Bir Devrimcinin Teorik ve Politik Otobiyografisi

Page 1

OTOBĐYOGRAFĐK

(Bir Sosyalistin Teorik ve Politik Evrimi)

DEMĐR KÜÇÜKAYDIN


OTOBİYOGRAFİK

YAZILAR (Bir Sosyalistin Teorik ve Politik Evrimi)

DEMİR KÜÇÜKAYDIN


Otobiyografik Yazılar

İçindekiler

Dijital Yayına Önsöz - Otobiyografik Yazıların Otobiyografisi...................................... 4 Kısa Özyaşam ....................................................................................................................... 9 Taslak Olarak Kalmış Bir Önsöz'de Teorik ve Politik Evrimim................................... 13 Köxüz Sitesinde ilk Yayınlanışa Önsöz............................................................................ 13 1974 Yılında Hapse Girinceye Kadar .............................................................................. 14 Hapiste 1974 – 80 Arası Çalışmalar................................................................................ 45 Diyalektik Üzerine Çalışmalar ..................................................................................... 45 Varlık ve Materyalizm Üzerine Çalışmalar ................................................................. 68 Psikoloji........................................................................................................................ 79 Ekoloji .......................................................................................................................... 93 Toplum - Yapı ............................................................................................................ 103 Ahlak ...................................................................................................................... 108 Sanat ve Estetik ...................................................................................................... 116 İdeoloji ................................................................................................................... 125 Din, Politika, Devlet, Partiler ................................................................................. 131 Sınıflar.................................................................................................................... 137 Ekonomi Temeli ve Ekonomi Politik..................................................................... 143 Politikaya Yöneliş ve “Troçkizm” ............................................................................. 148 Sürgündeki Çalışmalar – 1984'ten Bugüne ................................................................... 163 WASP Olmak! .................................................................................................................. 246 Sosyalist ve Devrimci Hareketin Geçmişine Dair Geçmişten Yankılar ...................... 251 Sunuş .............................................................................................................................. 251 Kıvılcımlı’nın Eleştirisine Önsöz ................................................................................... 252 Dijitalizasyon Dolayısıyla Sonsöz ................................................................................. 293 "Kürt Sorunu" Üzerine Yazılar Derlemesi İçin Yarım Kalmış Önsöz....................... 298

2


Geçiş Programı Birinci Baskı’ya Önsöz......................................................................... 317 22 Yıl Sonra Dijitalizasyon Vesilesiyle Önsöz................................................................ 325 “Hamburg Dersleri”ne Önsöz......................................................................................... 340 Azınlık Konusunda Yazılar’a Önsöz ................................................................................ 349 “Özgür Gündem’e Yazılar” Derlemesine Önsöz........................................................... 359 Sanal Uzayda Özel Savaş................................................................................................. 366 Neden Pek Yeni Yazı Yazmıyorum? .............................................................................. 369

3


Dijital Yayına Önsöz - Otobiyografik Yazıların Otobiyografisi Elinizdeki kitap çeşitli tarihlerde yazdığım, içinde otobiyografime ilişkin bilgilerin veya değinmelerin bulunduğu yazılardan yapılmış bir derlemedir. Böyle bir derleme yapmaya niye gerek görüldü? Her şeyden önce bugün ulaştığım ve savunduğum görüşlerin anlaşılabilmesi için. Görüşlerim, hiçbir zaman ne güç, ne de moda olmadıkları için zaten pek bilinmeyen; biraz ilgi gördüklerinde de pek anlaşılmamış zındık dip akıntılarına (Otantik Marksizm; bunun Kıvılcımlı, Troçki, “Batı Marksizmi” tarafından yapılmış katkılarla geliştirilmiş biçimi) dayanmakla kalmaz; bizzat Marksist Üstyapı, Din ve Ulus teorilerini yeniden tanımlamaya varan kendi evrimi de, mirasçısı olduğu ve savunduğu bu geleneğin kaderini de paylaştığı için, ilgi duyan okuyucular tarafından bile bu arka planı ve resmin bütününün bilinmemesi nedeniyle, anlaşılmıyor ve ilerde de anlaşılamama tehlikesi bulunuyordu. Bu durumda, okuyucunun yazılanları anlayabilmesi, onları bir bütün içinde bir yerlere koyabilmesi; benzer bir dalga boyunu yakalayabilmesi için, bu teorik evrimin bir resmini sunma gereği giderek acil bir ihtiyaç olarak öne çıkıyordu. Bu nedenle de, yeni kuşakların en azından, doğada, milyonlarca yılda yaşanmış evrimin yumurtada veya ana karnında minyatür ölçülerde yaşanması gibi, benzer bir evrimi yaşaması veya bunun hakkında bir fikir sahibi olması için, Teorik ve Politik Evrimimizi, bu bağlamda da kişisel otobiyografimizi yazmayı 2008 yılında bir görev olarak öne koymuştuk. Geçen yılın başlarında (2007) yayına hazırladığımız, “Marksizmi Savunmak ve Geliştirmek” başlığı altında düşündüğümüz üç ciltlik kitabın birincisi olan “Marksizmin Marksist Eleştirisi” adlı kitapta, bu evrimin sonucu olan görüşleri, taslak da olsa derli toplu sunma olanağımız olmuştu. O kitaba yazdığımız Önsöz’de 1 bu kitabı izleyen iki kitapta (“Sosyalizmin ve Sosyalist Hareketin Sorunları Üzerine Yazılar” ve “Türkiye’nin Aydın ve Sosyalistleriyle Polemikler”) en kısa zamanda “Marksizmi Savunmak ve Geliştirmek” yönündeki yazılarımızı sunacağımızı bildiriyorduk 2.

1

Bu “Önsöz” “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı” alt başlığını taşıyordu ve bu önsözü bu kitaba da tekrar aldık.

2

Bu kitap üç ciltlik “Marksizm’i Savunmak ve Geliştirmek” başlıklı bir kitabın, birinci cildi olarak planlandı.

