý Yukarıda aktarılan bildiride üçüncü toplantının Frankfurt’ta “Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nı günümüzde nasıl değerlendiriyoruz?” başlığı altında yapılacağı belirtiliyordu. Toplantının tarihi 30 Eylül 1 Ekim olarak tesbit edilmiştir. Daha önceki toplantılarda bir türlü nedense ulaşılamamış “çevreler”e sihirli bir el değmişçesine hemen ulaşılmaya başlanmış ve herkes bu tartışma toplantılarına davet edilmiştir. Ancak davet edilen hiç kimseye, bu toplantıda Türkiye’de başlayan birlik tartışmaları konusunun da gündeme alınacağı gibi bir şey söylenmemiştir. Herkes olağan bir “hafta sonu semineri”ne davet edilmektedir. Bu arada Nisan ayında Türkiye’de Birlik Tartışmaları başlamıştır. Avrupa’daki sürgünler de bu tartışmaları merak ve heyecanla izlemekte, benzer bir girişimin Avrupa’da da yapılabileceği; en azından onu desteklemek yolunda bir şeyler yapmak gerektiği düşüncesi herkesin kafasından geçmektedir. İnsanlar biraz da bu toplantının bir buluşma vesilesi olarak değerlendirilebileceği ve Türkiye’deki girişime benzer ya da yardımcı olmak için neler yapılabileceği üzerine yoklamalar ve danışmalarda bulunabileceğini düşünerek gelmişlerdir.5 Toplantı gerçekten oldukça yüksek katılımlı (tahminen 200 - 300 kişi) ve çok çeşitli çevrelerden insanların bulunduğu bir toplantıdır. Sosyalist Forum’a katılan çevre de gelmiştir.
Cuma akşamı kafeteryada oturulurken Sosyalist İşçi’den Doğan Tarkan bu toplantının gündemine Türkiye’deki Birlik tartışmaları ve Avrupa’da neler yapılabileceğinin sokulması gerektiğini; herkesin bu beklentiyle geldiğini ama toplantıyı tertipleyenlerin o ana kadar böyle bir eğiliminin görülmediğini söyler. Sosyalist Forum’un müdavimleri arasında olan diğerleri ise, öyle olsa da, bunun gündemi belli bir toplantı olduğunu; adamların nezaket gösterip kendilerini davet etmiş olduklarını; onların önceden belirlenmiş bir programa göre yürüttükleri bir toplantı olduğunu, dolayısıyla böyle bir toplantının gündemini değiştirmeye kalkmanın doğru bir davranış olamayacağını; ancak aralarda özel olarak, insanların bir araya gelmiş olmasından yararlanarak Türkiye’ye ilişkin neler yapılabileceği görüşülebieceğini; eğer toplantıyı tertipleyenler böyle bir konuyu gündeme almayı özel konuşmalardan sonra kabul ederlerse o koşullarda konuşulabieceği mealinde itirazlarda bulunurlar ve bunun üzerine D. Tarkan da ısrarlı olmaz ve o tavrı benimser. Bu toplantı hakkında şu dergilerde şu yazılar çıktı: Taner Akçam, "Frankfurt'ta İman Tazelemesi Sosyalist Terapi Toplantısı", Sokak, Sayı:8; İmzasız, "Avrupa'da Solcular Toplanarak Eğlenmeye Başladılar", Toplumsal Kurtuluş, Sayı:27; İsmail Yıldırım - Temel Demirer, "Yurtdışındaki Sosyalistlerin Frankfurt Tartışmaları", 10 Eylül, Sayı:3. Bu haberlerin hepsi gerçekliği tahrif etmektedir. Taner Akçam sonraki hiç bir toplantıya katılmadı. Toplumsal Kurtuluş'tan bir temsilci sadece ilk Bocholz toplantısına katıldı. Ama 10 Eylül'deki yazıyı yazan ve yazıda toplantıyı "uzatmalı mültecilik çözümsüzlüğünün zorlama çözüm arayışları" olarak niteliyen Temel Demirer hapsine katıldı. Hatta her konuda da bir tebliğ sundu. "Uzatmalı mülteci çözümsüzlüğüne" çözüm bulabildi mi acaba? 5
27
Ertesi gün toplantıyı açan Aydın Engin, Tertipleyen Kurul adına, Türkiye’deki birlik tartışmaları dolayısıyla ve bazı arkadaşların ricasıyla toplantının ikinci günü öğleden sonrasının Türkiye’deki gelişmeye ilişkin olarak Avrupa’da neler yapılabileceğinin görüşülmesine ayrılmasının düşünüldüğünü, gelenlerin buna ne diyeceğini sorar ve büyük çoğunluğun onayıyla konu pazar günü öğleden sonra için gündeme alınır. Bundan sonra önceden tesbit edelmiş konuda konuşmacılar sözlerini söylerler. Çoğu hazırlıksızdır ve konuşmacılar arasına adını orada yazdırmıştır. Ama önceden belirlenmiş hazırlıklı konuşmacılar da aslında kafalarındaki sorunları, konuyla ilgili olsun olmasın sıralamaktan başka bir şey yapmazlar.
İkinci gün öğleden sonra esas konu geldiğinde ne yapılacağının görüşülmesi beklenirken “Yurtdışındaki Sosyalistlere Çağrı” başlıklı, tarihsiz ve altında Oya Baydar, İlkay Demir, Engin Erkiner, Ahmat Kaçmaz, Veysi Sarısözen, Orhan Silier, Bülent Uluer, Server Tanilli’nin imzaları olan bildiri okunur.6
Bildiri ilk bakışta bu girişimlerin tarih öncesini bilmeyenler için masumane bir bildiri gibidir. Ancak insanların önüne ansızın bir bildiri getirilmiştir. İşin ilginci Türkiye’deki tartışmalara aktif olarak katılan ve onları destekleyen Sosyalist Forum çevresindeki kişi ve hareketlerin hiçbirisine böyle bir bildirinin hazırlandığı bile söylenmemiştir. Bu uslup hiç de Türkiye’deki tartışmaları başlatan 18’lerin uslubuna benzememektedir. Bildiri çok önceden hazırlanmış idiyse, niçin daha toplantıya gelmeden bu konu ve bildirinin toplantının gündemine alınacağı söylenmemişti? Eğer son anda hazırlandıysa, niçin o toplantıda iki günden beri bulunan insanlar yoktu bu toplantıyı düzenleyen çevreler dışında. Kaldı ki, son anda aceleye getirip böyle bir bildiri sunmanın ne gereği vardı. Herkesin bulunduğu toplantıda çok geniş bir katılımla tartışılıp destekleyen herkesin imzasının bulunduğu bir çağrı yapmak daha iyi olmaz mıydı? Oradakilerin hepsi böyle şeyleri akıl edecek politik tecrübeye sahiptiler. Kurtuluş’çuların7 çok sevdiği deyimle “her işin bir raconu vardı”, ama nedense bu sefer raconuna uymayanlar onlardı. Açık ki Kurtuluş ve Dev Yol geleneğinde bir uslup oluşturmuş; tipik kendini beğenmiş, üstten bakan, Atatürk’ün “komünizm gerekiyorsa onu da biz yaparız” diyen bakanı gibi, “gerekeni biz yaparız; biz yaparsak olur” tavrıydı ortadaki. Açıktı ki, yine Kurtuluş’un bir manüplasyonu söz konusuydu, nasıl bu tartışma toplantılarına önceden Sosyalist Foruma katılan çevreleri en azından önermeyerek katmak istememiş ise, simdi de böyle bir çağrının imzacıları arasında bulunmalarını istememişti. Avrupa’da Stalinizmle karşı eleştirel çevrelerin tartışma yürüttüğü tek forumu yok saymışlardı. Türkiye’de bu çevrelerin ve anlayışların paralelleri çağrıyı yapanlar arasındayken, burada aynı çevreler ansızın ortaya çıkmış bir bildiriyle dışarda bırakılıyordu. Söz aldım ve pek sert olmayan bir eleştiriyle yetinerek, bu durumun ortadan kalkması için 6
Bu bildiri birçok dergide yayınlandı daha sonra. Örneğin Sosyalist Birlik, Ekim 1989, Sayı:7
7
"Kurtuluşçular" dan ziyade Avrapa'daki Kurtuluşçular, hatta Mahir Sayın, Bülent Uluer demek daha doğru olabilir belki. Bütünüyle o harekete haksızlık etmemek gerekir.
28
ortaya çıkarılan bildirinin Türkiye’deki ilk üç kişinin çağırısı gibi ele alınabileceğini; şimdi önümüzde “onsekizler”in bildirisi olduğunu; böylece olumsuzluğa kısmen son verilebileceğini söyledim. Öyle anlaşılıyor ki kimse hassasiyeti anlamadı ve aslında bütünüyle politik ve ideolojik anlamı olan çağrının teknik bir sorun olduğu türünden sözlerle geçiştirilmeye çalışıldı. Bunu üzerine Atilla Keskin, Doğan Tarkan ve Yalçın Cerit bu tavrı çok sert bir şekilde eleştirdiler. Özellikle Sosyalist Forum denen çevrede bulunan gurup ve kişilerin niye dışlandığını; niye böyle aceleye getirildiğini sordular. Bu eleştiriler8 karşısındaki tavırlar oldukça ilginçti. Ahmet Kaçmaz, böyle grupların olduğunu gerçekten bilmediğini, imzasını eleştiren arkadaşların arasında görmekle gurur duyacağını; Oya Baydar’ın benzer sakıncaları ileri sürdüğünü söyledi ve bu sözleriyle aslında Avrupa’daki Birlik Tartışmaları’nın daha doğmadan ölmesini önlemiş oldu belki de. Yaklaşık bir tavrı Veysi Sarısözen de sergiledi. Ama Mahir Sayın’ın tavrı “meşhur olmak isteyenler imzalamaya o kadar meraklıysalar imzalasınlar” gibisinden aşağılayıcı ve hakaretamizdi. Sadece eleştiriciler için de değil, orayı imzalamış olanlar için de, çünkü orada kendisinin değil 8
M.Doyum, A.Keskin, D.Küçükaydın, Doğan Tarkan daha sonra yazdıkları ama teknik bir aksaklık nedeniyle yayınlanamayan daha sonra da olaylarca aşıldığı için, yayınlanması eski kırgınlıkları yeniden kışkırtabileceği için yayınlamak için çaba göstermedikleri bir "açıklama"da tavırlarını şöyle açıklıyorlar: "İkinci gün öğleden sonra (...) Türkiye'deki çağrıyı destekleyen bir çağrı metni okundu ve toplantıya katılanlara dağıtıldı. Bu çağrıda imzası olan 8 arkadaş yaptıkları açıklamalarlaçağrının sosyalist bir arkadaşın insiyatifiyle gerçekleştirildiğini, metnin bu 8 imza ile yayınlanmak için Türkiye'deki bazı yayın organlarına da iletildiğini, imzası olan 8 arkadaşın ise esas görevlerinin gelecekteki tartışma toplantılarının teknik sorunlarını çözmekle yükümlü olduklarını belirttiler. "Bu açıklamada imzası olan bizler ve toplantıya katılan bir dizi başka sosyalist ise gelecekte yapılacak tartışmalara en geniş katılımın sağlanması için bu çağrıdaki imzaların yeterli olmadığını, farklı yapılanmalardan başka imzaların da buna eklenmesi gerektiğini belittik. Çağrıda imzası olan 8 arkadaşa, bizlerin ve toplantıya katılan veya ulaşabildiğimiz bir dizi başka sosyalistin de çağrıyı imzalamasının yararlı olacağını belirttik. "Çağrıyı imzalayanlardan Ahmet Kaçmaz ve Veysi Sarısözen bu düşüncemizi olumlu karşıladı, Engin erkiner çağrının Türkiye'deki 37'lere paralel olması gerektiğini söyledi, Orhan Silier ise bunun bir teknik sorun olduğunu, genişletilmemesi gerektiğini savundu. Çağrıya imza atanlardan Bülent Uluer ve toplantıya katılanlardan Mahir Sayın ise kanımızca olumsuz, toplantıyı gerginleştirici ve bu çabayı bozucu birer konuşma yaptılar. Bu iki konuşmadan sonra imza listesinin genişletilmesini doğru bulmamıza rağmen, konuşmaların mahiyetleri nedeniyle çağrıyı imzalamaktan vazgeçtik. Ve ilk çağrı bu 8 imza ile yayınlanmış oldu. "Bizler toplantıda çağrıya imza atmamakla birlikte çağrı doğrultusunda yapılacak her girişime ortak olduğumuzu ve bundan sonrdaki ortak tartışma toplantılarının düzenlenmesi, kapsam ve içerik olarak derinleştirilmesi için çaba harcıyacağımızı belirttik ve öyle yapacağız. "Bizler Türkiye'de olduğu gibi yurtdışında da türkiye sosyalist hareketinin düşünsel temelde bir berraklığa kavuşması ve ayrılık ve birliklerin tüm sosyalistlerin katılımı ile netlik kazanması için yapılacak her çabanın içinde olacağız. "Bu ilk çağrının 8 imza ile çıkmak zorunda kalması kanımızca olumsuz bir durumdur. Dileğimiz henüz başlangıcında olduğumuz bu sürecin bu tür hatalarla yeniden karartılmamasıdır. Bu açıklamayı da gelecekte yeni benzer durumları engellemekte katkı olur düşüncesiyle yapıyoruz. Açıklık bunu gerektiriyordu."
29
Bülent Uluer’in imzası vardı. Aslında eleştiriler karşısında Kurtuluş’un gösterdiği bu sert tepki ve eleştiriler karşısında TKP TSİP çevrelerinin şaşkınlığı Kurtuluş’un Sosyalist Forum’da tartışan çevreleri en azından başlangıçta uzak tutmak için epey çaba gösterdiğinin kanıtlamış; eleştirilerin son derece haklı olduğunu göstermiş oluyordu. Tabi anlayana ve anlamak isteyene. Bildiri nasıl mı ortaya çıkmıştır? “Raviyan-ı ahbar ve muhaddisanı Rüzgar rivayet ederler ki”: Türkiye’deki imzacılar arasında bulunan Necmi Demir, Avrupa’ya geldiğinde, benzerinin Avrupa’da yapılması gerektiği konusundaki düşüncelerini tesadüfen, yine o sıralar ortaklaşa tartışma toplantıları düzenleyen Kurtuluş, TSİP ve TKP çevrelerine açar. Onlar da bunu benimserler ve zaten daha önceden planlamış oldukları Frankfurt’ta yapacakları toplantıda konuyu tartışmaya açmayı benimserler. Bir çağrı yazmaya ve etkili olması için de bazı isimlerle ilişkiye geçmeye karar verirler... Bu resmi denebilecek açıklamanın garip çelişkileri vardır. Necmi Demir başka çevrelerin Sosyalist Forum adlı bir toplantılar dizisi yaptığını bilmektedir. Bunlara da gitmek gerektiğini önermemiş midir? Kendisine sorulduğunda önerdiğini söylemektedir. Ama niye, kimin itirazlarıyla, hangi gerekçelerle dışlandıkları konusunda konuşmayı reddetmektedir. Frankfurt toplantısındaki tepkiler de ortada olduğuna göre, ortadaki taammüden yapılmış işin bir tek zanlısı vardır: Kurtuluş!.. Burada Yalçın Küçük gibi bir paratez açarak Avrupa’daki çağrının bu tavrına karşılık Türkiye’deki çağrının tavrına değinmek gerekir ki kontras iyice görülebilsin. Türkiye ve Avrupa’daki girişimler, birbirlerinden sadece zaman sırası bakımından değil, yaklaşım ve stilleriyle de ayrılıyorlar. En iyisi kıyaslamaya baştan başlayalım. Türkiye’deki çağrının öncesinde 3 kişinin bir daveti bulunmaktadır: Ertuğrul Kürkçü, Nail Satılgan ve Gencay Gürsoy. Bu üç kişinin ortak niteliği: belli bir örgüte bağlı olmamaları; bir bakıma hareketler ve örgütler arası “Niemandsland”da bulunmalarıdır. Bu üç kişi de politik olarak yakın oldukları dergi veya örgütlerle aynı zamanda bir tür çatışma içinde de bulunmaktadırlar. Bu üç kişinin kişisel ilişkileri, konumları, geçmişleri, onlara herkes karşısında daha kabul edilebilir bir durum sağlamaktadır. Bir bakıma, bu üç kişi, Kimyada bir reaksiyonun gerçekleşebilmesi için gerekli bir katalizör ya da maya rolü görmeye uygundurlar. (Bu elbette onların reaksiyonun içinde de olmalarını dışlamıyor.) Dikkati çeken ikinci nokta da şu: bu üç kişi, direk olarak kamuoyuna bir bildiriyle çıkmıyorlar; tanışıklıkları, bilgileri, sezgileriyle ve anlaşıldığı kadarıyla kısmen kırmama, atlamama kaygılarıyla da birtakım insanları “birlik konusunu, gayrıresmi bir ortamda serbest bir biçimde tartışmak” için bir araya gelmeye çağırıyorlar.
Tanışıklıkları, bilgileri, sezgileriyle: Bidirinin sonundaki açıklamada “kişisel olarak görüş beyan etmiş olmak; kişisel olarak tanışmak, daha önce gerçekleştirilmiş birlik girişimlerini yetersiz, sonuçsuz, ya da olumsuz bulmak gibi ortak noktalar, biraraya gelenlerin bileşimini
30
belirledi” deniyor. Ve - ama aynı zamanda kimseyi dışarda bırakmama, kırmama, unutmama kaygılarıyla: çünkü bileşimi oluşturanların raslantısal niteliğini vurgulayan yukarıdaki aktarma bu kaygının ifadesi. Gelmeyen ya da gelemeyenlerin en azından bir kısmına karşı itici, köprüleri atıcı olmamak için yazılan: “çağrılanların bir bölümü, çeşitli mazeretlerden ötürü toplantılara katılmadı” ifadesi; “çağrılı olanların eksik ve yetersiz olduğunu çağıranlar da çağrılmış olanlar da peşinen kabullendiler” ifadesi; “kişisel girişimlerine, birlik tartışmalarına itilim vermenin ötesinde bir anlam yüklememe” ifadesi... yani tümüyle bildirinin altındaki o dip not bu kaygının ifadesi. Bir bakıma, tartışmaların daha sonra girdiği biçimiyle, yani yani “birlik tartışmaları” girişimi “tartışma birliği”ne dönüştüğü için -aslında bilinçli olarak yapılsa çok olumlu ve tek mümkün gelişme - o dip not ve imzaların kendisi bildirinin içeriğinden milyon kez daha önemli olmuştur. İmzalara gelince, imzalarda da aynı özellikleri görürüz: imzacılar, çeşitli hareketlerin taraftarları olsalar da, düşünce ve davranışlarıyla, bir gelişimin ancak ortak bir tartışmayla sağlanabileceği; bir hareketin diğerlerini yere sererek, linear bir büyümesiyle olamayacağı anlayışındaki kişilerdir. Diğer bir ifadeyle, kendi hareket ve geleneklerindeki tutuculardan ziyade; başka gelenek ve hareketlerdeki eleştirel, yenilikçi akım ve eğilim veya kişileri kendilerine yakın görenlerdir.
Türkiye’deki birlik kartışmalarının daha baştan kırgınlıklara yol açmadan gelişmesinde ve ilgi toplamasında bu özelliklerin kesinlikle belirleyici, tayin edici bir bir fonksiyonu olmuştur. Avrupa girişiminde ise, ne Türkiye’deki imzacıların nitelikleri, ne de stili ve uslubu ne yazık ki görülmemektedir. Aslında Bülent Uluer’in toplantılar boyunca çaşitli vesilelerle yaptığı konuşmalara bakınca Türkiye’deki stilden, tartışanların niteliklerinden rahatsız olduğu bile söylenebilir. Koskoca örgütler dururken üç bağımsıza mı düşerdi bu iş? Avrupa’daki birlik tartışmalarında bir daha hiç bir zaman Frankfurt’taki katılımın sayısı ve zenginliği sağlanamadı. Bu gerilemede elbette Avrupa’daki toplantıların bu doğuştan günahının da bir payı var. Ancak bu hatalar olmasaydı bile ilginin sürekli azalmasının önüne geçilebileceğini sanmıyorum. Ondan sonraki bir kaç ay içinde yirminci yüzyılın bütün dengeleri alt üst oldu, Ekim devriminden beri, belki de önümüzdeki uzun yılları belirleyecek en büyük değişiklikler yaşandı. Bir toplantıda konuşmacılardan birinin büyük bir safiyetle “Bu gün de hangi ülke düştü diye akşamları televizyona bakmaya korkuyorum” dedirten değişiklikler.. Bu doğuştan günahlar yükselen bir hareketle birleşmiş olsaydı çok vahim sonuçları olabilirdi. Öimdi ise, artık olup olmamalarının bile bir önemleri yok gibi.
Ýlk Bocholt Toplantýsý
31
Frankfurt toplantısından döndükten sonra toplantıdaki sert tartışmaların etkisiyle olsun daha değişik bir stil tutturulacağı umuluyordu. Bu arada çağrıcılardan Orhan Silier’den bir telefon gelmişti, gündem ve toplantıların biçimi için önerilerimi acele yazılı olarak göndermemi istiyordu. Evet hala değişen bir şey yoktu, en öze ilişkin sorunlar birden bire bir teknik sorun düzeyindeymiş gibi ele alınıyordu. Tesadüfi sekiz kişi simdi de gündem önerilerini istediğine göre, gündemi de belirlemeye karar vermiş demekti; aynı şekilde toplantıya katılacakları da belirleyecekler demekti, çünkü isim önermemiz de istenmişti. Yine de talebi ciddiye alıp “Hangi Konular, Nasıl Bir Öncelik Sırasına Göre, Hangi Biçimler Altında le Alınmalı?”9 başlıklı bir yazıyla önerilerimi bildirdim. Savunduğum temel fikir: çağrıcıların gündemi belirlememesi; en geniş katılımla yapılan toplantılarda gündemin belirlenmesi; 8 kişinin kendilerini bu toplantının hazırlığıyla görevli teknik bir komite olarak değerlendirmeleriydi.
Talebi ciddiye alıp önerilerini iletenlerden biri de Sosyalist İşçi olmuş. Onlar da hazırladıkları metinde benzer bir eleştiri ve öneride bulunduktan sonra kendileri için en önmli gördükleri konuları sıralamışlar. Sözkonusu metnin hemen başında şunları açıkça söylüyorlar:
“Yurtdışındaki sosyalistlerin tartışma sürecine ilişkin konuları, programı ve bu tartışmaların alacağı biçimin örgütlenmesini en geniş katılımın sağlanacağı bir veya hatta bir dizi toplantıda saptanmalıdır. Toplantıların konularının ve biçiminin saptanması ne denli büyük bir katılımla yapılırsa elde edilecek sonuçlar da o denli tatmin edici olacaktır. Öte yandan, yapılacak bütün dar toplantılar, bir yandan elitist, öte yandan ise daima gerektiği kadar “dar” ya da gerektiği kadar “geniş” olamayacaktır.”10 Bundan sonra ilk çağrıcı sekiz kişi kendi aralarında ne tartıştı ne görüştü bilmiyoruz. Ancak elimizde Bocholt’ta yapılacak toplantıya ilişkin çağrının metni var. Bu metin aynen şöyle: “Ekte verilen çağrıyı hazırlayan bizler (Frankfurt’ta okunan çağrı), bu çağrının yurt dışındaki sosyalistlerin en geniş katılımıyla hayata geçirilebileceği inancındayız. Bu nedenle yurtiçindeki girişimin gelişme sürecine paralel olarak yurtdışındaki sosyalistleri temsil eden bir toplantı düzenlenmesini uygun bulduk. Amacımız, Birlik Tartışmaları Düzenleme Giirişimi tarafından ülkede başlatılan çalışmaların yurt dışındaki paralelinin bu toplantıya katılacak olanların ulbirliğiyle gerçekleştirilmesi, bu konuda tümüyle onların söz ve karar sahibi olmalarıdır. Toplantıda konunun her yönüyle görüşülmesini ve çalışmaların yürütülmesine bir çözüm getirilmesini öngörüyoruz. “İnanıyoruz ki, sizin katılımınızla toplantı hem daha verimli ve başarılı geçecek, hem de 9
Bu yazı bu derlemenin içinde bulunuyor.
10
"Tartışma Toplantıları İçin Konu Önerileri" İmza ve tarih yok.
Gündem konusunda bir de çağrıcılardan olan O.Silier bir metin sunmuş. El yazısıyla altı sayfa tutan bu metinin başlığı: "Tartışma Konularının, Örgütlenme ve Gerçekleştirilme Biçimlerinin ve Zamanlamasının Karara Bağlanmasına İlişkin Öneriler". Başlığından da anlaşılacağı gibi O. Silier, çağrıcıların gündemi belirlemesini pek sorun yapmamaktadır. Çağrıcıların tesbit edeceği oldukça dar bir çevrenin konu ve biçimleri belirlemesinden yanadır. Önerileri eses olarak biçime ilişkin bir sürü kurallardan oluşmaktadır. Belki akademik bir çalışmada işe yarıyabilecek bu yöntemlerin politik bakımdan hiç işe yarayamayacağını ve manüplasyonlara çok açık olduğunu anlamamak temel zaaflarıdır bu önerilerin.
32
yurtdışındaki sosyalist potansiyelin temsili sağlanmış olacaktır. “En iyi dileklerimizle”.11 Bu aslında tipik bir geçiş metni12, birbiriyle çelişen yaklaşımlar iç içe. Önce “Biz” “uygun bulduk”, “biz” “inancındayız” uslubuyla başlıyor ve yine o “biz”in “amacı”nı açıklıyor: “toplantıya katılacak olanların (...) söz ve karar sahibi olmaları”. Yine o tipik Tandoğan felsefesi: toplantıya katılacakların “söz ve karar sahibi olmaları”na yine o “biz” karar veriyor. Hatta o Söz ve karar sahibi olacakların kimler olacağına da. (Çünkü kimlerin katılacağı 60 kişilik bir listeyle belirlenmiş.)13 Hatta toplantıların “paralel” olup olmayacağı bile belirlenmiş. Öyle bir metin ki, davete cevap vermesen ilk kez ortaya çıkmış bir olanağın daha baştan dağılması tehlikesi ortaya çıkar, kabul edip gittiğin takdirde, o “biz”in yukardan, senin karar verenler arasında olmana karar veren tavrını meşrulaştırmış olursun. “Bizlerin karar vermesine karar veren siz kimsiniz acaba” demeyi küçüklük sayarsın. “Boşver” dersin, “hadi bunları da problem etmeyelim. Yeter ki birşeyler olsun” ve gidersin. Bocholt, Hollanda hududunda sınır ticaretinden epey kar ettiği kendisine göre çok büyük çarşısından belli olan küçük bir kasaba. Toplantı ucuza geldiği için “Europa Institut” denilen bir yerde tertiplenmiş. Çağrı yapılan 60 kişiden 32 kişi gelmiştir. A. Kaçmaz har zamanki “İngiliz Centilmeni” tavrıyla, toplantının “eksikli bir girişim olduğunun baştan kabul” edildiğini, elbette sübjektif ölçülere göre davranılmış olacağını, toplantının bu hataları giderebileceğini söyler. Yani biraz üstü kapalı bir özeleştiri yapar; yetkilerin toplantıya verildiğini söyler. Sonra söz alan Bülent Uluer ise eski stili sürdürerek toplantının aslında fazla bir şey yapmayacağını, “teknik bir kurul oluşturacağını” “uygun gördük”lerini söyler.
İlk sekiz kişiye Frankfurt’ta itiraz edildiğinde bunların teknik bir işi üslendikleri, itirazların çok abartılı olduğu söylenmişti. Sonra o sekiz kişinin belirlediği altmış kişiden gelen otuzu için teknik işlerle görevli bir kurulu seçmek gibi yine teknik bir görev verilir, zaten seçilecek kurul da teknik işlere bakacaktır. Bu teknik tekniğiyle hiç bir zaman teknik olmayan bir kurul ya da bir sorun ortaya çıkmaz. Tabii bütün bu konuşmada yine “Lütfen problem çıkarmayın” ana fikri. Ne yazık ki biz o kadar gelişmis teknikleri kullanamadığımızdan “şu ana kadar yapılanları bir değerlendirelim, gündemimizin ilk maddesi bu olsun” diye bir öneri yaparız. Yapılanların değerlendirmesinin gündeme alınıp alınmayacağı üzerine tartışma ve Frankfurt’taki bölünme 11
19 Ekim 1989 tarihli davetiye
12
Bir geçiş metni çünkü, eski stili sürdürse bile, Gündem'i belirlemiş olmaktan vaz geçmiş olduğu görülüyor. Ama bu hakkı kullanmayan yine o "biz". 13
Aslında bu tavırlarla sürekli karşılaşmak insanda sürekli iğfal olduğu duygusunu uyandırıyor. "Aman problem çıkmasın, aman dağıtıcı olmayalım. Hadi bakalım bunu da anlamamazlıktan gelip yutmuş olalım, belki ne yaptıklarını anlarlar" diye düşünüp davrandıkça bu stil, bu yaklaşım sürüyor. Açıkça eleştirince de "şöhret meraklısı" ya da mızıkçı olunuyor.
