Demir Kucukaydin - Denemeler - V-3

Page 1

Demir Küçükaydın Geleceği Geçmişten Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Denemeler 1

Yayınları


Denemeler Geleceği Geçmişten Geçmişi Gelecekten Kurtarmak

Demir Küçükaydın Birinci Sürüm Kasım 2009

Dijital Yayınlar İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.

Yayınları

2


“Geleceği Geçmişten Geçmişi Gelecekten Kurtarmak”

Dünyanın Halleri Üzerine Denemeler

İçindekiler Kıvılcımlı’nın Mirası.................................................................................................................. 7 Hayat Hızlı Gideni Cezalandıracaktır ...................................................................................... 13 Politik Olan Özeldir ................................................................................................................. 16 Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak .............................................................................................. 20 1 Mayıs'ın Doğuşu, Bugünü ve Geleceği Üzerine Düşünceler ................................................ 34 Türk Nedir? .............................................................................................................................. 41 Azınlıklar ve Demokrasi .......................................................................................................... 44 Tarihin Laneti ........................................................................................................................... 47 Kötü Olabilme ve Yanlış Yapabilme Hakkı ............................................................................ 49 Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar................................................................................................... 51 Hayat ve Ölüm ......................................................................................................................... 53 1 Mayıs Düşünceleri................................................................................................................. 57 Taşralılık................................................................................................................................... 63 Kendiliğindenliğe Övgü ........................................................................................................... 65 Politik İslam Nedir? ................................................................................................................. 68 3


Requiem ve 11 Eylül ................................................................................................................ 72 Kıyafet Kavgasının İlk Anlamı ................................................................................................ 74 Umutsuzluk İlkesi .................................................................................................................... 81 Doğu ve Batı............................................................................................................................. 84 Eurovizyon, Modernleşme ve Demokratikleşme ..................................................................... 87 Bonapartizm ............................................................................................................................. 90 Sıfırın Değeri ............................................................................................................................ 94 Minima Politika ........................................................................................................................ 96 “Almanların En İyisi” Olarak Marks Veya Yenilgide Zaferi Kutlamak ................................ 106 Fizikte Bunalım: Karanlık Madde ve Karanlık Enerji ........................................................... 116 Ararat ...................................................................................................................................... 121 Kemalizm ve İslam ................................................................................................................. 123 Sabetaycılar, Yahudiler, Anti-Semitizm ve Kemalizm .......................................................... 125 Doğu Toplumları ve Ütopya .................................................................................................. 132 Saçma Dünya .......................................................................................................................... 138 Polemik Yapmak Ya da Unutulmuş Bir Politik Kültürün İzlerinin Ardında ......................... 140 Zina Özgürlüğü ...................................................................................................................... 146 Teori ve Politika ..................................................................................................................... 148 Şu Azınlıklar Tartışması......................................................................................................... 150 Che’nin Che Olmadan Önceki Yolculukları .......................................................................... 153

4


Türklüğü ve Ulusu Yeniden Tanımlamanın Farkı ................................................................. 158 Doğa ve Toplum ..................................................................................................................... 161 1905 – Özel Görelilik ve Sürekli Devrim .............................................................................. 164 Umutsuzluk İlkesi .................................................................................................................. 167 Kurban Bayramının Ekonomi Politiği .................................................................................... 170 ‘‘Pardus – Ulusal İşletim Sistemi” ......................................................................................... 179 Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük Veya ”Çok Kültürlü Toplum” Sloganı Niçin Gericidir? ................................................................................................................................ 186 Avrupa Merkezcilik nedir?............................................................................................. 187 Kültür Nedir? .................................................................................................................. 193 Kültürün “Çok Kültürlülük” Bağlamındaki Anlamı ...................................................... 197 Almanların En Meşhuru ......................................................................................................... 203 Kuş Gribi (Tavuk Vebası), Globalleşme, Kapitalizm ve Ulusal Devletler ............................ 206 Mal Varlıkları, Özel Hayat, Devlet Sırları, Ticari Sırlar ........................................................ 221 Marksist Kültür ve Uygarlık Kavramları ve Uygarlıklar/Kültürler Çatışması....................... 230 Yaradılış Teorisi, Tanrı ve Ulusçuluk .................................................................................... 238 Jakobenizm Nedir? Osmanlı’da Kim Jakobendi? Bugün Kimdir? ........................................ 242 Da Vinci Şifresi’nin Şifresi .................................................................................................... 250 Dünya Kupası’nın Düşündürdükleri ...................................................................................... 255 Sol Neden “Ofsayt”ta? ........................................................................................................... 259 Futbol Şampiyonası, Alman Politikası ve Sol ....................................................................... 265 Spor ve Futbol Üzerine Değinmeler....................................................................................... 274 5


Türkler, Güvercinler ve İnsanlar ............................................................................................ 286 İnsan Olmak, Demokrat Olmak ve Yenilgicilik..................................................................... 289 Türban’ın Diyalektiği ............................................................................................................. 292 Şu “Ötekileştirmek” Meselesi ................................................................................................ 301 Özür Dilemenin Sorunları ve Her şeye Rağmen Niçin Kampanyaya Destek? ...................... 313 Tarih ve Demokrasi ................................................................................................................ 317 Darwin, Yaradılış ve Ulusçuluk ............................................................................................. 320

6


Kıvılcımlı’nın Mirası Yüzyılın başında doğmak ve yetmişlerin başında ölmek!.. Gençliğinizde Ekim Devrimini yaşarsınız. Sadece o coşkuyu yaşamak bile bir devrimciye ezilenlere adanacak bir hayatı sürdürecek bir enerjiyi sağlamaya yeter. Ama tarihin ve talihin yüzüne güldüğü bir kuşaktansınızdır. 1929'larda Kapitalizm tarihinde gördüğü en büyük buhranla sarsılırken Sovyetler büyük bir hızla kollektifleştirme ve sanayileşmeyi başarmaktadırlar. Daha sonra faşizmin yükselişiyle bir karanlık dönem başlarsa da, bu dönem bile kapkara değildir: İspanya umutları yeşertir. Sonra Stalingrat Zaferi. Bütün Doğu Avrupa'nın "Sosyalist Blok"u kuruşu. Çin Devrimi. Küba Devrimi. Sputnik, Yuri Gagarin. Ve nihayet 1968'lerin bütün dünyayı saran devrimci kabarışı. Zaman zaman geriye çekilişler olsa da iyimserliği besleyen, zaferden zafere koşan bir dönemde yaşamışsınızdır. Umutla ölebilirsiniz. Hikmet Kıvılcımlı bu kuşaktandı. Yüzyılın ortasında doğmak; 60'ların devrimci kabarışıyla ezilenlerin yanında saf tutmak; 90'larda şu rezil dünyada hala yaşamak. Belki bizler bile yine de şanslıyız. Hiç olmazsa 68'in havasını soluduk. Ya bizden sonraki kuşaklar? Yenilgiden ve çürümeden başka hiç bir şey görmediler ve öyle görülüyor ki daha uzun süre de göremeyecekler. Viktor Serge 30'ların sonu için "çağın gece yarısı" der bir yerde. Bugün o dönemin belki kısa bir güneş tutulması olduğu ama asıl çağın gece yarısına daha yeni yeni girdiğimiz görülüyor. Bizler ve bizden sonrakiler böyle bir kuşaktanız. Hikmet Kıvılcımlı'dan gelecek kuşaklara ne kalabilir? *** Adanmışlık. İnsan hayatına anlam veren şey onun amacıdır. Sınıfsız, sömürüsüz, zulümsüz bir dünya için savaşmak ve bu savaşta hep ezilenlerin yanında saf tutmak. Böyle bir hayat için kendini adamak. Evet bu gelecek kuşaklara kalabilecek bir niteliktir Kıvılcımlı'dan, ama bazı kayıtlarla. Kıvılcımlı'nın adanmışlığını sağlayan ruh hali ve gerekçeler bizlerin ve gelecek kuşakların adanmışlığının gerekçesi olamaz. Onlar insanları daha güzel bir dünya umudu için savaşa çağırıyorlardı, bizler ise daha da kötüsünü engellemek için, hiç bir umut kalmadığı için savaşa çağırmak ve savaşmak zorundayız. 7


Kıvılcımlı ve kuşağı çağrılarına bilimsel gerekçeler bulabiliyorlardı. Örneğin kapitalizmin ömrünü doldurduğunu, sosyalist bir toplum için nesnel koşulların var olduğunu söyleyebiliyorlardı. Bizler ise kapitalizmin ömrünü doldurup doldurmadığının önemli olmadığını; aksine eğer gençliğini yaşıyorsa bile insanlak için çok daha büyük bir tehlike olduğunu ve belki tam da ömrünü doldurmadığı için ona karşı savaşmak gerektiğini söylemek ve savaşmak zorundayız. Bizler ve gelecek kuşaklar adanmışlığı tamamiyle ahlaki bir tavır alışa bağlamak zorundayız. Bizler ve gelecek kuşakların devrimcileri Kıvılcımlı ve kuşağından farklı olarak "Ezen var ezilen var, ben ezilenden yanayım. Tarihsel süreç ezilenlerin kurtuluşu için koşulları olgunlaştırmış mı, olgunlaştırmamış mı? Bunun hiç bir önemi yok. Hatta eğer olgunlaştırmamışsa ve kapitalizm eğer hala gençliğini soluyorsa tehlike daha büyüktür ve insanlığın yok oluştan kurtulabilmesi için daha büyük bir kendini adamışlık gerekmektedir" demek ve öyle yapmak zorundayız. Kıvılcımlı ve kuşağı için devrimler "tarihin lokomatifleri" idi, bizler ve sonraki kuşaklar için "imdat frenleri"dir. ***

Kıvılcımlı'nın politik eyleminden gelecek kuşaklara bir tecrübe olmanın ötesinde, ibret verici bir örnek olmanın ötesinde pek bir şey kalacağı söylenemez. İnsanların son eylemleri bir bakıma onların vasiyetleri kabul edilebilir. Kıvılcımlı'nın ölümünden önceki son iki eylemi İstanbul'daki Sıkıyönetim Mahkemesine ve SBKP genel Sekreteri L. Brejnev'e yazdığı mektuplardır. Bugün ne Sovyetler Birliği var ne SBKP, ne de onlara şikayet edilen TKP. Hepsi pazar ekonomisinin faziletlerini keşfetmekle meşguller. Sıkıyönetim Mahkemelerine yazdığı mektuplarda "Ordu Gençliğinin" "Antiemperyalizmi"ni okşuyordu. O "anti-emperyalizmin" nereye vardığı, bugün en açık biçimde, İlhan Selçuk ve benzerlerinin, Kürt ulusunun yüzde yüz haklı direnişi karşısında takındıkları, anti-emperyalist gerekçeli şovenizmlerinde görülebilir. Hayatını sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyaya adamış ve bunun için hep ezilenlerin yanında saf tutmayı ilke edinmiş bir dava adamı için, son iki politik eyleminin, gelecek kuşaklara yanılsamalardan başka bir şey anlatmayan bu anlamsızlığı ve yanlışlığı, ölümünden 21 yıl sonra ortaya çıkan bu manzara, ne acıdır. Ve Tarih ne kadar acımasızdır. Kıvılcımlı'nın politik tavır alışları aslında Üçüncü Enternasyonal'in ve SBKP'nin resmi çizgisinin damgasını taşımıştır daima. 1930'larda yazdığı Yol, Üçüncü 8


Enternasyonal'in "Üçüncü Dönem" politikalarının damgasını taşır ve radikalizmi de oradan gelir. Aynı Kıvılcımlı 1960'larda 20. Kongre sonrasının politik tezlerine uygun tavır alışlar geliştirir. Bu fark bu günlerin en yakıcı konusu "Kürt Sorunu"nda açıkça görülebilir. 1930'larda "Kürt Sorunu"nda İşçi hareketine en büyük desteği görürken; Kemalizmi en ağır biçimde mahkum ederken; 1960'larda bu yöndeki her girişimi emperyalizmin bir komplosu olarak değerlendirmek eğilimindedir. Fakat Kıvılcımlı SBKP politikalarının bir papağanı da değildir. O politikaları savunuşunda bile bir derinlik, bir orijinalite, radikal bir yan vardır. Kendi devrimci ve radikal eğilimleriyle savunduğu resmi politika arasında daima bir çelişki vardır. Bazı momentlerde bu çelişkiyi açığa da vurur, örneğin Çin Kültür Devrimi vesilesiyle yazdığı "Kızıl Bekçiler"; Küba için yazdığı "Küba Feleğe Meydan Okuyor" yazılarında ya da kaçaklığında ölümüne kadar yazdığı anılarının son bölümünde olduğu gibi. Anılarının ilk bölümlerinde neredeyse Suriye'de Sosyalizm; Bulgaristan'da Komünizm varmış gibi değerlendirmeler yaparken; gerçekleri yakından gördükçe; ölümünün arefesinde Sovyetlerde bir "devlet Sınıfları"nın egemenliğinden; Troçki'nin son günlerinde de iddia ettiği gibi Lenin'in öldürülmüş olabileceğinden söz eder. Bir kopuşun arefesinde gibidir adeta, ama ömrü bu çelişkiyi aşmasına zaman bırakmadan biter. 1930'ların başında yazdığı Yol'da, Sosyalist Teorinin (özellikle Strateji, taktik, örgüt sorunlarında) Uluslararası işçi sınıfının deneylerinin sistemleştirilmesi olduğu yolundaki Lenin'in önermesini yazar. Fakat Kıvılcımlı'nın eserlerine bakıldığında bu konuda bir tek bile orijinal eseri görülmez. Örneğin 1933'de Almanya'da tarihin gördüğü en büyük ve en moral bozucu işçi hareketi yenilgisi ve faşizmin iktidara gelmesi konusunda bir tek yazısı bile yoktur. Marksizm Bibliyoteği'nden çıkan İspanya İç Savaşı ile ilgili kitap ise Resmi Sovyet görüşünün popülarize edilmesinden başka bir şey değildir. Bu eksiklik ve çağı kavrayamayışın sırrı yine Yol'un başka bir yerinde Uluslararası işçi hareketinin deneylerini sistemleştirmeyi Üçüncü Enternasyonal'in yaptığı dolayasıyla kendisine bu alanda yapacak iş kalmadığı şeklindeki önermededir. Kıvılcımlı çağı anlamak işini Sovyetlere havale etmiştir. Büyük bir iç huzuruyla da kendi ülkesi ve ülkesinin tarihsel toplumsal yapısına yönelmiştir. *** Kristof Kolomb'un temel önermesi (Dünyanın yuvarlak olduğu) doğru olmakla birlikte; çıkarsaması (sürekli batıya giderek Çin ve Hint'e ulaşılacağı) yanlıştı. Ama bu yanlışa rağmen ve tam da bu yanlış nedeniyle keşfettiği yeni bir kıtaydı. Kıvılcımlı da çağın deneylerini Sovyetlere havale ederken yanlış yapıyordu ama bu yanlışa rağmen ve biraz da tam bu yanlış nedeniyle kendi mücadele alanını, yani Türkiye'yi anlamak 9


için "onun içinden çıktığı daha doğrusu bir türlü çıkamadığı" Tarih'i anlamak gerekir derken Tarih alanındaki en büyük keşiflere doğru yelken açıyordu. Doğa ve Toplum gibi bilim de hiç bir şeyi bedavadan vermez. Frankfurt Okulu'nun felsefedeki ileriliğini Politika ve Tarih konusundaki geriliğinin kefaretiyle ödenmiştir. Troçkist geleneğin uluslararası işçi hareketinin deneylerini sistemleştirme çabası Tarih ve felsefe alanındaki geriliğin kefaretiyle ödenmiştir. Kıvılcımlı da Tarih alanında sağladığı başarıları politika ve felsefe alanındaki geriliğiyle ödemiştir. (Aslında birbirinden ayrı bu üç gelenek birbirinden bağımsızca ama birbirini tamamlayıcı bir şekilde gelişmiştir. Dünya bunlardan ilk ikisini biraz olsun biliyor ama henüz Kıvılcımlı'yı bilmiyor.) Marks nasıl Kapital'de modern toplumun yüzündeki peçeyi kaldırma çabasına girdiyse, Kıvılcımlı da Kapitalizm öncesi medeniyetlerin yüzündeki peçeyi kaldırmış ve onların hareket yasalarını bulmuştur. Bu muazzam keşif bir tek kavramla özetlenebilir: Tarihsel Devrimler. Bugün en kabadayı marksiste devrim deyince sadece Hollanda ve İngiliz devrimlerinden bu yana gelen modern devrimleri sayar. Peki bundan önce en az 5000 yıllık sınıflı toplumlar, uygarlıklar vardır. Bu dönem boyunca devrimler olmamış mıdır? En kabadayı marksistler bile bu soruyu sormamışlardır. Bu soruyu soran ve cevabını arayan tek Dr. Hikmet Kıvılcımlı olmuştur. Cevap: medeniyetlerin kuruluş ve yıkılışlarının ve bu kuruluş ve yıkılışlara yol açan barbar akınlarının aslında birer devrim olduğunun keşfidir. Bu devrimler modern devrimlerden farklı olarak bir sınıfın değil bir uygarlığın yıkılışına yol açarlar. Bu devrimlerin mekanizmalari Kıvılcımlının eserlerinde en ince ayrıntılarına kadar işlenmiştir. İşte gelecek kuşakların devrimcilerine Kıvılcımlı'dan kalan en büyük miras bu Tarih çalışmaları, kısaca kendi adlandırmasıyla "Tarih Tezi"dir. O geçmiş tarih geleceğin devrimcilerine ne sunabilir? Çok şey. Bir kaçına değinelim. Marksizm, işçi hareketi bütün dünyaya yayıldıkça Avrupa Markezli olmakla eleştirilmiştir. Bu eleştirinin görünüşte haklı bir yanı vardır da. Kıvılcımlı Tarihte Avrupa merkezliliğe kesin bir son vermiştir. Bugün giderek dünya çapında bir apartheit rejiminin oluştuğu yeryüzünde dünyanın siyahları kendilerini entelektüel kölelikten yani euro-sentrizmden kurtaracak güçlü bir tarih anlayışı bulacaklardır. Aynı zamanda Kıvılcımlı bir Marksist olduğu için Marksizmdeki euro-sentrizmin teorinin kendisinden doğan bir yapısal özelliği olmadığının da somut bir kanıtıdır ve o eleştirileri varlığıyla boş düşürür.

10


Marksizm aydınlanmanın doğrusal gelişimci, iyimser ve teknik hayranı etkileri bakımından eleştirilmektedir. Bu eleştirinin de görünüşte haklı bir yanı vardır. Ama Kıvılcımlı'nın Tarih Tezi ve incelemeleri varlığıyla bu eleştirileri boş düşürür. Tarih tezi, antik Tarih boyunca Tarihsel sürecin motorunun Teknik değil (çünkü binlerce yıl pek az gelişmiştir) insan olduğu önermesine dayanır. Tarih tezi doğrusal gelişimci anlayışlara ölüm darbesi vurur. Kapitalizme feodalizmden değil İlkel Sosyalizm'den sıçranır. Ve nihayet Walter Benjamin'in devrimlerin tarihin imdat frenleri olduğu yolundaki önermesi Tarih Tezini bilene hiç de yadırgatıcı gelmez; aksine bu önermenin kanıtlarını sunar. Kıvılcımlı'nın mirası sadece bununla sınırlı da değildir. Modern toplumu anlamak; tüm öznelerin radikal kanatlarını birleştirebilecek; global bir program gelişitirmeyi sağlayabilecek metodolojik bir katkı da yapmıştır. Bu katkı, modern kapitalizmin kapitalizm öncesi ve diğer toplumsal ilişkilerle kaynaşması ve bu kaynaşma sonucunda, somutta Marks'ın kapital'de ele aldığı saf ve soyut kapitalizmden çok farklı bir toplumsal ilişkiler ve güçler sisteminin ortaya çıkışına yol açmasıdır. Kıvılcımlı'nın bu alandaki metodolojik katkısı 60'ların strateji tartışmaları içinde anlaşılamadan unutulup gitmiştir. Bu tartışmalarda iki taraf da kapitalizm geliştikçe kapitalizm öncesi ilişkileri tasfiye etteği varsayımını paylaşıyor ve buna göre bir devrim stratejisi çiziyordu. Kapitalizm öncesi ilişkileri ağırlıklı görenler demokratik devrimi; diğerleri de sosyalist devrimi öneriyordu. Daha sonra Troçkistler gecikmiş olarak eşitsiz gelişmeden hareketle tam da demokratik görevler nedeniyle ve devrimin dinamiğiyle sosyalist devrim olacağını söyledilerse de bu temel varsayımı sorgulamadılar. Kıvılcımlı ise, onun sadece kapitalizm öncesi ilişkileri tasfiye etmekle kalmadığını, ama aynı zamanda onları güçlendirdiğini, yaşattığını ve ortaya basit şemalara sığmayacak bambaşka toplum ve sınıf ilişkileri çıktığını söylüyordu. Aynı metodolojik yaklaşımı ölümünden bir süre önce yazdığı bir bölümü yayınlanmış "Türkiye'nin Çok Katlı Sosyal Ehramı: Kadın Sosyal Sınıfımız" adlı incelemesinde de geliştirir. Batı'daki feminist hareket de Kıvılcımlı'dan bağımsızca benzer bir metodolojik ilkeyi bulup geliştirmek zorunda kaldı. Kapitalizm sadece aileyi ve ev içi emeği tasfiye etmekle kalmaz, onu yeniden üretir, güçlendirir, değiştirir ve bir bütün olarak kendi de değişir. Kanımızca bu metodolojik ilke gelecekte tüm ezilenlerin hareketlerini ortak bir program ve teori etrafında birleştirebilmek için gerekli radikal, bütünsel ve eleştirel bir teorinin dayanması gereken temel bir yaklaşım olmalıdır. *** Kıvılcımlı'nın politik tavır alışları Tarih Tezinin ya da metodolojik katkılarının mantıki bir sonucu değildir. Hele kimilerinin iddia ettiği gibi o politikalara teorik bir zemin 11


bulma çabası hiç değildir. Öyle olsaydı, bilime bilim dışı kaygılarla yaklaştığı için alçak diye nitelenmesi gerekirdi. Kıvılcımlı'nın tarih ve metodoloji alanındaki katkılarıyla ve bunların gerçekten devrimci özüyle politik tavırları arasında daima bir çelişki olmuştur. Resmi Sovyet görüşü ve bu görüşün Türkiye'deki savunucuları bu çelişkiyi çok iyi sezdikleri için Kıvılcımlı'nın gelecek kuşaklara miras kalacak bu esas eleştirel ve devrimci yanını yok saymaya, küçümsemeye hatta deli saçması gibi göstermeye çalışmışlardır. Aslında Kıvılcımlı'nın Tarih alanındaki katkılarıyla politikası arasında Hegeldeki yöntem ve sistem çelişkisine benzer bir çelişki vardır. Nasıl Marks, Hegel'in devrimci çekirdeğini, yöntemini benimsedi ise, gelecek kuşakların devrimcileri de Kıvılcımlı'nın tarih çalışmalarında ihtiyaçları olan devrimci özü bulabileceklerdir. Ama öyle görülüyor ki, şimdi Kıvılcımlı'yı anan ve geçmişin yükünü sırtında bir kabus gibi taşıyan sosyalistler onun tutucu kabuğunda oyalanıyorlar.

Demir Küçükaydın 11.10.1992, Hamburg (Bu yazı Özgür Gündem gazetesi için yazıldı ve muhtemelen Kıvılcımlı’nın ölümüne denk gelen günde yayınlandı.)

12


Hayat Hızlı Gideni Cezalandıracaktır İnsanın hiç bir zaman bugünkü kadar çok zamanı olmadı ama hiç bir zaman da bugünkü kadar zaman sıkıntısı çekmedi. Geçen yüzyılda iş saatleri haftada 80 saati buluyordu; bugün birçok ülkede 48 saat yasalaşmış durumda, hatta birçok ileri ülkede 40 veya 35 saatlik iş haftaları giderek kural oluyor. Buna rağmen günümüzün insanının en büyük problemlerinden biri sürekli zaman kıtlığı çekmek; modern toplumda herkes zamanın çok süratli akıp gittiğinden şikayetçi. Yeryüzündeki insan sayısından daha fazla üretilmiş tek sofistike tüketim aracı belki de saat. Modern şehirlerde hemen hiç bir büyük alan, istasyon, salon yoktur ki orada bir kocaman saat bulunmasın. Zamanı kontrol altına almak için yatırılmış bu muazzam emeğe rağmen insanın zamana köleliği giderek pekişiyor. Bir toplumun refah düzeyinin ve günlük yaşamdaki ortalama hızın artması insanların daha bol zamana sahip olmalarına değil; bir zaman kıtlığı içinde yaşamalarına yol açıyor. Modern toplumun en büyük sorunlarından biri zamansızlık. Son yılların en ilginç tarih ve sosyoloji araştırmalarının özellikle zaman kavramı üzerinde yoğunlaşmaları; Dali'den M. Ende'ye kadar bir çok sanatçının insanın zamanın kölesi oluşunu estetik imgelerle ele almaları bu problemin yansımalarıdır. Yeni bir yıla giriş, zaman üzerinde düşünmek için bir fırsat olamaz mı? *** Zaman fiziksel bir kavram olarak, Newton'un "dışındaki herhangi bir nesneyle ilişkisi olmadan, doğası gereği eşit şekilli ve kendi kendine akan mutlak, gerçek ve matematiksel" Zaman'ından Einstein'ın değişken ve ancak uzay ve madde ile birlikte var olabilen relatif zamanına doğru bir evrim geçirir. Fiziksel zamanın, sadece kavranışının değil ama bizzat kendisinin de bir tarihi vardır ve bugünkü bilgi seviyesine göre zamanın tarihinin popüler bir özeti Stephan Hawking'in "Zamanın Kısa Tarihi"nde bulunabilir. İnsanın Zaman duygusu, köklerini her ne kadar Termodinamiğin İkinci Yasası'ndan ("Entropi") alsa da, insanın zaman kavrayışının ve bilincinin bir de sosyolojik boyutu vardır ve sosyolojik bir olgu olarak zaman bilincinin ve kavramının tarihi fiziksel zamanın tarihinden hiç de daha az heyecan verici değildir. *** Doğuşu ve yaygınlaşması topu topu bir kaç yüz yıllık bir geçmişi olan burjuva uygarlığının zaman kavrayışı doğrusal ("Linear") bir niteliktedir. Herkes ilkokuldaki dershanelerin duvarlarındaki bir ucu uzak bilinmeyen geçmişten gelen, diğer ucu bilinmeyen geleceğe giden bir doğrudan oluşan doğa ya da toplum tarihi şemalarını hatırlayabilir. Bilim kurgu film ve romanlarının en çok sevilen konularından biri olan zaman içinde ileri veya geri gidişler yine zamanın doğrusal bir yapısı olduğu varsayımına dayanır. 13


Kapitalizm öncesi uygarlıklarda üretim her şeyden önce bir tarım üretimiydi ve bu nedenle doğanın ritmine bağlıydı. Mısır'daki Nil taşkınları; Güneş'in, Ay'ın hareketleri; Mevsimler; hatta insanların hayatları sürekli tekrarlar değil miydi? Bu nedenle modern kapitalizmin doğuşuna kadar insanlığın zaman kavrayışı aslında doğrusal değil, dairesel ya da helezonikti. Modern kapitalizmin doğuşu ile birlikte, üretim doğanın ritminden kurtuldukça ve artı değerin kaynağı işgücü oldukça ve emek süreci ancak zamanla ölçülebilir bir süreç olarak ortaya çıktıkça; bu "görünmez, elle tutulmaz şey"i, Zaman'ı, ölçmek ve birimlere ayırmak ihtiyacı doğdu. Doğal Zaman'dan Mekanik Zaman'a geçildi. Dairesel zaman fikrinin yerini dairesel çarklarla ölçülen ve birimlere ayrılan ama doğrusal zaman fikri aldı. Denebilir ki, insanın hayatında dairelerin (tekerlek, çark vs.) önemi arttıkça zamanın dairesel kavranışının yerini doğrusal kavranışı almıştır. Kapitalizm öncesinde her uygarlığın kendine göre bir tarihi ve zamanı vardı. Modern kapitalizmin dünya ticaretine egemen olmasıyla birlikte Dünya Zamanı fikri (1884) doğdu ve kapitalizmin anavatanı İngiltere'deki Greenwich rasathanesine göre bütün dünya bir tek zaman birimine bağlandı (1911) ve zaman dünya ölçüsünde standardize edildi. *** Olabildiğince az zamanda uzun yol; olabildiğince az zamanda daha çok enformasyon; daha çok üretim. İnsanoğlu hiç bu kadar hızlı değildi, ama hiç bu kadar zamansızlık da çekmedi. Denizin ortasında susuzluktan ölürcesine bir enformasyon denizi içinde enformasyonsuzluktan boğuluyoruz. Kapitalizmin bayrağında tek slogan var: "Daha Hızlı!" Kapitalizmle ilk karşılaşan insanlar modern burjuva uygarlığının bu sürati ve dakikleşmesinin insan doğasına aykırı niteliğini seziyorlardı. Henüz artizanlığın güçlü izlerini taşıyan Paris kömünarları belki bu yüzden; burjuva devleti gibi saatleri de parçalamışlardı. Ama sosyalist harekette bu güzel gelenekler unutuldu. Sosyalistler burjuva zaman modeli ve idealinin en ateşli savunucuları oldular. Süratte burjuvaziyle yarışa girdiler. İngiltere ya da Amerikan tekniğine; yani o sürate, yani o zamansızlığa; zaman köleliğine ulaşmak tek hedef oldu. Bizler artık insanlara daha büyük süratler ve daha çok enformasyonlar; dolayısıyla daha az zaman değil; daha çok zaman; yani daha yavaş, daha ritmi düşük bir hayat ve üretim; daha değerli ve özgürce seçilmiş enformasyonlar vaadetmeliyiz. Doğrusal, programlanmış, neredeyse sonsuz küçüklere bölünmüş burjuva uygarlığının mekanik zamanına karşı; insan doğasına ve doğanın ritmine daha uygun; değişen, büyük birimli ve yumuşak bir zamanı ezilenlerin bayraklarına yazması gerekiyor. Bu gibi sorunları gündemine almayan, tartışmayan ve programına koymayan bir geri ülke devriminin; ne uluslararası kapitalizm karşısında dayanabilme ne de ona karşı bir zafer kazanabilme; yani ne insanlığın çoğunluğunu ne de zengin ve ileri ülkelerin ezilenlerini etkileme, yanına alma şansı yoktur. *** 14


Kemalizm Batı uygarlığını Zaman kültürüyle de örnek almıştı. Miladi takvimden, alafranga saate ve radyo saat ayarına kadar insanların günlük hayatını belirleyen; kapitalist üretime uygun kültürel koşulları oluşturan tedbirler alındı. Biz sosyalistler Kemalizmi hiç bir zaman bu yönüyle eleştirmedik. Hatta eleştirimiz onun bu kültürel koşulları yeterince başaramaması yönünde yoğunlaştı. Türk solu sadece burjuva zaman kültürünü idealize etmek ve bayrağına yazmak hatasını işlemedi; küçük burjuva ve kapitalizm öncesi ilişkiler ortamı nedeniyle, örgütlerin çalışmasının büyük bir bölümünü, normal olarak kapitalizmin kendiliğinden gerçekleştirdiği, modern toplumun kültürünü üye ve taraftarlarına benimsetmeye harcadı. Örneğin randevulara zamanında gelmeyi, yani modern zaman kültürünü öğretmek örgütlerin daima önemli bir sorunu olmuştu. Bırakalım sosyalist olmayı, burjuva anlamda bile politik olmayan; özünde kültürel nitelikteki bu çalışmalar politik çalışmanın özü ve kendisinin yerini bile aldı. Bu nedenle sosyalistlerin faaliyetlerinin çok büyük bir bölümünü, Türkiye'nin geri kapitalizminin bir türlü yeterince beceremediği, modern topluma uygun kültürel niteliklerle donatılmış insan yetiştirme çalışması aldı. Bir bakıma Tarih sosyalistleri Türk kapitalizmini güçlendirmek için kullandı. Bu anlamda Türk sosyalistleri sadece Burjuva Uygarlığını ve Kemalizmi eleştirmemekle kalmadılar; nesnel olarak Kemalizmin hedeflerine ulaşmasına hizmet eden, hem de Kemalizme rağmen hizmet eden, kültürel değişimin araçları oldular. *** Ezilenler elbette ezenlere karşı savaşlarında, savaşın kendisinin dikte ettirdiği kurallara uymak zorundalar. Örneğin elbet dakik olmak zorundalar. Ama bunun insanın doğasına aykırı olduğunu bir an bile akıldan çıkarmadan. Pratik çalışmada elbet: "Hayat geç kalanı cezalandırır" ya da "Geç gelmenin faziletlerinden yararlanamayanlar, geç kalmanın reziletleri içinde bunalırlar" ilkeleri geçerliliğini koruyacaktır. Ama tarihsel ve programatik düzeyde; burjuvazinin bayrağında "daha hızlı" yazdığına göre, bizim de bayrağımıza şunu yazmamız gerekiyor: "Hayat hızlı gideni cezalandıracaktır!" Ve de cezalandırıyor: Zamansızlıkla.

01.05.1993 - Hamburg

15


Politik Olan Özeldir Kadın hareketinin ezilenlerin kavgasına yaptığı en büyük katkı, onun "özel olan politiktir" parolasında özetlenebilir. Bu parola sadece kadınların ezilen bir cins olarak mücadelesini bir politik mücadeleye dönüştürmenin olanaklarını sunmak ve dönüştürmekle kalmaz, ama aynı zamanda kapitalizme karşı radikal bir reddiye olarak, kadınların mücadelesini diğer ezilenlerin mücadelesiyle bağlamanın olanaklarını yaratır. Çünkü kapitalizm, aslında hiç bir şekilde birbirinden ayrılmayan insan hayatının çeşitli yönlerini, özel hayat, iş hayatı, politik hayat, kültürel hayat gibi, birbirine karşı su geçirmez bölümlere ve gettolara ayırır. Bu "hayat"ların her biri için, her biri diğeriyle çelişen ayrı ahlaklar ve normlar yaratır. Böylece bir fotoğrafçının hiç bir insani kaygı duymadan bir felaketi "profesyonelce" çekmesi; "özel hayat"ında çocukları seven bir politikacı veya askerin, "politika" ya da "iş hayatı"nda binlerce çocuğu öldürecek kararlara imza ya da çocukların başına bomba atabilmesi, ve bütün bunları tam bir vicdan rahatlığıyla yapabilmesi bu ayrımın zihinlerdeki gizli, alışılmış egemenliğiyle mümkündür. İş ya da politika hayatının normları, "özel" hayatın normlarından ayrılmış, ve ona tamamen zıt normlar koyulmuştur. İş ya da politika hayatında sevginin duygunun yeri yoktur örneğin. Orada "aklın" kuralları geçerlidir. Akıl ise eni sonu kar ya da zaferi sağlamanın aracıdır. Böylece insani her şey sermayenin zaferine kurban edilir. Bu ayrım insanları sürekli değişen kimlikler ve roller içinde bir yaşam sürdürmeye zorlar. Kapitalizme aslında her birey şizofrenik bir vakadır. En "başarılı" politikacıların, sanatçıların, savaşçıların ardında, zavallı, tükenmiş, kendisine bile saygısını yitirmiş insan posaları yatar. Bu şizofrenik duruma karşı durabilmenin bir yolu, tüm diğer alanları yok edip ya da onları tek başarılı olan alanın kurallarına tabi kılıp hayatı çölleştirmektir. Ya da, bu bölümlenmeye karşı çıkmaktır. Ama karşı çıktığınız an, toplumun kurallarını anlamayan, tanımayan bir ruh hastası muamelesiyle akıl hastanesine tıkılırsınız ya da en iyisinden amatör görülürsünüz. Profesyonellik, bir işi ya da mesleği iyi bilmek anlamından çıkmış, her alanın kurallarını bilen, birinin normlarını diğerinin alanına sokmayan anlamını kazanmıştır. Yaralı bir insanı gören bir foto muhabiri, orada fotoğraf çekmeyi değil de, o yaralı insana yardım etmeyi düşünüyorsa, henüz bir amatördür. Geçici olarak hoş görülebilir belki ama biraz ileri giderse, geri zekalı ya da uyumsuz damgası yiyip akıl hastanesine tıkılabilir. Kapitalizmle yüz yüze gelen henüz kapitalist olmamış toplumlardan gelen insanların modern burjuva uygarlığında anlamakta en çok zorlandıkları ve en çok uyum zorluğu çektikleri konu bu hayatın ve alanların parçalanmışlığı ve birbirinden soyutlanmışlığıdır. Modern sanatın en önemli eserleri bu bölünmüşlüğün yol açtığı durumları anlatır. İşte kadın hareketi "özel olan politiktir" parolasıyla, zihinlere egemenlik kurarak sermayenin düzenine en büyük desteği sağlayan bu ideoloji, en zayıf yerinden su almaya başlar. Bu ayrımın kendisi tartışma konusu olur. Ne var ki, şu ihtiyar diyalektiğe göre, her şey kendi zıttına döner. En şifalı ilaçlar, yerinde ve 16


dozunda kullanılmazsa, en öldürücü zehir olurlar. Bunun tersi de doğrudur. "Özel olan politiktir" parolası da, tarihsel bir program ve radikal bir eleştiri olarak yüzde yüz doğru olan bu parola, eğer yerinde ve zamanında kullanılmazsa, bir zamanlar vülger marksistlerin "temel neden ekonomiktir" dedikleri gibi, her duruma uygun her kapıyı açan sihirli bir anahtar haline getirilirse, kendi zıttına döner ve aslında "özel" olanı gizlemenin bir aracı haline dönüşür. Bu durum en çok küçük politikleşmiş gruplarda ve çevrelerde görülür. Her özgül çatışma, ayrılık, çelişki böyle tarihsel sosyolojik kavramların ardına gizlenerek açıklanmaya çalışılırsa, aslında baskıya karşı çıkmış bu parola bir baskı aracı haline dönüşür. Küçük grupların alanında, insanlar arası ilişkileri belirleyen, tarihsel ya da sosyolojik yasalar değildir, ya da şöyle diyelim, tarihsel ya da sosyolojik yasalara göre belirlenmiş küçük gruplara ilişkin yasalardır. Bir toplumdaki değişimleri, belirli sınıfların eğilimlerini, belki üretici güçlerdeki, teknikteki ya da iktisadi ilişkilerdeki bir değişimle açıklayabilirsiniz ama orada tabiri caiz ise, iktisadi, teknik, sınıf kuvvetleri geçerlidir. Ama küçük gruplardaki insanlar arası ilişkiler alanında, cinsel eğilimler, en basit doğrudan maddi ya da manevi çıkarlar, kültürel ya da duygusal yakınlıklar veya zıtlıklar çok daha belirleyicidir. Bu farklılık belki modern fizikten bir benzetmeyle daha iyi açıklanabilir. Modern fizik teorilerine göre evrende dört temel kuvvet bulunmaktadır: çekim kuvveti, manyetik kuvvet, güçlü ve zayıf kuvvetler. Aynı yüklü parçacıklar birbirini iterler. Ancak atomun çekirdeğinde, protonlar pozitif yüklü oldukları halde bir arada bulunurlar. Atom-altı alanda, artık başka kuvvetler geçerlidir. Atom-altında örneğin gravitasyon (çekim) kuvvetinin esamesi okunmaz. Etkisi rahatlıkla sıfır kabul edilebilir. Ama evrenin kaderi, galaksilerin, yıldızların, gezegenlerin oluşumları ve hareketleri söz konusu olduğunda, orada son sözü gravitasyon söyler. Toplumda da böyledir, teknikteki gelişmeler, bunun yol açtığı toplumsal ilişkiler son duruşmada tarihsel gidişi belirler. Gravitasyon gibidir onlar. Tarihsel sürecin kaderini onlar belirler. Ama küçük gruplar alanına girince, tıpkı atom altı dünyada ya da çekirdek fiziğinde olduğu gibi, orada başka kuvvetlerin egemenliği vardır. Örneğin orada sınıfsal çıkarlar veya eğilimler değil de örneğin cinsel sempatiler ya da eğilimler çok daha belirleyici olur. İktisadi ilişkiler değil de, kişilerin en çim çiğ maddi çıkar beklentileri çok daha belirleyici olur. Davranışları belki ideolojiden çok modern toplumdaki yalnızlık korkusu belirler. Örnekler çoğaltılabilir. Bu noktaya niye geldik. Politik mücadelenin bir problemini açabilmek için. Kitlesel partilerde ya da örgütlerde, o örgütlerin davranışlarını ya da sorunlarını, değişimlerini, sosyolojik, gravitasyon kuvveti benzeri değişmeler belirler. Örneğin bir sosyalist partinin reformistleşmesi, pekala, o partinin dayandığı sınıfın ya da tabakaların toplumsal konum ve çıkarlarındaki, dolayısıyla iktisadi ilişkilerdeki ve teknikteki değişmelerle açıklanabilir. Binlerce üyenin seçtiği delegelerin kongrelerde aldıkları kararları bu tür güçler belirler. Ama küçük bir grubun ya da çevrenin kararlarında, sempatilerin, antipatilerin, küçük hesapların öylesine büyük bir yeri ve ağırlığı vardır ki, o kararlar bir tarihsel, toplumsal 17


eğilimle açıklanamaz. Küçük bir toplulukta, birkaç kişinin tavrının çoğu kez büyük bir ağırlığı olur. O tavırlar ise, tarihsel ya da sosyolojik ölçülerle bakıldığında rastlantısal denilecek durumlar tarafından belirlenir. Hele böyle küçük grupların, büyük tarihsel deneyleri yaşamadan, kadın ya da işçi hareketinin yeterince içe sindirilememiş, kulaktan dolma ya da yüzeysel bilgileriyle, ve de bir gericilik döneminin tecrit ortamında varolduklarını düşünün, ortaya tam anlamıyla bir saçma durum çıkar. Kahramanlar, büyük sosyal hareketlerin vokabüleriyle (ya da " söylemiyle" diyelim) konuşur. Fransız devriminin önderleri eski Yunan ve Roma yurttaşlarının dilini kullanıyorlardı. 48 devrimcileri 89'un. Marks buna bakarak, birincisinde trajedi, ikincisinde, (taklidinde anlaşıla) komedi olur diyordu. Ama küçük gruplarda büyük sosyal hareketlerin diliyle konuşmak, ortaya komedi bile değil, saçma şizofrenik bir durum çıkarır. Fikir ayrılıkları: sınıfsal ihanet; tartışmada biraz yüksek sesle konuşmak "seksizm" vs. vs. olarak tanımlanır. İşin ilginci, ezilenlerin çoğu kez kendi ezilmişliklerini, bu ezilmişliğe karşı mücadeleye sempati duyan ezen gruplardan bireyler üzerinde bir egemenlik ve baskı aracı olarak kullanması gibi olgular nedeniyle, toplumsal bir ezilmişlik durumu, kişisel ya da küçük grup ilişkileri alanında, diyalektik olarak tam zıttına döner, ve bir baskı durumuna dönüşür. Sosyolojik olarak ezilen bir cins, "sınıf", "ırk" ya da milliyetlerden kişiler, küçük gruplarda pekala bu konumundan dolayı ezen ve egemen duruma geçebilirler o küçük grubun ilişkileri bağlamında. Baskıya karşı tarihsel mücadelenin parolaları, küçük gruplar içinde birden baskının ideolojik araçları haline dönüşürler. Örneğin "özel olan politiktir" parolası, son derece "özel" bir çıkarı veya konumu korumanın ve güçlendirmenin; onu politik gibi göstererek, gerçek çıkarı gizlemenin bir aracı haline dönüşebilir ve dönüşür de. Aslında küçük grupların tarihsel kaderini bu tür sorunlar belirler. Canlı ve yükselen bir harekete dayanmayan, gücünü ondan almayan her türlü küçük politik gruplaşma ya da gruplaşmayı koruma çabası, küçük grupların davranışlarına yön veren kuvvetlerin baskısı altında kalmaya mahkumdur. Ve bu nedenle de, müthiş enerji ve güç tüketen, moral bozukluğu yaratan, kemikleşme ve buharlaşma eğilimini bir arada taşıyan küçük gruplaşmalara basit insani ilişkiler ötesinde fazla bir değer vermemek gerekir. Hatta mümkün olduğunca bu tür şekillenmelerden uzak durmak yararlıdır. Politik küçük gruplarda kadın hareketinin tarihsel parolası değil onun zıttı doğrudur. "Politik olan özeldir". En politik gibi görünen, ya da öyle anlamlandırılan tartışma, ayrılık ve kararların ardında, aslında tamamen "apolitik", ama tamamen insani , "hatalar ve unutkanlıklar karmaşası insan", "insanım, insana özgü hiç bir şey bana yabancı değildir" anlamında insani, "akrebin sokması kötülüğünden değil, tabiatı icabıdır" anlamında insani zayıflıklar, eğilimler, beklentiler yatar. Özel olan politik olarak görünür. Ama bu görünüm gerçekliği çarpıttığı, onun özünü anlamayı zorlaştırdığı, hatta bir baskı aracı olduğu için, çoğu kez aslında gerici tarihsel bir ruh halinin, gerici bir "zeitgeist"ın, sol bir grubun içinde gizlenmesinin aracı da olur. Ve orada daire kapanıp bir üst düzeyde tarihsel yasa hükmünü yine gerçekleştirir. Politik biçimde görünen özel aslında politiktir. Fakat tam 18


da zıt konumda. Onun için küçük gruplar alanında, gerçeğin özünü daha iyi verdiği için, "Politik olan özeldir" parolası, genel bir parola olarak, o küçük grubun ilişkileri içinde kullanılmamak şartıyla, o ilişkileri genel olarak tanımlamak için, "özel olan politiktir" parolasından çok daha devrimci, özeleştirel, ayıktırıcıdır. Pazartesi, 3 Mart 1997

19


Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak Evreni sayılar mı yönetiyor yoksa? Bugünkü modern – batı uygarlığının benimsediği takvime göre ikinci bin yılın bitişi, sanki ilahi bir sağduyunun nehirleri kentlerin ortasından geçirmesi gibi, tam da bir tarihsel dönemin bitişine denk geliyor. İnsanlık tarihinde eşi benzeri olmamış bir kırılma çizgisi, bir fay, aynı zamanda, tarihin bütünü göz önüne alındığında pek önemli olmayan on yıllık bir hata payıyla, şiddet ve acıyla dolu yirminci yüzyılın ve ikinci bin yılın bitişiyle çakışıyor. Sayıların sihirli gücüne inanış, bütün antik uygarlıklarda görülür. Tek tanrılı dinler öncesi Mezopotamya, Mısır, Anadolu, Akdeniz uygarlıklar zincirinin son halkası eski Grek uygarlığında, Pisagorcular değil miydi evrenin hakiminin sayılar olduğuna inananlar. Bütün bu uygarlıklarda, diğerlerinin yanı sıra on ve katlarının daima özel bir anlamı olmadı mı? Uzak Asya'ya giden ticaret yollarının destanı Bin Bir Gece Masalları'nın adında, bin sayısının büyüsüne bir gönderme yok mudur? Bu gelenek aslında bir doğu dini olan Hıristiyanlık aracılığıyla, Avrupa'nın geleneğine de geçmedi mi? Avrupa Orta Çağında, dünya tarihi, Yaradılış, Sel, İbrahim'in Dönemi, Davud'un Dönemi, Babil Esareti, İsa'nın Doğumu gibi her biri bin yıl tutan dönemlere ayrılmamış mıydı? Ve ilk bin yılın sonunda, Avrupa Orta Çağında insanlar kıyameti beklemiyorlar mıydı, aynı dönemde doğu uygarlıkları yeni çiçeklenmelerini yaşarken ve örneğin İslam uygarlığı kendi takvimine göre ilk yüzyıllarındayken. İkinci bin yılın sonunda, geleceği kendisinden kurtarmanın konu olduğu, binin büyüsüne inanan geçmişin hiç mi izi yok bu yarışmada. Ve o geçmiş, kendisinden kurtarılacak gelecekten önce, üçüncü bin yılın kapısında karşımıza çıkıp, bizlere alaycı bir gülümsemeyle, kendisinden kaçılamayacak bir alın yazısı olduğunu hatırlatmıyor mu? *** Üstelik, bin yıl değişimiyle çakışan çağ değişimi, rakamların büyüsüne inanan mistisizme ölümden sonra yeniden bir diriliş yaşatan koşulları besliyor. Bütün uygarlıklar ve imparatorluklar, kendilerini ciddi olarak tehdit edebilen, bir maddi güce dayanan muhalefetlerle, gençliklerini solurken karşı karşıya gelirler. Ve bütün bu direnişleri öylesine şiddetle bastırırlar ki, artık gençlikleri bittiğinde, yatalak olduklarında, beyinleri skleroza uğradığında, ortada bu can çekişmeye, bu sürünüşe son verebilecek, ona bir merhamet atışı yapabilecek hiç bir güç kalmaz ortada. Silahlı ve isyancı partilerin yerini bir şeylerin değişebileceği inancının bittiği noktada mistik tarikatlar alır. Mistisizm çürümeye bir tepki ve kişisel düzeyde bir direnişin ifadesi olduğu kadar, bir uygarlığın çürüyüş döneminin de göstergesidir. Spartakist ayaklanmasında Roma henüz gençliğini yaşıyordu. Spartakistlerin yenilgisinden 20


sonra hiç bir güç Roma'yı öylesine tehdit edemedi. Roma'nın çöküşüne, bir tür mistik direniş olan Hıristiyanlık eşlik etti. İslam uygarlığında da farklı olmadı. İlk bir kaç yüz yıl boyunca, bu uygarlık gençliğini yaşarken, aynı zamanda en güçlü halk ayaklanmaları, en güçlü kitlesel ihtilalci mezhepler ortalığı kaplamıştı. Ama sonunda öylesine yenildiler ve ezildiler ki, memnuniyetsizliğin kendisini dışa vurabileceği tek yer mistik tarikatlar oldu. Bundan sonra İslam alemini sufi, mistik tarikatlar doldurdu Eğer dışardan gelen "barbar" halklar olmasaydı, yatalak uygarlıklara ölüm vuruşu vurabilecek hiç bir güç kalmamıştı ortalıkta. Modern batı burjuva uygarlığı da pek farklı bir yol izlememiş görünüyor. Ona karşı da en ciddi derinişler ve tehditler, o tam da gençliğini yaşarken görüldü. 1848 devrimleri, Paris Komünü, Ekim Devrimi, Çin, Yugoslavya, Küba, 1968. Bütün bunlar ona gençliğini yaşadığı dönemde bir tehdit olarak tarih sahnesine çıktılar. Ama şimdi, artık tam da stabilize olduğu ve gençliğini yitirdiği dönemde, ona direnebilecek, ona bir tehdit oluşturabilecek hiç bir güç yok ortada. Mistisizm bir yeniden doğuş yaşıyor. Bizzat mistisizmin bu yayılışı, bir çağ bitişinin bir sonucu ve ifadesi değil mi? Eski uygarlıklar çağında, dünyada uygarlıklar henüz bütün yeryüzünü uygarlaştırmamışken, o uygarlık alanlarının dışında "barbar" halklar vardı o uygarlıklara son verebilecek, tarihin Gordiyos düğümlerini kesebilecek İskender'ler, Cengiz'ler Attila'lar vardı. Ama Coca Cola'nın satılmadığı bir tek köy bakkalının bile kalmadığı bugünkü yeryüzünde, bu çürüyen batı uygarlığına son verebilecek hiç bir güç kalmamış görülüyor. Ufo hikayeleri, artık dünyada kalmamış, Gordiyos düğümünü çözecek, uzaylı "barbarlara" bir davet değil mi? Ama artık "barbarlar" gelmeyecek. Ve bu uygarlık, yeni bir bin yılla birlikte girdiği bu çağda, kendisine bir ölüm vuruşu yapacak celladı arayacak, bulamayacak; sürünmeye ve çürümeye devam edecek. *** Bizzat bu yarışma sorusu bile, bu uygarlığın kaderinin bir sezişi, ondan kurtulmak için bir arayıştır. Geçmiş ve gelecek üzerine bin yıl bitişinin bu yarışma konusu da, tıpkı mistisizm gibi, bir çağ dönüşünün, yitirilmiş bir gençliğin lanetli damgasını taşıyor. Antik uygarlıklarda, hele doğrusal ve geçmişten geleceğe doğru bir ok şeklinde bir zaman anlayışının egemen olmadığı ya da hiç olmadığı geçmişte, geçmiş, erdemin, yiğitliğin, üstün ahlaki niteliklerin egemen olduğu bir altın çağ, bir cennettir. Roma hep ilk döneminin özlemiyle yaşamadı mı? İslam'da Ergin Halifeler Dönemi hep bir ideal olarak kalmadı mı? Homeros destanları, geçmişe ve geçmişin kahramanlarına bir övgü değil midir? Antik uygarlıklar, geçmişlerini yüceltirken pek de haksız sayılmazlar. O kahramanlık ve Erdem dolu dönemler, onların henüz uygarlaşmadıkları, kandaşlık ilişkilerinin egemen olduğu, sınıf bölünmelerinin ve zengin fakir farkının uygarlıktaki gibi uçurumlarla ayrılmadığı bir döneme denk düşer. Antik uygarlıkların geçmişi yüceltişlerinde ve şimdiyi bir 21


çürüme olarak görmelerinde gerçekçi ve dürüst bir yan vardır. Geçmişin özlemle anıldığı antika uygarlıkların çürüme çağlarında dahi, geçmişten geleceği ve şimdiyi kurtarmak diye bir sorun düşünülemezdi bile. Modern burjuva uygarlığı, henüz gençliğini soluduğu dönemde, geçmişi bu şerefli yerinden alıp, eski Greklerin analık hukukundan babalık hukukuna geçerken, kadın tanrıları karanlıklar alemine itmesi, kötü ve korkunç olarak tasvir etmesi ve alt duruma geçirmesi gibi, lanetliler ülkesine yolladı. Geçmiş bir enkazdı, bir harabeydi; gelecek bir hazine. Geçmiş, kaçırılmış fırsatlarıydı insanlığın; gelecek olanaklar. Geçmiş kendisinden kurtulmaya çalışılan bir egemen, ezen; gelecek, geçmişin esaretinden bizler tarafından kurtulmayı bekleyen bir kurban. Geçmiş cehennemdi, gelecek cennet. Geçmiş bir geceydi, gelecek gün. Geçmiş, yer altının, ölüler ülkesinin tanrısı Osiris'di, gelecek güneşin ve ışığın tanrısı Ra. Geçmiş, masalların kötü kalpli kraliçesiydi, her sabah aynasına, benden güzeli var mı diye soran ve kendinden güzeli yok eden. Gelecek uyuyan güzel. Modern burjuva uygarlığı da, geçmişi lanetlerken pek haksız sayılmazdı, eski uygarlıkların geçmişi överken oldukları gibi. Modern uygarlık, çürüyen antik uygarlıkların humuslandırdığı topraktan birdenbire çıkan bir mantar gibiydi. O Çin'den Atlas okyanusuna kadar bir şeridi kaplayan binlerce yıllık uygarlıklar zinciri artık tam bir çürümeyi ifade ediyordu. Bu çürüme içindeki eski uygarlıklar, kendilerinin kahramanlık, yani uygarlık öncesi, uygarlık eşiği dönemleri kadar olsun, bir ideal ve örnek sunmaktan uzaktı modern kapitalist uygarlığa. Teknik ve bilimdeki gelişmeler ise tarihsel bir iyimserliği besliyordu. Böyle bir dönemde, gelecek geçmişin veya şimdinin kendisinden kurtarılacağı bir şey olarak tasavvur bile edilemez, böyle bir soru akla gelemezdi. Ancak, şu "kısa yüzyıl"da, şu "aşırılıklar yüzyılı"nda (Hobsbawm) insanlığın yaşadıkları, geçen yüzyılın geleceğe ilişkin bütün hayallerini gömdü. O çok umut bağlanan teknik, insanlık tarihinde eşi görülmemiş katliam ve acıların da aracı olabiliyordu. Atom yeryüzünde canlıların bile var oluşunu tehdit ediyordu. Doğaya egemen olma onun dengesini bozuyor, canlı yaşamın şartlarını bile tehdit ediyordu. Üretimdeki onca artışa, üretkenlikteki müthiş yükselişlere rağmen, insanlığın büyük bölümü, eskisinden de daha kötü koşullarda yaşıyor, her gün geçmiştekinden daha fazla çocuk ölüyordu. Maddi refah bile, sağlandığı yerlerde insanlara binlerce yıl boyunca aranmış mutlulukları vermekten uzaktı. Yalnızlık, izolasyon, zamansızlık, yabancılaşma, ilişkilerin, boş zamanların metalaşması, şiddetin yükselişi çok daha aşılmaz sorunlar olarak insanın karşısına dikiliyordu. Bütün bunlar, Aydınlanma döneminin iyimser bir gelecek beklentisine ölüm vuruşu oldular. Geçmişe anlamını veren gelecek hakkındaki beklentilerdir. Gelecek için umutları besleyen bir çağ, geçmişin algılanışını da değiştirir. Geçmiş, bütün olumsuzluklarına rağmen, mutlu bir gelecek için geçilmesi zorunlu bir aşama, geleceğin mutluluğu için bir kefaret, bir diyet, o mutluluk ülkesine giden zahmetli bir yol gibi görünür. Devrimler tarihin lokomotifleri olarak görünürler. 22


Ama gelecek umut ışığını yitirdiğinde, bir mutluluk ülkesi vaat etmez göründüğünde, geçmiş, Tarih meleğinin gördükleri, hayata döndürmek istediği ölüler, yeniden birleştirmek istediği kırık parçalar, gelecek ise bu meleğin bir fırtına tarafından sürüklendiği yön olarak görülür. Ve gelecek sadece yeni yıkıntılar vaat eder. Devrimler, tarihin lokomotifleri değil, imdat frenleri olarak görünürler. (W. Benjamin) Böylece gelecek yitirildiği için geçmiş de yitirilmiştir artık. Yeni bir çağa ve bin yıla insanlık ne umut vadeden bir gelecek ne de özlem duyulabilecek bir geçmiş olmadan giriyor. Tam da bu ruh hali, bin yıl dönüşünün sorusunu belirliyor. Ancak geleceğin ve geçmişin yitirildiği bir çağın eşiğinde, geleceği ve geçmişi birbirinden kurtarmak akla gelebilir ve sorulabilir. Ve o gelecek artık öylesine bir lanetle damgalıdır ki, sahneye yalnızca kendisi çıkamamakta, kendisine yönelecek şiddeti ve laneti biraz olsun azaltabilmek, saptırabilmek için, kardeşi geçmişin çirkinliğinin ardına gizlenmektedir. Bu bağlamda, geleceği ve geçmişi birbirinden kurtarmak sorusu, felsefi kabuklarından ve imgelerden soyulduğunda, umut vadeden bir gelecek için, geleceği yeniden kazanabilmek için ne yapmak gerekir sorusundan başka bir anlama gelmez. Bu anlamda, programatik ve politik bir sorudur. Bizzat kendisi bir programdır. *** Sadece geçmiş ve geleceği mi yitirdik? Birde o geçmiş ve gelecek arasında, insan psikolojisi ve algılamasına göre üç saniyelik bir dönemi kapsadığı söylenen incecik bir zar gibi bir de şimdi var. İster bu psikolojik boyutuyla, ister çeşitli kriterlere göre tanımlanabilecek başka tarihsel ve sosyolojik boyutlarıyla bir de şimdi var. Bir zamanlar sadece şimdi vardı. Augustinius, sadece şimdide yaşadığımızı, ve bu şimdinin, "geçmiş şeylerin şimdisi, şimdiki şeylerin şimdisi ve gelecek şeylerin şimdisi" gibi boyutları olduğunu söylüyordu. Parisli isyancılar, ebedi olmasını istedikleri an için saatlere kurşun sıkıyorlardı. Bugün ise ne saatleri yıkmayı ve onlara kurşun sıkmayı düşünebilecek bir hayal gücümüz, ne de öyle durup ebedi olmasını isteyeceğimiz bir an var. Bir bakıma geçmiş ve gelecek yok olmuş ortalığı şimdi ele geçirmiş durumda. Haberleri bir sprinter gibi okuyan spiker, hava raporunu hızla geçip giden bir bahar yağmuru gibi anlatan metoorolog, son liste başı parçayı, çalacağı müzikten daha hızlı bir tempoyla tanıtan Disk Jokey, gazetelerin başlıkları, geçip giderken görülen reklam afişleri, her şey, tarihsiz ve geleceksizce bir an için yaşıyor ve yok oluyor, buhar olup uçuyor. Tıpkı ömürleri saniyenin bile çok küçük bir bölümü kadar süren radyoaktif reaksiyonlar sonucu ortaya çıkan tanecikler gibi. Sanki gelecek ve geçmiş yok olmuş durumda, her şey şimdi için var. Bir şimdi diktatörlüğü hüküm sürüyor. Ama şimdinin bu toplumsal egemenliği, kişi ve algılayışı açısından, şimdinin yitirilişinden başka bir şey değil. Hayat hiç bir zaman yaşanmamış, yaşanmayacak, tadına varılmamış şimdilerden oluşuyor. Her şimdi sadece bir sonraki randevu için var. Şimdi geleceğin bir 23


hizmetçisi. Ama gelecekteki şimdiler de daha ötedeki bir geleceğin şimdileri. Bütün şimdi ve gelecek, daha hızlı, durmayalım düşeriz prensibine göre çalışan modern uygarlığın mihrabında kurban edilmiş durumda. Bu anlamda, geçmişi ve geleceği birbirinden kurtarmak, şimdiyi yeniden kazanabilmek demektir. *** Ne gelecek, ne geçmiş ne de şimdi kaldı. Her şeyi yitirmiş bulunuyoruz. Yitirdiklerimiz bu kadarla kalsaydı gene iyiydi. Umutsuz bir geleceğin gölgesinin vurduğu bir tarih bile yok artık elimizde, tarihin yıkıntıları bile çalınıyor. Modern toplumun tanrısı kar ise, dini ulustur. Tarihin gördüğü en etkili, en kanlı, en saçma illüzyon olan, yalan olan ulus ve ulusçuluk, sadece yıkıntılardan oluşan bir geçmişi bile insanlığa çok görüyor, onu gizlice çalıyor. Ulusların tarihi yoktur. Uluslar ve ulusçuluk, tıpkı bir vampir gibi, olmayan tarihini yaratmak için, kendi varlığını sürdürebilmek için insanlık tarihinin kanını emiyor, bütün tarihi kendisi gibi tarihsizleştiriyor. Bütün uluslarda, şimdinin tarihi o ulusal devletin ya da o devlete yol açan hareketin tarihiyle başlıyor. Böylece bir yandan uluslar tarihsizliklerini örtük bir şekilde itiraf ederlerken, diğer yandan da geniş anlamıyla Şimdiyi de sadece bir ulusal ilkeye tabi kılarak ve indirgeyerek, insanlığın elinden kapıyor. Tarihin geri kalanı ise, yine ulusal oluşumların hazırlanışlarının tarihi oluyor. Tarihi olmayan uluslar bütün insanlık tarihini işgal ediyorlar. Bütün ulusların tarihi yalanlar üzerine inşa edilmiştir. Tarih üzerine yazılan her şey o tarihsize, o soysuza bir tarih, bir soy sağlamaya hizmet etmektedir. Bu en açık biçimde, şu an inşa halindeki ulusun, Avrupa ulusunun tarihinin inşasında görülebilir. İsa'dan, Eski Greklere, Haçlı Seferlerinden otuz yıl savaşlarına, hatta ikinci ve birinci dünya savaşlarının boğazlaşmalarına kadar bütün tarih, sanki Avrupa ulusunun oluşumu yolunda geçilmesi zorunlu aşamalarmış gibi ele alınıyor. Tarih, ulusların ve ulusçulun yağmasına uğruyor ve onun unsurları ulusal tarihlerin inşalarında kullanılıyor. Artık geçmiş, sadece ulusların ve ulusçuların prizmasından bakınca vardır. Başka bir geçmiş yoktur, uluslar tarafından çalınmıştır. Bu anlamda geleceği geçmişten kurtarmak, geçmişi ulusların ve ulusçuluğun elinden kurtarmak demektir. *** Fakat sadece gelecek hiç bir umut vaat etmediği için yitirmedik geleceği ve geçmişi; sadece dayanılmaz sürati, ticarileşmesi ve yabancılaşması yüzünden yitirmedik şimdiyi; sadece uluslar ve ulusçuluk çaldığı için yitirmedik yıkıntılardan ibaret bile olsa tüm insanlığın geçmişini; ama aynı zamanda, unuttuğumuz için de, unutturulduğu için de yitirdik. Her hatırlama aynı zamanda başka bir şeylerin unutulması, unutulmaya terk edilmesidir; her olayın öne çıkarılışı, başka bir olayın arda itilişidir; her an açık gibi görünen tartışma, 24


tartışılmayana karşı bir susuş komplosudur. Gerçek Tarih henüz yazılmamış olandır. Varolan tarih ezilenlere karşı bir susuş komplosudur. Tarih, galiplerin, üstün gelenlerin veya daha baştan üstün olanların tarihidir. Ve bu tarihte sadece iğrençlikler kalmaktadır. Uygarlıkların doğuşuyla birlikte, tarihi sadece iğrençlikler ve çöküş kaplamaktadır. Kahramanlık dönemlerinin tarihi kadar olsun, örnek alınacak bir erdem yoktur ortada. Böylece ezilenlere karşı bu komplo yüzünden insanlık da tarihinde örnek alacak hiç bir şey göremez olmakta; eski uygarlıklar kadar olsun, geçmişiyle barışık olamamaktadır. Geçmiş ezenlerin ve galiplerin tarihi olarak onlar tarafından yazıldığı için onurunu da yitirdi. Zafer sarhoşluğu içindeki modern batı uygarlığı, bu zaferini ebedi kılabilmek, başka olası bir dünyanın ve hayalin bütün anılarını hafızalardan silebilmek için, onun erdemli yanını unutuyor ve unutturuyor. Tarih sadece Konsantrasyon kampları değildir ona karşı direnenlerdir de. Sadece savaşlar değildir; barış için savaşanlar, asker kaçaklarıdır; sadece uzlaşanlar, eyyam efendileri, teslim olanlar değildir; uzlaşmayanlar, direnenlerdir. Sadece galiplerin zafer arabasına bağladığı yığınların tarihi değildir, bir inancı sürdüren marjinal, küçük grupların da tarihidir; sadece kilisenin değil, Katarların da tarihidir; sadece engizitörler yoktur, engizitörlerin yaktığı ateşte yanarak ışık verenler de vardır; sadece çürüyen Abbasi ve Emevi halifeleri yoktur, Nesimi'ler, Hallacı Mansur'lar da vardır. Tarihin bütün dikkati ve enerjisi, geçmiş üzerine bütün bildiklerimiz hep birinciler üzerine odaklanmıştır, diğerleri unutulmaya ve unutturulmaya terk edilmiştir. Ama onlar hep vardılar, varlar ve var olacaklar. Nasıl her şeylere kadir tanrı bir topal şeytanla baş edemez, onu yok edemez ise öyle. O şeytanların da bir tarihi var ve yazılmamış gerçek tarih, bizlerden çalınan geçmiş, o şeytanların tarihidir. Bu anlamda geleceği geçmişten kurtarmak, o unutulan geçmişi hatırlamak, geçmişe erdemli ve yiğit yanını geri vermek, kazandırmak demektir. Tarihle barışmak demektir. *** Bir an için geleceği bir yana bırakalım. Unutulmuş ve çalınmış bir geçmiş ve yaşamadığımız bir şimdi var. Geleceği geçmişten kurtarmak için, unutulmuşu hatırlamak, çalınmışı geri almak, yaşanamayanı yaşayabilir olmak gerekiyor. Unutulmuşu hatırlamak, çalınmışı geri almak, yaşanmayan şimdiyi yeniden kazanabilmek için ne yapmak gerekiyor? Şimdiyi tekrar kazanmaktan başlanabilir. Niçin ve nasıl yitirildi şimdi? Nedir böylesine ne insan biyolojisinin ne de doğanın ritmini takmadan, saatlerden saniyelere, saniyelerden nano saniyelere doğru, müthiş bir hızla hayatı kıyma eden. Zamanı çalan ve bizleri zamansızlığa mahküm eden? Eğer bir metanın değerini içinde yoğunlaşmış emek belirliyorsa, bunun tek ölçüsü de zaman ise, ve ödenmemiş emek miktarı ölçüsünde artı değer ve kâr artıyorsa, ve ancak daha çok kâr ettikçe ayakta kalabiliyorsa sermaye; sermaye ancak daha hızla devir ettiği takdirde, kâr oranlarında bir yükseliş sağlanabiliyorsa; makineler ancak, durmaksızın ve en hızlı tempoyla 25


çalıştıkları takdirde daha verimli oluyorlarsa, yani üretim sisteminin mantığı, kişilerin iradesinden ve isteğinden bağımsız olarak bunu gerektiriyorsa; bu nedenle bu modern batı uygarlığı durmayalım düşeriz, daima daha hızlı ve daima daha çok diye yazmışsa; zamanı ve şimdiyi yeniden kazanmak bu kâra dayanan anarşik üretim, değişim ve tüketim sistemini yok etmeden mümkün olabilir mi? Ama bu sistemi yok etmek ise, kâr yerine insanların ihtiyaçlarını; daha çok ve daha hızlı yerine; daha yavaş ve daha az yabancılaşmış emekli zaman diyen; kârı değil insanı merkeze koyan bir sistem kurmak; dokunulmaz kutsal, bugünkü batı uygarlığının temelini oluşturan özel mülkiyete dokunmadan olabilir mi? Şimdiyi, yeniden kazanmak, sadece sürat boyutuyla bile, batı uygarlığının temelini oluşturan modern sermayenin temellerini dinamitlemek demektir. Şimdiyi kazanmak biçimindeki bu masum istek, bu son derece insani arzu, bugünkü sistemin duvarlarına çarpmak zorundadır. Ya o hızla geçen zamanın, yaşanmayan şimdinin içeriğine gelince; her şeyin metalaşması yol açmıyor mu insan ilişkilerindeki metalaşmaya, soğukluğa ve yalnızlığa; sadece üretken işgücü, artı değer üreten bir iş gücü önemli olduğu için değil mi, çocukların okul ve kreş gettolarında çocukluklarını yaşamadan, eski Çin'de kadınların ayaklarının daha küçük yaşta kalıba vurulmaları gibi, sermayenin ve pazarın isteğine ve ihtiyaçlarına uygun formlara sokulmaları. Ve aynı nedenle kapatılmıyor mu, artık artı değer üretemeyecek olanlar yaşlılar evi denen gettolara. Sırf daha yüksek Kâr oranları değil mi, böylesine akıl almaz süratle gerçekleşen teknik değişikliklerin nedeni. Ve o teknik değişiklikler, sadece henüz fiziksel bir yıpranmaya uğramadan, makineleri moral yıpranmaya uğratmakla kalmıyor, insanları, özellikle yaşlıları da modeli geçmiş makineler gibi çöplüğe atmıyor mu? Böylece çocukluk, gençlik ve yaşlılık, bir stres ya da gereksizlik duygusu içinde yaşanmadan yaşanıyor. Olgunluk ise, yani ücretli olarak çalışılan dönem ise, ya müthiş bir tempo içinde yabancılaşmış emek olarak, yani yaşanmamış bir hayat olarak, ya da onun yeniden üretimi için uyumak, yemek gibi işlerle geçiyor. Geriye kalan boş zamanlar ise, ticarileşmiş, soğuk, yalnız ve sevgisiz olarak uçup gidiyor. Bu sefaletin turizmden evlere, aşktan seksüel ilişkilere kadar daha nice yanından söz edilebilir. İşin ilginci, bütün o "üçüncü dünya"nın sefaletinin, yani batı uygarlığının kasapları, manavları, bakkalları, hizmetçileri ve bordelleri olmaya mahkum edilmelerinin nedeni, o fiziki yoksulluğun nedeni, şu batı uygarlığının çocukluğunu, gençliğini, yaşlılığını yaşayamayan, erginliğini ise yabancılaşmış emek ve onun yeniden üretimiyle geçiren, geri kalan küçücük boş zamanı da ticarileşmiş, soğuk ve yalnızlığa mahkum olmuş çalışanlarının iş gücünün yeniden üretiminin fiyatını düşük tutmak ve dolayısıyla artı değer ve kâr oranlarında yükseliş sağlamaktan başka bir şey değildir. Manevi olarak savunmaya bile değmeyecek bir hayat için, insanlığın dörtte üçünün ölüme ve acıya mahkum edilmesi. Fakir ülkelerdeki maddi ve zengin ülkelerdeki manevi sefaleti yok etmek isteyen her girişim, biraz olsun sorunun nedenlerine girdiği an karşısında, şu özel mülkiyete, kâra, her şeyin metalaşmasına dayanan bugünkü batı uygarlığının temellerini görmek ve onlara yönelmek zorundadır. Bu yöneliş ise karşısında, şaşmaz bir şekilde sermayenin fiziksel gücünü ve baskı araçlarını bulur. 26


Ama hayal gücünü ve umudunu yitirmiş bir insanlık, bu durumun nedenini çok iyi bildiği ve gördüğü halde bu temellere yönelemiyor. Eleştirisinin sonuçlarından korkuyor, son sözünü yutuyor ve geriye adım atıyor. Bütün dünyadaki aydınlar, düşünce adamları, bu maddi ve manevi sefaleti her yönüyle, en sanatsal ve çarpıcı ifadeleriyle ele alıp anlatıyorlar. Ama nedenler konusuna gelince diller tutuluyor. Bu tutuluşun ardında, uygarlığın bu çürüyüşüne son verecek bir gücün görülmemesi yatıyor. Ortada bu tasvir ve eleştirilerin gerektirdiği çıkarsamaları yapmak için cesaretlendirici bir güç yok. O zaman da umutsuzluk sonunda teslimiyete yol açıyor. Teslimiyet kendine saygının yitirilmesine yol açıyor. O zaman da unutmaya ve unutturmaya çalışıyor ve sistemin suç ortaklarına, kapolarına dönüşüyor. Kurbanlar cellatlarının iş birlikçiliğine soyunuyor. Niye mümkün olmasın, insan ihtiyaçlarına, doğanın ve insan biyolojisinin ritmine göre insanların özgürce ve demokratik olarak planladıkları bir üretim, değişim ve dağılım sistemi. İnsan bu kadar yeteneksiz midir? Bu insana güvensizlik değil midir? Yıkılmış, sözüm ona planlı denen bürokratik keyfilik ekonomileri bunun olanaksızlığının bir kanıtı olarak gösterilebilir mi? İnsanlık bu kadar yeteneksiz değildir. Ama bunun için önce hayal edebilmek, var olanın kader olmadığını, başka yollar da olabileceğini düşünmeye cesaret etmek gerekiyor. Ancak o zaman şimdiyi yeniden kazanabiliriz. *** Ya bizden ulusun ve ulusçuların çaldığı geçmiş. Onu nasıl kazanabiliriz? Daha iki yüz yıl kadar önce, kendilerini ulus olarak tanımlayan devletler, Atlas okyanusunun iki kıyısında, insanlığın çok küçük bir bölümünü kapsayan topluluklardan ibaretti. İnsanların büyük çoğunluğu için, ulusçuluğun anladığı anlamda bir ulustan olmanın bir anlamı yoktu ve böyle bir problem bile bilinmiyordu. Ama bu gün yeryüzünde, bir tek santimetre kare toprak kalmamıştır ki bir ulusal devlete dahil olmasın, bir tek bile insan yoktur ulusu olmayan. Ulusu olmayan bir insanı düşünmek, çağdaş hayal gücünü aşırı zorlamak olur, nasıl gölgesiz bir insan olamazsa, ulussuz da olamaz (E. Gellner). Ama daha yakın zamana kadar insanlar için bir ulustan olmak, kültürel ya da soysal bir yakınlığı ifade etmekten başka bir anlam taşımazdı. "Ulusal birimle, siyasal birimin çakışması gerektiği" (E. Gellner) yolundaki ulusçuluğun anlayışı, akla bile gelmezdi, Bugün, şu ya da bu soydan, şu ya da bu aşiretten olmanın siyasal bir anlamı olmadığı gibi bir anlama sahipti bir ulustan olmak. Belki bu uygarlığın gençliğini yaşadığı çağda insanlığın hayrına olmuş bu ulus ilkesi ve ulusçuluk, modern uygarlığın dini, globalleşen bir dünyada, sadece bir apartheit sisteminin dayanağı olabilir. Güney Afrika'da klasik aphartheit biterken, dünya ölçüsünde bir apartheit sistemi kurulmuş bulunuyor. Yeryüzünün beyazları, Amerika, Avrupa, Japonya, Avustralya gibi ülkelerin ulusları, yeryüzünün siyahlarını, "Üçüncü dünya" denilen rezervuara hapsediyor. Amerika, Çin setti benzeri yüksek teknolojili duvarlar örüyor, Meksika'nın kuzeyine, Benzerini Avrupa başka biçimlerde Asya'nın Batısına ve Afrika'nın kuzeyine yapıyor. Rezervuara hapsedilenler ve rezervuar yapılan alan öylesine büyük ki, bu duvarların 27


bir rezervuarın etrafındaki çitler olduğunu kavramak için hayal gücünü zorlamak, anlayışlarda bir Kopernik devrimi yapmak gerekiyor. Örülen duvarlar, beyazların etrafına değil, siyahların etrafına örülmektedir, ama bu siyahlar öylesine büyük ve çoktur ki, ilk bakışta bu görülememektedir. Bu rezervuar koskoca bir hapishanedir ve oradan artık kimsenin kaçmasına müsaade edilmemektedir. Kaçmaya kalkanlar, ya hapishane yapılmış adalardan kaçmaya kalkanlar gibi, nehirlerde ve denizlerde boğulmakta, balıklara yem olmakta, ya da dağlarda donmakta, ya da duvarlara takılıp kalmaktadırlar. Bu hapishanenin sahibi beyazlar ise, turist olarak iş gücünü daha ucuza yeniden üretmek için,istedikleri zaman oraya girip çıkabilmekte ya da politikacı ve iş adamı olarak, istedikleri zaman ve biçimde bu hapishaneyi kontrol edebilmektedirler. Beyazların idare binasına ise sadece hapishanedeki işbirlikçilerinin çıkma hakları oluyor. Bazen de idare binasının temizlik gibi bazı ihtiyaçları için bazı siyah mahkumların orada bir parya olarak çalışmasına müsaade ediliyor. Bu sistemin bir tek adı vardır: Apartheit. Ama ulus ilkesinin ve ulusal devletlerin egemenliği, bunun sorgulanmasızca kabul edilmişliği, bir ırkçılık olduğunun görülmesini engelliyor. Ulus ve ulusçuluğa son verilmeden ise bu apartheit sistemi yok edilemez. Ama bu sistem, ulus ilkesine ve ulusal devletlere dayandığı ve artık insanlık, ulusun dışında bir varoluş tarzını unuttuğu ve hayal bile edemediği için, bu sistemin kurbanlarınca, yani siyahlarca bile, sistemin korkunçluğu, akıl ve insanlık dışılığı görülemiyor ve bir itiraz getirilemiyor. Gerçekliğin tam bir kavranışı ancak hayallerin aynasında olabilir. Bu nedenle, sistemin kurbanlarının bile önce hayal görmeye bunun için de hayal gücüne ihtiyacı var. Batı uygarlığı, bir yandan globalleşir ve globalleşmeden söz ederken, sermaye ve kârlar ve mallar hiç bir sınır tanımadan dünyanın her yerine kolaylıkla geçebilirken iş gücünün ve insanların serbest dolaşımının önüne koyulan ulusal devletin sınırlarının akıl ve insanlık dışılığını gizlemek için, çok kültürlülük ya da etniklik diye bir yalan uyduruyor. Ama bu gizleme çabası, ulus ilkesine dayanan devletin gereksizliğinin de üstü örtük bir itirafından başka bir şey değildir. Çok kültürlülük bir aldatmacadır, daha doğrusu, batı uygarlığının kendi kültür anlayışını, tanımını, diğer kültürlere dayatmasıdır. Diğer kültürlerin kültür anlayışlarının ve tanımlarının baskı altına alınmasıdır. Kültürel olan bu tanımda, siyasi anlamı olmayandır. Yemektir örneğin, giyimdir, günlük hayata ilişkin kimi alışkanlıklardır, konuştuğunuz dildir. Ama biri çıkıp, benim kültürümde devlet yok, benim kültürümde bir ulustan olmak diye bir kavram yok, benim kültürümde saniyeler dakikalar yok, benim kültürümde özel mülkiyet yok, benim kültürümde polis yok, benim kültürümde mahkemeler yok diyemez. Bunları dediği an, çok kültürlülük efsanesi biter, söyleyen soluğu cezaevinde ya da tımarhanede alır. Çok kültürlülük, ulus ilkesine dayanan devletleri kurtarmak için çıkarılmış, batı uygarlığının kültür anlayışının diktatörlüğüdür. Avrupa uygarlığının kültür karşısındaki tutumu, dinler karşısındaki tutumuna benzer. Bu uygarlıkta din, kişinin bir vicdan ve inanç sorunu olarak tanımlanmış, ve en ideal biçimlerinde tümüyle politik alanın dışına itilmiştir. Ama bu aslında, diğer dinlerin din anlayışları üzerinde 28


bir diktatörlüktür. Örneğin sıradan halk İslam'ı değil, politik İslam, ya da Şeriatın tanımladığı İslam, tıpkı ulusçuluğun, siyasal birimle ulusal birimin çakışmasını ön görmesi gibi, siyasal birimle din biriminin çakışmasını ön görür. Bu anlayış karşısında batı uygarlığının din anlayışı bir diktatörlüktür, ona izin veremez çünkü. Bunun tersi de doğrudur, politik İslam da, dini kişinin vicdan ve inanç sorunu olarak, politik alanın dışında anlayan yaklaşım üzerinde bir diktatörlüktür. Bunlar uzlaşmazlar. Aynı şekilde başka kültürlerin kültür tanımları karşısında da aynı durum vardır. Bir kültürün siyasal alan içinde gördüğünü, diğer kültür görmüyorsa, bunlardan birinin geçerliliği diğeri üzerinde diktatörlüktür. Çoğulculuk, çok kültürlülük, demokrasi, çok renklilik gibi kavramlar bu diktatörlüğü gizlemeye yarayan ideolojik araçlardır. Ceza suçun cinsinden olmalıdır. Göze göz, dişe diş. Madem ki batı uygarlığı, dini ve kültürü öyle tanımlıyor ve politik alanın dışına itiyor, ona da bu uygarlığın dini olan ulus ilkesine ve ulusçuluğa niye aynı ceza verilmesin? Batı uygarlığının ufkunun ötesinde başka bir uygarlığın hayali, işe, batı uygarlığının dini olan ulus ilkesinden başlamak zorunda değil mi? Bugün dünyadaki bütün devletler, var olan ve var olmaya çalışan bütün devletler, hepsi, ulusal birimin politik birimle çakışması anlayışına göre kurulmuş bulunuyor. Tıpkı bir şeriat devletinde, dinsel birimle politik birimin çakışmasında olduğu gibi. Aslında bugün bütün dünya, ulus ilkesi açısından şeriat devletleri tarafından ele geçirilmiş bulunuyor. İnsanların dinsiz olma hakkı var ama ulussuz olma hakkı yok örneğin. Üç kişi bir araya gelip bir din ya da tarikat kurabilir ama bir ulus kuramaz. Çünkü ulusçunun ulus anlayışı, ulusal birimle siyasal birimin çakışmasını öngörür. Ulusçuluğun ulus anlayışını kabul etmek için hiç bir neden yok ortada, aksine 80'li yılların başından beri, ulus ve ulusçuluk alanındaki anlayışında devrim yapmış kitapların hepsi, ulusçuluğun ulustan önce geldiğinin, varoluşu bakımından sınıflara değil örneğin dinlere benzediğinin kanıtlarıyla doludur. Bu anlayışı reddetmek enternasyonalizmle de olamaz ve enternasyonalizm değildir. Enternasyonalizm, ulusçuluğun ulus anlayışını reddetmez, dışlamaz, onu olduğu gibi kabul eder ona dayanır ve onu yeniden üretir. Onun içindir ki, yeryüzündeki ulusların çoğunu enternasyonalistler yaratmışlardır. Ulusun ne olduğunu ulusçulardan öğrenemezsiniz derler, enternasyonalistlerden de öğrenemezsiniz. Tıpkı tanrısızlık ya da dinsizlik gibi, ulussuz olma hakkını savunan bir anlayış, ki bu anlayış otomatik olarak siyasal olanla ulusal olanın çakışması gerektiği anlayışını reddetmek zorundadır, ulusların ve ulusçuluğun mezar kazıcısı olabilir. Böyle bir anlayış, ulusu siyasal alanın dışına iterek, isteyene istediği ulusu kurma, girme, çıkma, ulussuz olma hakkını sağlayabilir. Ulus kişisel bir seçim, din gibi bir inanç sorunu veya, tıpkı, bugün kültürün tanımlandığı gibi bir kültür sorunu olur. Elbette böyle bir yaklaşım, ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddeden ve ulusal olanı, tıpkı daha iki yüz yıl önce insanlığın çoğunda olduğu gibi, politik alanın dışına iten yaklaşım, ulusçunun yaklaşımı üzerinde bir diktatörlüktür. Ama bugün bütün dünyaya egemen olan 29


ulusçuluğun anlayışı da, diğeri üzerinde bir diktatörlük. *** Ulusların bir araya gelip çok uluslu birlikler (Avrupa Birliği) ya da uluslar üstü (Birleşmiş Milletler) birlikler kurması, ulusçuluğu yok etmez, sadece güçlendirir ve görünmesini gizler, daha büyük ve güçlü olarak başka bir isimle yeniden üretir, ulusal olanla politik olanın çakışmasını sorgulamaz. Ulusların aralarındaki çatışmaların, uluslar arasındaki yakınlaşmalarla; uluslar arası örgütlenmelerle; ulusçunun anladığı biçimiyle ulus ilkesini ret etmeyen, dışlamayan ama yeniden üreten mekanizmalarla kaybolacağı inancı çocuksudur ve hiç bir tarihsel tecrübe bunu desteklemez. Ulusçunun ulus anlayışını ret eden, onu dışlayan, onun üzerinde bir diktatörlük oluşturan, başka bir ilke ancak bugün insanlığı apartheit sisteminden kurtarıp, ulusal çatışmalara son verebilir. Bu, bir tarihsel analojiyle daha kolay anlaşılabilir. İslamiyet öncesi dönemde, insanlar Arap yarımadasında aşiretlere göre örgütlenmişlerdi. Geçerli ilke, soy kardeşliği, kan kardeşliği idi, tabiri caiz ise, siyasal olan kan ve soyla belirleniyordu. Muhammet, bu aşiretleri birleştirmeye, birleşmiş milletler ya da Avrupa birliği gibi, aşiret birlikleri ya da federasyonları gibi yollar denemedi, o kandaşlık ilişkisi ve ilkesinin yerine başka bir ilkeyi getirdi, kan kardeşliği yerine din kardeşliği. Ancak böylece her aşiretin içindeki din kardeşliği ilkesini kabul edenler, kan kardeşliği ilkesini kabul edenlere karşı başka bir ilkeyi dayattılar. Diğer bir örnek, modern batı uygarlığının tarihinden verilebilir. Burjuvazi, ilk muhalefetini dinsel biçimler içinde örgütledi. Bu biçimler içinde kaldığı sürece, tüm insanlığı, tüm dinleri etkisi altına alabilecek bir uygarlık geliştiremezdi burjuvazi. Hıristiyanlığın hangi yorumunun daha doğru olduğu, bir Müslüman ya da bir Budist için hiç bir şey ifade etmez ve anlaşılmaz kalırdı. Burjuvazi, Muhammet'in aşiretler kardeşliği ya da federasyonu denememesi gibi, bir dinler birliği ve kardeşliği de denemedi. Burjuvazi, bütün antik uygarlıkların ve dinlerin dayandıkları ilkeleri dışlayan, geçersiz kılan ve onlar üzerinde bir diktatörlük oluşturan bambaşka bir ilke ile, örneğin ulus ilkesi ile onlar üzerinde kesin bir zafer kazandı. Burjuvazi, bütün dinleri, antik uygarlıkları ve aşiretleri, tıpkı Muhammet'in bir zamanlar, din kardeşliği ilkesiyle yapabildiği, yani kardeşleri siperlerin karşı taraflarına sürebilmesi gibi, ulus kardeşliği ilkesiyle, din ve kan kardeşlerini birbirine karşı sürüp ekonomik gücüne dayanan zaferini ideolojik olarak pekiştirebildi. Modern uygarlık, ancak, başka bir ilkeye dayanarak, her din ve kandaşlık birliğinin içinden yığın yığın gönüllü savunucular bulabildi. Ulusçuluğun sonu da böyle olabilir. Ulus ilkesini ret eden, boş düşüren, onu dinlerle aynı kefeye ve gerçek yerine koyan bir ilke, bizden tarihi ve günümüzü çalan; insanlığın bir apartheit sistemine mahkum eden ulusal devletlerin sonunu getirebilir. Her ulus içinde, ulusal olanla politik olanın çakışması gerektiğini savunanlarla, bunun kişisel bir tercih sorunu olması gerektiğini savunanlar arasında bir bölünme olmadıkça ve ikincileri birincilere üstün gelmedikçe, çalınmış geçmişi yeniden kazanmak ve geleceği geçmişin lanetinden kurtarmak mümkün olamaz. 30


Modern uygarlığın dini ulusçuluk ya da onun heretik karşıtı enternasyonalizm, klasik dinler kadar olsun böyle bir eleştiri ve bakış karşısında dayanacak güçte değildir. O insan varlığına ilişkin temel soruları ne sorar ne de ona bir cevap arar. Sanıldığından çok daha güçsüzdür. Burada bütün sorun bunun olabileceğini düşünmek, bunu hayal edebilmekte. Var olanın ufku dışından ona bakabilmekte. *** O halde hayal görmeliyiz. Ama hayal görmeyi bile unutmuş bulunuyoruz. Hayal görmeyi de unuttuğumuza göre, onu yeniden hatırlamak, sanki ağır bir ameliyat ve uzun bir yatalaklık döneminden sonra bir hastanın yeniden yürümeyi öğrenmesi gibi, hayal görme çalışmaları yapmamız, tembelleşmiş kasların itaatsizliğine son vermemiz, yol açtıkları acılara dayanmamız gerekiyor. Tabakhanede çalışan işçiler gibi burnumuz ufunetin kokusunu almaz olmuş durumda. O pislik kokusunu tekrar fark edebilir olmak için, önce temiz bir havaya gerek var. Bu temiz havayı ancak hayaller sağlayabilir. Ancak hayallerin ışığı altında gerçekliğin akıl ve insanlık dışılığı daha iyi görülebilir, onun daha derin bir kavranışına ulaşılabilir. Herkes, kuyuya düşmemek için önüne bakıyor, kimse yıldızlara bakmayı aklından geçirmiyor bile. Kafalar yukarıya kaldırılsa, kuyunun ağzı görülebilecek ve belki o zaman kuyudan çıkma çabasına girilebilecek. Hayallerin ufku olmaksızın gerçekliğin daha tam bir kavranışı olamaz. *** Gerçekliğin hayallerin ışığında gerçekçi bir değerlendirilişi ise şunu gösterir: durum umutsuzdur. Öylesine umutsuzdur ki artık ciddi bile değildir. Belki çoktan insanın var oluşunu sağlayan koşullar tahrip oldu geri dönüşsüzce. Bir gökdelenin tepesinden aşağı düşene yere çakıldığı ana kadar bir şey olmaz, belki insanlık bu durumda. Paraşütün ipini çekecek, ya da uçuruma doğru hızla giden trenin imdat frenini çekecek bir güç de görülmüyor ortada. Tarihin tersinden açılan yumağının yol açtığı Gordiyos düğümünü kesecek, İskenderler de yok artık. Modern uygarlık bütün insanlığı kendi zafer arabasına bağlamış, geçmişi çalmış, unutmuş ve unutturmuş. Yapılacak ilk iş, durumun böyle olduğunu görmektir, durum hakkında sahte umutlar ve hayaller yaymamaktır. Durumun umutsuzluğu görülmeli ve gerçeğin gözlerinin içine cesaretle bakılabilmeli. Gerçekliği görebilmek için hayal görebilmek; umutsuzluğu görebilmek için gerçekçi olmak gerekiyor. Hiç bir umudun ve kaybedecek bir şeyin olmaması; bunun görülmesi ve kabulü çok sağlam bir hareket noktası sağlar. Çok radikal ve eleştirel bir tutumun koşullarını sağlar. Bu radikalizm yine aynı ölçüde radikal; ne umuda, ne başarıya bir referans noktası olarak bakmayan bir ahlaki tavır alış gerektirir.

31


Ezen var ezilen var, galip var mağlup var, üstteki var, alttaki var, kadın var erkek var, siyah var, beyaz var. Bunlarda hep lanetlilerden yana olmak gerekir, hep öyle olmaya çalışmak gerekir; tarihin ve geleceğin, baskının ve sömürünün olmadığı bir dünya için bir olanak vaat edip etmediğinin önemi yoktur. Gişenin ve barikatın bu tarafında olmak, ahlaki bir ilke olmalı. İnsan hayatına anlam veren şey, onun amacıdır. Amaç ise, sömürüsüz ve baskısız bir dünyaya ulaşabilmek içir azami olanı yapmaktan başka bir şey olamaz. Hayal gücüyle gerçekliğin rezaletinin kavranışı; gerçekçilikle umutsuzluğun kabulü ve umut ve umutsuzluğa bir anlam yüklemeyen ahlaki bir seçimle konumun belirlenişi. Gerekçesini insanlığın umutsuz durumundan ve ahlaki bir seçimden alan böyle bir tavrın, bir zafer beklentisine bile ihtiyacı yoktur. Tarihte eğer ezilenlerin kurtuluşu yolunda zaman zaman bir parça ilerlemeler kaydedildiyse, bunlar zafer kazananlar değil, yenilenler sayesinde olmuştur. Kurtuluşa azami katkı, çoğu kez yenilgiyi gerektirmiştir, zaferi değil. Zaferi kazanan kilisenin değil, onun yaktıklarının, cadıların örneğin daha çok katkısı vardır insanlığın kurtuluşuna. Bir zafer bile beklemeyen, umutsuz bur durumdan yola çıkan ve umudu bile olmayan bir tavır olabilir ancak umudun kendisi. Kaos teorilerinde kullanılan bir metafora göre, Çin'deki bir kelebeğin kanat çırpışı, Amerika'da bir kasırgaya yol açabilir. Açar değil açabilir. Bu küçük küçücük de olsa bir olanaktır. O halde yapılacak iş bellidir. Çin'deki bir kelebeğin kanat çırpışı olmak. *** Yaşanan tarih yaşanması zorunlu bir tarih değildir. Bugünkü tarih olası tarihlerden sadece biridir. Tarihin bugünkü yolunu zorunlu olarak kat ettiğine dair hiç bir kesin toplumsal yasa yoktur. Sadece toplum değil, doğa tarihi için bile geçerlidir bu durum. Daima başka olanaklar vardır. Bugünkü evren, muhtemelen olası evrenlerden sadece biridir. Belki o başka olası evrenler bile var evrenimizin dışında. Ama bu fikir şöyle de ifade edilebilir. Eğer Big Bang'tan bu güne, evrenin tarihinin kaseti ya da filmi yeniden oynatılsaydı, aynı filmin görüleceğinin hiç bir garantisi yoktur. Bugünkünden bambaşka özellikleri olan başka yapı taşlarına dayanan bir evren olabilirdi. Doğa tarihi için de geçerlidir bu durum. Hayatın doğuşundan beri filmini yeniden oynatmak mümkün olsa, bugünkü canlı türlerinin aynı şekilde olacağına dair hiç bir yasa ve garanti yoktur. Aksine, bizlere doğal evrimin kaçınılmaz sonucu gibi görünen insan "bir rastlantı"dan (S. J. Gould) başka bir şey değildir. Paleantoloji ve Jeoloji bunun yığınla kanıtını sunuyor. Peki aynı şey toplum için geçerli değil mi? Bugün yaşadığımız tarih, olası tarihlerden sadece biri değil midir? Kaset başından çalınsa, aynı müziğin dinleneceğinin bir garantisi ve zorunluluğu yoktur. Ve tarihin her anı, kasetin yeniden çalınabileceği bir başlangıç noktasından başka nedir ki? 09 Kasım 1998 Pazartesi 32


19:08:44

33


1 Mayıs'ın Doğuşu, Bugünü ve Geleceği Üzerine Düşünceler Modern toplum tarihindeki ulusla sınırlı ulusal bayramlar bir yana, bütün büyük bayramların kökeninde dinsel bayramlar ve onların kökeninde de insanlık tarihindeki, avcılık ve toplayıcılıktan göçebeliğe veya tarımcılığa geçiş gibi, büyük devrimler yer alır. Gerek ulusal, gerek dinsel bütün bu bayramları kutlayanlar ya da kutlamaya çağrılı olanlar bir ulusun ya da dinin taraftarlarıyla sınırlıdır. 1 Mayıs, tarihte, tüm uluslardan, kavimlerden, dinlerden, "ırk"lardan, cinslerden, yaşlardan insanların kutladığı ilk ve tek "bayram" olma özelliğini koruyor. (Gerçi, insanlık tarihinin en eski ve köklü bölünmesinde kökleri olan bir baskı ve sömürüye karşı ama modern tarihte ortaya çıkmış 8 Mart Kadınlar Günü, uluslar, "ırk"lar ve dinler üstü olma özelliğine sahipse de ve 1 Mayısın aksine, son yıllarda kutlanışı nicel ve nitel olarak yükselme eğilimi gösteriyorsa da, onu kutlayan öznenin ezilen cinsle sınırlı olması onu 1 Mayısa göre daha sınırlı kılıyor. Ancak, 8 Martın 1 Mayıstan daha uzun ömürlü olacağı düşünülebilir. Kadının üzerindeki baskının kökleri çok daha derinlerdedir ve sınıfsız bir toplumla ortadan kalkmayacaktır. Belki sınıfsız bir toplum, bu en eski ve köklü bölünme ve baskı biçimine karşı mücadelenin yükselişi için yepyeni olanaklar da sunup ona büyük bir atılım gücü de kazandırabilir.) 1 Mayıs'ın bütün dinler, uluslar, kavimler, "ırk"lardan insanlar tarafından kutlanması onun mesajının tüm insanlık için bir mesaj olmasıyla ilgilidir ve insanlığın ulusal, dinsel vs. bölünme ve düşmanlıklar olmadan da var olabileceğinin sadece bir umut değil, bir olanak olduğunun da en esaslı kanıtını oluşturur. O ulusal, dinsel, "ırk"sal vs. bölünmeler ve düşmanlıklar olmadan yaşamanın ancak bu bölünmelerle bölünerek; yani bütün dinlerden, dillerden, uluslardan, "ırk"lardan işçilerin "kendi" uluslarıyla, dinleriyle, "ırk"larıyla bölünmesiyle mümkün olabileceğini gösterir ve bütün diğer bölünmelere karşı bir meydan okuma; bir provakasyondur ve onların var oluşları için en büyük tehdittir. Tarihte bir çok kereler, bütün insanların kardeşliğini öğütleyen öğretiler çıkmışsa da bunlar hep belli bir dinin içindeki bir sekt olma özelliğini aşamamışlardır. Tarihte ilk kez işçiler, bunu tüm insanlık için bilinçli bir program ve görev olarak ortaya koyabilmişlerdir. İşçi sınıfının ancak dünya ölçeğinde ve dünya tarihsel ölçülerde var olabilmesi nedeniyledir ki, onun hedeflerinin evrenselliği ile bir işçi sınıfı bayramı olması arasında içsel bir bağ vardır. Ve yine bu nitelik, onun hiç bir zaman bayram olamayacak bir bayram olduğunu gösterir. Aslında 1 Mayıs bir bayram da değildir, bir projedir, bir çağrıdır, bir çağrı için "işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü"dür. Dolayısıyla, öyle bir bayramdır ki, eğer yaşamaya devam etse ve tekrar bir canlanma sağlasa bile, gerçekten bir bayram olarak kutlanabileceği gün, onu kutlayacak özne olmayacak ve çağrısı ise artık gereksiz olacaktır. 1 Mayıs, "işçi bayramı"dır. Ama işçi sınıfı, kendini yok etmek üzere var olan bir sınıftır. O kendisini var eden toplumsal koşulları, yani kapitalizmi ortadan kaldırdığı an kendisini de ortadan kaldırmaya başlar, proleterya, yani ücretliler ancak burjuvaziyle bir zıtlık içinde var olabilir; burjuvaziyi ortadan kaldırdığında kendisi de ortadan kalkmaya başlar. Dolayısıyla İşçiler 1 Mayısta sembolleşen amaçlara ulaşılırsa, yani sınıfsız bir topluma ulaşılırsa, işçiler 34


de ortadan kalkmış olacağından ve 1 Mayısın çağrısına artık gerek kalmayacağından; ne öznesi ne de vesilesi kalmamış böyle bir bayramı kutlamak anlamsız olacaktır. Dolayısıyla 1 Mayıs, tıpkı Marks'ın eserinin alt başlığının, "Ekonomi Politiğin Eleştirisi" alt başlığını taşıması gibi, yani Marksist ekonominin hedefinin bizzat kendi konusunu, yani meta üretimini ortadan kaldırmayı hedeflemesi gibi, bizzat kendi konusunu ve öznesini yok etmeye yönelik; bayram olarak kutlanabileceği an artık bayram olarak kutlanmasına gerek olmayacak bir bayramdır. Eğer yaşarsa ve gelecekteki mücadeleler için bir sembol görevini görmeye devam ederse, geçmiş mücadelelere bir şükran günü olarak bir bayram olabileceği düşünülebilir belki. Ama eğer bir gün gerçekleşirse, geleceğin sınıfsız toplumunun insanlarının bayramlara gerek duyacakları şüphelidir. Bayram kıtlık, baskı, yoksulluk, aşırı çalışma koşulları vs. altında anlamlıdır. Bunların aşıldığı bir dünyada insanların, en azından bu günkü anlamıyla bayramlar kutlamayacakları tahmin edilebilir. O halde, 1 Mayıs'ın tarihsel kaderini belirleyen, her şeyden önce bir bayram değil, onun bir özneye bağlı bir proje olmasıdır. Öznenin ve projenin kaderidir 1 Mayıs'ın tarihsel kaderini belirleyen ve bu kaderin ne olacağı çok belirsizdir. Ama kökleri ve bu gününe bakarak, genel bazı eğilimler belirlenebilir belki. * 1 Mayıs, modern kapitalist uygarlığın iki büyük merkezindeki, Amerika ve Avrupa'daki işçi hareketlerinin çocuğudur. 1 Mayısa vesile olan olaylar Amerika'da olmuş ama onun Amerika'nın sınırlarını aşıp bütün modern işçi hareketinin bulunduğu ülkelere yayılması, çekirdeğini Avrupa ülkelerindeki işçi hareketine dayanan partilerin oluşturduğu İkinci Enternasyonal'in kararları ve uygulamalarıyla gerçekleşmiştir. Amerika modern toplumu, yani kapitalist toplumun modeli ve idealidir. Amerikan kapitalizmi dünya burjuvazisine, gangsterleri; modern reklamcılığı; ilk zırhlı savaş gemilerini; Fordist üretimi vs. verdiyse; Amerikan işçileri de dünyaya, beyaz işçilerin siyah köylülerin müziği Blues'undan kaynaklanan, hemen daima isyancı ve muhalif bir özellik taşıyan Rock müziğini veya siyah işçilerin Jazz'ını; Batı'nın uçsuz bucaksız otlaklarındaki büyük çiftliklerdeki tarım işçilerinin (kowboy) ya da demiryolları inşaatlarında çalışan proleterlerin, pratik, sağlam ve ucuz kıyafeti Blue Jeanın (kot pantolonu) yanı sıra 1 Mayısı da verdi. Amerikan western filmlerinin çekiciliğinin ardında, Amerikan işçi hareketini istikrarsız kılan nedenlerden biri vardır. Uzak ve orta Batı'nın küçük özgür çiftçisinin atası, ne köle, ne serf, ne aşiret bağlarıyla bağlıdır. O tüm kapitalizm öncesi bağlardan, daha bir küçük üretici olmadan önce kurtulmuş modern özgür işçinin özgür bir köylüye dönüşmüş hali olarak eşi benzeri olamayan bir tarihsel tiptir. Engels İbsen'in romanlarının çekiciliğinin ardında, Norveçli küçük üretmenin tarihinde hiç bir zaman serfliği yaşamamasının, onlu serflikten çıkmış bir Alman küçük burjuvası karşısında gerçek bir insan kılışının yattığını yazar. Benzer şekilde, Amerikalı küçük toprak sahibini böylesine çekici kılan, onun bir işçiden küçük özgür köylüye dönüşmüş olmasıdır. Ama bizzat bu süreç, yani sanayileşmiş doğudaki işçiler için daima, Batının topraklarında özgür bir küçük köylüye dönüşme olanağı; Amerikan işçi hareketinin güçlü bir gelenek ve teorik temele sahip olmasını engellemiş ve Amerikan işçi hareketine daha ziyade, sanayi buhran ve canlanmalarına aşırı bağımlı ve gelenek biriktiremeyen bir nitelik vermiştir. 35


Ne var ki, Amerikan işçi hareketinin tek sorunu bu da olmamıştır. Siyah ve beyaz işçiler; beyaz işçilerin de göçmen ve Amerika doğumlu işçiler; ve yeni gelen göçmen işçilerin de dinlere ve dillere göre bölünmüşlüğü ve doğudaki boş toprakların yedek sanayi ordusunu emmesi ve yeni göçmen akınlarının bile sanayinin ihtiyacı olan ihtiyacı karşılamaması nedeniyle Amerika'da işçi ücretlerinin kıta Avrupa'sına göre yüksekliği de Amerikan işçi hareketinin güçlü bir politik işçi hareketi yaratamamasında etkili olan diğer nedenler arasında sayılabilir. Bütün bu olumsuz etkilere rağmen, iç savaş sonrasındaki dönemde sanayinin hızla gelişmesine paralel olarak işçi hareketinin ve örgütlerinin de yükselişi görülür. Ve 1 Mayıs'a yol açan olaylar, bu yükselişin tepe noktasını temsil ederler. Bu olaylar aynı zamanda, Amerikan İşçi Hareketinin tarihinde, daha ziyade zanaatkâr işçiliğe denk düşen örgütlenme biçimlerinin zirvesi ve çöküşü olduğu kadar; yeni sanayi tipi işçi sendikalarının yükselişini de işaretlerler. İşçi sınıfının yeni bileşimi artık, Emek Şövalyeleri'nde sembolleşen örgütlenme biçimlerinin kabuğunu çatlatıyordu. 1 Mayıs'a yol açan olaylar, Emek Şövalyeleri'nin de sonunu getirmiştir. Yeni olan önceleri daima eski biçimler altında ortaya çıkar. Nasıl, daha sonra Fransız Devriminde artık tümüyle din dışı bir biçimde ortaya çıkacak olan modern burjuvazinin ilk partileri dinsel tarikatlar biçiminde ortaya çıktılarsa; nasıl ilk otomobiller at arabalarına benzerse, ilk modern işçi örgütleri de ortaçağın esnaf loncalarının biçimleri ve ilişkileri altında ortaya çıktılar. Bu günkü modern sanayi sendikaları, sanayi devriminden sonra ortaya çıkmış ve modern işçi partilerinin ortaya çıkışına da denk düşen sonraki biçimdirler. Ama bundan önce, uzunca bir süre işçi hareketine meslek dalına göre, büyük ölçüde lonca karakteri de taşıyan işçi sendikaları ve birlikleri egemen olmuştur. Ve işçi hareketi içinde, bir biçimden diğer biçime geçiş daima çatışmalı bir yol da izlemiştir. Amerikan işçi hareketi de başlangıçta bu kurala uyar. İlk büyük işçi örgütü masonluktan ve mistik zanaatkâr loncalarından esinlenmiş, 1869'da New York ve Chicago'dan sonra Amerika'nın üçüncü büyük sanayi şehri olan Philedalphia'da dikimevi işçilerince gizli olarak kurulmuş "Soylu ve Kutsal Emek Şövalyeleri Tarikatı"dır. İşçi hareketinin ve örgütlenmelerinin yükselişi en iyi Emek Şövalyeleri örgütünün üye sayılarında görülebilir. Örgütün üyesi 1878'de on bin dolayında iken, bu sayı 1885'de 110.000 ve 1 Mayıs'ın ortaya çıkmasına neden olan olayların geçtiği yıl olan 1886'da 700.000'e fırlamıştı. Örgütün gerçek etkisi ise, üye sayısını kat kat aşıyordu. İşte 1 Mayıs'a yol açan olaylar ve gelişmeler, Amerikan İşçi hareketindeki bu yükselişin sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Bu yükselişin sağladığı 8 Saatlik iş günü kazanımının ve buna karşı Amerikan burjuvazisinin karşı saldırısının sembolüdürler. 1 Mayıs 1 Mayıs olmadan önce, 5 Eylül idi. 19 yüzyılda işçi hareketinin bütün kapitalist ülkelerdeki temel sloganlarından biri: sekiz saat iş, sekiz saat dinlenme, sekiz saat da kültür idi. (Ve bu gün bile dünyadaki işçilerin büyük çoğunluğu için gerçekleşmiş değildir). İlk işçi sendikaları, işçileri daha sonraki gibi sanayi kollarına göre değil, mesleklerine göre örgütlerlerdi. İşte işçi hareketinin bu yükselişi içinde, yine böyle sendikalardan biri olan Marangozlar Sendikası'nın önderlerinden biri olan Peter McGuire, New York'taki merkezi işçi sendikaları toplantısında, işçilerin kent sokaklarında yürüyüş yapabilecekleri özel bir güne 36


sahip olmalarını ve Eylülün ilk Pazartesi gününün Emek Günü olarak ilan edilmesini önerdi. Öneri coşkuyla kabul edildi. Ve o yıl, 5 Eylül 1882'de otuz bin işçi çeşitli sloganlar atarak yürüdü. Aynı olay 1883'de de tekrarlandı. Daha sonra, Eylülün ilk Pazartesi gününün Emek Günü olarak kutlanması, ABD ve Kanada Örgütlü Meslek kuruluşları ve İşçi sendikaları Federasyonu (FOTLU) 1884 Chicago toplantısında da kararlaştırıldı. Daha sonra Amerikan İşçi Federasyonu'na (AFL) dönüşecek olan FOTLU, o zamanlar Emek Şövalyeleri'ne göre çok daha güçsüzdü. İki işçi örgütlenmesi biçimi arasındaki ayrılık, özellikle, Emek Şövalyeleri'nin, vasıflı işçilerin diğer işçilerden ayrı olarak meslek sendikalarında örgütlenmeleri noktasında yoğunlaşıyordu. Bu ayrılık, yarı zanaatkâr işçilikle, modern sanayi işçiliği arasındaki farkı ifade ediyordu. 1 Mayıs olaylarına yol açan bütün gelişmeler, o zaman daha güçsüz olan ama geleceğe yönelik eğilimi ifade eden FOTLU tarafından önerilmiş ve gerçekleştirilmiş bulunuyordu. Yine aynı yıl, 1886'da FOTLU da modern sanayi tipi örgütlenmenin ilk örneklerinden biri olan AFL'ye dönüşüyordu. İşte bu Emek Şövalyeleri'ne göre daha güçsüz ama geleceği temsil eden FOTLU daha sonra, 8 saatlik iş günü mücadelesini yükseltmek ve işçilerin kararlılıklarını göstermek için 1 Mayıs 1886'da 8 saatlik iş günün için bir günlük grev yapılması kararı aldı. O gün bütün ülkede 350.000 işçi greve gitti. Örneğin Chicago'da 1 Mayıs 1886'da 40 bin işçi greve çıktı. Böylece greve çıkmamış işçilerin bile dahil olduğu işçilerin büyük bölümü 8 saatlik iş günü hakkını kazanıyordu. Sermaye muazzam bir yenilgiye uğramıştı. Bu yenilginin rövanşını almalıydı. 3 Mayıs'ta Chicago'da bir grev sürerken, Polis grevci işçilere ateş açarak dört kişiyi öldürdü. Ertesi gün, 4 Mayısta işçiler bu cinayeti protesto etmek için Haymarket (Saman Pazarı) meydanında toplandılar. Konuşmalar yapıldı ve miting olaysız dağılırken, kalabalığın içinden biri polise bir bomba attı ve beş polis memuru öldü. Bunun üzerine de polis kalabalığa ateş açıp on kişiyi öldürdü. (Bombayı atan bulunamamıştır ama daha sonra bütün kuşkular anarşist rolü yapan polis ajanı Rudolph Schnaubelt üzerinde toplanmıştır. Benzer senaryolar bütün ülkelerde görülür. Türkiye'deki 1 Mayıslar da tipik bir örnektir. 1976 1 Mayısının kitleselliğine ve Türkiye tarihindeki en büyük politikleşme ve radikalleşme dalgasına karşı 1977 1 Mayısında burjuvazinin yaptığı aynıdır.) Burjuvazi böylece, İşçi hareketine gözdağı vermek ve ezmek için gerekli bahaneyi bulmuş ve daha doğrusu kendisi yaratmış olur. Tutuklananların hepsi herkesin gözü önünde daha önceden konuşmalarını yapıp gitmiş veya olayın olduğu sırada kürsüde konuşan genellikle Anarşist inançlı işçi önderleridir. Olayla hiç bir ilgileri bulunmamasına rağmen idama mahkum edilirler. Bu hukukun ayaklar altına alındığı resmi cinayete karşı protestolar yükselir. Tutuklananlardan biri hapishanede intihar eder, sadece ikisi vali tarafından affedilir ve geri kalan dördü 1887 Kasım'ında idam edilirler. Bu açık intikam eylemi, daha sonra bizzat yine burjuvazi tarafından itiraf edilmiştir. 1893'de İllinois eyaletinin yeni valisi, dosya üzerinde altı ay çalıştıktan sonra "sanıkların hiç bir suçunun sabit olmadığını" açıklar ve geri kalan hayattaki üç sanığı serbest bırakır. Böylece yaşamını yitirmiş beş işçi önderinin hukuk dışı yöntemlerle öldürülmüş olduğu da resmen saptanmış olur. Bu olaylarla birlikte, Amerikan işçi hareketi tarihinde bir dönem (Emek Şövalyeleri dönemi) 37


biter ve yeni bir dönem (AFL dönemi) başlar. Ama bu aynı zamanda, Amerikan kapitalizminin emperyalizme dönüşmesinin, Amerikan işçisinin giderek Amerikan burjuvazisiyle iş birliğine yönelişinin tarihidir. Bu dönüşümü en açık biçimde, Samuel Gompers sembolize eder. Samuel Gompers hem 1 Mayısın "işçilerin uluslar arası birlik, mücadele ve dayanışma günü" olmasına yol açan kişidir hem de daha sonra sendikalarda işçilerle işverenlerin işbirliği siyasetinin dünya çapında teorisyen ve pratisyeni olmuştur. Gompers başlangıçta Amerikan işçi hareketindeki Marksistlerin görüşlerine yakındır. Lassale'cıların daha etkin olduğu Emek Şövalyeleri karşısında FOTLU'nun kurulması ve AFL'ye dönüşmesine öncülük edenler arasında yer alır. AFL'nin kuruluşundan sonra, bu örgütün tek ücretli personeli olur. Daha sonra da, Sınıf işbirliği sendikacılığının teorisini ve pratiğini geliştirir. Örneğin Türk-İş, İsmet İnönü'nün adamı ve MİT ajanı Sabahattin Selek'in, 1946'daki işçi ve sosyalist yükselişe karşı kullandığı adamlarına, Amerika'da Gompersizm şırıngası yapılarak oluşturulmuştur. İşte bu Gompers, daha henüz Marksistlerle ve Sosyalistlerle flört ettiği; meslek sendikacılığı karşısında sanayi sendikacılığının geçtiği ve henüz Amerikan İşçi hareketin yükselişini yaşadığı bu dönemde, İkinci Enternasyonal'in Paris'te 1889'da toplanan kongresinde, AFL (Amerikan İşçi Federasyonu) temsilcisi olarak 1 Mayıs'ın "işçilerin uluslar arası birlik, mücadele ve dayanışma" günü olarak kabulünü önermiş ve öneri kabul edilmiştir. Bu tipiktir. 1 Mayıs, Amerikan İşçi Hareketinin bir armağanı olmakla birlikte, Gompers'te sembolleştiği gibi, 1 Mayıs daha sonra Amerika'ya uğramaz olmuştur. Bu gün zengin ülkelerdeki işçiler, bütün güçlü geleneklerine rağmen aynı yola girmiş bulunuyorlar. 1 Mayıs zengin ülkelerde, sendika bürokratlarının çoğu kez adet yerini bulsun diye veya gelecek sözleşme dönemi için biraz diş göstermeyi denedikleri veya iş olarak (çünkü 1 Mayıs'a katıldıkları saatler mesaiden sayılır) katıldıkları ruhsuz bir gösteridir. * Yani tam 110 yıl olmuş, ilk 1 Mayıs gösterileri yapılalı. Bundan sonra, 1 Mayıs, yine birçok uzun mücadelelerle çeşitli ülkelerde yaygınlaştı. Çoğu kez 1 Mayısı kutlayabilmenin, o günü tatil olarak kabul ettirebilmenin, o gün miting yapabilmenin kendisi bile hemen her ülkede büyük işçi mücadeleleri gerektirdi ve hala da gerektiriyor. Böylece hemen her ülkede,1 Mayıs uluslar arası olduğu kadar o ülkedeki işçilerin ve ezilenlerin yine çoğu 1 Mayısta yaşanmış katliamlarının ve baskıların anısını da taşır. Dolayısıyla bu nedenle artık sadece işçilerin bir bayramı da olmaktan çıkmış; sömürü ve baskıya karşı tepki ve hedeflerin dile geldiği daha genel ve yaygın bir nitelik kazanmıştır. Türkiye tipik örnektir. 1 Mayıs bir uluslar arası işçi günü olmaktan çok, en azından 1977'deki katliamdan beri Türkiye'nin kendi tarihinin ve sorunlarının damgasını taşıyan bir gündür. * Eğer yuvarlak hesap Duvar'ın yıkılışını veya Sovyetler'in çöküşünü sembol olarak alırsak ve ilk 1 Mayıs'ın uluslar arası kutlanışının da 1890 olduğu göz önüne getirilirse, 1 Mayıs, klasik anlam ve biçimiyle 100 yıl sürmüştür. Klasik biçimiyle 1 Mayısın bittiği söylenebilir. Elbette birçok ülkede 1 Mayıs militan 38


mücadelelere sahne oluyor ama bunlar artık işçi hareketinin uluslar arası program veya birliğini ifade etmekten ziyade, o ülkelerdeki özgül mücadelelerin, çoğu kez de demokratik ve ulusal karakterdeki mücadelelerinin bir vesilesi olarak bir işlev görmektedir. Bu gün işçi sınıfının ne uluslar arası örgütleri kaldı, ne uluslar arası bütün işçileri birleştirebilecek programı var. Ne enternasyonaller var 1 Mayısları uluslar arası parolalar altında kutlamayı önerecek; ne de ortada o örgütsel birleşmeyi sağlayacak program ve sloganlar. Bu gün her hangi bir Avrupa ülkesinde bir 1 Mayıs gösterisi, 1 Mayısın, dolayısıyla da dünya işçi hareketinin içinde bulunduğu hazin durumu çok açık olarak göz önüne serer. 1 Mayıs gösterilerinde artık işçiler yoktur. Sadece, zaten giderek nüfusun çok küçük bir bölümünü kaplayan ve giderek sayıları azalan sanayi işçileri değildir olmayanlar; genel anlamıyla ücretlilerden oluşan işçiler işçi kimlikleriyle yokturlar. Onların yerine, işçi örgütlerinin görevlileri, sendika bürokratları vardır. Bir miktar, küçük militan ve sekter grupların militanları vardır. Bunların da sloganları toplumun önüne bir ufuk açmaktan ziyade protestoya yönelik ve esas olarak "hayır"larla sınırlıdırlar en iyi halde. Geri kalanlar da, çeşitli ulusal bayraklar altında yer alan göçmenlerdir. 1 Mayıslar tam bir Diaspora milliyetçiliği karnavalıdır. Aslında çoğu toplumsal konumlarıyla işçi olmalarına rağmen, oraya işçi olarak değil; uluslar arası bir gücün bir parçası olarak ve uluslar arası bir hedef için değil; ulusal kimlikle ve çoğu kez bulunulan ülkenin içindeki sorunlara bile yabancı, uzaktaki memleketin sloganlarıyla oradadır. İşçi sınıfının anarşizm ve sosyalizm gibi uluslar arası eğilimlerinin kırmızı ve siyah renkleri değil, ulusal bayrakların renkleri ve sembolleri doldurur manzarayı. 1 Mayısların ne işçi ne de Enternasyonalist karakteri kalmamıştır gösteriler yapıldığı yerlerde. Bu anlamda, işçilerin uluslar arası birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak 1 Mayıs artık yaşamamaktadır; ne işçi vardır ne de uluslar arası dayanışma. Elbette, toplumun tarihinde geçmişteki geleneklerin yeni mayalanmalara vesile olduğu çok görülür; geleceğin eşitlikçi mücadeleleri de tekrar 1 Mayısa sahiplenip onu canlandırabilir ama bu artık içeriğiyle başka bir anlam taşıyacaktır. 1 Mayıs elbette yeniden canlanmalıdır ama bambaşka bir içerikle, programla ve özneyle. Klasik 1 Mayıs, geçen yüzyıldaki, işçi hareketinin ürünüydü. O zamanlar tek bir özne vardı toplumun karşısına bağımsız bir programla çıkabilen: işçiler. Ne var ki, sermayenin gerçek tarihsel hareketi, yepyeni özneleri ortaya çıkarmış bulunuyor: ezilen uluslar, ırklar, cinsler; sırf insan olduğu için bir atom savaşına veya ekolojik felakete kurban gitmek istemeyen insanlar. O halde ilk olarak, 1 Mayıs işçilerin birlik mücadele ve dayanışma günü olmaktan çıkıp, tüm ezilenlerin birlik mücadele ve dayanışma günü olmalıdır. Böylece bir baskı biçimine uğrayanların diğer baskı biçimlerine uğrayanlar karşısındaki körlüğüne karşı bir fonksiyon üstlenmelidir ve farklı öznelerin ortak bir program etrafında birleşmesini hedeflemelidir. İkincisi, bir uluslararası gün olmaktan çıkıp, uluslara karşı bir gün olmalıdır. Yani ulusu kişinin bir inanç ve tercih sorunu yapma çağrısı; ulusal olanla politik olan arasındaki ulusçuluğun öngördüğü bağı parçalama çağrısı olmalıdır. Ancak böylece tekrar var olan 39


sisteme karşı bir meydan okuma ve gelişme gücü kazanabilir. Ancak böyle evrensel bir parola, bütün ezilenleri tekrar ortak bir bayrak ardında toplayabilir. Bu gün yeryüzündeki insanların büyük çoğunluğu işçi; sermaye her zamankinden daha uluslar arası ve globalleşmiş; buna karşı global bir program gerekir. Savunmaya yönelik hiç bir somut alternatif önermeyen slogan ve programlarla veya gerçek somut politikalardan uzaklaşmanın aracı olan globalleşmeye karşı retoriklerle bu sağlanamaz. 25 Nisan 2000 Salı

40


Türk Nedir? (Bu yazıyı bundan dört yıl önce Türklerin henüz Türk’ün ne olduğunu tartışmadığı zamanlarda yazmıştık. Şimdi Türkler Türk’ü yeniden tanımlama tartışmalarına başlamış bulunuyorlar. Cengiz Çandar’dan İlber Ortaylı’ya Murat Bardakçı’dan Murat Belge’ye. Bu vesileyle bu eski ve hala taze yazıyı bir kez daha yayınlayalım dedik.) Bundan yüz yıl önce, batılının Türkiye dediği topraklarda, ne kültür ne de soyca “Türklük” denen şeyle zerrece ilgisi bulunmayan çok küçük bir şehirli aydın azınlık dışında, kimse kendini Türk olarak tanımlamıyordu. İnsanlara sen nesin diye sorulduğunda, onlar Müslüman’ım, Kızılbaş’ım, Çerkez’im, Türkmen’im, Yörük’üm, Kürdüm, Arnavut’um diyorlardı ama Türküm demiyorlardı. Olağan kullanımda Türk sözcüğünün politik bir anlamı olmadığı gibi, bir etniyi ya da dil konuşan insanları değil, Türkçe konuşan göçebe ya da köylü ve yoksul Müslümanları kategorize etmeye yarayan kaba ve görgüsüz anlamına gelen; devlete egemen Müslüman kastın kullandığı bir hakaret sıfatıydı. Osmanlı Padişahına “Türk” dense, kendine hakaret edildi diye diyenin kafasını vurdururdu. Ve bu gün ise Türkiye Cumhuriyeti denen devletin toprakları üzerinde milyonlarca insan kendisini binlerce yıldır var olmuş bir Türk ulusunun torunları olarak tanımlıyor. Osmanlı’nın bir Türk devleti olmadığı ise, artık o Türklerin kavrayış gücünün ötesinde. Osmanlı devletini “Türkiye” ve ona egemen olan Müslüman kastı “Türkler” olarak tanımlayanlar Batılılardı. Yani Türk ve Türkiye isimleri bile, bu gün Türkiye denen topraklarda yaşayan insanların kendilerini ve ülkelerini tanımlamak için kullandıkları isimler değil, onlara batılı devletlerin verdiği isimlerdi. Tıpkı “Kongo”, “Rodezya” gibi. Bugün kendine Türk diyenlerin hor gördüğü Afrikalılar, sömürgelikten kurtulduklarında, ilk yaptıkları iş, Batılı beyaz adamın kendilerine verdiği adları reddetmek oldu ve kendilerini ve ülkelerini kendi verdikleri adlarla adlandırmayı denediler; ülkelerine “Zaire”, “Zimbabwe” dediler. Ama Türkler, ülkelerini ve kendilerini Batılının verdiği isimle anmakta bu güne kadar hiç bir sorun görmediler. Aşağı yukarı her ulus uydurulmuş bir tarih ve unutulması gereken bir geçmişe sahiptir. Çünkü ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması gerekir. Bütün uluslar için normal olan bu özellik Türk ulusunda saçmalığın zirvelerine varır ve hasta, şizofrenik bir ruha yol açar. Kimi insanlar vardır, daha doğarken hasta ve sakat olarak doğarlar, kimi uluslar da öyle. Alman Emperyalizminin Hint yolu ve Rusya’yı güneyden çevirme planlarının ihtiyaçlarına uygun bir uydurmadır Orta Asya Türklüğü. Egemenliğini sürdürecek son çare olarak bu Türklüğe sahiplenen Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastının ne soyca ne de kültürce Anadolu’daki Türkmen ve Yörükler kadar olsun bu dünyayla bağlantısı yoktur. Osmanlı Bizans’ı fetih ettiğinde onun tarafından fetih edilmiştir ve Bizans’ın devamıdır. Bu fatihler sadece daha önce İslamlık zırhıyla kuşandıkları için, Bizans tarafından din ve dil olarak fetih edilemediler. Onun haricinde, müzikten mimariye, mutfaktan vücut diline kadar her şey 41


Bizanslıdır bu devlete egemen kastta. Ve son olarak Türklük, liman şehirlerinde palazlanan ve Rum ve Ermeni burjuvazisiyle rekabet içinde, dayanacağı bir ulus yaratmak ve ona dayanmak ihtiyacındaki Yahudi Burjuvazisinin ihtiyaçlarına da cuk oturmuştur. Bu nedenle en ateşli Türk milliyetçilerinin Yahudilerden çıkması bir rastlantı değildir. Bu burjuvazinin Kültürü de, tıpkı Müslüman ve devlete egemen Kast gibi tipik doğu Akdeniz - Bizans kültüründen başka bir şey değildir. Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı ve Levant’ın Yahudi burjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur Türkler. İtalyan siyası birliği gerçekleştiğinde d’Azeglio’nun: “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları yaratmalıyız” dediği gibi, Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastı, önce Türkiye’yi yarattı ve sonra, Allah’ın insanı kendi suretinde yaratması gibi, Türk ulusu denen şeyi kendi suretinde yarattı. Türk ulusunun suretinde yaratıldığı; ona karakterini veren nedir? Bizans Kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum ve Ermeni kültürü demektir. Bu gün bile dünyanın her hangi bir yerinde bir Rum ve Ermeni ile karşılaşan şunu görür: din ve dil haricinde (Hatta dil bile ortaktır, çoğu Türkçe bilir ve konuşur.) Türkleri Rum ve Ermenilerden ayırmak olanaksızdır. Yani önce Türkiye’yi sonra da kendi suretinde Türk ulusunu yaratan Müslüman devlet kastı tıpkı Rum ve Ermeni gibi bir Bizanslıdır. Ve dolayısıyla bu kastın kendi örneğinde yarattığı Türk de. Ama bu Ulus var oluşunu Rum ve Ermenileri yok etmeye borçlu olduğundan, gerçek kimliğini unutmak ve hafıza kaybına uğramak zorundadır. Bu da ona hasta ve şizofrenik bir karakter verir. Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış yaşayan Rumluk ve Ermenilikten başka bir şey değildir. Ya da hafıza kaybına uğramış yaşayan Bizanslılıktır. Ama o, varlığını bu gerçeği inkâr ve unutma üzerine temellendirmiştir. Diğer bir deyişle Türk, aslını inkâr eden bir haramzadedir. İnanmayan Türk ve Müslüman burjuvazinin servetlerinin kaynağını araştırsın. Hepsinin kaynağında Rum ve Ermenilerin imhası, sürgünü ile edinilmiş bir ilkel sermaye birikimi vardır. Türklerin bir ulus olarak bu şizofrenik ruh hastası durumundan kurtulabilmeleri, kendi geçmişlerini inkardan ve unutmadan kurtulmaları için ulus olarak bir tür toplumsal terapi görmeleri gerekiyor. Ama günahları ile öylesine bütünleşmiş ve onların öylesine esiri olmuş bulunuyorlar ki, kendi güçleriyle bu çürüme çemberinden çıkmaları olanaksız. Bu yönde küçük kimi kültürel hareketler dışında hiç bir toplumsal ve siyasi hareket yok. O küçük kültürel hareketler de varlığını her şeyden önce yükselen Kürt hareketine borçlu. Kürt hareketi Demokratikleşme ve Orta Doğu projelerinde bir başarıya ulaşabilirse, bu Türklerin hafıza kaybından kurtulup kendi gerçek kimlikleriyle barışmasının yolunu açabilir. Dünyadaki ve bölgedeki iktisadi gelişmeler ve zorunluluklar bu değişimi zorluyor ama o kendi egemenliğini sürdürebilmek için Türklüğü yaratan ve hala gücünü koruyan OsmanlıBizans’ın devlet kastı bu değişikliğin en büyük engeli olmaya; kendi hastalığını tüm topluma 42


zorla bulaştırmaya devam ediyor. Türkler’in olağan bir sağlıklı gelişim için “baba katili” olmaları gerekiyor. “Baba”yı öldürmeden bağımsız bir kişilik gelişemez. 26 Eylül 2000 Salı

43


Azınlıklar ve Demokrasi Demokrasiyi savunanların çoğunda, demokrasinin gericilikle, şovenizmle, ırkçılıkla bağdaşmayacağı yönünde yanlış bir anlayış vardır. Sanılanın aksine, Lenin’in de dikkati çektiği gibi, “demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşabilir.” Hiç unutmamak gerekir, Hitler demokratik seçimlerle en büyük parti olmuştu. Türkiye’de son seçimlerde, Türk ulusunun yüzde sekseni inkarcı ve şoven politikalara oy verdi. Demokrasi, “ilke olarak azınlığın çoğunluğa uymasını kabul eden rejim” olduğundan, çoğunluğa azınlık hakkında karar hakkını vererek ona bütün silahları sunar. Çoğunluk, çoğunluk olarak azınlığı öldürme kararı bile alabilir son derece demokratik olarak. İlk bakışta bu ifade çok abartılı gibi görünür ama, yakın zamana kadar toplantılarda, sigara içen çoğunluğun kararıyla sigara içilebilme kararı alınırdı. Yani bir tür taksitle öldürme kararı. Genel olarak demokrasi her türlü gericilik, milliyetçilik vs. ile gayet güzel uyuşabilir. Ama özel bir demokraside, daha başta, “hiç kimsenin başkasının sağlığına onun rızasına dayanmadan bir zarar veremeyeceği” gibi bir ilkenin olduğu bir demokraside, çoğunluk bu konuda karar alamaz. Böyle bir demokraside, on bin kişilik ve bunların 9999’unun sigara içtiği bir toplantıda, bir tek kişi dahi sigara içilmemesi önerisinde bulunduğu zaman, artık bu öneri “demokratik bir şekilde” oylanmaz, sadece öneriye uyulur. Eğer uyulmaz ise, başta koyulan ilke ihlal edilmiş, yasa dışına düşülmüş olur çoğunluk. Bu durumda o bir kişi, 9999 kişiyi, mahkemeye verip hapse tıktırabilir. Demokrasinin genel olarak, her türlü gericilik ve şovenlikle bağdaşabilen genel olarak demokrasi olmaktan çıkıp, bunu sınırlayan, özel bir demokrasi olabilmesi için, çoğunluğun bazı konularda karar alamayacağı yönünde ilkeler belirlemiş olması gerekir. Demokrasinin gelişim tarihi, bir yanıyla çoğunluğun karar alabildiği alanlara kısıtlamalar getirilmesinin tarihidir. Bu gün Türkiye’de örneğin, Çoğunluk Türkçe konuşuyor ve diğerlerini Türkçe konuşmaya bin bir yoldan zorluyor. Ama herkesin ana dilini öğrenme, konuşma ve geliştirme haklarının garanti altına alındığı bir demokraside, çoğunluk artık azınlığın dilleri hakkında bir karar alamaz. Böyle bir demokraside bir tek kişi için dahi, ana dilini öğrenmesi için öğretmen, mahkemede ona tercüman bulmak gerekir. Bu gün Avrupa ülkelerinin çoğunda, bir çok azınlığın kimi hakları böyle garantiler altına alınmış bulunuyor. Örneğin sakatlar, eşcinseller, sigara içmeyenler, yaşlılar, çocuklar, uyuşturucu bağımlılığı olanlar vs. çoğunluğun karar alma alanını kendilerine ilişkin sorunlarda sınırlamış bulunuyor. Çoğunluk homoseksüel olmasa ve bunu bir hastalık olarak görmeye devam etse de, kendi ahlakını homoseksüellere dayatamıyor. Sakatlar, merdivenlerin yanında, tekerlekli sandalyenin hareket edebileceği düz yollar veya asansörler talep ediyor. Çoğunluk “hayır, vergilerimizi küçük bir azınlığın talebine harcayamayız” diyemiyor. Örnekler çoğaltılabilir. Demek ki, bir takım hakların ilke olarak dokunulmaz, çoğunluk tarafından karar alınamaz olarak tanımlanması gerekiyor. Tabii burada şu soru ortaya çıkıyor: Nasıl oluyor da çoğunluk, 44


belli ilkeleri kabul ederek, karar alma hakkını sınırlıyor? Bir kere bu hakların ve ilkelerin hepsi belli mücadeleler sonunda çoğunluk tarafından kabul ediliyor. Peki, azınlık çoğunluğu buna nasıl zorluyor? Nasıl oluyor da gücü yetiyor? Elbette, bu kabullerde, geleneklerin, yerleşik değerlerin, yaygın anlayışların bir yeri var. Ama bir de “ekonomi politiği” var. Bütün bu kabuller öyle kolay olmuyor. Azınlığın uzun direniş ve mücadeleleri gerekiyor. Buna rağmen nasıl oluyor da azınlık çoğunluğa galebe çalıp hakkını ona kabul ettirebiliyor? Burada şöyle bir yasanın varlığı seziliyor: Azınlığın direnişinin sonuçlarının, o hakkın verilmemesinden daha pahalıya patlayacağı görülünce genellikle o haklar bir ilke haline dönüşüyor. Azınlıkların haklarının tanınması konusunda ikinci bir tarihsel eğilim de bir toplumun zenginliği ölçüsünde bu sınır ve ilkelerin çoğalma eğilimi göstermesidir. Bu nedenle iktisadi kriz dönemleri bu hakların yitirildiği dönemler olur, Alman faşizminde olduğu gibi örneğin, yani çoğunluk, çoğunluk olarak yine azınlığın haklarını iptal etme kararı alabilir. Burada da yine, azınlığın haklarını yok etmenin getireceği karların, zararlardan fazla olmasının önemli bir rol oynadığı seziliyor. Yani azınlık hakları ile, toplumdaki refah düzeyi arasında bir ilişki bulunuyor. Tabii bu çok genel bir eğilim, somut tarihte, binlerce kırılma ve etki buna ekleniyor. Bu bağlamda ulusal azınlıklar konusuna da kısaca değinmek gerekiyor. Son dönem tarihine baktığımızda iki eğilim görülür. Ulusal devletlerin oluşması ve bunların bütün yer yüzünü kaplamaları dönemi. Bu dönemde, azınlıkların hakları pek gündeme gelmemekte, standartlaşma, dolayısıyla azınlıkların imha, sürgün, katliam, özümleme yoluyla yok edilmesinin, modern standart üretime uygun standart dili konuşan ulusların oluşumunun belirleyici olduğu görülüyor. Bu sanayi devrimiyle başlıyor ve fordizmde zirvesine ulaşıyor. Adeta uluslar bir banttan çıkan ürünlere benzetiliyor. Ancak son on yıllarda, tersi bir eğilim de ortaya çıkıyor. Bir kere, şimdiye kadar bu standartlaşma sağlandığından, artık kapitalist üretimin işleyişi için ciddi bir problem oluşturmuyor. Ama bütün buna rağmen, hiç bir devlet, yüzde yüz bir saflığa ulaşamıyor. Azınlıklar var olmaya devam ediyor. Buna ilaveten modern işgücü göçleri de yeni azınlıklar yaratıyor ve hatta eski azınlıklara yeniden bir canlanma getiriyor. Diğer yandan bilgisayar ve buna bağlı olarak üretim tekniğindeki gelişme ve esneklikler, eski bir örnek üretimin yerine, gerçi yine o bir örneklik çerçevesinde ama daha farklılıklar gösterebilen ürünlere olanak sağlıyor. Bu durumda, eski standartlaşmayı sürdürmek hem anlamsız hem de gereksiz hale geliyor. Bunun yerine standartlaşmayı “çok kültürlülük”, “çok etnilik”, “çok renklilik” gibi esnekliklerle donatmak, kapitalist üretimin daha sancısız gelişmesi bakımından zorunlu hale geliyor. Bu nedenledir ki, son on yıllarda azınlıkların ve onların haklarının ön plana çıkması bir rastlantı değildir. Bu da bir tek dil ya da etniye dayanan veya bunu ideal olarak koyan ulusal devlet anlayışı yerine, Amerika’da olduğu türden, dil ve kültürü politik alanın dışına iten, ulusu başka ortaklıklarla tanımlayan, ulusal devletlerin ilk doğum döneminin anlayışlarının yeniden itibar 45


bulmasına yol açıyor. Bu günün Türkiye’sindeki temel mücadele bu ulusçuluğun eski biçimi ile yeni biçimi arasındaki bir mücadele olarak da kavranabilir. Türkiye Cumhuriyeti, klasik standardize edici dönemin damgasını taşımaktadır. Kürtler ise, bu günün dünyasına uygun, esnek, dili ve kültürü ulusun tanımı dışına iten, yeni ulusçuluğa uygun bir projeyle ortaya çıkmış bulunuyorlar. 06 Ekim 2000 Cuma

46


Tarihin Laneti Kıta Avrupa’sı ve İngiltere arasındaki gelişim zıtlıkları, Balkanlar ve Anadolu’daki gelişim zıtlıklarına benzer. Avrupa’da Kapitalizm ya da burjuvazi, önce Hıristiyanlık içinde, Püriten/Protestan mezhepler biçiminde eğilim ve çıkarlarını yansıttı. Ne var ki, bu Burjuva muhalefetin kaderi, Kıta Avrupa’sı ve İngiltere’de farklı yollar izledi. Püritenlik İngiltere’de iktidar olurken, aynı Protestanlar Fransa’da, Sen Barthelmi katliamlarında bire kadar kılıçtan geçiriliyordu. (Doğan burjuva dünyasının Osmanlı’ya sığınan Kılıç artıklarının, Hügontların, Osmanlı modernleşmesindeki etkileri ayrıca incelenmeye değer bir konudur.) Bu modern, burjuva ruhun katledilmesinin sonucu, Avrupa’da burjuva gelişiminin yüz yıl gecikmesi oldu. İngiltere 1688’lerde burjuva devrimini yaparken, Fransa aynı devrimi 1789’da yapabiliyordu. Ama devrimin şiddeti birikimin ölçüsünde sert oldu, Katoliklik adına Protestanları kesenler, yüz yıl sonra Hıristiyanlığı tasfiye edip önce akıl dini önerecekler, sonra da en azından dini politik alanın dışına iteceklerdi. Balkanlar ve Anadolu’nun tarihsel kaderi bu tarihsel sürece paralellik gösterir. Fransız ihtilalinden yüz yıl sonra, Osmanlı’nın Müslüman devlet kastlarının kapitalizm öncesi dünyasına karşı, Balkanların Hıristiyan kapitalizmi, tıpkı İngiltere adalarında, Prütenliğin zafer kazanması gibi, zafer kazandı ve Osmanlı egemenliğini ve Müslümanlığı balkanlardan süpürdü. Müslüman kapitalizm öncesi ise, bunun rövanşını Ermeni katliamları ve Rumların temizlenmesiyle, yani burjuva ve modern olan her şeyin tasfiyesiyle Anadolu’da aldı. Ermeni ve Rumların Anadolu’dan tasfiyesi, Sen Barthelmi’nin Anadolu’daki paralelidir. Bu nedenle Anadolu Balkanları yüz yıl geriden izler. Balkan ülkelerinin bu günkü durumu kimseyi yanıltmamalıdır. Bu ülkeler İkinci Dünya savaşından sonra Sovyet işgal bölgesinde kalmasalardı, en azından şimdiki Yunanistan’ın gelişmişlik ve zenginlik düzeyinde bulunurlardı. Örneğin Bükreş’e yüzyılın başında, “Doğu’nun Paris’i” deniyordu, Panait Istrati gibi yazarlar ve başka Bolşevik partisinde çalışan uluslararası Marksist teorisyenler yetiştirebiliyordu o zamanlar Romanya. Batı Avrupa’da burjuva muhalefeti dinsel biçimde var olmuştu, Avrupa’nın doğusunda ise aynı muhalefet, modern çağın dini olan ulusçuluk biçiminde ortaya çıktı. Balkan uluslarının kuruluşu, Protestanlığın zaferine denk düşüyordu; Anadolu’da Rum ve Ermeni ulusçuluğunun tasfiyesi ise, Protestanların katledilmesine. Ama Kıta Avrupa’sında Protestanlığı katledenler nasıl yüz yıl sonra tümüyle Hıristiyanlığı yok etme, bir akıl dini geçirme ve sonra da en azından dini politik alının dışına atma zorunda kaldılarsa, Anadolu’da Ermeni ve Rum ulusçuluğunu katledenler, ulusçuluğu, ulusu dil, kültür ve etni olarak tanımlayan klasik biçimiyle yok etmek, bütünüyle hukuki bir ulusçuluk kurmak zorunda kalacaklardır. Patlama birikimin ölçüsünde derin olacaktır. Kürt hareketinin el yordamıyla yaptığı, tarihin bu emrini yerine getirmekten başka bir şey değildir. Burjuvazinin tasfiyesi, Türkler ve Müslümanlar için aynı zamanda bir modernleşme, 47


uluslaşma, burjuvalaşma anlamına da gelmiştir. Yani Türk burjuva devrimleri, burjuvaziye karşı, kapitalizm öncesi Osmanlı’nın devlet sınıfları tarafından güdülen, burjuvaziyi tasfiye eden, kapitalizm öncesi sınıf ve ilişkileri güçlendiren burjuva devrimleridir. Tarihin laneti budur. Görmesini gören gözler bilir. Tasfiye edilen Rum ve Ermeni burjuvazisinin malları, Türk ve Kürt ağaların ve tefeci bezirganların servet ve sermayeleri, ya da Osmanlı’nın ruhu devletin daireleri olmuştur. Böylece yıllarca, Modern Ermeni burjuvalarının mallarına konmuş feodal ağaların kontrolünde, ortaçağ karanlığında, bezirgan partilerin oy deposu oldu Kürtler. Aynı durum aşağı yukarı Anadolu’nun bütün bölgeleri için de geçerliydi. 12 Eylül bile hala, Büyük şehirlerdeki sola yatkın işçi oylarını dengelemek için, Kürtlerin yoğun olduğu bölgelere daha fazla temsilci veriyordu. İşte bu denge alt üst olmuş bulunuyor. Kürtler adeta toplu olarak, var olan sistemin karşısına geçmiş bulunuyor. HADEP’in oyları silme götürmesinin anlamı budur. Egemen sistemin Kürtler içinde, maaşlı koruculardan başka dayanağı kalmadı. Normal bir parlamenter işleyiş için, Kürtler içinde bir toplumsal temel bulmak, korucuları, ağaları, aşiretleri bir yana iterek, modern Kürt burjuvazisiyle tekrar bir ittifak sistemi kurması gerekir Türk burjuvazisinin. Ama bunun yapılabilmesi, Kürt ve Türk burjuvazisinin eşit bir partner olarak iş birliğine girmesi, bu günkü ordunun vesayeti, egemen ideoloji ve politikalarla olamaz. Durum değişmedikçe, burjuvazinin egemenliği için gerekli bir normal parlamenter sistem işleyemez. Bu durumda ordunun ağırlığı giderek dayanılmaz olmaya devam edecektir. Eski sistem, sanki Susurluk, bankalar, çeteler günah tekeleriyle ellerini yıkayıp yeniden yürüyebilecekmiş gibi görünüyor. Kimi Partilerin biçimsel değişmeleriyle, makyajlarla, hatta Kürtçe radyo ve televizyon ile varlığını sürdürebilirmiş gibi görünüyor. Yürüyemez. Toplumdaki ve sınıf ilişkilerindeki derin değişiklik eski politik sistemle götürülemez. İdeolojisi, partileri, ordusuyla bu günkü sistem, ne kadar makyaj yapılırsa yapılsın, Kürt burjuvazisinin desteğini sağlayacak bir politik biçim bulmadıkça bunalımlardan çıkamaz. Bu politik sistemin tasfiyesi için ise, büyük kitlelerin aktif eylemi gerekir. Tarihin lanetine ancak büyük kitle hareketleri son verebilir. Yüz yılın başında Osmanlı devlet sınıflarının işbirliği ile Hıristiyan kapitalizmini tasfiye ederek tarihin lanetine uğrayan Müslüman Türk ve Kürtler şimdi bu lanetten kurtulmak için, kendi 1789’larını yapmak durumundalar. Ama çok elverişsiz koşullarda. Burjuvazi korkak, İşçiler tarihin en büyük yenilgileriyle dünya çapında bir demoralizasyon, programsızlık, yönelimsizlik içindeler. Kürt hareketi yapayalnız. Bu günkü hareketsizlik ve çürüme kimseyi yanıltmamalıdır. Unutmamalı en güzel çiçekler bataklıklarda yetişir. 20 Kasım 2000 Pazartesi

48


Kötü Olabilme ve Yanlış Yapabilme Hakkı Son yıllarda, "beton" kafalı Türk ve Sünni çoğunluğu, başka din, inanç, ulus ve dilden insanlara karşı "toleranslı" olmaya çağıran yine çoğunluktan olan "mozaik" kafalıların temel argümanları, onların ne kadar iyi oldukları; onların varlığının kendilerini de zenginleştireceği gibi noktalarda toplanıyor. Ne var ki, bu argümanın kendisi, ırkçılığı yeniden üretmektedir. Yani kendilerini zenginleştirmese hiç de gerekmeyeceği zımnen kabul edilmektedir. Ya da "azınlıklar" iyi insanlar olmasa, hiç de gerekmeyecektir onlara karşı "toleranslı" olmak. "Azınlıklar", yani çoğunluğu oluşturan ulustan, dinden olmayanlar, her zaman "iyi insanlar"dır. Türkiye'de Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler, Aleviler, Kürtler hep "iyi insanlar"dır. Çünkü onlar "iyi" olmak zorundadırlar. Çoğunluğun şiddetini çekmemek için her davranışını kılı kırk yararak yapmak, her zaman haklı bir durumda bulunmak zorundadırlar. Çünkü "iyi olmak" onların biricik savunma silahıdır. Bu kahredici çoğunluk bu insanları "iyi" olmaya zorlamaktadır. Onların iyi olmama hakları yoktur. Bir Türk'ün cinayet işleme, hırsızlık yapma, her hangi bir kötülük yapma hakkı vardır. Bir Türk cinayet işlediğinde, o belli bir insanın eylemi olarak mahkum edilir. Hiç bir yayın organı onun aynı zamanda bir Türk olduğunu belirtmez. Ama mazallah bir Ermeni bir suç işlese, önünde bir de Ermeni sıfatı olmadan adının anılması mümkün değildir. Hatta adının bile önemi yoktur, o bir Ermeni'dir. Ezilen ulus ve inançtakilerin hakları, onlar sizi zenginleştireceği ya da iyi oldukları için değil; sizi fakirleştirecekseler de savunulmalıdır. Onların kötü olabilme, adlarının önüne ulus ya da inançları bir sıfat olarak koyulmadan kötülük yapabilme hakları savunulmalıdır. Aslında, Kürt uyanışı karşısında, Türk mozaiklerinin bu kadar soğuk ve düşmanca durmalarının ardında bu gizli ırkçılık yatmaktadır. Çünkü Kürtler, artık "iyi" Tom Amca olmaktan çıkıyorlar, onlar artık "iyi" olmadıkları, kötü olmayı göze aldıkları ve kötü olma hakkı uğruna mücadele ettikleri için, beton kafalıların düşmanlığını kazandıkları kadar mozaik kafalıların sempatisinden de mahrum kalmaktadırlar. Halbuki onlar "iyi" olmaya devam etseler, mozaiklerin betonlar karşısındaki argümanlarına kanıt oluşturmaya devam etseler; mozaikler betonları ikna edebilirler bir gün. * "Azınlıkların" kötü olabilme hakkı gibi ezilenlerin, baskı ve sömürüye karşı direnenlerin hata yapma hakkı da yok. Şu an cezaevlerinde yüzlerce mahkum ölümün sınırında geri dönüşü olmayan bir noktada. Ve de çıt çıkmıyor, çünkü onlar hatalı! Ölüm oruçları karşısında kimi solcuların tavrı mozaik kafalıların tavrından farklı değildi. (Aslında bunlar büyük ölçüde çakışırlar.) Nasıl onlar kötülük yapma hakkını savunmaya hazır değilseler; kimi solcular da ezilenlerin, kavgada haklı olanların mücadelesini, ancak "doğru" yapıyorlarsa desteklemeye hazırlar. 49


Sanki ortadaki bir sportif mücadele ve önceden belirlenmiş kurallar var gibi olaya yaklaşıyorlar. Yok devlet haksızmış ama öbürküler de şöyle yapmalıymış!.. En mahkumdan yana görünen solcu ve gazeteci "arabulucu"lar bile, bir sportif karşılaşmanın hakemi gibi yaklaşıyorlar olaya. Ne çabuk unutuldu ki, bu mücadelelerde, biri daha baştan yeniktir, alttadır; öbürü daha baştan zaferi kazanmıştır ve üsttedir. Biri ne kadar aptalca, ne kadar yanlış mücadele yürütürse yürütsün, haklılığına zerrece halel gelmez; öbürü ne kadar akıllıca ve doğru mücadele yürütürse o kadar tehlikeli ve o kadar yanlıştır. Ezen ve ezilenin kavgasında tarafsızlık mümkün değildir. Koca bir adam küçük bir çocuğu döverken tarafsızlık çocuğun dövülmesine yardım etmektir. Küçük çocuk gücü yetmediği için, adamın taşaklarına tekme attığında, mozaik kafalı solcular, "belden aşağı vurma" diye itiraz ediyorlar. Ezilenlerin belden aşağı vurma hakkını savunmayı akıllarına bile getirmiyorlar; onlarla aralarına mesafe koymak ve hata yapmayan solcular olduklarını kanıtlamak için çırpınıyorlar. Bu bayların tavrı, ezilenlerin kendi içinde, kendi çıkarları ve mücadeleleri açısından yaptıkları tartışmalarla ve ayrılıklarla karıştırılmamalıdır. Öyle bir tartışmada yanlış yapabilme hakkı zaten veridir; kendi aralarında bir ön kabul olarak fiilen vardır. Mozaik kafalı solcu hakemler, ezenler karşısında ezilenlerin; devlet karşısında mahpusların; işveren karşısında işçilerin; erkek karşısında kadınların; ezen ulus karşısında ezilen ulusların özünde her zaman haklı olduğunu; ne kadar aptalca işler yaparlarsa yapsınlar bunun o özdeki haklılığı ortadan kaldıramayacağını ve ezilenlerin de yanlış yapabilme hakları olması gerektiğini anlamak istemiyorlar ya da unutmak istiyorlar. Ve bunu hala hatırlatmak isteyen dinazorlarla köprüleri atıyorlar. Bizim işimiz alttakilerin, ezilenlerin kötü olabilme ve yanlış yapabilme hakkını savunmaktır.