“Marksizm’in Marksist Eleştirisi” başlıklı bu ilk Cilt’in esas konusu, Marksist Din ve Ulus teorileri ve bunların eleştirel geliştirilmesini kapsamaktadır. Bu da esas olarak “Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı – Marksizm, Milletler ve Milliyetçilik” başlıklı yazıda yapılmaktadır. Bu yazının ardında yer alan, Tersinden Kemalizm’de din ve Ulus teorilerinin ilk kez formüle edildiği bölümler ve sonra Köxüz’de yayınlanmış teorinin kimi sonuçlarının araştırılması ve açıklanması ile ilgili yazılar bir bakıma olarak “Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı – Marksizm, Milletler ve Milliyetçilik” başlıklı yazının dip notları, kaynakları ve belgeleri gibi de okunabilir. Diğer iki cilt ise, “Sosyalizmin ve Sosyalist Hareketin Sorunları Üzerine Yazılar” ve “Türkiye’nin Aydın ve

4


Bu üç kitaptan oluşan “Marksizmi Savunmak ve Geliştirmek” adlı kitabın 2007 yılında yayınlanmasının biteceğini düşünüyorduk. Ve bu kitabı tamamlayıcı olarak da 2008 yılı içinde teorik ve politik evrimimizi içeren Otobiyografimizi yazıp yayınlamayı planlamıştık. Böylece bütün bu kitaplar birbirini tamamlayan bir sistem olacaktı. Bu teorik ve politik biyografide anlatılan evrimin somut belgeleri o kitaplar olacaktı; buna karşılık da otobiyografi orada soyut biçimde ifade edilmiş teorik görüşlerin ortaya çıkışını ve evrimini kavrama olanağı sunacaktı. Kişisel teorik ve politik evrimimiz büyük ölçüde Tarihsel Maddeciliğin (Marksizmin) evrimiyle iç içe geçtiğinden, bu Marksizmin devrimci ve eleştirel damarını yeni kuşaklara aktarmak için, söz konusu otobiyografinin yazılması sırtımıza binmiş ertelenemez bir görev durumundaydı. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. “Marksizmin Marksist Eleştirisi”ni yayınlayan yayınevi (Versus Yayınları), asıl amacını bizim kitaplarımızı basmak olarak tanımlamış olmasına rağmen, en sıradan ticari ahlak ilkelerini bile ayaklar altına alarak, diğer kitaplarımızı yayınlamayacağını bildirdi. Kitaplarımızı yayınlayacak yayınevi bulmakta zaten büyük bir güçlük içinde bulunmamıza rağmen, birinci cildi başka bir yayınevince yayınlanmış bir kitabın diğer ciltlerini hiçbir yayınevinin yayınlaması da pek düşünülemeyeceğinden, yayınevi bulup kitaplarımızı yayınlama olanağımız kalmadı. Diğer yandan, yöneticiliğini yaptığımız ve neredeyse bütün teknik işleri ve düzenlemesiyle uğraştığımız Köxüz sitesi de gerek saldırılar gerek diğer sorunlar nedeniyle zaman ve enerjimizin çoğunu aldığından, planlanan otobiyografiyi ve diğer projeleri yazma olanağı olmadı. Bu nedenle, bu yıl için planladığımız Otobiyografiyi yazmamız olanaksız hale gelmiş bulunuyor. Öte yandan yapılması gereken bir yığın başka teorik ve politik iş de artarak birikmeye devam ediyor.

Sosyalistleriyle Polemikler” başlıklarını taşıyacaklardır. Onlar ise, bu Önsöz’de anlatılan evrimin dip notları, kaynakları ve belgeleri gibi okunabilir. Yani bu durumda, üç ciltlik tüm kitap aslında bu Önsöz’ün, yani Tarihsel Maddeciliğin Evriminin belgeleri ve açıklamaları olarak okunabilir. Ama öte yandan bu “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı” alt başlığını taşıyan Önsöz de, o evrimin, belgelerin ve açıklamaların Önsöz’ü olarak da okunabilir. Kitabın konusu “Marksizm’i Savunmak ve Geliştirmek”tir. Bu cildin konusu, “Marksizm’in Marksist bir Eleştirisi”dir. Bu Önsöz’ün konusu da bunlardan başka bir şey değildir. Bu uzun Önsöz başlıklı yazıya rağmen bu kitabın bir Önsöz’ü yoktur. Önsöz kitabın kendisidir. Simurg, kendisini arayan kuşların ta kendisiydi. (Marksizmin Marksist Eleştirisi, metin bizzat bu dermemede de bulunuyor.)