33
tekrar ortaya çıkar. Kurtuluş, “”burası nedir ne değildir tartışmayalım”, “adap erkan üzerine zaman kaybetmeyelim”; “değerlendirme geçen seferkinin devamı olur” diye itiraz eder. Ancak bu sefer bir değerlendirme yapma ve bunun gündeme alınması kabul edilir. Aşağı yukarı buraya kadar eleştirdiğimiz konularda eleştiriler yapılır. 8 kişi içinde iki uç olarak adlandırmak gerekirse bir yanda Kurtuluş’tan arkadaşların değerlendirmeyi bile gereksiz gören; diğer yanda A. Kaçmaz’ın özeleştirel tavrı şeklinde iki tavır görülür. Bölünme bir bakıma “Sosyalist Forum” çevreleri ve “Kurtuluş” gibidir. Bu bölünme çizgisi iki konuda daha aynen sürer. Bir diğer tartışma konusu: toplantıların Türkiye’ye “bağımlı” mı yoksa “paralel” mi olacağıdır. Kurtuluş’un görüşü, Türkiye’deki gündemi aynen kabul etmektir. Somut olarak tartışma “Günümüz ve Marksizm” konusunun gündeme alınıp alınmamasında görülür ve gündeme alınma kararı alınır. Öte yandan Türkiye’deki gündem eklektik ve sistemsiz olmasına rağmen, bir paralelliği tutturmak için aynen kabul edilir. Toplantının diğer önemli tartışma konuları, toplantıların herkese açık mı yoksa dar mı olacağı şeklindedir. Ancak bu konularda farklı eğilimler olmasına rağmen biçimi belirleyen Avrupa’nın koşulları, yani fiziki ve maddi sınırlamalar olur. Bu bakımdan Türkiye’dekinden oldukça farklı bir biçim tesbit edilir. Türkiye’deki tartışmalara katılanların çok büyük bir bölümü İstanbul’da yaşamaktadır. Avrupa’da ise adeta bütün kıtaya dağılmış bir topoğrafya vardır. Bu nedenle sık sık bir araya gelip toplantı yapmak olanaksızdır. Öte yandan mültecilerin özellikle yoğunlaştığı belli merkezler de vardır. Bu nedenle şöyle bir optimum çözüm bulunur: Tartışma tıplantılarının bir başında bir de sonunda Avrupa çapında iki toplantı yapılacaktır. Bundan başka tesbit edilen sekiz merkezde, yine isteyenin katılabileceği, her birinde iki konu olmak üzere mahalli toplantılar yapılması benimsenir. Konularda konuşmacı olmak isteyenler önceden bir yazılı metin hazırlamakla ve yeteri kadar önce bunu çoğaltıp tartışmacılara iletmek üzere yollamakla görevlidir. Bundan başka iki sorun tartışma toplantılarının teknik işlerini hazırlayacak kurulun bileşimi, yetkileri ve toplantı adına yayınlanacak bildirinin içeriği üzerine tartışmalar olur. Toplantılara katılım konusunda sınırlama yapmama eğilimi egemen olur. Herkesten önerilerini bildirmesi bunlara ek olarak herkesin de yeni öneriler yapma hakkının olması benimsenir. Ancak katılanların herhangi birisinin toplantılardan çıkmasına yol açacak bir öneri olma halinde, varolanı kaybsetmektense olanı korumanın doğru olacağı kabul olunur, yani veto hakkı tanınmış olur. Bu kısmen aralarında ciddi çatışmalar olan, hatta fiziki mücadeleye kadar gider gruplar düşünülerek koyulmuş olmakla birlikte, aslında Sosyalist Parti’nin toplantılara davet edilip edilmemesi noktasında çıkmıştı. Kurtuluş, onlar geldiği takdirde toplantıya katılmayacağını söyleyerek dayatma yaptı. Bir çok arkadaş bu tavrın onları daha güçlendirdiğini ifade etmeye çalıştılar. Öahsen ben, Kurtuluş’un bu tavrını doğru bulmadığımı ama bir tercih karşısında bırakıldığımı, Kurtuluşun da gitmesini istemediğimi, şu an bu dayatmaya boyun eğmek zorunda olduğumuzu söyledim. Aslında toplantının uzun tartışmalarla hazırlanmış bildirisi dikkatli okunursa, bu bildirinin o
34
zamana kadarki stille kesin bir kopuşma, köklü bir değişim gösterdiği görülür. Bildiriyi aynen aktaralım: “”Yurtdışındaki Sosyalistlere Çağrı” ile başlayan girişimin çağırıcıları, 18-19 Kasım 1989 tarihinde F.Almanya’nın Bocholt şehrinde, davetli 60 kişiden 34’ü ile çağrıcıların 8’inden 7’sinin katılımıyla gerçekleşen bir toplantı düzenlediler. Toplantının başlamasıyla birlikte “Çağrı”yı yapan 8 kişinin görevi bitti, girişimin bundan sonraki gelişme sürecinin yönlendirilmesi toplantıya katılanların sorumluluğuna geçti. “Toplantıda, söz konusu girişimin değerlendirilmesi yapıldı. Bu değerlendirme sonucunda, çağırıcı 8 kişinin temsil niteliğinin yeterli olmadığı -ki çağırıcılar bu eksikliğe kendileri parmak bastılar- bunun yanı sıra bu toplantıda yer alması gereken ve katkı getirici bir kısım çevre ve kişilerin davetliler arasında bulunmadığı tesbit edildi. “Toplantıya katılanlar yurtdışındaki sol hareketin olabilecek maksimum düzeyde temsil edileceği, çalışmalara katkıda bulunabilecek tüm sosyalistlerin kendilerine katılmaları için çaba sarfetmeye karar verdiler. Bu kapsamda kadınların katılımının arttırılması için özen gösterilmesi, bu amaçla kadın örgütleriyle temasa geçilmesi ve Kuzey Kürdistanlı sosyalistlere bu kurula katılmaları için çağrı çıkarılması kararı alındı. “Toplantıda, yurtdışında yapılması öngörülen çalışmaların gündemi görüşüldü, yurtta yürütülen tartışma konularının aynen alınmalarına ve bunlara ek olarak “Günümüz ve Marksizm” başlıklı bir konunun da tartışma gündemine konulmasına karar verildi ve bu tartışmaların soldaki birlik ve ayrışma süreçlerine de hizmet edeceği ortak sonucuna varıldı. Daha sonra gündemin uygulanmasıyla görevli bir “Koordinasyon Komitesi” oluşturuldu. “Yurtta sürdürülen girişimin yurtdışındaki paralelini organize etmekle ve yurt içiyle koordinasyonu sağlamakla görevli kurula katılmanızla bir eksikliğin giderilmiş olacağına, böylece çalışmaların daha verimli olmasına ve çalışma sürecine azami yığınsal katılımın sağlanmasına katkı getireceğinize inanıyoruz. “En iyi dileklerimizle, Bocholt toplantýsýna katýlanlar adýna”
35
Avrupa’da Kadýnlar Frankfurt toplantısında birkaç kadın vardı. Bocholt da ise iki kadın. Kadınlara bu ilgisizlik ve kadınların bu ilgisizliği biz sosyalistlerin eski strateji ve programlarımızın, anlayışlarımızın günümüzün dünyasının öznelerini kavramaktan; çeşitli baskı biçimlerine karşı mücadeleleri birleştirmekten ne kadar uzak, ne kadar gerilerde kaldığımızın bir göstergesinden başka bir şey değildir. Bu somut olarak bizzat yurtdışı tartışma girişimlerinde de görüldü. Avrupa’nın, Avrupa’daki mülteci ve işçilerin son yıllardaki en canlı, en aktif, en radikal kesimini oluşturan kadınlar yoktu. O kadınlar ki, son yıllarda tüm solun aktivitesi azalırken artan bir aktivite gösteriyorlardı. O kadınlar ki en az iki üç yüz kişinin katıldığı çok canlı toplantılar düzenliyorlardı14. Ve bu toplantıda Sosyalist Feminist kadınlar hem organizatörler arasındaydılır, hem de en aktif kesimlerden birini oluşturuyorlardı. Avrupa’da sosyalistlere çağrı yapanların ise listelerinde bu çevrelerden bir kişinin bile adı yoktu. Aslında kadınları uzak tutmak için bir çaba gösterilmediği rahatlıkla söylenebilir. Ama bu daha da kötüdür. Ciddiye alınan bir gücü uzak tutma veya kazanma çabası gösterilir, alınmayana ise hiçbiri. İlk çağrıcılar arasında örneğin Sosyalist Forum çevrelerinin başta dışlanmasını sağlayan Kurtuluş çevresinin hassas göründüğü kadın sorununa uygun olarak bu dinamizmi olsun çekebilmek için bir şeyler yapması beklenirdi. Ama anlaşılan ne kazanmaya ne de dışta bırakmaya değmeyecek bir grup olarak değerlendiriliyorlardı. Eğer bu toplantılara katılan kimi sosyalist feminist kadınlar bu durumu protesto etmeseler ve adeta kendilerini zorla davet ettirmeseler çağrıcılardan kimsenin aklına gelip de onları da katmak için çabalayacağı yoktu. Ancak kadınlar kendilerini zorla davet ettirdikten sonra gündeme bir de “Kadının Kurtuluşu ve Marksizm” gibi bir konu alınabildi. O çok az olan kadınlar arasında bazıları protesto için toplantılara bir daha katılmadı; kendilerini zorla davet ettiren birkaç sosyalist feminist dışında toplantılar hep bir erkek toplantısı oldu.
İşte o açıklamadaki kadınlara ilişkin özeleştiri, kadınların bu eleştirisinin etkisiyle oraya girmişti. Kadınların bu protesto bildirisini aktarmakta yarar var. “Değerli arkadaşlar, 14
Son yıllarda düzenli olarak yapılan bu avrupa çapındaki kadın toplantılarının ortaya çıkışının Sosyalist Forum'la şöyle bir bağlantısı vardır. Sosyalist Forum toplantılarında da kadınlar genellikle bir elin parmaklarından fazla olmuyordu. Bu toplantılara katılan bazı kadın yoldaşlar bir araya gelerek kadınlar olarak kendilerinin Avrupa çapında toplantılarını yapma kararı alırlar. Umulmayan bir ilgi ve canlılıkla yüzlerce kişilik kadın toplantıları başlar.
36
“Bizler, 28 - 29 Eylül’de yapılan Frankfurt toplantısına tesadüfi olarak haberdar olup katılmış Sosyalist-Feminist kadınlarız. Bu toplantının akabinde yayınlanan “Yurtdışındaki Sosyalistlere Çağrı” metni ve toplantıya çağrılanların listesine baktığımızda diğer olumsuzlukların yanı sıra dikkatimizi ilk çeken listedeki kadın sayısının olağanüstü azlığıydı. Dikkatimizi ilk çeken ama, bizi pek te şaşırtmayan bir sonuçtu bu. “Türkiye sol hareketinde yıllarca içeriği boşaltılarak tekrar edilen bir slogan vardı: “Kadınlar katılmadan sosyalizm kurulmaz, sosyalizm kurulmadan kadınlar kurtulmaz!” Ama bu sloganın kullanılış nedeni de kadınların nüfusun yüzde ellisini oluşturmaları gibi yalnızca nicel bir çoğunluk olarak bakılmasındandı. Yoksa toplumun cinsiyetçi esasa dayalı yapılanmasına karşı yükseltilecek kadın kurtuluşu mücadelesinin sosyalist harekete yepyeni perspektifler katacağı ve bugünden başlayarak yeni yapılanmalara gidilmesinin gerekli olduğu mantığı değildi. “Oysaki kapitalist sistemdeki tek egemenlik biçimi sermayenin emek üzerindeki egemenliği değildir. Bu egemenlik cinsiyete ve milliyetlere dayanan egemenlik biçimleriyle de eklemlenerek güçlenmiştir. Bundan dolayı karşılıklı olarak birbirlerini güçlendiren bu egemenlik biçimlerinden yalnızca birine karşı verilecek mücadele de eksik kalacaktır. “80 öncesi Türkiye solunda her türlü sömürü ve baskı biçiminin son bulacağı düşünülen sosyalist toplumda kadının da otomatikman kurtulacağı gibi düz bir mantık yaygındı. “80 sonrasında ise Türkiye’de gelişen kadın hareketinin kendini dayatması sonucu Türkiye solu “Feminizm”i gündemine almak zorunda kaldı. Tüm sol yayınlarda bugüne kadar hiç tartışılmadığı boyutlarda “kadının kurtuluşu” üzerine yazılar yayınlandı. Hatta bu yazıların birçoğu “herşeyin en iyisini bilen” erkekler tarafından yazılmış olmasına rağmen, Türkiye’nin hala çok “erkek” olan sol politik arenasına baktığımızda pek te fazla bir değişiklik olduğunu söylemek mümkün değil. Bunun en son örneğini gerek Frankfurt’taki 28 29 Eylül’de yapılan toplantıda, gerekse daha sonra yayınlanan “Sosyalistlere Çağrı” mektubunda bir kez daha gördük. “Frankfurt toplantısında erkekler “kadınlarrın cinsiyetlerinden dolayı ezilmelerine karşı mücadele verilmediği sürece, verilecek demokrasi mücadelesinin eksik kalacağını” vurguladılar. Ve bugünden başlayarak kadınları da içine alacak yapılanmaların gerekli olduğu tesbitini yapan “Erkeklerin karıları” ise evlerde oturup çocuklara bakıyorlardı. “Frankfurt toplantısına iki elin parmaklarıyla sayılacak kadar az kadın katılırken, Avrupa’daki Türkiyeli kadınların yaptığı toplantılara 300’e yakın kadının katılması, kadınların genel olarak politikaya ilgisizliğini değil, bugünkü politik yapılanmalar içinde kendilerini bulamayışlarının ve sol içindeki erkek egemenliğine karşı protestoların bir ifadesidir bizce. “Kadınları “sosyalistler arası birlik” tartışmalarının dışında bırakan ve bu tartışmalar içinde var olanları da ikincil konuma sokan anlayışları şiddetle protesto ediyoruz. “Toplantıya katılan kadınların “kadınlık bilinçlerine” seslenip. onları bu protestomuzu desteklemeye ve tartışmalara çok sayıda kadının katılımını sağlama yolunda daha aktif 37
davranmaya çağırıyoruz. “KADINLAR DA VARDIR!.. “Hamburg 15.11.1989 “Nuran Sarýca - Hülya Eralp - Ülkü Sarýca” “Not: Mektubumuzun bir kadýn arkadaþ tarafýndan toplantýya okunmasýný diliyoruz.
Komisyon Çalýþmalarý “Eylem ayrıntılarla ilgilenmeyi öngörür” der bir yerde Hegel. Biraz da teknik ayrıntılara ilişkin bilgiler. Bocholt’ta, bildiriye de yansıyan stil değişikliği ortaya çıktıktan sonra gerçekten pratik işlerle uğraşacak, kelimenin tam anlamıyla teknik bir komitenin çalışacağı koşullar ortaya çıkmıştı. Bu bakımdan koordinasyon komitesi ahenkli bir iş birliğinin sürdürüldüğü, farklı geleneklerden gelen kişi ve cevrelerin birbirini tanıdığı, pratik işler yapan bir organ oldu. Biraz da raslantısal olarak Komisyon’da Avrupa’nın hemen hemen her büyük merkezinden bir kişi yer alıyordu. Aynı bileşim toplantıya katılan farklı eğilimlere de denk düşüyor gibiydi. Komite’nin başlangıçtaki çabası toplantılara soğuk bakan hareket ve kişilere ulaşmak ve onları çalımalara katmanın yollarını aramak oldu. Bu konuda son derece açık ve birlik tartışmalarının ruhuna uygun davranıldı. Onore edilmesi gerekenler onore edildi, ayaklarına gidildi, kimileri için heyetler gönderildi. Bunların hiç birinden olumlu bir cevap gelmedi. Ama burada belirtilmesi gereken bir yan var. Bu toplantıların bütün teknik işlerinin yapımında binlerce sayfa tebliğ fotokopisi, zarflanması, pullanması, tek tek telefonlarla çeşitli konularda koordinasyonun sağlanması; toplantıların teknik hazırlıkları vs. gibi binlerce ayrıntı Gülşen ve Tayyar Tekin’in emekleriyle başarılabildi. Komisyonun çalışmaları hakkında bir fikir edinmek için en iyi çare onun toplartı tutanaklarından birini buraya olduğu gibi aktarmak olabilir: “B.Toplantısında Yurtdışında Birlik Tartışmalarını Düzenleme Girişimi tarafından oluşturulan Koordinasyon komitesi, 5 Aralık 1989’da Brüksel’de toplandı. “Toplantıya bütün koordinasyon Komitesi Üyeleri (Ahmat Kaçmaz, Atilla Keskin, Bülent Uluer, Doğan Tarkan, Demir Küçükaydın, İlkay Demir, Orhan Silier, Veysi Sarısözen, Yalçın Cerit, Ziya Orkunoğlu) katıldı.Toplantının gündemi aşyağıdaki gibi onaylandı. “1) Tartýþmanýn örgütlenmesi “-Biçimi “-Zamanlamasý “-Koordinasyonu “2). YBTDG’ne yeni katýlým önerilerinin görüþülmesi
38
“3) Tartýþmalarýn örgütlenmesi için mali olanaklarýn araþtýrýlmasý. “Bütün gündem maddelerini sýrasýyla görüþen KK aþaðýdaki konularda görüþ birliðine vardý. “1) Biçim, zamanlama ve yer bakımından tartışmaların örgütlenmesi ekteki Açıklama’da belirtildiği gibi gerçekleşeceğinden tutanağa Açıklama’nın eklenmesiyle yetinilmiştir. Bu arada B. toplantısında saptanan her bir tartışma konusunda tebliğlerin toplanması, tebliğcilerin enforme edilmesi vs. koordinasyon sorunlarını çözmekle aşağıdaki KK üyeleri arasında iş bölümü yapıldı. “1) Ziya: Türkiye’nin oplumsal Dinamikleri “2) Orhan: Günümüz ve Marksizm “3) Yalçýn: Ulusal Sorun “4) Demir: Enternasyonalizm “5) Bülent: Sosyalist Demokrasi “6) Veysi: Demokrasi ve Devrim “7) Ýlkay: Birlik Düzlemleri “8) Doðan: Program Anlayýþlarý “Ayrıca, tüm bu koordinatörlerin çalışmaları Ahmet Kaçmaz’ın sorumluluğunda bir sekreterliğe bağlandı. Tebliğcilerin doğrudan iletişim kuracakları bu sekreterlik, edindiği bilgileri ilgili koordinatörlere aktaracak. “Ekte tartışma takvimi verilmiştir. “2) YBTDG’ye yeni katılım önerileri B. toplantısında prensip olarak kabul gören ölçütlere göre tartışıldı. Tartışmaların sonucunda bazı arkadaşlar, bazı çevrelerin nicel olarak fazla sayıda katıldıklarını düşündükleri için, çalışmaları zorlaştıracak ölçüde genişlemeye yol açacak önerilere itiraz etmekle birlikte, sonuçta yapılan tüm önerilerin kabulü doğrultusunda genel bir konsensüs oluştu. “Ancak, toplantının tavsiyesine uyarak V. Sarısözen, B. Uluer, Y. Cerit, A. Kaçmaz kendilerini ilgilendiren isim öneri listelerini yeniden gözden geçirmek üzere geri aldılar. “Diğer taraftanr B. toplantısına isim öneri listesi sunan Kürşat istanbullu’ya da aynı tavsiyenin yapılmasına karar verildi. TKEP’den bu konudaki görüşünün istenmesine karar verildi. “Aynı zamanda, Ziya Orkunoğlu, katılımını düşündüğü arkadaşlara danıştıktan sonra bir liste halinde önerilerini sunacağını belirtti. Onun talebi onaylandı. “Aşağıdaki arkadaşlar, belirtilen örgüt ve kişilerle doğrudan temas kurmakla görevlendiler: “Çağırılacak gruplar ve kimlerin ilişki kuracağını gösterir liste “Devrimci Partizan/Y.Cerit “Bolþevik Partizan/Y.Cerit” “DAB/Bülent
39
“Dev-Yol- Dev-Ýþçi)/Bülent-Ziya-Veysi “Dev-Sol/Bülent-Ziya-Veysi “Ýþçinin Sesi/Ýlkay “TEVGER/Kaçmaz “Rýzgari/Bülent “Sýnýf Bilinci/Doðan “VP/Doðan “Ekim/Ýlkay “Dev-Savaþ/Demir “Emeðin Bayraðý/Bülent-Yalçýn “TEP-Mihri Belli/Kaçmaz “SVP/Kaçmaz “3) B. toplantısında her arkadaşın 100 DM tutarında mali katkıda bulunması yolunda alınan kararın uygulanmadığı görüldü. Gerekli çabanın harcanması, sekreterliğin konu hakkındaki ilgili arkadaşlara başvurması ile sorunun çözülmesi düşünüldü. “Öte yandan platformla şu ya da bu şekilde ilişki kuran bütün partilere, hareket, grup ve çevrelere, platformun her yönden desteklenmesi, özellikle mali, teknik yardım yapılması, pratik işler için kadro verilmesi yönünde başvuru yazısı yazılmasına, bu yazının sekreterlik tarafından gönderilmesine karar verildi.”
İlişikte yer alan bir metin de toplantıların nasıl yapılacağı hakkında şu açıklamaları yapıyor: “Çalışmalara ilişkin açıklayıcı bilgi: “17-19 Kasım 1989 tarihli Yurtdışı Birlik Tartışmaları Düzenleme Girişimi (YBTDG) toplantısında tartışılmak üzere 8 konu belirlendi. Çalışmaların verimli olmasını sağlamak amacıyla isteyen herkesten konulara ilişkin yazılı tez alınması için çaba gösterilmesi kararlaştırıldı. Buna göre, YBTDG’de yer alanlar ve yeni çağrılılar, ayrıca bu kişilerin uygun görecekleri ve erişebilecekleri herkes tartışmalarda tartışılmak üzere yazılı tez verebilir; vermeye çaba göstermelidirler. “Kitleye açık tartışmalar, o konuda tez verenlerin sunucu olarak yer almalarıyla ve toplantıya gelen herkesin tartışmaya katılmalarıyla gerçekleştirilecektir. Bu toplantıların ardarda dört hafta sonunda sekiz şehirde düzenlenmesi uygun görülmüştür. Her şehirde biri Cumartesi öteki Pazar günü olmak üzere iki toplantı yapılacaktır. Bu toplantılarda tartışılacak konular çalışma takviminde verilmiştir. “Yuvarlak masa toplantıları ise YBTDG (mevcut ve yeni çağrı ile katılmayı kabul edenler) vasıtasıyla yürütülecektir. “YBTDG toplantıları hafta sonlarını kapsayan ve çok sayıda oturumu ihtiva edecek şekilde düzenlenecektir. “Tartışma onuları”nı ihtiva eden “ek”te her konunun sorumlusu belirtilmiştir. Tez
40
hazırlamak isteyenlerin herhengi bir sorunları olduğunda bu kişilerle irtibat kurmaları yerinde olacaktır. Ancak tezler kesinlikle KK’si Sekretarya adresine gönderilmelidir.” Hangi şehirlerde hangi konular tartışıldı? Londra 24 Öubat 1990 Ulusal Sorun 25 Öubat 1990 Enternasyonalizm Duisburg 25 Öubat 1990 Günümüz ve Marksizm 17 Mart 1990 Ulusal Soýrun Berlin 3 Mart 1990 Sosyalist Demokrasi 4 Mart 1990 Türkiye’nin Toplumsal Dinamikleri Paris 3 Mart 1990 Devrim ve Demokrasi 4 Mart 1990 Birlik Düzlemleri Basel 10 Mart 1990 Birlik Düzlemleri 11 Mart 1990 Devrim ve Demokrasi Amsterdam 10 Mart 1990 Kadýnýn Kurtuluþu ve Marksizm 11 Mart 1990 Sosyalist Demokrasi Hamburg 17 Mart 1990 Günümüz ve Marksizm 18 Mart 1990 Kadýnýn Kurtuluþu ve Marksizm Frankfurt 24 Mart 1990 Enternasyonalizm 25 Mart 1990 Türkiye’nin Toplumsal Dinamikleri Toplantılar boyunca 54 tebliğ sekreterliğe ulaştı. En çok tebliğ Günümüz Marksizm ve ikinci olarak Birlik Düzlemleri konusunda en az ise Enternasyonalizm ve Program Anlayışları (iki veya üçer adet) sunulmuştur.
Gerek şehirlerde yapılan gerek Avrupa çapında yapılan toplantılara katılım sürekli bir düşme eğilimi göstermiştir. Çok nadiren dinleyici sayısı 100’ün üzerinde olmuştur. Bazen ise
41
konuşmacılar dinleyici dahi bulamaz durumda kalmışlar birbirleriyle tartışmışlardır15. Bazan da konuşmacılar gelmemiştir. Bütün bunlar olurken, yani biz takvimi uygulamaya çalışırken dünya altüst oluyordu. Bu vesileyle Avrupadaki toplantıların bazı ilginç ve anlamlı yanlarına değinmek gerekiyor.
İlk Avrupa çapındaki yuvarlak masa toplantısında ilk ve ikinci güne dörder konu dağıtılmıştı. Katılımcıların ayrı odalarda daha büyük zaman bularak tartışabilmeleri umuluyordu. Aslında biçim ve konular ile amaç arasında korkunç bir uyumsuzluk vardır. Nesnel koşulların yanı sıra bu korkunç karmaşa da Birlik Tartışmaları sürecinin önce yanlış hayaller yaymasına sonra da büyük hayal kırıklıkları yaratmasına yol açmıştır. Hedef politik bir örgüt ve birlik iken, bu ise ancak teori ve ideoloji temelinde değil, somut hedefler temelinde sağlanabilecek bir şey iken, ideolojik bir tartışma yapılmaya çalışılmış, insanların bilimsel argümanlarla doğru görüşleri üstün getireceği gibi bir şeyler düşünülmüştür. Bu herhelde kendimize hep “bilimsel sosyalist” dememizle ilgili. Bilim olunca, ikna ve tartışma ile, teori ile işler çözülür gibi geliyor. Halbuki bilimsel soyalizme göre, burjuva rasyonalizminin bir kalıntısıdır doğru fikirlerin insanları ikna edeceği. Aksine insan çıkarlarına aykırı olsa matemetik aksiyomların bile tartışma konusu olacağını söyler Bilimsel sosyalizm. Birlik imkanlar teorik tartışmayla değil, somut hedefler, planlar üzerinde yapılabilir. Örneğin enternasyonalizm üzerine bir tartışma ile birlik kurulamaz, ama örneğin, diyelim ki emperyalist askeri paktlardan çekilme, ulusal hasılanın belli bir yüzdesini çok yoksul halklara doğrudan verme gibi somut tedbirler üzerine bir birlik kurulabilir veya kurulamaz. Aynı mantık toplantıların örgütlenme biçiminde de yansır. Birlik fikirlerin değil, somut güçlerin birliği olabilir. Sorun karşılıklı olarak çıkarların uygun olup olmadığıdır birleşmek için. Bu durumda konu gibi toplantının biçimi de, teorik şu veya bu fikrin doğruluğunu kanıtlamak değil, şu veya bu iş birliğinin hangi koşullarda yapılırsa, nasıl yapılırsa taraflar için güven verici olabileceği gibi konularndır. Ama tartışmalar bu stilde değil, sanki bir bilimsel sempozyum biçiminde yapılmıştır. Amac ve yöntemler, konular arasındaki bu uyumsuzluk Avrupa’da Konularda da görülür. O kadar birlik sözü edenlerin hiç biri örneğin Program konusunda hiç bir şey yazmamışlardır. Belki en az birlik lafı eden E. Aydınoğlu ve D.Küçükaydın yazarlar bu konuda. Buna karşılık birlik tartışmalarında birlik için oraya gelenlerin en çok yazdıkları konu örneğin Günümüz ve Manrksizm gibi neredeyse felsefi bir konudur. Aynı çelişki ilk toplantıda da görüldü. İlk gün başka toplantılara adeta giden olmadığından 15
Örneğin Frankfurt'ta yapılan "Türkiye'nin Toplumsal Dinamikleri" konulu toplantıda, konuşmacılar arasında M. Sayın, A. Kaçmaz ve Oya Baydar gibi çok bilinen isimler olmasına rağmen üç beş kişi dinleyici gelmişti. Belki altı ay önce aynı isimlerin bir arada olduğu bir tartışma toplantısını herhelde en azından bir kaç yüz kişi gelirdi.
42
herkes Günümüz ve Marksizm’e aktı. Yani dayandığı temeli sorguladı. Kafaların soru işaretleriyle dolu olmasının bir işaretiydi bu. Ama ikinci gün aynı kişiler tümüyle taktik bir sorun olan Birlik Düzlemleri’ne aktı ve yine diğer konular tartışılmadı. Arada program, güçler, strateji yoktur. İnsanlar Marksizmi bile tartışmakta ama diğer yandan da Marksistlerin birliğini istemektedirler. Açık ki politik olarak son derece tutarsız, kendisiyle çelişkili bu durumun bir nedeni vardır O da psikolojik bir izah olabilir belki. Savaş giden erler düşman ateşi karşısında dağılacakları yerde korkularından bir araya toplanırlar, kurt dalamış koyuncuklar gibi ve üzerlerine düşen mermilerin altında daha büyük ölçülerde kırılırlar. Gerçekte Türkiye’nin sosyalistlerinin bir 1960’lardaki gibi bir programı bile yoktur artık. Programsız bu sosyalistler, yığınların güvenini de yitirmiştir, 12 Eylül yenilgisini de görmüştür ve son olarak burjuvazinin dünya ölçüsündeki tarihsel zaferi altında kalmıştır. Sosyalistlerin birlik partisi, ya da birlik girişimleri toplumun önünde ufuklar açan girişimler olmaktan ziyade, onları önerenlerin ihtiyaçlarına bir cevap gibi görünüyor. Birlik, birbirine sokulan askerciklerin davranışına benziyor. Yoksa bu çelişkiler olmazdı. Herkesin belli bir politika tecrübesi vardır herhalde. Aslında yapılacak iş, kuzucuklar gibi bir araya toplaşmak değil, “dağılmak” olmalıdır. Bugün sosyalistler işgale uğramış bir ülkede gibidirler ve artık bir tür “gerilla savaşı” yapmak zorundadırlar. İşgale uğrayan “ülke” ezilen ve sömürülen insanların ütopyası, sosyalizm ideali, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealidir.