20 Ocak 2001 Cumartesi

50


Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar Fransa'nın kararı ile birlikte, Ermeni Katliamı üzerine tartışmalar gündeme oturdu. Aslında ne Fransa'nın aldığı kararın, ne de bu günkü tepkilerin Ermeni Katliamı ile ilgisi yoktur. Ermeni Katliamı konusu, başka bir politik çatışmanın aracıdır. Arkada libero oynayan Almanya'nın öne sürdüğü Fransa, bu kararla, Avrupa Ordusu'na Amerika'nın desteğiyle çomak sokan Türkiye'ye politik baskı amaçlıyordu. Özel Savaşçılar için de Fransa'nın kararı, hem şiddet politikasına dönüşün gerçek nedenini gizlemeye yarayan, hem de onu haklı göstermeye yarayan bir gerekçe olarak gökten inmiş bir nimetti. Böylece barış ve demokratikleşmeden yana olanları, "milli menfaatlere" kaygısız Avrupa'nın gönüllü işbirlikçileri olarak suçlayıp savunma mevzilerine sokabilirdi. Yani karar da, tepkiler de, doğrudan Ermeniler veya Ermeni katliamıyla ilgili olamayan başka politik hedeflerin bir aracından başka bir şey değildirler. Zaten bu da, tarihin, tarihten ziyade günümüzle, günümüzdeki sınıfların ve politik güçlerin konum ve çıkarlarıyla ilgili olduğunu gösterir. Bu nedenle, Tarih tarihçilere bırakılamayacak kadar politik bir konudur. Keza tarihi tarihçilere bırakmanın kendisi de tarihsel gerçeği bulma değil, günün politik kaygılarıyla ilgili basit bir taktikten başka bir şey değildir ve ciddiye alınacak bir yanı da yoktur. Elbet bu tartışmalar, başka bir çatışmanın aracı, Kürtlere karşı saldırının sis örtüsüdür ama bütün bunlara rağmen aynı zamanda, bizzat bu katliamın varlığının bu yükseltilen inkarıyla bile, Türkiye'nin egemenleri için bir yenilgidir. Çünkü Türk kimliği, hafıza kaybına dayanılarak oluşturulmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet bütün gerçek geçmişi unutma ve unutturmaya dayanıyordu. "Harf Devrimi" bile, kapitalist dünya ile ticareti kolaylaştırmak kadar, bu geçmişi unutma ve unutturma çabasının da bir ifadesidir. Hatalar insanlardan hızlı koşarlar. Onlardan kaçıp kurtulma olanağı yoktur. Tam unutulduğunu, kurtulduğunuzu sandığınız anda, karşınıza aşılmaz bir duvar gibi dikilirler Türk ulusu da, kendi hafızasını yitirme bahasına, doğuştan günahlarını unutmak ve unutturmak, onlardan kaçıp kurtulmak istiyordu. Altmışlı ve yetmişli yıllarda neredeyse hedefe varılmış gibi görünüyordu. Günahları işleyip onların lanetini üzerinde taşıyan kuşak yavaş yavaş sırasını savıp giderken, önceki kuşağın günahlarından habersiz kuşaklar meydanı dolduruyordu. O günahları hatırlatacak kimse de kalmamıştı ülkede. O günahların kurbanlarının diyasporadaki kalıntıları da aynı şekilde sıralarını savıyorlardı. Sonraki nesiller ise zaten doğdukları ülkelerin insanları olmuşlardı. Galiba bu sefer günahlardan kaçmak, onlardan kurtulmak, o günahların hafızalardan yitip gitmesini sağlamak başarılmış gibi görünüyordu. Yeni kuşaklar için bu unutturulma öyle başarıya ulaşmış görünüyordu ki, çoğu sola ilgi duyan, hatta Marksist yeni kuşaklar, Türkiye'deki sınıf ilişkileri ve toplumsal yapı ile bu günahlar arasında bir ilişki bile kurma yeteneği gösteremiyordu. Örneğin sosyalistler arası toplumsal yapı, sınıflar, tarih konularında yoğun tartışmaların yaşandığı ve bu tahlillerden strateji ve programların çıkarıldığı altmışlı ve yetmişli yıllarda Ermeni Katliamı, sonraki 51


mübadeleler, Kafkas ve Balkanlardan insan göçleri ve bunların sistemin örgütlenmesi ve sınıf ilişkilerinin şekillenmesi bakımından etkileri gibi konularda hemen hemen hiç bir şey bulunmaz. Bu konular ve kavramlar, Türkiye'nin toplumsal yapısı ve sınıf ilişkileri bağlamında değil; bu paradigmalar ortadan kaybolduktan sonra; hatta bu paradigmalara karşı olarak doksanlı yıllarda solcuların tartışmalarına girmeye başlamıştı. Örneğin, Ermeni katliamı, hangi tarihsel ve toplumsal ilişkilerin sonucu olarak gerçekleştiği ve bu katliamın sonraki Türkiye'nin toplumsal ve sınıfsal ilişkileri üzerindeki etkileri gibi bir bağlamda değil de; Ermenilerin katledilmesi ve sonradan yok olup gitmesinin çok renkliliği azalttığı gibi (aslında gizli bir ırkçılığı da yansıtan) bağlamlarda konuya yaklaşıldı, zamanın ruhuna uygun olarak. Yani konunun tarihsel ve toplumsal ilişkiler bağlamında tartışılabileceği dönemde Ermeni Katliamı diye bir konu akla gelmiyordu dolayısıyla o analizler havada kalıyordu; Ermeni Katliamının gündeme geldiği dönemde ise, konuyu toplumsal ve tarihsel bağlamda; politik mücadele stratejisi bağlamında tartışacak paradigma ve kavramsal araçlar bir kenara atılmış bulunuyordu. Bu arka plan, sanki sınıfsal ve Marksist bakış açısıyla örneğin Ermeni sorununun tartışılması arasında bir çelişki ve uzlaşmazlık varmış gibi bir yanılsama ortaya çıkmaktadır. Ama Türkiye'deki sınıf ilişkileri, bizzat bu katliam ve sonraki Rum mübadeleleri olmadan anlaşılamaz. Türkiye ve Kürdistan'da egemen sınıflar bu katliam ve başka zorunlu göçlerden elde ettikleri servetle oluşmuştur. Denebilir ki, ilk sermaye birikimi batıda nasıl korsanlık ve köle ticaretine dayanırsa, Türkiye'de de Ermeni katliamına ve Rumların sürülme ve mübadelesine dayanmıştır. Bütün egemen devlet kastının ve sınıfların servet ve sermayelerinin kaynağında bu katliam ve mübadeleler bulunmaktadır. Ermeni ve Rumlar nispeten kapitalist ilişkilerin geliştiği burjuvalardı. Tasfiye ve katil, aslında aynı zamanda, modern toplumsal ilişkilerin de tasfiyesi olmuştur. Modern Kapitalist Rum ve Ermenilerin malları ve sermayeleri; prekapitalist tefeci-bezirgan sermayeye dönüşmüş veya toprak ağalığını ve ortaçağ artığı iktisadi, sınıfsal ilişkileri güçlendirmiştir. Böylece katliamla birlikte gerilik ve gericilik birbirini üretir olmuştur. Türkiye ancak, 1960'lı yıllarda, katliam öncesinin ekonomik düzeyini yakalayabilmiştir. Bu nedenlerle egemenler, hem kendi egemenlik ve imtiyazlarının kaynağını gizlemek; hem de bir ulus yaratabilmek için unutmaya ve hafıza kaybına dayanabilirlerdi. İşte tam başardıklarını sandıkları anda, geçmiş günahları karşılarında aşılmaz bir duvar olarak dikilmiş bulunuyor. Bütün yaptıkları olmamışa döndü, her şey unutmaya ve unutturmaya dayanmıştı, bu proje çöktü; bu nedenle ağır bir darbedir Türkiye'nin egemenleri için. Ermeni Katliamının, inkar için bile olsa tartışılmak zorunda kalınması, unutulmaması ve tekrar hatırlanması bile projenin iflasıdır. Çünkü Türk Kimliği, unutmak ve hafıza kaybı ile şekillendiriliyordu. Şimdi bu suskunluk yıkıldı. 10 Şubat 2001 Cumartesi

52


Hayat ve Ölüm Ölüm hayatın özüdür doğada. Ölüm, türün ve canlıların varlığını sürdürmesi için doğanın bulabildiği biricik çözümdür. Tür kendini oluşturan bireylerin, bireyler de diğer canlıların yok oluşlarıyla var oluşlarını sürdürebilirler. İnsanın insan olması bir bakıma, doğanın bu karşı koyulmaz yasasına manevi bir direniştir. İnsan, mezarı olan ilk canlıdır. İnsan öleceğini bilerek yaşayan ilk ve tek canlıdır. Hayat ölüme doğru bir koşudur. İnsanın alet kullanan bir hayvan olmaktan çıkması ve insan olması mezarı olmasıyla başlar. İnsan varoluşunu, doğanın bu karşı koyulmaz yasasına, biyolojik ölüme, toplumsal karşı koyuşuna borçludur. Bir mezar, ölüme, dolayısıyla da yaşamın ölüm olduğu kuralına manevi bir başkaldırıdır. Gılgameş ölümsüzlüğün peşinde koşar; bütün dinlerde "ba sü bad el mevt" (ölümden sonraki diriliş) veya ölümsüz bir ruh, inanç sisteminin temelini oluşturur. Ölümden sonraki bir hayata inanmayan en ateist kahramanlar bile, toplumun hafızasında bir ölümsüzlüğü umarak, insanın doğaya bu isyanını sürdürürler. Ölüm daima yaşayanlar için ölümdür. Ölenin bakış açısından yazılan en duygu yüklü şiirler bile bir canlının dünyasını yansıtırlar aynadaki sureti gibi. Ölen öldüğünü bilmez. * Ölüm kol geziyor. Türkiye'de açlık grevlerinde toplu halde ölüme gidenler; Hollanda'da ölümde yardım yasasının bir tabuyu yıkışı; Güney Afrika'da ölüme mahkum 4,5 milyon AİDS'linin dokunulmaz özel mülkiyet mihrabında kurban edilmesi, Avrupa'da pazar ve rekabet için dağlar gibi hayvan kadavralarının yakılması... Bütün bunlar aynı bütünün parçaları. Türkiye'de yüzlerce insan çoktan artık geri dönüşü olmayan bir sınırı aşmış, adım adım ölüme gidiyor. Para Fonu'yla ya da bankalarla milyonlarca insanın kaderleri üzerine devlet olarak pazarlık yapmaktan utanmayan bu devletin yöneticileri, bir parça insanca bir cezaevi yaşamı isteyen ve bunun için canlarını veren insanlar karşısında "devlet pazarlık yapmaz" nakaratını tekrarlayarak, buralarda beş bin yıldır insanın değil, devletin önceliği olduğunu, burjuva uygarlığının temelinde yatan "toplumsal sözleşme" kavramının, yani devletin insanlar için var olması gerektiği anlayışının buralara uğramadığını bir kez daha kanıtlıyor. İnsanlar ölümden başka bir seçeneklerinin kalmadığını düşünüyor ve seslerini duyurabilmek için ölmeye yatıyor. Ölüm yaşamın son sığınağıdır artık. * Meta üretimine dayanan kapitalizm, insan ilişkilerinin bile metalaşmasına, şeyleşmesine, giderek insanın var oluşunun temelindeki toplumsallığın ve toplumsal ilişkinin yitirilmesine yol açıyor. Sonuçta yalnızlık, modern toplumdaki insanlar için en büyük ve aşılmaz sorun 53


oluyor ve yaşam her gün yeniden tekrarlanan bir işkenceye dönerken, insanın insan olma sürecinde üzerine basarak ve bastırarak yükseldiği cinsellik, insanların insani bir ilişki kurma arayışlarının kalan biricik imdat kapısı oluyor. Geri ülkede, insan olma sürecinde kendisine baş kaldırılan ölüm nasıl yaşamın son sığınağı ise; metropollerde de insan olma sürecinde üzerine basılan ve bastırılan cinsellik de toplumsallığın son sığınağı olarak ortaya çıkıyor. Ölümün ve cinselliğin; insan olmak için birine baş kaldırılan diğeri bastırılan canlılığın bu iki temel özelliğinin insanlığın sığındığı son sığınaklar olması, ayrılmaz bir bütün ve tümüyle kapitalizmin insanın var oluşuyla uzlaşmazlığının bir görünümü. Ama o sığınaklar bile bir hayal artık. Ölüm unutulmaya bir isyanken artık bir an önce unutulmak için var. Yine aynı kapitalizm, insan hayatını ancak iş gücü olarak kullanıp artık değer üretebileceği erginlik ve onun da gençlik dönemiyle ölçüyor; yaşlıları bilgileriyle ve bilgelikleriyle toplumsal yaşamın tamamlayıcı bir parçası değil; toplumun sırtında gereksiz sosyal masraflara yol açan bir yük olarak görüp onları yaşlılar evi denen gettolara kapatıyor. Böylece gettolara kapatılmış yalnız ve yaşlı ruhlar işe yaramazlık, yük oluş ve dışlanmışlık içinde ölümü bekleme cezalarını çekiyorlar. Ölüm insanların ölümsüzlüğü sembolize eden mezarlarla baş kaldırdığı bir doğa yasası değil artık kapitalizmde, bir an önce unutmak ve masraflardan kurtulmak için hoş gelmiş bir davetli. Üstüne üstlük, bu yalnızlık ve dışlanmışlık içinde, hastanelerin beyaz ve soğuk yoğun bakım servislerinde, suni yaşatıcı tekniklerin gelişimi nedeniyle ölüm ve yaşamın sınırlarının belirsizleştiği bir dünyada, modern tıbbın makinelerine bağlı olarak ve o makinelerin basit bir eki olaraktan bir ölüme mahkum artık insanlar. İşte bu koşullarda Hollanda ölümde yardım yasasını karar altına aldı. Kamuoyu araştırmaları, politikacıların bütün itirazlarına rağmen halkın büyük çoğunluğunun, hiç olmazsa acısız ve seri bir ölümden yana olduğunu gösteriyor. Kapitalizme bu bilinçsiz isyan, bir süre sonra, hep olduğu gibi, hastane masraflarından kurtulup karlarını yüksek tutup, hisse senetlerinin fiyatını yükseltmek isteyen sigorta şirketleri; yaptığı işe giderek yabancılaşmış ve çeşitli "tasarruf tedbirleri" ile aşırı bir stres altında bunalan hastane personeli; yaşlı ve işe yaramaz yakınlarına hastane ziyaretleriyle sınırlı serbest zamanlarını yitirdiklerini düşünen genç kuşakların sessiz ve gizli işbirliği ile toplu ve toplumsal bir cinayet ve suç ortaklığının kapısını açabilir. Yanlış bir hayatın içinde doğru bir yaşam olamayacağı gibi, doğru bir ölüm de olamaz. * Kapitalizmden hayvanlar bile nasibini alıyor. İnsan, kendisini sürekli kıtlıktan kurtaran hayvan ehlileştirmeyi bulduktan sonra, varlığını sürdürmek için öldürmek zorunda olduğu ama kıtlıktan kurtuluşunu da borçlu olduğunu bildiği hayvanların ölümünü bile insancıllaştırmış, toplumsallaştırmıştır. O hayvanları tanrı yapıp tapmıştır. Kurbanlık koyunu bile, kınalamış, süslemiş; öldürme eylemindeki vahşeti 54


kendi toplumsal varlığı bakımından kabul edilebilir kılmak ve daha düne kadar birlikte yaşadığı hayvanın çekeceği acıyı azaltabilmek için bir sürü ritüeller geliştirmiştir. Kapitalizm öncesinde hayvanların öldürülmesinde bile insanca bir yan vardır, kapitalizmde insanların ölümünde bile insanlık kalmamasının aksine. Kapitalizm öncesindeki toplumsal fonksiyonunu yitirmiş, modern toplumda bir prestij, gösteri ve politik tavrın aracı olmuş kurban bayramlarındaki hayvan katliamları kadar; ucuz ve seri üretim, dolayısıyla rekabet yasası altında, doğanın ritmini ve devir hızını sermayenin devir hızının ve sabit sermayeninin maddi ve manevi yıpranma hızının altına düşürerek yani rasyonalize ederek ayakta kalabilen bu sistemde, son deli dana ve şap hastalıklarında görüldüğü gibi yüz binlerce küçük ve kocabaş hayvanın yakılmasıyla irrasyonalliğinin şahikasına ulaşıyor. Bütün sorun tüketicinin talebini yeniden canlandırmak ve rekabet şansını korumakta toplanıyor. Dokunulmaz özel mülkiyet ve kâr sadece ölümü değil, yaşamı da kendi mihrabında kurban ediyor. * Afrika AİDS'in hızla yok ettiği bir kıta. Bu kıtanın devrimci ve demokratik geleneklerin henüz yaşadığı biricik ülkesinde, Güney Afrika'da, 4,5 milyon AİDS'li insan ölüme mahkum. Zulu ve Natal kadınlarının üçte biri AİDS'li. Bu gün AİDS'i durduran hatta gerileten ilaçlar var. Ama bunlar tekellerin patent hakları namı altında olağanüstü tekel karlarıyla ve pahalı olarak satılıyor. Buna karşı Güney Afrika'nın, bu ilaçların patentsiz üretilmiş ucuz benzerlerini kullanmasına karşı 39 ilaç tekeli saldırıya geçmiş bulunuyor. Bu saldırı karşısında, ilaçların geri ülkelere daha ucuza verilmesi kararı, Davut'un Golyat'a karşı bir zafer olarak kutlanıyor. Aslında insan hayatı ve sağlığı dokunulmaz özel mülkiyetin mihrabında kurban ediliyor. Yani artık özel mülkiyeti sorgulamak bile hayal gücünün ötesine geçmiş bulunuyor. * Bütün bu ölümler bir bütün. Neden ve sonuç zincirlerinin sonunda hep, özel mülkiyet, kâr, iş gücünün artı değeri ürettiği ve onun fiyatının düşüklüğünün önemi var. Her şeyin genelleşmiş meta üretiminin girdabına kapıldığı bir dünya bu. Kapitalizmin bu sonuçlarına direnişler bile kapitalizme hizmet ediyor. Kapitalizm gevşetmeye çalıştıkça, kımıldadıkça sıkan bir kelepçe gibi. Geniş bir tarihsel açıdan bakıldığında, geri ülkelerde insanların direnişleri, bu direnişlerde ölümü göze alışları, son duruşmada, toplumdan dışlanmış bir biçimde, işe yaramaz bir yaşlı olarak, makinelere bağlı yapayalnız bir ölüm için değil mi? Veya ilerde böyle bir ölümdense, hızlı ve acısız bir ölüm için değil mi? Başka bir hayat tasavvur bile edilemez durumda. Hayal gücümüzü yitirdiysek geçmişe bakalım. Öyle uzaklara ki, insanın doğadan ilk kopuşuna; ilk cins ayrımlarına, ilk sınıflı toplumların ortaya çıkışına ve kapitalizmin doğuşuna. Onlar bize belki tekrar hafızamızı 55


kazandırabilir ve hayallerin kapısını açar. Gelecek hayallerini geçmişi de yitirdiğimiz için yitirmedik mi? 25 Nisan 2001 Çarşamba

56


1 Mayıs Düşünceleri Kendilerine sol diyenlere egemen olan bir stil vardır. Hep kendi gücünü ve yeteneklerini övmek, hataları, zayıflıkları ve zorlukları görmezden gelmek. Ne var ki, bir harekete bu stil, bu meşrep egemen olduğu zaman o hareketin hiç bir başarı şansı yoktur. Gerçekten yaptığı işi ciddiye alanlar ise, tam aksine, hep yetersizlikleri, zaafları, yanlışları vurgularlar. Bu farkın farkına ilk kez Türkiye'de işçi hareketinin yetiştirdiği tek gerçek işçi önderi olan, Zapataların, Panço Villa'ların hamurundan yoğrulmuş İsmet Demir'de varmıştım. TİP'liler, sosyalistler işçilerle ilişki kurduklarında, onların ne kadar iyi, ne kadar cesur ve güçlü olduklarını onlara anlatmaya kalkarlardı. Bizim İsmet Demir ise, tam tersini yapardı, onlara beş para etmediklerini, bir işe yaramadıklarını söylerdi. Ve işçiler de bizim İsmet Demir'e güvenirlerdi, o diğerlerine değil. Çünkü onlar İsmet Demir'in kendi içlerinden biri olarak onlara doğruyu söylediğini biliyorlardı. Burjuva sosyalizmi ile işçi sosyalizmi arasında böyle bir fark vardır. Burjuva sosyalizmi, ezilenleri, işçiyi, halkı idealize eder, kutsar. Ve bunlar hep onun dışından bir övgü ve kutsamadır. Bu stilin en uç örneği Ruhi Su'dur. Bu nedenle Ruhi Su Burjuva sosyalizminin türkücüsüdür, emekçilerin, halkın ezilenlerin değil, onun dışından ona ilanı aşk edenlerin. Ama tutkularının kör ettiği bu aşıklar, aşık olduklarının gözlerinin badem gibi değil kör olduğunu göremezler ya da görmek istemezler. Ruhi Su'nun müziği, işçinin, ezilenin, alttakinin dünyasını ve duygularını yansıtmaz. Onun dünyasını ve duygularını dile getiren Orhan Gencebay'dır. O Ruhi Su hayranı burjuva sosyalizmi ise, Orhan Gencebay'dan iğrenir, katlanılmaz bulur. Aslında nefret ettiği o uğruna methiyeler düzdüğünün ta kendisidir. Bunu bilmek ve anlamak istemez. Ola ki fark ettiğinde bu sefer de sevgi ve övgünün yerini ilgisizlik, hatta nefret ve yergi alır. Elbette burada Orhan Gencebay ve Ruhi Su birer semboldürler bir farkı ve yaklaşımı yansıtan. Sorun ezilenlerin kendilerine nasıl yaklaştığı ve onların stiliyle ilgilidir ve aslında sanıldığından çok önemlidir. Franz Fanon ırkçılığa karşı aynı zamanda en radikal eleştirileri içeren kitaplarında sanılanın aksine beyaz adama saldırmaz doğrudan, siyaha ne kadar berbat bir insan olduğunu, ne kadar düşürülmüş olduğunu anlatır. Siyah'a övgü bulamazsınız. Aslında Marksizmin ruhu da böyledir. Sosyalistlerin çoğu işçiliği idealize ederler. Marks'ın eseri, işçiliğin, sömürü ve yabancılaşmış emeğin insanı nasıl insanlıktan çıkardığının, düşürdüğünün hikayesidir. Kapital toplumu işçi yapmak için değil, işçileri işçilikten kurtarmak içindir, işçiliği yok etmek içindir, işçiliği yok etmek için de patronluğu yok etmek gerekmektedir. Ömrü yabancılaşmış emekle geçen işçi kadar düşürülmüş, insanlıktan çıkmış varlık yoktur. Bu nedenle toplumsal tabakalar kıyaslandığında, tek tek insanlar olarak, ortalamasına 57


bakıldığında, işçiler kadar sıkıcı, tek düze toplum kesimi az bulunur. Bir köylü, bir küçük burjuva, bir patron, bir aydın çok daha renkli ve hatta derin bir tip sunarlar işçi karşısında. Tek tek işçiler, diğer toplum kesimleri karşısında insanlığa en uzak, insanlıktan en çıkmış ortalamayı yansıtırlar. Tek tek burjuvazi, köylüler ve küçük burjuvazi karşısında kesinlikle kaybetmeye mahkum bu işçiler, bir sınıf olarak, bir bütün olarak toplumu değiştirme yeteneğindedirler. Burada Engels'in o klasik örneği anlamayı kolaylaştırır. Engels, Mısır seferinde Memlüklerle savaşmış Napoleon'un sözlerini aktarır. Napoleon, bir Memlük askeri tek tek iki Fransız askerinden üstündü, iki Fransızla iki Memlüklü karşı karşıya gelince, eşit olunuyordu, dört Memlüklü ve Fransız karşılaşınca kesinlikle biz kazanıyorduk anlamında bir şeyler söyler. Tam rakamlar hatırımda değil ama böyle bir şeydi. İşçilerle diğer toplum kesimleri arasındaki temel fark buradadır. İşçiler insani kaliteler bakımından bu örnekteki Fransız askerlerine benzer. Burjuva sosyalizmi hayalinde, bu Fransız askerlerine, birer Memlük giysisi giydirir, altına saf kan bir arap atı çeker ve sonrada bu yarattığı hayale tapar. Sadece Franz Fanon mu böyle? Malcom X de öyledir örneğin. Siyah adamı "tom Amcalar" diye eleştirir. Aslında o kadar uzaklara gitmeye de gerek yok. Kürt hareketinde de aynı olgu geçerlidir. Abdullah Öcalan da Kürtlere hep öyle yaklaşmıştır. Kürt burjuvazisinin ideal bir Kürtü vardır, ona övgüler düzer, Türkiye'nin burjuva sosyalistlerinin işçilere ve halka yaklaştığı gibi yaklaşır Kürtlere. Öcalan ise İsmet Demir gibi. Öcalan'ın konuşma ve yazıları Kürt'ün ne kadar düşürülmüş olduğunu, bir işe yaramadığını anlatır durur. Ama tabii bizzat Kürtlere. Ve nasıl burjuva sosyalistleri bir işçi hareketi yaratamadılarsa, bu Kürt burjuvazisi de bir ulusal hareket yaratamadı. Bunu İsmet Demir gibi, onları övmeyen aksine yeren ve eleştiren Abdullah Öcalan başardı. Aslında bu stil, onların bizzat kendi eğiliminin yansımasıdır. Bir sınıf, bir ulus, bir hareket bir şeyler yapmak istiyorsa önce kendi zayıflıklarıyla hesaplaşmak, onları açık yüreklilikle ortaya koymak ve üzerine gitmek zorundadır, bu önderlerin fonksiyonu da aslında bu tarihsel sürecin bir aracı olmalarıdır. İsmet Demir'in işçilere, Öcalan'ın Kürt'lere yönelik ağır eleştirileri aslında o sınıfın veya ulusun kendisiyle hesaplaşması, kendi zayıflıklarını açık yüreklilikle ortaya koyması ve kendini değiştirmesinden başka bir şey değildir. * 1 Mayıs gösterilerine ve bu gösteriler hakkında sol basında verilen haberlere, bu ezilenlerin kendi zayıflıklarını sermesi ve onlarla ciddi hesaplaşmaya girmesi açısından bakılınca durum gerçekten umut kırıcı, bu sol basının yansıttığının aksine, ne gösterilerde, ne haberlerde kendi zaaflarını bir sergileme ve onlarla mücadelenin izi bile olmaması, söylenenin aksine mücadelenin yükselmekten çok uzak olduğunu gösteriyor. Bir mücadele yükselme eğilimi taşıdığında, düşmanlarından önce kendi zaaf ve yanlışlarıyla mücadele etmeye başlar. İslamiyet’in dediği gibi, en zor savaş olan kendi nefsine karşı savaşa yönelir. Bunun izi bile yok, ve bu da sanılanın aksine ezilenlerin henüz böyle bir değiştirme ve değişme hedefinden veya yönelişinden çok uzak olduğunu gösteriyor.

58


Burjuva sosyalizmi, işçiye hayrandır. Hadi gene burjuvazinin işçiye hayranlığının iyi kötü bir mantığı vardır. Ama bu işçiye hayranlığın sloganları, sendikalar ve sendikacılar aracılığıyla işçi örgütlerinin de sloganları olarak ortaya çıkınca, işçilerin kendine hayranlığı gibi garip bir durum ortaya çıkar. Aslında burjuva sosyalizminin işçiye hayranlığı ile sendikacılar zümresinin kendine (tabii bu işçiler biçiminde ifade edilir) hayranlığı birbirini tencereyle kapak gibi tamamlar. Bu iki stilin egemen olduğu yerde işçi olmaz. Sadece, bu tür burjuva sosyalizminin etkisinde kalmış veya kendiliğinden işçi bilinci olan sendikacılığı aşamamış tek tük işçiler olur ki, bunların olduğu yerde işçi olmaz. Dolayısıyla gerçek bir işçi hareketi ancak bu gün işçi hareketi diye ortalığı kaplayanların ortadan kaybolmasıyla ya da sürülmesiyle mümkündür. Gerçek işçi hareketinin olduğu yerde, işçilerin kendilerine yönelik, kendileri için bir şey isteyen, kendilerini öven sloganları olmaz. Tüm topluma yönelik sloganlar olur. Burada kopmaz bir bağ vardır, kendine karşı gaddarlık, toleranssızlık ve eleştirellik ile tüm toplumu değiştirmeye yönelik, sadece kendine ilişkin düzenlemeler istemeyen, kendine övgü düzmeyen slogan ve hedeflerin birliği. Tersi de bir bütündür, kendini hayranlık, kendine ilişkin sloganlar bir bütündür. Olaylara bu açıdan bakılınca, solun varlığının, kendiliğinden bir işçi hareketlenmesinin bile önünde bir engel olduğu görülür. Bu stillerin egemenliği, işçilerin gösterilerden uzak durmasına yol açıyor. Bu gün dünyada duvarla birlikte, soldan ne kalmışsa onlar da yıkılsaydı, örneğin dinazorların bir kozmik felaketle yok olması gibi, memeli hayvanların gelişimi için bir fırsat doğması gibi, yepyeni ve canlı bir sol harekete olanaklar açılabilirdi. Maalesef olmadı. Bizlerin kuşağının bir şekilde yok olması gerekiyor solun yeniden canlanabilmesi için. Solu inleten problem aynen burjuvazide de var. Ama burjuvazi daha tecrübeli. Yavaş yavaş eski kuşaklarını değiştiriyor. Ecevit'lerin, Yılmaz'ların, Demirel'lerin kuşağı gidiyor ve yerine Derviş, Sezer, Pişkinsüt'lerin, kuşağı geliyor. Burjuvazi bunu yolsuzluk dosyalarıyla, skandallarla adım adım gerçekleştiriyor. Koşullar biraz daha olgunlaştıktan sonra, bambaşka bir partiler ve tiplerle bir seçim yapabilirse sonraki yirmi otuz yılı götürür. Şimdiki bunalım bu kabuk değişiminin sancıları. İşte bu kabuk değiştirdiği an sistemin en zayıf anıdır. Şimdi bir şey başarıldıysa başarıldı, yoksa yeni sistemin sağlayacağı olanaklarla bir kaç on yıl daha sistem kendine sürdürecek gücü bulur. İnönü'nün çok partili hayata geçiş reformu olmasaydı; 27 Mayıs olmasaydı ve Özal'ın reformları olmasaydı bu sistem çoktan çökerdi. Bunların her biri en azından sonraki on veya on beş yılı götürmeyi sağladı. İşte bu kabuk değiştirme anında gördüğümüz ne? Burjuvazi bile kuşak değişimini yaparken, solun içinde giderek taşlaşmanın yaşandığı. Elbette ortalama olarak solun yaşı küçük olduğundan biyolojik bakımdan fazla yaşlı sayılmaz sol. Burjuvazide şimdi onların kuşağı sırada. Ama problematikler olarak baktığımızda, sosyolojik olarak yaşlıdır. Duvar sonrasının solu değildir bu gün Türkiye'ye egemen olan. Duvar sonrasının bir solu da yok. Dolayısıyla duvar öncesinin kuşağı damgasını vuruyor.

59


1980'lerin sonunda, Kuruçeşme tartışmaları olurken bile sol bu günkünden daha yakındı bu güne, daha genç, dinamik ve canlıydı. Çünkü kendisiyle hesaplaşıyordu, kendisini acımasızca, aslında biraz acıyarak, ama o kadarı bile önemliydi, eleştirmeye başlamıştı. Ve bu eleştiri onu, yüzyılın başının problemlerine götürmüştü, sosyalizmi yavaş yavaş kaynağından tanımaya başlamıştı. Aslında paradoksal gibi görünebilir ama, şu an 130 yaşı cıvarında olacak Ekim Devrimi öncesi kuşaklar, bu günün dünyasını anlamaya bu günün kuşaklarından daha yetenekliydi. Zaten oralara gitmeden bu günlere gelemez sol. Kimliğini kaybettiği yerde aramak zorundadır. 1980'lerin sonuna doğru böyle bir eğilim belirmişti. Sol içi bu ayaklanma, bu isyan toplumsal bir yükseliş ile desteklenseydi belki şimdi bu örgütler de olmayabilirdi. Ama Kuruçeşme olurken Duvar yıkılıyordu. Onu doksanların terör ortamı izledi. Bu günün ortalığa egemen örgütleri, bu dünya ve Türkiye ölçüsünde karşı devrimci dalgaların sol içinde tekrar yükselttiği örgüt ve eğilimlerdir ve aynı laneti taşımaktadırlar. Burjuvazinin içinden iyi kötü sema Pişkinsüt'leri çıkıyor. Sol'un kendi Pişkinsüt'leri yok. Hiç bir örgütün, hareketin sarsıldığını, içinden muhalefet ve isyancılar çıktığını duymuyoruz. İşin kötüsü, bu içinde bulunulan toplumsal bunalım dönemindeki memnuniyetsizlik, bu örgütlere daima bir takım memnuniyetsizlerin akmasına yol açarak, bu örgütlerin krize girmelerini engelleyen bir dış yardım işlevi de görür. Eh iyi kötü büyüyen bir örgüt de krize girmez. Şu an ortalığa egemen olan ve damgasını vuran hareket ve eğilimler dağılmıştı seksenlerin sonuna doğru. Bütün örgütler yenilikçiler ve gelenekçiler diye hızla bölünüyordu. Bu isyan halindeyken, yenilikçiler geleneksel çizgi ve örgüt biçimlerini savunanlara karşı uzlaşmasız bir mücadele yürütüp onları imha etmeleri gerekirken onlarla uzlaştılar. Kuruçeşme bu uzlaşmanın hikayesidir. Sosyalistlerin yenilikçi kanadı Frankfurt Parlamenterleri gibiydiler 1848'deki. Sol çapındaki bu devrimci kabarış yeterince uzlaşmaz ve kararlı olamadığı için, bunu gericilik ve restorasyon dönemi izledi, bütün örgütler tekrar canlandı. Örgütler mezbahası olması gereken Kuruçeşme'den zaferle çıkan örgütler oldu. O dönemde bunun dışında kalan bir Dev-Yol olmuştu. Kuru çeşmenin örgütler için gördüğü fonksiyonu da, DevYol için ÖDP gördü. Böylece Dev-Yol'u, Sol'u, Aydınlık'ı, Halkın Kurtuluşu, Partizan'ı, TİP'i, vs. hepsi tekrar yerlerini aldılar. İşte Türk solu, şimdiki bunalımı burjuvazinin aksine, solun içindeki bir restorasyonun örgüt ve kuşağıyla karşılıyor. Dolayısıyla hiç bir şansı yok. Hatta bu sol olmasaydı, ezilenlerin ve işçilerin çok daha şansı olabilirdi. Bu sol onun bizzat yaratıcı kendiliğindenliğinin bile önünde bir engel. Bu solun olduğu yere işçi gelmez. Gelmeyince de kendiliğinden hareketlerin yolu tıkanır. Rosa, Alman Sosyal demokrasisini Lenin'den çok daha iyi tanıyordu. Savaş kredilerine Sosyal Demokrasinin oy verdiğini duyunca inanamamıştı Lenin. Rosa ise hiç şaşırmamıştı. Onun kokuşmuş bir ceset olduğunu biliyordu. Tam bu nedenle Rosa biricik umut olarak kendiliğindenliğe daha büyük bir vurgu yapmıştır. Bu gün de durum aynı. Şu an bütün örgütlü sol bir engel ve tutucu. Kitle hareketi ancak buna rağmen bir şeyler yapabilir. Ama bizzat bu solun varlığı bunun önünde de bir engel. Bu günkü bütün sol hareketler, 1980'lerin sonundan beri gelen, Dünya ve Türkiye ölçüsündeki gericilik ve karşı devrim dalgasından güç alan, sol içindeki restorasyonun, karşı devrimin 60


ürünü olarak ortadalar. Toplumsal bunalım burjuvaziyi aynı dönemin tiplerini değiştirmeye zorlarken, aynı bunalım solda bu tiplerin ve eğilimlerin stabilize olmasına yol açıyor ve toplumsal bir köklü dönüşümün önündeki muazzam bir engel haline dönüşmesine yol açıyor. Ama bu örgütlerin dışında kalan sol da farklı sayılmamalı. Yani şu sivil toplum vurgulular, küçük ve somut hedefleri öne çıkaranlar vs.. Bunlar genellikle daha sonra politize olmuş bir kuşak, daha esnek gibi görünüyor. Ama bizzat o örgütler gibi, aynı gericilik ve karşı devrim döneminin çocuğudurlar, dolayısıyla içi dışına çevrilmiş olarak tıpkı örgütlerle aynı olumsuzlukları taşımaktadırlar. İşin ilginci, örgütler ve örgütsüzler, "dinazorlar" ve "post-modernler" birbirlerinin varlığına haklılık kazandırıp birbirlerini güçlendiriyorlar. Bunların dışında başka bir alternatifin varlığı akla bile gelmiyor. Ama daha da ilginci şu, solun bu genel bölünmüşlüğü, Türkiye'nin egemen sınıfları arasındaki çatışmadaki bölünmeye de denk düşüyor. Örgütler genellikle anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm vurgularıyla, farkına varmadan veya vararak, tıpkı benzer argümanlarla Sovyet bürokrasisinin değişimlere karşı direnmesi gibi (ki bu hareketler aynı zamanda Sovyet ve Çin bürokrasilerinin de aynı gerekçelerle destekçileri olmuşlardır), Genelkurmayın, "Devlet Sınıfları"nın, Bonapartizmin ya da "Devlet Partisi"nin liberal burjuvaziye saldırısında mızrak ucu rolü oynuyorlar. Buna karşılık, sivil toplumcu muhalifler, daha genç ve modern görünenler ise, bu saldırılara karşı Liberal burjuvazinin bir kalkanı işlevi görüyorlar. Böylece bağımsız bir sol hareket aktüel politik gelişmeler bağlamında da olanaksız hale geliyor. Bütün bu manzarada bir tek istisna var. Kürt Ulusal Hareketi. Bütün dünyada gericiliğin yükseldiği dönemde yükselme ve canlanma eğilimi gösterdi. Bu yükselişin dinamiği bu harekete de yansıdı. Başlangıçta bu günün taşlaşmış küçük sol örgüt ve hareketlerinden pek az farklılıklar gösteren bu örgüt ve hareket, kitle bağları ve bu yükselen harekete dayanması nedeniyle kendini yenileme yeteneği gösteren tek hareket oldu. 1990'ların başından beri, Türk solundaki karşı devrimci restorasyonu pekiştiren gelişmeler, (duvarın yıkılışı, özel savaş rejimi) bu hareketin ve örgütün sürekli olarak kendini yenileme girişimlerine yol açtı. Kürt hareketinin iç mücadeleleri bu açıdan incelendiğinde, mücadelenin aslında değişim ve eski biçimleri sürdürmek isteyenler arasında olduğu görülür. Bir bakıma demokratlar ve milliyetçiler mücadelesidir. Bir yandan liberallere ve burjuvaziye, bir yandan da aşırı sola karşı bir mücadele görülür. Kürt hareketinin bu iç mücadelelerinde kazanan yenilikçiler oldu denebilir. Bir rastlantı değildir, Kürtleri en ağır dille eleştiren kişinin bu hareketin önderi olması. Öcalan'ın aynı zamanda, sadece Kürtleri değil, tüm toplumu, hatta bölgeyi değiştirmeye yönelik proje sunması. Kendi içine kapanma, kendini övme, toplumun tümüne yönelik hedef yokluğunun bir bütün olduğu olgusuyla burada da karşılaşırız. İdeal bir Kürt'e en çok övgü düzenlerin aynı zamanda yeni stratejiyi anlayamaması ve onun en büyük düşmanı olmaları rastlantı değildir. Buna 61


karşılık, Kürtlere en ağır eleştirileri yapan, onun yüzüne sürekli eksik ve yanlışlarını vuranların da aynı zamanda tüm toplumu değiştirmeye yönelik bir perspektif sunması da bir rastlantı değildir. O halde bu gözlemlerden bir tek sonuç çıkıyor. Bu bunalım döneminde, olur da sol hareketlerin kontrolü kendiliğinden bir kitle hareketlenmesinin engelleyemezse ve böyle bir hareketlenme ortaya çıkarsa, bu kitle hareketinin kendiliğinden radikalleşmesine cevap verebilecek tek olanak Kürt hareketi oluyor. Devrici demokrasiyi temsil eden bu hareket Liberaller ve Genel Kurmay karşısında üçüncü bir kutup olabilir ve tüm gayrı memnun alt kesimleri etrafında toplayabilir. O zaman gericilik döneminin güçlendirdiği bütün sol örgütler ve sivil toplumcular liberal burjuvazinin ve Genel Kurmayın yedeği olarak bu hareketin karşısında yer alır. Demokratik bir devrim Kürt hareketini iktidara getirebilir. Bu gün Öcalan'ın resmini parçalayanlar yarın onun resimleriyle yürürse kimse şaşırmasın. Çünkü tüm toplumu değiştirmeye yönelik demokratik bir programı, gücü ve bunu yürütecek tecrübesi olan tek hareket Kürt hareketi. Türkiye'deki bir radikalleşmenin ve devrimci kabarışın bununla buluşması kaçınılmazdır. Şimdilik, krizin derinliği bunu desteklerken, sola egemen olan örgütler ve sivil toplumcular bunun önünde en büyük engel, bu nedenle kendiliğinden yükselişler bunun ön koşulu. Ama bir kendiliğinden hareketlenme ve yükseliş olursa, bu Kürt hareketini iktidara getirir. Ve ortaya Ortadoğu ortamında Mandela'nin Güney Afrika'sı gibi bir şey çıkar. Aslında bu yazıda ifade edilen düşünceler açısından 1 Mayıs gösterilerini ele alacaktım. Ama düşünce aldı başını başka yerlere uçtu. Fakat, 1 mayıs gösterileri bu yazıda ifade edilen yaklaşımlar açısından ele alınırsa, onun hakkındaki haberler ve ondaki sloganların onun bütün zayıflığını yansıttığı görülür. Bunu okuyucunun kendisine bırakmak en iyisi. Solun kendini övmeyen, kendi eksikleri ve yanlışlarını sergilemekten kaçınmayan geleneğini de sürdürmüş oluyoruz böylece kendini öven, kendinden memnun sloganlar ve 1 Mayıs haberleri karşısında. 02 Mayıs 2001 Çarşamba

62


Taşralılık Türkiye'nin sağcısı da solcusu da, Dünya'ya Türkiye'den bakarlar, Türkiye'ye Dünya'dan değil. Bu nedenle dünyayı ilgilendiren en genel ve temel konularda bile yazsalar, bir ulusal dar görüşlülük, bir taşralılık egemendir bütün yaklaşımlarına. Gelişmelere yukarıdan bakma yeteneksizliği, artık Türkiye'nin kültürel ortamının bir özelliği olmuş durumda. Dolayısıyla sadece sağcısının değil, tıpkı diğer günlük kültürel kotlar ve alışkanlıklar gibi solcusunun da bir karakteristiği. Bu taşralılık ise her şeyden önce Kemalizm'in mirasıdır. Bu taşralılığa yol açan Mustafa Kemal bile böyle taşralı değildir. Kendisi Osmanlı ordusunun hiç de parlak olmayan generallerinden biri olmasına rağmen, bir durum yargılamalarına bakın, belli bir "global" bakışın olduğunu görürsünüz. Bu geleneğin Mustafa Kemal'den de yeteneksiz sürdürücüsü İsmet İnönü'de bile bu global bakış vardır. Her sözü en sıradan iç politika konusundaki konuşması bile, ifade edilmemiş ama içine sindirilmiş, dünya dengelerini gözeten bir özelliğe sahiptir. İsmet Paşa'nın her sabah, Paris, Londra, New York, Moskova'nın ne dediğini öncelikle öğrendiğini anlatırlar. Bu günkü Türk Başbakanı Ecevit'in politik kariyerine de, iyi İngilizce bildiği için, sabahları İsmet İnönü'ye İngilizce basını ve yorumları okuyup aktarmakla başladığı söylenir. Ecevit'in İsmet Paşa'ya yaptığı işin anlamını kavradığı şüphelidir. Çünkü Avrupa'larda da okusa, artık taşralılığa düşmüş bir kültürün ürünüdür. İsmet Paşa'nın her sabah yaptığı işi kendisinin yaptığına dair en küçük bir emare bulunmamaktadır. Bu Osmanlı yadigarı politikacılar kuşağı gittikten sonra, bizzat bu kuşağın yaptıklarının sonucu olarak (harf devrimleri vs.) politikaya, ülkenin kültürel ve entelektüel hayatına tam anlamıyla taşralılık hakim oldu. Binlerce yıllık uygarlıkların, Arap ve Fars kültürlerinin o muazzam birikimi, bir harf devrimiyle yeni kuşaklarca bilinmez ve özümlenemez oldu. Bütün bunlar sözde o Batı kültür ve uygarlığına ulaşmak için yapılmıştı. Ama o kültürle bağlantı kurmanın ekonomik temelini oluşturan burjuvazi ve ilişkilere Hıristiyan halkların sürgün, katliam ve mübadeleleriyle son verildi. Bu aynı zamanda Batı ile kültürel bağların kopması da demekti. Ama sadece bu da değil. Osmanlı, Bizans'ın bir devamıydı. Hıristiyan halkların bu yok edilişi aynı zamanda, eski Yunan ve Roma'dan beri gelen Akdeniz uygarlığı ile tüm kültürel bağların koparılması anlamına da geliyordu. Böylece Türkiye Cumhuriyeti'nin entelektüel ve kültürel ortamı, ne doğunun antik Akdeniz, Arap ve Fars uygarlıklarıyla ne de batının modern burjuva uygarlığıyla ilişkisi olmayan, korkunç bir taşralılığa gömüldü. Bu taşralılık giderek yeni kuşaklarla birlikte toplumun tüm kültürel, entelektüel ve politik hayatına damgasını vurdu. Bir politikanın sonuçları kültürel bir karakter kazanınca sağcısı da solcusu da bundan kendini kurtaramaz. Öznel bir yönelişin sonuçları adeta nesnel koşullar haline gelir. Bu nedenle burjuva politikacılarına, kültürüne ve entelektüel hayatına damgasını vuran taşralılık solun da 63


bir özelliği olur. Osmanlı ve Cumhuriyet kuşakları arasındaki uçurum solda burjuva dünyasından bile daha derindir. Tipik iki örnek alalım. Hazım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı. Bu iki kişi de birer Osmanlı aydınıydılar. Temel kültürel ve entelektüel şekillenmeleri Osmanlı İmparatorluğu ve onun çöküş döneminde gerçekleşmiştir. Şimdi bir bu insanların kitaplarını şiirlerini okuyun, bir de 1960'lardan sonra binlercesi ortaya çıkmış sosyalistlerin en kaliteli bilinenlerinkileri okuyun. Aradaki korkunç uçurumu kimse görmezden gelemez. Türk solu hala Kıvılcımlı ayarında bir teorisyen yetiştiremedi örneğin. Nazım hala Türk aydınının ve sanatçısının aşılamamış örneği olmaya devam etmektedir. Cumhuriyet'in bu gün yeni kuşaklarca unutulmuş ama müthiş bir etki bırakmış ve gerçekten 60 sonrası entelektüel hayatın gelişmesine muazzam bir etki yapmış en ileri aydını bir bakıma Doğan Avcıoğlu'dur. Karşılaştırın Doğan Avcıoğlu ili Kıvılcımlı'yı. Osmanlı çocuğu Kıvımlcımlı'nın Cumhuriyet çocuğu Avcıoğlu'na bir kaç numara büyük geldiği hemen görülür. Cumhuriyet aydınının örneği, uzun yıllar, Bizim Köy'ün yazarı, öğretmen Mahmut Makal olmuştur. Bu bile farkın ne olduğu hakkında bir fikir verir. Benzer bir durum Kürtler arasında da görülür. Kürtlerdeki medrese geleneğinden gelenlerde, sonrakilerle arasında müthiş bir fark vardır. Tahribat Kürtleri de Türkler kadar hatta daha da fazla etkilemiştir. Evet, o Fars, Arap, Yunan, Roma, Akdeniz uygarlıklarının tüm kültürel ve entelektüel birikimi yok edildi ve modern batı uygarlığının tüm köprüleri yıkıldı, ama bu uygarlıklardan en lanetli kurum kaldı ve ona hiç dokunulmadı ve işin ilginci bütün bu katliamı da o lanetli kurum varlığını sürdürebilmek için yaptı. Devlet! Osmanlı, Bizans'ın devlet yapısını aldı. Ona biraz Arap ve Fars uygarlıklarının boyasını kattı. Bütün batılılaşma çabaları ise, bu devletin devletliğine modern toplumun araçlarını verdi. Böylece toplum modern toplumun ve geçmişin mirasından mahrum olurken, devlet geçmişin ve modern toplumun bütün olumsuzluklarının konsantre olduğu, toplumun kanını emen bir ur olarak ekonomiden politikaya ve kültüre, her şeye damgasının vurdu. Bu durum bir kara deliğin oluşumuna benzer bir durum yaratmaktadır. Tıpkı maddenin kendi ağırlığı altında çökmesi ve sonsuz yoğunlaşması gibi, çürüme çürümeyi beslemekte, tüm çıkış yollarını kapamaktadır. En radikal muhalefet çabaları bile, tıpkı ışığın kara deliğin çekim gücünden kendini kurtaramaması gibi, antika ve modern uygarlıkların çifte kamburunu taşıyan devletin çürütücü etkisinden kendini kurtaramamakta, taşralılığa geri dönmektedir. Dünya sorunlarını konu yapmakla ilgisi yoktur taşralı olmayan bir yaklaşımın. Bu içe işlemiş, elle tutulmayan ama hissedilen bir yaklaşım tarzıdır. Türk solu, globalizmden bile bir köylü gibi söz eder. Taşralı olmayan bir bakış ise, köyden, ardında global bir birikimi hissettirerek konuşur. 06 Haziran 2001 Çarşamba 64


Kendiliğindenliğe Övgü En kendiliğinden hareketlerin bile, o kendiliğindenlik boyasının altı kazınınca, altından daima isimsiz bir anarşistin, bir komünistin, bir isyancının uzayın sağır boşluklarında yok olup gittiği sanılan unutulmuş çabasının kızıl tortusu çıkar, bir kaç yıl önce ölmüş bir devrimcinin dediği gibi. Bu kızıl tortu, tıpkı bir yağmur damlasının oluşması için toz zerreciklerinin gördüğü türden bir işlev görür kendiliğinden hareketlerin oluşmasında. Bu tortu, hareketin kendisi ya da örgütlü ifadesi değildir ama onun ortaya çıkması için bir tohum , bir katalizatör, bir mayadır. Ama bu mayanın da etki gösterebilmesi ancak onun etkiledikleriyle aynı “doku grubu”ndan, aynı “dalga boyu”ndan olmasıyla mümkündür. Bir de bunun tersi durum vardır. En muhalif, devrimci örgütlerin bile tutuculaşıp, kendiliğinden bir şekillenmenin bile önünde bir engel oluşturduğu durumlar vardır. Şimdi Türkiye’deki durum bu. 1960’larda Türkiye’deki toplumsal muhalefet, gübreli boş bir araziye ekilmiş bir tohum gibiydi. Kendiliğinden yükselişlerin zamanıydı ve bu yükselişte örneğin eski komünistlerin ektiği tohumlar bu kızıl tortunun işlevini görüyordu. Eski örgütler, toplumsal muhalefetin yükseliş ve şekillenişini engelleyebilecek kadar güçlü değildi ama ondaki kristalleşmeler için bir tohum işlevi görebiliyordu. Yeni örgütler yükselen hareketlerin ifadesiydi. TİP örneğin, yükselen, genç ve dinamik işçi hareketinin; Dev-Genç, yükselen gençlik hareketinin. Bu örgütler bu hareketlerle birlikte doğmuşlar ve onların ifadesi olmuşlardı. Bütün dinamizm ve yaratıcılıkları buradan geliyordu. Bu eğilim yetmişlerde de sürdü, daha geniş kitlelerin radikalleşmesi ve politize olmasına paralel ve bunun ifadesi olarak bilinen bütün o sol örgütler yelpazesi oluştu. Bakir bir alanda her şeye baştan başlamak kolaydır. Ama bir kere şekillenme ve paylaşma gerçekleştikten sonra, yeni bir şekillenme adeta olanaksız hale gelir. Önce gelenler sonra geleceklerin yolunu tıkar. Paleontoloji, doğa tarihinde bile böyle doğanın farklı canlı türleri ile ilgili denemeleri rahat rahat gerçekleştirdiği dönemlerle; stabilize olmuş türlerin diğerlerinin gelişimini engellediği dönemler arasında bir farka dikkati çekmektedir. Yumuşakçalar döneminin “büyük deneme”si o dönem denizlerinin böyle bir patlama için adeta gübreli bir toprak gibi olmasıyla ilgiliydi. Buna karşılık, dinazorlar, memelilerin gelişmesi önünde bir engel oluşturuyorlardı. Eğer bir göktaşı dinazorların egemenliğine son vermeseydi, yeryüzünde hala dinazorların egemenliği sürüyor olacak; bir kaç memeli de gelişmek ve patlamak için ortam bulamayan ayrıksı bir dal olarak kalmaya devam edecekti. Bu günün Türkiye’si dinazorların egemenlik dönemine benziyor. Muhalefet sol örgütlerce parsellenmiş durumda. Bu örgütler ise, 60’lı yılların yükselişinin ürünleri. O yılların politik ve kültürel atmosferiyle, paradigmalarıyla, anlayışlarıyla şekillenmişler. Bu günün dünyası karşısında sadece birer tutucu kabuk işlevi görüyorlar. Bu örgütlerin hiç birisi bu günkü 65


toplumsal muhalefetin eğilimlerini ifade etmiyorlar. Bununla kalsalar iyi, bu muhalefetin kendini ifade edecek hareketler ve örgütler geliştirmesinin de önünde bir engel oluşturuyorlar. Seksenlerin sonunda, yükselen toplumsal muhalefete paralel olarak bütün örgütlerde bir çatlama, otantik kaynaklara dönüş çabası görülüyor ve bu çabalar yükselen toplumsal muhalefetle paralellik içinde bulunuyordu. Ama bu süreç kısa sürdü ve eski örgütleri ve anlayışları süpürüp atamadı. Sovyetlerin çöküşü, Kürtlere karşı özel savaşın yükselişi, Türkler arasında milliyetçiliğin ve çürümenin yükselişi yaşandı. Dikkat edin bu günkü örgütlerin hepsi böyle bir dönemin ürünüdürler. İdeolojik alanda seksenlerin sonunda görülen otantik Marksizm’e dönüş eğiliminin değil, ona direnişin ifadesidirler. Toplumsal olarak yükselen bir harekete değil çürümeye dayanırlar. Bu nedenle Türkiye’deki toplumsal muhalefetin önündeki en büyük engel, bu gün var olan sol hareket ve örgütlerdir. Eğer bu örgütler olmasaydı, toplumsal muhalefet şimdi çok daha canlı, dinamik ve güçlü olurdu. Dünyada hiç bir büyük devrim, örgütlü partilerin eseri olmamıştır. Tersine, devrimci kabarışlar, kendilerine en uygun partileri, devrim fırtınalarının dalgaları üzerinde yükseltip iktidar kumsalına oturtmuştur. Ve çoğu kez bu partiler bile devrimci kabarışları hızlandıran değil, frenleyen bir etki göstermişlerdir. Dünya tarihinin gördüğü en büyük iki devrim, Fransız ve Rus devrimleri, tamamen kendiliğinden patlamalardır. Yanlış olarak Bolşevik Partisinin bilinçli ve planlı bir eyleminin sonucu olduğu sanılan Ekim Devrimi bile bunu kanıtlar. Bolşevik partisi, bizzat kendisi, sürekli art arda gelen dalgaları yükselen dinamik ve genç bir işçi hareketinin örgütsel ifadesiydi Türkiye’deki altmışların TİP’i gibi. Bu parti aynı zamanda tarihte eşine az rastlanır bir şekilde, çağının en ileri düşünce akımı olan otantik Marksizm’den besleniyordu. Ama sadece bu da değil, bu parti, burjuva uygarlığının İngiltere’de doğup, Fransa Almanya üzerinden Rusya’ya kayan ve orada devasa Rus romanını, Rus klasik müziğini yaratan kültürel ikliminde soluk alıp veriyordu. Daha saymakla bitmeyecek, olağanüstü tarihsel koşulların bir araya gelmesine ve birbirinden büyük kafaları bünyesinde barındırmasına rağmen, bu parti bile, Şubat Devrimi’nden sonra, devrimin önünde engel, bir tutucu kabuk haline dönüşmüştü. Lenin gibi bir iki önderin hayatın yeşil yoluna ilişkin söyledikleri, aşağıdan gelen yığın hareketinin baskısı ve devrimci kabarış olmasa, ilk tepkilerde olduğu gibi, klasik Bolşevik kadrolarca sapkınlık olarak afaroza uğramaktan kurtulamazdı. Bolşevik Partisi gibi, sınıfsal, teorik kültürel kökleri ve temeliyle böylesine uygun koşullarda şekillenmiş tarihin gördüğü en demokratik parti bile böyle tutuculaşabiliyorsa, varın Türkiye’deki solun durumunu siz göz önüne getirin. Yükselen bir hareket mi? Yok. Aksine çürüyen bir toplum var. 66


Çağın en ileri düşünce akımı mı? Yok. Marksizm diye öğrenilmiş bir bürokratik kastın ideolojisi ve kapitalizmin tarihsel zaferinin ortaya çıkardığı bir liberalizm hayranlığının birbirinin varlığında kendine haklılık bulan kayıkçı dövüşü var. Marksizm’in eleştirel ve devrimci özünü sürdüren akımlar Türkiye’nin devrimcileri için hep bilinmez olmuş. Seksenlerin sonundaki kaynağa dönme çabası yarı yolda duvarın altında kalmış. O devasa Rus romanını, Rus müziğini, Roketlerin dinamik hesaplarını yapan Çar suikastçıları yetiştiren, Aydınlanmadan beri gelen burjuva uygarlığının düşünce disiplini ve geleneği mi? Yok. Ruslar Kapital’i çevirirken, Türkler O. Comte, Durkheim ile tam tersi akımlara dalmışlardır. Türkiye’de sadece Kürt hareketi yükselen Kürt uyanışının ifadesi olarak ve ondan güç alarak ve ona güç vererek, çok elverişsiz toplumsal temeline, kültürel kaynaklarına ve ideolojik hareket noktalarına rağmen bir parça dinamizm ve kendini yenileme yeteneği gösterdi ve gösteriyor. Türk solu ve Kürt hareketi arasındaki bu günkü doku uyuşmazlığının bir nedeni de bu farklı eğilimlerin ifadeleri olmalarıdır. Bir fırtınaya ihtiyaç var. Şu devleti, şu partileri, ve şu solu, önüne katıp sürükleyecek; havadaki çürük kokularını yok edecek. Bu günkü sol örgütler ancak toprağı zenginleştiren bir gübre olarak yararlı bir işlev görebilirler. Yoksa onlar bu gün toplumsal muhalefetin şekillenmesinin ve kendini ifade kanalları oluşturmasının önünde en büyük engeldirler. Türkiye’de büyük bir devrime ihtiyaç var. Ve böyle bir devrim bu günkü örgütlerle değil, onlara rağmen olabilir. 11 Ağustos 2001 Cumartesi

67


Politik İslam Nedir? Politik İslam da tıpkı Ulusal kurtuluş savaşları gibi, son duruşmada, tarihin yumağının ters ucundan çözül(eme)mesinin, diğer bir deyişle, sosyalizm çocuğunun ayakları önde geldiği için doğamamasının sancılarının yol açtığı bir çığlıktır. Diğer bir deyişle, İslam dinine inanan toplumların modernleşmesi illaki kapitalizm çerçevesinde, sömürgecilik koşullarında olacak diye bir zorunluluk yoktur tarihte, bu ülkeler pek ala, zengin ve ileri ülkelerde iktidarı almış, sömürme gibi bir derdi olmayan, bilgisini ve zenginliğini bu ülkelerin refahını yükseltmeye aktaran bir işçi sınıfının desteğiyle, kapitalist ya da sömürgeci olmayan, bu yaşanan acıların hepsine yabancı olarak, tıpkı normal bir doğumun olağan sancılarıyla da modernleşebilirlerdi. Böyle bir dünyada, sömürü, baskı olmayacağından, ne ulusal hareketler, ne de politik İslam olmazdı. Yaşanan tarihin iğrençliği ve gerçek anlamı ancak hayallerin aynasında görülebilir, olası başka tarihlerin hayali olmadan da yaşadığımız bu tarih ve ona has olgulardan biri olan politik İslam anlaşılamaz. Politik İslam’ın ve onun temelindeki Müslüman Kardeşler’in, İşçi hareketinin devrimci geleneklerinin bir bürokratik kastın terörüyle tümüyle silinip süpürüldüğü, işçi hareketinin peş peşe tarihindeki en büyük Alman ve İspanyol yenilgilerini aldığı, otuzlu yıllarda doğması bir rastlantı değildir. * Politik İslam, ilk bakışta, sanki arkaik bir hareket gibi görülür. Kendisinin iddiası da budur üstelik. Moderniteye ve onun sonuçlarına karşı olduğunu, geçmişteki, ideal bir İslam’a dönme gerektiğini söyler. Televizyonlarda, hiç de modern giyinişli olmayan entarili, şalvarlı, sarıklı, sakallı, kadınları örtülü oraya buraya saldıran insan resimleri de bu ön yargıya çürütülmez kanıtlar sunar sanki. Bu yargıyı yaratan her şeyden önce, modernliğin parlamenter demokrasi, din ve devlet işlerinin ayrılması, eski kurum ve adetlerden kurtulma biçimini alacağı yönündeki, Batı modernleşmesini modernleşmenin biricik yolu ve tarihi düz ve aşamalı bir süreç olarak gören burjuva aydınlanmacı ideolojinin etkisidir. Halbuki bu şema bile gerçeğin çarpıtılmasıdır. Batı modernleşmesi bile, Calvin, Luther’lerin din bayraklı partilerinin açtığı yoldan, İngiltere’de Cromwell’in Püriten devrimi olarak uzun bir yol almıştı. Politik İslam modern toplumun ürünü bir hareket olduğu gibi aynı zamanda modernist bir harekettir. Bu anlamda kültürel bir boyutu vardır ve kültürel bir değişimin ifadesidir. Müslümanlar, modernizme karşı bir söylemle modernleşmektedirler. Politik İslam’ın taraftarlarının, bizzat son ikiz kuleler saldırısında da görüldüğü gibi, modern toplumun ürünü, modern topluma en iyi entegre olmuş, onun tekniğini, ilişkilerini, kurumlarını en iyi tanıyan insanlar olması bir rastlantı değildir. Şehir modern toplumun ürünüdür. Politik İslam şehirli bir harekettir. Yoksullaşan şehirli orta sınıflar ve batı tekniğini bilen okumuşlar politik 68


İslam’ın militanlarının temel kaynağıdır. Politik İslam, sosyalizm bayraklı Çin’deki Mao’nun gerillalarından, hatta Kürt Ulusal hareketinin gerillalarından bile daha şehirli bir harekettir. * Gerek ulusal, gerek sosyalist hareketler, kültür ve inancı kendi konuları olarak görmemelerine rağmen, pratikte kültür ve inanç pratiklerinin bir aracı haline gelmektedirler. Politik İslam ise, daha baştan bu alanı da kapsar. İnanç, gelenek, günlük yaşam ve politik faaliyet ayrılmaz bir bütün olur. Geri ülkelerdeki sosyalist ve Ulusal hareketlerin, olayların zorlamasıyla fiilen vardığı nokta, onda daha baştan kabul edilmiştir ve ona önemli bir avantaj sağlar. Bu bakımdan, politik İslam’ın modern toplumdaki insanların günlük yaşam ve kültürlerine ilişkin sorunlarına da cevap sunmak gibi bir fonksiyonu da vardır, tıpkı aynı noktaya olayların zorlamasıyla varan sosyalist ve ulusal hareketler gibi. * Politik İslam ile şeriatı devlet dini yapan devletler ile bunların maddi desteğiyle ayakta duran ve toplumsal bir direniş hareketine tekabül etmeyen örgütleri karıştırmamak gerekir. Pakistan’ın generalleri, Kaddafi, Suudi Krallığı gibi devlet ve rejimler politik İslam’ı ifade etmezler. Bu gibi devletlerle, politik ve İslami hareketler arasında kimi yakınlıklar desteklemeler olabilir. Bu tıpkı bir zamanlar Üçüncü dünyadaki ulusal kurtuluş hareketleri veya işçi hareketlerinin, o dönemin sosyalist denen ülkelerindeki bürokratik kastlarla ilişkilerine benzer. Bu bürokratik kastlarla bu hareketler nasıl hep sosyalizmden söz etmelerine rağmen, birbirinden çok ayrı ve zıt toplumsal güçleri ifade ediyorlardı ise, politik İslam’ın da İslam’ı bayrak yapan rejimlerle ilişkisi benzer bir karakter taşır. Bu rejimler bu hareketleri dış politikalarının aracı olarak kullanmaya çalışırlar. Hatta zaman zaman kullanırlar da. Örneğin Bin Laden’ın Talibanlarla ilişkisi, biraz aşiret toplumunda sosyalizm kurduğunu iddia eden Enver Hoca’nın partisinin, Brezilya, Türkiye veya Almanya’daki Arnavutluk çizgisindeki modern ve şehirli partilerle ilişkisine benzer. Aynı kavram ve bayraklara sahip ama iki ayrı dünya, iki ayrı toplumsal güç vardır ortada * Politik İslam, her şeyden önce emperyalist sömürü ve baskıya, onların o ülkelerdeki işbirlikçilerine direnişin partisi olarak ortaya çıkmıştır. Güçlenebilmesi için de ulusal bayraklı ya da sosyalizm bayraklı ulusal direniş hareketlerinin sırasını savması gerekmiştir. Dünün ulusal ya da kızıl bayraklarla yürüyenleri bu gün İslam bayrağıyla Yürümektedirler. Hatta bu sadece dayanılan toplumsal kesim bakımından değil, bizzat kişiler düzeyinde de böyledir. Dünün ulusçu ya da sosyalistleri bu günün politik Müslümanları olmuştur. * Modern toplumda her şeyden önce, burjuvazi, küçük burjuvazi ve işçi sınıfı olmak üzere üç sınıf vardır. İktisadi ve politik tavır alış bakımından, küçük burjuvazi, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında yer almakla birlikte, kültürel ve tarihi olarak burjuvazinin altında yer alır. Sınıfların ekonomik ve tarihsel konumlanışı özdeş değildir. Küçük burjuvazi, . Geçmiş üretimin yadigarı veya modern üretimin zorunlu sonucu olmayan tabakaları kapsar. Bu onların kültürel 69


bakımdan, işçi sınıfına burjuvaziden bile daha uzak olması sonucuna yol açar. Burjuvaziden bile daha geri bir dünyayı yansıtıyor olması, onun burjuvazinin ufkunu aşan bir program geliştirmesini olanaksız kılar. Proletarya bağımsız bir programla ve güç olarak çıkıp kendi arkasına takamadığı sürece, burjuvaziye karşı muhalefetini, onun ufku içinde ve en uzlaşmaz ve sert mücadele biçimleri altında ifade etmeye çalışır. Proletarya ise, genel ve tarihsel çıkarını ifade eden bir program etrafında bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıkmadığı sürece hiç bir zaman modern toplumsal mücadelelerde ayrı bir üçüncü toplumsal güç olarak yer almaz. Onun alt tabakaları, küçük burjuva radikalliği, üst tabakaları ise burjuva reformizmine yönelir. Bu nedenle, modern toplumda iki temel eğilim bütün toplumsal çatışmalara damgasını vurur: küçük burjuvazinin radikalizmi, burjuvazinin reformizmi. Politik İslam da, bu iki temel eğilimden oluşur. Bir yanda ılımlı, daha ehli, diğer yanda daha radikal ve keskin İslam akımları arasındaki savaş, aslında, Burjuva reformizmi ile küçük burjuva radikalizmi arasındaki savaştan başka bir şey değildir. Küçük burjuva radikalizmi, ne kadar radikal ise, burjuvaziyle araya sınır çekmede o kadar mücadele biçimlerine, sembollere ilişkin aşırı biçimlere ağırlık verir. Böylece küçük burjuva ve burjuva sosyalizmlerinde de görülen tipik paradokslar ortaya çıkar ve radikallik kendini yıkan bir saçmalığa varır. * Politik İslam burjuva ve küçük burjuva tepkilerinin aracı olabilir ama, modern işçi sınıfının olamaz. Modern işçi sınıfı, sendikalar, partiler, fikir özgürlüğü, seçilmiş organlar olmadan var olup kendini ifade edemez. Bu nedenle politik İslam’ın yükselişi ile işçi hareketinin demoralizasyonu ve çöküşü arasında kopmaz bir bağ vardır. Politik İslam işçi hareketinin bütün savunma ve varoluş mekanizmalarını ret ve imha eder. Bu nedenle, işçi hareketini atomlarına ayrıştırıcı, bir özelliği vardır ve bu yanıyla faşizan bir karaktere de sahiptir. Politik İslam, aynı zamanda ezilenleri dinlere göre bölüp örgütleyerek, ezilenlerin direnişini de daraltıcı ve bölücü bir nitelik göstermektedir. Bu niteliği, başka dinlerden olanların genellikle ezen sınıflar veya uluslardan olması nedeniyle yeterince açığa çıkmamış olmakla birlikte, Türkiye’de Alevi’lere karşı görüldüğü gibi, kesinlikle baskıcı bir niteliğe sahiptir. Böylece Politik İslam, İşçiler, kadınlar, ezilen azınlıklar gibi, modern toplumda kendi konumuna benzer bir konumda bulunan ve demokratikleşme bakımından büyük destek olabilecek güçleri karşı tarafa iterek, sömürgeciliği ve baskı rejimlerini güçlendirir. * Kaynağa, gerçek İslam’a dönüş ideali, gerçekten sonuna kadar gider, kendi sonuçlarından korkmaz, bu araştırmayı politik konumları meşrulaştırmanın bir aracı olarak görmezse, sosyalizmle, Marksizm’le buluşma potansiyeli taşır. Hatta buna buluşma bile denemez, kendisi onu yeniden yaratır, kendisi o olur. Yani mantık sonuçlarına varmış politik İslam, Marksizm ve Sosyalizm olmak zorundadır. Çünkü İslam’ın bozulmamış halinin ne olduğu ve o bozulmanın niye gerçekleştiğinin ve 70


mekanizmalarının anlaşılması, sınıflar savaşı ve tarihin maddeci kavranışıyla mümkün olabilir. Bu nedenle, saf teorik bakımdan, gerçek İslam’a dönüş hedefi, o İslam ve Tarihi tahrif edildiği için, politik İslam için potansiyel bir yıkıcılık taşır. Bu nedenle, gerek kadınlar, gerek sınıflar alanında İslam’daki tahrifatları gösterip, en kaynağına gidenlerin, politik İslam’ın aynı zamanda en büyük şiddetini çekmeleri bir rastlantı değildir. Ama bu mantık sonuçlarına gitme ve sonuçlarından korkmama, ancak kaybedecek bir şeyi olmayanlar, araştırmasının sonuçları kimi imtiyazlarını tehdit etmeyenler ya da bu sonuçlarla ters düşecek imtiyazı olmayanlar başarabilir. Bu nedenledir ki, gerçek devrimcidir ve Devrimci sınıf gerçeği aramak zorundadır. 20 Ekim 2001 Cumartesi

71


Requiem ve 11 Eylül “Tanrım, onlara ebedi sükunu bağışla” Son yıllarda Bach’a daha fazla eğilim duyuyorum ama önceden Mozart’ı en büyük kabul ettiğim yıllarda, “Eğer Allah var ise o Mozart’tır, ve onun da şah eseri Requiem”dir derdim, o gürül gürül yaratıcılığı ve o yaratıcılığın zirvesini tanımlamak için. Kapitalizmin dünya çapındaki zaferinin ve ideolojik sonuçlarının bir tank gibi önüne geleni ezip geçtiği; biricik yükselen hareket olan Kürt hareketine karşı özel savaşın en yoğun biçimde sürdürüldüğü; bu senkronize gericiliğin bizleri tümüyle tecrit ettiği; özel hayatlar alanından bile kuşatıp nefes alamaz bıraktığı yıllarda Requiem’i dinlemediğim gün, günlük duasını aksatmış bir müminin iç huzursuzluğunu duyardım. Her akşam, takside işe başladığımda ilk önce Requiem’i dinlerdim. Her dinleyişimde de onu ilk kez dinliyormuş gibi yeniden, daha önceki dinlemelerinde fark etmediğim bir yönünü keşfederdim. Her seferinde yeniden taptaze bir dayanma gücü kazanırdım. İşin stresine, ırkçı ya da sarhoş müşterilerin yarattığı gerginliklere karşı da en etkili sakinleştiriciydi Requiem. Requiem’in, bambaşka, Akdenizli müzik kültüründen gelmiş bir metropol taksi şöförünün ruhunda, yüz yıllar sonra nasıl olup da böyle derin titreşimler yaratabildiği sorusu da epeyce kafamı meşgul etmişti. Requiem, Avusturya’nın gericiliği ortamında, Paris donsuzlarının isyanının yankısıdır. Bu müthiş gerilimdir onun tükenmez derinliğini yaratan. Yükselen bir gericilikte radikalleştiği için yalnız kalan, yalnız kaldıkça radikalleşen ve sonunda mezarı bilinmeyen bir yoksul olarak ölen bir yüreğin çağrısıdır. Dini bir biçim altında olmasına rağmen, belki de bütün zamanların gelmiş geçmiş en devrimci müziğidir. Ve tıpkı Marks’ın Kapital’i gibi, tamamlanamamış ve hiçbir zaman da tamamlanamayacak ve tamamlanması gerekmeyen bir eserdir. Burjuvazi nasıl Che’yi bir pop ikonu yaptıysa, şimdi de Requiem’i, bir medya gösterisine dönüştürme kararı almış. 11 Eylül’ün yıl dönümünde, bütün ülkelerde Mozart’ın bu Requiem’i çalınacakmış. 20 zaman diliminde 40 ülkedeki koro ve solistler, Requiem’e bir dünya turu yaptıracaklarmış. Requiem’in seçilmesi elbette biçimsel, sadece devasa anıtsal özellikleri nedeniyle göz alıcı bir gösteri için uygun olması değildir, Hıristiyan dinine ait bir müzik formudur Requiem. Ölünün ardından söylenen İlahi; daha da doğrusu Ağıt’ın Katolik kilisesindeki karşılığıdır. Yani bütün dünya insanlığının büyük bölümünün gözünde, kapitalizm ve emperyalizmle özdeşleşmiş bir dine ait bir biçimdir. Sınıflar savaşı ile ordular savaşı arasındaki temel fark, ordular savaşında cephelerin ve tarafların kesinliği, sınıflar savaşında ise baştan üstte olanın ancak bu sınır ve taraflar bin bir yanılsamayla karıştırıldığı takdirde üst konumun sürdürülebileceğinde toplanır. Requiem’in seçilmesi bu tercihin değiştiğini gösteriyor. Ezilenlerin kafasını karıştırmaya yönelik bir seçim, örneğin, farklı kültürlerin ve ulusların kendi ilahi ve ağıtlarının tüm dünya medyasında 11 Eylül’ün anısına icra edilmesi biçiminde olabilirdi. Bu 11 Eylül’ün hedefi olan 72


Emperyalizmin, bir cepheyi genişletme; karşı tarafı içinden bölme ve tarafları karıştırarak egemenliğini sürdürme yolunu seçtiği anlamına gelirdi. Ama Requiem’e dünya turu yaptırmak, kulağı bambaşka bir ses düzenlemesine göre şekillenmiş; Mozart’ın Requiem’inin teneke gürültüsünden farklı bir etki yaratmayacağı uzak doğunun milyardan fazla; Hint alt kıtasının bir milyar, İran, Arap ve Akdeniz’in “makamat müziği”ne göre şekillenmiş yine milyarlara yakın insanının ruhunda zerrece titreşim yaratmaz. Bu şu demektir: dünyanın ezilenlerini ikna değil imha anlayışı seçilmiş bulunuyor. Requiem’in seçilmesi, Irak’a ve onu takiben ABD’nin dünya egemenliği için başka ülkelere de saldırılacağının habercisidir. Ezilenler için, karşı tarafın böyle aptallıklar yapması iyidir. Saflar netleşir. Onun karşısında bizlerin yükseltmesi gereken, ezilenleri bölecek İslam veya Hindu, Budist ilahileri değil; Requiem’in dinsel biçimi değil, devrimci ve yoksuldan yana özüdür; Requiem’in mesajının o kültürlerin müziklerindeki karşılıklarıdır. Biçim onların olsun, öz bizim. Ağıt yakan kadınlar aslında ölene değil, kendi kaderlerine ağlarlar. Belki de Requiem’in seçilmiş olması, Kapitalizmin farkına varmadan, ölümünü görüp kendi kaderine ağlamasıdır? 10 Eylül 2002 Salı

73


Kıyafet Kavgasının İlk Anlamı Baş örtüsünde sembolize olan Kıyafet kavgası niçin bu kadar önemlidir? Benzeri kavga ne nüfusunun çoğu Müslüman olan diğer ülkelerde, ne de başka ülkelerde görülmektedir. Niçin Türkiye’ye has bir görüngüdür ve bunca önemlidir? Baş örtüsüne karşı çıkanlar da, onu örtmek isteyenler de aynı neden ve kaygılarla bunca zıt gibi görünen konumlardadırlar, bu zıtlık onların temeldeki özdeşliğinden kaynaklanır. Bu tersliği açıklayacak iyi bir örneklerden biri, trafiğin İngiltere, onun eski kolonileri ve Japonya’da soldan, Fransa ve sonradan Fransız devriminin etkisiyle bütün dünyada sağdan olmasının, yani bu iki zıt ilkenin aynı nedenden kaynaklanması olabilir. İkisinin de temelinde insanların büyük çoğunluğunun solak değil de sağlak olması vardır. Soldan ve sağdan gibi, birbirine zıt bu trafik ilkelerini yaratan aynı sağlaklıktır. Çoğunluk sağ kolunu kullandığı için, atı ve kalkanını sol; kılıcını veya silahını sağ elle tuttuğu ve soldan gidildiği takdirde sağ kolla dahi iyi savunma ve saldırı yapılabileceği için eskiden karada soldan gidiş yaygındır; yine insanlar bir sandala bindiklerinde küreği sağ ellerinin gücünü kullanacak şekilde tutmaları nedeniyle, suda sağdan gitme daha rahat hareket ve özellikle iskelelere yanaşmalarda daha geniş bir manevra ve daha yüksek bir isabet olanağı sağladığı için su trafiği sağdan çalışır. İngiliz sistemi kara trafiğine, Fransız sistemi de su trafiğine dayandığı için biri sağdan, diğeri soldan olmuştur. Aynı neden, farklı koşullarda birbirine zıt biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Gerçi şöyle bir soru da sorulabilir: İngiltere ve Japonya birer adadır ve bunlar denizci uluslardır, niye oralarda su trafiğinin ilkesi olmamıştır da aksine karada su trafiğinin ilkesi geçerli olmuştur. Bu ilk başta çelişki gibi görünen durumun da sırrı yine onların ada olmasıyla ilgilidir. İngiltere ve Japonya uygarlıkların kenarlarında kalmış adalar olduğu, uygarlıkla çok geç buluştuğu, her ikisinde de Komünün gelenekleri ve şövalyelik (Japonya’da Samuraylık) daha uzun süre yaşadığı ve etkili olduğu; buna karşılık kara Avrupa’sında Uygarlık daha önce yayıldığı; uygarlık ise ticaret demek olduğu; ticaret de her şeyden önce su yolları boyunca yayıldığı için Kıtada Su trafiğinin; adada Kara trafiğinin ilkesi geçerli olmuştur. Diğer bir deyişle, Kapitalizme ilk geçiş, medeniyetten değil, “İlkel Sosyalizm”den olduğu için, Kapitalizme ilk geçen ülkede, trafik soldan olmuştur. Neyse konumuz bu değil, ama Kıyafet meselesinde de, benzer bir durum söz konusudur. Aynı neden, farklı koşullarda başka ilkelerin öne çıkarılmasına yol açmaktadır. Matematik problemleri çözülürken, önce problemle ilgisizmiş gibi görünen temel başka önermelere gitmek gerekir. Benzer şekilde, biz de bu kıyafet kavgasını anlamak için, önce çok temel ama konuyla ilgisiz gibi görünen başka önermelerden başlamalıyız. Kapitalizm ve kapitalizm öncesinde sınıf mücadeleleri arasında temel bir fark vardır. Kapitalizm öncesinde, egemen sınıflar, zümreler, kastlar, giyinişleri, davranışları, mekanları dilleri ve hatta kavimleriyle diğer sınıflardan ayrılırlar. Sadece egemen sınıflar değil, bu ayrım bütün toplum için geçerlidir. Her mesleğin, her sınıfın, her cemaatin kendine has giyinişleri; mekanları; hatta dilleri ve “ulusları” bile vardır. Her şey çok açık ve kesin olarak belirlidir. Bu 74


nedenle kapitalizm öncesi toplumlar sistematik bir kastlaşma eğilimi gösterirler. Eğer “barbar” denen kavimlerin akınları sık sık o kapitalizm öncesi uygarlıkları alt üst etmeseler bütün antika uygarlıkları bu türden, Hindistan’daki gibi bir kastlaşma beklerdi. Kapitalizmde ise, durum tam tersinedir. Zaten ulusun ve ulusçuluğun nedeni de budur. Geniş yeniden üretim standartlaşma gerektirir. Ulus da bu standartlaşmanın bulunmuş en son biçimidir. Ama kapitalizmde, kapitalizm öncesinden daha farklı bir durum daha vardır. Kapitalizm öncesinde, silah taşıyanlar zaten aynı zamanda egemen sınıftırlar. Kapitalizmde ise, bütün ulus gereğinde silahlandırılır. Hem diğer uluslara, hem de Fransız devriminden sonra olduğu gibi, bütün Kapitalizm öncesi dünyaya meydan okuyabilmek, onun tehditlerine karşı koyabilmek için de bu zorunludur. Ama bu çok riskli bir durumdur. Egemen sınıf, yani burjuvazi, çok küçük bir azınlıktır; buna karşılık ücretliler ve diğer emekçiler çok büyük çoğunluk. Bunun mahzurlarını ortadan kaldırmak için burjuvazi, kapitalizm öncesinin tamamen tersi bir savaş yöntemi izler ve kendisi ve ezilen sınıflar arasındaki bütün biçimsel dil, giyim, yaşam alanı gibi farklılıkları ortadan kaldırır. Ancak bu koşulda kendisinin ayrı bir sınıf olduğunu gizleyip egemenliğini sürdürebilir. Bu ideolojiden kıyafete kadar her alanda yapılır. Bunu anlamak için modern toplumdaki sınıflar savaşı ve ordular savaşının zıtlığını göz önüne getirelim. Ordular savaşında her ordunun ayrı bayrakları, ayrı siperleri, ayrı kıyafet ve parolaları vardır. Her şey kesin olarak ayrıdır. Modern sınıflar savaşında böyle olsaydı, burjuvazi bir saniye bile iktidarını sürdüremezdi. Bu ancak bin bir parçaya bölünmüş kapitalizm öncesi uygarlıklarda mümkündü. O halde burjuvazinin, egemeni olduğu ulusun; sömürdüğü işçilerden biçimsel özellikler bakımından (giyim, yaşam tarzı, yaşam yerleri vs.) farklı olmamasının, onun egemenliğini sürdürmesi için hayati bir önemi vardır. Burada Türkiye’nin özgüllüğüne geliyoruz. Osmanlı İmparatorluğu, Bizans adlı Doğu Roma’yı fethetmiş Oğuz boylarından çıkmıştır. Eğer bu boylar, uygarlıkla ilk ilişkilerini, Karadeniz üzerinden gelen Oğuz boyları veya yeterince uygarlığa bulaşmamış, Osmanlı ve Selçuklu’nun “Cahil Türkler” dediği Karamanlılar gibi, Bizans aracılığıyla kursalardı; feth ettikleri Hıristiyan Bizans uygarlığı tarafından feth edilirler, onun dinine geçerlerdi. Ama Oğuz boyları, Müslümanlaşmış Pers ve İslam uygarlıkları aracılığıyla daha önce uygarlığın gerektirdiği kavram sistemi ile zırhlandıklarından Hıristiyanlaşmadılar. Bizans’ı Feth ettiklerinde, müziğinden yemeğine, vücut diline kadar bu uygarlıkça feth edildiler ama bu fetih din alanına işlemedi. İşlemediği için de dilleri, Pers ve İslam Uygarlıklarının dili oldu, Bizans’ın dili değil. Böylece nüfusunun çoğu binlerce yıldır uygarlaşmış Hıristiyan’lara egemen, onları Pers ve İslam uygarlıklarının kendine kazandırdığı kurumsal ve kavramsal araçlarla yöneten batılıların “Türk” dediği Müslüman bir kast oluştu. İşin ilginci, bu Kast kastlaştıkça, yani devletleştikçe, uygarlaştıkça, silahlı eşit Oğuz boylarının içinde birinci olmaktan çıkmak, onları silahsızlandırmak ve kendine bağlı silahlı özel birlikler oluşturmak zorunda kalmıştır. 75


Muaviyelerin, Stalinlerin yaptığını yapmıştır. Yani giderek devşirmelerden oluşan, Müslümanlaştırılmış Hıristiyan çocuklarından oluşan bir devlet kastıdır bu. Yani batılının Türk dediği egemen Müslüman kastın, Oğuzluk veya “Türklük”le hiç ilgisi de yoktur. Anadolu’nun Bizans’tan önce (Ermeni, Süryani vs. kiliselerinin ayrılığı bu önceliği ifade eder), Balkanlar’ın Bizans aracılığıyla (Balkan Ortodoksluğu Bizans aracılığıyla uygarlaşmanın sonucudur) Osmanlı’dan önce uygarlaşmış kavimleri, zanaat ve ticaret hayatına egemendiler. Müslüman ahali ise, ya Ticaret ve sanayi ile ilgisiz, bunu “haşa min huzur Tüccar taifesinden” diye aşağı ve hor gören devlet kastından, ya göçebelerden, ya da tehdit görüldükleri için zorla yerleştirilmiş Müslüman veya Alevi yoksul köylülerden oluşuyordu. Dolayısıyla Müslüman ahali veya egemen yönetici kast içinden bir burjuvazi çıkması söz konusu olamazdı. Bu ortaya çıkan burjuvazilerin her birinin iyi kötü dilini konuşan bir nüfusu da bulunuyordu. Balkan ulusları böyle oluştu. Balkan’lardan Osmanlı’nın atılışı, bir bakıma, oralarda burjuva devrimleri anlamına gelir. Balkan ülkelerinin bu gün bulunduğu geri durum kimseyi yanıltmamalıdır. Onların bu günkü geri durumlarının nedeni, Yirminci Yüzyılın ikinci yarısını, Osmanlı benzeri, Ekim devriminin tasfiyesi üzerine oturmuş Rus Bürokratik kastının egemenliği altında yaşamalarıdır. Eğer İkinci dünya savaşından sonra, Yunanistan gibi bunun dışında kalsalardı, bu gün, Yunanistan, İspanya, Portekiz’in bulunduğu refah ve gelişmişlik düzeyinde bulunurlardı. Eğer Kıta Avrupa’sı ve İngiltere gelişim zıtlıkları arasında bir paralellik kurulursa, İngiltere’de Püritenlik, ilkel sosyalizm geleneklerinin gücü sayesinde, Roma’nın “ruh ül habis”i Katolikliği Britanya adalarından sürerek, kapitalist gelişimin yolunu açarken, Kıta Avrupa’sında, O “ruh ül habis”, ilkel sosyalizm geleneklerinden güç alan Protestanları, Sen Barthelmi katliamlarıyla bire kadar kılıçtan geçiriyor ve kıta Avrupa’sında burjuva gelişimi bir asır geciktiriyordu. Balkanlar Anadolu gelişim zıtlıkları kıta Avrupa’sı İngiltere zıtlıklarına benzer. Osmanlı’nın Balkanlardan sürülüşü, Katolikliğin İngiltere’den sürülüşüne, Püriten devrimine benzer. Ama Anadolu’da Ermeni ahalinin katli ve sürülmesi ile Rumların sürülüşü ve Mübadelesi, Kıta Avrupa’sının Sen Barthelmi katliamlarına benzer, Anadolu’nun gelişimini yüz yıl geciktirmiştir. Türklerin; burjuva devrimi olarak gördükleri, ikinci ve üçüncü meşrutiyetler, aslında Anadolu’daki burjuvaziye karşı, burjuvaziyi tasfiye eden, tefeci bezirganlığı ve derebeyliği pekiştiren bir karşı devrimdir. Osmanlı’ya egemen Müslüman devlet kastı, egemenliğini korumak için, burjuvaziyle birlikte o Ermeni ve Rum burjuvazisinin dayanacağı kitleyi de tasfiye etmiştir. Burjuvazinin evleri Derebey konakları veya devlet dairelerine dönüşmüştür. Müslüman ahalinin içinde ilk sermaye birikimi de bir bakıma, bu katliamların ve sürgünlerin sonunda ele geçirilmiş zenginliklere dayanır. Eğer bu gün gelişmiş Taşra burjuvazisinin ve Müslüman burjuvazinin servetlerinin kaynakları araştırılırsa, ardında hep Ermeni veya Rum malları veya onların kaçarken bıraktıkları servetlerin bulunuşları vardır. Kapitalizm dünyanın her yerinde ilk sermaye birikimini, korsanlık, katliam, gasp aracılığıyla yapmıştır. 76


Ama hikâyenin buraya kadar olan kısmı şu kıyafet meselesini açıklamaz, onun ortaya çıkış koşulları hakkında bir fikir vermek için bunlara değinmek gerekti. Osmanlı devlet sınıfları, modernleşme ihtiyacıyla, bir sürü kıyafet değişiklikleri yapmışlardır. Cumhuriyet’in “Şapka Devrimleri” bunun devamı olarak görülür ama değildir ve onlardan köklü bir fark gösterir. Diğerleri, bütünüyle, modern savaş ve idare veya üretim tekniğinin getirdiği zorunluluklardır ve bunların uygulanması sadece o görevi yapanlarla sınırlıdır. Yani sarık atılıp fes koyulduğunda bu bütün ahaliye zorlama değil, sadece devlet memurlarına has kalmıştır. Bir tür üniforma değişikliğidir bunlar. Ama Atatürk’ün “Kıyafet Devrimi” bunlardan temelden farklıdır: o bütün toplumu kıyafetini değiştirmek zorunda bırakır; burada yeni bir üniforma değil, çok başka derin bir farklılık vardır. Bu kıyafet meselesinin bunca önemli olmasının nedeni de budur aslında. Ama bunun için Tekrar Osmanlı’daki burjuvaziye dönelim. Osmanlı’da egemen Müslüman bir devlet kastı, Müslüman ve yoksul bir ahali vardır. Bunların burjuvazisi yoktur. Hıristiyan ulusların burjuvazileri ve halkları vardır. Ama bir de halksız bir burjuvazi vardır: Yahudiler ve Sabetaycılar. Antik uygarlıklarda ticaret daima belli kavimlerin işi olagelmiştir. Akdeniz uygarlığı bölgesinde, İtalyanlar (Romalılar), Rumlar (Yunanlılar) gibi ve onlardan çok daha eskilere giden ve köklü Yahudiler de bir ticaret kastı olarak yaşaya gelmişlerdir. Osmanlı’nın, İspanya’daki engizisyondan kaçan Yahudilere sığınma ve ticaret ayrıcalıkları sunması, aslında Venedik ve İspanya gibilerin rekabetine karşı yapılmış girişimler olsa da, belli bir yakınlaşma da yaratmıştı. Yahudiler ve Sabetaycılar da, İzmir, İstanbul, Selanik gibi büyük ticaret ve liman şehirlerinde bulunuyorlardı. Onlar da modern kapitalist ilişkilerle ilişkiye geçtikçe burjuvalaşıyorlar, aydınlanmanın fikirleriyle silahlanıyorlardı. Ancak bu oluşan modern Yahudi burjuvazisinin, Rum, Ermeni veya diğer Balkan ülkeleri burjuvazilerinden temel bir farkı vardı. Kendi dili ve diniyle ortak bir nüfusu yoktu. Ayrıca bu burjuvazi, Rum ve Ermeni burjuvazisiyle ciddi bir rekabet içinde bulunuyordu. Bu Yahudi burjuvazinin kendi egemenliğini koyacağı ve bir ulus yaratabileceği aynı dili ve/veya dini olan bir kitle yok; öte yandan burjuvazisi olmayan Müslüman bir kitle ve egemen devlet kastı var. Ermeni ve Rum burjuvazisinin girişimleri zaten bu Devlet kastının egemenliğini ve varlığını tehdit ediyor. Bu durumda bir ulusu, ya da ulus hammaddesi olabilecek bir kitlesi olmayan Yahudi burjuvazisinin çıkarları ile bir burjuvazisi olmayan devlet sınıflarının çıkarları çakışır. İkisi de, farklı gerekçelerle de olsa, Ermeni ve Rum’ları tasfiye etmek ve Müslüman ahaliden bir ulus yaratmak zorundadırlar. Böylece tencere yuvarlanır ve kapağını bulur. Sabetaycılar zaten görünüşte Müslüman’dırlar da. Bu nedenle en büyük Türk milliyetçileri Yahudiler arasından çıkmıştır. Hasan Tahsin’den Tekin Alp’e kadar birçok örnek sayılabilir. İttihat terakki de bizzat bu Yahudi Burjuvazisinin güçlü damgasını taşır. Ama en sembolik kişilik ve zaten Türklerin babası adını alan ve Türk ulusunu yaratan Atatürk’tür. Hem Müslüman devlet sınıflarındandır. Hem Selanik’teki Aydınlanmacı Yahudi 77


cemaatinin okulunda okumuştur. Müslüman Devlet’e egemen kast ile Yahudi burjuvazisinin sentezidir, kesişme noktasıdır. Zaten, onu Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu yapan da bu özelliğidir. Ne var ki, bu Levant’ın liman şehirlerinde yerleşmiş Yahudi burjuvazisi, giyimi, yaşamı, dili, şivesi, adetleriyle Müslüman ahaliye hiç benzememektedir. Tipik bir Avrupalı veya Hıristiyan gibidir. Halbuki modern toplumda, kapitalizmde egemen sınıfın ayrı bir kast özellikleri taşıması olacak iş değildir. Daha baştan yenilgi demektir. O zaman bir tek yol kalır, bütün ulusu kendisi gibi giydirirse, kimin Müslüman kimin gayrı Müslim olduğu anlaşılmaz, bütün dünyanın diğer burjuvaları gibi, bir süre devlet sınıflarının koruması altında palazlandıktan sonra, siyasi iktidarı da doğrudan ellerine alabilirlerdi. Kıyafet inkılaplarının ve laikliğin anlamı, Burjuvazi ile halkın arasında giyim; yaşam tarzı, din vs. bakımdan olaşabilecek ve sınıf ayrılıklarına tekabül edebilecek farklılıkları giderme kaygısında gizlidir. Müslüman’ın fes, gayrı Müslim’in şapka giydiği bir toplumda, kıyafet bir sınıfsal aidiyeti de belirler. Ama herkes şapka giyerse, kimin Müslüman, kimin gayrı Müslim olduğu anlaşılmaz olur. Hasılı Atatürk’ün kıyafet devrimi, İkinci Mahmut’unki gibi resmi görevlilerin bir üniforma değişimi değil; burjuvazinin zeytinyağı gibi açıkta kalmasını engellemek için tüm toplumu onun gibi giydirme girişimidir. Ama bu Yahudi burjuvazisinin de küçümsenmeyecek teşviki ile Rum ve Ermeni burjuvazi ve ahalinin tasfiyesi, Anadolu’da tefeciliği, derebeyliği iyice güçlendirdi. Bu güçlenen gericilik, Hıristiyanların tasfiyesiyle güçlendiği; onların mallarına konduğu için, Müslümanlık burjuvaziye karşı oluşun bayrağı da oldu. Çünkü burjuvazi ve kapitalizmi bir bakıma Hıristiyanlık sembolize ediyordu. Ama bu bezirgan ağa ve derebeyi Müslümanlığın egemenliği demek, şehirlerin Yahudi burjuvazisinin zeytinyağı gibi açıkta kalması ve tasfiyesi anlamına gelirdi. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti’ne egemen Devlet kastı ve egemen liman şehirleri burjuvazisi, buna karşı en sert tedbirleri almaktan başka bir şey yapamazlardı. Eğer cumhuriyet burjuvazisi, belli bir refah sağlasa ve bu refahın sağladığı güvenle belli ölçüde bir demokrasiye geçebilseydi, kimse kıyafeti veya laikliği sorun etmezdi. Ama ne refah ne de demokrasi olmayınca, herkes zorla aynı kıyafeti giyse de, yaşantısı, zevkleri hatta tipiyle kendinden farklı olanların aynı zamanda üsttekiler olduğu bütün ezilen Müslüman ahali tarafından görülebiliyordu. Bu memnuniyetsizlik her zaman olduğu gibi, egemen sınıfı ve onun yaşam tarzının sembollerine yöneliyordu. Tabii bu memnuniyetsizliği aynı zamanda taşra bezirganlığı ve derebeylik de kendince kullanıyordu. Ne var ki, kapitalist ilişkiler geliştikçe, tefecilerin, ağaların, beylerin çocukları okuyor, yabancı şirketlere acentalıkla da olsa giderek modern burjuvalar haline dönüşüyorlardı. İlk kuşak, yani Erbakanlar kuşağı, hem geçmişteki Hıristiyan katliamlarıyla müthiş yükselmiş, Müslüman tefeci bezirgan ve ağa gericiliğinin geleneklerine dayanıyorlardı; hem de büyük ölçüde, petrol zengini Arap ülkelerinin pazarının cazibesinden etkileniyorlardı. Bu iki nedenle, onların kıyafeti sorun yapmalarının, pre-kapitalist Müslümanlığın, kapitalist 78


Hıristiyanlığa karşı düşmanlığının sembolleriyle ortaklığı, ayrılığının görülmesini engellemiştir. Tefeci bezirganlıktaki şapka düşmanlığı, kapitalizm düşmanlığının bir ifadesidir. O modernliği reddeder. Onun girişinin kendisinin sonu olacağını bilir. Radyo, futbol, hasılı her şey gavur icadıdır der ve kullanılmasını reddeder. Gavur icadı, kapitalizm icadı olarak okunabilir. Ama onların artık burjuva olmuş çocuk ve torunlarının başörtüsünü bunca sorun etmesi tamamen farklıdır. Bu torunlar modern tekniği ve araçları en iyi şekilde kullanmaktadırlar onları reddetmek bir yana. Aynı şekilde, kıyafete bunca önem vermesinin de nedeni bambaşkadır. İşin ilginci tam da, Yahudi burjuvazinin herkese şapka giydirmesinin nedenidir. Egemeni olacağı halkın içinde zeytin yağı gibi açıkta kalmamak. Büyük şehirlerde yaşayan, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Finans-Kapital’e dönüşen bu burjuvazi, herkese şapka giydirerek açıkta kalmaktan kurtulurken, taşrada gelişmiş Müslüman burjuvazi, Cumhuriyet burjuvazisine tepki duyan halk gibi giyinerek, onun gibi yaşayarak açıkta kalmaktan kurtulunabileceğini söylüyor. Hem de böyle yaparak, ezilen halkın, devlete egemen bürokrasiye ve büyük şehirler burjuvazisine ve duyduğu tepkiyi onların sembollerine karşı çıkarak kendi arkasına alabiliyor. Bu açıdan, bir taşla iki kuş vuruyor Müslüman taşra burjuvazisi. Hem Büyük şehirlerin burjuvazisine ve Devlet sınıflarına karşı egemenlik mücadelesinde, ezilenleri kendi yedeğine alıyor, hem de diğer burjuva zümrelere karşı kendi stratejisinin doğruluğunu kanıtlamış oluyor. Diğer strateji kimseye refah getirmediği için iflas etmiş ve devlet sınıfları ve şehir orta sınıfları hariç tüm desteğini yitirmiş bulunuyor. Bu onun, burjuvazinin diğer kanadının da temsilcisi olması olanağını yaratıyor. Tabii bu arada köprülerin altından çok sular geçti ve burjuvazinin bu iki kanadı birbirine daha da çok yaklaştı. Birincisi, son yirmi yıldır Kürdistan’da yürütülen savaşın saçmalığı, Batının büyük şehirlerinin burjuvazisinin bile devlet sınıfları ile arasının bozulmasına yol açtı. Bu burjuvazi, yeni kuşak modern Müslüman burjuvazi ile Devlet sınıflarının keyfiliğine karşı iş birliği yapmaya yanaşıyor. ANAP’tan AKP’ye geçişler bunun tipik bir örneğidir. Öte yandan, Müslüman burjuvazi de eskisi gibi retorikle meşgul olmaktansa, fiili kazanımlara ağırlık veren bir stratejinin daha geniş güçleri bir araya getireceğini görmüş bulunuyor. Herkese başörtüsü taktırmaya kalkmak, hem orduyu, hem şehir orta sınıflarını hem de batılı burjuvaziyi karşıda bir cephe oluşturmaya itiyordu. Halbuki, artık, post modern çağdayız. İsteyen açar, isteyen kapar, açan da kapayan da zenginliktir dediniz mi, bütün bu kıyafet sorunları bir anda olaylarca aşılmış olur. Gerek batının batıcı burjuvazisi, gerek taşranın Müslüman burjuvazisi bu adımı atmış bulunuyor. Aslında, burjuvazinin bu iki farklı kesimi arasındaki bu sorun, olaylarca ve dünyadaki gelişmelerce aşılmış bulunuyor. Şimdi bunun hala sorun olması, devlet kastının, elindeki iktidarı koruma çabasıyla ilgilidir.

