Demir Kucukaydin - Ermeni Soykirimi Ve Toplumsal Sorumluluk-Kolh Paneli

Page 1

ERMENİ SOYKIRIMI ve

TOPLUMSAL SORUMLULUK 5 Mart 2005 tarihinde Köln'de düzenlenen panelin dokümantasyonu

Gruppe 24.April Eine Initiative des Zentralrats der Armenier in Deutschland e.V. und der Diözese der Armenisch-Apostolischen Kirche in Deutschland Layout: Hilmi Tozan


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

Kapak Resmi: Arshile Gorky The Artist and His Mother

Broşürün hazırlanmasında emeği geçen Gülay Kılıçdoğan ve Hilmi Tozan'a teşekkürler

İletişim: Gruppe 24.April, Sophie-Charlottenstr. 113A, D-14059 Berlin

2

47


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

ÖNSÖZ İsrail’den, Rusya’dan, Polonya’dan başlayalım işe. Tanrı’nın inayetiyle çalışma kabiliyetini yitirmemiş bütün din ve mezheplerden bütün Almanlara, kadınlara ve erkeklere sesleniyoruz: İsrail’e, Rusya’ya, Polonya’ya gidin ve yaptıklarınızla oraya bir avuç barış serpiştirin. İsrail, Polonya ve SSCB Hükümetlerinden, bu çabalarımızı abartmamalarını, suçlarımızın tazmini olarak algılamamalarını rica ediyoruz. Yapmak istediğimiz sadece hizmetimizi kabul ederek barış ve bağışlanma arzumuza yardımcı olunması ricasıdır.

Bu broşür bir panel toplantısında sunulan ilginç bildirilerin ve görüşlerin derlenmiş ve toparlanmış biçimidir. Panelde şu soru ele alınmadı: “Ermenilere Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları, aydınları, talebeleri, sporcuları, din adamlarının bir avuç barış, bir avuç ümit, bir avuç kefaret için hareke geçmeleri ve hatırlamaları dileğiyle sabrınıza ve ilginize teşekkürler.

karşı soykırım yapıldı mı, yapılmadı mı?”, ama irdelenen soru şu oldu: “Ermeni Soykırımı’nın tarihi gerçekliğinden hareketle suç kurbanı halk ile suç işleyen halkın uzlaşma girişimleri nasıl başlatılabilinir?” Hem insan ve hem de soykırım kurbanlarının devam eden nesli olarak soykırım kurbanlarına karşı saygı göstermeliyiz. Dolayısıyla, ilk önce soykırım yapanların torunlarından kapsamlı olarak gerçeği tanıyıp, atalarının işlemiş olduğu suçun zorunlu sorumluluğunu üstlenmelerini istiyoruz. Bu sorumluluğu üstlenmek, kendi halkını soykırımın unsurları ve nedenleri hakkında aydınlatmak anlamına da gelir. Türkiye yıllardır inkarcı bir politika izlemekte ve böylelikle zamanla Ermeni Soykırımı’nın hafızalardan silinmesini amaçlamaktadır. Bu hesap artık yürümüyor. Zira Ermeni Soykırımı her geçen gün daha da güncelleşmektedir.

46

3


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

Bununla birlikte soykırımın Türkiye tarafından tanınması, Avrupa Birliği’ne üyelik için halen bir koşul olarak görülmektedir. Bunun ardında şu anlayış yatıyor: Ancak ve ancak uzun vadeli demokratik, sosyal ve sağlam yapılı bir Türkiye AB üyesi olabilir; Avrupa’nın güvenliğini destekler ve Kafkaslar’da kooparatif aktör olarak AB’nin istikrarını sağlar. Türkiye için tarihi gerçeklerle karşılaşma, soykırımın hafızalara yerleşmesi ve bununla birlikte Ermeniler ve Ermenistan’la uzlaşma yolundan başka yol yoktur. Soykırımın varlığını kabullenmek, beraberinde derin ve öncelikle özgürleşmeci değişimler getirecektir ve bu da Türkiye’nin demokratikleşmeye hazır olduğuna dair ikna edici bir kanıt olacaktır. Aslında Türkiye’de, Ermeni Soykırımı tabusunun yıkılıyor olduğu kendini yavaş yavaş belli etmektedir. Türkiye’nin soykırımı tanıması hedefi, yol henüz çok uzun olsa bile geçmişte olmadığı kadar yakınlaşmış durumda. AB perspektifi demokratikleşmeyi gereksindirdiğinden dolayı bu yolda önemli bir unsur olarak görülebilir. Türkiye’nin demokratikleşmesi yolunda Ermeni Soykırımı

tabusunu

yıkmanın

büyük

önem

taşıması,

AB

üyeliğinin

gerçekleşebilmesi ya da tam tersi gerçekleşememesi için anahtar rol olabilir. Türkiye üzerinde artan uluslararası baskı bu hedef için muhakkak etkileyici bir araç. Böylelikle ulaşılan değişim “katalizatör” rolü üstlenmiş faktörlerle daha da hızlandırılabilir. Bu bağlamda önemli katalizatörlerden biri, Ermeni Soykırımı’nın Türkiye içinde ve dışındaki Türk toplumlarında açıkça tartışılmasını talep eden aydınların artan belirginliğidir. Türkiye’nin bugün AB’nin çekim gücüne kapılmış olması bir fırsat yaratmaktadır. Ve bu fırsat asla kaçırılmamalıdır. Bu firsatı soykırıma uğrayanların ve uğratanın aydın

ASF (Aktion Sühnezeichen Friedensdienst) Kuruluş Bildirgesi Almanya Protestan Kiliseleri Birliği Başkanı Lothar Kreyssig tarafından 30 Nisan 1958’de Berlin-Spandau’da okunan ASF (Aktion Sühnezeichen Friedensdienst) Kuruluş Bildirgesi

B

iz Almanlar, İkinci Dünya Savaşında, insanlığın yaşadığı hiç bir acıyla kıyaslanmayacak bir günahın suçluları olduk. Tanrı’ya karşı haramice bir asilikle, milyonlarca Yahudi’yi katlettik. Bu suça iştirak etmeyenler de, suçu engellemek için yeterince çaba içinde olmadılar. Mağdurlarla aramızdaki barış havası öylesine az ki, huzur bulmamız mümkün olamıyor. On üç yıl içinde, önce kahredici bir dilsiz sağırlıktan sonra korku dolu bir meydan okuma havası yaşandı. Her şey için geç, çok geç olabilir. Buna rağmen halen, vicdani politik görevlerimizi yerine getirebilir, suçu haklı çıkarma çabalarına, nefret ve düşmanca davranışlara karşı tavır koyabiliriz. Eğer suçu kabulümüz, bağışlanma arzumuz, özrümüz içtense, işte o zaman görevimizi gerçekten başarabiliriz. Zorbalığımız altında acı çeken halklardan, bizlere, bir avuç barış, bir avuç kefaretin emaresi olsun diye, kendi ellerimizle, kendi kaynaklarımızla, onlar için bir köy, bir okul, bir hastane, bir kilise ya da kamu yararına herhangi bir iş yapabilmemize izin vermelerini rica ederiz. Bizim yüzümüzden en çok acı çekmiş halklardan,

torunları birlikte el atmalıdırlar. Bu anlayışla 24. Nisan Grubu inisiyatifi üzerine alarak Türkiye kökenli aydınları bu panele davet etti. Orta vadede işbirliğine açık bir platform kurmak 4

45


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

Son söz

ve genişletmek istiyoruz. Panele katılan aydınların görüşü şuydu: ”Ancak tarihi gerçeklik tabanında iki halk arasında esas bir uzlaşma olabilir. Diyalog yolunu

Doğan Akhanlı

aramak

kurbanların

görevi

değildir

ki,

onlar

soykırımın

travmasıyla

yaşamaktadırlar; diyalog yolu aramak suç işleyen toplumun gürevidir.” Panel, bir taraftan soykırımın inkarcı resmi Türk politikası ile doğrudan karşı karşıya gelirken, öte yandan uzlaşmanın doğru zeminde olabileceğini de gösterdi. Böylelikle bu panel küçük de olsa Ermeni ve Türk halkları arasında barış yolunda önemli bir adım oldu. Doksan senedir süregelen Türkiye’nin Ermeni Soykırımı’nı inkarı, bu önemli hedefe ulaşmayı başarısız kılmamalı. Antranik Aznavour Gruppe 24. April

Belki pratik adımlar atmamıza yardımcı olabileceğini ümit ederek toplantıyı bir bildirge ile kapamak istiyorum: İki dilde okuyacağım bildirge, II. Dünya savaşından onüç sene sonraya ait. Halen merkezi Berlin’de olan ve Almanya’nın savaş döneminde acılar çektirdiği oniki ülkede faaliyet yürüten adı ASF olan bir sivil toplum kuruluşunun kuruluş bildirgesi.

44

5


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

Türkiyeli entellektüeller tartışıyor

Şimdi aziz ilan edilmişler. Milliyet gazetesi bir yazı dizisi başlattı, “Vatan savunmasında gayri müslim yurttaşlarımız”... Neyse doksan yıl sonra da olsa sonunda hatırladılar. Çanakkale’de ölen yığınla üniversite talebesi var, doktoru, Ermenisi vs... Bunlardan o dönemde 18 tane Ermeni dokturu orduda görev yapmış. Bu şeye benziyor; PKK eylemlilikleri oldu Türkiye’de. O dönemlerde de Ermeni devrimci eylemlilikleri söz konusuydu. Ama neden sonra, ittifak bozulduktan sonra. Madem bunlar bu kadar kötüydü, niye ittifak kurdunuz? 1914 seçimine kadar İttihat Terakki Partisi Taşnak Partisi ile seçimlere birlikte girdi.

Rainer Will

B

u toplantı, Kölner Appell ve Köln Katholisches Bildungswerk’in desteği ile Almanya Ermenileri Merkez Konseyi ve Almanya Ermeni

Kiliseler

Temsilciliği

tarafından

düzenlendi.