Son Bocholt Toplantýsý Bu toplantıda artık çok az insan vardı. O ana kadar toplantıları aksamadan götürenlerden bile dökülmeler başlamıştı. Türkiye’de “reformist” “devrimci” bölünmesi olacağı anlaşılmıştı. Avrupa’da ise hersin gerekçeleri farklı olmasına rağmen bir bölünme, böyle bir ayrışma kimse tarafından istenmiyordu pek. Kimi TBKP’liler, kendileri dışındaki radikal solun en azından bir bölümünü kapsamayan bir partileşme girişiminin ölü doğacağını düşündüklerinden; kimi TSİP’liler, Türkiye’deki ayrışma’dan sonra TBKP’nin aceleyle bir parti kurmasından ve kendilerini dışlamasından korktuklarından, kimi Kurtuluşçular Troçkistler ve onlara yakınların ağırlığının olduğu “Devrimci Blok” içinde yer almanın rahatsızlığından ve bizim gibiler de, soruna basit bir birlik değil, uzun ve karmaşık bir süreç olan “rekompozisyon”un imkan ve gerekliliği nedeniyle.16
16
Bu toplantıda Türkiye'deki toplantıya iletmek üzerine yukarıda sıralanan farklı gerekçelerle anlaşıldı. Elbet bizler de yine farlı gerekçelerle bu bildiriyi imzaladık. Bizim için önemli olan, bildiride yer alan "bu güne kadar gerçekleştirilen tartışmaların bir ayrışmayı haklı ve gerekli kıcacak bir olgunluğa" erişmediği tesbitiydi. Ancak Türkiye'deki kimi arkadaşlar, bizlerin bu tavrını kendi problematikleri açısından gerekçeleri üzerine hiç kafa bile yormadan düşündüklerinden oldukça yanlış anlamışlar. Kimbilir belki ayrı bir gerekçeyle ayrı bir metin yollamamız daha iyi olabilirdi. Bu tavrımızın Kurtuluş'un tavrının desteklenmesi gibi anlaşıldığı açık. Böyle anlamak ya da böyle anlaşılması gerektiği imajı 43
Bu toplantıda artık teorik tartışma yok, pazarlık vardı. “Sen legal Parti’yi geciktir, biz de burayı geciktirelim”; “Tamam, biz orayı en az bir yıl geciktireceğiz, ama tartışmalar dağılmasın.” anlamına gelen pazarlıklar. Her iki tarafın da kendi içindeki çelişkiler karşısında birbirine ihtiyacı vardı. Biri kendi tarafına dönüp, “bakın adam dağılmaması için gayret gösteriyor, biz acele edersek, o kötü duruma düşecek” deme olanağını elde ediyor, diğerine “bakın adam bir yıl geciktiriyor, bu bölünme aceleye gelmesin” deme olanağı veriyordu.
Bizim gibi tümeni olmayanların bu pazarlıklarda elbet söyleyecek ve konuşacak şeyi olmazdı. Aslında hala böyle işlerin yapıldığını görmek ve seyretmek ilginç oluyordu.
Biz, değişen bir dünyayı kavramak için daha geniş bir perspektifle, örgütlerin artık bir engel olduğunu falan söyleyenler konuşurken, kimileri ellerini kanat çırpar gibi sallayıp “uçuyorsun” diye işaret ediyorlardı. Kimin uçtuğunu, yani hayal aleminde yüzdüğünü zaman gösterecek. Ama hiç olmazsa uçmak sürünmekten iyidir.
vermek herkesin işine geliyor anlaşılan.
Umarız bu kitap aracılığıyla Rekompozisyon denen şeyden kimi taktik uzlaşmaları, kısa vadeli yönelişleri değil, stratejik, belli bir dönemi kapsayacak bir yeniden mayalanmayı anladığımız anlaşılır ve yanlış anlamalar bir ölçüde olsun telafi edilebilir. Bu toplantıda yayınlanan ve Türkiye'deki toplantıya yollanan bildirinin metni Yeni Öncü'nün 23. sayısında yayınlandı. Bir belge olması bakımından buraya da aktaralım: Türkiye BTDK Toplantısına Değerli Yoldaşlar, Solun belli bir kesiminin ilk kez olarak sosyalizmin sorunları üzerine kapsamlı bir tartışmaya girişmiş ve hareketimizin canalıcı sorunlarının uzunca bir dönem için ortak gündemimizi oluşturmuş olması, tüm eksikliklerine rağmen, Birlik Tartışmalarını Düzenleme Kurulu'nun yarattığı büyük bir kazanımdır. Bundan sonra, BTDK, kendisini Türkiye ve Kürdistanlı yığınların acil taleplmerini temel alan bir eylem platformuna dönüştürmeyi ve programatik sorunların olgunlaştırılmasını bir görev olarak önüne koymalıdır görüşündeyiz. Kanımızca, bu güne kadar sürdürülen çalışmaların olumlu ögelerinin geliştirilmesi ve zaaflarının giderilmesiyle sürdürülmesi gereken bu platform birlik girişimlerinin eksenini oluşturmaya devam etmelidir. Bi yurt dışında bu çalışmalara katılmış sosyalistler, bu güne kadar gerçekleştirilen tartışmaların bir ayrışmayı haklı ve gerekli kılacak olgunluğa eriştiği kanısında değiliz. Teorik ve pratik sorunlarda yeterli bir olgunluğa ulaşmada gerçekleştirilecek bir birlik ve saflaşma kabul etmememiz gereken bir durum olmalıdır. Bu en genel değerlendirmelerle, bizler, Birlik Tartışmalarını Düzenleme Kurulu çalışmalarının hem bir eylem, hem de bir teorik tartışma platformu olacak sorumlulukla sürdürülmesini öneriyoruz. Çalışmalarınızda başarılar diliyoruz. Avrupa Birlik Tartışmalarını Düzenleme Kurulu Toplantısı 7.4.1990 Aydın ENGİN, Dündar ERENLER, Ergun AYDINO LU, Selçuk ERALP, Haydar ERSÖZ, Ahmet KAÇMAZ, Veysi SARISÖZEN, Yalçın CERİT, İrfan CÜRE, Salih Taner SERİN, ahir SAYIN, Veli CÜRE, Timur BAYTEK, Ömer ARSLAN, Hamit ÇAYLI, Turan YILMAZ, İlkay Alptekin DEMİR, Orhan KARACA, Demir KÜÇÜKAYDIN, Oya BAYDAR, Halil TUNCAY, eli GÜZEL, Bülent ULUER, Sinan TEKİN, Ali TEMEL, Orhan SİLİER"
44
Hangi Konular, Nasýl Bir Öncelik Sýrasýna Göre, Hangi Biçimler Altýnda Ele Alýnmalý? Başlıkta dile gelen sorunlar, sanırım, tartışmaların gerçekte en zor bölümünü oluşturmaktadır. Esasında bu sorulara verilecek cevaplar, tartışmaların izleyeceği yolu, kaderini, ufkunu, dolayısıyla başarısını ya da başarısızlığını belirleyecektir. Ve pek olasıdır ki, muhtemel ayrılıklar, seçilmiş şu veya bu konudaki farklı görüşler temelinde değil; hangi konuların, nasıl bir öncelik sırasına göre ele alınması gerektiği noktasında ortaya çıkacaktır. Türkiye’de çıkan dergilere bir göz atıldığında, tartışmanın, adı konulmamış olmakla birlikte, tam da bu başlık altında yürütüldüğü, fiilen başladığı görülür. Örneğin TBKP çevresi, bir legal sosyalist parti örgütlenmesini, temel ve en hayati sorun olarak görmekte, diğer sorunları bu sorun bağlamında sıralamaktadır. Bir başka örnek olan Yeni Öncü ise, sosyalist demokrasi sorununu gündemin ilk ve en önemli maddesi olarak tartışmaktadır. Örnekler çoğaltılabilir. Hangi konuların, nasıl bir öncelik sırasına göre ele alınacağı tartışması, gerçekte bir GÜNDEM TARTIŞMASI’dır. Ve gündem tartışması, en önemli, en temel tartışmadır. En önemli, en temel sorunun veya sorunlar/konular dizisinin ne olduğu, her hareket, çevre, gelenek için farklıdır. Bu farklılıklar, konular ve onların önceliklerine de otomatikman yansımaktadır. Bu durumda sorun nasıl çözülebilir? Herkesin öne çıkarmak istediği sorunlar farklı olduğuna göre, bir sağırlar diyalogunun ortaya çıkması nasıl engellenip. sol için ortak tartışma konuları belirlenebilir? Çözülmesi gereken sorun budur.
Kanımızca, bizzat başlık, ayrılıklarda ortak olanı vermektedir bizlere. Şu veya bu konuların, şu veya bu öncelik sırasına göre tartışılması önerileri, gerçekte, hangi konular, nasıl bir öncelik sırasına göre ele alınmalı sorusuna verilen cevaplardan başka bir şey değildir. Diğer bir deyişle, tek tek konular gözönüne alındığında, en azından bir konu ve öncelik ortaklığı bulmak mümkün değildir ama, tüm bu ayrılıklar, aynı ortak soruya cevaptır: Hangi konular nasıl bir öncelik sırasına göre ele alınmalı; gündem ne olmalı? Türkiye Solu’nun 1960’larda ortak tartışma konuları ve öncelikleri vardı. Bu, her ne kadar çarpılmış ve bir takım yalnış varsayımlara dayanıyorduysa da, işin bu yanı sarfı nazar edilirse, ortak konu: Türkiye’de Program ve Stratejinin ne olacağıydı. Osmanlı Toplumunun yapısı veya Çin/Sovyet ayrılığı gibi, konuyla en ilgisiz gibi görünen tartışmalar, bu tartışma içinde vardılar ve bu tartışma içinde anlam kazanıyorlardı. Bu dönem, tam da bu nedenle, Türkiye Sol Hareketi’nin en verimli dönemini oluşturuyor. 12 Mart döneminden sonraki yığınsallaşma ve bölünmeler dalgasında, solun ortak tartıştığı bir konu kalmamıştı. Her eğilim, gelenek, hareket, örgüt, kendi dayandığı öncüller ve varsayımlar
45
çerçevesinde, kendi özel jargonuyla, kendi iç tartışmasını yaşıyordu. Bugün tartışmalar yeniden başlarken, geçmişin bu yükünün hala büyük belirleyici önemi olduğu unutulmamalıdır. Aslında giderek ortaya çıkan bir ortak tartışma eğilimi, her eğilimin giderek ortaya çıkan ortak konuları tartışmasının kendiliğinden bir sonucu olarak ortaya çıkmıyor; her eğilimde ortak bir tartışma yürütülmediği takdirde, öne çıkan sorunların aşılamayacağının sezilmesinden doğuyor. Ortak bir tartışma yürütme ihtiyacının sezilmesi, ortak tartışma konularını ve önceliklerini otomatikman yaratmıyor, ama fiilen, hangi konuların nasıl bir öncelik sırasıyla ele alınması gerektiği ortak tartışmasını yaratıyor. Diğer bir deyişle, Türkiye Solu’nun bugün bir ortak ve önceliği olan bir fiili tartışma konusu vardır ve bu konu, hangi konuların nasıl bir öncelik sırasına göre tartışılması gerekitği tartışmasıdır. Çeşitli bakımlardan, tekrarlar pahasına bu tesbiti yapmak ve vurgulamak kanımızca çok önemlidir, çünkü bundan çıkan sonuçlar tartışmanın seyrini belirleyecektir. Konuların ve sırasının tesbitinde, bir komisyonun, öneri olarak gelen farklı konular ve konular sırasını ele alıp, bunlar içinde ortak olanları başa almak veya bir ondan bir bundan diyerek veya başka bir şekilde bir konular silsilesi çıkarması, fiilen eklektisizme, sistematiksizliğe, ortak bir tartışma olanağının ortadan kaybolmasına yol açar. Tartışılması gereken en temel konunun, yani hangi konuların nasıl bir öncelik sırasıyla tartışılması gerektiği tartışmasının, tartışılmadan üzerinden atlanması yolunu açar. Ve tam da atlanıldığı için, bu sorunun aşılması olanağını ortadan kaldırıp, her tek konuda, bilinçsizce, o konular bağlamında bu sorunun adının konulmadan tartışılması, daha doğrusu tartışılamamasının yolunu açar. Kanımca, başlıkta dile gelen sorun, bir “komisyona havale” edilemeyecek kadar önemli bir sorundur. Edindiğimiz izlenime göre, komisyon ya da çağırıcılar kurulu, hangi konuların, hangi sırayla tartışılması gerektiği konusunu, teknik bir sorun olarak görme ve ele alma eğilimindedir. Kanımca bu sorun, hiç te teknik bir sorun değildir, tartışmaların temel programatik sorunudur. Gündemin ne olacağına, çağrıcılar kurulu veya bir komisyon, kendisi karar vermeye kalkmamalı, o sadece bu gündem tartışmasını açmakla, bunun teknik hazırlıklarıyla ilgilenmelidir. Diğer bir deyişle, kurul ya da komisyon, bir ortalama bularak ya da kendi anlayışına göre bir konular dizini çıkarmamalı, ama hangi konuların nasıl bir sırayla ele alınması gerektiği tartışmasını açmalıdır. Ve bu tartışma, en geniş katılımcıyla yapılıp, her öneri, her görüş en yetkin temsilcileriyle bu tartışmada yer almalıdır. Bu yapılmadığı takdirde, bileşimi büyük ölçüde tesadüflere bağlı olarak belirmiş ve tartışmalara katılmak isteyen solun önemli bir kısmının yer almadığı kurul, kendi yetkisinin sınırlarını aşmış, tartışmaların manüple edildiği zilenimi Avrupa’daki solun en azından bir kesiminin arasında yaygınlaşmış ve derinleşmiş, ortaya çıkmasına çok önem verilmesi gereken güven ortamı yaratılamamış, kuşku ve güvensizlik tohumları ekilmiş olacaktır. O halde, benden öneri getirmem istenen, “Hangi konular, nasıl bir öncelik sırasına göre, hangi biçimler altında ele alınmalı?” sorusuna cevabımı şöyle formüle ediyorum: Hangi konuların, nasıl bir öncelik sırasına göre hangi biçimler altında ele alınması gerektiği konusu gündemin ilk maddesi olmalıdır. Somut olarak, ilerde konuların ve sıranın ne olacağı,
46
aceleye getirilmeden, en geniş dinleyici ve tartışmacı katılımıyla, her farklı görüşün en yetenekli temsilcileri aracılığıyla temsil edildiği, kimsenin zaman ya da olanak olmadı diye bir şikayet olanağının olmadığı bir tartışmalar dizisi biçiminde yapılmalıdır. Ancak bu tartışma hakkıyla tüketildikten sonradır ki, ortaya çıkan eğlimlere, sonuçlara göre, bir konular ve öncelikler dizini geliştirilebilir. Türkiye’de bu tartışmanın böyle konulup yapılmaması yüzünden, tartışma konuları olarak belirlenenler, bu gündem tartışması yapılmadan belirlenecek konu başlığı ya da sıralarının nasıl eklektik, iç bağıntıdan yoksun olabileveğini göstermektedir. Alt alta sıralanmış birtakım konular vardır, ama bu konular arasında hiçbir organik ilişki, bir mertebeler silsilesi yoktur. Aynı hatayı işlemekten kaçınmalı ve Türkiye’deki arkadaşara başka bir örnek aracılığıyla olumlu yönde etkileyici olmalıyız. Türkiye’de tesbit edilen konular bildiğim kadarıyla şöyle: 1) Devrim - Demokrasi, 2) Global Sorunlar, 3) Türkiye’nin Yapısı, 4) Enternasyonalizm, 5) “Doğu” sorunu, 6) Program, 7) Birlik/Parti.
İlk beş konu aslında bir program tartışmasının çeşitli alt başlıklarından bazılarını -hepsini değil- oluşturur. Bu durumda ayrıca bir “Program” (6) başlığı ya bunun kavranamadığını, ya da Program’dan ayrı bir şey, örneğin bir program metni anlaşıldığını gösteriyor.
Her biri bir program tartışmasının alt başlıkları olabilecek konular bile bir mantıki veya tarihsel bir öncelik sırasından yoksun. Örneğin “Global Sorunlar” ya da “Enternasyonalizm” gibi çok daha genel sorunlar tartışılmadan, “Türkiye’nin Yapısı” gibi bir sorunu da arada, ya da önce tartışmak bir sistemsizliğin, teğellemeciliğin ifadesinden başka bir şey değildir. Eleştiriler derinleştirilebilir. Sadece bir fikir vermek ve aynı hataya düşülmemesi için örneklemekle yetiniyoruz. Yukarıda yaptığım önerinin kabul edilmemesi ve tüm itirazlara reğmen bir takım konu başlıkları ve sırasının kurulca belirlenmesi olasılığına karşı, hiç olmazsa bunun en az yanlışla yapılabilmesi için, konuları belirleme ve sıralamada gözetilmesi gereken ilkeleri ve bu bağlamda kendi önerilerimi kısaca belirtmek istiyorum.
Önce belirlenmesi gereken şudur: konular sırası genelden özele doğru gitmelidir. En genel, en temel sorunlardan, dayandığımız en tmel varsayımlardan, onların tartışılmasından başlanmalı, giderek daha özel sorunlara varılmalıdır. Diğer bir ifaeyle Amaç’tan, Güçler’e Yollar’a ve Araçlar’a doğru, yani Program, Strateji, Örgüt ve Taktik ana halkalar tarzında bir yol izlenmelidir. Türkiye’de çıkan sol dergiler incelendiğinde tartışmaların fiilen tersinden gittiği görülmektedir. Taktikler (Legal Parti) ve Örgüt Biçimleri’nin (Kanatlı Parti vs.) önce tartışıldığı; bugün tartışmaların ağırlığının bu noktada yoğunlaştığı, Program ve Strateji tartışmalarının (Yeni Öncü’deki Sosyalist Demokrasi tartışması hariç tutulursa) gündeme henüz gelmediği, bu sorunların zaten hallolmuş olduğu varsayımının güçlü biçimde yer ettiği görülür.
47
Program ve Strateji sorunları daha öze ilişkin olduğu, daha yüksek bir bilinç ve bilgi seviyesini gerektirdiği için insanların bilgi sürecinde, somutta, sonra ortaya çıkmakla birlikte, tam da bu nedenle, başta tartışılması gereken konulardır. Bütün bölünmelerin tarihi şunu gösterir ki, tartışmalar ve ayrılıklar önce taktik ve örgüt sorunlarıyla başlar, ancak tartışma gelişip, mantık sonuçlarına vardıkça, taktik ve örgüt düzeyindeki ayrılıkların gerçekte programatik ve stratejik ama çoğu kez bilince çıkmamış ayrılıkların ifadesi olduğu görülür. Ama her zaman , her bölünme ve herkes bu mantık sonuçlarına ulaşamaz. Bazan bu sonuçlardan korkulduğu için, bazan gerekli birikim ve genelleme yeteneği yetersiz kaldığı için taktikler ve örgüt sorunlarının çerçevesini aşamayabilir; orada takılır kalır. Bu nedenle, tartışmaları gerçekte taktik ve örgüt alanına giren sorunlarla ve sınırlayan ve bunlara öncelik tanıyan bir eğilimin güçlü baskısı daima var olacaktır. Örneğin Türkiye’deki tartışmalarda TBKP çevresinden bazıları, gerçekte taktikler düzeyine ilişkin bir konu olan yasal parti konusunu başa almak, program ve strateji tartışmalarını ise, sanki esasta anlaşılmış gibi, bir program metni tartışması düzeyine indirgemek ve örneğin “Sosyalist Demokrasi” tartışmasından ısrarla uzak durmak istiyor. Ama bu baskıya karşı direnmek, programatik ve stratejik sorunları başa almak gerekmektedir. Bunun tek yolu da yukarıda önerdiğim konu ve biçimdir. Ancak Program ve Stratejinin başa alınması da yetmiyor, çünkü Türkiye Solu’nda program ve strateji denilince, Türkiye’ye ilişkin bir program ve strateji, o da 1960’lardaki tartışmalar ve onların varsayımları çerçevesinde anlaşılıyor. Türkiye Solu, aşırı mesiyanist, ben menkezci, Türkiye’ye dünyadan değil ama dünyaya Türkiye’den bakar bir anlayıştadır. Bu nedenle de Marksist tartışmaların uluslararası standartlarına ulaşamamakta, dünya sosyalist entelijansiyasının organik bir parçası olamamakta, ulusal dar görüşlülüğü içselleştirmiş bulunmaktadır. (Örneğin “Enternasyonalizm” başlığı bir tartışma konusu olarak tesbit edilmiş. Bu enternasyonalizmin içselleştirilemediğinin bir ifadesidir. Konular öyle olabilirdi ki, enternasyonalizm, ayrı bir başlık olmadan kabul edilmiş ve hazmedilmiş ortak bir varsayım olarak onların mantığı gereği olabilirdi.) Program ve Strateji sorunu dünya bağlamında, dünya tarihsel gelişmelerin ve tecrübelerin ışığında ele alınmadıkça, sırf Türkiye ile sınırlı bir program ve strateji tartışması son derece kısır kalmaya ve ulusal dar görüşlülükle malul olmaya mahkumdur. Sadece, işçi sınıfı dünya tarihsel bir sınıf olduğu ve ancak dünya ölçeğinde bir sınıf olabildiği; tek tek ülkelerin işçilerinin kelimenin gerçek anlamında işçi sınıfı değil; onun belli bölükleri, zümreleri olduğu; sosyalizmin ancak dünya ölçeğinde gerçekleşebileceği; hele bugün insanlık ekolojik ve nüklear bir katastrofa doğru son hızla ilerlerken, tek bir ülkenin kurtulmasının olanaksız olduğu; tek bir ülkenin proletaryasının asli görevinin kendi ülkesini “kurtarmak” değil, -zaten bu olanaksızdır- “Dünya Proletaryasının zaferine azami katkı” olduğu için değil, ama aynı zamanda Türkiye Sosyalistlerinin sırtında sadece Türkiye’ ye ilişkin günahları değil, en azından 70 yıllık dünya tarihsel günahlar da bulunduğu için, program tartışmasını dünya tarihsel gelişmelerin ve tecrübelerin ışığında yapmak zorundayız. Türkiye sosyalist entelijansiyasının, bir zamanlar Marks-Engels’in övünerek söyledikleri ve 48
Bolşeviklerin fiilen öyle oldukları gibi, kafalarıyla kozmopolit dünya vatandaşları, dünya sosyalist entelijansiyesinin bir parçası olmaları; dünya tarihsel düşünme alışkanlığını edinmeleri gerekmektedir. Dünya ölçüsünde sosyalizm ideali, bu programın tarihsel tecrübeler ve eleştiriler ışığında yeniden ele alınması, tartışmaların ilk gündem maddesi olması gerekmektedir. Bu düzeydeki bir program tartışması sadece ulusal dar görüşlülüğü yıkmakla kalmaz, ama aynı zamanda, tarihsel maddeciliğin en temel kavramlarının da tartışılmasının yolunu açar ve onları daha iyi kavramamızı ve hazmetmemizi sağlar. Böyle bir gündem maddesi, bizlere uluslararası sosyalist entelijansiya ile ortak tartışma konuları sağlar. Örneğin “Üretici Güçler tarafsız mıdır?”, “Programımız sadece üretim ilişkileri ve siyaset alanını kapsamakla yetinebilir mi?”. Bu bağlamda örneğin yapı - işlev kategorileri vs. gündeme gelecek, bir bakıma felsefi birikimsizliğin aşılması yoluna girilebilecektir. Yine program sorununa bağlı olarak, dünya ölçeğinde güçler, yani strateji sorunu ele alınmalıdır. Bu iki bağlamda ele alınabilir: işçi sınıfının yapısındaki değişmeler ve Yeni Sosyal Hareketlerin İçi Hareketiyle ilişkileri bağlamında. Bundan sonra bunların örgüt teorisi bakımından sonuçları tartışılmalıdır. Ancak bütün bunlardan sonradır ki, özel olarak Türkiye bağlamında tekrar program, strateji, örgüt ve taktik problemlerine aynı öncelikler sırasıyla girilmelidir. Önceliğin dünya ölçeğinde koyulması, bir de yan ürün sağlayabilir. Türkiye’deki dergilere dikkat edildiğinde, Dev-Yol geleneğinin bazı unsurlarının bu tartışmaları gündemlerinin başına aldığı görülmektedir. Bilindiği gibi Dev-Yol geleneği, solda yürütülen girişimlere uzak durmakta, biraz da kendini beğenmişlik ve küçümsemeyle bakmaktadır. Sorun böyle koyulduğu takdirde, bu çevreler de tartışmaların içine çekilebilir ve onların kendilerini dışta tutmalarını haklı görmelerinin yolu tıkanabilir. Tartışmaların nasıl bir biçim ve biçimler altında yapılması gerektiği sorununa gelince. Bu konudaki önerilerimi şöyle özetleyebilirim: Son Frankfurt toplantısındaki tartışmaların verimsizliği ve katılımın yüksekliği, sanki yüksek katılımla verimsizlik arasında doğrudan bir ilişki olduğu kanısını bazı çevrelerde uyandırdı. Giderek, verimsizliği aşmanın yolu olarak, katılımın sınırlanması ve sorunların esas olarak özel uzman komisyonlarında tartışılması yönünde bir eğilimin ortaya çıkmasına yol açtı. Ya da en azından böyle bir izlenim edindim. Kanımca aksaklığın nedenlerinin tesbitinde yanılınmakta ve çok daha tehlikeli hastalıklara yol açabilecek yöntemler önerilmektedir. Frankfurt’taki tartışmaların verimsizliği katılımın çokluğundan değildi. Konunun seçimi kadar, rapor vermesi gereken konuşmacıların konuşmaları ve toplantının mahiyetine ilişkin informasyonun önceden yeterince verilememiş oluşu ve gelenlerin bu nedenle farklı beklentiler içinde oluşları bu verimsizliğe yol açtı. Konu, yani “Türkiye ve Kürdistan’da Durum”, taktik düzeyde görevleri belirlemeye yönelik olarak bir anlam ifade eder. Ama bu da, program, strateji ve örgüt düzeylerinde ortaklığı ya da 49
en azından belli başlı farklılık noktalarının bilindiğini varsayar. Halbuki bu ön koşul ortada yoktu. İster istemez, bu genel sorunlar öne geçiyordu. Konuşmacılar, ki önceden hazırlanmış olmaları gerekirdi, tesbit edilen konuda konuşmadılar; hepsi kendi kafasındaki sorunları anlattı ve böylece daha sonra söz alanların da, kendi kafalarındaki sorunları, gündemi değil, anlatmalarına yol açtılar. Eğer ilk beş konuşmacı, ciddiyetle hazırlanmış raporlar sunsalardı, muhakkak ki sonraki tartışmacılar da kendilerini bu alanla sınırlarlardı. Toplantının çoğunluğu bu olgunlukta olduğunu göstermiştir. Verimli çalışmanın yordamı, birtakım ihtisas komisyonları kurmak ve esas tartışmaları orada yapmak olamaz. Eğer herkes aynı konsepte ve öncelikler dizisine sahip olsa, örneğin aynı programı, stratejiyi, örgüt anlayışını benimsemiş bir örgütün üyeleri olsa, özel çalışma grupları belli bir verimlilik sağlayabilir. Ancak, bunlarda hiç bir ortaklığın olmadığı bir girişimde, çalışma grupları önerisi, manüplasyona son derece açık kalır. Kanımca, tartışmalar, en geniş yığınsal dinleyici katılımıyla, varolan değişik temel görüşlerin hepsinin katılmasıyla, o görüşlerin en iyi savunucularının katılmasıyla, genel sorunlardan özele doğru gidilerek yapıldığı takdirde verimli ve ilerletici olabilir. Bu tarz bir tartışma, sonradan daha sınırlı zaman aralıklarında sorularını, sorunlarını ya da eleştirilerini iletecek dinleyiciler topluluğunun eğitimine büyük oranda yarıyacağı gibi, bu dinleyiciler kitlesi de eğilimlerini belirtme, konuşmacıları eğitme hakkını ve görevini gerçekleştirmiş olacaklardır. Önerilerim kýsaca bunlardan ibarettir. Demir Küçükaydýn 8.Ekim.1989
50
Program Anlayýþlarý Bizde “Program” deyince bir çok devrimcinin kafasında canlanan bir Program Metni’dir. Program’ı Program Metni ile sınırlayan bu kavrayış, bir program tartışmasını daha baştan bir çıkmaza sokabilmektedir. Gerçekte bir Program Tartışması ile bir Program Metni Üzerine Tartışma bambaşka sorunlardır.Program Metni üzerine bir tartışma, ancak, aynı program anlayışında, aynı teorik temellerde ve aynı çözümlerde anlaşıldıktan sonra, üzerinde anlaşılan görüşlerin nasıl formüle edilebileceği üzerine olabilir. Bu bir bakıma biçim sorunudur. Biçimin, üzerinde anlaşılan öze uygun düşüp düşmediği; özü zedeleyip zedelemediği sorunudur. Bu alandaki karışıklığın son örneği, TBKP’nin son program taslağı üzerine yürütülen tartışmalardır. Gerçekte Teori, Çözümlemeler ve Program Anlayışları temelinde yapılması gereken bir tartışma bir Program Metni tartışmasıymış gibi yürütülmekte tartışmalar boyunca farklı kategorilerden sorunlar sürekli birbirine karışmaktadır. O bakımdan, program sorununun sosyalistler arasında tartışılıp bir sonuca varılabilmesi, en azından iki aşamaya ayrılabilir: birinci aşama öze ilişkindir, nesnel toplumsal yasalar ve koşullar ışığında devrimci tarihsel görevleri ve güçleri belirleme; ikinci aşama üzerinde anlaşılan görevlerin, özel bir metin, bir program metni halinde formülasyonu sürecidir. Bir programı herhangi bir metinden ayıran, programı program yapan özelliklerin neler olduğu ve olması gerektiği bu ikinci aşamaya ilişkin bir sorundur. Örneğin bir program metninin bir “ilkeler deklerasyonu” ya da bir “durum yargılaması” olmaması gerektiği gibi. “Program Anlayışları” başlığı ile kastedilen eğer “Program Metni Anlayışları” ise örneğin, gerçekten böyle bir tartışma yapılması gerekir. Türkiye’deki sosyalistlerin bu güne kadar program olarak ortaya çıkardığı metinlere bakılacak olursa, böyle bir tartışmanın da çok yararlı olacağı görülebilir. Ancak, ondan önce tarışılması gereken program metni anlayışları değil, program anlayışlarıdır. Bu nedenle bir program metninin taşıması gereken nitelikler sorununa burada girmek gereksiz. Ama biraz geçerayak olsa da program ile program metninin dayandıkları farklı ilkelere kısaca değinmek gerekiyor. Bir Program ile bir program metninin dayandığı ilkeler arasındaki fark ve ilişki en tipik örneklerinden birini Alman İdeolojisi ile Komünist Manifesto arasında gösterir. Alman İdeolojisi, Marks ve Engels’in Tarihsel Maddeciliği ilk kez açıkladıkları ve sosyalizm amacını bilimsel bir temel üzerinde ilk kez ortaya koydukları eserdir. Komünist Manifesto’da ise, Tarihin Maddeci açıklaması (Tarihsel Maddeciliğin açıklanması değil, uygulanması) bir program gerekçesi halindedir. Komünist Manifesto’da öğretinin bir açıklaması yer almaz, buna karşılık somut olarak talepler yer alır. Alman İdeolojisi’nde ise teorinin bir açıklaması vardır ama talepler yoktur. Alman İdeolojisi tüme varır, Manifesto tümden gelir. Alman İdeolojisi olmadan Manifesto olamazdı, ama Manifesto olmadan pekala Alman İdeolojisi olabilirdi ve olmuştur da. Program, bir teorinin açıklanması değil, uygulaması, dökümü,
52
sonucudur. Ama çok özel bir sonuç. Bir hareket bir teoriye dayanabilir, ama sınırları belli bir örgüt, bir parti bir teoriyle kurulamaz, kurulmaya çalışılırsa ortaya sektlerden başka bir şey çıkmaz. Çünkü modern toplumda milyonlarca insanı örgütleyen ve bayrağı etrafında toparlayan partiler olmadan hiçbir köklü değişiklik başarılamaz. Böyle partiler ise üyelerini ideolojik kriterlere göre değil, somut hedeflerdeki ortaklığa göre seçerler. Amaçlardaki ortaklık çoğu kez ideolojik bir ortaklığa tekabül etmez. Örneğin bir papaz ya da müslüman program ve tüzüğü kabul ediyorsa, bunları savunuyorsa pekala bir parti üyesi olabilir ve ondan üyelik için Marksizmi benimsemesi istenemez. İnanç ve program arasında bir çelişki varsa bu kişinin kendi iç çelişkisidir, politik bir ayrılık konusu oluşturmaz bu bağlamda. Bu bakımdan somut yapılacak işler planı olarak bir programın varlığı, ezilen insanların ortak amaçlar etrafında birleşebilmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur. Aksi takdirde teorik tahlillerle, prensipler deklerasyonlarıyla sınırlar çizilmeye kalkılır ki, bu hem ezilenlerin mücadelesini böler, hem de sınırlar çizmek olanaksız hale gelir. Tüm bu nedenlerle, bir metin olarak program, özel bir metindir. Bu metnin taşıması gereken özelliklerin neler olduğu klasiklerde yeterince bulunabilir. Bu durumda “Program Anlayışları”nı “Program Metni Anlayışları” olarak sınırlamak, gerçek sorunun gözden gizlenmesinden başka bir şeye yaramaz; çünkü genel olarak program konusunda son derece köklü anlayış farklılıkları vardır. Programın nesnel durumun bir çözümlenmesine dayanması gerektiği en azından biz Marksistler için bir aksiyom durumundadır. Marks-Engels Alman İdeolojisi’nde şöyle yazıyorlardı: “Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin kendisine göre düzenlenmek zorunda olacağı bir ilişkidir. Biz, bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek tarihsel harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, fiilen varolan öncüllerden doğarlar.” 17 Bu demektir ki, bizim, bilimsel sosyalistlerin programı varolan toplumdaki kötülüklere, eşitsizliklere duyduğumuz tepkiye değil, nesnel duruma ve harekete dayanmaktadır. Yani sadece daha güzel, daha insancıl bir düzen olduğu için değil, toplumun gelişme yasaları onu mümkün ve gerekli kıldığı için de sosyalizm istiyoruz. Ve aslında yakından bakılınca, gerçek tarihsel hareket sosyalizmi mümkün ve gerekli kıldığı içindir ki, ortadaki olanaklarla gerçek durum arasında bir çelişki olduğu içindir ki, bu toplum bizlere akıl, ahlak dışı, kötü gelmektedir.