79


80


Umutsuzluk İlkesi İşçi Hareketi tarihindeki en büyük bozgunu yirmili ve otuzlu yıllarda yaşadı. Bu dönemde, bütün işçi sınıfı içinde zaten çok ince bir katman oluşturan devrimci işçi hareketinin son kalıntıları İspanya’da, Almanya’daki Konsantrasyon kamplarında ve Sovyetlerdeki kamplarda fiziki olarak yok oldu. O zamandan beri dünyada devrimci bir işçi hareketi yok. Bundan sonra işçi hareketi var olduğu kadarıyla, sendika bürokratlarının kontrolünde, insanlığın önüne bir proje sunmaktan uzak bir burjuva sosyalizmi, bir tür bürokratik sosyalizm olarak var oldu. İşçi sınıfının daha alt kesimleri ise, radikal devrimci demokratik hareketler içinde kendilerini ifade ettiler. Dolayısıyla, paradoksal görünebilir ama yirminci yüzyılın tarihi, devrimci bir işçi hareketinin yok oluşunun ve yokluğunun tarihidir. Yine paradoksal gelebilir ama devrimci bir işçi hareketinin fiilen yokluğu, devrimci demokrasinin, yani köylülüğün, küçük burjuvazinin, ulusal hareketlerin var oluşunu mümkün kılmıştır. Devrimci bir işçi hareketinin var olduğu bir dünyada, kapitalizm ve emperyalizm ayakta duramazdı, kapitalizm ve emperyalizmin ayakta duramadığı bir dünyada, ulusal baskılar, köylülük üzerindeki baskılar, anti demokratik rejimler var olamazdı. İşçi Hareketi devrimci demokrasinin özlem ve taleplerini, kendi hedeflerinin bir yan ürünü olarak geçer ayak gerçekleştireceğinden, bu hareketlerin var oluş koşulları ortadan kalkardı. Ama devrimci bir işçi hareketinin fiili yokluğu sadece devrimci demokrasinin var oluşunun koşullarını yaratmamış, aynı zamanda, onun kendisini sosyalist bir hareketmiş gibi algılamasına ve sosyalist ideolojiye sahip çıkmasına da yol açmıştır. Eğer yüzyılın başında olduğu gibi, sosyalist ve devrimci bir işçi hareketi, devrimci demokrasinin yanında var olsaydı: devrimci demokrasi, devrimci işçi hareketin sosyalizmine karşı her zaman soğuk ve bağışık kalırdı. Ama devrimci demokrasi tarafından Ekim Devrimi’nin prestiji nedeniyle benimsenen sosyalizm, artık milliyetçi, bütün devrimci ve demokratik özünden soyulmuş, bir bürokratik kastın çıkarlarını savunan sosyalizm olduğu için, devrimci demokrasi burjuva devrimlerinin devrimci demokrasisi bile değildi artık. Devrimci demokratik idealler, yani sınırsız bir örgütlenme ve fikir özgürlüğü ve partiler; dil veya etniye değil, yurttaşlığa, tüm dillerin ve ulusların eşitliğine dayanan rejimler, devrimci işçi hareketini ezerek iktidar olmuş bürokrasinin çıkarlarıyla uyuşmazdı. Bu nedenle paradoksal gibi görünebilir ama yirminci yüzyıla damgasını vurmuş bütün sosyalist devrimler ve hareketler sosyolojik olarak devrimci demokratik (yani köylülüğe dayanan) ama politik, programatik ve ideolojik olarak demokratik bile olmayan hareketler ve rejimlerdir. 81


Böylece sosyalist ve devrimci bir işçi hareketi olmadığı için, var olabilen ve kendilerini sosyalist olarak tanımlayan devletler, yine aynı nedenle devrimci demokratik değildirler. Ama bu devrimci demokratik olmama, onu içinde taşıyarak aşma anlamında, yani işçi hareketindeki anlamında değil, devrimci demokrasiden geriye düşme anlamındadır. Dolayısıyla yirminci yüzyılı sadece devrimci bir işçi hareketinin yokluğu değil, gerçek bir devrimci demokratik hareketlerin ve rejimlerin yokluğu da karakterize eder. Bu nedenle yirminci yüzyılın bütün büyük devrimleri, sosyalist oldukları ölçüde devrimci demokratik olmaktan uzaktırlar. Bugün, o dönemin (Yirminci Yüzyılın) kalıntısı olarak var olan bütün sosyalist hareketler, yüzyılın ilk üçte birinde yok olmuş işçi hareketinin değil, bu yok oluş sayesinde var olup kendini sosyalist olarak tanımlama olanağı bulmuş, artık devrimci demokratik bir programı bile olmayan bir hareketin kalıntılarıdırlar. Örgütlü işçiler veya gelişmiş ülkelerdeki sosyalist hareketler ise, sendika ya da parti bürokrasilerinin, reformizmin, burjuva sosyalizminin ifadeleri ve kalıntılarındandırlar. Yüzyılın başında yok olmuş devrimci işçi hareketinin kalıntıları, sadece, burjuva kültürünü özümleyerek aşmış, işçi hareketinin devrimci geleneğiyle tanışmış teorisyenlerin eserlerinde, bir sosyal hareket değil, bir düşünsel hareket olarak varlığını sürdürebilmiştir. Somut politik hareketten zorunlu ya da bilinçli olarak uzak olduğu, kendini anlaşılmazlığa ve yalnızlığa mahkûm ettiği ölçüde devrimci işçi hareketinin devrimciliğini, eleştirelliğini ve bağımsızlığını koruyabilmiştir (Adorno, Benjamin, Kıvılcımlı, vb. ) Politik harekete enerjisini verdiğinde ise, devrimci demokrasinin ve burjuva sosyalizmlerinin egemen olduğu dünyada, küçük grupların tüketici ve çürütücü dinamikleri altında enerjisinin büyük bölümünü harcamak zorunda kalmıştır. (Troçki, Mandel ve yine bir anlamda Kıvılcımlı). Bu gün var olan sosyalist parti, eğilim veya hareketlerin hiç birisi, yirminci yüzyılın ilk üçte biri sonunda yok olmuş bu işçi hareketinin veya onun düşünsel geleneklerinin devamcısı ya da kalıntısı değildirler. Reformistleri bürokrasinin veya burjuva sosyalizminin, radikalleri, kendini sosyalist olarak tanımlayan devrimci demokrasinin kalıntılarıdırlar. Bu nedenle devrimci işçi hareketini canlandırmaları söz konusu olamaz. Geleceğin devrimci işçi hareketi, otuzlarda fiilen tasfiye olmuş, daha sonra düşünsel olarak varlığını sürdürebilmiş bu geleneğe dayanarak ve onu aşarak var olabilir. Ortalıktaki sosyalist hareketler ise, bu geleneğin yokluğu ve inkârı üzerinde var olabildiklerinden, böyle bir dönüşümü gerçekleştirmeleri olası değildir. Zaten ancak onların yok oluşu ve dağılışı ve inkârlarıyla bu geleneğe bağlanışlar ortaya çıkabilir. Yükselen bir harekete dayanan devrimci demokratik hareketlerin, Sovyetlerin çöküşü, dolayısıyla sosyalizm diye bildikleri bürokratik kastın ideolojisinin itibar yitirişi koşullarında, burjuva devrimleri çağının devrimci demokratik ideallerine ve programına dönüşü gerçekleşebilir. 82


Ne var ki burjuva devrimlerinin ideallerin yarattığı bu uygarlığın, bu gün içinde bulunduğu çöküş nedeniyle, sosyalist söylemli ve demokratik olmayan devrimci demokrasinin yerini, yine demokratik bir programı olmayan, İslam radikalizminin alması veya kendisinin ona dönüşmesi daha büyük bir olasılıktır. Örgütlü işçi hareketi veya zengin ülkelerin işçi hareketi ise, giderek, daha Avrupa veya batı merkezli olma, kendini radikal bir İslam biçiminde dışa vuran devrimci demokrasiye giderek düşman bir tavra doğru kayma eğilimi gösterir. Böylece İşçi hareketinin siyah ve beyaz bölünmesi; ya da burjuva reformizmi ve küçük burjuva radikalizmi bölünmesi -ki hepsi aynı olgunun farklı görünüşleridir son duruşmadatarihte aldığı en keskin biçimi alarak, “radikal politik İslam” ve “laik sosyalizm” ayrılığı biçiminde ortaya çıkabilir. Bütün bu karmaşık Gordiyos düğümünü yaratan, tarihin yumağının tersinden çözülmesidir. İleri ülkelerde sosyalist devrimlerin olmamasıdır. Ya da Rusya gibi geri bir ülkedeki devrimin, Batı’nın zengin ülkelerinde devrimlere yol açmamasıdır. Tarihin bu yola gidişi, o zamanın hiç olmazsa var olan bu nesnel olanağını giderek ortadan kaldırmaktadır. Devrimci işçi hareketi tasfiye olduğu için, yoksul ve zengin ülkeler arasındaki fark böylesine büyük ölçülere ulaşmıştır ve artık böylesine büyük ölçülere ulaştığı için, devrimci bir işçi hareketinin yeniden doğuşu giderek zayıflayan bir olasılık haline gelmektedir. Ama bu olasılık ne kadar zayıflarsa zayıflasın, hep yine de bir olasılık olarak kalır. İşte bu olasılıktır insanlık yaşarsa onu yaşatabilecek olan. Evrenin kendisi de öyle değil midir? Dört temel kuvvetten birindeki küçücük bir farklılık bile bu günkü evreni olanaksız kılardı. Evren son duruşmada, o bıçak sırtındaki küçük olasılığın gerçekleşmesidir. İnsan, evrimin zorunlu bir sonucu değil, küçük, küçücük bir olasılığın gerçekleşmesidir. Sosyalizm de öyledir. Eğer bir gün sosyalizm kurulursa bu yeryüzünde, bu tarihin zorunlu gidişinin bir ürünü değil, açık uçlu bir tarihte, küçük bir olasılığın gerçekleşmesi olabilir. Bu paradigma değişikliği, adeta olanaksızlıktan hareket etmek, geleceğin devrimci işçi hareketinin sosyalizminin ilk adımı olmak zorundadır. Böylesine bir umutsuzluk ancak gereken eleştirelliği, radikalizmi, uzlaşmazlığı ve devrimciliği verebilir sosyalist harekete. Ernst Bloch’un aksine: “Prinzip Hofnung” (“Umut İlkesi”) değil; Prensip Umutsuzluk. Umut Umutsuzluktan doğabilir. 09 Nisan 2003 Çarşamba

83


Doğu ve Batı Bu gün kullandığımız anlamıyla “Doğu” ve “Batı” kavramları kapitalizmin Avrupa’da zafer yürüyüşüne başlamasıyla doğduğundan, burjuva uygarlığına göre bir koordinat ekseninden tanımlanmışlardır. “Orta Doğu”, “Uzak Doğu” gibi kavramlar hep Avrupa’ya göre tanımlanmıştır. Bu ideolojik karakterini unutmadan, Doğu ile Batı arasındaki temel farka baktığımızda ne görürüz? Birinde zengin ülkeler ve demokratik rejimler vardır, diğeri yoksuldur ve anti demokratik rejimler vardır. Doğu’dakilerin en parlamenter biçimlerinde bile, halkın seçilmiş temsilcilerinin gerçek bir iktidarı, gerçek özgürlükler yoktur. Peki niye böyledir? Batı’da kapitalizmin doğup gelişti, Doğu’da ise modern bir kapitalizm doğup gelişemedi. Peki niye olmadı? Bunun sırrı Doğu’da Devletin güçlü olmasındadır. Yani batıdaki refah ve kapitalizmin sırrı Demokrasidedir. Sanılır ki, demokrasi kapitalizmin ürünüdür, aksine kapitalizm demokrasinin ürünüdür. Burada şöyle bir itiraz yapılabilir: Peki Japonya doğunun doğusunda, orada pek ala kapitalizm gelişmiş ve tıpkı Batı’daki gibi bir ülke ortaya nasıl olmuş da çıkmış? Bu bize, doğu ve batı kavramlarını daha dakik olarak tanımlamamız gerektiğini gösterir. Doğu’nun ayırıcı özelliği nedir? Eski uygarlık beşikleri olması. Yani Çin, Hint, İran ve Orta Doğu, bunların hepsi, eski uygarlık beşikleridir. Doğu’nun bu özelliğinden hareket edersek, Doğu’nun coğrafi değil bir sosyolojik kavram olarak, eski uygarlık beşikleri olarak tanımlanabileceği ortaya çıkar. Eski uygarlık beşiği olmak ne demektir? Uygarlık demek ticaret, yani tefecilik ve bezirganlık demektir. Uygarlık demek çok güçlü bir devlet demektir. Doğu’yu böyle sosyolojik olarak tanımlayıp bu kriterler açısından baktığımızda, Japonya’nın istisna olmadığı kuralı doğruladığı görülür. Çin uygarlığı Japonya’ya fazla işleyememiştir. Japonya’nın antik tefeci bezirgan uygarlıklarla ilişkisi, tıpkı Kuzey ve Batı Avrupa’nın Orta doğu ve Akdeniz uygarlıklarıyla ilişkisi gibidir. Yani Japonya, coğrafi olarak doğulu ama sosyolojik olarak batılı bir ülkedir. Tersinden de örnek verilebilir. Örneğin, Fas, Tunus, Cezayir, Arap uygarlığının Magrep dedikleri, Batının batısındadırlar coğrafi olarak ama tarihsel ve sosyolojik olarak doğuludurlar. Fenikelilerden beri, boğazlarına kadar Akdeniz ve orta doğu uygarlığına batmışlardır. Hatta bu ölçüt bizzat, Batı’nın kendi içinde bile görülebilir. Güney Avrupa, uygarlığa çok daha fazla bulaşmıştır. Kuzey ise çok daha az. Bu antik uygarlıklara bulaşmışlık, Katolik Protestan sınırını bile belirler. Eski Romla imparatorluğunun iyice içine işlediği alanlar Katolik, uygarlığa yeterince bulaşmamış alanlar Protestan’dır. Yani Avrupa ölçülerinde, Güney, Dünya’daki Doğu’nun benzeridir, Kuzey de Batı’nın. Bütün bu sonuçlara baktığımızda, medeniyete az bulaşmışlık, yani komünal ilişkilerin güçlülüğü ile demokrasi ve modern kapitalizm arasında çok yakın bir ilişki olduğu görülür. Bütün Kuzey Avrupa ülkeleri Krallıktır, ama o Kralların, her hangi bir doğulu ülkenin jandarması kadar bile yetkisi ve gücü yoktur. Japonya da bir istisna oluşturmaz. Japon İmparatoru’nun adı imparatordur, yoksa konumu İngiliz krallarından farklı değildir. Bunun 84


nedeni, o kralların, hiçbir zaman doğu firavunları gibi her şeylere kadir tanrılar olamamasıdır, yani komünün yaşayan etkileridir. Onlar hiçbir zaman firavunlaşamamışlar, diğer asiller (komün şefleri) karşısında, eşitler arasında birinci olabilmişlerdir. Magna Karta da bunun yazıya geçirilmesinden başka bir şey değildir. Batı’da doğan kapitalizmin, bir kere doğduktan sonra, bir yağ lekesi gibi yayılarak, zamanla Doğu’yu da batılılaştırabileceği düşünülebilirdi. Ne var ki, bu yağ lekesinin yayılışı esnasında, yirminci yüzyılın başlarında, Batı uygarlığının kendisi doğululaşmaya başladı. Sermayenin kendisi tefecileşti. Demokrasi düşmanlığı, güçlü devlet eğilimi burjuva uygarlığının da alnına vurulu bir tarihsel lanet oldu. Böylece, Batı uygarlığı Doğu’nun devletçiliğinde ve tefeci bezirganlığında, bir düşman değil, kendisinin içine girdiği eğilimin modelini ve idealini gördü. Böylece, Batı’nın doğululaştığı dünyada, Doğu’nun batılılaşması, yani o tefeci bezirganlıktan, devletçilikten kurtulması, demokratikleşmesi ve rekabetçi girişimciliğe yönelmesi olanaksızlaştı. Globalizm hayranları, globalleşmeyi, kapitalist yayılma aracılığıyla doğunun batılılaşması olarak görüyorlar; Globalizm Doğu’nun batılılaşması, yani o doğuya doğru yayılan batılı yağ lekesi değildir; Doğululaşmış Batının yayılmasıdır. Yani daha çok tefecilik, daha güçlü devletin zaten bunun vatanlarında pekişmesidir. Bir tek, modern işçi sınıfı, doğuyu doğu yapan sermayeyi ve o binlerce yıldır mükemmelleşmiş devlet ve devletçiliği tasfiye ederek, sosyalist bir devrimle, Doğu’yu Doğululuktan, kurtarabilirdi. Ekim Devrimi, ayakta kalabildiği ilk birkaç yılda bu alanda hiç küçümsenmeyecek adımlar da attı. Ama bu arada bizzat Doğu’ya batılı olma perspektifi veren işçi sınıfı, olağanüstü zor tarihsel koşullarda fiilen tasfiye olduğu ve Batı ülkelerindeki devrimler yardıma gelmediği için tecrit olup yenildi. Ve tıpkı binlerce yıllık doğu devletçiliğinin bir benzeri bu yenilginin üzerinde ve yok ettiği devrimin bayrağıyla yükseldi. Böylece Doğu’yu doğululuktan kurtarabilecek biricik yol da bizzat modern bir doğulu versiyonun kurbanı oldu. Bu ideolojik etkiyle yetişen sosyalist kuşaklar da kapitalizm gibi doğululaştı. İnsanlığı doğululuktan kurtarabilecek, yani şu kahredici bürokratik, militer; baskıcı devletleri tasfiye edecek, parçalayacak; kendisi tefeciliğe dönüşmüş sermayeyi tasfiye edebilecek potansiyele sahip biricik güç, işçi sınıfı yani ücretliler ise darmadağın, demoralize, programsız ve de üstüne üstlük, dünyanın zengin ve fakir ülkeleri arasında korkunç bir bölünmeye uğramış durumda. Zengin ülkelerdeki kültive işçilerin zümre çıkarları ile dünya çapındaki bir eşitlikçi düzen çelişiyor. Yoksul ülkelerdeki bunu isteyebilir ama yapacak maddi ve kültürel temelden yoksunlar. Amerika ve Avrupa’da işçiler sosyalizm istemeden dünyaya sosyalizm gelemez, yani dünya doğululuktan çıkamaz. Ama Avrupa ve Amerika’nın işçileri için yeryüzü çapında eşitlikçi bir düzen bu günkü refah ve tüketim düzeyinden bir geriye gidiş demektir. Çıkmaz buradadır. Bu koşullarda, sadece coğrafi anlamda değil, tarihsel anlamda da, en batılı doğu olan, Orta Doğuda bir Demokratik Cumhuriyet projesinin şansı var mıdır? Bir yanıyla, orta doğuda komünden uygarlığa son geçiş olan, Kürt Ulusal Hareketi, dünya dengeleri başarı için başka 85


hiç bir olanak sunmadığından, tam bir kuşatılmışlık içinde, kuşatılmışlıktan kurtulmak, kendini kuşatanları arkadan kuşatmak için bu burjuva uygarlığının henüz batılı olduğu dönemin, işçi hareketinin henüz bürokratikleşmediği dönemin projesi olan Demokratik Cumhuriyet projesine yöneldi. Bu, dünyadaki genel gidiş eğilimine aykırı ama yine de kendine özgü dinamikleri olan bir gelişmeydi. Burjuvazi artık doğululaştığı, sosyalistler ise kültürel olarak binlerce yıllık doğu devletçiliğiyle; ideolojik olarak, bu kültürel kotlara denk gelen doğulu devletçiliğin benzeri bürokratik ideolojiyle şekillendikleri için, Demokratik Cumhuriyet programı, ne Kürt ve Türk burjuvazisinden, ne de Kürt ve Türk sosyalistlerinden bir yankı görmedi, etkisiz ve tecrit kaldı. Ama yine de uzun vadede, en azından bölge için, doğululuktan kurtulma için bir olanak olmaya devam ediyordu. Ne var ki, ABD’nin Irak’ı işgali, Orta Doğu’nun Doğululuktan kurtulabilmek için bu son şansının önünü ciddi biçimde kesiyor. Kürtlerin ulusal baskıdan kurtulmaları için, şarklı, baskıcı, militer, bürokratik keyfi devletlerin yıkılması koşulu ortadan kalkıyor. Kürtler pek ala, bu devletler yıkılmadan, kendileri de böyle devlete veya devletlere sahip olarak da ulusal baskıdan kurtulabilirler yeni durumda. Yani bütün Orta Doğu için o şarklı devletçilik yaşamaya devam eder; Orta Doğu doğulu kalır. Kürtler de, tıpkı, Araplar, Farslar, Türkler gibi, keyfi, baskıcı, bürokratik ve militer bir doğulu devlete sahip olabilir. Bir Demokratik Cumhuriyet’e değil, bir bürokratik cumhuriyete. Bu elbette onlar için ulusal baskının sonu anlamına da gelir. Ama ulusal baskıdan kurtulma otomatik olarak demokrasi ve doğululuktan kurtulma anlamına gelmez. Artık Batısı kalmamış bir dünyada şaşırtıcı da olmaz bu. Ama tıpkı Batı Avrupa’da bir sosyalist devrim olsaydı, kapitalizme bulaşmamış halkaların kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçişi gibi, Orta Doğu’nun bu son batılılaşma olanağı da, tarihsel olarak yitirilmiş bir fırsat, kaçırılmış bir şans olarak kalır. Önümüzdeki dönem Orta doğu halklarının bu tarihsel şansın kullanabilmeleri için “uzatmaların oynanması”dır. Bu uzatmalarda hala bir gol atma şansı var. Türkiye’deki Bürokrasi ve Devletçilik yılanı, yani beş bin yıllık doğululuk, yeni dünya dengelerine kendini uyarlamak için gömlek değiştirmek zorunda kalacaktır. Yılanların gömlek değiştirdikleri anlar en zayıf anlarıdır. 13 Mayıs 2003 Salı

86


Eurovizyon, Modernleşme ve Demokratikleşme “Her zaman politikayla yaşanmaz” derler. Eğer politikayı dar anlamda alırsanız bir ölçüde doğru bir sözdür bu. Ama örneğin, “artık politikamızın esası gücümüzü politikaya değil kültür ve eğitime vermektir” sözlerini sarf eden bir politika kavrayışını kastediyorsanız, baştan aşağı yanlıştır. Kültürle ilgilenme, politikadan uzak durmak bile bir politikadır. Siz politikayla ilgilenmediğinizi düşünseniz bile politika sizinle hiç ara vermeksizin ilgilenmeye devam eder. Örneğin, Eurovizyon şarkı yarışması, Avrupa’yı oluşturan ulusların kültürel olarak birbiriyle yaklaşmaları, birbirlerini daha iyi tanımaları için oluşturulmuştur. Ama bu amacın kendisi bile politiktir. Bu yarışmaya katıldığınız an, sırf kültürel kaygılardan söz etseniz bile bir politik seçim yapmış olursunuz. Avrupalı ulusların birbirini kültürel olarak tanıma ve kavrama politikasından yanasınız demektir. Eurovizyon, Avrupalıların yarışmasıdır. Ona katılmak demek onlar gibi, onlardan biri olmayı politik bir hedef olarak seçmenin ifadesidir. Kimse bu hedefin kendisini sorgulamıyor. Avrupalı olmak bu günün dünyasında gerici bir programdır. Yeryüzündeki, ulusçuluğa dayanan yeni ırkçı sistemi savunmak ama bu ırkçı düzende imtiyazlıların arasında yer almak demektir. Sosyalistin politikası, hem de uzak değil acil politikası, Avrupalı olmak onlar arasına katılmak değil, Avrupalılığı yok etmek olabilir. Böyle bir programın Avrupa’nın işçilerinden yankı bulup bulmayacağı, ayrı bir sorundur ve zaten sosyalizmin en büyük çıkmazı da buradadır. Bir yankı bulur veya bulmaz, önemli olan bu değildir. Önemli olan doğru olanın ne olduğudur. Doğru olan Avrupalılığı yok etmektir. Bu bakımdan, bir sosyalist açısından, örneğin Eurovizyon’a katılmanın kendisi gerici bir politikanın uygulanmasıdır. Yani bu yarışma her türlü politik hesabın dışarıda bırakıldığı, insanların gerçekten sadece estetik ve kültürel kaygılarla oy verdiği bir yarışma olsaydı bile politik bir yarışma olmaktan çıkmazdı. Ama Kültür dar anlamıyla bile, politikayla yakından bağlı olmaya devam eder. Dar anlamıyla politik hesaplar bile bu olması gereken kültürel ve estetik kaygıların önüne geçerler. Dünyadaki bütün yarışmalar da böyledir. İster Oscar, ister Nobel, ister Cannes, İster Eorovizyon olsun, isterse Türkiye veya her hangi bir ülkedeki başka bir yarışma olsun, doğa bilimleri haricinde (ki orada bile durum karışıktır) tüm yarışmalar ve ödüller belli politikaları ve güç ilişkilerini yansıtırlar ve onlara hizmet ederler. Elbette, katılan film veya başka eserlerin en azından bir skandal yaratmayacak kadar, yani o politik amaca hizmet edecek belli bir kalite taşıması temel koşuldur. Bundan sonrasını, politik ilişkiler belirler. Yani Türkiye Eurovizyon’a çok iyi bir eğitimden geçmiş çok kalite bir sesi ve fiziği olan bir şarkıcıyı seçmese, ona zamanın ruhuna uygun, biraz Madonna, biraz Britney Spears kırması bir hava vermese (yani orjinal bir şey de yoktur, sözde kültürleri kaynaştıracak bu yarışmaya katılımda, baştan aşağı pop ikonlarının taklidi) yine şu sıralar moda olan Shakira vari oryantal havası olmasa, en iyi kareograf, dansçılar ve müzisyenleri devletin tüm imkanlarını zorlayarak bir araya getirmese bu asgari, skandal yaratmayacak düzey koşulunu yerine getirmiş olamazdı. 87


O halde Eurovizyon sonuçlarını da bütün dünyada olduğu gibi, skandala yol açmayacak eserler arasında bütünüyle politik kaygılar belirlediğine göre, Eurovizyon sonuçları bize politik ilişkiler hakkında bir fikir verebilir. Avrupa’daki Türkiye asıllı göçmenleri, Türk devleti, tıpkı bir zamanlar Sovyetler’in komünist partileri ve işçi hareketini dış politika ve diplomatik manevralarının bir aracı olarak kullanması gibi, dış politikasının ve diplomasisinin bir aracı olarak kullanmaya çalışır. Bunun için Avrupa’da çıkan Türk gazetelerinden derneklere kadar muazzam yönlendirici bir aygıt vardır. Yine bu tür bir kullanımın sonucu olarak Hollanda Belçika gibi Türkiye asıllı göçmenlerin yoğun olduğu ülkelerden oy alındı. Yunanistan ve Kıbrıs’ın tıpkı Türkiye’deki politik İslam ve Kürtlerin bir kısmı gibi,Türkiye’yi Avrupa birliğine katılım aracılığıyla liberalleştirme çabasına, Irak savaşında ABD önergesine ABD Kürtleri ezmek için yeterince güvence vermediği için biraz da bir kaza olarak hayır oyu verilmesinin bir karşılığı olarak diğer Avrupa ülkelerinden gelen oylar da eklenince böyle bir sonuç ortaya çıktı. Bu politik olarak şu demektir. ABD’nin Irak işgaline kadar, Türkiye ABD’nin dengesiydi ve Avrupa bu büyük ülkeyi üye almaz, kapısında bekletirdi. Ama ABD’nin Irak işgali ile dengeler değişmiş bulunuyor ve Avrupa Türkiye’ye, oyunun dışında kalmamak için biraz daha açık kapı bırakabilir. Berlusconi’nin fikir jimnastikleri, Eurovizyon’da alınan birincilik ve Cannes’te “Uzak”a verilen ödül, bu tür göz kırpmalar anlamına gelmektedir. Avrupa ABD’ye karşı yeni ittifaklar ve stratejiler arayışı içine girmiş bulunuyor. Eurovizyon’da alınan ödül, bu arayışlarda opsiyonları geniş tutmanın bir ifadesi. ABD’nin yanında saf tutan doğu Avrupalılara, bakın Türkiye bile sizden bize daha yakın politik mesajı. Ama en iyi koşulda bile bu Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesi veya kelimenin gerçek anlamında Avrupalılaşması anlamına gelmez. Avrupa ancak kelimenin gerçek anlamında Avrupalı değil, şarklı bir Türkiye’ye kapılarını açar. Modern görünüşlü ama şarklı.Tıpkı şarkı yarışması birincisi gibi, bütün o taklitler Modernleşmeyi demokratikleşme ile karıştıran şarklılığın bir yansımasından başka bir şey değildir. Eğer Avrupalılık, sadece modernleşme değil, demokratik gelenekler ve burjuvazinin son beş yüz yılda biriktirdiği kültür birikimi anlamında anlaşılırsa, Türkiye’nin bu Avrupalılıkla hiç bir ilişkisi yoktur. Bir Çehov, bir Tolstoy, bir Çaykovsky veya Şostokoviç, bir Pavlov hatta bir Lenin olmadan Avrupa, yani Burjuva uygarlığı tasavvur edilemez. Bu anlamda Rusya Avrupa kültürünün, bu uygarlığın bir parçasıdır. Ama Türkiye’nin ve Türklerin bir tek sanatçı, bilim adamı veya düşünürü yoktur, Avrupa, yani burjuva uygarlığının, olmasa bugün eksikliğini hissedebileceği. Ama bunun yokluğu Avrupa’yı Avrupa yapan devrimci ve demokratik bir geleneğin Türkiye’deki yokluğudur. Rus köylüsünün Narodniklerden Sosyalist Devrimcilere kadar uzanan devrimci demokratik gelenekleri veya geç ve güçlü doğmuş işçilerinin dünyayı allak bullak eden partileri ile Tolstoy veya Sostokoviç’ler arasında derin bağlar vardır. Türkiye’de ne devrimci demokratik bir köylü hareketi vardır ne diğeri. Yani kültürel olarak Avrupalı olmak, Avrupalılaşmak demek radikal demokratik hareketleri yaratan ve besleyen bir toplumsal yapı demektir. Ancak bu çerçevede onun kültürel ifadeleri de ortaya çıkarlar ve toplumun kültürel hayatının derinliklerinde, iktidara gelememiş olsalar 88


bir yer edinirler. Yunan İç savaşı, İki savaş arasının büyük komünist direnişleri, bu toplumsal mücadelelerin birikiminin ürünü olan Theodorakis’ler, Angelopulos’lar Yunanitan’ı Avrupalı yaptı. Aksi takdirde Yunanistan da tıpkı Türkiye gibi, batıda yaşayan bir şarklı olmaya devam ederdi. Türkiye’de Ermeni ve Rum katliamları ve sürgünleri, ya da komünist kovuşturmaları her türlü toplumsal muhalefetin acımasızca bastırılması onun tüm demokratik toplumsal tabanını dolayısıyla kültürel değişimini de engellemiştir. Türkiye’yi biçimsel olarak batılılaştıran her adım, demokrasinin köklerini yok eden bir adımla beraber gider. Bütün modernleşme çabalarına Ermeni ve Rum katliamları eşlik eder. Katledecek kimse kalmayınca bu sefer her batılılaşma adımına komünist tevkifatları ya da Kürt katliamları eşlik eder. Türkiye modernleştikçe, demokratik bir hareketten dolayısıyla kelimenin gerçek anlamında burjuva uygarlığının kültürel bir parçası olmaktan, onu özümlemekten uzaklaşır. 1960’ların işçi hareketleri ve yetmişlerin güçlü demokratik karakterli politikleşmesi olmasaydı, Türkiye bu gün olduğu kadar bile bir parça Avrupa kültürüyle bağlantı kurmuş olamazdı. Burjuva uygarlığının kültürü Türkiye’ye Marksizm aracılığıyla girmiştir. Ya da şöyle diyelim Politik programlarının aksine Sosyalistler kadar Türkiye’nin kültürel olarak da batılılaşmasına ve burjuva uygarlığıyla bağlar kurmasına büyük katkı yapmış başka bir güç yoktur. Türkiye’nin bu alandaki son şansı Kürt ulusal hareketidir. Bu hareketin bir başarısı, güçlü demokratik dönüşümler ve bu anlamda kelimenin gerçek anlamıyla batılılaşma yani gerçek anlamıyla burjuva uygarlığının bir parçası olma anlamına gelir. Ama öyle görünüyor ki, bu son fırsatı da Türkiye kaçıracak. Avrupa birliği için paketler, demokratikleşme anlamına gelmez. Gerçek iktidar bürokrasinin elinde olmaya devam eder. Sadece ipleri gevşetmiş olur. Politik İslam da bir demokratik hareket değil bir modernleşme hareketidir. Hükümetin ordu ile çekişmesinin konusu demokratikleşme değil, modernleşmenin farklı yollarıdır. Bu kayıkçı dövüşünün nasıl bir batılılaşma sonucu vereceğini merak ediyorsanız, stilize şark şalvarıyla İngilizce her şeyi yapmaya hazır olduğunu söyleyen şarkıcıya bakınız. Bunun için Avrupa’ya, ta Baltık denizi kıyılarına gitmeye gerek yok. İstanbul’da Tekbir Defilesine gidin. Göreceğiniz aynı şeydir. 27 Mayıs 2003 Salı

89


Bonapartizm Bonapartizm, modern toplumsal sınıf ve güçlerin zayıflığı ya da dengesi koşullarında, devletin, sanki onlardan bağımsızmışçasına davranması olarak tanımlanabilir. Bunun en klasik örneği, 19. yüzyıl Avrupa’sındaki üçüncüsü birincisinin yeğeni olan Bonapart’ların ve Bismark’ın rejimleridir. Bonapartizm deyimi, onun antik çağdaki benzeri olan Sezarizmden çok farklı tarihsel ve sınıfsal koşullara dayandığını, modern bir fenomen olduğunu vurgulamak için türetilmiştir. Nasıl oluyordu da o muazzam devrim- tıpkı antik çağdaki benzeri Roma gibi Cumhuriyet ve demokrasiden bir İmparatorluğa dönüşüyor; kendini imparator ilan eden bir maceracı kariyeristin ellerine düşebiliyordu? Keza aynı olayın ikinci baskısı da, yine 1848 devriminden sonra, ama bu sefer komedi olarak, birincisinin yeğeni tarafından gerçekleştiriyordu? Bu rejimlerin ortaya çıkışının tarihsel koşulları en çarpıcı biçimde: “Burjuvazi artık yönetemiyor, proletarya ise henüz yönetemiyor” diye tanımlanmıştı. Bu denge ya da zayıflık durumunda, çapsız bir kariyerist (Napolyon), bir maceracı (Ücüncü Napolyon) veya dar kafalı bir toprak ağası (Bismark) siyasi gücü mutlak olarak ele geçirebiliyor ve son duruşmada siyasi iktidardan uzaklaştırdığı burjuvazinin sosyal ve ekonomik iktidarının gereklerini yerine getiriyordu. Bonapartizm On dokuzuncu yüz yılda, Avrupa’da bile bir istisna sayılırdı. Ne var ki, Bonapartizm yirminci yüz yılda, bir istisna olmaktan ziyade bir kural olarak ortaya çıktı. Yirminci Yüzyılda, uluslar sanki bir zamanlar doğadaki bazı canlı türlerinin 300 milyon ve 60 milyon yıl önceleri arasında, yani şu dinazorlar çağında bir gigantanomi “hastalığına” yakalanması benzeri, bir Bonapartizm hastalığına yakalanmış gibidir. Zengin batı ülkeleri hariç ki orada da özellikle iki savaş arası dönemde zaman zaman ortaya çıkar, bütün dünyadaki rejimlerin neredeyse tamamı Bonapartist karakterdedir. Tarihin bu girdabını yaratan son duruşmada, geri bir ülkede gerçekleşen bir devrimin, tarihsel koşullar yeterince uygun olmadan bir sosyalist devrime dönüşmek zorunda kalması ve bunun da tecrit olup yayılamamasıdır. Bu hastalığın çıkığı yer Sovyetler’dir. Geri bir ülkede işçi sınıfının iktidara gelmesi, ama bu devrimin tecrit olarak kalması ve ileri ülkelerde devrimlerin gerçekleşmemesi ve de savaş, iç savaş koşullarında bu işçi sınıfının zayıflaması hatta fiilen yok olması, Rusya’da Stalinizm de denen, bürokrasinin iktidarına dayanan Bonapartist karakterde bir rejimin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu bonapartizm işçi sınıfının zayıflığının sonucu olarak başarı kazanmıştı. Ama bu Bonapartizm, bir kere ortaya çıktıktan sonra, Ekim devriminin prestiji aracılığıyla, bütün dünyada işçi hareketini de darmadağın edip kendi dış politikasının araçlarına dönüştürünce, modern işçi sınıfı iradesini yitirdi; niceliği dünya çapında aksine elvermesine rağmen, bağımsız bir sınıf olmaktan çıktı. Yani Rus işçi sınıfının fiili yok olmuşluğunun ve zayıflığının ürünü olan Stalinizm bir kere ortaya çıktıktan sonra bu zayıflığı dünya çapında pekiştirdi ve yaydı. Böylece tüm dünya çapında öznel nedenlerle işçi sınıfının bir zayıflık ve iradesizliği; bağımsız bir program ve ideolojiden yoksunluğu durumu ortaya çıktı. Ve bütün bu sürecin sonuçları tekrar nesnel koşullar olarak ortaya çıktı. Tıpkı 90


yuvarlanan bir kar topu gibi, bizzat kendi sonuçları kendi var oluş koşullarını pekiştiren ve güçlendiren bir süreç. Çin, Yugoslavya, Vietnam gibi ülkelerdeki devrimler, işçi sınıflarının zayıflığına ek olarak, Sovyet Bonapartizminin de desteği, baskısı ve örneğiyle hızla Bonapartist diktatörlüklere dönüştüler. Diğer yanda, burjuva karakterli devrimler de, Türkiye’deki Kemalizm, Arap ülkelerindeki Baas’çı, Nasır’cı veya diğer Üçüncü Dünya devletlerindeki rejimler de, Burjuvazinin zayıflığı koşullarında birer Bonapartist rejim karakteri aldılar ya da baştan o karakterde doğdular. Atatürk’ten Nasır’a, Nkrumah’tan Sukarno’ya bir saat intizamıyla hep aynı süreç işledi. Burjuvazi ya da proletarya, bu iki modern sınıf, bir sınıf olarak politik iktidara, ancak demokrasi ve iktidarın seçilmiş kurumlarda bulunması aracılığıyla egemen olabilir. Halbuki, bütün geri ülkelerde, demokrasinin ve seçilmiş organların yokluğu veya gerçek iktidarla ilgisi olmayan ayıbı örten asma yaprakları olması söz konusudur. “Doğu”daki bonapartizmler İşçi sınıfının zayıflığına dayanıyordu ise, batıdaki Bonapartizmler de bir bakıma burjuvazinin zayıflığına dayanıyordu. Ne var ki, aynı zamanda, doğu ve Batı arasındaki denge durumu da, dünya ölçüsünde, Bonapartist rejimlerin varlığı için uygun bir hareket alanı oluşturuyordu. Bağlantısızlar hareketinin aynı zamanda bu rejimlere dayanması da rastlantı değildir. Yirminci yüzyılın bütün geri ülkelerde yaygın Bonapartizmi bir bakıma, paradoksal olarak zayıf burjuvazileri göz önüne getirilirse, 19. yüzyıl Bonapartizminin aksine, “Burjuvazi henüz yönetemiyor” ve keza işçi hareketinin uğradığı darmadağın oluş göz önüne getirilirse, “işçiler artık yönetemiyor” diye tanımlanabilir. Burjuvazi ve İşçiler için, objektif ve sübjektif koşullar yer değiştirmiş gibidir. Sovyetler ve ABD, doğu ve Batı arasındaki denge durumu da bu Bonapartizmin varlığının ve yaşamasının bir koşuluydu. Bu Bonapartist rejimlerin bu dengelere oynaması ve kısmi bir hareket alanı kazanması, Sovyetler’e egemen Bonapartist bürokratik kast açısından destek ve hareket alanının genişlemesi anlamına geliyordu. Böylece aslında hiç ilgileri olmamasına rağmen, bu rejimler, Sovyet dış politikasının ihtiyaçlarına uygun olarak Antiemperyalist veya milliyetçi olarak tanımlanıyorlardı. Yine Sovyet bürokrasinin ideolojik kaygılarının yanı sıra, Sovyet dış politikasının bu Bonapartist rejimlerle ittifak ihtiyaçlarına da uygun olarak, sosyalist ve işçi hareketleri bizzat bu rejimlerin destekçisi yapılıyor, sosyalistler ve işçiler bütün 19 Yüzyıl boyunca Devrimci işçi ve sosyalist hareketin bayrağı olmuş, Demokratik Cumhuriyet parolasını bile unutuyor; Bonapartist rejimlerle adeta bağımsızlık ve milliyetçilik yarışına giriyorlardı. Sosyalist hareketin yaşadığı bu paradigma değişimi sonuçları bakımından en tehlikeli ve korkunç olanıydı. Böylece Sosyalist hareketler bizzat bu Bonapartist rejimlerin birer desteği haline dönüşüyordu. Böylece sosyalistler tüm toplumdaki memnuniyetsizleri devrimci ve radikal bir demokrasi bayrağı altında birleştirme olanağını tümden yitiriyorlar, bürokratik kastların denge hesaplarında basit bir piyon durumuna düşüyorlardı. Bugün bu Bonapartizmin toplumsal temeli büyük ölçüde aşınmış bulunuyor. Birincisi artık dünya çapındaki doğu – batı dengesi yok. Avrupa ve Amerika çelişkileri bu Bonapartist 91


kastlara çok sınırlı bir hareket olanağı sağlıyor. İkincisi, işçi sınıfı ve ezilen halklar, Sovyetlerdeki rejimin yıkılmasıyla, Stalinizmin yarattığı tahribata ek olarak, tam bir güvensizlik ve yılgınlık ve bunun yanı sıra zengin ve fakir ülkelerin işçileri olarak çok tehlikeli bir bölünmüşlük içinde. Dünya ölçüsünde ve her ülkede tam anlamıyla, kendisi için bir sınıf olmaktan çıkmış kendi kendine bir sınıfa dönüşmüş durumda. İşçi sınıfı, doğuşundan Ekim devrimine kadar kat ettiği yolu olmadı baştan ama bu sefer dizleri üzerinde kat etmek zorunda tekrar bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıkabilmek için. Artık ne bağımsız bir ideolojisi, ne bağımsız bir programı, ne de örgütlülüğü var. Bu durumdan ne zaman çıkacağı da belirsiz. Bu durumda işçiler burjuvazi için bir tehlike olmaktan çıkmış bulunuyor. Zaten ezilen sınıflar burjuvaziyi korkutacak hiçbir şey yapamıyor ve yapmıyor. Güney Afrika’dan Doğu Almanya’ya ya da Nikaragua’dan Brezilya’ya işçiler ve ezilenler hiçbir yerde kapitalizmi yıkmaya cesaret edemiyor. Kapitalizme bir alternatifi düşünmüyorlar bile. İçiler realist insanlardır, bu günkü koşullarda böyle bir şeye giriştikleri takdirde hiçbir şanslarının olmadığını herkesten daha iyi bilmektedirler. En fazla istedikleri kapitalizm çerçevesinde daha adil ve demokratik bir düzen. Buna karşılık burjuvazi, bu arada hem büyümesi ve güçlenmesi; hem de tarihsel zaferi ve işçi sınıfının sıfırlanması nedeniyle, tekrar kendine güvenini kazanıyor. Ezilen sınıflardan eskisi kadar korkmuyor. Artık güçlü bir devlete dayansa da, burjuvazi iktidarı parlamenter araçlarla sınıf olarak sürdürebilmek için daha elverişli koşullara sahip bulunuyor. İşçi sınıfının bir tehlike olmaktan çıkması ve artık burjuvazinin ondan korkmaması; hatta kriz dönemlerinde kestaneleri ateşten çıkarmak için ona kısmen politik iktidarı bile bırakacak güce ve esnekliğe ulaşması; buna karşılık işçilerin iktidarı almaktan ve sosyalist dönüşümler yapmaktan korkması, bütün dünyada adeta bütün devrimci hareketler ve toplumsal hareket canlanmaları sosyal devrimlerden ziyade, parlamenter rejimlere dönüşmelerle yol alıyor. Bonapartizmin bu tarihsel konjonktürdeki sosyal temelinin yok oluşu ve parlamenter rejimlerin yaygınlaşması, yüzeyde bir değerlendirmeyle, zamandaşlığa bakarak, onun globalleşmenin bir ürünü gibi görülmesine yol açıyor. Bunların bambaşka toplumsal ve ekonomik güçlere bağlı, süreçler olduğu görülmüyor. Ama bizzat bu yaygın kanının kendisi de burjuvazinin artan gücü ve ideolojik egemenliğinin bir ifadesinden başka bir şey değildir. Dünya burjuvazisindeki bu kendine güvenin en son örneği, ABD’nin Irak’ta atadığı konseye bir de Komünist almasıdır. Bu genel tablo içinde, Türkiye’deki Bonapartizm en çok direnenlerden biri. Bu direnişte elbette onun müthiş esnekliği, parlamentarizmi iyi kullanabilmesi ve Türkiye’nin uluslar arası dengelere oynamaya iyi imkan sağlayan stratejik konumu gibi etkenler var. Bunun yanı sıra, Türkiye’deki sınıflar ve politik güçler de hala, “üzerlerine bir kâbus gibi çöken geçmişin mirasıyla” davranıyorlar. İşçiler ve sosyalistler Sovyet bürokrasisinin dış politika ihtiyaçlarına uyan ve bir zamanlar iyi kötü yine de Emperyalizme karşı dengeleyici bir işlev gören eski bağımsızlık ve anti-emperyalizm paradigmalarıyla nesnel olarak Türkiye’deki bonapartizmin yedeği işlevini görüyorlar. Burjuvazi ise eski korkaklığını ve pısırıklığını sürdürüyor. Kürt özgürlük hareketi ise bu durumda yapayalnız kalıp kapatıldığı gettonun duvarlarını yıkamıyor. 92


Bütün bunlar hepsi birlikte, Bonapartist rejimin giderek daralan bir alanda da olsa, çeşitli dengelere oynayarak varlığını sürdürmesini mümkün kılıyor. Bu rezil ortamda, kimi sosyalistlerin, hala iyimser, mücadelenin yükseldiğine, kapitalizmin yıkılacağına ilişkin tablolar çizmesi sosyalist hareketin düştüğü sefil durumun sadece bir yansıması olarak görülebilir. İyimserler olası dünyaların en iyisinde yaşadıklarını düşünürler. Kötümserler ise, bunun doğru olmasından korkarlar. Çünkü o iyi görülen dünya, olasıların en kötüsüdür. Gerçeğin dayanılmazlığı ancak hayal gücünün aynasında görülebilir. Bu nedenle kötümserlik devrimci bir erdemdir. Türkiye’nin devrimcileri ve sosyalistleri, kötümser değiller, çünkü hayal güçlerini yitirmişler. Dolayısıyla ne devrimciler ne de sosyalistler. 21 Temmuz 2003 Pazartesi

93


Sıfırın Değeri Osmanlı bir dünya imparatorluğu olduğundan ve İstanbul’u ele geçirdiğinde, binlerce yıllık uygarlıklar zincirinin son halkaları olan Yunan, Roma, Bizans uygarlıklarının mirası tarafından feth edildiğinden, Mustafa Kemal gibi en sıradan Osmanlı generallerinin durum değerlendirmeleri okunduğunda, Cumhuriyet döneminin generallerine göre, belli bir klas, belli bir ufuk genişliği görülür. Cumhuriyet ise bizzat o Mustafa Kemal’in yaptığı “devrimlerle” hem bu antik uygarlıkların hem de modern burjuva uygarlığının mirasıyla bağları kalmadığından, taşralılık tüm ülkenin hayatına damgasını vurduğu için, Cumhuriyet döneminin en parlak subay ve generallerinin bile, en sıradan Osmanlı generalleri yanında üçüncü sınıf kaldığı görülür. Atatürk’ün Türk ordusuca hala böyle yarı tanrı ve dokunulmaz tabu görülmesinin ardında, birçok diğer faktörün yanı sıra, taşralılığın uygarlığa duyduğu bu hayranlık ve onu kavrama ve aşma yeteneği olmayan kültürel sığlık da belli bir etkiye sahiptir. 27 Mayıs’ı yapan subaylar, “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı kitaptan başka bir kitap okumamışlardı. Sonrakilerin daha farklı olduğu söylenemez. Emekli olan generallerin son günlerde basına yansıyan veda konuşmaları ortada pek fazla bir değişme olmadığını göstermektedir. O anlı, şanlı, insanların ve ülkenin kaderi iki dudaklarının arasında olan generallerin, sırtlarından üniformaları çıkarıp konuştuklarında ettikleri sözlerin, kahve köşelerinde pinekleyen emekli memurlarınkinden bile geri olduğunu görenlerin hayal kırıklıklarının birçok örneği gazete koleksiyonlarında bulunabilir. Ne var ki, son günlerde, şimdiki Genel Kurmay başkanı Hilmi Özkök’ün konuşma ve mesajları okunduğunda, kullandığı imgeler, kavramlar ve ele aldığı sorunlara bakıldığında diğer Cumhuriyet dönemi generallerine göre nispeten daha farklı bir profil çizdiği; aynı zamanda bu konuşmaların, çok ince dengeleri yansıttığı, daha az hamasi ve daha politik olduğu da görülmektedir. O belli ki, bu gün başında olduğu kastın içinde biraz farklı bir kültürü ve eğilimi yansıtıyor. Bu eğilim, kimi gazetelerin bile manşete çıkardıkları diyalektik formülasyonla şöyle özetlenebilir: “Var olanı sürdürmek istiyorsak değişmek zorundayız”. İnsanın, Genel Kurmay başkanı da diyalektikçi olmuş diyesi geliyor. Eh her zaman eski Marksistler Atatürkçüleşecek değil ya, Atatürkçüler de biraz diyalektikçileşecekler ki borçlarını ödesinler. Özkök, son konuşmasında da anlaşılan oyun teorilerinden esintiler taşıyan şu sözleri ediyor: "Hiç olmama ile belki olur arasında çok büyük fark vardır. Sıfırı istediğiniz kadar katlayın sıfırdır. Sıfırla bir arası, bir ile iki arasına baktığınız zaman sıfırla bir arası çok büyüktür. Milli Piyango gibi Bir şey almazsanız asla çıkmaz. Ama alırsanız belki çıkar. Bu da bir mantıktır dış ilişkilerde Sıfır çok tehlikeli." Bunun söylendiği bağlamdaki anlamı, “Eğer Irak’a asker yollamazsak, hiçbir şey kazanamayız, ama asker yollarsak, en azından kazanma olasılığımız olur.” Koca Genel Kurmay başkanı, Türkiye’nin insanlarını kumar oynamaya çağırıyor. Ve bunun 94


için de, sıfırı harcıyor. Sıfırı, hiç olmamak olarak tanımlıyor. Bu ne matematiğin sıfır tanımıdır ne de fiziğin. Modern fizikte hiçlik diye bir şey yoktur. “Hiçlik” denen şeyde belirsizlik ilkesi gereğince virtüel parçacıklar oluşur ve bunlar birbirini yok eder ve bu böyle gider. Matematikte sıfır ise, her hangi bir rakamın yanına geldiğinde, onu on misli büyültür ya da küçültür. Sıfırın keşfi ateşin ve tekerleğin keşfi gibi, insanlık tarihindeki en önemli birkaç büyük keşiften biridir. Sıfır olmasaydı ne bu günkü matematik, ne cebir, ne eksi sayılar, ne uzay gemileri, hiç biri olmazdı. İnanmayan, sıfır kavramı olmayan Romen rakamlarıyla, bırakalım çarpma ya da bölmeyi bir yana, biraz toplama veya çıkarma yapmaya kalksın ne dediğimizi anlar. Sıfır “hiç” değildir, sıfır eksiler aleminin sonu, artılar alemine geçilen sınırdır. Sıfır olmasa, o imgede kullanılan oyun teorileri dahil hiçbir şey olmazdı. Çünkü her kazanç bir kayıptır da. Piyangodan çıkacak kazanç kimin kaybı olacaktır? Yine o oyun teorilerine göre, toplamı sıfır olan bir oyun olmayacak mıdır bu? Bu gün yapılması gereken aslında tam da sıfırın değerini bilmektir. Ancak o takdirde eksilerden artılar alemine geçilebilir. Sonu tüm insanlık ve bölge halkları bakımından sıfır kazançlı bir kumardan ise, bunların hepsinin kazanacağı başka modeller de vardır. Örneğin Irak’taki bütün Türk kuvvetleri derhal çekilmeli. Türkiye’deki Kürtlere tüm özgürlükler tanınmalı. Derhal politik bir af çıkarılarak, Öcalan ve Gerillaların yasal olarak politika yapma olanakları sağlanmalı; ulus dil, kültür ya da etniyle değil, yurttaşlıkla tanınmalı. Diyanet derhal kapatılıp, dini görevlilerin maaşlarının, tıpkı Alevi dedeleri gibi, cemaatlerin özgür bağışlarıyla karşılanmaları sağlanmalı. Orduda derhal büyük ölçüde asker indirimi yapıp harcamalar yatırımlara, eğitim ve sağlığa aktarılmalı. Kaymakamlık, valilik gibi Osmanlı kurumları lağvedilip, mahalli yetki seçilmiş yöneticilere ve meclislere geçmeli, vs.. bunlar uzatılabilir. Bunlar yapıldığında hem kumar oynanmamış olur hem de sadece Türkiye’de değil, Orta doğu’da refah, özgürlük, kardeşlik ve iyimserlik, önlerine, o beğenilmeyen sıfırlar geldiğinden, on misli, yüz misli büyür. Kumara gerek yok. Sıfırı hiç kabul edenler, eksiler alemindeki rakamları kazanç sanırlar. Bilmezler ki o alemde rakamlardaki büyüme eksilerdeki bir büyümedir. Çünkü onlar sıfırın öbür tarafında bir artılar alemi olduğunu bilmezler. 01 Eylül 2003 Pazartesi

95


Minima Politika Bölünmüş bir dünyadan izlenimler

Bu yıl Adorno’nun, Marksizmin Yirminci Yüzyılda yaşamış son büyük dahilerinden birinin, doğumunun yüzüncü yılı. Bu, Tarihsel Maddecilik Site ve Dergisi’nde, Adorno üzerine geniş kapsamlı bir değerlendirme yazmak için iyi bir vesile diye düşünüyordum. Sanılanın aksine, yazma okumanın sonucu değildir, okuma yazmanın sonucudur. Bir konuda yazmaya niyetlenmek o konuda okumaya niyetlenmek demektir. Ama esas verimli okuma, yazma eylemi esnasında gerçekleşir. Ve bizzat o yazma eyleminin yön verdiği okuma, yazmaya yeni pencereler açar, esinler sunar. Bu nedenle, uzunca bir süredir boş vakitlerimde, malzeme topluyordum. El altında bulunması için. Evdeki Adorno, Frankfurt Okulu ve bağlantılı kitapları ayırmış bir yere yığmış; internette, Türkçe ve Almanca’da ne var ne yok diye bir tarama yapmış ilginç gördüklerimi emniyete almış hatta bazılarını basmıştım. Ama doğru dürüst bir şey de yoktu. Aslında umudum beni Adorno üzerine yazı yazma işinden kurtaracak, henüz ifade edemediğim ama sezdiğim, yazmak istediklerimi yazmış, söylemek istediklerimi söylemiş bir yazıyla karşılaşmaktı. Yoktu böyle bir yazı. Ya da varsa bile rastlamadım. Öyle çok yapılacak iş, yarım kalmış yazı, başlamaya bile zaman bulamamış proje var ki, günler yüz saat olsa ve daha yüz yıl yaşasam, şu an yarım kalmış olanları ve başlayamadıklarımı bile tamamlayamam. Ya her yeni önemli olayla veya öylesine düşünürken daha akla geliverecekler? O nedenle yazılması gerekeni içeren, aradığım gibi bir yazı, en azından, yine muhtemelen yarım kalacak bir projenin suçluluk duygusundan kurtarır umuduyla, arandım durdum. Yazıya başlamadan önce, yazıda kullanılabilecek, lazım olacağı az çok kestirilebilen malzemenin el altında bulunması gerekir. Bu tıpkı bir inşaat yerine, daha inşaat başlamadan önce, gerekli malzemeyi ve aletleri yığmak gibidir. İşin seri yürümesi için. Bu nedenle, Adorno’nin doğumunun yüzüncü yılı vesilesiyle yapılmış yayınlar hakkında bir fikir sahibi olmak ve içlerinden çok ilginç gördüğüm bir ikisini almak için, Üniversite civarındaki Heinrich Heine Kitabevi’ne gitmeye karar verdim. Altona’daki kitapçılarda yoktu bu kitapların hiç biri. En çok satanlar, ilk onda bulunanlar, yemek, seyahat kitapları vardı ama Adorno üzerine bir şey yoktu. Liberter görüşlere eğilimli eski bir altmış sekizlinin kitapçı dükkanında da biri resimli iki biyografiden başka bir şey yoktu. Gerçi şimdi artık en fakir kitapçıdan bile istediğiniz kitabı alabilirsiniz. Ertesi gün elinizdedir kitap. Kitapları eskisi gibi yığılı biçimde el altında bulundurmaktansa, müşteri isteyince birkaç saat veya en geç ertesi gün teslim edilmek üzere sipariş etmeyi tercih ediyor kitapçılar. Böylece, sermayelerini mala bağlamamış oluyorlar, depo, düzenleme ve koruma gibi masraflardan kurtuluyorlar ve kâr oranlarını yükseltiyorlar. 96


Bu, kitapçının diğer her hangi bir malı satan dükkandan farkının kalmaması oluyor. Eskiden kitapçılık, sadece bir ticaret, bir ekmek kapısı değildi. Pek kâr da bırakmazdı aslında. Bir idealizm gerektirirdi. Kitapçı en iyi okuyucuydu da. Çoğu kez iyi bir okuyucu olduğu için kitapçılık yapıyordu insanlar. Hele o Anadolu kasabalarındaki, taşra bezirganlığının o boğucu atmosferine karşı, açılmış bir pencere gibi, neredeyse bir örgütlenme ve aydınlanma merkezi gibi işlev gören kitapçıları hiç anmayalım bile. Kitabı insan görmeli, içinden bazı şeyler okumalı. Onunla flört etmeli. Öpüşüp koklaşmalı. Bakmalı, kendini dinlemeli içinde bir şeyler kımıldıyor mu diye. Kimi zaman insan bir kitabı adını ilk duyduğunda, kapağını ilk gördüğünde, içindekilere ilk baktığında aşık olur. İçinde bir şeyler kımıldar, bir heyecan, onu bir an önce alıp onunla yalnız kalabilmek için dayanılmaz bir tutku kaplar. Ama bu bile yaşlandıkça azalıyor gibi. Gençliğimde, öyle çok yaşardım ki bunları. Her kitapçıya girişimde, her sahaflardan geçişimde başımı döndüren bir kaç kitaba rastlar oradan sarhoş gibi çıkardım. Şimdi artık, çok nadir öyle ilk görüşte veya “son bakışta aşk”lar. Aslında kitapçı kitap almak için de değildi. Hangi kitapların okunması, hangi kitapların alınması gerektiğine dair bir fikir edinmek içindi. Bir toplumun ve ülkenin fikir hayatı hakkında en iyi, en doğru ve en sağlam bilgiyi o ülkede basılan kitaplardan, aydınların yayınlarını izlediği yayınevlerinin yayınladığı kitaplardan anlaşılabilir. Bir kitapçının sergisindeki kitaplar, bir kitabın içindekilerden çok daha fazla bilgi verir insana. Bir dostum, “resim okumak”tan söz etmişti. Resimlere bakıp, insanların duruşları, giyinişleri, bakışları, saçları vs.den hareketle o resmi okumak. Benzer şekilde “kitap sergisi okumak”tan da söz edilebilir. İyi resim okuyucusu olduğumu söyleyemem, ama iyi kitap sergisi okuyucusu, iyi kitapçı vitrini; iyi bir kütüphane okuyucusu olduğumu söyleyebilirim. Bir eve ilk girdiğimde de böyledir bu. İlk önce kitaplara bakarım. O kitaplar, onların dizilişi, adları, evin içindeki yerleri, hâsılı onlarla ilgili her şey. Saatlerce konuşmayla edinemeyeceğiniz bilgiyi birkaç dakikada edinebilirsiniz. Tıpkı her evin kütüphanesi gibi, her kitapçının sergisi de başkaydı. O sergi, sadece o ülkedeki insanların ve entelektüel hayatın bir iz düşümünü vermez, kitapçıyı da anlatırdı. Bütün bunlar yok oldu, artık en çok satan on listeleri var. En çok satan on roman. En çok satan bilimsel kitap vs. vs. Hatta her kitapçıda, en çok satanlar listesi yapanların, örneğin Almanya’da Der Spiegel, birer köşesi var. Standardize edilmiş. Hiç bir kitapçının diğerinden farkı yok. Bir kitapçıyı okumanız yeter. Onu ülkedeki kitapçıların sayısıyla çarpabilirsiniz. Ama o kitapçıdan o ülkenin entelektüel hayatındaki eğilimler hakkında değil, en çok satanlar, en çok para getirenler hakkında bir fikir edinebilirsiniz. Ya da şöyle diyelim, o ülkedeki aptallaşmanın derecesi hakkında. Artık kitaplar insanları aydınlatmıyor, aksine dünyayı karartıyor. Onlar da giderek, analitik düşüncenin taşıyıcıları olmaktan çıkıyorlar, televizyonun, Sansasyonel basınının özelliklerini kazanıyorlar. Sadece kitaplar değil, kitapçılar da. Yine de kitabın yapısı, kapitalizmin ona yüklediği bu aptallaştırıcılık işleviyle 97


belli bir çelişki içeriyor. Ve zaten bu çatlaklar olmasa, dünyada soluk alacak hiçbir yer kalmayacak. Her neyse, nereden nereye geldik. Heinrich Heine, yine de bu eski dünyanın son kalıntılarından, yaşayan fosillerinden biri sayılabilirdi. Ayrıca biliyordum, bir kere yıllarca önce, bir arkadaşımla yine Adono’nun bir kitabını almak için gitmiştik. Oradaki adam Adorno’nun kitaplarına baktığımızı görünce, bir konuşma vesilesi yaratmak için, ama aynı zamanda rahatsız etmekten de korkarak etrafımızda dolanıp durmuştu. Nihayet sonunda arkadaşım bir şey sorunca, bize saatlerce Frankfurt okulu ve Adorno hakkında, hatta yayınlanmış kitaplar, baskıları vs. hakkında bile ancak bir kitap kurdunun bilebileceği şeyleri, kitap satmak isteyen bir satıcı olarak değil; kendi ilgisini, tutkusunu paylaşabileceği birilerine rastladığı için, saatlerce anlatmıştı. Ayrıca, orada çalışan bir tanıdığımdan, bu kitapçının iç dünyasını da biliyorum. Çalışanların söz sahibi olduğu bir kooperatif gibi işleyen bu kitapçının artık ilk kuruluşundaki ilkeleri birer birer ayaklar altına almak zorunda kaldığı öyle davranmadığı takdirde kapanacağı ve çalışanların da işsiz kalacağını; o çalışanların bizzat kendi oylarıyla bir kapitalistin kendileri hakkında verecekleri kararları verdiğini, artık hiç kimsenin saatlerce bir müşteriyle Adorno üzerine konuşamayacağını biliyordum. Ama yine de o eski geleneklerin öyle kolay kolay da yok olamayacağını, bir büyük şehirde iyi kötü bu son kalıntıları bir süre daha sürdürmeye yetecek, ölümü geciktirecek belli bir müşteri kitlesinin olduğunu da düşündüğüm için, o bodrum katındaki kitapçının, girince soldaki felsefe bölümünde, aşağı yukarı bütün yayınlanmış kitapları bir arada görebileceğimden emindim. Ayrıca nice olmuştu, şu son birkaç yılda, Türkiye ve Kürdistan politikasına yoğunlaşma nedeniyle, pek az uğrayabilmiştim bu kitapçıya. Eskiden her hafta gelir. Birkaç saatimi, kitapları karıştırarak geçirirdim. Yeniden bir başlangıç da olurdu. Epey uzak kalmıştım Alman düşün hayatını uzaktan da olsa izlemekten. Günlerdir düşünüyordum. Ama bir türlü fırsat çıkmıyordu. Sonunda vücut isyan edip, yine ağrılar başlayınca, bir şey yazamaz hale gelince, fırsat bu fırsattır diyip bisiklete atladım ve güneşli ve serin bir havada, kitapçının bulunduğu Üniversite’nin ve Heine’nin olduğu yerlere gittim. * Üniversite’nin bahçesinde, eski kitapların satıldığı sergiler vardır. Bu sergiler de ilginçtir. Üniversiteyi bitirenlerin, o öğrencilik yıllarında aldıkları ve artık “hayata atılış”ın başında, unutulmak istenen bir gençlik günahı gibi elden çıkardıkları veya bitirdikten sonra bir süre daha ellerinde tutup, hayatlarında belki geç kalmış yeniden bir düzenlemeye gittiklerinin; daha doğrusu yenildiklerinin, teslimiyetlerinin bir belgesi gibidir bu eski kitap satan kitapçılar. Kapitalist toplumun karşı konulmaz zaferlerinden, tek tek insanların hayatındaki zaferlerinden elde ettiği ganimetlerdir onlar. Birer teslimiyet anlaşması gibidirler. O nedenle, bu sergilere de 98


bakarım bir savaş alanında, yenilmiş bir ordunun yaralılarının ve cesetlerinin arasında dolaşır gibi bulurum bazen kendimi. Seksenli yıllarda, bu sergilerde en çok Maocu gelenekten gelenlerin elden çıkardığı kitaplar olurdu. Aynı yıllarda yine, DDR’de basılmış eski DKP’lilerin kitapları da çok olurdu. Belli ki, altmışların sonunda radikalleşmiş, yetmişleri bir K grubunda geçirmiş ve artık yenilgiyi kabul etmişlerden kalanlardı bunlar. Şimdi hiçbir belirginlik yok. Sadece ders kitapları veya derslerle ilgili olarak alındığını hissettiren kitaplar. Belli ki, şimdi kitaplarını satan kuşağın, öyle politikayla toplumsal sorunlarla ilgisi olmamıştı pek. Onlar daha baştan yenilmiş olduklarından, onlar için bir yenilgi anlamı taşımamıştır bu kitapları satmak. Kitap sergilerinin yanında bir de çorap sergisi vardı. Eskiden de vardı, hala var. Bu hala çözemediğim bir bağlantıdır kitap ve çorap bağlantısı. Niye çorap da başka bir şey değil. Her seferinde bu düşünce geçer kafamdan. Birden bire, çorapçı sergisinin yanındaki merdivenlerde oturan bir adamın, bana tanıdık tanıdık baktığını, bir şeyler söylemek istediğini fark ettim. Bana da sima yabancı gelmiyor gibi. Ama hafızam zayıf ve hatırlayamıyorum. “Merhaba, tanışıyoruz galiba, ama çıkaramadım” dedim. “Merhaba. Ben sizi tanıyorum Gazete’den. Bir iki kere de gördüm. Siz beni tanımazsınız.” “Bu çorap sergisi sizin mi?” “Yok ben Üniversite’de işçi olarak çalışıyorum. Hanım burada çorap satıyor. (Tezgahın öbür tarafında çorapları düzenleyen eşini gösterdi.) Şimdi öğle paydosu, buraya geldim. Nasıl gidiyor? Ne yapıyorsunuz?” “Valla uğraşıyoruz işte. Çalış, yaz çiz. Yazıp duruyoruz. Görüyorsunuzdur.” “Gerçi siz daha iyi bilirsiniz. “Estafurullah” “Siz yazarsınız daha iyi bilirsiniz. Ama bu Amerika’nın Irak’ı işgali biz Kürtler için iyi oldu. Sosyalizm olsaydı, Sovyetler olsaydı, size kalsaydı biz Kürtler daha sittin sene gün yüzü göremezdik. Siz yazarsınız, benden daha iyi bilirsiniz ama ben böyle düşünüyorum.” “Ben de bu gelişmeler üzerine yazıyorum zaten.” “Bakın şimdi ben akşam eve gidiyorum. Üç tane Kürt kanalı var. PKK var, Medya TV, Barzani’ninki var... İstediğimi açıyorum. Dün akşam Barzani’ninkinde (burada adını hiç duymadığım ve hatırlayamadığım bir Kürt şarkıcının adını söyledi) vardı. İki saat onu izledim. Eskiden mümkün müydü? Evet, Amerika’nın bu Irak işgali biz Kürtler için iyi oldu. Siz yazarsınız. Benden daha iyi bilirsiniz ama bu dediklerimi yazın. Ben böyle düşünüyorum.” “Tamam, söz yazacağım.” “Buyurun oturun, bir çay için.” 99


“Yok, teşekkür ederim. Kitapçıya gidiyorum. Orada işim var.” * Bu Kürt işçinin ifade ettiği görüşler bir istisna değil. Diyasporada yaşayan yüz binlerce Kürt şimdi böyle düşünüyor. Bu diyaspora ayrımı önem taşıyor. Çünkü bütün dünyada olduğu gibi diyasporadakiler her zaman, aslında gerçek günlük yaşamlarıyla ilgisiz, ama tam da iş gücü pazarının yol açtığı muazzam göç dalgalarının bir sonucu uzaktan bir milliyetçiliğin en militan taraftarı olurlar. Amerika’daki İrlandalılardan, Japonya’daki Korelilere kadar bu değişmez. Bu işçi, günlük yaşamında Almanya’da yaşayan her hangi bir insandan farklı değil. Euro kullanıyor. Aynı otobüslere biniyor. Muhtemelen bir otomobili var. Çocukları diğer çocuklarla aynı kreş ve okullara gidiyor ve muhtemelen Almanca’yı Kürtçe veya Türkçe’den daha iyi kullanıyorlardır. Kendisi de bir daha hiçbir zaman, İster “Kürdistan”, ister “Orta Doğu Demokratik Cumhuriyetler Federasyonu” olsun, oralara hiçbir zaman dönmeyecektir. Belki yılda bir izinlerde gidecek ve yaşlandığında oturup içinde yaşarım diye bir ev yapacak ve belki onda da hiç yaşamayacaktır. Bu milliyetçilik, ister Kürt, ister Türk, İster Koreli, ister İrlandalı olsun, ait olunduğu düşünülen ulusun ulusçuluğunu yaratan sorunlarla ilgili değildir. Bu iş gücü göçlerinin, modern azınlıkların ortaya çıkışının ortaya çıkardığı bir fenomendir. Ama bu öz, tamamen kendisini var eden gerçek problemle ilgisiz gibi görünerek ortaya çıkar. Buna ve bunun olası tehlikelerine Benedict Anderson bir yazısında değinmişti bir zamanlar. Bu nedenle Internetteki forumlar da yanıltıcıdırlar. Onlara yazanlar da genellikle diyasporada yaşayanlardır. Diyaspora milliyetçiliğinin bütün belirtilerini dışa vururlar. Bu nedenle, bu işçinin dedikleri, Avrupa’da yaşayan, Diyaspora’da yaşayan Kürtlerin ezici çoğunluğunun eğilimlerini yansıtsa da, diyasporada yaşayanlar, Kürdistan’da yaşayan Kürtler’e göre çok küçük bir azınlıktırlar. Dolayısıyla Kürdistan’daki gerçek eğilimlerin tam bir yansıması değildir. Örneğin, Barzani ya da Güney Kürdistan’da yaşayan bir Kürt böyle konuşmaz. Konuşmuyor ve davranmıyor da zaten. Bir rezerv bırakır. Belli bir bağımsız pozisyonu, bir hareket alanını korumak ister. Kuzey Kürdistan’da ise durum daha da farklıdır. Ama bu Kürt işçisinin dedikleri, aynı zamanda Kürtler arasında giderek güçlenen bir eğilimi de dışa vurmaktadır. Seksenli yıllarda Almanya’da dil kurslarına giderdim. O dil kurslarında, Doğu Avrupa’dan kaçmış, özellikle, Polonyalı, Macar öğrenciler olurdu. Onlardaki kapitalizm ve Amerikan hayranı eğilimler belki çok aşırıydı ve ülkelerindekini doğru olarak yansıtmıyordu ama aynı zamanda sonraki gelişmelerin de habercisiydi. O genel tarihsel eğilimi de bir biçimde haber veriyordu. Avrupa’daki Kürtlerin durumu da biraz böyledir. Evet, belli bir farklılığı içeriyor Güney ve Kuzey Kürdistanlılardan ama aynı zamanda genel bir tarihsel eğilimi de yansıtıyor. Bu işçi aynı zamanda bir PKK-KADEK sempatizanı. Avrupa’daki PKK-KADEK destekçi ve 100


sempatizanlarının da büyük bölümü böyle düşünüyor. KADEK buna daha ne kadar direnebilir ki? Şimdilik hala prestijiyle, hala durumun belli bir belirsizliği korumasıyla bir ölçüde durumu idare ediyor. Ama hareket alanı giderek daralıyor. Direndiği takdirde etkisini yitirecektir. Yok, etkisini yitirmemek için eğilime ayak uydurduğu takdirde kendi programını, ideolojisini, stratejisini, kimliğini. Duvarın yıkılışının Devrimci Marksizme yaptığı etkiyi ABD’nin Irak işgali, devrimci demokrasiye, yani PKK’ya yapacaktır. Benzerlikler olağanüstüdür. Devrimci Marksistler bürokratik diktatörlüklere karşı muhalefetin yıllarca en önündeydiler ve onların terörünün gerçek kurbanları oldular. Devrimci Marksistler bu ülkeler için, kapitalizme dönüş değil, bürokratik kastın tasfiyesini; tüm özgürlüklere dayanan, emekçilerin üzerinde yükselmeyen, onlara hizmet edecek demokratik bir devlet sistemini, bütün özgürlükleri öneriyorlardı. Üretim araçları üzerinde kamu mülkiyeti kalmalıydı. Planlama bürokratik bir idari işlem değil, her düzeyde demokratik olarak belirlenmiş, üretici ve tüketicilerin kararlarına dayanan bir kullanım değerleri üreten ekonomiyi yürütmeliydi. Bütün bu uzun yıllar boyunca, daha sonradan kapitalizme dönüşün bayraktarlığını yapacak olanlar, o bürokratik diktatörlüğün de tarafındaydılar çoğu kez. Ama Kapitalist dünyada bir işçi hareketinin ve sosyalist devrimin yükselmeyişi ki bu bizzat dünya çapındaki işçi sınıfının bölünmüşlüğünün de bir sonucuydu, zengin ülkelerin işçileri sadece kapitalist yabancılaşma, şeyleşme, hayatın parçalanması nedeniyle değil; artık dünya işçi sınıfının imtiyazlı bir zümresi, beyaz işçiler zümresi oluşunun bir yansımasıydı ve kapitalist metropollerin bu işçilere sağladığı yüksek refah ve özgürlükler. Doğu Avrupa’da devrimci Marksist bir hareketin, bürokratik diktatörlüğü tasfiyeye yönelik bir sosyalist devrimin gelişip güçlenmesinin bütün ön koşullarını ortadan kaldırdı. Bu öyle bir sonuç yarattı ki, Devrimci Marksizm aslında hiçbir günahına ortak olmamasına hatta bizzat onun en büyük kurbanı olmasına rağmen, işçilerin bürokratik diktatörlükler karşısında, demokratik bir sosyalizmden yana değil, kapitalizmden yana tercih yapmaları nedeniyle, kendileri de bu çöküşün altında kaldılar. Bütün o mücadele, o programlar olmamışa döndü. Kimse hatırlamak, adını bile anmak istemiyor artık. Yanlış mıydılar? Hayır. Belki eksikleri vardı. Belki henüz örneğin bir uygarlık programı içermedikleri için eksiktiler ama yanlış değildiler. Öyle bir uygarlığın temelini, üretim araçları üzerinde kamu mülkiyetini; meta üretiminin, kâra dayanan üretimin tasfiyesini ve tümüyle özgürlükleri; toplumun üzerinde yükselmeyen ona hizmet edecek devlet cihazlarını savunuyorlardı. Bu gün onların varlığını kimsenin hatırlamak bile istememesi, onların yenilgisi yanlış olduklarını göstermez. Aksine, tarih, tersinden, bu günkü bütün savaşları, açlığı, ölen çocuklarıyla, o programın doğruluğunu kanıtlamaya devam ediyor. Bundan 15 yıl önce Devrimci Marksizm’in başına gelen şimdi Devrimci Demokrasinin başına geliyor. Duvarın yıkılışı, nasıl devrimci Marksizm’i olmamışa döndürdü ise, ABD’nin Irak işgali de PKK-KADEK çizgisinde ifadesini bulan Devrimci Demokrasi’yi olmamışa döndürecek gibi görünüyor.

101


PKK da, tıpkı bürokratik diktatörlüklere karşı yıllarca en önde mücadele eden ve onun en büyük kurbanlarını oluşturan Devrimci Marksistler gibi yıllarca Kürt Ulusal kurtuluş hareketi içindeki en modern, en devrimci, en radikal kanadı oluşturdu. Duvarın yıkılışı, onun sosyalizm sandığı Stalinizmin ideolojik kabuklarından kurtuluşunu kolaylaştırdı ve sosyalizmden uzaklaşma gibi görülen, aslında Stalinizmden kurtuluş ve devrimci demokrasinin, burjuva aydınlanmasının ideallerine dönüşü, kendi sınıfsal konumunun gerçek konumuna uygun bir ideolojiye ve programa geri dönüşü yaşadı. Bütün bu dönem boyunca, Barzani’ler, Talabani’ler Türk devleti ile birlikte ona karşı operasyonlar düzenliyor, operasyonlara katılıyordu. Ankara hükümetinin verdiği pasaportları taşıyorlardı. Yani tıpkı, doğu Avrupa ülkelerindeki bürokratik diktatörlüklerin aracı olan, sonra muhalefete ve onun başına geçecek olanların pozisyonundaydılar. Nasıl Devrimci Marksizm, batı Avrupa veya ABD’de bir işçi hareketinin yükselişi olmadığı ve batı Avrupa’nın yüksek hayat seviyesi ve sağladığı özgürlükler ortamı nedeniyle, bir etki sağlayamaz duruma düştüyse, aynı şekilde devrimci demokrasiyi de, yani PKK-KADEK’i de benzer bir kader bekliyor gibi görünüyor. Eğer Türkiye’nin batısında, devrimci demokratik bir hareket yükselse ve Kürtlerin ulusal taleplerini karşılasaydı veya PKK-KADEK Türkiye’nin emekçilerini kendi demokratik programına çekebilseydi bu Devrimci Demokrasi’yi Devrimci Marksizm’inkine benzer bir akıbetten kurtarabilirdi. Hatta ABD’nin Irak’ı ele geçirmesi olmasaydı, ABD’nin Güney Kürdistan’a sağladığı askeri koruma ve iktisadi desteğin ortaya çıkardığı refah ve onun çekiciliği bile, belirsizlik nedeniyle, uzun vadede, PKK’nın Devrimci Demokratik çizgisi Türkiye’nin ve Orta Doğunun diğer uluslarının emekçilerini kazanma olasılığını yitirmesine yol açmazdı. Demokratik cumhuriyet çizgisinin, ezen ulusun ezilenlerini kazanmak için, zamana ihtiyacı vardı. Ne var ki, Irak’ın işgali ve ABD’nin Barzani ve Talabani’ye sağladığı destek, bu şansın, bu olanağın da büyük ölçüde yitirilmesine yol açmış bulunuyor. Kürtler tıpkı, duvarın yıkılışı öncesindeki Demokratik Alman Cumhuriyeti işçileri durumundalar. Doğu Almanya işçileri, nasıl bürokrasiye karşı bir demokratik sosyalist bir devrim yapmaya kalkıp, Batı Avrupa işçilerinin desteğini beklemek gibi sonu belirsiz bir maceraya girmek istemediler ve açıktan, “Biz bir halkız” deyip Kapitalizmi tercih ettilerse, şimdi Kürtler de, ezen ulusun ezilenlerini kazanmak gibi sonu belirsiz bir maceraya girmek istemeyen bir çizgiye kayıyorlar. Bu gidişi sadece Türkiye’de veya İran’da bir Demokratik Devrim engelleyebilir. Pahalı baskıcı, bürokratik devlet cihazının tasfiyesi, tüm dil din ve milliyetlere özürlüklerinin tanınması. Sadece bu koşulda Kürtlerin karşısında başka bir kurtuluş yolu bir alternatif olarak ortaya çıkar ve onların ABD’den bağımsızlaşmalarının imkanı oluşur. Böyle bir şey, tıpkı, Doğu Avrupa halkları, kapitalizmi seçmeye, duvarı yıkmaya hazırlanırken, diyelim ki, İtalya veya İngiltere’de İşçilerin bir ayaklanması veya sosyalist devrim yapmaya kalkışmasının yaratacağı türden bir etki yapar. Tarihte böyle bir şey gerçekleşmedi, ama böyle bir olasılık, hızla azalmakla birlikte zayıf da olsa var. Türkiye’de de var. Hızla azalıyor. Tüm burjuvaziyi arkasına almış AKP ve değişmediği takdirde egemenliğini ve gücünü koruyamayacağının farkına varmış ordu ve bürokrasinin bir kesimi yavaş yavaş 102


Avrupa Birliği bağlamında bazı değişiklikler yaparak, bir patlamaya yol açabilecek çelişkileri azaltıyorlar. Ama bu gidiş içinde, eskiyi korumak isteyen güçler tecrit olsalar da hala direniyorlar. Bu direnişin, bir intihar eylemine dönüşmesi durumunda, örneğin bir darbe yapmaya kalkmaları durumunda; egemen blok içinde çok ciddi bir çatışma doğabilir. Bu koşulda, devrimci demokrasinin bir şansı olabilir. Hasılı, duvarın yıkılışı nasıl Devrimci Marksizmi olmamışa çevirdiyse, ABD’nin Irak’ı işgali de Devrimci Demokrasi’yi olmamışa çevirecek gibi görünüyor. Ama nasıl, başarısızlığı Devrimci Marksist programın yanlışlığı anlamına gelmiyor aksine onun doğruluğunu tersinden doğruluyorsa, aynı şekilde Devrimci Demokrasinin başarısızlığı da onun yanlışlığı anlamına gelmeyecektir. O da tıpkı Doğu Avrupa’da gerçekleşmeyen politik devrimlerin insanlık için kaçırılmış bir fırsat olarak kalması gibi, Orta Doğu için, kaçırılmış bir fırsat olarak kalır. * Kitapçı’da yeni çıkan kitaplar arasında Eric Hobsbawm’ın yeni çıkan otobiyografisi vardı, “Tehlikeli Zamanlar – Yirminci Yüzyılda Bir Hayat”. Adorno ile ilgili bir kitap mı alayım yoksa Hobsbawm’ın otobiyografisini mi alayım diye epey düşündüm. Kitapçıda düşündüğüm gibi Adorno’yla ilgili, çıkmış bütün yeni yayınlardan bir köşe yapılmıştı. Tek tek ve uzun uzun karıştırdım. Birden bire kitaplardan birinde, Adorno’nun doğum tarih dikkatimi çekti: 11 Eylül. Demek yarın. Sonra birden bire 11 Eylül’ün 11 Eylül olduğunu da hatırladım. Ne kadar ilginç bir tesadüf. Kitaplardan hiç biri çekmedi. Bunun üzerine Hobsbawm’da karar kıldım. Ayrıca Adorno ile ilgili bir yazıyı kısa dönemde bitiremeyeceğimi fark ettim. Ama bir şeyler de yazmak istiyordum. Sonra birden bire, biraz önce konuştuğum Kürt işçiye verdiğim söz aklıma geldi. Bu dediklerini yazacağım demiştim. Nasıl bir biçim içinde yazılabilirdi böyle bir konuşma. Günlük hayatın sıradan gibi görünen konuşmaları. Bu sıradanlık ve günlük hayat birden bire, Adorno’nun Minima Moralia’sını çağrıştırdı. O kitapta aforizmalar, kısa değinmeler şeklinde, günlük hayatın en sıradan, en mahrem ilişkilerinden hareketle kapitalizmi eleştirmiyor muydu? Benzer bir yöntem niye şu içinde yaşadığımız politik ortamı yorumlamak ve onunla mücadele etmek için kullanılmasın? Damlaya damlaya göl olur. Yavaş yavaş, arada sırada, en sıradan, en alışılmış söz ve davranışları ele almak denenemez mi? Niye olmasın? Böylece hem o Kürt işçiye verdiğim sözü tutmuş, hem bir şekilde Adorno’yu anmış olur ve de Eric Hobsbawm’ın kitabını tercih edebilirdim. Bu nedenle, Adorno’nun Minima Moralia’sından ilhamla arada sırada yazılacak bu yazılara Minima Politika başlığını koyalım dedik. * Demek Adorno da 11 Eylül’de doğmuş. Şili’de darbe de 11 Eylül’de olmuştu. Ama artık, iki yıldır, 11 Eylül denince, akla 11 Eylül geliyor. 103


11 Eylül sadece Çifte Kulelere ve Pentagon’a yapılan eylemleri değil, o eylemlerden daha fazlasını, bir dönüm noktasını da işaret ediyor. İkinci Dünya savaşı’nın 1 Eylül’ü gibi. Ama onlardan daha fazlası. O gün başlayan savaş bir dönemin sonunu işaret etmiyorlardı. Sadece verili bir dönem içindeki barışın sonuydu. 11 Eylül ise daha derinden değişimin işaret noktası gibi. Her halde hiçbir tarih böyle çok kısa bir süre içinde, o tarihte gerçekleşen, o tarihin işaretlediği olayların tümünü işaret eden bir kavram özelliği kazanmamıştır. Bu adlandırma bile, onda o gün televizyonlarda seyredilenlerden daha fazla bir şeyler olduğunun bilinçsiz bir ifadesi gibidir. 11 Eylül adeta, “o gün” gibi bir anlama sahiptir şimdiden. O gün, yani 11 Eylül. Bu gün bir anlamı olan birçok tarih, o gün onu yaşayanlarca öyle önemli görülmemişti. Hatta çoğu kez, o gün daha sonra hatırlanacak bir tarih olarak belirlenmiştir. 1 Eylül eğer daha sonradan “Dünya Barış Günü” olarak tanımlanmasıydı, kim hatırlardı ki 1 Eylül’ü ve 1 Eylül’de insanlar nasıl bir şeyin kendilerini beklediğinin ne ölçüde farkındaydılar. Ama 11 Eylül öyle değil. En sıradan insan bile, o gün olağandışı bir şey yaşadığının ve bunun televizyon ekranlarında izlediğinin farkındaydı. Sadece izlediğinin değil, kendi yaşamıyla bunun çok yakın bir ilişki içinde olduğunun da. Gerçi henüz bu kadar yaygın değildi televizyon ama yine de insanlığın büyük bir çoğunluğu, örneğin insanın Ay’a ilk ayak basışını da bir şekilde canlı olarak televizyon olmasa radyodan izlemişti. Ama orada böyle bir kırılma noktası görmüyordu kimse. O günün hangi tarih hatta hangi yıl olduğunu bilen kim var? O günün adı o günün tarihinden çıkmıyor. O gün, “insanın aya ayak bastığı gün”, tarihin kendisiyle değil eylemin kendisiyle anılıyor. Hatta tarihin bile önemi yok. Olayın kendisi önemli, insanın aya ayak basması. Ama 11 Eylül söz konusu olduğunda öyle değil. Belki ilerde 11 Eylül’ün hangi yılda olduğu bile tam hatırlanmayacak ama 11 Eylül denince herkes aynı 11 Eylül’ü anlayacak. 11 Eylül, tıpkı insanın Ay’a ayak basması gibi bir olay anlamına sahip. Ama bu olayın ne olduğu bile tam bilinmiyor. O gün çok, çok önemli bir şeyler oldu. Olanların neler olduğunu böyle sıcağı sıcağına anlama yeteneğinde değiliz, bunu anlayabilecek ve anlamak için de yaşayabilecek bir zamana ihtiyaç var demek gibi bir anlama da sahip 11 Eylül. Hani bazı pis, mahrem, korkunç şeyler vardır, insanlar onların adını anmak istemezler, onları çağrıştıran kelimeler kullanırlar, sanki o kelimeler kullanılırsa bir uğursuzluk gelecek gibi düşünülür. 11 Eylül adı biraz böyle. O ne olduğu da bilinmeyen lanetli şeyin adını anmayarak lanetten kaçma çabası gibi biraz da. 11 Eylül galiba ilk dünya tarihsel olayı. Gerçi, diyelim ki, büyük sansasyonel olaylar, olimpiyatlar vs. de milyonlarca insan tarafından izleniyor. Ama oralarda hem bütün insanlığın bir ilgisi söz konusu değil, hem de insanlar bir seyirci. Ama 11 Eylül’de, dünyanın en ücra köşesinde olayı izleyen de, olayın katılımcısı. Çünkü olay sadece uçakların dalışlarından ibaret değildir. Onun tüm dünyada eş zamanlı olarak izlenişinin kendisi de başka kalitede bir olaydır. Bir futbol maçını izleyenin televizyonda şu veya bu 104


tarafı tutması, o maçın sonucunu etkilemez. Ama ikiz kulelerin yıkılışını görenlerin düşünce ve duyguları, o günün, o günle başlayan şeyin kaderi üzerinde bir etkide de bulunacaktır. Bu anlamda 11 Eylül, kelimenin gerçek anlamıyla dünya tarihinin gerçek zamanda başladığı gündür. Ama onun çelişkisi tam da bu noktada değil midir? Dünyanın böylesine bütünleştiği bir dönemde, ondaki muazzam bölünmelerin bir dışa vuruşu ve bu bölünmeleri korumak ve ebedileştirmek için ABD’nin bir dünya İmparatorluğu seferini başlattığı gün. O bölünmüş dünyanın ürünü, ona karşı bir tepki olan İkiz Kuleler ve Pentagon’a saldırı, o bölünmüşlüğü ebedi kılacak bir imparatorluk seferinin başlangıcı. * Adorno “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti. İnsanların ilk tepkileri en otantik, kaygıların süzgecinden geçmemiş tepkilerdir, dolayısıyla en derinden sezişleri yansıtırlar. Besteci Karlheinz Stockhausen 11 Eylül üzerine şöyle demişti: “Orada olan, şimdi beyinlerimizi alt üst etmeliyiz, bu güne kadar var olmuş en büyük sanat eseridir. Bizim müzikte hayalini bile göremeyeceğimiz, böyle bir eylemi gerçekleştiren ruhlar, bu insanlar, on yıl çılgınlar gibi bir fanatizmle bir konsere hazırlanıyorlar ve orada ölüyorlar. Bu evrende var olmuş en büyük sanat eseri. Orada ne olduğunu bir tasavvur edin. (...) Bazı sanatçılar düşünülebilir olanın, mümkün olanın sınırlarının ötesine geçmeye çalışırlar kendimizi başka dünyalara açabilmemiz ve uyanmamız için.” Stockhausen’in sonradan gördüğü baskılarla geri aldığı bu ilk andaki sözleri, 11 Eylül’ü bir sanat eseri, bir konser olarak görüyordu. Sınırların ötesine gidip yeni sesler bulmaya çalışan çağımızın en büyük bestecilerinden birinin böylesine bir değerlendirmede bulunması, çok derinlerde işleyen bir ilişkinin dışa vurumu değil midir? Ve Adorno’nun önermesinin tersinden doğrulanışı: Öylesine barbar bir dünyada yaşıyoruz ki, ancak tasavvurun ötesindeki bir barbarlık sanat olabilir. 12 Eylül 2003 Cuma

105


“Almanların En İyisi” Olarak Marks Veya Yenilgide Zaferi Kutlamak Geçenlerde Almanya’da Alman ZDF televizyon kanalının düzenlediği “Almanların en iyisi” adlı programda Marx, Adenaur ve Luther’in ardından üçüncü geldi. Bunu birçok sosyalist önemli bir zafer olarak gördü. Eğer Marks birinci gelseydi, ki uzun süre de önde götürdü, sosyalistler bunu da bir zafer olarak kutlayacaklar ve bundan gurur duyacaklardı. O sosyalistlerin anlamadığı ve bizzat kendileri o paradoksun ifadesi oldukları için anlamayacakları, Marx’ın “Almanların en iyisi” veya en iyilerinin üçüncüsü olarak seçilmesi “zaferinin”, Marx’ın ve Marksizm’in yenilgisi olduğudur. Ama buna geçmeden önce yarışma ve sosyalistlerin hali pür melali hakkında birkaç saptama yapmak yerinde olacak. * Elbette böyle bir yarışma birçok bakımlardan ele alınabilir. Örneğin, şimdi hemen her ülkenin televizyonunda da tekrarlanan, “Almanya (veya her hangi bir ülke de olabilir bu) süper starını arıyor” tarzındaki aptallaştırıcı bir medya gösterisinin özgül bir versiyonu olarak ele alınabilir ve medya sosyolojisi açısından eleştirilebilir. Medyanın artık kendisini haber haline getirmesi ve kendi haberlerini de yaratarak gerçekliğin yerini alması ve bunun da bir gerçeklik haline dönüşmesi, (örneğin No Angels grubunun bizzat medya tarafından yaratılması çıkarılması gibi) dairenin tamamlanması olarak; bu sürecin özgül bir fenomeni olarak, ele alınabilir. Zaten Der Spiegel, Die Zeit gibi ciddi burjuva gazete ve dergileri, olayı bu açıdan değerlendiren haber yorumlar yayınladılar ve programı Alman televizyonlarında görülen en kötü programlardan biri olarak tanımlamakta ve alayla karşılamakta gecikmediler. Bu anlamda, zaten, Marx’ın medyanın aptallaştırıcılığının bir aracı olarak üçüncü olması, başlı başına bir zaferde yenilgidir. Ve bu anlamda, üçüncülüğü kutlayanlar, yenilgilerini zafer olarak kutlamaktadırlar. * Ya da bu program ve yarışma, “Gösteri Toplumu”, “Eğlence Toplumu” gibi kavramlarla ifade edilen, Türkçede Yaşantı denebilecek (“Event”, “Erlebnis”)in, yaşamın (Leben) ve tecrübenin (Erfahrung) yerini almasının somut bir örneği olarak ele alınabilir. Modern kapitalizm ve medya her şeyi öylesine metalaştırmıştır ve tıpkı metalarda olduğu gibi ambalaj ve vitrin öylesine belirleyici olmaktadır ki, tıpkı ambalajın içindeki kullanım değerinin, adeta ambalajın bir aracı haline gelmesi gibi, yaşam ve tecrübe de yok olmakta, bir tür ambalaj gibi olan yaşantı (“event”) hayatın biricik amacı ve kendisi haline gelmektedir. Bu program elbette böyle bir anlama da sahipti. Artık örneğin Marks ya da fikirleri değildir artık önemli olan, yarışmanın bir yaşantı olarak kendisidir. Artık, Marks, yarışma dolayımıyla bir anlama sahiptir. 106


Bu anlamda ele alındığında da bir yenilgiden başka bir şey değildir. Burada Marx, Marx olarak yoktur artık. O sadece eğlenceye ve gösteriye hizmet eden bir araçtır. Zafer olarak kutlanacak bir yanı yoktur. Baştan aşağı yenilgidir. * Ya da bu programı, nispeten daha tarihsel bir bağlamda, Almanların ruhunda ve anlayışlarındaki bir dönüşümün belirtisi olarak ele alabilirsiniz. Savaş sonrasında, ellilerin başında yapılan benzeri bir ankette birinciliği Birmarck, ikinciliği Hitler alıyordu. Hitler ancak altmışlardan sonra, biraz da hileyle, Alman değil Avusturyalı olduğu söylenerek ve oyun dışında tutularak aşağılara düşürülmüştü. Böyle bir bağlamda ele alındığında, bu yarışma, Almanların artık, “bakın biz de uygar uluslar ailesinin diğerlerinden farklı değiliz, artık geçmişimizi İsa’nın çarmıhını sırtında taşıdığı gibi taşımamıza gerek yoktur” demeleri olarak ele alınabilir. Dolayısıyla da, Alman Burjuvazisinin artan kendine güveninin ve güneşin altındaki yerini isteyişinin bir ifadesi olarak da yorumlanabilir. Böyle bir bağlamda da; Marx’ın üçüncü olmasının, De Gaulle’nin “Sartre Fransa’dır”, veya Demirel’in onu taklit ederek “Yaşar Kemal Türkiye’dir” demesinden farkı yoktur. Bu, “Marks Almanların en iyilerinden biridir” diyecek cesaret ve kendine güvene tekrar ulaştığını gösterir Alman burjuvazisinin. Burada, burjuvazinin, kendine güveni ve en muhalif unsurları bile kültürün ve ulusal kimliğin bir aracı olarak kullanışı söz konusudur ki, yine bir yenilgidir. “Majestelerinin komünistleri” gibi bir durum söz konusudur. Bir zamanlar Engels, İngiliz sosyalistlerindeki burjuvalaşmayı anlatırken, Burjuvazinin kendileri hakkındaki övücü ifadeleriyle gururlandıklarını söyleyerek onlarla alay ederdi. Engels döneminin sosyalistleri, hiç olmazsa, Lordların ya da Kraliçenin övgüleriyle gururlanıyorlarmış ama hiç olmazsa burjuvazi tarafından övülmek için yarış içinde değillermiş. Şimdikiler Alman burjuvazisinin, kendilerini övmesi için, övülecek değerde olduklarının anlaşılması için çabalıyorlar. Bu çabayı gösterenler ister Gysi gibi, Marx’ı Birmarck karşısında programda savunanlar, ister oy vermeye çağıranlar, ister oy verenler olsun fark etmez. Engels’in zamanının sosyalistleri ne kadar masummuş bu günkülerin yanında. Bu anlamda, yani burjuvazinin kendisine güveni, “Marks Almanya’dır” demesi; onu kendi kültürünün bir unsuru olarak görmesi anlamında bir yenilgidir. Zafer olarak görülecek bir yanı yoktur. * Ya da bu programı, benzer bazı diğer gelişmelerle birlikte, bir “Zeitgesit” (Zamanın Ruhu) ifadesi olarak ele alabilirsiniz. Son zamanlarda, Almanya’da, Bern Mucizesi (Alman Futbol takımının savaş sonrasında ilk kez şampiyon olması); Lengede Mucizesi (Bir maden ocağındaki göçükte kalanların kurtarılması, her ikisi de savaş sonrasındaki yükselişin başlangıç yıllarından) gibi, Alman ulusunun zor zamanlarda pek durarak dayanışma içinde, ulusal bir ruhla mucizeler başarabileceği mesajları veren filimler; moda desinatörlerinin defilelerini “Mutter Erde Vater Land” (Ana Yeryüzü, Baba Vatan) gibi bir konuyla vermeleri ve Kartal (Almanya’nın sembolü), D Harfi (Deutschland’ın D’si), siyah, kırmızı ve sarı renkleri (Alman bayrağının renkleri) öne çıkararak Almanya’ya “ilanı Aşk” etmesi gibi, 107


Almanya’daki “Zeitgeist”ı yansıtan fenomenler bağlamında ele alınabilir. Bu anlamda da, Marx da o “Alman mucize”lerinden biri olarak yerini almakta ve Almanya’ya ilanı aşkın sembollerinden biri olmaktadır. Bir sosyalist için, bu anlamda da, bunun gururlanacak bir yanı yoktur. Marx’ın üçüncülüğünden sosyalizme pay çıkarmak, yenilgide zafer görmektir. * Ya da bu programı ve yarışmayı, onun sonuçlarını vs. bu günkü Alman toplumunun eğilimlerinin ve özlemlerinin bir ifadesi olarak da alabilirsiniz. Örneğin, Adenaur’un seçilmesi, şimdi sosyal devletin budandığı, geleceğe ilişkin belirsizliklerin ve korkularının arttığı bir dönemde, elli ve altmışların güvenilir, istikrarlı büyüme ve sağlam bir gelecek beklentilerinin bir ifadesi veya Hükümetin politikasına karşı bir protesto; Luther’in ikinci olması, artık terk edilen Keynezyan Sosyal Demokrat gelenek ve özlemlerin, Adenaur’a karşı bir dengesi. Marks da –büyük ölçüde PDS’in örgütlü çabalarıyla eski DDR eyaletlerinden oy aldığından- Doğu Almanların hayal kırıklıklarının ve protestosunun bir yansıması olarak görülebilir. (Yarışmada Marx’ı savunan Gysi bile eski Doğu Almanya olmasaydı Marx’ın ilk ona giremeyeceğini kabul etmişti.) Bu yorumda bile, bir protestonun ifadesi olarak Marks, geleceğe yönelik bir vizyonu ve programı değil, geçmişe bir özlemi ve bir protestoyu ifade etmekten öteye gitmediği için, üçüncü ya da birinci olması, bir yenilginin, geleceği olmayışın bir ifadesi olarak, yine yenilginin bir zafer olarak görülmesinden başka bir anlama gelmez. * Ya da yarışma ve Marx’ın üçüncü olması, bütün bunların hepsi ve daha burada değinilmeyen nice yönlerin bir bileşkesi olarak ele alınabilir, bütün yukarıda sıralanan ve sıralanmayanlar, o karmaşık toplumsal fenomenin, anlayabilmek için bileşenlerine ayrılması, analiz edilmesi; çeşitli yanlarının birbirinden soyutlanması olarak görülebilir. Ciddi burjuva basını, bizim yorumumuz olan yenilgi olarak görme kısmı hariç, bu yönlerden birini veya bir kaçını öne çıkararak yorumlar yapmıştır. Burjuvazi, her biçimde kendi egemenliğine hizmet eden bu programla bile alay edebilmektedir. Aslında bizzat burjuva basınında ifadesini bulan bu yorumlar, Alman burjuvazisinin, ne kadar kendine güveninin olduğunun, gereğinde kendisiyle alay edebildiğinin bir ifadesidir. * Burjuvazi, her bakımdan kendisinin ideolojik ve politik egemenliğine ve zaferine hizmet eden böyle bir programla aynı zamanda alay edebilirken, sol basın burjuvazinin bu zaferine nasıl katkıda bulunacağıyla uğraşmaktadır. Esas korkunç olan ve büyük yenilgi buradadır. Sol basın, Marx’ın oy oranlarının nasıl arttırılacağına ilişkin taktikler vermektedir bu yarışmada, tıpkı Türkiye’nin Hürriyet gazetesinin, Time’ın yaptığı yarışmada veya Eurovizyon yarışmalarında Türkleri oy vermeye çağırması ve bunun için taktikler vermesi gibi. 108


Örneğin, Neues Deutschland gazetesi şöyle yazıyor: “Neues Deustchland günde elli binden fazla satıyor ve yuvarlak hesap 200.000 insan tarafından okunuyor. Eğer bu okuyucuların yarısı, 24 sente kıyıp, Marx için otomatik seçim numarasını çevirirse (013769090-98) Marx’ın en iyi üç arasındaki yeri garantilenir. Ve bu 28 Kasım’a kadar kalan beş günde, herkes günde bir kere Marx’a telefon ederse, bütün telefonlar sayıldığından, büyük bir olasılıkla, Marks en iyi olacaktır. Bu, iyi bir iş için, kişi başına toplam 1,20 Euro masraf demektir ki, politik atmosferi etkilemek için küçük ama çok değerli bir sinyal yollamış olursunuz. Gerçi bundan Telekom da kazanıyor ama olsun. Birçok kez telefon etmenin pek de dürüst olmadığını düşünenlere de şu denebilir: Televizyon demokrasisi böyle oluyor, yoksa D. Küblböck 16 ıncı olamazdı. Ve ya, Marx’ın Hegelci Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nde dediği gibi, “kendi şarkımızı söyleyerek taşlaşmış ilişkileri dans etmeye zorlamalı”yız. O halde Marx’la birlikte dansa. Başkaları da gelebilir.” “Final günü olan 28 Kasım, aynı zamanda Marx’ın arkadaşı Friedrich Engels’in 183’üncü doğum günüdür. (Telefonla arayarak) Sosyalist hümanizmin büyük teorisyenlerinden biri için Doğum günü hediyesi de vermiş olursunuz.” Eh Hürriyet’in sosyalisti de böyle olmalı, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nden alıntılar yapıp biraz da medya eleştirisi katmalı ki, bu pisliği böyle baharatların kokusuyla egzotik bir yemek gibi yutturabilsin. Bizzat ciddi burjuva basınının kendine güveni ve alayı ile şu sosyalist basının aktarılan sefaleti, yarışmanın kendisini bir yana koysak bile, yarışma karşısındaki bir tavır olarak, sosyalistlerin var olan toplum karşısında tüm eleştirelliği yitirdiklerinin, onun basit bir avadanlığı haline dönüştüklerinin, insanların güvenini kazanmaya layık olmadıklarının bir kanıtından başka bir şey değildir. Bu sefil durum üzerine düşünecek ve kafa patlatacak yerde, “Türk’e Türklük propagandası” yapar gibi, Marx’ın üçüncü seçilmesinde iman tazelemek için vesile arayanların da son duruşmada çözümün değil sorunun bir parçası oldukları açıktır. Ama esas yenilgiye gelmedik daha, şimdiye kadar olayın nesnel, toplumsal anlamı alanındaydık, Sosyolojik boyutundaydık. Araçların tarafsız olamayacağı boyutundaydık. Bu boyutlarda bile bir yenilgi olduğuna kısaca değinmeye çalıştık. * Ama bir de ideolojik, programatik yenilgi var, daha doğrusu yenilgi de değil, teslimiyet, karşı tarafa geçmişlik ve bunun bile bilincinde olmamak var. Esas korkunç olan bu. Daha korkunç olan bu yenilgiyi kutlamak. Ama ondan da korkunç olanı sosyalistlerin kendilerinin yenilgisi için savaşması. Ama esas yenilgiye geçmeden önce, yarışmanın adının bir analizini de yapmak gerekiyor ki, daha sonra söyleneceklerde bir karışıklık olmasın. Yarışmanın adı: “Almanların En İyisi”dir. Niye bu ad? Ve bu ad ne demek? Niye “en iyisi” de “en büyüğü” değil. Önce bunu anlayalım. Ondan sonra, “Almanlar”a geçelim. “İyi” kendi başına ele alındığında, ahlaki bir kategori olarak, kötünün zıddıdır. İyilik denen 109


eylemi yapan ya da o şeye (iyiliğe) sahip olandır. İyi, insanın önündeki bir sıfat olarak, daima kötünün zıttı olarak, ahlaki bir kategori olarak kullanılır ve anlaşılır. Ama “iyi” sözcüğü, sıfat olarak bir dizilişte nicelik ya da nitelik bakımından üst bir konumu belirlemek için de kullanılır. Örneğin en iyi koşucu, en iyi koşandır. Ama her şey böyle nicel ölçülebilir olmadığından, bu anlamda, derecelemedeki üst durumu ifade etmek anlamında iyi yerine büyük sözcüğü kullanılmaktadır. En büyük koşucu denildiğinde, herkes bundan en iyi koşucu kastedildiğini anlar. Bu nicelik olarak ölçülebilir bir iyiliktir. Ama sanat ya da bilimde böyle değildir örneğin. En büyük müzisyen dendiğinde, bundan en yaratıcı, en güzel eserleri vermiş müzisyen kastedildiğini açıklamaya gerek yoktur. Burada nesnel bir ölçü aramak mümkün değildir. Bu kişiye göre değişebilir. Ama bu bize şunu gösterir, iyi, insan hariç başka niteliklerin önünde sıfat olarak kullanıldığında, özellikle “en iyi” olarak kullanıldığında, “en büyük” anlamını taşımaktadır. Ahlaki bir kategori olarak “iyi” olmakla bir ilişkisi bulunmamaktadır. Yani iyi bir müzisyen veya koşucu olmanız sizin iyi ahlaklı bir müzisyen olduğunuz anlamına gelmez. İyi müzisyen dendiğinde, bundan o kişinin müzikal bakımdan iyiliği anlaşılır, insani olarak iyiliği değil. Bir müzisyenin insani, ahlaki olarak iyiliğinden söz edileceği zaman, “iyi insan” denir. Çünkü her hangi bir alanda iyi olmak ile iyi ahlaklı veya iyi insan olmak arasında kanıtlanmış bir ilişki yoktur. (Tabii burada iyi insanın ne olduğu konusunu bir tarafa bırakıyoruz.) O halde, “en iyi Alman” veya “Almanların en iyisi” ile kastedilen, en iyi ahlaklı Alman değil, en büyük Almandır. Yani Alman ulusuna en çok katkı yapmış olandır. Peki yarışmanın adı niye “En Büyük Alman” veya “Almanların En Büyüğü” değil de “En İyi Alman” veya “Almanların en iyisi”, hatta çoğu yerde “En iyimiz” (“Unsere Besten”). Çok açık ki, burada, iyi ile kastedilen, insani iyilik, ahlaki iyilik değildir. Eğer böyle bir şey olsaydı, hayırseverlik, insanların iyiliği için uğraşma gibi kriterlerle bir yarışma yapmak gerekirdi. Böyle bir bağlamda, adaylar ve argümanlar bambaşka olurdu. Her halde Bismark veya Bach veya Beethoven, sıradan diğer insanlardan daha iyi değillerdi. Onların bu yarışmada öne çıkmalarının iyi insan olmakla, ahlaki bir kategori olarak iyi olmakla ilgisi bulunmamaktadır. Kimse Bismark, Beethoven ya da Goethe’nin çok iyi bir insan olduğunu, öne sürmemekte ve karşı tarafı bu anlamda çürütmeye çalışmamaktadır. Onların büyüklüğünden söz edilmektedir. O zaman, Almanların en iyisinin, Almanların en büyüğünü kastettiği açıktır. Peki niye büyüğü değil de iyisi? Burada açıkça, “artık normal olduk, güneşin altındaki yerimizi istiyoruz, günahlarımızın kefaretini ödedik, hala bizi geçmişimizle suçlamayın” diyen Alman burjuvazisinin aslında hiç de normal olmadığını ele verdiğini görüyoruz. “Dil ağrıyan dişi kurcalar” derler. Bu “iyi” de tam o ağrıyan dişi gösteriyor: Faşizm ve Hitler. “İyi”nin Hitler’i büyükler arasındaki klasmandan dışlamak için koyulduğu ortada. “En Büyük Alman” ya da “Almanların En Büyüğü” dense, Hitler’in de klasmana girme, hatta biraz örgütlü bir çabayla birinci gelme olasılığı var. Onu dışlamak için, mantık yanlışıyla hile yapılıyor. Büyüğün arandığı yarışmaya iyi aranıyormuş gibi bir ad veriliyor. O büyük olamaz, 110


çünkü “iyi” değil, “kötü”. Onun için “büyük” yerine “iyi” sözcüğü. Güçlü bir felsefe ve analitik düşünce geleneği olan Alman burjuvazisinin böyle çelişkileri görmemesi beklenemez. Ama bile bile lades. Ve zaten bu program böyle incelikleri gizlemeye yarayan toplu aptallaştırma seanslarından biri değil mi? Yani “iyi” ayrımı sadece, Hitler’e karşı düşünülmüş bir engellemedir. Altmışlı yıllarda, Alman değil Avusturyalı diyerek klasman dışında tutulurken şimdi “iyi” ile daha rafine bir biçimde dışarda tutulmakta ve en büyük Almanlardan biri olarak seçilmesi tehlikesinin önüne geçilmektedir. Ama tam da bu büyük yerine “iyi”yi kullanma Alman Burjuvazisinin “Asil Topuğunu” veya ağrıyan dişini göstermektedir. * Ama sadece bu kadar değil. Gerçekten, “Almanların En İyisi”, ahlaki anlamda, iyilik yapma anlamında bir yarışma olsaydı bu. İyiliğin kendisi, uluslardan azade olduğundan, burada Almanların en iyisi değil, Almanların içindeki en iyi insan aranmış olurdu. Yani burada Almanlığa katkı değil, insanlığa katkı bir ölçü ve hedef olurdu. İnsanlığa iyilik olarak en çok katkıda bulunmuş Alman aranırdı. O zaman, tartışma, hedef insanlık olduğundan, Alman’a ve Almanlığa karşı bir anlam içerirdi. Aydınlanmanın hümanizmine uygun olurdu. Ama yarışmadaki anlamıyla, “En İyi Alman” Aydınlanmanın hümanist geleneğine bile karşıdır. Bunu yarışma adaylarının alanlarına aktardığımızda şunu görürüz. Örneğin, Almanların En Hızlısı olsa, tıpkı ahlaki anlamıyla en iyi gibi, burada söz konusu olan, dünyadaki hızlı koşanlara Almanların içinden en çok katkı yapan söz konusu olurdu. Burada Almanlık değil, Hız önemlidir. Ve dünyadaki hızlılığa Almanların katkısı söz konusudur. Burada alman olmak veya Almanlık, seçim alanını belirler hedef değildir. Halbuki yarışmada yarışanlar, alanlarındaki dünya çapındaki katkıları açısından değil, Almanlığa katkıları açısından yarışmaktadırlar. * Ama “Almanların En iyisi” deyip de, en hızlı, en yaratıcı, en politikacı Almanlar arasında bir yarışma yaptığınızda, yani o alandaki en büyük Alman’ı aradığınızda, hızın, yaratıcılığın, politikacılığın derecesi bile önemli değildir artık, Almanlığa katkıdır önemli olan burada. Yani ister sanat, ister spor, ister politika olsun, her şey Almanlığa katkının bir aracı olarak ele alınmaktadır. Burada tam anlamıyla, aydınlanma hümanizminin kırıntısı bile bulunmayan tam bir milliyetçilik yarışmasıdır söz konusu olan. Yani insanlığa en büyük katkı yapmış Alman değil, Almanlığa en büyük katkı yapmış Alman aranmaktadır. (Daha iyi anlaşılması için, Türkiye ile bir paralellik kuralım. “Türklerin en büyüğü”, dendiğinde ki bu “Almanların en iyisi” nin karşılığıdır, burada insanlığa en büyük katkıda bulunan Türk değil, Türklüğe en büyük katkı yapan Türk aranıyor demektir. Ve şimdi Türkiye’de böyle bir yarışmada, Kıvılcımlı, Deniz Gezmiş ya da Mahir Çayan’ın bu yarışmada aday olduğunu ve sol basında üst sıralara tırmanması için taktikler verildiğini göz önüne getirin.) 111


* Son olarak Almanların en hızlısı, en büyük filozofu gibi bir anlamda tartışıldığında, ortada Almanlık değil, o spesifik alanda en çok katkı yapan Alman söz konusu olurdu. Bu o milliyete ya da millete katkının değil, o spesifik alana, iyilik, hız, teori vs. katkının tartışıldığı bir yarışma olurdu. Burada milliyet ve millet değil, tartışılan o alanın kendisine katkı olurdu. Yani en büyük Alman filozofu veya düşünürü kimdir diye bir tartışma olsa, burada Marx’ın üçüncü seçilmesi veya birinci gelmesi bile bir ölçüde anlaşılabilir. Bu anlamda, Marx’ın diyelim ki Hegel ve Kant’dan sonra üçüncü olması veya birinci olması, bütünüyle ulustan bağımsızdır, (ulus burada amaç değil, seçimin sınırlarını belirlerdi) felsefi ve teorik bir anlama sahip olurdu. Böyle bir yarışmada, onun Almanlığa değil, felsefeye katkısı, teoriye katkısı tartışılırdı. Ama yarışma, “iyi” ile “büyük” kastedildiği daha önce kanıtlandığına göre, Almanların en büyüğünü seçmeye yöneliktir. Burada, artık felsefe, spor, sanat, bilim veya iyilik konusunda yapılan katkılar söz konusu değildir artık, tek bir ölçü vardır, her şeyin kendisine kurban edildiği Almanlık; Almanlığa yapılan katkı tek ölçüdür. Bu çok açıktır. Yarışmanın bir diğer adı da, “Unsere Besten” (En iyimiz) dir. Burada “biz”, Almanlığı, Alman oluşu tanımlamaktadır. “İyimiz” de büyüğün karşılığıdır. En büyüğümüz! * Bu durumda, bu yarışmaya girdiğiniz andan itibaren, Marx’ın Almanların en iyisi, en büyüğü olduğunu savunuyorsunuz demektir. Onun felsefi ya da bilimsel veya hatta insani katkıları, hep Almanlığa katkının araçları olarak anlam taşırlar artık. Böylece, Marx’ı Almanların en iyisi olarak savunmak, aslında, Alman Milliyetçiliğini savunmak, buna en büyük katkıyı Marx’ın yaptığını savunmak demektir. İstediğiniz kadar kendinize sosyalist deyin, siz bir milliyetçisiniz demektir. Ama sadece bir milliyetçi değil, hümanizmden ve demokratik geleneklerden zerrece nasip almamış bir milliyetçisiniz, milliyetçiliğin de en gerici ve tehlikeli versiyonusunuz demektir. Çünkü Almanlar içinde En büyük Alman Filozof veya dünyada Felsefeye en büyük katkı yapmış Alman olarak tartışılsaydı, burada Marx’ı savunurken yine milliyetçiliği savunmuş olurdunuz ama bu milliyetçilik, genel bir milliyetçilik olurdu, özel bir Alman milliyetçiliği olmazdı, getireceğiniz argümanların felsefeye katkı bakımından anlamı olurdu, Almanlığa değil. Elbette bunda da insanların milliyetsiz olamayacakları gibi bir gizli var sayıma, milliyetçilerin var sayımına hizmet ederdiniz. Ama En büyük Alman olarak yarıştığınızda, artık genel anlamıyla milliyetçilik değil, Alman milliyetçiliği söz konusudur. İşte tam burada korkunç gerçekle karşılaşıyoruz. Almanya’da hiçbir sosyalist, sorunu burada bizim ele aldığımız gibi ele almadı. Sorunu bu açıdan tartışmadı. Bu şu demektir. Bütün sosyalistler milliyetçidir. Burjuvaziyle, Alman ulusuna kimin daha büyük katkı yaptığı konusunda, en büyük Almanın kim olduğu konusunda bir yarış içinde bulunmaktadırlar. Ve bunu sosyalizm sanmaktadırlar. Onlar burjuvazinin ideolojik egemenliğinin basit araçlarından 112


başka bir şey değildirler. Ama sadece Alman sosyalistleri mi, onların bu tavrında eleştirecek hiçbir şey bulamayan, Marks birinci olmadığı için Alman Burjuvazisini hile yapmakla suçlayan, diğer sosyalistler de milliyetçidir. Kendileri milliyetçi olduklarından, tabakhanede çalışan işçilerin ufunetin kokusunu hissetmemeleri gibi, bu milliyetçiliği görmemekte ve ondan rahatsız olmamaktadırlar. Marx’ın bu yarışmada üçüncü olmasına sevinmek sadece sosyalizm karşısında milliyetçiliğin aldığı zaferi kutlamak değildir, düşmanın zaferine hizmet etmek onun için çabalamak da demektir. Kendi hakkınızdaki görüşlerinizin yani sosyalizme olan inancınızın burada bir anlamı yoktur, siz nesnel olarak, gerçek sosyalist için bir düşmansınız, siperlerin karşı tarafındasınız demektir. Ne farkınız vardır Bismark’ın değil de Marx’ın en büyük Almanlardan biri olduğunu savunurken, alman milliyetçilerinden ve burjuvaziden? Onun bayrağını yüceltmiş olmuyor musunuz? İdeolojik egemenlik, varsayımların paylaşılmasıdır sonuçların değil. Siz o varsayımları paylaşarak ve onları savunarak o ideolojik egemenliğin bir aracı ve savunucusunuzdur. * Keşke bu kadar olsa, söz konusu olan Marks olunca ortaya daha da korkunç bir durum çıkmaktadır. En büyük Almanlardan biri olarak savunulan Marks, “işçilerin vatanı yoktur” diyen bir insandır. Yani kendisini vatansız ve ulussuz kabul eden bir insandır. Marks Alman değildir. Yani örneğin, Alman İşçi hareketinde ve Sosyalist harekette bir yeri ve adı olan Lassale olsaydı bu savunulan kişi, bir ölçüde anlaşılır olurdu bu. Lassale bir Almandı ve kendini de bir Alman kabul ediyordu. Ama Marks söz konusu olduğunda, böyle bir durum söz konusu değildir. Çünkü Marks Alman değildi. O bu gün Almanya denen topraklar üzerinde doğdu, Almanca ana dili oldu, Alman felsefe kültürüyle yoğruldu diye bir Almandır denemez. İnsanların bilinçleri ve arzuları dışında bir uluslarının olduğu milliyetçilerin bir yalanıdır. Onlar insanların tıpkı gölgesiz olamayacakları gibi, ulussuz da olamayacaklarını düşünürler. İnsanların seçim ve eğilimlerinden bağımsız olarak bir uluslarının olduğunu düşünürler ve bunu zorlarlar. Ama Marx’ın nasıl dini yok idiyse ulusu da yoktu. Nasıl elbette Hıristiyan bir çevrede büyümüş bir insan olarak Hıristiyan kültürüne sahip idiyse, ama bu onun kendini Hıristiyan olarak görmesi anlamına gelmiyorduysa öyle. Ya da Yahudi bir soydan gelmesine rağmen, kendini Yahudi kabul etmiyorduysa öyle. Marx’ı Almanların en iyilerinden biri olarak savunmak, Marx’ı Hıristiyan veya Yahudilerin en iyilerinden biri olarak savunmaktan farklı değildir. Hıristiyanlık ya da Yahudilik söz konusu olduğunda saçmalığı açıkça görülen bu durum, milliyetçilik söz konusu olduğunda görülmemektedir. Çünkü sosyalistlerde, insanların kendi bilinçlerinden bağımsız tıpkı sınıfları gibi milliyetlerinin de olduğu yönündeki milliyetçilerin var sayımları egemendir. Ve Marx’ı 113


sözde bir sosyalist olarak savunanların bizzat kendileri de milliyetçilerin millet hakkındaki, insanların seçim veya kabullerinin dışında bir milliyetlerinin olduğu; kimsenin milliyetsiz olamayacağı varsayımını paylaşmaktadırlar. Bu nedenle Marx’ı en büyük Almanlardan biri olarak savunmanın, bir ateisti en büyük Hıristiyan veya Müslüman olarak savunmaktan farklı olmadığını anlamamaktadırlar. Ama bunun sosyalizmle ilgisi yoktur. Sosyalizm ulusların, kendinde şey olarak var olamayacağını; ancak kendi için şey olarak var olabileceğini kabul eder. Ama kabulü böyle yaptığınız zaman, Marx’ı en büyük Alman olarak savunmak bir yana; Marx’ın böyle bir yarışmaya sokulmasına karşı çıkmanız, onun ulusunun olmadığını, dolayısıyla Almanlığa bir katkısının söz konusu olmayacağını savunmanız gerekir. Bu takdirde ancak; yenilginiz bile zafer olur, çünkü milliyetçiliğin var sayımlarını tartışma konusu yapmış ve onun egemenliğini sarsmış olursunuz. Durumun rezaletini görmek için şöyle bir örnek verelim. Bir adam düşünün, Allah'a inanmıyor ve hiçbir dinden değil. Dinlere karşı mücadeleye hayatını adamış. Belki onların yeterince bilimsel bir açıklamasını yapamamış ama onlara karşı olmuş. Sonra bu insan ölüyor. Onun takipçisi olduğunu söyleyenlerden, Hıristiyanlar içinde onun görüşlerini savunanlar, onun en büyük Hıristiyan olduğunu söylüyorlar. Burada söz konusu olan artık o takipçisi olduklarının değil, o takipçisi olduklarının kendisine karşı savaştıklarının zaferidir. Onlar artık, dine karşı savaştıklarını sanan Hıristiyanlardır; tıpkı bu günün milliyetçiliğe ya da burjuvaziye karşı savaştığını sanan sosyalist milliyetçileri gibi. * Bu körlük sadece Marx’ta görülmüyor. Diğer adaylar için de söz konusudur. Ve kendine sosyalist diyenlerin buna hiçbir itirazı yoktur. Milliyetçiliği karşı muazzam bir saldırı olanağı sunan bu yarışmada, bir tek sosyalistten bile, ne Marks ne de diğerleri için, onların milliyetinin olmadığı itirazı gelmemiştir; aksine bunu kabullenmişler ve o kabul içinde Marx’ın birinciliği için çalışmışlardır. Yarışmadan birkaç ismi göz önüne getirelim. İkinci olan Luther’i düşünelim. Luther bir Alman mıdır? Hayır. Şeyh Bederettin ne kadar Türk ise, Luther de o kadar Almandır. Ne Bedrettin’in ne de Luther’in zamanında uluslar yoktu çünkü. Ulusların tarihi yoktur. Uluslar insanlığın tarihini yağma edip, oradan bir ulusal tarih yaratırlar. Her hangi bir ortak soy anlamında veya ortak bir dili kullanmak anlamında eskiden insanlar belli kavimlerden olduğunu söyleyebiliyorlardı muhtemelen. Ama bunun, bu günün milliyetçilerin anladığı anlamda hiçbir politik anlamı yoktu. Tıpkı şimdi, gözü yeşil olmanın, solak olmanın veya belli bir klandan olmanın hiçbir politik anlamı yoksa öyleydi. Yani Luther Alman değildi. O zamanlar ne Alman ulusu ve ulusçuluğu vardı, ne Alman devleti ne de Almanca vardı. Luther’in Aşağı Saksonya lehçesine çevirdiği İncil’in lehçesi sonra Almanca adını aldı. Luther’in İncilinin baskıları ve dili bir Alman ulusunun ortaya çıkışında çok belirleyici oldu ama Luther’in ulusu yoktu. Bu henüz tek tanrıyı bilmeyen ama yaptıkları nesnel olarak tek tanrılı bir dinin ortaya çıkmasına etkide bulunmuş bir insanı o 114


dinden kabul etmeye benzer. Sosyalistler, bu durumu da kabul ederek, Luther’in de Alman görülmesine ve en iyi Almanlar arasında sayılmasına itiraz etmeyerek milliyetçilerin millet anlayışlarını paylaştıklarını ve onlara suç ortaklığı yaptıklarını itiraf etmiş olmaktadırlar. * Diğer bir örnek, Einstein. Einstein bir Alman mıydı? Hayır. Almanlar onu Yahudi diye dışladı ve Amerika’ya gidip Amerikan vatandaşı oldu. Orada, Almanya’nın Atom silahı geliştirip tüm dünyaya egemen olabileceği ve Hitler'den önce Atom bombası yapılması gereği üzerine Rooswelt’e meşhur mektubu yazdı. Bir daha Almanya’ya dönmedi. Einstein, Hem İsviçre hem de Amerikan yurttaşlığına sahipti. İsrail kendisine devlet başkanlığı teklif etmiş ve bunu reddetmişti ama aynı zamanda evrakını İsrail’e bırakmıştı. Ama aynı zamanda birleşmiş milletlere bir mektup yazarak bir dünya devleti kurulmasını önermişti. Einstein’ın kendisini Alman kabul ettiğine dair ortada hiçbir veri yokken, bir ihtimal Yahudi veya Amerikalı iken, ama daha büyük bir ihtimalle o da ulussuz, kendini hiçbir ulustan kabul etmeyen bir insanken, yarışmada o da en büyük Almanlardan biri olarak tartışılıyor. Ve bırakalım Allah’ın bir tek kulunu Allah’ın bir tek sosyalisti bile buna da itiraz etmiyor. Burada açık ki, milliyetçilerin insanlık tarihini, bilim tarihini ezilenlerin tarihini soyuşu söz konusudur. Bu anlaşılır bir şey. Ama sosyalistlerin buna bir ses çıkarmaması ve bu hırsızlığa hiçbir itirazda bulunmayarak, hatta Marx’ı da Alman yapıp burjuvazinin ve milliyetçiliğin çalmasına yardım etmesi ve sonra da bu hırsızlığı sosyalizmin bir zaferi olarak kutlaması anlaşılamaz. Elbet bunun da anlaşılamayacak bir yanı yoktur. Tek yapılması gereken şey sosyalistlerin milliyetçilerin millet anlayışlarını paylaştıklarını, yani milliyetçi olduklarını kabul etmektir. O zaman her şey yerli yerine oturmaktadır. 09 Aralık 2003 Salı

115


Fizikte Bunalım: Karanlık Madde ve Karanlık Enerji On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru bazı fizik bilginleri, fizik biliminin yakında biteceğini, keşfedecek bir şey kalmayacağını söylemişlerdi. Ama daha bu kehanetlerin mürekkebi kurumadan, öyle olaylar gözlemlenmeye başlanmıştı ki, fiziğin sonuna gelmesi ne kelime, var olan fiziğin temelleri sarsılmıştı. Bu gözlemlenen olaylarla Fizik, bir bunalım dönemine girdi. Önce eski bina bazı reformlarla, payandalarla ayakta tutulmaya çalışıldı, ama sonunda İzafiyet ve Kuantum teorileriyle bir devrim gerçekleşti. Ve bu fizik, yuvarlak hesap yirminci yüzyıl boyunca, mikro ve makro kosmostaki olayları açıklamak için mükemmel bir teorik temel sağladı. Ama şimdi, yirmi birinci yüzyılın başında, tıpkı yirminci yüzyılın başında olduğu gibi, fizik tekrar bir bunalıma girmiş bulunuyor. Bu yazıda kısaca bu bunalımı açıklamayı deneyelim. On dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyılın başındaki bunalıma yol açan gözlemler, eğer aşırı bir basitleştirme yapılırsa, Işık ile ilgiliydi. Nevton fiziğine göre ışık, doğru boyunca yayılıyordu ve parçacıklardan oluştuğu düşünülüyordu. Ama daha sonra ışığın dalga özellikleri gösterdiği de gözlemlendi. Bu ortaya birçok soru çıkarıyordu. Eğer dalga ise, bu parçacık anlayışıyla nasıl bir arada bulunabilirdi? Eğer ışık dalga ise, evrendeki boşlukta nasıl yol alıyordu? Bunun için içinde yol alacağı bir “ortam”, bir “şey” gerekirdi. Bunun için, sistemi kurtarmak üzere “Esir” ya da “Eter” denen bir “şey”in var olduğu düşünülerek bu soruna bir çözüm arandı. Ama ışık ikinci bir azizlik daha yaptı. O zamana kadar, Newton fiziğinin mantığına göre, hareket halindeki maddeye bir güç uygulanırsa, sürtünme de yoksa onun hızı sonsuza doğru artmalıydı. Yani hızın bir sınırı olmaması gerekiyordu. Ama deneyler, ışık söz konusu olduğunda, durumun bu kabule hiç de uymadığını gösteriyordu. Işık, kaynağının hızı ne olursa olsun, ister bize yaklaşsın, ister bizden uzaklaşsın, hep aynı hızla gidiyordu boşlukta. Önce ölçümler mi yanlış diye bakıldı. Sonra böyle olmadığı kesinlik kazanınca, var olan fiziğin temelleri sarsılmaya başladı. İşte ışığın bu iki azizliği, biraz basitleştirilmiş bir ifadeyle yirminci yüzyıl fiziğine damgasını vuran ve Fizikte bir devrim anlamına gelen iki büyük teorik sistemin kurulmasıyla aşıldı. Aşırı bir basitleştirmeyle denebilir ki, Kuantum Teorisi ile ışığın ve diğer parçacıkların garip, örneğin hem dalga hem parçacık olma gibi davranışlarını anlama ve hesaplamanın yolu açıldı. İzafiyet teorisi ile de, ışığın hızının yol açtığı sorun çözüldü. Newton fiziğinde Hız değişken, Kütle ve Zaman sabit iken, bu sefer, hız değişmez sabit olarak alınıyor (Işık hızı), ama bu sefer Kütle ve Zaman değişiyordu. Örneğin kütle artıyor saatler yavaşlayabiliyordu. Aslında çözüm çok sadeydi. Sabit ve değişkenlerin yeri değiştirilmiş, her şey başka bir ışık altında görülmüştü. Sağduyuya aykırı gelse de, büyük hızlar ve uzaklıklarda deneyler bu yeni teoriyi doğruluyordu. Kuantum ve İzafiyet teorileri her ne kadar ortak bir kavram sistemi içinde birleşmiş değilseler 116


de, esas olarak, yine yuvarlak olarak söylersek, Kuantum, atom altı alemde; İzafiyet Astronomik alemde, harika bir tutarlılıkla olguları açıklamayı mümkün kıldılar. Ve birkaç yıl öncesine kadar gelindi. Hatta son yıllarda, bu iki alanı ve teorik inşayı bir tek teoride birleştirecek, “Evren Formülü” ya da “Birleşik Alanlar Kuramı” denen alanda büyük ve umut verici atılımlar yapıldı. Zayıf ve Kuvvetli kuvvetlerin birliği gösterildi. Geriye elektromanyetik kuvvetin ve çekim kuvvetinin de bu çekirdek kuvvetleriyle birliği gösterilmesi kalıyordu. Ayrıca matematik modeller kullanarak on veya daha çok boyutlu ipliksilerden oluşan bir evren modeliyle dört temel kuvveti bir tek teoride birleştirme yönünde umut verici teorik ilerlemeler kaydedilmişti. Hasılı yine fiziğin “sonuna” gelinmiş gibi görünüyordu. Tam bu sırada, on dokuzuncu yüzyılın sonunda var olan fiziğe ışığın yaptığı azizliği bu sefer yirminci yüzyılın sonunda çekim gücü yapıyor ve bütün teorik sistemi alt üst eden yeni gözlemler yapılıyordu. Bu gözlemlere bağlı olarak, nasıl on dokuzuncu yüzyılın sonunda, hiçbir şekilde varlığı kanıtlanamayan ama dalganın boşlukta gidemeyeceği var sayımıyla bir “Esir” denen şeyin varlığını kabul ederek sorun çözülmeye çalışılmışsa, bu sefer de benzer şekilde “Karanlık Madde” ve “Karanlık Enerji” denen şeyler ile sorun çözülmeye çalışılmaktadır. Şimdi, önce bu Karanlık Madde ve Karanlık Enerji’nin var sayılmasına yol açan gözlemleri anlatalım. Önce Karanlık Maddeden başlayalım. Gezegenlerin yörüngelerini ve hareketlerini tanımlayan “Rotasyon eğrisi” vardır. Bunun esası Kepler yasasıdır. Bu yasa en kabaca şöyle ifade edilebilir. Bir gezegenin Güneş’e olan uzaklığı arttıkça hızı azalır. Yani örneğin güneşe yakın olan Merkür, çok uzak olan Neptün’den çok daha hızlı döner. Dış ceperdeki gezegenler, daha yavaş dönerler. Fizik yasaları her yerde aynıdır. Yani bu yasa sadece Güneş sistemi için değil, bütün başka sistemler, hatta galaksiler için de geçerli olmalıdır. Dolayısıyla galaksilerin spiral kollarında da aynı yasaya uygun olarak, dışa doğru gittikçe, merkez etrafındaki dönüş hızının yavaşladığı düşünülüyordu. Ne var ki, gözlemlerin hiç de bu beklentiye uygun olmadığını gösterdi. Rotasyon eğrisi uzaklıkla azalmıyor, sabit kalıyordu. Yani galaksinin merkezinden uzaktaki cisimler de tıpkı daha içte olanlarla aynı hızla hareket ediyorlardı. Uzaklık arttıkça hızın azalması görülmüyordu. Öyle hızlıydılar ki, normal olarak, merkezkaç kuvvetinin etkisiyle galaksinin çekim alanından fırlayıp gitmeleri gerekiyordu. Ne var ki, hiç biri bu davranışı da göstermiyordu. O zaman, onları orada tutan bir çekim gücü olmalıydı. Galaksinin bütün görünür maddesi toplandığında ise, fırlamayı engellemek için gerekli olan kütlenin sadece yüzde onunun var olduğu görülüyordu. Yani galaksilerdeki kara delikler, pulsarlar, beyaz veya kahverengi cüceler, yıldızlar, gezegenler, tozlar, gazlar, hasılı bilinen her şey toplandığında ortaya çıkan değer, gerekli olan kütlenin ancak yüzde onu kadar çıkıyordu. Peki bu galaksilerin dağılmasını engelleyen çekim gücü nereden geliyordu? Bu kendi varlığını sadece çekim gücüyle göstermekte olan, elektromanyetik ışımalarla hiçbir iletişim içinde bulunmayan şeye 117


“Karanlık Madde” denildi. Kaldı ki “Karanlık Madde” varsayımını gerektiren gözlemler sadece galaksilerin dönüşünde görülmüyordu, başka gözlemler de bu var sayımı zorunlu kılıyordu. Einstein’den beri, çekim gücünün etkisiyle uzayın veya ışığın yolunun eğrildiği önce ön görülmüş sonra da kanıtlanmıştı. Tabii burada hemen şöyle bir olanak ortaya çıkar, mademki büyük kütleler, daha arkadaki bir cisimden gelen ışığı eğmektedir, galaksiler veya galaksi yığınlarının çekim gücü, tıpkı bir mercek gibi kullanılabilir ve çok daha uzaklardaki galaksiler gözlemlenebilir. Bir mercekte ışığın ne kadar eğildiğinden, örneğin gözlük camında numarasından hareketle, gözlenen cismin gerçek yeri hesaplanabilir. Ya da tersinden bu gerçek yer biliniyorsa, göründüğü yer de biliniyorsa, gözlük camının kaç numara olduğu da hesaplanabilir. Burada çok açık bağıntılar vardır. Aynı şekilde, galaksi veya galaksi yığını bir ışığı eğiyor ve mercek etkisi yaratıyorsa, biz arkadaki cismin gerçek yeri ve göründüğü yer hakkında bir bilgiye sahipsek, gözlüğün numarasına karşılık düşen ne kadar büyük bir çekim gücü dolayısıyla kütlenin bu etkiyi yaptığını hesaplayabiliriz. Bu mercek etkileri incelendiğinde de şu görülüyordu, o çapta bir ışık eğilim veya kırılması için, galaksilerin görünebilir kütlesi yetmemektedir. Var olan kütle gerekli olanın yüzde onu kadardır. Bu çekimi ve ışığın eğrilmesini yaratan bir çekim gücü gereklidir. Böylece Karanlık Madde, birbirinden bağımsız başka fenomen ve gözlemleri (Hız nedeniyle fırlamama ve mercek etkisinin gücü) açıklayabilmek için biricik kabul edilebilir var sayım olarak ortaya çıkmaktadır. Var olan teorik sistem, ancak “Karanlık Madde” ya da “Hayalet Madde” denen, varlığı hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir madde türünün varlığını kabul ederek ayakta durdurulabilmektedir. Ve daha da ilginci, hesaplara göre, görünebilir madde, (ya da Baryonlardan oluşan madde de denebilir; Kara delikler gibi “görünmez” olanlar da bu görünebilire dahildir) evrende var olması gereken maddenin ancak yüzde onunu meydana getirmektedir. Gerisi, yani yüzde doksanı, “Karanlık Madde”dir. Bu karanlık madde olmadığı takdirde, galaksiler, yıldızlar, dolayısıyla gezegenler ve bizlerin var olması mümkün değildir. Böylece fizik öyle bir noktaya gelmiştir ki, bütün bu galaksiler, yıldızlar, kara delikler vs. yani gözlemlediğiniz evren, gerçekte evrende olması gereken maddenin yüzde onudur. Bu evren yüzde doksan, ne olduğunu bilmediğiniz, hakkında hiçbir fikrimiz olmayan “Karanlık Madde”den oluşmaktadır. Bu aslında tam anlamıyla bir iflasın ilanından başka bir şey değildir. Fizik, bu evren yüzde doksanıyla ne olduğunu bilmediğimiz karanlık maddeden oluşmaktadır demektedir. Bu kadar olsa yine de iyi, daha kötüsü geliyordu. Bir süre sonra, başka gözlemler de yapılmaya başlandı. Einstein’in teorisine göre, evrenin genişlemesinin giderek yavaşlaması gerekir. Ne var ki, 118


gözlemler, evrenin giderek artan bir ivmeyle genişlediğini; galaksilerin giderek artan bir hızla uzaklaştıklarını göstermektedir. İlk önceleri yine gözlemlerde ya da hesaplar yapıldığı düşünüldü ve bu giderek artan bir hızla genişleme kuşku ile karşılandı. Ama bu gün artık, evrenin giderek artan bir hızla genişlediği, bütün astrofizikçiler için kabul edilmiş bulunuyor. Zaten 2003 yılında, Science (Bilim) dergisinin yılın en büyük buluşu seçtiği şey, bunun artık kanıtlanmış oluşudur. Evrenin çocukluk döneminin (400.000 yılki hali, evren 13,7 milyar yaşında), arka plan ışımasıyla çıkarılan çok hassas resimleri, evrenin artan bir hızla genişlediğini kanıtlıyor. İşte bu genişlemeyi yaratan bir güç olması gerekiyor. Ama bu gücün de, ne olduğu hakkında, en küçük bir fikrimiz yok. İşte, tıpkı karanlık madde gibi, hakkında en küçük bir fikrimiz olmayan bu güce de “Karanlık Enerji” deniyor. Ama hesaplamalara göre, Karanlık Enerji, evrenin yüzde yetmiş üçünü oluşturuyor. Yani aşağı yukarı karanlık maddeden de üç misli fazla. Yüzde yirmi üçünü de Karanlık madde oluşturuyor. Geriye kalan yüzde dört de bildiğimiz bütün maddeden oluşuyor. Yani fiziğin dediği şu oluyor: yüzde doksan altısının ne olduğu hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir evrende yaşıyoruz. Bu fiziğin iflasının utangaç bir şekilde ilanından başka bir şey değildir. Burada fiziğin karşısında iki yol görünüyor. Bir olasılık, bu karanlık madde ve enerjinin bir şekilde mahiyetinin kavranması olabilir. Örneğin, diyelim ki, nötronların kütlesi varsa, bu, en azından karanlık madde için bir açıklama sunabilir. Ama diğer bir olasılık da, fizikçilerin tıpkı bir zamanlar var olan teorik sistemi kurtarmak için “Esir” ya da “Eter”i var saymaları gibi; (o da doğrudan gözlemlenemeyen, ışık dalgalarının boşlukta gidemeyeceğinden çıkarılan bir varsayımdı) “Karanlık Madde” ve “Karanlık Enerji”yi var sayma durumunda oluşlarıdır. Belki yapılması gereken, “Esir” benzeri “Karanlık Madde ve Enerji”nin aranması değil, bu varsayımlara ihtiyaç bırakmayacak yeni bir teorik sistemin aranması olmalıdır. Tıpkı bir zamanlar Einstein’in her şeyi bambaşka bir ışık altında görmesi gibi, her şeyi bambaşka bir ışık altında görmektir gereken. Kanımızca, “Karanlık Madde” ve “Karanlık Enerji” kavramları, var olan teorik sistemin yıkılışını engellemeye yönelik payandalardan; reform çabalarından başka bir şey değildir. Kanımızca sorun, Karanlık Madde ve Enerji’nin araştırılmasında değil; o kavramları gereksiz kılacak yeni bir teori ve bakış açısındadır. Astronomlar ve fizikçiler kafalarını, Karanlık Enerji veya Karanlık Madde’nin ne olabileceğine yormaktan ziyade, başka bir bakış açısı ve teorik sisteme yorsalar, çok daha iyi ederler. En azından fizik biliminin tarihinin dersleri, bunun daha büyük bir olasılık olduğunu ima ediyor. Bu imayı ciddiye almak gerekir, en azından boylamamalı. 119


Ama Kantum ve İzafiyet teorileri öyle mükemmel bir sistem sunuyorlar ki, yeni sistemin kesinlikle onları içermesi gerekiyor. Tıpkı, Einstein’in teorisinin, Newton fizigini özel bir hal olarak içermesi gibi. 25 Aralık 2003 Perşembe

120


Ararat Geçen hafta Atom Egoyan’ın Ararat filmini görebildim. Bu film üzerine ve film vesilesiyle bir kaç şey söylemek gerekiyor. Atom Egoyan’ın filmi sadece film içinde bir film değil, iç içe geçen bir çok hikayeden oluşuyor. Film, Ermeni katliamı üzerine bir film; Ermeni katliamı üzerine bir Ermeni olarak film yapmanın sorunları üzerine bir film; İki binli yıllarda Kanada’da yaşayan bir Ermeni olarak bu konuda film yapmanın sorunları üzerine bir film; modern batı metropollerinde yaşayan insanların ilişkileri ve ilişkisizliği üzerine bir film; kuşaklar çatışması üzerine bir film; ünlü ressam Arshile Gorky’nin hayatı üzerine bir film; Babasız büyüyen çocukların veya babalarının anısı altında ezilen çocukların sorunları üzerine bir film; mit yaratmak üzerine bir film; mitlerin gerçek hayatları üzerine de bir film; Dr. Ussher’in anıları üzerine bir belgesel; ama belgesellerin ne kadar belgesel olduğu; onların ne kadar gerçeği yansıttığı veya yansıtabileceği üzerine de bir film. Burada saymakla bitmeyecek ve her bir hikayenin, her bir konunun diğerine ayna görevi gördüğü; bir yabancılaşma etkisi yaratmak için de kullanıldığı, zaman ve mekan ve hikaye geçişlerinin büyük bir ustalıkla yapıldığı sanat değeri yüksek bir film Ararat. Ben de kısaca Ararat film üzerine, yani bir Ermeni tarafından Ermeni katliamı üzerine yapılmış bir film üzerine bir Türk olarak yazı yazmanın sorunları üzerine bir yazı yazmak istiyorum. Bu film üzerine, her türlü politik kaygıdan azade olarak, sırf estetik kaygılarla, sırf felsefi kaygılarla bir yazı yazmak isterdim. Filmin çok önemli gördüğüm bir zaafı üzerine bir yazı yazmak isterdim. Ama böyle bir yazı yazamam. Çünkü Türkiye’de devlet ve toplumun büyük çoğunluğu, bir Ermeni, Süryani katliamı olduğunu inkar ediyor. Çünkü bu film Türkiye’de oynatılamıyor. (Osmanlı’da oyun çok. Baktılar doğrudan yasaklasalar olmayacak, önce serbest bıraktılar, sonra iyi saatte olsunlar faşist çeteler piyasaya sürülüp, “halkın tepkisi” nedeniyle sinemaların oynatmaması sağlandı. Halbuki demokratik bir ülkede, devletin görevi o “halkın tepkisi”ne karşı, bir tek kişinin bile o filmi seyretme hakkını savunmak olur.) Ne zaman Türkiye’de Ermeni-Asuri katliamı inkar edilmez ve üzerine açıkça tartışılır; ne zaman bu film Türkiye’de serbestçe oynar ve her hangi bir engellemeye girişenlere karşı devlet güçleri insanların bu filmi seyretme özgürlüğünü garantiye alır, ancak o zaman Egoyan’ın filmi üzerine her türlü politik kaygıdan azade olarak bir yazı yazılabilir. Yani bir Türk olarak, bu film üzerine bir yazı yazma özgürlüğüm bulunmamaktadır. İnkar edilen bir olay üzerine çevrilmiş yasaklanmış bir film üzerine yazı yazmak, elleri bağlı ve 121


savunmasız bir insana vurmaktan farklı olmaz. * Bu vesileyle Türkiye’nin sosyalistlerine bir çağrı. Politikadan ve demokratik görevlerden kaçmak için, işçilere bilinç götürmeyi; emekçi halkın sıkıntılarından bahsetmeyi; globalizme karşı dünyanın bilmem neresindeki gelişmelerin ateşiyle ısınmayı falan bırakın artık. Nasıl olsa işçiler ve halk sizi dinlemiyor. Ama başka bir şekilde işe yarayabilirsiniz. Örneğin politik sonuçları olan kültürel ve kalıcı etkiler bırakan çalışmalara yönelebilirsiniz. Örneğin, Atom Egoyan’ın filmi faşistlerin gösterisiyle oynatılmıyor mu? Bu filmin gösterilmesi için, “Ararat'ı seyretme özgürlüğümü savunmayan devleti protesto ediyorum” diye filmin oynatılması için kampanya başlatabilirsiniz. Emin olun böyle bir şey yapmanın, yüz işçi grevi örgütlemek; bin işçiyi sendikalı yapmak; on işçiyi sosyalist yapmak kadar sevabı vardır. Bu filmin oynatılıp oynatılmaması üzerine, toplumda bir tartışma başlatmanız, filimin oynatılması sağlanamasa bile, başlı başına bir zafer olur. Ya da örneğin, dedelerinizin, babalarınızın Ermeni Süryani katliamında, nerelerde ne yaptığını ifşa eden, alttan bir hareket başlatabilirsiniz. Herkes tek tek ailesini araştırır, dedelerinin bu katliamlar sırasında ne yaptığını. Ailesinde bu katliamlardan gelen bir gayrı menkul, bir servet, ahretlik türünden bir ev kölesi vs. olanlar bunları kamu oyu önünde anlatıp, bu katliamı lanetleyebilir. Ermeni, Süryani ve Rum katliamları, sürgünleri ve mübadeleleri devlet ve ilk sermaye birikimini bu kanlı olaylarla sağlamış zengin sınıflar tarafından inkar dilmektedir ama, sıradan halk bu katliamı ve somut olayları bilmektedir. Bu halkın anlattıkları derlenerek, devletin ve egemen sınıfların ve gerici Türk milliyetçilerinin inkarlarına karşı, aşağıdan bir hareket başlatılabilir. Hasılı bir çok şey yapılabilir. Sosyalistler, böyle çabaların başını çekerlerse, tekrar altmışlı yıllardaki gibi, demokratik mücadelenin önüne geçip, küçük güçlerine rağmen toplumun gündemini belirlemeyi başarabilirler. Yani sadece sevabı yok, politik bir işlev ve anlam da kazandırır sosyalistlere. Değmez mi böyle girişimlere. 04 Mayıs 2004 Salı