Ben,

Kathollisches Bildungswerk’e bağlı olarak faaliyet gösteren Köln Dom Forum’dan Rainer Will. Bizler bu salonda pek çok kere Ermeni konusunu gündeme getirdik. Dört

Bir fetihçi ideoloji var, Balkanlar’ı kaybetmiş, fatih olacak. Adamın hayali o. Daha Balkanlar’dan gelen milyonlarca göçmenin sorunlarını çözememişken Almanların peşine girerek bir ülkeyi savaşa sürüklüyor. Orta Doğu’yu ele geçirmek isteyen Berlin-Bağdat hattının çerçevesinde Alman emperyalizminin hizmetçisi olarak... O zaman Almanlar Türkiye’ye Enverland (Enver’in Ülkesi) diyorlardı. Almanya kazara kazansaydı, Türkiye yine yoktu. İngiltere ve Fransa kazanmış olsaydı, Sykes Picot Anlaşması yapılmıştı. Doğu Anadolu Rus Çarlığı’na kalıyordu. Orta Doğu’yu İngilizler, Fransızlar bölüşüyordu. Bir anlamda da 1917 Devrimi olmasaydı, o tarih o rotada ilerleyecekti, hiçbir şey kalmayacaktı. 17 Devrimi oldu, küçücük bir Ermenistan oldu hiç olmasa. Türkiye de zaten varlığını Bolşevik Devrimi’nden aldığı silaha, paraya bilmem neye borçlu. Arkasında olmasaydı, diploması için pazarlık gücü de olmayacaktı. Ama o arada bedel ne oldu? Anadolu’da yaşayan halkların silinmesi, yok edilmesi oldu.

yıl öncesinde yani 2001’de Hristiyanlığın Ermenilerde devlet dini oluşunun 1700. yıldönümü nedeniyle Ermenilerin geçmişi, bugünü ve geleceğine ilişkin toplantılar düzenledik. Bunun yanı sıra Ermeni-Ortodoks ayinini (Vesper) takiben bir de resepsiyon verildi. Yine bundan yaklaşık yarım yıl kadar önce 22

Nisan’da

düzenlenen

1915

Soykırımı’nı

anma

töreninde

Ralph

Giordano’ya Ermeni Kiliseler Temsilciliği tarafından Surp Sahak, Surp Mesrop nişanı verildi. Soykırımdan doksan yıl sonra anma töreninde nefreti bir kenara bırakarak

6

43


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

dostları var-... Yani iki kesimden insanların biraraya gelerek hem empatiyi bölüşmeleri hem de teatide bulunmaları çok daha verimli. İki toplum arasında yapılacak görüşmeler daha iyi sonuçlar verebilir. Ama bu da belki birilerini rahatsız eder, ederse etsin! Zaten bir şeyler biraz değişmeye başladıysa da bu tür çalışmalarla oldu. Diyalog toplantılarının bazılarına katıldım. ’96 veya ‘97’de Paris’te Kürtlerin de katıldığı ilk toplantıyı yaptık. Onun doruğu Paris Senatosu’nda olan bir toplantı oldu. Amerika’da yine akademik çevreler biraraya gelerek görüştüler. Kopenhag’daki toplantıda resmi taraflar olduğu için verimli bir toplantı olamadı. Bence resmi tarafların görüşmeleri daha çok kırılganlığa yol açıyor. Olayı daha zorlaştırıyor. Bence hiç karışmasınlar. Halklar kendi aralarında konuşarak bu işlerde daha fazla ilerleme sağlayabildiler. Diplomasi çok önemli. Karşılıklı gidip gelmeler, bir takım toplantılara katılmak, olayı sadece diplomasi ile sınırlamayıp, Ermeni kültürünü öğrenmek, Ermeni müziği, Ermeni edebiyatı –ki, Türkiye’de de birçok insan merak ediyor, okumak da gerekiyor-. Aras yayınlarını bir tek Ermeniler okumuyor. Bu karşılıklı bir empatinin yolunu açıyor. Çünkü Türkiye toplumu Ermenilere çok şey borçlu. Bugün bir Osmanlı-Türk mimarisi dediğiniz vakit Balyan Ailesi’ni çıkarırsanız geriye az kimse kalır. Mimar Sinan’ın ne kökenli olduğunu herkes biliyor herhalde. Anlatmaya gerek yok. Tiyatroda öncülük, matbaacılıkta, birçok sanat dalında bugünkü Türkiye’nin kültürünün Ermeni halkına müteşekkir borcu var. Dolmabahçe Sarayı’nı gezen bir turist kafilesinden biri rehbere sordu; “Dolmabahçe Sarayı’ını kim yaptı?”. Rehber “Balyani diye bir İtalyan mimar yaptı” dedi. Balyan Osmanlı İmparatorluğu’nun başmimarıydı ve üç jenerasyondu bunlar ve Selimiye Kışlası’ından İstanbul’un simgesi olan Ortaköy Camii’ne değin onlar inşa ettiler. En estetik camilerdi bunlar. Dolmabahçe Camii, Aksaray’daki Valide Sultan Camii ilk akla gelenler. Ayrıca Dolmabahçe Sarayı, Dolmabahçe’deki kule...

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

Kevork Dabakian ve Rabih Abu Khalil üçlüsü gibi dünyaca ünlü müzisyenleri dinleyeceğiz. Ayrıca sürgün yazar Armin T.Wegner’nın „Soykırımın Tanıkları“ çalışmasının hazırlanmış prömiyerini de burada izleme olanağına sahip olacağız. Armin T. Wegner 1915 Ermeni Soykırımı’nın canlı tanıklarından biri olmakla

birlikte

şair,

seyahatname

yazarı,

halkların

kardeşliğinin

savunucusuydu. Bütün yaşamı boyunca bu gerçekliği dile getirmek için sesini yükseltti. Bununla birlikte Türkiye ve Türk kültürünün de gerçek bir dostu olduğu herkesçe malumdur. T. Wegner nefret etmeden anmanın en güzel örneğiydi. Soykırımı kınadığı bir yazısında der ki; „Ben İslam’ı kınamıyorum. Çünkü bütün büyük inançların ruhu asildir. Öyle ki, Avrupa’nın yaptıklarıyla karşılaştırılırsa Müslümanlardan bazılarının tutumu karşısında mahcup dahi olduk. Ben sıradan Türkleri de kınamıyorum, onlar namuslu insanlar. „ T. Wegner yalnızca soykırımı kınadı. Bütün bunlardan hareketle; gerçeği bulmak, söylemek ve uzlaşma yollarını aramak yolunda bu toplantıya büyük başarılar diliyorum. Tanrı yardımcınız olsun!

Halıcılık dediğiniz vakit Anadolu halıcılığı, yazmacılık Tokat, kuyumculuk elbette.... Ermeni olmayan bir Osmanlı kültürü mümkün mü? Bunları da anlatmak gerek. Biz sadece acıları değil, bin yıllık tarihi de bölüştük. Hatta tarihe girdiğiniz vakit işler daha da karışıyor. Timur korkunç katliamlarla geliyor, ama Sivas’ı savunan en kahraman birliğin Ermeni olduğu biliniyor. 42

7


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

Soykırım ve sorumluluk Doğan Akhanlı

D

oksan Yıl Sonra Ermeni Soykırımı ve Toplumsal Sorumluluk” başlıklı panele hoş geldiniz! Toplantıyı düzenleyen 24 Nisan İnisiyatifi’ne, böyle bir inisiyatifin oluşmasına ön ayak olan Almanya Ermenileri Merkez Konseyi, Almanya Ermenileri Kilise Merkezi kuruluşlarına, Kürt ve Türk toplumunun aydınlarına konuşma imkanı ve izni verdikleri için teşekkür ederim. Neticede bizler doksan yıl boyunca sadece suskun kalmakla yetinmemiş, aynı zamanda inkar ve yalan politikasını sürdürmüş, bu politikaya onay vermiş bir toplumun parçalarıyız. Yalan ve inkar politikasını unutmaya başkaldırmış da olsa, henüz marjinallikten kurtulamamış sesimizi duyurmaktan yoksunuz. Henüz kendimizi, içtenliğimizi, suça ve hafıza boşluklarına karşı mücadele 8

buna tahammül gösteremeyenler salonu terkettiler. Demek ki, yaşanmış acılar, kolay kolay tamir edilemiyor. Yani soykırımı kabul etseniz de acı çekmiş tarafın duygularının düzelebilmesi için belki de çok fazla kuşak geçmesi gerekiyor. Bu elbette ki, Ermeni Soykırımı mağdurlarında da böyle. Hiçbir toplantısı yok ki, Ermeniler soykırım anılmaksızın bir eğlence yapsınlar. Şimdi burda diyalogda çok çeşitli eğilimler var. Siz de diyalog için çok çaba sarfeden insanlardan birisiniz. Diyalog aramak fail toplumun görevidir, mağdur toplumun değil. Çünkü mağdur toplum niye diyalog arasın? Sonuçta kırılmış bir yanı var ve birilerinden bir seslenmesini beklemek gerekiyor önce. Eğer bu sesler gelmese nasıl diyalog arayabilecek, bu yolu nasıl bulacak? Bütün bunlara rağmen belli girişimler oldu ve belki olumlu şeyler de gelişti, ben bilemiyorum. Bunu sizden öğrenmek istiyorum.

Ragıp Zarakolu

Tabii diyaloğu ayırmak lazım. İki tür diyalog var; bağımsız halk örgütlülükleri ya da bağımsız aydınlar arasında diyalog -bundan olumlu bir sonuç çıkabilir-, bir de biraz da büyük güçlerin dayatması, ısrarıyla başlatılan zorlama diyaloglar... Bunların da pek devam etmediği görülüyor. Bu ikincisi Clinton’un yönetimi sırasında gerçekleşti. Clinton’un danışmanlarının zorlamasıyla bir diyalog başlatıldı. Bir komite kuruldu. Amerika iki tarafa da bastırdı, dedi ki, illa ki diyalog yapacaksınız, konuşacaksınız. Bunlar da biraraya geldiler. Hiçbir şey çıkmadı, hiçbir şey konuşulmadı. Diyaloga katılanlardan biri Gündüz Aktan’dı. Diyalog değil, diyalogsuzluk... Ermeni kesiminden de daha çok milliyetçi kesimler katıldı ve milliyetçilerarası diyalog zor biraz. Ben bunların hikayesini keyifle okudum. Bunları zorla masa başına oturtan Amerikalı, tuttu anılarını yayınladı. Gün be gün Gündüz Bey ne demiş, öteki ne yapmış... Kendi kişisel duygularını da katarak anlattı. O sayede öğrendik. Aynı şekilde Filistinlilerle de İsraillileri silah zoruyla bir masaya oturttular ve ne oldu? Hiçbir sonuç çıkmadı, daha beter oldu. Clinton yönetimi bunu İrlanda’da da yaptı, orda da sorunlar olduğu gibi kaldı. Onun için en güzel yol halk diplomasisi –burda

41


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

oluşturulma biçimi, onu oluşturma tarzı yine yukardan aşağıdır. Aşağıdan oluşan bir ulusçuluk hareketi yoktur, devletten oluşturulmuş olan bir ulusçuluk vardır. Bunun soykırımın tanınmamasının, soykırımın sorunlarının kanalında durması bence çok önemli bir tesbittir. Çünkü böyle olmasa eğer, ordunun elitist tabakasının gücü, toplum üzerindeki belirleyiciliği tartışılmasa, iktidarını sürdürebilecektir. Onun tartışılabilir olduğu andan itibaren de modern sınıfların veya gerçek toplumsal sınıfların onun politik temsilcilerinin politik arenaya çıkmaları ve kendi taleplerini serbestçe ortaya koyabilmeleri mümkün olabilmektedir. Bunu engellemek için de bu üstyapı iktidarı, soykırım dahil o devletin temel yapıları -resmi tarih, resmi ideoloji- bunların tartışılmasını ve değiştirilmesini engelleyen, barajlayan bir işlev görmektedir. Bunu, ancak bu şekilde koruyabileceğini düşünmektedir. Umarız ki, yeni sınıfların kendi çözümleriyle, politika sahibi olmalarıyla değişir ve bu egemenlik bir biçimde ortadan kalkar.