5


Bu durumda, daha önce yazılmış yazılarımdan, teorik ve politik evrimime ilişkin değinmeleri ve bilgileri içeren yazıları derleyerek, yazamadığım teorik ve politik otobiyografinin eksiğini bir parça olsun kapatmaktan başka bir çarem kalmamış bulunuyor. Bu derleme elbette bir Otobiyografinin canlılığından yoksun olacaktır. Ama başka çare de şimdilik görünmüyor. Ne var ki, yine ayrıca derleyeceğimiz “Türkiye Sosyalist Hareketinin Tarihi Üzerine Yazı ve Tanıklıklar” başlığı altındaki yazılar, bu Otobiyografinin bu eksiğini bir ölçüde kapatabilir. Ayrıca, yine kısa bir süre önce “Geleceği Geçmişten Geçmişi Gelecekten Kurtarmak – Dünyanın Halleri Üzerine Denemeler” başlığıyla derlediğimiz denemeler de bir ölçüde bu Otobiyografik Yazılar derlemesinin kuruluğunu giderip o teorik ve politik evrimin gerçek yaşamla bağlantısının ipuçlarını verebilir. Bu nedenle biri sunulmuş diğeri de yakında sunulacak bu üçlü, bir bütün olarak kabul edilebilir. Bir bütün olarak kabul edilebilecek bu üçlü de ayrıca “Marksizmin Marksist Eleştirisi”, “Sosyalizmin Sorunları Üzerine Yazılar” ve “Türkiye’nin Aydınları ve Sosyalistleriyle Polemikler” başlıklarıyla üç kitap halinde planlanmış “Marksizmi Savunmak ve Geliştirmek” üst başlıklı bütün ile bir arada altı kitaplık daha da sistematik bir bütün oluşturmaktadır. Bu nedenle hedefimiz en kısa zamanda bu altı kitabı bir an önce dijital ortamda veya basılı olarak yayınlamaktır. Bu vesileyle, okuyuculara bu altı kitabı bir arada okumalarını öneririz, o zaman tüm bu teorik ve politik evrimin daha geniş ve derin tablosunu göreceklerini düşünüyoruz. * Elbette bu derlemeye alınanların haricindeki birçok yazıda da otobiyografimize ilişkin bilgi ve değinmeler bulunmaktadır ama bu birçok yazı bu derlemeye alınmadı. Bunun bir nedeni, bu derlemenin daha ziyade teorik ve politik evrimimizi ele alan yazılarla sınırlı tutulmaya çalışılmasıdır. Derlemedeki yazıları nasıl düzenlemek gerektiği bizim için ciddi bir sorun oldu. Bu teorik ve politik evrim üzerine yazılar, bizzat kendileri de o evrimin belli aşamalarının, belli momentlerinin birer belgesidirler. Onların bu özelliklerini göz önüne alarak, yazılış tarihlerine göre düzenleseydim, teorik ve politik evrimimizi ele alışımızın evrimi, az çok bir kronolojik sırayla izlenebilirdi. Ama bunun mahzuru vardı. Yazıların içeriklerinin kronolojisi ya da ele aldıkları evrim aşamaları, yazılış tarihlerinin kronolojisi ve aşamalarıyla çakışmıyordu. Yani evrimin daha eski dönemleri ille de daha eski yazılarda ele alınmıyordu. Hatta insanların yaşlandıkça çocukluğa ve gençliğe dönmeleri gibi, evrimin daha eski aşamaları o evrimin daha sonraki aşamalarında yazılmış yazılarda ele alınıyordu.

6


Yani, yazılar yazılış tarihlerine göre sıralansa anlatılan evrim kronolojik bir çizgi izlemeyecekti, içerik kronolojik olmayacaktı. Bu da okuyucunun olay ve gelişmeler arasındaki bağlantıyı yitirmesine yol açardı. Eğer yazılış tarihleri değil de yazılar içerikleri bakımından; ele aldıkları dönemler itibariyle bir kronolojik sıralamaya koyulsa, bu sefer de, örneğin önceki bir dönemi anlatan yazı sonra yazılmış; sonraki dönemi anlatan bir diğer yazıya göre önce yazılmış olabildiğinden, yazıların metodolojisine yansıyan teorik evrimin kendisi karmakarışık olacaktı ve bu da birçok yanlış anlamaya yol açabilirdi. Sonunda ortalama ya da optimum bir yol en iyisi olarak göründü. “Marksizmin Marksist Eleştirisi”ne Önsöz olarak yazdığım, 1974’te hapisten çıktıktan sonraki dönem ile, yine aynı kitaba önsöz olarak başlanılmış ama çok uzun olduğundan müsfette olarak kalmış ve yarım bırakılmış, doğumdan hapisten çıkışa kadar olan dönemi ele alanı; biri taslak kalmış biri yayınlanmış iki Önsözü, yani neredeyse bütün teorik ve politik evrimimizi ana hatlarıyla ortaya koyan bu iki yazıyı en başa koyduk. Bu iki yazı, Otobiyografiğimize ilişkin en son yazılmış yazılardandırlar. Ama gerek çok gerilere gitmeleri gerek bütün evrim hakkında ana hatlarıyla bir fikir verdikleri düşünülerek en başa koyuldu. Bundan sonra aynı hikayenin farklı dönemlerini farklı dönemlerde daha spesifik ve ayrıntılı olarak ele alan yazılar da, daha ziyade ele aldıkları dönemlere göre ama yazılış tarihleri de gözetilerek bu uzun yazının arkasına koyuldu. Eğer okuyucu biraz çaba göstermeyi göze alırsa, biz okuyucuya, derlemeye “WASP Olmak”la başlayıp, devam etmesini ve en baştaki en kapsamlı teorik evrimi en sonda okumasını öneririz. Böylece evrim üzerine yazılmış yazıların evrimini üç aşağı beş yukarı doğrudan algılayabilir. Ama bu, dikkat isteyen zahmetli bir iştir. Evrim üzerine yazılmış her yazı bizim teorik ve politik evrimimizin bir anını yansıtır. Dolayısıyla o anki metodoloji, kavram ve paradigma, doğrudan evrimin ele alınışında da görülebilir. Bu özelliği göz önüne alındığında, bu teorik evrim üzerine yazılar aslında anlattıkları evrimin birer belgesidirler de. Bu niteliğiyle bu kitap aynı zamanda bir sistem karakteri taşımaktadır. Sistemler, kendi varlıklarını da, ortaya çıkış ve evrimlerini de açıklarlar ve kendi varlıklarıyla açıkladıklarının doğruluğunun bir kanıtını oluştururlar. Bu sistem karakteri nedeniyle, “Büyük anlatıların sonu”nun gelmediğini bizzat varlığıyla kanıtlar, çünkü kendisi bir “Büyük Anlatı”dır. Bu anlamda sadece Marksizmin (Bir “büyük anlatı”nın) Postmodernizme cevabı değil, varlığıyla onun çürütülmesidir.