122


Kemalizm ve İslam Kemalizm ve Politik İslam aynı madalyonun iki yüzüdür. Politik İslam’ın Kemalizm’e; Kemalizm’in Politik İslam’a hava gibi, su gibi ihtiyacı vardır. Türkiye batılılaştıkça, modernleştikçe ve de laikleştikçe Müslümanlaşmıştır. Türkiye bu kadar laik ve batılı olmasaydı bu kadar Müslüman olmazdı. Osmanlı güya bir İslam imparatorluğu idi, nüfusunun büyük bölümü Müslüman değildi; Türkiye Cumhuriyeti ise laik, batıcı ve de batılıdır ama, Politik İslam’ın çok sevdiği ifadeyle, nüfusunun yüzde doksan dokuzunu Müslüman yapmayı başarmıştır. (Alevileri Müslüman saymakta Politik İslam’ın Kemalizm’e bir itirazı yoktur.) Osmanlı’ya egemen olanlar, Müslüman devşirmelerdi, onlara Türk diyen batılılardı; onlar kendilerini Türk olarak görmüyor ve Türk’ü kaba, cahil anlamında bir hakaret sıfatı olarak kullanıyorlardı. Bu sınıfın sonradan uydurması olan “Türklerin devlet geleneği” denen şey aslında, Bizans-Osmanlı’dan beri gelen ve kökleri Sümer’e dayanan bu sınıfın geleneği ve ideolojisidir. Tarihte bir tek Türk devleti vardır: Türkiye Cumhuriyeti. Ve onu da Türkler değil işte bu Türklerin devlet geleneğinden söz eden, Bizans-Osmanlı artığı sınıf kurmuştur. Daha doğrusu zaten var olan devleti Türk devleti yapmıştır. Bu Müslüman devşirmeler kastı ya da sınıfı; varlığını ve egemenliğini borçlu olduğu devleti sürdürebilmek için her şeyi yapmaya ve her şey olmaya hazırdı. Birinci Büyük Millet Meclisinde bunu açıkça da ifade ediyorlardı: “Şeytan da oluruz Bolşevik de” diye. Milliyetçiliğin Osmanlı’ya geldiği dönemde, artık milliyetçilik eski demokratik ve cumhuriyetçi niteliğini yitirdiğinden, Balkan ve Anadolu’da bir burjuvazi de Hıristiyanlar arasında geliştiğinden, Burjuvazinin milliyetçiliği, bir etniye ve dine dayanan, çoğu kez de etni ve din çakıştığı için ikisine birden dayanan bir milliyetçilikti. Burjuvazinin bu milliyetçiliği, Bizans-Osmanlı devletçiliğini ve varlığı buna bağlı Müslüman Devlet Sınıflarını tehdit ediyordu. Bu nedenle onlar, egemenliğini sürdürmek için Osmanlı Ulusçuluğu para etmeyince bir süre Pan İslamizm ile oyalandıktan sonra, Türk ulusçuluğunda karar kıldılar ve Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratıldı. Ne bu ulusu ve ulusçuluğu yaratan kastın; ne de kendisinden bu ulus yaratılan nüfusun soy olarak Türklükle bir ilgisi bulunmuyordu. Balkan ve Kafkas göçmenlerinden; Anadolu’nun büyük ölçüde Müslümanlaşmış ahalisinden, biraz da Türkmen ve Oğuz soyundan göçebe ve köylülerden yaratıldı bu ulus. Öyle ki, soy ve dilce herkesten daha Türk olan Karamanlılar, sırf Ortodoks oldukları için zorla Yunanistan’a sürüldüler; Adaların bir kelime Türkçe bilmeyen muhtemelen Rum asıllı Müslümanları da onlara karşılık alındılar. Müslüman Hıristiyan çelişkisi gibi görünen aslında, Kapitalizm öncesini temsil eden Osmanlı Devlet sınıfları ile Hıristiyanlar arasında gelişmiş modern burjuvazinin çatışmasıydı. Osmanlıcılık da, Pan İslamizm de, Türk milliyetçiliği de gerici Bizans-Osmanlı devletçiliğini temsil ediyordu. Başta Ermeniler olmak üzere, Hıristiyan ahalinin katliam, sürgün ve 123


mübadeleleri, kapitalizmin tasfiyesi, prekapitalizmin güçlenmesidir. Bu tıpkı, “devlet benim” deyişinin çıktığı Fransız devletçiliğinin, Sen Bartelmi katliamlarında Protestanlığı, yani burjuva gelişimi katletmesi gibidir. Bu katliam Fransa’nın modern burjuva gelişime girişini 100 yıl geciktirmiş ve sonunda Fransız Devrimi bu gecikmenin acısını çıkarmıştır. Hıristiyan burjuvazinin devlet sınıflarınca tasfiyesi, devletçiliğin yanı sıra prekapitalist toprak ağa ve şeyhliğinin; tefeci bezirganlığın güçlenmesi sonucunu vermiştir. Bu tefeci bezirganlığın ve ağalığın ideolojisi ise Müslümanlıktı. Güçlendirdiği tefeci bezirganlığı kontrol altına alabilmek için, devlet sınıfları kendi İslam yorumunu devlet dini yaptı ve bu resmi Müslümanlığa da laiklik adını verdi. Bu devletçilik Hıristiyan katliamlarıyla, laikliğin temeli olan nüfusu ve toplumsal ilişkileri bizzat kendi yok etmişti. Ne var ki, 1970’lere kadar, İslam genel olarak tefeci bezirganlığın ideolojisiyken, 1970’lerden sonra yeni çıkan ve çoğu bu tefeci bezirganların çocukları olan, Anadolu Burjuvazisinin bayrağı oldu. Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, sadece devletçiliğin keyfiliğinden bıkmış işçileri değil, büyük şehirlerin Seküler burjuvazisinin bile desteğini aldı. Bu destekle birlikte de eskiden Müslüman yazarların konusu olan Sabetaycı Komplo teorileri Kemalistlerin başlıca ilgi konularından oldu. Ama dikkat edilsin, Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, devlet sınıflarına karşı gerçekten onları tecrit edecek, politik iktidarın seçilmiş temsilcilerin elinde bulunacağı tedbirler almıyor; böyle girişimlerde bulunmuyor. Devletin her türlü din eğitiminden elini çekmesi, İmam Hatiplerin kapanması; Diyanet İşlerinin lağvı; İmam, Müezzin gibilerin maaşının vergilerden ödenmesine son verilmesi ve bunların Müslümanların bağışlarıyla geçinmesi; devletin sadece inanç özgürlüğünü ve eşitliğini garanti altına alması gibi gerçekten laik girişim ve talepleri ağızlarına bile almıyorlar. Halbuki böyle talep ve girişimler bir anda, Türkiye’deki bütün Alevilerin, dinsizlerin, şehir orta sınıflarının desteğini alır ve Kemalist bürokrasinin bütün demagojisini açığa çıkarıp onu tecrit eder. Böyle gerçek bir laiklik, ki demokratikleşmenin şartlı olan devletçiliğin tecridini de getirir, Kemalizm’in laiklik denen resmi İslam’ını yok edeceğinden, Politik İslam’ın mazlumu oynama şansı kalmaz. Bu da geniş ezilen yığınların hızla burjuvazisin etkisinden sıyrılışını getirir. Bu nedenle AKP Kemalist devletçiliği tümüyle tasfiye edecek hiçbir adım atmıyor. Çünkü, ancak bir Kemalist İslam olan Laiklik var olursa Burjuvazinin Politik İslam’ı var olmaya devam edebilir ve bu ideolojik kayıkçı dövüşünü sürdürebilir. 28 Mayıs 2004 Cuma

124


Sabetaycılar, Yahudiler, Anti-Semitizm ve Kemalizm Eskiden İslamcı yazarların ilgi alanında bulunan Sabetaycılar, Yahudiler ve bunlar üzerine komplo Teorileri, son zamanlarda Soner ve Küçük Yalçın’ların kitaplarıyla tekrar gündeme geldi. Sanılanın aksine, bu kitaplarda neyin söylendiği değil, niçin, şimdi ve nasıl söylendiği daha önemli ve anlamlıdır ve toplumsal sınıfların konum, yapı ve ilişkilerindeki değişmeleri anlamak için ilginç ip uçları sunarlar. Herkesin bildiği gibi, tarih tarihle değil, bu günün tartışmalarıyla ilgilidir ve bu gün çatışan güçlerin çıkarlarını korumanın aracıdır. O halde soralım: “Bayram değil, seyran değil eniştem beni niye öptü?” Türkiye’nin devlet sınıflarının, ya da Kemalist nomenaklaturanın çıkar ve eğilimlerini yansıtan bu yazarlar niye Sabetaycılara taktılar? Bu hangi toplumsal gücün eğilim, çıkar ve konumunun savunusudur? Yirminci yüzyıla kadar İslam’ın yayıldığı ülkelerde bir Yahudi düşmanlığı yoktur. Yahudi düşmanlığı, Batı Ortaçağının Hıristiyan ülkelerinde, kimi zaman tefeci-bezirgan sermayeye yönelik bir tepkinin; kimi zaman da kendileri tefeci bezirganlaşmış Hıristiyan tüccarların ve burjuvaların, bezirgan bir kavim olan Yahudilere rekabetinin bir aracı olarak görülür. Burjuva devrimleri Yahudileri gettodan kurtarıp eşit yurttaşlar haline getirdi. Bundan sonra Yahudiler devrimci demokratik fikirlerin en büyük taşıyıcısı olmuşlar ve İbrani dininde derin kökleri olan ve bütün Hıristiyan ve İslam ihtilalci tarikatlara ilham veren mesiyanik gelenek üzerinden modern sosyalizmin de en büyük kurucuları ve geliştiricileri olmuşlardır. Proletarya, yer yüzünde bin yıllık adil düzeni kuracak modern bir Mesih'tir de. Bu nedenle, burjuva devrimcisi mason derneklerinde de; sosyalist ve işçi örgütlerinin içinde de, kapitalizmi ve komünizmi bir Yahudi komplosu olarak gören teorileri haklı çıkarırcasına, Yahudiler toplumdaki oranlarıyla kıyaslanamayacak bir nicelik ve nitelikte yer almışlardır. İçinden Yahudilerin çıkarıldığı bir burjuva uygarlığından ve modern sosyalist ve işçi hareketinden geriye pek bir şey kalmazdı. Ne var ki, burjuvazinin ezilen sınıfların korkusu yüzünden gericileşmesi ve modern toplumun örgütlenmesinin temeli olan ulusu, yurttaşlık haklarıyla değil, dil, din, soy, etni ile tanımlamaya başlamasıyla birlikte; Burjuva gelişim Avrupa’da doğuya doğru yayıldıkça, Yahudileri gettodan kurtaran burjuva devrimciliğinin; demokratik ve cumhuriyetçi; insan ve yurttaş haklarına dayalı ulusçuluğun yerini; dine, dile, soya dayanan milliyetçilikle birlikte anti semitizm ve Yahudi pogromları almaya başladı. Buna karşılık hem buna bir tepki olarak, hem de bizzat kendisi de aynı gericileştirici eğilimin etkisinde olduğundan; Yahudi burjuvazisi de demokratik ve cumhuriyetçi bir ulusçuluktan; dile, dine, soya dayanan Yahudi ulusçuluğuna, yani Siyonizm'e geçiş yaptı. Buna karşılık, Yahudi işçiler ve entelijansiya, burjuva devrimlerinin ideallerinin tek tutarlı sürdürücüsü kalmış işçi hareketine daha bir güçle yöneldi. Ve bu aşağı yukarı Sovyetlerin bürokratik bir kast tarafından ele geçirilmesine kadar devam etti. 125


Yahudiler içindeki sosyalizm ve Siyonizm tartışması, özünde, Yahudiler üzerindeki baskının tüm diller, dinler, kültürler, etniler arasında eşitliği sağlayan bir ulusçulukla mı; yoksa Yahudilerin de kendilerini dışlayanlar ve ezenler gibi, dile dine soya dayanan bir ulusçulukla ve devletle mi son bulabileceği tartışmasıdır. Yani bu gün Kürt hareketi içinde Öcalan ve diğer Kürt milliyetçileri arasındaki tartışmadır. Ne var ki, Sovyet devriminin geri bir ülkede olup yayılamaması, tecridi ve sonunda bir bürokratik kasın iktidarının aracı olması; bunu sonucu olarak, dünyadaki sosyalist hareketin de ulusu gerici burjuvazi gibi dil, soy, etni ile tanımlaması ve demokratik geleneklere veda etmesi sonucu, Yahudiler de, özellikle soykırımın da etkisiyle önceleri hiçbir zaman güç bulamamış gerici ulusçuluğa, Siyonizm’e akmaya başladılar. Ve bu gerici milliyetçilikle kurulan İsrail devletinin dünyanın aort damarını garanti altına almak için Emperyalist ülkelerce desteklenmesi sonucu, Siyonizm mi sosyalizm mi; yani ulusu dille, dinle, soyla tanımlamayan demokratik cumhuriyetçi bir ulusçuluk mu; ulusu dile dine, etniye soya göre tanımlayan bir ulusçuluk mu çatışmasını, bütün dünyada olduğu gibi, Yahudiler arasında da, bu gün Siyonizm kazanmış gibi görünmektedir. Ama unutmamalı, yirminci yüzyılın başlarında da Sosyalizm karşısında Siyonizm’in en küçük bir şansı görülmüyordu. İslam ülkelerinde Yahudi düşmanlığının ve Siyonist komplo teorilerinin yankı bulması Irkçı, İsrail devletinin kuruluşundan sonradır ve Arap ve Müslüman burjuvazinin eğilimlerini yansıtır. Batı’nın emperyalistlerinin artık bir anti-semitizme ihtiyacı yoktur, aksine, Orta Doğu petrollerini garantilemek için, İsrail devletinin varlığı ve ona destek hayati önemdedir. Avrupa ve Almanya için, Nazi’lerin yaptığı Yahudi soykırımı karşısındaki lanet törenleri, bu politikayı meşrulaştırmanın bir aracıdır. Nasıl Türkiye’nin solcuları anti-emperyalizm adına genel kurmay politikalarının destekçiliğini yaparlarsa; Alman solcuları da; Nazi vahşetinin lanetlenmesi adına, Siyonist ırkçılığı, İsrail devletinin yaşama hakkı diye desteklerler ve hatta kendine “anti-Nasyonalist” diyen kimileri, İsrail ve Amerikan bayraklarıyla yürüyüşler düzenlerler. Ama aynı zamanda anti-semitizm ithamı, ABD karşısında Arap ülkelerini destekleyerek bir denge kurmaya çalışan Avrupalı emperyalistlere ve güçlere karşı, ABD emperyalizminin ve Irkçı İsrail Siyonizm'inin onları hizaya getirmeye yarayan bir sopasıdır. Örneğin bu çatışma geçen yıl Almanya’da, Araplarla daha yakın ilişkileri savunan bir politikacının, İsrail tarafından manevi olarak öldürülmesi ve onun da dayanamayıp intihar etmesine karşılık, Siyonist bir talksohwcunun, kirli çamaşırlarının ortaya çıkarılarak yine manevi olarak saf dışı edilmesinde olduğu gibi, “bir bizden bir sizden” mesajlarıyla, zaman zaman çok sert biçimlerde sürmektedir. Arap ve İslam ülkelerindeki anti semitizm İsrail’in varlığıyla doğrudan bağlıdır ve ondan sonra ortaya çıkmıştır. Siyonizm’e karşı Arap ve Müslüman burjuvazinin bir karşı tepkisi olarak. 126


Osmanlı’da burjuva devrimlerinde ve Türk ulusunun yaratılmasında, yani Türk modernleşmesinde Yahudilerin oynadığı çok özel rol nedeniyle, Türkiye’deki anti-semitizm ve Komplo teorileri daha eskilere gider ve çok ayrı sebepleri vardır. Osmanlı’da Müslüman devlet sınıfları, bütün fatih kavimler gibi, haraçla yaşadıklarından ve devleti oluşturduklarından bunlar arasında, ticaret ve zanaat, “haşa min huzur tüccar taifesinden” denerek aşağılanmıştır. Bu nedenle, ticaret ve zanaat Hıristiyan nüfusun işi olmuştur. Dolayısıyla da burjuvazi ilk kez Hıristiyanlar arasından çıkmıştır. Ama bu burjuvazi ortaya çıktığında, artık burjuvazi, demokratik ve cumhuriyetçi insan ve yurttaş haklarına dayalı ulusçuluğu çoktan terk etmiş; dile, dine, etniye dayanan bir ulusçuluğa geçmiştir. Bütün bu Hıristiyan burjuva sınıflarının, kendisinden dile, dine, soya dayanan uluslar ve ulusal devletler kurabilecekleri bir nüfus vardır. Rumlar ve Ermeniler ve diğer Balkan halkları gibi. Hıristiyan burjuvazi dışında, bir tek istisna vardır, kendi içinden bir burjuvazi çıkarmış: Yahudiler. Zaten Fenikelilerden beri Akdeniz ticaretini elinde tutan; Venediğe karşı Osmanlı ticaretini güçlendirmek için, İspanya’dan gelmeleri teşvik edilen, Doğu Akdeniz’in (Levant) ticaret yolları ve liman şehirlerinde bir Yahudi burjuvazi de oluşmuştur. Ayrıca bu burjuvazinin önemli bir bölümü, daha önceki yüzyıllarda Mesihçi bir hareket ve tarikatın dışardan Müslüman görünmeyi kabul etmiş; “Sabetaycılar”, “Selanikliler” veya “Dönmeler” diye tanımlananlarından oluşmaktadır. Hıristiyan halkların burjuvazisi ile hala prekapitalist dünyada yaşayan ve burjuva değişimlerde kendi varlığına ve yaşamına karşı bir tehdit gören Müslüman ahali ve oluşacak burjuva devletlerin kendi varlığının koşulu olan devleti yok edeceğini gören Müslüman devlet sınıfları arasındaki çatışmanın yanı sıra Yahudi burjuvazi ile Ermeni ve Rum Hıristiyan burjuvazisi arasında da bir rekabet ve çatışma bulunmaktadır. Bu durum da ister istemez, Prekapitalizmin temsilcisi Müslüman devlet sınıfları ve ahali ile modern Yahudi burjuvazisi arasında bir çıkar ve konum ortaklığı yaratmıştır. Gerek Osmanlı’nın Katolik engizisyona karşı sığınma sunması; gerek İslam’ın kendini özüne dönmüş saf İbrahim dini ve İbrahim’i Müslüman olarak görmesi; gerek Sabetaycıların Müslüman görünmesi gibi ek katalizatörlerle bu yakınlık daha da pekişmiştir. Böylece, ortada bir yanda burjuvazisi olmayan, Hıristiyan ulus ve burjuvaların tehdidi altında prekapitalist bir Müslüman nüfus ve devlet sınıfları; diğer yanda yine bir burjuva olarak aynı tehdidi hisseden ve bu burjuvalarla rekabet içinde bulunan ama aynı dile ve dine sahip içinden dayanacağı bir ulus yaratabileceği bir nüfustan yoksun Yahudi ve onun bir biçimi Müslüman görünüşlü Sabetaycılardan oluşan bir burjuvazi. Tencere yuvarlanmış ve kapağını bulmuştur. Müslüman prekapitalizmin devlet sınıfları ve halkın burjuvazisi yoktur; Yahudi burjuvazinin de dayanacağı ve içinden bir ulus yaratacağı halkı. Avrupa’daki Yahudilerin arasında o zamanlar henüz Siyonizm çok zayıftır ve ulaşılmaz bir hayal gibi görünmektedir. Bu nedenle bu Yahudi burjuvazisi için Siyonizm'in bir çekiciliği yoktur. Olsa bile Rum ve Ermeni burjuvazisinin tehdidi ve rekabetine karşı kısa vadede somut 127


bir çare olmaktan uzaktır. Diğer yandan Avrupa’daki Yahudilerin çoğu devrimci demokratik özlemlerin biricik tutarlı savunucusu olan sosyalist ve işçi harekete angajedir. Onlarla arasında bu nedenle her hangi bir rezonans olmaz. Çünkü kendisi de tıpkı diğer Hıristiyan burjuvalar gibi artık burjuvazisinin devrimci barutunu tükettiği bir çağın burjuvazisidir ve ulusu gerici imparatorluk karşısında yurttaşlıkla değil, soyla, dille, dinle tanımlayan gerici bir ulusçuluğa eğilimlidir. Bu nedenle, Avrupa’dan, aydınlanmanın demokratik devrimciliği ya da sosyalizm değil, pozitivizm ve gerici sosyolojiler ve gerici ulusçuluklar getirilir. Ne sonra güçlenen Siyonizm ne de devrimci demokratik idealleri savunan sosyalizm bu Yahudi burjuvazinin siyasi projesi olamazdı. Öte yandan çıkar ortaklıklarının beslediği olağanüstü bir olanak ortada duruyordu. Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratmak ve kendilerinin de o ulusun burjuvazisi olması. Böylece Osmanlı devlet sınıfları ile Selanik ve İzmir gibi şehirlerde özellikle yoğunlaşmış ama bütün ticaret yollarının düğüm noktalarında da var olan Yahudiler ve Sabetaycılar arasında bir çıkar ve kader ortaklığı ortaya çıktı. Bu İttihat Terakki’de açıkça görülebilir. Bu günkü komplo teorileri bu ortaklığın somut görünümlerine dayanmaktadır. Tabii Müslüman ahaliden bir Türk ulusu fikri hemen doğmadı önce Osmanlıcılık gibi denemeler de yapıldı. Bu Türk ulusu fikri oldukça sonra, Avrupalıların Osmanlılara ve o topraklarda yaşayan Müslüman ahaliye Türk demesi; Almanya’nın Rusya’yı arkadan kuşatmak ve Hint yolu için pan Türkizmi yaratıp beslemesi; daha önce İpek yolu üzerinde bezirganlaşmış ve zenginleşmiş Türk dilinden Hazar kavminin Musevi dinini benimsemesi ve bunların kalıntılarından (Kerait Yahudileri) ortaya çıkmış burjuvazinin geliştirdiği bir Türk milliyetçiliğinin etkileri gibi bir çok rastlantının bir araya gelmesi sonucu ortaya çıkmıştır. En ateşli Türk milliyetçileri ve Türk milliyetçiliğinin kurucuları genellikle yahudiler ve sabetaycılar arasından çıkmıştır. Hasan Tahsin ve Tekin Alp bunların en bilinen örnekleridir. Türklerin atası olan, Atatürk, Osmanlı Devlet sınıfları ile bu Yahudi ve Sabetaycı burjuvazinin çıkar ve kader ortaklığının en somut sembolüdür. Muhtemelen Sabetaycı bir kökenden gelen, ama öyle olmasa bile Selanik nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan Yahudiler ve “Dönme”lerin kültürel atmosferinde; Kerayit öğretmenlerden ders alan; bu “dönme”lerin kurduğu modern okullarda okumuş bir Osmanlı paşasıdır. Denebilir ki, Yahudiler dünyada iki ulus yaratmış iki devlet kurmuştur. Biri İsrail ulusu ve devleti diğeri Türk ulusu ve devleti. Batı Avrupa’nın Yahudileri kendilerini gettodan kurtaran insan ve yurttaş haklarına dayalı ulusçulukla kendilerini kurtarmışken; Orta ve Doğu Avrupa’nın Yahudileri bu devrimci demokrasiye sosyalizm bayrağı altında İşçi hareketi aracılığıyla ulaşmaya çalışırken, Osmanlı’daki Yahudiler, kader ve çıkar ortaklığı içinde oldukları Osmanlı’nın Müslüman devlet sınıfları ile birlikte, Müslüman Ahaliden bir Türk ulusu yaratarak; dile ve dine dayanan bir ulusçulukla üçüncü ve gerici bir denemede bulundular. Doğu Avrupa’nın Eskenazi Yahudileri, Siyonist milliyetçilik ile İsrail devletini ve ulusunu kurmadan önce; Osmanlı’nın ve Levant’ın Sefarat Yahudileri, Türk milliyetçiliği ile Türk 128


devletini kurdular. Ama bunu yaparken başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücüye de döndüler ve bizzat kendi yarattıkları gerici ulusçuluğun da sık sık kurbanı olmaktan kurtulamadılar. Anadolu’nun Hıristiyan Rum ve Ermeni Ermenilerinin fizik olarak imhası, sadece Osmanlı Devlet sınıflarının çıkarlarının savunusu değil; bu Yahudi burjuvazisinin rakibinin tasfiyesi anlamına da geliyordu. Ne var ki, bu Rum ve Ermeni burjuvazi ve üretmenlerin tasfiyesi, Anadolu’nun üretim ilişkilerini ve kültürel dünyasını, Fransa’daki Sen Bartelmi katliamında olduğu gibi en az yüz yıl geriye götürdü ve tefeci bezirganlığı, derebeyliği ve devletçiliği hasılı gericiliği güçlendirdi. Bu da, laiklik denen dinlerin politika dışına itilmesinin toplumsal temelini yok etti. Şapka ve gardırop inkılapları, bu burjuvazinin kendisinden Türk ulusunu yaratacağı Müslüman halkıyla görünür bir farkın olmaması için yapılmıştı. Ama Ermeni ve Rumların tasfiyesiyle güçlenen tefeci bezirgan ve derebeyliğin ideolojisi Müslümanlıktı. Bu tefeci bezirganlığı kontrol atında tutabilmek için, bir yandan laiklik adı altında bir resmi devlet İslamlığı oturtuldu; diğer yandan yine aynı zorla kıyafet inkılapları. Modern Türk devletinin kuruluşunda Yahudilerin oynadığı bu özgül rol ve katliamların sonucu belirler Cumhuriyet döneminin tarihini ve reformlarını. Bu nedenle; Türkiye’deki Yahudi düşmanlığı, Arap ülkelerinden önce, katliamlarla güçlenen tefeci bezirganlığın ve derebeyliğin, Kemalist modernleşmeye karşı mücadelesinin de bir aracı olmuştur. Daha sonra, Anadolu burjuvazisi, tam da bu büyük şehirlerin Yahudi ve laik burjuvazisinin kıyafet inkılabını yaptığı nedenlerle, yani sömürdüğü kitleden ve ulustan farklı olmamak için, yine aynı şekilde kıyafeti bayrak yaptı. Anti semitizm ve komplo teorileri, taşranın Müslüman burjuvazisinin, bir yandan büyük şehirlerin Yahudi burjuvazisine karşı; diğer yandan devlet sınıflarının egemenliğine ve onların bu ittifakına karşı mücadelesinin bir silahı oldu uzun yıllar boyunca. İhtiyacı olan malzemeyi de, önceleri Avrupa’da Hıristiyan ülkelerin gerici burjuvazisi tarafından geliştirilmiş; sonra Araplarca alınmış komplo teorileri ve anti semitizmden alıyor onları Türkiye tarihinin bu özgüllüğüyle birleştirince, sadece kapitalizm, komünizm ve Siyonizm değil, Kemalizm de bu komplonun bir ayağı olarak ortaya çıkıyordu. Bütün burjuva devrimleri mason localarında örgütlenmemiş miydi? Marksist ve sosyalist önderlerin çoğunun Yahudi olması bir tesadüf müydü. İşte, Türkiye’deki modernleşmeci Kemalizm de bir Yahudi komplosu değil miydi? Bütün bunlar İslamiyet’e karşı Yahudiliğin bir komplosundan başka bir şey olamazdı. Ne var ki, son yıllarda, Anadolu’nun İslamcı Burjuvazisi ile büyük şehirlerin laik ve Yahudi kökenli burjuvazisi arasında bir fiili yakınlaşma başladı. Buna karşılık devlet sınıfları ile bu büyük şehirlerin laik burjuvazisi arasında giderek büyüyen bir çatlak oluştu. Kemalist devlet sınıflarının her türlü esneklikten yoksun, özellikle Kürtleri inkara yönelik politikası ve savaş masrafları burjuvazi için çok ciddi engeller yaratıyordu. Türkiye dünya pazarına entegre olmalıydı ama bunun için gerekli reformların önündeki en büyük engel bu 129


devlet sınıflarıydı. Böylece önceleri devlet sınıflarının gölgesinden çıkmayan Sabetaycı, Yahudi ve laik burjuvazi, giderek politik iktidarı doğrudan sınıf olarak burjuvazi ele almadıkça hiçbir reformun yapılamayacağı sonucuna ulaştı ve İkinci Cumhuriyetçiliği geliştirmeye başladı. Ne var ki, bu İkinci Cumhuriyetçilik, şehirlerin modern ve genç tabakaları dışında, geniş ezilen yığınları hareket geçirmeyi sağlayamadı. Bunu Anadolu’nun yeni palazlanan burjuvazisinin genç kuşağı başardı. Bu değişimi de bir çok gelişme kolaylaştırdı. 1970’lerde Anadolu burjuvazisinin ayrılıp Erbakan önderliğinde ayrı parti kurması, büyük ölçüde petro dolarların desteğine ve Arap ülkelerinde büyük umutlar vadeden pazarın desteğine dayanıyordu. Ama arada geçen zamanda, bütün bu Arap pazarı hülyaları büyük ölçüde yok olmuştu. Bunun yerini Avrupa ve diğer ülkelerle ticaret almıştı. O zamanlar Avrupa ve ortak Pazar karşıtlığı bir olanak açarken şimdi Avrupa’ya girmek hem yeni olanaklar ve pazarlar açar hem de siyasi iktidarı doğrudan ele almak için daha iyi olanaklar sunardı Bütün bu ve benzeri değişmelerin sonucu olarak, yeni kuşak taşranın İslamcı burjuvazisi ile büyük şehirlerin genellikle Yahudi, Laik ve batıcı burjuvaları arasında Kemalist oligarşinin iktidar tekeline karşı bir yakınlaşma doğmaktadır. AKP hem seçim başarısını bu yakınlaşmaya ve desteğe borçludur; hem de seçim sonrası politikaları bütünüyle bu yakınlaşmayı güçlendiricidir. Burjuvazi artık sınıf olarak gerçek politik iktidarı almak istemektedir. Bürokrasinin ve ordunun gücünü korumasına karşı değil, hatta ondan yanadır ama politik iktidar kendi ellerinde kaldığı takdirde. Burjuvazi artık, işçi hareketinin dünya çapında bir yenilgi yaşadığı; kendisi için hiçbir tehlike olması olasılığının kalmadığı bu koşullarda kendine güveni kazanmış, hatta işçilerin memnuniyetsizliğini kendi değirmenine akıtmayı başarmıştır. Ayrıca yapacağı reformların sağlayacağı nispi refah ile önündeki bir kaç on yılı bile götürecek bir desteğe bile ulaşması söz konusudur. Bu durum, şimdiye kadar Doğu Avrupa ülkelerindeki Nomenaklatura gibi yaşayan devlet sınıflarının imtiyazlarını ve iktidarını ciddi ciddi tehdit etmektedir. Burjuvazinin bu iki kanadının çıkarlarının birleşmesi, ideolojik planda en iyi biçimde ikinci cumhuriyetçiler ve Politik İslam’ın teorisyenleri arasındaki yakınlaşmada görülür. İşte büyük şehirler burjuvazisinin ve bunların eğilimlerinin kültür ve düşün hayatındaki uzantılarının ve temsilcilerinin, devlet sınıfları ile arasındaki farkın giderek açılması sonucunda, elindeki iktidar tekelini sorgulayan burjuvazinin yeni tavrına karşı savaşının bir aracıdır. Ne var ki, Kemalist oligarşinin bu Sabetaycılık üzerine komplo teorilerinin bazı zorlukları vardır ve kendisini de vurur. Öncelikle şimdiye kadar, kendisine karşı mücadele ettiklerini söyledikleri, İslamcılarla aynı tezlerde birleşmiş bulunuyorlar. Ama asıl önemlisi, Savunduklarını söyledikleri laiklik ve cumhuriyet, Türklük ve Türk Devleti de bir Sabetaycı komplosu değil midir? 130


Atatürk’ün hadi soyu bir yana, kültürü ve sosyal şekillenmesi öyle değil mi? O zaman eğer söyledikleri gibi bir sabetaycılar komplosu geçerliyse, bizzat kendileri de bu komplonun bir ürünüdürler. O zaman varılacak sonucun şu olması gerekir: Sabetaycı komployu açıklayan bu tartışmaların kendisi bir Sabetaycı komplosudur. A’yı söyleyen B’yi de söyler. Söyleyenler de çıkacaktır. 15 Haziran 2004 Salı

131


Doğu Toplumları ve Ütopya Doğu Toplumları ve Ütopya ilişkisini anlamak için önce “Doğu Toplumu” ve “Ütopya” kavramlarını netleştirmek gerekmektedir. Çünkü bu kavramlar, sanıldığının aksine, tarihin burjuva uygarlığınca geliştirilmiş metafizik bir kavranışına bağlı olan zaman ve mekan kavramlarına dayanırlar. Doğu nedir? Coğrafi olarak güneşin doğduğu yön demektir. Birçok dilde doğu zaten güneşin doğduğu ülke ya da taraf anlamına gelen sözcüklerle karşılanır. Bizzat Anadolu sözcüğü de böyledir. Eski çağın Grekleri için güneş küçük Asya yarımadasından doğduğu için, buraya Güneşin Doğduğu Yer diyorlardı. Ama dünya yuvarlaktır. Bu demektir ki, dünyanın her yeri doğudur. Amerika’nın Uzak Batı’sı da Uzak Doğu’daki Japonya’ya göre Uzak Doğu’dur. Demek ki doğu sözcüğü, ancak bulunulan yere göre bir anlam taşımaktadır. Bu da bir yön olarak değil ama bir yer olarak Doğu’nun ancak belli bir koordinat sistemine göre var olabileceğini gösterir. Bu gün dilimize yerleşmiş Doğu ve Doğu Toplumu kavramları, çok Açıktır ki, Avrupa’da doğup gelişen Kapitalist burjuva uygarlığının kavramlarıdır. Doğu, Orta Doğu, Uzak Doğu, Batı, Orta Batı, Uzak Batı gibi coğrafi adlandırmaların hepsi, özünde batı Avrupa’nın Koordinat sisteminin bakış açısından kullanılan birer mekan adlandırılmasıdır ve coğrafi bir kavram olarak bile nötral adlandırmalar değil, coğrafyanın Avrupa merkezli bir kavranışını içerirler. Doğu kavramı, coğrafi bir kavram olarak bile masum, tarafsız bir kavram değildir. Ama Doğu, sadece coğrafi bir kavram değil, aynı zamanda sosyolojik ve tarihsel bir kavramdır. Bütün kapitalizm öncesi uygarlıklar, Çin, Hint, Pers, Doğu Akdeniz uygarlıklarının hepsi, Kapitalizmin doğduğu Batı Avrupa’ya göre Doğu’da olduğu için, Doğu sözcüğü aynı zamanda, bu uygarlıkların tarihinden gelen, bu uygarlıklara ilişkin anlamında da kullanılır. Bu uygarlık alanları, tam da prekapitalist uygarlık alanları oldukları için daha sonra kapitalizm karşısında geri kalıp sömürgeleştiğinden, Doğu sözcüğü aşağılayıcı bir anlama da sahiptir. Daha sonra Kurtuluş savaşlarının yükselişinin bir yansıması olarak, buralarda yaşayan halkların dilinde Doğu, bu sefer, var olan durumda pek övünülecek bir yan olmadığından, eski uygarlık beşiği geçmişe bir gönderme içerir ve olumlu bir anlam yüküyle kullanılır olmuştur. Bu değer yüklü anlamlardan soyutladığımızda, Doğu, Prekapitalist uygarlıkların yayıldığı yerler anlamına gelir. Ne var ki, bunun yerine Doğu sözcüğünün kullanılması, sık sık anlam kaymalarına ve karışıklıklara yer açar. Coğrafi Doğu kavramı, bu sosyolojik Doğu kavramının yerini alır. En tipik örnek Japonya’dır. Japonya, coğrafi olarak Doğu’nun doğusundadır, ama sosyolojik ve tarihsel olarak bir “Doğu Toplumu” değildir. Çünkü Japonya, tıpkı Britanya Adaları gibi uygarlığa çok geç girmiş, Doğulu olma fırsatı bulamamış ve tam da bu sayede Doğulu olamadığı için batılı olmuş bir ülkedir. Yirminci Yüzyılın başında, Japonya’nın Çarlık Rusya'sına karşı kazandığı askeri zaferi, Doğu’nun Batı’ya karşı bir zaferi olarak selamlayan Lenin gibi Marksistler bile, ezilenlere 132


sempatilerini belirtmek için bu coğrafi ve sosyolojik anlamlar arasında kayma yaptıklarını fark etmezler. Japonya’nın Rusya’ya karşı zaferi, Doğu’nun Batı’ya değil; yine Batı’nın Doğu’ya karşı; Kapitalizmin Asyalılığa karşı bir zaferiydi. Çarlık Rusya’sı, coğrafi olarak daha Batıda olmasına rağmen; sosyolojik olarak, Japonya’ya göre çok daha Doğulu ve Asyatik bir ülkeydi. Ve de tam bu nedenle yenilmişti Japonya karşısında. Fas ve Cezayir, bu gün Batılı denen birçok ülkeden çok daha batıdadırlar coğrafi olarak, ama onlar tarihsel ve sosyolojik olarak, ta Fenikelilerden beri, prekapitalist uygarlıklar çemberine girdiklerinden doğuludurlar. Özetle, doğu demek, sosyolojik olarak, prekapitalist uygarlık demektir. * O halde soruyu şöyle koymak gerekir: Prekapitalist Uygarlıklarda Ütopya var mıydı? Ama bu soruda açıklanmayı bekleyen bir de Ütopya kavramı bulunmaktadır. Çünkü Ütopya kavramının kendisi de bizzat tarihin çok özel bir dönemine ilişkin bir tarih ve zaman kavrayışını yansıtan bir kavram olarak doğmuştur ve bizzat kendi burjuva uygarlığının ve toplumsal mücadelelerin gidişi içinde değişmiştir ve değişmektedir. Ütopya kavramı günümüzde genellikle, gerçekleşmesi mümkün görülmeyen, ayakları yere basmayan, gerçeklikle bağını yitirmiş anlamlarında, siyasi veya toplumsal programları ve projeleri tanımlarken kullanılmaktadır. Bu kullanımda büyük ölçüde gerçekçinin zıttı gibi olumsuz bir anlamı vardır. Reelpolitikerlerin dilinde devrimci ve köklü değişiklere dayanan bir mücadeleyi aşağılamanın bir aracıdır bu kavram bu anlamıyla. Ama Ütopya aynı zamanda, bir program, kendisi için mücadele edilmesi gereken ve edildiğinde ulaşılabilecek bir hayal anlamında da kullanılır olmuştur son yıllarda. Bu anlamda, kendisine ulaşılamasa bile uğruna mücadele edilmeye değer, yol gösterici bir hedef anlamına sahiptir. Bu anlamda, umutsuz “Zeitgeist”ın bir dışa vurumudur. Ütopya ayrıca, sosyalist gelenekte, insanı arıdan ayıran, yapacağı şeyi önceden kafasında tasarlaması olduğundan, insan olmanın ve eylemin olmazsa olmaz koşulu olarak, yapılacak bir şeyin hayalini kurmak, onu kafada canlandırmak anlamında da kullanılmaktadır. Burada vurgu gerçekliği değiştirmeye yöneliktir, gerçeklikle bağın kaybı, ya da onun değiştirilemeyeceği gibi bir ima yoktur1. 1

Bu anlamda Hayal kurmanın savunusunun en klasik ve güzel örneklerinden, vülger Marksizm savunucu ve eleştiricilerini şaşırtacak biri, Lenin’in Ne Yapmalı’daki şu satırlarında görülebilir: “İşte biz bunun rüyasını görmeliyiz! "Rüya görmeliyiz!" Bu sözcükleri yazıyorum, ve birdenbire bir korkudur beni alıyor. Kendimi "Birlik (sayfa: 207) Konferansı"nin bir oturumunda görüyorum ve karşımda Raboçeye Dyelo'nun editörleri ve yazarları oturuyorlar. Martinov yoldaş ayağa kalkıyor, ve bana dönerek sertçe şöyle diyor: "İzninizle şunu sorayım, özerk bir yazıkurulunun, daha önce parti komitesinin görüşünü almadan rüya görmeye hakkı var mıdır?" Onun ardından Kriçevski yoldaş dikiliyor (Plehanov yoldaşı çoktan beri derinleştirmiş 133


Ütopyanın bu anlamda kullanılışına bağlı olarak, son yıllarda, solun ve sosyalistlerin bir ütopyasının olmadığından, bir Ütopyaya ihtiyacı olduğundan söz edildiğinde, Ütopya kavramı, onların bir programı olmadığı anlamında kullanılmaktadır. Ama Ütopya, tam bu anlamıyla da, son yıllarda, özellikle post-modern düşünürler arasında olumsuz bir anlam kazanmıştır. Bu kullanımda ütopyaların gerçekleşemezliklerinden söz edilmemektedir artık. Hayır onlar gerçekleşebilirler, ama gerçekleştikleri takdirde, toplumu ve insanları bir cendereye sokarak, büyük acılara ve haksızlıklara neden olurlar denmektedir. “Büyük anlatıların sonu” deyişi, bu tür bir ütopya, hayal ya da toplum tasavvuru kavranışına dayanmaktadır. Burada, artık toplumu düzeltmek için, modeller, programlar, hayaller kurmanın kendisi kategorik olarak yanlış bulunmaktadır. Elbette bunlar felsefi bir elbise giymiş yüzeysel ve ideolojik açıklamalardır. Sovyetler birliği ve diğer devletlerdeki rejimlerin açıklamasını toplumsal ve tarihsel koşullarda değil, fikirlerde ve hayallerde gördüğünden; ciddi tarihsel ve sosyolojik analizler yerine; kestirmeden düşüncelerin varlığı belirlediği türden bir tarih anlayışıyla sözde bir açıklama sunmayı ifade ederler. Ne var ki, bu anlamda ütopya, ister kategorik olarak reddedilsin, isterse insani ve politik eylemin ayrılmaz koşulu olarak ele alınsın, daima gizli bir varsayım olarak gelecekle ilişkilidir. Ütopya ile gelecek arasında zorunlu ve ayrılmaz bir bağ varmış gibi düşünülür. Ama Ütopyanın şimdiye veya geçmişe değil, geleceğe ait olduğu gizli varsayımı, daha genel bir gizli varsayıma dayanır. Bir gelecek olduğu ve bu geleceğin bu günkünden daha farklı olan Martinov yoldaşı, felsefi bakımdan daha da derinleştirerek) daha da sert bir tonla: "Daha ileri gideceğim, diyor, size soruyorum: bir marksistin, Marx'a göre insanlığın kendisine her zaman çözebileceği görevler yüklediğini ve taktiğin partiyle birlikte büyüyen parti görevlerinin büyümesinin bir süreci olduğunu bile bile, rüya görmeye hakkı var mıdır?" Bu korkunç soruları düşünmek bile beni titretiyor, ve bir tek şeyi düşünüyorum: nereye saklanacağımı. Pissarev'in arkasında siper alsam nasıl olur? Rüya ile gerçeklik arasındaki ayrılık konusunda Pissarev şöyle yazar: "Ayrılık vardır, ayrılık vardır. Benim rüyam, olayların doğal akışının ötesine geçebilir, ya da olayların doğal akışının hiç bir zaman gitmeyeceği bir doğrultuya sapabilir. Birinci halde, rüyadan hiç bir kötülük gelmez; çalışan insanın enerjisini destekler, güçlendirir bile. ... Böyle rüyalarda çalışma gücümüzü çarpıtacak ya da felce uğratacak hiç bir şey yoktur. Tam tersine, eğer insan böyle rüya görme yeteneğinden tamamen yoksun olsaydı, arasıra zihni ilerilere atlayarak ellerinin henüz biçim vermeye başladığı ürünün tam ve eksiksiz tablosunu gözünün önünde canlandıramasaydı, o zaman insani, sanat, bilim ve pratik çaba alanında büyük ve zahmetli işlere girişmeye ve tamamlamaya hangi itici gücün sürükleyeceğini düşünemem bile. ... Eğer rüya gören kimse, rüyasına ciddi olarak inanırsa, yaşamı dikkatle gözler, gözlemlerini gökte kurduğu şatolarla kıyaslarsa (sayfa: 208) ve eğer, genel olarak söylemek gerekirse, rüyasının gerçekleşmesi için bilinçli olarak çalışırsa, rüya ile gerçek arasındaki ayrılığın hiç bir zararı olmaz. Rüyalarla yaşam arasında bir bağ varsa, her şey yolundadır."[78] Ne yazık ki, bizim hareketimiz içinde, bu türden rüya görme çok azdır. Ve bundan en çok sorumlu olan kimseler, aklıbaşında görüşleriyle, "somuta" "yakınlıklarıyla" öğünenler, legal eleştiriciliğin ve illegal "kuyrukçuluğun" temsilcileridirler.” (Lenin, Ne Yapmalı, http://www.kurtuluscephesi.com/lenin/neyapmali.html ) 134


olduğu ve olacağı. Ama bu iki kabul de oldukça yenidir. Bir gelecek düşüncesi, bütün toplumlarda ve her zaman olmamıştır. Örneğin Batı Ortaçağı’nda insanlar, büyük ölçüde zamanın sonunda yaşadıklarını düşünüyorlar ve sürekli kıyamet bekliyorlardı. Böyle bir zaman tasavvurunun olduğu bir dönemde ütopyalar var olsa bile, bunlar ile gelecek arasında zorunlu bir bağ olması bir yana bunlar birlikte bile düşünülemez. Ama geleceğin şimdiden ve geçmişten farklı olduğu ve olacağı düşüncesi de son derece yenidir. Bu doğrusal, geçmişten gelip geleceğe giden zaman tasavvuru, kapitalizm ve aydınlanmayla birlikte gelişip zihinlerde egemenliğin kurmuştur. Ondan önceleri, zaman doğrusal değil, dairesel, değişen değil, tekrarlayan; akan değil, dönen bir zamandı. İnsanlar doğup, büyüyor ölüyorlardı; doğada hep aynı mevsimler tekrarlanıyordu. İnsanlar gibi medeniyetler ve devletler de kuruluyor, gelişiyor, olgunluğa eriyor, çürüyor ve yıkılıyorlardı. Hasılı “devran dönüyor” du. Dolayısıyla geleceğin geçmişteki geleceklerden daha farklı bir gelecek olabileceği yönünde bir tasavvur da bulunmuyordu. Geleceğin farklı olacağı tasavvuru bütünüyle kapitalist geniş yeniden üretim yordamına ve ona bağlı olarak ortaya çıkan, doğrusal ve değişken bir zaman tasavvuruna bağlıdır. Dolayısıyla tıpkı Doğu kavramı gibi ütopya kavramının kendisi de, en azından bugünkü yaygın kullanımlarında Burjuva Uygarlığı’na ait kavramlardır. Her ikisi de burjuva uygarlığı ile birlikte ortaya çıkmışlardır. O halde, doğu toplumları ve ütopya ilişkisini, bu kavramların tarihsel ve burjuva uygarlığına bağlı, o uygarlığın ideolojik egemenliğinin aracı olmaları niteliklerini göz önüne almadan, bir sorun, bir konu olarak ortaya koymanın kendisi bizzat, burjuva uygarlığının ideolojisinin yaygınlaştırılmasının bir aracıdır. İsterseniz, böyle bir kavrayış içinde, Doğu’yu savunun, savunduğunuz sadece içi dışına çevrilmiş biçimiyle burjuva uygarlığı ve onun ideolojisi olmaktan öteye gitmez. * Batı’ya ve burjuva uygarlığına bağlanan Ütopya düşüncesi 2, klasikleşmiş Ütopya olarak ele alınan kitaplar göz önüne alındığında, tarihsel gerçekliğe uymaz ve bütünüyle bir yanılsamadır. Yani Ütopya kavramı burjuvaziyle birlikte doğmuştur ama bu kavrama adını veren kitap ve benzerleri göz önüne alındığında gerçeğin pek öyle olmadığı, burjuvazinin gerçekliği tahrif ederek böyle bir anlayışı yerleştirdiği görülebilir. Bu gün en klasik ütopyaları göz önüne getirdiğimizde, onların, sanılanın aksine Kapitalizme değil, belki onun şafağına has oldukları görülür. Ütopyalar burjuva uygarlığının şafağında doğarlar: 2

Ki bu derginin sorunu hazırlayışında bile görülüyor. Doğu Toplumu ve Ütopya ilişkisini araştırmak, gizli olarak Ütopya’nın Batı’ya has bir konu olduğu varsayımına dayanır. 135


Campanella’nın Civitas Solis’i (Güneş ülkesi) 1602 tarihini taşır. Thomas Morus’un (1478- 1535) Ütopya’sı neredeyse bundan yüz yıl önce, 1516’da yazılmıştır. Bacon’un Yeni Atlantis’i 1624 tarihlidir. Dikkat edilirse, en yeni tarihli olan Bacon’unki bile, henüz Ticari kapitalizm döneminin, burjuva uygarlığının henüz Prekapitalist uygarlıklar karşısında kesin bir üstünlük sağlamadığı bir dönemin ürünüdür. Bu şu demektir onlar aslında Batı’nın ürünleri, yani kapitalizmin ürünleri sayılmazlar. Uzak dış ticaret ile bir ilgileri vardır ama bu dış ticaretin modern kapitalizme bir sıçrama yapıp yapmayacağı henüz belirsizdir. Bu anlamda, klasik Ütopyalar aslında henüz batılı değildirler. Çünkü henüz ortada tam bir batı yoktur. Bu onların zaman ilişkisinde de görülebilir. Henüz ilerleyen bir zaman ve tarih kavramı pek yoktur bunlarda. Bu bakımdan Ütopya, doğuşunda bu günkü gibi geleceğe göbek bağıyla bağlı değildi. Bu nedenle o Ütopyalar temporal değil lokal (zamansal değil mekansal) bir gönderme içerirler. Hemen hepsi bilinmeyen denizlerde bir adadadır. Bu onların uzak dış ticaret ile ilişkisini gösterdiği gibi, aynı zamanda henüz burjuva uygarlığı ile oluşacak zaman ve mekan kavrayışlarına uzaklığını da gösterir. Kapitalizmin gelişmesinden sonra, o okyanusların bilinmeyen adaları kalmamış ve onlar, bir ütopyaya ilham vermek bir yana giderek sömürgeleşmeye bağlı olarak aşağılayıcı bir anlam kazanmışlardır. Bu nedenle henüz Doğu’nun dolayısıyla Batı’nın da olmadığı bir döneme aittirler. Aynı zamanda geleceğe değil, yaşanan döneme ilişkindirler, gelecek göndermeleri yoktur. O halde, Ütopyalar aslında Doğu’nun ürünleridirler; ama bu Doğu’nun ürünleri olanlar, aslında Bu gün batı’nın olduğu kabul edilenlerdir. Bunların içinde belki sadece Yeni Atlantis, Batı’nın, burjuva uygarlığının daha açık bir damgasını taşır. Gerisi, tamamen Doğu’nun ürünüdür. Doğu’nun ütopya geleneğinin devamıdır. Peki Doğu’nun ütopya geleneği nedir? Doğu’nun dönen zaman kavrayışı içinde, geleceğe ilişkin bir ütopya yoktur. Hele geleceğin geçmişten daha iyi olacağı yönünde bir inanç ve kabul de pek yoktur. O halde, Doğu’da, yani kapitalizm öncesi uygarlıklarda, Ütopyanın kaynağı Geçmişte olabilir ve de öyledir. Ama bu geçmiş, sınıf çelişkileri içinde parçalanmış çürüyen medeniyet olamaz. Komün’ün “Cahiliye” denen sınıfsız toplumu da olamaz. O zaman, sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçilen Kent (Cite, Medine); Kıvılcımlı’nın deyişiyle “Barbar (sınıfsız toplum, Komün) kurdunun, medeniyet kelebeğine dönüştüğü koza” olan Kent olabilir Ütopyalara ilham verebilecek geçmiş. Orada henüz sınıfsız toplumun erdemleri yaşamaktadır ama aynı zamanda Uygarlığın zenginliğine de ulaşılmıştır. Bu nedenle, aslında bütün ütopyalar genellikle bir Kent’ten ötesini hayal edemez, Kral olsa Soğanın cücüğünden başka şeyi yemeyi akıl edemeyen Çoban gibi. 136


Platon’un Devlet’i, bir Kent’i anlatır. Ona İlham veren Isparta kentidir. Farabi’nin Medinetü’l Fadıla’sı (Erdemli Şehir) da bir Kenti anlatır. Campanella’nın Güneş Ülkesi de aslında bir Kent’i anlatır. Morus’un Ütopya’sı da, bir ada söz konusu olmakla birlikte, toplumsal örgütlenme olarak bir Kent’in örgütlenmesine sahiptir. O halde, bütün bu Ütopyalar, bu gün Doğu denen kapitalizm öncesi uygarlıkların ürünüdürler. Geleceğin toplumunu değil ideal toplumu anlatır ve bu toplum, henüz uygarlaşmamış, uygarlığın eşiğindeki Kent’ten başka bir şey değildir. Klasik uygarlıklarda, bir de dinlerin içine sızmış bir Ütopya daha vardır. O da, geleceğe değil, geçmişe aittir: sınıfsız toplum, tarih öncesi, yani Cennet. O halde, toparlarsak, bu gün batılılara ait olduğu düşünülen ütopya kitapları aslında tamamen klasik uygarlıkların damgasını taşırlar, yani onlar doğuludur. Doğu’nun ütopyası, yani klasik kapitalizm öncesi ticarete ve tarih ve tarım temeli üzerinde üretime dayanan toplamların ütopyaları, ilhamını geçmişin Kent’inde bulur.

21 Haziran 2004 Pazartesi

137


Saçma Dünya Klasik uygarlıkların geliştirdiği, esas olarak lüks mallara dayalı dünya ticareti bile, büyük imparatorlukları ve evrensel karakterli dinleri zorunlu kılıyordu. Modern burjuva uygarlığında, yani kapitalizmde ise, dünya ticaretinin en temel ihtiyaçları bile kapsaması ve inanılmaz boyutlara ulaşmasına rağmen, bu uygarlık, ulusçuluk dini ve ulusal devlet politik biçimi ile antik uygarlıklar kadar olsun bu temele uygun bir üstyapı kurma yeteneği gösterememektedir. Bu üretim ve ticaretin dünya çapındaki karakteri ile üstyapıların ulus denen son derece küçük ve sınırlı biçimi arasındaki derin çelişki, 20. Yüzyılın ve günümüzün kanlı savaşlarının temel nedenidir. Burjuva uygarlığı, rasyonalizm ile klasik uygarlıkların üstyapısının temelini politika dışı alana itiyor, ama nasyonalizm ile onlardan daha da irrasyonel bir din ve siyasi biçimi biricik alternatif olarak sunuyordu. Nasyonalizm, ne insanlar arası ilişkileri düzenleyecek bir ahlak için referans noktası sunar, ne klasik dinler kadar bir iç tutarlılığı vardır, ne de üretici güçlerin gelişimine uygun bir siyasi biçim sunar. Modern toplumun dini olan nasyonalizmden hangi insani ilişkiyi düzenleyecek ahlaki ilke çıkarılabilir? Hiçbir şey. Bu nedenle, bütün nasyonalistler, bir zamanlar akıl dışı deyip politika dışına, özel dedikleri alana ittikleri dinlerde bu eksikliği giderecek bir can simidi ararlar. Nation(ulus), eski dinler kadar bir iç tutarlılık gösteremez. İnsanların kabulünden bağımsız bir ortaklığa (dil, etni, soy, toprak parçası vs.) dayandığını söyler, ama bunun kendisi bütünüyle sonradan yaratılır. Eski dinler ise, insanların kabulüne dayanırdı. Tüm insanlığı kapsama gibi bir iddiaları vardı. Bu nedenle soylar, dil veya belli bir toprak parçasında yaşamayla sınırlı değillerdi. Hangi ulus tüm insanlığı kapsama gibi bir iddiaya sahip olabilir ki! Ulusçuluğun kendisi bunun baştan reddi değil midir? Ama ulusçuluğun bu sınırlılığı, bugünün bütün ulusal sınırlama ve engellemelere rağmen bugün işgücünün dünya çapında hareket ettiği bir çağda iyice saçmalığa varır. Bu saçmalık, en açık biçimde şu günlerde, Avrupa'nın doğu ve batı uçlarında gerçekleşen iki olayda görülebilir: Portekiz'deki Avrupa Futbol Şampiyonası ve İstanbul'daki NATO zirvesi. Portekiz'deki Avrupa Şampiyonası'nda, bütün ulusal takımlardaki futbolcuların çoğu, aslında başka ülkelerdeki başka takımlarda oynamakta; hele Fransa, İngiltere, Portekiz, Hollanda gibi eski sömürge imparatorluklarında sömürgelerden gelmiş oyuncular, nicelik ve nitelikçe takımların bel kemiğini oluşturuyor. Kendisi Berberi, belki doğru dürüst Fransızca konuşamayan İspanya liglerinde top koşturan Zidane'nin attığı gollerle, yüzüne üç rengi sürmüş Fransızlar çılgınca seviniyor. Ama kimse şu soruyu sormuyor bile: Buradaki ortaklık nedir? Dil mi? Soy mu? Aynı toprak parçası üzerinde yaşamak mı? Bir kader ve yaşantı ortaklığı mı? Ulusçuların bütün ulus 138


tanımlarının hepsi, teker teker birer devasa yalan olarak ortaya çıkıyor. Ama burada korkunç olan, bu akıl dışı, saçma durumun kimseyi zerrece rahatsız etmemesi. Diğer uçta ise, yine bu ulusal devletlerin devlet başkanları, İstanbul'da NATO zirvesi için toplanıp, bu ulusal devletler ile üretici güçlerin gelişmişliği arasındaki çelişkiye, imparatorluk planlarıyla bir çözüm arıyorlar. Ama çözüm olarak sundukları, sorunu daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Dile, dine, soya dayanan daha da küçük ve gerici bir ulusçuluk anlayışı ile yeni "nation bildung." Ulus-devletlerin dünyasında, üretici güçlerin bu gelişmişlik düzeyine karşılık burjuvazinin tek çözümü, o ticareti ve yollarını garantiye alacak bir imparatorluk olabilir. Ama imparatorluklar ise, ancak muhtemel rakiplerin küçük ve parçalanmış olduğu bir dünyada mümkündür. Yani imparatorluk tasavvurları, ulusal devletler sistemi içinde tek çözüm olarak sunulmaktadır insanlığa. İmparatorluğun ise tekrar sunduğu, ulusal devletler hastalığının en gerici biçimlerinden başka bir şey değildir. Burjuva uygarlığının bu çıkmazının henüz tüm akıl dışılığıyla böyle ortaya çıkmadığı zamanlarda bile, işçi hareketi daha doğarken, onun karşısına bu çelişkiyi göstererek ve ona karşı bir alternatif arayışıyla çıkmış; bütün dünyanın işçilerine bir birleşme çağrısıyla çıkmıştı. Bugün bu çağrının yetersizliği ve kendi içinde karşı çıktığı nasyonalizmin kalıntıları taşıması ve bunlardan arınmış yeni bir çağrı bir yana, bu çağrının kendisi bile unutulmuş görünüyor. Hatta burjuvazinin devrimci döneminin ulusçuluğu bile unutulmuş durumda. Örneğin Ortadoğu için devrimci-demokratik bir çözüm bile solun programı değil. Tam da bu nedenle, Berberi işçi çocuğu, Fransızca konuşamaz, İspanya'da ekmeğini kazanan Zidane'nin Fransız milli takımında oynaması ve onun attığı gole kendine "Fransız" diyen birtakım insanların çılgınca sevinmesinde kimse bir saçmalık görmemektedir. İşçi hareketi yeniden doğup, eskinin dersleriyle bugünün dünyasına uygun bir evrensel programla çıkamadığı sürece, ulus-devletlerin dünyasında biricik çözüm biçimi imparatorluklar ve bu imparatorlukların egemenliği için daha da küçük ve gerici ulusdevletler, dolayısıyla katliamlar, savaşlar, yoksulluk, salgınlar dünyasında, 20. yüzyılı aratan bir 21. yüzyıl yaşanmaya devam edecektir. Demir Küçükaydın 29.Haziran.2004

139


Polemik Yapmak Ya da Unutulmuş Bir Politik Kültürün İzlerinin Ardında Sosyalizmin, yani eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealinin insanlığın ufkundan kayboluşu, sadece onun siyasi ve toplumsal bir proje olarak kaybolması anlamına gelmemektedir; bu, o projeyi yaratan siyasi kültürün yok oluşuna da denk düşmektedir. Bu yok oluşu, onun somut bir görünümünde izlemek ilginç olabilir. Şimdilerde her hangi bir tartışmada hemen şöyle sözler işitildiğini görüyoruz: “Lütfen polemik yapmayalım”; “Tartışma kültürümüz yok, hemen polemiğe çeviriyoruz tartışmayı”; “Arkadaşlar lütfen polemiklerden kaçınalım.” Bu sözlerde ifadesini bulan ve hiç kimsenin yanlışlığını bile aklına getirmediği nasıl bir politik kültürdür? Bu kültür ile sosyalizm ideali bir arada bulunabilir mi? Yukarıda bir kaç örneği aktarılan cümlelerde “polemik” sözcüğü, o yaratıcı, diyalektik, fikirler mücadelesi; karşı tarafın argümanlarını, çıkarsamalarını; olgulara ilişkin aktarımlarını; mantık yanlışlarını didik didik ederek doğruyu bulmanın bir metodu anlamına gelmekten çıkmış, adeta dedikodu, kişisellik gibi bir anlam kazanmış bulmaktadır. Bu anlam kaymasının nesnel tarihsel anlamına geçmeden önce bu tür sözlerin içeriksel yanlışlığını görelim. Bu “polemik yapmayalım” diyenlerin bilmediği veya unuttuğu çok basit bir olgu vardır. Marksizm’in bütün eserleri polemik eserlerdir. Denebilir ki, Marksizm polemik formu içinde doğmuş; polemik formu içinde gelişmiştir. Ve polemiklerin yok oluşuyla da Marksizm’in gelişimi durmuş ve çürüme başlamıştır. Polemikleri ortadan kaldırdığınızda geride Marksizm diye bir şey kalmaz, Kutsal Aile’den Alman İdeolojisi’ne Tarihsel Maddecilik ya da namı diğer Marksizm; polemikler içinde gözlerini dünyaya açmıştır. Felsefenin Sefaleti’nden, Anti Duhring’e, Marksizm’in hemen hemen bütün klasikleri birer polemiktir. Das Kapital bile, dip notlarında ve Artı Değer Teorileri’nde kendinden önceki bütün burjuva ekonomi politiğine karşı bir polemiği sürdürür. Lenin, Rosa Luxemburg ve çağdaşları da farklı değildir. Polemik, bir benzeri bir daha dünya tarihine gelmemiş Rus ve Doğu Avrupa devrimcileri kuşağının başlıca siyasi ve ideolojik mücadele biçimidir. Lenin’in bütün eserleri kelimenin en doğrudan anlamında polemiktirler. Bu Marksizm’in yükseliş çağının devrimcileri için, polemikler, yokluğu bile düşünülemeyecek ve yok olmadığı sürece de varlığı akla bile gelmeyecek, tıpkı hava gibi su gibi, siyasi ve ideolojik mücadelenin olmazsa olmaz koşullarıdırlar. Ama nasıl bazı bakteriler için oksijen ve temiz hava öldürücü bir etki yaparsa, bu günün 140


dünyasının sosyalistleri için polemik içinde soluk alınamayacak bir ortam gibi görülür. O zamanın Marksistleri, sosyalistlerinin tartışmalarında, karşıdakinin iyi niyetinden, inancından kimsenin kuşkusu olmazdı. En ağır kişisel hakaret gibi görünen (Oportunist; Revizyonist, Batak) sıfatlar bile, hiç bir kişisel anlam taşımaz, bütünüyle o kişilerin görüşlerine ilişkin siyasi ve ideolojik bir anlama sahip olurlardı. Söyleyen de anlayan da bunu böyle anlardı. O nedenle kişisel düzeyde bir küsmece darılmaca olmazdı. Siyasi olarak bir tartışmada, fikirlerini tutkuyla savunmuş insanlar, bu tartışmaların ateşi içinde birbirlerinin savundukları çizgiler ve fikirler için en ağır ve provakatif ifadeleri kullanmış insanlar, aynı zamanda aynı örgütün saflarında burjuvaziye ve gericiliğe karşı savaşırlar, insan olarak birbirlerine saygıda zerrece kusur etmezler; dostlukları sürer giderdi. Artık yedi kat toprağın altına gömülmüş ve unutulmuş bu politik kültürün izlerini Lenin’de sürelim. Bilinir, Lenin’in “Bir Adım İleri İki Adım Geri” eseri, Rus Sosyal demokrat İşçi Partisi’nin meşhur İkinci Kongre’sini analiz eder ve bunu kelimenin gerçek anlamıyla polemikler biçiminde yapar. İşte bu eserinin dip notlarından birinde Lenin şöyle yazmaktadır, en ağır gibi görünen sıfatların kişisel değil, siyasi bir anlamları olduğu üzerine. Batak sözünü kastederek: “Bugün partimizde bu sözü işitince dehşete kapılan ve yoldaşça olmayan tartışma yöntemleri kullanılıyor feryadını basan kişiler var. Resmiyet anlayışının yanlış anlaşılmasından ileri gelen garip bir duyarlılık!.. Bir iç savaşımla karşı karşıya bulunan, hemen hemen hiç bir siyasal parti yoktur ki, o partide, kararsız öğeler, çekişen taraflar arasında bir o yana, bir bu yana yalpalayan öğeler bu sözlerle nitelenmemiş olsun. İç savaşımlarını gerçekten belli sınırlar içinde tutmayı bilen Almanlar bile versumpft [batağa gömülmüş -ç.] sözcüğünden gocunmamışlar, dehşete kapılmamışlar ve gülünç, resmi bir erdemlilik oyunu oynamamışlardır.” (http://www.kurtuluscephesi.com/lenin/biradim.html ) Lenin’in dip notundan da anlaşıldığı gibi, Rusya’nın doğulu ve köylü yapısı, Rus devrimcilerinin politik kültüründe de etkisini gösteriyormuş ki, Lenin, şimdi bizim burada ele aldığımız soruna, bu dip notta, o zamanın Rusya’sında değiniyor. Ama o zaman ile bu zaman arasındaki temel fark; Rus devrimcilerinin ortamında, Lenin’in bir dip notla dikkati çekmekle yetindiği politik kültür istisnai bir karakter taşırken, bu günün dünyasında, tam tersine, Lenin’lerin Kültürü, istisna bile değil, unutulmuş ve yok olmuş, toprağın altından, derinliklerinden arkeolojik kazılarla çıkarılması gereken bir politik kültürdür. Lenin başka bir dip notta, bu iki farklı kültürün nasıl iki ayrı dünya iki ayrı dil olduğunu çok daha çarpıcı bir örnek ve sözlerle şöyle ifade ediyor: “(…). "Kongremizdeki hava ne kadar da bunaltıcı" diye yakınıyordu o yoldaş. "Bu kırıcı savaş, bu herkesin birbirine karşı giriştiği kışkırtma, bu birbirini ısıran tartışma, bu yoldaşça olmayan davranış!.." Ben bu sözlere "kongremiz çok görkemli" karşılığını verdim. 141


"Özgür ve açık bir savaşım. Fikirler ifade edildi. Görüş farklılıkları ortaya kondu. Gruplar biçimlendi. Eller kaldırıldı. Bir karar alındı. Bir aşama geçildi. İleri! Benim için aslolan budur! Bu, yaşam demektir! Bu, sizin, sorun çözümlendiği için değil, ancak yoruldukları için susan aydınlarımızın sonu gelmez, usandırıcı laf gevelemelerine benzemez..." "Merkez"ci yoldaş bana şaşkınlık içinde baktı ve omuzlarını silkti. İki ayrı dil konuşuyorduk.” ( http://www.kurtuluscephesi.com/lenin/biradim.html ) Ama bu politik kültür, Rus devriminin tecrit olması, bürokrasinin ve köylülüğün politik kültürünün politika ve program gibi sosyalist politik kültüre de egemen olması; devrim bulutlarının giderek köylü ve doğu ülkelerine doğru kaymasıyla birlikte bunun giderek bütün dünyaya yayılması ve yeni kuşakların da artık bunu sosyalist politik kültürün ayrılmaz ve organik bir parçası gibi görmesiyle giderek unutulmuştur. Bu kültür sadece, burjuva kültüründen gelen; henüz eski kültür unutulmadığı zamanlarda onu tanımış ve sürdürmüş kuşaklar aracılığıyla, zayıf bir damar olarak bile olsa, bir dip akıntısı olarak bile olsa derinden derine varlığını sürdürmüş ve 68’in kuşaklarına bir şekilde kendisini aktarmıştı. Bunu Türkiye örneğinde görelim. 1960’ların Türkiye’sinde, Yön ve TİP çevreleri, eski kuşak komünistlere karşı bir küçümseme ve horgörü tavrı içindedirler. Bu bağlamda, “Eski Tüfekler”in özellikle 1930’lardaki polemiklerini şimdinin polemik anlayışına benzer bir anlayışla hor görmeleri karşısında Kıvılcımlı, 1967’de Sosyalist gazetesinde o eski geleneği savunur ve onun unutulan yanına dikkati çeker: “TİP ve YÖN gibi yeni güçler yanında ESKİ Sosyalistlerin «Kaç Tümeni var?» demeyelim. Eski adsız birikimin mirasyediliğine düşeriz. Fincancı katırlarını ürkütme bahanesi de çağını yitirdi. Nitekim şimdi başka bahane uyduruluyor: Eskilerin kırgınlıkları ile yeni kuşakların kulak tozları, hatta ödleri patlatılmak isteniyor. Aşağısı sakal, yukarısı bıyık diye tükürülmediğinden cüretlenilmesin. Hikmet Kıvılcımlı: Nazım Hikmet'e ve Kerim Sadi'ye ağır saldırmış... Kerim Sadi: Hikmet'e ve Nazım'a verip veriştirmedik şey bırakmamış.. Nazım, daha «şairane» sözü gümüş sayıp, davranış altınlarıyla onlara taş çıkartmış.. Bu, madalyanın bilinen bir yüzüdür. Kimsenin bilmediği, bilenlerinse, yeni kuşaklardan sakladıkları madalyanın inanılmaz öbür yüzü vardır: O «üç silahşörler» Eski Sosyalist, birbirlerinin yaraladıkları ölçüde sevmeyi öğrenmişlerdir. Teoride ve pratikte birbirlerinin yanlışlarını yalın kılınç delik deşik etmekte gözlerini kırpmıyan bu üç insan, ilk buluşmalarında, çocuksu şen kahkahalarla kucaklaşmaktan bir gün geri kalmamışlardır. Özellikle Eski Sosyalistler bu bakımdan, Yeni Sosyalistler arası bağlılıklarda maya rolünü oynayabilirler. Yeni kuşaklara, kişisel deve kinleri ve sülâle kan dâvaları yerine bu eski sosyalist kardeşlik mayası aktarılabilir” Kıvılcımlı gibi eski komünistler bizlere bu unutulmuş politik kültürü hem davranışlarıyla, hem de yazılarıyla birçok kere aktarmaya çalıştılar. Bu bağlamda, bir başka örnek. “İşveren 142


Sosyalizmi İşçi Sosyalizmi” başlıklı makalesini şu satırlarla bitirir: “Savaş denildi mi, sırf çelebice sözcükler kendiliğinden suya düşer. Güreş için birinci şart elense etmektir. Güreş yenmek için yapılır. Elense edenler, birbirlerinin sırtlarını yere getirmeyeceklerse, ne zahmet ederler? Danışıklı dövüşün en kalp akça sayıldığı yer sosyal savaş alanıdır. Sosyal ve politik dövüş, horoz dövüşü değildir. Sırtı yere getirmek, karşılıklı ACI GÜÇ kullanmaya dayanır. Yalnız kabadayılıkta değil, politikada dahi, yenmek yenilmek olağan şeydir. Görünüşte güreşenler kişilerdir. Gerçekte kişilerin yenişleri, her zaman, her yerde: prensiplerin, düşüncelerin, metotların, davranışların yenilip yenişleri olur ve hep öyle olmalıdır. İnsan, kuralına uygun kavgadan, hele birbirinden korkmamalı, ölse hiç kaçmamalıdır. Korku hiçbir “sadre şifa” vermez. Kaçış: kimseyi kurtarmaz. Tarihte nice uluslar: en kanlı boğazlaşmalar sonucu kaynaşıp derleşmişlerdir. Modern milletlerin hepsi o kaynaşmalardan doğmuşlardır. Modern sosyal ve politik savaş, neden başka türlü olsun? Topluluklar için doğru olan bu kural, kişiler için de doğrudur. Hele savaş, sosyalizm gibi modern çağın en kaçınılmaz ortak prensipli eğilimler arasında olursa, büsbütün verimlileşir. Karşılaşılan her tez, antiteziyle anlam kazanır. Çarpışma ne denli yaman olursa, SENTEZ o denli güçlü olur. Başka türlüsü: Tezsiz, antitezsiz karşılaşmalardan doğacak SENTEZ, kuruntu ötesinde ne görülmüş, ne işitilmiştir. “Ülkü ve Prensip savaşında, kimsenin kaşına, gözüne bakılamaz. Alınmaca darılmaca yoktur ve olmamalıdır. En çok düşkün olunulan “KİŞİLİKLİLİK” ve kişi olgunluğu yalnız kıyasıya savaşılarak edinilir ve geliştirilir.” 1960’ların devrimcileri, hem genellikle şehirli ve modern tabakalardan geldikleri; okullarda kısmen de olsa burjuva kültürünün eğitimini aldıkları; öte yandan hem modern İşçi sınıfı hareketinin yükseliş dönemiyle birlikte bir radikalleşme ve politikleşme yaşadıkları; hem de dünyadaki 68’lerin otantik Marksizm’e dönen rüzgarlarından esinlendikleri için, hem Kıvılcımlı gibilerin aktarmaya çalıştıkları hem de büyük bir açlıkla okudukları Marksist klasiklerde solunan bu politik kültürü almaya daha yatkındılar. Ve bir ölçüde de olsun alabildiler. Ama yetmişlerde, daha küçük burjuva tabakaların radikalleşmesi ve politikleşmesiyle hareketin yaygınlaşmasının çakışması, zaten yüzeyde çok ince bir katman içinde ve derine işlememiş bu politik kültürün bütün izlerini neredeyse silip süpürdü. Hele Türkiye’nin batısında tüm radikalleşmenin durduğu, en gerici şovenizmin başını alıp gittiği, radikalleşmenin neredeyse sadece Kürdistan’ın aşiret ilişkilerinden gelen yoksul gençlerine dayandığı doksanlarda, kenarda köşede kalmış son izler de yok oldu. Bir bakıma, sosyalizmin dünya çapında yaşadığı maceranın bir minyatürü Türkiye ölçülerinde yaşandı. Marksizm, Batı Avrupa’daki Burjuva gelişiminin ve devrimlerinin çocuğu olarak doğmuştur. Ancak, tarih, üretici güçlerin en geliştiği, dolayısıyla kültürel ve sınıfsal olarak sosyalizme en hazır ve uygun olan ülkelerde devrimlere yol açmadı. Yani sosyalizm dünyaya Marks’ın 143


umduğu gibi normal bir doğumla gelmedi, tabiri caiz ise, ters geldi, ayakları önde; veya Troçki’nin deyişiyle, “tarihin yumağı tersinden çözülmeye başladı.” Tıpkı ters gelen bir bebeğin eğer düzelmezse hem kendisinin hem de ananın ölümüne yol açması gibi, sosyalizm de insanlıkla yok olmayla karış karşıya geldi. Çocuk öldü. İnsanlık can çekişiyor. İnsanlık bir daha sosyalizme hamile kalabilecek mi? Yoksa artık çok mu geç, menapoza mı girdi? Bilmiyoruz. Bilemeyiz de. Ama bu arada bir atom savaşı veya bir ekolojik felaketle yok olmazsa, bir daha hamile kalabileceğini düşünmek için birçok neden var. En başta kapitalizmin her anki işleyişi nesnel olarak böyle bir programı daha fazla gerektiriyor ve yine nesnel olarak böyle bir öznenin var oluşunu sağlıyor. Tam da ilk kapitalizme geçen ülkelerin dünyanın geri ülkelerini sömürgeleştirmesi nedeniyle, sosyalizme hazır olan ülkelerin işçileri bu sömürgelerden elde edilenlerle sistemle uzlaşmaya çekildi ve tam da bu nedenle, sömürgelerde direniş savaşları gelişti. Ama bu savaşlar, tarihsel ve objektif olarak, burjuva demokratik karakterli görevleri çözmek amacıyla ortaya çıkmalarına rağmen, tam da burjuvazilerin korkaklığı ve Ekim Devrimi’nin prestijiyle, kendilerini sosyalist olarak tanımladılar. Ama onlar nesnel olarak sosyalist değildi ve olamazdı. Bunun ne sınıfsal, ne ideolojik ne de ekonomik koşulları vardı. Dolayısıyla sosyalizmin zaferden zafere koşması gibi görünen ve yetmişlere kadar olan dönem, aslında, köylülüğün egemen olduğu ülkelerdeki burjuva demokratik karakterli devrimlerden başka bir şey değillerdi. Ama bunlar burjuva sınıfı olmadığı ve korkak olduğundan burjuvazi dışında ve karşısında kaldığı için burjuvasız; Stalinizmin bürokratik ideolojisini sosyalizm diye kabullendiklerinden de demokrasisiz, burjuva demokratik devrimlerdi. Böylece sosyalizm yayılır gibi görünüyordu ama yayılan artık ne programı ne de politik kültürüyle sosyalizm olmadığı gibi; aslında doğuşundan bile daha geri toplumsal yapılar, kültürel ortamlar arasında yayılıyordu. Bu yeni program ve politik kültürün gücü tam da yaygınlığından geliyordu. Böylece sosyalizmin doğuşunda egemen olan, daha sonra, Rusya’nın geriliği ile tam tezat içindeki, burjuva kültürünü özümlemiş aydınlara ve son derece konsantre işçi hareketine dayanan devrimcilerinde zirvesine ve sonuna dayanan program ve politik kültür, fiilen bütün dünyada yok oluyordu. 1960’lar sonrası Türkiye’nin durumu biraz bu dünya çapındaki gidişin, zaman içinde sıkıştırılmış, minyatür bir tekrarı gibidir. 1960’lar bir bakıma, Marksizm’in dünyadaki doğuş ve yükseliş yıllarına (1848-1917) karşılık düşer. Ama devrim bulutlarının dünyada doğuya yani köylülüğe doğru kayması ve bu kayış sonucu ortaya çıkan ulusal hareketlerin kendilerini sosyalist olarak tanımlamaları gibi, Türkiye’de de radikalleşme önce Türkiye’nin taşrasına, sonra da Kürdistan’a doğru kayar. Dünyadaki kayışın ortaya çıkardığı programatik ve politik kültüre ilişkin değişimin benzeri Türkiye’de de yaşanır. 1960’ların aslında devrimci demokratik özlemlerin ve programın ifadesinden başka bir şey olmayan sosyalizm giderek ortadan kaybolur, nesnel olarak sonuçlarıyla devrimci ve demokratik karakterde, ama programatik olarak dile, etniye dayanan bir milliyetçilik yükselir. Buna paralel olarak, sol 144


veya sosyalist politik kültürde, 60’ların politik kültürünün bütün izleri silinir. Ama dünyada da Türkiye’de de Kapitalizm hükmünü icra etmektedir. Artık ikisinde de insanların büyük bölümü köylerde değil, şehirlerde, megapollerde, metropollerde yaşamaktadır. Bu korkunç sömürü ve baskı altındakilerin memnuniyetsizlikleri, ister uzak Asya’nın, Pasifik kıyılarının köle gibi çalıştırılan proleterleri olsun; İster Türkiye’nin batısındaki işletmelerde boğaz tokluğuna çalışan Kürtler veya Diyarbakır’ın yoksulları olsun, akacak bir damar bulacaktır ve bunlar artık köylü değildirler. Eski politik kültürün bu sınıfların memnuniyetsizliklerini ifade ederken hiç bir temel bulamayacağı, onların ihtiyacı olan politik kültürü, bu gün unutulmuş ve toprağın altına gömülmüş kültürde bulacağı çok açıktır. Ama bu sadece politik kültür olarak değil, programatik olarak da böyledir. Dünün dile, etniye, kavme hatta dine göre tanımlamış uluslarını yaratmakla sonuçlanan programı, bu günün dünyasında hiçbir çözüm sunamaz. Kendisi global işgücü pazarında bütün ulusal sınır engellerine rağmen oradan oraya akımını sürdüren dünyanın proleterleri, harekete geçtiklerinde bayraklarına tüm ulusal sınırların ilgasından başka bir şey yazamazlar. Benzer şekilde, dünyadaki en büyük Kürt şehri olan İstanbul’un Kürtçe konuşan işçileri, bayraklarına, ulusu Kürtlüğe veya Kürtçe’ye göre tanımlamış bir ulus devletten ise, ulusun tanımından her türlü etniyi, dili, dışlayan ve tüm dillere eşitlik tanıyan bir programı bayraklarına yazmaya daha eğilimli olacaklardır. Ve gerek dünyada gerek Türkiye ve Kürdistan’da bu programları bayraklarına koyacak olanlar, ihtiyaçları olan politik kültürün geleneğini, Marks’ların, Lenin’lerin, Kıvılcımlı’ların, 68’lerin politik kültüründe bulacaklardır. Bizlere düşen görev, bu geleneği unutulmaktan kurtarmak ve yeni gelecek olanlara aktarmaktır. Bu da somut bir biçim olarak, polemiklerin geri dönüşünde ve polemiğin tekrar eski, diyalektik ve fikirlere dayanan anlamını kazanışında kendini gösterecektir. Köylülüğe ve doğuya kayış fiilen polemiği yok etmiş, onu kişiselleştirmiş ve kişisellik anlamı vermişti. Şimdi tekrar şehirlere doğu dönüş, ona eski unutulmuş anlamını tekrar kazandıracak ve polemikler de gerçekten öyle olacaktır.

145


Zina Özgürlüğü Türkiye’de toplumsal muhalefetin zayıflığının nedeni onun örgütsüzlüğü, güçlerini birleştirememesi değildir. Onun zayıflığının gerçek nedeni hedeflerinin ve gerekçelerinin bayağılığıdır. Sol demokrasi sözünü dilinden düşürmez ve onu bir fetiş haline getirir. Halbuki, genel olarak demokrasi, eni sonu, azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden rejim demektir. Ve pek ala gerici bir milliyetçilikle, ırkçılıkla, faşizmle bile bağdaşır. Genel olarak demokrasiyi savunanlar, Hitler’in çoğunluğun oylarıyla, son derece "demokratik" bir şekilde iktidara gelmesi karşısında söyleyecek söz bulamazlar. Sosyalistler, demokratlar sadece demokrasiden değil, özel bir demokrasiden yana olduklarını açıkça koymalıdırlar. Özel bir demokrasi, belli haklar söz konusu olduğunda, çoğunluğun karar alma hakkını sınırlayan bir demokrasidir. Genel olarak demokraside, sigara içen bir çoğunluk, gayet demokratik bir şekilde bir toplantıda sigara içme ve içmeyenleri taksitle öldürme kararı alabilir. Böyle bir demokraside sigara içmeyenlerin söyleyecekleri söz bulunamaz. Ama kimsenin başkalarının sağlığını tehlikeye atamayacağının bir insan hakkı olarak tanındığı bir demokraside; bütün çoğunluğa rağmen bir tek kişi bile sigara içmiyorsa ve o sigara içilmemesini talep etmişse, orada demokratik olarak sigara içilip içilmeyeceği oylanmaz, oylanamaz. Orada sigara içilmez ve içilemez. Orada devletin görevi, sigara içen çoğunluğa karşı o bir kişinin sigara içilmeyen bir ortamda bulunma özgürlüğünü savunmaktır. Bu özgürlüğü tanımak istemeyen demokratik çoğunluğa karşı gereğinde şiddet kullanmaktır Genel olarak demokraside, ana dili Türkçe olan çoğunluk, pek ala demokratik bir şekilde ana dili Türkçe olmayanların Türkçe öğrenmelerini kanunlarla zorunlu kılabilir. Ama insanların istedikleri dili ana dili seçmeleri ve o dilde eğitimi ve her türlü haberleşmeyi bir insan hakkı olarak tanımlayan bir demokraside, devlet, Türkçe konuşan çoğunluğa karşı, bir tek kişinin bile ana dilde eğitimini garantiye almakla yükümlüdür. Devrimci demokrasinin parolası, devletin resmi dili olmasına karşı çıkmak ve herkesin ana dilinde eğitim ve haberleşme hakkı olabilir. Ama böyle bir hakkı savunan var mı, bunu ortaya koyan var mı? Yok. Demokratik muhalefetin esas zayıflığının nedeni, tam da bu yokluktur. Hedeflerin bayağılığı, sorunun sanki Kürtçe kursları açılması ve bunun Avrupa’ya girmek için gerekliliği gibi bir düzeyde tartışılmasıdır muhalefetin zayıflığının esas nedeni. Bu gerilik her alanda böyle. Bütün din adamlarının maaşlarının kaldırılması; diyanetin kapatılması; bütün dini eğitim veren kuruluşların kapatılması, dini eğitimin o cemaatlerin gönüllü bağışlarına bırakılması; çoğunluk dinine karşı diğer inançların özgürlüğünün garantilenmesi gibi devrimci demokratik talepleri ortaya koyan var mı? En radikal görünen 146


Alevilerin çoğunluğunun talepleri bile, Aleviliğin tanınması ve diyanet işlerinde temsili gibi gerici taleplerden öteye gitmiyor. Son zina tartışmasında da durum aynı. Kimse, iki insanın beraberliğinin devletin onayıyla meşruiyet kazanmasını; yani nikah ve evlenme işlemlerini sorgulamıyor. Devlet yatak odasına girmesinmiş? O oradan ne zaman çıktı ki bir daha girecek? Kimin kimle birlikte olacağı devleti ne ilgilendirir. Ne demek nikah memuru? Diyanet işleri gibi o da lağvedilmesi gereken bir kurumdur. Ve elbette nikahın olmadığı yerde, “zina” da olmaz. Hukuken olmamasına rağmen, günlük ilişkiler içinde, erkekler ya da Müslümanlar, çoğunluklarıyla kimilerini zina yapıyor diye baskı altına alıp, örneğin İmam nikahı kıymaya zorlarsa, devletin görevi, o Müslüman ve erkeklere karşı zina özgürlüğünü savunmak olur. Bari şu kanun vesilesiyle başlayan zina tartışmaları, devrimci ve demokratik bir muhalefetin ihtiyacı olan talep ve sloganların ortaya çıkmasına vesile olsa. Yani nikahın ve memurlukların ilgası. Birliktelik için hiçbir bildirimde bulunma zorunluluğu olmaması. Devletin insanların istedikleriyle birlikte olmaları özgürlüğünü savunması. Bunları söylemeye başlarsak, devletin dilinin olmaması; herkesin istediği dili ana dili seçmesi ve ana dilinde eğitim ve haberleşme hakkı gibi; diyanetin kapatılması; dini eğitimin cemaatlerin gönüllü bağışlarına bırakılması gibi sloganları da ortaya atmanın yoluna girilir. Ve o zaman, Politik İslam’ın hiç de azınlıkların ve insanların haklarını savunan bir demokrasiden değil; gerici milliyetçilikle hiç de çelişmeyen genel olarak demokrasiden yana olduğu kolayca görülür. Kürt hareketinin ifadesi olan partiler Türkiye Partisi mi olmak istiyor? Bunun yolu, devrimci demokratik bir programı savunmaktır. Yani somut olarak, o bayağı “Avrupa’ya girişimizi engeller; devleti yatak odasına sokuyor” gibi argümanlarla arasına sınır çekip; devlet zaten yatak odasında; “medeni” nikahın ilgası sloganıyla öne çıkarsa, o zaman Türkiye Partisi olma yolunda adım atabilir. Bu her alanda böyledir. Türkiye Partisi olmak, Devrimci Demokrasinin partisi olmakla olur. Ya da tersinden Devrimci Demokratik bir programı olur ve bu mücadelenin önüne geçerse; bunun yan ürünü olarak Türkiye Partisi olur. Ve ancak böyle bir parti gerçekten bütün dillerin ve dolayısıyla Kürtlerin özgürlüğünü savunduğu için Kürtlerin de partisi olabilir. 07 Eylül 2004 Salı

147


Teori ve Politika Teori demek, yüzey akıntısı değil dip akıntısı; görünen değil, görünenin zıttı biçimindeki özü; birbiriyle ilgisiz görünen olgular arasındaki görünmez ortaklık demektir. Teori demek genelleme demektir. Gericilik dönemlerinde insanlar genelleme yeteneklerini yitirirler. Diğer bir deyişle teoriye olan ilgi kaybolur. Kaybolur çünkü, bilimlerin ilerlemesine pratik ihtiyaçlar yüzlerce üniversiteden daha büyük atılım verirler. Toplumsal bir hareketlenme, bir mücadele yoksa, teoriye ihtiyaç, dolayısıyla genelleme yeteneği de yok olur. Bu nedenle toplum bilimleri alanında bütün büyük ilerlemeler her zaman modern işçi sınıfının hareketlerinin ayak izleri üzerinde gerçekleşir. Marksizm, Fransa, İngiltere ve Almanya’daki işçi hareketinin yükselişinin çocuğudur. Bir benzeri hala gelmemiş, o her biri bir zirve ve teorisyen olan, ve o zirvelerin içinden Lenin, Troçki gibi daha büyük zirveleri çıkarmış Rus Devrimcileri kuşağı, Rusya’nın genç ve yükselen işçi sınıfı ve onun hareketi olmadan tasavvur bile edilemezdi. Türkiye sosyalist hareketinin hala aşılamayan iki önemli ismi olan Kıvılcımlı Hikmet ve Nazım Hikmet, doğrudan 1917 – 23 dönemindeki dünyada bir eşi daha bulunmayan işçi hareketi yükselişinin çocuğudurlar. 1960’larda önce DİSK’i, DİSK’ten önce TİP’i yaratan işçi hareketleri olmasaydı, Türkiye tarihinde bir eşi benzeri daha gelmemiş, o altmışlı yılların teoriye olan açlığı ve teorik tartışmaları düşünülemezdi bile. Teori çoğu kez, ağzı laf yapma, entelektüalizm ve akademisyen kırk ambarlığıyla karıştırılır. Teori ancak bunlara karşı ve bunlarla mücadele içinde gelişir. Teori sadece pratikten beslenmez, kendisi en can alıcı pratiktir; teorik pratiktir, praksistir. Evet teori, modern işçi hareketinin ayak izleri üzerinde yürür ama, bir kere ortaya çıktı mı, onun kendi bağımsız bir dinamiği de hükmünü icra eder. Walter Benjamin veya Adorno’nun katkıları, yükselen bir işçi hareketinin değil, dünya tarihsel yenilgilerin damgasını taşırlar ve o yenilgilerin sorularına cevap ararlar. Bu yenilgide yapılan katkılar, yeni yükselişlere maya olurlar. Yeni bir yükseliş o gericilik dönemlerinde akıntıya karşı yapılmış birikimler ve geleneklere dayanarak gerçekleşir. 1968 yükselişi örneğin, Almanya’da Frankfurt Okulu’nun bu gericilik dönemlerinde açılmış teorik kanallarında birikti. Türkiye’de altmışlardaki hareket ilerledikçe, eski sosyalistlere yöneldi. Öyle ki, 15-16 Haziran İşçi hareketi zirvesinden sonra örneğin, Kıvılcımlı gibi en eski ve en teorik sosyalistin depolarda çürüyen kitapları birkaç haftada tükenip, yeni baskılar yaptı. Bu gün zerrece bir teorik dinamizmin olmadığı; insanların genelleme yeteneklerini; teoriye olan ilgilerini yitirdiği bir dönemde yaşıyoruz. İşçi hareketinin yeni bir yükselişi, nerede ve 148


nasıl gerçekleşir bilmiyoruz. Muhtemelen Uzak Doğu’da, Pasifik kıyılarında, bu günkü dünya ekonomisinin en dinamik olduğu, dolayısıyla en genç ve dinamik işçi sınıfının en korkunç sömürü altında şekillendiği bölgede. Uzak Doğu’nun elektronik aletleri evleri feth etmişken, filmleri sinemaları yavaş yavaş feth ederken, bütün bunları yaratan milyonlarca işçinin hareketi ve bunların teoriye getireceği dinamizm de er veya geç zamanla etkisini gösterecektir. Ama ne olursa olsun, tarihin genel eğilimleri günün acil görevlerinin yerine geçirilemez. Ve hiçbir hareket de gökten zembille inmez, daima var olandan yola çıkar. O halde, bu gün giderek artan bir ihtiyaç kendini dayatmaktadır: bir zamanlar Adorno, Benjamin, Troçki, Kıvılcımlı gibilerin yaptığını yapacak, Akıntıya Karşı yüzecek teorik ve ideolojik mücadeleye müthiş bir gereksinim var. Evet teori İşçi hareketinin ayak islerinde yürür ama, modern işçi hareketi ve diğer toplumsal hareketler de, teorinin ışığı olmadan karanlıkta yola çıkmaya cesaret edemez. Son yıllarda toplumsal hareketlerin bu kadar zayıf ve soluksuz kalışının bir nedeni de teorik ve ideolojik zayıflıktır. Güçlü bir demokratik hareket için bile, güçlü bir teorik çabaya ihtiyaç var. Teorinin gücü hiç küçümsenmeye gelmez. O tıpkı gravitasyon gibidir. Gravitasyon, atom çekirdeğindeki güçler veya elektromanyetik güç karşısında neredeyse hiç denecek kadar zayıftır. Ama uzak mesafeler ve büyük kütleler söz konusu olduğunda, evrenin kaderini o belirler. Teori de öyledir, milyonlarca insanın eylemi ve uzun dönemler söz konusu olduğunda, son sözü teori ve onun ifadesi olan programlar söyler. 05 Ekim 2004 Salı

149


Şu Azınlıklar Tartışması Gerçek bir Demokratik Cumhuriyeti savunan tutarlı bir Devrimci Demokrasinin yokluğu nedeniyle, hemen her tartışmada olduğu gibi azınlıklar konusunun tartışılmasında da, tüm kavramlar anlamlarını yitiriyor; herkes tam bir köle diliyle konuşuyor ve tartışmalar netlik sağlamak bir yana kafa karışıklıklarıyla sonuçlanıyor. Şu an Türkiye’de şu görüşleri savunan bir Fikir Akımı, bir Toplumsal Hareket, bir Parti olduğunu var sayalım: “Ulusun dile, dine, etniye, kültüre, tarihe göre tanımlanması bir gericiliktir. Devletin nasıl dini yoksa ve olmaması gerekiyorsa, yani inanç “özel” bir sorun ise, dil, din, etni, kültür, “ulus” da öyle olmalıdır. Devletin dili, dini, etnisi, tarihi, soyu, sopu, “ulusu” olduğu yerde otomatik olarak baskı altındaki azınlıklar da oluşur.” Böyle bir çizgi karşısında, bu gün ortalığı kaplamış görüşlerin gerici ve uzlaşmacı nitelikleri apaçık ortaya çıkardı. * Azınlıklar sorunu, birisi ezilenleri bölücü ve gerici; diğeri devrimci ve demokratik olmak üzere iki şekilde “çözülebilir”. Birincisi, o azınlıkların tanınmasıdır. Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz. Türkiye’de devletin iddiası her ne kadar laik olduğu ise de, devlet laik değildir ve Sünni İslamın özel bir yorumu devletin gayrı resmi dinidir. Devlet, tüm vatandaşlardan aldığı paralarla, camilere imam atar, onların maaşını verir, İmam Hatip okulları açar vs.. Bütün bunların laiklikle hiçbir ilgisi yoktur. Şimdi böyle bir devlette, Alevilerin de tanınması, yani örneğin Cem Evlerinin de Camiler gibi tanınması; dedelere maaş bağlanması gibi, Sünnilere tanınan ayrıcalıkların aynen Aleviler için de geçerli olduğunu var sayalım. Bu “çözüm” gerici bir “çözüm”dür. Bu çözüm, devletin inanç alanına karışmasını sorgulamaz. Sadece somut olarak devletin tanıdığı ya da desteklediği din veya dinler değişmiş olur. Devrimci ve demokratik çözüm, devletin Alevileri de tanıması değil, dini tümüyle özel bir sorun olarak görmesi, sadece onların arasındaki eşitliği, inanç özgürlüğünü savunmasıdır. Yani örneğin İmamların maaşının, yetiştirilmesinin vs. de tıpkı şimdi Alevilerde olduğu gibi bütünüyle cemaatin gönüllü katkılarıyla sağlanmasıdır. Devletin görevi, çoğunluk dininin, azınlık inançlarını baskı altına almasını engellemek olur. Yani örneğin, en Sünni semtte bile, isteyenin ramazanda güpe gündüz yemek yeme hakkını savunmak olur. Türkiye’de bir Politik İşçi Hareketi, dolayısıyla Devrimci Demokrasi bulunmadığı için, bu alandaki bütün tartışmalar, gerici çözüm çerçevesinde yapılmakta, Burjuvazin ile bürokrasi 150


arasındaki o kayıkçı dövüşü ve zımni uzlaşma teşhir edilememektedir. Bu gün mazlum rolü oynayan, politik İslam bayraklı Anadolu Burjuvazisi, hiçbir şekilde böyle bir tutarlı laikliği savunmamaktadır. Onun sorunu, devletin resmi İslam’ının kendi savunduğu İslam olmamasıdır. Tersinden Aleviler de, çoğu kez gerçek bir laiklikten ziyade, ya politik İslam'a karşı resmi İslamla ittifaka girmekte ve bürokrasinin yedeği olmaktadırlar ya da Aleviliğin de tanınması gibi gerici talepler ileri sürmektedirler. Halbuki gerçek bir laiklik programı, sadece Alevilerin değil, Ateistler, Ezidiler, Hıristiyanlar gibi tüm diğer inançların da sorunlarını bir çırpıda ve kökten çözer. * Sorun aynen ulusal sorunda da görülmektedir. Şimdi Kürtler “biz Asli unsuruz” diyerek aslında tıpkı, Alevilerin de gerçek bir laiklik yerine Sünnilerle aynı haklardan yararlanma politikasına benzer bir politika izlemektedirler. Yani devletin Türk devleti olmaktan çıkıp, Türk-Kürt devleti olmasını istemektedirler. Evet bu da bir “çözüm” olabilir, ama tıpkı Alevilerin diyanette yer alması gibi bir “çözüm”dür. Demokratik bir Cumhuriyet ile böyle bir talebin ilişkisi olmaz. Sorun devletin Kürt-Türk devleti olması değil, Türk devleti olmaktan çıkarılmasıdır. Demokratik bir Cumhuriyette, devletin nasıl dini olmazsa, din nasıl bütünüyle özel bir sorun olarsa, devletin dili, etnisi, soyu, tarihi “ulusu” da olmaz. Politik olanın, devletin ya da ulusun tanımı, bunlarla değil, insan haklarıyla yapılır. Örneğin tüm dillerin ve kültürlerin eşitliği, herkesin ana dilinde eğitim hakkı. Böyle bir toplumda, her hangi bir dil ya da kültür imtiyazlı olmayacağından, her hangi bir etnik, kültürel ya da dilsel politik azınlık da olmaz. Tıpkı gerçek bir laiklikte devletin dini olmadığı için herhangi bir dinsel politik azınlık da olmayacağı gibi. Her hangi bir veya birkaç dilin, bir ortak konuşma dili olarak seçimi ise, teknik bir çözümdür ulusun tanımına ilişkin değildir. Bu dilin en büyük çoğunlukların, örneğin Türklerin ve Kürtlerin dili olması bile gerekmez, pek ala o ülkede hiç konuşulmayan bir dil, örneğin İngilizce bile seçilebilir. En devrimci demokratik eğilimleri dile getiren Kürt hareketi bile, hala sorunu kurucu asli unsur çerçevesinde tartışmakta; ulusun dile ve etniye göre tanımlanmasını sorgulamamakta; tutarlı bir devrimci demokrasi programını ortaya koyamamaktadır. Ama bu geri çekilişten dolayı Aleviler gibi Kürtler de suçlanamaz. Bunun baş suçlusu, böyle bir programı bayraklarına yazmayan sosyalistlerdir. Türkiye’de veya Orta Doğu’da ulusu dil, etni, din, kültürle tanımlamayı reddeden ve buna karşı mücadele eden gerçek bir Demokratik Cumhuriyeti savunan politik işçi hareketi olmadığı için, Kürt hareketi de kendi devrimci demokratik eğilimlerini ifade edememektedir. Görev, inancın, dilin, kültürün kişisel bir sorun olduğu, bütün dil, inanç, kültür ve dillerin eşit olduğu gerçek bir Demokratik Cumhuriyet’i savunacak devrimci demokratik bir politik akım, 151


bir hareket ve politik bir örgüt ve güç yaratmaktır. Ancak böyle bir program ve çizgi, bu gün ortalığı kaplamış güçlerin, gerici ve uzlaşmacı niteliklerini görmeyi sağlayan bir mihenk taşı olabilir ve devrimci demokrasiyi daha tutarlı bir çizgiye çekebilir. 18 Ekim 2004 Pazartesi

152


Che’nin Che Olmadan Önceki Yolculukları ... rastlamayacaksın yabanıl Poseidon'a taşımıyorsan onu eğer kendi ruhunda ruhun dikmiyorsa eğer onu karşına. ... Hep aklında olsun İtaki. Oraya varmaktır hedefin senin. ... yaşlı biri olarak yanaş adaya, yolda kazandıklarınla zengin biri olarak zenginlikler bekleme İtaki'den. Bu güzel yolculuğu İtaki verdi sana. Yola çıkmazdın o olmasaydı eğer. ... Yoksul görünüyorsa da sana, aldatmadı seni İtaki. Böylesine bilgeleşmişken, bunca kazanımla, anlamış olmalısın artık, ne demektir İtakiler. (Kavafis - H.Milas, Ö. İnce)

İlk bakışta her yolculuğa bir hedefe varmak için çıkılır; yol ve yolculuk o hedefe varmak için bir araçtır. Ama derinden ve sonuçlara bakılınca, hedefin kendisi yola çıkmak için bir araçtır. Yolun kendisinde yolcu ve amaçlar da değişir. Yol bu oluş, bu gidiş, bu değişimin metaforu olarak görüldüğünde, yolun ve yolculuğun kendisidir gerçek amaç. Bu nedenle Marks, Proletarya’nın devrime, yani toplumsal ilişkileri değiştirmesine, her şeyden önce bu mücadelenin kendisinde yol açacağı değişiklikler için ihtiyacı olduğunu söyler. Devrimi bir yolculuğun sonunda ulaşılacak bir hedef, hedef mücadeleyi yol olarak görme metaforu olmasa, ne Lenin’in “Bir Adım İleri İki Adım Geri”si, ne Kıvılcımlı’nın “Yol”u bu adları taşırlar; ne de Türkçe’deki “yoldaş” sözcüğü olurdu. Yol demek uygarlık demektir, ticaret demektir. Bu nedenle bütün büyük destanlar yolları anlatırlar. İlyada, tıkanmış Kuzey-Güney ve doğu batı yollarının kavşağının açılışını, Truva’nın düşürülüşünü anlatır; Odysseus tümüyle Akdeniz’in deniz ticaret yollarında geçer. Bin Bir Gece Masalları, Hint ve Çin’e giden, İran üzerinden orta, Hint Okyanusu üzerinden Güney yolunun hikâyesi ve ürünüdür. Ama komün yaşamında bile, manevi olarak kat edilen yollar büyük önem taşır. Çocuklar, komünün eşit haklı bir üyesi olmak için, manevi bir yolculuğa çıkarlar, bu yolculukta 153


değişerek eşti hak ve görevli bir kardeş olabilirler; Şaman’lar, Muhammet’in Miraç’a çıkması gibi, kendilerinden geçip, ruhlar âlemine yola çıkarlar. Bu yolculuklar sonunda tekrar arınıp güçlenirler. Bütün büyük dinlerde, insanın kendi içine yaptığı yolculuklar, meditasyonlar arınmanın, değişimin temelini oluştururlar. Yol, yoğunlaşmış bir tecrübedir. Yoğunlaşmış bir değişimdir. Başlangıçta beklenen ve hedeflenenden bambaşka bir şeyin oluşumu ve ortaya çıkışıdır. Bir sürprizdir. Fakat sadece yolcu değil, yol da değişir. Hiçbir yol kat edilmeden önceki yol değildir. Her yolcu yolda küçük de olsa değişiklikler yaratır. Cüzzamlılar adası, genç Che ve arkadaşı oraya varmadan önceki ada değildir artık; o cüzzamlılar eski cüzzamlılar değildir. Ama genç Che’de oraya gelmeden önceki Che değildir. Oğlu Camillo’nun dediği gibi, Che henüz Che bile değildir. Yol’un ve Yolculuğun, ister Homeros’un Odysseus’indeki gibi o zamanın dünyasını bir baştan bir başa kat etsin ve yıllar sürsün; ister Joyce’unki Ulysse’sindeki gibi, bir şehirde bir gün sürsün; İster zaman, ister mekan içinde bin yolculuk olsun; ister başka dünyalara; ister insanın kendi ruhunun derinliklerine olsun, her zaman dayanılmaz bir büyüsü vardır. Sinema da kendini bu büyüden kurtaramaz. Beat kuşağından Jack Kerouacs’ın “On the Road” (Yolda) romanı bir bakıma şu Amerikan sinemasının “Road Movie” dediği türe bir edebi ebelik yapar. 1968’lerin kült filmi Dennis Hopper’in “Easy Rider”i bir yol filmidir. Ama Motorsiklet Günlüğü bir Road Movie değildir. Motorsiklet yaşama yakınlığı ile modern topluma isyan duyan genç imgesinden ayrı düşünülemez. Maryon Brando’nun (The Wild One / Vahşi Hücum) ya da James Dean’ın motorsikletli film ve resimleri, en azından Che’nin resmi kadar yirminci yüzyılın ikinci yarısının ikonlaşmış resimleri arasındadır. Dean ve Brando gibi Kuzey ve Che gibi Güney Amerika’nın gençleri arasında Motorsiklet aracılığıyla bir ortaklık varmış gibi görülüyorsa da; Che’nin hayatında ve yolculuğunda motorsikletin işlevi bir Brando veya James Dean’ın sembolize ettiği gençlerin hayatında motorsikletin işlevinden çok farklıdır. Dean ve Brando’da sembolleşen Motorsiklet, kapitalist toplumun o korkunç, insanlık dışı vahşetinin bir ifadesi olduğu gibi ona bir isyandır da. Biraz modern toplumdaki dinin işlevine benzer bir yanı vardır motorsikletin. Hem o yabancılaşmanın kendisi, hem ifadesi, hem ona karşı bir tepki hem bir ilaçtır. Ama Adı, Che’nin filime adını veren ve bu günlükleri derlediği kitabın adı gibi, “Motorsiklet Günlüğü” olmakla birlikte bu film isyancı gençleri anlatan bir “Motorsiklet Filmi” de değildir. Motorsiklet, Güney Amerika’da bir isyandan ziyade, motorsiklet alabilecek ve onunla yola çıkabilecek üst bir toplumsal konumun; belki feodal gelenekler karşısında biraz orta sınıf aydınlanmasının ve modernitenin bir ifadesidir. Hatta geri ülkelerde motorsikletin böyle bir özelliği olmuştur da denebilir. O yol olmayan yerlere bile gidebilme yeteneğiyle ve modern toplumun ürünü bir araç olarak, her zaman, yolun geçmediği, yani uygarlığın ve kapitalizmin girmediği yerlere, Modern kapitalist 154


uygarlığın bir sembolü olarak; bir sürat motorunun sakin bir denizin kadife bir örtü gibi yüzünü ardında beyaz köpükler bırakarak büyük bir gürültüyle yarması gibi, bir gök gürültüsü eşliğinde gücünü, karşı durulmazlığını; kaslarının gücünü göstererek girer. Che’nin yola çıktığı motor, bir isyanı değil, bir üstünlüğü sembolize eder Latin Amerika’nın kendi gerçeğinde. Ve nihayet., Che, sadece sıradan orta sınıftan bir motorlu değil, bir Arjantinli’dir. Arjantinli ve Şili’liler, tıpkı Türkler gibi, kendilerini diğer Latin Amerikalılardan ayrı, Avrupalı görürler ve tıpkı Türklerin İranlılara, Araplara, Farslara, Pakistanlılara, hâsılı tüm Asyalılara ve üçüncü Dünyalılara baktıkları gibi tepeden ve aşağılamayla bakarlar. Che kendi niyeti ne olursa olsun, böyle bir ülkeyi de sembolize eder aslında altında motosikletiyle, karşılaştıklarının gözünde en azından böyledir; sömürgeci beyaz adamın da bir sembolüdür. O motorsiklet tıpkı, İnka ve Aztek’lerin, uygarlıklarını yok eden Konquistador‘ların atıdır. Che Che olmak için, motorsikletli bir beyaz adam olmaktan da, bir Arjantinli olmaktan da çıkmak zorundadır. Motorsikletin bozulması ve yola motorsikletsiz olarak yayan devam etmeleriyle birlikte başlar aslında gerçek “Motorsiklet Günlüğü”. Ancak böylece Motorsikletli bir Konquistador olmaktan çıkıp; bir burjuva Arjanrtinli olmaktan çıkıp, bir Latin Amerika’lı ve kaderini onun ezilenleriyle birleştirmiş bir devrimci oluşun yoluna girebilir. Yolculuk, artık bir yaşantı (Erlebnis, Event) değil; bir tecrübe (erfahrung) , bir derinleşme, bir arınma ve zenginleşme olmaya başlar. Arınmak zenginleşmektir; az fazladır. Her şey tecrübelerden çıkar ama tecrübelerden hiçbir şey de çıkmaz. Kavafis’in dediği gibi, taşımıyorsan onu ruhunda; ruhun dikmiyorsa karşına, rastlamazsın Poseidon’a. Yani biraz cevher olması gerekir. Adaletsizliklere bir isyan duygusu; bir insan sevgisi; tüm insanlara karşı kendini sorumlu hissetme. Eğer bu yoksa yolculuklar ya da tecrübeler hiçbir zaman arınma ve zenginleşmeye yol açmaz. Bu adalet ve sorumluluk duygusu ise, kapitalizmden, onun siyasi var oluş biçimi olan ulusçuluğun kendisinden, kardan çıkarılamaz. Böyle bir duygu ve düşüncenin son kalıntılarını da modern toplumun insanlarına yine de o eski dinler aktarırlar. Ama bu dinlerin geleneklerinin aktarılmadığı ve unutulduğu yerlerde, artık ruhunda Poseidon’u taşımıyanların karşısına Poseidon çıkmaz. Bu bakımdan, kapitalist toplumdaki adaletsizliklerin, sömürünün, otomatikman, bunlara karşı idealist mücadelecileri yaratacağını sanmak aşırı bir mekanik düşünme olur. Bir zamanlar bir film vardı, Fahrenayt 451 diye. Bütün kitapların yakıldığı her şeyin bir sayıya ve resme döndüğü bir dünyayı anlatıyordu. (Aslında şimdi aşağı yukarı öyle bir dünyada yaşıyoruz. En devrimci yayın organları bile, haberleri, yazıları kısa yazmaktan söz ediyorlar. Analitik düşüncenin yok oluşuna teslim olup onu yeniden üretiyorlar. Çözümün değil sorunun bir parçası olduklarının farkına varmıyorlar.) O dünyada insanlar kitapları ezberleyerek ve bu sefer bizzat kendileri o kitabı yakarak yaşatmaya çalışırlar. Belki bu günün dünyasında, şu gerici denerek, eski dinlerin, inançların değerlerini (Bu Marksizm de olabilir, 155


her hangi bir kapitalizm öncesi dinin değerleri de olabilir.) yeni kuşaklara aktarmaya çalışanlar, belki de o kitapları ezberleyen direnişçiler gibidirler. Onlar belki geleceğin direnişçilerinin katalizatörleri, mayaları olabilirler. Katalizatörler olmadan, hiçbir reaksiyon başlamayabilir. İşte genç Che’de olan ve bu günün genç kuşaklarında pek olmayan budur. Adaletsizliğe isyan duygusu; insan sevgisi; kendini tüm insanlardan sorumlu hissetme. Kimi mesleki Dejenerasyona uğramış “devrimci” lerin “burjuva hümanizmi” diye hor gördüğü hasletler. Kapitalizmin kültürü sadece bu hasletleri, her gün giderek artan bir hızla kültürler ve canlı türleri gibi tüketmiyor. Kapitalizm artık insan hayatında Tecrübe’nin, dolayısıyla derinleşme, arınma ve zenginleşmenin koşullarını da ortadan kaldırıyor. Günümüzde yolculuk artık yolculuk değildir. Günümüz dünyasında, kelimenin gerçek anlamında, tecrübe anlamında, olgunlaşma derinleşme anlamında seyahat yapılamaz. Bunun var oluş koşulları da hızla yok oluyor. Bu günkü temel yolculuk biçimi olan Turizmin, halkları ve insanları bir birine yaklaştırdığı koskoca bir yalandır. Turizm sadece bir yaşantı (Event, Erlebnis) sunar. Cam bir fanusun içinde gerçekleşir bütün turistik seyahatler. Bütün konforu; alışkanlıkları ile her şey birlikte götürülür. Hiçbir zaman gittiğiniz yerlerin insanları ile karşılaşmazsınız. Karşılaştıklarınız, onların turistler için dizayn edilmiş tüketici için ambalajlanmış biçimleridir. Artık onlar insanlar değil, tüketime sunulmuş metalardır. Ama sadece seyahat yapma olanağı da kaybolmamıştır bu toplumda; daha da korkuncu, seyahat yapılma olanağının kaybolduğunu anlama olanağı da yoktur. Her şey korkunç bir hızla değişir. Her şey yüzeyselleşir. Her şey birkaç saniyelik, bir göz atışlık olur. Derinleşmek, düşünmek de giderek olanaksızlaşır. Herkes kendi deneyinden biraz bilir. Hiçbir olgu, nesne, ya da konu hakkında, ilk bakışta fazla bir şey öğrenilemez. Bir müziğin arka planını bildikçe; onu sindire sindire dinledikçe daha fazla tadına varır, daha bir anlarsınız. Bir şehrin sokaklarının tarihini, hikâyelerini bildikçe o size daha fazla şeyler anlatmaya başlar. İnsanlar tanıdıkça, sıradan insanlar olmaktan çıkar. Ancak o zaman şeyler, olaylar ve konular anlaşılır olmaya; bir yoğunluk, ilginçlik, heyecan vericilik kazanmaya başlar. Ama bu günkü toplum, korkunç ritmi; bilgilerin yüzeyselliği ile bunun bütün yollarını da tıkamış bulunmaktadır. Böylece tıpkı bir kara delik gibi, kendi kendini besleyen bir süreç gelişmektedir kapitalizmde. Yolculuk da, Tecrübe de, Onlar üzerine Düşünüp taşınma, derinleşme de; bunun için kaynaklar da, olanaklar da tüm hızla tükenmektedir. İnsan yok olmaktadır. Biyolojik bir varlık yok olmadan önce, sosyal bir yaratık olarak insan yok olmaktadır. İşte böyle bir dünyada, Che’nin filmi, Küçük Kara Balığın hikâyesidir. Beki bu filmi seyredenlerden biri, yine o “Küçük Kara Balık” gibi, meraklanıp bir başka seyahate çıkabilir. 156


Merak her şeyin başıdır. 19 Kasım 2004 Cuma

157


Türklüğü ve Ulusu Yeniden Tanımlamanın Farkı Kürt olduğu için vurulan 5 C öğrencisi Uğur’un Anısına

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında Bir teneffüs daha yaşasaydı Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür Devlet dersinde öldürülmüştür Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu: -Maveraünnehir nereye dökülür? En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı: -Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir. (...) Ece Ayhan, Meçhul Öğrenci Anıtı

Geçen haftaki “Türk Nedir?” başlıklı, aslında dört yıl önce yazılmış yazı, hem çok tepki, hem de çok takdir aldı. Ama her iki taraf da yazıda ne dendiğini anlamamışlardı. Yazı Türkler tarafından Türk ulusunun yeniden tanımlanması olarak anlaşıldı. Anlaşılamamasının nedeni şudur: Bu gün dünyadaki insanların neredeyse tamamı, (ki buna en hızlı komünist ve enternasyonalistler de dahildir) ulusçudurlar ve bunun dışında başka bir var oluşu tasavvur bile edemezler. Ama sadece bu kadar değil. Bir de bunun çifte kavrulmuşu var. Dile, dine, kültüre, etniye dayanan gerici ulusçular da bu ulusçuların yüzde doksanını oluştururlar. Ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlar. Çifte kavrulmuşlar ise bırakalım ulusçuluğu, demokratik bir ulusçuluğun bile ne olduğunu anlayamazlar. Bizim yazılarımızın trajedisi de buradadır. Neredeyse bütün okuyucuları, ezen ya da ezilen ulustan olsun, kendine ister sosyalist ister milliyetçi desin, ulusçu ya da gerici ulusçu olanlara ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlatmaya çalışmaktadırlar. Bu beyhude işe devam edip bir başka açıdan daha anlatmayı deneyelim. Özellikle son zamanlarda güçlenmiş söyle bir akım var. Bu gün Türkiye’de Türk denenler aslında, Bizans, Osmanlı’nın mirasçısıdırlar, kültürce onların devamcısıdırlar. Bizans da esas olarak Rumluk ve Ermenilik olarak tanımlanabileceğinden, Orta Asya’daki uluslar değil ama Rumlar ve Ermeniler Türklerin en yakın kardeşleridirler. Diyelim ki bu akım güç kazandı, devletin resmi ideolojisi haline geldi. Tarih kitaplarında bu yönde değişiklikler yapılıyor, Ermenistan ve Yunanistan’la vizeler kaldırılıyor. Türk başbakanları gidip, 1915’de katledilmiş Ermenilerin anıtı önünde Willy Brandt gibi özür dileyip, Türklüğü İslamiyet ve orta Asya Türklüğü ile tanımlayan anlayışların bu katliamlara yol açtığını söyleyip mahkum ediyorlar vs.. Kendini böyle tanımlamış bir Türk ulusçuluğu, elbette, gerçek duruma daha yakın olduğu için, en azından bu günkü hafıza kaybına dayanan kişilik parçalanmasına uğramış 158


karakterinden bir parça olsun kurtulmuş olur. Bu aynı zamanda, bu günkü dünya dengelerinin ve Türk burjuvazisinin ve hatta egemen Devlet kastının ihtiyaçlarına daha uygun bir Türk ulusçuluğu olur ama, gerici bir ulusçuluk olma karakterini yitirmez. Çünkü burada yeniden tanımlanan Türkiye Toprakları üzerinde yaşayan ulus değil, Türklüktür. Ulusun Türklüğe göre tanımlanması değişmemiş, sadece Türklüğün tanımı değiştirilmiş olur. Halbuki demokratik bir Cumhuriyette ya da ulusçulukta, ulusun tanımı değiştirilir, Türklüğün, Kürtlüğün ya da her hangi bir şeyin, şöyle ya da böyle tanımlanmasının hiçbir politik anlamı ya da sonucu olmaz. Bunlar insanların özel sorunu olur. Diyelim ki Anayasasında, “Türkiye Ulusu (Bu Anadolu Ulusu veya başka bir şey de olabilir. Türkiye burada coğrafi bir alanı tanımlar, devletin egemen olduğu alanı) Türkiye Cumhuriyeti denen devletin yurttaşlarından oluşur. Devletin ve ulusun, dini, dili, soyu, kültürü, etnisi yoktur. Her yurttaş eşittir. Herkesin istediği dilde ve ana dilinde eğitim hakkı vardır. Ortak bir konuşma dilinin ne olacağına Yurttaşlar kendileri karar verirler.” tarzında bir madde olan bir ulus ise, ulusu yeniden tanımlamış olur. Bu ulustan insanlar, ortak konuşma dili olarak pek ala ülkede konuşulmayan bir dili de seçebilirler, örneğin İngilizce veya Arapça’yı. Bu o ulusu, İngiliz ya da Arap ulusu yapmaz. Ve bu ulusun, kendilerinin Türk olduğuna inanan yurttaşlarının bir kısma Türklüğün Orta Asyalılık ve İslamiyet’le tanımlanacağını savunabilir ve inanabilirler; bir kısmı Rumluk, Ermenilik veya Bizanslılıkla. Bir kısmı da Türklerin insanlığı kurtarma özel misyonuyla uzaylılar tarafından Dünyayı tohumlamak üzerine gönderildiklerine inanabilirler. Demokratik bir cumhuriyette bunların hiçbir politik anlamı olmaz. Tıpkı gerçek laik bir ülkede, şu veya bu inançtan olmanın, insanların cennetten, uzaydan veya maymundan geldiğine inanmanın hiçbir politik anlamı ve sonucu olmaması gibi. O halde dikkat! Öcalan’ın Türkiye Ulusu ve örneğin Türkçe’nin ortak konuşma dili olması önerisi, ulusu yeniden tanımlamaktadır ve devrimci demokratik bir karakteri vardır. Ama örneğin son tartışmalarda Bizanslıyız diyerek Türklüğü yeniden tanımlayanlar, ulusun dile, dine, etniye, kültüre, geleneğe göre tanımlanmasını, yani gerici bir ulusçuluğu tartışma konusu yapmamaktadırlar. O dili, geleneği, etniyi vs. yeniden tanımlamaktadırlar. Dolayısıyla aynı gerici ulusçuluk anlayışının günümüz ihtiyaçlarına uyarlanmış biçimini savunmaktadırlar. Biz ise tıpkı dinsiz olduğunuz gibi ulussuzuz da. (Tabii bu ulusçuların kabul edemeyeceği bir şeydir.) Amacımız demokratik bir ulusçuluk değil, genel olarak, ne kadar demokratik olursa olsun, ulusçuluğu ortadan kaldırmaktır. Yani politik olanı ulusal olana göre belirlemeyi; ulusal devlet ve sınırları. Dolayısıyla Türklerin Bizans’ın torunu mu, Orta Asyalı mı oldukları bizim sorunumuz değildir. Bizi ilgilendiren, insanların niçin dün Orta Asya Türklüğünde kan bağları ararken, bu gün niçin Bizans’ın torunu olduğunu keşfettikleri; bu değişikliklere yol açan iktisadi ve sınıfsal değişimler; bunların politik sonuçları ve yeryüzünden sömürü ve baskıyı kaldırma 159


mücadelesini bunların nasıl etkileyebileceğidir. 01 Aralık 2004 Çarşamba demiraltona@hotmail.com

160


Doğa ve Toplum Fizik doğaya ilişkin süreçlerin canlıların evrimine ilişkin etkileri, giderek önem kazanan ve yeni keşfedilen bir kıta gibidir. Bu keşifler aynı zamanda burjuva aydınlanmasından kaynaklanan, değer yüklü bir ilerlemeci evrim anlayışını da yerle yeksen etmektedir. Bir zamanlar kabaca tek hücreliler, yumuşakçalar, omurgalılar, memeliler ve insan biçiminde ifade edilen zorunlu ve tek yönlü ilerleyen bir evrim anlayışı, bu gün bir çok farklı olasılıklardan her hangi biri yönünde büyük ölçüde rastlantılara bağlı bir kavrayışa yerini bırakmakta, bu bağlamda ilerleme kavramının ideolojik niteliği giderek açığa çıkmakta, aydınlanma bizzat o çok güvendiği doğa bilimleri tarafından “arkadan vurulmakta” dır. Dünya tarihinde, gerek her ikisi de dünyanın çekirdeğindeki nükleer enerjiden ve buna bağlı olarak içinin sıcak ve sıvı olmasından kaynaklanan, yanardağ patlamaları ve kıtaların yer değiştirmesinin dünyanın iklimi üzerindeki alt üst edici etkileri (kıtaların yer değiştirmesi deniz akıntılarını ve bu da büyük iklim değişikliklerini belirliyor); gerek kozmik nedenli göktaşı çarpmaları sonucu muazzam boyutta katastroflar yaşandığı, çoğu kez canlı türlerinin yüzde doksanı veya daha fazlasının yok olduğu ama her yok oluşun aynı zamanda yeni türlerin ortaya çıkması için ortalığı temizlediği de artık genel bir kabul görmektedir. Eğer bu felaketler olmasaydı, bu gün yeryüzünde hala sadece, yumuşakçaların veya dinazorların egemenliği sürüyor olurdu. En son dinazorların bir meteor çarpmasıyla yok oluşu ve ortalığın memeliler için açılışı, 60 milyon yıllık bir hikâyedir ve 60 milyon yıl jeolojik ölçülerle çok uzun bir dönem sayılmaz. Hatta bizzat insanın ortaya çıkışında bile doğal altüstlüklerin yaptığı tetiklemeler belirleyicidir. Belki Kuzey ve Güney Amerika kıtalarının birleşmesi ve bunun deniz akıntılarındaki dolayısıyla iklimdeki etkileri olmasa, Afrika’nın ormanları savanlara dönüşmeyecek ve bu da yüksek otlarla kaplı bu flora da iki ayakları üzerinde durmayı bir avantaj bu da iki ayağı üzerinde durmayı süreklilik haline getirmeyecektir. Böylece eller serbest kalıp alet kullanmak mümkün olmaktadır. Alet kullanan ilk canlı olmak ona ateşi kontrol altına alma potansiyeli veriyordu ama bu potansiyelin ortaya çıkması için tetikleyici yine muhtemelen alet kullanan canlıyı ateşi kullanmaya zorlayan buzul çağları oldu ve böylece insan bir kez ateşi keşfedince, tüm iklimlerde yaşayabilen, mezarı olan, giyinen ilk canlı oldu. Homo Sapiens’in zafer yürüyüşü, hatta neolitik devrim bile buzul çağlarının izlerini taşır. Örneğin muhtemelen 11.000 yıl önce İstanbul Boğazı’ındaki setin patlayışı, Akdeniz’in suyunun Karadeniz’e muazzam bir güçle akışı, Karadeniz’in su seviyesinin yükselişinin (ki muhtemelen Nuh Tufanı bu olayın insanlığın hafızasındaki yansımasıdır) neolitik devrimin tetikleyicisi veya yayılmasını hızlandırıcı bir etki yapmış olması büyük olasılıktır. Toplumsal evrim ve doğal süreçler arasındaki ilişkiler toplum bilimin henüz pek az dokunulmuş bir alanı olmaya devam ediyor. Burada, örneğin on dokuzuncu yüzyılda kapitalist toplumda on yılda bir görülen krizleri, güneşte benzer zaman aralıklarıyla artan 161


lekelerle açıklamaya çalışan mekanik girişimlerden söz etmiyoruz. Kapitalizmdeki buhranlar aşırı üretim buhranlarıdır ve kapitalist meta üretiminin bizzat kendisinden kaynaklanırlar. Elbette doğal süreçler toplumsal evrim üzerindeki etkilerini bizzat yine o toplumsal ilişkiler aracılığıyla gösterirler. Potansiyeller olmazsa onlar gerçekliğe dönüşemez. Ortada alet kullanabilen bir canlı yoksa buzullar ateşin keşfine ya da kontrolüne yol açmaz. Ayakta durabilen bir canlı yoksa hiçbir flora değişimi sürekli ayakta duran bir canlıyı ortaya çıkarmaz. Örneğin şu son Tusunami felaketinde, bizzat bu felaketin algılanışı bile toplumsal ilişkilerce belirlenir. Kim bilir o bölgede veya dünyanın başka yerlerinde insanlık tarihi boyunca nice benzer felaketler yaşandı, ama bunların hiç biri ne bunun gibi yaşandı ne de bunun gibi algılandı. Örneğin, kapitalizm, dolayısıyla artı değerin temel kaynağı işgücü olmasa, işgücünün fiyatı kâr ve artı değer oranlarını belirlemese, iş gücünün üretimini ve yeniden üretimini düşük tutmak için, üçüncü dünya, dolayısıyla iş gücünün yeniden üretiminin fiyatını düşük tutmak için kitle turizmi olmaz, kitle turizmi olmasa, İsveçliler, Almanlar oralarda tatil yapıyor olmaz, onlar da bu felakette ölenler arasında olmasa, bütün bu felaketler gazetelerde küçük bir haberden öte bir değer taşımazdı. Bu hiç de abartma değildir. 1976’da Çin’de, muhtemelen yarım milyon insanın öldüğü tahmin edilen Thangshan depremini kim bilir, kimin hatırındadır? Şu Tsunami’de bile haberler Kuzeyli Beyaz adamın ırkçı ve sömürgeci bakış açısıyla verilmektedir. Dolayısıyla bu Tsunaminin yaşanış gibi algılanışı da sınıfsal olacaktır. Örneğin Taha Kıvanç ya da Sami Hocaoğlu gibi Yeni Şafak yazarları, Tsunami kurbanı Açe’lerin Müslümanlığı ve Osmanlı’ya duydukları yakınlıktan yola çıkarak, Türk ve Müslüman burjuvazinin emperyal hayallerini açığa vuracaklardır. Ama ezilen insanlar ve işçiler için bu felaket bir tek şeyi göstermektedir: ulusların, ulusçuluğun ve ulusal sınırların ömrünü doldurduğunu; ulusal devletleri, sınırları yıkmak; ulusçuluğun her türlüsünden insanlığı kurtarmak için bir “kutsal cihat” gerektiğini. Çernobil, bir zamanlar burjuvazinin olan “hepimiz aynı gemideyiz” sloganının, artık ezilen sınıfların sloganı olması gerektiğini göstermişti. Nükleer kirlenmeye uğramış hava, bulutlar ya da rüzgârlar hiçbir sınır tanımıyordu. Ancak bu mesaj, hemen ardından gelen, Doğu Avrupa’nın çöküşünün altında kaldı. Sonraki ulusal ayaklanmalar, bu evrensel mesajı iyice unutturdu. Ama bu son Tsunami, unutulmuş bu mesajı tekrar hatırlatıyor. Bugünün dünyasında, ulusal sınırların ve devletlerin ancak yeryüzü ölçüsünde ırkçı bir sistemden başka bir şeye yol açmayacağını; ulusal devletler ve sınırların insanlığın hiçbir sorununa çözüm getiremeyeceğini; insanlığı ya bir nükleer savaşa ya da doğal felakete götüreceğini; diğer doğal felaketlere karşı, insanlığını çoğunluğunun hiçbir etkili önlem alamadan kurban olacağını bir kez daha kanıtlıyor. 162


Burjuvazi “hepimiz aynı gemideyiz” derken ulusal sınırları ve ulusu kastediyordu. Biz diyoruz ki, evet hepimiz aynı gemideyiz. Bu gemi, Vega yıldızına doğru güneş sistemiyle birlikte hızla yol alan, Dünya adlı küçük uzay gemisidir. Kimi felaketler nasıl insanın oluşumunu tetikledi, potansiyelleri harekete geçirdi ise, bu felaket de burjuva uygarlığının var oluş biçimi olan ulusal devletlere ve ulusçuluğa karşı bir kutsal savaşın tetikleyicisi olabilir. İnsanların bilincinde, etkisi uzun vadede, bir toplumsal Tsunamiye yol açacak derin bir çatlak yaratabilir. Taha Kıvanç’ların emperyal hayaller gördükleri yerde, Mehmet Altan bir “global vicdan” eksikliğini duyuyorsa, bu önemli bir emaredir. “Global vicdan” için ulusal sınırların ve devletlerin egemen olduğu bir dünyada yer olmayacağı açıktır. Bu gün A diyen yarın B de demek zorundadır. 04 Ocak 2005 Salı

163


1905 – Özel Görelilik ve Sürekli Devrim 1905, en az üç devletin (Almanya, ABD ve İsrail), gerici saldırganlıklarına prestij kazandırmak için kendi ulusundan saydığı, dünya vatandaşı Albert Einstein’in Özel Görelilik Kuramı’nı ve atom çağını açan meşhur E=mc2 formülünü yayınladığı yıldır. Ama 1905 aynı zamanda, sarsıntılarıyla Osmanlı’da 1908’deki Meşrutiyet’e yol açan, 1917’nin provası 1905 devriminin de yılıdır. Ve bu yılda, tıpkı fizikte olduğu gibi sosyolojide (Tarihsel Maddecilik) yirminci yüzyılı açıklayan teorinin de, Petrograt Sovyet önderi tarafından hapiste, ilk kez formüle edildiği yıldır. Almanya, Nazi geçmişi ve geleneğiyle ve sadece ekonomik gücüyle Avrupa’nın lideri olamayacağını, ideolojik ve kültürel politik ve diplomatik bir kabulün bunlara eşlik etmesi gerektiğin bildiği için, birçok başka girişimin yanı sıra, Altona’lı göçmen çocuğu Fatih Akın’a ödüller vererek ve verdirerek; 2005’i Einstein yılı olarak kutlayarak; yani bir “Türk” ve bir “Yahudi”yi onurlandırarak moda deyimiyle “imaj yeniliyor”. (Küçük burjuvalar ve burjuvalar, amaçlar ve araçlar ilişkisini, hep iyi amaçlar için kötü araçların kullanılması bağlamında tartışırlar da nedense, bu örneklerde olduğu gibi, kötü amaçlar için iyi araçların kullanılmasının aslında çok daha korkunç sonuçlar yaratacağını, esas ahlaksızlığın bu olduğunu görmezden gelmeye eğilim gösterirler.) Muhtemelen geleceğin sosyologlarının daha gelişmiş kavramsal araçlarla yapacakları, daha zengin bir malzemeye dayanan araştırmalar Einstein’in ve Troçki’nin hayatları ve teorileri arasındaki ilginç paralellik ve bağlantıların sırrını açıklayacaktır ama biz en azından bazı noktalara dikkati çekelim. Her ikisi de 1879’da Avrupa’da doğdular. Einstein Hitler’in, Troçki Stalin’in terörü sonucu yeni dünyada bir sığınak bulabildi ve orada öldüler. İkisi de Yahudiydi. Ve her ikisi de, yirminci yüzyıla damgasını vuran teorilerini, henüz 26 yaşlarında ve 1905 yılında formüle ettiler. Ancak tarihsel ve toplumsal derin nedenleri olan bu biyografik paralelliklerden daha ilginci, onların 1905 yılında formüle ettikleri Özel Görelilik ve Sürekli Devrim teorilerinin, bilgi teorisi bakımından metodolojik yakınlıklarıdır. Einstein’in makalesinde hiçbir alıntı ve dipnotu yoktur; Troçki’nin Sonuçlar ve Olasılıklar adlı makalesi de öyledir. Bu onların yepyeni özünün biçimde bir yansımasıdır. Ama iki makaleyi benzer kılan daha derin bir yakınlık vardır. İkisi de zihinsel deneylere ve çıkarsamalara dayanmaktadır. Işık hızıyla giden trenlerle veya asansörlerle ancak zihinsel deneyler yapılabilir. Bir devrimin dinamiklerinin onu nasıl bir yola sokacağı da ancak zihinsel bir deney ve çıkarsamalarla araştırılabilir. Her iki zihinsel deneyin de sonuçları, o zamana kadar bilinen ve kabul edileni ters yüz eder. Einstein’in zihinsel deneyinin sonucunda, o zamana kadar fiziğin dayandığı kabule göre 164


saçma görünen bir sonuç ortaya çıkar. Hız değişmemekte, kütle ve zaman değişmektedir, nesneler uzamakta veya kısalmakta, saatler yavaşlamaktadır. Benzer bir durum Troçki’nin zihinsel deneyinin sonucunda ortaya çıkar. Marks’ın Tarihsel Maddeciliği formüle ettiği meşhur satırlara göre: Üretici Güçler gelişmelerinin belli bir aşamasında var olan üretim ilişkileriyle çelişkiye düşerler, bu ilişkilerin hukuki ifadesi olan mülkiyet ilişkilerini parçalayan bir devrim dönemi gelir. Bu teorik önermeden çıkacak bir tek sonuç vardır: Üretici güçler, en gelişmiş ülkelerde, var olan kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileriyle en çok çelişki içinde olacağından, sosyalist bir devrimin gelişmiş ülkelerde olması gerekir. Bu gün unutulmuş bu fikir, o zaman Marksist olmanın olmazsa olmaz koşuluydu. Troçki ise, zihinsel deneyiyle tamamen zıt bir sonuca ulaşıyordu, tıpkı hızın değişmez olması saatlerin hızlanması gibi. Diyordu ki, Rusya gibi geri bir ülkede demokratik karakterde bir devrim gündemdedir. Ama burjuvazi korkak ve zayıf, işçi sınıfı ise, daha doğarken bir büyük sanayi proletaryası olarak doğdu. Bu durumda, işçiler bu demokratik devrime öncülük yapmak zorunda kalacaklardır. Bu önderlik onları iktidara geçirince de kendilerini demokratik görevlerle sınırlamayacaklardır. Burjuvazinin direnci onları sosyalist dönüşümlere zorlayacaktır. Bu ise geri bir ülkede, sosyalizm için iktisadi ve kültürel koşulların olmadığı bir ülkede Sosyalist devrim demektir. Böyle bir devrim ayakta kalamaz, ancak uluslar arası bir devrim onun yaşamasını sağlar. Burada sonucun son derece ters karakteri ilginçtir. Klasik çıkarsamaya göre en ileri ülkede sosyalist devrim olması gerekirken; Troçki’nin öngörüsüne göre Avrupa’nın en geri ülkesinde, üstelik de geri olduğu için, sosyalist devrim olası görünüyordu. Bu öngörü o zamanın Marksistleri için, dinden çıkmak, Allah’ın varlığından şüphelenmek gibi bir şeydi. Bu öngörü Ekim devriminde doğrulandı. Ama devrim uluslar arası bir devrimle dünyaya yayılmadığı için, birkaç yıl sonra, bürokratik bir karşı devrimle yıkılırken de bu teori doğrulandı. Sonraki bütün devrimler de (Çin, Yugoslavya, Küba) bu öngörüyü doğruladı. Sovyet bürokrasisinden Faşizme kadar bütün yirminci yüzyılın tarihinin anahtarı, Tarihsel Maddeciliğe (Sosyolojiye), Fiziğe Rölativite’nen kazandırdığı özellikleri kazandıran bu teoride gizlidir. Bu teori bilinmeden yirminci yüzyıl, yirminci yüzyıl anlaşılmadan günümüz anlaşılamaz. Bu teori aynı zamanda, kendi ortaya atıcısının ve kendisinin kaderini de açıklar. Ne var ki, Troçki de Einstein de, hala 19. yüzyıla bağlıydılar. Einstein, ilk ilham verenlerinden olduğu halde, Kuantum kuramını kabullenmedi ve “tanrı zar atmaz” dedi. Troçki, bir üstyapılar, din ve ulus teorisiyle teorisini geliştiremediği için, gerici bir milliyetçiliğe dayanan, ama İsrail gibi kritik bir yerde değil de kimseyi rahatsız etmeyen bir yerde, örneğin Avustralya’da bir çölde ya da Sibirya’de kurulacak, bir devletin Yahudi sorunun çözümü için tek yol olduğu sonucuna kadar gerilemek zorunda kaldı. Evren nasıl big bang’ta ya da kara deliklerde, Kuantum teorisinin dünyasına geri dönerse, toplum da, ulusu dile, dine, etniye, kültüre, tarihe göre tanımlama hakkından başka bir şey olmayan, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı’ndan, Ulusu dil, din, etni, kültür, tarihle 165


tanımlamayı reddeden, Demokratik Cumhuriyet’e, burjuvazinin devrimci çağının bu mirasına dönerek ve onu geliştirerek, politik olanı ulusal olanla tanımlamayı reddeden bir sosyalist devrime doğru bir hız kazanabilir.