Sorum Ragıp Zarakolu’na... Diyalog girişimleri... Basında çok tuhaf haberler çıkıyor, deniyor ki, mesela, “Ermeniler masadan kaçtılar.. Bizimkiler arşivi Viyana’ya götürdüler. Ermeniler gelmediler.” Burada garip bir durum var; bu arşiv denilen şey, böyle çantalarda taşınabilen bir şey midir? Arşiv denilen şeyin sabit bir yeri olur. Dış İşleri Bakanlığı arşivi olur, tarih arşivi olur, ama çantada nasıl taşınır? Filmlerde olurdu; CIA ajanı ile KGB ajanı çantalarında belge taşırdı ve birbirlerine gizlice bu belgeleri verirlerdi. Şimdi bu arşiv belgeleri de böyle çantalarda taşınıyorsa, burada bu arşivin inandırıcılığından söz edilebilir mi? Gazetedeki heberler öyle yazılıyor ki, inandırıcı da gözüküyor. Gerçi bu ucuz bir politika. Öte yandan bu diyalog denen şey gerçekten son derece zor ve karmaşık da bir olay. Bunu Almanya deneyiminden biliyoruz. Almanya Cumhurbaşkanı bu yıl İsrail’deydi ve İsrail Parlamentosunda Almanca konuştuğu zaman 40

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

azmimizi yeterince kanıtlamış durumda da değiliz. Nerdeyse bir asırlık suskunluğa, nerdeyse bir asırlık yalan ve inkara, nerdeyse bir asırlık saygısızlığa rağmen Ermeni toplumu olarak bize sunduğunuz bu imkan için tekrar teşekkür ediyorum. Bu toplantıyı Türk, aynı zamanda Kürt toplumu için önemli bir fırsat olarak değerlendiriyorum. Ayrıca toplantıyı destekleyen Katholisches Bildungswerk kuruluşuna, Kölner Appell ve Tüday’a da teşekkür ederim. Auschwitz’in üzerinden altmış yıl, Der es Zor’un üzerinden doksan yıl geçti. Almanya toplumu Adorno’nun „Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır“ sözüne rağmen geçmişiyle yüzleşerek olmaması gereken, ama var olan Auschwitz’le yüzleşmeye çaba göstererek suçla arasına mesafe koydu. Bu mesafe sadece sözle konulmadı. Toplumun hemen her kesiminde, hatta Zyklon-B gazını üreten Degussa firmasında, hatta kendi Yahudi sporcularının toplama kamplarına götürülmesine göz yuman spor kuruluşlarında, okullarda, toplumun her alanında geçmişle yüzleşme ve hatırlama faaliyeti önemli boyutlar kazandı. Bu sadece Almanya ve mağdur halklar arasındaki ilişkilerin yeniden düzelmesi, yaraların iyileştirilmesine değil, „Holocaust“un evrensel düzeyde tartışılması olanağını da sağladı. Almanya’da artık suçtan değil, daha çok sorumluluktan söz ediliyor. Bizler, kendilerini Türk toplumunun bir parçası olarak görenler, halen devletimiz, hükümetimiz, araştırmacılarımız, tarihçilerimiz, öğretmenler, öğrencilerimiz, 1915-16 yılında bizim adımıza işlenmiş suçla halen dayanışma içinde olduğumuz için hukuki olarak suçlu durumdayız. Bu bana ait bir tez değil. Bu tezin sahibi Türkçe’ye „Okuyucu“ olarak çevrilen romanın yazarı ve hukukçu Bernhard Schlink’dir. Bu tez geçtiğimiz yıl Dr. Mihran Dabak’ın Frankfurter Rundschau’da yayınlanan bir makalesinde analiz edilmiştir. Bizler, 1919 Divan-ı Harp Mahkemeleri, Meclis-i Mebusan soruşturmalarına, soykırım suçlularının Osmanlı mahkemelerinde yargılanmalarına rağmen suç ve suçlularla aramıza mesafe koymuyoruz. Tersine, suçluları kahraman mertebesine yükselttik. İşte bu anlamda bugünkü toplantımızın özelliklerinden biri de panele katılan arkadaşlarımızın 1915’te işlenmiş suçla aralarına mesafe koyanlardan oluşmasıdır. Ancak bu mesafe

9


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

koyuş, geneli ya da çoğunluğu temsil etmiyor. Türkiye’de soykırım ve devlet kaynaklı suçlar karşısındaki tutum, bildiğiniz gibi daha farklıdır. Türkler kendilerini sadece mağdur pozisyonunda görüyorlar. Bu Almanya’da da böyle, Türkiye’de de böyledir. Hannah Arent der ki, „Herkes suçluysa ortada suç yoktur“… Eğer 1915’te Türkler de öldürülmüşse, Türkler de mağdur durumdaysalar, suçlu kim o zaman? Türk toplumunda var olan ruh hallerinden bu sadece bir tanesi, en yumuşak olanıdır. Türkiye’ye hakim olan Türk tutumu ise „Konuşmayın, bir daha yaparız!“… Anımsama faaliyetine baktığınızda da Doğu’da soykırıma karşı kurulan anıt kırk iki metre yüksekliğinde bir kılıçtır. Yani yeryüzünün soykırım karşıtı silahla ifade edilen tek anıtı Türkiye’dedir. Hiçbir yerde soykırım anıtı bir silahla ifade edilmez. Ayrıca kurulduğu yer de önemli. Anıt 24 Nisan 1915’te iki yüz otuz yedi aydının katledildiği İstanbul’da kurulmuyor, tersine sınıra, Ermenistan’a yakın bir yerde kuruluyor. Bu aslında karşı tarafa, komşuya tehdittir. Bu durum Türk toplumunun içinde bulunduğu ruh halini ifade etmesi açısından önemli bir noktadır. Doksan yıl içinde işlenmiş Ermeni-Suryani Soykırımı Baskın Oran’ın deyimiyle „Modern toplumun en büyük suçudur“. Ama tek suçu da değildir, sonrasında da suçlar işlenmiştir. Özetlemeye kalkarsak çok uzun bir liste vermemiz gerekir. Devlet kaynaklı suçlar arasında sadece azınlıklara yönelme yoktur. Söz gelimi, bu devlet 1960’ta kendi başbakanı olan Adnan Menderes ve iki bakanını hukuk dışı yollarla asmıştır. Daha sonra Adnan Menderes’in adı İzmir Havalanı’na verilir, ama hukuki olarak Adnan Menderes vatan hainidir. Yani hatırlama kültüründe bir çarpıklık vardır ve sonuçta devlet kaynaklı şiddetten Türkiye’de nasibini almamış kesim kalmamıştır. Bu 1915’in, sonraki dönemlerde iz düşümü olarak algılanabilir. Bu toplantıda herkes için konuşma fırsatı vardır, ama doksan yıl önce hayatlarını yitirmiş insanların torunlarına saygısızlığa, zorbalığa, tehdide, göz korkutmaya yer yoktur. Eğer böyle bir niyetle toplantıya katılmış olanlar varsa, toplantımızın çerçevesini yeniden ilan ediyorum; bu toplantı soykırım oldu mu, olmadı mı tartışması değildir. Zira bu, Köln’de eskimiş bir tartışmadır. 1999 yılından beri burada bu tür tartışmalar sıklıkla yapıldı. Şu anki toplantımızın amacı başkadır. Burda soykırım ve sorumluluk üzerine konuşacağız. Burada

10

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

sermayeyi temsil ediyor. Egemen sınıflar işlerine geldiğinde bazan soykırım kararlarının kabul edilmesi, bazen bir ulusun, bir azınlığın belli sosyal, kültürel haklarının verilmesi konusunda çok katı olmayabiliyor. Günün birinde Sabancı Kürdistan konusunda bir laf ediyor ve anında susturulabiliyor. Sorularım: 1Türkiye’de ordunun bu yapısından dolayı soykırım suçunun tanınamamasına etkisi nedir? 2AB süreci içerisinde uzun yıllar biz solcular önemli kitlesel güçlere de ulaştık. Bu kitlesel güce ulaşmış olmamıza rağmen Kemalizm diye ifade edebileceğimiz bir sürü inkarcılığı içerisinde barındıran ideolojiyi çok fazla geriletemedik, ama son iki üç yıla bakıyorum, son iki üç yılda AB süreci içerisinde Kemalizmin birçok sağlam dayanakları çatladı. Bu konuya siz nasıl bakıyorsunuz? Önümüzdeki süreç nasıl gelişebilir? Bahsettiğiniz orijinalite zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı Devleti’nin bir orijinalitesi. Yani altyapı üstyapıyı belirlememiş, tersine üstyapı altyapıyı belirlemiş. Ve bu sadece birkaç yüzyılın olayı değil, belki de Türklerin Anadolu’ya geldiklerini söyledikleri, fetihlerle bazı toprakları işgal edip yerleşik ülkeyi kurmaya başladıkları 10. yy’dan itibaren var olan bir olgu. Burda bir ülke bir iktidar ordaki hakan toplum üzerinde yükselmiyor, tersine orayı fethetmiş, orayı ele geçirmiş olan bir zümrenin silah zoruyla, erkle, baskıyla oluşturduğu yukarıdan aşağıya doğru bir düzenle belirleniyor. Bu bütün Osmanlı sürecinde de böyle olmuş. Bizans’ı ele geçirdikten sonraki Osmanlı düzeninde toplumu yöneten, yukardan aşağıya doğru belirleyen hep ordu gücüdür, militarist bürokrasidir. Ondan sonraki süreçlerde de bütün krizlerde, bütün kriz anlarının çözülmesi Tanzimat’ı ve İttihat Terakki dönemi ve Kemalizmde hep böyle yukardan, üst yapıdan, onu ele geçirmiş olan elitist seçkinleri ki, bunlar daha çok asker kökenlidir, onların belirlediği bir toplumsal düzendir. Dolayısıyla modern sınıflar yaratma misyonu da orduya aittir. Yani sınıf, orduyu yaratmamış, ordu sınıfları yaratmaya çalışmıştır. Yani Türk ulusunun

Recep Maraşlı

39


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

2- Türkler Rum ve Ermenileşmiştir. Çünkü Bizans daha yüksek bir kültürdü ve Bizans kültürünün özü Rum ve Ermenilere dayanıyordu. Fatihler, fethettikleri tarafından fethedilirler. 3- Türklüğü yaratan o Osmanlı bürokratik devlet kastının kendisi bizzat Bizanslıydı. Kapıkullarından oluşuyordu. Osmanlıydı, ama Bizanslıydı. Tıpkı Allah’ın kendi gül cemalinde Adem’i yaratması gibi, şu Türk ulusunu da kendi gül cemalinde yarattı ve orada da yine orada da üçüncü defa Rum ve Ermeni’dir. Bu öyle bir ruh hali ki, dünyanın hiçbir ulusunda böyle bir şey yok. Etnik, kültürel ve sonradan yaratılmış Türk dediğiniz şey aslında Rum ve Ermeni’dir. Ama bunu Türklüğünü unutmaya borçludur. Ortada korkunç bir şey var. Türkiye’nin bütün bu gericiliğinin kaynağında bu var. Bu nedenle başka bir noktaya vurgu yapmaya çalışıyorum. Bugüne kadar izlenen strateji yanlıştır diyorum. Niçin yanlıştır? Sorun o. Türk Devleti’nin özür dilemesi deyip de sorunu koyduğunuz zaman bir tuzağa düşüyorsunuz. Halbuki Türk Devleti’nin var olduğu toplumsal ilişkileri değiştirmek olarak kozduğunuz an, o kişileri iktidardan uzaklaştırmak olarak koyduğunuz zaman zaten bunun yan ürünü olarak Türkler de ruh hastalığından kurtulur, bütün dünyadaki Ermeniler de gelir gider, hiçbir önemi yok onların. Ama bu biçimde koyduğunuz sürece sorunun nedenlerine inme şansınız yok. Bunu kısaca izah etmiş olayım.