Ama burada program anlayışı alanında tartışılması gereken şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: Eğer gerçek tarihsel hareketin sınıfsız bir toplum için henüz gerekli koşulları oluşturmadığı kanıtlanırsa sosyalistler kapitalizmi yıkma mücadelelerini erteleyip veya ondan vaz geçip koşulların oluşmasına katkıda bulunmak veya beklemek durumunda mı olmalıdırlar? Objektif 17
Marks - Engels, Seçmeler,C.I., s.42.
52
53
durumun bir tahliline dayanmak başka, objektivist olmak yine başkadır. Sınıflı her toplumda ezilenler ve onların mücadeleleri vardır ve burada sorun bu savaşta hangi tarafta olunacağıdır. Reformizm daima köklerini bu tür bir objektivizmde bulur. “Madem ki olgun değil, bari şu kadarcığına ulaşalım” diyerek savaşta ezenlerin yanında yer tutarlar.
Bir ülke söz konusu olduğunda, program anlayışı farklılıklarının nasıl tezahür ettiğini görmek için Türkiye Devrimci Hareketi’ni ele alalım. l960’larda Türkiye Solunda yürütülen program ve strateji tartışmaları solun bugüne kadar süren topoğrafyasını belirlemiştir. Bu tartışmada iki tarafın da esas amacı en, azından formel olarak, sosyalizm idi. Keza her iki taraf da ülkenin nesnel durumundan hareketle bir program geliştirmek gerektiği varsayımını paylaşıyordu. Bu ortaklıklardır ki, ülkenin tahlili ve program üzerine bir bölünmeyi mümkün kılıyordu. Bu tartışmada “Sosyalist Devrim” diyen TİP Türkiye’nin kapitalist bir ülke olduğunu, “Demokratik Devrim” diyen MDD ise yarı feodal bir ülke olduğunu söylüyordu18. Ancak yakından bakılınca tarafların bir üçüncü ortak varsayımı daha paylaştıkları görülür. MDD’ye göre eğer Türkiye kapitalist ise TİP’in yaptığı gibi sosyalist devrimi önermek son derece doğrudur. Yani TİP’in yanlışı metodolojik değil olgulara, nesnel durumun tahliline ilişkindir. Aynı kabuller tersinden TİP için geçerlidir. Ülke yarı-feodal olsa Demokratik taleplerle sınırlı bir program gerekecektir. MDD’nin çıkarsaması değil durumu tahlili yanlıştır. Dikkat edilirse iki tarafın da aynı tarih ve evrim kavrayışına dayandığı gürülür: toplumlar sırasıyla belli aşamalardan geçerler ve / veya geçmelidirler. Bu metodolojik yanlışın kökleri tipik ilkel, köleci, feodal sıralamasına dayanmaktadır. Ortak bir diğer kabul de üst üretim biçiminin alt biçimleri tasfiye ettiği ve edeceğidir. Tartışmada bu ortak kabulleri sorgulayan hiç bir tez yer almamıştı. Yani kimse çıkıp da, “tam da Türkiye’de feodal kalıntılar çok güçlü olduğu için, devrim sosyalist bir karaktere sahip olacaktır”, veya “Türkiye kapitalist bir ülke olduğu için kapitalizm öncesi biçimler güçlüdür” önermesini19 ortaya atmamıştır. Ama ortaklıklar sadece bunlardan ibaret de değildi. Her iki taraf da Türkiye’de ya da herhangi bir ülkede sosyalist bir toplum kurulabileceği varsayımına dayanıyordu. O zamanlar kimse çıkıp da, “sınıfsız bir topluma ancak dünya ölçeğinde varılabilir. Bizler dünya çapında sosyalizmin zaferi için ülkemizde azami olarak neler yapabileceğimizi tartışmalıyız” tezini savunmamıştır. Ve nihayet her iki taraf ta, gelecek topluma yönelik programın üretim bölüşüm ve tüketim 18
Burada konuyu dağıtmamak için TİP'in sosyalizmden anladığının, MDD'nin Demokratik Devrim talepleriyle özdeş olduğunu bu anlamda bir adlandırma tartışmasının söz konusu olduğunu ve aslında da program tartışmasının bir önceden belirlenmiş stratejileri olumlama tartışması olduğunu göz ardı ediyoruz. 19
Dr. Hikmet Kıvılcımlı hariç. O Finans Kapital egemenliğinin Tefeci Bezirganlıkla girdiği ortak yaşam ilişkisini ve bu kapitalizm öncesi formu güçlendirişini daima vurgulamış ama bu metodolojik seviyeden çok uzak olan Türkiye Solu onun ne dediğini dahi anlama yeteneği gösterememişti.
53
54
ilişkileri yani ekonomi ve devlet alanıyla sınırlanması gerektiği, ama örneğin günlük hayat alanının, özel olanın programda yerinin olmadığı gibi ortak anlayışlara sahiptirler. Bu varsayımlar Türkiye solunun bütün bölünmelerinde tarafların paylaştıkları varsayımlar olagelmişlerdir. Bugün örneğin Yeni Öncü çevresi tarafından gündeme getirilmeye çalışılan “Sosyalist Demokrasi” tartışması bile bu varsayımlara dayanılarak yürütülebilir ve bu varsayımları tartışma konusu yapmaz. Bu anlamda metodolojik düzeyde eski bölünme çizgileriyle aynı program anlayışını paylaşır. Türkiye solunun bu eski varsayımlar çerçevesinde bir birleşmesi olsa bile böyle bir birleşme ne çağın sorunlarını, ne yeni güçleri kavrama yeteneği gösterebilir; ne de mücadeleye yeni bir soluk verebilir. Türkiye Solu’nun gerçek ihtiyaç duyduğu, uzun vadede ona yeni bir canlılık ve hız verebilecek şey: eski varsayımlarla ve onlara dayananlarla bir bölünmedir. Bu bölünme son duruşmada farklı program anlayışlarına, yani tarihsel maddeciliğin farklı anlayış ve yorumlarına dayanacaktır. Yani “Komünist Manifesto”muzu yazabilmek için önce “Alman ideoloji”mizi yazmamız gerekiyor; diğer bir deyişle, eski program anlayışıyla kopuşmamız; Tarihsel Maddeciliğin daha derin bir kavrayışına ulaşmamız gerekiyor. Ve bu sadece Türkiyedeki sosyalistlerin değil, dünyadaki bütün sosyalistlerin altından kalkmak zorunda oldukları bir görev. Temel tezimiz şudur: solun bugünkü topoğrafyasının oluşumuna yol açan bölünmelerin dayandığı varsayımlar yanlıştır ve bu yanlışlık bağlamında o bölünmelerin tümü bugün artık anlamsızdır.
1. Toplumlar düz bir cizgiyle belli aşamalardan geçmezler. Tarihta bunun bir tek örneği bile yoktur, eşitsiz ve kombine bir değişim bütün tarih boyunca egemen biçimdir. 2. Kapitalizm diger üretim biçimlerini ve eski biçime ait sınıfları, bölünmeleri, baskı biçimlerini gelişimi ölçüsünde otomatik olarak tasfiye etmez, hatta aksine onları aynı zamanda güçlendirir. Onlara bağımlı hale gelir. Onlar da kapitalizme. Ve böylece kapitalizm saf bir kapitalizm olmaktan, eski biçimler de klasik eski biçimler olmaktan çıkar ve bambaşka karmaşık bir sistem oluştururlar. Bu durum değişik görev ve güçlerin ortaya çıkmasına yol açar. 3. Bir tek ülke sınırları içinde sınıfsız bir topluma ulaşmak mümkün değildir. O halde program tartışması nasıl bir dünya için savaşılacağı tartışması olarak yürütülmelidir. Ancak bundan sonradır ki, bir ülke içinde bu amaca ulaşmaya azami katkıda bulunmak için neler yapmak gerektiği, yani ülkeye ilişkin bir devrim programı tartışmasına girilebiir. 4. Program artık sadece ekonomi ve devlet alanlarını kapsamakla yetinemez. Proletarya nasıl sınıfsız topluma ulaşmak için varolan burjuva devlet cihazını kullanamaz ise, aynı şekilde bugünkü kapitalist uygarlığın maddi araçlarını da kullanamaz. Program sadece bugünkü toplum biçiminden daha farklı bir toplum biçimini değil, bambaşka bir uygarlığı taslaklaştırmalıdır. Bu program anlayışını tartışmak gerekiyor. Bu temelde yürütülecek uzun vadeli bir tartışma, hem uluslararası sosyalist teorik birikimin özümlenmesi, ulusal dar görüşlülüğün aşılması; 54
55
hem edinilmiş daha gelişmiş kavramsal araçlarla dünya ve ülke gerçekliğinin daha derinden kavranması; hem de bu birikim temelinde bütün güçleri kapsayabilecek devrimci bir programın ortaya çıkmasını sağlayabilir. Demir Küçükaydýn 25.01.1990. Hamburg
55
Marksizm ve Günümüz Dünyasý Geçenlerde bir burjuva politikacısı “Marks öldü, İsa yaşıyor” diyordu20. Bir burjuva gazetesi “Komünizmin sonu mu, ya şimdi!” diye bir soruşturma düzenliyor21. “İdeolojilerin Sonu” ilan ediliyor. Fransız Sosyolog Alain Touraine “İnsan Hala Solcu Olabilir mi?” diye soruyor ve Le Monde’da yayınlanmış bu makale solcu bilinen TAZ tarafından çevrilip yayınlanıyor.
Ama daha bunlar bir şey değil. Ezilmiş insanlar, uluslar Marksizme karşı, ulusal ve dinsel bayraklar etrafında ayaklanıyorlar. Bu ayaklanan insanların dilinde “Marksizm”, “Komünist”, “Komünizm” baskının, zorbalığın, imtiyazların sembolü olarak kullanılıyor ve nefretle anılıyor.
Bütün bu artık kanıksadığımız görüntüler on yıl önce en atılgan hayal gücünün bile sınırlarını zorlardı. Yığınlar ayaklarıyla Marksizm adına bağlı rejimlere, partilere karşı oy verirken hala Marksizmden söz etmek garip olmuyor mu? Marksizm de bütün büyük dinler gibi dünyayı, haksızlığı, onun nedenlerini , ondan kurtulma olanaklarını ve yollarını tanımlayan bir öğreti idi ve ancak islamiyetin yayılma hızıyla kıyaslanabilecek bir çabuklukla ezilenlerin, sömürülenlerin beyinlerinde ve yüreklerinde yer etmişti. Öimdi ise yine aynı yığınlar islamın ya da kilisenin ya da ulusal kahramanların bayrağı altında, haksızlığa uğrayanlar adına yola çıkmış bu öğretinin imtiyazlı taraftarlarına karşı ayaklanıyorlar. Kilise kadar olsun yığınlarla bağlarını koruyamayan bu öğretiyi daha fazla ciddiye almanın bir anlamı var mı? Evet, ilk bakışta böylesine umutsuz bir durumda Marksizm. Öte yandan sadece ezilen yığınlar da değil, Marksizm adına bağlı olduğunu söyleyen partiler de birbiri peşi sıra pazar ekonomisinin faziletlerini keşfediyorlar. Ancak, bütün bunların hiç birisi Marksizmin insanlığın kurtuluşu için tek geçerli öğreti olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Değiştirmiyor çünkü yine Marksizm adına, o öğretiyi savunarak, birtakım insanlar canları bahasına, Marksizm adına yapılan o işlerin Marksizmle bir ilgisinin olmadığını söylediler, eleştirel ve ezilenlerden yana olan tavrını korudular ve çok önceden, aşağı yukarı olayların böyle gelişeceğini öngördüler22. Tarihsel materyalizm 20
Norbert Blüm, burjuvazi bu sözleri özellikle işçi kökenli bakanına söyletiyor.
21
Die Zeit, "Ende des Kommunismus - und was nun?", 29 Dezember 1989
Özellikle Sol Muhalefet ve "Troçkist" gelenek Marksizmin şerefini kurtarmıştır. Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemine dayanarak geliştirdiği çözümlemeler ve öngörüler parlak bir şekilde doğrulanmış olmuyor; Tarihsel Maddeciliğin günümüzdeki gelişmeleri öngörme ve anlamak için tek geçerli teori olduğunu kanıtlamış bulunuyor, bu geleneğin esas katkısı tam da bu noktadadır. 22
57
kendisinin bilincinde olan bilimdir, yani kendi kaderini de açıklama yeteneğindedir. Bütün bu anakronik gelişmelerin tarihsel maddecilik tarafından kavranamayacak bir yanı yoktur. Hatta bütün bu olayların gerçek anlamını kavrayabilmak için tek teori olma özelliğini korumaktadır. Kaldı ki milli ve dini bayrakların hiç biri insanlığın ezilen çoğunluğunu kapsayacak bir program geliştirme yeteneğinde değildir. Onların yetersizliği ve yozlaşması sanıldığından çok daha hızlı görülecektir. Bu süre insanların yaşam süreleri bakımından belki biraz uzun, ama insanlık açısından son derece kısa olacaktır. Bizler açısından, yığınlar sosyalizme karşı değil, ama sosyalizmi bayrak yapmış kastların imtiyazlarına karşı ayaklanmaktadırlar; kapitalizmi getirmek için değil, bürokratik ve keyfi “planlama” adlı plansızlığa son vermek için ayaklanmaktadırlar. Ama yerine ne koyacaklarını bilemedikleri için öbür tarafı seçme durumunda kalmaktadırlar. Hayal kırıklığı sanıldığından daha çabuk gelecektir. Kapitalist dünyanın metropollerinde bile milyonlarca işsiz var. Kapitalist dünya bir borç denizi üzerinde yüzüyor. Doğu Avrupa’nın entegrasyonunun savaş sonrasında olduğu türden kar oranlarında, dolayısıyla yatırımlarda bir yükselişe yol açıp yeni bir yükselen uzun dalga dönemini başlatması zayıf bir olasılık. Bulvar basınının aksine burjuvazinin ciddi beyinleri en aşırı biçimi Polonya’da görülen kapitalizm hayranlığı karşısında kara kara düşünüyorlar. Biliyorlar ki hayal kırıklıkları büyük aşkları kolaylıkla nefrete dönüştürür. Özetle bütün bu gelişmeler; milyonlarca insanın din ve milliyetler bayrağı altında Marksizmden ilham aldığını söyleyen rejimlere ve partilere karşı isyan etmesi; burjuva politikacıların ve teorisyenlerin Marksizmin sonunu ilan etmeleri; devrimci ve eleştirel Marksizm açısından bir sorun oluşturmuyor. Marksizm ve Günümüz Dünyası ilişkisini şahidi olduğumuz devasa olaylarla sınırlı olarak anlamak, bir bakıma günümüz dünyasını ve o dünyanın gerçekten hem bir hareket hem de bir kurtuluşçu öğreti ve bilim olarak Marksizmin önüne koyduğu ciddi sorunları görmemek olur. Evet, bugün Marksizmin bir krizinden söz edilebilir ve etmek gerekiyor. Bundan çekinmek de gereksiz, toplumsal gerçeği açıklama iddiasında olan bir öğreti olan Tarihsel Maddecilik bizzat kendi iddia ettiği gibi bir bilimse, gelişecektir ve bu gelişmesi de elbette evrendeki bütün değişme ve gelişimler gibi ihtilaçlı, sıçramalı, zaman zaman bunalımlardan geçen bir karakter arzedecektir. Bu kriz Doğu Avrupa’daki olaylardan ya da burjuvazinin eleştirilerinden doğmuyor. Aksine Marksizme yönelik ciddi eleştiriler soldan geliyor. Tarihinde ilk defadır ki Marksizm, insanlığın eşitlik idealine bağlı hareketlerce, üzerinde gerçekten önemle durulması gereken eleştirilere uğramaktadır. Marksizm diğer sosyalist akımlar karşısında geçen yüzyılda gerçekten kolay bir zafer kazanmıştı. Bu kolay zaferin kefareti kendi gelişme potansiyellerini kullanamaması oldu. Öimdi bir bakıma belki ilk defa bu şansı elde ediyor.23 Son yıllarda entelijansiyanın Marksizmden uzaklaştığına şahit oluyoruz. Marksizm 23
Bakınız Perry Anderson, "Tarihsel Maddeciliğin İzinde", Belge Yayınları.
57
58
entellektüel cazibesini böyük ölçüde yitirmiş bulunuyor. Bu yitirmeden kastımız sadece, Latin ülkelerinde görülen, yapısalcılığı ya da piyasa ekonomisinin erdemlerini keşfederek dayanışmacı ve eşitlikçi bir toplum idealini terkederek yerini siperlerin karşı tarafında seçenler değil24. Aksine bu ideale bağlı kalıp radikal bir konumu koruma arzusunda olanlar ve bunun için gerekli gücü Marksizmde bulamayanlar. Son yıllarda Marksizmin entellektüel cazibesini yitirmesinin ardında Yeni Sağ’ın saldırısı değil “Yeni Sosyal Hareketler”in varlığı bulunmaktadır. “Yeni Sosyal Hareketler” varlıklarıyla Marksizmin iki tekeline son vermiş görünüyorlar. Marksizm doğuşundan beri toplumdaki en radikal muhalefeti ve eleştiriyi temsil ederdi, adeta bu alanda bir tekel kurmuştu. Ama yeni toplumsal hareketlerin varlığıyla bu tekelini yitirdi. Örneğin kadın hareketi, feminizm varolan sistemin eleştirisinde yaygın Marksist anlayışlardan çok daha radikal yaklaşımlar getirdi. Marksizm aynı zamanda global bir teoriydi. Toplumsal gerçekliğin tüm yanlarını açıklama ve tutarlı bir kavram sistemi içinde toparlama yeteneğindeydi. Bu tekelini de yitirdi. Feminist ve ekolojik “paradigmaları” daha büyük bir sistem içinde özümleyebilmiş değil. Bütün bunlara bir de işçi hareketinin durumu tüy dikiyor. Marksizm kaderini işçi sınıfı hareketine bağlamış bir öğretidir. İşçi hareketinin krizi Marksizmin de krizini, radikalliğini ve globalliğini yitirmesini belirliyor. Birkaç örneği hatırlamak yeter. Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başında işçi sınıfı gerçekten enternasyonalist dayanışma örnekleri verirdi. Bugün ise işçiler ve onların partileri ya burjuvalarının safında ya da milliyetçi taleplerle grevler yapıyorlar. Buna karşılık barış hareketi tek taraflı silahsızlanma önerileriyle reel işçi hareketinden çok daha enternasyonalist bir karaktere sahip. Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başında işçi hareketinin uluslararası örgütleri vardı. Bugün işçi hareketine bağlı olarak yarım yüzyıllık küçük 4. Enternasyonal dışında böyle bir örgüt yok. Ama örneğin ekoloji hareketi Green Peace gibi enternasyonal örgütler kuruyor; bunlar emperyalist ülkelerin gizli servislerinin komplolarına hedef oluyor.25 Sadece bu gözlemler bile metodolojik düzeyde bazı soruları gündeme getirir. Tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir. Sınıflar ise iktisadi ilişkiler içindeki konumlara göre belirlenirler. Ama “yeni sosyal hareketler” içinde insanlar iktisadi ilişkiler içindeki konumlarından dolayı yer almıyorlar. Bu durumda bu hareketler sınıfsal hareketler değilse eklektik olmadan bunu tarihsel maddeciliğin kavram sistemi içinde nereye yerleştireceğiz. Keza iktisadi ilişkiler Aslında Latin Ülkelerindeki eski solcu entelijansiyanın utanç verici bir şekilde siperlerin karşı tarafına geçmesi de işçi hareketinin kriziyle ilgili olduğu kadar Marksizmin gerçekten entellektüel gücünü yitirmesiyle de ilgili. Bugün yığınların ayaklarıyla yaptığı işi, aydınlar kafalarıyla daha önce yapmışlardı ve bu gelişmelerin bir tür habercisiydiler. Aydınların tekrar Marksizme yönelişleri başlamadan kısa vadede yığınların Marksizmden ilham alan hareketlerinin gerçekleşebilmesi olasılığı çok zayıf görünüyor. Devrim yığınlar tarafından yapılmadan önce aydınların kafalarında olur 24
Fransa'nın Pasifikteki Atom denemelerini engelleyen Green Peace gemisine Fransız İstihbaratı sabotaj yapmıştı örneğin. 25
58
59
içindeki konum belirleyici olmadığına göre, ekonominin son duruşmadaki belirleyiciliği ilkesini korumak nasıl mümkün olabilir? Ama ortaya çıkan sorunlar bunlardan ibaret de değil. Bu “Yeni Sosyal Hareketler” iktisadi ilişkiler içinden doğmamalarına rağmen, ve dolayısıyla anti kapitalist bir özellikleri olması gerekmezken ve de Marks’ın temel eseri olan Kapital sermayenin cinsler, ırklar uluslar karşısında nötr olduğunu belirlemişken, kullanım değerlerini araştırma dışı bırakmışken nasıl oluyor da bu harekeketler anti kapitalist bir karakteri daha baştan kendi özlerinde barındırıyorlar ve kapitalist toplum karşısında gerçekteki işçi hareketinden çok daha radikal eleştiriler getirebiliyorlar? Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başlarında işçi hareketi varolan sistem karşısında en radikal eleştiriyi yapardı. Ama bugün durum tersine. Örneğin işçiler, diyelim daha iyi arabalara sahip olacak ücretler için grev yaparken, diyelim ki ekoloji hareketi bizzat araba üretiminin kendisine karşı çıkıyor. Dün işçiyi devrimci yapan şey, üretilen şeylerin niceliği, yani değişim değeri, sanki onun bu sorunlar karşısındaki körlüğünün nedeni gibi. İşçi daha uzun tatil istiyor, daha güzel turizm yerleri istiyor, “Yeni Sosyal Hareketler” tatili, işi, turizmi sorguluyor. Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başlarında işçiler az çok diğer ezilenlerin haklarına da ilgi duyarlar ve onlar için de savaşırlardı. En azından milli hareketler ve köylü hareketleri karşısında böyle bir konumları vardı. Bugün ise ırkçılık, milliyetçilik, seksizm işçi kültürünün ayrılmaz bir ögesi gibi sanki. İşçi hareketine her yerde bir korporatizm eğilimi damgasını vuruyor. Buna karşılık “Yeni Sosyal Hareketler” diğer baskı biçimleri karşısında reel işçi hareketinden çok daha hassaslar. Kadın hareketi kendi içindeki ırkçılıkla boğuşuyor. Barış hareketi barışa ulaşmak için barıştan daha fazla şeyler uğruna mücadele etmek gerektiği sonucuna varıyor. Ekoloji hareketi “Üçüncü Dünya”nın çöplüğe çevrilmesine, Amazon Ormanları’nın imhasına, oradaki yerlilere ilgisiz kalmıyor. Son yirmi yılın en yaratıcı katkıları bu hareketlerin saflarından geldi. Entellektüel bakımdan, geçen yüzyılın sonunda bu yüzyılın başlarında işçi hareketinin gösterdiği gibi, bir teorik canlılık gösteriyorlar. Sadece kadın hareketinin ortaya çıkardığı, dünyayı kavrayışımızda muazzam bir devrim başaran katkıları hatırlamak bile yeter. Diğer yandan Marksizm açısından bu hareketler karşısında en kör göze batacak iki zaaf apaçık ortada duruyor. Marksizm bu hareketleri öngöremedi. Bu hareketleri yaratan sorunlar ve bu hareketlerin esas teorik katkıları yaptıkları alanlar Marksist öğretinin adeta kör noktalarını, az gelişmiş bölgelerini oluşturuyor. Bu hareketler radikal bir teoriye ve geleneğe duydukları ihtiyacı özellikle Anarşist ve Ütopik Sosyalist gelenekte bulabiliyorlar. Marksizmde kaynak arayanlar ise, Marksizmin bu akımlarla aynı sorunları tartıştığı dönemden alıntılarla yetinmek zorunda kalıyorlar çoğu kez. Özetlersek “Marksizm ve Günümüz Dünyası” başlığı altında tartışılması gereken gerçek sorun, “Yeni Sosyal Hareketler”in varoluşunun yarattığı sorunlardır. Bu sorunlarla ciddi
59
60
biçimde yüzleşmek gerekmektedir. Bu yüzleşmeden iki sonuç çıkabilir: birincisi, Tarihsel Maddeciliğin artık bütün bu sorunları kapsayabilecek bir teori görevi göremeyeceği, bunu başaracak başka bir teoriye ihtiyaç olduğu. Biz bu kanıda değiliz. Bizim de görüşümüz olan ikinci sonuç, bu alanlardaki zaafın tarihsel maddeciliğin yapısal niteliklerinden kaynaklanmadığı ,onun gerçek tarihsel hareketinin bir ürünü olduğudur. Bütün bu hareketler ve onları yaratan sorunlar ve metodolojik problemler ve bizzat teorinin bu alanlardaki geriliği kanımızca Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemi içinde açıklanabilir. Biz bu açıklamanın sadece saf teorik bir sorun olduğu kanısında da değiliz. Toplumdaki tüm muhalif hareketleri kapsayacak radikal, devrimci bir program geliştirebilmek için global bir teoriye ihtiyaç vardır.Bugün, hiç bir zaman olmadığı ölçüde radikallik, eleştirellik ve bütünsellik birbirinden ayrılamayacak şekilde birbirine bağlıdır. Böyle bir bütünsel teoriye tarihsel maddeciliğin kavram sistemi içinde “Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi” ve “Eklemlenme” ya da “simbiyoz” kavramlarıyla ulaşılabileceği kanısındayız26. Esasında bu kavramlar Marks’ın öğretisinde başından beri tohum halinde vardırlar, ama daha ziyade gelişmemiş alanlar olarak kalmışlardır. Gelişmemiş alan olarak kalmasının nedeni ise, Marksizmin daha ziyade avrupalı, beyaz ve erkek işçi hareketinin sınırları dışına pek taşamamasıdır. Taşma yönündeki her hareket düzgün gelişen bir tarih anlayışıyla hesaplaşmak ve bu kavramlara dayanmak zorunda kalmıştır. Böyle bir yaklaşım bizlere sadece “Yeni Sosyal Hareketleri”, onları yaratan sorunları açıklamakla kalmaz; onların pek de yeni olmadığını; ulusal kurtuluş hareketlerinin anti kapitalist karakterini açıklama olanağı da sağlar. Bu yaklaşıma ve programatik, stratejik sonuçlarına birkaç örnek verelim. Marks’ın bizzat kendisi, ilk başta Avrupa merkezli düzgün evrim kavrayışına sahipti. Buna göre ileri bir toplum geri olana geleceğini gösteriyordu. Kapitalizm kapitalizm öncesi kalıntıları ve üretim biçimlerini tasfiye ediyordu. Bu yaklaşım, daha sonra sosyal şoven partilerde olduğu gibi, pekala uygarlaştırma ve tarihsel ilerleme adına geri halkların baskı altına alınması ve sömürgeleştirilmesini desteklemeye yarar. Keza Marks bile, Hindistan’da İngiliz egemenliğini alkışlamıştı. Ama daha sonra İrlanda sorununu incelerken, kapitalizmin İrlanda’dan geri ilişkileri tasfiye etmediğini, ama onunla bir tür simbiyoza girdiğini ve bu durumun İrlanda Kurtuluş Hareketi gibi bir devrimci özne yarattığını gördü. Çözüm, metodolojik düzeyde, sermayenin gerçek tarihsel hareketinde, eski biçimlerle simbiyoz bir yaşama girdiği, “eklemlendiği”nden başka bir anlama gelmiyordu. Engels kapitalizmin çekirdek aileyi parçalıyarak gelecek toplumun koşullarını hazırladığı görüşündeydi, tıpkı Marks’ın Hindistan konusundaki metodolojik yaklaşımını tekrarlayarak. 26
Ne yazık ki toplantılarda bu görüşü açıklama ve tartışma olanağı olmadı. Kimse Marksizm ve günümüz dünyasını bu bağlamda ele almadı, sadece Doğu Avrupa'daki gelişmeler konunun ağırlık noktalarını belirliyorlardı. İlerde bu konuda geliştirdiğimiz gönüşleri ayrı bir kitap olarak hazırlamayı düşünüyoruz.