7


Demir Küçükaydın 28 Temmuz 2008 Pazartesi Berlin

8


Kısa Özyaşam 10 Haziran 1949’da, Balıkesir’in Savaştepe ilçesinde doğmuşum. İki yaşındayken aile Bakırçayı vadisindeki Linyit yataklarıyla ünlü Soma ilçesine taşınmış. Baba, Garp Linyitleri İşletmesi’nde işçi, anne “ev kadını”. İlk ve Ortaokul Soma’da. Yaz tatillerinde her türlü işte çalışma. Çetin Altan’ın yazıları ve sosyalizmle tanışma. Balıkesir’de yatılı olarak Lise. Yaz tatillerinde Garp Linyitleri İşletmesi’nde çeşitli işlerde çalışma ve “Soğuk Demircilik” mesleğini kapma. Son sınıfta “Ana dilinizi niçin seversiniz?” başlıklı Kompozisyon ödevine, “ana dilimi sevmek zorunda değilim” cevabı nedeniyle atılmamak için tasdikname alış. İzmir’de Karşıyaka Erkek Lisesi. Bir yıl bekleme. Garp Linyitleri İşletmesi ve Şark Sanayi Mensucat Fabrikası’nda işçilik. Serserilik günleri. Türkiye İşçi Partisi Karşıyaka İlçesi’ndeki çalışmalara katılış. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji (gece) bölümüne kayıt. Gündüzleri bir muhasebecinin yanında boğaz tokluğuna iş, geceleri Üniversite. Üniversite İşgalleri. Öğrenci Hareketleri’ne katılım. Bir çevre ve örgüt arayışları. Samsun - Ankara Yürüyüşü. Sadece boş zamanları değil, tüm zamanları ve ömrü sosyalizm uğruna mücadeleye ayırma kararı. Devrimci Öğrenci Birliği’nde boylu boyunca devrimci mücadeleye giriş. Mitingler, yürüyüşler, işgaller, grevler, köylü hareketleri. Hayatımın en güzel dönemi. İsmet Demir ile tanışma ve birlikte işçi hareket ve örgütlenmelerine katılış. Ambarlı Termik, Nuh Çimento, İzmit Rafinerisi, Taksim Opera İnşaatı ve daha bir yığın irili ufaklı işçi örgütlenme ve direnişlerinde Yapı İşçileri Sendikası (YİS) başkanı İsmet Demir’e yardımcılık. 10 Haziran 1969 olaylarından sonra İzmir Aliağa Rafineri İnşaatı’nda örgütlenmek üzere İsmet Demir ile İzmir’e gidiş. Yaz boyu İzmir’de inşaat ve mensucat işkollarında ve Aliağa’da örgütlenme çalışmaları. Deniz, Cihan, Taylan’larla Türkiye’de yeni bir Vietnam için gerilla savaşını başlatma hazırlıkları. Taylan’ın öldürülüşü ve Deniz’in tutuklanışı. FKF’nin (Fikir Kulüpleri Federasyonu) Dev-Genç (Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu) olduğu kongrede İstanbul Bölge Yürütme kurulu’na ve Genel Yönetim Kurulu’na seçiliş. Gerilla Savaşını öğrenmek üzere Filistin’e gidiş. Demokratik Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nde klasik askeri eğitim. Ürdün Kralı’nın Fedailere ilk güç denemesi. Savaşsız savaş. Ve savaş. “Ameliye”. Dört buçuk ay sonra artık öğrenecek bir şey olmadığı ve Türkiye’de İşçi Sınıfı içinde uzun vadeli çalışmak için dönüş. Kargamış’ta hudutta yakalanış. İşkence. 9


Nizip ve Antep Cezaevlerinde iki buçuk ay. Tahliye. İzmir’e gidip Aliağa’daki çalışmalara katılma. Grevler, direnişler. Necmettin Giritlioğlu’nun öldürülüşü. Bunların yanı sıra Hikmet Kıvılcımlı’nın çıkardığı Sosyalist gazetesinin örgütlenmesinde çalışma. Bu gazetede ilk yazılar. Kıvılcımlı’yı ve Türkiye’yi anlamak için Tarih’e yönelme, bir yandan Boğaz Köprüsü İnşaatında İsmet Demir ile örgütlenme çalışmaları diğer yandan vekayınameler, fütüvetnameler, İbni Bibi, Urfalı Matyos, Taberi vs. tarihleri. 12 Mart. Sonradan TSİP’i kuracakların hiç bir şey yapmama çizgisine eleştiriler ve örgütlenme çalışmaları ve bu nedenle disiplinsizlik suçlamaları. Kontrol dışına kaymayı engellemek için bir tür sürgün ve tecritlere uğrayışlar. İdeolojik ve politik muhalefete karşı kişisel yıpratma ve dedikodu. Fabrikalarda soğuk demirci olarak işçilik ve örgütlenme çalışmaları. Dev Genç İstanbul davasından tutuklanma. Davutpaşa Kışlası’nda beş ay hapislik. Tahliye. Tekrar işçilik ve örgütlenme çalışmaları. Engellemeler, tecrit ve kişisel dedikodular. Sonunda tüm bağları koparıp kendi başına yola çıkış. Gayrı memnunlarla birlikte toparlanma. 12 Mart dönemi biterken ilk çıkış. Kıvılcım gazetesi. Tutuklanma. İstanbul DGM’de (Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde) gazetedeki yazılardan, önce 100 üzerinden 36 sonra da 17 yıla mahkumiyet. Toptaşı (1,5 yıl), Niğde (7 yıl), toplu olarak 50 metrelik tünel kazış. Tünelin yakalanışı, üstlenme. Hücre, hapis cezası. 12 Eylül. İdamları protesto. Hücre. Devlet başkanına hakaretten dava. Malatya’ya toplu nakil. Malatya E Tipi Özel Cezaevi’nde 15 ay müşahade Hücresi. Tahliye ve mevcutlu olarak Sarıkamış’a Askerliğe. Cezaevi yıllarında birçok yazılar. Kıvılcım dergisinin üç sayısının ve Sosyalist gazetesinin son on sayısının bütün belli başlı yazıları. Faşizm, Üçüncü Enternasyonal’in Lağvı, Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri sorunlarını araştırırken Mandel, Troçki ve Dördüncü Enternasyonal’le karşılaşma. Klasik Marksizmi savunan bu geleneğe katılma. Arkadaşların bu hıza ayak uyduramaması ve 12 Eylül arifesinde tekrar tek kalış. 12 Eylül’den sonra Almanya’da Yol dergisinin bütün temel yazıları. Bu ilişkinin Malatya’ya nakil ile kopması. Asker’den “tebdil-i hava” alarak İstanbul’a geliş ve Fransa’ya kaçış. Fransa’da iltica. Fransızca kursu. LCR’de (Dördüncü Enternasyonal’in Fransa Seksiyonu, Devrimci Komünistler Ligası) çalışma. Almanya’ya gelme kararı. Almanya’da GİM’de (Dördüncü Enternasyonal’in Almanya Seksiyonu, Enternasyonalist Marksistler Grubu) çalışma. Ne Yapmalı dergisi. Devrimci Marksist Tartışma Defterleri. Bir göçmen hareketi içinde sosyalist ve devrimci bir kanat için çalışmalar. Türkiye Solunda tartışmaların başlaması. Sosyalist Forumlar. Türkiye’de hareketin tekrar yükselişi. “Kuruçeşme”. Avrupa’daki paraleline katılış.