Marxist devlet tanımına göre ordu, egemen sınıfların en önemli silahlı kurumlarından biridir diye tanımlanır ve en önemli güvencesidir. Bu tanımı yapan Marx, Engels ve Lenin gibi ustalar, bu tanımı yaparken sanki Türkiye’yi atlamışlar gibi geliyor. Türkiye’de işler tersine gibi. Daha çok ordunun burjuvaziyi denetlediği bir kurum var gibi Türkiye’de, bir sistem var gibi. Örneğin, belli siyasi konularda ordu son sözü söylüyor ve hükümetlerin nasıl hareket etmesi gerektiği konusunda tavır alıyor. Ordu, Türkiye’de Oyak denilen senede 6-8 milyar dolarlık hacmi olan çok önemli bir 38

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

biz sahnede olanlar en sert, en radikal, hatta hakarete kadar varacak olan eleştirilere podyum olarak hazır olabiliriz, ama bize verilmiş bir olanaktan hareketle bir daha uyarmak durumundayım; adab-ı muaşeret içinde kalmamızda yarar olduğunu düşünüyorum. Sonuçta biz Kürtler ve Türkler burda misafiriz ve misafirin de ev sahibine karşı haddini bilmesinde yarar vardır. Zamanımız çok değil, iki saatimiz var. Adım Doğan Akhanlı, roman yazarıyım. Kölner Appell’de hatıralar ve tarih üzerine bir proje yürütüyorum ve her ayın ilk pazar gününde burdan beş dakika uzaklıktaki Gestapo merkezinde Türkçe rehberlik yapıyorum. İlk sorumu Demir Küçükaydın’a yöneltmeden önce hemen belirtmek isterim ki, bugün aslında Demir Küçükaydın, Recep Maraşlı ve Ragıp Zarakolu’ndan başka Akın Birdal da davetli panelistlerden biriydi. Ancak kızının hastalanması üzerine toplantıya gelemedi. Akın Birdal’a yöneltmek istediğim soruları zorunlu olarak Ragıp Zarakolu’na yönelteceğim. Demir Küçükaydın 1948’de Balıkesir’in Savaştepe ilçesinde doğdu. Türkiye’de Marksist hareketin en önemli adlarından biridir. Doktor Hikmet Kıvılcımlı’dan sonra o çizginin, benim bildiğim en önemli temsilcisidir. 1974’te tutuklandı. Yüz yıl üzerinden otuz altı, daha sonra da on yedi yıla mahkum oldu. 1983 yılında tahliye oldu, 1984 yılında Türkiye’yi terketti, Fransa’ya iltica etti, daha sonra Almanya’da yaşamaya başladı. Teorik-politik faaliyetlerini sürdürdü. Özgür Politika’da, 2000’de ve Yeni Gündem gazetelerinde haftalık yazılar yazdı. Ben kendisini daha onyedisindeyken Toptaşı Cezaevi’nde tanıdım. O zamanlar da gece gündüz okuyan yazan biriydi. Demir Küçükaydın’dan aklımda kalan son resim; Niğde Cezaevi’ne sürüldüklerinde onlar parmaklıkların arka tarafında, biz bu tarafında -Enternesyonal’i söylemek zor olduğu için- Avusturya İşçi Marşı’nı söyleyerek uğurlamıştık. Otuz sene sonra ilk kez bu toplantıda karşılaşıyoruz ve Türkiye tarihinin en büyük suçu üzerine onunla aynı sahnede olmaktan onur duyduğumu da söylemek istiyorum. Buyurun, söz sizin!

11


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

kavramak ve ideolojik şeylerin dışına çıkarak, temelde insani bir tutumu sergileme ve insani bir tavır alabilme medeni cesaretini göstererek bu meseleye yaklaşmak, bu temelde sorunu çözmek için yeni kuşakları insan haklarına saygılı, soykırım kurbanlarının sonraki kuşaklarının yaşam hakkına saygılı bir şekilde eğilinmesi adımlarını şimdiden atmanın gerekliliği kanısındayım. Aksi takdirde varabileceğimiz, kendi tarihimizle yüzleşmemizin ve gelecekte daha insanca bir toplum, halkların birarada biribirilerinin haklarına saygı gösterdiği toplumun yaratılmasının başka türlü hiçbir şekilde mümkün olamayacağı kanaatindeyim. İşte sol, düşünceme göre bunu kavramıyor. Sanırım bir yanlış anlaşılma var. Ben bu konuda yıllardır yazarım. Hatta gelmeden önce bu konuda yazdığım bütün yazıları topladım, derledim, yolladım. Yani soykırımı tanımamak, faillerini mahkum etmemek söz konusu değil. Ben sadece bu konuşmamda onların bilindiğini varsayarak ve diğer konuşmacı arkadaşların zaten o konuda konuşacaklarını bildiğimden, işin başka yönüne vurgu yapmaya çalıştım. Size yazılarımdan birkaç başlık okuyayım; “Türklük denen şey hafızasını yitirmiş Rumluk ve Ermeniliktir”, “Türkiye’de İlk Sermaye Birikimi Ermeni Soykırımı ile Yapılmıştır”... Yazılarımdan küçük cümleler bunlar. Bugün Türkiye’deki bu Ermeni Soykırımı karşısındaki suskunluğun nedeni, herkesin ellerinde sadece kan değil, cebinde de Ermenilerin ele geçirilmiş mallarının olmasındandır. Bunlar benim yazmadığım şeyler değil arkadaşlar, bunlar birer realite. Bunları tartışmıyorum dahi. Ben bir daha böyle bir şeyi nasıl engelleyebiliriz, diye sorunun üzerinde kafa yoruyorum. Yani bugünkü Türkiye’nin toplumsal gerçekliğini kavramak istiyorsanız, bunu değiştirmek istiyorsanız, kavramak zorundasınız. Kavramaya da 1915’ten başlamak zorundasınız. Çünkü Türklük bu cinayetle doğdu, ondan önce yoktu. Türklük denen şey de uydurmadır, yoktur böyle bir şey. Arkadaşlar, bugün dünyada Türk denen şey, üç şekilde oluşmuştur:

Demir Küçükaydın

1- Anadolu’da yerli Rum ve Ermenileri müslümanlaşmıştır. Çünkü Osmanlı döneminde Müslümanlar daha az vergi veriyorlardı. 12

37


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

yerine, elimizde imkan olsa da geri dönmelerine teşvik etsek. Bence en önemli politik atılım bu olur. Çünkü yarım kalmış olan bir kültürel mirası tanımış olacağız. Bunun maddi yanı bir yana fakat manevi anlamda bizim tamamlanmamız önemli olacak. Biz yarım bir torunuz, yanımız şu anda torun olarak da aile olarak da insanlar olarak da eksiktir, eziktir. Mesela bu tanımayla birlikte bu yaraların giderilmeye çalışılmasına hizmet etmekle birlikte belki, hem toplum olarak hem de kişi olarak kişiliğimizi tamamlama, torun olarak da bütünlüğümüzü tamamlama imkanı bulacağız, o daha önemli.

Benim Sayın Demir Küçükaydın’a ufak bir eleştirim olacak. Şunu görüyorum ki, soykırım gerçeği ve soykırımın kabulü ideolojik, politik duvarlarla çevrili olduğu sürece, onun duvarına çarptığı sürece onunla sağlıklı bir hesaplaşmanın mümkün olamayacağı gerçeğini görüyorum. Burda sizin özür dileme meselesine salt şekilsel görmeniz ya da bunun bir şeyi değiştirmeyeceği meselesini, yani bunu devrim sonuna ertelemek, sağlıklı bir toplum yaratmak ve güçlü, emekçilere dayalı, sömürünün olmadığı bir -ya da en azından sınırlandığı- bir toplum yaratılarak ancak böyle şeylerin üstesinden geleceği meselesini belirtiyorsunuz ki, düşünceme göre burada çok bir önemli bir yanılgının olduğu kanaatindeyim. Soykırımı tanımak aslında salt böyle şekilsel bir mesele değil. Soykırımı tanımak, işlediği cinayetlerin hesabını, en azından onun muhasebesini yapmak yolunda adım atmak anlamına gelir, bu birincisi. İkincisi; soykırımı tanımak, soykırım kurbanının kalan sonraki kuşaklarına yaşam hakkı tanımaktır. İşte Türkiye’nin aslında altı çizilmesi gereken tutumu, soykırım kurbanının sonraki kuşaklarına yaşam hakkını tanımamakta ısrar etmesinde yatmaktadır. Bu çok tehlikeli bir durumdur. Bunu bir aydın olarak görmek, 36

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

Güçlü bir sosyal hareket bir şeyleri başarabilir Demir Küçükaydın

B

u panel soykırım kurbanlarına saygısızlık paneli değildir ve çerçevesi bellidir. Başka bir ifadeyle panelin konusu soykırım oldu mu, olmadı mı değildir. Panelin konusu soykırım ve izdüşümleridir, yani anlaşılmaz olanı anlamaya çaba göstereceğimiz bir platformdur.