18 Ocak 2005 Salı

166


Umutsuzluk İlkesi İşçi Hareketi tarihindeki en büyük bozgunu yirmili ve otuzlu yıllarda yaşadı. Bu dönemde, bütün işçi sınıfı içinde zaten çok ince bir katman oluşturan devrimci işçi hareketinin son kalıntıları İspanya’da, Almanya’daki Konsantrasyon kamplarında ve Sovyetlerdeki kamplarda fizik olarak yok oldu. O zamandan beri dünyada devrimci bir işçi hareketi yok. Bundan sonra işçi hareketi var olduğu kadarıyla, sendika bürokratlarının kontrolünde, insanlığın önüne bir proje sunmaktan uzak bir burjuva sosyalizmi, bir tür bürokratik sosyalizm olarak var oldu. İşçi sınıfının daha alt kesimleri ise, radikal devrimci demokratik hareketler içinde kendilerini ifade ettiler. Dolayısıyla, paradoksal görünebilir ama, yirminci yüzyılın tarihi, devrimci bir işçi hareketinin yok oluşunun ve yokluğunun tarihidir. Yine paradoksal gelebilir ama, devrimci bir işçi hareketinin fiilen yokluğu, devrimci demokrasinin, yani köylülüğün, küçük burjuvazinin, ulusal hareketlerin var oluşunu mümkün kılmıştır. Devrimci bir işçi hareketinin var olduğu bir dünyada, kapitalizm ve emperyalizm ayakta duramazdı, kapitalizm ve emperyalizmin ayakta duramadığı bir dünyada, ulusal baskılar, köylülük üzerindeki baskılar, anti demokratik rejimler var olamazdı. İşçi Hareketi devrimci demokrasinin özlem ve taleplerini, kendi hedeflerinin bir yan ürünü olarak geçer ayak gerçekleştireceğinden, bu hareketlerin var oluş koşulları ortadan kalkardı. Ama devrimci bir işçi hareketinin fiili yokluğu sadece devrimci demokrasinin var oluşunun koşullarını yaratmamış, aynı zamanda, onun kendisini sosyalist bir hareketmiş gibi algılamasına ve sosyalist ideolojiye sahip çıkmasına da yol açmıştır. Eğer yüzyılın başında olduğu gibi, sosyalist ve devrimci bir işçi hareketi, devrimci demokrasinin yanında var olsaydı: devrimci demokrasi, devrimci işçi hareketin sosyalizmine karşı her zaman soğuk ve bağışık kalırdı. Ama devrimci demokrasi tarafından Ekim Devrimi’nin prestiji nedeniyle benimsenen sosyalizm, artık milliyetçi, bütün devrimci ve demokratik özünden soyulmuş, bir bürokratik kastın çıkarlarını savunan sosyalizm olduğu için, devrimci demokrasi burjuva devrimlerinin devrimci demokrasisi bile değildi artık. Devrimci demokratik idealler, yani sınırsız bir örgütlenme ve fikir özgürlüğü ve partiler; dil veya etniye değil, yurttaşlığa, tüm dillerin ve ulusların eşitliğine dayanan rejimler, devrimci işçi hareketini ezerek iktidar olmuş bürokrasinin çıkarlarıyla uyuşmazdı. Bu nedenle paradoksal gibi görünebilir ama, yirminci yüzyıla damgasını vurmuş bütün sosyalist devrimler ve hareketler sosyolojik olarak devrimci demokratik (yani köylülüğe dayanan) ama politik, programatik ve ideolojik olarak demokratik bile olmayan hareketler ve rejimlerdir. Böylece sosyalist ve devrimci bir işçi hareketi olmadığı için, var olabilen ve kendilerini 167


sosyalist olarak tanımlayan devletler, yine aynı nedenle devrimci demokratik değildirler. Ama bu devrimci demokratik olmama, onu içinde taşıyarak aşma anlamında, yani işçi hareketindeki anlamında değil, devrimci demokrasiden geriye düşme anlamındadır. Dolayısıyla yirminci yüzyılı sadece devrimci bir işçi hareketinin yokluğu değil, gerçek bir devrimci demokratik hareketlerin ve rejimlerin yokluğu da karakterize eder. Bu nedenle yirminci yüzyılın bütün büyük devrimleri, sosyalist oldukları ölçüde devrimci demokratik olmaktan uzaktırlar. Bugün, o dönemin (Yirminci Yüzyılın) kalıntısı olarak var olan bütün sosyalist hareketler, yüzyılın ilk üçte birinde yok olmuş işçi hareketinin değil, bu yok oluş sayesinde var olup kendini sosyalist olarak tanımlama olanağı bulmuş, artık devrimci demokratik bir programı bile olmayan bir hareketin kalıntılarıdırlar. Örgütlü işçiler veya gelişmiş ülkelerdeki sosyalist hareketler ise, sendika ya da parti bürokrasilerinin, reformizmin, burjuva sosyalizminin ifadeleri ve kalıntılarındırlar. Yüzyılın başında yok olmuş devrimci işçi hareketinin kalıntıları, sadece, burjuva kültürünü özümleyerek aşmış, işçi hareketinin devrimci geleneğiyle tanışmış teorisyenlerin eserlerinde, bir sosyal hareket değil, bir düşünsel hareket olarak varlığını sürdürebilmiştir. Somut politik hareketten zorunlu ya da bilinçli olarak uzak olduğu, kendini anlaşılmazlığa ve yalnızlığa mahkûm ettiği ölçüde devrimci işçi hareketinin devrimciliğini, eleştirelliğini ve bağımsızlığını koruyabilmiştir (Adorno, Benjamin, Kıvılcımlı, vb. ) Politik harekete enerjisini verdiğinde ise, devrimci demokrasinin ve burjuva sosyalizmlerinin egemen olduğu dünyada, küçük grupların tüketici ve çürütücü dinamikleri altında enerjisinin büyük bölümünü harcamak zorunda kalmıştır. (Troçki, Mandel ve yine bir anlamda Kıvılcımlı). Bu gün var olan sosyalist parti, eğilim veya hareketlerin hiç birisi, yirminci yüzyılın ilk üçte biri sonunda yok olmuş bu işçi hareketinin veya onun düşünsel geleneklerinin devamcısı ya da kalıntısı değildirler. Reformistleri bürokrasinin veya burjuva sosyalizminin, radikalleri, kendini sosyalist olarak tanımlayan devrimci demokrasinin kalıntılarıdırlar. Bu nedenle devrimci işçi hareketini canlandırmaları söz konusu olamaz. Geleceğin devrimci işçi hareketi, otuzlarda fiilen tasfiye olmuş, daha sonra düşünsel olarak varlığını sürdürebilmiş bu geleneğe dayanarak ve onu aşarak var olabilir. Ortalıktaki sosyalist hareketler ise, bu geleneğin yokluğu ve inkârı üzerinde var olabildiklerinden, böyle bir dönüşümü gerçekleştirmeleri olası değildir. Zaten ancak onların yok oluşu ve dağılışı ve inkârlarıyla bu geleneğe bağlanışlar ortaya çıkabilir. Yükselen bir harekete dayanan devrimci demokratik hareketlerin, Sovyetlerin çöküşü, dolayısıyla sosyalizm diye bildikleri bürokratik kastın ideolojisinin itibar yitirişi koşullarında, burjuva devrimleri çağının devrimci demokratik ideallerine ve programına dönüşü gerçekleşebilir. Ne var ki burjuva devrimlerinin ideallerin yarattığı bu uygarlığın, bu gün içinde bulunduğu 168


çöküş nedeniyle, sosyalist söylemli ve demokratik olmayan devrimci demokrasinin yerini, yine demokratik bir programı olmayan, İslam radikalizminin alması veya kendisinin ona dönüşmesi daha büyük bir olasılıktır. Örgütlü işçi hareketi veya zengin ülkelerin işçi hareketi ise, giderek, daha Avrupa veya batı merkezli olma, kendini radikal bir İslam biçiminde dışa vuran devrimci demokrasiye giderek düşman bir tavra doğru kayma eğilimi gösterir. Böylece İşçi hareketinin siyah ve beyaz bölünmesi; ya da burjuva reformizmi ve küçük burjuva radikalizmi bölünmesi -ki hepsi aynı olgunun farklı görünüşleridir son duruşmadatarihte aldığı en keskin biçimi alarak, “radikal politik İslam” ve “laik sosyalizm” ayrılığı biçiminde ortaya çıkabilir. Bütün bu karmaşık Gordiyos düğümünü yaratan, tarihin yumağının tersinden çözülmesidir. İleri ülkelerde sosyalist devrimlerin olmamasıdır. Ya da Rusya gibi geri bir ülkedeki devrimin, Batı’nın zengin ülkelerinde devrimlere yol açmamasıdır. Tarihin bu yola gidişi, o zamanın hiç olmazsa var olan bu nesnel olanağını giderek ortadan kaldırmaktadır. Devrimci işçi hareketi tasfiye olduğu için, yoksul ve zengin ülkeler arasındaki fark böylesine büyük ölçülere ulaşmıştır ve artık böylesine büyük ölçülere ulaştığı için, devrimci bir işçi hareketinin yeniden doğuşu giderek zayıflayan bir olasılık haline gelmektedir. Ama bu olasılık ne kadar zayıflarsa zayıflasın, hep yine de bir olasılık olarak kalır. İşte bu olasılıktır insanlık yaşarsa onu yaşatabilecek olan. Evrenin kendisi de öyle değil midir? Dört temel kuvvetten birindeki küçücük bir farklılık bile bu günkü evreni olanaksız kılardı. Evren son duruşmada, o bıçak sırtındaki küçük olasılığın gerçekleşmesidir. İnsan, evrimin zorunlu bir sonucu değil, küçük, küçücük bir olasılığın gerçekleşmesidir. Sosyalizm de öyledir. Eğer bir gün sosyalizm kurulursa bu yer yüzünde, bu tarihin zorunlu gidişinin bir ürünü değil, açık uçlu bir tarihte, küçük bir olasılığın gerçekleşmesi olabilir. Bu paradigma değişikliği, adeta olanaksızlıktan hareket etmek, geleceğin devrimci işçi hareketinin sosyalizminin ilk adımı olmak zorundadır. Böylesine bir umutsuzluk ancak gereken eleştirelliği, radikalizmi, uzlaşmazlığı ve devrimciliği verebilir sosyalist harekete. Ernst Bloch’un aksine: “Prinzip Hofnung” (“Umut İlkesi”) değil; Prensip Umutsuzluk. Umut Umutsuzluktan doğabilir.

09 Nisan 2003 Çarşamba

169


Kurban Bayramının Ekonomi Politiği Bir toplumun refah ve zenginlik düzeyini emek üretkenliğinin yüksekliği belirler; emek üretkenliği ise son duruşmada, daha büyük ve başka enerji kaynaklarının üretim sürecine katılması demektir. İnsanlık tarihi ve insanlığın yaşadığı belli başlı toplum biçimleri, temel enerji kaynaklarına göre de sınıflanabilir ve bu tamı tamına farklı üretim biçimlerine de denk düşer. Kabaca insanın kol ve kas enerjisine dayanan üretim “Vahşet”; bitki ve hayvanların ehlileştirilmesiyle birlikte, adeta güneş enerjisine dayanan organik robotlarla yapılan üretim “Barbarlık”; rüzgâr ve su gücü klasik tarıma dayanan tefeci ve bezirgân sermaye uygarlığı; fosil yakıtların enerjisine dayanan üretim de modern kapitalist uygarlık demektir. Homo Sapiens, ateşin çocuğudur. Ateş sayesinde insan denen canlı türü, ilk giyinen, ilk mezarı olan canlı olmuştur. Ateş sayesinde, o maymun benzeri, alet kullanan yaratık Afrika savanlarının ılıman iklimini terk ederek tüm iklimlerde yaşayabilen ilk canlı, hâsılı insan olabilmiştir. Evet, bugünkü insan, yani Homo Sapiens, ateşin bir ürünüdür, ama ateş kendi başına, insanın avcılık ve toplayıcılıktan, yani esas olarak kol gücüne dayanarak üretim yapmaktan kurtulmasını sağlayamamıştır. Ateşin emek üretkenliğini arttırmada kullanılışı, çok sınırlı alanlar hariç, neredeyse sanayi devrimine kadar mümkün olmamıştır. Nasıl ateşi kontrol altına almak için canlının onunla doğrudan temasını ve yanmasını engelleyen bir alet dolayısıyla aleti kavrayan bir el ön koşul idiyse ve alet denen cansız nesneyi aracı etmedikçe hiçbir canlı ateşi kullanamadıysa; ateşte ortaya çıkan ısı enerjisini de mekanik enerjiye dönüştürebilmek ve onu işte yani emek üretkenliğini artırmakta kullanabilmek için de hem bu yönde bir ihtiyaç hem de belli bir teknik gelişme düzeyini gerekiyordu. İhtiyacı ve teknik düzeyi dünya ticareti ve kapitalist geniş yeniden üretim binlerce yıl sonra yaratabildi. Bu nedenle, neredeyse modern sanayi devrimine kadar ateş, üretim süreçlerinde, mekanik hareketlere dönüştürülerek emek üretkenliğini arttıran bir enerji kaynağı olarak kullanılamamıştır. Kullanımı doğrudan ısı ve ışık kaynağı olmakla ve madenlerin arıtılmasında veya kimi yiyeceklerin hazırlanmasında olduğu gibi kimyasal dönüşümlerin aracı olmakla veya onları hızlandırmakla sınırlı kalmıştır. Modern sanayi devrimine kadar olan dönemde, emek üretkenliğini arttırmada enerji kaynağı olarak insanın kas gücüne sadece hayvan, su ve rüzgâr gücü eklenebilmiştir. Hayvan gücünün kullanımı, hayvanların ehlileştirilmesini yani neolitik devrimi; su ve rüzgar gücünün kullanımı ise, büyük miktarda ürünleri ve yerleşikliği, yani tarıma dayanan üretimi ve belli bir ticaret düzeyini, şehirleri, hâsılı uygarlığı ön koşul olarak gerektirir. Homo Sapiens’in yuvarlak hesap yüz bin yıldır var olduğunu ve Neolitik devrimin de 170


yuvarlak hesap on bin yıl önce gerçekleştiğini düşünürsek, modern insan türünün ortaya çıkışından, neolitik devrime kadar geçen zaman, yani doksan bin yıl; yani homo sapiensin var oluşunun onda dokuzu; sadece kas gücüne dayanan son derece düşük bir emek üretkenliği düzeyinde; dolayısıyla sürekli bir kıtlık ve açlık tehdidi altında geçmiştir. İnsanın sadece kol gücüne, kaslarının gücüne dayanarak yaptığı üretim, esas olarak avcılık ve toplayıcılığa denk gelir. Ok, yay, mızrak, balta gibi bütün üretim araçları hep insanın kas gücüne dayanırlar ve bu gücü biriktirerek kullanmak ve belli bir noktada yoğunlaştırmak işlevine dönüktürler. Böylece insan bir yandan ateş sayesinde ilk mezarı olan, sanatı olan, bir toteme dayanan toplumsal üstyapısı ve örgütlenmesi olan bir canlı haline gelirken dolayısıyla mezarı olan ilk canlı olurken, yani ölüleri bile toplumun bir parçası olurken, aynı zamanda esas olarak kendi kaslarının gücüne dayanarak üretim yaptığından yani emek üretkenliği son derece düşük olduğundan, sürekli bir kıtlık halinde yaşamıştır. Ama kıtlık demek, canlının yaşayabilmek için birbiriyle rekabeti demektir; insanın insana rekabeti demektir. Aç bir insanı, diğer hemcinslerini, çocuklarını, yaşlılarını yemekten alıkoyacak bir örgütlenme demektir. Hem kıtlıkta yaşamak, hem de birbirini, özellikle güçsüz çocukları ve yaşlıları yemeyip dayanışabilmek. Dişinin soyun devamı için gerekli analık içgüdüleri bunu bir ölçüde engellese bile, erkekler için nasıl engellenecektir bu? Totem, yani soy ve kardeşlik ve Kutsallık bu çelişkiyi çözen bir üstyapı sağlamıştır. Bunun temeli ise, neredeyse bütün dinlerin “nefsine hakimiyet” diye sonradan da ululayacağı ve sınıflı toplumun eşitsizlikleri karşısında kişisel bir çıkış yolu olarak önereceği iç güdülere hakimiyettir. İçgüdüler toplum, yani “totem” ya da “tanrı” için kurban edilebilmelidir ki toplum varlığını sürdürebilsin. Bu gün bizlere bir mazohizm veya işkence gibi gelebilecek bütün “ilkel” toplumlarda görülen acılı imtihanlar, hep parçanın bütüne; nefsin, içgüdülerin topluma tabi olması eğitimine yöneliktirler. Bu gün bizlerin yamyamlık ya da kanibalizm dediğimiz şey, aydınlanmanın insan kavramına dayanır. Bu kıtlık döneminde insanlar aynı kabile ya da soydan olanlardan ibaretti; onlar başka kabileleri veya insanları öldürüp yediklerinde, başka insanları değil; başka canlıları yiyorlardı. Ama buna karşılık hiçbir kandaş toplum kendi kandaşına, yani insanlara dokunmazdı. Aksine, kandaşı ya da soyu ve kabilesi için kendini feda toplumsal örgütlenmenin temelini oluşturmuştur. Toplum için feda, içgüdülere egemenlik, parçanın bütüne (toteme, soya) tabi olması, eşit haklı bir kandaş olabilmek için acılı imtihanlar (ki sünnet vs. bunun bir kalıntısıdır) bütün bu toplumların hepsinde ortak özellikler olagelmişlerdir. Kıtlıkta çocukların özellikle aç erkeklerce yenmesi bu mekanizmayla engellenmiştir ama kıtlık var olmaya ve çocuklar da birçok durumda ya açlığa mahkum olmaya (ama totemin soyundan gelenler arasında dayanışma ve parçanın bütüne tabi olması esas olduğundan ve hiç kimse aç bırakılamayacağından) doyurulduğu takdirde, kabilenin açlıktan ölmesine yol açabilecek bir tehlike olmuştur. 171


Bu koşullarda insan, tek tek canlılar olarak çocuk ve yaşlıları yememiş ama onları toplum adına “kurban” etmek ve böylece hep parçanın bütüne tabi olması ilkesini yaşatmak hem de kabile olarak varlığını sürdürmek olanağı bulabilmiştir. Bu nedenle, kıtlığın, yani neolitik devrim öncesinin bütün toplumları aynı zamanda çocuk kurban etmişlerdir. Denebilir ki, bu günkü insan soyu istisnasız “çocuk katilleri” nin ahvadıdır. Bu nedenle, insanlık var oluşunun onda dokuzu boyunca, doksan bin yıl boyunca, çocukları da kurban etmiştir. Bu kıtlık döneminin kalıntıları, uygarlığa ve daha yüksek bir emek üretkenliğine daha geç geçen haklarda çok yakın zamanlara kadar yaşamıştır. Fenikeliler, uygarlaştıktan sonra bile Molok’a çocuklarını kurban ediyorlardı. Çocuk kurban etme geleneği, ta Roma çağına, Kartacalılara kadar devam etmiştir. Bu gün Amerika’dan tekrar dünyaya yayılan Hallowen, Keltlerden kaynaklanır ve Keltlerdeki çocuk kurban etme adetinin orta doğudaki Kurban Bayramı benzeri bir şekilde bırakılışını ama aynı zamanda bunun yakın zamanlara kadar yaşadığının kanıtını temsil eder. Araplarda, daha İslamiyet’in doğuş döneminde bile, kız çocuklarının kurban edilmesi adeti yaşıyordu. Ve nihayet bizzat Kurban bayramı çocuk kurbanının bir kanıtıdır. İnsanlığın, sürekli kıtlıktan kurtulması, hayvanları ve bitkileri ehlileştirmesiyle mümkün olabilmiştir. Hayvanların ve bitkilerin ehlileştirilmesi, yani özünde neolitik devrim, dünya tarihinde gelmiş geçmiş en büyük devrimdir ve bu günkü uygarlığın en büyük keşifleri bile bu devrimin yanında birer cüce gibi kalır. Bu günkü bütün yaşamımız hala bu devrimin kazanımlarına dayanmaktadır. Temel gıdamızı oluşturan bütün hayvanlar ve bitkiler; giydiklerimiz (Dokumacılık); yemek yediğimiz tabaklar ve yiyecekleri içinde koruduğumuz kaplar (çömlekçilik) hemen her şey bu devrimin bulduklarıdır özünde. Neolitik devrim bir bakıma, güneş enerjisiyle çalışan organik robotların keşfi ve kullanımı gibi tanımlanırsa onun çapı ve emek üretkenliğinde yaptığı muazzam sıçrama anlaşılabilir. Böylece insanın çalışması esas olarak bu robotların bakımı, ürünlerinin toplanması gibi eylemlerde yoğunlaşmıştır. Kol emeği artık ehlileştirilmiş bitki ve hayvanlarda biriken güneş enerjisinin kontrol altına alınmasına yönelik olarak işlev görür. Dolayısıyla enerji kaynağındaki bu muazzam artış, aynı zamanda üretkenlikte muazzam bir artış bu da sürekli kıtlık ve açlık tehlikesinden kurtuluş demektir. Böylece avcılık ve toplayıcılığın kıtlık ekonomisinin yerini; hayvan yetiştirmenin ve gelgeç bahçeciliğin bolluk ekonomisi almıştır. Bu durumda, kabilenin ya da toplumun yaşaması için çocukları kurban etmek gereği kalmamıştır. Kurban bayramının ortaya çıkışını anlatan söylence, aslında, gerçek tarihin doğru bir tasvirinden başka bir şey değildir. Avcılığa ve toplayıcılığa dayanan kıtlıkta çocuklar kurban edilirken, hayvanların ehlileştirilmesine geçişle birlikte, çocuk yerine hayvan kurban edilmesine geçişi; yani neolitik devrimi; emek üretkenliğindeki bu devasa artışı; bu artışa paralel olarak üstyapının da yeni alt yapıya uygun hale gelişini; insanların sürekli bir açlık ve 172


kıtlık tehlikesinden kurtuluşunu sembolize eder. Bu muazzam devrim ne kadar kutlansa yeriydi ve yeridir. Daha sonra İslam bu Sami göçebeliğinin geleneğini almış, onu uygarlığın sınıflı toplumunda; zenginlik ve yoksulluk farklılıklarının bulunduğu toplumda, zenginlerin kurban kesmesi ve bunu fakirlere dağıtması dolayımıyla, bu farklılıkları nispeten ılımlılandırmanın bir aracı yapmıştır. Klasik uygarlıklar çağında, bunun da belli bir işlevi vardı ve Kurban bayramları ne kadar kutlansa yeriydi. Kurban bayramında bir bakıma böylece iki bayram iç içe geçiyordu; neolitik devrimin bayramı ve İslam’ın uygarlığın sınıf çelişkilerini nispeten yumuşatan; Hindistan’daki Kastlaşma benzeri sınıf fosilleşmelerine karşı, tüm Müslümanları soyu ya da gelir düzeyi ne olursa olsun, aynı namaz safında eşitçe dizen, uygarlıktaki kastlaşmaya ve aşırı zenginlik farklılıklarına karşı İslam devrimi veya reformunun bayramı. Kurbanlık hayvan, çok öncenin unutulmuş çağlarında, toplum için ve toplum adına kurban edilen çocukları gibi, bir gelin gibi süslenir; el bebek gül bebek bakılır, bir bakıma o kısa hayatının herkesinkinden daha güzel geçmesi için elden gelen arda koyulmazdı. Bizzat kurban ediliş eylemi bile, o unutulmuş geçmişin izlerini taşır; kurbanın öleceğini bilmemesi; öldürme işleminin olabildiğince seri ve acısız olması; dualar, seremoniler vs. hepsi, kurbanın toplumun yaşaması için bir dayanışma olduğunu vurgulamaya ve kanıtlamaya yöneliktir. Ne var ki, bu gün geniş yeniden üretim çağında, hayvanların bant usulüyle üretildiği, öldürüldüğü ve işlenip piyasaya sürüldüğü çağda, bu kurban adeti ve bayramı, çoktan uygarlığa geçmiş Fenikelilerin çocuk kurban etmeye devam etmelerine veya Asteklerin uygarlık sembolü piramitler üzerinde artık kıtlık nedeniyle bir gereği kalmamışken insan kurban etmeye devam etmesine benzer. Gerçek anlamını, yitirmiş ve hatta tam zıt anlamda bir işlev kazanmıştır. Azteklerde insan kurban etmenin devam etmesi, bu adetin diğer kabileleri ya da kastları baskı altına almanın; onları terörize etmenin bir aracı olarak kullanılmasıyla ilgiliydi. Fenikelilerin çocuk kurban edişleri de muhtemelen benzer bir işleve sahipti. Bu günkü toplumda da kurban, artık bir sosyal adalet ve toplumsal dayanışma aracı olmaktan çıkmış; bir zenginlik ve güç gösterisinin; toplum içinde ne kadar dini bütün olduğunun reklamını yapmanın; bir prestij ve itibar edinmenin arıcı haline gelmiştir. “Sağ elinin yaptığı iyiliği sol elin bilmeyecek” diyen bir dünyanın ve değerler sisteminin değil; “bakın ben ne kadar iyilik yapıyorum, ne kadar dindarım” diye bar bar bağıran; kapitalizm öncesinin her türlü değerini yitirmiş, modern burjuva toplumunun da demokratik değerlerinden bile zerrece nasibini almamış insan posalarının, lümpenlerin değerlerini ifade etmektedir artık kurban kesmek. On bin yıl öncesinin sürekli kıtlıkta yaşayan insanları çocuklarını kurban ederken, bu günün kurban kesenlerinden, milyon kez daha insani bir iş yapıyorlardı. O çocuk kurbanları bir cinayet değil, bir ibadetti; bu gün ibadet diye hayvan kesenlerin yaptığı ise ibadet değil cinayettir. 173


* Modern toplumda, bugünkü geniş yeniden üretim yordamında, tüm değerleri yaratan işçinin iş gücüdür. Sömürü oranını iş gücünün fiyatı belirler. İş gücünün örgütlenmesi ve fiyatının yükselmesi, modern toplumu bir parça yaşanır kılan biricik ilaçtır. Ama iş gücünün örgütlenmesi ve haklar elde edebilmesi için, işçilerin demokratik özgürlüklere; fikir, örgütlenme, bir araya gelip çıkarlarını korumak için birlikler oluşturma; partiler kurma özgürlüklerine ihtiyaçları vardır. Bu nedenle, demokrasi denen şeyin biricik garantisi ve sağlayıcısı, işçi sınıfı ve hareketidir. Ama işçi hareketi de ancak demokrasi mücadelesi içinde toplumdaki tüm ezilenleri ve gayrı memnunları birleştirip, sadece işçiler için ekonomist bir hareket olmaktan çıkıp, devrimci ve demokratik bir karakter kazanabilir. Sadece bütün Avrupa ve dünyanın modern tarihi değil, Türkiye’nin yakın tarihi de bunu kanıtlar. 1960’lar ve 70’ler işçi hareketinin hem yükseldiği hem de demokratik talepleri toplumun gündemine taşıdığı bir dönemdi. Son çeyrek yüz yıl ise, ortalıkta hem işçi hareketi yoktur hem de devrimci ve demokratik talepler. İşçi hareketi örgütlendiği ve demokratik haklar elde ettiği takdirde, toplumdaki zenginlik ve yoksulluk farkları azalır. Çünkü ezilenler bu haklara dayanarak kapitalistler karşısında pazarlık güçlerini yükseltirler; vergiler aracılığıyla ulusal gelirin yeniden dağıtımında ağırlıklarını koyarak, zenginlik ve yoksulluk farklarını nispeten daha ılımlandırıcı tavizler koparabilirler. Böylece toplumda, tümüyle çürümeye ve çözülmeye yol açan, korkunç yoksulluk ve zenginlik farkları azalır. Böyle bir toplumda, et yiyebilmek için kurban bayramını bekleyen yoksullar olmaz. Böyle zenginlik ve yoksulluk farkları ve bunun yarattığı çürümeler olmayınca, böylesine gösterişli hayvan katliamları da olmaz. Batı ile doğunun farkı buradadır. Doğu’da insanların hiçbir zaman hakları olmaz. Orada avane kliyen ilişkileri geçerli olur. Zengin olan, üstün olan, yetkisi olan, “adamlarını” korur, onlara “kıyak” yapar. Alttakiler de ona karşı sürekli gebe ve mahkum kalırlar. Demokraside ise, insanların hakları olur. Kimse bu hakları için kimseye minnet etmek zorunda değildir. Böyle bir toplumda, birbirinin elini öpen, yağcı, garibanın karşısında Allah kesilip güçlünün karşısında köpekleşen insanlar yer bulamaz ya da daha da azalır. Türkiye’deki sistem, bunun tam tersini yaratmakta ve üretmektedir. Bürokratik oligarşi tüm toplumsal sistemi bu haklar değil, hoşgörü veya görmezden gelme ilişkisine göre kurmuş bulunmaktadır. Burjuvazi de bunun karşısında, haklara değil, aynı şekilde, avane, kliyan (klik) ilişkilerine dayanan bir sistemi savunmaktadır. Kurban bayramlarının böylesine bir katliama, zenginlik ve hayırseverlik gösterilerine dönüşmesi, hep bu demokrasi yokluğunun; hak yoksunluğunun; avane kliyan ilişkilerinin tüm topluma egemenliğinin bir yansıması ve sonucudur. Kemalist oligarşi ile burjuvazinin politik İslam’ı aslında aynı sistemi savunmaktadırlar. 174


Demokratik haklara değil, hoşgörüye, gebe bırakmaya dayanan sistemdir bu. AK Partili belediyelerin yoksullara ekmek dağıtması da, kurban bayramlarının gösterişli hayvan katliamları da; “kapkaççılık” da, müthiş zenginlik ve israf da bütün bunlar hepsi aynı sistemin ayrılmaz parçaları; aynı madalyonun farklı yüzleridir. Politik İslam, ne İslam’dır ne de demokratiktir. Politik İslam, ulusu, yani politik olanı dinle veya İslam’la tanımlayan gerici bir milliyetçiliktir. Eğer sorun Müslüman olmak ise, bugün Müslüman olmak ancak tutarlı demokrat olmakla; toplumda tüm değerleri yaratanların, çalışanların her türlü örgütlenme, fikir, gösteri özgürlükleri için mücadele etmekle; toplumdaki hiçbir dilin, dinin, etninin özel bir imtiyazı olmaması için mücadele etmekle mümkündür. Bu günün dünyasında, bir zamanlar kurban kesmenin sağladığı sevabı; ancak demokratik haklar için hapiste yatmak; sürgünlerde yaşamak; ezilen ve yoksulların demokratik hakları için mücadeleye girmek sağlayabilir. Bu özgürlükler ve haklar için bir şey yapmamak, hatta karşı olmak; sonra da yoksullara yardım ve dindarlık adına gösterişli veya gösterişsiz kurbanlar kesmek! Bunun ne Müslümanlıkla, ne insanlıkla ilgisi yoktur. Bunlar cehennemde yanmaya layık günahkârlardır. Türk devletinin Türk devleti olmasına, Türkçe’nin resmi devlet dili olmasına; yurttaşlığın Türklükle tanımlanmasına karşı çıkmadan; tüm dillerin eşitliğine savunmadan; yurttaşlığın hiçbir din, dil etni ile bağlantısının olmaması gerektiğini savunmadan “Müslüman” da olunamaz, demokrat da olunamaz. Gerçek Müslüman, diyanet işlerinin lağvını, Sünnilerin de tıpkı aleviler gibi, din görevlileri için kendi gönüllü bağışlarıyla onlara bakmasını savunur. Bir yandan bu konularda ağzını açmayacaksın, hatta bu günkü çürütücü ve gerici sistemi savunacaksın, diğer yandan da, haç, kurban ya da İslamiyet’in faziletleri üzerine geviş getireceksin ve kurban kesip sözde aç ve yoksul bıraktıklarına üç beş kırıntı dağıtıp onları kendine veya zenginlere minnet borçlu bırakacaksın. Bunun adı ikiyüzlülüktür; münafıklıktır. * Bayram her şeyden önce çalışılmayan gün demektir. Çalışılmayan bir gün ise, o çalışılmayan günde insanları aç kalmaktan kurtaracak bir artı ürünü var sayar. Bu artı ürün ise, belli bir emek üretkenliği düzeyini. İnsan bu düzeye ancak, neolitik devrimle ulaşmıştır. Dolayısıyla, Kurban bayramı, sadece çocuklar yerine hayvanların kurbanına geçişin değil, aynı zamanda bayram denen, çalışmadan yaşanabilecek günlerin ortaya çıkışını da sembolize eder.3 Neolitik devrim öncesinde, insanların kıtlık içinde yaşadıkları çağlarda da elbette rastlantısal 3

Oruç ve şeker bayramı büyük ölçüde avcılık ve toplayıcılığın kıtlığı ve nefsi kontrol altına almaya yönelik kurallar ve rastlantısal artı ürünü tüketmeye yarayan şölenlerin, neolitikten sonra varlığını sürdüren bir kalıntısı olabilir. Neolitik öncesi dönemlerin bir hatırlatılması ve ondan kurtuluşun kutlanması gibidir. 175


iyi bir av sonucu, ya da uygun bir mevsim dolayısıyla bol yiyecek bulunduğu zamanlar olabiliyordu4. Ama bunlar tamamen rastlantısaldı ve düzenli değildi. Dolayısıyla, sürekli bir artı ürün olmadığından, bu rastlantısal artı ürünün korunması ve saklanması için gerekli ihtiyaç ve teknikler de bilinmiyordu. Dolayısıyla, rastlantısal artı ürünler derhal tüketilmeliydi. Bu nedenle neolitik devrim öncesinde bayram yoktur, rastlantısal artı ürünleri tüketmeye yarayan şölen vardır. Neolitik aynı zamanda bayramın da keşfidir. Bir bakıma Kurban Bayramı, sürekli ve düzenli bir artı ürünün varlığının, yani bayramın keşfinin de bayramı sayılabilir. İnsanlık tarihinin bütünü göz önüne alındığında, gerçekten bayram olarak kutlanmayı hak eden muazzam devrimci değişikliklere; üretim güçleri, ilişkileri ve üstyapıdaki muazzam değişikliklere denk düşmektedirler bu ve benzeri bayramlar. Her sosyalist, bu bilinçle, bu bayramları kutlamalıdır, insanlık tarihindeki en büyük devrimlerin bir anısı olarak. Ama bu bayramları kutlamak, bu gün yaşadığımız dünyaya uygun bir üstyapı mücadelesiyle olabilir. Semavi dinler de çok büyük toplumsal devrimlere karşılık düşerler elbet. Bu dinler sonra gelişen uygarlık ve sınıflı toplumlar içinde, nispeten eşitlikçi büyük reform ve devrimleri sembolize ederler. Örneğin İsa’nın doğumunun kutlanmasını ele alalım. Birbiri peşi sıra gelen uygarlıklar koca Akdeniz ve Ortadoğu’yu bir tek Pazar kılmış, bir tek uygarlık alanında birleştirmişti. Hepsi Roma’nın egemenliği altındaydılar ama her kavim, hatta her kabilenin ayrı tanrıları, dolayısıyla ayrı hukuku var olmaya devam ediyordu; insanlığı hayvanlıktan çıkarmış olan totemler artık üretici güçlerin o günkü gelişmişlik düzeyinde ciddi bir engel haline gelmişlerdi. Tüm bunları aşacak, tüm uygarlık alanında aynı hukuku, aynı toplumsal ilişkileri, aynı politikayı geçerli kılacak yepyeni bir üstyapı gerekiyordu. Hıristiyanlık Roma’nın sağladığı ekonomik birliğin gerektirdiği üst yapıyı sağlıyordu. Ama bunu yaparken aynı zamanda, yoksullara ve kölelere, Allah evreni altı günde yarattı yedinci gün dinlendi diyerek, haftada bir, yani yılda elli iki gün tatil hakkı da veriyordu. Ondan sonra hiçbir hareket ve devrim bu çapta bir reformu ya da hakkı çalışanlara sağlayabilmiş değildir. İşçi hareketinin muazzam savaşlar sonucu elde ettiği sekiz saatlik iş günü bile bunun yanında küçük kalır Çürümüş Bizans ve Sasani yani Çin ve Hint yolundaki Uygarlığın ve Akdeniz Ortadoğu uygarlığının çıkmaza girmiş toprak ilişkilerini yeniden düzenleyen; nispeten daha eşitlikçi bir düzen kuran İslam da bir tür devrim idi, bu anlamda, insanlar bilincinde olmasa bile İsa’nın ya da Muhammet’in doğumunu kutlarken, gerçekten büyük devrimleri bir bayram olarak kutlamış oluyorlardı. Modern “ulusal bayramlar” ise, bu bayramların yanında bayram adıyla anılmaya layık hiçbir kazanım sağlamamışlardır insanlığa. İlk burjuva devrimleri, yani Amerikan ve Fransız 4

Newroz bayramı orta doğuda doğanın uyanışıyla, baharla bağlantılı olduğundan, baharın sağladığı nispeten daha bol av ve bitki anlamına geldiğinden muhtemelen kökleri neolitik devrim öncesinin bahar şölenlerine dayanıyor olsa gerektir. 176


devrimleri, daha ilk adımlarında gericileştiler. Modern toplumun dini başlangıçta, yurttaşlığı, insan haklarıyla tanımlıyor; insanı da dini, soyu, etnisi ne olursa olsun eşittir diye tanımlıyordu. Ne var ki, daha ilk adımda, bir yandan geçmişin kalıntılarıyla; yani insanın sadece erkek ve beyazları, kapsaması nedeniyle; hem de burjuvazinin yurttaşları (yani insanları), belli bir dil, etni veya dinden olan veya belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanlarla sınırlayan gerici milliyetçiliğe geçişi nedeniyle, tam anlamıyla birer gericilik insanlara karşı bir tehdit ve terör gösterisidir bu günün “modern”, “ulusal” bayramları. Tanklar, toplar, uydurma tarihler, yalanlar üzerine dayanırlar ve bu anlamda birer karşı devrim bayramları, birer gericilik ayinidirler. Bu bayramların birer tatil günü olması, işçilerin ve emekçilerin bundan biricik kazancıdır ve burjuvazinin işçi ve emekçilere verdiği bir rüşvettir. Sosyalist devrimlerin “tamamlanmamış devrim”ler olduğundan çok söz edilmiştir. Ama esas tamamlanmayan ve “ihanete uğrayan” devrim, burjuva devrimidir. Burjuva devrimlerinin, “vatanım yeryüzü, milletim insanlık” diyen devrimci özü; vatanı ve milleti, belli bir din, dil, etni, soy ile sınırlayan gerici milliyetçilik tarafından olmamışa çevrilmiştir. Burjuva devriminin bu idealine, enternasyonalizm adı altında işçi hareketi sahiplenmiştir. Enternasyonalizmin bayramı olan 1 Mayıs, aslında, sosyalizmin değil; “vatanım yeryüzü milletim insanlık” diyen, ihanete uğramış ve unutulmuş burjuva devriminin bayramıdır. Ne yazık ki, 1 Mayıs bile, burjuva devriminin bu idealini terk etti. O da, bürokrasinin egemenliği altında, burjuvazinin yoluna girdi. 1 Mayıslar, tıpkı gerici burjuvazinin tanklı toplu ulusal bayramları gibi, bürokrasinin sosyalist veya enternasyonal isimli ulusal bayramları; yani karşı devrimlerin bayramları oldular. Böylece Enternasyonalizm biçiminde varlığını sürdüren burjuva devrimlerinin idealleri bile unutuldu. Bugünün dünyasında, gerici milliyetçilikle çizilmiş sınırlara karşı bir hareket, yani bir yeryüzü çapında tüm insanların eşitliğine dayanan bir hareket ve onun başarısı ancak modern toplumun adına layık bir bayram oluşturabilir. Ama bu bayram bile sosyalist bir bayram değil, modern burjuva uygarlığının, sanayi uygarlığının bayramı olur. 1 Mayıs modern toplumun bayramı olmaya adaydır. Ama 1 Mayısın modern toplumun bayramı olabilmesi için, bu günkü gerici ulus ve ulusçulukların ve onların bayramlarının yeryüzünden silinmesi gerekmektedir. Burjuva toplumunun ve uygarlığının bayramı işçiler eliyle oluşabilir. İşçiler bu bayramın, sınıfsız toplumun değil, işçilerin, yani burjuva toplumunun, yani kapitalist toplumun has ürününün bayramı olduğunu bildikleri ölçüde, bu mücadele gününü bir bayram yapma şansına sahip olabilirler. Sosyalizm ise sınıfsız toplumdur. Sosyalizmin bayramı hiç olmayacaktır. Çünkü orada devlet olmayacaktır. Çünkü orada sınıf ayrımları ve sömürü olmayacaktır. Meta üretiminin ve devletin yarattığı yabancılaşmalar olmayacaktır. Bunların olmadığı yerde ise, hayat bir bayram olur. Hayat bir bayram olunca da bayramların var oluşunun bir anlamı kalmaz. Bu anlamda sosyalizm için mücadele, bayramları yok etme ve anlamsız kılma mücadelesidir. 177


10 Ocak 2006 Sal覺

178


‘‘Pardus – Ulusal İşletim Sistemi” Bir zamanlar bir Ermeni usta tanımıştım. Çalışanlar bir hata yapıp da yaptıklarını bozunca ve o ana kadarki emeklerinin boşuna gittiğini düşünerek o bozuk parçayı atmaya niyetlendiklerinde “Emek zayi olmaz” (Kaybolmaz) diyerek o işe yaramaz, boşa gitmiş gibi görünen emek ürününü bir kenara koyar, atmazdı. Ve gerçekten hemen daima gün gelir o işe yaramaz, boşuna sarf edilmiş emek gibi görünen parça bir yerde, bir şekilde, bir işe yarardı. Aynı kural ezilenlerin kurtuluşu için yapılan çabalar ve fedakârlıklar için de geçerlidir. En boşuna gitmiş, bilinmez kalmış çabalar bile boşa gitmez. Hiç umulmadık bir yerlerde o görünmez, bilinmez dip akıntılarının ferahlatıcı billur bir kaynak suyu gibi gün yüzüne çıktığı görülür. Marks bunu, hep toprağın altında giden ve hiç umulmadık anda gün yüzüne çıkan bu gelenekleri köstebeğe benzetmişti. Hatta bu benzetme nedeniyle dünyanın birçok ülkesinde Devrimci Marksistler köstebeği kendilerine bir sembol olarak seçerler. Evet, “Emek zayi olmaz” ve aynı şekilde “hiçbir şey de yoktan var olmaz”. En sıradan bilgeliklerin bile ardında, insanlığın binlerce yıllık birikimi gizlidir. Bir zamanlar Mandel’in de dikkati çektiği gibi, en kendiliğinden hareketlerin kabuğunu biraz kazıyın, onun altından bir anarşistin, bir komünistin, bir sosyal demokratın çabalarının (veya kapitalizm öncesi tarihin eşitlikçilik kalıntılarının, komün geleneklerinin hiç bilinmez, yok olmuş sanılan) kızıl tortusu çıkar. Dijital devrim ve elektronikle birlikte, en azından görme ve duyma duyularına hitap eden şeylerin, hemen hemen hiçbir emek sarf etmeden, sonsuzca çoğaltılabilmesi, yani dijitalize edilebilen şeylerde fiilen emeğin yok olması; Marks’ın Komünist toplum için önkoşul olarak belirttiği, “zenginliklerin gürül gürül akması” olanağı ortaya çıktı. Ne var ki, kapitalizm bu olanağı tüm insanlık için kullanmaktansa, dokunulmaz tabu özel mülkiyet tanrısına ve kâra kurban etti. Aslında insanlık tarihinin ses, yazı ve resme dönüştürülebilen tüm kazanımları, tüm bilim ve sanat, hiç karşılıksız tüm insanların emrine amade kılınabilirdi. Ama kapitalizm bu olanağı özel mülkiyetin mihrabında kurban etti ve bu kurbanın kanıyla Bill Gates’lerin, Mıcrosoft’ların, Mac’ların, Sony’lerin, Oracle’ların milyarlarına milyarlar katıldı. Yeryüzündeki zenginlik farkları kat be kat arttı. * Bu gün kullandığımız dil nedir? Yaşamış ve yaşayan milyonlarca insanın bir ortak ürünü değil midir? Eğer atalarımız olan insanlar ürettikleri sözcüklerin, eklerin, kuralların “Copyright” ve mülkiyet hakkını alsalardı; özel mülkiyet şimdiki kapitalizmde olduğu gibi, bir dokunulmaz tanrı olsaydı, bugün dilimiz olur muydu? Kullandığımız her sözcük için Copyright hakkı ödenek zorunda olsaydık, bırakalım bu uygarlığı, bir “sosyal hayvan” olabilir miydik? 179


Bugün insanlığın düşürüldüğü durum hiç mübalağasız budur. Bırakalım insanlığın binlerce yılda ürettiklerini bir yana, doğanın milyonlarca yılda bulduğu gen kotları bile özel mülkiyetin mihrabında kurban edilmektedir. Elbet bu gidişe karşı her zaman bir direniş de oldu. Köstebek, yer altında yaşamaya ve yeni kanallar açmaya devam etti. Bu direniş elbette, bir çete savaşı biçiminde, gerilla yöntemleriyle yürüse de hep var oldu ve oluyor. Bu direnişin ayak izleri sürüldüğünde, ardında hep eski 68’liler, sosyalistler, anarşistler, eşitlikçi idealin geleneğinden gelenler görülür. Yani en kendiliğinden gibi görülen, 80’lerin, 90’ların yeni muhafazakârlığın ve kapitalizmin zaferlerinin belirlediği ideolojik ikliminde, politikaya ve sosyalizme uzak durmaya özel bir özen gösteren ve vurgu yapan ama fiilen özel mülkiyete, statükoya karşı direnişlerin, muhalefetlerin bile kaynağına gidildiğinde, oralarda “zayi olmamış bir emek” görülür. Hiçbir şey yoktan var olmaz. Bu direnişlerin en bilineni, Linux Torvald adlı Finlandiyalı öğrencinin adeta oyun oynarcasına temelini attığı ve Linux adını almış işletim sistemidir. Bu öğrenci Linux’u herkesin kullanımına ve bilgisine sundu. Herkes onu istediği gibi kullanabilecekti, ama kendi katkılarını ve yaptığı değişiklikleri de yine herkesin katkısına sunacaktı. Buna “açık kaynak kotlu özgür yazılım” adı veriliyor. Böylece işletim sistemi tıpkı bugün kullandığımız diller gibi gönüllülerin katkılarıyla gelişecek ve her katkı da yine herkesin kullanımına açık olacaktı. Gerçekten de, binlerce ve binlerce programcının amatörce ve gönüllü katkılarıyla bu gün Windows’u korkutan, neredeyse onun yaptığı her şeyi yapabilen ve ondan çok daha güvenli Linux adlı devasa işletim sistemi ortaya çıktı. En kendiliğinden direnişlerin bile ardında eşitlikçi bir toplum idealine dayanın bir çabanın bulunduğu ilkesi Linux’un doğuş öyküsünde de geçerliliğini korur. Linux Torwald 80’lerin, 90’ların ideolojik ikliminin ürünü, tipik politikaya uzak duran bir bilgisayar “freak” ıdır. Peki nereden nasıl olmuştur da böyle bir şeyi akıl etmiştir? Biraz derine gidince Linux Torwald’ın Finlandiyalı aydın ve komünist (muhtemelen burjuva sosyalisti) bir aileden geldiği görülür. Yani belki Linux Torvald’ın kendi bile bilincinde değildir ama bir şekilde eşitlikçi ideallerin bir etkisi vardır Linux’un kökeninde. Tarihin köstebeği başını çıkarır oradan. * Linux kökeninde özel mülkiyete karşı bilinçli ya da bilinçsiz bir direniş olmasına rağmen, son yıllarda ulusal devletler arasındaki kapışmada ve emperyalistler arası rekabette, ABD emperyalizmine karşı değir emperyalistlerin bir silahı olarak kullanılmaya başlandı. Bugünün dünyasında hiçbir hükümet ya da devlet şöyle bir şey yapmadı: Linux’u destekleyenlere, yine Linux’un kurallarına uygun olarak destek vermek. 180


Yani hiçbir hak iddia etmeden, Linux’un tüm dillerden, tüm alfabelerden tüm insanların hiçbir ücret ödemeden kullanabileceği, her türlü ihtiyacı karşılayan programlarla donanmış bir sistem olmasını; bunun herkesin kullanımına amade olmasını hiçbir devlet desteklemedi. Aslında binlerce gönüllünün imecesiyle oluşan Linux, Open Office gibi yazılımlara verilebilecek küçük bir destek ve organizasyon katkısı bile, Linux’un bu gün Windows’tan çok daha kullanışlı, emin ve yaygın olmasını sağlayabilirdi. Ama bu aynı zamanda özel mülkiyete karşı bir davranış da olurdu. Elbette, her biri gerici ulusçuluk ilkesine göre örgütlenmiş ve bizzat kendileri de özel mülkiyetin bekçileri olan devletlerin hiç birisinde böyle bir çaba ya da niyet görülmedi ve görülemezdi. Onlar Linux’u kendi gerici milliyetçiliklerinin, devletlerarası rekabetlerinin bir aracı olarak kullanmaya çalıştılar ve bu yönde girişim ve desteklerde bulundular. Onlar, diğer emperyalistler veya diğer ulusal devletler, binlerce insanın gönüllü ve ortak çabalarıyla oluşmuş Linux’u, ABD’nin ve Microsoft’un egemenliğine karşı sadece kendi ulusal rekabetleri düzeyinde ve ona hizmet edecek şekilde desteklediler. Genellikle devlet dairelerinde veya stratejik önemi olan devlet kuruluşlarında Linux’ları bilgisayarlara yüklediler. Örneğin Almanya’da Knoppix adlı Linux, resmen devletin desteğiyle, ABD’ye ve Microsoft’a karşı piyasaya sürüldü. Örneğin Çin resmi işletim sistemi olarak Linux’u destekleme kararı aldı. Ama hep kendi devlet çıkarları için, özel mülkiyete karşı bir destek değildir bu. Aksine bu kollektif çabayı, bir devletin çıkarlarının aracı olarak kullanmaya yöneliktir bu girişimler. Şimdi aynı şeyin Türkiye’de de yapıldığı görülüyor. Zaten Türk devletinin, istihbaratının ve ordusunun stratejik hesaplarıyla bağlantılı araştırmalar yapan TÜBİTAK’ın desteğiyle, Uludağ Üniversitesi tarafından Pardus adlı bir “ulusal işletim sistemi” çıkarıldı. Pardus adı veya Almanya’daki Knoppix adı kimseyi yanıltmasın. İşletim sistemi tamamen Linux’tur. Linux’a sistemin bilgisayara kuruluşuyla ilgili bazı ekler, grafikler koyulmakta ve başka bir isim verilmektedir. Bir de Pardus’ta olduğu gibi, Türkçeye çevrilmektedir. Almanca gibi yaygın dillerde ise bu çeviriye bile gerek yoktur, çünkü gönüllüler bunu çoktan yapmış bulunmaktadırlar. Yani bütün sistem, aslında, binlerce Linux destekleyicisinin ortak çabalarının ürünü olan Linux’tur. * Bu devletler bu girişimlerini, ilericilik, tekellerin egemenliğine ve Emperyalizme karşı bir direniş gibi satmakta ve işin kötüsü birçok sol eğilimli de böyle sanmaktadır. Bunun böyle olmadığını Pardus örneğinde görelim. Önce Pardus’un adından kendisine kadar nasıl bir düzenbazlık olduğunu görelim. Pardus, bütünüyle Linux’un alınıp, Türkçe destekli yapılmasından, Türkçeye çevrilmesinden ve bazı küçük eklentilerden ibarettir. 181


Böyle yaparak, ona hemen “Ulusal İşletim Sistemi” adı verilmektedir. Burada tıpkı tarihin ve dillerin uluslar ve ulusçuluk tarafından yağması gibi, belki çoğu kendini bir ulustan bile kabul etmeyenlerin ortak çabasıyla oluşturulmuş muazzam bir emeğe, gerici, kendini Türklükle tanımlamış bir devlet ve bir ulus tarafından el koyma; onun gasp ve yağma etmek söz konusudur. Ama bu gericilik, adından sembolüne kadar tam bir alaturkalıkla maluldür. Linux’un sembolü sevimli bir Penguen’dir. Türkler gibi savaşçı ve kahraman bir ulusun ve o ulusun devletinin işletim sisteminin sembolü, şu son zamanlarda homoseksüel de olabildikleri keşfedilen Penguen olur mu? Haşa!.. Erkek ve savaşçı bu millete namına yakışan yırtıcı bir hayvan sembol olabilir ancak. Türklük düşmanları, bu milli işletim sisteminin adını bile görünce tir tir titremelidirler. Peki bu yırtıcı hayvan ne olabilir? Eğer bu program on yıl önce çıksaydı ona Bozkurt ya da Kurdun Latince karşılığı Lupus veya Boz Lupus gibi bir isim verileceği garantiydi. Ama şimdi “çok kültürlülük”, “Anadolu’nun renkleri”, Avrupa Birliği’ne giriş gibi söylemlerin “in” olduğu bir iklimde yaşanıyor. O halde, savaşçılık ve yırtıcılık post modern bir posta bürünmelidir. İste seçilen Pardus adı, tam da böyle kaygıların ve böyle bir ideolojik iklimin ürünüdür. Pardus, sitede yapılan açıklamaya göre, Anadolu Parsı’nın bilimsel sınıflamadaki adından geliyormuş. Böylece hem Anadoluluğa hem de Latince bir sözcük kullanarak çok kültürlülüğe, hem bilimselliğe bir göndermede bulunuluyor. Hatta Ekolojistlere bile bir gönderme var bu isimde. Çünkü bu hayvan aynı zamanda nesli tükenmiş veya tükendiği sanılan bir hayvan. Pardus’un indirmeye sunulduğu Uludağ Üniversitesinin sitesindeki “Sık Sorulan Sorular” bölümünde Pardus ismiyle ilgili olarak yazılanlar şunlar: “Pardus ismi nereden geliyor? Neden dağıtımın adı projenin adından farklı? Pardus adı, Anadolu Parsı'ndan, Panthera Pardus Tulliana'dan geliyor. Anadolu Parsı, Leopar alttüründeki büyük kedilerin Anadolu’daki son temsilcilerindendir. Boyu 200-250 cm, ağırlığı dişilerde 35-50 kg, erkeklerde 45-70 kg civarındadır. Yaklaşık ömrü 20 yıldır. Oldukça çevik olan Anadolu parsı, etoburdur ve geyik, yaban keçisi, yaban domuzu, küçük memeliler ve kuşlar gibi birçok hayvan avını oluşturur. Anadolu Parsı Ege ve Batı Akdeniz, Doğu Akdeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinde, daha çok ormanlık ve dağlık alanlarda yaşamıştır. Doğal yaşam alanları ve av kaynaklarının azalması parsları insanların yaşadığı yerlere yönlendirmiş ve bu da genellikle vurularak ya da zehirlenerek öldürülmelerine yol açmıştır. 182


Anadolu parsı ile ilgili son resmi kayıt 17 Ocak 1974 tarihinde Beypazarı ilçesinin 5 km batısında bulunan Bağözü köyünden bir kadına saldırması sonrasında vurularak öldürülmesi üzerinedir. Neslinin tükendiği yönünde görüşler bulunmasına karşın, bugün Türkiye'de 10-15 Anadolu Parsı kaldığı da öne sürülmektedir. 2001 yılında Doğu Akdeniz bölgesi Dandi mevkiinde ve Doğu Karadeniz bölgesi Müsikli deresinde, 2004 yılında da Doğu Karadeniz bölgesi Pokut yaylasında görülmüştür. Anadolu parsının varlığını kanıtlamak ve koruma altına almak için doğa gönüllülerinin çabaları aralıksız sürmektedir.”5 Bu satırları okuyan veya Pardus Sembolüne de bakan, sanır ki, Anadolu Parsı’nın adı Pardus’tur. Halbuki Bilimsel isim sınıflamasına göre, Panterha Pardus Leopar ya da Panter’lerin genel adıdır. Yani şu Pardus, Anadolu’da değil, Afrika’dan kutuplara kadar (Kar Panteri) her yerde vardır. Bu genel aile içinde, Anadolu’da ya da Anadolu, Kafkaslar çevresinde yaşayanının payına bu isimden düşen, alt türü belirleyen Tulliana kısmıdır. Yani eğer Anadolu Panteri’nden söz etmekse amaç, onun adı Tulliana olmalıdır. Açık ki, amaç aslında, Anadolu’da yaşayan bir hayvanın adını vermek de değildir programa. Önemli olan imajdır. Ve imaj da hem Türklüğe hem de zamanın ruhuna uygun olmalıdır. Eğen gerçekten Anadolu’da yaşayan bir panter türünün adı amaçlanmışsa adının Tulliana olması gerekir. Ama Tulliana da öyle tüllü müllü gibi bir izlenim uyandırıyor. Olur mu? Tüllerle müllerle kadın kısmının işi olur. Türkler gibi erkek ve savaşçı ve de artık aynı zamanda ekolojist ve de çok kültürlü ve de bilimi “hayatta en hakiki mürşit” bilen ve de bu nedenle Latince bilimsel isimler karşısında kompleks duymayan; tam Ertuğrul Özkük’ün haklarında yazı yazabileceği Atatürk’çü, milliyetçi ve de modern Türklerin “Ulusal İşletim Sistemi”nin adı böyle tüllü müllü şeyler olamaz. Yok Pardus genel ailenin adıymış? Kim uğraşır bunlarla. İsim dediğin şöyle patlamalı, dinamik olmalı, Türklüğün düşmanlarını daha söylenişiyle titretmeli. Bunun için en uygunu da Pardus!.. Tüm ihtiyaçları karşılayan bir isim. Bunları şaka gibi yazıyoruz ama bu ismi seçenlerin bilinçaltına ve eğilimlerine gittiğinizde, tam da bu gibi kaygıların o isim seçimini belirlediği görülür. Hiçbir şey öyle gökten zembille inmez ve bu anlamda rastlantısal değildir. Niye bir Çiçek, bir penguen değil de, bir panter. Niye Anadolu Panterinin özgün adı Tulliana olmasına rağmen, leoparların genel adının bir bölümü? Bütün bu soruları sorup cevaplarını aradığınızda, bu toplumun iliklerine işlemiş bu eğilimler görülür. Ama bu bize, Türkiye’deki egemen sistem, bürokratik oligarşi hakkında sağlam bir fikir de verir. Bürokratik oligarşinin modern araçlar ve biçimler kullanmakta oldukça mahir olduğu ve bu araçlar aracılığıyla da ayrıca bir ideolojik etki sağlamayı bildiğini de gösterir. Kimse için bir sır değildir, solcu ve muhalif insanların ekolojiye genellikle ilgi duydukları; Linux gibi işletim sistemlerini destekledikleri vs..

5

http://www.uludag.org.tr/sss.html#ulusal 183


Bu modern görünümler aracılığıyla, büyük ölçüde şehir orta sınıflarını modernleşme zafer arabasına bağlamaktadır bürokratik oligarşi. Ve de sanılmaktadır ki, modernleşme demokratikleşmedir. Sanılmaktadır ki, Linux adlı bilgi işlem sistemini destekleyerek; artık yok olduğu düşünülen bir hayvan türünün Latince adını alarak; hayvanı Orta Asya’dan değil de Anadolu’dan seçerek Türk devleti artık daha demokratik ve ilerici olmaktadır. Bunların ne demokratlıkla ne de ilericilikle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Aksine bunlar böyle bir yanılsamaya yol açtıkları için, çok daha tehlikelidirler. Türkiye’deki Bürokratik oligarşinin bu esnekliği ve oyunu yeterince anlaşılamamaktadır. Onun bir tek amacı vardır İktidarın elinde bulunması. Hiçbir şekilde demokratikleşme ve haklar olmaması; ama eldeki gücün ve yetkilerin bir sorun olmadığı sürece, kullanılmayarak, bir demokrasi ve özgürlükler varmış izlenimi ve yanılsaması yaratılması. İşte bu Pardus bile, buna hizmet etmekte, bu egemen kastın egemenliğine ideolojik bir araç işlevi görmektedir. Sanıldığının aksine ABD emperyalizminin egemenliğine karşı bir direniş de değildir, Linux’a dayanan bir “ulusal işletim sistemi” yapmak. Sadece Türkiye’nin egemeni Bürokratik oligarşinin ve Burjuvazinin emperyal çıkarlarını diğer emperyalist karşısında korumanın aracıdırlar. Gericilikleriyle ABD’nin ekmeğine yağ da sürerler. * Herkes öylesine ulusu dille, dinle, etniyle tanımlayan gerici ulusçuluğun egemenliği altındadır ki, hiçbir dile, dine, etniye, soya dayanmayan bir demokratik ulusçuluk ve bunun antiemperyalist özü tasavvur bile edilememektedir. Bunun için, ulusal değil, ya da ulusu demokrasiyle, bütün dil, din, kültürlerin eşitliğiyle; bunların politik bir anlamının olmamasıyla; her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğüyle tanımlamış bir demokratik ulusçuluğun olabileceği tasavvur bile edilememektedir. Böylesine devrimci ve demokratik bir ulusçuluğun nasıl davranacağını göz önün getirelim. Birincisi, o işletim sistemini Türkçe yapmaz. Çünkü demokratik bir cumhuriyette ulus bir dile göre tanımlanmaz, nasıl bir dine göre tanımlanmıyorsa öyle. Tüm diller ve kültürler eşittir. Ortak anlaşma için, dil veya diller ise, ulusun tanımına değil; pratiğe ilişkin bir sorundur. Bu pek ala o topraklarda yaşayan insanların çoğunun konuşmadığı veya dünyada genel kabul görmüş bir başka dil veya diller de olabilir. Demokratik bir cumhuriyette herkes istediği dili anadili olarak seçmek ve o dilde eğitim görmek hakkına sahip olur. O zaman, böyle devrimci ve demokratik bir ulusçuluğa dayanan bir cumhuriyet, Linux’u sadece Türkçeye çevirmez, Türkiye’de yaşayan ve anadilinde eğitim gören bütün insanların dillerine çevirir en azından. Yani Kürtçe, Arapça, Süryanice, Ermenice, Rumca. Hatta Türkler büyük çoğunlukta ve uzun yıllar egemen ulus olduklarından, fiiliyatta her zaman Türkçenin lehine bir eşitsizlik olacağından, öncelikle ve özellikle, toplumu zehirleyen eşitsizliklerle mücadele edebilmek için, diğer dillere öncelik verir “ulusal işletim sistemi” yapmak için. 184


Ama yaptığına da “ulusal” diye bir sıfat vermez. O “vatanım yeryüzü, milletim insanlık” diyen, devrimci ve demokratik ulusçuluğun destekçisi ve taraftarı olduğundun, Zaten var olan demokratik Linux’a bu demokratik devletin yurttaşlarının kullandığı dillerin olanaklarını sunmuş olur. Yani bu demokratik cumhuriyet, dünya çapındaki Linuxçular topluluğunun bir parçası ve destekçisi olur. Gönüllü katkılarla bu programı örneğin Ermenice veya Süryaniceye çevirecek pek kimse çıkamayacağından, bu eşitsizliği bir ölçüde gidermeye çalışır ilk elde. Dolayısıyla “Anadolu parsı” isimlere de gerek duymaz, Linux’un sevimli penguenini alır ve aynen kullanır. Böyle bir ayrı isim veya sembol gibi sorunu bile olmaz. Aksine dünya çapındaki bu demokratik hareketin mütevazı bir destekçisi olmaya çalışır. Ama böyle bir yaklaşım, aynı zamanda, tüm diller ve dinler için demokratik bir örnek oluşturduğundan, gerek ABD’ye gerek bölgedeki ve dünyadaki bütün kendini dil, din, etni, soy ile tanımlamış devletlere karşı tüm halkların ittifakının temelini atar. Bu gün, ABD ile Çin ya da Türkiye’nin Bürokratik oligarşisi veya Almanya arasındaki ayrılık ve çatışmada bizim yerimiz anti emperyalizm veya ABD’ye karşı mücadele adına, aynı gericiliği savunan bu ülke ve devletlerin yanı olamaz. Aksine bizler, tıpkı birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, yenilgici olmalıyız. Bunların hepsinin savunduğu, aynı gerici ulusçuluktur. Ayrılıkları devletlerin ve ulusların, yani politik olanın, dile, dine, etniye göre kurulmasında veya tanımlanmasında değil; hangi dile, dine, etniye göre kurulacağında ya da tanımlanacağındadır. O halde onlar, ulusu bunlarla tanımlamayı reddeden devrimci ve demokratik ulusçuluk karşısında aynı gerici ulusçuluğa ortak cephesinde yer almaktadırlar. İşçi hareketi tekrar ileri atılabilmek için, devrimci demokrasinin bu programına geri dönmek bu bayrağı yükseltmek; aydınlanmanın “tamamlanmamış proje”sini insanlığın ve kendisinin önüne koymak zorundadır. 12 Ocak 2006 Perşembe

185


Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük Veya ”Çok Kültürlü Toplum” Sloganı Niçin Gericidir?

Şöyle genel geçer bir yargı var: "Çok kültürlülük Avrupa merkezciliğin aşılmasıdır. Avrupa Merkezcilik diğer kültürleri, aşağı görüyor, onları kendi ölçülerine göre yargılıyordu. Şimdi ise, hiç bir kültür diğerinden üstün veya aşağı değil, hepsi aynı değerde görülüyor. Artık slogan, eşitlenme ve birbirine benzeme değil, çok renklilik, çeşitlilik. Bu anlayış içinde elbette Avrupa Merkezcilik yer bulamaz." İlk bakışta her şey çok açık! Tıpkı güneşin doğuşu ve batışı gibi. Nasıl güneşin doğuşunun ve batışının şahidi gerekmiyorsa, öyle. Çok kültürlülük de, bütün kültürleri eşit düzeyde gördüğüne göre, Avrupa kültürünü diğerlerinden üstün gören; her şeyi Avrupa'nın aynasında değerlendiren bir anlayış, bu çok kültürlülük dünyasında yaşayamaz. Bu gizli varsayıma dayanarak konuşmalar, çıkarsamalar yapılıyor; programlar oluşturuluyor; makaleler, kitaplar yazılıyor. Ne var ki bizim ihtiyar Marks veya diyalektik, “her şeyden şüphe et” demiş. Hele bizim yaşam deneylerimiz gösteriyor ki, hiç şüphe uyandırmayanlardan, yanlışlığı akla hiç gelmeyenlerden, özellikle şüphe etmek gerekiyor. Biz de bu ihtiyar Marksist diyalektiğin öğüdünü izleyelim. Evet ilk bakışta güneş doğudan doğan batıdan batar ama, onun hiç "doğup" "batmadığı", aksine hep yerinde durduğu, buna karşılık, dünyanın kendi etrafında dönüşü nedeniyle öyle göründüğü artık kimse için bir sır değil. Yani gerçek aslında tam da kendine zıt bir biçimde görünmektedir. Güneş yerinde dururken hareket ediyormuş gibi görünmekte, biz ise hareket ediyorken sanki yerimizde duruyormuşuz gibi. Demek ki, binlerce yıldır bilginin ve tecrübenin birikmiş özü olan halk bilgeliğinin dediği gibi, öyle hemen “görünüşe aldanmamak” gerekiyor. Ya da Marks’ın değişik ifadesiyle: “Eğer öz ve görünüm aynı olsaydı, bütün bilim gereksiz olurdu.” Biz de, bu Avrupa Merkezcilik, Çok Kültürlülük kavramlarında bu dersleri ve ilkeleri bir doğruluk sınavından geçirelim. Bakalım gerçekten öyle mi? Gerçekten, Çok Kültürlülük Avrupa Merkezciliğin aşılması mı? Yoksa Bizzat Avrupa Merkezciliğin ta kendisi mi? Son söylenmesi gerekeni ilk önce söylersek, bizim tezimiz, "Çok Kültürlülük" ya da "Çok Kültürlü Toplum" gibi siyasi slogan ve projelerin bizzat Avrupa Merkezciliğin ta kendisi olduğudur. Ama bu tezi kanıtlamak için önce, uzun bir yolculuğa çıkmak; ileriye doğru fırlayabilmek için bir yay gibi gerilmek gerekiyor. * 186


Avrupa Merkezcilik nedir? Bu kavramın ilk kelimesi olan Avrupa'dan başlayalım. Avrupa nedir? Bir yeri tanımlayan coğrafi bir kavram olarak Avrupa son derece yeni bir kavramdır. Bir bakıma kapitalizm ile birlikte doğmuştur. Kapitalizm öncesinde Avrupa yoktu. Avrupa adının kaynaklandığı mitolojideki Avrupa’nın ve Greklerin Avrupa dediği bölgenin bu günkü Avrupa ile bir ilgisi yoktu. Bu gün Avrupa diye bilinen yerler, Grekler için bırakalım Avrupa kavramının içinde olmayı bir yana, var olduğu bile bilinmeyen, söylencelerin ardında, bilinen dünyanın ötesindeki yerlerdi. Romalılar için de bir Avrupa değil, Galler, Germanya, Britanya vardı, ama bu günkü gibi bir Avrupa yoktu. İslam Uygarlığı için de aynı durum söz konusuydu. Belli bir bölgeye Avrupa adını verenler ve onun bir kıtanın coğrafi adı olarak kullananlar yine bizzat “Avrupalı”lardır. Ama bu adlandırmanın kendisi bizzat, o “Avrupalı” denenlerin tarihsel ve toplumsal eğilimlerini yansıtır aynı zamanda. “Avrupalı” da “Avrupa” gibidir. “Avrupa” gibi “Avrupalı”yı da “Avrupalı” yaratmıştır. Ama bu “Avrupalı” nedir? Bunu anlamak için “Avrupa”yı anlamak gerekiyor. Şöyle düşünülebilir. Modern bilimler, dolayısıyla da Coğrafya Avrupa’da doğduğundan, Avrupa’ya Avrupa adının verilmesi de, bu bağlamda görülmelidir, tıpkı diğer kıtaların adlandırılması ve tanımlanması gibidir ve o sürecin bir parçası olarak anlaşılmalıdır. Bu bakımdan, bu günkü Avrupa’ya Avrupa denilmesi, bütünüyle, o adlandırmaları yapanların Avrupalılığından bağımsız olarak, bilimin, jeoloji ve coğrafyanın kendisiyle ilgilidir. Ne var ki, coğrafya açısından baktığımızda Avrupa’nın bir kita olarak tanımlanmasının hiç de masum olmadığı görülür. Avrupa, coğrafi bir kavram olarak, Asya kıtasının Ural dağlarının batısında kalan kısmına keyfi olarak verilmiş bir isimdir. Dünyadaki adlandırmaların hepsi keyfidir. Avrupa yerine Mavrupa da denebilirdi. Asya yerine Masya da. Sorun burada değil. Bu isimle tanımlanan alının kendisindeki keyfilikte. Eğer Kıta’lar jeolojik veya tektonik kriterlere göre tanımlanıyorsa, bütün Kıtalar ayrı bir plakadan oluşmaktadırlar. Bir zamanlar kocaman bir Pangaea kıtasının parçalanmasından oluşmuş plakalara kıta deniyorsa, ki bütün Kıtalar bu büyük plakalardan oluşurlar, Avrupa kıtalar içinde tek böyle olmayanıdır. Güney ve Kuzey Amerika bile ayrı plakalardır. Afrika, Avustralya, Antartika, Hindistan hep ayrı plakalardır. Avrupa ise ne Asya’dan böyle ayrılır ne de Afrika’dan. Pireneler ve Alpler’in güneyi de bu gün Avrupa sayılmaktadır ama başka bir plakaya aittirler. Yani Jeolojik kriterler geçerliyse eğer, örneğin İtalya Avrupa’ya dahil değildir. Hindistan, Asya Kıtasından çok daha belirgin coğrafi şekillenmelerle ayrılmış olmasına; aynı zamanda ayrı bir plakadan oluşmasına ve Himalaya dağları bu plakanın Asya’ya çarpmasıyla 187


oluşmasına rağmen ve bunlar kültürel bir ayrılığa da denk düşmesine ve neredeyse bir kıta kadar büyük olmasına rağmen, yani bir ayrı kıta olarak sayılmanın bütün kriterlerine sahip olmasına rağmen, Hindistan'a bir Kıta denilmemektedir. Avrupa’nın ise, böyle bir özelliği yoktur. Onu Asya’dan ayırdığı söylenen Ural dağları çok eski dağlardır ve örneğin bir Himalayalar gibi aşılmaz bir engel değildirler. Urallar kültürel bakımdan da bir ayırıcı sınır oluşturmazlar. Bu dağların batısında ya da doğusunda yaşayan Ruslar ya da Slavlar birbirinden çok farklı da değildir. Avrupa’dan sayılan Pirene ve Alplerin güneyi ise, aslında Avrupa’nın içinde bulunduğu plakaya dahil değildirler. Yani Avrupa Kıtası, tamamen keyfi olarak, bir kıta olmanın kriterlerine uymamasına rağmen, güneyinde ve doğusunda bu kriterler ayaklar altına alınarak sınırları çizilmiş, kıtalığa terfi ettirilmiş bir bölgedir coğrafi olarak. Doğusunda, Asya’dan ayırmak için; güneyinde, Akdeniz veya Afrika’yı Avrupa’ya katmak için, bir kıta olmanın kriterleri ayaklar altına alınarak yaratılmış bir kıtadır Avrupa. Eğer kıtalar plakalara göre tanımlanıyorsa veya jeolojik anlamda kıtalar böyle ise, kıtalar içinde bir tek Avrupa böyle tanımlanmayı hak etmemektedir. Böyle tanımlanmayı hak eden Hindistan ve Amerika’lar bile ayrı kıtalar olarak tanımlanmazken, Avrupa hiç hak etmediği halde kıta kabul edilmiştir. Görüldüğü gibi, Avrupa kavramı, bu coğrafi kavram ve bu kavramın kapsadığı alan, coğrafi kriter ve kaygılara göre belirlenmemiştir. * O halde şu soru hala ortada durmaktadır: Niçin Asya'nın bu, batı ucundaki yarımadada yaşayan insanlar, bulundukları yere örneğin Batı Asya gibi bir isim vermemişlerdir de, yani coğrafi olarak gerçeği daha iyi yansıtan bir isim vermemişler, o kıtanın bir uzantısı olduklarını belirtmemişlerdir de, coğrafi ya da jeolojik bakımdan hiç de kıta kriterlerine denk düşmeyen bir bölgeyi ayrı bir kıta olarak, Avrupa olarak; Kendilerini de Avrupalı olarak tanımlamışlardır ve tanımlamaktadırlar? Peki acaba, coğrafi olmamakla birlikte, kültürel, tarihsel sınırlar ve ayrım çizgileri mi vardır da, coğrafya bu sınırları kabartılandırmak için ona kıta dedi? O halde kültürel ve tarihsel sınırlara bakalım. Tarihsel ve kültürel sınırlar arandığında ise keyfilik zirveye yükselir. Alp dağlarının veya Pirene dağlarının güneyi veya Balkanlar ve Güneyi, Kültürel ve tarihsel olarak Avrupalıdan çok Akdenizlidir. Zaten tarih boyunca, Akdeniz uygarlığı Fenikelilerden beri kültürel ve ticari bakımdan ve büyük imparatorlukların ortaya çıkışıyla birlikte de siyasi bakımdan bir bütün olagelmiştir. Roma, Bizans, Osmanlı aynı uygarlık bölgesinin siyasi ve üstyapı birliğini sağlamışlardır veya bu yöndeki çabalardır. Hatta, Hıristiyanlık ve İslamiyet bile, bu uyarlık alanının farklı aşamalardaki üstyapıları olarak görülebilirler. Bunların ortaklıkları, Kuzey Avrupa'da yaşayanlarla ortaklıklarından çok daha fazladır. Bir İskenderiyeli ile bir Yunanlının tarihsel, kültürel ortaklıkları, bir Yunanlının bir Almanla ortaklıklarından çok daha fazladır. Bir Endülüslünün bir İzmirli ile tarihsel ve kültürel ortaklıkları, bir Endülüslü ile bir 188


Parisliden çok daha fazladır. Aşağı yukarı aynı yemekleri yerler; aynı müziklerden zevk alırlar. Bu takdirde, niçin Yunanistan Avrupa'dır da, Asya değildir veya İskenderiye Niye Afrikalıdır da Avrupalı değil? Bunun da tarihsel, kültürel veya toplumsal bir ölçüsü yoktur. Demek ki, eğer Kıtalar Kültürel ya da tarihsel ortaklıklara göre tanımlanacaksa, Avrupa, burada da bütün kuralları ayaklar altına almaktadır. Bu kültürel sınırlardaki keyfilik karşısında da Avrupa, Avrupa’nın ve Avrupa’lılığın coğrafi bir kavram olduğunu söyler. Ama yukarıda değinildiği gibi, coğrafi bir kavram olarak da geçerliliği yoktur ve orada da sıkışınca, bu açmazdan kurtulmak için tarihsel ve kültürel bir kavram olduğu söylenmektedir. Deve Kuşu gibidir Avrupa kavramı. Deve misin? Kuşum. Kuş musun? Deveyim. Tarihsel ve kültürel misin? Coğrafiyim. Coğrafi misin? Tarihsel, Kültürelim. Demek ki, daha, Avrupa Merkezcilik kavramının iki sözcüğünden esas önemli olanının kendisinde çok ciddi bir sorun var. Avrupa nedir? Neye denk düşer belli değildir? Ne coğrafi ne de tarihsel veya kültürel bir ayrıma denk gelmez. Tamamen keyfi olarak belirlenmiş görünmektedir. * Bu keyfiliği tespit etmek, bir olgu olarak belirlemek yetmez. Onu anlamak, açıklamak gerekir. Niçin böyle bir keyfilik vardır, niye böyle bütün kıtalardan farklı olarak Avrupa kıtası ya da Avrupa denen şey, tüm nesnel ölçüler ayaklar altına alınarak suni ve keyfi olarak yaratılmıştır. Bu keyfiliği yaratan zorunluluk nedir? Ayrıca bir kavram gerçekliği açıklamanın aracı değilse, aksine onu çarpıtıyorsa, bu onun sosyolojik değil ideolojik; yani belli çıkarları korumaya yarayan, onlara hizmet eden, onları gizleyen bir işlevi olduğu anlamına gelir. Peki bu çıkarlar veya imtiyazlar nelerdir? Şimdi bu keyfiliğin ardındaki zorunluluğu araştıralım. Avrupa kavramı, Coğrafi, kültürel ya da tarihsel kriterler ayaklar altına alınarak ortaya çıktığına göre, Avrupa aslında neyin karşılığıdır? O bir başka “şey”in karşılığı olmalıdır ki, o başka “şey” coğrafi ya da kültürelmiş gibi görünebilsin. Peki nedir bu "şey"? Bunu anlamak için Avrupa kavramının kullanımındaki hileleri iyi anlamak gerekir. Yukarıda görüldü ki, Avrupa ne jeolojik, ne de kültürel bir kavram olarak bir bilimsel değere sahip değildir. O bu anlamlarda, ideolojik bir kavramdır. Aslında hep, coğrafi ya da kültürel anlamları olduğu söylenerek, fiilen siyasi bir kavram olarak kullanılmaktadır. Yani aslında siyasi olan bu kavram, yani ideolojik olan bu kavram, hep coğrafi ve kültürelin ardına gizlenerek, bir bilimsellik postu giymektedir; yani coğrafi veya kültürel olduğu yolundaki göndermeler, bu siyasi ve ideolojik kavramın sosyolojik bir kavram olduğu izlenimi yaratmasını sağlamaktadır. 189


Halbuki, Avrupa denen bölge, diğer kıtalar gibi, coğrafi ya da kültürel sınırlara sahip olsaydı bile bu Avrupa’nın sosyolojik bir kavram olduğu anlamına gelmezdi. Kaldı ki, Avrupa bu sınırlara da denk gelmemektedir. Bunu anlamak için, sosyolojik bir kavram olarak Avrupa’nın ne anlama gelebileceğine ve geldiğine bakalım. Sosyolojik bir kavram olarak Avrupa demek kapitalizm demektir. Avrupa demek, sosyolojik olarak Modern Burjuva uygarlığı demektir. Modern Burjuva uygarlığı, bugün Avrupa denen bölgenin, Kuzey batısında doğup, öncelikle orada yayıldığı ve oradan dünyaya egemen olduğu için, Kapitalizm, Modern burjuva uyarlığı karşılığı olarak Avrupa kavramı sosyolojik bir kavram olarak kullanılabilir ve Avrupa’nın biricik sosyolojik karşılığı bu anlamıdır. Avrupa aslında burada, bu kullanım içinde, bir kavram da değil, bir kottur. Modern burjuva uygarlığının, kapitalizmin karşılığı olarak kullanılan bir kot. Bir tür kısa yazış, bir kısaltma gibi görülmelidir. Örneğin Modern Burjuva Uygarlığı diyeceğinize, kısaca MBU diyecek yerde, MBU’nun karşılığı olarak Avrupa da denebilir. Avrupa’nın bilimsel tek anlamı budur. Bir kavram bile değildir, bir Kot’tur ve anlamı karıştırılmadığı sürece, kolay anlaşılırlık ve tasarruf sağlayabileceğinden bir sorun oluşturmaz. Ama tam da burada Vehbi’nin kerrakesi ortaya çıkıyor. Bu modern burjuva uygarlığı, bu uygarlığın burjuvazisi ve ulusal devletleri, onu bu anlamda, sosyolojik bir gerçekliği anlamayı kolaylaştıran bir kavramın, bir kot olarak karşılığı anlamında kullanmıyorlar. Onlar onu bilimsel olarak kullandıklarını söylerken, hep kültürel ya da coğrafi olduğundan hareketle bilimsel, dolayısıyla sosyolojik bir kavram olarak kullanıldığı gibi bir izlenim yaratıyorlar, böylece aslında politik bağlamlarda kullandıklarını, ideolojik bir kavram olduğunu gizliyorlar. Yani Coğrafi veya Kültürel olduğu imalarının ardına gizlenerek onun ideolojik olduğunu gizleyip, gerçekliği çarpıtan değil, gerçekliği açıklayan bir kavram kullandıkları izlenimi yaratıyorlar. Tekrar edelim. Avrupa, sosyolojik bir kavram olarak, kapitalizm karşılığında bir kot olarak kullanılabilir. Burada sadece bir adlandırma sorunu söz konusudur. Her hangi bir şeyi adlandırmak için A sözcüğü yerine B sözcüğü, Kapitalizm yerine Avrupa veya Batı kullanılabilir. Burada kavram coğrafi ya da kültürel değil, sosyolojik bir anlama sahiptir. Sosyolojik olarak Avrupa, kapitalizm kavramının karşılığında kullanılmaktadır, sadece ve sadece bu anlamıyla Avrupa ya da Batı ideolojik bir kavram değildir. Gerçeği çarpıtmaz, aksine onu anlamanın bir aracıdır. Avrupa sosyolojik bir kavram olarak Kapitalizm’in karşılığı bir Kot olarak kullanıldığında; Asya da sosyolojik bir ayrımın karşılığı olan bir Kot olarak kullanılabilir. Sosyolojik bir kavram olarak Avrupa'nın zıttı Asya'dır. Peki Asya nedir, sosyolojik bir kavram olarak? Avrupa Modern kapitalizm demek ise, Asya da, klasik, kapitalizm öncesi Antik Uygarlık demektir. 190


Bu kavramlara bir üçüncüsü, Afrika da eklenebilir. Afrika da, bir bakıma, klasik uygarlığa veya modern kapitalist uygarlığa geçmemiş veya geçememiş toplumlara denk düşer. Yani Komün’ün karşılığı bir kot olarak kullanılabilir. Yani bu üç kıta adlandırması, insanlık tarihindeki üç temel üretim biçimine; dolayısıyla üstyapının veya dinin üç temel biçimine karşılık düşer. Komün veya İlkel sosyalizm ve bunun üst yapısı olan, totemcilik veya Şamanizm karşılığı olarak Afrika; Klasik tarihin, toprak üretimi; artı ürüne ekonomi dışı cebir ile el koymaya ve Tefeci-Bezirgan Sermayeye dayanan Klasik Uygarlıklar ve bunların üstyapısı tanrılı ya da tanrısız “Semavi dinler” karşılığı olarak Asya; Modern İşgücü sömürüsüne ve artı değerin doğrudan üretim sürecinden elde edilmesine, geniş yeniden üretime dayanan modern kapitalist Uygarlık ve onun, uygarlık öncesi ve klasik uygarlıkların Üstyapısını, dindir, din de inançtır, kişiseldir diyerek, politik alanın dışına atan ve dini ya da üstyapısı; bizzat bu politik ve özel ayrımına dayanan din, ya da diğer bilinen adıyla ulusçuluk olan Avrupa. Sorun böyle koyulduğunda, bütün kafa karışıklıklarına yol açan kavram kargaşalarına son verilebilir. Doğu'nun doğusundaki Japonya sosyolojik olanak Batılıdır; Batının batısındaki, Portekiz veya Fas Sosyolojik olarak Doğuludur. Asya'nın doğusundaki Japonya, Avrupalıdır; Avrupa'nın güneyindeki balkanlar veya İtalya'nın Güneyi Asyalıdır. Sahranın Kuzeyindeki Afrika’nın Akdeniz kıyı şeridi ve Yemen ve eski Mısır üzerinden medenileşmeye uğramış Afrika’lı Habeşistan, Asyalıdır. Sibirya Tundralarındaki; Orta Asya Bozkır veya Çöllerindeki; Himalayaların sapa vadilerindeki Asyalı halklar Afrika'lıdır. Coğrafi olarak ayrı bir kıta olan Latin Amerika sosyolojik olarak Asyalıdır veya Asya’dır; yine Jeolojik ve coğrafi olarak başka bir Kıta olan Kuzey Amerika Avrupalıdır veya Avrupa’dır. Beyazların yerleşmediği Okyanusya adaları Afrikalıdır. Amerika ve Avustralya'nın yerlileri Afrikalıdır. Oralara yerleşen beyazlar, köken anlamında değil, sosyolojik anlamıyla Avrupalıdır. Bu nedenle Yeni Zelanda ve Avustralya Avrupa’dır. Oralardaki rezervatlar Afrika. Politikada, bu anlamının dışında, Avrupa ya da Asyalılıktan; Avrupa ya da Asya’dan söz etmek; Batı ve Doğu’dan; Batılılık ve Doğululuktan söz etmek, ona burjuva uygarlığının, kendi üstünlüğünü ve egemenliğini gizlemek için, çıkarlarını korumak için yüklediği; aslında kullanıldığı politik bağlamlarda hiçbir bilimsel değeri ve anlamı olmayan; aksine gerçekliği çarpıtan bir anlam yüklemek olur. Dolayısıyıla Avrupalının, yani modern burjuva uygarlığının, Avrupa veya Avrupalılığa verdiği anlamı kabul ederek, yani Avrupalılığın coğrafi veya kültürel bir olgu olduğu veya sınıra tekabül ettiği varsayımına dayanarak Avrupa merkezciliğe veya Avrupalılığa karşı çıkmak, aslında aynı varsayımları; aynı gerici ideoloji yeniden üretmektir. Avrupa’ya, Avrupalılığa ya da Avrupa merkezciliğe Kapitalizm veya Burjuva Uygarlığı anlamı dışında bir anlamla karşı çıkmak, bizzat Avrupa Merkezciliğin ta kendisidir ve onu yeniden üretir. Yani Avrupa Merkezcilik kavramının kendisi problemlidir ve gerçeği çarpıtır, bu 191


kavram, Avrupalının (Burjuva uygarlığının ya da kapitalizmin) ona yüklediği anlamda, yani kültürel ya da coğrafi bir ayrıma tekabül ettiği anlımanda eleştirilemez. Yani kültürel ya da coğrafi bir ayrıma denk düşen bir kavram olarak kullanıldığında, karşı olsanız bile onun kölesi olur, yanlışı yeniden üretmiş olursunuz. Avrupa Merkezcilik, Avrupa Kapitalizm demek olduğuna, dolayısıyla da Kapitalizm Merkezcilik olduğuna göre, Kapitalizm Merkezciliğe tekabül etmeyen bir anlamda Avrupa Merkezciliğe karşı çıkmanın kendisi bile o ideolojik tahrifatı yeniden üretir. Yani kapitalizme tarihsel ve politik olarak karşı çıkmadan Avrupa Merkezcilikle mücadele olanaksızdır ve Avrupa merkezcilik yenden üretilir. Avrupa merkezciliğin eleştirisi, kapitalizmin eleştirisi olmak zorundadır. Kapitalizmin eleştirisi ise, Ekonomi Politiğin eleştirisidir. Kapitalizm geniş ve yaygın meta üretimi demektir. Meta üretimiyle birlikte, Metanın tabi olduğu değer yasası, insan toplumunun karşısına bir doğa yasası gibi çıkar. Ekonomi Politik bu yasaları inceler. Ona karşı mücadelenin silahlarını sunar işçilere. Ama aynı zamanda, kendi konusunu, yani meta üretimini yok etmeye çalışır. Bu nedenledir ki, Marks’ın temel eserinin alt başlığı Ekonomi Politiğin Eleştirisi’dir. Avrupa, yani kapitalizme karşı mücadele edilmeden, Avrupa merkezcilik, yani Avrupa kavramının burjuva uygarlığının bir ideolojik egemenlik aracı olarak kullanımına karşı mücadele edilemez. O halde, Marks’ın Kapital’i, yani Ekonomi Politiği Eleştirisi, Avrupa’nın ve Avrupa merkezciliğin eleştirisinin temelidir. Kapitalizm dışında bir Avrupa veya Batı kavramı, sadece başka ülkelerdeki kapitalizmin ve burjuvazinin çıkarlarını savunmanın aracıdır ve aynı Avrupa Burjuvazisinin çıkralarını kullanmak için kullandığı anlamlara sahiptir6. Yani Avrupa ve Avrupa’lılığın ya da batılılığın, coğrafi ya da kültürel bir ayrımın karşılığı olduğu var sayımına dayanır. Böyle olsaydı bile, yani Avrupa, örneğin Hindistan gibi, farklı coğrafi ve kültürel sınırlara denk gelseydi bile, bu onun ideolojik niteliğini gizlemiş olurdu. Çünkü coğrafi kavramlar sosyolojik kavramlar değildirler. Avrupa kavramının, sosyolojik olarak kapitalizm anlamına gelmesi, ama burjuvazinin onu hep kültürel veya coğrafi anlamlarına atıf yaparak bilimsel bir kavram gibi kullanıyor olması, tıpkı, aslında biyolojik bir kavram olan, “sosyal bir hayvan” olarak insan kavramını, sanki sosyolojik bir kavram gibi kullanmasına ve onun ideolojik niteliğini gizlemesine; Epistemolojik olarak inanç kavramının ardına gizlenerek dinleri sosyolojik olarak “inanç” olarak tanımlamasına benzemektedir.

6

Bu gün örneğin Türkiye’de Asyalılık, Doğululuk, Avrupa Merkezciliğe karşı çıkış, aslında aynı gerici anlayışı yeniden üretmekte ve Türkiye’ye egemen bürokratik Oligarşi’nin çıkarlarını ve egemenliğini savunmanın aracı olarak işlev görmektedir. 192


Bütün bunlar burjuva uygarlığının ve ideolojik egemenliğinin köşe taşlarıdır ve bunların hepsinde aynı “hile” yapılmaktadır. Kavramın başka bir bağlamdaki anlamına gönderme yapılarak, bilimsel veya sosyolojik bir kavram olduğu yanılgısına yol açılmaktadır. Din’e “İnanç” denirken; İnsan’a “sosyal hayvan” denirken; Avrupa’ya “Kıta” denirken, hep İnanç’ın Epistemolojik; İnsan’ın Biyolojik; Avrupa’nın Coğrafi anlamlarının ardına gizlenerek, onların bilimsel bir kavram olduğu, dolayısıyla sosyolojik kavramlar olduğu yanılsaması yaratılarak, onların hukuki, politik ve ideolojik kavramlar; yani burjuva uygarlığının üstyapısının dayandığı kavramlar olduğu gizlenmekte ve egemenlik pekiştirilmektedir. Tam da bu gizleme eyleminin kendisi, kapitalizmi ya da burjuva uygarlığının egemenliğini kurmakta, bizleri kapitalizm veya burjuva uygarlığı merkezli, tam da bu anlamda Avrupa Merkezli (dikkat edilsin burada Avrupa kapitalizm anlamındadır) bir bakış açısına hapsetmektedir. İşçi hareketi ve sosyalizm bu kanallardan teslim alındı. Böylece İşçi hareketinin ve sosyalizmin Burjuva uygarlığına ve onun üstyapısına karşı başka bir uygarlık ve üstyapı tasavvuru geliştirilmesinin önüne geçildi. Toparlarsak, coğrafi ya da kültürel olarak var olduğu imasına dayanan bir Avrupa merkezcilik eleştirisinin kendisi, sosyolojik olarak Avrupa merkezci, yani kapitalizm veya burjuva uygarlığı merkezci olur. Avrupa merkezciliğin bütün eleştirisi, özünde Avrupa merkezcidir. Bu güne kadar kullanıldığı anlamıyla Avrupa Merkezcilik, Avrupa Merkezci bir kavramdır. Şimdi aynı hilenin Kültür dolayısıyla da Çok Kültürlülük kavramında nasıl tekrarlandığını, Kültür kavramının da, bu gün burjuva uygarlığının ona yüklediği anlamla nasıl bir ideolojik kavram haline dönüştüğünü, bu uygarlığın temel bir kavramı olduğunu ve çok kültürlülüğün ve bunu savunmanın aslında burjuva uygarlığını; yani Avrupa Merkezciliği savunmak olduğunu gösterelim. O zaman Avrupa merkezcilik ve Çok Kültürlülüğün birbirine zıt olmadığı; Çok kültürlülüğün bizzat kendisinin Avrupa merkezciliği, yani kapitalizmin egemenliğini nasıl ürettiğini ve onun temel taşlarından biri olduğunu görelim.

Kültür Nedir? Kültür sosyolojik olarak, insanın doğaya kattığı her şeydir. Yani, toplumsal olan, insanı insan yapan, diğer hayvanlardan ayıran “şey” demektir. Elbette, yüksek memelilerin sürüler halinde oldukça karmaşık bir ilişkiler sistemi içinde yaşayanlarında da bir Kültürün tohumları, en ilkel biçimleri görülmektedir. Bunun için şöyle bir örnek bir fikir verebilir. Afrika’daki rezervatlardan birinde, fillerin soyu tükenir. Fakat soyları tükenmeden önce oradaki filler gergedanlarla aynı alanları paylaşmalarına rağmen gergerdanlara saldırmazlar, bir bakıma “Barış içinde bir arada” yaşarlar. Filler tükendikten sonra, içinde gergedan olmayan, fillerin gergedanları tanımadığı, başka bir rezervattan, genç filler, soyu tükenmiş fillerin yerine getirilir ve bırakılırlar. Ancak yeni 193


getirilen filler sürekli olarak gergedanlara saldırmaktadır. Bunun üzerine, yine gergedanlarla fillerin “barış içinde bir arada” yaşadıkları başka bir rezervattan, bir yaşlı fil getirildikten sonra, genç filler de, gergedanlara saldırmayı bırakırlar. Yaşlı ve tecrübeli fil, onlara fillerin gergedanlara saldırmaması gerektiğini, gergedanlarla “barış içinde bir arada” yaşamaları gerektiğini, fillerin tarihsel tecrübesinin bu dersini, bu bilgisini aktarmıştır. Gergedanlara saldırmamak, genetik ya da iç güdüsel değil; öğrenilen bir özelliktir. Bu gözlem, en azından, yüksek memeliler arasında, genlerle aktarılandan öte, başka bir şeylerin de aktarıldığını göstermektedir: Bu anlamda çok ilkel biçim içinde olsa da, yüksek memelilerde de kültürün bir tohumunun varlığından, çok ilkel bir biçiminden söz edilebilir. Tersinden örnek de “Kurt Çocuk”lar oluştururlar. Olağanüstü rastlantılar sonucu çok küçük yaşta, kurtlar, ayılar, maymunlar vs. tarafından bir şekilde büyütülmüş insan yavruları; genlerinde tüm olanaklar olmasına rağmen, konuşmayı, hatta iki ayak üzerinde yürümeyi bile becerememekte; tam anlamıyla, bir kurt, bir ayı, bir maymun gibi davranmaktadırlar. Bu bakımdan “Tarzan”lar olanaksızdırlar ve Afrika’yı sömürgeleştiren beyaz adamın imgesinden başka bir şeye denk düşmezler. Bu nedenle, insan doğduğunda, aslında toplumun rahmine düşmüş bir tohum olarak da tasavvur edilebilir. İnsan ancak erişkin bir insan olduğunda, (bu erişkinlik genellikle biyolojik erişkinlikte çakışmasına rağmen onunla karıştırılmamalıdır) yani toplum binlerce yıllık birikimini rahmine düşmüş insan yavrusuna aktardığında, insan insan olarak doğar. O halde, sosyolojik olarak, bizi insan yapan her şey Kültür’ü oluşturduğundan, aşağı yukarı Kültür ve Toplum aynı “şey”i karşılayan kavramlardır. Dolayısıyla bu anlamda, Kültür “ideolojik”, “politik”i de içerir bu sosyolojik anlamıyla. Lenin’ler çağının tartışmalarında örneğin aşağı yukarı böyle anlaşılıyor ve bu anlamı veri kabul edilerek tartışılıyordu. Örneğin Lenin, tam da Kültür denen şeyin içinde politik ve ideolojik olan da bulunduğu için, bunu ayırmak mümkün olamayacağı için ve tam da bu gerekçeyle, “kültürel özerklik” talebine karşı çıkıyor, bu ayrım mümkün olmadığından; “Kültürel özerkliğin” ideolojik özerklik anlamına geleceği; bir toplumda egemen sınıfın ideolojisinin egemen ideoloji olduğu; dolayısıyla; Kültürel özerkliğin fiilen egemen sınıfın ideolojik egemenliğinin bir aracı olacağı noktasından hareketle, “Kültürel Özerklik” talebini reddediyordu. Yani Lenin’ler, Kültür’ü, aşağı yukarı, tam da sosyolojik anlamıyla kabul ettikleri için ve tam da bu nedenle “Kültürel Özerklik” talebini reddediyorlardı. İdeolojiden ayrı, Politikadan ayrı bir kültür kavramı veya kavrayışı yoktu. Bu onların, bu gün çok kültürlülük kullanımında Kültür sözcüğüne yüklenen anlamdaki talepleri desteklemedikleri ya da savunmadıkları anlamına gelmiyordu. Aksine, bu gün “Çok kültürlülük” ya da “kültürel zenginlik” bağlamında savunulan hakları çok daha esaslı olarak savunuyorlardı. 194


Örneğin bu gün, Kürtçe’nin de tanınması, insanların Türkçe’nin yan sıra ana dillerini de öğrenmesi türündeki talepler, çok kültürlülük bağlamında savunulmaktadırlar. Lenin’ler bu hakkı, çok daha radikal olarak, hiç de çok kültürlülük bağlamında değil, demokrasi ve demokratik cumhuriyet bağlamında savunuyorlardı. Ve bu savunuş bu günkünden bin kat daha ileri ve doğruydu ve bu gün de doğrudur. Lenin’ler çağının işçi hareketi için, “bütün dillerin eşitliği” talebi vardı. Onlar için, demokratik bir cumhuriyet, bir ulusu, her hangi bir dil, din, etni, soy ile tanımlamazdı, burjuva devriminin ve aydınlanmanın programı ve ideallerine bağlı olarak. Dolayısıyla dil ulusu tanımlamanın bir aracı değildi. Bu nedenle, Lenin’lerin çağının talebi, bütün dillerin eşitliği idi7. Bu aynı zamanda şu da demektir, hiçbir dil diğerinden imtiyazlı olmayacağından, demokratik bir Cumhuriyet’in ulusu tanımlayan resmi bir dili olmaz. Herkesin ana dilinde eğitim yapma hakkı, onu geliştirme, istediği dili ana dili seçme hakkı olur. Dolayısıyla böyle bir cumhuriyet, bir dil ile bir ulusun tanımlanmasını, tıpkı bir soyla, bir “ırk”la tanımlanmasını reddettiği gibi reddetmelidir. Yani Klasik Marksist Demokratik Cumhuriyet programı, bu programın ayrılmaz bir öğesi olan, tüm dillerin eşitliği talebi ve hedefi, bu günkü, dile göre tanımlanmış egemen bir ulusun, kendisine zenginlik katmak için, bu devleti güçlendirmek için, diğer dillerin de öğrenimini istemesinden veya diğer dillerin, resmi dilin yanı sıra, kendilerinin de öğrenilmesini istemelerinden, bir kat daha radikal ve devrimciydi ve bu gün de hala devrimcidir. Birinde, bu günkünde, bir dile, tarihe, soya göre tanımlanmış egemen bir ulusun toleransı, kendi çıkarlarını bu şekilde daha iyi savunmuş olacağı anlayışı yatarken; Lenin’lerin çağında ya da Klasik İşçi hareketinin programında, tüm dillerin eşitliği ile, ulusun bir dile, soya, tarihe göre tanımlanması reddedilmektedir. Tüm dillerin eşitliğidir talep. Ne yazık ki, bu temel doğrular ve gerçekler sosyalistler tarafından bile unutulmuş bulunmakta, bütün sosyalistler çok kültürlülüğün faziletleri üzerine sosyalist gevişler getirmektedirler. Biz işçi hareketinin ve sosyalist hareketin, aydınlanmanın tamamlanmamış projesini; Demokratik Cumhuriyeti bayrağına yazması gerektiğini söylerken, bu günkünden bin kat daha ileri, ama unutulmuş ve Stalinist karşı devrimden sonra gerici bir ulus kavramına batmış olan sosyalist hareketi bundan çıkarmaya çalışıyoruz. Demokratik Cumhuriyet’in tarihin çöp tenekesine atıldığını ve aşıldığını söyleyenler ise, 7

"Ulusal sorunda işçi demokrasisinin programı da şudur: hangi ulus ve hangi dil için olursa olsun her türlü ayrıcalığın ortadan kaldırılması; (...) uluslardan birine herhangi bir ayrıcalık tanıyacak olan (zemstvonun (yani belediyenin), topluluğun vb. ) ulusların hal eşitliğini bozacak olan ya da bir ulusal azınlığın haklarını baltalayacak olan her türlü davranışı yasaya aykırı ve geçersiz sayan ve devletin her yurttaşına, anayasaya aykırı olan bu tür tasarrufların geçersiz sayılmasını talep etme hakkı tanıyan ve aynı zamanda böyle hareketlere girişecek olanları cezalara uğratan genel bir yasanın kabulü." (Lenin) 195


bizlerin bu talebi karşısında, gerici ulusçuluğun, kendini bu günkü globalleşmiş dünyaya adapte etmesinin bir aracından başka bur şey olmayan “Çok kültürlülük” gibi kavramlarla oyalanıp; bu demokratik görevlerden kaçışlarını; “emek eksenli mücadele” gibi, “enternasyonalizm”, “Anti emperyalizm” gibi, ilk bakışta çok sınıfçı ve anti emperyalist ve de enternasyonalist sloganların ve duruşların ardında gizliyorlar. Ve bir hareket, demokratik bir cumhuriyet yerine, “emek eksenli” ya da “ABD’ye karşı” hedef, eylem ve sloganları esas hedef olarak koyduğunda ve yakalanacak ana halka olarak bunları aldığında, sadece işçileri ekonomist bir mücadeleye hapsetmiş olmaz; onları aynı zamanda müttefiklerinden de tecrit etmiş olur. Örneğin, Kürt hareketi, tüm dillerin eşitliği talebinin, devletin Türklükle tanımlanmasına, dilinin Türkçe olmasına; adının Türk devleti olmasına karşı mücadelenin en büyük destekçisi olur. Böyle bir talep aynı zamanda işçileri bölen ayrılıklara karşı mücadele olduğundan, tüm işçilerin birliğinin koşullarını da yaratır. Keza, böyle bir mücadele, bizzat Kürtlerin mücadelesi içinde, devrimci demokrasinin güçlenmesine yol açar. İşçi sınıfını da ekonomist taleplerden ve tecrit olmaktan kurtarır. Böylece sınıfın sınıf olarak örgütlenmesinin ve bir politik hareket oluşturmasının koşullarını yaratır. Bir devlet veya ulus, kendini bir dille, bir soy, bir tarih, bir etni ile tanımlamışsa, bir sosyalistin savunması gereken, tüm dillerin eşitliği talebi her zamankinden çok daha acil olarak ortada duruyor demektir. Bir ulusu bir dille tanımlamak sadece gerici bir milliyetçilik değil; aynı zamanda ırkçılıktır. “Irk”ın ve Irkçılığın sadece biyolojik özelliklerle dayandığını sanmak, 19. yüzyılın sömürgeciliğinin ırkçılığından başka bir ırkçılık tanımamak demektir. Eski biyolojik özelliklere dayanan klasik sömürge dönemi ırkçılığının yerini, çoktan kültüre, dile dayanan bir ırkçılık almış bulunmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti de, aynı zamanda ırkçı bir devlettir. Tıpkı dünyadaki diğer benzer devletler gibi. Bunun karşısında bir sosyalistin savunması gereken, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” vardır parolasının ardına gizlenerek, bunun karşısında sesini çıkarmamak ve “emek eksenli mücadele” diyerekten ileri kaçmak değil; ulusların bir dile, bir etniye, bir tarihe göre tanımlanması hakkını reddetmek, tıpkı bir zamanların kuzey eyaletlerinin güney eyaletlerinin ayrılarak, siyahları yurttaşlık haklarından mahrum eden ulus tanımlaması haklarını reddetmeleri ve onu yok etmek için onunla savaşmaları gibi, bu “hakka” karşı savaşmaktır. “Ulusların kendi kadirini tayin hakkı”, ama bu hak o kendi kaderini tayin etmek isteyen, ulusu bir dil, bir etni, bir soy, bir din, bir kültür ile tanımlamadığı takdirde bir hak olabilir. Ulusu bir dil, bir din, bir etni, bir soy, bir kültür, bir din ile tanımlama hakkını tanımaz demokratik cumhuriyet. Ancak tüm dillerin eşit olduğu bir “ulus”, yani bir dili olmayan, bir dile göre tanımlanmamış bir “ulus”; yine bir dile göre tanımlanmamış bir ulus; bir “Kültüre göre tanımlanmamış, bir kültür’ü olmayan bir ulus; Bir dine göre tanımlanmamış, bir dini olmayan bir ulus; tüm dinlere, kültürlere; dillere aynı hakkı tanıyan; bunların hiçbir politik anlamının 196


olmadığı bir ulus; yine aynı şekilde kendini hiçbir dil, din, soy, kültürle tanımlamamış bir ulustan ayrılabilir. Zaten bu hakkı garanti eden de, Engels’in de ifade ettiği gibi, bir tek köyün bile, ayrılma hakkı olması; ulusun özgür komünlerin birliği olmasıdır. Eğer o köy, köyü veya ulusu, her hangi bir soy, boy, etni, dil, tarih, din vs. ile tanımlıyorsa, bu “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” değil; ulusu gerici ve ırkçı bir ayrımla tanımlama hakkı olur ki, bu hakkı tanımaz demokratik bir cumhuriyet. Lenin özünde soruna böyle yaklaşıyordu. O bu anlamda demokratik cumhuriyetin bu hakkı içerdiğini söylüyordu8. Ama aynı zamanda ulusun ne olduğu konusundaki belirsizlik ve ulusçuların ulus kavramını kabul etme bu çelişkili durum, demokratik cumhuriyet’in içine giren bir mikrop gibi önce onu hastalandırdı, sonra da yok etti. Görüldüğü gibi, Kültür kavramı, yirminci yüzyılın hayaleti olan ulus kavramıyla, dolayısıyla burjuva toplumunun dini ve üstyapısıyla yakından ilgi içinde bulunmaktadır. Kültür kavramının şu veya bu şekilde tanımlanışı ve kavranışı, bütün bir siyasi programı ve stratejiyi belirlemektedir. Şimdi tekrar Kültür ve Çok Kültürlülük kavramlarının analizine geri dönelim. Bu gün çok kültürlülükten, kültürel renklerden ve zenginlikten söz edilirken acaba kültür hangi anlamda kullanılmaktadır. Kültür kavramına nasıl bir anlam verilmektedir? Ve bu anlam hangi sınıfın çıkarlarını korumanın aracıdır? Bunu araştırmaya ve analizimize devam edelim.

Kültürün “Çok Kültürlülük” Bağlamındaki Anlamı Kültür neyi kapsıyor bu günkü kullanımda? Bu gün en çok kültürlülükten yana olana bile, eğer şöyle denirse, o bu çok kültürlülüğü kabul etmeyecektir. Örneğin bir Alevi vatandaş çıkıyor ve diyor ki, benim kültürüme göre, ben devlet ve vergiyi tanımıyorum. Devletin mahkemelerinin de yeri yoktur benim kültürümde. Keza bu günkü okulların da yeri yoktur. Benim Kültürüme göre, bilgi yaşlılar aracılığıyla şiir, saz müzik eşliğinde ve günlük hayat içinde yeni kuşaklara aktarılır. Bizde mahkemeler ve yazılı başka bir hukuk da yoktur. Bir köyün ahalisi toplanır, bir sorun ya da suçlu varsa, geleneklere ve aklına göre hep bir arada, bir karar verir ve verilen karar ortaklaşa uygulanır. Eh okul ve hakimlere ihtiyacımız olmadığından, bu öğretmen ve yargıçları eğitecek okullara bunların maaş ve eğitimleri için vergilere; vergi vermeyenleri tutuklayacak askerlere ve polislere; dolayısıyla bu asker ve polisleri eğitecek okullara ve öğretmenlere ve de bunlara verilecek

8

"Ulusların kaderlerini tayin hakkı, demokratik bir düzeni zorunlu kılar; öyle ki, bu düzende yalnızca genel olarak demokrasi ile yetinilemez, burada, özel olarak ayrılma sorununun demokratik olmayan yoldan çözüme bağlamak olanaklı değildir. Demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşabilir." (Lenin) 197


maaşlara, hasılı devlete de ihtiyacımız yoktur. Dolayısıyla bizim askere gitmemiz, vergi vermemiz de gerekmez. Madem ki çok kültürlü olmaktan; kültürel zenginlikten söz ediliyor; bunlar bizim kültürümüzün en esaslı bölümünü oluştururlar. Çok kültürlülük varsa, bizim askere gitmeme, vergi vermeme, okula gitmeme hakkımızın olması gerekir. Ya da başka bir örnek verelim. Birisi çıkıp diyebilir ki, benim kültürümde kadın ve erkeğin birbiriyle görüşüp anlaşarak evlenmesi diye bir şey yoktur ve ayıptır. Birisi ailesinin rızası dışında başka biriyle evlenir veya ona kaçarsa öldürülmesi gerekir. Bu da bizim kültürümüz. Madem ki çok kültürlüyüz, bizim bu kültürümüzün tanınması gerekir. Böyle yüzlerce binlerce örnek verilebilir. Şu çok kültürlülüğün en büyük taraftarları bile, size karşı, bunların kültürün bir öğesi olmadığını, bunların başka bir şey olduğunu söyleyeceklerdir. Ama siz de burada, ama o da senin kültürünün kültür tanımı; benim kültür tanımıma göre de bunlar kültüre dahildir dediğinizde, söylediklerinizi uygulamaya kalktığınızda ne olacaktır? O zaman, çok kültürlülüğün, bu günkü burjuva toplumunun ve gerici ulusal devletlerin kültür kavramının diktatörlüğü olduğu görülür. Çok kültürlülük, kültürün, politik ve hukuki alanın dışına ilişkin olduğu şeklindeki bir kültür tanımının diktatörlüğü olarak ortaya çıkar. O zaman, çok kültürlü toplumun, çok kültürlülüğe saf saf inanıp, vergi vermeyen, askere gitmeyen, mahkemeleri tanımayan; okula gitmeyenleri hapse tıktığını görülecektir. Hatta çok kültürlülük masalına inananlar toplu halde davranırlarsa, üzerlerine askeri birliklerin geldiklerini ve kendilerini imha ettiklerini göreceklerdir. Demek ki, çok kültürlülük aslında Kültür’ün belli bir anlayışının diğer kültürler üzerindeki diktatörlüğüdür. Siz kültür kavramına, devleti, vergiyi, askerliği, yani bu günkü burjuva devletinin, politik olanın alanına giren şeyleri katmaya kalktığınızda, tanklar ve bombalarla; polis ve jandarmalarla kültürün bunları kapsamadığı size öğretilir. Öğrenmezseniz de imha edilirsiniz. Böylece çok kültürlülüğün aslında çok kültürlülük olmadığı, bir kültür kavramının diktatörlüğü olduğu ortaya çıkar. Ama biz yazımızın başında Kültür’ün bilimsel tanımının insanı toplumsal yapan her şeyi kapsadığını; hatta geçen yüzyılın başında sosyalistlerin de Kültür’ü bu anlamda kabul ettikleri için, “Kültürel özerklik” gibi talepleri reddettiğini falan söylemiştik. Ama şimdi, Kültür’ün hiç de bilimsel olmayan, tamamen keyfi yapılmış bir tanımının, bizlere silah zoruyla dayatıldığını görüyoruz. Bu silah zoruyla dayatılan anlamında kültür tıpkı din gibi, politik olmayanla, kişisel olanla tanımlanmaktadır. Burjuva toplumu, din, inançtır der. İnanç demek, kişisel, özele ilişkin, politik olmayan demektir. Bir din çıkıp, hayır ben inanç değilim, özele ilişkin değilim, politik olmayan değilim, tüm 198


toplumsal hayata ilişkinim, örneğin aynı zamanda hukukum derse ve bunu uygulamaya kalkarsa, dinin inanç olduğu ilkesinin diktatörlüğünü görür. Böylece dinin inanç olmadığı; toplumda inanç diye sosyolojik bir kategori bulunmadığı; dine inanç demenin aslında modern toplumun dini ve örgütlenme ilkesi olduğu; dine inanç demenin aslında hukuki, ideolojik bir tanım olduğu ortaya çıkar. İşte Kültür için de olan, tamı tamına aynıdır. Ama dine inanç demek, aydınlanma çağında, kapitalizm öncesi toplumların üst yapısının tasfiyesi anlamına gelirken; ilerici ve demokratik bir karakteri varken; Kültür bağlamında aynı şeyi yapmak; kendini dil, din, etni, tarih, kültür ile tanımlamış gerici ulusçuluğun ve ulusal devletlerin korunması ve yaşatılması gibi anti demokratik ve gerici bir karaktere sahiptir. Burjuva devrimleri çağında, kapitalizm öncesinde toplumlar inanç ya da soyu dayanan dinler ilkesine göre örgütlendiğinden onları politika dışına itip, yepyeni bir toplumu örgütlemenin ilkesiydi dinlerin inanç ve özele ait olduğu ilkesi. Yani Modern toplumun dini, dinin inanç olduğunu; dolayısıyla özele ait olduğunu kabul eden dindir, daha da doğrusu dinin özele ait olduğun kabul etmek için; özel ve politik diye bir ayrım ön koşul olduğundan; özel ve politik diye bir ayrımın toplumsal örgütlenmenin temeli olduğu dindir. Bu gün aynısı, Kültür alanında yapılmaktadır. Aydınlanma başlangıçta, ulusu bir dil, din etniyle tanımlamıyordu. Bizzat yurttaş ve insan kavramları özdeş olduğundan; ulusun tanımında her hangi bir dil, din, soy ayrımı ve ayrıcalığı; dolayısıyla da ulusun bir dine, dile, soya göre tanımlanması reddediliyordu. “Vatanım yeryüzü milletim insanlık” aydınlanmanın bir sloganı ve idealiydi. Ancak burjuvazi daha ilk anda, buradan geri adım atarak, bunun tehlikelerini görerek, ulusu, yani yurttaşları, bir soy, tarih, kültür, etni, din ile tanımlamaya başladı. Ama ulus böyle tanımlanınca, bu gerici ulusçuluğun, diğer soy, etin, dil, din ve kültürlerin üzerindeki baskısı başladı. Böylece bu baskıya karşı hareketler de kendilerini aynı şekilde tanımlamaya başladılar. Yani ulusu her hangi bir dil, etni, soy, kültür, tarih ile tanımlamayı reddetmek yerine, başka dil, din, etni temelinde yeni ulusların tanımı yapılmaya başlandı. Böylece gerici ulusçuluk, tıpkı bir DNA’nın kendini üretmesi gibi, tüm yeryüzünü kapladı. Devrimci dönemin, ulusu, yani politik olanı, bir dil, din etni, soy ile tanımlamayı reddeden; vatanım yeryüzü milletim insanlık diyen dönemin ulusçuluğu, burjuvazinin ondan yüz çevirmesi karşısında İşçi Hareketi ve sosyalist hareket tarafından Demokratik Cumhuriyet ve Enternasyonalizm biçiminde savunulmaya devam etti. Ama Lenin’in yazılarında da görüleceği gibi, modern toplumun dinin ve ulusun ne olduğunun kavranmaması, bunun önce “ulusların kaderini tayin hakkı” biçiminde aşınmasını, (Çünkü burada artık ulusun dile, dine, etniye göre tanımı fiilen kabul edilmiş oluyordu); Sovyetler’e bir bürokratik kastın egemenliği ile de, tüm sosyalist hareketin, tıpkı burjuvazi gibi, gerici, ulusu, dile, dine, etniye bağlayan gerici bir ulusçuluğu savunmasına ve bunun tüm sosyalist ve işçi hareketine egemen olmasına yol açtı. 199


Ulusu bir etni, dil, din; soy ile tanımlamayı reddeden, Devrimci Demokratik dönemin ulusçuluğu, sadece anarşistlerin geleneklerinde yaşadı. İşçi ve sosyalist hareketin ulusu bir dil ve etniyle, dinle, soyla, tarihle tanımlaması, enternasyonalizm ilkesinin bile içeriğinin burjuvazinin devrimci döneminden daha da gerilere düşmesine yol açtı. Aydınlanma döneminde, vatanım yeryüzü milletim insanlık diyenler ya da ilk enternasyonalleri kuranlar, bundan kendini bir dil, din etin, soy ile tanımlamamış özgür komünlerin birliğini; bu demokratik cumhuriyetin tüm dünyayı kapsamasını anlarlarken; gerici ulusçuluğu kabul etmiş sosyalist ve işçi hareketinin enternasyonalizmi, bunu her biri kendini bir dil, etni, soy, kültür, tarihe göre tanımlamış ulusların, dayanışması olarak anlıyordu. Bu anlamda enternasyonalizm kavramının içeriği bile değişti; gerici bir ulusçuluğun ve ulus anlayışının dünya çapındaki dayanışması anlamını kazandı. Bu günkü dünyanın durumu budur. Gerek burjuvazi gerek işçi hareketi, modern toplumu, gerici, soya dile, dine, tarihe, kültüre dayanan uluslarla tanımlamak bakımından birbiriyle yarışmıştır ve bu gün yeryüzüne bu uluslar ve devletler egemendir. İşte böyle bir dünyada, muazzam iş gücü göçleri ve globalleşme bir yandan; elektroniğin sağladığı olanaklar bir yandan; Avrupa Birliği gibi her biri dile, tarihe, kültüre göre tanımlanmış ulusların birleşme girişimleri bir yandan ve bu devletler içindeki ezilen dil, din., etni, kültürlerin direnişleri bir yandan, dile, dayanan ulus tanımını zorlamaya başladı. Bu durumda, hem gerici ulusçuluğu ayakta tutabilmek, hem yeni ekonomik ilişkilere uygun daha esnek bir sistem oluşturabilmek için, çok kültürlülük parolası ve Kültür’ün politik olmayanla, özellikle de dille tanımlanması gereği ortaya çıktı. Çok kültürlülük, demokratik cumhuriyetin tüm dil ve kültürlerin eşitiliği ilkesinin aksine, ulusun beli bir dil ya da tarihle tanımlanmasını reddetmemekte, bunu kabul etmekte, ama kültürel zenginlik, çeşitlilik, azınlık hakları gibi kavramların ardında bunu esnetmekte; gerici ulusçuluğu globalizm çağında yaşatmak ve savunmak için yeni bir mevziye yerleştirmektedir. Aydınlanma çağının burjuvazisi veya 19 Yüzyılın işçi hareketi, bu günkü gibi, kültürü özel olanla, politik olmayanla tanımlamak gibi bir şeye gerek duymamıştı. Çünkü dillerin ve kültürlerin eşitliği, bunlara göre ulusun tanımlanmaması; bunların bir politik anlamının olmaması, demokratik cumhuriyet kavramının içinde bulunuyordu. Bu nedenle Kültür’ü az çok bilimsel olarak, tümüyle toplumsal olanla tanımlıyordu o zamanın sosyalistleri 9. Zaten ulus bir dille, tarihle, etniyle, dinle tanımlamadığınız bir dönemde, kültürü böyle politika dışıyla keyfi olarak tanımlama ihtiyacı ve sorunu olmaz. Bir devlet, dini tümüyle kişinin özel sorunu olarak görürse; dillerin hepsi eşit ve herkese ana dilinde eğitim yapma hakkı var ise, bu günkü anlamıyla kültüre ve çok kültürlülüğe ihtiyaç olmaz. Dillerin eşitliği ve laiklik zaten böyle bir şeye gerek bırakmaz. Ancak gerici ulusçuluğun tüm uluslara egemen olduğu bir dünyada, böyle bir kültür

9

. Veya daha ziyade, sanatın, yüksek bir eğitimin karşılığı olarak da kullanıyordu başka bağlamlarda. Ama bu başka bir sorundur. 200


kavramına ihtiyaç vardır. Dolayısıyla, ulus kavramının, bir dille, dinle, tarihle, etniyle, kültürle tanımlanması ile; kültür kavramının böyle politik olmayanla tanımlanması arasında ayrılmaz bir ilişki bulunmaktadır. Çok kültürlülük, gerici ulus anlayışının ayrılmaz parçasıdır. Bir ulusu, bir dil, din, etni, soy ile tanımlamayı reddeden bir ulusçuluk için, çok kültürlülük gibi bir kavrama ihtiyaç yoktur. Devletin dili yoksa, etnisi yoksa, tarihi, dini yoksa, o zaten suda yaşayan ve suda yaşadığını bilmeyen balık gibi “çok kültürlü”dür. O halde, Çok Kültürlülük kavramındaki Kültür, aslında Kültür’ün belli bir tanımının; kültürün siyaseti, hukuku, ideolojiyi kapsamadığı şeklindeki, hukuki,siyasi ve ideolojik bir kavramın diktatörlüğü demektir. Ve bu diktatörlük, Aydınlanmanın ve devrimci işçi hareketinin gericilik karşısındaki diktatörlüğü gibi de değildir. Elbette, Aydınlanmanın ulus anlayışı, demokratik bir cumhuriyet, örneğin din özeldir derken, dini özel olarak kabul etmeyen, veya özel diye bir ayrımı kabul etmeyen dinler karşısında bir diktatörlüktür. Ama bu diktatörlük, tarihsel olarak, ilerici, kurtuluşçu karakterde bir diktatörlüktür. Ama Kültürü özel olarak tanımlamanın diktatörlüğü, ulusların kültürlere, dillere dayanacağı varsayımının diktatörlüğüdür, gerici ulusçuluğun diktatörlüğüdür. Bu gerici ulusçuluk içinde, ona dayanarak bir düzenleme getirir. Tekrar edelim. Bu gün kültür, büyük ölçüde, din kavramının benzeri, özel olanla sınırlı gibidir. Ama aydınlanma din özeldir derken; eski sistemin örgütlenme ilkesini, politik alanın dışına atıyor; onları parçalıyordu. Bu anlamda, devrimci bir işlev görüyordu. Bu günkü sistem ise, çok kültürlülük derken, bu gün dünyaya egemen olan gerici ulus devletleri parçalamıyor; aksine onları yaşatmaya çalışıyor. Çok kültürlülük ulusun dille, dinle tanımlanmasını reddetmemekte; aksine bunu var saymaktadır. Bizlerin sloganı, devrimci demokratik işçi hareketinin sloganı çok kültürlülük olamaz. Bizlerin sloganı; ulusun tanımından her türlü dil, din, etni, soy, tarih, kültür hatta coğrafya parçası tanımlamasını reddetmek; yurttaşlık ve insan haklarını özdeşleştirmektir. Bizim sloganımız; tüm dillerin eşitliği; herkese ana dilinde eğitim, isteyenin istediği dili ana dil kabul etmesidir. Bizim sloganımız, devletin dinlerden tümüyle elini eteğini çekmesidir. Bizim sloganımız, devletin veya ulusun dili, dini, etnisi, soyu, sopu tarihi, kültürü olmamasıdır. Bunların olmadığı bir ulusta çok kültürlülük anlamsız bir kavram olarak kalır. * Şimdi tekrar başa gelelim. Avrupa’nın tek doğru sosyolojik karşılığının kapitalizm ya da burjuva uygarlığı olduğunu görmüştük. Sonra, Kültür’ün, “Çok Kültürlülük” kullanımındaki tanımının da, bilimsel kültürün tanımıyla ilgisi olmadığını ve aslında bütünüyle hukuki, ve ideolojik bir kavram olduğunu gördük. İşin 201


ilginci bu hukuki, politik ve ideolojk kültür kavramının iddiası ve zorla dayattığı, Kültür’ün hukuk, ideoloji ve politiği içermediğidir Bundan başka çok kültürlülük kavramının ancak, ulusun gerici tanımıyla bir arada var olabileceğini; yani burjuva uygarlığının en gerici biçiminin var oluşuna bağlı olduğunu ve o var oluşu yaşatmaya yönelik olduğunu gördük. O halde çok kültürlülük burjuva uygarlığını ve kapitalizmi, ve onun en gerici biçimini yaşatmanın ilkesi olduğuna göre; burjuva uygarlığı ve kapitalizmin karşılığı bir kot olarak da Avrupa kullanılabileceğine göre, çok kültürlülük kapitalizm merkezli bir bakış demektir. Kapitalizm de Avrupa demek olduğundan; Çok kültürlülük, Avrupa merkezciliktir. Çok kültürlülük gerici kapitalizm veya Burjuva uygarlığı merkezli düşünmek demektir. Kot olarak kullanıldığı takdirde: Çok kültürlülük Avrupa Merkezciliğin ta kendisidir. Görüldüğü gibi, gerçek tam da kendi zıddı biçiminde görülmektedir. Eh, zaten öz ve görünüş aynı olsaydı, ihtiyar Marks ya da diyalektiğin dediği gibi, tüm bilim gereksiz bir şey olurdu.

17 Ocak 2006 Salı

202


Almanların En Meşhuru Daha önce “Almanların En İyisi” diye bir yazı yazmıştık. Bu yazıda Almanların aslanda Alman olmayan veya kendini Alman kabul etmeyenleri nasıl Alman olarak damgaladıklarını ve “En iyi” Almanlar arasına soktuklarını; bu bağlamda solun da nasıl bir milliyetçilik yarışı içinde Marks’ı “En iyi” Almanlar arasına sokmak için çırpındığını ve üçüncülüğü bir zafer olarak kutladığını göstermiş ve eleştirmiştik. Bu yarışmada, Almanlar, Sağcısı ve Solcusuyla hep birlikte, Marks gibi, soyu itibariyle Yahudi; kendini kozmopolit bir dünya vatandaşı gören; ulusların ve ulusçuluğun düşmanı bir devrimciyi Alman yapmışlardı. Einstein gibi, yine aslen Yahudi ve İsviçreli, Faşizmden kaçıp Amerikan vatandaşı olmuş. Yahudi asıllı olduğu için İsrail cumhurbaşkanlığı önerildiğinde bunu reddetmiş; ulusal devletlerin yerine bir dünya hükümeti ve vatandaşlığı projeleri geliştirmiş yirminci yüzyılın en büyük bilim adamlarından birini de Alman yapmışlardı. Luther’i de, Alman milleti ve milliyetçiliğinden önce yaşamış; Kendini Almanlıkla değil; Hıristiyanlıkla tanımlayan bu Protestanlığın kurucusunu da Alman yapmışlardı. Aslında bu Alman yapma, sadece modern ve yakın tarihle de ilgili değildi. Çok önceden, Germen kabileleri ile Roma arasındaki savaşlara kadar uzatılmıştı. Öyle ki, aslında kendisi bir Roma generali olan ve Romalılara karşı Germen kabilelerini örgütleyen Arminius, Hermann adıyla Alman ulusunun atası olarak vaftiz edilmişti; Alman ulusal kahramanı olarak adına anıtlar dikilmişti. Eh sadece Türk’ler Attila’yı, Cengiz’i, Mao-te’yi (Mete), Osmanlı padişahlarını, Osmanlıları, hatta Sümerleri, Hititleri Türk yapacak değillerdi ya! Almanya geri kalır mıydı? Zaten aslında bu Türklüğü icat eden ve Türkiye’ye ihraç eden de dünya ihracat şampiyonu olan Almanya değil miydi? Patenti nasıl olsa onun elindeydi bu gerici milliyetçiliğin. Zaten onun eline kimse şimdiye kadar su dökememişti. Hitler’in Almanya’dan çıkması bir rastlantı mıydı? Ama Türklerin de bu alanda, Almanların iyi bir talebesi ve tarihsel müttefiği hatta ilham vericisi olduğu inkar edilemezdi. Gerçi Türkler Alman tekniğini ve örgütlenme yeteneğini almakta pek bir başarı gösterememişlerdi ama, Allah için, yiğidi öldür hakkını yeme, bu gerici milliyetçiliği alıp geliştirmek ve uygulamakta doğrusu epey başarılı olmuşlar hatta Almanlara, yapacakları Yahudi katliamı için ilham bile vermişlerdi. Hitler Türklerin Ermenileri katletmesini bir emsal olarak göstermemiş miydi Yahudileri katli için. Ama buna rağmen Almanlar yine de Türklerle baş edemiyorlardı. Boynuz kulağı geçmişti. Türkiye Orta Doğu’daydı ve Oralarda tarih binlerce yıl daha eskilere gidiyordu. Germenlerin yazılı tarihe geçişi, onlarla ilişki içindeki ilk uygarlık olan Roma aracılığıyla olmuştu. Bu da aşağı yukarı 2000 yıl civarındadır. Ama Orta Doğu’da tarih ta Sümerlere kadar gidiyordu. Yani 5000 yıl daha eskilere. Eh Sümerlerin de Sami bir dil konuşmadığı, Turani bir dil konuştuğu bilindiğine göre onların da Türk olmaktan başka çareleri yoktu. Böylece uygarlığın 203


ilk yaratıcısı Türkler oluyordu. Almanların Türklerin bu “jeotarihsel” avantajı karşısında pek bir şansı yok gibi görünüyordu. Gerçi Türkler bu konuda bir süre sonra bir rekabetle karşılaştılar. Iraklılar, Sümerlerin ve Babillerin torunları olduklarını; Irak ulusunun ataları olduklarını söylemeye başladılar. Neyse, şu Amerika Irak’ı işgal etti, Iraklılar şimdi Kürt, Sünni, Şii diye bölündü de, artık kimse Sümerlerle falan uğraşmaz oldu. Ama Türkler’e bu da yetmezdi. Dünyanın en eski milleti olma önceliğini kimseye kaptırmamaları gerekiyordu. Onlar sadece tarihte değil, tarihten önce de vardılar. Homo Sapiens’in göç yolları olduğu düşünülen yollar; ilk okullarda Türklerin göç yolları olarak okutuluyordu. Sanılıyordu ki, bununla kimse baş edemez artık. En eski ulus, tarihten önce de var olan Türklerdir. Türkler ulusçulukta Almanların iyi bir talebesi, hatta ilham vericisi olabilir ama, Almanlarla asla baş edemezler. Onlar nasıl Türklerin alaturka yollarla yaptıkları ermeni katliamından ilham alarak; en modern teknik ve örgütlenme harikalarıyla Yahudileri, Çingeneleri, sakatları, eşcinselleri yok ettilerse, eskilikte de aynı modern yöntemlerle iş gördüler ve Türkleri kat be kat aşarak bu milliyetçiliğin patentinin kendilerinde olduğunu gösterdiler. Türkler Homo Sapiens’i mi Türk yaptı? Almanlar, Homo Sapiens’ten on binlerce yıl daha önce yaşamış Neandertal adamını da Alman yaptılar. Ve böylece, Almanlar sadece kıyıcılıkta değil, aynı zamanda ulusu ve ulusçuluğu tarihin derinliklerine götürmekte tekrar bayrağı ele geçirdiler. Şaka değil. Almanya’nın en ciddi gazetelerinden ve gerçekten de Alman burjuvazisinin ve kapitalizminin çıkarlarını epey yüksek ve kaliteli bir düzeyde savunan Die Zeit isimli haftalık gazete, (ki bu arada ben bir itirafta bulunayım, ben sol gazetelerdense Die Zeit, Frankfurter Allgemeine gibi kaliteli burjuva basınını okumayı tercih ederim ve onların tiryakisiyimdir. İnsan kalitesiz bir dosttan öğrenebileceğinden çok daha fazla şeyi kaliteli düşmandan öğrenebilir.) Neandertal Adamı’nı Alman yaptı. Şaka değil, geçen haftaki son sayısının başlığı: “Der berühmteste Deutsche” idi. Bu “En meşhur Alman” demek. (Ama “Almanların En İyisi” başlıklı öteki yazımızla kafiyeli olsun diye biz onu “Almanların En meşhuru” diye çevirelim ki bağlantı daha net görülebilsin.) Peki kimmiş bu “Almanların En Meşhuru”? Yanına bir de resmi koyulan Neandertal Adamı. Evet, hatta yanına resmini koymuşlar ve onu bu günkü Almanlar gibi, sarı saçlı mavi gözlü bile yapmışlar. Yani Irk olarak da; Alman milliyetçiliğinin geleneğine uygun bir şekilde, Alman olma kriterlerine uyuyor. Elbette Die Zeit gibi bir gazete Neandertal adamın Alman pasaportu falan olduğunu söyleyecek kadar işi ayağa düşürmez; elbet bunu sanki şakaymış gibi yapar; hatta biraz şaka yaptığını vurgulamak için ona bu günkü Almanın kıyafetini de giydiriverir. Ama burada şaka gibi yapılsa da, dünyaya ulusların ve ulusçuluğun tarihinden bakış söz konusudur. Bunu bizler de öyle içselleştirmişizdir ki, normal kabul ederiz. Bu normal kabul 204


edişin anormalliği bazı kıyaslamalarla daha iyi anlaşılabilir. Örneğin, Neandertal, bir bölgenin adıdır. Neander Vadisi demektir. Kemikler bu bölgede bulunduğundan dolayı bu isim verilmiştir Homo sapiens öncesi bu insan türüne. Peki o zaman niye “en meşhur Neandertal’li” değil de Alman? Çünkü bu bölge Almanya denen devletin toprakları içinde. Burada, tanımlamanın muhakkak ulusa göre yapıldığını görüyoruz. Başka bir örnek. Germenler bu günkü Almanların çoğunun atası olan bir Kavim, bir halk. O zaman Neandertal’in, Alman olarak tanımlandığı gibi, Germen olarak tanımlanmasında da bir mahzur olmaması gerekir. Fakat Germen bir Neandertal, örneğin “Germenlerin en meşhuru Neandertal Adamı” bizlere bir espri, şaka olarak bile saçma gelir. Ama aslanda Alman Neandertal’in dayandığı mantığa göre hiç saçma gelmemesi gerekir. Ya da Alman Neandertal’in de an azından Germen Neandertal kadar, şakası bile yapılamayacak kadar saçma gelmesi gerekir. Denebilir ki, Germenliğin hiçbir politik anlamı yoktu, Almanlık politik bir anlama sahiptir. Peki o zaman Orta çağda bu günkü Almanlar da kendilerini Alman olarak değil, örneğin Hıristiyan olarak tanımlıyorlardı. Tüm toplum Hıristiyanlığa göre örgütleniyordu. Nasıl bu gün Milletlere ve dolayısıyla Almanlığa göre örgütleniyorsa öyle. O zaman, Neandertal’in, tıpkı Alman olduğu gibi, Hıristiyan da olması mümkün olur. Ama Hıristiyan bir Neandertal bizlere esprisi bile yapılamayacak kadar saçma geliyor. Peki Alman bir Neandertal Adam, Hıristiyan bir Neandertel veya Germen bir Neandertal’den daha mı az saçmadır ve espri yapmaya uygundur. Hiç de değil. Ama gerici milliyetçilik insanların sudaki balıklar gibi içinde yaşadıklar ama içinde yaşadıklarını bilmedikleri öyle bir sistem haline gelmiştir ki, kimseye saçma gelmemektedir, Almanların En Meşhuru olarak bir Neandertal adam; ve tam da bu nedenle, Die Zeit gibi bir gazete onu kolayca Alman yapabilmektedir. Tıpkı, daha önce Marks’ın veya Einstein’ın Alman yapıldığı gibi.