60
61
Buna bağlı olarak da kadın hareketini bir özne olarak görmüyordu. Modern feminist hareketin en büyük teorik katkılarından biri Engelsin beklentisinin gerçekleşmediğini göstermek ve nedenlerini açıklamak oldu: İş gücünün yeniden üretimi için, onun sosyal masraflarını azaltmak ve kar oranlarını yükseltmek için aile tasfiye edilmiyor ve güçlendiriliyordu. Kadın Hareketini yaratan temel sorun da buradaydı. Kadın Hareketi gibi hiç hesapta olmayan bir özne ortaya çıktı. Bilinçsizce uygulansa ve adı konulmasa bile kullanılan metodolojik araç aynıydı: “Eklemlenme” ve “Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi”. Kanımız, bu kavramların bizlere global bir açıklama ve radikal bir program geliştirme ve de yeni görev ve güçlere uygun yeni stratejiler belirleme; Marksizme eski entellektüel gücüne kavuşma olanağını sağlayabileceğidir. Demir Küçükaydýn 26.01.1990 Hamburg
61
Günümüz ve Marksizm Konusunda Tebliðler ve Tartýþmalar Üzerine Bir Deðerlendirme Sunuþ Türkiye’deki Sosyalist Birlik tartışmalarına paralel olarak yürütülen Avrupa’daki tartışmalarda gündem -ya da daha doğru bir ifadeyle konu başlıkları- olarak, bütün eleştirel kayıtlara rağmen, Türkiye’deki başlıklar benimsendi. Ancak bunun bir tek istisnası vardı: “Günümüz Dünyası ve Marksizm”. Avrupa’daki tartışmaların gündeminin tesbit edildiği ilk toplantıda gündeme alınıp alınmaması üzerine en çok tartışılan konu bu oldu. Ancak bu tartışma konunun kendisinden ziyade, Türkiye’deki girişimle ilişkiler bağlamında bir tartışmaydı. Toplantıda bir grup, Türkiye’deki girişime “bağımlılığı” vurgularken, diğer grup “paralelliği” vurguluyordu. Bu, bir bakıma Avrupa’daki girişimin kendi insiyetifi ve kişiliği olup olmayacağı üzerine bir tartışmaydı. Bu tartışma bağlamında, “bağımlılığı” vurgulayanlar Türkiye’dekinden değişik bir gündem maddesine, somut olarak ta “Günümüz ve Marksizm” konusuna itirazlarda bulundular, yoksa konunun kendisinden hareketle bir itiraza pek rastlanmadı. Gündeme biraz zorla girmiş olmasına rağmen, üzerinde en çok tebliğ yazılan ve en çok ilgi çeken konu yine “Günümüz ve Marksizm” oldu, on tebliğ sunuldu.27
İlgi tebliğcilerle sınırlı kalmadı. Avrupa çapındaki ilk tartışmada (10 Öubat 1990) ilk gün seçilen dört konudan biri olmasına rağmen, Ulusal Sorun hariç, diğer konulara kimse gitmediğinden, tartışılan tek konu yine “Günümüz ve Marksizm” oldu.
Bu konuda tebliğ sunanlar, toplantılarda sürekli olarak, ne kafalarındaki sorunları açacak, ne de yeterince tartışacak zaman bulamamanın sıkıntısını dile getirmişlerdi. Tezlerini doğru dürüst tartışabilmek için de, ayrıca, kendi aralarında yeterince zaman bulabilecekleri bir toplantı yapmayı planlamışlar, hatta tartışmalara bir baz olması için, çeşitli tebliğlerin bir özet değerlendirmesi görevini, bu satırların yazarına vermişlerdi. Ancak olayların akışı içinde planlanan tartışma yapılamadı. Aşağıdaki satırlar bir bakıma, tartışmalara bir baz olması 27
u tebliğler sunuldu: Galip Gündüz, "Günümüz ve Marksizm"; Temel Demirer, " `Günümüz ve Marksizm' Üzerine Tezler"; Orhan Silier, "Marksizm ve Günümüz Dünyası Üzerine Bazı Tezler (Taslak)"; P.C. Bektaş, "Günümüzde Komünist Olmanın Koşulları"; İlkay Alptekin Demir, "Günümüz ve Marksizm"; Demir Küçükaydın,"Marksizm ve Günümüz Dünyası"; Doğan Tarkan, "Marksizm Yaşıyor"; Ahmet Kaçmaz, "Günümüzde Marksizm Üzerine Bir Deneme"; Mahir Sayın, "Günümüz Dünyasında Marksizm", Oya Baydar, "Marksizm ve Günümüz (Tartışma İçin İlk Taslak".
63
düşünülen ama tartışılamayan değerlendirmenin yazıya dökülmüş halidir. Darısı tartışmak isteyenlerin başına.
Günümüz Dünyası ve Marksizm’den söz edildiği an, günümüzde şahit olduğumuz gelişmelerin Marksizm açısından ne ölçüde kavranılabilir oldukları; bu teoriyle açıklanıp açıklanamayacakları; bu teori üzerindeki etkileri gibi sorunlar akla gelir. Daha açık ve kısa bir ifadeyle, “Marksizm geçerli midir?” tartışmasına girilmiş olur.
Ne var ki zorluk tam da bu noktada başlar: Marksizm ile günümüz dünyasının ilişkisi, herkesçe üzerinde anlaşılmış, net olarak tanımlanmış iki şeyin ilişkisi değildir. Günümüz dünyasındaki değişiklikler bir çok alanı kapsamaktadır. Aynı şekilde Marksizm dendiğinde anlaşılan da çok farklı olmaktadır. Bu farklılıklar bir yandan Marksizme yüklenen içerikte (hareket mi, teori mi, ideoloji mi, bilim mi, politika teorisi mi vs.) diğer yandan da Marksizmden hangi geleneğin (maoizm, stalinizm, resmi sosyalizm, Batı Marksizmi vs.) anlaşıldığındadır. Bu nedenle sunulan tebliğlerin günümüz ve Marksizm ilişkisi bağlamında ne gibi tezler ortaya koyduğunu sınıflamak adeta olanaksızdır. Kimi Marksizmi bir yöntembilim düzeyinde; kimi toplum ve tarih teorisi düzeyinde, kimi bir politika öğretisi düzeyinde, kimi bir hareket olarak ele almakta ve görüşlerini herkesin de öyle kabul ettiği varsayımıyla sıralamaktadır. Bu nedenle tebliğleri, konu başlığının içeriği bağlamında şu veya bu noktalarda benzer ve ayrılar diye sınıflamak elmalarla armutları toplamak gibi olanaksız bir iştir, çünkü her tebliğde konudan anlaşılan başka bir şeydir. Ancak, bütün bu ortak paydaya alınamayan görüşler, aslında tartışılmamış bir başka başlığın ortak paydası altında toplanabilirlerdi. O zaman tebliğler, İsmet Paşa’nın kafasında kuyrukları birbirine değmeden dolaşan tilkiler gibi, birbirlerine karşı kısır olarak kalmazlardı. Bu başlık şöyle olabilirdi: “Günümüz ve Marksizm İlişkisi Hangi Bağlamlarda Ele Alınabilir?” ya da “Marksizm Nedir?”. Bu takdirde, bütün yazılar bu soruya verdikleri cevap açısından değerlendirilebilrler ve sınıflanabilirlerdi. Ne var ki, yazarlar bu sorunu tartışmamaktadırlar; onların her biri, bu soruya kendi verdiği cevabı, çoğu kez özel olarak belirtme gereğini bile hissetmeden, tartışılmasına gerek bile olmayan bir postulat gibi kabul ederek, o postulat üzerinde görüşlerini inşa etmektedirler. Bu nedenle tebliğleri Marksizm ve günümüz ilişkisini hangi bağlamda ele aldıkları bakımından sınıflamaya ve özetlemeye kalktığımızda, çoğu kez ifade edilmemiş bir postulayı yazarların beyinlerinin derinliklerinden çıkarmak gerekmekte, bu nedenle de alıntı yapmak güçleşmektedir. Yine de sunulan tebliğleri belli kriterlere göre sınıflamayı bir denemek gerekiyor.
Günümüz Dünyasý ve Marksizm Ýliþkisi Hangi baðlamlarda Ele Alýnabilir Günümüz Dünyası, her biri farklı bir bilgi dalının ya da bilimin alanına giren sonsuuz sayıda
63
64
süreci kapsar. Bu nedenle, Marksizmle ilişkisini, onun sonsuz çeşitliliği içinde kaybolmak istemiyorsak; Marksizm açısından ele almak gerekir.
Ancak bundan önce şu soruyu sormak gerekmektedir: “günümüzün dünyasındaki hangi olaylar, Marksizmin geçerli olup olmadığı tarzında bir tartışmayı hepsi de Marksizme inanan bu insanların önüne koymuştur?” Sunulan bildirilere bakıldığnda, bu soruyui sormalarına yol açan, Doğu Avrupa’daki gelişmelerdir. Demir Küçükaydın haricinde hemen hemen bütün tebliğciler, Marksizm açısından bir sorun olabilecek tek ciddi problemin Doğu Avrupa’daki gelişmeler olduğunu düşünmektedirler adeta. Tartışılan bütünüyle bu konudur. Buna karşılık, örneğin İşçi sınıfının ve modern toplumun yapısındaki değişmelerin Marksizm açısından ne gibi teorik problemlene yol açtığı28; kapitalizmin savaş sonrası gelişiminin onun tarihsel olarak aslında ömrünü doldurduğu yolundaki klasik görüşle ne ölçüde uyuştuğu29; “Yeni Sosyal Hareketler” ve tabiri caiz ise “Global Sorunlar”ın Tarihsel Maddecilik ve bir kurtuluşçu öğreti olarak Marksizm açısından ne gibi sorunlara yol açtığı vs. gibi günümüz dünyasının son derece önemli sorunları konu bile edilmemektedir. Bu bir ölçüde Türkiye Sosyalist Hareketi’nin ne kadar dar bir sorunlar yelpazesi olduğunun göstergesi sayılabilir. 28
Bu sorunu sadece tartışmalarda bir parça Aydın Engin açmaya çalışmıştı hatırladığım kadarıyla. Sanırım bilgisayarın ve otomasyonun yaygınlaşması sonucu binlerce işçiyi bir araya getiren fabrikaların yok olmasının işçilerin devrimci potansiyelleri bakımından sorun yaratıp yaratmadığını bir soru olarak ortaya atmıştı. Aynı bağlamda, fordizm döneminin işçiyi makinanın basit bir parçası haline getirirken, elektronik ve bilgisayarlar sayesinde işçinin makinanın yöneticisi olduğuna, bu işçinin bir gelecek kurmaya daha yatkın olabileceğine da kısaca bu satırların yazarı değinmişti. 29
Bu sorunu tartışma eğilimi gösteren ve yer yer tartışan A. Kaçmaz'dır. Kaçmaz gerek tebliğinde gerek başka yazılarında (örneğin Görüş'te yayınlanan "Spartaküs Olmak" başlıklı yazısında) bu sorunu tartışmakta ve anlaşıldığı kadarıyla kapitalizmin tarihsel olarak ömrünü doldurmuşluğu görüşünün yanlışlığı hükmüne varmaktadır. Bu noktada ahlaki bir seçimle, safının ezilenlerin yanında olduğunu söylemekte, kapitalizm ömrünü doldurmuş olmasa bile, "Spartaküs Olmak" gerektiğini belirtmektedir. Ancak, eğilim gösterdiği görüşün diğer sonuçları üzerine pek tartışmaya girmemektedir. Yani örneğin, "kapitalizm bir çürüme çağında bulunmuyorsa bu çıkarsamayı yapan Lenin'in teorisi nerede yanlıştır?" Keza, bu koşullarda, "tercih ahlaki nedenlerle yapılınca kurtuluşçu bir öğretinin bilimsel olmasının ne anlamı olmaktadır?", bunun programatik sonuçları gibi yüzlerce soruyu tartışmamaktadır. Marksizm iç tutarlılığı olan bir sistemdir, tüm kavramlar birbirine kenetlidir. Bunlardan biri düzeltildiğinde tüm sistemi eski tutarlılığıyla yeniden kurmak gerekir. Aslında A. Kaçmaz' bu sorunu tartışmasının başka bir probleme bağlı olduğu seziliyor. Sovyetlerin yozlaşması sorunu. Ahmet Kaçmaz teorik bakımdan çok kritik bir noktadadır. Kimi tesbitleri ve görüşlerini mantık sonuçlarına ulaştırdığı takdirde klasik Troçkist görüşleri ifade etmesi gerekir. Ancak bu adımı atamaz, buradan kurtuluşu, kapitalizmin tarihsel olarak ömrünü doldurmadığı tesbitiyle sağlar bir bakıma. Bu tesbit yapılınca, Sovyet deneyi sadece bir "erken deneme"olarak, örneğin kapitalizmin şafağında bezirgan İtalyan kentlerinin kapitalizme geçiş girişimi gibi, değerlendirme olanağı bulur. Böylece, yirmili yılların ortalarında sürmüş olan mücadelelerde bir tarafı tutma zorunluluğu da bir ölçüde ortadan kalkmış olur. Bunlar, bürokratik bir kastın karşı devrimiyle değil, ama erkenlikle açıklanırlar.
Fakat, A. Kaçmaz bir şeyi unutuyor, "Spartaküs olmak" sözünü aktardığı Troçki, bu cevabı, bürokrasinin tarihsel bir zorunluluk olabileceği olasılığına karşı söylemektedir. Yani sadece burjuvaziye karşı değil, işçiler ve sosyalizm adına yola çıkan imtiyazlı kastlara karşı da spartaküs olmak gerekir. Sayın Kaçmaz, kapitalistler karşısındaki Thomas Münzer'liği ile, bürokratlaer karşısındaki Luther'liğini örtmeye çalışmış olmuyor mu? 64
65
Aslında Doğu Avrupa’daki gelişmeler ve o toplumların devlet ve sınıf yapıları Tarihsel Maddecilik açısından anlaşılmaz sorunlar olmamışlar ve bu teorinin doğruluğunu sorgulamayı gerektirmemişlerdir. Hatta aksine, son olaylar bu alandaki teorinin ve öngörünün büyük ölçüde doğrulanması anlamına gelmektedir. Tartışmacılar sorunu hep Doğu Avrupa açısından tartışmaktadırlar ama öte yandan, Tarihsel maddeciliğin kavram sistemi içinde tutarlı olarak bu ülkelere ilişkin yapılmış ve son olaylarca büyük ölçüde kanıtlanmış teoriyi (yani bürokrasinin bir tabaka olduğu; bu ükelerin bürokratik olarak yozlaşmış geçiş/geçemeyiş toplumları olduğu vs.) tartışmamakta, bu alanda bir tek soru sormamaktadırlar. Ama örneğin her yazıda, sanki çok olağan bir şeyden söz edilir gibi “bürokrasi”den söz edilmektedir. Diğer yandan Doğu Avrupa’daki gelişmelerin, Tarihsel Maddecilik açısından ortaya çıkardığı sorunları da tartışmamaktadırlar. Örneğin, bu ülkelerde bütün feodal kalıntılar temizlenmiş olmasına rağmen, kapitalist sisteme geçtikleri takdirde, eski akıl yürütmelerimize göre kapitalist bir gelişmenin önünün açılması ve hızla ilerlemeleri gerekirken niye birer yeni sömürgeye dönüştükleri ve dönüşecekleri; bunun metodolojik bakımdan çıkardığı sorunlar; veyahut Doğu Avrupa’daki ayaklanmalarda işçilerin sınıf olarak davranmaması ve işçi organlarının hemen hiç görülmemesi; bu deneyler ışığında devrim stratejilerinde ne gibi değişiklikler yapmak gerektiği vs. gibi yüzlerce sonunun hiç birine girilmemektedir. Demek aslında tartışılan Doğu Avrupa’daki gelişmeler ışığında Marksist öğretinin kimi sonuçlarının gözden geçirilmesiu değildir Peki tartışılan nedir o halde? Tartışılan, çoğu durumda adını koymadan, Marksizmden ne anlaşıldığıdır.30 30
Peki yazarlar Marksizmden ne anlıyorlar? Bunun için sadece onların Marksizm tanımlarına bakmak yetmiyor. Çünkü Marksizmi herhangi bir şekildre tanımladıktan sonra, yazı içinde başka tanımlar anlamında kullanabiliyorlar ve korkunç ölçülerde bir teorik eklektisizm gösterebiliyorlar. Örneğin A.Kaçmaz yazısının çeşitli yerlerinde şu tanımları yapıyor: "dünya görüşüdür"; "bilimsel temele oturduğunu, evreni kucakladığını iddia eden, bütünsel bir teoridir"; sonradan kazandığı hüviyetiyle bir "ideolojidir". Bu tanımları yapan A. Kazçmaz'ın Marksizmi bir felsefe ve ideoloji olarak tartışması beklenirken, o Marksizmi sosyolojik boyutuyla, yani, tarihsel maddecilik düzeyinde tartışır eses olarak. Mahir sayın'a göre: "Marksizm sınıf mücadelesinin yol gösterici teorisi"dir. Yani M. Sayın Marksizmi bütünüyle kurtuluşçu bir öğreti olan yanıyla; bir politika teorisi düzeyinde ele alıyor. Oya Baydar ise "Marksizm bilim mi, ideoloji mi, siyasal eylem kılvuzu mu, teori mi, yöntem mi, felsefe midir? Yoksa tümü birden midir?" diye soruyor, yazısından buna bir cevap çıkarmak mümkün olmadığı gibi, çeşitli yerlerde ferklı anlamlarda kullanabiliyor. Galip Gündüz'e göre ise, "Marksizm dünyayı yorumlamak ve değiştirmek yolunda bir rehber"dir. Bu bakımdan M.Sayın ile aynı tanımda anlaşıyor aşağı yukarı. Orhan Silier'e göre ise Marksizm bir "bilim ve felsefe akımıdır". Felsefe akımını anlamak mümkün ama "bilim akımı" ne oluyor bu pek mümkün değil. Başka bir yerde de şu tanımı yapıyor: "Marksizm sosyalizm ve işçi hareketinin bir teorisidir." Bu ne demek? ÿşçi hareketini inceleyen bir teori mi? Bu şekilde yorumlanırsa politolojinin bir alt kolu derekesine indirilmiş olur. İşçi hareketinin tabiatından gelen bir teori mi? Bunu Marksizm kendisi bile iddia etmez. İşçi hareketinin tabiatından gelen teori ancak sendikalizm, ekonomizm sınırlarında kalır. Yoksa işçi hareketini egemen olan bir teori mi? Bu da tarihin çoğu dönemi için, hatta işçi sınıfı ve hareketi dühya ölçeğinde ve bütün tabakalarıyla göz 65
66
Marksizm Nedir? Ýþçi Hareketi ve/veya Sosyalizm mi? Peki Marksizm nedir? Marksizmin ne olduğu da çeşitli düzeylerde tartışılabilir. Günlük kullanımda çoğu kez Marksizm sosyalizm ile özdeş olarak kullanılmaktadır. Sosyalizm, Marksizmle özdeş değildir. Sınıfsız, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealine yönelik tüm öğreti ve hareketler sosyalizm çerçevesine girerler. Marksizm bu hareket ve öğretilerden, bilimsel olma iddiasındaki biridir. Bunların herhangi birindeki gelişme ve gerilemeler otomatikman diğerinde de görülecektir diye bir kural da yoktur.31
Marksizm işçi hareketiyle de özdeş değildir. İşçi hareketi, nesnel, sosyolojik bir olgudur. İşçilerin bireysel isyanlarından (Örneğin Alkolizm gibi) işçi mücadelelerine, hatta işçi kültürüne kadar çok geniş bir alanı kapsar. Hristiyan sendikalar da, reformist partiler de, Stalinist partiler de, anarşist partiler de işçi hareketinin birer unsurudurlar. Marksizm işçi hareketinin, işçi sınıfı ve hareketlerinin tarihi boyunca, en gelişkin olduğu zamanda bile çok küçük bir bölümünün ideolojisi olmuştur. Ayrıca İşçi hareketinin tarihinin tümüne baktığımızda, Marksizmin onun içindeki egemen konumu belli bir dönemi kapsar. Marksizmden önce anarşizm ve anarko sendikalizm işçi sınıfının en aktif çekirdeği içinde
önüne getirilirse, hiç de doğru değildir. Bildirilerin çok ilginç bir yanı da bu. Az çok akademik eğitim görmüş sayın Oya Baydar ve Orhan Silier'in daha sistematik ve daha düşünerek, ölçüp biçerek kavramları kullanmaları umulurken, en siztemsiz, en baştan savma, en çelişkili kullanımlar onlarda görülüyor. 31
Sosyalizm Marksizmden önce de vardı. Kısaca eşitlikçi bir toplum idealine dayanan öğretileri ve girişimleri ifade eder. Marksizm bir yanıyla sosyalizm içersinde bilimsel olma iddiasındaki akımlardan biridir. İslamiyetteki alevilikten bogomillğe, kurtuluş teolojisinden feminizme, ütopik sosyalizmden anarşizme kadar bütün öğreti ve hareketler sosyalizm kapsamına girerler. Bunlardan herhangibirinin gerilemesi ve yenilgisi otomatikman diğerlerinin de yenilgisi ve gerilemesi anlamına gelmez, hatta çoğu kez aksi anlama, diğerlerinin prestijinin artması anlamına gelir. Gelir çünkü sınıflar nesnel gerçekliklerdir. O sınıflar içinde ezilen sınıflar da. Ezilen sınıfların varolan adaletsizliğe karşı tepkileri, eşitlikçi bir toplum özlemleri daima var olmuştur ve olur. Bunlar da nesnel eğilimler olarak akacak belli bir söylem ya da ideolojik form bulurlar. Bu ilişkinin doğru orantılı olmadığına bir örnek verebiliriz. Birisi yüzyılımızın başında, 1930'lara kadar ezilen sınıflar ve işçi sınıfı içinde güçlü bir yeri ve geleneği olan Anarşizmle Marksizmin ilişkisidir. Geçen yüzyılın ortalarında anarşizm, Marksizm karşısında daha güçlü bir akımdı. Daha sonra Marksizmin gücünün artması oranında onun da gücü azaldı. Son yıllarda ise, en radikal hareketlerin ve düşünürlerin giderek daha büyük oranlarda anarşizme eğilim gösterdikleri ama buna karşılık Marksizmin gerilediği görülmekte. Gerçekten de günümüzde Marksizmin gerilemesi otomatik olarak sosyalizmin gerilediği anlamına gelmemektedir. Sosyalizm ideali bir bütün olarak Marksizm ölçüsünde ciddi bir yenilgiye uğramış değildir, hatta eğer dünyaya Avrupa merkezli olarak bakmıyorsak, ve sözlerin ardındaki gerçek hedefleri anlayabiliyorsak imtiyazlıların imtiyazlarını Marksizm adına, sosyalizm adına sürdürmeye çalışmalarının sonucu olarak ezilen sınıflar arasında bu sözlere karşı Doğu Avrupa ülkelerinde duyulan aslında son derece sağlıklı tepkinin yükselişi, eyleme dökülüşü ve örneğin Güney Amerika ülkelerindeki kurtuluş teolojisinin yükselişi sosyalizmin yükselişlerinin ifadesi olarak da ele alınabilirler.
66
67
onlarca yıl çok güçlü akımlar olarak varolmuşlardı.32 Yazıların bir çoğunda yazı içindeki anlam kaymalarıyla Marksizm başka bir bağlamda tartışılırken, örneğin birdenbire işçi hareketi ve sosyalizm anlamında kullanılabilmektedir. Bu bakımdan yazarlar hemen hemen hiç bir hassasiyet göstermemekteler.33
Marksizm, Hangi Marksizm? Marksizmle, kendini Marksist olarak tanımlayan; ya da Marksist bir terminoloji kullanan felsefeleri, metafizik tarih ve toplum teorilerini ve eşitlikçi öğretileri ayırmak gerekmektedir. Sovyet “Bilim ÿşçileri”nin yazdıkları Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm etütleri; Mao’nun diyalektik üzerine yazıları vs. Marksizm kavramı içinde ele alınamayacak, metafizik ya da skolastik öğretilerdir. Birisi bir bürokrasinin, diğeri bir köylü ve kurtuluş hareketinin Marksizm lafzı altında ortaya sürülmüş ideolojileridir. Bunların hepsine de kendilerini Marksist olarak niteledikleri için Marksist demek, dünyanın öküzün boynuzlarında durduğunu iddia eden öğretilerle Nevton fiziğini, “hepsi bir çeşit doğa açıklamasıdır” diyerek aynı kaba koymağa benzer.
Tebliğlerdeki anlayışları şu veya bunu Marksizm olarak kabul etmeleri açısından sınıflamadan önce, böyle bir ayrımı kabul edenler ya da etmeyenler olarak ayırmak mümkündür. Yazarların bir kısmı, bizlerin şu ya da bu akımı, teorisyeni vs. Marksist değil diye ayıramayacağımız görüşündedirler, bir kısmı ise bunu mümkün görmekte ama ayrımı farklı yerlerden yapmaktadırlar. Örneğin Oya Baydar Marksizm adına kim ne yapmışsa hepsini Marksizmden kabul etmek gerektiği görüşündedir34. Buna karşılık, Doğan Tarkan,
Doğu Avrupa'daki Bürokratik İktidarların çözülüşü işçi hareketinin yenilgisi anlamına gelir mi? Hayır. O bürokratik iktidarların kuruluşu işçi hareketindeki ciddi yenilgilerle mümkün olabilmişti. Aksine doğu Avrupa'daki çözülüş işçi hareketinde uzun yıllar süren uykulardan uyanmaya, dünyanın en büyük işçi grubu olan Rus işçilerinde bir yükselişe yol açmaktadır. Tek tek ülkeler bir yana, bir bütün olarak işçi sınıfı ciddi bir yenilgiye uğratılabilmiş değildir. Hatta işçi hareketinin bir yükselişinden bile söz edilebilir. Sibiryadaki grevler, Brezilya'daki başarılar, Kore İşçi Sınıfı'nın uyanışı vs. gibi, olaya dünya ölçeğinde bakıldığında işçi hareketinin bir karşı saldırıya hazırlanma eğilimi taşıdığı dahi, dünya tarihsel ölçeklerde söylenebilir 32
33
Örneğin Galip Gündüz, "yeni bir on yıla girerken, Marksizmin, sosyalizmin, dünya işçi sınıfı hareketinin darmadağın olduğu, tarihinin en büyük bunalımlarından birini yaşadığı görülmekte" diye yazıyor. Burada çok açık olarak Marksizm kavramının düşünülmeden kullanılışının tipik bir örneği söz konusudur. Marksizm sosyalizm ve İşçi Hareketi ile sanki özdeşmiş ya da özdeş olmasa bile kaderleri aynıymış, aralarında çok yalın ve dolayımsız bir ilişki varmış gibi ele alınmaktadır. Örneğin Oya Baydar şöyle yazıyor: "Marksizm aslında başından beri çoktu derken, Kautsky de, Bernstein de, Lenin de, Rosa Luxemburg da, Stalin de, Trotzki de, Buharin de, Lukacs, Gramsci, Bloch, Marcuse, Frankfurt okulu özellikle Adorno da, Althusser de, Goldmann da, tüm KP'lerin teorisyenleri de vs. vs. sen de, ben de Marksisttik demek istiyorum. Bunu söylerken, herkes bir yerinden yorumladı, kimse anlamadı, yazık oldu Marksizme demiyorum." (s.2, agy.) 34
67
68
M.Sayın35, G.Gündüz, D. Küçükaydın gibileri belli sınırlamaların yapılabileceği ve yapılması gerektiği konusunda hemfikirdirler. Bu sınır M.Sayın’da Marks, Engels, Lenin ve sonra da belki Gramsci’nin Marksizmi ile Stalin, Troçki, Kautski vs. “Ekonomizmi” arasında çekilir. Doğan Tarkan, Galip Gündüz de Troçki ve Rosa Lüxemburg da Marksizm alanı içindedir. Demir Küçükaydın, tüm alanlarda değil ama belli alanlardaki katkıları bakımından Lukacs, Frankfurt Okulu, H.Kıvılcımlı gibi, bir çok eleştirel Marksistin, belli alanlara ilişkin teorilerini de Marksizm bağlamında ele almaktadır. İlkay Demir, Ahmet Kaçmaz ve Orhan Silier’in yazılarında her iki taraftan da sayılabilecek, hatta zaman zaman birbiriyle çelişen görüşler bulunmaktadır, bu konuda merkezci bir pozisyonda oldukları sonucu çıkarılabilir.