10


“Birlik mi Rekompozisyon mu” kitapçığı. Duvar’ın yıkılışı. Yaprağın kımıldamadığı ve tüm bu gerici atmosferin özel hayatı bile kuşattığı yıllar. Kıvılcımlı arşivinin Amsterdam’daki arşive (Amsterdam’daki Sosyal Tarih Arşivi) verilişi ve Stockholm’de veri bankasına geçiriş. Taksi Şoförü olarak çalışmaya başlama. Yabancılar hareketinde yoğunlaşma. Türkiye’de çıkan Özgür Gündem’e haftalık yazılar. Dünya işçi sınıfının siyah ve beyaz bölünmüşlüğü teorisi ve bunun sonuçları üzerine çalışmalar. Sosyalizmin Sorunları teorik dergisi. İlerlemeci ve iyimser tarih anlayışı ile kopuşma. Ulus teorisinden hareketle ulus konusunda sosyalist programın formülasyonu. Başka bir uygarlığın programlaştırılması gereği. Bu yönde deneme ve değinmeler. Köxüz dergisi. Önce “mailboxlar” ve BBS’ler (Bülten Bordları Sistemi) aracılığıyla politik faaliyet denemeleri. Sonra İnternet’in yaygınlaşması. İnternet’teki forumlara yazılar. Öcalan’ın Suriye’den sürülüşü üzerine yazılar. Kaçırılması üzerine, Öcalan’ın Yaşamını Savunmak İçin Türk Girişimi’nde çalışma. Çeşitli toplantılar. Kürt hareketinin içinde bulunduğu dönüşümü çözümleyen yazılar. Özgür Politika’da haftalık yazılar. 2000’de Yeni Gündem’de haftalık yazılar. Kıvılcımlı Sempozyumu. 06 Ocak 2002 Pazar Ek: Bu yazı 2002 yılında yazılmıştı. Bundan sonra bu derlemenin yapıldığı tarihe kadar şunlar eklenebilir. 2004’e kadar Özgür Politika ve Türkiye’de çıkan Ülkede Özgür Gündem’e yazılar. Bunların yanı sıra Demirden Kapılar sitesini ve bu sitenin tamamlayıcısı olarak Yazılar ve Yankıları Forumunu Hazırlama ve yayınlama. Buralarda Ekstra yazılar. Türkiye’de Devrimci ve Demokratik bütün teorik, entelektüel ve politik güçleri toplayacak bir dergi için çalışma ve girişimler. Bunların bir sonuç vermemesi ama yan ürün olarak Köxüz Sitesi’nin faaliyete geçmesi. Beşikçi’nin Eleştirisi “Tersinden Kemalizm” Kitabı. Marksist Din ve Üstyapılar teorisinin yeniden formülasyonu. Bunun ışığında Ulus Teorisinin eleştirisi ve kuruluşu. Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji Sempozyumu’nun hazırlanışı ve kitabı. Türkiye’de dergi çıkaramayınca Köxüz sitesiyle internet yayıncılığı ve Kitap yayınında yoğunlaşma. Kitapları yayınlayacak yayınevi bulamama nedeniyle bizzat kendi kitaplarımı yayınlaması için bir yayınevini destekleme (Versus Yayınevi). 11


Marksizm’in Marksist Eleştirisi kitabı, kitabın devamını (söz verilmiş olmasına ve Kitabın önsözünde belirtilmiş olmasına rağmen) Versus Yayınevi'nin yayınlamayı reddedişi ve kaybolan iki yıllık emekle ortada kalma. Köxüz sitesine saldırılar ve teknik sorunlarda yoğunlaşma. “Tarihi Konuşuyoruz Sempozyumu”na bildiriler. Sansür, susuş ve engellemeye uğrama. Kitapları yayınlayacak yayınevi bulamayınca, onları en azından İnternette okuyuculara sunma girişimi ve bu kitaplardan biri olarak bu “Otobiyografik Yazılar”ın da hazırlanışı ve onun içindeki bir yazının eki olarak da bu satırlar. 16 Temmuz 2008 Çarşamba Demir Küçükaydın Ek 2: Yukarıdaki ek 2008 yılında yazılmış. Bu arada geçenleri ekleyelim. 2008 yılının 9 Kasımında İstanbul'da yapılan Kıvılcımlı Sempozyumuna katılım ve bu sempozyuma "Marksizmde Yapı ve Özne Sorunu – Kıvılcımlı'nın Katkıları ve Eleştirisi" başlıklı bildiriyi sunuş. Nizamettin, Engin, Ahmet, Ali, Ferhat, Birol, Dilek gibi dostların maddi ve manevi destekleriyle Köksüz Yayınlar'ın kuruluşu ve Marksizmin Marksist Eleştirisi'nin genişletilmiş ikinci baskısı ilk kitap olarak ve elinizdeki ikinci kitabın da ikinci kitap olarak yayınlanışı. Bu vesileyle yukarıda adı geçen ve geçmeyen bütün dostlara teşekkürü borç bilirim. Onların maddi ve manevi destekleri olmasaydı bu kitap elinizde olmazdı. 08 Nisan 2009 Çarşamba Demir Küçükaydın