Avni 19 Ocak 2006 Perşembe

205


Kuş Gribi (Tavuk Vebası), Globalleşme, Kapitalizm ve Ulusal Devletler Eskiler, “bina ve zina”nın çoğalması Kıyamet alametidir derlerdi. Sanılanın aksine bu öyle çok da yanlış bir gözlem değildi, yaşanmış tarihten çıkarılmıştı. Tarihsel Devrimler, yani uygarlıkların “Barbarlar” tarafından yıkılışları yasasının yüzeyde bir görüntüyle ifadesiydi. “Bina” demek, Kent demektir, Kent demek Uygarlık demektir; Uygarlık demek Sınıf Farkları demektir; Sınıf Farkları demek Sınıf Savaşı demektir. Sınıflar Savaşı demek, Bir tarafta üst ve egemen sınıf, diğer tarafta alt ve ezilen sınıf demektir; bu da üst sınıfın üst ve egemen konumunu korumak için oluşturduğu silah, yani Devlet demektir; bütün bunların hepsi, egemen, üst ve zengin sınıflarda İbn-î Haldun’un “bedevilik” dediği, ilkel komün geleneklerinin henüz yaşadığı zamanın nefsine egemenliğinin; “bir lokma bir hırka” geleneklerinin tükenmesi; dünya zevklerine düşkünlüğün, hasılı “zina”nın artması demekti. Ve bu alametler belirince de, o uygarlık, bir kıyamet ile (Hikmet Kıvılcımlı’nın kavramsallaştırmasıyla, bir “Tarihsel Devrim” ile bir “Barbar akını” ile; Bir “Kavimler göçü” ile) yok olmaya yazgılı olması demekti. “Mene Mene Tekel Upharsin” (Menetekel) (Günlerin sayılı) her uygarlığın alnına yazılmıştı. Sodom Gomore ya da Lut, hep bu gidişin kutsal kitaplara yansımış örnekleriydi. Şimdi de binanın ve zinanın olağanüstü arttığı bir çağdayız. Kıyamet alametleri de belirdi. Gün geçmiyor ki buzulların eridiği; ozon deliğinin büyüdüğü; bir zelzelenin ya da sel baskınının veya tsunaminin binlerce insanın canını aldığı, bir salgın hastalığın veya tehlikesinin kapının önünde olduğuna dair bir haber görmeyelim. Belli ki “Allah”, yoldan çıkan kullarını cezalandırıyor. Binlerce ve milyonlarca insanın böyle düşündüğüne şüphe yok. Ve derinden bakınca böyle bir düşünüşün pek de yanlış olmadığı görülür. Allah’ın tıpkı doğa ve toplum yasaları gibi “ne yerde ne gökte, her yerde ve hiçbir yerde” olduğunu göz önüne getirirsek, bu yasaların çocuksu bir imgesi olduğunu unutmazsak, doğa ve Toplum da, Allah da yasalarına uymayan insanları cezalandırmakta olduğunu söylemek yanlış olmaz. Nasıl, doğayı itaat altına almak için ona itaat etmek gerekirse ve itaat etmeyeni doğa cezalandırırsa, aynı şekilde Allah da (yani doğa ve toplum yasaları da), kendisine itaat etmeyenleri gazabına uğratır; uğratmadan önce de, semptomlar görülür (aklını başına toplaması için, alametler yollar). Eskiden bu yasaları sezen ve bu yasalara uygun bir yaşam tarzını, yani bir toplumsal düzeni öneren; Allah’ın elçisi denen, yani tarih ve toplum yasalarını sezen ve onları insanların anlayacağı şekilde onlara anlatan anlamında, peygamberler vardı. Bu peygamberler, yani tarihin ve toplumun yasalarını en doğru olarak görüp buna uygun bir yaşam ve toplum düzenini insanlara anlatmaya ve böyle bir düzen kurmaya çalışanlar kendi zamanlarının devrimcileriydi. Modern çağlarda ise gerçekten peygamberler gibi zulüm ve azap içinde yaşayanlar; bu tarih ve toplum yasaları keşfetmeye ve ona uygun bir toplum düzenini insanlara anlatmaya ve böyle bir düzen kurmaya çalışanlar, yani günümüzün peygamberleri Tarihsel Maddeciler, yani Marksistler oldular. 206


Nasıl bütün peygamberler, hep İbrahim’in soyundan ya da geleneğinden geldiler ve onun geleneğinin devamcısı olduklarını söylediler; yollarını kaybedip şaşırdıklarında tekrar ona dönerek yollarını buldularsa; modern peygamberler de, yani Lenin’ler, Rosa Luxemburg’lar, Troçki’ler, Kıvılcımlı’lar, Mandel’ler de hep aynı şekilde davrandılar. Yani hep Marks’a dayandılar. Biz de eski veya modern peygamberlerin bu yolunu yordamını izleyelim. Bu kıyamet alametleri karşısında, modern çağın peygamberlerinin İbrahim’i Marks’a bakalım. Onun bulduğu tarih ve toplum yasaları; yani “Allah’ın vahileri”, ne diyor? Onlara bakalım. Üretici güçler değişimlerinin belli bir noktasında, var olan üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin hukuki ifadesi olan mülkiyet ilişkileriyle (yani siyasi, hukuki sistemle, üstyapı ile) bir çelişkiye ve çatışmaya girerler. Bu sınıflar mücadelesinde ifadesini bulur. Ama ortada bir devrimci sınıf yoksa veya bu devrimci sınıf bu ilişkileri değiştirecek yetenek gösteremezse; (yani Allah’a gönül verenler zafer kazanamazsa), bir çöküş ve yok oluş (“Kıyamet”) aksi durumda ise devrim (“Hakkın Zaferi”) gerçekleşir diyordu. Yani Kullar, yani insanlar, Allah’ın dediklerine, yani Doğa ve Toplum yasalarına uygun davranmalıdırlar; uygun davranılmazsa, o yasalar uymayanı cezalandırır. İşte şimdi yaşadığımız bu felaketler, hep bu, Allah’ın dediklerine uygun bir yaşam ve toplum düzeni olmamasından dolayı ve bunlar hep Allah’ın, yani doğa ve toplum yasalarının insanları Marks’ın dediğine uygun olarak cezalandırması. Ne demişti Marks? Toplumsal yaşayışın yani hukuki, siyasi vs. sistemin, yediğin, içtiğin, giydiğin, barındığın şeyleri üretme biçimine (Üretici güçlerinin düzeyine, dolayısıyla üretim ilişkilerine) denk olsun. Bu günkü dünyaya bakalım ne görüyoruz? Bırakalım elektronik mağazalarını bir kenara; köşe başındaki bakkala gitsen artık ne görürsün? Dünyanın dört bir köşesinden gelen mallar, Brezilye mangoları, Orta Amerika muzları, Yeni Zelanda kivileri, İsrail avakadoları, Uzak Asya’nın adı sanı bilinmez egzotik meyveleri vs. rafları doldurmaktadır. Eskiden her sebze ya da meyvenin yendiği ve bulunduğu bir zaman olurdu, şimdi dört mevsim her şey bulunabilir. Bu küçücük gözlem bize neyi gösterir? Gören göz için şunu: üretici güçler öylesine gelişmiş ki, artık bu gelişkinlikle, dünya küçük bir köye dönmüştür. Ama buna mukabil, yüzlerce küçük devlet bu dünyanın biricik var oluş tarzı olmaya devam ediyor. Peygamber Marks’ın dediğine göre, dünya ticaretinin ve üretici güçlerin böyle gelişmişlik düzeyine ulusal devletler (yani bu mülkiyet ve hukuk ilişkileri, yani bu üstyapı) uymaz. Onun bir tek dünya devleti olması, bütün ulusal sınırların kalkmış olması gerekir. Keza yine Peygamber Marks’ın dediğine göre, bu kadar toplumsallaşmış bir üretime özel mülkiyet ve kara dayanan bir ekonomi de dar gelir. Bu günkü dünyada, Allah’ın dediklerine uygun bir düzen, Hakka dayanan bir düzen; yani doğanın ve toplumun yasalarına uyun bir düzen; bütün ulusal devletleri yıkmış; özel mülkiyet ve kar ekonomisine son vermiş bir düzen olabilir. “Allah’ın vahyi”, ya da Doğa ve toplum yasalarının, yani Tarihsel Maddeciliğin, Marksizm’in 207


dediği budur. Böyle bir düzen olmazsa veya kurulamazsa, kıyamet habercisi felaketler ve belirtiler görülmeye başlar ve insanlar doğru yola, yani doğa ve toplum yasalarının kendilerine bu söylediği şekilde bir toplum düzeni kurmayı başaramazsa, yıkılış, yani kıyamet kaçınılmazdır. Kıyameti önlemenin tek yolu, bu tarih ve toplum yasalarının dediği gibi bir düzen kurmaktır, bunun için devrim yapmaktır; bütün devletleri ve sınırları yıkmak; kâr ve özel mülkiyeti ortadan kaldırıp insanların ihtiyaçlarına uygun; azami kârı değil, doğa yasalarını ve insanların ihtiyaçlarını gözeten bir üretim düzeni kurmaktır. Bu yapılamazsa, hak değil (yani doğa ve toplum yasalarının gerektirdiği bir toplum düzeni değil) batıl (Doğa ve toplum yasalarına karşı duran, kâra tabi olan) üstün gelirse, Kıyamet (insanlığın yok oluşu) kaçınılmazdır. Gerçekten de bütün bu felaketlere baktığımızda, nedenlerini araştırdığımızda, hep ulusal devletleri, sınırları ve özel mülkiyet ve kâr ekonomisini görürüz. Bunu en son kuş gribi olayında görelim. Evet halkın sıradan gözlemi yanılmamaktadır. Bu tsunamiler, kuş gripleri, AİDS’ler, bina ve zinanın çoğalmaları, hep “Kıyamet Habercileri” dirler, yani bir sosyal devrim gereğini insanların gözüne gözüne sokan belirtilerdirler. * Hastalıklar, mikroplar, virüsler, milyonlarca yıldır var. Bu mikroplar ve virüsler milyonlarca yıldır mutasyonlar geçiriyorlar veya türden türe atlıyorlar. Ama bunların sonuçları eskiden başkaydı şimdi başka. Tsunamiler, depremler, sel felaketleri binlerce yıldır var ama bunların sonuçları eskiden başkaydı şimdi başka. Çünkü onlar bu günkü toplumsal düzen ve ilişkileri aracılığıyla insanların yaşamlarını belirliyorlar. Örneğin tsunami’yi ele alalım. Milyarlarca insan tsunami ile ilk kez, son tsunami felaketinde tanıştı ve bu kavramı ilk kez duydu. Ama Tsunami Japonca bir kelime olduğuna göre, Japonlar bunu binlerce yıldır biliyorlardı ve bunun için bir kelimeleri bile vardı. Ama eskiden, yani globalleşmenin ve kapitalizmin böylesine yaygın olmadığı zamanlarda, bu felaketler olduğunda, lokal kalıyordu. Muhtemelen sahildeki balıkçı köyleri etkileniyor, onlar da birkaç kuşak sonra bunlardan dersler çıkarıp örneğin küçük balıkçı köylerini yüksek yerlere kuruyorlar ve felaketlerin zararını asgariye indiriyorlardı. Belki, hayvanların ya da bitkilerin bu gibi felaketlerin işareti olabilecek davranışlarına göre bir tür alarm sistemi bile oluşturulabiliyordu. Ama globalizm çağında, kapitalizm çağında işler değişti. Bu bölgesel ve doğal felaketler, var olan toplum sisteminin yol açtığı felaketler haline geldi ve o nedenle de birer kıyamet alameti, yani toplumsal düzeni değiştirmek gerektiğinin belirtisi olarak görülmesi doğrudur. Modern kapitalist toplumda her şey kâra dayanır. Ekonominin motoru daha fazla kârdır. Ama daha fazla kâr veya kâr oranı elde etmek için; iş gücünün fiyatının düşük olması gerekir. Onun yetiştirilmesi, korunması ve yeniden üretilmesi ne kadar az masraflı olursa, fiyatı o kadar düşürülebilir, dolayısıyla da o oranda yüksek kâr edilebilir; kâr oranlarının düşüş 208


eğilimi bir ölçüde olsun dengelenebilir. İş gücünün fiyatı nasıl düşük tutulur? İlk burjuva devrimleri olduğunda, onlar kendilerini tüm dünyada işleyecek bir düzenin prototipi olarak görüyorlardı. Yani yayıldıkları ülkelerde de aynı düzeni geçerli kılmayı hedefliyorlardı. Ama bu fikirden ve idealden hızla vaz geçildi. Bu devrimlerin yayıldığı ülkeler, devrimin zaptettiği ülkeler eşit haklı yurttaşlar olmadılar. Ya sömürgedir dendiler ve en basit insan hakkından bile yoksun bırakıldılar, ya da onların dilleri, dinleri başkadır denildi ve yurttaş, dolayısıyla da insan kavramının dışında tutuldular. Böylece sermaye, daha ilk adımda, o dışta tuttuğu ülkelerden kaynak aktararak “ana vatan”daki işçileri de satın almanın ve iş gücünün fiyatını düşük tutmanın, böylece kâr oranlarını yükseltmenin yolunu buldu. O dışta tutulan ülkelerdeki işgücünün fiyatının olağanüstü düşük olması için, en zorba devletler ve anti demokratik rejimler desteklendi. Geri ülkelerde, hiçbir demokratik hak olmayınca, işçiler bir araya gelip işgüçlerinin fiyatını yükseltemez; yani işgücü kendini savunamaz. Dolayısıyla bu ülkeler muazzam bir açlık ve yoksulluk içinde bulunurlar. Bu da ayrıca oralarda işgücü fiyatının dana da düşük olmasına yol açar. Ve bu ülkelerdeki korkunç ucuz işgücü, esas zengin ülkelerdeki işgücünün yeniden üretiminin fiyatının düşürülmesini ve düşük tutulmasını sağlar. Bu yöntemle burjuvazi bir taşta bir sürü kuş vurur. İşgücünün yeniden üretilmesi nedir? Önce beslenmesidir. Geri ülkelerdeki işgücü olağanüstü ucuz olduğundan, zengin ülkelerdeki işçilerin tüketimleri için, çok ucuza yiyecekler ithal olur. Benzer şekilde, iş gücünün yeniden üretilmesi bir anlamda da tatildir. Modern üretimin yanı sıra modern yaşamın yol açtığı stres, işgücünün hızla yıpranmasına yol açar. Bunun yeniden üretebilir hale gelmesi için, yılda bir iki kere, deniz ve güneş altında yenilenmeye tabi tutulur, bir tür rektifiyeden geçirilir. Geri ülkelerde işgücünün fiyatı çok düşük olduğundan, iş gücünün “tatil” aracılığıyla yeniden üretimi çok ucuza mal edilir. Böylece zengin ülkelerdeki iş gücünün fiyatını düşük tutmak mümkün olur. Bu da kâr oranlarındaki düşmeye karşı bir ölçüde tampon görevi görür. Bu nedenle Kitle turizmi denen, batılı işçi kitlelerinin iş gücünün bant usulüyle yeniden üretilmesine yönelik bir sanayi gelişir. Sahil boylarına muazzam oteller, tatil tesisleri yapılır. Doğa ve tarih tahrip edilir. Kendine yeterli balıkçılar ve çiftçiler, turizm tesislerinde boğaz tokluğuna çalışan hizmetçilere dönüşürler. Turizmin halkları yakınlaştırdığı falan da tamamen bir propagandadır. Aslında yerli halk orada turistlere hizmetçilik yapar. Yerli halkın kültürü diye sunulanlar, turistlerin zevkine uygun yemek, dans ve müzik gösterileridir. Gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Yerli halk, otellerdeki çarşafları yıkamakta, tuvaletleri temizlemekte, mutfaklarda onlara yemek yapmakla hatta başka ihtiyaçlarını gidermekle meşguldür. İşte birkaç ve temel nedenini ve görünümünü öylesine sıraladığımız böyle bir dünyada, yani iş gücünün yeniden üretimim bile globalleştiği bir dünyada; ulusal devletler, sonuçlarıyla ve oluşturdukları ilişkilerle tsunamilerin de çok farklı sonuçlar yaratmasına yol açarlar. Sahillere kurulmuş, “Denize sıfır” otellerdeki binlerce turist birden bire bu felakete maruz 209


kalır. Ama aynı zamanda, eskiden çoğu Tsunamilerin erişemeyeceği yerlerde yaşayan ve çalışanlar artık o otellerin yanındaki yoksul yerleşim birimlerinde yaşamakta ve oralarda çalışmaktadırlar. Onlar da başka biçimde yaşarlar. Yani bakkalda dört mevsim dünyanın başka bölgelerinden gelmiş muzları bulduğun bir çağda, ulusal devletler varsa bu, büyük zenginlik ve yoksulluk farkları; sahillerde muazzam turizm tesisleri; bu tesislerde boğaz tokluğuna çalışan ve hemen onarın yanında yoksulluk içinde büyük yerleşim birimlerinde yaşayan yerli insanlar demektir. Böyle bir dünyada Tsunamiler başka türlü sonuçlara yol açmaktadırlar. Ama bu sonuçlar Tsunamilerin değil, aslında o günkü dünyaya uymayan toplumsal düzenin sonucu olarak öyledirler. Böyle bir dünyada ulusal devletler olursa, bütün bunlar da olur. Ve nihayet, globalizm çağında bu felaketlerin algılanması da başka olur. Ölenler içinde batı ülkelerinin turistleri, yeryüzünün beyazları da olduğundan, bütün medya bu felaketi tüm insanlara aktarır. Ama gerçek ile aktarılan felaket farklıdır. Yardımlar da, haberler de hep beyaz adama yöneliktir. Beyaz adamın içinde olmadığı felaketler gazetelerin köşesinde veya haberlerin sonunda küçük bir haber veya değinme olarak kalır. Bir yandan böyledir ama diğer yandan felaketlerin insanlara televizyon vs. aracılığıyla duyurulması; bunun duyuruluş biçimleri ve bunların insani sonuçları da en az o felaketler kadar korkunçtur. Sadece beyaz adamın uğradığı felaketin anlatılmasını bir yana bırakalım, felaket haberini ve resimlerini hemen borsada yükselen ya da düşen hisse senedi listeleri; başka haberler izler örneğin. Yani insanlar insan kardeşlerinin uğradıklarına da sağırlaşmaya başlar böylece. Şimdi eğer, üretici güçlerin bu günkü gelişim düzeyine uygun bir toplum düzeni olduğunu var saysak, o zaman da tsunamiler olurdu ama önce o dünya devleti buna karşı uyarı sistemleri kurmuş olurdu. Ulusal devletler olmadığından bu muazzam gelir ve zenginlik farkları olmaz, o zaman da, sahillerdeki tatil cennetleri ve cennetlerde çalışan işçilerin ve yerli halkın cehennemleri olmazdı. Keza, toplumsal ve doğal dengeleri gözeten optimum büyüklükteki işletmeler nedeniyle böyle muazzam büyük turizm tesisleri ve aşırı şehirleşmeler olmazdı. Keza, iş gücünün aşırı sömürüsü ve yabancılaşmanın ortadan kaldırılması hedef olduğundan, böyle aşırı çalışma ve sömürünün ikiz kardeşi aşırı tembellik ve güneş altında günlerce yatıp akşamları içmek ve eğlence adına her türlü rezaleti yapmak gibi turizmler de olmazdı. Görüleceği gibi, Allah, Yani Toplum ve Doğa yasaları, kendilerine uygun davranmazsa bir toplum, onu bir şekilde “ceza”landırmaktadır. Eğer insanlar Tsunamilerin böylesine felaketlere yol açmasını; böyle felaketlere kurban gitmeyi istemiyorsa, Peygamber Marks’ın dediklerine gelmeleri, uluslara, sınırlara, özel mülkiyete ve kar ekonomisine karşı savaşa girmeleri gerekiyor. Aksi takdirde Tsunamilere veya ozon deliklerine ve denizlerin ısınmasına veya biyolojik felaketlere bile fırsat kalmadan, muhtemelen, yine bu üretici güçlerin gelişmişliği nedeniyle yayılmak kaynak ve pazarları el geçirmek zorunda olan, Avrupa, Amerika, Çin, Japonya ve Rusya arasındaki rekabet ve savaşlar içinde zaten bir nükleer kıyamete kurban gidecekleri çok açık.

210


İşte Kuş gribi de, böyle bir felaket. Onun yaşanışı ve sonuçları, globalleşmiş bir dünyada, ama hala ulusal devletlerin, sınırların, özel mülkiyetin ve kar ekonomisinin egemen olduğu bir dünyada, insanlara bir cezaya, bir kıyamet alametine dönüşmektedir. Aslında Allah, doğa ve toplum yasaları bu felaketlerle, insanları uyarmaktadır, yaşam ve toplum düzenlerini bir an önce değiştirmeleri için, değiştirmedikleri takdirde de çok daha büyük felaketler yaşayacakları için. * Mikroplar ve Virüsler en başarılı canlılardır. Bizlere hayatın evrimi en tepesinde Memeliler ve İnsanın bulunduğu, en altta mikropların ve virüslerin bulunduğu bir gelişim olarak aktarılır. Ama canlı olmanın, yani türün devamını sağlamının ölçülerine vurduğumuzda, bırakalım insanları bir yana, memelilerin bile başarılı bir canlı türü olduğuna dair hiçbir kanıt getirilemez. Bunlar bütünüyle insan merkezli ilerlemeci doğa kavrayışlarıdır. Şu beğenmediğimiz dinazorlar bile, bir tür olarak 150 milyon yıl bu dünyada egemenlik kurmuşlardı ve eğer kozmik veya jeolojik bir felaket sonucu yok olmasalardı belki bu gün bile hala egemen olmaya devam edeceklerdi. Memeliler şunun şurası topu topu 65 milyon yıldır onların yerini aldılar ve her şey bunun birkaç yüz yıl içinde son bulacağını gösteriyor. Mikroplar ve virüsler ise, sadece var olmaya değil, çeşitlenmeye de devem ediyorlar. Doğada sürekli olarak mutasyonlar olmaktadır, bu mutasyonlar sonucu daha farklı özellikleri olan canlılar ortaya çıkmaktadır. Ama bunların çok küçük bir bölümü onlara “yaşam savaşı” nda bir üstünlük sağlayabildiğinden, diğer kuşaklara aktarılabilmektedir. Çok yüksek bir öldürücülük ve kolay yayılma, yaşam savaşında mikroplara uzun vadede büyük bir üstünlük sağlamaz. Hızla yayılan çok öldürücü bir mikrop, üzerinde var olup yayılacağı canlıları yok ettiğinden aslında, tıpkı bu günkü insanlar gibi, kendi var oluş koşullarını da ortadan kaldırırlar. Dolayısıyla, öldürdüğü canlılarda hiç bir direncin oluşmadığı koşulda bile, bu kendi sınırlarına toslar. Ancak hiçbir canlı türü tümüyle dirençsiz değildir mikrop ve virüslere karşı. Daima, yine çok önceleri farklı bir mutasyona uğramış ama bir işlevi yokmuş gibi görünen o mikroplara karşı bağışıklığı olan, şerbetli canlılar, yani sürünün içinde bir kara koyun daima vardır. Tüm Popülasyon yok olduğunda, o mikroba dayanıklı “kara koyunlar” yaşarlar, bu sefer, o kara koyunlardan türeyen ve o mikroba karşı bağışıklığı olan kuşaklar yaşadıklarından, o hastalık fiilen yeni kuşaklar açısından eski öldürücü özelliğini yitirmiş olur. Milyonlarca yıldır bu süreç işlemektedir. Dolayısıyla bu gün yaşayan türler, hastalıklara karşı belli dirençler geliştirmiş türlerdir. Elbette sürekli mutasyona uğrayan yeni mikrop ve virüs kuşaklarında bu süreç tekrarlanmaktadır. Mikropların tür atlamaları da tıpkı mutasyonlar gibi görülebilir. Ne var ki, Kapitalizm denen geniş üretim yordamıyla birlikte bu süreç çok özgül bir nitelik kazanmış bulunmaktadır. Artık sorun biyolojik değil, toplumsal bir sorun olarak ortaya çıkar. Kapitalizm geniş yeniden üretim yordamıdır. Yani aynı üründen milyonlarcanın üretilmesi, 211


mümkünse bütün dünya pazarına o ürünün egemen olmasıdır. Böylece binlerce canlı, doğanın ritminin de dışına çıkarılarak, hormonlar, ışık hileleri vs. aracılığıyla, sermayenin devir hızını arttıracak ve dolayısıyla kâr oranının düşme eğilimini azaltacak şekilde üretilir. Böylece olağan koşullarda doğada hemen hemen hiç bulunmayacak şekilde, aynı türden binlerce, yüz binlerce canlının bir arada bulunmaktadır. Öte yandan, geniş yeniden üretim, yani kapitalizm standardizasyon demektir. Bu nedenle aynı tohumdan, aynı türden, aynı özelliklere sahip milyonlarca canlı üretilmektedir. Böylece bir türün ayakta kalmasını sağlayan çeşitlilik yok edilmektedir. Bütün bu ve benzeri gelişmelerin birinci sonucu, her hangi bir hastalığın, yüz binlerce, milyonlarca canlının ölümüne yol açması veya hastalığın yayılmasını önlemek için imha edilmesi demektir. Sadece bu kuş gribiyle ilgili olarak Hollanda’dan bir örnek verelim. İmhanın hangi boyutlarda olduğunun anlaşılması için: “18 Mart 2003 tarihinde toplam 25 vak’a (20 vak’a yumurtacı kümesinde, 3 vak’a broiler damızlık kümesinde, 2 vak’a hindi kümesinde) tespit edilmiş olup, 673.041 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir. 27 Mart 2003 tarihinde toplam 54 vak’a (38 vak’a yumurtacı kümesinde, 9 vak’a broiler damızlık kümesinde, 4 vak’a hindi kümesinde, 2 vak’a köy kümesinde) tespit edilmiş olup, 1.162.839 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir. 02 Nisan 2003 tarihinde toplam 31 vak’a tespit edilmiş olup, 556.028 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir. 07 Nisan 2003 tarihinde toplam 32 vak’a (24 vak’a yumurtacı kümesinde, 3 vak’a broiler damızlık kümesinde, 2 vak’a köy kümesinde) tespit edilmiş olup, 1.197.884 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir.” (AVIAN INFLUENZA (Tavuk vebası, Kuş gribi) HASTALIĞI VE DÜNYADAKİ DURUMU, Ragıp Bayraktar) Bunlar sadece 2003 yılında üç hafta içindeki rakamlardır. Küçücük Hollanda’da, Yuvarlak hesap 3,5 milyon kanatlı hayvan, topu topu 200 hastalık belirtisine karşı imha edilmiştir. Burada kapitalizmde basit bir salgının bile nasıl Pazar ve kar kaygısıyla korkunç katliamlara yol açtığı açıkça görülmektedir. Hollanda kanatlılarının dünya pazarında rekabet şansının azalmaması için korkunç bir imha gerçekleştirmiştir. Kâra değil, insanların ihtiyaçlarına dayanan bir ekonomide, bir tek işletmenin kârlılığı ya da verimliliği değil, tüm insanlık açısından verimlilik göz önüne alınır ve insanların ihtiyaçları ile dünya ölçüsündeki verimlilik ilişkisi göz önün alınır. Örneğin, kapitalist bir işletmenin verimliliği için, işin otomasyonu, olabildiğince ürünün bir arada üretilmesi, işletme masraflarını azaltır. Zaten bu nedenle on binlerce tavuk vs. bir arada büyütülür, dünya pazarı için. Bu bir tek işletme açısından son derece rasyonel olabilir. Ama insanlığın tümü göz önüne alındığında, bu irrasyonal olarak ortaya çıkar. Sadece hastalık olasılıklarında yapılan imhalar göz önüne alındığında bile, bu muazzam bir emeğin ve ürünün 212


imhası anlamına gelmektedir. Bir başka örnek. İngiltere’de her üretilen iki tavuktan biri Avrupa’ya ihraç edilmektedir. Keza, İngiltere’de tüketilen her iki tavuktan biri de, ithal edilmektedir. Bu tavukların da, uzak İngiliz sömürgelerinden değil; Avrupa’dan ithal edildiğini varsaysak bile şöyle bir sonuç ortaya çıkmaktadır. İngiltere’de üretilen her iki tavuktan biri, bir Avrupa seyahati yaptıktan sonra, Britanyalıların boğazına girmektedir. Tek tek işletmeler ve onların kârlılıkları açısından bütün bu sonucu yaratan işlemler son derece rasyonel olabilir. Ama ortaya sonuç itibariyle son derece irrasyonel, her iki tavuktan birinin, bir Avrupa seyahati yaparak tüketicinin boğazına girmesi gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Bu seyahat için TIR’lar, yollar, şoförler, bunların harcadığı yakıtlar, yol açtıkları çevre tahribatları vs. göz önüne alındığında, çok büyük işletmelerin; dünya pazarı için üretimin insanların toplu yaşamı için hiç de rasyonel sonuçlar ortaya çıkarmadığı görülmektedir. Ama böyle bir düzen için, kâr ekonomisinin ortadan kaldırılması; tüm insanların ihtiyaçları ile toplumsal verimlilik ve doğanın dengesini güden optimum büyüklüklere dayanan planlı bir ekonomi gerekir. Bu olmadığında, yani, Marks’ın deyimiyle insanlar üretim yöntemlerine uygun toplum düzenleri kurmadığında, örneğin hala kâr ekonomisine dayandıklarında; planlı bir ekonomiye geçmediklerinde, doğa ve toplum kanunları onları cezalandırmakta ve sonuçlar birer kıyameti alameti olmaktadır. Burada kuş gribini örnek aldık ama sorun sadece bu değil, örneğin deli dana hastalığında da aynı durum söz konusuydu. Buraya kadar sadece ürünlerin imhasını boyutuna kısaca değindik. Bir de, hastalıkların insana geçmesi söz konusu olduğunda, bu sistemin tüm yaşayış tarzı, yani ulusal devletleri, geri ve zengin ülkeler vs. de katastrofları pekiştirici bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır. Örneğin son derece öldürücü ve kaynağı muhtemelen Tropikal Afrika mağaralarındaki canlılar olan ve onlardan insanlara geçen Ebola (Marburg) virüsü üzerine araştırmalar şunu göstermektedir. Eskiden de, zaman zaman bu virüs insanlara sıçramaktadır. Kabileler bu virüsün yol açtığı hastalığın belirtilerini tanımlamışlardır. Ama o zamanlar, hastayla tüm ilişkiler kesilmekte, o insansız bir yerde ölüm terk edilmekte veya oraya bir daha uğranılmamakta veya o bölge yakılmaktadır. Elbette bunlar dinsel bir ritüel içinde gerçekleşmektedir. Böylece hastalık daha doğduğu noktada lokalize edilmekte ve yok olmaktadır. Ama günümüzde globalleşmiş dünyada, insana bulaşan mikrop birkaç saat içinde kıtaları aşmakta, Avrupa veya ABD’nin bir şehrinde ortaya çıkmaktadır. Ama daha da ilginci, bu gibi mikropların esas bulaştıkları noktalar bizzat hastanelerin kendileridir. Özellikle geri ülkelerdeki hijyenik ölçütlere, istenilse bile yoksulluk nedeniyle uyulamayan hastaneler. Ama geri ülke demek her şeyden önce ulusal devletler, yani gerçekte var olan 213


kapitalizm demektir. Böylece globalleşme çağında ulusal sınırlar ve bunun yol açtığı zenginlik ve yoksulluk farkları, hastalığın yayılışının ve katastofa dönüşmesinin bir nedeni haline gelmektedir. Belki bu Ebola’da henüz gerçekleşmedi ama AİDS ortada. Bu gün Afrika’nın neredeyse yarısı AİDS’li. Aynı hastalık zengin ülkelerde büyük ölçüde kontrol altına alınmış bulunuyor. AIDS, Batı ülkelerinden tekrar Afrika’ya gelerek yayıldı. Özel mülkiyet, bir de bu hastalıklara karşı ilaçların isteyen tarafından üretilmesini engelleyerek, yani insanların hastalıklarını bir kâr aracı yaparak bütün bu katastrofun üzerine tüy dikmektedir. Sözde buna en fazla direnen ilerici hükümetler bile, özel mülkiyet ve ulus devlet dışında bir var oluşu düşünemediklerinden ve bunun kavgasını veremediklerinden, yaptıkları benzeri ilaçlar için bile belli sınırlamaları kabul etmekte ve ilaç firmalarına belli bir haraç ödemeye devam etmektedirler. Bütün burada görülen sorunlar aynen Kuş Gribi olayında da görülmektedir. Ancak, bunların yanı sıra, dünya pazarı için mücadelelerin; ekonomi dışı zorun bir aracı da olmaktadır. Örneğin kuş gribinin esas yayıldığı bölgenin bugün dünya ekonomisinin en dinamik ve hızlı büyüyen bölgesi, Asya’nın Pasifik kıyıları ve Güneydoğu Asya olması nedeniyle, Avrupalı ve ABD’li emperyalistler, Asya ülkeleri karşısında rekabet güçlerini arttırmanın bir aracı olarak Kuş gribini oradan gelen mallara karşı engeller çıkarmak veya ora mallarına talebi azaltmak için kullanmaktadırlar. Bu da o ülkelerin, kendileri de yine bizzat dünya pazarı için üretim yapmaya programlanmış devlet ve işletmelerinin, ya hastalığı gizlemelerine ya da tıpkı mallarının adı kötüye çıkmasın diye milyonlarca tavuğu imha eden Hollandalılar gibi gereksiz ve abartılmış imhalara girişmesine yol açmaktadır. Ne var ki, her iki durumda da, bu ülkeler batılı ülkeler gibi zengin ve organize olmadıklarından, emekçi insanlar ve basit halk için, bu gibi gizleme ve abartılı imhalar tam bir felakete dönüşmektedir. Böylece geri ülkelerde, sadece modern üretimin ve ilişkilerin değil, kapitalizm öncesinin de darbesine maruz kalmaktadırlar. Tavukları imha edilen Hollandalı işletmeci, devletten bunun karşılığında belli bir tazminat alır. Zarar sosyal olarak ödenir. Bu onun için yoksulluk ve açlık anlamına gelmez. Ama Geri ülkenin küçük üreticisini, ya gizlenen hastalığın kurbanı olur, ya da elindeki iki üç tavuk da alınıp açlığın ve yoksulluğun iyice pençesine düşer. Türkiye’deki Kuş gribinde bütün bunlar görüldü. Türkiye’yi kapısında tutmak isteyen Avrupa bunu bahane ederek, yeni tedbirler geliştirirken; bundan korkan ve bunları engellemek isteyen Türk burjuvazisi ve devleti, bir yandan hastalığı gizledi, sonra da mızrak çuvala sığmayınca abartılı imhalara girişti ve yoksul insanların soluk borusu olun birkaç tavuğunu yok etti. Burada o insanların kaderi kimseyi ilgilendirmiyordu; ülkenin imajı, yani Türk ürünlerinin yolunun tıkanmaması ve politik olarak Avrupa’nın eline koz vermeme biricik kaygı olarak 214


ortaya çıkıyordu. Haberlerdeki abartılı görüntüler insanların yaşamları ve sağlıkları için değildi, Türk mallarının ve devletinin imajını korumaya yönelikti. Ama Türkiye’de bu akıl dışılık aslında zirvelerine ulaştı. Hükümet ve devlet, kümes hayvancılığını yok etmek10 için bir vesile yaptı bu kuş gribini11. Aslında kümes hayvancılığı,

10

“Sağlık Bakanı, sadece hastalığın ön plana çıktığı günlerle sınırlı olarak değil, çok daha kalıcı, uzun vadeli önlemlerin alınması ve halkın da buna alışması gerektiğini savunuyor. 10 milyon itlaf Akdağ, önlemlerin kesin sonuç vermesi ve kalıcı olması için Türkiye'de tereddüt edilmeden ev ölçeğinde beslenen yaklaşık 10 milyon tavuğun itlaf edilmesi gerektiğini vurguluyor. Akdağ, bu görüşünün gerekçesini şöyle özetliyor: "Kuş gribi virüsü göçmen kuşlardan kümes hayvanlarına bulaşıyor. Onlardan da temas eden insanlara. Kuşların göç yollarını değiştiremeyeceğimize göre bu sorun sürekli bir nitelik taşıyor. Türkiye'de virüsün insanlara bulaşmasının nedeni, kırsal kesimde, ev veya bahçe ölçeğinde kümes hayvanı beslenmesi. Elbette bunun ekonomik nedenlerini anlıyorum ama sonuçta devlet 3-5-10 kümes hayvanının sağladığı ekonomik katkıyı telafi edebilir. Bu ekonomik kayıp karşısında dağınık ve açıkta kümes hayvanı beslenmesinin insanlarımıza yönelik olarak taşıdığı tehlike dikkate alınırsa, ihmal edilebilir boyuttadır. Tarım Bakanlığımızın tespitlerine göre Türkiye'de ev ölçeğinde beslenen kümes hayvanı sayısı 10 milyon civarındadır. Bana göre kesin ve kalıcı çözüm, bu hayvanların itlaf edilmesi ve bu tür kümes hayvanı beslemenin tümüyle terk edilmesidir." 'Kültür değişmeli' Sağlık Bakanı, kuş gribi virüsünün yarattığı ve yaratacağı tehlikenin artık Türk insanının kültürünü değiştirmeye zorlayacak boyutta olduğunun altını çiziyor. Hayvanlarla iç içe yaşama, kümes hayvanlarını sevme, onlarla temas etme, çocukların oynamasına ve sevmesine izin verme gibi kültürel alışkanlıkların da bırakılmasını salık veriyor. Akdağ, bu konuya hükümetin çok ciddi biçimde eğildiğine bir örnek olarak son Bakanlar Kurulu toplantısında, ilkokullarda çocukların kümes hayvanlarıyla temas etmelerinin ne gibi tehlikeler taşıdığının bir ders gibi verilmesi üzerinde de durulduğunu vurguluyor. Çocukların bu hayvanlarla temasının kesilmesinin, kesin ve kalıcı önlemlerin başında geldiğine işaret ediyor. “ (F. Bila, 20. Ocak. 2006 tarihli Milliyet) 11

Çiftçi Sendikaları Federasyonlaşma Platformu’nun şu bildirisi net bir fikir veriyor yapılan ve yapılmeyenler ve ne anlama geldikleri hakkında: “ÇİFTÇİ SENDİKALARI KONFEDERASYONLAŞMA Platformu Sözcüsü Abdullah AYSU'nun "Kuş Gribi ve Türkiye Tavukçuluk Sektöründe Yaşananlar" başlıklı basın açıklaması ve raporu BASINA VE KAMUOYUNA Başından bu yana yeterli önlem alınmadığı için felakete dönüşen kuş gribi olayını bir film şeridi gibi üzülerek izliyor, yetkililerin bazı açıklamalarını, yönlendirmelerini taraflı, endişe verici ve çağdışı buluyoruz. Yaşananları tek cümleyle anlatacak olursak; köy tavukçuluğuna karşı meydan muharebesi uygulanmaktadır, diyebiliriz. Başka bir deyişle, hükümet bazı uzmanlar tarafından da destekle köy tavukçuluğunu yok edecek olan tek yanlı bir savaş ilan etmiş, savaşın adı da: “Tavuk meydan muharebesi..” 215


Hükümet ve yetkililer “biz zamanında önlem almadığımız için hastalık yayıldı” diyemedikleri için tavukların hemen hepsini (hastalıklı-hastalıksız) ayrımsız bir biçimde öldürmekte, bütün insanlığın gözleri önünde diri, diri gömmektedirler. Bu tutumun arkasında endüstriyel/fabrikasyon olarak üretilmiş tavuk eti ve yumurtaların üretimine destek olunması vardır. Söz konusu entegre tesislerde üretilen tavukları tüketmenin uygun/doğru olacağı vatandaşa öğütlenerek, niyetlerini ve politik tercihlerini açığa çıkarmaktadırlar. Bir yandan köylünün besin ve geçim kaynağı olan tavuklar, kazlar, ördekler, hindiler yok edilmekte, yoksul köylüyü daha da yoksullaştıracak tutumlar içine girilmekte, diğer yandan kuş gribinden köy tavukçuluğu yaparak geçinen ve beslenenlerin zararı yokmuş, olmayacakmış gibi bir tutum sergilenebilmektedir. Zarar gören kesimin sadece “zulüm endüstrisi” olan endüstriyel tavuk yetiştiricilik sektörüymüş gibi basın açıklamaları yapılmakta, köy tavukçuluğunun artık terk edilmesi gerektiği bakanlar düzeyinde açıklanabilmektedir. Yalnızca endüstriyel tavuk yetiştiriciliğinin kurtarılması için toplantılar düzenlenmekte, ekonomik paketler hazırlanmaktadır. Sürdürülebilir köy tarımı içindeki gezici köy tavukçuluğunun sürdürülmesi için köy tavukçuluğunun zararının karşılanması, tavuk başına verilen tavuk parasına indirgenmekte, köylünün kaybolan kazancını sağlamak ve yaşamak için tutunduğu dalın yeniden oluşturulmasına yönelik çözüm arayışına gidilmemektedir. Bakanların açıklamalarından anladığımız kadarıyla hükümetin Türkiye’de yaşayan vatandaşların durumu ve nasıl yaşadığını bilmediği anlaşılmaktadır. Yok, eğer biliyor da böyle davranıyorsa maksadının sorgulanmasına/tartışılmasına ihtiyaç olduğu orta yerde durmaktadır. Köylünün besin (protein ihtiyacını) ve geçimini sağlamak için sürdürülebilir köy tarımcılığı çerçevesinde serbest gezinen köy tavukçuluğunun sürdürebilirliğine çözüm üretmekle de yükümlü olanların, ne yazıktır ki, köy tavukçuluğunun sürdürülmesini ortadan kaldıracak yasal hazırlıklar içinde oldukları duyumlarını almaktayız. Yetkililer endüstriyel tavukçuluk denilen binlerce tavuğu güneş görmez, ayağı toprağa değmez, dış dünya ile tanışmadan bıçak, ateş, tencere ile tanışan üretim sistemine koşar adım yönelmekte ve yönlendirmektedir. Oysa ki hükümetimizin koşar adım yöneldiği ve yönlendirdiği sistem, birçok gelişmiş ve az gelişmiş ülke ve çiftçileri tarafından kaçar adım terk etmeye başlamıştır. Bir kesime “üret”, bir kesime “sen üretme, pazar ol!” deme hakkı olmadığı gibi, bu durum eşitlik hakkına/ilkesine de aykırıdır. Bu yaklaşımı IMF bir çok ülkeye dayatmakta ve birçok ülkede de uygulattırmaktadır. Bu nedenle IMF’nin meşruluğu gezegenimizde yaşayanların tamamına yakını tarafından tartışma konusu olagelmektedir. Tarafsız bir şekilde vatandaşların hepsine aynı hizmeti ayrımsız olarak yapmakla görevli olanların böyle bir tercih kullanma arzusu içinde olması; düşündürücüdür. Çiftçi sendikaları olarak, yetkililere, “köylüler de vatandaşınızdır” hatırlatması yapıyor olmaktan üzüntülü olduğumuzun bilinmesini istiyoruz. Üstelik tercihlerini ve uygulamalarını yalnızca endüstriyel tavukçuluktan yana yapanlar; kuş göç yollarının konaklama yeri olan göl ile deltalarda yeterli önlem almayarak eksik ve kusurlu davranma siciline sahip olması biz çiftçileri endişelendirmektedir. Bütün bunları söylerken her şeyin aynı şekilde devam etmesi ve sürmesi gerektiğini elbette ki söylemiyoruz. Çözüm olarak şunlar yapılmalıdır: 216


Öncelikle hastalığın yayılmasını engellemek için harcanan çabalar sürdürülmeli. Kuş konaklama alanları olan deltalar, göllerin çevresi hemen şimdi kanatlılardan arındırmalı ve kanatlılardan arındırılmış bir şerit oluşturulmalıdır. Bu şeritlere yakın bölgelerde serbest gezinen tavuklar için belli süreler kapatılacakları kafes tel bölmeler yapılmalı ve köy tavukçuluğu yapanlar buna zorunlu tutulmalıdır. Kafes tellerin örnekleri devlet tarafından yapılmalı, tavuk yetiştiricilerine faizsiz ve uzun vadeli olarak destek verilmelidir. Bu şerit sadece kanatlılardan arınmamalı, göç yolarındaki konaklama alanlarında endüstriyel değil, organik tarım yapılması zorunlu hale getirilmelidir. Yani, tarımsal üretimde kimyasal gübre ile kimyasal ilaç asla kullanılmamalıdır. Kuş konaklama alanlarının çevresinde yapılmış olan konutlar derhal kaldırılmalıdır. Tarım İl Müdürlüğü elemanları sadece tavuk itlafı için köye gönderilmemelidir. Tarım elemanları hafızalarda sadece tavuk öldürücü olarak yer etmemeli, iyi yönlendirilme ve olanak sunulması halinde çok yararlı işler yaptıkları geçmiş çalışmalarından hatırlanmalıdır. Tarım İl Müdürlükleri, tavuk hastalığında ve teşhisinde uzman olan elemanlarını köylere önden göndermeli; tavukların hastalıklı olup olmadıklarını bu uzmanlar belirlemelidir. Bunların ardından hastalıklı tavukların itlafı için ayrı bir ekip(ler) köye gitmelidir. Sağlıklı tavuk, kaz ve ördeklerin yaşatılması için eğitim verecek, donanım sağlayacak ve kuracak olan elemanlar, uzmanlardan sonra köye girmelidir. Elemanlar aynı zamanda hastalıklı olmayan tavukların ayrımını yapan uzman öncülerin girdiği köylerdeki bulguların değerlendirilmeleri doğrultusunda itlaf yapmalı sağlıklı tavukların yaşatılmasına özel önem ve titizlik göstermelidir. Bütün köyler (hastalık bulgusuna rastlanan ve rastlanmayan) gezilerek tavuk besleyenler eğitilmeli, tavuk menşeimiz ve tavuk çeşitliliğimiz koruma altına alınmalıdır. Yetkililer bütün köylerde sadece tavukları öldürüp, tavuk menşeimizi yok edecek itlaf ve itlaf karşılığı olarak tavuk başı para vermeyi değil, beraberinde menşeimizi korumak, köy tavukçuluğunu sürdürebilmek bunun için gerekli düzeneği kurabilmesi amacıyla da köylülere ayrıca destek vermelidir. Yani amaç sağlıklı köy tavuklarını yaşatmayı esas almalıdır. Başka bir deyişle; yetkililer, gıda güvencesinin sürdürülebilir olması için sürdürülebilir köy tarımı bütünlüğü içinde gezici köy tavukçuluğunu yaşatmak için çalışmalıdırlar. Çünkü Türkiye köylüsünün herkes kadar sağlıklı tavuk eti ve yumurtası ile beslenme ve bu yetiştiricilikten geçimini sağlama hakkı vardır. Bu temel bir insan hakkıdır. “Halkın oyları ile iktidara geldim, ben böyle uygun görüyorum ve yaparım” yaklaşımı, oy ile gelenlere de verilmemiştir. Temel olan insan hakları ve hayvan haklarıdır. Buna herkes gibi halkın oyları ile gelenlerin de uyma zorunluluğu vardır. Ayrıca Türkiye’de yaşayan tüm insanların sağlıklı, güvenilir, sürekli beyaz et tüketme ihtiyacı ve hakkı, hükümetlerin de bunu sağlama görevleri vardır. Bu çerçevede Türkiye endüstriyel tavuk üretim sektörüne baktığımızda üretim tarzının getirdiği olumsuzlukların dışında kaygılanmamızı gerektirecek pek çok sorun bulunmaktadır. Bugün kuş gribi bahanesi üzerinden köy tavukçuluğunu, yarın herhangi başka bir hastalık bahanesi ile köy inekçiliği, koyunculuğu ve keçiciliğinin neslini mi tüketeceğiz? Hükümetin sürdürülebilir köylü tarımını, zamanında önlem almayarak insan sağlığı ve hayvanların felaketi üzerinden bir propaganda yürüterek tasfiye edip, yerine şirket tarımcılığını ikame etmek istemesi bizi endişelendirmektedir. Hükümetin tarım ve hayvancılık konusunda attığı her adımı bu nedenle yakın takibe almanın gerekliliğine inanmaktayız. 217


Kuş gribi gibi felaketlere karşı en emin savunma alanıyken, kitlesel imhaları engellemenin en iyi yoluyken ve binlerce yıldır böyle engellenmişken, bu ekonomi dışı cebir ile olağan rekabet ile değil, yasalarla, tedbirlerle küçük üreticilerin, yoksul insanların soluk borularını tıkamanın yoluna da girildi. Böylece, şarklı usullerle, ekonomi dışı cebir aracılığıyla, yani kapitalizm öncesi ve dışı yöntemlerle kapitalizmin yayılışı gündeme geldi. Kümes ve bahçe tavukçuluğunun olağan rekabet yöntemleriyle yok edilmesi için bile sabredemedi Türkiye’nin Müslüman ve Laik sermayesi. Ve nihayet, Türkiye gibi geri bir ülkenin sömürgesi olan Kürdistan’da Kuş Gribini Kürdistan başka Batı başka yaşadı12.

Hükümeti köylüden yana olmayacaksa da en azından üretici kesimler arasında tarafsızlığa, eşit davranmaya, halkı yanlı ve yanlış bilgilendirmeden kaçınmaya, doğru bilgilendirmeye davet ediyoruz. Saygılarımızla. Abdullah AYSU ÇİFTÇİ SENDİKALARI KONFEDERASYONLAŞMA PLATFORMU” 12

Köxüz sitesinde Ümit’in yaptığı karşılaştırmaları içeren şu yazı bir fikir verir:

“Grip Kuş ve.. Bir iki ay önce batıda bir yer; Birkaç kuşta tespit edilen kuş gribi nedeniyle çiftlikler boşaltıldı, Birkaç gün önce doğuda bir yer; Birkaç insanda görülen kuş gribi nedeniyle boşaltılacak çiftlik bulunamadı. Bir iki ay önce batıda bir yer; Tüm kanatlılar; her türlü modern yöntemler kullanılarak itlaf edildi. Her kuş için vatandaşa ödenecek tutar ulusal basın dahil bir çok yöntemle ilan edildi. Birkaç gün önce doğuda bir yer; Birkaç memur bulabildikleri birkaç tavuğu -çoğu ölmüştü- çıplak elleriyle bir römorka yüklediler. Kanatlılara yine az da olsa bir para ödendi. Bir iki ay önce batıda bir yer; Köy girişlerindeki traktörler dahil her şey modern yöntemlerle ilaçlandı, Kuş gribinin tehlikeleri ve ilgili korunma yöntemleri bol bol anlatıldı. Medyada ilaçlama görüntüleriyle birlikte sunuldu bu hem de. Birkaç gün önce doğuda bir yer Ölen insanlar ve hastalığa yakalananlar hastaneye kaldırıldı ve ilgililer bunun kuş gribi olmadığını insan gribi olduğunu açıkladılar. Aynı aileden dört kişi aynı anda zatüre olmuşlardı hepsi buydu... Bir iki ay önce batıda bir yer; İyi ki kimse ölmemişti, büyüklerimiz! tehlikenin geçtiğini hatta dini usüllere uygun kesildiğinde; yine bir kuş olan tavuk etini yiyebileceklerini açıkladılar. Çiftlik sahipleri ne derece modern yöntemlerle tavuk ürettiklerini reklam ettiler. Biz mutlu olduk. Artık tehlike geçmişti. onbeş gün önce doğuda bir çiftlik! 218


Ve sadece bu kadar da değil, kuş gribi, Kürtlere karşı bir ırkçı silah olarak kullanıldı. O güne kadar, binlerce yıldır olduğu gibi hayvanlarla iç içe yaşamış insanlar, uygarlıktan uzak pis vahşiler olarak gösterildi. Özel savaş dairesinin bir psikolojik savaş aracı olarak Türk orta sınıflarını yedekte tutmak için kullanıldı. Toparlarsak, Kuş Gribi örneğinde görüldüğü gibi, Özel Mülkiyet, kâr ekonomisi klasik doğal felaketleri birer modern kıyamet alametine çevirmektedir. Bunu önlemenin tek yolu kâr ekonomisini ortadan kaldırmaktır.

Çiftlikteki tüm tavuklar telef oldu.Yüreğimiz ağzımıza gelmişti ki yetkililer olayın nedenini açıklayıverdiler" korkulacak bir şey yoktu, yolculukları boyunca çok hırpalanan tavuklar kamyon şoförünün kasislerden çok hızlı geçmesi nedeniyle ölmüşlerdi" hepsi buydu, inanmıştık.! Birkaç gün önce doğuda bir yer Sağlık bakanı açıklayıverdi korkulacak bir şey yoktu. Olay basit bir kuş gribi vakasıydı. Ölen "unsurlar" (Sayın Başbakan vatandaşına emek örgütlerine STK lara unsur demeyi tercih ediyor, bildiği bir şey var galiba bizde öyle yapalım) kuş gribinden ölmüşlerdi. İlgililer ve yetkililer açıklayıverdi; önlem alınmıştı, kuş gribine yakalananların aileleri yakın temasta olanları tıbbi korunmaya alınmıştı. Başka hiçbir önleme gerek yoktu, ölen olursa bunların da tahlilleri alınacaktı. Yani rahat olunmalıydı. Tarım bakanı açıklayıverdi; bu basit bir vakaydı, daha önceden de bu bölge üzerinde şüpheleri vardı, çünkü ülkemizde biri Kars, diğeri batıdaki göller bölgesi olmak üzere göçmen kuşların giriş yaptığı iki güzergah vardı. Ama panik olunmadan durum atlatılacaktı. Tv ler duyuruverdiler; hem de kuş gribine yakalananların, üşütüp hasta olmasınlar diye tavuklarıyla birlikte uyuduklarını, ölmek üzere olan tavukların kesilip yenildiğini üstelik çocukların bu kesik başlarla nasılda güzel oyunlar oynadığını atlamadan. Önce zatüre bakanın açıklamasından sonra kuş gribi diyen profesörler açıkladılar; ilaç gelmişti artık müdahale edebileceklerdi. Almanya da kuş gribi vakası hiç olmamasına rağmen tedbiren nüfusun onda birine yetecek kadar halihazır da ilaç vardı ne de gereksiz bir şeydi bu; insanlar öldükten sonra da ilaç temin edilebilirdi pekala. Tv ler ilgili hastalıktan ölmüş tavukları halkın, çocukların çıplak elleriyle traktöre nasıl kayıtsızca yüklediklerini, halkın sırf parasını az bulduğu için kuşları vermediklerini, bu halkın nasılda cahil olduğunu her karesiyle gözümüze soka soka gösterdi. Okulda birkaç öğretmen tavuklarıyla birlikte uyuyan cahillere güldü! Öyle ya tavuklarıyla aynı odada uyuyamazdı insanlar. Ama eğer insansalar! Bugün bir haber; yaklaşık otuz kişi hastaneye kaldırılmıştı-Doğuda birçok yerAma kim korkar bundan biz her gün trafikte bile bundan daha çok insan kaybetmiyormuyuz. Sahi şu meşhur tavuklar yesin diye ithal edilen mısırlara ne oldu bakanım? Birkaç kilsunu birlikte patlatıp yeseydik, Yüzüncü Yıl hastanesinin önünde Tavuklara da hastalara da verirdik yesinler diye. Basına her şey bittikten sonra bilgi vermekten! başka, zaten yapacak ne işimiz var ki...Değil mi?”^ http://www.koxuz.biz/index.php?option=com_content&task=view&id=266&Itemid=87

219


Ancak gerçekte var olan, ulusal devletlere bölünmüş, zengin ve yoksul ülkelerin olduğu bir kapitalizmde bunun şiddeti katlanmaktadır. Soyut olarak pek ala yeryüzü ölçüsünde, aydınlanmanın ideallerine uygun olarak bir tek kapitalist ülke mümkün iken, bu günkü kapitalizmin var oluşu için, ulusal devletler ve “zengin demokratik” “geri baskıcı” devletler ayrımı sistemin devamı için ayrılmaz bir koşul haline geldiğinden; gerçekte var olan kapitalizmde felaketlerin şiddeti katlanmaktadır. O geri ülkelerin sömürgesinde ise, Kürdistan örneğinde görüldüğü gibi, bir sömürgeci savaş aracına ve ekonomi dışı zorla küçük üreticiliğin yok edilmesine dönüşmektedir. O halde kuş gribine karşı mücadele, ilk elde sömürgeciliğe ve ulusal baskıya karşı; ekonomi dışı zorla küçük üreticiliğin yok edilmesine karşı bir mücadele içinde tüm emekçileri ve demokratik güçleri birleştirmeyi hedeflemeli. Ancak bu yetmez. Bu aynı zamanda bu günkü ulusal devletlere ve de nihai olarak kapitalizme, yani özel mülkiyete ve kâr ekonomisine karşı bir mücadele olmak; en azından ona dönüşmek zorundadır. Tabii Hak yolundan gidenler için, yani doğa ve toplum yasalarının söylediklerini anlayanlar; onların uyarılarına kulak kabartanlar için. Bütün belirtilerin gösterdiği gibi, günümüz dünyasında, Kâra, Özel Mülkiyete, hasılı Kapitalizme karşı olmadan hakka uygun bir toplumsal yaşam kurulamaz. Demir Küçükaydın 26 Ocak 2006 Perşembe

220


Mal Varlıkları, Özel Hayat, Devlet Sırları, Ticari Sırlar Türkiye’de burjuvazi ile bürokratik oligarşi arasındaki kayıkçı dövüşünde, yolsuzluklar, karşı tarafı sindirmenin, tecrit etmenin, geri çekilişe zorlamanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. Bürokratik oligarşi, burjuvaziyi sindirmekte ve geri çekilişe zorlamakta bu aracı çok daha etkili ve başarılı olarak kullanmaktadır. Bu etkili ve başarılı kullanışın nedeni kendisinin daha temiz ve namuslu olması değil, bu silahları kullanabilecek pozisyonda olmasıdır. Tüm sırları bilirseniz, bunları istediğinize karşı istediğiniz gibi kullanabilir ve en önemlisi de kendi sırlarınızı koruyabilirsiniz. “Milli sır” veya “devlet sırrı” dediniz mi akan sular durur. Bu zırh karşısında burjuvazinin bu zırhı delecek bir mızrağı yoktur. “ ‘Milli sır’ neymiş, milletten gizlenemez hiçbir sır; devlet devlet ise millete hizmet etmelidir. O halde devlet sırrı da milletten gizlenemez!” diyecek cesareti yoktur burjuvazinin. Bu nedenle, bırakalım yolsuzlukları bir yana, ordunun harcamalarını ve bütçesini denetleyecek ve belirleyecek cesaretten bile yoksundur. Ama buna karşılık, kendisi, devlet partisinin ve oligarşisinin yolsuzluk suçlamaları karşısında, “Ticari sırlar” veya “Özel hayatın gizliliği” gibi, aslında ardına sığınması bir bakıma suçu kabul anlamına gelebilecek olan işe yaramaz içine girilmez siperdedir. Bu nedenle, bürokratik oligarşi, yani Ordusu ve bürokrasisiyle Türk Devleti, Emin Çölaşan gibi tetikçiler aracılığıyla burjuvazinin her türlü manevrasını kolaylıkla, yolsuzluk silahını kullanarak püskürtebilmektedir. Çok namuslu, temiz, kire bulaşmamış görünen ordu (ki bu sadece görünüştür, her hangi bir denetim olanağı bulunmadığı için, yapılan her şey askeri sırlar örtüsünün altına gizlendiği için, “kol kırılır yen içinde” dir) aslında bütün bu yolsuzluk, irtikap ve çürümenin gerçek sorumlusudur. Sorumlusudur çünkü, insanların demokratik haklarının olmadığı; fikir ve örgütlenme özgürlüklerinin olmadığı; her şeyin açık veya gizli devlet organlarının kontrolü altında olduğu bir ülkede, işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin kendi öz örgütlenmelerini yaratma; politik hayata ağırlıklarını koyma olanağı olmaz; kendilerini sermayenin ve devletin saldırılarına karşı korumaları olanağı olmaz. Bu da zenginlik ve yoksulluk farklarının korkunç boyutlara varmasına, demokratik denetim mekanizmalarının hiçbir şekilde oluşma ve gelişme olanağı bulamamasına; bürokratik keyfiliğin sonsuz artmasına yol açar. Bütün bunlar da ezen ve ezilen sınıfların tamamında korkunç bir çürümeye bu çürüme de tekrar bu olumsuzlukların pekişmesine, umutsuzluğun yaygınlaşmasına, işini halledebilmek için avane kliyan (ahbap, tanıdık, torpil) ilişkilerinin güçlenmesine vb. yol açar. Böylece, kendi kendini besleyen bir çürüme, anti demokratikleşme, aşırı bir yoksulluk ve zenginlik çemberi ortaya çıkar. Türkiye’de doksanların başından beri yaşanan tamı tamına böyle kendi olumsuzluklarını besleyen bir süreçtir. Bu süreci başlatan, duvarın yıkılışı oldu. Bu yıkılış, 12 Eylül şokunu atıp toparlanmaya başlayan toplumsal muhalefeti birden bire demoralize etti ve sıfırladı. Bürokratik oligarşinin egemenliğini korumak için özel savaşı başlatabilmesi, Kürt sorununda 221


tam bir inkâr ve baskı politikasına yönelmesi; az çok reform düşünen burjuvaziyi tamamen tasfiye edebilmesi (Özal’ın öldürülmesi); kendi içinde de benzer politikaları önerenleri tasfiyesi (Eşref Bitlis’in öldürülmesi) mümkün oldu. Bundan sonra mekanizma artık zaten kendi kendini üretir oldu. Ne var ki, bu tasfiyede, devlet bürokrasisinin en önemli silahlarından biri, yolsuzluklar oldu. Burjuvazide her zaman bulunan yolsuzluklar oldu. Ne devlet bürokrasisi, ne de burjuvazinin diğer kesimleri yolsuzluklardan daha azade değildir. Ama bürokratik oligarşi burada istediği yolsuzlukları gündeme getirebilmek gibi bir üstünlüğe sahiptir. Devletin bütün gizli servisleri emrindedir ve zaten o oligarşinin sert çekirdeğinin örgütlenmesidir. Bu nedenle yolsuzluklar alanı, burjuvazi ile bürokratik oligarşi arasındaki kayıkçı dövüşünde, burjuvazinin elleri kolları bağlı olarak kaldığı ve sürekli dayak yediği bir alandır. Ve bu, devlet bürokrasisinin geniş yığınları kendi arabasına bağlamasının etkili bir araçlarından biridir. Bürokrasi kontrolü dışına çıkma eğilimi gösteren her politikacıyı, yolsuzluklar sopasıyla kendi çıkarlarının ve egemenliğinin bir koruyucusuna döndürmektedir. Bir Demirel ya da bir Mesut Yılmaz, ya da Bir Türkeş ya da bir Çiller, daha mı az yolsuzluklara bulaşmıştı. Hayır aksine. Onlar çok daha büyük yolsuzluklar içindeydiler. Ama onlara hiçbir şekilde dokunulmadı. Çünkü bürokratik oligarşinin egemenliğini hiçbir şekilde sorgulamamayı aksine ona hizmet etmeyi öğrenmişlerdi. Sadece zaman zaman ayaklarını denk almaları için ucu gösterildi ve onlar da mesajı alıp ayaklarını denk aldılar. Sosyalistler ve devrimci demokrasi hiçbir zaman aklından şunu çıkarmamalıdır. Bu gibi yolsuzluk iddiaları ve dosyaları, hemen daima egemen sınıflar arasındaki bir mücadelede kullanılan silahlardır. Öncelikle hiç unutulmaması gereken işin alfabesi şudur. Bizler bir sistemle sorunluyuz kişilerle değil. Şu veya bu politikacının yolsuzlukları bizlerin bir sorunu olmaz. Herkes sonuna kadar “namuslu” olsa bu sistem daha iyi olmaz. Bu nedenle bizler yolsuzluk dosyaları gibi sorunları her zaman var olan somut sınıf ilişkileri içinde değerlendirmek; bunların aslında egemen güçler arasındaki mücadelede tarafların kullandığı silahlar olduğunu; sorunun bu silahın hangi sınıfın çıkarı için; hangi politika için kullanıldığını görmek ve ifşa etmek olduğunu bir an için bile aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Ama biz bizzat bu silahın nasıl ve hangi çıkar için kullanıldığını göstererek ancak aynı zamanda bu silahı, onu ezilenlerin gözüne kül atmakta kullananlara karşı bir silaha dönüştürebiliriz. İlk önce, bütün bu yolsuzlukların varlığı ile toplumda özgürlük ve hakların olmaması; ezilenlerin örgütlenememesi ve demokratik denetim ve kontrol mekanizmalarının bulunmaması; zengin yoksul arasındaki uçurumun açılması arasındaki ilişkiyi iyi koyarak; çürüme ve yolsuzlukların gerçek sorumlusunun iktidarı gerçekten elinde bulunduran bürokratik oligarşi ve onun keyfi baskıcı sistemi olduğunu; diğer yandan, bu bürokratik oligarşiye karşı çıkar gibi görünen burjuvazinin korkaklığında ve tutarsızlığında olduğunu 222


göstermek gerekir. Çünkü burjuvazinin korkaklığı ve tutarsızlığı aynı zamanda bu bürokratik oligarşinin gerçek iktidarı elinde bulundurmaya devam etmesinin en esaslı nedenidir. Burjuvazi korkak ve tutarsız olduğu için; yani kitlelerin örgütlenmesi ve özgürlüklerden korktuğu için; diğer yandan burjuvazinin bu korkaklığını ve tutarsızlığını dengeleyecek bir politik işçi hareketi bulunmadığı için (Bir ulus teorisi ve başka bir uygarlık programı olmaması, demokratik cumhuriyet hedefinin yitirilmesi gibi programatik eksikliklerden; Stalinizmin zaferi ve devrimci işçi hareketinin yenilgisi; daha sonra duvarın yıkılışının yarattığı moral çöküntüsü ve bozgun gibi bir yığın faktör sıralanabilir.) en küçük bir demokratikleşme ve demokrasi mücadelesi cephesi ortaya çıkamamaktadır. Tam da bu nedenle toplumdaki çürüme kendi kendini beslemektedir. Yani bizim görevimiz yolsuzluklarla mücadele değildir; yolsuzluklarla mücadele ettiğini söyleyenlerle mücadeledir. Çünkü onlardır gerçek yolsuzlukların ve çürümenin gerçek nedeni. Bir sorunu ortadan kaldırmak sonuçlarla mücadeleyle olmaz, onun nedenlerine yönelimle olur. Yolsuzluktan işkenceye kadar her alanda böyledir bu. Sorun işkencenin yasaklayan kararnameler ya da polislerin eğitimi değildir; sorun insanların namuslu olması değildir. Sorunu böyleymiş gibi göstermenin kendisi bizzat egemen sınıf ve zümrenin çıkarlarını korumaya yarar. Dolayısıyla, bu gibi yolsuzluk tartışmalarında, esas vuruş yönümüz, yolsuzlukla itham edilen burjuva politikacıları değil; aksine burjuva politikacılarının yolsuzluklarını ifşa eden veya onları bununla itham eden ve bunu kendi anti demokratik sistemini korumak ve pekiştirmek için kullanan bürokratik oligarşinin sistemi olmalıdır. Bir devrimci demokratın, bir sosyalistin hiç aklından çıkarmaması gereken, ister yolsuzluk, ister işkence, ister başka bir keyfilik olsun, kendisinin esas görevinin, gerçekten egemen bürokratik oligarşiyi tecrit etmek ve parçalamak olduğudur. Bunu unutan her demokrat veya sosyalist muhalefet, bütün iyi niyetine rağmen pratik mücadeleler içinde kendini birden bu egemen oligarşinin fiili bir destekçisi olarak bulur. * Bu sadece yolsuzluklar konusunda böyle değil, her konuda böyledir. Örneğin, bu gün Anti Amerikancılık Türkiye’de, Bürokratik Oligarşinin ABD ile pazarlıklarında onun kendi egemenliğini ve pazarlık gücünü arttırmasının bir aracı olmakla sonuçlanır. Devrimci Demokrasinin, sosyalistlerin tavrı, ABD ile Türk Devleti arasındaki pazarlık ve rekabette, Anti Emperyalizm diyerek Türk devletiyle aynı paralele düşmek olamaz. Bizler tıpkı birinci dünya savaşında Lenin, Luxemburg, Troçki gibilerinin savunduğu, yenilgiciliği savunmalıyız. Yani esas mücadeleyi, içinde bulunduğumuz ülkenin egemenlerine yöneltmeliyiz. Bunu yapmadığımız takdirde, bu ülkelerin ezdiği halklarla birlik oluşturamayız; demokrasi güçlerinin birliğini sağlayamayız. Her dış savaş öncelikle bir iç savaştır. Bölge sosyalistleri, kendilerine egemen olan, her biri gerici devletleri esas hedef 223


olarak koymazlarsa, ABD ile bunlar arasındaki mücadelede basit bir piyon olmaya mahkumdurlar. ABD’ye ve diğer emperyalistlere karşı bir direniş cephesi, bölge halklarının birliği; bölge devletleri yıkılmadan; bir demokratik cumhuriyet kurulmadan olamaz. Tekrar yolsuzluklar sorununa dönersek, bizler esas vuruş yönümüzü burjuvaziye değil; bürokratik oligarşiye yöneltmeliyiz. Burjuvaziye karşı mücadelemiz, onun bürokratik oligarşiye karşı korkakça davrandığı; onunla iş birliği yaptığı; ona karşı en geniş cephenin oluşmasını engellediği noktasından olmalıdır. Onlara mücadeleye ihanet ettikleri noktasından vurmak, onlara korkaklara ve hainlere davranıldığı gibi davranmak gerekir. Yani tıpkı Marks ve Engels’lerin korkak Alman burjuvazisine, Lenin’lerin korkak Rus burjuvazisine karşı davrandığı gibi davranmak gerekmektedir. Prusya Yunkerliğinin, Rus Çarlığının yerinde bugün Türk ordusu ve devlet oligarşisi bulunmaktadır. Ak Parti’nin Rus Kadetlerinden ya da 48 devriminin korkak Frankfurt Parlamenterlerinden farkı yoktur. Bu nedenle, Marks-Engels’lerin, Lenin’lerin tarihsel tecrübesi bugün her zamankinden daha aktüeldir ve etüt edilmeyi beklemektedir. Orta doğudaki tek tek ülkeler bakımından durum buyken, dünya politikası bakımından durum, birinci dünya savaşı öncesindeki gibidir; ikincisi gibi değil. Orta Doğu’da ABD’nin karşısındaki ister emperyalist ister az gelişmiş olsun hiçbir devlet ilerici değildir. Bizler tıpkı ülke içinde bürokratik oligarşiye karşı burjuvaziyi ihanetle suçladığımız gibi; uluslar arası politika alanında da egemen devletlere aynı şekilde mücadele etmeliyiz. ABD’ye karşı direnişi, bölmek, zayıflatmak ve onunla iş birliği içinde bulunmakla. Yani örneğin Kürtleri değil; Kürtlere özgürlük vermeyerek onları ABD ile ittifaka zorladıkları için Türk, İran, Suriye devletlerine karşı mücadelenin önceliğini öne çıkarmalıyız. Çünkü bu devletler yıkılmadan; halkların ve inançların eşitliğine ve özgürlüğüne dayanan demokratik bir cumhuriyet kurulmadan, ABD’ye karşı bir direniş ve mücadele olanaksızdır. ABD’ye karşı bir direniş cephesi kurabilmek için, bölge halkları önce kendilerine egemen olan devletleri yıkmalıdırlar. Marks-Engels döneminde onlar, dünya politikası bakımından, Rusya’yı dünya gericiliğinin merkezi olarak gördüklerinden tüm okları ona karşı yöneltiyorlardı. Bu günkü ABD’yi o günkü Rusya gibi koymak son derece yanıltıcıdır. Bugünkü ABD, Avrupa, Çin, Rusya vs. hiç biri diğerinden ak kaşık değildir; aralarında hiçbir nitelik farkı bulunmamaktadır. Hepsi emperyalisttir. Birine karşı diğerlerini desteklemek söz konusu olamaz. Bu bakımdan durum, dünya politikası ölçeğinde bakıldığında, Marks-Engels dönemine değil, Lenin’lerin dönemine, birinci dünya savaşı öncesindeki döneme benzemektedir. Buna uygun olarak da, MarksEngels’lerin her şeyi Avrupa gericiliğinin kalesi Rusya’ya karşı savaşa tabi kılma anlayışının paraleli sayılabilecek her şeyi ABD’ye karşı savaşa tabi kılma anlayışının tersine, Lenin’ler döneminin yenilgiciliğinde olduğu gibi davranmak gerekiyor. Çünkü bu güçlerin arasında hiçbir nitelik farkı bulunmamaktadır gericilik ve halkların özgürlüğüne düşmanlık bakımından. Hepsi aynı karakterde olunca yıllardır denenmiş strateji Lenin’lerin yenilgiciliğidir. * 224


Ama bir sosyalist için sorun orada bitmez. Bizler hiçbir yolsuzluk olmasaydı; bunlara hiçbir olanak tanımayan bir sistem olsaydı bile bu kapitalizme karşıyız. Bizlerin kapitalizme eleştirisi, onun yolsuzluklara kapı açması vs. gibi noktalardan değildir. Namuslu oportunistlerin en tehlikeli oportunistler olması gibi, yolsuzlukların olmadığı bir kapitalizm; “namuslu” bir kapitalizm en tehlikeli kapitalizmdir. Bizler onan, insan ihtiyaçlarına değil, kâra dayanan bir sistem olması nedeniyle ona karşıyızdır. Kâra dayanma özel mülkiyeti kutsal ve dokunulmaz kılmayı gerektirir. Ama bu kâra dayanan ekonomi, ancak, özel, politik ve ekonomik gibi ayrımlara dayanan bir üst yapıyla; bir “dinle”, bir “uygarlık” olarak var olabilir ve örgütlenebilir. Dolayısıyla kara dayanma ile özel, politik, ekonomik ayrımı gibi ayrımlar arasında özel mülkiyet, kâr, işgücü, artı değer, işgücünün kullanım değeri gibi nitelikler bakımından kopmaz bir ilişki bulunmaktadır. Bu şu demektir: bu uygarlığın dayandığı temel varsayımlardan birini çökerttiğinizde aslında bütün binayı da çökertirsiniz. Bu bakımdan konu aynı zamanda kapitalizme karşı mücadele ile de, bunun stratejik sorunlarıyla ve yeni bir uygarlık projesi ve programlaştırılmasıyla da yakından ilgilidir. Bunu biraz yakından görmeye çalışalım. Bilindiği gibi bu yolsuzluk sorunları ile birlikte hemen her zaman “Sırlar” sorunu gündeme gelir. Birileri hemen çıkar, Bunlar “özel hayatın sırlarıdır”, “bunlar ticari sırlardır” der. Birileri çıkar bunlar “Devlet sırrı” dır der. Bu günkü toplumdaki tüm taraflar, ticari, siyasi (“Devlet sırları”) ve özel “sırlar” olabileceği konusunda kesin bir uzlaşma içindedirler. Bu günkü toplumun tüm çıkmazı da tam buradadır. Sosyalistler bunu sorgulamayı bile akıl edemez durumdadırlar. Etseler bile bir şey söyleyecek durumda değildirler çünkü daha önceden başka bağlamlarda bu tür durumlarda bizzat kendileri “Özel hayatın gizliliği” nin ya da “sırları” nın savunucusu olmuşlardır. Örneğin, ne zaman bir kitle hareketi yükselişi ya da bir terör eylemi olursa, burjuva devletleri hemen, telefonların evlerin dinlenmesi, bu dinleme işinin kolaylaştırılması türünden yeni yasalar çıkarırlar veya böyle yeni yasa teklifleri getirirler. Bu durumlarda solcular hemen her zaman, bu devlet kontrolüne karşı dururlar ama bunu hemen daima yeni yasaların özel hayatın gizliliğini dolayısıyla kişilerin haklarını ihlal ettiği gibi bir noktadan yaparlar. Yani isteseler de istemeseler de, burjuva uygarlığının, kâr ekonomisinin dayandığı özel, politik ayrımını; özel hayatın gizliliğini vs. kabul etmiş ve savunmuş olurlar. Sosyalistler söz düzeyinde kapitalizme veya kâr ekonomisine karşı durduklarını söylerlerken aynı zamanda kâr ekonomisinin, burjuva uygarlığın dayandığı tüm sistemi en temelinden savunmaktadırlar. Yani eğer bir paralellik kurulmak gerekirse, ortada, tıpkı bir zamanlar Lenin’lerin, Troçki’lerin “demokratik cumhuriyet” ve “ulusların kaderini tayin hakkı” programının çelişkisi gibi, bir çelişki bulunmaktadır. Bir yandan, devletin her türlü dilsel, dinsel 225


tanımlanmasını ve eşitsizliği reddeden; bir tek köyün bile ayrılmasını kabul eden demokratik cumhuriyeti savunurken, diğer yandan ulusların kaderini tayin hakkı diyerek, ulusların bir dile, bir tarihe, bir halka göre tanımlanmasını, yani dillerin ve kültürlerin eşitliğine dayanmayan; demokratik olmayan bir cumhuriyeti savunmak gibi bir çelişki bulunmaktadır. Bir yandan kapitalizme, kâr ekonomisine karşı çıkılmakta, ama diğer yandan, bu ekonominin dayandığı tüm üstyapı ve onun özel, politik ayrımı, olduğu gibi savunulmaktadır. Nasıl ulusların kaderini tayin hakkı, demokratik cumhuriyeti içi boş bir retoriğe çevirdiyse, burada da, özeli savunmak, kapitalizme karşı çıkmayı boş bir retoriğe, bir Pazar vaazına dönüştürür. İşçi ve sosyalist hareketin başına gelen tamı tamına budur. Özetle işçi hareketi sadece ulusların kaderini tayin hakkı dolayısıyla, demokratik cumhuriyeti; yani ulusun dile, dine, etniye dayanan her türlü tanımının reddi ilkesini bir retoriğe, içi boş bir kalıba dönüştürmemiş ve işçiler ve sosyalistler bir asgari programdan yoksun kalmış değildir; aynı zamanda özel hayatin gizliliğini savunmak gibi sözde burjuva devletinin baskılarına karşı çıkan formüllerle de, kâr ekonomisi ve kapitalizme karşı çıkış da bir boş kalıba dönmüş, başka bir uygarlık programı bir yana, kâr ekonomisini ve özel mülkiyeti reddeden program bile unutulmuş ve yitirilmiştir. Halbuki sosyalistler sorunu eğer bu uygarlığın dayandığı varsayımları sorgulama düzeyinde koysalar, bu otomatikman kapitalizmin sonunu getirecek bir hareketin yolunu açar. Özel hayatın gizliliği formülü ve savunusu, aslında burjuva uygarlığının, özel, politik ve ekonomik ayrımına dayanmaktadır. Kapitalizmden önce hiçbir sistemde, özel hayat diye bir kategori yoktur. Zaten özel hayat diye bir sosyolojik kategori de yoktur, “özel” ve “özel hayat” kategorileri, ideolojik, hukuksal, yani burjuva uygarlığının dayandığı ve örgütlenmesinin temelini oluşturan kategorilerdir. Örneğin Devlet sırları veya ticari sırlar da, bu ayrıma dayanmaktadır. Böyle bir ayrım olmadan, böyle sırlardan söz edilemez. Bunlar da, bu anlamda, hukuki ve ideolojik kategorilerdir. Sosyalizm henüz yükseliş dönemlerindeyken, henüz sosyalist bir uygarlık, bu ayrımın kendisini sorgulamak diye bir problemi olmadığı zamanlarda bile, gerçekten kapitalizmin dayandığı mantığı da sorguladığından, bilinçsizce ve kendiliğinden de olsa, sonu bu ayrımın kendisini sorgulamaya gidecek sloganlar ve programlar oluşturabiliyordu. Örneğin Ekim devrimini yapan Bolşevikler, bütün devlet sırlarını, gizli anlaşmaları açıklamayı bir program maddesi olarak önlerine koymuşlardı. Keza, insanların açlık tehlikesi karşısında, fiilen ticari sırları ve kârı ve özel mülkiyeti sorgulama sonucunu yaratacak olan, tüm ticari sırların açıklanması; işçi denetimi; var olan işlerin çalışabilir nüfus arasında eşitçe dağıtılması gibi “Geçişsel talepler” ortaya atmışlardı. Bu taleplerin hiç birisi aslında doğrudan doğruya kapitalizmi sorgulamıyordu; ama toplumun, toplumsal yaşımın örgütlenmesi bakımından kârın veya özel mülkiyetin dokunulmazlığını kabul etmiyorlardı. İnsanların ihtiyaçlarını ve birbirlerine karşı sorumla olduğunu hareket noktası olarak alıyorlardı. Dolayısıyla, fiiliyatta kapitalizmin, özel mülkiyetin ve kâr 226


ekonomisinin aşılmasına gitmek zorunda kalıyorlardı. Bir bakıma tersinden yukarıda anlatılan çelişkiyi işliyorlardı. Temel fark, o çelişkide anti kapitalizm veya demokratik cumhuriyet bir retoriğe dönüşürken ve çelişki geriye doğru çözülürken, bu geçişsel taleplerde, çelişki kapitalizmin tasfiyesine varışla çözülmektedir. Ne var ki, bu “geçişsel talepler” çoktan unutuldu; hatta demokratik görevlerden kaçmanın; her biri dile, dine, etniye, soya tarihe göre örgütlenmiş gerici devletlere karşı mücadelenin gündemden düşürülmesinin araçları oldular. Türkiye gibi ülkelerde kimi radikal ve Marksist olduklarını söyleyen Troçkist gruplarda olduğu gibi. İşin ilginci, özel hayatın gizliliği ve dokunulmazlığı parolasıyla yapılan savunular, inisiyatifi burjuvaziye ve burjuva devletine vermekte, onlara, toplum adına özel hayatın sınırlandırılabileceği gibi karşı durulmaz bir argüman vermektedir. Bu durumda, sol muhalifler, toplumsal sorumluluğu fiilen burjuvaziye ve burjuva devletine terk etmekte, kendilerini iyice savunulamaz bir noktada bulmaktadırlar. Bu noktada da sürekli olarak yenilmektedirler. Savaş sonrasında hiçbir ülkede sosyalistler, devletin kontrolünü arttıran her hangi bir anti demokratik yasayı durdurabilmiş değillerdir. Ama bir de şöyle bir program ve davranışı göz önüne getirelim. Sosyalistlerin özel hayatın gizliliğini ve dokunulmazlığını savunmayı bırakıp, özel, politik ve ekonomik hayatın dokunulmazlığı ve gizliliği olamayacağını savunduklarını varsayalım. Yani evet buyursun devlet, benim hesaplarımı kontrol etsin; istiyorsa mektuplarımı okusun; telefonlarımı dinlesin; ama bütün şirketlerin, bütün devlet dairelerinin, bütün örgütlerin tüm yazışmaları; tüm dinlediği telefonlar; tüm tutanaklar; tüm kararlar da tüm insanların bilgisine ve kontrolüne açık olsun. Benim dinlenen telefonumun tutanakları her yurttaşın bilgisine açık olmalı; hesaplarım sadece devletin değil her yurttaşın bilgisine açık olmalı; ama aynı şekilde, bütün şirketlerin, kuruluşların, örgütlerin, devlet dairelerinin de her şeyi herkesin bilgisine açık olmalı. Nasıl özel hayatın gizliliği yoksa “Ticari sırlar” ya da “devlet sırları” da yok. Böyle bir yaklaşım, sosyalistleri birden savunma mevzilerinden ve programsızlıktan çıkıp insiyatif kazandırmakla kalmaz, kapitalizmin temellerine ve dayandığı ilkeleri sorgulayarak, bir sosyalist uygarlığın üzerinde yükseleceği düşünsel temelleri atar. Bu aynı zamanda saldırı insiyatifini tekrar kazanmayı sağlar; devlet ve burjuvazi devlet sırlarını ve ticari sırları savunma mevzilerine çekilirler. Tabii bu savunma mevziinde getirecekleri her argüman onlara karşı bir silaha dönüşür. Geçişsel taleplerin yıkıcı özelliği, onların kâr ekonomisinin ve özel mülkiyetin dayandığı varsayımları sorgulamasında; insanların ortak yaşamını, sorumluluklarını ve ihtiyaçlarını ön plana çıkarmasındaydı. Onların yıkıcı potansiyeli buradaydı. Onlar henüz başka bir uygarlık projesinin bir parçası olarak ortaya koyulmamışlardı; bu kavramsal ve programatik temelden yoksundular ama bu potansiyeli içlerinde taşıyorlardı. Dünya işçi hareketi başka bir yol izlese, 20’lerin yenilgileri sonucu yok olmasaydı, belki sosyal mücadele pratiğinin içinde işçiler kendi denemeleriyle bu gün vardığımız yere çoktan varmış, yani başka bir uygarlık projesine ulaşmış olabilirlerdi. Çünkü Ticari sırların, devlet 227


sırlarının tanınmaması ve toplumun bunları kontrol etmesiyle, özel hayatın dokunulmazlığının reddedilmesi arasında çok büyük bir yol yoktur. Ve bunların dokunulmazlığının olmadığı yerde; özel, politik, ekonomik ayrımının kendisinin fiili bir anlamı kalmaz, bu ayrımın kendisi kolayca reddedilip aşılabilir. Bunun için ille de tarihsel maddeciliğin bu bağlantıyı açıklayan bir din teorisi bulunması gerekmemektedir. Ezilenler mücadele içinde kendi denemeleriyle de buna varabilirler, sonra da Marksistler, bu fiili varışın ardındaki derin nedenleri araştırırken bunu açıklamak için genel olarak bir din teorisine ve bu çerçevede modern toplumun dininin teorisine varabilirlerdi. Böyle bir tarih de mümkündü. Eylem pek ala teorinin önünde yürüyebilirdi örneğin Fransız devriminde veya Paris komününde olduğu gibi. * O halde bu yolsuzluklar bağlamında bizlerin programatik, stratejik ve taktik duruşlarımız şu özelliklere sahip olmalıdır. 1) Yolsuzluk iddialarının burjuvazi ve bürokratik oligarşi arasındaki mücadelede silahlar olduklarını bir an için bile unutmamak ve yolsuzlukların gerçek sorumlusunun toplumda en küçük bir demokratikleşmeye tahammül edemeyen; en küçük bir demokratik denetim ve ezilenlerin öz savunmasına olanak tanımayan bürokratik oligarşi olduğunu vurgulamak, esas mücadelenin sivri uçunu bu oligarşiye yöneltmek. Burjuvaziyi ise, bu oligarşiye karşı mücadeleyi zayıflattığı, dolayısıyla onun dolaylı suç ortağı ve işbirlikçisi olduğu noktasından saldırmak. Bu günkü Türkiye’de yolsuzluk, işkence, toplumsal çürümeyi ortadan kaldırmanın tek yolu bürokratik oligarşiyi ve onun egemenliğini alaşağı etmektir. 2) Doğrudan kapitalizmi, kâr ekonomisini ve özel mülkiyetin dayandığı burjuva uygarlığının temellerini sorgulayan, devlet, sırları, ticari sırlar, özel hayat ayrımını ve bunların gizliliğini reddetmek. Bu günkü sistem hakkında başka bir dünyanın ne olabileceği hakkında bir tasavvur oluşturmak. Politik mücadeleden kaçanların sloganı haline gelmiş olan, “Başka bir dünya mümkün” sloganını, onun nasıl bir şey olduğunu göstererek içini doldurmak. Bütün özel, politik, ticari her türlü bilginin herkese açık olması. Emekçilerin bundan korkacağı hiçbir şey yoktur. Ama burjuvazinin ve devletin bu sırlar olmadan var ve egemen olması mümkün olamaz. Bir köyde, herkes herkesin ne yaptığını bilir. Bu nedenle orada çok daha az suç işlenir. Dünya madem ki globalleşti, bir global köy oldu diyorsunuz. O halde beyler global köyde, global köylüler gibi yaşayalım. Herkes her şeyi kontrol edebilmelidir. Ama özellikle insanlar, kendi çıkarlarının insanların çıkarı olduğunu söyleyen devletleri, şirketleri. Evet, biz ölümlü insanların hesaplarını, telefonlarını, mektuplarını kontrol etmek mi istiyorsunuz. Buyurun edin. Ve sadece siz değil, herkes herkesin bilgilerine ulaşabilmeli. Daha bu aşamada bile bundan zararlı çıkacaklar sizler olursunuz. Ama biz de bütün şirketlerin, bütün örgütlerin, bütün devletlerin ve onların organlarının her şeyini de bilmek ve kontrol etmek istiyoruz. O zaman bakın ne terör kalır ne de açlık ve sefalet, ne de yolsuzluk ve işkence. 228


29 Ocak 2006 Pazar

229


Marksist Kültür ve Uygarlık Kavramları ve Uygarlıklar/Kültürler Çatışması Danimarka’da yayınlanan ırkçı karikatürler ile birlikte bir süredir gündemden düşmüş olan “Uygarlıklar/Kültürler Çatışması” “teorisi” (ki buna “Doktrin” demek daha doğru) tekrar çok duyulur oldu. Bu yazıda kısaca bu kavramların Tarihsel Maddeci ya da Marksist karşılıklarını ve aktüel - yaygın kullanımının somut anlamını ele almayı deneyelim. Irkçı Karikatürlerden sonraki gelişmelerde bunu bir uygarlık veya kültür çatışması olarak tanımlayanlar, genellikle Kültür ve Uygarlık kavramlarını birbirlerinin yerine kullanıyorlar. Marksizm yani Tarihsel maddecilik ise Kültür ve Uygarlığı kesin olarak birbirinden ayırır. Kültür, daha önce “Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük” başlıklı yazımızda da gösterdiğimiz gibi, insanın doğaya kattığı her şeydir. Dolayısıyla Kültürsüz bir toplum yoktur ve olamaz. Ama uygarlık demek, devlet, sınıflı toplum demektir. Dolayısıyla uygar olmayan toplumlar vardır. Nerede, para, ticaret, devlet, yazı, sınıflar varsa orada uygarlık vardır. Ancak bütün bu uygarlık alameti farikalarından çoğu, aslında daha uygarlaşma olmadan ortaya çıkmıştır. Ticaret, para, yazı henüz sınıflar ve devlet ortaya çıkmadan da ilkel biçimleriyle de olsa biliniyordu. Medeniyet’in (Uygarlığın) keşif beratını elinde tuttuğu tek şey Devlet ve Sınıflardır. Uygarlık demek, devletli ve sınıflı toplum demektir. * İlk uygarlık, demir keşfedilmeden çok önce, Tunç ve Obsidyen taşı temelinde, aşağı Mezopotamya’da, balçıklar içinde ortaya çıkmış, oradan, eski dünya karalar topluluğundaki benzer özellikler gösteren, diğer subtropikal Irmak boylarına (Çin’de Sarı Nehir, Hindistan’da İndus, Mısır’da Nil) sıçramıştır. Bu güne kadar insanlık sadece iki türlü uygarlık görmüştür. Klasik Prekapitalist Uygarlık ve Modern Kapitalist Uygarlık. 5000 yıldan beri var olan Klasik uygarlıkların ortak özelliği, artı ürüne, ekonomi dışı zorla el koyulmasıdır (Haraç, vergiler, ganimet vs. ). Bu klasik uygarlıklarda, Sermaye vardır Tefecilik ve Bezirganlık yoluyla bir artı değer elde eder ama bu oldukça arızidir ve artı değer elde edildiğinde toplumun toplam zenginliğinde bir değişme olmaz. Yani sermayenin üretimle bir ilgisi yoktur ve üretimin gelişmesi veya yöntemleri onu ilgilendirmez. Modern kapitalist uygarlık ise, 500 yıl kadar önce, sisli ve soğuk İngiltere’de doğdu. Kapitalist sömürü için ekonomi dışı zora gerek yoktur. Sermaye, üretimle, dolayısıyla onun gelişmesi ve yöntemleriyle doğrudan ilgilidir, artı değeri üretim sürecinin kendisinde elde eder. Kapitalist uygarlıkta, klasik uygarlıktan farklı olarak, artı değer elde edildiğinde 230


toplumda toplam bir zenginleşme ortaya çıkar. Onun klasik uygarlıklardan temel farkı budur. Gerçek anlamda, bir “Uygarlıklar Çatışması” 17. ve 20. yüzyıllar arasında, klasik ve modern uygarlıklar arasında yaşandı. Bunların hepsinde, modern kapitalist uygarlık bu klasik uygarlıkları yerle yeksan etti ve son kalıntılarını birinci dünya savaşının sonunda, bir daha geri gelmemek üzere yeryüzünden sildi. O halde, birici dünya savaşının bitiminden beri, dünyada bir tek uygarlık vardır. Modern Kapitalist Burjuva uygarlığı. Bundan başka hiç bir uygarlık yoktur bu gün yeryüzünde. Bu bakımdan günümüzde bir uygarlıklar çatışmasından sosyolojik olarak söz edilemez. * Kapitalizm öncesi uygarlıklarda, farklı uygarlıklardan söz edilebilirdi. Neredeyse her subtropikal ırmak boyunda, aynı ekonomi temeline dayanmakla birlikte birbirinden farklı üstyapı şekillenmelerine (dinlere) de denk düşen farklı bir uygarlığın varlığından söz edilebilirdi. Bu bakımdan Çin, Hint, Mısır ve Mezopotamya farklı uygarlıklar olarak görülebilirdi. Keza klasik uygarlıklar esas olarak, İbni Haldun’un uygarlık kuşakları biçiminde de sınıflandırılabilir. Birinci Kuşak Uygarlıklar: Esas olarak Tunç’a dayandıklarından zorunlu olarak Subtropikal Irmak boylarına hapsolmuş bulunuyordu. Bunlara Kıvılcımlı “Bitkisel Uygarlıklar” demektedir. İkinci Kuşak Uygarlıklar: Demir’in keşfinden sonra, uygarlık bu ırmak boylarından kurtulup, İran ve Anadolu yaylarına, Çin ve Hindistan’ın daha geniş ve yüksek alanlarına yayılma olanağı buldu. Demir’in Keşfi, İran’ı ayrı bir uygarlık alanı olarak ortaya çıkarırken, Mezopotamya ve Mısır’ı da bir Akdeniz ve Ortadoğu uygarlığının içinde eritti. Üçüncü Kuşak: İslamiyet ile klasik uygarlıkların bir üçüncü kuşağına geçildiği düşünülebilir. Hıristiyanlık, Akdeniz ve Orta Doğu’yu Roma’nın birleştirmesine uygun bir yapıyı sunuyorduysa, İslamlık da, Akdeniz’den, Çin ve Hint’e kadar tek bir dünya ticaretinin üstyapısını sunuyordu. Ne var ki, İslamiyet’in yayıldığı klasik uygarlık alanları, daha yayılmasının başında onu da çürüttüler ve gericileştirdiler. Bundan sonra İslam ancak, Türkmenler, Oğuzlar, Özbekler, Berberiler gibi henüz yeterince uygarlaşmamış halkların gençlik aşılarıyla Hindistan, Balkanlar ve İspanya’ya doğru bir yayılmayla sonuçlanabilen canlanmalar gösterebildi. Kapitalizm doğduğunda, bütün uygarlıklar, diğerlerine göre en genç ve dinamik İslam uygarlığı bile, gençliğini yitirmiş ölüm dönemine girmişlerdi kendilerini öldürecek, merhamet vuruşu yapacak olanı; gençliğini yitirmiş önceki klasik uygarlıklar gibi “Barbar”ların gelip kendisini yıkmasını bekler durumdaydı. Bu bakımdan, Kapitalizmin klasik uygarlıklarla karşılaşması ve onları kesin kendi egemenliği altına alması ve yok etmesi, bir uygarlık çatışmasından ziyade ölümünü bekleyen klasik uygarlıkların işinin bitirilmesidir. Ortada kelimenin gerçek anlamında doğru dürüst 231


“uygarlıklar çatışması” bile olmamıştır. * Bu gün bütün dünyada, esas olarak sömürünün temeli modern kapitalist artı değer üretimidir. Dolayısıyla başka uygarlıklardan ve bunların çatışmalarından söz edilemez. Bütün klasik uygarlık alanları modern uygarlığın, politik ve özeli ayıran temel ilkesini; ulus devletleri kabul ederler. Eski uygarlıkların üstyapısı olan dinler, birer kişisel sorun olarak, inanç olarak vardırlar. Artık onlar, modern uygarlığın politik ve özeli ayıran dininin basit bileşenleri halindedirler. Yani bir Hıristiyan, bir Budist, bir Konfüçyüs, bir İslam uyarlığından söz edilemez. Yoktur böyle bir şey. İslamiyet, Hıristiyanlık ya da başka dinler, birer inanç olarak, modern uygarlığın diniyle simbiyoz bir ilişki içinde birer parazit gibi yaşarlar. “Benim inancım İslamiyet”, “Ben Hıristiyanlığa inanıyorum”, “ben Buda’ya inanıyorum” diyen insanlar, aslında farklı inançları değil, aynı ortak inancı paylaştıklarını; yani dinlerin inanç, yani kişisel, özel bir sorun olduğu inancını kabul etmiş olduklarını ifade etmiş olurlar. Ama bu, kişisel bir inanç sorunu değil, modern toplumun örgütlenmesinin temelidir. Yani onların hepsi aynı modern toplumun dinindendirler. Onun içindeki farklı tarikat veya meşrepler olarak görülebilirler. Onlar bunu derken, Hıristiyanlık, İslam veya Budizm modern toplumun ihtiyaçlarına daha uygun bir özel inanç alanı oluşturur demektedirler. Şeriatı, devlet düzeni olarak isteyenler de aslında, (olanaksız bir şey olan) bir İslam uygarlığını değil, ulusal olanı İslam ve şeriat ile tanımlamayı savunurlar ve bu anlamda politik olanı bir dil, bir soy ya da ırk ile tanımlamaya kalkanlardan, yani modern uygarlığın en gerici biçimini savunanlardan hiç bir farkları yoktur. * Peki, bu günkü şu manzara nedir? Bir yanda Hıristiyan Batı, Diğer yanda Müslüman Doğu. Bir yanda fikir özgürlüğüne toz kondurmayanlar, diğer yanda peygamberime laf söylettirmem diyenler. İlk bakışta sanki farklı değerlerin, uygarlıkların, İslam ve Hıristiyanlığın veya Aklı dokunulmaz tutan burjuva uygarlığı ile Allah ve Muhammet’i dokunulmaz tutan İslam Uygarlığının, iki değer sisteminin çatışması gibi görünüyor. Öyle mi gerçekten? Bu hangi gerçek çatışmanın görünüşü? Eğer ortada farklı kültürler ve uygarlıklar yoksa bu nedir? Önce şu Doğu Batı; Hıristiyan ve Müslüman gibi kavramların ne anlama geldiğine bakalım. “Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük” adlı yazımızda, Avrupa kavramının tek bilimsel kabul edilebilir karşılığının kapitalizm olduğunu açıklamıştık. Kapitalizm Avrupa’da doğduğu ve yayıldığı için, bir kot olarak kapitalizm karşılığı kullanılabilirdi. Bunun aynen Doğu ve Batı kavramları için de geçerli olacağını söylemiştik. Yani Batı Kapitalist, Doğu Prekapitalist uygarlık anlamında bir kot olarak kullanılabilirdi. Böyle bir kotlamada da Komün’ün, uygarlık öncesinin karşılığına Afrika düşüyordu. Afrika’yı Komün, Asya’yı Klasik uygarlıklar, Avrupa’yı modern Kapitalist Uygarlık karşılığı kullanırsak (ki sosyolojik olarak, biricik bilimsel karşılıkları bunlardır bu kavramların) şu sonuç görülür. Tarih boyunca sosyolojik olarak Avrupa yoktur. Tarih boyunca, 500 yıl 232


öncesine, kapitalizm doğuncaya kadar, sadece Afrika (Komün, “barbar halklar”, “İlkel sosyalizm”) ve Asya (Klasik Uygarlıklar) vardır. Kavramları bu gerçek ve doğru karşılıklarıyla kullandığımızda, Kapitalizm’e coğrafi olarak Avrupa’da ama Avrupa’dan değil (ki Avrupa Kapitalizm anlamına geldiğinden bu kapitalizmden kapitalizme geçmek anlamına gelir) Afrika’dan (Komün’den) geçilmiştir. Kapitalizme geçilmediği dönemde, İngiltere Avrupa’da değil Afrika’daydı. Coğrafi olarak Avrupa denen topraklar, o zamanlar sosyolojik olarak Afrika’ydılar. İngiltere Kapitalizme geçtikten sonra Avrupa ortaya çıktı. Keza Oğuzlar, Türkmenler, Özbek’ler veya Moğollar, coğrafi olarak Asya’lı ama sosyolojik olarak Afrikalıydılar (yani ilkel sosyalisttiler). O zamanlar, İspanya örneğin sosyolojik olarak Asya’daydı. Vikingler, haçlı seferlerini yapan Franklar, Germenler, Saksonlar; Türkler, Moğollar hepsi Afrikalıydılar. Bu Afrikalıların bir bölümü Batı’dan bir bolümü Doğu’dan Asya’yı (Klasik Uygarlıkları) feth etmeye çalışıyorlardı. Yani haçlılar Afrikalıydı, Avrupalı değil. Türkler ya da Moğollar Afrika’lıydı Asyalı değil. Vikingler Kuzey’den geliyordu ama o zamanlar dünyada kuzey yoktu. Onlar da Afrikalıydı. Yine bu kotların gerçek ve doğru sosyolojik karşılıklarıyla tarihi ele aldığımızda, şunu görürüz. On altıncı yüzyılda Avrupa’nın ortaya çıkışından, birinci dünya savaşına kadar olan dönemde, Avrupa bütün dünyayı Avrupa yaptı. Ondan sonra dünyadaki Afrika (komünler, uygarlık öncesi toplumlar) ve Asya (Klasik Uygarlıklar) Avrupa (Kapitalizm) oldu. Dünya’da nasıl eskiden Avrupa yok idiyse, artık bu günkü dünyada da Asya ve Afrika yoktur. Bir tek kapitalist uygarlık vardır. Bir tek Avrupa vardır. Bütün dünya Avrupa’dır (Kapitalist’tir). Ama bu Avrupa içinde, bir gelişmiş ve zengin Avrupa, bir de geri ve sömürge Avrupa vardır. Yani bir tek kapitalizmde, şu Merkez – Çevre diye de ifade edilen iki dünya vardır. Buna Kuzey ve Güney de denmektedir. Kuzey ve Güney de, birer yön olarak değil, Merkez ve Çevre’nin; gelişmiş ve az gelişmişin karşılığı olarak kullanılabilir sosyolojik bir kot olarak. Bu bakımdan coğrafi olarak Güney’in de güneyinde bulunan yeni Zelanda veya Avustralya, Kuzeyde; coğrafi olarak Kuzey’de bulunan Meksika, Gürcistan veya Kazakistan sosyolojik olarak Güney’dedir. En kör göz bile görür ki, Avrupa’nın ortaya çıkışından bütün dünyanın Avrupa oluşundan sonra, eski Afrika ve Asya, bu günkü Güney olmuşlardır. Ve bu Güney, artık dünya bir tek Avrupa (Kapitalizm) olduğundan, Avrupa’nın Güneyidir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. Artık bütün dünya Avrupa’dır. Bu Avrupa’nın Güneyi de eski Asya ve Afrika’dır. Ama bu güney, Kuzey ile mücadelesinde bir bayrak olarak veya Kuzey Güney ile mücadelesinde, gerçek ırkçılığını ve ayrımcılığını gizlemenin bir aracı olarak, ortada bir Doğu ve Batı; bir Avrupa ve Asya, Bir Hıristiyanlık ve İslam; bir Aydınlanma ve Gericilik mücadelesi varmış gibi göstermekten çıkarlı olabilir. İşte bu günkü durum tam da böyledir. Gerçekte var olan mücadele ile onların bayrakları arasında hiçbir ilişki yoktur. Bizler mücadelelerin hangi güçler arasında olduğunu, bayraklarıyla değil onların ardındaki gerçek güçlere bakarak anlayabiliriz. Bu gerçek güçlerin 233


neler olduğu ise ekonomik temelden çıkar. Tarih’ten bir örnek verilebilir. Çok örnek verilen haçlı seferlerinde, Hıristiyan ve İslam uygarlıkları çatışmıyordu. Haçlı seferlerinde Hıristiyanlık bayrağıyla Bizans ve İslam devletlerine saldıranlar, sosyolojik olarak Afrikalı, henüz uygarlaşmamış bu günkü kuzey Avrupalılardı. Haçlı seferleri bir “Uygarlıklar Savaşı” değil, bir “Barbar Akını” idi. Ya da Tersinden bir Örnek verirsek, Oğuzların Bizans’ı yıkması ve balkanlara doğru yayılışı bir uygarlıklar çatışması değil, Uygarlığa yapılan bir barbar akınıydı. Bu akının İslam veya Hıristiyanlık bayrağıyla yapılmış olması onun gerçek sosyolojik ve tarihsel anlamını değiştirmez. Bu gün de, biz savaşan güçleri onların bayraklarıyla değil, o bayrakları kullanan güçlerle değerlendirebiliriz. Ve bunlar kendi iddialarının aksine ayrı uygarlıklar veya kültürleri değil, bu günün kapitalist dünyasının somut bölünmelerini ifade eden somut güçlerdir. * Politik İslam’ın veya Ulusçuluğun göstermek istediğinin aksine, bir Hıristiyan ve İslam Uygarlığı ve bunlar arasında bir çatışma yoktur. Gerici Modern ulusçuluğu savunanların iddialarının aksine de modern burjuva uygarlığının aydınlanması ile aydınlanma öncesinin uygarlığının bir çatışması da yoktur. Çünkü bu güçler yokturlar artık. Ama olayları ve çatışmaları böyle göstermekten çıkarlı güçler vardır. Kuzey’in zengin ülkelerinin burjuvazisi, çatışmayı böyle gösterebilmelidir ki, zengin ülkelerin emekçilerini, modern uygarlığın değerlerini savunma adına savaşa sürebilsin veya uzaktan atacağı bombalarla işleyeceği cinayetler onaylansın. Aynı şekilde, geri ve yoksul ülkelerin egemenleri de böyle gösterebilmelidir ki, geniş kitlelerdeki memnuniyetsizliği kendi gücünü ve iktidarını koruyup pekiştirebilmek ve pazarlık gücünü arttırabilmek için kullanabilsin. Aydınlanma’yı savunduğunu söyleyenler yalan söylüyorlar. Aydınlanma insanları şu veya bu devletin yurttaşı olarak tanımlayarak haklardan yoksun etmeyi savunmuyordu. Yurttaş ve insan özdeş kavramlar olarak görülüyor ve tüm dünya ölçüsünde bir tasavvur bulunuyordu: Vatanım Yeryüzü, illetim İnsanlık idealiydi aydınlanmanın ideali. Bu gün Kendilerini Batılı, Aydınlanmanın değerlerini savunmakla tanımlayanlar ulusal devlet ve sınırların bir numaralı savunucularıdırlar ve bu ayrımlar sayesinde dünya Kuzey ve Güney olarak bölünmektedir. Keza İslam’ı savunduğunu söyleyenler, İslam’ın ulusal devletlerle bir arada olamayacağını unutmuş bulunuyorlar. İslam, bu günün putları olan ulusal bayraklar ve onların devletlerine karşı bir cihat demektir her şeyden önce. Her hangi bir ulusal bayrağın dalgalandığı her yer, hatta bu ulusal bayrak Şeriate göre tanımlanmış bir İslam Ulusunu bile temsil etse, “Kafir Toprağı”dır, “Dar ül Harp”tir.. Yani her ikisi de doğuşlarındaki insancıl ve yeryüzü ölçüsündeki ideallerini terk etmiş, 234


zıddına dönmüş; kurtuluşun değil baskının aracı olmuş, gericileşmiş dini savunuyorlar ideolojik olarak. İdeolojik düzeyde, gerek İslam Uygarlığını, gerek Burjuva Uygarlığını ve onun değerlerini savunduğunu iddia eden tarafların ikisi de aslında burjuva uygarlığının gerici biçimini savunmakta; dünyayı ulus devletlere bölünmüş olarak tutmakta anlaşıyorlar ve bunda bir sorun görmüyorlar. Tam da savundukları uluslara göre dünyanın bölünmüşlüğüdür bu zengin ve yoksul farklarını yaratan. Irkçılığa karşı mücadele ancak ulusal sınırlara ve uluslara karşı mücadele ile mümkündür. Bunu da ancak İşçi hareketi ve Sosyalizm gerçekleştirebilir. O halde sosyalist mücadele, işçilerin mücadelesi bundan sonra burjuva uygarlığına karşı bir savaş, bir uygarlıklar savaşı, henüz doğmamış sosyalist uygarlığın burjuva uygarlığına karşı savaşı olmak zorundadır. Evet, bizler “uygarlıklar savaşı”ndan yanayız ama bu gün uygarlıklar savaşından söz edenlerin hiç birisi uygarlıklar savaşı yapmamakta; gerçek bir uygarlık savaşını; sosyalist bir uygarlık tasavvurunun bu günkü gerici burjuva uygarlığa karşı savaşını engellemek için iş ve güç birliği içinde bulunmaktadırlar. Uygarlıklar savaşı doktrinleri ya da teorileri gerçek uygarlıklar savaşını engellemenin; sosyalist uygarlığa karşı savaşın bir silahıdır. Bir uygarlıklar çatışması sadece burjuva uygarlığının dayandığı bütün varsayımları sorgulayan, onu yok etmeye yönelik bir sosyalizm ile olabilir. Ortada bu anlamda hiçbir hareket olmadığından ve var olan sosyalistlerin hepsi, özel ve politik ayrımını; politik olanın ulusal olana göre tanımlanması ilkesini sorgulamayı bile akla getirmediklerinden aslında burjuva uygarlığının, çoğu kez en gerici biçimlerinin sıradan bir mezhebidirler. Bu anlamda da bir uygarlıklar çatışması yoktur. * Ama biz biliyoruz ki, dinler aynı zamanda farklı sınıfsal ve toplumsal güçlerin arasındaki çatışmada birer bayrak da olurlar. Bu bakımdan farklı sınıflar ve toplumsal güçler arasındaki çatışma dinsel bir çatışma gibi görünebilir. Bu dinsel biçimlerdeki çatışmayı bir uygarlıklar çatışması gibi göstermek, tarafların çıkarlarına uygun olabilir. Bu gün tam da olan budur. Aslında Merkez ve Çevre bölünmesi ya da Avrupa’nın Kuzeyi ve Güneyi ya da dünya işçi sınıfının Siyah – Beyaz bölünmesi Hıristiyan batı uygarlığı ile İslam uygarlığı bölünmesi gibi yansımakta ve yansıtılmaktadır. Geri ülkelerin neredeyse, (Afrika’nın Güney’i ve Güney Amerika hariç) tamamı, aynı zamanda İslamiyet’in yaygın olduğu ülkelerdir. Ayrıca Avrupa ve Amerika’da yaşayan göçmen ve siyahların önemli bir bölümü de Müslüman’dır. Buna karşılık, zengin ülkelerin, Yani Avrupa’nın Kuzeyinin, beyazların, neredeyse tamamı Hıristiyan, hatta Protestan’dır. Bunun yanı sıra, geri ülkelerdeki egemen sınıfların büyük ölçüde yaşam tarzları da bu beyazlarınkine benzer. Bu durumda, olayların özüne inmeyen yüzeysel bir bakışın, tıpkı güneşi dünyanın etrafında 235


dönüyor görmesi gibi, bu günkü dünyadaki çatışmayı bir Hıristiyanlık İslamiyet çatışması gibi görmesi mümkündür. Buradan da kolaylıkla Hıristiyanlık Batı, İslamiyet Doğu; Hıristiyanlık Maddiyat İslamiyet Maneviyat türünde paralelliklere ve Uygarlıklar çatışması gibi kavramlara varılabilir. Bu anlaşılır bir durumdur. Geniş kitleler açısından da durum aşağı yukarı böyle kavranmaktadır. Ne var ki sorun sadece olayların özüne inememekten, gerçek güçleri görememekten kaynaklanmamaktadır, bu aynı zamanda belli çıkarları savunmanın aracı bir ideolojidir. Uygarlıklar çatışması teorisinin ABD’den çıkması bir rastlantı değildir. Bu aslında, geri ülkelere yönelik saldırgan bir politikanın ideolojik hazırlığıdır. Nasıl geçen yüz yılda, kimi ırkların veya kültürlerin üstün olduğu teorileriyle sömürgeciliğin ve faşizmin ideolojik yolları açıldıysa, bu günkü uygarlıklar çatışması teorileri de daha sofistike olarak aynı işlevi görmektedir. Bugün Dünyadaki bütün önemli petrol üreten ülkeler Venezüella ve Rusya hariç nüfusunun çoğu Müslümanlardan oluşan ülkeler olduğu için ve bu ülkelerin halkları da İslamiyet’i sömürülmelerine ve uğradıkları baskıya karşı mücadelede bir bayrak olarak kullandıkları için, Uygarlıklar Çatışması teorisi, bu haklara karşı cezalandırma ve ezme seferlerinin ideolojik alt yapısını oluşturmaktadır. Ne var ki, bu uygarlıklar veya kültürler veya Hıristiyanlık İslam çatışması teorileri aynı zamanda bizzat o nüfusunun çoğu Müslüman olan ülkelerdeki egemenlerin de işine gelmektedir. Bunlar Türkiye’de olduğu gibi İslamiyet’i bayrak yapmış, palazlanmış burjuvalar; İran’daki gibi geleneksel bir Molla oligarşisi; bir askeri diktatörlük ya da bir monarşi olabilir. Bu teori onların da aynı zamanda geniş kitlelerin memnuniyetsizliğini kapitalizmden ve kendilerinden uzaklaştırmalarının da bir aracı olarak işlev görür. Böylece o kitlelerin memnuniyetsizliklerini kendi pazarlıklarında bir tehdit aracı olarak kullanırlar. Dolayısıyla ortada bir kültürler veya uygarlıklar çatışması olduğu savından yola çıkanlar, ister bu çatışmayı yumuşatmak istesinler, ister kışkırtsınlar, özü itibariyle karşılıklı bir suç ortaklığı içindedirler. Bu tıpkı soğuk savaş döneminin bürokratik Stalinist diktatörlüklerinin de, diğer kapitalist ülkelerin de çatışmayı bir sosyalizm kapitalizm çatışması gibi göstermekten ortaklaşa olarak çıkarlı olmaları ve o ülkelerin sosyalist olmadığını söyleyen devrimci Marksistler karşısında suç ortaklığı içinde bulunmaları gibidir. * Bu suç ortaklığı somut olarak Karikatür üzerine gelişmelerde çok açık görülmektedir. Karikatürlerin ırkçı olduğu çok açıktır. Zengin ülkelerin ne yöneticileri ne aydınları ne de sosyalistleri şöyle bir davranış göstermedi: “Bu karikatürler ırkçıdırlar, Muhammet’i sembol olarak kullanarak, İslam’a inanan yoksul ülkelerin insanlarını ve onların şahsında da bu yoksul ülkelerin halklarını, insanlık düşmanı teröristler olarak göstererek, zengin ülkelerin işçi ve emekçilerini bu halklara karşı psikolojik 236


ve ideolojik olarak sefere hazırlamakta, ırkçılık yapmaktadırlar, bunu proteste ve mahkûm ediyoruz. Irkçılığı savunan ideolojilere karşı yasaklamalarla mücadele edilemez, çünkü yasaklar bütün dünya tarihi göstermiştir ki daima gericiliğin işine yarar. Tartışmayı fikir özgürlüğü ile onu reddedenler gibi koymak yanlıştır. Burada bizlere düşen ırkçılığa karşı mücadele etmektir. Bunun ilk şartı da bu ırkçılığı mahkûm etmektir. Irkçılığı temelinden yok etmek ancak politik olanın tanımından ulusun tanımından sadece dil, din, etniyi değil her türlü territoryal sınırlamayı dışlamakla olabilir. Bu ise bu günkü ulusların ve ulusal sınırların ortadan kaldırılmasını gerektirir.” Beyazlar karikatürlerin ırkçılığını mahkûm ve teşhir etme yerine, sorunu bir fikir özgürlüğü sorun gibi koydular. Karikatürlerin ırkçılığından değil, provakatifliğinden söz ettiler. Ama bu koyuş da bizzat zaten dünyanın, zengin ve yoksul; güney ve Kuzey; Siyah ve beyaz olarak bölünüşünün bir yansıması ve zenginin, beyazın, kuzeyin, merkezin kendi çıkarını korumasının aracıydı. Buna karşılık karikatürleri protesto eden ve karşı çıkan “siyahlar” veya “güney”dekiler de “Bu ırkçı karikatürleri protesto ve mahkum ediyoruz, tüm insanları da buna davet ediyoruz; bu ırkçılığa karşı yasaklarla değil, somut tavır alışlarla, onların ırkçılığını göstererek mücadele edilebilir” gibi bir yaklaşım içinde olmadı hiç bir zaman, böyle sesler duyulmadı. Bütün tartışma, “benim kutsal olduğuna inandıklarıma laf söyletmem” alanına taşındı. Yani bizzat burjuvazi, hükümetler vs. nin işine gelecek gerici bir noktadan tepki gösterildi. Bu da beyazlara, kuzeylilere, “benim kutsalım da hiçbir şeyin kutsal olmadığıdır” deme olanağı sağlandı. Ortada sanki ırkçılık ve ona duyulan tepkiler yokmuş da, bir yanda Muhammet’i dokunulmaz görenler, bir yanda hiçbir şeyi dokunulmaz görmeyenler gibi; sanki iki değer sistemi ve bunların çatışması varmış gibi; ortada sanki farklı değerler, yani farklı uygarlıklar çatışması varmış gibi görünüm ortaya çıktı. 21 Şubat 2006 Salı

237


Yaradılış Teorisi, Tanrı ve Ulusçuluk Son günlerde Harun Yahya olduğu söylenen Adnan Hoca vesilesiyle Yaradılış ve Evrim teorileri sorunu gündeme geldi. Ne var ki, bu sorun kanımızca yanlış tartışılmaktadır. Çok temel bir yöntembilimsel hata yapılmaktadır. Sosyolojik bir sorun, sanki biyoloji veya fiziğin konusu bir sorunmuş gibi tartışılmaktadır. Örneğin bu günkü Radikal’de İsmet Berkan TÜBİTAK’ın çevirdiği bir kitaptan alıntılarla yaradılış teorisine karşı argümanlar getirmektedir. Muhtemelen birçok sosyalist de “Materyalist” olarak bu tür tartışmalara girmeye ve “bilimsel” ve “Materyalist” açıklamalar yapmaya çok eğilimlidir. Ne var ki, biz burada, bu yöntemin yanlışlığını tartışacağız. Yaradılış teorisi de önü sonu bir teoridir. Tıpkı evrim teorisi gibi. Onunla tartışma bizzat olgular ve bunların tutarlı bir açıklaması düzeyinde yapılabilir. Tıpkı, belli bir konudaki iki farklı bilimsel teori arasındaki tartışma gibi olabilir bu. Yani yaradılış teorisini öne sürenlere karşı, yine onların da kabul ettiklerini söyledikleri olgular ve mantıki çıkarsamalarla cevap verilebilir. Çünkü yaradılış teorisini en son bilimsel verilerle kanıtlamaya çalışanlar, aslında bilimsel düşünce ve kanıtlama yöntemlerini zımnen kabul etmiş olmaktadırlar. Onlar kanıtlarını bu ölçülere uygun olduğu iddiasıyla getirmektedirler. Burada yapılması gereken, yine bizzat olgular ve iç tutarlılığı olan çıkarsamalarla bunun böyle olmadığını göstermektir. Elbette bir bilim alanında bir parça bilgisi olanlar, ortaya atılan her teoriyi ciddiye almazlar. Çünkü dünya bir sürü otodidakt amatörlerle doludur ve bu tür teorilerin çoğu daha ilk adımda temel eğitim görmüş bir insanın bile yapmayacağı olgusal ve mantıksal hatalarla maluldürler. Bu problemi şöyle bir örnekle açıklamayı deneylim. Örneğin Matematikte, Fermat Teoremi gibi çözülmemiş bazı problemler vardır ve bunların çözümü için çeşitli bilim kurumları birçok yarışmalar açar ve ödüller koyar. Bu yarışmalara yüzlerce çözüm yollanır. Başlangıçta gelen bütün çözümleri en iyi matematikçiler günlerce tek tek ele alıyorlardı. Ancak bir süre sonra görüldü ki, yollanan çözümlerin çok büyük bir bölümü, temel eğitim almış bir matematikçinin bile yapmayacağı temel ve çok basit hatalarla maluldü. Biçimsel bir eşitlik ilkesine uyup bütün bu yüzlerce en temel kriterlerden yoksun çözümü dünyanın en büyük matematikçilerinin incelemesi, o matematikçilerin büyük bir zaman ve emek kaybına sebep olmaktaydı. Bunun üzerine, çözüm yollamak için örneğin bir bilimsel dergide daha önce bir veya birkaç makalenin yayımlanmış olması gibi kriterler getirilmiştir. Yani her teori de aynı değerde değildir. Yaradılış teorileri de aslında, amatör matematikçilerinki gibi en sıradan bir bilim adamının yapmayacağı bir sürü temel hatalarla ve mantıki çıkarsama yanlışlarıyla maluldürler ve o amatör matematikçilerinki kadar bile bir 238


dikkat ve enerji harcanmasını gerektirmezler. Ama bu yaratılış teorileri nedense, bilimin kendi ölçütleri ve ihtiyaçları açısından hiçbir özel dikkati gerektirmeyecek amatörce yargılarla malul olmalarına rağmen, aynı kategorideki diğer teorilerin hepsinden fazla bilinmekte ve tartışılmaktadırlar. Bunun nedeni çok açıktır? Bu teorilerin böyle çok ve yoğun tartışılmasının nedeni, onların bilimsel değerlerinden değil, toplumsal ağırlıklarından kaynaklanır. Bu bize otomatikman şunu gösterir aslında. Bu tartışma, bilimsel bir tartışma, ya da belli bir bilime ilişkin spesefik bir tartışma değil, politik ve ideolojik bir tartışmadır. Bu durumda yapılması gereken, o yaradılış teorilerinin yanlışlığı ya da doğruluğu tartışması değil, o yaradılış teorilerinin, niçin böyle toplumda her zaman büyük bir taraftar kitlesi bulduğudur? Yani aslında tartışmanın sosyolojik bir boyutta yürütülmesi gerekir. Sosyolojik bir tartışmayı ve açıklama gereğini, biyoloji veya fizik biliminin bir tartışması gibi ele almanın kendisi yanlıştır. Ve sözde bilimi ve materyalizmi savunanlar, yani yaradılış teorilerine karşı örneğin evrim teorilerini savunanlar, materyalizm ve bilim adına aslında sosyolojik bakımdan tam da idealist ve bilim dışı bir tartışma yürütürler. Varlığın düşünceyi değil, düşüncenin varlığı belirlediği; akli argümanların insanların tavırlarını belirlediği gibi idealist bir yaklaşımın bilinçsiz savunuculuğunu yapmış olurlar, doğa bilimlerinden kanıtlarla yaradılışın yanlışlığını kanıtlamaya çalışırlarken. Yani yaptıklarının nesnel anlamı, kendi sandıkları, yaptıkları ve iddialarının tam zıddıdır. Ne demek istediğimizi açıklama için şöyle bir örnek verelim. Şu uçan daireler ve ufoları ele alalım. Uçan daireler ve ufolar fiziksel olarak var olmayan varlıklardır, yoktur böyle bir şey. Ama Ufolar ve Uçan dairelerin varlığına ilişkin düşünce ve kabul vardır. Ufolar değil, ufoların gerçeklik olduğu düşüncesi ve kabulü gerçekliktir. Bu anlamda Ufoların, Fiziksel değil ama sosyolojik olarak var olduğunu söyleyebiliriz. Siz istediğiniz kadar, uçan dairelerin olmadığına dair bilimsel kanıt getirin. Bu kimseyi ikna etmeyeceği gibi, gerçek sorunun, uçan dairelerin fiziksel varlığı değil bunların varlığına ilişkin düşünce ve inancın varlığı, onların sosyolojik varlığı olduğunu örtmüş olursunuz. Böylece bilimsel gibi görünen bütün çabalarınız aslında sosyolojik olarak, ele alınması gereken bir sorunu sosyolojik olarak ele almayarak, yani fizik bilimine ilişkin bir yöntem sorunuymuş gibi, bir düşünce sorunuymuş gibi ele alarak, en temel bilimsel hatayı yapmış ve bilim dışına düşmüş olur. Yani Uçan dairelerin var olmadığına ilişkin fiziki argümanlar, sosyolojik bir olayı fiziki argümanlarla tartıştıkları için, sosyolojik bakımdan bilim dışıdırlar. Yaradılış Teorisi veya tanrının varlığı da öyledir. Sorun yaradılış teorisi veya Tanrının var olup olmadığı değildir. Tanrıya veya yaradılış teorisine inananlar vardır. Yani Yaradılış teorisi veya Tanrının var olduğu fizik veya biyolojik değil, sosyolojik bir sorundur. Tanrı fizik olarak var olup olmadığı sosyolojinin konusu değildir. Ama tanrı fizik olarak var olmasa bile, sosyolojik olarak vardır, tıpkı ufolar gibi. O zaman şu soru gelir gündeme, niçin insanlar ufolara, tanrının varlığına veya yaradılış teorisine inanmaktadırlar. Sorun olguları veya bilimsel teorileri bilip bilmeme sorunu değildir. 239


Sorun, bilim karşısında ortaçağ karanlığını savunma sorunu olarak koyulamaz. Sorunu böyle koyuşun kendisi bizzat sosyolojik bakımdan bir sorundur ve bizzat kendisi de sosyolojik bakımdan açıklanmayı bekler tıpkı tanrıya veya ufolara inancın toplumsal bir gerçeklik olması ve açıklamayı beklemesi gibi. Süpersonik jet uçaklarını kullanan pilotların nazar boncuğu taktığı bir çağda ve toplumda, (bu öyle ayrıksı bir olay da değil, modern toplumda yaşayan insanların çok büyük yüzdeleri böyledir) tanrının varlığına veya yaradılış teorisine inanç sosyolojik bir gerçeklik olarak açıklanmayı bekler. Yaradılış Teorisi veya tanrı inancının belli çıkarları gizlediği, o çıkarları savunmanın bir aracı olduğu gerçektir ve doğrudur da birçok durumda. Ama bu o karmaşık gerçeğin sadece bir yönünü açıklayabilir. Nazar boncuğu takan Jet pilotları veya Windows’ta beş vakit ezan okuma programı yazan programcılar veya bu programları kullananlar ne olacak? ABD’de yaşayan insanların yarısı uzaydan gelen canlıların dünyayı ziyaret ettiğine inanıyor. Bunlar ne olacak? Bu karmaşık problem açıklanmayı bekler. Bunun birçok farklı soyutlama düzeyinde ele alınması ve incelenmesi gerekir. Belli sınıfların çıkarlarının savunusu bir düzeydir. Bir toplumsal ve tarihsel umutsuzluk ve çıkışsızlık döneminde yaşanıyor olması bir başka düzeydir. Kapitalizmin üstyapısı ve dini olan özel politik ayrımının insan davranışlarına anlam ve düzen verebilecek bir ilkeyi getirme yeteneğinde olmaması bu nedenle kapitalizm öncesinin üstyapısından, Özel’i, yani politika ve ekonomi dışı insanların toplum halinde yaşayışını düzenlemek için ödünç alması ve onunla simbiyoz bir ilişkiye girmesi böyle bir açıklama teşebbüsünde bir başka düzeydir. Ama kanımızca en önemlisi şudur: kapitalizmin işleyebilmesi için insanların bir inancı veya değeri olması gibi bir ihtiyaç yoktur ama bizzat kendisi kapitalizmin ürünü olan birey ya da insanın tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar buna ihtiyacı vardır. Aslında kapitalizme ve onun üstyapısına bir derin isyanın dışa vurumudur bir yaratıcıya veya yaradılış teorisine olan bu geniş inanç. O zaman şu sonuç ortaya çıkar. Yaradılış teorisiyle mücadele, onu yaratan ve böyle yaygın kılan sosyolojik koşullarla mücadele olmak zorundadır. Yani Yaradılış teorisiyle mücadele evrim teorisinin doğruluğuna ilişkin argümanlarla değil, kapitalizme karşı mücadeleyle olabilir. Bu ise her şeyden önce, kapitalist toplumun siyasi üstyapısına, dolayısıyla uluslara ve devletlere, ulusal sınırlara karşı bir mücadele olmak zorundadır. Bir yandan evrim teorisi ile yaradılışçılığı eleştireceksiniz, diğer yandan uluslar ve ulusal devletleri savunacaksınız. Bu uluslar, bir yaratıcı veya yaratılış olduğu inancından daha mı bilimseldir? Lenin’in bir makalesi vardır Militan materyalizmin önemi üzerine diye. Orada aydınlanma filozoflarının eserlerini yayınlamaktan söz eder. Bu günün militan materyalizmi, yaradılış teorileriyle değil, uluslar ve ulusçulukla mücadele etmelidir. Ulusların ve ulusçuluğun nasıl 240


yalanlar üzerine inşa edildiğini ele alan ve gösteren yazınla ittifak etmelidir tıpkı Lenin’in Aydınlanmacı yazarlarla önerdiği ittifak gibi. 14 Mart 2006 Salı

241


Jakobenizm Nedir? Osmanlı’da Kim Jakobendi? Bugün Kimdir? Ortaya çıktığı günden beri sol görünümlü bir gericiliği ve milliyetçiliği savunan Doğu Perinçek ve partisi, her zaman olduğu gibi şimdi de tarihi ve kavramları alt üst ederek bu günkü gerici ve ırkçı politikalara sol bir cila sürmeye çalışıyor. Bunlar için olaylar ve kavramlar, o an izlenen gerici politikalara bir sol görünüm kazandırmak için içerikleri boşaltılacak ve istenildiği gibi oynanacak basit araçlardır. Türkçü Bonapartist Talat Paşa’yı Jakoben yaptıkları kolaylıkla, Hazreti Muhammet’i de cuntacı yaparlar. Örneğin şöyle yazıyor “Bilim ve Ütopya” dergisinde “Silahlı Peygamber Hazreti Muhammet’in Medeniyet Devrimi” adlı çok bilimsel yazısında bay Doğu Perinçek: “Hz. Muhammed de, bütün devlet ve medeniyet kurucuları gibi, elbette silahlı bir güce kumanda etmiştir. Silahlı güç tekeline sahip olmak, devletin ayırt edici özelliğidir. Silahlı güç varsa, devlet vardır. Ve her medeniyet, ancak devletle, silahlı güçle kurulur. İnsanlık kabile toplumundan devlet ve medeniyet kuruculuğuna silahın tekelde toplanmasıyla geçmiştir. İşte İslam Peygamberi'nin büyük başarısı da buradadır. Mezopotamya uygarlığı, Mısır, Çin, İran, Türk, Yunan, Roma uygarlıkları, Cromwell'in İngiliz demokrasisi, Washington ve Lincoln'ün Amerikan demokrasisi, Robespierre'in Fransız demokrasisi, Bismarck'ın Alman birliği, Garibaldi'nin İtalyan birliği, hep silahla kurulmadılar mı?” Burada yapılan oyunun niteliği çok açıktır. Aynı şekilde, silah ve savaş aracına başvurdukları için, sosyolojik olarak tamamen farklı karakterdeki, farklı sınıfların ve tarihsel dönemlerin ifadesi olan kişi ve hareketler, sadece silaha başvurmalarından hareketle aynı sepete atılmaktadır. Bay Perinçek, İslam peygamberinin büyüklüğünü onun başarısında, başarısını da silah kullanmasında bulmaktadır. Muhammed’in büyüklüğü Perinçek’in başarısını bağladığı silah kullanmasında değildir, aslında Muhammet başarılı da olamamıştır kurmak istediği düzen göz önüne getirilirse, daha ölümüyle birlikte, cesedi soğumadan, Mekke eşrafı subaşlarını kesmiş ve adım adım birkaç on yıl içinde, İslam’ı tipik bir uygarlık ve devlet dini yapmıştır. Tümü silahlı ve eşit Müslümanların Camide toplanarak ortak kararlar aldıkları ilk günlerin yerini, Müslümanların silahsız olduğu, silahın sadece devlet ve onun asker ve zaptiyelerinde bulunduğu; Camilerin devletin başındakilerin kararlarının halka duyurulma ve bu karar ve uygulamaları meşrulaştırmanın aracı olduğu, namaz saflarında sembolize olan hukuksal eşitliğin yerine aşılmaz sınıf farklarının geçtiği İslam namlı bir gericilik, soygun ve zulüm düzeni almıştır. Muhammet’in büyüklüğü başarısında değil, tam da o başarısız kaldığı noktadadır. Eğer Muhammet ile bugün arasında bir paralellik kurmak gerekirse, bu günün Muhammet’i, tüm ulusal devletlere, özellikle bunlar içinde bir ulusu dil, din, etni, soy, tarih vs. ile tanımlayan devletlere karşı, “vatanım yeryüzü milletim İnsanlık” parolasıyla bu devletleri yıkmak için mücadele eden olabilir. O günün putları ve aşiretleri, ve soy kardeşliği ne ise ve 242


nasıl Muhammet o soyları, aşiretleri ve onların putlarını parçaladı ise, bugünün Muhammet’i de bugünün dünyasının aşiretleri olan ulusları, bugünün dünyasının putları olan ulusal bayrakları; bugünün soydaşlığı olan ulusçuluğa ve ulus kardeşliğine kutsal cihat açan, bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görendir. Eğer Muhammet’in silah kullanması ile günümüz arasında bir bağ kurmak gerekirse, bugün bütün ulusal devletleri, dolayısıyla öncelikle de vatandaşı olduğu ulusal devleti yıkmak için silah kullanmak Muhammet’in yaptığına benzer. Muhammet silahı kendi içinden çıktığı kabileye (Kureyş’e) ve şehre (Mekke’ye) karşı kullanıyordu. Mekkeliliğin ve Kureyşliliğin yerine Müslümlüğü, yani insan kardeşliğini geçiriyordu. Allah, tüm insanlığın ifadesini bulduğu genel kavramdı. Ruhunu Allah’a teslim etmek, yani Müslüman olmak, tüm insan kardeşliğine inanca teslim olmak anlamına geliyordu. Muhammet’in Kâbeye girip putları yakmasının bu günkü karşılığı, bir Türkiyeli veya Türk için, Ankara’yı ele geçirip, Türk bayrağını yıkmaktır. Ve oradan da bütün ulusal devletlere, tıpkı Muhammet gibi savaş açmak, bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görmektir. Perinçek devrimci Muhammet’i, kendisi gibi basit bir gerici milliyetçi gibi görmektedir. Doğu Perinçek’in Muhammet dönemindeki karşılığı, hala o Kureyş ve aşiretler dönemini savunan Ebu Cehil’lerdir. Bay Perinçek’in devrimcilik olarak vaftiz ettiği şey sadece silah ve şiddettir. Devrimi şiddet olarak görmek, en karşı devrimci devrim kavrayışıdır. Perinçek’in tahrifatları tarihi alt üst edişleri, son “Talat Paşa Harekatı” da Talat Paşa denen darbeci Bonapartı Jakoben olarak satmasında da görülür. Bunun için Jakobenlik kavramının içini boşaltır ve onu bir şiddet kullanımı, bir yukarıdancılıkla özdeşleştirir. Yani son yılların gerici atmosferinde devrimci ideallerinden vazgeçen aydınların Jakobenliğe yüklediği anlama aynen sahip çıkar. Ama önce şu Jakobenin ne olduğuna bir bakalım. Çünkü yeni kuşaklarca Jakoben’in gerçek ve otantik anlamı unutulmuş bulunuyor. Yeni kuşaklar Jakoben diye, üstten darbecilik yapanı anlamaktadır. Jakobene bu anlamını verenler, 12 Eylül darbesinden sonra gericilik ve yılgınlık ortamında demokrasiyi terk edip liberallere dönüşen aydınlar oldu. Ondan sonra bu yeni yanlış anlamıyla yayıldı ve öyle bilindi. Belli bir çağın ruhu ve sınıfsal çıkarlar sadece olayları tahrif etmez, kimilerini unutup kimilerini öne çıkarmaz, kavramların da anlamların da anlamlarını değiştirir. Ve bu anlam değişmeleri hiç de masum değildir, Jakoben kavramında olduğu gibi. Örneğin bu gün bir hakaret sıfatı olan Herif, Hırfetten gelir ve bir zamanlar zanaat ehlini tanımlamakta kullanılırdı. Osmanlı Devletinin çürümesiyle birlikte emeğiyle yaşamanın, zanaatın toplumdaki değerinin azalmasına paralel olarak bu günkü olumsuz ve aşağılayıcı anlamını almıştır. Jakoben kavramı da böyle bir anlam değişmesine uğramıştır Türkiye’de, hatta dünyada. 243


Devrici demokrasiyi, burjuva devrimleri ideallerinin ezilen ve yoksullar tarafından sonuna kadar savunulmasını ifade eden bir kavram olan Jakoben, 68 sonrasındaki gericiliğin yükseldiği atmosferde, Wajda’nın Dandon gibi filimleriyle birlikte, bu gerçek tarihsel anlamından boşaltılıp, sadece şiddetle özdeşleştirildi. Jakobenizm, Marks’ın deyimiyle Burjuva devriminin ideallerini Plepçe, avamca gerçekleştirmeye denir. Yani Jakobenizm, bırakın üstte olmak, darbecilik veya yukarıdan devrimciliği bir yana bunun tam zıddıdır. Paris’in donsuzları, yani baldırı çıplakları, yani yoksulları, Jakoben derneklerinde örgütlenmişlerdi. Burjuvazinin devrimi savunmakta kararsız olduğunu görüyorlardı. Devrim dört bir yandan kuşatılmıştı. O devrimi savunmak için devrimi yok etmeye kalkanların şiddetine karşı şiddet uygulamak zorunda kalmasıdır bu yoksulların Jakobenizm. Jakobenizmin şiddeti yüceltmek gibi bir yanı da yoktur. Robespiyer, idam cezasının kaldırılmasını ilk isteyendir. Jakobenizm, bu yoksulların iktidarıdır. Bunun unutulmuş bir adı da Birinci Paris Komünü’dür. İkinci Paris Komünü’nü yapanlar da, yine kuşatma şartları altında, Jakobenlerdir, yani Paris’in yoksullarıdır. Ama artık, birinci Paris Komünü’nün o yarı esnaf işçileri az çok modern proletarya oldukları için, ikincisinde, Jakobenizm fiilen bir İşçi İktidarı olur, Marks’ın “Güneşi fethe çıktılar” diye selamladığı. Jakobenizmin gerçek mirasçısı Rus devriminde Bolşeviklerdir. Bolşevikler de yukarıdan darbeci değildiler, dünya tarihinde eşi görülmemiş işçi ve köylülerin ayaklanmasının öne çıkardığı devrimcilerdi. Tıpkı Robespiyer gibi, karşı devrimin kuşatma ve saldırısına karşı Kızıl Orduyu kuran Troçki de İdam cezasının kaldırılmasını önerenlerdendi devrimin ilk günlerinde. Ne Robespiyer’de, ne Troçki’de şiddetin ve insan öldürülmesinin yüceltilmesinin zerresi yoktur. Bu Doğu Perinçek gibi nasyonal sosyalistlerin bir özelliğidir. Onlar sadece devrimi savunmak için buna başvurmuşlar ve onu hiçbir zaman yüceltmemişlerdir. Yani Jakobenizm, burjuva devriminin ve aydınlanmasının, tüm insanların eşitliği; fikir ve örgütlenme özgürlüğü gibi ideallerini savunan yoksulların hareketidir. Bu anlamda, örneğin, PKK bir Jakoben hareket karakteri taşır. 12 Eylül öncesinin devrimci radikal sol hareketleri Jakoben sayılabilirdi. Türkiye tarihine bakarsak, Jakoben kavramına darbeci yukardancı anlamını veren liberal aydınların iddialarının aksine, Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Eğer jakobene benzeyen bir şeyler aranırsa, son duruşmada silahlı halk olana, Çerkes Ethem, Yeşil Ordu ve çetelerin güçlü ve egemen olduğu dönem, bir parça Fransa’nın Jakoben iktidarı dönemine benzer. Thermidor’un karşılığı, Çerkez Ethem’in tasfiyesi, Suphi’lerin öldürülmesi ve Ali Fuat Cebesoy’un batı Cephesi komutanlığından alınıp onun yerine İsmet İnönü’nün getirilmesidir. Bonapart’ın İmparator ilan edilmesinin karşılığı da Cumhuriyet’in ilanıdır. 244


Jakobenizm, ezilenlerin toplumsal bileşiminin değişmesiyle birlikte, kendisi de evrim geçirmiş ve Rus devriminde Bolşevizme dönüşmüştür. Paris’in yarı esnaf “san kilot” ları Putilov fabrikalarının işçileri olunca, Jakobenizm de Bolşevizm olmuştur. Robespiyer ve Marat’nın, Rus devrimindeki karşılığı, Lenin ve Troçki’dir. O zamanlar hızlı geçinen Napolyon’un karşılığı da Stalin’dir. Ama yoksullar sadece işçilerden ibaret değildir, işsizler, küçük üreticiler de bunlara dahildirler. Hatta işçiler kendilerini iyi kötü sendikalarla koruyabildiklerinden bu tabaklar daha korumasız olduklarından, kriz dönemlerinde bunlar hızla radikalleşme eğilimi gösterirler. Eğer bu radikalleşme devrimci bir yükseliş döneminde, devrimci umutların yaşadığı bir çağda gerçekleşirse, bir işçi sınıfı devrimciliğiyle, yani kendi evrilmiş biçimiyle ittifaka girebilir. Sananist, Küba, Çin, Vietnam devrimleri bu anlamda Jakoben devrimlerdir. Ama gericiliğin ve devrimci umutların yitirildiği bir dönemde, bu radikalleşme pek ala faşizmde olduğu gibi, işçi sınıfına karşı bir küçük burjuva haçlı seferine de dönüşebilir. Jakobenizm ile Faşizm’in bu bağlamda belli bir ilişkisi de vardır. Ama bu da yine, işçi sınıfının yeterince Jakoben olmamasının, yani devrimci olmamasının, oportunist günahlarının bir cezası olarak ortaya çıkar. * Bonapartizm Jakobenizmin zıddıdır. Tepeden darbe yapar o devrimin kazanımlarına oturur ve onları budar. O budadığı biçimiyle de genellikle başka ülkeleri istila eder. Bonapartizm’e adını veren Napolyon Bonapart böyledir. Örneğin İslamiyet’in Bonapart’ı Muvaiye’dir. İslamiyet’in Robespiyer’i Ali’dir. Ekim Devrimi’nin Robespiyer’i Lenin Troçki’dir, Bonapartı Stalin’dir. Ama devrim ile bu karşı devrimler arasında, Fransa’da Jirondenler; İslam’da Dört halife Devri, Rusya’da Zinovyev, Kamanav, Buharin’li dönemi vardır. Napolyon, Muaviye ya da Stalin, ancak bunlardan sonra imparator olacak güce ulaşırlar. Bonapartların esas karakteri, onların Jakobenizmi, yani devrimin ideal ve amaçların terk etmesinde ve bu geleneği sürdürenleri tasfiyesinde toplanır. Bonapartizm bir karşı devrimdir. Bonapartizm, devrimi, bir egemen sınıfın ele geçirmesidir. Bu hiç şaşmazca aynı biçimde olur. Egemen sınıf bunu devrimin bayrağıyla yapar. Napolyon İmparator olduğunda, Fransız devriminin, Eşitlik, Özgürlük, Kardeşliği sembolize eden üç renkli bayrağını İmparatorluk Kuşağı olarak kuşanmıştı. Muaviye, Ali’ye karşı Sıffın savaşında, Askerlerinin mızraklarının ucuna Kuran yaprakları taktırarak yok olmaktan kurtulmuştu. Stalin, Lenin’i bir tanrı gibi dokunulmaz tabu yaparak karşı devrimini yapmıştı. Bu tarihsel ortaklıklar ışığında baktığımızda Osmanlı tarihinde kimdir Jakoben? Osmanlı tarihinde Jakoben neredeyse yok denecek kadar azdır. Çünkü Osmanlı’da burjuvazi çoktan devrimci barutunu yitirdiğinden, burjuva devrimlerinin tüm insanların eşitliği ideali terk edilmiş, ulus bir etni, dil veya din ile tanımlanmaya başlanmıştı. Diğer yandan Rusya’nın aksine, bir modern ve büyük sanayi olmadığı için, bu gerici burjuvazi karşısında, bu Jakoben gelenekleri savunacak bir işçi sınıfı da yoktu. Dolayısıyla Jakobenizm çok sınırlı ve cılız bir 245


eğilim olarak vardır Osmanlı’da. Jakobenizm’e en yakın eğilim, Ermeni ve Rumlar ve Balkan halkları arasındaki işçi ve sosyalist partiler olabilir. Osmanlı imparatorluğunda hem modern işçileri içerdikleri hem de ezildikleri için, Rum ve Ermeni ahali arasında bir Jakobenliğin izleri görülebilir. Ama bu bile sınırlıdır. Çünkü sadece burjuvazi devrimciliğini yitirmemiş, işçi hareketi de bu gerici milliyetçilikten etkilenmiştir. Ulus artık, insan haklarıyla değil, Ermenilik, Türklük, Rumluk, Bulgarlık vs. ile tanımlanmaktadır. Fransız derimi olduğunda Fransa’nın yüzde onu Fransızca konuşuyordu. Fransız olmanın devrimde bu günkü gibi bir etnik aidiyetle ilişkisi yoktu; Fransız imparatorluğunun yayılmış oluğu topraklarda yaşayan yurttaşlar anlamına geliyordu. Osmanlı’da böyle bir hareket olmadı. Osmanlıcılık, egemen Müslüman devlet kastının kendini savunma ideolojisiydi, bu anlamda aydınlanmayla bir ilgisi yoktu. En Devrimci ve Sosyalist Hınçak partisi bile, hiçbir zaman, bir tüm Osmanlıda bir Fransız devrimi gibi devrim yaparak, Osmanlı topraklarında dilsiz, dinsiz, etnisiz, tarihsiz bir cumhuriyet kurmayı düşünmezdi, bir Ermeni partisi olmaktan öteye gidemedi. Bu anlamda, içinde Türk ve başka din ve milliyetlerden komutanlar yöneticiler bulunan ve etnik milliyetçiliğe daima mesafeli duran PKK, Türkiye’de Jakobenizm’e en yakın eğilimi temsil eder. Osmanlı’da en devrimci ve sosyalist örgütler bile buna uzaktı. Hıncak içinde, Kürtler, Türkler, Rumlar ve diğerleri yer almıyordu. Bu nedenle, Hınçak bile tam bir jakoben sayılmazdı. Osmanlı’da bilinen meşhur aydınlar arasında, Jakoben adını almaya layık olarak Tevfik Fikret’ten söz edilebilir. O “Vatanım yeryüzü milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir etni, dil, din, soy aidiyetini, ulusun buna göre tanımlanmasını reddetmiştir. Yani burjuva devrimi ideallerinin, aydınlanmanın tutarlı bir savunucusudur. Sadece bu idealleri sonuna kadar ve tutarlı savunmaz, bunlara ulaşmak ve bunları savunmak için, tıpkı jakobenler gibi her şeye de hazırdır. Örneğin bir “lahza i teahhur” şiirinde, Sultan İkinci Abdülhamit’e suikast yapan Ermeni devrimcinin bombasının biraz geç patlaması ve bu nedenle müstebit sultanın ölmemesi nedeniyle hüznünü anlatır. Fikret, eğer yaşasaydı, 1908 devrimini (Babıâli Baskını denen) darbeyle gömen, Ermenileri katleden Talat Paşa’nın öldürülmesini, muhtemelen alkışlardı. Bu gün bile böyle devrimciler yokken. Türkiye’nin sosyalistlerini çoğu Genel Kurmayın peşine takılmışken, kendini Türklükle tanımlayan bir devletin yurttaşları olmak onları rahatsız etmez ve sözde ABD’ye karşı olmak adına bu devleti savunmaya geçmiş bulunurlarken, Tevfik Fikret, cumhuriyet döneminin bir sürü komünistinden bile, Jakobenizme çok daha yakındır. Çünkü Cumhuriyet’in Komünistleri de Türk “Komünist”i olmuşlardır, Osmanlı’nın komünistlerinin Ermeni “Komünist”i olmaları gibi. 1908 kıytırık devriminin Bonapart darbesi, İttihat Terakki’nin babıâli baskını, yani darbesidir. 1908 devriminde bir Jakoben iktidarı yoktur. 246


İşte Talat Paşa, bu darbenin örgütleyicisi, devrimin kardeşlik ve özgürlük idealleri yerine devleti yaşatma ve korumayı geçiren adamdır. Zaten tam da bir Bonapart olduğu için, bir karşı devrimci olduğu için, o cılız devrimi yok ettiği için Hitler’e ilham veren Ermeni katliamının örgütleyicisi olmuştur. Biz sosyalistler ve devrimci demokrasi, Talat’ın değil, veya Ulusu din yani İslam ile tanımlayarak Osmanlıyı yaşatmaya çalışan Teşkilatı Mahsusacı Mehmet Akif’in değil; “Vatanım Yeryüzü Milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir din, etni, dil ya da toprak parçasıyla ulusu tanımlamayı reddeden, tarafını daima ezilenlerden, yoksulardan yana koyan, kadın haklarını savunan, çok yönlü aydın (Ressam, eğitimci, mimar vs.) burjuva devrimlerinin idealinin, aydınlanmanın o gerçekleşmemiş projesinin savunucusu belki de tek Jakoben, Tevfik Fikret’in mirasının savunucularıyız. * Bu vesileyle Tevfik Fikret’in Sultan’ı öldürmek isteyen Ermeni devrimcisinin başarısız kalan teşebbüsüne duyduğu üzüntüyü anlatan şiiriyle bu Jakobeni analım: Önce bu günkü Türkçe’yle sonra o zamanın diliyle: bir anlık gecikme bir patlama... bir duman...ve bütün bir şenlik alayı, sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik, yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik... ey! yüce patlama, ey öç alıcı duman, kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim? arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun, görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı. sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler. vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın, en gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın. silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin bir uykudan uyandırır milleti dehşetin. ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın! attın... ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın! dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman, ya da o durmasaydı o tâlihsiz* taç, 247


kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş. ancak, rastlantı... âh o güçlülerin dostu, güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı, birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı, söndürdü bir nefeste bu parlak umudu; yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı, zulüm tarihine bir övünme önsözünü. kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü; ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi: bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak) bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini

Orijinal dilinde:

bir lahza i teahhur

bir darbe... bir duman... ve bütün bir gürûh-ı sûr, bir ma'şer-i vaz'ı temâşâ, haşin, akuur tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik, yüseldi gavr-ı cevve bacak, kelle, kan, kemik... ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim, kimsin? nesin? bu salvete sâik, sebeb ne? kim? arkanda bin nigâh-ı tecessüs, ve sen nihân, bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân. mâlik sensin o servet-i ra'dîn-i gayza ki her yerde hiss-i hakk u halâsın muharriki. sadmenle pâ-yı kaahiri titrer tegallübün, en gırca tâc-ı haşmeti sarsar takarrübün. silkib ukuud-u rikba-i a'sârı, en çetin bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin. ey şânlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın! atdın... fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın! 248


dursaydı bir dakîkacağız devr-i bî-sükûn, yâhud o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn, kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş. lâkin tesâdüf...âh o kavîler münâdimi, âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi, birden yetişdi mahve bu tedbîr-i hârikı, söndürdü bir nefesde bu ümmîd-i bârikı; nakş etdi bir tehekküm içün baht-ı bî-şuûr târih-i zulme bir yeni dîbâce-i gurûr. kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi intikaam; lâkin unutmasın şunu tarih-i siflekâm: bir kavmi çiğnemekle bu gün eğlenen...(denî) bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini! -5 temmuz 1322-18 temmuz 1906tevfik fikret

Bu gün böyle şiir yazacak demokrat var mı bu Osmanlı artığı keyfi, ırkçı, inkarcı, baskıcı devlete karşı mücadele eden Kürt gerillalar için? Demokratı bırakalım sosyalist var mı? Yok. Nereden nereye gelindiği böyle daha iyi görülüyor. Osmanlı’nın Jakobeni, Tevfik Fikret’i bile yok bugün. Yirmi birinci yüzyılın devrimcisi ve Jakobeni bir yana.