Böylece ilginç bir bölünme ile karşılaşılıyor. Radikal hareketlerin geleneğinden gelen tebliğciler, son derece açık olarak bir sınır çizilebileceğini kabul etmekte ve her biri bir sınır çizmektedir. Reformist partilerin geleneğinden gelenler arasında ise bu açıklık görülmediği gibi, Oya Baydar’da olduğu türden bir relvativizm, bir agnostisizm bile açıkça ifade edilmekte. Elbette bu relativizmin politik bir nedeni vardır. Örneğin Oya Baydar’ı bu relativizme iten, Sovyet deneyinden kendince çıkardığı şu sonuçtur36: “Tekçi görüş diktatörlüğe yol açar”. 35
Tartışmalarda Mahir Sayın ile aynı görüşten olan Bülent Uluer ve başka bir görüşten Temel Demirer'in kendileriyle ciddi bir hesaplaşmadan kaçınmak ve merkezci pozisyonlarını meşrulaştırmak için sık sık söyledikleri "Stalin de bizim geleneğimizdir, bütün hatalarıyla, sevaplarıyla" sözleri aslında Oya Baydar'ın relativizminin radikal görünümlü avamca ifadesidir. Bu kendini gökte bir tanrı gibi görüp, yeryüzünde birbiriyle çatışan insanlar karşısında "hepsi benim kullarımdır" havasındaki sinizm, aslında nesnel olarak katillerin yanında yer almayı meşrulaştırmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Uluer ve Demirer'e, kendilerinden gördükleri Stalin'in kurbanları, Dünyayı Sarsan On Gün'de işçinin tuzu kuru aydına dediği gibi, "katil vardır, maktuller vardır, birinden olmayan diğerinden yanadır. Sen kimden yanasın?" diye sorarlardı ve sormaktadırlar. Kimden yanasınız? İşçi sınıfını iktidarsız kılan, yeryüzünde en çok komünist öldüren bürokratik kast ve onun teorik, politik önderi Stalin ve izleyicilerinden mi, yoksa ona karşı savaşanlardan mı? İkisinden de olamazsınız. Tarafsız kalmak, cinayete suç ortaklığı yapmaktır. 36
Sayın Oya Baydar bunu bir bilinmezcilik ve relativizm biçiminde yapıyor. Örneğin "Burjuva düşüncesi, felsefesi zenginliğini ve düşünceyi Hegel, oradan da Marks'a kadar ulaştıran dinamizmini çeşitliliğinden ve bu çeşitliliğin diyalektiğinden alırken, Marksizmin önce tekleştirilmesi sonra da bu tek'in karşısına yine resmi olarak aynı derecede tekçi ve katı -başlıcaları revizyonist ve Trotskist- yorumların çıkarılması, teorinin donması yanında, bilimsel tartışmalara kapanmasını; şu veya bu yönde mutlaklaşıp, çoğalma ve zenginleşme yerine kamplaşmasını getirdi" (Bak. O.Baydar, "Marksizm ve Günümüz, Tartışma İçin İlk Taslak", s.2/3) Bu tavır tipiktir. Doğu Avrupa'daki gerçekliği Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemi içinde açıklayan tek tutarlı ve devrimci, eleştirel ve bilimsel tavrı koruyabilmiş ve sürdürebilmiş akım olan Troçkizm, Stalin'ın, Kautsky'nin revizyonizmiyle aynı kaba koyulmaktadır.Sayın Hocam Oya Baydar'dan şu sorulara açıkça cevap vermesi beklenirdi: Sovyetler birliğinde Ekim Devriminden sonrda belli bir dönemde bu devrimin ideallerine,kadrolarına karşı bir girişim olmuş mudur? Eğer olmadıysa, "Sonra gelenler Ekimin ideallerine sadık kalmışlar ve onları gerçekleştirmeye çalışmışlardır esas olarak" dendiği takdirde bundan iki sonuç çıkar: ya bugünkü sonuç Ekim Devriminin çöküşüdür denmek zorundadır. Ya da Ekim baştan beri yanlış yoldadır. Her ikisi de olgularla çelişir. Eğer Devrimin ideallerinin ve kadrolarının, kazanımlarının tasfiyesi bir olgu ise, bu 68
69
Diktatörlüğe giden yolu tıkamak için de sayın hocam bir mevlana tekkesi açar. Tek bir doğru olduğu inancının demokrasi ya da bilimin gelişmesinin önünde bir engel olacağı anlayışı, bu varsayım, hala sosyalist demokrasinin ne olduğunun kavranamadığını, kafalardaki sosyalizmin hala bir partinin egemenliği olarak varlığını sürdürdüğünü gösterir. Tek bir doğru olduğu inancının demokrasiyle ilişkisi yoktur. Demokrasi, tam da her görüşün taraftarlarının kendi görüşlerinin en doğru olduğuna inandıkları varsayımına dayanır. Demokrasi bir bakıma her biri kendisinin en doğru olduğuna inananların yığınların özgür olarak seçilen ve geri alınabilen temsilcilerinin çoğunluğun oylarını alarak programlarını uygulamaya çalışmaları demektir. Bilim alanında37 da herhangi bir teoriyi savunanın onun tek doğru olduğuna inanması ve bunu karşıki tarafa mantıki önermeler ya da deneylerle kanıtlayarak iknaya çalışması başka, idari tedbirlerle diğerini yok etmesi başkadır. Proletarya diktatörlüğü ya da sosyalist demokrasi tehlikeyi bu inançta değil, birilerine diğerlerini ezme yok etme yetkileri veren mekanizmalarda ve onları egemen kılan güçlerde görür. Tehlike tekçilikte değildir, tehlike tekçiliği tehlike gören, ama şu veya bu görüşün eline diğerlerini ezme olanakları da veren mekanizmaları sorgulamaktan kaçınan ve iktidara gelirse tekçi görüşleri demokrasiye ye de bilimin gelişmesine aykırı görerek yasaklama potansiyeli taşıyan rölativist çokçu görüşlerdedir. 38 kişilerle açıklanamayacağına göre hangi toplumsal güc tarafından hangi tarihsel koşullarda başarılmıştır sorularına cevap vermek gerekmekedir. Bu somut sorunların hiç birisine girilmeden bu akım maocularla, revizyonizlerle, Stalinistlerle aynı kaba koyulmaktadır. Ama burada bile olgu düzeyinde bir yanılgısı vardır. Troçkist denen akım hiç bir zaman tek sesli olmamıştır. Örneğin Sovyetler birliğinde Ekim Devriminden sonra bir kastın çok özel tarihsel koşulların bir araya gelmesiyle 20'li yılların sonuna doğru iktidarı işçi sınıfının ellerinden tümüyle aldığında bir ortak anlayış olmakla birlikte, ele alanların bir sınıf mı yoksa bir tabaka mı olduğu ya da ortaya çıkan sosyo ekonomik formasyonun bir tür kapıtalizm mi, bürokratik deformasyona uğramış bir geçiş toplumu mu, yoksa önceden görülememiş Asyai bir değişik üretim tarzı mı olduğu konusunda olgulara ve tarihsel mkaddeciliğin ve ekonomi politiğin temel kavramlarına dayanan ciddi tartışmalar vardır. Yani o gelenek sanıldığı gibi tek sesli değildir. 37
Aslında her bilim gerçekliğin sonsuz çeşitliliğini açıklayabilecek en temel kavram ve yasaları bulmaya çalışır. Her bilim bir tek kavramdan türetilebilecek bir sistem kurma çabasından başka bir şey değildir. Bu anlamda her bilim tekçidir, Marksizm de. Sayın Hocam Oya Baydar'ın tekçiliği reddedişi bu bağlamda da bilimi reddetmesi anlamına gelmektedir aslında. Öyle bir bilim istemektedir ki artık bilim olmasın. Sonsuz çeşitlilikteki nesne, olayları olabildiğince az, hatta mümkünse tek bir yasa temelinde açıklamaya çalışmasın. 38
Bocholt'daki ilk tartışmada bütünsel bir teori, global bir teori ihtiyacından, ancak böyle bir teoriyle tüm ezilenleri toparlayabilecek bir program geliştirilebileceğinden sözettiğimde. İlkay Demir de, global, tekçi teorilerin diktatörlüğe yol açacağı, onun için buna karşı olduğunu söylemişti. Tekçi bir teori geliştirmek ya da böyle bir teoriyi kabul etmek hiç de zorunlu olarak, bu görüşün sahiplerinin idari tedbirlerle diğer görüşleri yasaklamasını gerektirmez. Örneğin, fizik alanında birçok tekçi teori vardır, ama bunlar birbirlerine kendi doğruluklarını kanıtlamaya çalışmaktadırlar, yoksa birbirlerini idari ya da fiziksel tedbirlerle tasfiye etmiyorlar. Aslında, bilim tekçi olmak, sonsuz sayı ve çeşitli fenomenler ve süreçler arasındaki ortak noktaları giderek bir tek ilkeye indirgeme çabasından başka bir şey değildir. Bu global, tekçi teoriye karşı olmak bilime karşı olmak demektir.
69
70
Marksizmin Hangi Veçhesi Marksizm, aslında biri diğerinden ayrılmayan üç bileşene ayrılabilir: Birincisi Diyalektik Materyalizm denen Metodolojik, Mantıksal bileşeni; bir bakıma felsefi bileşeni; ikincisi Tarihsel Maddecilik denen tarih ve toplum teorisi olan yanı ve bunun bir alt disiplini olarak Ekonomi Politik öğretisi ve nihayet Kurtuluşçu Bir Öğreti olan yanı. Marksizm bunlardan herhangi birine indirgenemez; Marksizm bunların toplamı da değildir; bunların tutarlı ve açık bir sistemidir. Ama bunlardan herhangi biri zorunlu olarak diğerini gerektirmez. Pekala örneğin Anarşizm gibi kurtuluşçu bir öğreti olabilir tarihi maddeciliği kabul etmeyen. Ya da tarihi maddeciliği kabul edebilirsiniz ama ondan hiç de eşitlikçi bir öğreti gerektiği sonucunu çıkarmayabilirsiniz. Tarihi maddeciliği ilk taslaklaştıran İbni Haldun, sonra Morgan bundan hiç de Marks’ın çıkardığı sonuçları zorunlu olarak çıkarmamışlardı. Aynı şey felsefi boyutu için de söylenebilir. Birçok bilim adamı kendiliğinden bu boyutu kabul eder ve uygular ama Marksizmi kabul etmek akıllarından bile geçmez. Keza birçok Marksist, Marksizmin bu vehcesinin Marksizmin bir unsuru olmadığını, doğada diyalektik bulunmadığını söyleme eğilimindedirler. Günümüz Dünyası’nın sonsuz vehceleri olduğuna göre, günümüz dünyası’nda Marksizmin geçerli olup olmadığı en azından bu üç başlık altında incelenmesi gerekir. Ne var ki tebliğcilerden hiç birisi böylesine bir sistematik çerçevesinde Marksizmin bütün vechelerini gerçek hayattaki değişmelerin mihenk taşına vurarak tartışmamaktadır. Bu bileşenlerden aslında sadece tarihsel maddeciliğin bir alt disiplini olan politika öğretisi, tebliğlerin çoğunda tartışma konusu yapılmakla yetinilmektedir. Tebliğcilerin hepsine göre, onu hangi veçhesiyle ele alırlarsa alsınlar, Marksizm bir bilimdir. Oya Baydar Marksizmni bu bilim niteliğinden hareketle, doğa bilimleriyle bir analoji yaparak, hiç bir bilimin bu kadar zamanda değişmeden kalamayacağını değişmek zorunda olduğunu yazar.39 Oya Baydar’ın bu önermesi kategoriktir ve ilk bakışta prensip olarak itiraz edilemez gibi görülmektedir. Aslında tebliğcilerden hiç .biri de bu konuyu tartışmış değildir. Bu konuyu sadece Demir Küçükaydın Hamburg’taki toplantı’da40 (ki Oya Baydar Yoktu) tartıştı ve bu "Her şey bir yana Marksizmi tek cümlede özetleyecek olursak o, değişmenin, gelişmenin ve değişip gelişeni anlamanın yöntemidir. 150 yılda değişmeden kalması onun kendini inkarı demektir." 39
40
Sorunu bu biçimiyle daha önce Devrimci Marksist sayfalarında ele almıştım. Hamburg'daki "Günümüz ve Marksizm" konulu tartışmada konuşmamı özellikle bu alanla sınırladım ve aşağı yukarı burada yazdıklarımı anlatmaya çalıştım. Ancak böyle bir sorunun tartışılması, dinleyicilerde en azından doğa bilimlerindeki gelişmeler hakkında ciddi, popüler bilim tarihi kitaplarında olduğu kadar bir bilgi olmasını gerektiriyor. Dinleyiciler için fizik, biyoloji, geometri'den verdiğim örnekler, Çince gibi geliyordu. Kimsenin anladığını sanmıyorum ne demek istediğimi. Sonradan bir arkadaşın dediğine göre arka sıralarda oturanlardan bazıları "Ne anlatıyor bu herif, manyak mı yahu" diye kendi aralarında konuşuyorlarmış.
70
71
kategorik sorunun yanlış ön kabullere dayandığını göstermeye çalıştı.41 41
Bu analojiye göre, nasıl bir zamanlar Galile, Newton fiziği var idiyse ve daha sonra olaylar hakkındaki bilginin artması ve açıklanamayan olayların birikmesiyle birlikte örneğin rölativite ve kuantum kuramları geliştirildiyse, Marksizm de başìndan beri konulduğu gibi kalamaz, tıpkı fizik gibi gelişmek; kendi Einstein, Max Planck vs.sini yaratmak zorundadır. İlk bakışta, kategorik olarak çok doğru. Ancak Marksizmi ve onun bugün karşılaştığı sorunların gerçek mahiyetini anlamak bakımından tamamen yanlış bir akıl yürütmedir. Bu akıl yürütmenin ardında evrimin belli aşamalardan sırayla geçmesi gerektiği düşüncesi yatar. Yani nasıl toplumların ilkel, köleci, feodal diye belli aşamalardan geçeceği yolunda bir kabul var idiyse, bu anlayış aynen bilimler alanına aktarılmaktadır. Her bilim önce kendi Gelile'lerini Newton'larını, sonra Einstein'lerini çıkaracaktır gbi bir anlayıştır bu. Halbuki bilimler de toplumlar gibi eşitsiz gelişirler. Tarihe sonradan giren toplumlar nasıl önceden girenlerin geçtikleri yoldan geçmeden, onların birikimi temelinde onlardan çok ileriden başlayabilirse, aynı şekilde bilimler de öyledir.
İşte, Marksizm en son doğan, ya da bilim olarak rüştünü ispat eden bir bilim olarak, yani toplumun bilimi olarak, daha doğarken tabiri caiz ise Einstein'iyle, Max Planck'ıyla doğmuştur. Yani kendisinden çok daha önce doğmuş ve gelişmiş olan doğa bilimlerinin geçtiği aşamaları geçmeden onların birikimi üzerinde ileriye muazzam bir sıçrama yaparak doğmuştur. Bu bakımdan Marks'ın kurduğu sosyoyoji bir bakıma bilimlerin gelişimi bakımından Einstein'in kurduğu relativite fiziğine benzer. Bu bilim daha doğarken, fiziğin 20 yüzyılda ulaşabileceği bir mantık ve metod düzeyinde doğmuştur. Bu bakımdan, Marksizm her ne kadar 150 yıl önce doğmuşsa da o daha ziyade 20 yüzyılın bir bilimidir metodolojik temelleriyle. Bu durumda hiç bir bilim 150 yıla dayanamaz cevabı kategorik bir cevap olarak pek de doğru değil demektir. Sorunun bu tarz koyuluşu, aslında diğer bazı problemleri çözme olanağı da sağlar. Marksist Literatürde tartışılan konulardan biri de, Doğa'da diyalektik olup olmadığıdır. Bir çok "Batı Marksizmi" geleneğı içindeki Marksist, doğada bir diyalektik aramanın, Hegel'den kalıntı, Engels'in bir basitleştirme çabası olarak nitelemekte, bunun Marksist öğretinin özünde bulunmadığını söylemektedirler. Birincisi, Diyalektik tanımı gereği varlık ve düşüncenin en genel hareket yasalarının bilimi ise, ve aslında tüm bilimlerde, tüm hareket biçimlerinde ortak yasalar olup olmadığını araştırmak varsa bunları tesbit etkmek kategorik olarak baştan reddedilemeyeceğine göre, bu yasaların var olup olmadığı tek tek tartışılmadan bir sonuca ulaşılamaz. Yani böyle bir alan vardır. Peki bu yasalar nelerdir? Bu noktada, Doğa'da diyalektik olduğunu reddedenler gerçekten meşhur suyun kaynaması ve buğday başağı gibi Hegel/Engels örneklerini göstererek biyolojik ve fizik doğada diyalektiğin olmadığını, bunların zorlama örnekler olduğunu haklı olarak söylemektedirler. Gerçekten de, Engels'in yazdığı söylenen Sovyet "bilim işçileri"nin bir marifeti olan Doğa'nın Diyalektiği'ndeki doğa bilimlerine ilişkin örneklerin çoğu, hiç de diyalektik yasalarını örneklemek için kullanılamayacak durumdadır. Ama bundan doğada diyalektik bulunmadığı çıkarsaması yanlıştır. Yanlıştır çünkü, burda sorgulanması gereken doğadan ziyade, doğa bilimleridir. Doğa'da diyalektik olmadığı için değil, henüz o zamanlar doğa bilimleri diyalektik bir aşamaya varmadıkları için bir bilimin mekanik aşamasından verilen örnekler hiç de diyalektik olmamaktadır. Tarihsel maddecilik daha doğarken diyalektik olarak, çok yüksek bir soyutlama düzeyinde doğmuştur. Doğduğu sırada kendi yönteminin bazı temel unsurlarının tüm varlık alanındada geçerli olabileceği sezişiyle, diyalektik maddecilik biçiminde bir genellemeye gitmiştir. Ancak aynı tarihte, doğa bilimleri henüz doğa hakkındaki biligileri, kavrayışları, metodolojiyeriyle diyalektik bir aşamaya ulaşmış olmaktan çok uzaktılar. Bunun sonucu olaraktır ki Engels'in örnekleri uygunsuzdur. Tarihsel Maddecilik ve diğer bilimlerin gelişimi arasında, özellikle doğa bilimlerinin gelişimi arasında belli bir zıtlık bulunmaktadır Marksizmin geç gelişi nedeniyle. Bugün Marksizmin elbet yaşadığımız gerçekliği açıklamakta güçlük çeken bir çok yanı bulunmaktadır. 71
72
Marksizmin bileşenleri bakımından ele aldığımızda ise, Marksizmin felsefi yanı, yani şu diyalektik ve tarihi maddecelik denen, varlığın ve düşüncenin en genel hareket yasalarını inceleyen bilim olan yanı, hemen hiç bir bildiride ele alınmamaktadır. Tarihsel maddecilik ise, sadece bazı sorunları bakımından bir parça A. Kaçmaz’ın tebliğinde incelenir. Diğer bildirilerde somut olarak hiç bir sorun ele alınmaz. Ekonomi politik bakımından kimse hiç bir konuyu incelemez. Bir politika öğretisi, kurtuluşçu bir öğreti olarak ise, sadece Doğu Avrupa ülkelerindeki gelişmeler bağlamında ele alınır. Bu bağlamda da tartışılan, Marksizmin, yani stalinizm olmayan haliyle Marksizmin, o olaylar karşısında incelenmesi değil, Marksizmin ne olduğudur. Örneğin, Doğan Tarkan ve Galip Gündüz, o çöken rejimlerin Marksizmle ilgisi yoktur; o halde Marksizm açısından bir sorun yoktur mantığı ile sorunu ele almaktadırlar. Evet o ülkeler Marksist değillerdi ama o ülkelerin var oluşları ve evrimleri Marksizm açısından bazı sorunlar yaratmaz mı? Yazarlar böyle bir soru bile sormazlar.42 Mahir sayın ise, bu konuyu bile tartışmaz. Sovyetler birliğindeki muhtemel gelişmelerin neler Ancak bu güçlük, doğa bilimlerinin tamamen aksi bir noktadan ortaya çıkmaktadır. Bu şöyle bir benzetmeyle açıklanabilir. Bir an için Fizik biliminin daha doğarken bir Rölativite teorisi halinde doğduğunu düşünelim. Doğrudan doğruya Einstein diye bir adam çıkmış. Ve fizik denen bir bilimi tıpkı Galile ya da Newton gibi kurmuştur. Bu fiziğe göre, hızlı giden cizimlerin kısalmaları, kütlelerinin artması vs. gerekmektedir. Ancak, çevrenize baktığınızda otomobillerin ne ağırlığı artmakta, ne de boyları kısalmaktadır. Bu uygunsuzluk bu fiziğin yeterince gelişkin olmadığından değil, aşırı gelişkin olmasından çıkmaktadır. Tabiri caiz ise, birinin çıkıp, daha geri bir Newton teorisi ortaya atması gerekmektedir ki, hergün karşılaşılan olaylar kavranabilsin. Bu elbette bir "ilerleme" değil, bir "gerilemedir". Ya da geometri alanında, ilk geometri oklit geometrisi yerine iki nokta arasındaki en kısa mesafe bir eğiridir diyen aksiyom üzerinde yükselen bir geometri olsaydı. Bu takdirde örneğin üçgenlerin iç açıları toplamları hep 180'den büyük ya da küçük çıkacaktı. Ama arazi alıp satmaya kalktığınızda, bu geometrinin hiç de işe yaramadığını görecektiniz. Çünkü yeryüzünde, günlük hayatta iki nokta arasındaki en kısa mesafe bir doğrudur. Lobaçevski geometrisi bu durumda yeterince gelişmediğinden değil, çok ileri olduğundan yetersiz kalır, pratik işler için bir Euclit'e gerek vardır. Marksizmin durumu da tam bu örneklere benzer. Örneğin Marks kendisi bile hayatı boyunca, hep ileri ülkelerde devrim beklemiş (tarihsel maddeciliğin temel önermesi gelişmenin belli bir aşamasında var olan üretim ilişkileriyle çelişkiden söz edildiğine göre, sosyalist devrimin en gelişkin bu çelişkinin en yüksek olduğu ülkelerde olması gerekir) ama hep de yanılmıştır. Yani marksitlerin ya da Tarihsel Maddeciliğin bir çok ön görüleri yaşadığımız hayatta gerçekleşmiyor. İki nokta arasındaki en kısa mesafe hep bir doğru çıkıyor, Marks'ın dediği gibi bir eğri değil. İşte Marksizmin bu günkü problemleri, onun çok yüksek bir soyutlama düzeyine dayanmasından kaynaklanmaktadır. Yani bugün Marksizmin ihtiyacı olanlar Einsteinler değil, Newton'lardır 42
G. Gündüz:"Yıkılanın sosyalizm olmadığını düşünenler için Marksizmin bunalımı söz konusu değildir" (s.5) "Belli bir sosyalizm anlayışının, Stalinizmin bunalımıdır yıkılmakta olan, 60 yıldır dünya işçi sınıfına "sosyalizm" diye dayatılan Stalinizmdir" Doğan Tarkan: "Marksizm bugün kriz içinde değildir. Kriz içinde olan Stalinizmdir"
72
73
olabileceğini, bu reform hareketinin hangi saiklerle niçin başladığını ele alır. Aslında yazısının başlığının “Gobaçov Reformlarının nedenleri, gelişme eğilimleri” gibi bir şey olması gerekirdi.43 Bir Kurtuluşçu öğreti olarak Marksizmin sorunlarına ise pek az değinilmektedir. Sadece ilginç ve çok tehlikeli bir görüş Oya Baydar ve Orhan Silier’de ifadesini bulmakta, kısmen bu görüşün izlerine A.Kaçmaz’da da rastlanmaktadır. Bu görüşe göre, Marksizmin kitleselleşmesi onun tekçileşmesine, dogmatikleşmesine yol açmaktadır. Bu tarihsel gerçekliğin ters yüz edilmesidir. Sovyetlerde “tekçileşme” ve “dogmatikleşme”,44 kitleselleşme değil, tabiri caiz ise, kitlelerden kopma, “devletleşme”, bürokratlaşma sonucunda ortaya çıkmıştır.45 Elbette bir bilim olarak Marksizm ile bir kurtuluşçu öğreti olarak Marksizm arasında daima gerilim olagelmiştir. Bir bilim olarak Marksizm kavranması için çok yüksek bir bilgi ve kültür düzeyini var sayar, ama amacına ulaşması için en cahil, en geri bırakılmış yığınları programına kazanması, örgütlemesi gerekir. Marksist bir bilim adamı olarak, sürekli Marksizmden bile kuşkulanmakla yükümlüdür. Eşitlik ideali için mücadele eden bir insan olarak ise, hiç bir kuşku duymaması gerekir. Elbet bunlar ciddi sorunlar ve hayatın kendisinde bulunan çelişkilerdir. Ama bu sorunları incelemek başka, kolayına kaçıp ne 43
Mahir Sayın'ın konusu Günümüz Marksizm'in konusu olmadığından görüşlerinin bir eleştirisine girmiyoruz. Mahir sayının da garip bir sosyalizm tarihi anlayışı var. İncil'de, Kuran'da, sıradan cep romanlarında her zaman görülecek türden. Bir şeytan ya da kötü vardır, hep üstün gelir ama bir de iyi olan vardır ki, eninde sonunda kötüyü yener. Mahir Sayın'da bu felsefe, Marksizm ve Ekonomizm'dir biçiminde ortaya çıkar. Bir Ekonomizm vardır. Nereden kaynaklandığı, nerede gizlendiği bilinmez. Hemen Marksizme egemen olur. Ama birde Lenin gibilerin esas Marksizmi vardır. Bir yolunu bulup bu ekonomizmi yere serer. Ama ekonomizm ne yapar yapar tekrar duruma hakim olur. İçimizdeki şeytan gibi bir şeydir anlaşılan. 44
Aslında "revizyonistleşme" demek gerekir. Kavramlar burada da yanlış kullanılıyor. Stalin ve diğerleri dogmatik değil, tam aksine revizyonisttirler. "Emeğin Kurtuluşu ancak kendi eseri olabilir"; "emeğin kurtuluşu ne yerel ne de ulusal bir sorun olamaz" gibi temel önermeleri ve metodolojiyi, hiç de Bernstein ya da Kautsky'den geri kalmayacak ölçüde revize etmişlerdir 45
Ahmet Kaçmaz, Marksizmin eyleme yönelmesi ve ideolojileşmesi arasında bir ilişki kuruyor. Oya Baydar şöyle yazıyor: "Tam bu noktada kendi kendime cevaplayamadığım soru, tartışmak istediğim önemli nokta: İnsanların siyasal eyleminden koparılamayacak olan, özelliğini yığınların siyasal, devrimci, dünyayı değiştirici atılımıyla ayrılmaz bağından alan Marksizmin bu ilk aşamada yukardaki tekleştirilmeye kaçınılmaz olarak mahkum olup olmadığı sorusu" (s.3) Aynı mealde Orhan Silier yazıyor: "Marksizmin kitleselleşmesi ve iktidarlaşmasının bu tehlikeyi (yani dogmatizm tehlikesi) daha da arttırmış olduğunu tarihsel deneyim göstermektedir." (s.3-4) Sayın O. Silier de, Marksizmin kitleselleşmesi ile, bir köylü ya da popülist hareketin veya bir bürokratik kastın kmendini Marksist olarak tanımlamasını karıştırmaktadır. Marksizmin işçi kitleleri arasında yaygınlaşması onun dogmatikleşmesini değil aksine, tarihindeki en verimli en yaratıcı dönemi yaşamasını sağlamıştır. Lenin, Rosa, Troçki hep bu dönemin ürünüydüler. Keza, Marksizm iktidarlaşamaz. Bir proletarya diktatörlüğünde, iktidarın, Marksizme göre sınıf olarak proletaryanın elinde olması gerekir, Marksistlerin değil, Marksistler çoğunluğa sahip oldukları sürece hükümeti oluşturabilirler. Sovyet deneyinde olan Marksizmin iktidarlaşması değil, iktidarsızlaşması, bürokrasinin iktidarlaşması ama bunu Marksizm bayrağı altında yapmasıdır.
73
74
kavramsal, ne de olgusal düzeyde doğu olmayan kitleselleşme/doğmatikleşme paralellikleri kurmak yine başkadır. Toparlarsak, A.Kaçmaz’ın tebliği hariç genellikle bildirilerde günümüz ve Marksizm ilişkisi ele alınmamakta, günümüz dünyasındaki olayların Marksistlerin kafalarındakilerle ilişkisinin ayrıca incelenmeye değer zengin bir malzemesini sunmaktadır.