12


Taslak Olarak Kalmış Bir Önsöz'de Teorik ve Politik Evrimim

Köxüz Sitesinde ilk Yayınlanışa Önsöz Geçen yıl, Marksizmin Marksist Eleştirisi'ne bir Önsöz yazmaya giriştiğimde konu çok dağılmış ve bir tür kendi teorim evrimimin hikâyesine dönüşmüştü. Daha sonra bu metni Önsöz'de kullanamayacağımı düşündüm ve bir kenara bıraktım. Şimdi Marksizm konusunda ve onun nasıl öğrenilebileceğine dair tartışma bağlamında, bu yolları nasıl kat ettiğimin hikâyesini yayınlamanın yararlı olacağını düşünüyorum. Yalnız unutmamak gerekir ki bu bir müsfetteydi ve sonra tekrar işlenme fırsatı bulunamamıştır. Bunların göz önüne alınarak okunmasını dilerim. Her gün yeni bir bölümü buraya asmayı deneyeceğim. Aslında burada anlatılan hikâyenin bittiği yerde Marksizmin Marksist Eleştirisi'nde anlatılan hikaye başlamaktadır 3. Bu bakımdan Önsöz'de anlatılan hikâyeyi daha iyi anlamak için de yararlı olur. İlk satırlar kimseyi yanıltmamalı, Önsöz'den tamamen farklı bir dönem ve konu söz konusudur. Demir Küçükaydın 2008-01-17

3

Marsksizmin Marksist Eleştirisi’nin “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı” alt başlıklı Önsözü hapisten çıktığım noktada başlamaktadır. Elinizdeki derlemede bu “Teorik ve Politik Evrimim” başlıklı bölümün ardında yer almaktadır.

13


1974 Yılında Hapse Girinceye Kadar Bu önsöz, yazarın, elinizdeki kitapta derlenen yazılarda 4 dile gelen görüşlere nasıl bir evrim sonucu ulaştığını açıklamaya yöneliktir. Ama yazarın teorik evrimi olarak görünen evrim aynı zamanda belli bir noktadan sonra Tarihsel Maddeciliğin evrimi ve tarihi ile iç içe geçmektedir. Dolayısıyla “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Bir Katkı” olarak da okunabilir. Bu özette, yazar, kişisel tarihi bakımından söz konusu evrimin tüm karmaşıklığını göstermek gibi bir amaç gütmemektedir. Böyle bir girişim şu an hem mümkün değildir, hem de bu kitabın amaçları açısından gerekli değildir. Öte yandan, yazar, bu sadeleştirilmiş özette, kişisel teorik evrimi, bugün bulunduğu noktadan değil, evrimin gerçekleştiği zamanda gördüğü ve yaşadığı biçimiyle anlatmayı hedeflemektedir. Ne var ki yazar bunun pek mümkün olmadığını bilmektedir ve bu nedenle, evrimi otantik biçimiyle anlatma yönündeki bütün çabalarına rağmen, bu evrimin bugün bulunduğu noktadan bir hikâyesi olmaktan kurtulamayacağını bilmektedir ve burada okuyucuyu bir kez daha uyarmak için bu satırları bir fırsat olarak görmektedir. * Daha henüz çocuk denecek yaşlarda, gördüğüm, duyduğum, okuduğum veya bizzat maruz kaldığım haksızlıklar, baskılar, yoksullukların nasıl yok edilebileceği sorusu beni sürekli meşgul ediyordu. Bir haksızlık, bir yoksulluk gördüğümde, duyduğumda veya bizzat kendim yaşadığımda tarifsiz acılar hissediyor, çoğu zaman bir köşede gizlice ağlıyordum. Bunları yok etmeyi ne zaman sorun ettiğimi hatırlamıyorum. Çünkü sadece kendimi bu haksızlıklardan azade kılmak gibi bir yaklaşımım olduğunu hiç hatırlamıyorum. Örneğin zengin olmayı hiç hayal etmedim, fakirliğin olmamasını hayal ettim. Bu yaklaşımın nereden içime işlediğini bilmiyorum. Ama içinde yaşadığım çevreden ve aileden aldığım kesin. Eşitsizliklere ve haksızlıklara tepki duymanın, onları kabullenememenin, böyle bir dünyayı katlanılmaz bulmanın nasıl sağlam bir hareket noktası ve büyük değeri olduğunu, doğrusu şimdi kavrayabiliyorum. Çünkü bugün öyle bir dünyadayız ki, insanların yaşadıkları dünyayı katlanılmaz bulma gibi bir hareket noktasına sahip olabilmeleri, var olanın dışında başka bir dünyayı hayal edebilmeleri bile giderek olanaksızlaşıyor. Baskı, sömürüyü, eşitsizlikler vs.yi akıl ve ahlak ve insanlık dışı bulma, o zamanlar toplumda solunan bu atmosfer, giderek yok oluyor. O zamanlar, balıkların suda yaşayıp suda yaşadıkların bilmemeleri gibi, bizler de bilincinde olmadan böyle bir atmosfer içinde yaşıyor, böyle bir atmosferin, ortamın içine doğuyorduk.

4

Kastedilen “Marksizm’in Marksist Eleştirisi” adıyla yayınlanan kitaptır.