Arkadaşlar, yüzyılın başında olan bu ve benzeri felaketler üzerine bütün tartışmaları ve konuşmaları incelediğimizde şöyle bir eksiklik görürüz: Bu olayın olup olmadığı, nasıl tanımlanacağı üzerine zengin bir literatür vardır, ama bu olay neden olmuştur? Bunun sosyalist açıklaması hemen hemen hiç yoktur. Bu yokluk bir sürü gizli varsayımı birarada bulundurur. Ben biraz tartışmayı başka bir noktaya çekme denemesinde bulunacağım. Çünkü bu olayın eksik görünen yanı bu kanımca. 13


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

Arkadaşlarım, bu soykırım ilk değil, son da değil, ama biz ulusçuluğun ortaya çıkışıyla birlikte olan bu soykırımı ele alalım. Çünkü ondan önce de St. Barthélemy katliamında Fransa’da, Kıta Avrupasında protestanlar katledildi, soykırım yapıldı. Ama modern tarihle, ulusçulukla ortaya çıkanlara baktığımızda gerçekten de yüzyılın başındaki Ermeni Soykırımı tek soykırım değil. Örneğin, Almanya’daki Yahudilerin, İkinci Dünya Savaşında faşizm, Nazi döneminde başına gelenleri biliyoruz. Daha birkaç yıl önce Afrika’da olanları biliyoruz. Çok yakın zamanda Balkanlar’da eski Yugoslavya’da olanları biliyoruz. Ve çok daha az bilinen bir şeyi de ben hatırlatayım; mesela savaş sonrasında bugünkü Almanya’nın hudutlarının dışında bulunan Almanların oralardan sürülmeleri sırasında ölenlerin -bir iki milyon kadar Alman ölmüş bildiğim kadarıyla- bugün kimse adını anmıyor. Yani en az Ermeniler kadar da Alman öldürülmüş durumda, açlıktan ve sefaletten... Hem de en mükemmel olanakların olduğu koşullarda... Bu bize şunu göstermektedir; ne Almanlar, ne müttefikler ne hiç kimse bu konuyu anmıyor. Ermeni soykırımının da anılmaması bu nedenle. Tarih tarihle ilgili değildir arkadaşlar! Tarih doğrudan doğruya bugünle var ve bugünün var olan toplumsal güçleriyle ilgilidir. Argümanlarla kimsenin dünyada ikna edildiği görülmemiştir. Şu an dünya dengeleri eğer uygun olsa, muhtemelen gündemin baş sırasına savaş sonrasındaki Almanların sürülmesi esnasındaki ölümler de gelebilir. Bugün Almanya’nın İsrail’den özür dilemesi, boyun eğmesi, günah çıkarması aslında Almanya’nın bunları tanımalarıyla ilgili değil, bütünüyle Almanya’nın politik çıkarlarıyla, Orta Doğu’da İsrail’in prosedürünün dünya dengeleriyle ilgilidir. Bu bize şunu gösterir: Tersinden gitmek gerekir diyoruz. Şimdiye kadar hep şöyle gidiliyor: Biz argümanlar getirelim, onlar tanısın!.. Bizler o güçlere karşı ciddi mücadele edebildigimizde onun yan ürünleri olarak zaten bu olayın nedenleri ve kendisi, insanların bilincine çıkacaktır. Emin olun, Ermenistan’da iyi petrol olsaydı, muhtemelen bu iş çoktan dünyanın gündemine girmişti ya da Ermenistan büyükçe bir ülke olsaydı ve Türkiye oradaki pazara girebilseydi, Türk burjuvazisi “Ermenistan’la ticaret yaparız. Ne olacak gideriz, diz çökeriz, boyun eğeriz” derdi. Bu nedenle olaya

14

5 Mart 2005 günü „Doksan Yıl Sonra Ermeni Soykırımı ve Toplumsal Sorumluluk“ adı altında Köln Dom Forum’da Almanya Ermenileri Merkez Konseyi ve Almanya Ermenileri Kilise Merkezi’nin 24 NİSAN Girişim Grubu tarafından organize edilen yazar Doğan Akhanlı’nın sunduğu panele Demir Küçükaydın, Recep Maraşlı ve Ragıp Zarakolu katıldı.

35


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

şu açıdan yaklaşalım diyorum; Ermeni Soykırımı’nı mahkum etmek, suçlamak, özür dilemek ne bu olayı anlamamızı sağlar, ne de onun benzerlerinin bu dünyada yinelenmesini... Şu ana kadar bütün diskusyon, diskurs bunun özür dilenmesi, kabul edilmesi, edilmemesi bağlamında yürüyor. Bunda bir yanlışlık var. Soykırımın olduğunu tartışmak bile istemiyorum. Çünkü argümanlarla öyle bir olay olup olmadığını Türkiye Devleti’ne kabul ettiremezsiniz. Ancak, Türkiye’de güçlü bir demokatik muhalefet oluşur, o zaman devlet hepsini kabul eder. Nesnel, çıkarlara dayanan güçlü bir sosyal hareket bir şeyleri başarabilir. Almanya’nın ya da Türkiye’nin veya herhangi birisinin katliamı kabul etmesini mi istiyorsunuz, o bağlamda inkar eden güce karşı başka bir sosyal gücü harekete geçirmeniz gerekir, onu örgütlemeniz gerekir, ona bu programı dayatmanız gerekir. Eksik olan bu.

Doğan Akhanlı:

Burada merak ettiğim bir nokta var; geçmişteki soykırım ve katliamlara

ilgisiz kalmak sadece devlet politikasında yatmakta değil. Temel olarak bakıldığında Sol’da da aynı sorun var. Çin’den Arnavutluk’a kadar ihtilal yapmış bütün ülkelerde tarihi çok iyi bilenler, teşkilatlar, organizasyonlar, hem Türkiye tarihi konusunda analizden yoksunlar -ya da yazılar pek yok- hem de soykırım konusunda politik bir tutum yok. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Demir Küçükaydın, Doğan Akhanlı, Ragıp Zarakolu ve Recep Maraşlı. (soldan sağa) Politik tutum olmaması her zaman bir politik tutumdur. “Politik tutum yok” diye bir şey olmaz. Var. Sorun şöyle: Bu soruna gelindiğinde Sol kendisiyle hesaplaşmak zorundadır. Bu katliamın temelinde ulusçuluk denen olay vardır, ama ulusçuluğun gerici bir biçimi vardır. Ulusçuluk denen 1848’den sonra dünyaya yayılan dile, dine, etniye göre tanımlanmış gerici ulusçuluk dediğimiz biçim bu siyasi, bu modern toplumun varoluş biçimi olmasaydı, Ermeni katliamı olmazdı. Tutsilerin, Hutuların katliamı olmazdı, Yugoslavya’daki olmazdı ve yakın zamanda Orta Doğu’da göreceklerimiz de olmayacaktır. Sol bütün dünyada gerici, milliyetçidir. Buna özlem olarak karşı durmasına 34

15


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

rağmen, sosyalizm maalesef doğarken -aydınlanmanın kalıntıları nedeniylemilliyetçiliğin ne olduğunu anlamamış, işin kötüsü, Ekim Devrimi’nden sonra en gerici, milliyetçi hale gelmiştir. Düşünün arkadaşlar, dünyanın her tarafında dine, dile, etniye dayanan uluslar, sosyalistler tarafından kurulmuştur. Özbekistan, Bulgaristan, Kırgızistan vs. bunları kuranlar burjuvalar değil, sosyalistlerdir. Bir ulusu Burgarlıkla, Özbeklikle bilmem neyle tanımlamaya başladığınız andan itibaren, ondan olmayanlar, sizin gözünüzle katlanılması gereken, tolere edilmesi gereken sivilceler olarak görülmeye başlanacaktır. Soruna böyle yaklaşmanız lazım. Eğer bugün öz eleştiri yapması gereken varsa, biz sosyalistleriz derim. Biz, daha doğarken ulusçuluk karşısında yeterince bir bağışıklık oluşturabilseydik, insanlık bugün olduğu yerde olmazdı. İnsanlarda modern toplumun bu varoluş biçimine karşı çok güçlü bir direniş, bir bilinç, bir karşı hareket olurdu. Biz bunu yaratamadık. Bu nedenle eğer bir suçlu aranıyorsa, biziz bunun suçlusu.

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

İZLEYİCİ SORULARI

Türkiye Devleti soykırımı kabul ederse, Türkiye’de ne tür değişiklikler yaratacaktır, ortaya nasıl bir tablo çıkacak, resim ne kadar değişecektir?

Recep Maraşlı

Tartışmaları yaparken karşılaştığımız en ilginç etkilerden biri şudur: Tamam soykırımı kabul ettik, ama bunun siyasi sonuçları ne olacaktır? Göç ettirilmiş olan binlerce Ermeni geri mi gelecek? Onlar geri geldikleri zaman bu topraklarda örneğin, İsrail gibi yeni bir devlet mi kuracaklar? Bu tür sorular topluma bir korku olarak pompalanmış. Ve zaten Lozan görüşmeleri sırasında yerel eşrafı yanına çekmek için de “Ermeniler geri dönecekler, burda Ermenistan kurulacak ve ellerinizdeki mallar –yani üzerine oturduğunuz şeyler- geri alınacak. Dolayısıyla bu bir tehdittir“ ve “aman Türkiye Cumhuriyeti ile birleşelim”. Bunun korkuları günümüze de yansıtılıyor. Ben aslında göçürtülmüş Ermenilerin geri gelmesini veya o kesintiye uğratılmış kültürün bir yerden sonra kendisini onarması anlamında bu tartışmaların büyük bir yararı olacağını ya da sonucunun böyle olması halinde ülkemizde büyük bir rönesans yaşanacağı düşünüyorum. Sürgüne gönderilmiş olan bir biçimde ülkelerinden koparılmış o insanların topraklarına geri dönmesi –ölenleri geri getirmek mümkün değil ama- belki kültürel bir yeni canlanmayı beraberinde getirecektir. Geriye döneceklerin geriye dönüp bir devlet kurmalarından korkmak veya onlar dönünce aramızdaki ilişkiler ne olacağından korkmak

16

33


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

Türkiye dış politikasının think thank’lerinden biri. Yabancı dil bilen hatta Fransızca Turgut Özal imzasıyla bir kitap yazabilecek kadar vakıf bir insan. Bazan insan bu aydın geçinenlerin soğukluğunu gördüğü vakit ister istemez Nazileri hatırlıyor. Yani bizim ülkücülere, MHP’lilere baktığınız vakit onlar birazcık Musolini’nin şeyi gibi.. Ama öteki kesim sözde daha kültürlü olan kesimdeki soğukluk, ister istemez eski İttihatçi geleneğinin bunlarda yeniden hortladığını eski İttihatçılığın yeniden geriye döndüğünü gibi bir duygu da yaratıyor. Ama bunlarla da hesaplaşılmak zorunda. Türkiye kendi kendisiyle bir yüzleşme sürecinden geçmek zorunda. Belki daha kolay olacak, onu öyle isteriz, belki daha acılar yaşanacak, ama bence bu da bir eski dünyanın son çırpınışları diye düşünüyorum. Teşekkür ederim.