74
Sosyalist Demokrasi Tartýþmalarýnda Pek Tartýþýlmayan Bazý Sorunlarý Açma Denemesi Sunuþ Türkiye’nin Sosyalistleri arasında Sosyalist Demokrasi’nin yaygın olarak tartışılması özellikle Gorbaçov’un meşhur konuşmasından ve Yeni Öncü’deki tartışmalardan sonra başladı. Burada “yaygın olarak” ayrımını yapmak gerekiyor, çünkü konunun Türkiye’nin sosyalistleri arasında tartışılmaya başlaması çok daha eskilere gider46. 46
"Sosyalist Demokrasi" sorununun daha önceden de tartışıldığını belirtmek özellikle gerekiyor, en azından Marks'ın Kapital'i yazarken, birçok fikrin ilk ortaya atıcılarını buluşunu ve onları unutulmaktan kurtarışını anlatmak için kullandığı "tarihsel adaleti yerine getirebilmek" için. Birçok Yeni Öncü taraftarı, bırakalım Türkiye'yi, bu sorunu dünyada ilk defa Yeni Öncü'nün, daha doğrusu Tekin Yılmaz'ın ortaya attığını sanıyor ve bunu ciddi ciddi iddia ediyor. Frankfurt'taki toplantıda, yandaki masada konuşan M.Sayın'ın da "hadi dünyada demeyeyim ama bu tartışmayı Türkiye'de ilk kez biz attık" dediğini duyunca kulaklarıma inanamamıştım. Dünya'da Sol Muhalefet ve Troçkist hareketin oluşumunun ve programını geliştirmesinin temel sorunlarından biri bu olmuştu. Dördüncü Enternasyonal'in programı ve bütün programatik belgeleri buna kanıttır. Bunların yanı sıra, Dördüncü Enternasyonal'in "Sosyalist Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü" adlı programatik metni, sırf bu konuya hasredilmiştir. Diyelim ki bu bilinmiyor. Türkiye'de Eleştiri Yayınevi, söz konusu kararı 12 Eylül öncesinde yayınlamıştı. Mandel'in İşçi Sınıfı Hareketi ve Bürokrasi kitabının Türkçe baskısının tarihi 1975'tir ve bu konuyu ele alır. Vatan Partisi'nde biz, 12 Eylül sonrası dönemde birçok hareketten birçok militan Stalinizmle yüzleştikçe bu sorunla karşılaşmıştır. Doğu ve Batı'nın farkı bu olsa gerek. Batı geleneğinde, biri bir fikri atarken, nerelerden ilham aldığını, o fikrin ilk kez nerede ifade edildiğini araştırıp belirtmeye özen gösterilir. Doğu geleneğinde ise durum tamamen zıttır. Kaynaklar gizlenir ve ilk kez söylendiği imajı yayılır. M.Sayın'ın bunu niye yaptığını anlamak zor değil. O kendisini daima daha geri olana göre tanımlar, ama kendisine o avantajı sağlayan, biçimsizleştirerek ve iğdiş ederek aldığı görüşlerin kaynağını gizlemek zorundadır ki, difransiyel rantı ele geçirebilsin ve o hitap ettiği geri kitlenin önyargılarını ve tepkilerini çekmesin, söylenenleri ciddiye alıp mantık sonuçlarına gidebilecek olanları da şaşırtabilsin. Bu tipik değişmez tavırdır. Sadece Sosyalist Demokrasi konusunda böyle değil, Kadın sorununda da böyledir (Necmi Gül'ün Yeni Öncü'de çıkan "Ben Doğarken İktidar Olmuşum" yazısına bakılabilir.); faşizm sorununda da böyledir (D.Küçükaydın'ın cezaevlerinde elle çoğaltılmış "Bir Siyasi Hükümlü'nün Notlarına Notlar" yazısına bakılabilir.) Bunun adı "Merkezcilik"tir. Devrimcilik ve reformculuk arasında bir ara aşamadır ama kimileri için ebedi bir karakter halini alabilir. Elbet büyük avantajları vardır. Herkesle iyi geçinmeyi sağlar örneğin: Reformist için daha tercih edilirsiniz, çünkü diğerleri kadar "sekter" ve "ideolojik bağnaz" değilsinizdir; devrimci ve radikaller için daha tercih edilirsiniz, çünkü reformist değilsinizdir; Troçkist için daha tercih edilirsiniz, çünkü bir Stalinist değilsinizdir; bir Stalinist için daha tercih edilirsiniz, çünkü Troçkist değilsinizdir vs., vs.. Dünya büyük ve güneşin altında herkese yer var.
Konunun yaygın olarak tartışılmasının yolunu açan Tekin Yılmaz’ın, sorunu aslında ne kadar yanlış bir yerden tutup gerekçelendirdiği ve çelişkileri hakkında söylenmesi gerekenleri E. Kürkçü, O. Dilber, A. Ural ve daha birçokları söylediler ve yazdılar. Ama bütün bu tartışmalarda en ileri gidenler, Troçkist hareket tarafından bu güne kadar savunulmuş olan ve daha ileriye gidebilmek için savunulması gereken görüşleri savunma sınırını aşmadılar. Burada bu görüşler de kısmen tartışma konusu yapılmaya çalışılacaktır. Aslında “Sosyalist Demokrasi” tartışması, Türkiye solu açısından, geçmişin bukağılarından kendini kurtarma denemesinden başka bir şey değildir; 19 yüzyılın ve yirminci yüzyılın başlarının sıradan herhangi bir Marksistinin, sosyalistinin adeta aksiyom kabul ettiği, tartışmayı bile aklına getirmediği (tıpkı dünya devrimi gibi, tıpkı tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağı gibi vs.) görüşleri, anlayışları yeniden edinme çabasından başka bir şey değildir. Bu girişimin tüm çabalara rağmen hala çok az yol kat etmiş olması, şu “Stalinizm” denen ideolojinin işçi ve sosyalist hareket üzerinde nasıl korkunç bir tahribat yarattığı ve onu adeta yüzlerce yıl geriye ittiğinin ilginç bir göstergesidir. Bizler için böylesine az verimli ve muazzam çabalara mal olan kabuller muhtemelen genç kuşaklar veya gelecek bir yükselişin kitlesi tarafından kendiliğinden öyle kabul edilecek şeylerdir.
Bunun kanıtları şimdiden görülebilir. Birkaç yıl önce, Fransa’daki öğrenci grevleri ve yürüyüşleri esnasında, öğrencilerin solcu olmamalarına ve hatta apolitik olmalarına rağmen fiilen yaptıkları Sovyet ve Paris Komünü tipi organlar oluşturmaktan başka bir şey değildi. Hatta onlar, direniş bitince, saçma bürokratik mekanizmalara dönüşmemesi için, direnişi yönetmek için kurdukları organları lağvetme basiretini bile gösterdiler. Bu nedenle, bugünkü sosyalist demokrasi tartışmasında savunulan en radikal (Troçkist) görüşler bile, muhtemelen ilerdeki bir yükselişe yeni bir perspektif vermekten ziyade, ona engel olmama, ona uyum sağlayabilme gibi bir yetenek kazandırabilir. Bu tartışmada savunulan görüşlerin çoğu, kral ve sultanların iradesinin bir zamanlar son derece olağan kabul edilmesi bize bugün ne kadar geri ve saçma görünüyorsa, genç ve gelecek kuşaklara, öylesine geri ve saçma görünecektir. Genç ve gelecek kuşaklarla bir ilişki kurabilme noktası bulabilmek ve onlara bir zamanların tecrübelerini aktarabilmek için her konuda olduğu gibi “Sosyalist Demokrasi” konusunda da daha çağdaş sorunları tartışmaya başlamak gerekiyor. Aşağıdaki Metin, “Sosyalist Demokrasi” konusunda Amsterdam’da yapılan tartışma’da, bir dinleyici olarak söz aldığımızda dile getirmeye çalıştığımız görüşlerin genişletilmiş ve kısmen daha sistematize edilmiş halidir.
Sosyalist Demokrasi Tartýþmasý’nýn Bazý Metodolojik Sorunlarý Sosyalist Demokrasi tartışmaları esas olarak tarihsel deneylerden hareketle yapılmaktadır. 76
Bu klasik Marksist tavırdır. Marks, Paris Komünü’nden önce, kapitalizm ile sosyalizm arasında proletarya diktatörlüğü denen bir geçiş dönemi bulunması gerektiği sonucunu mantıken öngörmüştü, ama bunun ne gibi somut biçimler alabileceği veya alması gerektiği konusunda hemen hiç konuşmamıştı. Ancak Paris Komünü olduktan sohnra, bu tarihsel deneyi sıcağı sıcağına inceleyerek, bu devletin taşıdığı ve taşıması gereken nitelikleri belirlemişti. Lenin’in de tavrı özünde farklı olmamıştır. O, başka vesilelerle de sık sık, mücadele biçim ve örgütlerinin nasıl bir biçim alacağının sistem kurucularının kafalarında değil; toplumsal mücadeleler pratiğinde aranması gerektiğini; teorisyenin görevinin bunları sistematize etmek ve yaygınlaştırmak olduğunu söylemişti. Troçki ve Troçkist gelenek de aynı önermeleri tekrarlamış, devrimden sonrasına ilişkin ne olacağı konusunda tarihsel deneylerden çıkmış klasik sonuçlar dışında pek fazla bir şey söylememe eğiliminde olmuştur. Hatta Türkiye’deki kimi Troçkistler bu eğilimi mutlaklaştırarak, devrimden sonrasına ilişkin bir program yapmayı bile ilke olarak reddetmeye kadar varmışlardır.47 Bu metodolojik ilke, saçmalığa vardırılmış halleri bir yana atılılırsa, elbette her zaman için dayanılması gereken bir temel oluşturur. Ancak bu sadece bir temeldir, sırf temelde kalındığı taktirde sorunun çözümünde ileri gitmek olanaksız hale gelmekte, bu metodolojik yaklaşım diyalektik olarak zıttına dönmekte, derinleştirici değil, derinleşmeyi engelleyici bir fonksiyon görmektedir. Türkiye’deki tartışmalarda da, tarihsel deneylerin ötesine gitmeme, taslaklaştırmayı yanlış bulma nedeniyle, sosyalist demokrasi sorununda, en sıradan insanın bile kafasına gelen sorunlardan kaçılmış olmaktadır. Kim bilir belki de o sorulardan kaçmak için bu ilkenin ardına sığınılmaktadır. Aslında, bu ilkenin ardına sığınmak, kaba bir ampirizm ve objektivizm yapmaktan başka bir anlama gelmemektedir48 bugün. Diyalektik, tarihi aktif, canlı insanın yaptığı bir süreç olarak 47
Bu saçmalığa vardırmanın bir örneği olarak M. Yenice'nin "Devrimci Marksizmde `Geçiş Programı Anlayışı'" adlı kitabı anılabilir. 48
Burada Mandel'in şu satırlarını anmak gerekiyor:
"Kötü bir devrimci, sadece ayakları artık yere basmayan değildir; sadece, devrimci projenin gerçekleştirilmesinin toplumsal objektif ve sübjektif önkoşullarıyla olan bağını yitiren değildir. Ama kötü bir devrimci, aynı zamanda, varolan gerçekliklere, içinde yaşanılan ana, günlük rutinin ufak tefek şeylerine saplanıp kalan; Tarihin beklenmeyen ani ve keskin dönüşlerini önceden kestirebilme duygu ve düşüncesini kaybetmiş olup, geleceğe yönelikliği bir kenara iten ve yanardağ gibi patlayışlar tarafından geçilendir de. Bu anlamda da, geleceğin ufku olmaksızın, gerçekliğin doğru ve tam bir kavranışı olamaz.
"Stalinizmin tarihi felaketinden sonra, bugün Marksistler artık şöyle bir açıklamayla kendilerini sınırlayamazlar: "önce kapitalizmin yıkılması söz konusu, bu yıkımla ortaya çıkacak olan sosyalizmin daha sonra nasıl görüneceğini, somut tarihsel gelişmelerin kendisine bırakalım." Sosyalist antisipasyonun devrimci projeden bu şekilde uzaklaştırılması, bu devrimci projeye, bugün, geniş proleter kitleleri ikna edememeye mahkum ediyor.
"Somut bir sosyalizm görüntüsü, bugün için Batı'da, pratik devrimci günlük politikanın ön şartı oldu. doğu 77
görür. Sadece gelecek tasavvurları değil; gelecek tasavvurlarını reddetmek de gelecek üzerinde yığınların tarihsel tecrübeleri üzerinde bir etkide bulunur. ÿnsanlar, arılardan farklı olarak, daima kafalarında bir takım tasavvurlara göre hareket ederler. Siz bir tasavvur ortaya koymayı reddettiğiniz takdirde orayı ister istemez başka tasavvurlar dolduracak ve bu da o tarihsel deneyi şu ya da bu yönde etkileyecektir. Tasavvurlarda bulunmak kadar, tasavvurlarda bulunmamak ta tarihsel deneyi şu veya bu biçimde etkiler. Somut bir örnek vereyim. Paris Komününü başaran işçiler arasında anarşistlerin, ütopik sosyalistlerin muazzam bir etkisi; aydınlanma düşüncesinin de bir tortusu vardı. Bu etki ve tortu sayesindedir ki, Paris Komünarları şu meşhur ilkelere (Seçilenlerin geri alınması; ortalama işçi ücreti alması vs. gibi) göre örgütlenip davrandılar. Maazallah Paris Komününü yapan işçiler arasında, klasik bir komünist partisinin, Stalinizmin ve Maoizmin etkileri ve tortuları olsaydı, o işçiler herhalde hiç bir zaman Paris Komünü Tipi bir “devlet” yaratmayı akıl edemeyeceklerdi ve bizler hala, Paris Komünü öncesinde Marks’ın olduğu gibi bir tarihsel deneyin gerçekleşmesini bekliyor olacaktık. Gerçekleşen olursa da çarpıklıklarıyla gerçekleşecek, neresinin çarpıklık, neresinin özü olduğunu araştırmak zorlaşacaktı. Bugünün dünya işçi sınıfı hayal gücünü yitirmiş durumdadır. Buna sadece Stalinizm değil; kapitalizmin bizzat kendisi de yol açmaktadır. Öu örnek bir fikir verebilir. Zaman, saniyeler, dakikalar, bütünüyle artı değer üretimiyle birlikte bir anlam kazanmıştır. Kapitalizm açısından her saniyenin bir değeri vardır. İş gücünün bir saniyesinin bile boş geçmesine müsaade edilmemelidir. Makineler bir saniye bile boş durmamalıdır ki, moral yıpranmaya uğramadan önce fizik olarak yıpransın. Sermaye hızla devretmelidir ki kar oranı artsın vs. vs.. Kapitalizm ile ilk yüz yüze gelen insan, bu tempo karşısında isyan edebilir. Ama doğduğu günden beri bunun içinde yaşamış insan, bunun nasıl insanlık dışı bir yarış olduğunu görme yeteneğini bile yitirir. Tabakhanede çalışan işçinin burnu bir süre sonra ufunetin kokusunu almaz olur. Ütopik sosyalistler, anarşistler kapitalizmin bu zaman kültürüne karşı daima bir propaganda yapmışlardır. Belki bu sayededir ki, Paris Komünarlarının ilk yaptıkları ve çok az bilinen işlerden biri saatleri yıkmak olmuştur. Ama bu günün dünyasının proleterleri ayaklandıklarında saatleri yıkmayı akıl edebilecek hayal gücünden bile yoksundurlar. Onlara resmi komünist veya sosyal demokrat partiler, burjuvaziyle aynı zaman kültürünü vermişler, bu kültürü eleştirmeyi akıllarından bile geçirmemişler; eleştirenleri anarşist veya ütopik diye kovuşturmuşlar ve nihayet “Troçkistler” de “ütopik” değil “bilimsel” sosyalist oldukları için hep günlük mücadelenin geçişsel talepleriyle uğraştıklarından, bu işçilerin saatleri yıkmayı düşünebilecek bir fikir kırıntısı bulabilmeleri adeta olanaksız hale gelmiştir. Saati yıkmayı hayal edemeyen işçi, Paris Komünü tipi devlet kurma deneylerine de giremez. Bloku ülkelerindeki -hiç bir zaman sosyalizm olmayan- "reel sosyalizm"den temelden farklı ve ondan üstün olan somut bir alternatifin var oluşu ikna gücü kazanmadıkça, kapitalizm, endüstri ülkelerinin proletaryası tarafından yıkılamayacaktır."
78
Bırakalım geniş yığınları, bugün öncelikle bizlerin, sosyalistlerin ütopyalara ihtiyacı var. Sadece işçiler değil, bizler bile saatleri yıkma gibi bir fikri akıl edemeyecek durumdayız. Bunun içindir ki, sosyalist demokrasi teorisi ve pratiği alanında komünarların nallarını topluyoruz.
Bir şeylerin nasıl olması gerektiği yolundaki projeler onların nasıl olacakları üzerinde bir etkide bulunurlar. O halde, metodolojik olarak kendimizi sadece tarihsel deneyle sınırlamayı bırakmak, günümüzün sorunlarından hareketle, ütopik de olsa projeler ortaya atmak gerekiyor. Biri üç aylık, biri üç yıllık, çok olağanüstü koşullarda geçmiş ve ikisi de yenilmiş bu iki deney günümüzün işçi sınıfının ve günümüzün dünyasının sorunlarına ve olanaklarına cevap vermez. Kendimizi bu deneylerle sınırlamak, pratikte, günümüzün sorunlarını atlamak, görmezden gelmek sonucunu verir.
Özetlersek, Sosyalist Demokrasi tartışmasında, tüm tarafların dayandığını söylediği metodolojik varsayım: sadece tarihsel deneylerin incelenmesinden hareket edilebileceği, taslaklar yapılamayacağı anlayışı, bugün için tartışmanın gelişmesinin engeli haline gelmiştir. Ele alınması gereken ikinci bir metodolojik sorun da, Sosyalist demokrasi sorununun hangi felsefi kategoriler alınına girdiği sorunudur. Paris Komünü ya da Sovyet tipi devlet dediğimiz, sosyalist demokrasi veya proletarya diktatörlüğü diye adlandırdığımız şey bir devlettir, yani bir araçtır. Araç dediğimiz an, kendiliğinden, yapı ve işlev kategorileri gündeme gelir. Herhangi bir aracın yapısını belirleyen onun işlevleridir. Yapı bir bakıma yoğunlaşmış işlevdir. İşlevler de yapının ruhudur denilebilir. Gerek toplumsal, gerek fiziksel ve organik bütün aletler, bütün araçlar için geçerli ilk sorun yapı ve işlev arasındaki uyumun nasıl sağlanacağıdır. Yani beklenen fonksiyonları en iyi nasıl bir yapı yerine getirebilir sorunu. Bu aynı zamanda tüm tekniğin temel sorusudur. Bu anlamda parti, devlet, sendikalar vs. teorileri, modelleri bir bakıma teknik düzeyindeki sorulara cevaptırlar. Marks’ın Paris Komünü üzerine yazdıkları dikkatlice okunursa, onun sorunu bütünüyle, belirli işlevlerin en iyi hangi tür yapılarla çözülebileceği veya çözüldüğü problematiği çerçevesinde ele aldığı görülür. Paris Komünü’nü tıpkı bir otomobil mühendisinin, teknik bir dergide, yeni çıkmış bir otomobili tahlil ederken, belli sorunların hangi mekanizmalarla ne ölçüde çözüldüğünü incelemesi gibi incelemiştir.
79
Proletarya Diktatörlüðü Deneylerinde Hangi Problemler Çözülmeye Çalýþýlmýþtý? Paris komünarlarının tedbirlerinin ardındaki temel problem ne idi? Aracın kendi kontrolleri dışına çıkmasını engellemek; onların hizmetinde kalmasını sağlamak; onların üzerinde bir egemen haline dönüşmesinin yolunu kesmek ve olağanüstü koşullar nedeniyle tek bir irade gibi davranıp hızlı kararlar alıp uygulayabilmek.49 Komünün tedbirlerinin ardında bu problemler yatmaktadır; mekanizmalar bu problemleri çözmeye yöneliktir ve Marks da onları aynen böyle ele almıştır. Seçilenlerin her an geri alınabilmesi; ortalama işçi ücretinden fazla maaş almaması; tüm karar alıcı devlet görevlilerinin seçilmesi. Bu üç özellikten ikisi, asıl ile vekil, seçen ile seçilen ilişkisini düzenlemekte; seçilenin seçenden bağımsızlaşmasını engellemeye çalışmaktadır. Üçüncü ilke, tüm memurların seçilmesi, bir bütün olarak devlet denen aracın kontrol altına alınmasına yöneliktir. Yasama, yürütme ve yargının birliği ise, daha ziyade hızlı ve etkili karar alıp uygulama amacına yönelik, özel olarak olağanüstü koşullardan çıkmış gibi görünmektedir. (Aslında bu konu iyice incelenmelidir.) Sovyet devriminde bunlara ek olarak, örgütlenmenin fabrikalar temelinde olduğu görülür. Bir diğer farkı da, köylü sovyetlerinde temsilci seçebilmek için gerekli oy sayısının işçi sovyetlerine göre kat be ket fazla olmasıdır. Bu tedbirlerin de, bir yandan hala şehirlerin büyük çoğunluğunu oluşturan küçük burjuvazi ve burjuvaziyi temsil organlarının belirlenmesinin dışında tutmak; diğer yandan da, muazzam köylü nüfusun ağırlığını azaltmak ama karşıya da itmemek kaygısı açıkça görülmektedir. Paris komünarlarının, nüfusun belli bir bölümünü oylamanın dışında bırakmak gibi bir çabası, bunun için de örneğin iş yerlerine göre temsilci seçme ilkesi gibi bir ilkesi olmamıştı, çünkü savaş dolayısıyla Paris’te sadece işçiler kalmıştı. Keza Paris Komünü sadece bir şehirle sınırlı bır “devlet” olduğu için, yani köylülük olmadığı için, köylüler karşısında nasıl tavır alınacağına ilişkin bir sorun, dolayısıyla bir çözüm teşebbüsü de yoktur. Bu tarihsel tecrübelerden çıkan, sosyalist devrimlerin sınıf içindeki geleceğe ilişkin tasavvurlara ve önündeki acil sorunlara göre yapılar oluşturduğudur. Devletin ezilenlerin üzerinde yükselmemesi onların hizmetçisi olması, temel bir kaygıdır ve bütün tedbirlerde bu kaygının damgası vardır.50 49
Paris Komünü'nün tedbirleri burjuvaziye karşı olmaktan ziyade, işçileri ve halkı kendi temsilcilerine karşı; onların bağımsızlaşmasına ve kendilerini seçenlerin üzerinde bir iktidar olmaları tehlikesine karşı alınmış gibi görünüyorlar. Aslında bu konuyu Paris Komünü'nün Zabıtları gibi belgelerden incelemek gerekiyor. Bu anlamda, Bürokrasi'ye karşı çok devrimci bir anlama sahiptirler. 50
Seçmek, seçileni geri almak, az para vermek vs. Bütün bunlar, sadece tedbirlerdir, garantiler değil. Otomatikman, seçilenlerin seçenlerin kontrolü altında kalmasını sağlayamazlar. Bunu en iyi partilerde, kitle örgütlerinde görmek mümkündür. Her birinin çok daha seçme üyeleri olduğu halde, hatta üyelerin beşte biri bile istese seçimler yenilenebildiği halde, yönetim organlarının nasıl bürokratlaşıp, işleri 80
Devletin ezilenlerin üzerinde yükselmemesi, onların hizmetçisi olarak kalması, özünde şu tedbirlere bağladır: Ezilenlerin silahlı olması, özel silahlı adamlar olmaması; bütün görevlilerin seçilmesi ve kendisini seçenlerin direktiflerine uymadığında, kendisinin veya seçenlerin fikri değiştiğinde geri alınabilmesi. Aslında geri alabilme ve seçilene ortalama işçi ücreti ilkeleri, aynı zamanda, seçilenlere duyulan güvensizliğin, onların yozlaşmasını, kendilerini manüple etmesini engellemenin tedbirleri olarak görülmektedir.
Görüþlerin Seçmenler Ýçindeki Oranýnýn Temsilcilere Yansýmasý ile Seçilenlerin Her An Geri Alýnabilmesi Sorunlarýnýn Çeliþkisi Şimdi şu soruya geçebiliriz. Gelecek bir devrimin başka ne gibi kaygıları olabilir ve bunlara karşı ne gibi mekanizmalar öngörülebilir? Gelecek bir devrim ne gibi sorunlar ortaya çıkaracaktır? Seçilenin geri alınabilmesi, yani seçenlerin kontrolü dışına çıkmasının engellenmesi için bulunan bu yöntem ile, nüfusun farklı görüşlerinin nüfus içindeki oranlarına en yakın düzeyde temsil edilmelerini sağlamaya yönelik yöntemler çelişki içindedir. Yani her ilacın bir yan etkisi olması gibi, geri alma ilkesi nispi temsil ilkesini zedeler. Geri almak için, her temsilcinin belli bir bölgenin ya da grubun temsilcisi olması gerekir. Çünkü kimin hangi seçmenler grubunun temsilcisi olduğunu bilmenin bir başka yolu yoktur. Ancak seçimleri bu ilkeye göre yaptığınız takdirde, örneğin nüfus içinde yüzde otuz oranında oyu olan bir partinin, karşisindaki oylar, birçok partiye, belli bölgelerden yoğunlaşmadan, bölündüğü takdirde temsilcilerin yüzde yüzünü elde etmesi gibi bir sonucu olur. Bu sonuç, sık sık da gerçekleşir aslında. Örneğin ANAP iktidarında olduğu gibi. Bu durumda, yüzde otuz oyla seçilen partinin, istediğini meşru yollardan, hem de nüfusun yüzde yetmişine karşı yapmasının önünde hiç bir engel olamaz. Bu hiç de, seçilenin seçmenlerin kontrolü dışında davranmasından daha az tehlikeli değildir. Ancak, bu tehlikeye karşı tedbir aldığınız takdirde ise, ülke ye da büyük bölgeler ölçüsünde gruplaşmalar yapmak zorundasınızdır. Böylece oranların azami ölçüde yansımasını sağladığınız takdirde, bir temsilcinin hangi grubun temsilcisi olduğu kesin olarak bilinemeyeceğinden, onu kimin geri alacağını belirlemek olanaksızlaşacaktır. Bu sorun nasıl çözülebilir? Bu sorunu çözmenin yolu, iki yöntemin optimum bir bileşenini bulmak olabilir. Örneğin, Vatan Partisi programında Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bu sorunu çözmek için, seçimin nispi temsile göre yapılmasını, ama seçildikten sonra, her temsilcinin, belli bir bölgenin “sağdıcı” olmasını önerir. Sağdıcı olduğu bölge o temsilciyi her an için geri alabilir. manüple edebildiği gözler önüne getirilsin. Sadece Ekim Devrimi ve Paris Komünü değil, bunların ikincisinin kontrolden çıkması da bir deneydir ve sonuçlar çıkarılması gerekir.
81
Konu daha incelenebilir. Bizlerin, sosyalistlerin, artık hala, temsilcileri geri almaktan söz edip, bunun nispi temsil ile çelişkisini görmezden gelmeyi bırakmamız gerekiyor. Bu çelişkinin ezilenler bakımından ortaya çıkardığı sorunlar karşısında, kafamızı deve kuşu gibi kuma gömerce, davranmayı bırakmamız gerekiyor. Ortada ciddi bir sorun vardır ve “tarihsel deney”in ardına sığınıp bu sorundan kaçılamaz. Kimseyi ikna edemezsiniz. Bir model geliştirmeniz gerekir. Gerekiyor çünkü toplumsal yapıdaki değişmeler bu sorunu çok daha acil hale getiriyor. Bugün dünyanın bütün ülkelerinde genel oy genelleşmiştir ve solcu, ilerici partiler, dar bölgeyi savunan burjuva partileri karşısında nisbi temsil sistemini savunmaktadırlar. Hem nispi temsil sistemi yığınların bilincinde köklü bir yer ettiği için, hem de muhalefetteyken savunulan nispi temsili iktidara gelince reddetme tutarsızlığından kurtulmak için bu sorunu gündeme koymak gerekmektedir.
Diðer Emekçi Tabakalarýn Oy Haklarý ve Aðýrlýklarý Sorunu Sosyalist demokrasi tartışmalarında işçiler dışındaki toplum kesimlerini oy hakkından mahrum etmek veya örneğin on köylü oyunun ağırlığını bir işçi oyuna indirgemek ve sovyetleri fabrikalara göre örgütlemek gibi görüşler açıkça savunulmaktadır51. Ekim devrimi örneğine dayandığı için de bu model eleştirilmez tabu olarak kalmaktadır. Bu günün dünyasında bu tedbirleri uygulamak olanaksız olduğu gibi gereksizdir de. Rus köylüsü genel oyu hiç tanımamıştı. Ama bugün dünyanın hemen bütün parlamenter sistemlerinde köylü genel oyu tanımakta ve bunu güçlü bir silah olarak kullanmaktadır. Eğer bir parti, açıkça köylülerin ağırlığını azaltacak tedbirler alacaksa ve sosyalist olduğu iddiasındaysa, köylülere açıkça böyle yapacağını söylemesi gerekir, teorik organlarının satır aralarında değil. Böyle bir partiye ise o zaman sadece köylüler değil, işçiler bile destek vermez. Ve nüfusun çoğunluğunu sağlamadan devrim yapılamaz. Öu halde köylülerin de tıpkı işçiler gibi bire bir temsilcileri ve ağırlıkları olması gerekiyor. Ama sorun burada da bitmiyor. Bugün için şehir nüfusunun da büyük bir bölümü işçi değildir. Aslında fabrika işçileri, bütün ülkelerde nüfusun çok küçük bir bölümünü oluşturmaktadır. Dağınık çok geniş bir ücretliler kesimi de bulunmaktadır. Keza şehir küçük burjuvaları, işsizler vs. de var. Bütün bunların seçme ve seçilme hakları da alınamaz bugünün dünyasında. Bunu almaya kalktığınız takdirde, o toplum kesimlerini karşıya itip kendinizi tecrit edersiniz. Yani bugünkü dünyada, işçilerin nüfus içindeki zayıf konumlarını yüksek oranda temsil ettirmeye yönelik tedbirler, bizzat o işçi iktidarına karşı çalışırlar. Rus devriminin bu soruna bulduğu çözümü uygulamanın olanağı olmayacak, uygulandığı takdirde, çözülenden çok daha büyük problemler yaratacaktır muhtemelen. Avrupa'da yaptığımız Sosyalist Forum toplantılarında Sosyalist İşçi dergisinden arkadaşlar bu tedbirleri açıkça savunuyorlardı. Bunların Proletarya diktatörlüğünün özü olduğunu söylüyorlardı. 51
82
Ama bu da ister istemez, proleter olmayan tabaka ve sınıfların; ya da toplumun daha geri ve istikrarsız kesimlerinin ağırlığının sosyalist bir demokraside aynen yansıyacağını; böyle bir sistemin ne ölçüde sınıfsız bir topluma gitmeye yetenekli olduğu sorusunu gündeme getirir. Bu sorunun üzerinden hep atlanmaktadır.