14


Şimdi artık başka bir dünya var. İnsanlar eşitsizliği, baskıyı ve sömürüyü katlanılmaz bulmuyorlar. Kendileri bunların kurbanı olduklarında da, sadece kendilerinin kurtulması için bir şeyler yapıyorlar. Bu yok oluş, eşitlikçi bir toplum idealinin aldığı derin yaralar kadar; kapitalizmin her şeyi kâr tanrısına, rekabete kurban eden, sadece parayla ölçülebilen şeylerin bir değeri olduğu ve parayla ölçülebilir olmayan hiçbir değerin kalmadığı genelleşmiş meta üretiminin karşı durulmaz yayılışı ve toplum hayatının tüm alanlarını, tüm gözeneklerini değer yasasının egemenliği altına almasının da bir sonucu. Nedeni ne olursa olsun, bu olgu, bu durum bir gerçek. Ve bu gerçek durum çok ciddi başka bir temel sorunu ortaya çıkarıyor. Bu sorunu şöyle açıklamayı deneyelim. Engels, bilimsel bakımdan değeri olmayan ahlaki itirazların sosyolojik anlamlarını çözümlerken, bir toplumsal sistem tarihsel ömrünü tamamladığında, toplumsal gelişimin önünde bir engel oluşturduğunda, insanlara akıl ve ahlak dışı gelmeye başlar diyordu 5. Ama şöyle bir durumu aklından geçirmiyordu, bir olgu, “ömrünü doldurmuş” olmasına rağmen ve hatta fazlasıyla ömrünü doldurmuşluğa rağmen, bilinç onun “haksızlığını ilan” etmiyorsa ne olacak? Engels’in aklına bile getirmediği bu olasılık, bizlerin karşısına bir sorun olarak çıkmış bulunuyor. Bir toplumun tarihsel ömrünü tamamlamışlığına rağmen yaşaması öyle uzayabilir ve bu öylesine bir çürümeye yol açabilir ki, artık insanlar başka bir dünyanın var olduğunu ve olabileceğini hayal edemez duruma gelebilirler. Sistem insanlara akıl ve ahlak dışı gelmez olur. Böyle bir durumda, her şey olması gibi olduğundan, Hegel’in deyimiyle, “gerçek olan akli” olduğundan, gerçeğin en bilimsel analizleri bile, onun bir olumlaması, meşrulaştırılması haline gelebilir. Çürüme artık öylesine yoğundur ki, tıpkı bir kara deliğin o muazzam çekim gücüyle ışığın bile kaçmasına olanak tanımaması gibi, muazzam boyutlara ulaşan bir çürüme de, bizzat kendisinin görülmesinin, tanınmasının, katlanılmaz bulunmasının koşullarını ortadan kaldırabilir. Diyalektik bir bakış açısından böyle bir olasılık dışlanamaz. Bu gün biraz böyle bir durumda gibi görülüyor insanlık. Tabakhanede çalışan işçiler bir süre sonra o ufunetin kokusunu duymaz olur. Bugün insanlığın giderek artan bir bölümü, artık uzun bir zamandan beri kapitalizm tabakhanesinde çalışan ve kapitalizmin yaydığı pis kokuları artık duymayan işçiler gibidir. Onlar o ufunetin

5

"Burjuva ekonomisinin yasalarına göre, ürünün en büyük kısmı, onu üreten işçilere ait değildir. Şimdi tutar da, bu haksızlıktır, böyle olmamalıdır dersek, bu kez de bu sözlerin ekonomi ile doğrudan bir ilgisi kalmamış olur. Böyle söylemekle, bu ekonomik gerçeğin ahlak duygularımızla çeliştiğinden başka bir şey söylememiş oluruz. Bundan ötürü Marx, kendi komünist istemlerini, hiç bir zaman buna değil, kapitalist üretim biçiminin her gün gözlerimiz önünde yer alan ve gittikçe daha büyük ölçülere varan kaçınılmaz çöküşüne dayandırmıştır. Onun söylediği tek şey, artı-değerin ödenmemiş emekten ibaret olduğudur ki, bu da basit bir gerçektir. Ama biçim yönünden ekonomik olarak yanlış olan, dünya tarihi bakış açısından doğru olabilir. Eğer kitlelerin ahlaki bilinci, kölelik ya da toprak köleliği durumlarında olduğu gibi, bir ekonomik olgunun haksızlığını ilan ederse, bu, o olgunun ömrünü doldurmuş bulunduğunun, bir öncekinin çekilmez ve savunulmaz duruma gelmiş olmasından ötürü ortaya başka ekonomik olguların çıkmış bulunduğunun kanıtıdır. Demek ki, çok doğru bir ekonomik içerik, biçimsel ekonomik yanlışlığın ardına gizlenmiş olabilir..." F. Engels, Felsefe'nin Sefaleti'ne Önsöz

15


içine doğmuşlardır ve ondan başka bir havanın varlığını bilmemektedirler ve bu nedenle de ufunetin farkına varmaları olanaksızdır. O işçilerin tekrar bu pis kokuyu hissedebilir hale gelebilmesi, durumu katlanılmaz bulabilmesi için, oraya kırlardan esen şiddetli bir rüzgârın dağların taze havasını, kır çiçeklerinin kokusunu taşıması gerekir. Bu taze rüzgârı ise ancak hayaller taşıyabilir. Bu nedenle bugün, hayal edebilmenin tarihin belki hiç bir döneminde olmadığı kadar hayati önemi bulunmaktadır. Bırakalım geleceğe yönelik eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum hayalini bir yana; artık, şimdiye kadar mücadeleyi engelliyor, insanları tevekküle yöneltiyor diye eleştirilen, haksızlıkların cezalandırılacağı, “hakkın yerini bulacağı” bir öte dünya hayali bile bugün devrimci bir anlama sahiptir. Çünkü en akıldışı görülen tanrı ya da öte dünya düşüncesinde bile, bu dünyayı katlanılmaz bulma düşüncesi vardır. Bu düşünce her şeyin başıdır. Başka bir var oluşu düşünemeyenler bu dünyayı katlanılmaz bulamayacaklardır. Artık hayal edemez durumdadır insanlar ve ancak hayallerin aynasında bugünkü dünyanın katlanılmazlığı görülebilir. Bizler eski dünyanın tam da yok oluşunun arifesinde bu dünyaya geldiğimiz için, çocukluğun sisli anılarının ardında kalmış o dünyayı hatırlayabiliyor ve hatırladıkça bu dünyanın nasıl bir dünya olduğunu, bir zamanlar sırf kırların havasını soluduğumuzu görebiliyor ve bu dünyayı hala katlanılmaz bulabiliyoruz. Bunu görünce, bizlerin de o zamanlar solduğumuz havanın değerini bilmediğimizi görerek, o dünyanın nice değerli olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Ama doğrudan bu ufunetin içine doğun kuşakların, böyle bir kıyaslama, dolayısıyla dünyayı katlanılmaz bulma şansı giderek azalıyor. * Bizler, haksızlıkların hiçbir zaman cezasız kalmayacağı; Allah’ın er veya geç, bir gün onları cezalandıracağı; Allah’ın yapılan her türlü haksızlığı bildiği; bu dünyada olmazsa bile öteki dünyada adaletin yerini bulacağı şeklinde bir atmosferi soluyarak dünyaya gözlerimizi açıyorduk. O dünya eşitsizliği, haksızlığı ve zulmü nasıl yok edeceğini bilmiyordu ve bunu becerememişti, ama katlanılmaz buluyordu; doğru bulmuyordu en azından. Bizlerin ilk politik ilerleyişi, bunların öte dünyada değil bu dünyada ve bizler tarafından ortadan kaldırılabileceğini savunma biçiminde Allah ile bir polemik içinde gelişiyordu. Ama baskı ve adaletsizliğin normal karşılandığı veya katlanılmaz bulunmadığı bir dünyada, Allah ile polemiklerimiz, artık iyice anlamsız ve saçma kaçıyor. Artık, eşitsizlik ve adaletsizliği görme ve onu katlanılmaz bulma duygusuna yeniden hayat verebilmek için Allah ile birlikte hareket etmemiz gerekiyor. Artık Allah’ın Allahsızlara, Allahsızların Allah’a ihtiyacı var. Diyalektik ebedi hükmünü icra ediyor ve her şey kendi zıddına dönüyor. O zamanlar, içine doğduğumuz toplumda, insanlar, en yararsız bilinen böceğe, (örneğin bir karasineğe ya da eşek arısına) acı çektiren çocuklara, “Onlar da Allah yaratığıdır” derlerdi.