32

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

Biliyor musunuz, bir Kürt kiliminin nakışlarında doğmuşum ben Simsiyah bir zeminde altın sarısı yaprak yeşilleri arasında Beyaz yıldızlarla örülmüş beşiğim Duyamıyorum ninnisini anamın Sesi sanki çok uzaklarda bir lajveda gizli Bir bilge öğretti bana sesimizi çalmışlar bizim Kürtçe düşünüyor, Türkçe konuşuyordu anam Kürtlere sevdalı olduğumu herkes bilir Aleme ayan onu geçiyorum Peki ya Ermeniler? Neden seviyorum böyle deliler gibi? Yarısı yırtık yüreğimin Belki onu arıyorum Yirmi yıl hep kötü sözler işittim hakkınızda Ben de küfürler ettim, laf aramızda Tek bir Ermeni bile tanımadan otuz yıl Kırk yıldır bir Ermeni melodisi arar kulağım Duysam, vallahi tanıyacağım hemen Kızmazlarsa Filistinli Arap kardeşlerim -hepsi de canımın bir parçasıYahudiliğimden sözedeceğim biraz da Ben İsrailoğullarındanım Yakılmışım Roma’nın ateşiyle Savrulmuşum rüzgarıyla dört bir yana Ellerim ellerimizi bulamazdı bin yıldır Öyle uzaktı birbirine Bir kulağım duymazdı öbürünü Öbürü uçurumlardaydı

17


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

R

ecep Maraşlı böyle bir yürek işte. Bu okuduğum şiir onun şiiriydi. 1956 yılında Erzurum’da doğdu. 1975 yılında Komal Yayınevi’nin kuruluş çalışmalarında ve çeşitli kademelerinde

görev aldı. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Estetik ve Sanat Tarihi Fakültesi’ne kaydoldu. Fakat aynı yıl Komal Yayınevi’nin çıkardığı kitaplar ve Rızgari dergisinin dağıtımı nedeniyle iki kez tutuklanarak toplam dokuz ay cezaevinde kaldı. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra 1982 Ocak ayında tutuklandı. İstanbul ve Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerinde Rızgari örgüt üyesi olmak ve Komal-Rızgari yayınlarından ötürü yargılandı. Hem bu davalar hem de savunmalardan ötürü toplam otuz dokuz yıl cezaya çarptırıldı. İstanbul’da Alemdağ ve Metris Askeri Cezaevlerinde ve bir süre sonra da ünlü Diyarbakır 5 No’lu zındanında aralıksız dokuz yıl yedi ay kaldı, 1991’de tahliye edildi. Diyarbakır’da 1984’te kırk dokuz günlük ölüm orucu sonucu arkadaşları Orhan Keskin ve Cemal Arat’ın vefatından dolayı beyincik felci geçirdi. Tabutluk olarak adlandırılan Eskişehir Özel Tip Cezaevi’ne sevkedildi. 1990 yılında Eskişehir-Aydın arasındaki “ölüme sevk” yolculuğuna çıkanlardan bir de Recep Maraşlı’ydı. Maraşlı, 1986-90 yılları arasında Uluslararası Af Örgütü tarafından iki kez “Yılın Mahkumu”, İngiltere, Kanada, Norveç, Japonya, ABD, Belçika, İsveç, Yunanistan Pen Klüpleri ve Hapisteki Yazarlar Komitesi tarafından onur üyesi seçildi. 1991’den sonra Komal Yayınevi’nin yeniden faaliyete geçirilmesi çalışmalarına katıldı. İHD’nin düzenlediği çeşitli panel, Kanal 6 televizyonu tartışma programındaki konuşmasından ötürü DGM’de yeniden yargılandı, 1994 yılında tekrar tutuklandı, 17 ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye oldu. Bu sırada genel yayın yönetmeni olduğu Siterka-Rızgari başta olmak üzere Jiyana Nu, Newruz, Atılım, Yeni Politika, Özgür Ülke gibi yayın organlarında makaleleri yayınlandı. Makaleleri toplu olarak “Yasaklı Yazılar” adlı kitapta yer almaktadır. Maraşlı 1998 yılında Amerikan Pen Klübü tarafından Özgürlük Ödülü ve aynı yıl Ayşe Nur Zarakolu ile birlikte Yeni Delhi’de Özgür Yayıncılık Ödülü, 1999 yılında New York Human Writer Watch Komitesi tarafından Hellman/Hammett ödüllerini aldı. 1999 yılın18

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

olsun. Bu coğrafyada da mümkün değildi. En son Kürtlerle birlikte olundu, ama bu bir suç ortaklığı üzerinde bir birliktelik oldu. Çünkü yeni bir, modern bir devlet oluşurken geçmişle hesaplaşılmadığı için tek korku; cezalandırılma korkusuydu. İkincisi; bir de el konulanların, gaspedilenlerin tekrar alınması korkusu... Ve o suç ortaklığı temelinde belki de daha çok uzun zaman birlikte yaşamaya devam edilecek. Yani bu suç ortaklığının ne Türklere, ne Kürtlere faydası olmadı ne yazık ki. Sonuçta her iki taraf bakımından felaket bir sonuç ortaya çıktı. Bu tarihsel şeyi belki fazla uzatmaya gerek yok. Biz istedik ki, Türkiye’deki rejimi, sistemi sorgularken onun köklerine de gidebilmeli. Nasıl oluştu bu baskıcı sistem? Nasıl sürekli kurban yaratır hale geldi ve kurbanlar niye birbiriyle bir türlü empati kuramadı? Belki de sistemin temel özelliklerinden biri de herkesin kendi acısına ağlamasıydı, öteki acıya yabancılaştı. Ve başkasının acısı gündeme geldiği vakit bunu, kendine yönelik bir tehdit olarak algıladı. Bu da tabii aslında çok da güçlü olmayan bir erki güçlü kıldı. Tabularla uğraşıldığı oranda bir empati yaratmak belki daha mümkün olacak. Biz bunu kendi “Düşünce Özgürlüğü Kampanyaları”mızda da yaşıyoruz. Eskiden bu işlere sadece Sol kesim destek verirdi, biraz liberaller gelirdi. Süreç içinde dayak yiye yiye İslami kesim de düşünce özgürlüğü kampanyalarına katılmaya başladı. Belki böyle yapa yapa ilerleyebileceğiz. Ama bu yeterli mi? Değil, çünkü karşı cephe de şu anda panik halinde. Avrupa Birliği sürecinin getirdiği bir panik var, çünkü öncelikler gidecek, ayrıcalıklar gidecek, kendini egemen sanma duygusu gidecek. En önemlisi tabii, sistemi meşrulaştıran resmi ideoloji çatırdıyor. Yani devleti kutsayan, yurttaşı sıfırlayan, hiç yerine koyan, bir paradigma da geçerliliğini yitirme sürecine girdi. Bu ise onları bir anlamda panik içine getiriyor. Daha da agresif, saldırgan hale sokuyor. Eğer izliyorsanız internette ve daha başka yerlerde faşist ve ırkçı yayınlarda korkunç diller kullanıyor. Eski tehditler tekrar sergileniyor; “eğer ders almazsanız, aynısı olabilir” deniyor. Üstelik bu tehditleri örtülü bir şekilde Radikal gazetesinde yazan bir köşe yazarının satırlarında bile bulabiliyoruz. Yani şöyle bir yazı çıktı “yüzleşirsek tarihinizle, pişman olursunuz”... Ve bunu söyleyen de baktığınız vakit medeni bir insan.

31


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

Portekizli arkadaşlarım vardı. 68’li yıllarda, Salazar’ı felaket bir şey olarak anlatıyorlar. Yunan arkadaşlarım vardı -son Avrupa’ya çıkma şansı olan yıllardı onlar-. Yunanlılar Albaylar Cuntası’nı anlatıyorlardı, felaket! Ondan bir iki yıl sonra Türkiye aynı sürece girdi ve Türkiye daha sonra bu yolda ısrar etti. Portekiz, Yunanistan, İspanya bu yolları terketti, Avrupa Birliği üyesi oldular, daha demokratik toplum olmayı başardılar. Türkiye’de her şey tersine gitti. Bu da belki bir bedel işte, geçmişte tarihiyle hesaplaşmamanın bedeli. Niye bu ülke sürekli darbelere kurban oluyor, sürekli işkence gündemden inmiyor? Çünkü kendisiyle hesaplaşmadı, yüzleşmedi. O bakımdan 1915 bir milad. Orayla hesaplaşmadan ne bir arınma sağlamak, ne temizlenmek mümkün, ne de güvenlik mümkün. Hiçbir yurttaş bu kadar vahşileşmiş bir erkle güvenlik altında olamaz. Yani Hobbs bir zamanlar devleti bir leviatan, bir canavar olarak tanımlamıştı devlet kuramında. Öyle bir canavar yaratmışız, dizginsiz! Öyle bir leviatan ki bu, herkes onun kulu ve devlet yurttaşa hizmetle yükümlü değil, yurttaşlar onun kölesi ve belirlediği çizgiler içinde hareket etmek zorunda ve kimlikleri de ona göre belirlemek gerek. O ne dediyse o kimlikte olunacak, yani tek dil olacak, tek din olacak, tek ulus olacak. O da yetmiyor, tek mektep olacak. Tek, tek, tek, tek devam edecek. Ne oldu? Son derece bir yoksullaşma. Türkiye geçmişine baktığınız vakit doğal zenginlikleri ile ne diye bir İspanya, bir İtalya ayarında olmasındı? Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na da girmedi, ama bütün bunlar bedel. Çünkü kendi üretici güçlerini kendi yok etti. Neydi o ülkenin üretici güçleri, kentlerdeki sanatçılar, sanayinin ilk başlangıçları, tarımdaki ilk pazara yönelik şeyler hep başkalarının ürünüydü. O üretim çizgisi devam etseydi, bölüşmeyi bilebilseydi, erki, zenginliği, insanlığı, hepsi birden yararlanacaktı. Eğer ‘15 olmasaydı, belki şu anda var olan Anadolu’daki Ermeni nüfusu en aşağı 5-6 milyonluk bir nüfusa sahip olacaktı. Rum nüfusunu da buna ekleyebilirsiniz. Onların birikimleriyle, tecrübeleriyle nasıl refah bir toplum olacaktı, çok dilli bir toplum olacaktı, kantonal bir toplum olacaktı.

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

dan beri Almanya’da politik mülteci olarak yaşamaktadır. Aslında aynı yaşam öyküsünün Türkçe versiyonunu Demir Küçükaydın için de söyleyebilirim. Uzun uzun yaşam öyküsünü okumadım, ama biraz da bu podyumda olanlar ilgimi çekti. Aramızda hapishaneye girmeyen kimse yok. Belki bununla, kendi kişisel durumumuzla, belki devlet şiddetiyle yüzyüze kalmış olmamızdan gelen, sadece bilinçle de değil, belki duygu olarak da soykırım ve katliamlar konusunda enteresan bir ilişki olabilir diye düşündüm. Yazarın en son yayına hazırladığı kitap “Ermeni Ulusal Hareketi ve

1915 Soykırımı”... Sorum şu: Kürdistan’ı da dışlamayarak bir yazınızda “Bizim coğrafyamızda toplum-

sal şizofreninin arkasında büyük ölçüde soykırım olguları yatmaktadır. Diğeri de sömürgeleşme olgusunun yaralarıdır. Burada ikili bir olgu ile karşı karşıyayız; soykırım ve sömürgecilik. Bu iki kavram bazında Kürtler hem fail, hem de kurban durumundadırlar” diyorsunuz. Bize olayların gelişimini özetleyebilir misiniz? Özellikle Ermenilerin içdüşman ilan edilmeleri süreci, iyi komşu, sadık millet kavramlarının içeriği ve özellikle soykırımda kurtarılan çocuk ve genç kızların durumu ve suistimal...