16 Mart 2006 Perşembe

249


Da Vinci Şifresi’nin Şifresi Polisiye Roman, akla bir övgüdür. Eğer yeterli veriler varsa, doğru bir akıl yürütmeyle, bağlantılar göz önüne alınarak bilinenlerden bilinmeyene ulaşılabileceğinin bir kanıtıdır her klasik polisiye roman. Da Vinci Şifresi ise, her ne kadar bir polisiye romana benziyorsa ve Roman daha ilk satırlarında bir cinayetle başlıyorsa, ilk bakışta suçsuz birini suçlu gibi gösteren deliller görülüyorsa da, romanın gerçek kahramanı, polisiye romanların klasik kahramanı Polis Müfettişi değildir. Polis Müfettişinin yanıltıcı delilleri ayıklayıp, çelişki ve tutarsızlıkları göz önüne alarak gerçek bir suçluyu ortaya çıkarışının romanı değildir. Bu, sadece romanın akışının arkasına takılmış, arada sırada bir göz atıverilen, önemsiz bir ayrıntıdır. Da Vinci Şifresi, bir polisiye roman değil, bir Komplo teorisidir. Komplo teorileri, büyük çaplı tarihsel ve toplumsal olayları, gizli örgütlerin, ilişkilerin bir sonucu olarak açıklar. Tarihsel süreç, gerçek toplumsal güçlerin, sınıfların, zümrelerin, tabakaların çıkarları, konumları ve karakterleriyle değil; gizli örgüt ve ilişkilerin düşünce ve davranışlarıyla açıklanır. Böylece Polisiye Roman ve Komplo Teorileri bir bakıma, tarihsel olarak karşı uçlarda yer alırlar. Aydınlanma ve rasyonalizm tarihsel ve toplumsal gerçekliğin ancak iktisadi ilişkiler ve onların üzerinde yükselen sınıfların çıkar ve konumlarıyla açıklanabileceği gibi bir varsayıma sahipken; (polisiye Roman’ın hiçbir zaman tarihsel gidişi açıklamak gibi bir kaygısı yoktur); komplo teorileri, bu yaklaşımın inkârıdır. Tarih, ilk bakışta görülemeyen toplumsal yasalar anlamında “gizli güçler” in değil; gizli örgütler ve ilişkiler anlamında gizli güçlerin etkileriyle açıklanır. Burjuva uygarlığının gericileşmesi, insanlık için bir iyimserlik kapısı olmaktan çıkması ve krize girmesine bağlı olarak, tarihin toplumsal yasalara dayanan rasyonel bir açıklamasının olabileceği kavrayışı zemin kaybeder ve tarihi bir komplolarla açıklayan görüşlerin dayanacağı zemin genişler. Bu bakımdan burjuva toplumunun genel tarihsel eğilimi, rasyonalizmden irrasyonalizme gider. Bu, son yıllarda yükselen komplo teorilerine ilginin bir nedenidir. Kaldı ki, bizzat modern toplumda, burjuvazinin gericileşmesiyle birlikte, devletin giderek her türlü demokratik denetimden uzak bağımsız bir organizma haline gelmesi ve gizli örgütlerin artan gücü de böyle bir eğilimi besler. Bizzat Polisiye Roman geleneği, özellikle Casus romanlarında bu genel eğilimi yansıtır. Suçluları yakalamak ve adaleti üstün kıymakla görevli olarak kurulmuş örgütler, bizzat en büyük suçlular olarak ortaya çıkar. Ve gerçeği bulmakla görevli polisler veya memurlar, birden bire, gerçeği bulmaya kalktıkları takdirde bizzat bu örgütler tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduklarını görürler. Artık kimin suçlu, kimin suçsuz olduğunun 250


bile anlamı ve önemi kalmaz. Tarihin toplumsal yasalarla açıklanmasından gizli güçler ve örgütlerle açıklanmasına doğru burjuva toplumundaki bu genel eğilim var olmakla birlikte, bu genel eğilim, son yıllarda gerek dünyada, gerek Türkiye’de komplo teorilerine yönelik bu muazzam ilgiyi açıklamakta yetersiz kalır. 11 Eylül’den, Pentagon’a Uçak çarpmadığına veya Aya inişin bir Hollywood mizanseni olduğunu kadar birçok komplo teorisi de dünyada son derece aktüel tartışma konularını oluşturuyor. Erik von Daniken’in, uzaydan gelenlerin bıraktığı izlere göre dünya tarihini açıklayan teorilerden Marduk adlı gezegene ilişkin teorilere kadar onlarca komplo teorisi dünyanın dört bir yanında büyük ilgi görüyor. Dünyanın ve güneş sisteminin sınırlarını aşıp galaktik bir karakter kazanıyor. Ama sadece bu kadar mı? Matriks ile bizzat insanlığını içinde yaşadığı evren de bir komplo olarak ortaya çıkar ve komplo teorileri, böylece sadece var olan gerçek uzayı değil, sanal uzayı da kaplar. Gerçek uzay sanal uzayın bir komplosu olarak görünür. Komplo teorilerinin böylesine muazzam bir yaygınlık ve derinlik kazanmasını açıklamakta yetersiz kalır burjuva toplumunun tarihsel krizi; tarihsel iyimserliğin yitirilmesi; rasyonalizmden irrasyonalizme; demokrasiden gericiliğe olan yönelişi gibi genel ve tarihsel eğilimler. Daha spesifik, daha döneme özgü, bir canlanma söz konusudur. Komplo Teorileri ile “Postmodern Durum” arasında bir ilişki var gibi görünmektedir. İşçi hareketinin ve kitle hareketlerinin genel gerileyişi ve çöküşü; “Büyük anlatıların sonu” da bu komplo teorilerinin güncelliğinde bir yere sahip gibidir. Bir bakıma, “Büyük Anlatı” lar, artık Komplo Teorileri olarak ortaya çıkmaktadırlar. Bu gidiş en açık biçimde Umberto Eco’nun Gülün Adı ve Foucault’un Sarkacı adlı romanlarının arasındaki ilişkide görülebilir. (Da Vinci Şifresi’nin iki başkahramanından birinin de Eco gibi bir sembol bilim uzmanı olması rastlantı olmasa gerektir. Aslında, Da Vinci Şifresi, Foucault’un Sarkacı’nın vülger, kitle tüketimine uyarlanmış bir versiyonu olarak da görülebilir.) Gülün Adı romanı rasyonalizmin ortaçağdaki köklerine bir göndermedir. Roman sadece klasik bir polisiye romanının bütün özelliklerine sahip değildir; aynı zamanda sembollerle bizzat onun bu genel özelliklerine de bir gönderme yapar. Romanın başkahramanı olan Basrkerville’li Williams, sadece Aydınlanmanın bir müjdecisi değildir. Onun bizzat Adının başındaki Baskerwille’li eki, Polisiye Romanın doğuşuna, Conan Doyle ve Şerlok Holmes’e bir göndermedir (Baskerwille’nin Köpeği). Williams ise ortaçağın meşhur, Occamlı (Usturacı) Willams adlı filozofuna göndermedir (ki modern aydınlanmanın atalarından biridir). Eco’nun bu kendisi bizzat rasyonalizmin doğuşuna bir gönderme olan ve bizzat kendisi bir akla bir övgü olan ve klasik polis romanının bütün özelliklerini taşıyan ilk romanını izleyen ikinci romanı ise, tam tersine, tüm tarihi bir komployla açıklayan bir roman olarak ortaya çıkar. Bu romanın aynı zamanda bir “Post Modern roman” olması da anlamlıdır. 251


Aynı eğilim Türkiye’de Orhan Pamuk’ta da görülür. Cevdet Bey ve Oğulları gibi ilk romanları, tümüyle Klasik romanın bütün özelliklerini taşır. Ama Kara Kitap tamı tamına Eco’nun Focault’un Sarkacı gibidir. Kahramanlar sırların peşindedir. Hep bir takım ipuçlarına rastlarlar. Orhan Pamuk da bir bakıma Kara Kitap ile Türkiye’nin ilk Post Modern romanını yazmış olarak görülebilir. Hasılı gerek Eco, gerek Pamuk, bir tarihsel eğilimi hem görmüşler hem de eserlerinde o eğilimi yansıtmışlardır. Komplo teorilerini komplo teorileriyle açıklamayacaksak eğer, Komplo teorilerinin bu yaygınlaşması, örneğin Eco ve Pamuk’taki ilk ve kaliteli, bir tarihsel eğilimi yansıtan örnekleri göz önüne alındığında doğrudan doğruya, doğu Avrupa’nın çöküşü, işçi hareketi, sosyalist hareket gibi büyük kitle hareketlerinin çöküşü; küreselleşmenin hızlanması ve buna bağlı olarak farklı kültürlere olan ilgi ve yaklaşımların değişmesi ile yakından ilgili görünmektedir. * Türkiye’de komplo teorilerinin özellikle son yıllarda yükselişi ise, her şeyden önce, burjuvazinin bir kesimi ve ABD ile Türkiye’ye egemen asker bürokratik oligarşinin yollarının ayrılmasıyla ilgilidir. Komplo teorileri, özellikle Sabetaycılar bağlamında, bürokratik oligarşinin inkâr ve imha politikalarının çıkışsızlığına direnme eğilimi gösteren burjuvaziyi sindirmenin bir aracı olarak; doğrudan doğruya Psikolojik savaşın ve dezinformasyonun bir aracı işlevi görmektedirler. Ayrıca sundukları basit ve kolay açıklamalarla hem geniş kitleleri aptallaştırmanın hem de onları Askeri Bürokratik oligarşi politikaları çerçevesinde mobilize etmenin de iyi bir aracıdırlar. * Aslında Komplo teorileriyle açıklanan bütün tarih ve olaylar gerçek sınıf ilişkileriyle de açıklanabilirler. Zaten her zaman olduğu gibi, komplo teorilerinde de daima bir gerçek tohumu vardır. Ama bu gerçek tohumu, ortaya çıkarılacak bir sonuç olarak değil, gerçeği gizlemenin bir aracı olarak çıkar ortaya. Örneğin elbette, burjuva devrimlerini yapan mason örgütlerinde de, sosyalist partilerde de, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlarda da Yahudiler veya Sabetaycılar genel nüfus içindeki oranlarından fazladırlar. Ama bu gizli bir komplo olarak değil, pek ala genel sosyolojik eğilimlerin bir sonucu olarak da açıklanabilir. Örneğin, klasik uygarlıklarda, artı değerin kaynağının “değer transferi” olması nedeniyle, ticaretin Yahudiler gibi belli kavimlerin elinde yoğunlaşması; bu nedenle bunların burjuva gelişimindeki özgül rolleri. Burjuva devrimlerinin Yahudileri gettodan kurtarmasının Yahudilerin, bu devrimin ideallerinin en tutarlı savunucusu sosyalist ve işçi hareketine akmasına yol açması; keza Yahudi dininin Mesih geleneğinin, yani adil düzenin bir gün bu dünyada kurulacağı anlayışının, kurtuluşçu bir dünya görüşü için bir tek toprak oluşturması, 252


sosyalist öğretilerle “gönül yakınlığı” içinde bulunması gibi olgu ve gerçeklerden hareketle de o Sabetaycı veya Yahudi komplosu gibi görünen olayları daha doğru ve kapsamlı olarak açıklamak mümkündür. Ya da Maria Magdalena’dan, Tapınak Şövalyelerine, Da Vinci’den Mason localarına kadar bütün Da Vinci Şifresi’nde anlatılan tarihi de aynı şekilde bir komplo olarak değil, sosyolojik olarak açıklamak mümkündür. Hıristiyanlık Yahudilik içinde bir sekt olarak doğmuştu. Bütün sektler gibi ezilenlere dayanan muhalif bir hareketti ve bütün muhalif sektler gibi, komünün güçlü izlerini taşıyordu ve kısmen de komünün uygarlığa bir direnişiydi. Elbette bu ilişkiler içinde, kadının yeri yüksek olacaktı. Tarih hiç şaşmaz bir biçimde, uygarlıkla birlikte kadının toplumdaki yerinin alçaldığını, kadının lanetli bir şeytana dönüşünü gösterir. Hıristiyanlık da ilk önce yoksullar arasında yayıldı. Yoksullar aynı zamanda komünün etkisini güçlü olarak hissettirdiği toplum kesimleriydi. Bu nedenle ilk Hıristiyanların, İsa’yı kendileri gibi bir insan olarak görmeleri, Maria Magdalena ve Meryem’e (İsa’nın Anası olan Maria) büyük değer biçmeleri ( ki bu hala Katolikliğin yaygın olduğu ülkelerde Meryem kültünün İsa kültünden daha baskın olmasıyla bir şeklide kalıntı olarak yaşamaktadır. Bir kültürel fosildir.) son derece normaldir. Dolayısıyla Hıristiyanlık, Resmi roma dini olurken, yani bir uygarlık dini olur ve gericiliğin ve devletin eline geçerken, aynı zamanda kadının şeytanlaştırılması ve aşağılanmasına paralel olarak, bu devrimci Hıristiyanlığı yaşatan İncillerin İznik Konsülü tarafından yakılması son derece olağandır. İznik konsülünün İncilleri yakması, tıpkı Stalin başkanlığındaki bir kurul tarafından “SBKP Tarihi” yazılması veya Atatürk’ün Nutuk diye kendi resmi tarihini yazması gibi bir olaydır. Uygarlık Kadın’ı yok etmek, yerin dibine batırmak zorundadır. Çünkü Kadın, uygarlık karşısında Komün’ü ve onun otoritesini temsil eder. Kadın’a karşı yürütülen savaş aslında Komün’e karşı, Uygarlığın yürüttüğü bir savaştır. Komün’ün uygarlığa bulaşmamışlık nedeniyle daha uzun yaşadığı Avrupa’da 18. yüzyıla kadar Cadı’ların yakılması, özünde, komünlerin Şamanlarının yakılması; şamanın otoritesinin yerini; komün hukukunun yerini kilisenin otoritesinin ve uygarlığın hukukunun almasından başka bir şey değildi. Ne var ki, bu binlerce yıllık uygarlıklar boyunca komün öyle hemen yok edilemez. Uygarlık, meta üretimi ve sınıflı toplum, sadece ticaret yolları ve nüfusun çok küçük bir bölümünün toplandığı şehirler dışında pek yoktur. Komün köylerde yaşamaya devam eder. Uygarlık komünler denizinde bir ada gibi yayılır kapitalizm doğuncaya kadar. Dolayısıyla, Batıni tarikatlar biçiminde ve içinde komün yaşamaya devam eder. Bütün dağlık ve uygarlığa uzak alanlarda komünün özgür havasını solur. Hıristiyanlıkta Katarlar, Bogomiller; İslamiyette, Alevilik, İsmaililik dağlarda, uygarlığa uzak yerlerde komünü ve onun geleneklerini yaşatmaya devam eder. Dolayısıyla, Roma İmparatorluğu ve onun yaşayan ruhu tarafından yeterince feth edilip uygarlaştırılamamış, Güney Fransa’nın, Oksitanya’nın dağları; Pireneler veya İngiltere gibi 253


hep Püritenliğin kalesi olagelmiş ilkel sosyalizm geleneklerinin gücünü sürdürdüğü yerler Katarların, Maria Magdalena kültlerinin yaşamaya devam ettiği yerler olagelmişlerdir. Ve elbette bunlar ile Kilise, yani uygarlık arasında bir mücadele de olagelmiştir. Bu gelenekler daha sonra burjuva devrimlerine de katalizatörlük etmişlerdir. Böyle bir yaklaşım içinde, bir komplo olarak görülen tarih sosyolojinin kavramlarıyla, tarihin unutulmuş zembereği ve kayıp halkası olan, komün ve uygarlık diyalektiği; ilişki ve çelişkileriyle de açıklanabilir. * Ama siz siz olun böyle açıklamalara değer vermeyin. Tarih, Tarih’in böyle açıklanamayacağını göstermektedir. Dan Brown’un kitabı ve Film üzerine bu post modernizm, rasyonalizm, Askeri Bürokratik oligarşi, Komün ve geleneklerinin gücü; uygarlık gibi saçmalıklarla vakit geçirmeyin. “Büyük anlatı”ların ömrü çoktan doldu. Dan Brown’un kitabı ve film, aslında tapınakçılarla kilisenin mücadelesinde tapınakçıların aynı zamanda hem sırrı açıklaması hem de sırrı herkesin gözü önüne koymasıdır. Evet Maria Magdalena’nın naaşı, Paris’te Louvre’nin orta bahçesindeki Piramit’in altındadır. Onun orada olduğu tüm insanlığa da duyurulmuştur. Sır açıklanmıştır ve bu öylesine şık yapılmıştır ki, hiçbir aklı başında insan, bu piramidin altın kazalım bakalım Maria Magdalena’nın naaşı orada mı diye soramaz, kahkahalara konu olmak ve akıl hastası diye diye tımarhaneye kapatılmak istemiyorsa. Kilise ise tam bir panik içinde, bir buhrana düşmüş bulunuyor. Son Akşam Yemeği’ndeki Maria Magdalena’nın bir erkek olduğunu ve faaliyetleri Batınilikten farklı olmayan Da Vinci’nin sadık bir Hıristiyan olduğu yalanını yaymak için, TV İstasyonları ve basındaki gücünü kullanıyor. Ama bütün bunlar milyonlarca Hıristiyan’ın bir inanç buhranına girmesini, aklına acaba sorusunun takılmasını engelleyemiyor. Gerçekten de, kendi tarihleri üzerine bu kitap ve filmle tapınakçılar, hem binlerce yıllık vasiyeti yerine getirdiler, sırrı açıkladılar ve kiliseyi bile sırrı korumaya mecbur ettiler. Papa bile cesaret edemez artık, Louvre’un bahçesindeki Piramit’in altına bakılmasını. Evet Şah ve mat. 24 Mayıs 2006 Çarşamba

254


Dünya Kupası’nın Düşündürdükleri Almanya’da bir festival havası var. Sadece futbol maçlarının yapıldığı şehir ve stadlar değil, her yer bir festival görünümünde. Her şehirde bir veya birkaç yere, büyük ekranlar, bu ekranların civarına içecek, yiyecek ve hatıra eşyası satan sergiler kurulu. Ama sadece bu kadar da değil. Neredeyse, her lokanta, her Kneipe (İngilizlerin Pub’u ya da Fransızların Cafe’sinin Alman’yadaki karşılığı denebilir), hatta her büfe de, genellikle bir Televizyon ekranı koyuyor içeriye veya önüne. Bütün arabalarda, evlerde başta Alman bayrağı olmak üzere bayraklar, yine aynı “ulusal renkler” ile boyanmış yüzler, T-Shirt’ler, şapkalar. Bu sadece Almanya’da böyle değil, neredeyse bütün ülkeler, dünyanın her yerindeki insanlar çeşitli derecelerde benzer bir havanın içinde. Her yerde neredeyse temel konuşma konusu bu. Bu atmosferin dışına çıkmak mümkün değil. Biraz kafa yormanın zamanıdır. Uluslar ve Globalleşme Ulusçular ulusun ne olduğunu tanımlamaya çalışırlarken, bunların içinde bir eğilim ulusların tarihten geldiğini, unutulmuş ve uyutulmuş ulusal bilincin uyandırılması gerektiğini söylerler, bu daha ziyade daha gerici ulusçuluğun bir alameti farikasıdır. Nispeten daha demokratik ulusçular ise, geçmişten ziyade, fiziksel ya da kültürel özelliklerden ziyade, geleceğe yönelik bir tanımda yoğunlaşırlar, ortak bir ülkü birliğinin bir ulusu ulus yaptığını söylerler. Bunların yanı sıra, ortak bir kaderin ve yaşantının da bir ulusu ulus yaptığını söyleyen bir ekol daha vardır özellikle “Avusturya Marksizmi” kökenli. Tabii bir de bunların hepsini birden veya çeşitli kombinasyonlarını bir ulusun, ulus olmasının koşulu olarak (örneğin Stalin’in Ulus tanımı göz önüne getirilsin) getirenler de vardır. Bu “teori” ve bu kriterlerin hiç birisi nesnel olarak ulusun ne olduğunu anlatmazlar. Çünkü bunların hepsi, “ulusal olanın politik olanla çakışması” gerektiğini kabul etmiş; veya bunda bir sorun görmeyen ulusçulardır. Onların sorunu, o “ulusal olanın” neyle tanımlanacağıdır. Yani, bütün bu ulus tanımlarını yapanlar ulusçulardır. Ulusun ne olduğuna ilişkin farklı teoriler olarak ortaya konan teoriler, aslında farklı ulusçuluklardır. Yani ortadaki farklılıklar farklı ulus tanımları değil, farklı ulusçuluklardır. Onlar ulusun tanımını ve ulus olmanın kriterlerini koyduklarını söylerlerken ulusun ne olduğunu bizlere açıklamış olmazlar ama farklı ulusçulukların ne olduğu hakkında bizlere açıklanması gereken zengin bir malzeme sunarlar. Farklı ulus tanımlarının farklı ulusçuluklar olduğu kavranınca bu farklı tanımların var oluş nedenlerini anlamak da kolaylaşır. Ve o zaman sorular şöyle sorulabilir: “Niçin ulusu şu veya 255


bu şekilde tanımlayan ekoller vardır ulusçular içinde? Niçin şu veya bu kriter ulusun tanımı olarak getirilmektedir?” Soru böyle sorulunca, yani farklı ulusçulukların niye var olduğu ve ulusu öyle tanımladığı araştırılınca, bunun ardında tam da Marks’ın dediği gibi, üretim ilişkileri ve bu ilişkiler içinde var olan konumu ve çıkarı farklı grupların (sınıfların) çıkar, karakter ve eğilimleriyle karşılaşırız. Çok kaba hatlarıyla, insan haklarına, ülkü birliğine dayalı; ulusu geçmişle değil, gelecekle, amaçla tanımlayan ulusçulukların nispeten demokratik ulusçuluklar olduğunu; Tarihle, Kültürle (dille, dinle, soyla, ırkla vs.) tanımlayan ulusçulukların gerici ulusçuluklar olduğu söylenebilir. Elbette bu iki temel biçim arasında birçok gri tonu bulunmaktadır. Avusturya Marksizmi’nin ortak yaşantı ve kader birliği kriteri ise, şu veya bu şekilde bir ulus bir kere oluştuktan sonra ortaya çıkar. Yani kader ve yaşantı birliği ulusu yaratmaz, ulus bir kere ortaya çıkınca, kader ve yaşantı birliği oluşur. Avusturya Marksizmi’nin sorunu, ulusun ve ulusçuluğun sonucu olarak ortaya çıkan bir görüngüyü, onun bir kriteri gibi ele almasındadır. Ulus demek, her şeyden önce, politik olanın, yani devletin tanımlandığı “şey”dir. Bir devlet bir kere ortaya çıkınca veya devleti olmasa bile bir kere bir devlet için, kendini bir ulus olarak tanımlayan bir grup ortaya çıkıp da bunun için mücadeleye başlayınca; bu ulus nasıl bir tanıma dayanmış olursa olsun, bir ortak yaşantı ve kader birliği başlar. Başlangıçta bütünüyle, politik bir hedef olan, imajiner olan, fiili bir gerçeklik olarak görünmeye başlar. İnsanlar okullarda aynı kitapları okurlar, aynı dili ve yazıyı öğrenirler; aynı vergi sistemi, aynı idari sistem, aynı sınıf ilişkileri içinde yaşarlar, aynı devletin ordusunda askerlik yaparlar, aynı müzikleri dinlerler. Bir süre sonra, bu ortak yaşantı ve kader, ortada gerçekten, tıpkı sınıflar gibi, hatta sınıflara göre çok daha net ve açık olarak görülebilen ulus diye bir “şey” olduğu, bunun tamamen doğal bir şey olduğu; başka bir var oluşun mümkün ve tasavvur edilebilir olmadığı fikrini ortaya çıkarır. Ve bu korkunç bir yanılsamaya yol açar. Aslında bu yaşantı birliğini, kader birliğini (ulusu) yaratan devletin, politikanın kendisi iken; sanki devleti ve politik olanı yaratanın o ortak bir kaderi ve yaşantıyı paylaşan topluluk (ulus) olduğu görüşü yayılır. Böylece ulusu ulusçuların yarattığı; ulusların ulusçular olduğu için var olduğu gerçeği; kendi zıddı biçiminde görünür. Ortada bir ulus olduğu için ulusçuların olduğu biçiminde görülür. Bu nedenle, ulusu nesnel olarak belli kriterlerle tanımlama yolundaki her girişim, aslında bütünüyle kendi zıddı biçiminde ortaya çıkan görünümden hareket ettiği için metodolojik olarak idealizmle damgalıdır. Yani ilk bakışta ulusu, tıpkı sınıflar gibi nesnel kriterlerle tanımlama girişimleri, çok materyalist görünmelerine rağmen, aslında düşüncenin varlığı belirlediği bir anlayışı hareket noktası yapmış olurlar; yani ulusçuların ulus anlayışlarını, ulus tanımları olarak kabul etmiş olurlar. * 256


Her neyse, konumuz bu değil. Şu ortak yaşantı ve kader birliği kriterine dönelim. Bir an için, birer ulusçu olalım ve ulus olmanın en temel ölçülerinden birinin ortak bir yaşantı birliği, kader birliği olduğunu var sayalım. Bunu kontrol edelim. Bu günkü dünyada, bu günkü globalleşme çağında, bu kriterin büyük ölçüde aşındığı görülmekte. Çünkü bütün dünyada, milyarlarca insan, aynı fabrikadan çıkmış televizyon ekranlarından aynı programları izliyor, aynı maçları izliyor; aynı sahneleri görüyor; aynı atmosferler içinde yaşıyor. Bu Dünya Şampiyonası, olimpiyatlar, savaşlar, büyük felaketlerde özellikle çok netleşiyor. Örneğin Türkiye’de bir zamanlar, geçmişte yaşanmış bir “Erzincan Zelzelesi” vardı. Bu Türkiye’de yaşayan insanların ortak hafızasına kazınmıştı. Türk ulusunun ortak yaşantı ve kader birliğini yaratan bir olay olarak görülebilirdi. Ama son tsunami örneğin, neredeyse tüm uluslardan herkesin ortak hafızasına aittir. Yani ulusun “din” gibi değil de “sınıf” gibi nesnel olarak kriterleri sıralanabilir nesnel bir “Şey” olduğu düşüncesine yol açan, ortak kader ve yaşantı birliği bile, kökünden sarsılmaktadır. Evet hala devletler belirlemektedir politik gelişmeleri, hala devletlerin bayraklarını asmaktadır insanlar, ama herkesin “kendi” devletinin veya ulusunun bayrağını asması olayının kendisi bir ortak yaşantıdır. Bu ortak yaşantı aynı devletin (ulusun) takımı kazandığı veya kaybettiğinde o ulustan olanların duyduğu sevinç veya üzüntüden daha az önemli değildir. Bir ulusun içinde bile, farklı takımları tutanlar kazanç veya kayıplarda benzer farklılıklar yaşarlar. Bu farklılıklar dünya çapında bir ülke ölçüsündeki kazanan kaybedenlere benzetilebilir. O halde, bu gerçek zamanda herkesin aynı şeyleri görüp, aynı şeyleri yaşadığı dünyada, ortak yaşantı ve kader birliği, artık ulusal sınırları çoktan parçalamış bulunmaktadır. O halde, gören göz için, bu futbol şampiyonasının bir kere daha ortaya çıkardığı bir gerçek var, sadece ulusçuluk değil; ulusların kendisi, yani ulusal devletlerin kendisi, üretici güçlerin bu günkü gelişmişlik düzeyinde insanlığın var oluşunun ve mutluluğunun önündeki en büyük engeldir. Mücadele, bütün dünyada, bizzat uluslara, ulusal devletlere karşı olmalıdır. Ulusların ve ulusal devletlerin kendisini akıl ve mantık dışı; yıkılması gereken en büyük ve acil sorun olarak görmeyen her politik proje gericilikle sonuçlanmaya mahkUmdur. Dünyada sosyalizmin ve sosyalistlerin entelektüel güçlerini, canlılıklarını, perspektiflerini yitirişinin temelinde uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadeleyi gündemin başına koymamak bulunmaktadır. Sosyalistler sadece özel mülkiyete saldırıyorlar, ama esas politik iktidarı elinde bulunduran ve özel mülkiyet kadar insanlığın önünde bir engel oluşturan uluslara ve ulusal devletlere hiçbir saldırıları yok. Hatta aksine, “Emperyalizme karşı” ulusları, ulusal devletleri, sınırları savunuyorlar. Hem de en gerici biçimindekileri bile. Gören göz için bu Dünya Futbol Şampiyonası, bir tek dünya cumhuriyeti için, yani insanların 257


dili, dini, etnisi, soyu, sopu, oturduğu yer ne olursa olsun eşit olduğu; eşitliğin ulusların ve devletlerin yurttaşlarıyla sınırlı olmadığı ve onlarla dolayımlanmadığı sınırsız ve ulussuz bir dünya için maddi koşulların çoktan oluştuğunu; olgunlaştığını, hatta çürümeye yüz tuttuğunu gösteriyor.

258


Sol Neden “Ofsayt”ta? Almanya’da yapılan futbol şampiyonasının, sırf bir ortak yaşantı ve kader birliği bağlamında bile nasıl ulusların kabuğuna sığmadığını ve onu aşındırdığını önceki yazıda ele almıştık. Bu gün dünyadaki her hangi bir soruna, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusların (en demokratik tanımlanmış ulusların bile) insanlığın kurtuluşu önündeki en büyük engel ve fiili bir ırkçılık anlamına geldiğini kavramayan her politik parti veya hareket, birden bire kendini en kötü gericiliğin destekçisi olarak bulur. Çünkü böyle yaklaşmadığınız sürece, dünyayı ve ondaki politik gelişmeleri anlama ve onlara karşı bir politik tavır ve program geliştirme şansınız olmaz. Çünkü soruna böyle yaklaşmadığınız sürece, bu gün dünyaya egemen olan ulus devletlerin ırkçı bir sistemin araçları olduğunu göremezsiniz. Yani ırkçılığı bir tehlike olarak görürsünüz, yeryüzü ölçüsünde var olan bir sistem olarak değil. Çünkü böyle yaklaşmadığınız sürece siz bir ulusçulusunuzdur; insanların değil ulusların eşit olduğu insanların ancak uluslar aracılığıyla eşit olabileceği gibi bir yaklaşıma sahipsiniz demektir. Sosyalistler insanların her hangi bir ulus dolayımıyla değil, doğrudan eşit hakları olduğu bir düzen için mücadele etmeyi bayraklarının en başına yazmak zorundadırlar. Yani, Türkleri, Almanları, Amerikalıları, Türk, Alman, Amerikan uluslarına karşı savaşmaya; Türk, Alman, Amerikan olmaktan çıkıp İnsan olmaya çağırmalıdırlar. İnsan ise, ancak, politik olanı ulusal olanla tanımlamamış bir dünya cumhuriyetinde olunabilir. Hem insan, ham de Türk, Alman, Amerikan vs. olunamaz. Bu günkü sistem Türklerin, Almanların, Amerikalıların, insanlar üzerindeki diktatörlüğüdür. Sosyalistlerin görevi, İnsanların Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki diktatörlüğünü kurmaktır. Sorun şudur: politik olan neye göre tanımlanacaktır? Şu veya bu biçimde tanımlanmış bir ulusa göre mi, İnsan’a göre mi? Biri ulusal devletler, dünyanın sınırlar ve devletlerle bölünmesi, diğeri dünya cumhuriyetidir; sınırların ilgasıdır. Demokratik bir cumhuriyet ancak, İnsanların, Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki bir diktatörlüğü olarak var olabilir. Ki bu aynı zamanda “Proletarya Dikatörlüğü”nün kendisidir. Proletarya diktatörlüğü ancak insanların bir diktatörlüğü olarak var olabilir. Türk, Alman, Amerikan devletleri olarak var olamaz bir proletarya diktatörlüğü. Sosyalist devrim her şeyden önce İnsanların uluslara karşı bir savaşı olmak zorundadır. İşte dünyanın sorunlarına böyle bakmadıkça, dünyadaki hiçbir soruna karşı bir politika ve program geliştirilemez. Ve bir anda politik olarak “ofsayt”a düşülür. * 259


Örneğin, Avrupa Birliği, ulusçu bir bakış açısından, gerici ulusçuluktan kurtulma, onu aşma gibi görülebilir. Türkiye’de bol bol görülebilecek, “Avrupa Ulusu Devleti Aşıyor” övgüleri hatırlanabilir. Ama Ulusun ne olduğunu kavramış ve ulusların, NASIL TANIMLANIRSA TANIMLANSIN (yani demokratik veya gerici ulusçuluğa göre tanımlanmış olsunlar fark etmez), insanlığın kurtuluşunun önündeki en büyük engel, bütün sorunların başı olduğunu düşünen biri açısından, yani bir Devrimci Marksist açısından, yani İnsan açısından, Avrupa Birliği, en gelişmiş biçimiyle bile (Yani Amerika Birleşik Devletleri gibi bir Avrupa Birleşik Devletleri olması durumunda ve Avrupalılığı sırf teritoryal olarak tanımlaması hiçbir kültürel ve tarihsel gönderme yapmaması durumunda bile), ulus devletin aşılması değil; kendini Avrupa denen toprak parçasıyla sınırlamış; ulusu yere göre tanımlayan ve bu topraklar dışında kalan insanları her türlü haktan yoksun kılan, yeni bir ulus devletin kurulmasıdır. Yani ilerici değil, gericidir. Çünkü insanlığın büyük bölümünü dışlamakta; ömrünü doldurmuş ulusları ve ulusal sınırları yaşatmaya çalışmaktadır. Ama sosyalistler ya da insanlar için sorun, tıpkı Türklüğü yok etmek olduğu gibi, Avrupalılığı da yok etmektir. Avrupa’ya girip girmemenin doğru veya yanlış olduğunu Türkler veya Avrupalılar tartışır veya tartışabilir. Ama sosyalistler ya da insanlar için tartışma Türklüğün ve Avrupalılığın nasıl yok edileceği noktasındadır ve öyle olmak zorundadır. Sosyalistlik ya da İnsanlık, Türklük ve Avrupalılık ile bir arada bulunamaz ve uzlaşmaz. Birinin olduğu yerde diğeri var olamaz. İnsanlar Türk veya Avrupalı olamaz, Avrupalı veya Türkler de İnsan olamaz. Aynı şekilde bir sosyalist bir Türk, bir Alman veya Avrupalı olamaz; sosyalist ancak İnsan olabilir; tersinden bir Türk, bir Alman veya bir Avrupalı da bir Sosyalist (veya İnsan) olamaz. Ancak uluslara karşı mücadeleyi gündeminin başına koymuş, tüm insanları uluslar, ulusal devletleri ve ulusal sınırları yıkmaya çağıran bir hareket, bu gericiliği görebilir, teşhir edebilir ve ona karşı mücadele edebilir. Avrupa Birliği karşısında, solun temel açmazı tam da budur. Bütün dünyada, ulus perspektifinin ötesine gidememiş sol, Avrupa Birliği sorununa hiçbir çözüm önerememektedir örneğin. Bir ülkede sol Avrupa Birliği’nden yana iken diğerinde karşıdır. Avrupa Birliği’ne karşı olanlar genellikle, en tutucu ve gerici milliyetçilerle, bürokratik ve askeri oligarşilerle; yana olanlar globalizm hayranlarıyla, liberallerle yan yanadır. Ama eğer bu günkü en demokratik biçimiyle bile ulusal devletin artık yeryüzü çapında ırkçılığın bir aracı olduğu gerçeğinden yola çıkıyor ve insanları uluslara ve ulusal devletlere karşı bir savaş çağrısı yapıyorsanız; Türkleri, Almanları, Fransızları, Rusları, Amerikalıları ya da Avrupalıları, Türklüğe, Fransızlığa, Amerikalılığa, Rusluğa, Amerikalılığa, Avrupalılığa karşı savaşa, Türklüğü, Almanlığı, Avrupalılığı, Amerikalılığı bırakıp İnsan olmaya çağırıyorsanız, hiç de yukarıdaki gibi açmazlar içinde kalmazsınız. Aksi takdirde bu ırkçı sistemi yaşatma ve pekiştirme yönündeki yaklaşımları bir ilerleme ve demokratikleşme olarak görürsünüz. 260


* Tam da bu Dünya Futbol Şampiyonasının yapıldığı günlerde, Der Spiegel dergisi, Yeni Uluslar Göçü, “Yoksulların Akını” kapağıyla bir sayı yayınladı. Konu, “yoksul ülkelerden insanların zengin ülkelere kapağı atma” larıydı. Dikkat edilsin, bizzat bu başlığın kendisi Irkçı’dır. Ama bu ırkçılığı, bir Alman, bir Türk, bir Avrupalı’nın görmesi mümkün olmadığı gibi, bizzat onlar bunu yaratırlar ve savunurlar. Bir Alman; bir Türk, Bir Avrupalı, bir “Yeni uluslar göçü”nden, yoksulların bir “akın”ından söz edebilir ve edecektir. Ama tüm insanların eşitliğini, bırakalım gerçek ekonomik eşitliğini, yani kapitalizmin ilgasını bir yana, formel, hukuki eşitliğini, savunan bir İnsan için, bu ulusların “akın”ı, yoksulların kapatıldıkları bantustandan , hapishaneden firarı; o hapishanenin ve duvarların dışına kaçma, o duvarları bilinçsiz bir yıkma çabası olarak görülür. Ulusçuya, yani bir Türk, Alman veya bir Avrupalıya, bir saldırı, bir “akın” olarak görülen, insana bir öz savunma olarak görülür. Ulusçu bu akını durdurmaya çalışır. Yumuşak ulusçular, üçüncü dünyaya daha fazla yatırım yaparak ve yardım ederek bu akını azaltalım der, sert ulusçular, yeni ve daha sağlam engeller çıkaralım duvarlar örelim der. Farklı yöntemlere rağmen ikisinin de muradı aynıdır: “Akın”ı durdurmak! Ama bir insana, bu aynı hareket, uluslara karşı, ulusal sınırlara karşı bilinçsiz ve bireysel bir direniş olarak görünür; insanların kapatıldıkları bantustandan, rezervattan kurtulma çabası olarak görülür. İnsanın sorunu, bunu engellemek değil, bunun bütün duvarları yıkan bir sele dönüşmesini sağlamaktır. İnsanlar veya sosyalistler, hapishanenin veya duvarın dışına bireysel ya da toplu kapağı atma girişimlerini, duvara ya da hapishaneye karşı, onları yıkmak için bir sosyal harekete çevirmeye çalışır ve bu hareketlerde böyle bir sosyal devrimci hareketin tohumunu görür. * İşte soruna böyle bakmayan; İnsan değil; Türk, Alman, Fransız, Avrupalı veya Amerikan olan sol, kendini out side’de bulmaktadır. Bu son dünya kupası maçlarında Almanya’da açıkça görüldü. Alman solu, (tam da Alman solu olduğu için zaten), kendisini hep klasik Hitler tipi ırkçı milliyetçiliğe göre tanımlamış, refleksleri ona göre oluşmuştur. Belki dünkü dünyada bu tavır bir ölçüde sol bir duruş için yeterli olabiliyordu ama bu günkü dünyada, artık bu klasik ırkçı milliyetçiliği hala baş düşman olarak görmek ve ona göre refleksler göstermek, aslında var olan gerçek ırkçı sistemi gözlerden gizleme ve hatta bu ırkçı sistemi pekiştirme girişimlerini olumlama olarak görmeye yol açmaktadır. Bütün sol, Alman milli takımının başarılarında, klasik ırkçı faşistlerin sokağa çıkacağını; klasik ırkçılığın tekrar legalite kazanacağını düşünüyordu. Ama tam aksi oldu, bütün basın Almanların da diğer uluslar gibi kendi bayraklarıyla başka ulusları hor görmeden ve aşağılamadan övünmeye hakları olduğunu ve işte tam da bu dünya kupasında bunun 261


gerçekleştiğini; artık uygar bir ulus olarak hala geçmişin yüküyle bayraklarını açmaktan utanmamaları gerektiğini yazdı. Gerçekten de, başka ülkelerin bayrakları da her yerde dalgalandı, kimse onlara karşı bir saldırıda bulunmadı. Aksine, güvenlik görevlileri başkalarını da kendi bayraklarını sallama özgürlüğünü garanti altına aldı. İlk başlarda klasik ırkçı faşistlerin yaptıkları bir iki girişimde polis son derece sert davranarak onlara gereken mesajı verdi. Ama bütün bunlar olunca, sol birden bire kendisini silahsızlanmış buluverdi. * Bunu belki gözlerden kaçmış küçük bir olayda görelim. Hamburg’ta Sternschanse (“Yıldıztabya” diye çevrilse pek de yanlış olmaz) diye bir semt vardır. Genellikle eski evlerin bulunduğu, yabancıların, solcuların ve öğrencilerin yoğun yaşadığı bir semttir. Hatta burada solcuların işgali altında bulunan eski bir Tiyatro binası vardır (buna “Kızıl Flora” denir). Bu semtte, son dört beş yılda, dünyanın bütün metropollerinde görülen bir değişim başladı. Bütün dünyada, Yuppie’ler genellikle, eski solcuların, yabancıların yaşadıkları; daha rahat bir atmosferi olan semtlere yerleşmektedirler. Aynısı burada da oldu. Genellikle medya alanında çalışan veya nispeten iyi bir geliri ve işi olan, genç, politikaya ilgisiz Yuppie’ler bu semte dadandılar ve oradaki yerleri mekânları yaptılar. Artık o eski partal giysili solcular yoktu, ya da azınlığa düşmüşlerdi: iyi bakımlı, giyimli, anlamsız yüzlü genç bir kitle doldurmaya başladı orayı. Dünya Kupası vesilesiyle de bütün Kafe’ler önlerine birer televizyon ekranı koydular. Havalar da güzel gidince, maç saatlerinde bu kitle iğne atsan yere düşmez biçimde maçları izledi. Yüzlerini boyayanlar, formalar, takma saçlar vs. hasılı o televizyonlarda görülen tipik bir maç seyircisi görünümü ortalığı kapladı. Bir karnaval, bir festival havası ortalığı sarıyordu. İşte, Alman milli takımının bir maçında, solcuların işgali altındaki “kızıl Flora”dan, maç esnasında klasik Alman ırkçı milliyetçiliğine karşı, kocaman hoparlörlerle bir propaganda ve sabotaj yayını başladı. Kafelerin önüne oturmuş maç seyreden binlerce karnaval havasındaki kitle önce biraz mırıldandı ama sonra bu yayını duymazdan geldi, ciddiye bile almadı. Hele Almanya golü attıktan sonra Alman bayraklarıyla güle oynaya eğlenmeye başladı. Başkalarına karşı bir saldırganlık görülmedi. Hatta diğer uluslara göre daha ölçülü ve dikkatliydiler, başkalarını rencide etmemeye özel bir dikkat de gösteriyorlardı. Bu propaganda-sabotaj yayını sadece coşkunun gürültüsü içinde yok olmadı; aynı zamanda absürdleşti. Çünkü o kendini, klasik ırkçı, Hitler selamlı kaz adımı yürüyüşlü bir milliyetçiliğe karşı hazırlamıştı, karşısına çıkan rengarenk boyalar içinde şarkı söyleyen, diğerlerine saldırmayan, kendisini de diğerleri gibi gören, bütün ulusların milliyetçiliği gibi bir milliyetçilikti. Hatta onlardan daha ölçülü, anlayışlı ve toleranslı bile denebilir. Ama bu out side durumunu daha da pekiştiren olgu da şuydu: Almanya’da yaşayan Siyahlar, Türkler ve yabancılar da ellerinde Alman bayraklarıyla, daha fazla Alman olduklarını 262


kanıtlamak (ve kabul edilmek için) için Almanlardan daha büyük coşku ve ekstra bir gösterme çabasıyla Alman milli takımının zaferini kutluyorlardı. Hatta muhtemelen Türk gençleri olan yabancı görünümlü gençler, koca bir tır kamyonunu “kızıl Flora”nın karşısına getirmişler onun üstüne çıkmışlar ve üzerinde kutluyorlardı. Sonra polis geldi ve tırın tepesi tehlikeli olduğundan gençleri oradan indirdi. Bir zamanlar polis o “kızıl Flora”ya saldırmak için gelirdi, şimdi Alman milli takımının zaferini kutlayan yabancı gençlerin kutlamayı fazla aşırıya vardırmamaları için geliyordu. * Bu çok basit, sıradan, belki çok kişinin dikkatini bile çekmemiş küçük olaylar dizisi, klasik solun bu günün dünyasını anlamadığını ve ona söyleyecek bir sözü olmadığını; artık ciddiye bile alınmadığını, bir tehlike olarak bile görülmediğini bir kere daha belgeliyordu. Irkçılığın bir tehlike değil gerçek olduğunu görmeden bu günkü dünyada bir politika üretmenin olanağı yoktur. Ama ırkçılığın bir tehlike değil de bir gerçek olduğunu ise ancak insanlar görebilir, Türkler, Avrupalılar, Almanlar veya Amerikalılar değil. Onlar açısından her şey olağandır normaldir. Irkçılık, Der Spiegel’in kapağındaki “akın” sözcüğünde gizlidir. Bu günkü dünyada, artık klasik ırkçılık bir tehlike değildir. Elbet bu ırkçılık vardır. Hele savaş sonrasını ve 68’i yaşamamış doğu Avrupa ülkelerinde bu ırkçılık vardır ve oldukça da güçlüdür, ama artık dünyadaki gelişmelere damgasını vuran bu değildir. Bu ırkçılığa karşı mücadele içinde hiçbir program ve perspektif geliştirilemez. Bu günün ırkçılığı, çok kültürlü biçimiyle bile ulusal devletleri ve sınırları savunmanın ta kendisidir. Globalleşme, tüm malların ve paranın serbest dolaşımına dayanmaktadır. Bu günün dünyasında, bir tek mal vardır bu serbest dolaşımdan yararlanamayan: İşgücü. İşgücünün serbest dolaşımı, gittiği yerde eşti haklara sahip olması demek, ulusların, ulusal sınırların ve devletlerin ortadan kalkması demektir. Kar oranlarını yüksek tutmak ve işçi sınıfını uluslara göre bölebilmek ve her ülkede burjuvaziyle ittifaka çekebilmek ancak ulusal sınırlar ve devletler sayesinde mümkün olmaktadır. Globalleşmenin böylesine geliştiği bir çağda, klasik ırkçılık ne burjuvazinin yayılma hayalleri ne de kapitalizm için hiçbir avantaj sağlamamakta, aksine bir yük oluşturmaktadır. Bu nedenle, ulusal devletleri savunma, bir bakıma, burjuvaziyi klasik ırkçılığa karşı duruşa ve çok kültürlülüğe dayanan bir milliyetçiliği teşvik etmeye zorlamaktadır. Burjuvazinin böyle bir sisteme doğru geçişi hem ülke içinde, hem dünyada ona daha geniş bir temel ve daha geniş bir hareket alanı sağlamaktadır. Elbette burjuvazinin bir milliyetçilikten diğer milliyetçiliğe geçişi; kaz adımlı Hitler selamlı milliyetçilikten; renkli ve karnaval havalı milliyetçiliğe geçişi, düz bir yol izlememektedir ve bizzat burjuvazinin içinde aynı zamanda bu iki milliyetçilik arasında bir çatışma da gerçekleşmektedir. Bu düz bir süreç değil, çatışmalı, gel gitleri olan bir süreçtir. 263


İşte son Dünya Kupası, Almanya’daki bu çatışmada, klasik ırkçı milliyetçiliğin, “çok kültürlü” milliyetçilik karşısında ciddi biçimde geri adım atmak zorunda kaldığı bir çatışmaydı aynı zamanda. Solu out side’a düşüren de tam buydu. Almanya’daki Dünya Kupasında bu çatışma da gelecek yazının konusu olsun. 06 Temmuz 2006 Perşembe

264


Futbol Şampiyonası, Alman Politikası ve Sol Bu dünya futbol şampiyonasında Almanya dünya şampiyonu olamadı, finale kalamadı, üçüncülükle yetinmek zorunda kaldı, ama politik olarak bu şampiyonada en büyük başarı ve kazanç Alman burjuvazisinindir. Neden ve nasıl? Bunu göstermeyi deneyelim. Son dünya kupası, Alman burjuvazisinin, klasik kana, soya dayalı ırkçı milliyetçilikten; artık günün ihtiyaçlarına cevap vermeyen ve bir yük oluşturan bu milliyetçilikten; Globalleşmenin ve bir Avrupa Birliği oluşturabilmenin ihtiyaçlarına daha uygun düşen bir milliyetçiliğe geçişin dönüm noktası olduğu gibi; bu iki milliyetçilik arasındaki mücadelenin de bir sahnesiydi Bu durumu iyi gözleyen eski 68’li, bir zamanların hızlı “Anarşist”i, şimdilerde “Yeşiller” in teorisyen ve stratejilerinden, onların Avrupa işlerine bakan Daniel Con Bendit (bir zamanların “Kızıl Dany”si) son dünya Dünya Şampiyonasına Alman Milli Futbol takımını hazırlayan Klinsmann’ı kastederek, “o Yeşil-Kızıl koalisyonun yapamadığını başardı” (“yeşil” ve “kızıl” Alman politik kültüründe ekolojistler ve sosyal demokratların karşılığı olarak kullanılıyor.) anlamında sözler etti. Onu böylesine söz ettiren değişim nedir? Bir çok sosyolog, yazar vs. bu şampiyona öncesi Almanya ile bu şampiyona sonrası Almanya’nın aynı olmadığını söylüyor ve bunda Alman Milli takımının antrenörü Klinsmann’ın işlevine dikkati çekiyor 13.. 13

Bu değişim Radikal yazarı Ceyda Karan tarafından şöyle anlatılıyor. Yazar aynı zamanda değişimi anlatşıyla değişenin ne olduğunun bir kanıtın daha da sunmuş oluyor. Yazını başlığı bile ilginç: “Almanya Gök Kuşağının Altından Geçiverdi.” “Dünya Kupası'nı kaybettiler. Pek ümitlenmişlerdi, Dortmund'ta yarı finalde gelen yenilgi sonrası gözyaşlarını tutamadılar. Çok sürmedi, gülümsediler. Bu kupanın 'galibi' Almanlar oldu. Bir aylık futbol festivaline hoşgörüyle ev sahipliği yaptıkları, sportmenlikleriyle yeşil sahalarda ırkçılığa prim vermedikleri, memleketlerinin dört bir yanını altın sarısı-kırmızı-siyah bayraklarıyla donatmakla kalmayıp, Togo'nun yeşil-sarı-kırmızısına da bürünebildikleri için... Ve 1980'lerin çelik disiplinli Panzerleri'ne, göçmenlerin topçularını katabildikleri, Polonyalı Klose ve Podolski, Fransız aksanlı Neuville, yarı Ganalı Odonkor'lu bir takım kurabildikleri için... Yıllardır uyum sorunları yaşadıklarını konuşsak da, bir şekilde sığdıkları geniş göçmen kitlelerinin, kendiliklerinden bu üç renge bürünerek canı gönülden Almanya'yı desteklemiş olması bir işaret olsa gerek. Göçmenlerin, özellikle de Müslüman nüfusun giderek arttığı Avrupa'da Hollanda ve Danimarka gibi hoşgörü timsali gösterilen pek çok memlekette aşırı sağ güçlenirken, Almanya'da marjinal görülüyor. Yer gök altın sarısı-kırmızı-siyah renklere boyanırken, yıllardır bu renkleri tekellerine almış aşırı sağcıların çareyi Reich'ın beyaz-kırmızı-siyah renklerine sığınmakta bulması pek manidar değil mi? İşte bundan ötürü, Dünya Kupası boyunca Almanya'da yaşanan coşkunun 'Nazizm ruhunu hortlatacak bir milliyetçi hissiyat' olduğu iddiası pek komik. Zira Anglo-Sakson medyasının pek sevdiği milliyetçi yakıştırmalar, Almanya'nın her zaferi sonrası Berlin sokaklarına üşüşen, Alman bayrağına ayyıldız konduran Türkleri açıklamıyor. Yahut da Der Spiegel'in yayımladığı altın sarısı-kırmızı-siyah renklere bürünmüş başörtülü Müslüman kızların fotoğrafını... Bu başka bir fotoğraf olmalı! Belki de basitçe şu saptamayı yapmak lazım: Almanlar artık kendilerini iyi hissediyor, dakika başı özür dilemek gerektiği fikri sabitinden kurtuluyor.” (10/07/2006, Radikal) 265


Birkaç karakteristik haber, bu dönüşümün çapı hakkında bir karar verir. Almanya’da büyüyen, Türkiye kökenli film rejisörü Fatih Akın, Hürriyet’te çıkan habere göre şunları söylemiş. Haberi 2 Temmuz Pazar günkü Hürriyet’ten okuyalım. “Ödüllü Yönetmen Fatih Akın: Dünya Kupası Irkçılığı bitirir. (...) “İlk kez Almanya’yı tuttuğunu söyleyen Akın, “Almanya’daki Türkler milli maçlarda hep rakibi tutardı. Ama bu son dünya Kupası’nda bu değişti. (...) Bütün dünyadan misafirler geldi. Bu bir şok gibi oldu. Eğitim gibi bir şey oldu, iyi oldu. Irkçılık gidiyor.” “Almanya’nın yediği gol üzülen, attığı golle havalara fırlayan Akın, tur sevincini kutladı.” Alman medyasında, esas vurgu hep, artık bütün milletler gibi Almanların da kendi bayraklarından utanmamayı öğrendikleri ve onunla rahat bir ilişki kurabildikleri gibi noktalarda yoğunlaşıyordu. Ve hemen hemen bütün haber ve resimlerde genellikle Almanlar başka uluslardan insanlarla birlikte eğlenirken haber yapılıyordu. Maç dolayısıyla gelenlerle yapılan söyleşi ve haberlerde öne çıkarılan, ziyaretçilerin Almanlar hakkında hep kabız, aşırı ırkçı milliyetçi gülmez insanlar gibi yargıları olmasına rağmen burada bambaşka bir durumla karşılaşmış olmaları gibi noktalardı. Bir de en çok Alman bayrağıyla Alman milli takımının başarıların kutlayan yabancılar, özellikle Türkler ve siyahlar göze batırılmaya çalışılıyordu. Hatta Türklerin Alman bayrağının kırmızı şeridinin ortasına ay yıldız koymaları özellikle öne çıkarılan haberler arasındaydı. (Buna gerici Türk milliyetçiliği, aynısının yarın Türkiye’de de olabileceği, yani Kürtlerin, yeşil, sarı ve kırmızının ortasına bir ay yıldız koyabilecekleri korkusuyla hemen karşı çıktı. Tabii Almanlarınkine koyulmasına temelden itirazı yok. Ona itirazı eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürebilir diye.) Yani Fatih Akın’ın tavrı, an azından yabancılar ve solcular yaygın olan genel bir eğilimin ifadesinden başka bir şey değil. Solcuların ve yabancıların önemli bir kısmı eski reflekslerin anlamının kalmadığını düşünüyor ve artık Alman bayrağından utanmamayı veya Almanya’yı tutmayı öğreniyor. Geçenlerde “Sol Neden “Ofsayt”ta?” yazısında anlattığımız ve tartıştığımız küçük sahneler, aslında genel bir eğilim ve dönüşümün tipik görünümleriydi. Aslında bu yeni durum en bizzat PDS’in (Demokratik Sosyalizm Partisi) yıldızı olan, Gregor Gysi’nin aşağıdaki sözlerinde en açık biçimde yansıyor: “Ulusal futbol takımları için Almanlar tarafından dışa vurulan ulusal gurur, Meclis sol grup başkanı Gregor Gysi’nin görüşüne göre, olumlu yurtseverliğin bir işareti. Gysi “Tageszeitung”a verdiği demeçte, Almanya’da genç kuşak arasında “Ana vatanlarına (Türklerde vatan ana metaforuyla, Almanlarda baba metaforuyla bağlantılıdır. Tam çevirisi “baba vatan” olurdu) karşı tamamen normal, kabız olmayan” bir ilişki gelişiyor ve bu dünya futbol şampiyonasını “biricik büyük bir şölen yapıyor” dedi. Buna karşılık, bizzat kendi kuşağının ise, “ulusal sorunla hastalıklı bir ilişki”si olduğunu ve bu nedenle yurtseverlik tartışmasında “ağzını kapaması” gerektiğini söyledi. Gysi “Burada ilk defa, kendi ulusuna karşı bağımsız, kabız olmayan, normal bir ilişki 266


oluşuyor” dedi. Eski PDS Başkanının argümanına göre, toplumda herkesin kendisini bütüne karşı sorumlu hissedebilmesi için, kabız olmayan ve normal bir ulusal bağ bir ön koşuldur. Gysi’ye göre, “sağ taraftaki Totaliter anti komünizm tıpkı solun bir kesimindeki totaliter anti nasyonalizm gibi bunu şimdiye kadar engelledi.” Gysi partisinin bir bölümündeki ritüelleşmiş “Almanya, bir daha asla!” parolasını da eleştirdi. “İnsan istemediği bir ulusu yönetemez” dedi. Bunun kafada ve yürekte bir çelişki olduğunu söyledi. Solcular ve kendi kuşağının tutucuları, 50’li ve 60’lı yıllarının tecrübeleriyle genç kuşakların canını sıkmamalı. “Biz kendiliğinden daha iyi gelişeni yolundan saptırmamalıyız. Normalleşmeye bizim katkımız bu olabilir.” dedi. (21 Haziren 2006 http://de.news.yahoo.com/21062006/286/gysi-begruesst-deutschen-fussballpatriotismus.html ) Gysi’nin bu sözleri, bu futbol şampiyonasının Alman kapitalizminin gerçek bir zaferi olduğunun en büyük delilidir. Eski milliyetçiliğin karşısında olan solcular yeni milliyetçiliğin savunucularıdırlar. Bir burjuvazi için, bundan daha büyük bir kazanç olabilir mi? “Ofsayt”ta kalmak istemeyen solcular ve yabancılar (Gysi veya F. Akın) bu yeni milliyetçiliğin selamlayıcıları, taraftarı ve savunucusu olarak ortaya çıkıyorlar. Milliyetçiliğin ne olduğunu anlamayanlar, bu günkü dünyada en demokratik milliyetçiliğin bile aslında dünya çapında bir ırk ayrımcısı apartheit sisteminin aracı olduğunu anlamayanlar, böyle yaparken, ırkçılıktan kurtuluş ve ona karşı çıkış adına, fiilen bu ırkçı sistemin savunucuları olarak ortaya çıkıyorlar. Ama sadece sol mu böyle? Aynı bölünmenin Alman sağı, arasında da yaşandığı görülüyor. Die Zeit gazetesinin haberine göre, Alman faşistleri arasında da bir bölünme varmış. Bir kısmı, bu “yeni yurtseverliği” milliyetçiliğin yaygınlaşması olarak selamlarken, diğerleri bunun “tatil ve Pazar günü milliyetçiliği” olduğunu söyleyip bu milliyetçiliğe karşı tavır alıp onunla kendi arasına sınır çizmeye çalışıyormuş. Bunlar etrafı dolduran siyah kırmızı ve sarı renkli Alman bayraklarına da karşı çıkıp, siyah beyaz ve kırmızı renkli bayrağın Alman milliyetçiliğinin bayrağı olduğunu söylüyorlarmış. Böylece Alman burjuvazisi, solcuları, yabancıları (ve hatta faşistler arasındaki bölünmenin gösterdiği gibi) faşistlerin bir bölümünü yeni milliyetçiliğinin destekçileri haline dönüştürmüş bulunuyor. Elbette bu yeni biçim milliyetçilik Batı Almanya’da eski Doğu Almanya olan Eyaletlerden, büyük şehirlerde taşradan, gençler kuşaklar arasında yaşlılardan daha güçlü ve yaygındır. Eski biçim hala özellikle eski doğu Almanya’da çok güçlüdür, ama bu, geleceğe damgasını vuran bir eğilim değildir. Bütün doğu Avrupa’da olduğu gibi, orada zaman bir süre durmuştu ve duvarın yıkılışından beri kaldığı yerden devam ediyor. Doğu ve Batı (Yaşlılar ve gençler; büyük şehirler ve taşra) aslında bu milliyetçiliğin birbirini izleyen iki aşamasını, zamansal bir dizilişi, mekânsal biçimde yansıtmaktadırlar. Alman kapitalizmi için Avrupa’daki başka ulusları ve toprakları işgal ile yayılmanın, başka ulusları köleleştirmenin ideolojik temellerini atan klasik ırkçı milliyetçilik bir intihar olur. 267


Ayrıca buna ihtiyacı da yoktur. Hitler’in “Avrupa Kalesi”ni Alman Burjuvazisi, bizzat doğu Avrupalı halkların Avrupa Birliği’ne katılmak için yaptıkları ayaklanmalarla ve gönüllü katılımlarıyla kurmuş bulunmaktadır. Alman burjuvazisinin ihtiyacı, bu yeni duruma uygun bir milliyetçilikti. Eski kuşakların şekillenmeleri, gelenekler, yerleşmiş eski yapı bu yeni duruma uygun bir milliyetçiliğin egemen olmasının önünde bir engel oluşturuyordu. Bu futbol şampiyonası, bu eski milliyetçiliğin kabuğunun kırılması; Alman politik kültürü ve egemen resmi milliyetçilik için küçük bir “devrim” oldu. Ama eskisinin yerine gelen, en az eskisi kadar tehlikeli bir ırkçılıktır, ya da günümüz dünyasına uygun bir ırkçılıktır. Bu kavranmadığı an, dünyadaki hiçbir gelişme karşısında doğru bir tavır alınamaz. 1936 Berlin Olimpiyatları biyolojik ayrımlara dayanan bir milliyetçiliğin ve ırkçılığın bir gösterisiydi. 2006 Dünya futbol şampiyonası, “Çok kültürlü” bir milliyetçiliğin ve ırkçılığın gösterisidir, Alman politik kültüründe ikincisinin birincisinin yerini almasıdır. Bunun nasıl bir ırkçılık olduğunu ise her hangi bir şekilde bir milliyetçi olanlar anlayamazlar. Bunun ırkçılık olduğunu anlayabilmek ve görebilmek için, yeryüzünde ulusal sınırların ve milletlerin demokrasi ve insan haklarının önündeki en büyük engel olduğunu kavramak; bu çok kültürlü milliyetçiliğin de bu ulusal sınırları ve ırk ayrımcısı sistemi yaşatmayı ve güçlendirmeyi amaçladığını görmek gerekir. Bu günkü globalleşme çağında, gelişmiş ülkelerde, gerek yaşlanan nüfus dolayısıyla, genç nüfuslu “üçüncü dünya”dan gelecek iş gücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle; gerek iş gücünün yeniden üretiminin fiyatını düşük tutmak dolayısıyla kar oranlarını yükseltmek için özellikle gastronomi, temizlik, sağlık gibi alanlarda göçmen iş gücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle ve nihayet belli alanlarda (özellikle programlama, elektronik) işgücü ithal edebilmek ve çekebilmek için klasik kana, etniye, kültüre dayanan milliyetçilik burjuvazi için bir engel oluşturur. Ama sadece bunlar değil, Alman burjuvazisi gibi sabıkalı bir burjuvazi için, klasik milliyetçilik, ekstradan prangadır politik, ideolojik ve kültürel etkinin ekonomik etki ölçüsünde yayılmasını ve ağırlığının artmasını engelleyen. * Burjuvazinin Globalleşmeden çıkardığı sonuç, yeryüzünde ulusal sınırların kaldırılması gereği, ulusların ilgası ve bir tek dünya cumhuriyeti değildir. Bu eski milliyetçiliğin terki bizzat tam da bu ulusları ve sınırları korumanın ve yaşatmanın bir aracıdır. Böylece burjuvazi, hem gerici ulusları ve ulusal sınırları korumakta hem de yoksulları bir rezerv olarak bu sınırların dışında tutmaktadır. Böylece, insanlığın büyük yoksul çoğunluğu, ulusal sınırları ve ulusları meşru kabul eden bu sistem aracılığıyla, bir ırk ayrımcısı bir dünyada yaşamaktadır. Bu modern çok kültürlü ulusçuluğu savunmak, özünde bu ırk ayrımcısı sistemi savunmak, ulusları savunmak anlamına gelmektedir. Bu günkü ırkçılık, aslında tıpkı klasik ırkçılık gibi dışında tutarak köleleştirmektedir. Çok kültürlü milliyetçilik, zengin ülkelerin etraflarına ördükleri duvarlarla birlikte yükselmiştir ve 268


yükselmektedir. Bu dışta tutuş “çok kültürlü” bir milliyetçilik aracılığıyla yapıldığından, bu modern ırkçılığa geçiş, “normal” bir milliyetçiliğe geçiş olarak Demokratik Sosyalizm Partisi önderi Gysi tarafından bile selamlanıyor ve savunuluyor. Bugünün dünyasında her türlü malın ve paranın hiçbir ulusal sınırı tanımadan dolaştığı bir dünyada, işgücü denen malın hala ulusal sınırlara bağlı kalmasını “Normal” bir milliyetçilik olarak savunmak, yani ulusal devletleri, sınırları savunmak ve insanları bunlara karşı savaşa çağırmamak, ırkçılığı savunmakla, insanlığın büyük bölümünü bir “üçüncü dünya” denen rezervatta tutmakla özdeştir. Bunu kavramayan sol, klasik ulusçuluğu ve ulusal devletleri savunduğu sürece, “ofsayt”ta kalmaya, klasik faşistlerle aynı ulusçuluk düzeyine takılmaya mahkumdur. Eğer bu klasik ulusçuluk karşısında bay Gysi gibi “normal” ve “çok kültürlü” ulusçuluğu savunduğunda da, bu günün gerçek var olan ırkçılığını, geleceğe damgasını vuran ırkçılığı savunur durumda olmaya mahkumdur. Yeşiller, PDS veya Fatih Akın’da olduğu gibi. Aslında bu bölünme aynen Türkiye’deki solun bölünmesi gibidir. Klasik ırkçı Türk milliyetçiliğini savunanlar, Türklüğü ve Türk devletini sorgulamayanlar ve globalleşmeye karşı olmak adına onu savunanlar, genel kurmayın, Askeri bürokratik oligarşinin birer desteği ve yedeği olarak kalmaktadırlar. Buna karşılık, “Çok kültürlü” mozaik milliyetçiliği savunanlar ise, burjuvazinin, globalizmin, Avrupa Birliği’nin, Liberalizmin savunucuları olarak ortaya çıkmaktadırlar. Her iki taraf da ulusal devletleri ve sınırları tartışmamaktadır, politik olanın ulusal olana göre tanımlanmasını sorgulamamaktadır; her iki taraf da milliyetçilidir, farkları ulusal olanın nasıl tanımlanacağı noktasındadır. Alman politik kültüründe “Bir daha asla Almanya” sloganları atanlar veya “Anti Alman”cıların Türk solundaki karşılığı Türkiye’nin “ulusalcı sol”udur. Gysi’lerin, Bendit’lerin Türkiye’deki karşılıkları ise ÖDP’liler, “İkinci Cumhuriyetçiler”dir. Bunların ikisi de milliyetçidir, ayrılıkları milliyetçilik anlayışlarındadır. Klasik milliyetçiler buna Türkiye’de antiemperyalizm, Almanya’da anti Almanlık elbisesi giydirmekte; globalizme karşı çıkış adı altında gerici ulusçuluğu savunma ve yaşatmaya çalışmaktadırlar. Modern çok kültürlü milliyetçiler ise savunduklarının milliyetçilik olmadığını, ulus devletin aşılması olduğunu söylemektedirler. Bunların ikisi de milliyetçiliktir. İkisi de ırkçılıktır ama biri artık ömrünü doldurmuş, diğeri bu günün dünyasının ihtiyaçlarına uygun. Bu futbol şampiyonasında Almanya’da ne olduğunu anlamak için Türkiye’de şöyle bir durum düşünülebilir. Almanya’daki Bayern Futbol mafyası (şu Beckenbauer’ler falan) klasik ırk, kana dayalı milliyetçiliğin temsilcileriydiler. Bu milliyetçilik bizzat Alman burjuvazisinin çıkarlarının önünde bile bir engel haline gelmişti. Bu en iyi ve açık olarak Alman Milli takımının bileşiminde görülür. Bu milliyetçilik, yetenekli ve yoksul Türk ve yabancı çocuklarını daha okul ve mahalle 269


takımlarından beri engeller. Bunların içinde özel yetenekleriyle yükselebilenler büyük takımlarda yedek kulübelerinde bekletilir ve hele milli takıma alınmaları söz konusu bile olmazdı. Bu en açık olarak futbol sonuçlarında görülebilir. Fransa Cezayirli İşçi Çocuğu Zidane ve simsiyah futbolcularıyla Dünya şampiyonu ve ikincisi olurken, Alman milli takımı benzer başarılar gösterememektedir. Buna karşılık, Almanya’nın dışladığı Türkiye kökenli gençler, Türkiye’yi geçen dünya şampiyonasında dünya üçüncüsü yapmışlardı. Bu gençleri dışlamayıp özümleyebilseydi, geçen dünya şampiyonasında Almanya kolaylıkla dünya şampiyonu olabilirdi örneğin. Bu durum Almanya’ya egemen kana dayanan milliyetçiliğin Almanya’nın ekonomik gücüne denk düşen bir politik ve ideolojik güç ve ağırlıktan onu mahrum kılmasının futbola yansımasından ve onda da ifadesini bulmasından başka bir şey değildir. Alman kapitalizmi üretim ve ekonomi alanındaki etkisini, politika ve ideoloji alanında gösteremiyor ve bu da Alman kapitalizmi ve emperyalizminin gelişiminin ve yayılışının önünde bir engel oluşturuyordu. Almanya iki dünya savaşına neden olmuşluğu ile diğer ülkeleri işgal etmişliği ile zaten sabıkalıdır. Bu geçmiş nedeniyle Almanya, daima uluslar arası politika alanında arka planda kalmayı bir strateji olarak benimsemiştir. Dünya politikasında Avrupa adına hep Fransa’yı ne sürmüş, gerçekte kendi söylemek istediklerini Fransa’ya söyletmiştir. Böylece hem Fransız Burjuvazisinin kendini beğenmişlik biçiminde dışa vuran aşağılık komplekslerini tatmin etmesine olanak vermiş hem de onun bu tafralı tavırları karşısında altın ortayı, aklı selimliği ve uzlaşmayı savunan bir pozisyonu savunur görünme olanağı elde etmiş, herkes tarafından kabul edilebilir olmuştur. Savaş sonrasının özellikle Genscher döneminin Alman dış politikasını bu strateji karakterize eder. Ne var ki Doğu Avrupa’nın çöküşüyle birlikte bu denge yerinden oynamıştır. Yeni döneme uygun dış politikayı da Yeşillerden Fischer şekillendirmiştir. Duvarın yıkılışında, Almanya’nın birleşmesine en büyük muhalefet bizzat Fransa ve İngiltere’den hatta Amerika’dan gelmiştir. Doğu Avrupa’nın hakları bir yandan, Avrupa Birliği’ne katılarak Rusya’ya karşı kendilerini garantiye almak istiyorlardı ama Avrupa Birliği demek Almanya demek olduğundan, bu aynı zamanda Almanya tarafından yutulmak anlamına de geliyordu. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktı bu. Bu nedenle bir yandan Avrupa Birliği’ne girerken, Alman politik etkisine karşı Amerika’nın yanında yer aldılar. Böylece ABD, aslında bu ülkelerde ekonomik olarak büyük bir etkisi olmamasına rağmen, bu ülkeler fiilen Alman sermayesi tarafından ele geçirilmiş olmasına ve Almanya’nın egemen olduğu Avrupa Birliği’ne girmiş olmalarına rağmen ABD’nin müttefiki oluyorlar ve ABD bu ülkeler aracılığıyla Avrupa Birliği içinde ağırlığını arttırıyor, Irak’a Saldırı döneminde olduğu gibi, Avrupa Birliği İçinde “Yeni Avrupa” ile “Eski Avrupa”ya karşı bir denge oluşturabiliyordu. 270


Böylece ABD bizzat Avrupa Birliği içinde Alman-Fransız eksenini kuşatabiliyordu. İngiltere zaten klasik müttefiği ve Avrupa Birliği içinde beşinci koluydu. Güney Avrupa ve Akdeniz ülkeleri İtalya, İspanya, Portekiz gibi ülkeler Almanya’nın gücünü dengelemek için ABD’nin yanında saf tutuyorlardı, Doğu Avrupa da Almanya’ya ya karşı ABD’ye yaslanınca, ABD Alman Fransız eksenini kuşatabiliyor; bu dengeler aracılığıyla örneğin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınması için, (ki Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği de bizzat ABD’nin Avrupa Birliği’nin bir siyasi irade oluşturmasını engelleme stratejisinin bir parçasıdır) baskı yapabiliyordu. Öte yandan Almanya Doğu Almanya’yı yutmuştu ama bu biraz midesine oturmuştu, bunu hazmetmesi biraz zaman alacaktı. Benzer şekilde Doğu Avrupa’da gerek ihraç malları gerek ihraç ettiği sermaye ile muazzam bir ağırlık kazanmıştı ama bu politik ilişkilere hiçbir şekilde yansımıyordu. Çünkü geçmişin hayaleti bir türlü peşini bırakmıyordu. Yugoslavya’nın parçalanmasını Almanya başlattı ve bu gün, bizzat Sırbistan dahil bütün eski Yugoslavya’da esas ağırlığı olan Almanya’dır. Yugoslav iç savaşı bir bakma, Almanya ile, Rusya, Fransa ve ABD’nin arasındaki etki ve paylaşım mücadelesinden başka bir şey değildi ve bunun tartışmasız galibi Almanya oldu. Almanya bir yardan eski doğu Almanya’yı hazmetmeye çalışır, diğer yandan doğu Avrupa üzerinde iktisadi etki ve gücünü pekiştirir ve böylece uzun vadede ABD’nin etkisini nötralize edecek temeli sağlamlaştırırken, diğer yandan Avrupa birliği içinde politik ağırlığını pekiştirmek için, Avrupa Birliği içinde bir anayasa hazırlığına girdi. Bu anayasa ile yavaş yavaş, Avrupa birliği çapında seçilmiş organlara doğru bir geçişe başlangıç yapılmak isteniyordu. Avrupa Parlamentosu gibi gerçek bir gücü temsil etmekten uzak organların dönemi geride kalmalıydı. Tasarıyla örneğin bir ortak Avrupa Dış Politikası için temel yaratılıyor ve Alman dış işleri bakanı Fischer bu görev için hazırlıklara başlıyordu. Ama Almanya’nın bu artan gücünden korkan Fransa, bu planı sabote etmekten başka çare bulamadı ve Anayasayı halk oylamasına götürerek hayır dedi. Böylece Anayasa ve Alman planı bir anda değersiz bir kağıda dönüştü. Bu durum elbette ABD’nin de çok işine yaradı. Almanya kendisi bizzat Fransa’dan bile daha geri kana dayanan bir ulus tanımına dayanırken Fransa’nın ulusçuluğa dayanarak Avrupa’nın politik birliği ve iradesine giden yolu sabote etmesine karşı bir şey yapamazdı. Bu milliyetçilikle doğu Avrupa’daki anıları unutturamaz, ekonomik etkisini politik bir etkiye dönüştüremezdi, hatta bizzat kendi ekonomisinin ihtiyaçları bile bu milliyetçilik tarafından baltalanır olmuştu. Örneğin doğu eyaletlerinde klasik ırkçılığın kurbanları genellikle iş adamları bile olabiliyordu. Bu koşullarda, ancak ciddi bir stratejik dönüş, Almanya’ya bu sorunları aşabilmesi, Fransa’nın, doğu Avrupa’nın direncini kırabilmesi ve Avrupa’da bir tek politik irade oluşturup, dünya çapında ABD’ye meyden okuyabilecek bir durma gelebilmesi için gerekli koşulları yaratabilirdi. O zaman birden bire karşı olanlar yandaş haline gelebilirler, etkiye karşı duranlar bizzat o etkinin araçları olabilirlerdi. 271


Bu yönde epey adımlar atılmıştı. Örneğin bizzat Fatih Akın gibi genç Türk asıllı rejisörlerin önünün açılması ve ödüllerle teşvik edilmeleri, hem Alman sinemasına bir taze soluk getirmiş, Alman filimlerinin dünya pazarına egemen Amerikan sinemasına karşı bir hamle yapmasını sağlamış hem de Almanya’daki Türklerin sisteme entegrasyonu yolunda küçük adımlar atmalarını sağlamıştı. Dış politika alanında benzer bir işlevi de Alman politikasının bütün anketlerde yıllar boyunca “en sevilen” politikacısı çıkan Fischer görmüştü. Bu solcu eskisi, İsrail Parlementosu’ndan Arap ülkelerine kadar her yerde Alman kapitalizminin çıkarlarını en akıllı biçimde savunmuş ve Almanya’nın ihtiyacı olan değişiklikleri yapmıştı. Fischer sayesinde Alman Ordusu, adım adım bütün askeri harekâtlara katılma hakkını elde etmişti. Ama bütün bu gibi gelişmelerde yansıyan anlayış henüz hem toplumun derinlerine nüfuz etmiş hem de egemen politik elite egemen olmuş değildi. Özellikle futbol ve spor alanında eski anlayış, bu alana egemen olan Bayern Mafiyası da denen Beckenbauer gibilerin şahsında egemenliğini sürdürüyordu. Ama aynı zamanda bu anlayış artık bütün olanaklarını tüketmiş bulunuyor ve bir başarı getiremiyordu. Daha önce bu Mafia’nın has adamı olmayan Christopher Daum, Kokain kullanmışlığı bahane edilerek tasfiye edilmiş ve bir süre daha zaman kazanmıştı bu ekip. Ama Alman futbolunun düşüşünü durduramamıştı yine de. İşte bu uzun yıpranma sürecinin sonunda, yine bu Mafia’nın dışından, Stuttgart’lı, futbol karyerinin önemli bir bölümünü İtalya, İngiltere gibi başka ülkelerde geçirmiş, Amerika’da yaşayan (galiba karısı da Çin asıllı bir Amerikalı) Klinsmann’ın Alman milli takımının başına gelmesi ile Alman kapitalizminin çıkarları üzerine iki farklı milliyetçilik arasındaki mücadele, bir bakıma futbol şampiyonası içinde geçer oldu. Politikada, giyinişler, duruşlar, tavırlar hep birer politik anlama da sahiptirler. Klinsmann, takımı derhal gençleştirdi. Takımın esas golcüsü olarak Polonya asıllı iki futbolcuyu forvete koydu. Daha sonraki düzenlemede Almanya’da büyümüş Odonkor adlı yarı siyahi bir oyuncuyu da takıma aldı. Bayern Mafiası’nın takım içindeki etkisini kırmak ve onlara kendi otoritesini kabul ettirebilmek için Kaleci Oliver Kahn’ı yedeğe aldı. Almanya’da olanı anlamak için, Bayern Mafiası yerine Türkiye’deki Futbol mafyası, MİT, Mafya İlişkilerini göz önüne getirilebilir. Beckenbauer yerine Fatih Terim’i koyulabilir. Türkiye’de Özel savaş dairesinin inkarcılığa ve baskıya dayanan klasik Türkçü milliyetçiliği ile İkinci Cumhuriyetçilerin, çok kültürlü bir milliyetçiliğin çatışmasının milli takımın bileşenine ilişkin bir çatışma biçiminde yansıması göz önüne getirilebilir. Örneğin Fatih Terim gibilerin artık iyice yıpranmaları ve yeteneksizliklerinin açığa çıkmasıyla, Türk Milli takımının başına, ikinci Cumhuriyetçi yaklaşımları olan bir antrenörün getirildiğini göz önüne getirelim. Bu antrenör diyelim ki, çok iyi oynayan Kürt, Ermeni, Rum ve Çingene gençleri takıma alıyor. Buna karşı sinsice bir kampanya yürütülüyor. Ama çok kültürlü milliyetçiliğe eğilimli genç kuşaklar bu yeni antrenör gizliden gizliye destekliyorlar. Sonra bu antrenörün anlayışıyla kurulmuş takımın başarısı üzerine o zamana kadar savunmada kalmış kendini rahatça açığa vuramamış birçok kültürlü milliyetçilik bu vesileyle birden bire saldırıya 272


geçiyor ve sahneye egemen oluyor ve bu başarıyı gören diğer inkâra ve baskıya dayanan milliyetçilerin bir kısmı saf değiştiriyor veya uygun bir fırsatı kollamak üzere siperlere çekiliyor. Böyle bir durum Türkiye’nin politik ortamında nasıl küçük bir devrim anlamına gelir idiyse, Almanya’da olan da aşağı yukarı böyle bir şeydir. İşte bizim dediğimiz, bu milliyetçiliğin de bir milliyetçilik olduğu, bunun günün koşullarına daha uygun daha tehlikeli bir milliyetçilik olduğudur. Klinsmann’ın sembolü olduğu milliyetçilik nasıl Alman burjuvazisinin Almanya’da Avrupa’da ve Dünyada etkisini arttıracak ve ona yepyeni güçler sağlayacaksa (Yukarıda görüldüğü gibi şimdiden Gysi’ler Fatih Akın’lar yedeklendi bile), benzer bir milliyetçilik de Türk burjuvazisine benzer olanakları açar. İşte Alman burjuvazisi bu dönüşümü başardı bu son futbol şampiyonasında. Bu nedenle bu şampiyonanın en büyük galibi Alman burjuvazisidir. Türk burjuvazisi ise, bunu yapacak cesaret ve güçten bile yoksun. Almanya’da 68’in, yeşil, Barış hareketlerinin, feminist hareketin birikimi üzerinden bu dönüşümler gerçekleşti. Türkiye’de ise, bütün bunların anıları bile unutuldu. Bu nedenle Almanya’dakine benzer değişimler Türk ordusu ve Özel savaş dairesi iyice tecrit olup ipliği pazara çıkmadıkça henüz bir hayaldir. * Biz ulusun tanımandan her türlü dil, din, etni, kültür, yer belirlemelerinin dışlanmasını savunduğumuz için, elbette bu tavrımız kısa vadede, çok kültürlü bir milliyetçilikle yakınlık hatta paralellik içinde bulunur, klasik kana dayanan milliyetçiliğe karşı Ama biz bunun da bir milliyetçilik olduğunu ve ona karşı da mücadele ediyoruz. Diğer yandan eski kana dayanan milliyetçiliğe karşı bu mücadelenin, Almanya’dan farklı olarak, Orta Doğu’da ve üçüncü dünyada, tüm milliyetçiliğe ve milletlere karşı bir mücadeleye dönebilme potansiyeli olduğunu düşünüyoruz. En azından Orta Doğu’da olayların zorlaması onu bu yönde bir dönüşüme zorlayabilir diyoruz. Çünkü ulusu dille, dinle, tarihle tanımlamaya karşı olan böyle bir milliyetçiliğin Orta Doğu’daki halkları birleştirebilme potansiyeli vardır. Bu nedenle, kendi ülkelerinde “Çok kültürlü” bir milliyetçilikten yana olan zengin ülkeler, geri ülkelerde, dile, dine, etniye dayanan bir milliyetçiliği desteklemektedirler. Bu da ister istemez, Geri ülkeler ve orta doğuda bu çok kültürlü milliyetçiliğin, zenginleri arkadan kuşatabilmek ve bütün dünyanın yoksullarını birleştirebilmek için, her türlü ulusa ve ulusçuluğa karşı bir harekete dönüşebilme potansiyelini ortaya çıkarır. 11 Temmuz 2006 Salı

273


Spor ve Futbol Üzerine Değinmeler İşçi Sınıfı ve Futbol Belli sporların belli sınıflarla ilişkisi bir veridir. Örneğin atın üzerine binilerek yapılan at yarışları ile, atın arkasına küçük bir araba takılarak yapılan yarışlar doğuşları ve sonraki gelişimleriyle iki farklı sınıfa ait olmuşlardır. Birinin kökleri komün şeflerine, şövalyelere kadar giden asillerin yaşantısından ve olanaklarından kaynaklanır, diğeri atlarının ardına taktıkları arabalarla süt götüren köylü ve işçilerin bu esnada birbirileriyle yaptıkları yarışlardan. Bu fark, bütün profesyonelleşmeye rağmen, bu gün bile onları yapan ve izleyen kitlelerde görülebilir. Birinde asiller, soylular, zenginler, diğerinde daha sıradan insanlar yoğunluktadır. Bir çok sporun yapılabilmesi belli bir refah düzeyini var sayar. Örneğin bir golf, bir tenis alt sınıfların hiçbir zaman semtine bile uğrayamadıkları sporlardır. Bu bakımdan futbol işçiler için en ideal spor koşulları sunar, biraz boş bir alan, dört tane taş ve bir de top işlevi görecek bir çam kozalağı, konserve kutusu veya bezden, kağıttan veya akla gelebilecek her şeyden yapılabilen bir “top” her yerde ve her zaman bulunabilir. Arkadaş grupları takımlar olur. Belli bir gelir düzeyi ve olanaklar gerekmez futbol için. Ondan sonra iki ayağı üzerinde yaşayan bu tek memelinin bu özelliklerini sonuna kadar kullanmasının yolları açıktır. Satrancı bile kenarda bırakan sonsuz bir kombinasyon zenginliği; hem bireysel yeteneklerin, hem ortaklığın gücünü ortaya çıkarma, kullanma ve geliştirme olanakları. Böylesine kolay yapılabilen, böylesine basit ama böylesine zengin olanaklar sunan başka hiçbir spor yoktur. Onun büyüsü bu müthiş sadeliği ve o ölçüde de karmaşıklığındadır. Ama ortada modern kapitalizm ve işçi sınıfı olmasaydı futbolun böyle yaygınlaşması mümkün olamazdı. Çünkü futbolun olabilmesi için önce sporun olabilmesi gerekir. Hatta denebilir ki, spor ve futbol beraber doğmuşlardır, ya da spor futbol olarak doğmuştur. Futbolun kendisi bizzat, bu günkü biçimiyle, sanayi devrimi ve işçi sınıfının ürünüdür. İlk futbol kulübü, 19 yüzyıl ortalarında, sanayi devriminden sonra, dünyanın fabrikası olan İngiltere’de kurulur. Futbolun yayılışı ve dünyayı feth edişi, bir bakıma kapitalizmin ve işçi sınıfının yayılışının dünyayı feth edişinin en sağlam göstergelerinden biridir. O caz-blues (tango, rebetiko, arabesk, sun, kalipso vs. de aynı kategoriden sayılabilir) gibi, rock gibi, blue jean gibi modern toplumu sırtında taşıyan işçi sınıfının en has ürünüdür. İşçi sınıfının bugünkü dünyada, Avrupa’daki doğuş döneminden bile geri durumdaki, dağılmış, bölünmüş, programsız ve örgütsüz oluşuna bakarak İşçi Sınıfı’nın var olup olmadığını tartışanlar ağaçlardan ormanı göremez durumdadırlar, onlar dünyaya kendi hayatlarının ekseninden bakmaktadırlar. Futbolun bu günkü yaygınlığına baksınlar. Bu yaygınlık işçi sınıfı olmadan olamazdı. Futbolun yaygınlığı ve durdurulamaz yayılışı işçi 274


sınıfının yaygınlığının ve durdurulamaz yayılışının bir görünümüdür sadece. Bu günün dünyasında, hala toplumsal konumu ve çıkarı ile büyüyen ve tarihsel bir eğilim olarak çıkarı yakınlaşan tek büyük sınıf olmaya devam etmektedir işçiler. Ama futbolun işçi kültürü ile olan bu yakın ilişkisine bakıp onun sosyalist ya da işçi sınıfının bir mücadele aracı olduğu sonucuna ulaşmak son derece yüzeysel ve mekanik bir açıklama olur.

Uluslar, Spor ve Politika Tarih’te nasıl uluslar yoktu ise, spor da yoktur. Tarihte spor olduğu, modern toplumun, hatta ulusçuluğun bir uydurmasıdır. Tatil de, spor da, ulus da, bütünüyle modern toplumun bir ürünüdür ve modern toplumun dinine aittirler. “Ata sporu”, koca bir yalandan başka bir şey değildir. Hem de katmerli yalan, çünkü hem tarihte yaşayanlar bu günkü Türklerin veya bilmem kimlerin ataları değildiler, ulusların tarihi olmadığı gibi Türklerin veya başka milletlerin tarihleri ve ataları da yoktur. Hem de o “atalar” spor yapmıyorlardı. Onlar tatil de yapmıyorlardı. Spor ancak kapitalizmde var olabilir. Spor’un bir tek işlevi vardır kapitalist toplumda, iş gücünün üretiminin ve yeniden üretiminin sosyal masrafların kısmak, kar oranlarını yükseltmek. Sağlık sisteminin de, ailenin de, tatil yerleri ve günlerinin de hepsinin temel işlevi budur. Spor yapan bir işçi, işgücünü daha kolay yeniler; modern üretim ve yaşam süreçlerinin yarattığı fizyolojik ve ruhsal yorgunlukları, yıpranmaları, gerilimleri daha kolaylıkla atıp kendini yenileyebilir. Bu da iş gücünün düzenli ve istikrarlı kullanımını, onun kendini yenilemesi için gerekli sosyal masrafların azalmasını getirir. Spor yapmayan bir toplumda, işçiler, yani işgücü denen metaı satanlar, daha çok hasta olacaklar, iş yerlerindeki verimlilikleri daha az olacak, hayatlarının daha kısa bir döneminde bir iş gücü olarak onlardan yararlanılabilecektir. Bu da kar oranlarında bir düşme demektir. Modern kapitalizm aileyi de aynı amaçla korur. Kadının ödenmemiş emeği, iş gücünün üretimi ve yenden üretiminin sosyal masrafların azaltır, ücretlerin düşük tutulmasını sağlar dolayısıyla kar oranlarını yüksek tutar. Sporun ya da tatilin işlevi, ailenin işlevi gibidir, kapitalist toplumun kendi işleyişi açısından. Kapitalizm öncesinde ise, spor yoktur, çünkü üretim veya sömürünün temeli, işgücü denen metaın kullanım değerinin gerçekleşmesi değildir. Gerek komünde gerek klasik uygarlıklarda, bugünkü “spor”a benzeyen etkinlikler, bedenin sağlığına, yani iş gücünün yeniden üretilmesine değil, her şeyden önce ruhun eğitimine, nefsin kontrolüne yöneliktir. Oyunlar ise, bütün memelilerde olduğu gibi yine bir eğitimdir. Bu nedenle kapitalizm öncesinde tatil veya spor yoktur. Cuma, Cumartesi veya Pazar günlerinin tatil olması, işgücünün yeniden üretilmesinin değil, toplumsal yaşamın yeniden üretilmesinin ve ruhsal eğitimin aracıdır. Kiliseye Pazar, Camiye Cuma günü yani tatilde 275


gidilir. Bu günkü Spor’a benzeyen etkinlikler de aynı şekildedir. Baştan aşağı dinseldirler. Sporlar manastırlarda, tarikat ayinlerinde, dini günlerde yapılır. Dinin dışında bir spor yoktur. Ve sporun amacı bu günkü toplumdakinin tam tersinedir. Beden değil, ruhu eğitmektir. İyi bir komündaş, iyi bir Müslüman, Hıristiyan vs. olmaktır. Bu günkü sporun amacı ise, iyi bir insan bile değil, iyi bir işgücüdür. Tabii burada dinseli bir inanç değil, tüm üstyapı olarak kullanıyoruz. Dini inanç olarak ele almak burjuvazinin ya da modern toplumun dininin bir dogmasıdır. Ama bu bir kere görülünce, bu günkü toplumda da sporun aslında bu toplumun dininin ayrılmaz bir parçası olduğu görülür. Bu toplumun dini, işgücünün sömürüsünü düzenlemeye yöneliktir. Spor da tamamen buradan çıkar. Nasıl iş gücünün dili, dini, etnisi, soyu, sopu, inancının onun yarattığı artı değer üzerinde bir etkisi olmaz ise ve bütün modern toplumun dini bu gerçekten çıkıyorsa; aynı şekilde spor da bizzat bu işgücünün yeniden üretilmesiyle ilgilidir ve bu din içindeki yerini buradan alır. Tabii burada en saf ve ideal biçimiyle sporu ele alıyoruz. Yani şu demokratların (ve hatta kendini sosyalist sanan ve özünde demokrat olan sosyalistlerin) idealindeki biçimiyle. Yani herkes spor yapıyor, spor yapmaktan bambaşka bir fenomen olan takım taraftarlığı yok, medyanın etkisi yok. Spor da yarışma, rekabet, etkinliği arttırmak, rekorlar kırmak için değil tam da sağlık için yapılıyor diye düşünelim. Bu en ideal biçimiyle bile spor burjuva toplumunun dininin, yani burjuva toplumunun üstyapısının en has ve ayrılmaz bir öğesidir. Şimdiye kadar sosyalistler, kapitalizmdeki sporu hep, rekabetçiliği, yarışmacılığı, etkinliği vs. hedeflediği, sporcudan ziyade seyirci ve taraftar yarattığı için eleştirdiler. Bütün bu eleştiriler aslında burjuva uygarlığının ufku içinde bir eleştiridirler. Bu eleştirilerin hiç birinin geçerli olamayacağı bir toplum, sadece daha iyi bir kapitalizm olurdu. Sosyalistlerin Spora yönelik eleştirileri aslında hep burjuva uyarlığının ufku içinde bir eleştiri olmuştur. Bu eleştiri özünde hep, sporun yaygın, ucuz ve sağlığa yönelik olmamasıyla ilgidir. Yaygın, sağlığa yönelik ve ucuz spor tam da saf ve ideal biçimiyle kapitalizmle hiç bir şekilde çelişmez. Bunun için mücadele sadece daha demokratik bir toplum için mücadeleden başka bir şey değildir. Bu tıpkı, demokratik bir ulusçuluk için mücadele gibidir. Yani ulusu, dille, dinle, etniyle, kültürle, tarihle tanımlamayan bir ulusçuluk için mücadele gibidir. Sosyalizmin spor eleştirisi bu çerçevede kalamaz, tıpkı ulus ve ulusçuluk eleştirisinin ulusun gerici tanımlarıyla sınırlı kalamaması gibi. Sosyalist hareket, nasıl politik ve özel ayrımının kendisini aşmak ve bunun için de ilk elde ulusal olanı da politik alının dışına atmak zorundaysa, aynı şekilde, iş zamanı ve işgücünü yeniden üretmeye yönelik zaman (aile, tatil; spor, kültür vs.) ayrımını aşmaya yönelik olmalıdır. Bu ayrımın ve bölünmenin kendisini eleştirmelidir. İş, eğitim, spor ve dinlenmenin hepsi bir ve aynı şey olmalıdır. Proletaryanın aslı görevi ve hedefi sporu yaymak, “demokratikleştirmek” değil, sporu yok etmektir, tıpkı yabancılaşmış 276


emeği, işi yok etmek olduğu gibi. Dolayısıyla proletarya üretime kapitalizm gibi yaklaşamaz. Bu ayrımı ortadan kaldırmak, iş saatlerinin yabancılaşmasına son vermek için tüm işi, “serbest zamanları”, “sporu” bu bakış açısından yeniden örgütlemelidir. Bu konuda hiçbir ciddi düşünüş ve yoğunlaşma yoktur. Bir zamanların sosyalist ülkelerindeki uygulamalara benzemez bu. Elbette yabancılaşmanın aşılması, bürokrasinin, iş bölümünün, meta üretiminin tümüyle tasfiyesiyle gerçekleşir. Ama bu yolda atılacak adımlar da vardır elbette. Proletaryanın hedefi örneğin devleti yok etmektir ama bunu yok edebilmek için en azından var olan burjuva devletini parçalamak; çoğunluğun üzerinde baskı aracı olmayacak bir devlet mekanizmasıyla işe başlamak ve bunu da adım adım yok etmek zorundadır. Bizler, ya da işçi sınıfı, nasıl burjuva toplumunun devletini kullanamaz ve ilk adımda onu parçalayıp ondan tamamen farklı karakterde bir “devlet” ile, örneğin politik olanı ulusal olana göre tanımlamamış; düzenli ve profesyonel ordusu olmayan; memurların seçildiği ve gelirlerinin bir ortalama işçi gelirini aşmadığı; egemenliğin gerçekten özgürce seçilmiş temsilcilerin elinde bulunduğu vs. bir devletle işe başlamak zorundaysak; benzer şekilde bu sistemin fabrikaları; iş ve özel hayat ayrımı; ve örgütlenmesiyle başlayamayız. Bu ilişkiyi, bu örgütlenmeyi parçalamalıyız. İş ve serbest zaman ayrımları, mekânları ve bunların örgütlenmesini proletarya sınıfsız topluma giden yolda kullanamaz. Onları tıpkı burjuva devleti gibi parçalamak, yeni baştan bambaşka bir anlayışla örgütlemek zorundadır. İşçi sınıfının sekiz saat iş, sekiz saat uyku, sekiz saat kültür talebi, aslında tam da burjuva uygarlığının ayrımlarını yükselten ve yücelten onları eleştirmeyen bir talepti ve bir bakıma işçi sınıfının burjuva uygarlığına alternatif bir uygarlık geliştirecek bir düzeye gelmemişliğini; burjuva uygarlığı ve onun dini içinde heretik bir muhalefet olmaktan öteye gidemediğinin işaretiydi. Örneğin spor bu anlamda, iş gücünün yeniden üretiminin bir aracı olmaktan çıkmalı, iş saatleri dışında olmaktan çıkmalı. İşin kendisi bir spor ve oyuna dönüştürülmeye çalışılmalıdır. Elbette bunun sınırları vardır ama yine de yapılabilecek pek çok şey bulunmaktadır. İşin kendisinin spor haline gelmesi; sporun iş olması diye özetlenebilir. Böyle bir yaklaşım açısından örneğin, spor ve işin mekânsal ve zamansal ayrımı yok olur. Toplumsal örgütlenme bu gün, şehir ve işyeri planlamalarında örneğin hep bu ayrıma dayanmaktadır. Ama böyle bir anlayış açısından, üretim yerlerini, üretimi ve yaşamı bambaşka planlamak gerekir. Bunun nasıl olacağının elbette reçetesi yoktur. Çalışanlar kendi denemeleri, yanılmaları insiyatifleri ve kararlarıyla bunun nasıl bir şey olabileceğini bizzat kendileri ortaya çıkarabileceklerdir. Marksist spor eleştirisi ve programı, sporun bu en saf ve ideal biçiminden ve onun eleştirisinden yola çıkmalıdır. Tıpkı ulusçuluk ve ulusun, yeni sosyal hareketlerin eleştirisinde ve açıklamasında olduğu gibi. 277


Kapitalizm açısından ulusal sınırların olmadığı bir tek dünya cumhuriyeti en ideal biçim olmasına rağmen niye böyle değildir; iş gücünün dili, dini, etnisi, inancı vs. onun kullanım değeri ya da ürettiği artı değer üzerinde bir etkide bulunmamasına rağmen neden politik olan bunlara göre tanımlanmış uluslara, ırklara göre örgütlüdür neden kadının ödenmemiş emeği söz konusudur vs. tarzında yaklaşıldığı gibi yaklaşılmalıdır spora da. Sadece iş gücünün yeniden üretilmesine yönelik, sağlığa yönelik yaygın spor kapitalizm için en ideal biçim olmasına rağmen niçin böyle değildir? Yarışma, rekabet, etkililik, çoğunluğun spor yapmaması, taraftarlık, medyanın manüplasyonları vs. niçin bunlar egemendir spora? Analiz böyle bir yol izlemelidir. Tabii bu biçimiyle bakıldığında, bu toplumdaki sporun da, bu toplumun dininin, yani özel politik ayrımının ve politiğin ulusa göre tanımlanmasının ayrılmaz bir bileşeni olduğu görülür. Yani bu toplumda da spor aslında dinseldir. Ama bu toplumun dinden anladığı şey anlamında değil. Tıpkı ulusçuluğun bir din olduğun söyleyenlerin din derken bundan inancı kastetmeleri gibi; sporun veya futbolun da bir din olduğunu söyleyenler çıkmıştır. Ama bunların dinden anladıkları tam da burjuva toplumunun dinden anladığıdır: inanç ya da ibadet. Hayır bu anlamda değil, üstyapının ayrılmaz bir bileşeni olarak, tümüyle üstyapı anlamında dinseldir. Zaten Marksist analiz bizzat bunu göstermenin ta kendisidir. * Sanılanın aksine Marks’ın en büyük keşfi, sınıf mücadelesi veya bir metaın değerinin onun içinde yoğunlaşmış emek miktarı olduğu değildir. Gerek emek değer teorisini, gerek sınıf mücadelelerini Marks’tan önce, yine bizzat Marksın da belirttiği gibi, Burjuva tarihçileri ve ekonomi politikçileri bulmuşlardı. Marks’ın katkısı, yine kendi ifadesiyle, bu sınıf mücadelesinin, proletarya diktatörlüğü denen sosyalizme giden bir geçiş döneminden geçeceğini söylemesindedir14. Ekonomi politik 14

Yani Proletarya var olan devleti, sınıfsız topluma giden yolda, kendi amaçları için kullanamaz; onun yapısı küçük bir sömürücü azınlığın, büyük sömürülen çoğunluğu baskı altına almaya göre şekillendiğinden, bu işlev bu yapıda yoğunlaştığından, bu yapı tam zıt bir işlevi görmeye el vermez. Bu nedenle onu parçalamak ve ezilenlerin üzerinde yükselmeyen, azınlıklar tarafından kullanılmaya müsait olmayan başka bir mekanizma oluşturmak zorundadır. Yapı ve işlev (anatomi ve fizyoloji) arasında ayrılmaz bir ilişki vardır Marks, bunun için birkaç kriteri saymıştı. Ama bir din ve ulus teorisi henüz olmadığından, bu devletin en önemli özelliğinin de ortadan kaldırılması konusunda bir şey söylemiyordu. Gerçi, mantığının kendisi potansiyel olarak, özgür komünlerin birliği fikriyle ulusal devlet formunu dışlıyorduysa da, bu mantık sonuçlarına gitmiş ve bir ulus ve din teorisi içinde ifade dilmiş değildi. Halbuki, modern toplumun devleti, her şeyden önce, politik olanı ulusa göre tanımlayan bir devlettir. Proletarya, tıpkı profesyonel ordusu olan bir devleti örneğin kendi amaları için sınıfsız topluma giden yolda kullanamayacağı gibi, politik olanı ulusal olana göre tanımlamış bir devleti de kendi amaçları 278


altındaki en büyük keşfi ise, emek ve işgücünün ayrımı ve işgücü denen metaın özelliklerini analiz etmesi ve artı değerin kaynağı olarak işgücünün kullanım değerini göstermesidir. Bu nedenle, modern toplumun üst yapısının, yani dininin analizi ve anlaşılması ancak modern kapitalist toplumun bu en öz noktasından olabilir. Aynı şekilde sporun da bu üstyapı içindeki yeri böyle anlaşılabilir. İş gücü kavramı olmadan sporu anlamak olanaksızdır.

Gerici Ulusçuluk ve Spor Spor veya futbol sosyolojisinin de bütün sosyolojiler gibi çok temel bir zaafı bulunmaktadır. Ulusu ve ulusal devletleri veri kabul edip, bu ulusçu perspektif içinde futbolu, sporu anlamaya çalışmaktadır. Elbet bu alanda, bu tür çalışmalarla bir çok ayrıntıda bir çok ilginç sonuçlara ulaşılmış olabilir. Ama çok temel bir sakatlık vardır bütün bu çalışmalarda, Futbol’un ortaya çıktığı ve yayıldığı gerici ulusçuluklar çağını ve ulusal devletler bağlamında onu analiz etmemek. Onun mümkün ve olabilir tek var oluş biçimi buymuş gibi görmek. Bu elbet sadece Futbol için değil, Olimpiyatlar’dan Birleşmiş Milletler’e, Avrupa Birliği’ne kadar her alanda geçerli bir zaaf. İşte Futbol üzerine araştırmalar ve öneriler de hep bu genel hastalıkla malüldür. Futbol’un ortaya çıkıp yayıldığı ulusal devlet ve ulus onun olası ve mümkün biricik var oluş biçimi olarak ele alınır. Bu var oluşun kendisinin saçma olarak görülüşü yoktur. Örneğin, Ulusal takımların karşılaşması, Dünya şampiyonası konusunu ele alalım. Niçin bu şampiyona uluslar ve ulusal devletler çapında yapılmaktadır? Niçin mavi gözlüler ve siyah gözlüler; fasulye sevenler ve pırasa sevenler; yeşil rengi sevenler ile beyaz rengi sevenler; belli bir bölgede yaşayanlar ile başka bir bölgede yaşayanlar; belli bir futbol ekolünü sevenler ile başka bir ekolü sevenler arasında niye yapılmamaktadır? Pırasa sevenler arasındaki ortaklık, bir ulustan olan insanlar arasındaki ortaklıktan daha mı azdır? Muhtemelen daha fazladır. Zaten böyle olabileceğinin örnekleri yok mudur? İnsanları Beşiktaş, Galatasaray ya da Fenerbahçeli yapan nedir? Niçin yeryüzü ölçüsünde benzer bir durum olmasın? Niçin insanlar ille de bir ülkeye göre tanımlasınlar? için kullanamaz. Yani proletarya diktatörlüğü, ulusal bir devlet olamaz. İşte Marksistlerin ve sosyalist hareketin en büyük eksikliği bu oldu. Teori kendi içinde çelişiyordu. Teorinin otantik biçiminde bu çelişki vardı, örneğin bu otantik biçimi sürdüren Troçkist gelenekte bu çelişki yaşamaktadır. Tabii bürokratik karşı devrimin Marks’ın dediğiyle en küçük ilgisi bulunmayan ve demokratikten ziyade gerici ulusçulukla damgalı devletleri ise sorunun üzerine iyice tüy dikti. Onlar bir bakıma çelişkiyi, ondaki tüm devrimci demokrasi öğelerini yok ederek çözdüler.

279


Burada ulusun ve ulusçuluğun yeryüzü ölçüsündeki yaygınlaşması ve zaferinin çok önemli bir aracı karşısında olduğunuz görülür. Yani insanlar ancak ulus dolayımıyla bir dünya çapındaki yarışmaya katılabilirler. Diyelim ki, yeryüzü ölçüsünde, boyu 170 cm olan insanlar veya yeşil ve sarı renklerini sevenler bir araya geldiler, bu ölçülerden insanlar arasında takımlar kurdular, turnuvalar yaptılar, en iyi takımı seçtiler veya o takımların hapsinden en iyi oyuncularla bir takım oluşturdular ve Dünya Futbol şampiyonasına katılmak istediler. Bu mümkün değildir. Bu günkü dünyada, böyle bir şey yapmaya kalkan muhtemelen soluğu tımarhanede alır. Hep Futbola ya da Spor’a politika karıştırmaktan söz edilir. Futbol veya Spor’un kendisi ancak ulusal, yani politik bir form içinde var olabilir. Nasıl eski çağlarda her türlü spor dinsel idiyse bu gün de öyledir. Yani her hangi bir din veya tarikat dışında, ya da komün dışında spor mümkün değildi. Örneğin, eski Yunanlıların olimpiyatları, farklı Gens’ler (Site’ler, Komün’ler) arasındaydı. Daha sonraki uygarlıklarda, pehlivanlar, karateciler vs. hep bir tarikatın, bir dinin, bir meslek loncasının örgütlenişi içinde var olabilirlerdi. Spor ibadetten, çalışmadan, eğitimden farklı değildi. Dinin dışında, hiçbir şey mümkün olmadığı gibi, spor da mümkün değildir. Elbette ideal bir demokratik cumhuriyette, yani politik olanın ulusal olanla tanımlanmadığı; tüm insanların dini, dili, etnisi, vs. eşit olduğu; bunların hiçbir politik anlamının bulunmadığı bir demokratik Cumhuriyette (ki böyle bir cumhuriyet ancak bir dünya cumhuriyeti olarak var olabilir ve özünde İşçi sınıfı iktidarı ancak bu biçim içinde var olabilir, yani aynı zamanda proletarya diktatörlüğüdür) elbette yukarıda örnekleri verildiği gibi, siyah ve beyazı sevenlerin bir takım kurması gibi, çok farklı kriterlerle kurulmuş takımlar arasında elbette karşılaşmalar olabilir ve muhtemelen olacaktır. Ama bütün bunların hiç birisi, bir politik ayrıma tekabül etmez ve etmeyecektir. Aynı şekilde, kendini Türk olarak kabul edenler veya Türkçe konuşanlar veya Türkiye denen topraklarda yaşamış veya doğmuş bulunanlar da, tıpkı, siyah ve beyazı sevenler veya pırasa sevenler gibi pek ala takımlar kurup bu yarışmalara katılabileceklerdir, tıpkı bu günün şehir takımları veya bilmem ne kasabası Esnaf Spor takımları gibi hiçbir politik anlamları olmayacaktır. Bir kasabada spor kulübü kurmak için, ortak bir tek kriter aranmaz örneğin. Yani sadece her mahalleden ve köyden bir takım katılır diye bir kural yoktur. Bir fabrikanın işçileri bir takım kurabilir; Esnaflar kurabilir; bir sokakta oturanlar kurabilir, ya da sadece birbirleriyle iyi anlaşan bir oyuncular ve arkadaşlar grubu kurabilir. Ve bu çok farklı kriterlere göre kurulmuş takımlar birbirileriyle karşılaşabilirler. Eğer saf ve ideal bir kapitalizm ve gerçekten demokratik bir dünya cumhuriyeti olsa, (tabii bütün diğer sorunları bu bağlamda yok sayıyoruz.) bütün bunlar mümkündür. Böyle bir cumhuriyette dünya şampiyonası, muhtemelen bilmem ne fabrikası sporcuları ile örneğin sarı ve laciverti sevenler arasında olabilirdi. 280


Tabii bunun kendisi de, tıpkı diğer dinlerde olduğu gibi, modern dinin içinde olacaktı. Sporun böyle yapılması, ancak o modern toplumun dini içinde mümkün olabilir ve anlaşılabilir olurdu. Ama gerici ulusçuluğa göre örgütlenmiş bir dünyada bu dinin gerici biçimi içinde olmaktadır. Her hangi bir kritere göre oluşmuş ulusal devletler ve uluslar dolayımıyla karşılaşma olabilir. bilmem ne kasabası esnaf sporu, ancak bir ülkenin, bir ulusun temsilcisi olarak, diğer ulusların temsilcileriyle karşılaşabilir. Yani en ulus dışı görünen birlikler bile, ancak ulus dolayımıyla var olabilir. İşte, futbol, spor ya da medya sosyolojisinin ihmal ettiği en önemli sorun budur. Futbol ya da spor karşılaşmaları gerici ulusçuluğun en önemli araçlarından biridir. Gerici ulusçuluğun diktatörlüğünün aracıdır. Burada diktatörlüğün aracı denince Franko ya da Salazar ve onların futbolu kullanışı akla gelmesin. Burada kastedilen, ulusal devletin var oluşu dışında başka bir var oluşun tanınmaması, bunun yerleştirilmesinin aracıdır. Yani her hangi bir ulusal devleti temsil etmeden, hiç de politik olmayan bir kritere göre, yeryüzünün en iyi oyuncularını bile bir takımda toplasanız, bu gün bir dünya şampiyonasına katılamazsınız. Çünkü ulusal olanılar katılabilir ve ulusal olan da politik olan olmak zorundadır. Bu ilkeyi reddettiğiniz sürece var olamazsınız. Tam da budur diktatörlük. Bu katılamayışınız, sizin üzerinizde bir diktatörlüktür. Bu anlamda gerici ulusçuluğun diktatörlüğünün bir aracıdır spor ve futbol. Bu anlamda, nasıl eski çağlarda din dışı bir “spor” mümkün değil idiyse, bu gün de, bu burjuva uygarlığının dininin gerici biçimi dışında bir spor mümkün değildir. Futbol veya spor ancak bu bağlamda anlaşılabilir olur.

Sosyalizm veya Sosyalist Ülkeler ve Spor Böylece, sosyalist ülkelerin spor müsabakalarında başarılarının aslında sosyalizmle ve sosyalistlikle hiçbir ilişkisi olmadığı bu bakış açısından da ortaya çıkmaktadır. Bir an için varsayalım ki bir ülkede, tesadüfen insanlar devrim yaptılar. Yani burjuva devletini parçaladılar ve politik olanı ulusal olanla tanımlamayan bir “devlet” kurdular. Bu devlet diğer ulusal devletler gibi onlarla yarışma içinde bir devlet olamaz. Çünkü bu devlet onların var oluş ilkesine karşıdır. O diğer devletlerin yurttaşlarını da, Fransız, İngiliz, Türk vs. olmaktan çıkıp insan olmaya; tıpkı Muhammet’in puta tapanları Müslüman olmaya çağırması ve gereğinde bunu zorla yapması gibi, çağırmak zorundadır. Bu çağrının somut anlamı şudur, Türk, Fransız, Alman vs devletlerinin parçalanması. Şimdi bu “devlet” kendini birer ulus ilkesine göre tanımlamış devletlerin olimpiyat veya Dünya Şampiyonası’na katılamaz. Bu eşyanın tabiatı gereği mümkün olamaz. Böyle bir şey yapmaya kalktığı takdirde, onlardan nitelikçe hiçbir farkı kalmaz. Bu bize, bir zamanlar sosyalist ülkelerin aslında nasıl gerici milliyetçiler olduğunu, hem de 281


kapitalist ülkelere karşı spor başarıları kazanır ve DDR, Sovyet, Bulgar, Romen, Çin vs. marşlarını çaldırırken aynı zamanda aslında nasıl gerici milliyetçiliğin yayılışının basit bir araçları olduğunu da gösterir.

Napolyon’un Sözleri Yanılmıyorsam Engels, nicelik ve niteliği anlatırken, biraz zorlama ve mekanik olarak Napolyon’un bir sözünü aktarır. Napolyon, Mısır seferi ile ilgili olarak aşağı yukarı şöyle demiş: “Bir Memlük askeri iki Fransız askerine bedeldi; iki Memlük ile iki Fransız karşı karşıya gelince eşit güçte oluyorlardı; üç Memlük ile üç Fransız karşı karşıya gelince Fransızlar üstün geliyordu.” Futbol, bireysel yeteneklere büyük bir kendini gösterme ve gelişme olanağı sunmasına rağmen bir takım oyunu olduğundan bu kural çok daha açık olarak görülüyor. Örneğin Brezilyalıların her biri teknik olarak muhakkak ki çok üstünler, birer Memlük askeri gibiler. Onların rakipleri, özellikle Avrupalılar, Fransız askerlerine benziyorlar. Kollektif olarak bütün o bireysel teknik geriliklerini dengeleyebiliyorlar. Köylülerle ve küçük burjuvaziyle modern ücretlilerin ilişkisi de böyledir ayağı yukarı. Proletaryada Memlük askerleri veya Brezilyalı futbolcuları görmek isteyenler hiçbir zaman onları bulamayacaklar ve göremeyeceklerdir. Ücretliler tek tek birey olarak, son derece yeteneksiz, kaba, ırkçı, seksist, insanlıktan çıkmış (nasıl olabilsin ki, ömrünün neredeyse tamamı kendine yabancılaşmış bir ücretlilik içinde geçer) varlıklardır. Onların karşısında, bir köylü, bir küçük burjuva aydın, tek bireyler olarak, Arap atlarıyla, gümüş koşumlarıyla, işlemeli ve her biri bir sanat ve zanaat ürünü elbiseleriyle pırıl pırıl pırıldayan sırım gibi bir Memlük askerine veya topla bir akrobat gibi oynayan bir Brezilyalı futbolcuya benzer. Ne var ki onlar, bir türlü kollektif oyun oynayamazlar. Ücretliler ise ancak bir arada bir şeyler yapabilirler. Budur onları muazzam bir devrimci güç haline dönüştüren, Ve en sıradan çimçiğ ücret çıkarları için bile bir araya geldiklerinde, modern toplumu daha demokratik ve eşitlikçi kılarlar. İşçi hareketinin modern toplumda hiçbir sınıfta görülemeyen sağaltıcı bir etkisi vardır. Sosyalistlerin anlamadığı budur. İşçici sosyalistler de işçileri böyle değil, idealize edilmiş biçimleriyle anlarlar, tıpkı bir zamanlar köylüleri idealize ettikleri gibi. Sosyalizmin amacı insanları işçi yapmak değil, işçiliği yok etmektir. “Sosyalist devletler”deki ve sosyalist basındaki, işçi idealleştirmeleri (heykeller, resimler vs. göz önüne getirilsin) aslında tamı tamına burjuva burjuva sosyalizminin bir ifadesidir ve burjuva uygarlığının bir idealleştirilmesinden başka bir anlama gelmez. Bu uygarlığın değerlerinin kendi zıddı biçiminde savunusudur. Tıpkı Beşikçi’nin tersinden 282


Kemalizmi gibidir.