Ýþ Yerlerine Göre Sovyetler Günümüzde Ýþçi Sýnýfýnýn Ýradesini Yansýtmaya Ne Ölçüde Hizmet Eder? Ancak sorun bununla da bitmiyor. Sovyet devriminde, işçi sovyetlerinde, temsilciler fabrikalara göre seçiliyordu. Küçük işyerleri ise birleştirilip temsilci seçiyorlardı. Bugün bu tedbiri uygulamaya kalkmak, işçi sınıfının çok büyük bir bölümünü, yani küçük işyerlerinde çalışan bölümünü yeterince tanımadığı insanları seçmek zorunda bırakmak olur. Küçük işyerinde çalışan işçiler kendi işyerindeki insanları tanır. Halbuki temsilcisini kendisi gibi daha onlarcası bir araya gelerek seçebilecektir, ama işyerine bağlı olduğu takdirde onları tanıma olanağı bulamayacaktır. İşçinin gerçek yaşam alanı, toplumsal çevresi oturduğu mekandır. Oturulan ve çalışılan mekan modern toplumda birbirinden tamamen kopmuştur. Bu durumda fabrikalara göre seçim ilkesi, işçi sınıfının kendi içindeki eğilimleri en iyi şekilde seçmesine olanak sağlamayacaktır. İşçi sınıfının bir zümresini, büyük fabrika işçisini avantajlı hale getirecektir. Aslında büyük iş yerinin kendisinde de Rus Devrimi dönemine göre problemler çıkmaktadır. Rus Devrimini yapan işçiler, Fordist yöntemlerle, makinenin basit bir parçası durumuna düşmüş işçiler değillerdi. Kısmen belli zanaatları vardı. En azından belli aletlere egemendiler. Fabrika içinde işçilerin birbiriyle oldukça sık kontak kurma, birbirlerini tanıma olanağı oluyordu. Fordist büyük fabrikada bu avantaj büyük ölçüde kaybolmuştur. Bir yanda aptallaşmış, makinenin basit bir eki haline gelmiş düz işçi, diğer yanda ise, üretimdeki konumu bakımından değil ama gelir ve toplumsal konumu bakımından işçi sayılamayacak teknisyenler vardır. İşçiler arasında kontak çok sınırlı, hatta olanaksızdır. Bu işçi tipi, kısmen mesleği olan işçiye göre daima daha az mücadele ve hayal gücü yeteneği göstermiştir. Fordizm ötesi elektronik yöntemlerle üretimde ise, işçilerin konsantrasyonu hızla azaldığı gibi, ev tekrar bir işyeri haline dönmektedir. Bütün bu nedenlerle, fabrikalara göre seçim ilkesini uygulamaya kalkmak bizzat işçi sınıfının kendisine karşı bir engel haline gelme, kendi iradesini, en iyi bir şekilde ifade olanağını sınırlama sonucunu vermektedir. Buna nasıl bir çözüm bulunacaktır? Bu takdirde, bir işçi demokrasisini, iş yerlerine göre seçme olmayacağına, genel oy olacağına göre (burjuvazinin oy hakkı alınsa bile nüfusun geri kalanı diğer emekçi ve küçük burjuvalardır ve onlara karşı burjuvaziye davranıldığı gibi davranılamaz.) bu sosyalist demokrasiyi, (işçilerin silahlı olması, yöneticilerin seçilmesi, ve kısmen geri alması; seçilenlere ortalama işçi ücretini vermesi dışında) parlamentarizmden
83
ayıran özellikler neler olacaktır?52 Hem emekçi nüfusa genel oy hakkını korumak, hem de işçilerin ağırlıklarını yüksek tutmak ve iradelerini yansıtmak arasındaki çelişkiyi çözmek için, yine ortalama, optimal yöntemler bulmak ve önermek gerekmektedir. Modern toplumda her devrim bu sorunlarla karşılaşmak zorundadır.
Partiler Sorunu Modern toplumda, yığınların iradesini şekillendirebilmesi için partilerden başka olanak yoktur. Kesinlikle hiç bir ideolojik sınırlama olmaksızın her türlü propaganda ajitasyon ve örgütlenme serbest olmalıdır. (Burada çok karıştırılan bir şey var. Burjuvazinin oy hakkını, seçme seçilme hakkını almak başkadır, burjuva partileri yasaklamak başka. Burjuva partileri yasaklanamaz. Hiç bir burjuva partisi ben burjuva partisiyim demez. Ancak biçimsel bir şekilde, örneğin, üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti kurmak isteyen partiler kurulamaz türünden sınırlamalar getirilebilir. Böylece burjuva partileri yasa dışına düşürmek mümkün olabilir. Ama bu da 141/142 ne kadar sosyalist partilerin kurulmasına engel olabildiyse o kadar olur. Zaten devrim olunca, burjuvazi bizden daha hızlı komünist olur. Ama örneğin, fabrika sahiplerinin veya geliri şu kadardan yüksek insanların seçme, seçilme hakkı alınabilir. Bu onların fikirlerini ifade edemeyecekleri anlamına gelmez. Onların fikirlerine proleter ve emekçiler oy veriyorsa elden ne gelir.) Öu halde, yasaların biçimsel kurallarına uyduğu takdirde, örneğin silah zoruyla rejimi yıkmaya kalkmadığı takdirde, her türlü fikir ve örgütlenme serbest olmalıdır. Bu ezilenlerin iradesini yansıtmanın tek ve en etkili yoludur. Bu hak sadece iradeyi yansıtmayı sağlamaz, ezilenlerin çeşitli kesimleri arasında uzlaşmaları ve demokratik çözümeri; denge değişimlerindeki yansımaları da sağlar. O Halde, açıkça, hiç bir ideolojik sınırlama getirmeyeceğimize, her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğünü savunacağımıza ve işçilerin savunması gerektiğine açıkça yer vermemiz gerekiyor tasavvurlarımızda. Ancak, partiler dediğimizde başka bir sorunla da karşılaşıyoruz. Modern toplumda temsilci olarak kişilikler değil, fikir sistemleri, programlar seçilmektedir. Partilerin şu veya bu üyesi o partinin üyesi olduğu için seçilir, parti programına uymadığında da atılır. Yani, seçenin seçileni kontrolü dolaylı bir yol izler. Bu kısmen, geri alma sorununa da yardımcı olur. Bu olanağı değerlendiren Kıvılcımlı, parti değiştirenin otomatikman temsilcilik yetkisini yitireceğini yazarak bu kontrolü güçlendirici bir mekanizma önermişti.
52
Tam bu noktada Proletarya diktatörlüğünün özüne geliyoruz. Aslında proletarya diktatörlüğünün özü zor değildir. Onun özü, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmış olmasında yatar. Bu tedbirin kendisi burjuvaziye karşı bir diktatörlük olarak görünür.
84
Diðer Baský Biçimleri ve Sosyalist Demokrasi Bir başka sorun. Toplumdaki tek ezilenler işçiler değildir ve bir işçi iktidarının amacı, sadece kapitalist sömürüyü değil, her türlü baskıyı ortadan kaldırmak olmalıdır. Öte yandan, bir baskı biçimine uğramak, diğer baskı biçimlerine karşı aynı ölçüde hassasiyeti otomatikman yaratmıyor. Örneğin işçi sınıfı ırkçı ve seksist baskılara karşı duyarsız olabildiği gibi bizzat kendisi bu baskıları yapabiliyor. Aslında bunlara uğrayanlar da işçi sınıfı içinde üyelere sahip olmalarına rağmen, uğradıkları özgül baskı biçimleri aracılığıyla temsil edilmedikleri için, fiiliyatta var olan ayrılık ve baskının yansıması engellendiğinden, tıpkı burjuva toplumunda herkesi biçimsel olarak eşit kabul etme ama fiiliyatta öyle olmaması nedeniyle üst durumda olanın egemenliğini gizlenmesi ve pekiştirilmesi gibi, baskının yeniden üretilmesine ve gizlenmesine hizmet ediyor. Kadın hareketi ve siyah hareketi bunu açıkça kanıtlamış durumda. Bu da bir tarihsel deneydir. Bugün azınlıklar, kadınlar vs. örgütlerde, kotalar, özel imtiyazlar, otonom yapılarla bu özgül ezilmelerine karşı araçlar geliştiriyorlar.
Aynı şey, bölgeler için de geçerlidir. Evet, özel, genele tabidir ama bunun da bir dengesi, sınırı olmalıdır. Çoğunluk azınlığa her istediğini yapamamalıdır. Aslında demokrasinin tarihi, çoğunluğun kendi haklarını sınırlamasının, belli kriterlere göre azınlıklar hakkında karar hakkından vazgeçmesinin tarihidir. Örneğin, azınlıkların ana dilde eğitim hakkını düşünelim. Demokrasi, “azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden idare tarzı” (Lenin) olduğuna göre, pekala nüfusun büyük çoğunluğu, “kardeşim demokrasi bu, eh biz de çoğunluğuz, siz bize uyacaksınız, biz çoğunluk olarak karar alıyoruz, azınlık olarak dilinizi kullanamayacaksınız” diyebilir53. Demokrasinin bu olanağı sağlamasına karşı, ezilenlerin çeşitli mücadeleleri sonunda çoğunluğun haklarını sınırlayan ilkeler getirilmiştir. Buna insan hakları, kadın hakları, azınlık hakları vs. denebilir. Bütün bunlar, aslında çoğunluğun bir bakıma kendi iradesiyle kendi haklarını kısıtlamalarıdır. Demokrasi, azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden rejim olmasına rağmen, demokrasinin gelişmesi, bir bakıma, çoğunlukların azınlıklar hakkında onların uymasını zorlayabilecekleri kararlar alma yetkilerinin kısıtlanmasının tarihidir. Toplumun gerçeği aynı zamanda bölgelerdir, yaşam birimleridir vs.. Ülke çoğunluğu istedi diye belli bir bölgeye fabrika kurulmaya karar verildiğinde o bölgenin halkı bunu istemiyorsa ne olacaktır? Bütün bunlar için mekanizmalar gerekmektedir. Çeşitli azınlık ve bölgelerin sadece olağan kanallardan yansımasının yanı sıra, tıpkı burjuva devletlerindeki “senato” gibi, sınıfsal, cinsel, ırksal, bölgesel, yaş grupsal vs. kategorilere göre de insanların nüfus içindeki oranları ölçüsünde temsil edilebilecekleri, bir tür denge oluşturabilecek organlar kurulması, kesinlikle savunmamız gereken, hayallerimizde yeri olması gereken bir konudur. Ancak Lenin demokrasinin şovenizmle, azınlıkların ezilmesiyle çelişmediğini çok iyi kavramıştı. Onun için örneğin azınlık sorunlarını incelerken hep "özel türden bir demokrasi", yani çoğunluğun istediği alanda istediği türden karar alamayacağı bir demokrasi gereğinden söz eder. 53
85
böylece tüm ezilenlerin bir ittifakı ve ortak bir cephesinin yolu açılıp, körlüklere son verilebilir. Ancak böylece işçilerin çeşitli zümrelerinin yeterince temsil edilmesi sağlanabilir.
Doðrudan Demokrasi Olanaklarý Bütün buraya kadar sayılan sorunlar, günümüz dünyasının sorunları. Ama günümüz dünyası, sorunlar kadar yeni çözümlerin de olanaklarını açmaktadır. Bir kere, tekrar doğrudan demokrasiye dönüşün yolu elektronik aracılığıyla açılmıştır. Burjuvazinin böyle bir derdi olmadığı için pek kullanmıyor. Aslında, Paris Komünü’nün aldığı kararlar, dolaylı demokrasinin yol açtığı sorunları giderme çabası olarak da ele alınabilir. Eğer insanlar bir alana toplanıp, birlikte tartışıp karar alsalar ve uygulasalar, bütün o Paris Komünü tedbirlerine gerek kalmazdı. Ancak, modern toplum koca bir ülkedir, şehirdir. Yüz binlerce, milyonlarca insan bir araya gelemez, gelse tartışamaz. Her şeyden önce fiziki sınırlar vardır. Bunun içindir ki, dolaylı demokrasi denen temsilcilik mekanizmaları geliştirilmiştir. Bu mekanizmalar da, bu sorunu çözmüş ama bu sefer başka problemler çıkarmıştır. O problemlerin çözülmesi de başka. Bütün bunlardan kurtulmanın aslında çok kolay bir yolu var: Suyu kaynağından kesmek. Doğrudan demokrasi olsa, örneğin Paris Komünü’ün o meşhur tedbirlerinin hiç birine gerek kalmaz. Ancak bilgisayarlar sayesinde, modern teknoloji sayesinde doğrudan demokrasiyi yeniden, başka bir düzeyde kurmak mümkün görünmektedir. Bugün bazı televizyon programlarında bile, dinleyicilerin telefonları aracılığıyla, dinleyicilerin eğilimlerindeki değişmeler anında öğrenilebiliyor. Her evdeki telefona takılabilecek küçük bir alet aracılığıyla, nüfusun tamamının, hiç bir bürokratik işleme başvurmadan hangi görüş ve tercihlerde olduğu bugün kolaylıkla tespit edilebilir. Bu tür doğrudan demokrasi mekanizmalarının kesinlikle programımızda yeri olması gerekir, hiç olmazsa bir hedef olarak.
Sosyalist Demokrasi’nin Ýlkesi ve Maddi Temeli Ancak, bütün bunların hepsi bir bakıma işin üst yapısıdır. Toplumdaki zenginlikler belli kişilerin elinden alınmış olmalıdır. Yani salonlar, matbaalar, kağıtlar özel mülkiyette olmamalı. Peki, ama bütün bunları kim, hangi ilkeye göre dağıtacak? Bütün kağıt, matbaa gibi propaganda araçları, bütünüyle devletin elinde olmalı, ancak kesinlikle belirlenmiş kurallara göre bunların dağılımını düzenlemekle yetinmelidir. Bu kural ve oranların nasıl olması gerektiği konusunda şimdiden bir şey söylenemez. Nüfus içindeki güçler ilişkisi belirleyici olabilir. Ancak, nasıl, bolluğun olmadığı bir toplumda, herkese emeğine göre ilkesi geçerli olmak zorundaysa, propaganda olanaklarında da herkese üyesine ve / veya oyuna göre ilkesi geçerli olmak zorundadır.
86
Bu konuya son vermeden önce bir kaç değinme yapmak istiyorum.
Birincisi, şu sosyalist demokrasi tartışmasının adına ilişkindir. Ben de bu adı kullanıyorum ama, yanlışlığını ne yerine kullandığımı bilerek ve herkes öyle kullandığı için. Sosyalist demokrasiden kimileri gibi sırf sosyalistler için geçerli bir demokrasi kast edilmiyorsa, kastedilen proleter demokrasisidir. Yani proletarya diktatörlüğü, diğer bir değişle geçiş dönemi ve onun demokrasisi. Sosyalizmde ise proletarya olmayacaktır. Sosyalizm sınıfsız toplumdur54. Burjuva, küçük burjuva yoksa, proleter de yoktur, üreticiler vardır. Böyle bir toplumda da, demokrasiye ihtiyaç olacaktır. Gürül gürül akan bir bolluk olmadığı sürece, çalışmayana ekmek yoksa bu ilkeyi uygulamak için uygulayacak bir mekanizma, azınlık çoğunluk ilişkisi olacaktır. Azınlığın çoğunluğa uyduğu yerde demokrasi vardır, olacaktır. Azınlığın çoğunluğa uyma zorunluluğundan kurtulduğu yerde ise özgürlük: bunun maddi temeli de korkunç bir bolluk olabilir. Her alanda. Ama tartışmalarda tartışılan, bu, sosyalist toplumdaki, burjuva adaletini, yani eşitliği sağlayan demokrasi değildir. Ondan önceki, geçiş döneminde, hem karşı devrimci sınıfların saldırıları karşısında ezilenlerin egemenliğini savunacak, hem ezilen sınıflar arasındaki ittifakı koruyacak hem de bu arada kendi yok oluşunun koşullarını ve ilk adımlarını atacak bir araçtır. Bu dönemde henüz herkes için eşitlik olamayacaktır maalesef. Bir saat çalışan herkes, sosyalist bir toplumda olduğu gibi ne iş yaparsa yapsın bir saatin parasını eşit olarak almayacaktır henüz. Bu dönemde bir mühendisin bir saati ile sıradan bir işçinin bir saati arasında bir fark olacaktır. Bu fark bugünkü toplumla kıyaslanmayacak ölçüde azalmış olsa ve azalma eğilimi göstermek zorunda olsa da. O halde, sosyalist demokrasi adı yanlıştır, ona geçiş dönemi demokrasisi, proleter demokrasisi demek, tartışılan şeyi daha doğru açıklardı. Bir başka sorun, diktatörlük kavramının iki farklı kullanımını ve anlamını ayırmamaktır. Bu ayıramayış bu konudaki tartışmaları iyice anlaşılmaz kılabiliyor. Diktatörlük kavramı sosyolojik olarak demokrasi kavramıyla özdeştir. Proletarya diktatörlüğünün özünü Lenin’in dediği gibi zor bile oluşturmaz. Diyelim ki, burjuvaziye her hakkı verdiniz. Sadece onun bütün servetini aldınız. Miras hakkın kaldırdınız. Bunun dışında hiç bir kısıtlama getirmiyorsunuz. İşte tam bu, yani özel mülkiyetin olmaması, burjuvaziye bir diktatörlük olarak görünür. Tıpkı burjuvazinin bütün hakları proletaryaya tanıması ama özel mülkiyete dayanmasının proletaryaya bir diktatörlük olarak gelmesi gibi. Bu anlamda elbette proleter demokrasisi burjuvaziye karşı, burjuvazinin var oluş koşulunu ortadan kaldırdığı için bir diktatörlüktür. Ancak, diktatörlüğün bir de politik anlamı vardır. Politik anlamıyla diktatörlük, demokrasinin zıddıdır. Bir azınlık ya da bir kişinin çoğunluğun iradesine rağmen zorla 54
Aslında Demokrasi en saf haliyle, bir azınlık çoğunluk ilişkisi olarak yok oluşunun arifesinde sosyalist bir toplumda var olabilir, tıpkı metaın özünün tüm saflığıyla, yok olmadan önce, kapitalist toplumda ortaya çıkması gibi.
87
egemenliğini kurması, korumasıdır. Bu sistemde özgürlükler, demokratik mekanizmalar yoktur. Ne Marks, ne Engels, ne de Lenin, Proletarya diktatörlüğü ya da burjuva diktatörlüğünden söz ederken onu bu politik anlamıyla kullanmadılar. Onlar hep sosyolojik anlamlarında kullandılar. Ama bugün, bürokratik diktatörlükleri savunanlar, diktatörlüğün bu iki anlamı arasındaki kaymalardan yararlanarak, kolaylıkla politik olarak diktatörlüklerini meşru göstermeye çalışıyorlar. Proleter demokrasisi için tartışmalarda, özellikle Troçkist görüşlerden arkadaşlar, çok partinin olması gerektiğini, çünkü işçi sınıfının yekpare olmadığını söyleyerek bunu gerekçelendiriyorlar. Kanımca bu tutarlı bir gerekçelendirme değildir. Birincisi, işçi sınıfı tabakalarının eğilimlerinin ayrı partilerde ifade bulacağı gibi bir anlama gelir ki, bu çoğu kez pek doğru değildir, partiler ve onların temsil ettikleri güçler arasındaki ilişki bu kadar mekanik değildir. Bu gerekçelendirmeye göre, proletarya çeşitli zümrelerden oluşmasa çok partiye gerek olmayacaktır. Hayır, proletarya çeşitli zümrelerden oluşmasa da, yekpare olsa da, kısa vadeli çıkarla uzun vadede çıkar; parçanın çıkarıyla bütünün çıkarı özdeş olmadığı için partilere gerek vardır. Partiler, yani farklı görüşler olmadan, çoğunluğun ve azınlığın şekillenmesi yani demokrasi olanaksızdır. Burada, sosyalist demokrasiyle fazla karıştırılan parti içi demokrasi sorununa geçelim. Partiler üyelerini amacını benimseme kriteriyle alırlar. Yani oldukça monolitik yapıları vardır. Ama buna rağmen bir parti içinde bile, bir çoğunluğun oluşabilmesi, belli bir taktik sorununda bir irade ortaya çıkabilmesi için, tabii demokratik yöntemlerle, o parti içinde farklı platformlar olması gerektirir. Bu akıl yürütme, proletarya yekpare olsa da çok parti gerekeceğine bir kanıttır. . Burada bir noktaya daha değinmek gerekiyor. Sosyalist demokrasinin ilkeleri aynen bir partinin ilkeleri haline indirgeniyor. Aslında bunlar son derece farklı ilkelere dayanırlar. Sosyalist bir demokraside, üyelerine hiç bir fraksiyon kurma özgürlüğü tanımayan partiler de olacaktır. Bunları da yasaklayamaz sosyalist demokrasi. Hatta bu tür partiler iktidara da gelebilirler. Ama bu kendi içinde fraksiyon tanımayan partiler, başka partileri yasaklayamazlar. Bir parti üyelerini önceden belli kabullere göre alır, o kabullere uygun davranmayanı atmak hakkına sahiptir. Demokratik bir partide, tartışma ancak o kabullerin alanında geçerli olabilir. Ama bir toplumda öyle değildir, toplumun anayasası amacın şu olacaktır yoksa seni atarım diyemez. O, her bireye amacına çoğunluğu kazanma olanağını sağlar. Partide yerini bulamayan başka parti kurar. Aslında bu tartışmalarda parti içi demokrasinin varlığını sosyalist demokrasinin garantisi gibi koyanlar, eski tek parti anlayışlarını hala yıkmamışlar demektir. Bürokratlaşma sorunu parti içi demokrasiden değil, sosyalist demokrasiden çıkar.
88
Bir diğer sorun, sosyalist demokrasiyi savunanlar, proletaryanın bu organlarda hep en doğru görüşü seçeceği gibi bir varsayımla savunuyorlar. Çocukça bir görüştür bu. Proletarya da ezilen diğer yığınlar da çoğu zaman kendi çıkarlarına aykırı aptalca kararlar almaya eğilimlidirler. Hele genel ve tarihsel çıkarı savunan bir parti, muhtemelen çoğu zaman azınlıkta kalmaya mahkûm bir parti olabilir. Çoğunluk doğru kararlar alacağı ve en doğru partileri iktidara getireceği için değil, hayır, en aptalca kararları alacağı, ama bu en aptalca kararlara rağmen bile, hiçbir tedbirin, bu aptalca kararları alan çoğunluk iradesini yansıtma yönteminden daha fazla çoğunluğun çıkarını sağlaması mümkün olmadığı için
89
Kuruçeþme Toplantýlarý Genel Kurulu’na (“Kuruçeþme”ye Mektup) 1989’un Eylül ayından beri Avrupa’da da Türkiye’dekine paralel olarak yürütülen Yurtdışı Birlik Tartışmaları’na aktif olarak katılıyorum ve tartışmaların teknik hazırlıklarını üslenmiş bulunan Koordinasyon Komitesi’nde yer alıyorum. Buradaki tartışma sürecinin başından beri bizlerin bir kulağı ya da gözü Türkiye’deki tartışmalara yönelik oldu. Buradaki tartışmaları niteleyen bir sıfat olarak “paralel” olmayı hiç bir zaman bir tabiyet, bir bağımlılık olarak anlamadık. İçerdeki ve dışarıdaki çalışmaları, her birinin kendi özel ve bağımsız kişiliği ve yapısı olan; böyle olduğu için karşılıklı olarak birbirini etkileyen; fakat aynı zamanda karşılıklı olarak birbirlerine sorumlu hisseden, bu nedenle de olabildiği kadar uyumlu olma çabası da gösteren girişimler olarak kavradık. Bu kavrayışa uygun olarak da tartışmaların yürütüleceği konu başlıklarını (Gündemi) büyük bir çoğunluğumuzun kafasına yatmamasına rağmen Türkiye’dekine uygun olarak benimsedik, ama örneğin ilişkiyi bir tabiyet olarak anlamadığımız için de Türkiye’deki tartışmaların gündeminde bulunmayan “Günümüz Dünyası ve Marksizm” gibi bir konuyu gündeme almaktan çekinmedik. Yine Türkiye’deki çalışmalarla bir uyum ve koordinasyonu güdebilmek amacıyla tartışmaları çok sınırlı bir zaman içine sıkıştırdık. Ne yazık ki Türkiye’deki tartışmaları yürüten arkadaşların buradaki çalışmalara ilişkin olarak aynı hassasiyeti ve kavrayışı gösterebildiğini söylemek zor. (Kimbilir belki yanılıyoruzdur, uzak mesafelerin yol açtığı bir yanlış anlama vardır.) Yine de iki örneği anmadan geçemeyeceğim. Buradaki tartışmaların ilk aşaması 6-7-8 Nisan tarihlerinde yapılacak toplantılarla bitecektir. Türkiye’de ise sonuçları görüşmek üzere 24-25 Mart tarihleri belirlenmiş. Eğer Avrupa’daki tartışmalar biraz olsun ciddiye alınıyor olsaydı, buradaki koordinasyon komitesiyle yürütülecek kısa bir danışma sonucu buradaki toplantı biraz öne, oradaki toplantı biraz sonraya kaydırılarak en azından Avrupa’dakiler arasında kristalleşen eğilimler hakkında daha doğrudan ve net bir bilgi sahibi olarak çalışmaları değerlendirmeniz mümkün olabilirdi.
İkinci bir örnek: Aylar süren tartışmalar boyunca Türkiye’de çalışmaların izlediği seyir hakkında sadece kişisel ilişkiler aracılığıyla haber alıp vermek mümkün olabildi; hiç bir zaman Türkiye’deki arkadaşların sistemli bir bilgi alışverişi çabasına şahit olamadık. Bunun sonucu olarak, Türkiye’deki gelişmelere ilişkin öğrendiklerimiz, bilgi veren ve alanların kişisel eğilimlerine ve/veya beklentilerine bağlı olarak çelişkili bilgiler olmaktan öteye gidemedi ve rastlantısallıktan kurtulamadı.
Şimdi bu mektubu yazarken Türkiye’deki çalışmalara ilişkin olarak bildiklerim bu durumun damgasını taşımaktadır ve muhtemelen tamamen yanlış bilgilere dayanıyor da olabilir. Ancak
91
bütün bunlara rağmen beklentilerimi ve tasavvurlarımı sizlere iletmem gerektiğini sanıyorum. Önce Türkiye’deki çalışmaların sonunda çalışmalara katılanların ulaştığı anlaşma zeminine ilişkin olarak duyduklarımı sıralayayım: Duyduklarıma göre, tartışmalar ve danışmalar sonunda, daha başından beri bu tartışma girişimine başlayanların önemli bir bölümü a) Ortaklaşa bir politik dergi çıkarmakta; b) Tartışmalara ilerde de devam etmek üzere bu tartışma forumunun sürdürülmesinde; c) bunların yanı sıra somut işlere ilişkin eylem birliklerinin sürdürülmesinde anlaşmışlar. Bir tartışma konusu bu işleri yapmak üzere çeşitli şehirlerde oluşturulmuş platformların eş değerde mi yoksa İstanbul’da ilk kez bu girişimi başlatanların altında mı olacağıymış. Ve 2425 Mart tarihlerinde yapılacak toplantıda bu anlaşma kesin ve resmi bir biçim alacakmış.
Anlayabildiğim şudur: Bu güne kadar “Kuruçeşme Tartışmaları” diye bilinen platformu yürüten, ona asılan ve sahip çıkan çevre, kişi ve gruplar, giderek tek tek katılanların basit bir toplamından daha fazla bir şeyi ifade eden ve bir kutup olma eğilimi gösteren bu “tartışma birliği”ni günlük politikaya müdahale olanaklarını zorlayacak bir propaganda ve somut eylem birlikleri teşebbüşüyle bir adım öteye götürmek istiyorlar. Bu, birlikte ortak bir tartışma yürütmekten daha fazla bir şeyler yapılabileceği kanısı ve isteminin kabul gördüğü şeklinde anlaşılabilir.
Kanımca bu sonuç yeterince ihtiyatlı, çeşitli gelişme olasılıklarına yolu kapamayan, açık; olası çeşitli gelişmelerin önünü açıcı, kolaylaştırıcı ve optimum bir sonuçtur. Bu sonuç içinde çok farklı beklentiler hala yerini bulabilir ve farklı beklentilere sahip çevreler diğerlerini etkileme ya da ikna edebilme umudunu ve olanaklarını koruyabilir. Böyle bir sonuçtan yana olduğumu, desteklediğimi açıkça belirtiyorum. Bu yöndeki girişimlerin hiyerarşisi konusuna gelince: kanımca herhangi bir öncelik, önderlik ya da hiyerarşi dayatmasına gidilmemelidir. Bu ideolojik, politik vs. çalışmalardaki ağırlık, kalite ile fiilen bir güven temelinde ortaya çıkacak bir şey olmalıdır. Demir Küçükaydýn
91