Bunlar tartışılmadı mı? Bir yerde bunların hepsi tartışıldı. 1908 Devrimi olduktan sonra daha insani bir ülke kurulsun diye herkes el ele tutundu. Herkes dağdan indi, herkesin insanı dağdaydı zaten. Ve ortak bir şey varsa, varız dediler, ama arkasından bir felaket geldi. Çünkü istendi ki, hepsi benim 30

19


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

„Kültürel Soykırım“ Recep Maraşlı

eserler çıkmaya başladı. Hatta artık Türkiye’de öyle bir hale geldi ki, işi cıvıtmaya vardıran şeyler de çıkabiliyor. Yani birazcık ilgi duyulduğunu gören ve riskli olmadığı için bu olayı sulandırma anlamında ürünlerle de ortaya çıkan insanlar, örnekler de olmuyor değil. Ama bu da olağanlaşması, normalleşmesi bakımından olumlu bence. Ararat Dağı’na gittim iki yıl kadar önce. Orda çocuklar vardı, zirveye çıkmak tabii çok zor, ama eteklerde dolaştık. Kertenkele vardı. Çocuklar kertenkeleyi Ermeni diye adlandırıyordu. Demek, ya yaşanan acılardan dolayı ya da o kadar yabancılaşılmış ki, ona göre acaip olan bir şey Ermeni. Bir defa bu şeyin aşılması gerekiyor Türkiye toplumunda.

Ö

ncelikle bu paneli düzenleyen kurumlara, kuruluşlara bize böyle bir olanağı verdikleri için teşekkür ediyorum. Bu yıl soykırımın doksanıncı yıl dönümündeyiz. Aradan doksan yıl geçmesine rağmen soykırımın anıları, etkileri halen çok canlı, taze ve yenidir. Çünkü soykırımı yaşayan mağdur toplumlarda faillerle ve ona seyirci olmuş olan başka toplumlar, kendileriyle bu konuda ciddi bir yüzleşme, ciddi bir hesaplaşma yapmadılar. Onun etkileri üzerinde, kendi üzerinde, toplumlar üzerindeki tahliller ve etkileri üzerinde yeterince açıklıkla durmadılar ve bunların izlerini görmezlikten geldiler. Başka açıklamalar üzerine gittiler. Bu yüzden doksan yıl sonra halen çok canlı bir biçimde bu olguyu konuşuyorsak, onun izlerinin çok canlı bir biçimde yaşıyor olmasındandır. Bu arada elimizi dokunabileceğimiz kadar yakında olan bu geçmişin tanıkları da birer birer aramızdan ayrılmaktadır. Bu vesile ile

20

Polis çok haşince dövüyordu grevci işçileri. İşçiler protesto ettiler “Bizi niye dövüyorsunuz böyle, biz Ermeni miyiz?” diye. Yani Ermeni olunduğu vakit sanki öyle bir şey normal de işçilere yapılması normal değil. İşte Türkiye toplumunun ödediği bedeldir bu 1915’ten kalan... O bedeli ödüyor. Ama farkında değil. Bilincine varsa belki 1915 konusunda daha farklı düşünmeye başlayacak. Çünkü Türkiye’deki baskı mekanizmasının ve yok etmeci devletin –ektreminist devlet diyorum ben buna - yani bir grubu düşman olarak belirlediği anda sıfırlayana kadar, hem neden, hem biyolojik olarak yaşam anlamında yok etme, ama başka gruplarda da sosyolojik olarak yok etme, tinsel olarak yok etme, silme, toplumsal hayatın dışında tutma gibi uygulamaları en uç noktalara kadar vardırıyor. Dolayısıyla 1915’ten bu yana Türkiye toplumunda aşağı yukarı kurban olmamış kesim kalmamış gibi oldu. Buna askerlerin kendileri de dahil, onlardan da asılanlar oldu. Başbakanlar dahil, onlar da asıldı. Ondan sonra müslümanlar da dahil. Bir erkin ne demek olduğuyla onlar da tanıştılar. Belki bundan sonra biraz daha şans var. Belki AB sürecini başlatan olaylardan biri de bu. Türkiye toplumunda dayak yememiş kesim kalmamış gibi. Belki öteki dayak yiyenlere karşı, onların yerine kendilerini koyarak biraz daha empati duygusu içine girebilirler. Biz tabii 60’lı yıllardan beri baskıcı bir devletle uğraşıyoruz. ‘68 Öğrenci İsyanı içinde yer aldık. Demokratik bir toplum yaratma kavgası... Bugünkü demokrasi o zamanı aratıyor, ama biz ondan da memnun değildik. Biraz nankörlük etmişiz. Beterin beteri geldi ve gittikçe daha kötüye gitti. O günlerde 29


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

Canavar yaratmışız, dizginsiz ! Ragıp Zarakolu

H

epinizi içtenlikle selamlarım. Genellikle bağımsız bir yayınevi olarak sessizlerin sesi olmaya çalıştık. Bir başka geleneğimiz de tabularla uğraşmak. O uğurda uğraşmaya devam ediyoruz. Zaman zaman sıkıntılar çekiyoruz. Zaman zaman başarılı olduğumuz da oluyor. Türkiye toplumunu dönüştürmek için ne gibi bir bedel ödenecekse onu da ödemek gerekiyor. Bununla da görevimizi yaptığımızı düşünüyoruz. Yani normal bir iş yaptığımıza inanıyoruz. Ama maalesef normal işler Türkiye’de olağanüstü kabul ediliyor. Süreç içinde de normalleştiğini görüyoruz. Eskiden yani bir Ermeni edebiyatının yayınlanması mümkün olmayan bir olay gibiydi. Şimdi gayet güzel yayınevi var, Aras Yayınları... Ermeni edebiyatı ve Ermeni yapıtları yayınlanıyor. Yavaş yavaş diğer yayınevlerinden de tek tük olsa da

28

geçtiğimiz ocak ayı içerisinde 1915 Soykırımı’nın mağdurlarının bütün ailesini soykırımda yitirmiş olan, ama kendisi de doksan yıl boyunca Kürtçe kıvamlar söyleyerek Kürtlerin acılarını, öfkelerini bize anlatmış olan Karapetê Xaco’yu saygıyla anmak isterim. Onun şahsında, soykırıma uğramış, mağduru olan bütün insanların anıları önünde saygı ile eğildiğimi ifade etmek istiyorum. Değerli Konuklar, soykırımın gerçeğinde bugün yaşayan bizi etkileyen, bizim kişiliğimizi, toplumların karakterlerini belirleyen çok önemli hatları olduğunu ve bunların tartışılmamasından kaynaklanan etkilerini yaşamakta olduğumuzu düşünmekteyim. Düşünün, öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki, bu coğrafyanın en az üçte bir toplumu fiziki olarak ortadan kaldırılmış. Fiziki olarak yok edilmeyenlerin bir kısmı da kimlik olarak, kişilik olarak başka kimlikler altında, başka ruhlar içinde kaybolmaya zorlanmış. Soykırımdan kurtulmuş olan kadınların, çocukların dramını buna bir örnek olarak verebiliriz. Ayrıca kültürler büyük bir kesintiye uğramış. Yani yüzyıllar boyunca, binyıllar boyunca bu coğrafyada şehirler kurmuş, medeniyetler kurmuş olan toplumlara verilmiş olan bu kutsal yaşam birdenbire kesintiye uğruyor ve yerine daha bağnaz, tutucu ve eskinin devamı olmayan başka biçimlerde yaşamak zorunda kalıyor. Bu da bir yangın yerini andırıyor adeta. Bizim coğrafyamızda böyle bir etki de var. Dolayısıyla hem eskiden yaşamış olduğu kültüre yabancı, hem etnik toplum olarak kendi taşımış olduğu bazı değerlere yabancı, kavruk bir toplumsal yapı ortaya çıkıyor. Bu durumu kavramakta, algılamakta, böyle ince ayrıntıları görmekte zorlanıldığı için de aslında bu bir nevi çift kişilikli bir toplum yaratıyor. Yani bizim kendi içimizde kendi kendimizi tarif ederken yaşadığımız ruh hali başka, fakat yaptığımız roller, büründüğümüz kimlikler başka bir tarz olmakta ve bu çift kişiliklilik, çift karakterlilik bizim toplumsal edimlerimizde, diğer bütün faaliyetlerimizde de kendisini gösterebilmektedir. Evet, soykırımın izleri ve bugüne yansımaları derken bu soykırımın bir buçuk milyonluk sayısı çok fazla önemli değil aslında, bir buçuk milyon, bir milyon veya daha az... Fakat yapmış olduğu tahribatları göstermesi açısından onun aynı anda ülkeleri de yok ettiğini iletmemiz gerekir. Soykırım, coğrafyadan bazı ülkeleri yok etti. Yani orda binyıllarca kalmış bazı ülkeler yok

21


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

oldu. Örneğin, Batı Ermenistan yok oldu, Klikya yok oldu, Asurların zaten ülkesinin adını anan yok. Cumhuriyet döneminde bu coğrafya istimlak edilirken Lazistan denilen ülke vardı, onun üzerine çizgi çekildi. Pontus diye bir ülke vardı, üzerine çizgi çekildi ve arkasından Kürdistan da yok edildi. Öyle bir süreç yaşandı. Dolayısıyla yalnızca insanları katletmiş olan, yok etmiş olan bir soykırım değil, ülkeleri de ortadan kaldırmış olan bir soykırımdan bahsediyorum; “Kültürel Soykırım”... Şu anda coğrafyamızda binlerce kilise kalıntısı var, binlerce manastır var. Yıkık. Yanından geçiyorsunuz diyorsunuz ki, burası taş yığını... Ama orası bir zamanlar cemaati olan, bir zamanlar içinde insanların ibadet ettikleri canlı bir kültür merkeziydi. Ya da bir toplumsal yaşamın kaybolduğu bir yerdi. Ama şimdi buralarda taş üstünde taş kalmamış. Bir kültürü yok etmişsiniz. Şehirler kendini yenileyemiyor, çünkü onu yapan ustaları, onu yapan sanatçıları yok etmişsiniz ve yeni gelenler de o kentleri yeniden imar bile edemiyorlar. Yani o kenti yaşatamıyorlar. Örneğin, bir zamanlar Doğu’nun yıldızı olarak parlayan Erzurum, Sivas, Elazığ, Trabzon, soykırımdan sonra gericiliğin, bağnazlığın, şehir bağnazlığının kaleleri haline geldi. Oralardaki kültürel yaşamın Ermenilerden, Asurilerden ve Hristiyan toplumlardan kalan kültürel yaşamın imha edilip ondan sonra yağmacı olarak üzerine oturmuş olan bezirgan sınıfların yarattıkları bir kavrukluğu, bir sıkıntılı hali görmek mümkün. Dolayısıyla tahribatları çok yönlü olarak görmek mümkün, hatta bizim kişiliğimizde de. Örneğin, bugün yine kendi coğrafyamızda gerek Kürdistan’da gerek Türkiye’de gerekse Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağılmış insanlara baktığımızda, bunların ailelerinde önemli ölçüde, özellikle kadın tarafından annelerinin, babannelerinin, anneannelerinin Ermeni olduğunu görüyoruz. Ama onların bir kimlikleri yoktur, onların aileleri yoktur, onlar başka kimlik içerisinde başka bir birey olarak yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Ve soykırımdan kurtulmuş olmanın bedelini ömür boyunca susmak ve bu suskunluğu yeni bir kimlik içerisinde, yeni kuşaklara taşımak diye bir zulüm de –yani bu, kadınların da yaşadığı bir zulüm aynı zamanda- yaşamak zorunda kalmışlardır. Düşünün, birçok aile, birçok insan böyle bir geleneğin, böyle bir yaklaşımın içerisinden gelmişlerdir. Fakat bunların hiçbiri, yani soykırımın türevleri saydığımız şeyler -oldu mu olmadı mı, böyle bir şey de saymıyorsunuz- korkunç etkilerini çok 22