Dolu Ev Bir zamanlar bir Manda Bekir varmış, bir şut çekmiş, mandayı devirmiş. Ya da Bir şut çekmiş ağları delmiş. Ah nerede eski futbolcular! Neredeyse her spor alanında böyle efsaneler vardır. Eski pehlivanlarla ilgili böyle hikâyeler de vardır. Manda Bekir bu gün yaşasaydı, muhtemelen mahalle takımlarında bile yer alamazdı. Kazıkçı Karabekir ise her halde daha ilk turlarda elenirdi. Benzer efsaneler Amerikan beyzbolunda da varmış. Harikulade bir deneme yazarı ve paleantolog ve beyzbol hastası olan Stephan Jay Gould, Full House adlı kitabında bunun bir efsane olduğunu istatistik olarak gösterir. Beyzbolun neredeyse yüz yıla yakın bütün istatistikleri elde bulunuyor ve yine bu uzun süre boyunca kuralları hiç değişmemiş. Bu istatistiklere dayanarak, Gould, aslında bu günkü beyzbolcuların çok daha iyi olduklarını ve çok daha iyi oldukları için, eski oyuncular gibi büyük başarılar gösteremediklerini kanıtlıyor. Futbol maçlarını seyredenler, eski maçları özlüyorlar. Zaten artık öyle çok gollü büyük farkların olduğu karşılaşmalar, spektaküler başarılar ve oyuncular pek çıkmıyor. Bu bir yanılsama mı? Pek değil, aslında beyzbolda kanıtlanmış eğilimin Futbol’da da görülüşü. Gerçi Futbolun kuralları sık sık değiştiği için beyzbol gibi bir istatistik yapma olanağı yok ama yine de, eski ve yeni oyuncuların, bir oyun boyunca ne kadar zaman ve kaç metre koştukları, ayaklarında ne kadar top bulunduğu. Topla kaç kişiyi çalımladıkları kaç pas verdikleri kaç kere ayaklarındaki topu kaybettikleri paslarının ne kadarının isabetli olduğu, kaç sut attıkları sutların isabet oranı vs. üzerine istatistikler yapılsaydı, bu günkü futbolcuların bütün bu oranlarda Manda Bekir’ler kuşağını fersah fersah geride bıraktıkları, öte yandan bu günün futbolcuları arasında da artık bu oranlarda büyük farklar bulunmadığı görülürdü. Bu günün futbolcusu çok daha iyi çalım atabiliyor ama bu günün futbolcusu çalım yememeyi de daha iyi biliyor. Bu günün futbolcusu daha çok koşuyar ama karşı taraf da daha çok koşuyor. Hiçbir gelişim kurallar aynı kaldığı sürece sonsuza kadar gitmez, belli sınırlara takılır. Örneğin 100 metre yarışlarında bu artık açıkça görülüyor. Bir zamanlar 100 metreyi 9.9’da koşmak spektaküler bir başarıya imza atmaktı. Ama bu gün onlarca sprinter var 100 metreyi 9.9’da koşan. Ve insan fizyolojisinin sınırlarına aşağı yukarı varılmış durumda. Bundan daha ötesi yok. Özel ayakkabılar, pistler veya özel bir mutasyon geçirmiş insanlar ortaya çıkıncaya kadar. Bütün sporlarda eğilimin bu yönde olduğu söylenebilir. Elbette futbolda da. 283


Dolayısıyla bu büyük farkları ortadan kaldırıyor, sonucu çok küçük farklar belirliyor. Bu da eskisi kadar göz alıcı ve farklı sonuçlar olmamasına da yol açıyor. Futbol meraklılarının artık maçların eskisi kadar değişik olmadığı, birbirine benzediği ve can sıktığı yönündeki sözleri aslında bu eğilimin bir ifadesi olarak görülebilir. Kaplanlar gazalları yakalamak için daha hızlı koşuyor, gazallar da kaplanlardan daha hızlı kaçıyor. Ama verili koşullarda bu evrimin bir sınırı bulunuyor. Ne gazallar ne de kaplanlar, organik varlıklar olarak belli bir sınırdan daha hızlı koşamazlar. Oyunun kuralları değişmediği sürece, bu evrimde evin boş olduğu yanı gazalların ve kaplanların henüz mutasyonlarla daha hızlı koşabilecekleri bir dönem bir de artık daha hızlı koşmanın verili yapılar içinde mümkün olmadığı, evrimin durduğu ve dengeye ulaştığı bir dönemi ayırmak gerekir. Bütün sporlar giderek bu denge durumuna yaklaşıyor. 100 metrede aşağı yukarı sınırlara ulaşılmış durumda. Doğa tarihinde de, kartların yeniden karıştığı ve kuralların yeniden belirlendiği dönemler ve bu yeni kurallar içinde hızla yeni türlerin çıktığı dönemler ile; bu türlerin giderek mükemmelleştiği ve belli bir dengeye ulaştığı dönemler birbirinden ayrılıyor. Genellikle büyük toplu imhalardan sonra (göktaşı düşmeleri, volkan patlamaları gibi kozmik veya tektonik büyük imhalar ve kartların yeniden karışmasından sonra) yeni türlerin hızla ortaya çıkışları görülüyor. Sonra da bu türler içinde küçük değişikliklerle evrimin sürdüğü, artık yüz metreyi herkesin 9.9’da koştuğu dönemler geliyor. Ama bu durum yeni türlerin ortaya çıkmasını da engelliyor. Sadece artık sınırlara dayanıldığı için değil, eskiler yenileri engellediği için de. Yani belki daha efektif olacak mutasyonlar olabiliyor belki ama, bu mutasyonların yaşama ve gelişme şansı pek bulunmuyor, çünkü orası daha önce kapılmış bulunuyor. Diyelim ki ormanda, bir bitkide bir mutasyon oldu, onun daha yükseğe yapraklarını çıkarıp daha çok güneş ışığı alabilmesi için. Ama zaten daha önceden büyük ağaçlar orayı kaptıkları ve güneş ışığının ormanın tabanına gelmesini engelledikleri için, bu mutasyon yaşama ve gelişme olanağı bulamıyor. Bunu toplum hayatına da aktarmak mümkün özellikle sosyal hareketlere. Belli partiler ve akımlar bir kere ortaya çıktılar mı, belli bir döneme damgalarını vuruyorlar. Değişiklikler ancak verili durum çerçevesinde küçük değişiklikler olarak kalıyor. Başka bir hareketin ya da partinin var olan sistemin içine girip yerini geliştirmesi pek mümkün olmuyor. Ancak var olan denge iyice çürüyüp belli toplumsal “felaketler” sonucunda imha olduğunda, yepyeni türler gibi, yepyeni partiler ve hareketler ortalığı kaplıyor. Bunların hızla yayıldıkları bir dönem yaşanıyor. Sonra onların da belli bir dengeye ulaştıkları, stabilze oldukları bir dönem geliyor. Örneğin sol hareketleri göz önüne getirelim. 60’lı ve özellikle 70’li yıllarda, sol hareketler hızla çoğaldı ve her biri de hızla büyüdü. Bu aşağı yukarı 79’lara kadar sürdü. Bir tür “kambriyum patlama” yaşandı. Ya da Dinazorların yok oluşundan sonra memelilerin ortalığı 284


kaplaması gibi bir dönemdi bu. Ama bir kere bu türler ortaya çıkıp var olan olanakları kaplayınca yeni bir hareketin ortaya çıkarak, diğerlerini eriterek, yiyerek vs. yok etme olanağı neredeyse sıfırdır. 70’li yıllarda en aptalca şeyleri söyleyen bile binlerce insanı örgütleyebilirdi; yetmişlerin sonuna gelindiğinde ise, dünyanın en yetenekli örgütçüleri en iyi teorilerle bile gelselerdi büyüme şansları yoktu. Onlar ancak marjinal, kenarda köşede, paylaşılmamış alanlarda varlığını sürdürebilirdi. Bu nedenle şimdi, memeli hayvanlar, dinazorların kapladığı bu dünyada, ancak yer altında marjinal alanlarda varlıklarını sürdürebilirler. Ancak bir volkan veya göktaşı bu dinazorların köküne kibrit suyu ektikten sonra, memelilere yeni bir gelişme olanağı ortaya çıkabilir. Şimdi ev doludur artık. Orada yer yoktur. Kartlar yeniden karışmalı oyunun kuralları yeniden belirlenmelidir. 07 Temmuz 2006 Cuma

285


Türkler, Güvercinler ve İnsanlar Hrant Dink’in “Ruh halimin Güvercin Tedirginliği” başlıklı yazısının son satırlarında umudunu ve güvenini şu sözlerle dile getiriyor: “Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.” Ama bu satırların, son yazının son satırları olması, aynı zamanda bu umudun ve güvenin hiçbir dayanağı olmadığını da kanıtlamış bulunuyor. Niçin böyle? Çünkü bu ülke Türkiye’dir ve Burada İnsanlar değil Türkler yaşıyor. Dink’in anlamadığı veya iyi niyetle görmek istemediği Türklerin İnsan olmadığıydı. Dink’in zikrettiği, bir zamanlar, aralarında güvercinlerin yaşamasına müsaade eden ve “bu ülkede” yaşayan insanları, Türk değil Müslüman’dılar. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarına değil, Allah’ın yasalarına göre düşünüp davranmaya çalışırlardı. En zararlı bilinen böceği bile, o da Allah yaratığıdır diye öldürmekten çekinirlerdi. Ama Türkler’de Allah korkusu yoktur, onlarda Türk Devleti korkusu vardır. Devlet güvercinlerin kafasını koparın dediğinden, güvercinlerin kafasını koparırlar. Devlet Türklük düşmanlarını yaşatmayacağız dediğinde, güvercinlerin kafasını koparın demektedir örneğin. Hatta şimdi Hrant Dink’in öldürülmesini bile Türklüğe veya Türk devletine sıkılmış bir kurşun olarak tanımladıklarında, diğer güvercinlerin kafasını da koparın demekte, Dink’in ölüsü üzerinden yeni cinayetlerin sinyalini vermektedirler. Dink’in anlamadığı,eskiden insanların Türk olmadığıydı. Onlar Allah’tan korkan Müslümanlardı. Türkiye Cumhuriyeti ve İttihat Terakki, bu insanları Türk haline dönüştürdü. Bu gün kendine Müslüman diyenleri Türklük öncesinin Müslümanlarıyla karıştırmamalı. Bu günün Müslümanları Müslüman değildirler: Allah için değil, Türklük için, devlet ve Türk milleti için yaşarlar. Allah’ın kanunlarına değil, Türk devletinin kanunlarına uyarlar. Onlar Türklerin ezilenlerini yanıltmak için kendilerine Müslüman diyen Türklerdir. Müslümanlar Allah için yaşarlar, Allah için ölürler, Allah’tan korkarlar, her işlerini Allah için yaparlardı. Türkler Türk Devleti ve Türklük için yaşarlar, Türklük ve Türk devleti için ölürler, Sadece Türk devletinden korkarlar ve her işlerini Türklük için yaparlar. Elbette Türkler de, Türk olmadan önce bu topraklarda yaşayan Müslümanlar gibi biyolojik 286


olarak insandırlar. Ama Hitler de biyolojik olarak insandır. En acımasız katiller de. Biyolojik olarak insan olmak başkadır, sosyal olarak insan olmak başkadır. Sosyal olarak İnsan olan Türk ya da Müslüman olamaz. Nasıl bir Türk Müslüman olamazsa ve bir Müslüman da Türk olamazsa öyle. Türk, Türk devletinin kanunlarına uyan ve onu kabul edendir. Müslüman Allah’ın kanunlarına uyan ve onu kabul edendir. Müslüman isen Türk, Türk isen Müslüman olamazsın. Ya Allahın ya da Türkiye Cumhuriyeti denen devletin kanunlarına uyacaksın. Benim dinim İslam; Milletim Türk diyenler, tam da Türklerin Ulus ve Din tanımlarına uygun davrandıklarından, kendilerine Müslüman diyen Türklerdir ama Müslüman değildirler. Bunlar İnsan’ların birer dinleri ve milletleri olduğunu söylerler. Bu en büyük yalandır. Bu en büyük yalandır. Çünkü millet de bir dindir: Ama din Milliyetçilerin ve Milletlerin din dediği yani sadece kişisel bir şey değildir. Din insanların tüm yaşamını örgütler. Millet denen din de, insanların tüm yaşamlarını örgütler. Bu nedenle din ve millet, farklı kategorilerden değil, aynı kategoriden oluşumlardır. Dolayısıyla bir insanın bir dini veya bir milleti olabileceği, din ve milletin farklı kategorilerden oluşumlar olduğu milletlerin ve milliyetçilerin bir yalanıdır. Nasıl bir İnsan hem putlara hem Allah’a tapamaz, toplumsal hayat hem bir puta hem Allah’a göre düzenlenemezse, insan hem Türk hem Müslüman olamaz. Aynı şekilde, İnsan (burada biyolojik bir varlık olarak insandan söz ediyoruz) hem İnsan (Sosyolojik olarak insan) ve hem de Türk, Müslüman veya Puta tapar olamaz. İnsan (Burada sosyolojik olarak), insanların (Burada biyolojik olarak) dili, dini, etnisi, soyu, sopu, ırkı, ne olursa olsun eşit olduğuna inanan ve bu inanca göre yaşamak için mücadele edendir. Yani, insanların eşit olduğunu kabul etmeyenler sosyolojik olarak insan değildirler ve olamazlar. Bu inanca göre yaşamak ise, bir ulustan olmakla, bir dinden olmakla bağdaşmaz. Bütün insanlar eşitse, niye birileri şu veya bu soy, tarih, dil vs. (yani örneğin Türk, Kürt, Ermeni Fransız) denerek bu eşitliğin dışında tutulmaktadır? Bu kendisiyle çelişir. İnsan olmak her şeyden önce, ulusal olanın, tıpkı din gibi, politik olmaktan çıkarılması kişisel bir sorun olarak ele alınması ile mümkün olabilir. İnsanlar devletin her hangi bir ulusla tanımlanmasını reddeden bir toplumda var olabilir ve bu günkü ulus devletler içinde bunun için mücadele edenlerdir. Yani insan olmak için her şeyden önce, politik olanın ulusal olanla tanımlanmasına, uluslara karşı mücadele etmek gerekir. Uluslar içinde mücadele edilen tarafsız ortamlar değil, kendilerine karşı mücadele edilmesi gereken her şeyden önce siyasi birimler ve üstyapılardır. 287


İnsanlar, Türklüğün şimdi tıpkı dinin olması gerektiği gibi, tamamıyla kişisel bir sorun, özel bir sorun olması için mücadele edenlerdir. Diğer bir ifadeyle politik bir kimlik olarak Türklüğü reddeden ve Türk devletini yıkıp, ulusa göre değil, dili, dini, etnisi, soyu cinsi ne olursa olsun tüm insanların eşit olarak yaşayacağı bir toplum için mücadele edenlerdir İnsanlar. Bu gün sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın, sosyalistlere değil, İnsan’lara ihtiyacı var. Sosyalizm için değil, öncelikle İnsan’lık için mücadele etmek, yani her biri uluslara göre tanımlanmış devletleri (ki bunların her biri de ulusları farklı ölçütlerle tanımlamaktadır) yıkma mücadelesine girmek gerekiyor. Sosyalist olabilmek için de her şeyden önce İnsan olmak; Türk, Kürt, Ermeni, Fransız, Amerikalı, Avrupalı olmaktan çıkmak ve bunlara karşı mücadele etmek gerekiyor. Sosyalistlerin hedefi, Ulusların kaderini tayin hakkı değildir. Sosyalistlerin hedefi, ulusal olanın da politik olmaktan çıkarılması ve özele ilişkin olması olabilir. Böylece asgari olarak biçimsel eşitlik sağlandıktan sonra sosyalistler gerçek bir eşitliği isteyebilirler. Sosyalistlerin Hedefi: ulusların kaderini tayin hakkı değil; isteyen üç kişinin bir araya gelip, istediği ulusu kurma, girme, çıkma ve ulussuz olma hakkı olmalıdır. Bu günün ulusal devletlerle kaplı dünyasında insanların ulussuz olma hakkı, dolayısıyla insan olma hakkı yoktur. Sosyalistler ise, her şeyden önce insan olma hakkı, yani ulussuz olma hakkı için mücadele etmelidirler. Ulussuz olma hakkının ilk koşulu da politik olanı ulusal olana göre tanımlayan ulusal devletlerin yıkılmasıdır. Politik olanın ulusal olanla çakışması ilkesine dayanan ulusçuluğun reddidir. Hrant Dink aslında böyle net ifade edememiş olsa da böyle bir dünya için mücadele ediyordu. O her şeyden önce bir Humanist ve Demokrattı. İnsanlığını insanca bir düzende yaşayamayan bir insandı. Bunun için Türkler tarafından öldürüldü. Çünkü her ulus gibi Türklük de İnsanlığın düşmanıdır. İnsanın olduğu yerde Türk, Türk’ün olduğu yerde de İnsanlar var olamaz. 20 Ocak 2007 Cumartesi

288


İnsan Olmak, Demokrat Olmak ve Yenilgicilik Bir rejimin, bir düzenin, bir sınıfın, bir gücün tarihsel olarak ömrünü doldurmuş olması ile gerçek sonu arasında uzun bir zaman geçer. Eğer karşısında ona son verecek bir güç yoksa sonsuzca uzayan bir can çekişme süreci, çürüme ve dağılma ortaya çıkar. Bugün dünyadaki bütün politik ve sosyal aktörler ömrünü doldurmuş güçlerden oluşmaktadır. Çünkü bunların hiç birisi, bu günkü insanlığın bütün sorunlarının anası olan uluslara dayanırlar, varoluşları ulusların varlığına bağlıdır ve uluslara karşı değildirler. En ilerici görünenleri bile ulusçuluğa karşıdırlar ama uluslara değil. Kaldı ki, ulusçuluğa karşı olduğunu söyleyenler de aslında ulusçuluktan bir dile, tarihe, dine vs. göre tanımlanmış bir gerici ulusçuluğu anlarlar. Hasılı ulusçuluğa karşı olanlar veya öyle olduğunu iddia edenler bile bırakalım uluslara karşı olmak bir yana, ulusçuluğa bile karşı olmaktan uzaktırlar. İnsanlığın bütün çektiklerinin temelinde bu gerçek bulunmaktadır. Evet, uluslar insanlığın bütün sorunlarının başıdırlar ama uluslara karşı mücadeleyi önüne bir sorun olarak koymuş, bütün ulusları karşısına alan, bütün uluslardan insanları, ulusları yıkmaya çağıran bir sosyal hareket, bir güç bir yana, bir fikir akımı, küçük çevreler bile yok. Esas korkunç olan budur. İnsanlığın çıkışsızlığını ortaya çıkaran budur. Bugün insanların, varlıklarını sürdürebilmek için olsun, Hazreti Muhammet’in putları ve puta taparlığı yok etmesi gibi, bütün ulusları ve ulusçuluğu, yani politik olanın nasıl tanımlanırsa tanımlansın bir ulus ile tanımlayan devletleri ve ulusları yok etmeyi en acil sorun olarak önüne koyması gerekmektedir. Yani tüm dünyada bir tek “devlet”, daha doğrusu “cemaat” gerekmektedir: İnsanlık cemaati. Bunun dışında her hangi bir çözüm bulunmamaktadır. Politik olan bir tek ölçüye göre tanımlanmalıdır: İnsan olmak. İnsan olmak ise, politik olanın (yani devletin) Türklük, Müslümanlık, Amerikalılık vs. ile tanımlamasını reddetmek, buna karşı savaşmak ile mümkün olur. Nasıl bir puta (toteme) tapan bir Müslüman veya Hıristiyan olamaz ise, bir Türk, bir Amerikalı, bir Çinli, bir Arap vs. de bir İnsan olamaz. Türkler Türklüğe, Almanlar Almanlığa, Amerikalılar Amerikalılığa karşı, yani o devletlere ve uluslara karşı, yani İslam’ın dediği gibi, nefislerine karşı kutsal bir cihada girmeden, İnsan olamazlar. Nasıl bir toteme tapmakla Allah’a tapmak; sadece belli soydan, aşiretten insanları kardeş bilmekle, Allah’a inananları kardeş bilmek uzlaşmaz ise, bir ulustan olmakla İnsan olmak; bir ulustan olanları kardeş bilmekle insanları kardeş bilmek uzlaşmaz. Bu günkü çürümeye yol açan, bunu böyle açıkça ortaya koyan bir akımın, tüm uluslardan insanlara böyle çağrı yapan bir toplamsal hareketin olmamasıdır. Yoksa her şey bar bar bağırıyor bu uluslara dayanın düzenin, bugünkü güçlerin, yani en başta ulusların, insanlığa 289


hiçbir çıkış yolu sunamadığını, onların çoktan tarihsel ömürlerini doldurduklarını. Eğer sosyolojik olarak İnsanlar ulusları yok etmezse, biyolojik olarak, bir hayvan türü olan insanlar yok olacaktır. Ya bir dünya savaşıyla ya da çevre felaketiyle. Bütün sorunların ardında bu yokluk var. Böyle bir hareket, bir akım olsa eğer, bu çürümeye yol açan koşullar, insan öncülerinde, bütün dinlerin ilk öncülerinde olduğu gibi, sabrın derinliklerini ve coşkunun zirvelerini harekete getirirdi. Bütün bunlar hareket noktamız. Bunları söylüyoruz. Ama bunları söylemek için geç kaldık. Savaş tamtamları ve çürüme içinde bu sesin duyulması imkansızdır. *** Evet uluslar en demokratik biçimiyle bile insanlığa bir çıkış yolu sunamazlar ama bari şu an orta doğuda demokratik ulusçuluk, yani ulusu, (politik olanı, devleti) bir ulusun dille, dinle, tarihle, etniyle tanımlanmasına karşı tanımlayan bir ulusçuluk, bütün bunların politik bir anlamı olmaması üzerinde şekillenen bir ulusçuluk, insanlığın sorunlarına çözüm olmasa da, en azından geri ülkelerde emperyalizmin ve bölgedeki gerici ulusal devletlerin açmazına karşı bir savunma mevzii, bir güçleri birleştirme aracı, çürümeye son veren bir ara aşama olabilir ve böyle bir hareket, bizzat mücadele içinde, uluslara karşı bir mücadeleye dönüşme potansiyeli taşır. Bu yönde de geç kaldık. Eğer 60’lı veya yetmişli yılların yükselişlerinde böylesine bir yaklaşımı olsun ortaya koyabilmiş olsaydık. Yani Türkiye’deki sosyalist ve demokratik hareket, Türk ulusunu ve Türk devletini esas sorunu olarak ortaya koysa; ulusu Türklükle değil, her hangi bir dil, din, etni, soy, tarihle tanımlamayı reddeden demokratik bir ulusçuluğa dayanmadan, sosyalizm bir yana, en küçük bir demokratik dönüşümden bile söz edilemeyeceğini programına yazsaydı, en azından, bu gün böylesine bir çürümeyi engelleyecek bir miras, bir gelenek bırakılabilirdi. Ancak 90’lı yılların sonuna doğru adım adım bu görüşler ortaya çıkabildi. Ama çıktıklarında artık çok geçti. ABD Irak’a girmişti. Bu programa sahip çıkıp Türkleri kazanabilecek Kürt özgürlük hareketi bile, bu programı umutsuz görüp tekrar ulusu, tıpkı Türk devleti ve ulusu gibi aynı ilkeyle, yani Kürtlükle tanımlayan bir ulusçuluğa doğru kaymaya başlamıştı. Bu gün en ileri görüşlü DTP’liler bile, Anayasa tartışmalarında örneğin, Kürtlerin de Türklerin yanı sıra anayasaya koyulmasını öneriyor. Türklüğün anayasadan çıkarılmasını, ulusun her hangi bir dil, din, etni, tarih, soy, kültür ile tanımlanmasını reddetmeyi kimse aklına bile getirmiyor. Türk sosyalistleri ise anayasaya sosyal eksenli talepleri koymaktan söz etmeyi sosyalistliğin şanından bilip, Türklüğün anayasadan çıkarılmasını, buradan hareketle, demokratik ulusçuluk yönünde bir tartışma ve hareket başlatılmasını akıllarına bile getirmiyorlar. Yani aslında hepsi gerici bir ulusçulukta ve buna dayanan bir ulusun varlığında hiçbir sorun görmüyorlar. Onlar sadece insan olmaya galaksiler kadar uzak değil, demokrat olmaya da uzaklar, Onlar demokrat da değil, Kürt ve Türk’türler artık. Nasıl bir insan, hem bir toteme hem de Allah’a tapamaz ise; hem Türk, hem Kürt hem de İnsan olamaz ise; hem Kürt hem Türk hem de Demokrat olamaz. Demokrasinin olmazsa 290


olmaz koşulu, ulusu bir dil, din, etni, soy, tarih ile tanımlamaya karşı olmaktır. Bütün bunların ulusun tanımında hiçbir politik anlamı olmamasını savunmaktır. Nasıl bir insan hem belli bir dinin devletten ayrılmasını, dinin hiçbir politik anlamı olmasını savunmadan bir laik olamaz ise, hem devletin bir dini tanımasını istemek ve hem de laik olmak mümkün değil ise, aynı şekilde ulusun bir dil, bir etni, bir soy, bir tarih vs. tanımlanmasını savunmak veya bunda bir sorun görmemek ve aynı zamanda demokrat olmak mümkün olamaz. Dolayısıyla bırakalım bir insanlık hareketini, bir demokratik hareket bile bulunmamaktadır bu günün dünyasında ve Türkiye’sinde. Böylece çift katlı bir umutsuzluk ve çürüme ortaya çıkmaktadır. Bırakalım uluslara karşı bir hareketi veya düşünce akımını bir yana, gerici ulusçuluğa karşı demokratik bir hareket ve doğru dürüst bir düşünce akımı bile bulunmamaktadır. Sözde en demokrat geçinenleri, örneğin ulusun bir dille ve tarihle tanımlanmasında sorun görmüyorlar, böyle tanımlanmış ulusun başka dillere de saygı ve tolerans göstermesinden öteye gidemiyorlar, padişah olsa soğanın cücüğünü yemekten başka bir şey hayal edemeyen masaldaki çoban gibi. Bu demokratlık değil, post modern, paternalist, bir “çok kültürlülük” palavrasıdır ve gerici ulusçuluğu bu günün globalleşmiş dünyasında yaşatmaktan başka bir işlevi yoktur. Bu çift katlı çürümüşlük içinde, taktik olarak ne yapılabilir? Aynı ilkeye dayanan iki gerici ulusçuluk var ise ve bunlardan biri ezen diğeri ezilen durumunda ise, bize düşen görev, en azından egemen ulustan insanlar olarak, tıpkı Lenin’lerin birinci Dünya Savaşı’nda yaptığı gibi, yenilgici bir tavrı sürdürmek olur. Böyle bir tavır böylesine gerici bir ulusçuluğun egemen olduğu ve kimse tarafından demokratik bir açıdan bile sorgulanmadığı bir dünyada elbette bir etki sağlamaz ve bir insanları düşünmeye çağıran bir provokasyon olmaktan, bir başka örnek sunmaktan öteye gitmez. Ama böyle bir duruş, somut bir örnek olarak, “kendi” devletinin yıkılmasından yana tavrıyla, sosyalistçe ve de ezilen ulustan yana tavrıyla “halkların kardeşliği”nden yana Enternasyonalistçe bir tavır olarak, gelecekte bir gelenek arayacaklara bir tutamak noktası; bir mihenk taşı sunar. Bizim yapmaya çalıştığımız budur. 28 Ekim 2007 Pazar Demir Küçükaydın

291


Türban’ın Diyalektiği Bir süre önce, 2002 yılındaki seçimlerden sonra yazılmış “Kıyafet Kavgasının Anlamı” üzerine yazıyı yayınlamıştık. O yazıda Türkiye’de gerçek Politik İktidarı elinde bulunduran Askeri Bürokratik Oligarşi ile Ekonomik ve Sosyal İktidarı elinde bulunduran ve politik iktidarı da ele geçirmek isteyen Burjuvazi’nin diğer bir kesimi (Anadolu Burjuvazisi veya İslamcı Burjuvazi) arasındaki bir mücadeleyi ve çıkar ortaklığını, ama birbirinin zıddı gibi görülen tavırların ardında da bir özdeşlik, yani azınlık olan egemen sınıfların, geniş çoğunluktan farklı görünmeme kaygısının bulunduğunu göstermeye çalışmıştık. Bugün de bu çok genel ve temel arka planın somut tarihte nasıl işlediğini ele alalım. İlk bakışta çok büyük bir paradoks gibi gelebilir ama, bu kıyafet kavgasını, bu kıyafet kavgasının ardındaki Müslüman Anadolu Burjuvazisini, ve bu kıyafet üzerinden yürüyen Politik İslam’ı böylesine yaratan ve bir güç olarak ortaya çıkaran, bizzat bu Askeri Bürokratik Oligarşinin kendisidir. Bunu dediğimizde, örneğin 12 Eylül rejiminin sola karşı politik İslam’ı desteklemesi ve okullara mecburi din dersi koyması veya Kürt özgürlük hareketine karşı dini örgütlenmelerin desteklenmesi ve hatta Hizbullah gibi örgütlerin bir vurucu güç olarak kullanılması gibi olguları kastettiğimiz sanılmasın. Bunlar, o askeri bürokratik oligarşinin egemenliğini sürdürmek için yaptığı taktik ittifaklar ve manevralardır. Ve bu politikalara ve taktikler, sosyolojik olarak, Politik İslam’ın bu günkü Türkiye’de niye böyle bir politik güç olarak, Burjuvazinin, en azından bir kanadının temel politik mücadele biçimi olduğunu ve onun genel olarak dinle, özel olarak İslamla ve hatta Askeri Bürokratik Oligarşiyle ilişkisini açıklamaz. Politik İslam’ı bayrak yapan bir burjuvazinin varlığı ve bu burjuvazinin Politik İslam’ı bayrak yapması nasıl mümkün olmaktadır? Esas soruyu böyle formüle etmek gerekir. Yoksa bu sorunun sosyolojik bir cevabı bulunmadığı sürece, bütün bu politikayı açıklamak mümkün olmaz veya ancak komplo teorileriyle açıklanabilir. Böyle bir soruyu sorabilmek için temel şart: Tarih’e yaşadığımız tarihin ekseninden bakmamaktır; onu olası tarihlerden biri olarak ele almaktır. Ancak o zaman, yanşan tarihi o yapan özelliklerin sırrına varılabilir. Ne demek istiyoruz? Aslında bilimin ve bilginin evrimi, bir bakıma tek olası gördüğümüzün olasılardan biri olduğunu görmektir. Eski çağlarda evrenin merkezinde insan ve Dünya (Yer) vardı, bunun dışında bir varoluş bile tasavvur edilemezdi. Ama daha sonra, Dünya (Yer), Güneş Sistemi içinde ki gezegenlerden biri olarak “tenzili rütbeye” uğradı. Hem merkezi yerini kaybetti, oraya Güneş geçti, hem de 292


biricikliğini. Gezegenlerden biriydi artık. Daha sonra Güneş Sistemi bile Samanyolu Galaksisi içinde alelade bir yıldıza dönüştü. Sonra bu Samanyolu Galaksisinin bile milyarlarca galaksi arasında sıradan bir galaksi olduğu görüldü. Belki ilerde bu evrenin bile olası milyarlarca evrenden biri olduğu anlaşılacak. Bu gün ise, bu ölçüde olmasa bile, o milyarlarca görünür galaksinin, aslında yüzde doksanı, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz Karanlık Madde ve Karanlık Enerji’den oluşan bir evrenin, yüzde onundan fazlasını oluşturmadığı hesaplanmaktadır. Yani o koca görünür evren bile, tüm evrenin yüzde onuna düşmüş bulunuyor. Bu kavrayış içinde bırakalım Samanyolu galaksisini, şu güneş sistemi bile sıradan bir istisnadır. Onun olası sistemlerden biri olduğu, dolayısıyla onu o yapan özellikler ancak böyle, diğer sistemlerle kıyaslama içinde tanımlanabilir. İnsan’ın durumu da farklı değildir. Eskilerin o “eşref-i mahlukat”ı, yani yaratıkların en şereflisi, giderek o “şerefli” yerini yitirmiş; milyarlarca canlı türü içinde bir canlı haline gelmiştir. Bırakalım İnsan’ı, şu çok gelişmiş sanılan memeliler bile, aslında dinozorlarla aynı zaman ortaya çıkmış olmalarına rağmen, 150 Milyon yıl boyunca, şimdi göklerde uçan memeli yarasaların uçan dinozorlar olan kuşlar karşısında sadece mağara ve karanlıklarda varlığını sürdürebilmelerine benzer biçimde, köstebek gibi yer altında marjinal bir tür olarak var olabilmişler, ancak muhtemelen bir gök taşının dinozorların varlığına son vermesinden sonra onlardan kalan boşluğu son 60 milyon yılda doldurmuşlardır. Yani bir zamanlar evrimin zorunlu bir sonucu gibi görünen memeliler ve insan, aslında evrim tarihi açısından hiç de öyle zorunlu bir sonuç değildir. Ayrıca bunlar hiç de öyle başarılı canlılar değildirler. Timsahlar, Köpekbalıkları ve Kaplumbağalar onlardan çok daha başarılı en az 300 milyon yıldan beri var olar türlerdir. Hele hele İnsan, şu mahlukatın en şereflisi payesini kendini veren canlı türü, Homo Sapiens, en ez 150 bin yıl boyunca var olmuş ve 30 bin yıl önca Homo Sapiens tarafından köküne kibrit suyu ekilmiş Neandertal İnsanı kadar bile var olamayacaktır muhtemelen. Ve doğa tarihinin en az süre var olabilmiş canlı türü olma rekorunu eline geçirecektir. Homo Sapiens, Doğa tarihinin en başarısız canlısı, evrimde en kısa çıkmaz sokak olarak bir yere sahip olacaktır muhtemelen. Bir tür olarak İnsan’ın ne olduğu ancak böyle bir bağlamda yerli yerine oturabilir ve diğer türlerle ilişkisi içinde onu o yapan özellikler tanımlanabilir. Doğa tarihi açısından, mahlukların en şereflisi olmaktan en başarısızı olmaya doğru bir yer değişimidir bu insanın doğa içindeki yerini kavrayışta. İnsan muhtemelen milyarda bir olabilecek olağanüstü koşullar sonucu ortaya çıkmış ve canlıların evriminde bir tür çıkmaz sokak, bir tür yanılgı, bir deneme olarak görülmektedir bu gün. Nasıl bilgimiz İnsanın veya Dünyanın evren içindeki önemini yitirmesine, dolayısıyla başka gezegenler ve canlılara göre onu o yapan özelliklerin tanımlanmasına bağlı olarak artar ve o zaman onun özünü daha fazla ve derinliğine anlayabilirsek, toplumların ve insanlığın tarihine de böyle bakmak gerekir. O tarih olası milyonlarca Tarihten biriydi. Onun ne olduğu ancak o 293


olası tarihler içinde anlaşılabilir. İşte politik İslam’ı veya İslam’ı bayrak yapan bir burjuvazinin varlığını anlayabilmek için tarihe de böyle bakmak gerekir. Örneğin bugün bizler ulusun bir dile göre şekillenmesi gerektiğine öyle alışmış durumdayız ki, Fransa’da devrim olduğunda, Fransa’nın yüzde onunun Fransızca konuştuğunu unutmuş oluruz. Örneğin Fransız yurttaşlık bildirisinin, yüzde doksanı Fransızca konuşmayan yurttaşlara hitap ettiğini tasavvur bile edemeyiz. Ama bunu bildiğimiz an şu soru ortaya çıkar: Niye Osmanlı İmparatorluğunda da ulusu dilleriyle ve dinleriyle tanımlamayan, tüm Osmanlı yurttaşlarını eşit kabul eden bir burjuva devrimi olmadı. Bu gün baktığımızda sorusu bile tuhaf gelen bu olasılık, o zamanlar hiç de küçümsenmeyecek bir alternatifi oluşturuyordu. Bu olasılık gerçekleşseydi ne olurdu? Her şeyi bir yana atarak sadece bir demografik sonucu göz önüne getirelim. Şimdi şöyle bir Anadolu düşünün. Anadolu’da bu gün yaşayan insanların en azından yarıya yakınının Hıristiyan olduğunu, bu günkü ölçülere göre Müslüman kabul edilenlerin de üçte birinin Alevi (yani aslında Müslümanlığa, bir kitaplı din olan Hıristiyanlıktan bile uzak “kitapsızlar”; uygarlığa bulaşmamış, yazıyı bilmeyen komünün dininden olanlar) olduğunu tasavvur edin. Sadece böyle bir demografik yapı bile, bu günkü Türkiye’de bir politik İslam’ın veya İslam’ı politik iktidarı da ele geçirmek için bayrak yapan bir burjuvazinin varlığını olanaksız kılardı. Böyle bir ülkede bir “Müslüman - Anadolu Burjuvazisi” olsa bile, İslam’ı değil, gerçek bir laikliği bayrak yaparak ancak nüfusun çoğunluğunu oluşturan Müslüman olmayanların, Alevi ve Hıristiyanların desteğini de alabilirdi. Çünkü onların desteğini almadan çoğunluğu sağlaması ve politik iktidarı ele geçirmesi mümkün olmazdı. Elbette nüfusunun yapısı böyle olan bir Türkiye’de zaten Askeri Bürokratik oligarşi iktidarda olamaz, o ülkenin adı, Avrupa ona Türkiye dediği için Türkiye olsa bile ulus Türklükle ve resmi İslamlıkla tanımlanamaz, zaten öyle bir ülkenin kurucusu da bir Osmanlı generali ve Bonapartist bir Atatürk değil muhtemelen devrimci demokrat belki Rum, belki Ermeni belki Müslüman kökenli bir Garibaldi olurdu vs., vs.. Ve bu gün unutulmuş ve unutturulmuş, gerici bir ulusçulukla yazılmış olan tarihte bu olasılık vardı ve oldukça güçlü bir olasılıktı. İşte ancak böyle olası bir tarih içinde bu gün niye İslam’ı ve kıyafeti bayrak yapan bir burjuvazinin varlığı ve bizzat bu kıyafeti sorun yapmanın var oluşu anlaşılabilir. Sanılmaktadır ki bu günkü tarih olası biricik tarihtir. Soruna böyle yaklaşmak, sadece dar kafalılık değil, son duruşmada bu var olan tarihi, rasyonalize etmekten ve meşrulaştırmaktan başka bir anlama gelmez15.

15

Tek tanrılı dinlerdeki Cennet hayali veya öbür dünya bile, son duruşmada bu günkü hayattan başka bir hayatın mümkün olduğu var sayımına dayanır ve bu günkü dünya var olan dünyaların en iyisi değil, katlanılmaz bir 294


Başka tarihler de mümkündü ve o zamanlar başka tarihler çok daha büyük bir olasılık olarak görünüyordu. Ama bizzat bunu da anlayabilmek ve görebilmek için, var olan tarihi biricik olası tarihmiş gibi ele alan, tarihlerin dışına çıkmak ve bütün bilinenleri unutup, her şeyi yeni bir ışık altında ele almak gerekmektedir. * Örneğin bizler, gerici milliyetçiliğin, yani ulusu bir dile, dine, etniye, soya vs. göre tanımlamış bir ulusçuluğun egemen oldu bir çağın ve öyle bir eğitimin ürünleriyiz. Bunun dışında başka bir var oluş ve tarihin mümkün olabileceğini tasavvur bile demez durumdayız. Ama burjuva devrimlerinin başında, yani şu Amerikan ve Fransız devrimleri çağında, insanlar ulus derken hiç de böyle din, dil soy gibi kriterlerin varlığını akıllarına bile getirmiyorlardı. Ve bir zamanlar Osmanlı’da da ulusu böyle bir dil, din, soy gibi kriterlerle tanımlamayan, devrimci demokratlar, aydınlanmacılar vardı. Elbette Osmanlı’daki ulusal hareketler içinde tıpkı bu günkü gibi, ulusu soyla, dinle, dille tanımlayan hareketler vardı, ama en azından onlar kadar güçlü, özellikle Sosyalist ve İşçi hareketinden ilham alan devrimci demokratik hareketler de vardı. Bunu görebilmek için tarihe Türk olarak değil Demokrat olarak bakmak gerekir. (Türkiye’nin Demokratları hem Türk hem Demokrat olmak istiyorlar. Hem Türk hem de Demokrat olunamaz. Demokratlığın en ilk koşulu politik olanın, yani ulusun bir dil, bir din, bir etni, bir soy, bir ırk ile tanımlanmasını reddetmek ve onu karşı mücadele etmektir. Türklerin, Politik olanı (devleti) veya ulusu Türklükle tanımlamaya karşı bir mücadele vermesi gerekmektedir. Ancak bu koşullarda bir “Türk demokratı” var olabilir. Türkler ancak bir Türk devleti ve ulusuna karşı mücadele ederek, Türklüğün hiçbir politik anlamının olmaması için mücadele vererek bir “Türk Demokratı” olabilirler. Bir Türk ulusu, Demokrasinin ve Demokratların tasfiyesi ile var olabilmiştir. Demokrasi de ancak Türk Ulusunun tasfiyesiyle var olabilir.) Bugün Türkiye’deki demokratik hareketin zayıflığının bir nedeni de, sadece bu demokratik geleneklerin ve hareketlerin Türklük tarafından silinmiş ve unutulmuş olması değildir; kendilerini demokrat olarak görenlerin bile Türklükle tanımlanmayan bir demokratlığı tasavvur edememesi ve bir anlamda demokrat olmamasıdır. Örneğin, Türkiye’deki Demokratik Hareket (ve tutarlı bir demokrat olması gereken Sosyalist Hareket) bayrağına Osmanlı’nın Ladino, Sırpca, Romence, Bulgarca, Rumca, Türkçe, Osmanlıca ve Ermenice konuşan demokratlarının resimlerini koyamadığı sürece; (ve sosyalist hareket kendini, Selanik İşçi Dernekleri, Sırp, Romen ve Bulgar Sosyalistleri, Ermeni devrimcileri ile değil, Mustafa Suphilerle başlattığı sürece) Türkiye’de bir demokratik hareket var olamaz. dünya olarak görülür. Yani şu beğenmediğimiz “gerici” dinler bile, bir cennet var sayımı ile var olan yaşamı meşrulaştırma ve rasyonalize etme tehlikesinden kendilerini kurtarırlar. Ama uluslar ve ulusların tarihleri, bunu bile yitirmekle sonuçlanır. Ulusçular için biricik olası tarih ulusların tarihi, biricik olası dünya ulusların dünyasıdır. 295


Örneğin, Selanik’te Yahudi işçilerin sendikaları ve hareketleri vardı. Ve onlar bir Demokratik Cumhuriyet’i savunuyorlardı ve savunmaya hazırdılar ve Yahudi olmayanları da birleştirmek ve onlarla birleşmek istiyorlardı. Bu gün ilk Grek ulusçusu olarak vaftiz edilen Velestinli Rigas (Şu Mihri Belli’nin “Rigas’ın Dediği” başlıklı kitabın adındaki Rigas) bu gün, Türk ve Grek ulusçularının sokmaya çalıştıkları çekmeceye sığmazdı ve bir Grek Ulusçusu değil, bir demokratik ulusçuydu, yani ulusun bir dille, dinle tanımlanmasına karşıydı. Osmanlı’da bir Demokratik Devrim düşlüyordu tıpkı Fransa’da olduğu gibi. Balkanlar böyle Demokrat ve Devrimcilerle doluydu. Anadolu’da da Ermeniler içindeki sosyalisler böyleydi. Ermeni partileri Enternasyonal kongrelerinde temsil ediliyordu. Ermenice konuşan Osmanlı yurttaşları arasında, binlerce Rigas gibi, hatta ondan da solda Sosyalist üyeler vardı. Komünist Manifesto, Türkçe’ye Altmışlı yıllarda çevrildi. Ama bu topraklara Manifesto ondan neredeyse 100 yıl önce Ermenice’ye çevrilip girmişti. Bu Demokratik ve Devrimci Ulusçuluk sanılmasın ki sadece Hıristiyan halklarda vardı. Bu demokratik hareketler ve gelenekler, hem Osmanlı’nın Müslüman ahalisinde ve yoksul emekçilerinde hem de Osmanlı aydınlarında da bir yankı buluyordu. Bir Tevfik Fikret, Abdülhamit’e suikast düzenleyen bir Ermeni Devrimcinin eyleminin başarısızlığa uğramasına üzülen şiirler yazıyordu. Ah diyordu, o bomba birazcık daha gecikmeseydi zamanında patlasaydı da bizleri şu müstebitten kurtarsaydı. Bu günün Türklerinin kafasıyla, “vay Ermeni terörist sen nasıl benim Müslüman Padişahıma suikast yaparsın, bomba atarsın” diye değil; bu demokratik hareketlerden etkilenmiş demokrat bir humanist olarak “Ah keşke başarıya ulaşsaydı” diye yazıyordu şiiri. Bu günün sosyalistleri gibi, yurtseverlik veya anti-emperyalizm namı altında, bu gerici ve ırkçı devletin ve ulusun yanında yer almıyordu. Bunların karşısında “Vatanım ruy-i zemin (yeryüzü), milletim beşer (İnsanlık)” diyordu. Bu gün tasavvur edilebilir mi, kendini Türklükle tanımlamış bu devletten ve onun gerçek egemeni Askeri Bürokratik oligarşiden nefret eden bir Türk aydınının, başarısız bir PKK eyleminden sonra “Ah şöyle yapsaydı da başarı kazansaydı” diye üzülen bir şiir veya ölen bir gerillanın ardından bir mersiye yazması? Yok böylesi. Tasavvur bile edilemez olmuştur bugün. Ama bu gün tasavvurların bile ötesine geçmiş olan, bir zamanlar gerçekti ve bu gerçek sayesinde nispeten demokratik dönüşümler son derece ciddi bir olasılıktı. “Jön Türkler”, Ermeni devrimcilerle gizli Kongreler yapıyordu. Balkanlar ve Anadolu’da dağlar, keyfiliğe ve zulme karşı aynı zamanda köylülerin bir tür öz savunması olan ve Osmanlı devletine karşı bir “ikili İktidar” olasılığını, yetmişli yılların Anti faşist öz savunması gibi, içinde taşıyan, “Çete” ya da “Komita” ya da “Eşkiya” denen köylü devrimciler ve Narodnikler (Yani şu altmışlı yıllarının “Gerilla”ları gibileri) doluydu. Tıpkı Portekiz sömürgelerinde kurtuluş savaşlarına karşı savaşırken ondan etkilenen 296


Portekiz’li Askerler gibi, Makedonya’daki çetelere karşı savaşta etkilenen Osmanlı subay ve askerleri İsyan ediyordu. Osmanlı’da Devrimci Partiler kaynıyordu. Jön Türklerin hepsi İttihat Terakki’nin darbeci ve maceracı çeteleri gibi de düşünmüyordu. Örneğin Prens Sabahattin’ler en azından diğerleri kadar etkiliydiler. Yani Osmanlı’da bütün dinlerden ve dillerden halkların içinde gerçekten ciddi ve güçlü devimci demokratik akımlar vardı ve bunlar birbirleriyle işbirliği ve güçbirliği içinde veya arayışlarındaydılar. Ve bunların Avrupa’daki işçi hareketiyle, Sosyalist ve Devrimci hareketlerle (İtalya’nın Karbonari’lerden Rusya’nın Narodnik’lerine kadar) bağları vardı. O zamanlar, Anadolu’da on onbeş yıl sonra Hıristiyan nüfusun köküne kibrit suyu döküleceği, söylenseydi, belki insanlar bunu saçmalık olarak ele alır, üzerinde konuşmaya ve tartışmaya bile değmez görürler, tasavvur bile edemezlerdi; bu gün şimdi nasıl, halkının en az yarısı Hıristiyan bir Anadolu’yu tasavvur edemediğimiz gibi. (Veya yarın şeriatla yönetilecek bir Türkiye’yi tasavvur edemediğimiz gibi. Kimilerinin sandığının aksine bu da bir olasılıktır, hem de ciddi. Halkının yarısı Hıristiyan bir ülkeden, “nüfusunun yüzde doksan dokuzu Müslüman” bir ülke nasıl çıktıysa, “Atatürk devrimlerine bağlı, laik ve demokratik” ve de nüfusunun yüzde oksan dokuzu Müslüman bir ülkeden de şeriatla yönetilen bir ülke öyle çıkar. Tarih olanaksız görülenin olanaklı olduğunu bir çok kereler göstermiştir. Kürt demokratik hareketi ezildiği gün, Şeriat’a veya Bir Kürt-Türk boğazlaşmansa giden yol açılmış olur.) Ama sorun şudur. Bu gidiş nasıl engellenebilir? Buna karşı nasıl mücadele edilebilir? Askeri ve Bürokratik Oligarşinin önerdiği ve uyguladığı, şehir orta sınıfları ve Alevilerin çoğunluğunun hemen üzerine atladığı veya en azından ehveni şer gördüğü anlayışla, Diyanet İşleri ve İmam Hatiplerle kontrol altında tutup baş örtüsü veya türbanı yasaklayarak mı? Bunun yolu Askeri Bürokratik oligarşinin egemenliğine karşı kimi liberallerin yaptığı gibi AKP’nin veya Avrupa Birliğinin kıçına takılmak da değildir. Bunun tek yolu Askeri ve Bürokratik oligarşiye karşı gerçekten demokratik bir mücadele cephesi oluşturmaktır. AKP’ye bu Askeri Bürokratik Oligarşiyle uzlaştığı, demokratik olmadığı için saldırmaktır. Böyle bir Cephe oluştuğunda, Kürt hareketinin yoksullara, kadınlara, gençlere dayanan Plebiyen kanadının, yani Öcalan ve PKK’nın ve DTP’nin bu mücadele ve taleplerin tavizsiz bir destekçisi olduğu görülür. * Kaldığımız yere dönelim. Başka bir tarih mümkündü dedik ve öyle bir Tarih’te böyle bir politik İslam ve şimdiki gibi bir bölünme, hatta böyle bir askeri bürokratik oligarşinin egemenliği mümkün değildi. Peki bu nasıl mümkün oldu? Her şeyden önce bu askeri bürokratik oligarşinin gerici hazır yeyici, haraççı, üretimle ilgisiz binlerce yıldan beri gelen karakterinden. Bu oligarşinin egemenliğini sürdürmesi için onun 297


reform yapması gerektiğini düşünen genç kesimleri, müttefiklerini, sınıfsal eğilimleri gereği, devrimci ve demokratik hareketlerde değil, bütün karşı devrimlerde olduğu gibi, lümpenlerde, henüz modern dünyanın sorunlarıyla karşılaşmamış, bu günün korucuları gibi, kendi kabilesinden ötesin göremeyen aşiretlerde, yani “feodal kalıntılarda” ve dünyayı paylaşmaya hazırlanan ve bunun için savaşan emperyalist gericilerde aradılar. Ama asıl sorun, çözümün bir parçası değil, sorunun kendisi olan Askeri Bürokratik Oligarşi değil, Burjuvazi ve İşçi Hareketinin hataları ve özellikleriydi. Bu gün, tarih kitaplında veya hatta sosyalistlerin sol hareketi anlatan el kitaplarında sık sık söyledikleri hiç üzerine düşünülmeyen bir dogma vardır. “Osmanlı’da kapitalizm gelişmemişti ve bir burjuvazi yoktu, onun için de burjuva devrimlerinin fikir ve hareketleri Türkiye’de yer almadı bu eksikliği “Asker sivil aydın” zümrenin yaptığı reform ve devrimler giderdi.” Aşağı yukarı böyle ifade edilebilir bu yerleşik kanaat. Bu kavrayış, bugünkü gerici Türk milliyetçiliğinin yarattığı ve yazdığı tarihi olumlayan ve ondan başka bir tarih olamayacağı tasavvurunu yerleştiren tarihçiliğin yazdığı baştan aşağı uydurma, Türklükle damgalı dolayısıyla Irkçı ve tahriflere dayanan bir tarihtir ve işin kötüsü sol bu tarihin yayılması ve yerleşmesinin en temel suçlularından biridir. Bu tarihçilik burjuvaziyi, Türklük ve Müslümanlıkla tanımlar her şeyden önce. Dolayısıyla Osmanlı’da bir burjuvazinin varlığını yok sayar. Sanıldığının aksine Osmanlı’da hem burjuvazi ve hem de işçi sınıfı vardı. Ama bu burjuvazi büyük ölçüde Osmanlının Müslüman olmayan ahalisinden oluşuyordu. Ancak bu günün gerici ve ırkçı Türk ulusçuluğuyla zehirlenmiş sosyalistler, sadece Türk ve Müslüman oranı az olduğu için bu burjuvazinin varlığını yok sayabilirler veya onu “komprador” olarak tanımlayarak tasfiyesini meşru göstermeye çalışabilirler. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın ekonomik hayatının canlılığına ve gelişmişlik düzeyine, İşçi Hareketi de Osmanlı’daki İşçi hareketinin gelişmişlik düzeyine, Sosyalist hareket de Osmanlı’nın sosyalist hareketinin düzeyine ancak 60’lı 70’li yıllarda ulaşabildi. Türklükle Damgalı ve tarihi Türklükle başlatan TİP 60’lı yıllarda, Meclise giren ilk sosyalist parti olduğunu söylüyordu. Ama Osmanlı Meclisinde sosyalist milletvekilleri vardı, TİP bunu unutuyor ve daha doğrusu unutturuyor ve unutulmasına katkıda bulunuyordu. Sosyalist Hareket’in 60’lı ve 70’li yıllarda Osmanlı’daki düzeye eriştiği kabul edilebilir ama paradoksal olarak, Demokratik hareket, Osmanlı’nın düzeyine hala ulaşabilmiş değil. (Çünkü en tutarlı demokratlar olması gereken sosyalistler henüz demokrat değildir.) Osmanlı’da ulusu her hangi bir dille, dinle tanımlamayı reddeden akımlar vardı ama 301’inci maddenin bulunduğu bu günün Türkiye’sinde ulusun Türklükle (veya her hangi bir tarihle, dille, vs.) tanımlanmasını reddeden bunu açıkça programına alan bir Demokratik hareket bulunmamaktadır. (Sosyalistler devletin ve ulusun adının Türklükle tanımlamada hiçbir sorun görmemektedirler, hatta çoğu Türklüğü savunmaktadır.) (Demokratik bir hareketin ve programın yokluğu bir demokratik tarih ve tarihçiliğin 298


yokluğuyla at başı gitmektedir. Kendini ilk Osmanlı demokratlarıyla başlatan, bayrağına Veletsinle Rigas’ları, Ermeni Devrimcileri, Romen Sosyalistlerini ve Selanikli işçi örgütlerini koyan, bunlarla bir demokratik hareket tarihi koyarak bir demokratik gelenek oluşturmaya çalışan bir demokratik parti ve hareket yok.) Bu alanda en ileri giden Kürt hareketi içindeki demokratik eğilimler bile, henüz hala ulusun Kürtlük ve Türklükle tanımlanmasından veya en ileri gittikleri noktada “Anayasal Vatandaşlık”tan söz edebilmektedirler. Ama politik olanın veya ulusun tanımlanmasından Türklüğü kaldırarak, yani ezeni yok ederek ezileni yok etmekten ve “Kürt Sorunu”nun çözümünü böyle ifade etmekten henüz çok uzaklarda, Osmanlı’nın bile gerisinde bulunmaktadır. Osmanlıdaki burjuvazi, artık geç geldiği, yeterince demokrat olmadığı, dolayısıyla emekçileri örgütlemekten korktuğu için Osmanlı’da bir Demokratik Devrim gerçekleşmedi. Ama sadece bu kadar da değil. Sosyalist hareketin bizzat kendisi de. Bütün dünyadaki sosyalist hareketler gibi, yeterince demokrat olamadığı, ulusçuluğun zehriyle zehirlendiği için; (tıpkı bu günkü Türkiye sosyalist hareketi gibi) bizzat kendisi de gerici ulusçuluğun tanımına göre örgütlenip adeta dille, dinle, tanımlanmış ulusun oluşumuna hizmet ettiği için. Örneğin, ulusun ne olduğunu bilen, hele gerici bir dile, dine, etniye, tarihe göre şekillenmiş bir ulusçuluğa karşı şerbetli sosyalistler: Ermeni, Bulgar, Yahudi, Helen, Sırp, Romen partileri kurmazlardı, daha kendi adlandırmalarında, ulusu böyle tanımlamayı reddeden, her hangi bir dine, soya, tarihe, dile dayanan bir ulusa gönderme anlamını taşımayan isimler alırlardı. Böylece bütün dillerden ve dinlerden bütün sosyalistleri içinde toplayan gerçekten demokrat bir demokratik ve sosyalist hareket var olabilirdi. Elbette o sosyalistler, bu gün artık hafıza kaybına uğramış altmışlı ve yetmişli yılların sosyalistleri gibi, aynı zamanda demokratik özlemler güdüyorlardı, ama tıpkı bu günün milliyetçi sosyalistleri gibi, bunu her biri gerici ilkelere göre tanımlanmış ulusların kardeşliği olarak tanımlıyorlardı. Bu anlamda ulusun kendisini, yok edilecek, kendisine karşı mücadele edilmesi gereken bir hedef olarak koymuyorlardı. Gerici Ulusçuluğun var sayımlarına dayanıyorlardı ve bu anlamda ulusçuydular. Ama yine de bu günkü Türk benzerlerinden çok daha yakındılar demokratik bir ulusçuluğa. * İşçi hareketinin ve sosyalist hareketin dolayısıyla da demokratik hareketin bu zaafları temelinde, o Askeri Bürokratik oligarşi, onun içinden de bir küçük klik, koskoca devlet aygıtını kullanarak Ermeni ve Rumları, aslında Anadolu’daki demokratik ve sosyalist hareketi tasfiye edebilmiştir. Ama bu tasfiye olunca, modernleştirmek zorunda olduğu Osmanlı Devletinin modern toplumsal temelini yok etmiş; bütünüyle üretimle ilgisiz Müslüman tefeci bezirganlığa alanı boş bırakmıştır. Tefeci bezirganlık ve feodal ağalık bu tasfiye temelinde böylesine güçlenmiştir. Yani Askeri Bürokratik oligarşi, başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücüye dönmüştür. 299


Hıristiyanların tasfiyesi sadece demografik olarak şeraite karşı en büyük garantiyi ortan kaldırmak değildi; ama aynı zamanda; burjuvazinin ve işçilerin; dolayısıyla modern ilişkilerin ve de demokratik ve sosyalist güçlerin ve hareketlerin tasfiyesiydi. Bütün bu alanları Burjuvazinin yerini tefeci bezirganlık ve ağalık; modern ilişkilerin yerini antik ilişkiler; Demokratik ve Sosyalist hareketin yerini en gerici tefeci bezirgan tarikatları aldı. Bu temelde bu günün o korkunç keyfi ve gerici ve ırkçı sistemi oturabildi. Dünün, Askeri Bürokratik Oligarşinin katliamları sayesinde, Ermeni ve Rum mallarına konarak ilk sermaye birikimini yapmış Tefeci Bezirgan ve Ağaların bu günkü “Anadolu Burjuvazisi” olmuş torunlarının, en küçük bir demokratik ve laik bir eğilim göstermesi bu nedenle beklenemez. Onlardan demokrasi bekleyen liberaller, sadece milletin gözüne kül atmaktadırlar. Toparlarsak, bu günkü Anadolu Burjuvazisi, varlığını bizzat Askeri Bürokratik oligarşinin, Anadolu’nun Müslüman ahalisinden bir Türk ulusu yaratma gerici projesine borçludur. Bu projeye bağlı olarak, Hıristiyan ahalinin ve burjuvazinin tasfiyesine borçludur. Ve ilk sermaye birikimini Ermeni ve Rumlar’ın gaspedilmiş mal ve sermayelerine dayanarak yapan bu burjuvazi, Anadolu’nun Hıristiyan halkı böylesine katliam ve sürgünlerle yok edilmeseydi, yani demografik olarak Anadolu’nun yarıya yakını Hıristiyan olmaya devam etseydi, bu burjuvazi bu gün baş örtüsünü ve Müslümanlığı bayrak yapmazdı ve yapamazdı. Yaparsa da böyle büyük bir çoğunlukla Meclis’te olamazdı. Askeri Bürokratik Oligarşi’nin egemenliğini korumak için en korkunç katliamları ve sürgünleri yapması ve yapabilmesi sayesinde, Anadolu’da bir Müslüman Burjuvazi var olabilmiş ve Bu burjuvazinin Politik İslam’ı bayrak yapması mümkün olabilmektedir. Hem Burjuvazi hem de bu Politik İslam bayrağı varlığını “Laik ve Atatürkçü” askeri bürokratik oligarşiye borçludur. Laik ve Atatürkçü Askeri Bürokratik Oligarşi de egemenliğini sürdürmek için, yani şehir orta sınıflarını ve Alevileri yedeğine alabilmek için, Politik İslam ve Şeriat sopasına muhtaçtır. Demir Küçükaydın

12 Şubat 2008 Salı

300


Şu “Ötekileştirmek” Meselesi Bazen bir kavram birden ortaya çıkıp ve popüler olur. Herkes o kavramı bir şekilde konuşma ya da yazısının bir yerinde kullanmaya başlar. O yeni kavram, birden bire her kapıyı açan bir anahtar olur. Sonra geldiği gibi de yok olur Bu tür kavramların genellikle hiçbir bilimsel değerleri yoktur. Hiçbir şeyi açıklamazlar ve arkalarında genellikle son derece tutarsız ve yanlış var sayımlar vardır. Örneğin bir ara “Sinerji” diye bir kavram moda olmuştu. Hemen her yazı veya konuşmada görülüyordu. Marksist yazarlarda bile çok kullanıldığı görülür olmuştu. Aslına kavram büyük ölçüde ezoterik alanından geliyordu. Ezoterik toplumsal gericilik ve yenilgi dönemlerinde yükselen bir eğilimdir. Modern ezoterikçiler enerji akımlarından falan söz etmeyi çok severler böylece daha bilimsel ve modern bir etki uyandırırlar. Eski çağların “ruh”u da zamana ayak uydurup bilimsel çağrışımlar uyandıran “Enerji” olmuştu. Herhalde enerjiler bir araya gelince de “Sinerji” ortaya çıkıyordu. Aslında bu olgu ta Aristo’dan beri bilinir: bütün parçaların toplamından daha fazla bir şeydir. Binlerce yıl önce bir yasa gibi Aristo’nun yaptığı bu tespitin, binlerce yıl sonra ezoteriğin vaftizinden geçip sinerji biçimi aldıktan sonra bu biçimiyle Marksistlerin bile dilini değiştirmesi, aslında yenilginin, gericiliğin, çürümenin çapı ve derinliğinin bir göstergesinden başka bir şey değildi. İşte kimi Marksist arkadaşların kullanması ile “sinerji” kavramı dikkatimi çekince ne kadar yaygın bir kullanımı olduğuna bakıp şaşırmıştım. (Yanlış hatırlamıyorsam bizim Ertuğrul Kürkçü’de rastlamıştım ilk kez.) Ama eskiler “Galatı menşur lügatı fasihten yeğdir” derler. Yani yanlış da olsa yaygın olarak bilinen bir kavram, meramı anlatmak için, açık ve net bir kavramdan daha elverişli olabilir. (Hatta bu deyişin kendisi bile bir “Galatı Meşhur” sayılabilirdi eskiden, ama yeni kuşaklar bilmediğinden bu sözün kendisi de bir “Lügatı Fasih” haline geldi, yanında açıklamasını vermek gerekiyor.) İşte bu ilkeye uyup, ben de kullanmıştım bir iki kere bu kavramı, yeni kuşaklarla bir diyalog kurabilmek ve az sözle çok şey anlatabilmek için ekonomi sağlasın diye. Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy derler. Öyle yapıp madem ki bu kadar yaygın, kullanalım demiştik, bir ittifakın kendisini oluşturanlardan daha büyük bir gücü ortaya çıkardığını ifade edebilmek için evvelki seçimlerde DAHAP ile Sosyalistler arasındaki ittifakı desteklemek için. * Şu an pek aklıma gelmiyor ama şu da bir örnek olarak verilebilir. Örneğin “Ulus devletin sonu” sözü de böyledir. Bu kullanım özellikle Avrupa Birliği ve Globalleşme (ki Globalleşme de böyle kullanılmaktadır, her kapıyı açan moda bir terimdir) bağlamlarında çok gündeme 301


gelir ve kullanılır. Hatta denebilir ki, Askeri Bürokratik Oligarşi “Emperyalizme karşı son kale” diyerek “Ulus Devlet” i savunur, buna karşılık liberaller ve demokratlar “Ulus Devletin” çağının ve döneminin bittiğinden ve sonunun geldiğinden söz ederler. Buna dayanarak da Askeri Bürokratik Oligarşi ulus devletin zamanının geçtiğini söylemenin veya savunmanın emperyalizmin oyunu olduğunu söyler. Buna karşılık liberaller, demokratlar, ulus devletin sonunun geldiğinden, dolayısıyla bunu sürdürmeye kalkmanın saçmalığından söz ederek Askeri Bürokratik Oligarşinin tutucu ve gerici yanına vurgu yaparlar. Bu kavram öyle yaygın kullanılmaktadır ki, örneğin Abdullah Öcalan bile, Avrupa Birliği’ni ulus devletin sonu olarak tanımlar. Burada zerrece bilimsel bir ulus ve ulusçuluk tanımı yoktur aslında. Ulus devletin sonundan veya onu savunmaktan söz eden tarafların ikisi de, ulusu ve ulus devleti ulusçular olarak, hem de gerici ulusçular olarak tanımlamaktadırlar. Yani ulus devletin sonundan söz edenler kendileri ulusçudurlar, hem de gerici ulusçuluğun ulus tanımının kavramlarını kullanan. Çünkü ancak gerici ulusçular bir ulusun bir dile, bir tarihe dayandığını iddia ederler. Ulus devlete son vermek isteyenler de savunanlar da Türk Ulusu ve Devleti gibi, ulusun bir dil ve tarih ile var olabileceği gibi bir anlayışa sahiptirler. Dile ve tarihe dayanmayan bir ulusal devletin artık ulusal devlet olmayacağı varsayımındadırlar. Bir dil ve tarih ile (veya ırk, din, soy da denebilir) ulusu tanımlayan ulusçuluk, özetle Alman ulusçuluğu denen ulusçuluk, aydınlanmanın “Vatanım yeryüzü milletim insanlık” diyen kozmopolitizmini ve humanizmini; Amerikan ve Fransız devrimlerinin Ulusu belli bir toprak parçasında yaşayan insanlarla ve onların yurttaş haklarıyla tanımlayan nispeten daha demokratik ulusçuluğunu tasfiye eden bir karşı devrimi ifade eder. Burjuva uygarlığının devrimci barutunu yitirip gericileşmesinin ifadesidir. Alman ulusçuluğu, eğer bir tarihsel analoji yapmak gerekirse, devrimci bir hareket olan Hıristiyanlığın Roma İmparatorlarının elinde bir gerici devlet dini olmasına; ya da Halifeleri seçimle gelen (“Biat” etmek) ve tüm Müslümanların silahlı olduğu Müslümanlığın yerini, Halifeliğin soydan geçtiği, Müslümanların değil devletin özel birliklerinin silahlı olduğu gerici bir Müslümanlığın alması gibidir. Demokratik ulusçuluk (Fransız Devrimi) örneğin Yahudileri gettodan kurtarır; ama gerici ulusçuluk (Alman Ulusçuluğu) bir Yahudi düşmanlığıyla ortaya çıkar. Ya da Yahudilerin içinde demokratik ulusçular, Fransız ve Amerikan devriminin ideallerini benimseyerek üzerlerindeki baskıdan kurtulmaya çalışırlar ve bu nedenle de Demokratik bir Cumhuriyetin en tutarlı savunucuları olan Marksistler olurlar; ama gerici ulusçuluğu benimseyen Yahudiler, Yahudiliği bir tarih ve soyla tanımlarlar ve Siyonist olurlar. Bu gün bizzat İsrail devletinin Güney Afrika’daki ırkçı rejim veya Hitler’in faşizminden farklı olmamasının nedeni budur. O aynı gerici ulusçuluğa göre kurulmuş, ulusu bir tarih, bir dil ve soyla tanımlayan bir devlettir. Türk ulusçuluğu ve ulusu da aynı karşı devrimci ve gerici kaynaktan gelir. Konuyu dağıtmayalım. Demokratik bir ulusçu için, ulusun bir dille, bir soyla, bir tarihle, bir 302


dinle vs. tanımlanması diye bir sorun olmaz. Demokratik bir ulusçuluk ulusların tarihinin olmadığını söyler: demokratik bir ulusçuluk bir toprak parçasında yaşayan insanları bir ulus olarak tanımlar, ama bu ulusun tarihi, dili, soyu, sopu, dini olmaz. Dünyanın en eski ulusu ABD’dir ama onun tarihi yoktur. Soyu sopu yoktur. İngiltereyle savaşıp, Fransızlarla ittifak eden Amerikalı göçmenler İngiltere’den gelmişlerdi ve İngilizce konuşuyorlardı. Amerikan ulusunu oluştururlarken ne İngilizceye, ne tarihe, ne de İngilizliğe en küçük bir gönderme yapmamışlardı o göçmenler. İşte ulus devletin sonundan öz edenler, ulusun ancak bir tarih, dil, soy ile tanımlanacağı, ancak böyle tanımlanmış bir ulusçuluğun ulusçuluk olduğu varsayımına dayanırlar; yani tam da gerici ulusçuluğun ulus anlayışına. Öyle olmasalar, kendini böyle tanımlayamayan bir ulus devleti ulus devletin sonu olarak tanımlamazlar. Ulus devletin sonu’ndan söz edenler aslında, kendi öznel niyetleri ne olursa olsun, demokratik anlamda bile ulusçu değildirler. O “ulus devletin sonu” olarak gösterdikleri Avrupa Birliği ise, şimdi, Fransız devriminin demokratik ulusçuluğunu tasfiye etmiş, gerici ve karşı devrimci Thermidor ve İmparatorluk döneminin devleti ve ulusçuluğu ve Almanya’nın kana ve ırka dayanan gerici ulusçuluğuna giden kökleriyle, hala gerici bir ulus devlet olma özelliğini korumaktadır ve Amerikan ulusçuluğunun kenarına varamaz. Avrupa birliği, ulus anlayışında, gerici ulusçuluğa dayanmakta sadece bu gerici ulusun tanımını yeniden yapmaktadır. Şimdi Avrupa Birliği’nde olan Ulus devletin sonu değil, tarihe dayanan bir Avrupa ulusunun inşasıdır. Yani tarihsizlik değil, yine de tarihe dayanan bir ulus. Roma’yı yıkan Germen veya Ortaçağ’daki Norman akınlarından, 100 ve 30 yıl savaşlarına kadar her olay ve gelişme, hatta birinci ve İkinci Dünya Savaşları bile Avrupa ulusunun oluşumunun tarihi olarak sunulmaktadır. Yani Avrupa ulusu tarihsiz ve tarihe karşı değil, tarihin onu yaratmakla görevli olduğu bir ulus olarak şekillendirilmektedir. Daha gerici olanları ise, bu tarihin yanı sıra bir de Hıristiyanlığı bu ulusun tanımına resmen sokmayı hedeflemektedirler. Ama nasıl tanımlanırsa tanımlansın, en “demokrat”, ne tarihe, ne dile, ne soya dayanmayan Amerikan ulusu ve ulus devleti bile bu günün dünyasında bir gericiliktir. Yani bu günün dünyasında, malların ve sermayenin hiçbir sınır tanımadan dolaştığı, sadece iş gücünün bir gettoya kapatıldığı dünyada, en demokratik biçimiyle ulus ve ulusal devlet bile, yoksulları üçüncü dünya denen rezervata kapatmış dünya çapındaki bir Apartheit rejiminin aracıdır. Yani bizim “ulus devletin sonu”ndan bahseden liberaller veya demokratlar aslında, sadece gerici ulusçuluğun ulus kavramını kabullenmiş olmazlar böyle derken, aynı zamanda dünyadaki globalleşmenin çapı düşünüldüğünde; her türlü ulusa, ulusal devlet ve sınıra karşı çıkmak gereken bir çağda; bir zamanların demokratik bir ulusçuluğuna dayanmayı ulus devletin sonu olarak tanımlayarak, yeryüzü çapındaki apartheit rejimine de destek olmuş ve dünyadaki siyahlara ihanet etmiş ve beyazlara kan vermiş olurlar. Bu gün dünyadaki sorunların çözümü Avrupa Birliği’ne girmek veya onun gibi olmaktan değil, Avrupalılığı yok etmekten,yani ulusları ve ulusal devletleri yok etmekten, İnsanları uluslara karşı savaş vermeye çağırmaktan geçer. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, 303


en demokratik biçimiyle bile, ulusların ve ulusal devletlerin olduğu bir dünya, insanlığın hiçbir sorununa ne yoksulluğa, ne okolojik savaşa ne de savaşlara son veremez. Böyle bir dünyada, doğru dürüst demokratik bile olmayan, gerici soya tarihe, dile dayanan ulusçuluğa dayanmaya devam eden ama, artık bunun azınlıkları zenginlik olarak gören biçimini, (ki liberallerin programı budur) ulus devletin sonu veya aşılması olarak vaftiz etmek, gerici bir ulusçuğu savunmak ve sürdürmekten başka bir şey değildir. * Konuya dönersek, “ulus devletin sonu” da “sinerji” gibi, gerici bir ulusçuluğun dünyayı kapladığı, İşçi hareketi ve Marksizm aracılığıyla Ekim Devrimi’ne kadar yaşamaya devam etmiş ve sonra Stalinizmle bir de İşçi Sınıfı ve sosyalist gelenek içinde tasfiye olmuş Fransız ve Amerikan devrimlerinin demokratik ulusçuluğunun, duvarın çökmesiyle de hepten unutulduğu bir gericilik ve teorik alıklaşma döneminin yayılmış bir kavramıdır. Bir Marksist, onların ulus devletin sonu dediklerinin, aslında henüz demokratik bir ulusçuluk bile olmadığını; çağın gereklerine uydurulmuş bir gerici ulusçuluk olduğunu bilir. Bir yandan uluslara karşı, insanları insan olmaya; ulusları ve onların devletlerini yıkmaya çağırırken; kısa vadede dünya çapındaki gerici niteliğini hiç unutmadan, Ortadoğu, Afrika, Güney Amerika gibi geri bölgelerde, Emperyalizmin saldırısına karşı halkları birleştirmek için, hiç bir soya, tarihe, dile, dine dayanmayan, kendisini bunlarla tanımlamaya karşı tanımlamış bir demokratik ulusçuluğu, onun da bir ulusçuluk olduğunu hiç gizlemeden savunur. Ve maalesef içindeki onca demokratik eğilime rağmen, plebiyen karakterine rağmen Kürt özgürlük hareketinin bile böyle bir programı yoktur. O hala, Türklüğü, dolayısıyla Kürtlüğü yok etmekten değil; Türklerin ve Kürtlerin iki ulus olarak birlikte yaşamalarından söz etmektedir. Bu program özünde gerici ulusçuluğun ulus kavramıyla en küçük bir çelişki içermez. Demokratik bir karakteri yoktur özünde. Siyasi ve kavramsal ifadesini bulamamış bir demokratik yan vardır elbette Kürt hareketinde ama siyasal ve kavramsal netliğin bulunmaması onun işini ek olarak da zorlaştırmaktadır. Ama bundan olayı Kürt hareketi suçlanamaz. Türkiye’nin sosyalistlerinin, Türk ulusunu kendisine karşı savaşılacak bir düşman değil; içinde mücadele edilecek bir ortam olarak gördüğü ve dolayısıyla Askeri Bürokratik oligarşinin yedeği durumuna düştüğü; daha liberalizme kaymışlarının ise; bu gerici ulusçuluğun biraz “çok renkli” kılınmasını “ulus devletin aşılması” olarak gördüğü bir Türkiye ve Dünya’da, bu gerici ulusçuğun baskısı altında bu baskıya karşı doğmuş Kürt özgürlük hareketini, böyle demokratik bir ulusçuluğu net olarak savunmadığı için suçlamak büyük bir haksızlık olur. Ayrıca burada sözlerin içerikleriyle ilgileniyoruz, onların somut tarihte ve toplumsal ilişki ve mücadeleler içindeki nesnel anlamıyla değil. Nesnel anlam ile gerçek içerik çoğu kez çelişkili olabilir. Bu nedenle şunu belirtelim ki, “ulus devletin sonu”ndan söz edenler, bütün bu kavramsal yanlışlıklarına rağmen, bununla demokratik özlemlerini ifade etmeye çalışmaktadırlar. Ama bu demokratik geleneklerin ve kavramların unutulduğu bir dünyada, 304


demokratik özlemlerin gerici kavramların diliyle ifade çabasıdırlar. İnsanlar ancak “Ulus devletin sonu” için mücadele ettiklerinde, mücadele ettiklerinin “ulus devletin sonu” için mücadele olmadığını görüp gerçekten ulus devletin sonu için mücadele etmek gerektiğini görebilir ve gerçekten öyle bir mücadeleye girebilirler. Bu elbet bundan sonra ele alınacak “Ötekileştirme” konusundaki eleştiriler için de geçerli bir “hafifletici sebep”tir. * İşte bu “Sinerji” ve “Ulus Devletin Sonu” gibi, kullanımı son zamanlarda çok yaygınlaşmış ve aslında bir gericilik ve yenilgi döneminin atmosferini yansıtan kavramlardan biri de “öteki” veya “Ötekileştirmek”. Her gün en az bir iki makalede veya yorumda kullanıldığı görülüyor. Uzağa gitmeye gerek yok, Köxüz sitesindeki birkaç yazıda örnekleri var. Örneğin Köxüz’e aktarılmış bir haber: “Kemalizm Kürtleri Ötekileştirdi”. Altındaki haber şöyle başlıyor: “Türk ve Kürt milliyetçiliği üzerine Cambridge Anglie Ruskin Üniversitesinde akademik çalışmalar yürüten Dr. Welat Zeydanlıoğlu kemalizmin Kürtleri ötekileştirdiğini söyledi. ‘’Türklerde uluslaşma süreci, Türk milli kimliğini oluşturmak için Kürtleri ötekileştirerek kendisine batılı ve uygar varsayılan bir kimlik oluşturdular’’ dedi. Ya da Köxüz’de yeni Blog (bir tür Günce) yazmaya başlayan Benan arkadaşımızın: “Ötekiyim Senin Kadar” başlıklı yazısı ilk sayfada görülenler. Daha bunlar gibi niceleri var. Her gün onlarca kullanımla karşılaşıyor insan. Günün moda kavramı, her kapıyı açan anahtar. Bütün bu “Ötekileştirme” kavramlarında, sanki ötekileştirilenden söz ediliyor sanılır ama aslında “Ötekileştirme”nin kendisi bir sorun olarak görülmektedir. Zaten problem de oradadır. Ötekileştirme, tıpkı “ulus devletin sonu” konusunda değinildiği gibi, ancak gerici bir ulusçuluğun bir özelliği olabilirmiş gibi anlaşılmakta ve sunulmaktadır. Örneğin Ermeniler, sömürgecilik, Kürtlerin ezilmesi hep onların “ötekileştirilmeleri” ile açıklanmaktadır neredeyse. Ama biraz düşününce bu kavramın son derece yanlış olduğu ve kullanıldığı görülür. Çünkü ötekileştirmemek mümkün değildir. Her türlü ötekileştirmeyi reddettiğinizde, ötekileştirmeyi reddetmeyenleri ötekileştirmiş olursunuz. Sorun ötekileştirmek ya da ötekileştirmemek değildir. Çünkü bu mümkün değildir. Sorun neyin ötekileştirildiği veya ötekileştirileceğidir. * Bu vesileyle bu kavramla kendi kişisel ilişkime değineyim. Bu kavramın böyle özel bir anlamda kullanılışlarıyla sanırım seksenli yılların ikinci yarısında Irkçılık ve Ulusçuluk araştırmaları yaparken bir okuma ve tartışma grubunda, yanlış hatırlamıyorsam Tzvetan Todorov’un “Amerikanın Fethi – Başkası Problemi” ile karşılaşmıştım.

305


Ama beni “Başkası Problemi”nden ziyade, ki eski diyalektik alışkanlığımla16 “başkası”nın olmamasının mümkün olmadığını, bu sorunun aslında başkası değil başkasının nasıl tanımlandığı sorunuyla uğraştığı veya uğraşması gerektiği sonucunu çıkarmıştım. Dolayısıyla başkası veya öteki olmaması mümkün olmadığından, beni kimin veya neyin başka olarak tanımlandığı ilgilendiriyordu. * Şimdilerde unutulmuş bulunan, bir zamanlar insanların onu öğrenmeye çalıştıkları, ama bir türlü de öğrenemedikleri diyalektik diye bir şey vardı. Bir de, yine artık unutulmuş, Marksizm diye bir şey vardı. Genellikle o zamanlar demokrat olanlar kendilerine Marksist falan derlerdi.

16

Burada kastedilen 70’li yıllarda hapishanede yapılan Diyalektik ve bu çerçevede de Çelişki kavramının farklı anlamları üzerine yapılan çalışmalardır. Bu Köxüz sitesinde Forum bölümünde “Teorik ve Politik Evrimim” başlıklı yazı serisinin ikincisi olan “Cezaevinde Diyalektik Üzerine Çalışmalar” başlığı altında daha uzun olarak anlatılıyor. Şu adresten ulaşılabilir: ( http://www.koxuz.org/anasayfa/node/287 ) Ne var ki, bunun kapsamında kalsa da biraz daha farklı bir çelişki kullanımı daha vardır. Önceki biçimlerde çelişkiler genellikle, şeylerin özellikleriyle ilgilidir, sıfat karakteri taşırlar. Ama bu kullanımda, eylemler söz konusudur. Ve aslında kavram aynı zamanda kendi zıddıdır da. Elbette sıfatlar da aynı zamanda zıtlarıdırlar. İyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik, varlık ve yokluk, aydınlık ve karanlık bakış açısına göre aynı zamanda kendi zıtlarıdırlar. Ama bir de eylemlerin aynı zamanda kendi zıtları oluşu vardır. Üretimin aynı zamanda bir tüketim olması; her tüketimin de aynı zamanda bir üretim olması; her temizlemenin bir pisleme; her pislemenin bir temizleme; her bölünmenin bir birlik her birliğin bir bölünme olması; her kazancın bir kayıp; her kaybın bir kazanç olması gibi. İnsan bir üretimde bulunurken, aynı zamanda iş gücünü, hem maddeleri tüketir. Tersine, tüketirken de, iş gücünü, çöpleri vs. yeniden üretir. Elinizi yıkarken suyu kirletirsiniz; suyu temizlerken filitreyi kirletirsiniz. Örneğin Marks, Üretim ve Tüketim bahsinde bu anlamda bir diyalektikten söz etmekte ve bu anlamda diyalektiği uygulamaktadır. Bu tür bir diyalektik ya da çelişki kavramı ve kavrayışı, özellikle demagoji ve ideoloji karşısında bir uyanıklık sağlar. Çünkü bu kavramlardan birinin öne çıkarılması bütünüyle değer yüklüdür ve propagandif, çarpıtıcı bir anlama sahiptir. Örneğin, politikada genellikle herkes birleşme gerektiğinden söz eder ve bu yönde birçok girişimler denemeler olur. Ama bu diyalektiğin bilincine varmış bir bakış açısından, birlikçilik en bayağısından bir demagojiden başka bir şey değildir. Her bölünme aynı zamanda bir birleşme olduğundan, aslında birleşmeden söz edenler bölünmeden söz etmiş olurlar. Kendini birlikçi olarak tanımlamak aslında bölücü olarak tanımlamaktır da. Ama nedense kimse kendine bölücü demez. Çünkü bölücülüğün bölünmenin değer yüklü, projeratif bir anlamı vardır. Birlikçilikten söz etmek insanların geri yanlarına, metafizik, diyalektik olmayan yanlarına hitap etmek demektir. Açıktır ki, her bölünme birleşme, her birleşme bölünme olduğundan, sorun kimle ve neyle bölünüldüğü veya birleşildiğidir. Keza Tüketim Toplumu gibi kavram da benzer durumdadır. Tüketim toplumu aynı zamanda bir üretim toplumudur. Hem Üretim olmadan tüketim olamayacağı için; hem de o tüketimin kendisi aynı zamanda bir üretim, örneğin çöp üretimi olduğu için.” 306


İşte o zamanlarda Marksistler, kendilerinin olayları ele alış yönteminin diyalektik olduğunu söylerlerdi. İşte bu diyalektiğe göre, bir kavram aynı zamanda da kendi zıddı olur. Marks mesela, Üretim kavramını incelerken der ki, Üretim olmadan Tüketim olmaz, Üretim Tüketimin zıddıdır. Ama aynı zamanda ta kendisidir de. Yani Üretim aynı zamanda kendi zıddıdır da, Tüketimdir de. Örneğin bir fabrikada veya tarlada bir üretim yaparken, iş gücü tüketilir; ama iş gücü üretilirken de yiyecekler vs. tüketilir. Bunlar hem birbirine zıttırlar hem de kendileri aynı zamanda zıtlarıdır. Bu yaklaşımları, örneğin birlik konusunda bazı demagojileri çığa çıkarmak için kullanmıştım Türkiye’de “Kuruçeşme Süreci” diye bilinen ve artık unutulmuş, bir bakıma Türkiye’deki Sosyalist hareketin “kuğu çığlığı” olan “Birlik tartışmaları”nda. Aynen şöyle yazıyordum örneğin “Birlik = Bölünme Unutulan Bir Denklem” adlı yazıda: “ "Birlik"!.. Son ayların ve yılların büyülü sözcüğü. Herkes birlikten yana. Peki niçin birlikten yana da bölünmeden yana değil? Tartışmaların adı niçin "Bölünme Tartışmaları" değil de "Birlik Tartışmaları"? Adı "Bölünme Tartışmaları" olsa daha mı yanlış olurdu? Burjuva aydınlanmacıları, soyut bir insan özü anlayışından hareketle bütün insanların iyi doğduğunu ama onların bazılarını toplumun kötü yaptığını söylerlerdi; Hegel de, bu yaklaşımın yanlışlığını göstermek için, "bütün insanlar kötü doğarlar, onların bir kısmını iyi yapan toplumdur" gibilerden bir şeyler söylemiş. Aslında bu önerme de, aynı yaklaşım çerçevesinde en azından birincisi kadar doğrudur; hatta birincisinin ve kendisinin saçmalığını gösterdiği için, birincisinden çok daha doğrudur. Benzer bir yaklaşım "Birlik Tartışmaları" adına da uygulanabilir. Tartışmaların adı "Bölünme Tartışmaları" olsaydı, en azından "Birlik Tartışmaları" kadar doğru, hatta her birliğin aslında bir bölünme olduğunu hatırlattığı; saçma bir birlikçilik yarışması ve bölücülük suçlaması olanağını ortadan kaldıracağı için, yüz kat daha doğru olurdu. Evet, tekrar, o unutulmuş, "eski", diyalektiği biraz hatırlamak gerekiyor. "Birlik" kavramı, kendisi aynı zamanda kendi zıttı olan bir kavramdır, tıpkı üretim gibi. Üretim, aynı zamanda tüketimdir de. Herhangi bir ürün üretilirken, hammadde, enerji, iş gücü tüketilir. Ya da herhangi bir ürün tüketilirken, artıklar, çöpler, işgücü üretilir. Aslında üretim ve tüketim, bir ve aynı sürecin iki yüzünden, hatta bakış açımıza göre değişen iki farklı adlandırılışından başka bir anlam taşımazlar. Üretim sözcüğünün kullanıldığı her yere, aynı rahatlıkla tüketim sözcüğünü koyarak, aynı doğrulukta önermeler elde edilebilir. Soruna böyle, artık unutulan diyalektik bir bakış açısıyla bakılınca, kimi çok parlak gibi görülen adlandırmaların, aslında hiç bir şeyi açıklamadığını daha açık görmek mümkün olabilir. Tipik bir örnek: "Tüketim Toplumu" kavramı. Aynı topluma "Üretim Toplumu" dendiğinde hiç de farklı bir şey söylenmiş olmaz. Sadece aynı sürece başka bir koordinat sisteminden bakarak bir isim verilmiş olur. Bir şeyin tüketilmesi için üretilmiş olması gerekir. 307


"Tüketim Toplumları" aynı zamanda "Üretim Toplumları"dır. Peki o halde, niye "Üretim Toplumu" denmiyor da "Tüketim Toplumu" deniyor? Bunun nedeni, bilimsel değil, psikolojik ya da ideolojik kaygılarda bulunabilir. Aslında "Tüketim Toplumu" kavramıyla kastedilen, insanın mutluluğu ve yaşaması için hiç de gerekli olmayan şeylerin bol miktarda üretildiği bir toplumdur. Fakat kastedilenin bu olması halinde de, Tüketim Toplumu (veya Üretim Toplumu) kavramları ile açıklanmak istenen arasında bir açıklama ilişkisi ortaya çıkmaz. Çünkü, üretim veya tüketim toplumu kavramı, üretilen veya tüketilen şeylerin niteliğini değil, sadece niceliğini bir ölçü olarak ele alır. Eğer tarihte her toplumun aynı zamanda üretim ve/veya tüketim toplumu olduğunu; bu anlamda modern uygarlığın bir istisna oluşturmadığını; ama "tüketim toplumu" derken, örneğin bol miktarda çöp üreten bir toplum kastedildiğini bilir; "tüketim toplumu" kavramının aslında anlamsız ve yanlış, hiç bir açıklayıcı değeri olmayan bir kavram olduğunu bir an bile aklımızdan çıkarmazsak; ve tüketim sözcüğünün üretime göre daha prejoratif, kötüleyici, aşağılayıcı bir anlamı olduğu için, yani bilimsel değil; tarihsel, ideolojik veya psikolojik nedenlerle "üretim toplumu" değil de "tüketim toplumu" dediğimizi unutmazsak; kastedilenin kısa bir şekilde ifadesini sağladığı için, tıpkı Avrupa Ekonomik Topluluğu yerine AET denmesi gibi, bir kot olarak kullanmak ekonomi sağlayabilir. Aynı ilişki Birlik ve Bölünme için de geçerlidir. Niçin "Birlik Tartışmaları" da "Bölünme Tartışmaları" değil veya niye "Sosyalist Birlik" diye bir dergi çıkarılıyor da "Sosyalist Bölünme" diye değil? Birincisi ikincisinden daha mı doğru? Hayır. Sadece psikolojik ve ideolojik bir avantaj sağlanıyor. "Bölme" ya da "bölünme" olumsuz bir anlam taşır. Her birlik bölünmedir. Bölünmesiz birlik, birliksiz bölünme mümkün değildir. İnsanları herhangi bir kritere göre bölmek isteyin, onları aynı zamanda birleştirmiş olursunuz. Kanarya sevenler derneği kurmak, kanarya sevenleri birleştirmek istiyorsanız, kendinizi kanarya sevmeyenlerle bölmek, kanarya sevmeyenlerin birliğin içinde yer alamayacağını belirtmek, en açık biçimde bölücülük yapmak zorundasınızdır. Ama diyebilirsiniz ki, "biz kanarya sevmeyenlerle de bölünmek istemiyoruz, onlar da derneğimize üye olabilirler". O zaman da, kanarya sevmeyenlerin derneğe üye alınmasını istemeyenlerle bölünmüş olursunuz. Birlikçi olmanın bölücü olmaktan başka bir yolu yoktur. Bölücü olmanın da birlikçi olmaktan başka yolu yoktur. Nasıl her üretim eylemi aynı zamanda tüketim ise, nasıl her temizleme eylemi aynı zamanda bir pisleme eylemi ise, her birlik eylemi de bir bölme eylemidir. Aslında sorun hiç bir zaman üretimci ya da tüketimci, temizlikçi ya da pislikçi, bölünmeci ya da birlikçi olmak değildir. Biri olduğunuzda otomatikman onun zıttı da olursunuz. Sorun neyin üretilip neyin tüketildiğidir; neyin kirletilip neyin temizlendiğidir; neyle birleşilip neyle bölünüldüğüdür. "Bütün Sosyalistler Birleşsin", "bunu istediğimiz için "Birlik Tartışmaları" diyoruz" mu diyorsunuz? Ama o "Bütün Sosyalistler" içinde "Bütün Sosyalistlerin" birleşmesinin ancak devrimci bir program bazında olursa doğru olacağını düşünenler de vardır. Bunlarla bölünmeden "Bütün Sosyalistler Birleşsin" tezinizi savunamazsınız. Demek ki 308


hedefiniz, o güzel "bütün sosyalisler" değil, örneğin en azından, devrimci bir program gerekmeden birleşebileceğine inananlardır. O zaman da adınızı, niye daha dürüstçe örneğin "birleşmenin ancak devrimci bir program temelinde olacağını düşünen sosyalistlerle bölünen sosyalistler" olarak adlandırmıyorsunuz? Bu daha mı yanlış olurdu? Hayır, aksine gerçekliği daha açık ifade ettiği için bin kat daha doğru olurdu. Evet artık böyle, provakatif adlandırmalara, insanların ön yargılarına, psikolojilerine değil, zekalarına, düşüncelerine hitap eden adlandırmalara ve dile ihtiyaç var. Artık "Elbiselerimi, tabakları yıkıyorum" değil, "Elbiselerim ve tabaklarla suyu kirletiyorum" demeliyiz. Bu çok daha düşündürücü ve uyarıcı. Artık örneğin "Sosyalist Birlik" değil, "Sosyalist Bölünme"yi çıkarmak gerekiyor. "Sosyalist Birlik" toplantıları değil "Sosyalist Bölünme" toplantıları örgütlemek gerekiyor. Bu isimlerin hiç biri daha doğru ya da daha yanlış değildir ama hiç olmazsa çağın ihtiyaçlarına daha uygun, daha düşündürücüdürler. "Birlik" sözcüğü neyle birleşilip neyle bölünüldüğünü gizlemeye yarar, ama "Bölünme" sözcüğü tam da neyle bölünüldüğü dolayısıyla neyle birleşildiği sorusunu kışkırtır. Soru şudur: neyle birleşiliyor, neyle bölünülüyor; neyle birleşmek, neyle bölünmek gerekir?” * İşte bu uzun alıntıda Birlik ve Bölünme; Temizlik ve Pislik; Üretim ve Tüketim vs. için söylenen her şey aynen “Başkası” veya “başkalaştırma” için de söylenebilir. Bu nedenle bizi kendi başına birlik veya bölünme değil neyle birleşildiği veya bölünüldüğü ilgilendirdiyse, neyin başkası olarak tanımlandığı veya başkalaştırıldığı ilgilendirdi. Örneğin PKK’nın demokratik karakterinin tam da bu noktada ortaya çıktığını belirtiyordum. Kürt Ulusal kurtuluş Hareketi ve PKK başlıklı yazıda. “Ulus, imajiner bir gerçeklik olarak varolabilmek için "Biz"i tanımlamak zorundadır. "Biz" ise ancak "Başkası" ile tanımlanabilir. Ulusal uyanışlar ve bilinçlenmeler bu "Başkası"nı hemen daima diğer uluslarda bulmuştur. Hemen hemen bütün ulusal kurtuluş hareketleri ve uluslaşma süreçleri bir veya bir kaç düşman ulusa göre kendilerini tanımlamışlardır. Örneğin Hıristiyan balkan halkları, Yunanlılar, Ermeniler için bu "başkası" Türkler, Türkler için de Ermeniler ve Rumlar olmuşlardır. PKK'nın bugün önderlik ettiği hareketin bir diğer özelliği de sözde ve eylemde gerçek düşmanını ve "başkası"nı dışta değil içte aramasıdır. PKK Türk ulusunu Düşman olarak göstermez, ısrarla T.C.'den söz eder, yani Türk Burjuvazisinin devletinden ve Osmanlı Devletinin yaşayan ruhundan. Eyleminde de Türk sivili öldürmekten çekinir, Türk askeri ve polisi öldürür. Ama Kürtler söz konusu olduğunda sivili öldürmekten çekinmez. Bunun nedeni ise PKK'nın köleleşmiş ve köleleştirilmiş Kürt ulusunun köle ruhunu atmadıkça hiç bir şey yapamayacağı tespitindedir. PKK köle ruhlu, işbirlikçi kürde karşı yürütmüştür gerçek savaşını ve aslında hala da buna karşı yürütmekte, Kürt ulusuna bir kişilik kazandırmaya, onu köle ruhundan kurtarmaya, baş kaldırmayı öğretmeye çalışmaktadır. Kürt Ulusu'nu başka bir ulusa karşı tanımlayarak değil, kendi köleliğine karşı tanımlamaya çalışmaktadır. 309


PKK'nın önderlik ettiği Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nde "Biz"i tanımlamaya yarayan "Başkası", Türk emekçilerini de ezen T.C. ve "Köle Ruhlu", "teslimiyetçi" Kürt'tür.” 17 Bu “başkası”nın kim olduğu ezilenlerin mücadelelerinin ve devrimlerin en temel sorunlarından birdir. Örneğin Amerika’da ellilerde yükselen siyah hareketi de kendini, “Tom Amca”lığa karşı, köle ruhuna karşı tanımlamıştı. Kürt hareketinin demokratik karakteri onun bu “Başkası”nı tanımlamasında ortaya çıkıyordu. (Dünyadaki genel gerileme içinde özgürlük hareketinin de nasıl bir ideolojik kaymaya uğradığı bu noktada da görülebilir. Artık bu vurgular kaybolmuş durumda, Kürdistan’dan değil Kürtlükten söz ediliyor; Kürt egemen sınıfları ile sınır çizgisi çizen değil, onlarla birliği vurgulayan yazılar ve terminoloji yerleşmiş durumda bu gün. Bu aynı zamanda burjuvazinin artan bir ideolojik etkisi demektir. Bu tür yazılar bizzat Köxüz sayfalarında bile bol bol bulunabilir. Tabii yine içerik ile nesnel anlam farkı burada da söz konusu. Zaten o nedenle yer alıyorlar.) * Buradan sonuca gelelim. “Ötekileştirmek” kendi başına sorun değildir. Çünkü ötekileştirmemek mümkün değildir. Çünkü her birlik aynı zamanda bir bölünmedir. Sorun neyin ve kimin ötekileştirildiği; öteki’nin kim olarak tanımlandığıdır. Ve bu her şeyden önce politik bir programın ifadesi olmalıdır. Türk ulusçuluğunun veya gerici ulusçuluğun niteliği bu noktada ortaya çıkar. Türk ulusçuluğunun içinde, zerrece demokrasi öğesi yoktur. Kurduğu devletlerin sayısı (ki hepsi uydurmadır, bir Türk Tarihi yaratmak için uydurulmuşlardır. Bir tek Türk Devleti vardır o da Türkiye Cumhuriyeti’dir ve övünülecek hiçbir yanı olmayan bir devlettir.) ile, başka halkları baskı altına almakla onlara egemen olmakla övünen bir milliyetçiliktir. Kürt ulusçuluğu ise, daha doğrusu Kürt ulusçuluğu içinde, PKK’nın temsil ettiği plebiyen kanat ise, TC deyişiyle; Kürdistan deyişiyle, İlkel sosyalizm, tek tanrılı dinler, aydınlanma ve sosyalizmin katkılarına sahip çıkıp; uygarlık, feodalizm, kapitalizm’i “ötekileştiren” vurgularıyla (ki Öcalan’ın kitapları özünde budur, özellikle hapiste yazdıkları. Henüz tarihsiz ve tarihe karşı tanımlanmış demokratik bir ulusu tasavvur edemediği için, Kürt ulusuna demokratik bir tarih yaratmaya çalışmaktadır.) bu daha demokratik bir ulusçuluğu temsil eder. Ama bu ulusçuluk tam demokratik bir ulusçuluğun kavramlarıyla değil; gerici bir ulusçuluğun kavram sistemi içinde kendini ifade etmeye çalışmıştır ve çalışmaktadır. Örneğin demokratik bir ulusçuluk, ulusun doğrudan her hangi bir dille, dinle, etniyle vs. tanımlanmasına karşı oluşur, dolayısıyla dili de öyle oluşur. Böyle bir ulusçuluk örneğin, ulusu Kürtlükle değil; ulusun Kürtlükle tanımlanmasına karşı tanımlar; Türklükle değil; Türklükle tanımlanmasına karşı tanımlar. 17

Bu yazıda Ulus teorisi konusunda henüz ne kadar başlarda olduğumuz görülmektedir. Ama bu ayrı konudur. Bu yazı “Kürt Ulusal Hareketinin Sorunları Üzerine Yazılar” başlıklı derleme kitabında bulunmaktadır. Kitap şu adresten indirilebilir: http://www.koxuz.biz/index.php?option=com_content&task=view&id=474&Itemid=244 310


Bu bakımdan, en hızlı Türk sosyalistinin bile aslında, ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir mücadele yürütmediği, bayrağının başına bunu yazmadığı için aslında nasıl bir gerici ulusçuluk savunucusu olduğu çok daha açık görülür. Eğer Türk sosyalistlerinin Türk devletini Türklükten çıkarmak; Türklükle veya başka bir şeyle tanımlanmasına karşı tanımlamak gibi bir programları olsaydı; bunu elindeki yetersiz kavramsal araçlarla ifade etmeye çalışan Kürt özgürlük hareketinin desteğinden emin olurdu. Böylece ötekinin gerçekten demokratik bir programla nasıl tanımlanması gerektiği sorununa geliyoruz. Gerçekten demokratik bir harekette ve ulusçulukta, “öteki” ya da “başkalaştırılanlar”, bir ulusun bir dille, dinle, etniyle, soyla var olabileceği anlayışındakiler olur. Dolayısıyla somut ifadede ulusu ya da devleti Türklükle, Kürtlükle tanımlayanlar veya bunu hedef olarak koyanlar olur. Ama bu sonuç bize şunu gösteriyor: Aslında Türkiye ve Kürdistan’da, hatta Dünyada programı net ve açık demokrat bir hareket bulunmamaktadır. Demokratik bir hareket, Demokratik bir “başkası” tanımı, ulusu Türklük ve Kürtlükle tanımlayanları; yani ulusun bir dil, din, etni, soy, tarih ile var olabileceğini savunanları ve böyle tanımlayanları ötekileştirir. Ötekileştirmeyi reddetmek gibi, (aslında bunun ardında demokratik bir ötekileştirmeyi tasavvur edememe vardır) bir noktadan değil, neyin ötekileştirildiği noktasından yapar itirazını. Dolayısıyla böyle bir demokratik ötekileştirmede, “ezen ulus” olmadığından “ezilen ulus” olmaz; ya da daha doğru bir ifadeyle, demokratik bir ulusta, ulusu Kürtlük veya Türklükle tanımlayanlar veya tanımlamaya kalkanlar “ezilen ulus” olurlar; tıpkı ulusu Kürtlük veya Türklükle tanımlayan bir ulusta, ulusun böyle tanımlanmasına karşı çıkan ulusçuların, yani demokratik ulusçuların “ezilen ulus” olması gibi. Amerika’yı Amerika yapan özellikler tam da burada gizlidir. O kapitalist uygarlığın modeli ve ideali olarak, daha doğarken ulusun Tarih, dil, din ile tanımlanmasına karşı tanımlamıştı ulusu. Daha sonra köleci eyaletler (devletler) ulusu beyaz adamla tanımlamaya kalktıklarında, onlara bu “Ulusların kendi kaderini tayin hakkıdır” diye karşımamazlık etmedi ve onların ayrılmalarını tanımadı. Ulusun bir ırkla tanımlanmasına karşı bir iç savaş yürüttü ve kazandı. Yani başkası’nı bir ırk’la tanımlamayı reddetti ve kendi başkasını ulusu ve devleti bir ırkla tanımlayanlar olarak tanımladı. Türkiye, Kürdistan ve Orta Doğu’da yapılması gereken tam budur. Tavizsiz ve demokratik bir ulusçuluk. Türklerle Kürtlerin iki kurucu ulus olarak bir devlet kurması değil; Türk ulusunun ve Türk devletinin ortadan kaldırılması, dolayısıyla Kürt ulusunun ve Kürt devleti hedefinin de ortadan kaldırılması; ulusun ve devletin bir dili, tarihi, soyu, sopu olmasına karşı ulusu tanımlamak. “Ötekiyi”, ulusu dille, dinle, tarihle, soyla, ırkla tanımlayanlar olarak koymak; 311


“ötekileştirmeyi” böyle yapmak. Sorun ötekileştirmek değildir; kimin ve neyin ötekileştirildiğidir. Ötekileştirmenin böylesi yapılmadan sınıflara dayanan bir ötekileştirme yapılamaz. Yapmaya kalkanlar ve onu öne alanlar, fiilen var olan gerici ötekileştirmeye karşı mücadeleyi ikinci plana atmış ve var olan gerici ötekileştirmenin destekçisi olmuş olurlar. Anti emperyalizm veya anti kapitalizm veya İşçilerin ekonomik mücadelesi vurgulu Türk solunun yaptığı da tamı tamına budur.

Demir Küçükaydın 18 Mart 2008 Salı

312


Özür Dilemenin Sorunları ve Her şeye Rağmen Niçin Kampanyaya Destek?

"Özür Dileme" bir özne açısından bir hatayı kabullenme, bir otokritik yapmadır. Başka bir özne açısından başka bir özne için özür dilemek veya otokritik yapmak anlamsız olur. Papalığın veya Muaviye'nin cinayetleri yüzünden bir ateistin özür dilemesi saçma olur. Bu cinayetlerden dolayı bir özeleştiriyi bir Papa veya bir Halife veya herhangi bir Katolik veya Sünni Müslüman yaparsa anlamlı olabilir. Bu Özür Dileme kampanyası da, kendini Türklükle özdeşleştirmeyenleri, Papalığın veya Muaviye'nin cinayetleri yüzünden özür dileyen bir Ateist durumuna düşürmektedir. * Gerçek bir demokrat, bir ulusun bir dille, bir dinle, bir soyla, bir tarihle, vs. tanımlanmasını reddeden insandır. Yani hem ulusun Türklükle (veya her hangi bir dille, dinle, tarihle vs.) tanımlanmasını kabul edip hem de demokrat olunamaz. Bu ırkçı demokratlık veya kapitalist sosyalizm gibi bir saçmalıktır. İnsan hem bir Türk hem de Demokrat olamaz. Neden? Ulusçuluk, "politik olan ile ulusal olanın çakışmasını" kabul etmek ve savunmaktır. Ulusçuluğu belirleyen, ulusal olarak belirlenenin politik olanla çakışmasını savunmaktır. Ulusal olan pek ala, bir dil, din, tarih, kültür vs. ile tanımlamaya karşı da tanımlanabilir. Bu demokratik bir ulusçuluk olur. Böyle bir ulusçuluk savunulmadan demokrat olunamaz. Nasıl hem laikliği savunup hem de Diyaneti savunmak olamazsa, hem ulusun Türklükle tanımlanmasını kabullenmek hem de Demokratlık olamaz * Diyelim ki bir mucize gerçekleşti ve Türkiye'de bir demokratik devrim oldu. Anayasa'dan ulusun tanımına ilişkin bir dil, tarih, ırk vs. göndermesi yapan bütün kavramlar, tıpkı gerçek laik bir ülkedeki dinler gibi, çıkarıldı. Tamamen nötral, örneğin "Ön Asya Demokratik Cumhuriyeti" gibi bir isim alındı. Ulusu tanımlayan dil olmayacağından herkese ana dilinde eğitim, temel bir yurttaşlık hakkı olarak belirlendi. Tarih kitaplarından bir dile, dine, soya dayanan ulusçuluğun tarihleri de çıkarıldı. Genel bir insanlık tarihi ve uluslar tarihi okutulur oldu. Elbet bu ülkede kendini Türk, Kürt vs. olarak tanımlayanlar olur ama bunun gerçekten laik bir ülkede farklı dinlerden oluştan bir farkı bulunmaz. Yani bunların politik bir anlamı olmaz; bu o insanların özel sorunu olur. Kendini Türk olarak kabul edenler, elbette, Türklerin tarihine ilişkin dernekler kurabilirler yayınlar yapabilirler. Örneğin kimileri Türklerin insanlığı kurtarmak üzere Uzaydan geldiği, onların aslında hafızasını yitirmiş Ermeni ve Rumlar 313


olduğu şeklindeki görüşlerini yaymak üzere kendi Türk Tarih ve Dil kurumlarını kurabilirler. Tabii bunları sadece Türkler değil, Kürtler vs. de yapabilir. Ve isteyen üç kişi bir araya gelip yeni uluslar da kurabilirler. Tabii tıpkı ateistler gibi, kendini herhangi bir "ulus"tan görmeyen "ulussuzlar" da bütün bunların saçma olduğu üzerine, tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki ateistler gibi kendi yayınlarını ve derneklerini kurabilirler. Devletin görevi bu inanç ve düşünce farklarını ifade özgürlüğünü garanti etmek olur. * Böyle bir demokratın, bu özür dileme metnine imza atması kendini inkar anlamına gelir. Çünkü demokrat olmanın koşulu katliamlara yol açan gerici ulusçuluğu ret ve ona karşı mücadeledir. Reddettiği ve kendisine karşı mücadele ettiği bir anlayış adına ya da o anlayışı savunuyormuş gibi özür dilemek, başka bir anlama gelmez. Bu metin demokratları çok kötü bir açmazla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu metni yazanlar demokratların da bu "Büyük Felaketi" mahkum etmek isteyebileceklerini hiç hesaplamamışlardır veya böyle bir ulusçuluk ve demokrasi anlayışı olabileceğinden bihaberdirler. İnsanları belli bir özneye hapseden "Özür Dileme" yerine herkesin kendi öznesini özgürce belirleyeceği "Mahkum Etme" gibi bir fiili koysaydılar Demokratları böyle bir açmaza düşmekten kurtarmış olurlardı. Bir Demokrat özür dilese, Papalığı mahkum eden ve ona karşı mücadele veren bir Protestanın Papalığın işlediği cinayetlerden dolayı özür dilemesi gibi bir pozisyona düşer. Özür dilemese, şu gericinin gericisi devlete karşı bir muhalefet hareketinin dışında kalmış olacaktır. Ne yapsın? * Peki neden bu metne imza atıyorum? Öncelikle kavramların gerçek anlamları ile onlara yüklenen farklı anlamlar arasındaki ayrım nedeniyle. Özür metnini imzalayan ve özür dileyen bir çok insan için, bu özür dileme, vicdanları sızlatan bir olayı mahkum etme, kurbanların acısını paylaşma, Türk Devletini bu olayı inkardan vaz geçmeye zorlamak için bir baskı uygulama, ırkçı ve kana dayanan Türk Milliyetçiliğine karşı duruşu ifade etme gibi anlamlara sahiptir. Bu anlamda "Özür dileme"ye pek takılmamak gerekir. Ezilenlerin mücadelelerinde bir çok kereler görüldüğü gibi, yanlış bir teorik içerik, tarihsel ve sosyal olarak doğru ve haklı bir duruşun aracı olabilir. Örneğin "Emekten yana" sloganı teorik olarak burjuvaziden yana anlamına gelir ve çok yanlıştır; ama insanlar bununla "İşçiden yana" demek isterler veya öyle söylediklerini sanırlar. 314


Her şeyden önce bu nedenle imzalıyorum. * Diğer gerekçem pedagojiktir. Toplumsal mücadelelerde insanlar ve farklı gruplar aynı hızla aynı tecrübeleri yaşamazlar. Arkadan gelenlerin ya da "okula" yeni başlayanların eğitimi gibi ciddi bir sorun vardır. Yukarıdan, "bu yanlıştır, doğrusu şudur" demek, çoğu kez tepki yaratır. Bunun yerine, bir çok durumda, o yanlışın yanlış olduğunu bile bile, bir yandan yanlış olduğunu söylerken diğer yandan o biçim olarak yanlış ama içerikte doğru ve haklı davranışı birlikte yapmak ve o insanların kendi deneyleriyle bu yanlışı görmelerinin daha hızlı ve daha az kayıpla gerçekleşmesine çalışmak çok daha verimli sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle, Irkçı ve gerici milliyetçi Türk Devletinin politikalarına karşı haklı olanın, ezilenlerin yanında olduğu için, ne kadar yanlış gerekçelendirilirse gerekçelendirsin, imzalıyorum. * Bir diğer neden, Türk veya bir ulustan olmamanın zorluğuyla ve istemeden paylaşılan imtiyazlarla ilgilidir. Fikirler ağızdan çıktığı andan itibaren farklı çıkarların ve toplumsal konumların savunmasının aracına dönüşürler ve içerikleri hiç akla gelmeyecek anlam kaymalarına uğrar. B. Anderson'un "Hayali Cemaatler" kavramı, en demokratik görevlerden bile kaçmanın, özellikle "Kürt sorunu"ndan kaçmanın bir aracı olmuştur. Buna göre "Uluslar hayali cemaatlerdir, ben Türk değilim kendimi öyle hissetmiyorum" dediğiniz andan itibaren, o "hayali" cemaatin dışına çıkıp, ulusçuluk dışı bir pozisyona geçebilir ve örneğin Kürtlerin mücadelelerini "Ulusçudur, ben ulusları reddediyorum ve her türlü ulusçuluğu mahkum ediyorum" diyerek tarafsız kalma hakkını elde edebilirsiniz. Ama "Hayali Cemaatler"in yazarının da dediği gibi bu ulus denen "hayali cemaatler" "Politik cemaatler"dir. Yani devlete ilişkin cemaatlerdir. Yani kanla, şiddetle, demirle, çelikle, tankla tüfekle, hapisle, karakolla var olan cemaatledir. Yani "ben Türk değilim" diyerek Türklükten kurtulmak öyle kolay değildir. Bu Türklüğün politik bir anlamı olmadı Demokratik Bir Cumhuriyette mümkün olur. Ulusu Türklükle tanımlamış bir ülkede Türklükten ayrılmak çok zordur. Türk olmamak için, bu devletin hüviyetini yırtıp atmanız; bu devlete vergi vermemeniz; onun okullarına gitmemeniz; pasaportunu, polisini, ordusunu, mahkemelerini, yasalarını tanımamanız vs. gerekir en azından. Bütün bunları yaptığınızda Türk olmadığınızı söyleyebilirsiniz. Ama bunları yaptığınızda, en iyi ihtimalle bir hapishane hücresinde, tımarhanede veya mezarda olursunuz. Bu "hayali cemaat" size şiddet araçlarıyla nasıl politik olduğunu gösterir. 315


Yani Türk olmamak, hatta bugün dünyada her hangi bir ulustan olmamak olanaksız derecesinde zordur. "Ben Türk değilim, her hangi bir ulustan değilim" diyenlerin yaptığı, kelimei şahadet getirip, namaz kılıp, oruç tutup, zekat verip hacca gidip ondan sonra da ben Müslüman değilim demeye benzer. Dolayısıyla ben elimde olmadan Türk'üm. Ve Türk olduğum için Türk olmanın imtiyazlarını yaşarım. Türklüğün sefasını sürüyorsam, cefasını da çekmem gerekir. Türklüğün imtiyazları olur mu? Evet. Diyelim ki ırk ayrımcılığının olduğu bir ülkede ırk kavramına ve ayrımcılığına karşı bir beyazsınız. Bu bir beyaz olarak beyazların yaşadığı imtiyazları yaşamanızı ortadan kaldırmaz. Yani yolda giderken bir siyahın duyduğu korkuyu ve güvensizliği dumazsınız vs.. Bir baskı uygulanırsa bu sizin derinizin renginden dolayı değil fikirlerinizden dolayı olacaktır. Özetle ırkçılığa karşı mücadele eden bir beyaz olmanız sizi beyazlığın imtiyazlarından azade kılmaz. Türk olmak da böyledir. Ne kadar ulussuz olursanız olun, kendini Türklükle tanımlamış bir devlette Türk olmanın imtiyazlarını yaşarsınız. Eğer bir parça demokratsanız, "bu imtiyazları yaşıyorsam bunun kefaretini de ödemem gerekir" demeniz ve en azından böyle bir bildiriye bir şekilde destek vermeniz gerekir. * Ve elbette, bütün yanlışına rağmen, bu "Büyük Felaket"i tekrar tartışma konusu yapabileceği, bunun en yanlış ve saçma biçimde tartışılmasının, gündem oluşturmasının bile Türk devleti için bir yenilgi anlamına geleceği için, unutmaya ve unutturmaya karşı bu nesnel işlevi nedeniyle, tamamen taktik gerekçelerle de imzalamayı destekliyorum.

316


Tarih ve Demokrasi Tarih'in geçmişle değil bugünle ilgili olduğu; Tarih üzerine tartışmaların aslında geçmiş üzerine değil bu güne ve geleceğe ilişkin programlarla ve tasavvurlarla, dolayısıyla da bu program ve tasavvurları şekillendiren, onların ardındaki sınıfsal konum ve çıkarlarla iligili olduğu bir "Lapalis hakikati"dir. Ama sadece bu kadarı eksik bir doğrudur. Bunun daha da doğrusu, bugünün ve geleceğin aslında geçmişte şekillendirildiğidir. Geçmişi başka türlü ele alıp anlatmayan hiçbir hareket bugünün mücadelelerini ve geleceği başka türlü şekillendirememiştir ve şekillendiremez. Bu geçmişte böyleydi, bugün de böyledir ve gelecekte de böyle olacaktır. Her mitolojik hikaye bir tarihtir. Ve bugün bilinen bütün mitolojiler, aslında artık bilinmeyen veya unutulmuş tarihlerin yerine başka bir tarih yazımlarından başka bir şey değildir. Örneğin Kadınların ezilmesi için önce tarih yeniden yazılmıştır; ana tanrıçalar birer meduza yapılmıştır. Tanrıların kavgaları ve ilişkileri toplulukların ve toplumsal sınıfların kavgaları ve ilişkilerinden başka bir şey değildir. Akdeniz ve Ortadoğu havzasında, dünyanın en elverişli ulaşım koşulu olan denizin (Akdeniz) sağladığı müthiş ticaret olanağının mümkün ve gerekli kıldığı tek tanrılı dinlerin kitapları, aslında, aydınlanma tarihçiliğince mitoloji diye tanımlanacak, tarihlere karşı başka bir tarih yazımından, dolayısıyla başka toplumsal ilişkilerin örgütlenmesinden başka bir şey değildi. Klasik Akdeniz uygarlığının tek tanrılı dinleri, önceki tarihleri ("mitolojileri") yok edip, örneğin "klasik Greko Romen mitolojisinin", yani tarihinin yerine "Peygamberler Tarihi"ni; Kaos, Kozmos, Kronos vs. yerine Allah, Adem ve Havva'yı; Tanrılar yerine Peygamberleri anlatırken sadece başka bir tarih yazmıyor; bu tarih aracılığıyla başka bir topluluk tanımlıyor, başka bir toplumsal düzen kuruyor, yani geleceği geçmiş aracılığıyla şekillendiriyordu. Aydınlanma da, yani şu modern toplumun din olmadığını söyleyen dini de, kutsal kitapların tarihine karşı kendi tarihini yazdı. Bu tarihi yazarken kutsal kitapların anlattığı tarihi "İnanç" sorunu olarak akıl dışına sürdü ve karanlık bir ortaçağ kavramıyla bu tarihi cehenneme yolladı. Sosyalist hareket de bu yasanın dışında değildi, daha doğarken, aslında farklı bir tarih anlayışını taslaklaştırarak (Tarihsel maddecilik) geleceği şekillendirmeyi deniyordu. O gelceğe ilişkin bir program olarak aslında başka bir tarih anlatarak yola çıktı. Aydınlanma humanizmi karşısında ulus gericiliği de aynı şekilde tarihi birer uluslar tarihi olarak yazarak ulusları kurdu ve geleceği şekillendirebildi. Örneğin bir Türk tarihi yazılmadan bir Türk Devleti ve Türk Ulusu olamazdı. O halde, Türkiye'de demokratik hareket eğer gelişmek ve bir başarı kazanmak, bu günü ve geleceği şekillendirmek istiyorsa, önce demokratik bir tarih yazmak zorundadır. Tarih demokratik olmadan bugün ve gelecek demokratik olamaz. 317


Demokratik hareketin zayıflığı aynı zamanda demokratik bir tarih olmamasında yankısını bulmaktadır ya da tersinden demokratik bir tarihçiliğin yokluğu demokratik hareketin zayıflığının en önemli nedenlerinden biridir. * Demokratik bir tarihi yazabilmeye en yatkın güçlerin işçi hareketi ve sosyalist hareket olması gerekir. Ama bu hareketler Demokratik bir tarih yazmamışlar ve yazamamışlardır. Bırakalım demokratik tarihi kendi kendi sosyalist tarihlerini bile Türk ulusçuluğunun tarih kavramı içinde tanımlamışlar; Türk tarihi ile bir mücadeleye girmemişlerdir. Örneğin Türkiye sosyalist hareketi ve işçi hareketi hep Müslümanlarla ve Türklerle başlatılmıştır. İstisnasız Türkiye'deki bütünsosyalist akımlar, Türkiye'de sosyalist hareketi TKP ve onun Bakü kongresiyle başlatırlar. Osmanlıdaki sosyalist akımlar ve hareketler birer tarih öncesi olarak bile pek ele alınmaz. bunlar birkaç akademisyenin ilgi alanı dışında yer bulamazlar. Türkçeyle ve Türklükle tanımlanmış bir ulusla kendini başlatan bir sosyalist hareket, en gerici ulusçuluğu yeniden üretmekten başka bir şey yapamazdı. Bırakalım sosyalisti bir yana, demokratik bir tarihçilik ise, bu tarihi ulusu Türkyük, vs. ile tanımlayan tarihçiliklere karşı hareketlerle tanımlar ve başlatırdı. yani örneğin, Türkiye Komünist Partisi'nin Bakü kongresi değil, Komünist Manifesto'nun ilk Ermeniceye çevrilişi bu modern sosyalist hareketin başlangıç noktası olurdu. Böyle bir başlangıç noktasının kendisi bile var olan Türk devletine ve ulusçuluğuna karşı bir mücadele anlamı taşır; sosyalistler gerici ulusçuluğun yeniden üreticileri olmazlardı. En tutarlı demokrat olan ya da olması gereken sosyalist ve işçi hareketi, demokratik tarihi de örneğin Mithat Paşa veya İkinci Meşrutiyet ile değil; Selanikli işçilerle, Balkanlardaki devrimci demokrat ve sosyalist akımlarla ve köylü çetelerle, Ermeni sosyalist hareketiyle, Velestinli Rigasla, Tigran Zaven'le, Tevfik Fikret ile başlatırdı. Böyle bir tarihe dayanan bir sosyalist ve Demokratik hareket, mitinglerde, anma toplantılarında, bu cılız ama nitelik bakımdan son derece önemli demokratik öncülerin isimlerini ve resimlerini taşır, onların unutulmasına karşı anmalar yapardı. Bu takdirde anma toplantıları birer Pazar vaazı, birer ruhsuz seremoni olmaktan çıkar her biri demokrasi mücadelesinin bir savaşı olurdu. Böyle bir tarih, Balkan uluslarının kuruluşunu, Ermeni katliamlarını, Mübadeleleri, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu birer "ilerici" demokratik dönüşüm veya devrim değil, aydınlanmanın demokratik ideallerinin terki ve gerici ve karşı devrimci hareketler olarak anlatırdı. Böyle bir tarih içinde, Mustafa Suphi'lerin kurduğu Türkiye Komünist Partisi, Ulusu Türklükle tanımlayan bu gericiliğin ve karşı devrimciliğin sosyalist harekete sızması ve ele geçirmesi olarak görülürdü. Böyle bir tarih, İkinci Meşrutiyet için yapılan askeri ayaklanmayı, Osmanlı devlet sınıflarının 318


demokratik harekete karşı bir manevrası; bütün balkanları sarmış devrimi bastırmak için onun başına geçme ve daha sonraki İttihat Terakki'nin darbesini bunun sonuca ulaşması ve karşı devrim olarak anlatırdı. Sosyalist ve Demokratik hareketin böyle bir geleneğe dayandığı yerde, Kürtler üzerindeki baskıya karşı demokratik ve devrimci direniş, devrimci ikonografisini, Ergenekon benzeri Kava efsaneleriyle değil, bu topraklardaki Demokratik mücadelenin ilk başlatıcılarıyla, yani Velensinli Rigaslarla, Tigran Zaven'lerle kurardı. (Kürt hareketinin zaten Kemal Pir'ler aracılığıyla bu eksikliği bir parça olsun gidermeye çalışmaktadır ve bu çabalar o demokratik karakterin bir yansımasıdır.) Bir insan hem Demokrat hem de Türk, Kürt vs. olamaz. Demokrat her şeyden önce, bir ulusun bir dille, bir tarihle, bir soyla, bir etniyle tanımlanmasını reddeden; bunların bütünüyle özele ilişkin olmasını savunan olabilir. Türkiye'nin demokratları, Türkiye'nin laikleri gibidirler. Laikler nasıl Diyanet işleri, İmam hatipler, din dersleri vs. gibi gerici ve anti laik bir kurumların varlığı ile laiklik arasında bir sorun görmeyen ve hatta bunu laiklik olarak tanımlayan anti laiklerse; Türkiye'nin demokratları da ulusun ve devletin, Türklük ile tanımlanmasında, resmi dilinin Türkçe olmasında, Türk tarihi okutulmasında sorun görmeyen kendini Demokarat sanan anti demokratik Türklerdir. Türklüğü (ya da Kürtlüğü veya başka bir soyu, tarihi, dili vs.) kişinin bütünüyle özel sorunu yapmayı hedeflemeyen, ulusu bir dil, bir tarih, bir din, bir etni vs. ile tanımlamayı reddetmeyen bir demokratik hareket olamaz. Demokratik bir devlet Türk Devletinin, Demokratik bir ulusçuluk gerici ulusçuluğun yerini; demokratik bir ulus Türk ve Kürt uluslarının yerini ancak, Tarihi Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin değil; Demokratlarla, Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin mücadelesinin tarihi olarak yazdığında, alabilir. Bunun haricindeki bütün değişimler, demokrasi değil, bu günkü gericiliğin kendini zamana uydurmasından ve ömrünü uzatmasından başka bir anlama gelmez. 17 Mart 2009 Salı Demir Küçükaydın

319


Darwin, Yaradılış ve Ulusçuluk Son günlerde Darwin'in evrim teorisinin Bilim ve Teknik dergisinin kapağından köylü kurnazlığıyla çıkarılması üzerine başlayan tartışmalara bir de demokrasi açısından bakmakta yarar var. Çünkü bu tartışmalar da aslında farklı toplumsal güçlerin mücadelesinin bir biçiminden başka bir şey değildir. Yaradılış teorisine bir kredi açarak tersinden girelim söze. Yaradılış teorisi de önü sonu bir teoridir, tıpkı evrim teorisi gibi. Onunla tartışma bizzat olgular ve bunların tutarlı bir açıklaması düzeyinde yapılabilir. Tıpkı, belli bir konudaki iki farklı bilimsel teori arasındaki tartışma gibi olabilir bu. Yani yaradılış teorisini öne sürenlere karşı, yine onların da kabul ettiklerini söyledikleri varsayımlara dayanarak olgular ve mantıki çıkarsamalarla cevap verilebilir. Ya da bizzat o varsayımları eleştirmek gerekir. Yaradılışıçıların yaptığı tersinden tam da budur aslında. Yaradılış teorisini en son bilimsel verilerle kanıtlamaya çalışanlar, aslında bilimsel düşünce ve kanıtlama yöntemlerini zımnen kabul etmiş olmaktadırlar. Onlar kanıtlarını bu ölçülere uygun olduğu iddiasıyla getirmektedirler. Burada yapılması gereken, yine bizzat olgular ve iç tutarlılığı olan çıkarsamalarla bunun böyle olmadığını göstermektir. Elbette bir bilim alanında bir parça bilgisi olanlar, ortaya atılan her teoriyi ciddiye almazlar. Çünkü dünya bir sürü otodidakt amatörlerle doludur ve bu tür teorilerin çoğu, temel eğitim görmüş bir insanın bile yapmayacağı olgusal ve mantıksal hatalarla doludurlar. Yaradılışçıların argümanları da özünde hep böyledir. Bu nedenle yaradılışçıları bilimsel olarak fazla ciddiye alıp tartışmak korkunç bir zaman ve güç kaybına neden olur ve hiçbir sonuç da çıkmaz. Bu sorunu söyle bir örnekle açıklamayı deneylim. Örneğin Matematikte, bir zamanların Fermat Teoremi gibi çözülmemiş bazı problemler vardır ve bunların çözümü için çeşitli bilim kurumları bir çok yarışmalar açar ve ödüller koyarlardı. Bu yarışmalara yüzlerce çözüm yollanırdı. Başlangıçta gelen bütün çözümleri en iyi matematikçiler günlerce tek tek ele alıyorlardı. Ancak bir süre sonra görüldü ki, yollanan çözümlerin çok büyük bir bölümü, temel eğitim almış bir matematikçinin bile yapmayacağı temel ve çok basit hatalarla maluldü. Biçimsel bir eşitlik ilkesine uyup bütün bu yüzlerce en temel kriterlerden yoksun çözümü dünyanın en büyük matematikçilerinin incelemesi, o matematikçilerin büyük bir zaman ve emek kaybına sebep olmaktaydı. Bunun üzerine, çözüm yollamak için örneğin bir bilimsel dergide daha önce bir veya birkaç makalenin yayımlanmış olması gibi kriterler getirilmiştir. Yani her teori de aynı değerde değildir. Yaradılış teorileri de aslında, amatör matematikçilerinki gibi, en sıradan bir bilim adamının yapmayacağı bir sürü temel hatalarla 320


ve mantıki çıkarsama yanlışlarıyla maluldürler ve o amatör matematikçilerinki kadar bile bir dikkat ve enerji harcanmasını gerektirmezler. Ama bu yaratılış teorileri nedense, bilimin kendi ölçütleri ve ihtiyaçları açısından hiçbir özel dikkati gerektirmeyecek amatörce yargılarla malul olmalarına rağmen, aynı kategorideki diğer teorilerin hepsinden fazla kabulgörmekte, bilinmekte ve tartışılmaktadırlar. Bunun nedeni çok açıktır? Bu teorilerin böyle çok ve yoğun tartışılması, onların bilimsel değerlerinden değil, toplumsal ağırlıklarından kaynaklanır. Bu bize otomatikman şunu gösterir aslında. Bu tartışma, bilimsel bir tartışma, ya da belli bir bilime ilişkin spesefik bir tartışma değil, politik ve ideolojik bir tartışmadır. Bu durumda yapılması gereken, o yaradılış teorilerinin yanlışlığı ya da doğruluğunu tartışmak değil; o yaradılış teorilerinin, niçin toplumda her zaman büyük bir taraftar kitlesi bulduğudur? Yani aslında tartışmanın sosyolojik bir boyutta yürütülmesi gerekir. Sosyolojik bir tartışmayı ve açıklama gereğini, biyoloji veya fizik biliminin bir tartışması gibi ele almanın kendisi metodolojik olarak çok köklü bir yanlıştır. Çünkü bu durumda, örneğin yaradılış teorilerine karşı evrim teorilerini savunanlar, materyalizm ve bilim adına aslında sosyolojik bakımdan tam da idealist ve bilim dışı bir tartışma yürütürler. Bu durumda doğa bilimlerinden kanıtlarla yaradılışın yanlışlığını kanıtlamaya çalışanlar, varlığın düşünceyi değil, düşüncenin varlığı belirlediği; toplumsal konum ve çıkarların değil, akli argümanların insanların insanların tavırlarını belirlediği gibi idealist bir yaklaşımın fiili bilinçsiz savunuculuğunu yapmış, böyle bir varsayımdanhareket etmiş olurlar. Yani yaptıklarının nesnel anlamı, kendi yaptıklarını sandıklarının ve iddialarının tam zıddıdır. Bilimsel olma iddiasındadırlar ama aslında sosyoloji biliminin ölçüleriyle tam da bilim dışı davranmış olurlar. Ne demek istediğimizi açıklama için şöyle bir örnek verelim. Şu uçan daireler ve ufoları ele alalım. Uçan daireler ve ufolar fiziksel olarak var olmayan varlıklardır, yoktur böyle bir şey. Ama Ufolar ve Uçan dairelerin varlığına ilişkin düşünce ve kabul vardır. Ufolar değil, ufoların gerçeklik olduğu düşüncesi ve kabulü gerçekliktir. Bu anlamda Ufoların, Fiziksel değil ama sosyolojik olarak var olduğunu söyleyebiliriz. Siz istediğiniz kadar, uçan dairelerin olmadığına dair bilimsel kanıt getirin. Bu kimseyi ikna etmeyeceği gibi, gerçek sorunun, uçan dairelerin fiziksel varlığı değil bunların varlığına ilişkin düşünce ve inancın varlığı, onların sosyolojik varlığı olduğunu örtmüş olursunuz. Böylece bilimsel gibi görünen bütün çabalarınız, aslında sosyolojik olarak, ele alınması gereken bir sorunu sosyolojik olarak ele almayarak, yani fizik bilimine ilişkin bir yöntem sorunuymuş gibi, bir düşünce sorunuymuş gibi ele alarak, en temel bilimsel hatayı yapmış ve bilim dışına düşmüş olur. Yani Uçan dairelerin var olmadığına ilişkin fiziki argümanlar, sosyolojik bir olayı fiziki argümanlarla tartıştıkları için, sosyolojik bakımdan bilim dışıdırlar. Yaradılış Teorisi veya tanrının varlığı da öyledir. Sorun yaradılış teorisi veya Tanrının var olup olmadığı değildir. Tanrıya veya yaradılış teorisine inananlar vardır. Yani Yaradılış teorisi veya Tanrının var olduğu fizik veya biyolojik değil, sosyolojik bir sorundur. Tanrı fizik olrak 321


var olup olmadığı sosyolojinin konusu değildir. Ama tanrı fizik olarak var olmasa bile, sosyolojik olarak vardır, tıpkı ufolar gibi. O zaman şu soru gelir gündeme, niçin insanlar ufolara, tanrının varlığına veya yaradılış teorisine inanmaktadırlar? Sorun olguları veya bilimsel teorileri bilip bilmeme sorunu değildir. Keza sorun, bilim karşısında ortaçağ karanlığını savunma sorunu olarak koyulamaz. Sorunu böyle koyuşun kendisi bizzat sosyolojik bakımdan bir sorundur ve bizzat kendisi de sosyolojik bakımdan açıklanmayı bekler tıpkı tanrıya veya ufolara inancın toplumsal bir gerçeklik olması ve açıklamayı beklemesi gibi. Süpersonik jet uçaklarını kullanan pilotların nazar boncuğu taktığı bir çağda ve toplumda, (bu öyle ayrıksı bir olay da değil, modern toplumda yaşayan insanların çok büyük yüzdeleri böyledir) tanrının varlığına veya yaradılış teorisine inanç sosyolojik bir gerçeklik olarak açıklanmayı bekler. Yaradılış Teorisi veya tanrı inancının belli çıkarları gizlediği, o çıkarları savunmanın bir aracı olduğu gerçektir ve doğrudur da bir çok durumda. Ama bu o karmaşık gerçeğin sadece bir yönünü açıklayabilir. Nazar boncuğu takan Jet pilotları veya Windows’ta beş vakit ezan okuma programı yazan programcılar veya bu programları kullananlar ne olacak? ABD’de yaşayan insanların yarısı uzaydan gelen canlıların dünyayı ziyaret ettiğine inanıyor. Bunlar ne olacak? Bu karmaşık problem açıklanmayı bekler. Bunun bir çok farklı soyutlama düzeyinde ele alınması ve incelenmesi gerekir. Belli sınıfların çıkarlarının savunusu bir düzeydir. Örneğin bir toplumsal ve tarihsel umutsuzluk ve çıkışsızlık döneminde yaşanıyor olması bir başka düzeydir. Ama kanımızca en önemlisi şudur: kapitalizmin işleyebilmesi için insanların bir inancı veya davranışlarını düzenleyeceği bir değerler sistemi olması gibi bir ihtiyaç yoktur ama bizzat kendisi kapitalizmin ürünü olan birey ya da insanın tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar buna ihtiyacı vardır. Bir yanıyla kapitalizme ve onun üstyapısına, yani ekonominin kar politikanın ulus ilkesine, çünkü bu iki ilkeden hiçbir insani değer çıkarılamaz, bir derin isyanın dışa vurumudur bir yaratıcıya veya yaradılış teorisine olan bu geniş inanç. O zaman şu sonuç ortaya çıkar. Yaradılış teorisiyle mücadele, onu yaratan ve böyle yaygın kılan sosyolojik koşullarla mücadele olmak zorundadır. Yani Yaradılış teorisiyle mücadele evrim teorisinin doğruluğuna ilişkin argümanlarla değil, kapitalizme karşı mücadeleyle olabilir. Bu ise her şeyden önce, kapitalist toplumun temeline ve siyasi üstyapısına, yani özel mülkiyet ve kar ilkesine; dolayısıyla uluslara ve devletlere, ulusal sınırlara karşı bir mücadele olmak zorundadır. Bir yandan evrim teorisi ile yaradılışçılığı eleştireceksiniz, diğer yandan ne özel mülkiyet ve kara dayanan bu sistemi ve bu sistemin temel siyasi var oluş biçimi olan uluslar ve ulusal devletleri savunacaksınız. Uluslar, ulusal devletler, kar ve özel mülkiyete duyulan bu bağlılık ve inanç, bir yaratıcı veya yaratılış olduğu inancından daha mı bilimseldir? 322


Demir Küçükaydın 13 Mart 2009 Cuma

323


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.