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

önce söylediğim gibi dava açıldı. Bu dava Belge Yayınları’na karşı açılmış ilk dava değil. Ermenilerin de Türkiye’de konuşma hak ve özgürlüklerinin çok kısıtlı olduğu göz önüne alınırsa, yayıncı ve aydın olarak konuya olan ilginizin nedeni ne? Ve yayınlanan kitaplara olan ilgi ne? Ayrıca Akın Birdal burda olmadığı için ona yöneltmek istediğim soruyu da size yöneltmek istiyorum. Soykırımlarla insan hakları ihlalleri arasındaki ilişki nedir? Buna ister teorik, ister politik düzlemde cevap verebilirsiniz. Türkiye’de soykırımı tartışmanın yasal ya da fiili engelleri ne? Var mı böyle engeller?

27


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

sonra “Dünyada Neler Oluyor” yıllıklarını yayınlamaya başladı. 1982’de Alan Yayınları’nı kurdu. Dünya Sorunları, Türkiye Sorunları ve 11. Tez gibi kuramsal dergilerin editörlüğünü üstlendi. Çeşitli sosyal bilim ansiklopedilerinde yazarlık yaptı. 1986’da İnsan Hakları Derneği’nin kurucularından biri oldu. Ayrıca Tarih Vakfı’nın da kurucularındandır. 1991’den itibaren Kürt basını için yazdı. Düşünce özgürülüğü, Ermeni trajedisinin kabulu ve azınlık haklarına saygı gösterilmesi için çaba harcadı. Anti-Semitizm’e karşı tavır aldı. Bu bağlamda onlarca uluslararası insan hakları konferansına katıldı. Tükiye’nin çeşitli yerlerinde konferanslar, Özgür Üniversite ve benzeri bağımsız kurumlarda dersler verdi. 1999 yılında “MareNostrum” dizisinde Yunan edebiyatına geniş yer verişi nedeniyle Yunanistan’daki Abdi İpekçi Komitesi tarafından “Türk-Yunan Dostluk Ödülü”ne layık görüldü. 2003 yılında Hollanda Pen Yazarları Klübü’nün “NOVİB” Düşünce Ödülü’nü, 2005 Ocak’ında Norveç Yazarlar Birliği ve Kültür Bakanlığı Düşünce Özgürlüğü Ödülü’nü aldı. 1980 ve 2002 arasında en zor ve karanlık dönemlerde düşünce özgürlüğü ve yurttaşlık hakları için kararlı bir mücadele yürüten yayınları ve insan hakları çalışmaları nedeniyle dört kez hapse giren ve onlarca kez yargılanan eşi Ayşe Nur Zarakolu’nun yanında yer aldı. Ayşe Nur Zarakolu’nun ölüm belgesinde “Özgürlük Türküsü” adlı kitabı yayınladığı için savcılık tarafından yollanan bir daveti alıyordu. Hapishanelerde ölümü bekleyen insanlar seslerini Belge Yayınları aracılığıyla duyurdular. Bu Ragıp Zarakolu’nun en önemli özelliğidir. Yani bir anlamda Belge Yayınevi, sesi olmayanların, sesini çıkaramayanların yayınevi oldu ve yine Türkiye’de Ermeni Soykırımı’na ilişkin tabunun yıkılmasında Belge Yayınevi’nin tayin edici bir rolü oldu. Sorum şu; Gegorge Jerjian’ın “Gerçek Bizi Özgür Kılacak” kitabı hakkında biraz

26

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

fazla mercek altına alan, araştıran, ortaya koyan gruplar yok. Kürtlerin konumuna gelince; elbette soykırımdan sonra soykırımın olup bitmesinden sonra, olan şeylerden biri de buna bağlı olarak Kürtlerin üzerinde gelişti. Fakat bunları birbirine bağlı olarak ele almak gerekir. Çünkü 1915 Soykırımı’yla, oluşuyla, sömürgecilik olgularını iç içe ancak anlayabiliriz. Bir tarihi görmezden gelerek, diğer bir tarihi açıklamak mümkün değildir. Zaten benim özel olarak bu konuyla ilgili vardığım sonuçlardan biri de budur. Yani sadece Türk tarihini okuyarak, sadece Türk tarihine ve Kürt tarihine bakarak olguyu anlayamayız. Ermeni tarihini bilmeden, soykırım tarihini iyice okuyup anlayamadan, Asurilerin nasıl yaşadığını bilmeden, diğerlerini açıklamanın imkanı yoktur. Bu bakımdan bir ülkenin tarihini tümüyle komple birbiriyle etkilerini, olumlu ya da olumsuz etkilerini ancak tanımlayabilmek mümkün olur. Elbette hem kendi bulunduğum ülke açısından, hem de Kürt Hareketi içerisinde uzun yıllarımın geçmesi ve halen idealleri veya istemleri açısından kendimi bu hareketin bir parçası sayıyorum. Fakat bunu yaparken Kürt Ulusal Hareketi’nin özellikle Ermeni Soykırımı’nı tartışmakta, onu anlamakta, onu bugüne tercüme etmekte epey büyük sıkıntılar yaşadığını görüyorum. Bu da soykırımı kendimize ait, kendimizin olan, hem kendimizin başına geldiği, hem faili olduğumuz, hem mağduru olduğumuz, ama içinde de bunun kendisinin bir sorumluluğu olduğunu da kabul edememekten ya da öyle tanımlamamaktan ileri gelen büyük bir bakış noksanlığı taşıdığını görüyorum. Burada bir şey var; itiraf edememe, üzerine yeterince gidememe sorunu vardır. Bu olduğu için de bizim 1915 Soykırımı’nda Kürt hakim sınıfları adına Osmanlı ile işbirliği yapmış olanların yeterince ithamla tanımlanmaması, Kürt Ulusal Hareketi’nin bir biçimde her zaman merkezi otorite ile niye eklemlendiği sorusunun da sorulması gerekiyor tabii. Kürt Ulusal Hareketi’nin çıkışı da böyle bir eklemlenme sakatlığına mal olmaktadır. Yani Sultan Abdulhamit döneminden itibaren ele alalım; İttihat Terakki ve ondan sonraki Kemalizm döneminde Kürt ileri gelenleri, Kürt beyleri veya hakim sınıfları diyelim; bir biçimde bu merkezi otorite ile İslamlılık adına, çıkarları adına ne derseniz deyin, bütünleşmeyi önlerine koydukları için sürekli olarak yarım kalan, kendileri için de yarım

23


90. YIL ERMENİ SOYKIRIMI ve TOPLUMSAL SORUMLULUK

Türkiye’li Aydınlar Tartışıyor

isteyen, dolayısıyla bölge halkları için de hem mağdur, hem de fail durumuna gelen bir ikinci karakter göstermek zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla bundan sonraki süreçlerde de Kürt Hareketi, onlarla en güçlü şekilde mücadele edildiği zaman bile bir yandan bir eliyle savaşıp, bir eliyle de “merkezi otorite ile nasıl uzlaşırım, kendimi nasıl kabul ettiririm?” gibi zihinsel arka planda böyle bir tortu bırakıyor ve ondan kopamıyor. Halbuki aslında merkezi otorite ile merkezi yapı ile kopuşması ve eksenini ülke halklarına, birlikte yaşamış olduğu halkların üzerine inşa etmesi gerekirdi. Ancak böyle bağımsızlığına ulaşabilir, ancak böyle kendi tarihsel, toplumsal kökleri üzerinden hem yenilikçi, hem de perspektifi olan, vizyonu olan bir kurtuluş hareketini örgütleyebilirdi. Dolayısıyla bizim 1915 Soykırımı’yla ciddi biçimde hesaplaşmamızın, onun etkilerini, onun izdüşümleri üzerine yeterince bir tahlil yapmamızın da son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Umarım tartışmalarımız, araştırmalarımız bunu daha detaylı bir biçimde yapmamızı sağlayacaktır.

T

ürkiye’den konuğumuz Ragıp Zarakolu yazar, yayın ve müzmin düşünce suçlusu... 1948 doğumlu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu. 1968 yılında Ant ve Yeni Ufuklar

dergilerinde yazmaya başladı. 1971 yılında askeri darbeden sonra Uluslararası Af Örgütü’nün “Düşünce Özgürlüğü”ne ilişkin ilk Türkiye kampanyası nedeniyle başlatılan “Aydınlar Davası” sanıklarından biri. Af Örgütü ile olan ilişkileri, gizli örgüt ilişkisi gibi gösterilmeye çalışılan komik bir dava, ama bu dava Eyüboğlu’nun ölümüne dahi neden oluyor.

“Yunanistan’da İşkence” konulu Af Örgütü raporunu Türkçe’ye çevirerek yayınladı, Türkiye’de işkence ve ihlallerle ilgili verilerin toplanmasına yardımcı oldu, 1972 yılında “Ho Şi Minh ve Vietnam Savaşı” adlı yazısı nedeniyle iki yıl hapse mahkum edildi. 1974 Affı’yla tahliye oldu. 1975 yılında eşi Ayşe Nur Zarakolu ile birlikte Belge Yayınları’nı kurdu. 1979’da otuz altı aydın ile birlikte Demokrat Gazetesi’nin kurucusu ve yöneticilerinden birisiydi. Bu nedenle 1982’de kısa bir süre tutuklu kaldı. 1971-91 arasında yurt dışına çıkması yasaktı. 1980 Askeri Darbesi’nden

24

25


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.