16


Şimdi ekolojinin yeni yeni keşfettiği gibi, en anlamsız ve zararlı görülen varlıkların bile var oluşlarının bir anlamı olduğuna inanılırdı. Zenginler zenginliklerinden utanırlar, bunu gizlerlerdi. Zenginlik utanılacak bir şeydi, çünkü “çok mal haramsız, çok laf yalansız” olmazdı. Belki parası olmayan birisi onu görüp imrenebilir diye sokakta bir şey yemezlerdi. Hediyeler kimin getirdiği bilinmesin diye, görünmez bir yere sıkıştırılırdı, hediyeyi alan altında kalmasın veya başka hediye getirenler olanakları yoksa öyle pahalı bir hediye getiremedikleri için üzülmesinler diye. “Sağ elinin yaptığı iyiliği sol elin bilmeyecek” derlerdi. Emeğe değer verirlerdi, yerde kurumuş, neredeyse taşlaşmış bir ekmek parçası görseler bile, üç defa öpüp başlarına götürdükten sonra yüksekçe bir yere koyarlardı. Bir müsabakada galip gelenlerin övünmesi, sevinç gösterileri yapması ve alkışlanması ayıptı, yenilenin gururu kırılmasın diye. Somut davranışları elbette bu ilkelerle çelişirdi çoğu kez, ama bu çelişkiyi ortadan kaldırmak için ilkeleri yok etmeyi akıllarına bile getirmezler bu çelişkiyi gizlemenin yolunu ararlardı. Bunları yaşamamış, görmemiş, duymamış bir dünyaya bugünkü dünyanın akıl ve ahlak dışı görünme şansı olabilir mi? Şimdi başka bir dünyada yaşıyoruz. Kapitalizm bütün bu gelenekleri silip süpürdü. Artık düğünlerde kimin ne kadar para taktığı ve hangi hediyeyi getirdiği bağıra bağıra ilan ediliyor. Gol atan bir sporcu ve takımı sevinç gösterilerinden ne yapacağını bilemiyor. Fakirlik aptallara has görülüyor ve herkes zenginliği ile övünüp onu göstermek için birbiriyle yarışıyor. Markalar belirliyor insanların değerini. Böyle bir dünyaya doğan bir çocuğun başka bir dünyayı tasavvur etme ve bunu saçma bulma şansı neredeyse sıfırdır. Sağlık gibi ancak kaybedildiklerinde değeri anlaşılan bu adetler, bu ilkeler, bizlerin içine doğduğu bu atmosfer, binlerce yıllık bir birikimin son kalıntılarıydı. Kökleri Komün’de, kandaş sınıfsız toplumlarda olan ve binlerce yıllık uygarlıklar boyunca, ezilenlerin mücadeleleri aracılığıyla Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi uygarlık dinlerinin (“Hak dinleri”) içine işlemiş, bu değerlerle dolu bir dünyaydı bu. Bu dünyaya gözlerimizi açmıştık. Buna ek olarak, bir de, burjuva aydınlanmasından ve humanizminden kaynaklanan, insanların dillerine, dinlerine, milletlerine hiç bir önem ve ayırıcı nitelik vermeyen; insanları bunlarla değil, iyi veya kötü, zengin veya fakir, cesur veya korkak olarak değerlendiren; her dilden, her milletten, her inançtan insanların içinde iyiler de kötüler de, zenginler de fakirler de, korkaklar da cesurlar da olduğundan söz eden; tüm insanları sevmeyi ve kendini onlara karşı sorumlu görmeyi aşılayan proleterleşmiş aydınlanmacı bir aile ortamına gözlerimizi açtık. Binlerce yıllık dinlerin ve aydınlanmanın plebyen değerleri ile bizi kuşatan o aile ve çevre olmasaydı; o geleneklerin son kalıntılarının hala yaşadığı bir dünyaya gözlerimizi açmasaydık, aşağıda anlatılacak hikâye hiç olmayabilirdi. * Haksızlıklar ve yoksulluklar yok edilebilir miydi? Bunlar bir kader miydi? Edilebilirse nasıl edilebilirdi? 17


Babam Allah’a inanmıyordu ve sömürü, baskı ve haksızlıkların, bu dünyada yok edilebileceğini düşünüyor ve Allah’a inananların işleri öte dünyaya havale etmesini, bu dünyadaki düzeltme çabalarının önünde bir engel olarak görüyordu. Annem ise inanıyordu ve öte dünyada hakkın yerini bulacağını düşünüyordu. Sanırım yukarıdaki soruya, bu dünyada bu haksızlıkların yok edilebilmesinin mümkün olduğu cevabında babamın payı büyüktü. Babamın payı demek, Aydınlanma’nın payı demekti. Haksızlıkların bu dünyada yok edilebileceği varsayımı, ilk bilinçli çocukluk günlerimden beri hep hayatımın merkezinde oldu. Bütün hayatım bunun nasıl olabileceğine cevap aramak ve o an bulduğumu düşündüğüm cevap çerçevesinde yapılması gerekeni yapmaya çalışmakla geçti. Şimdi hayal meyal hatırladığım o çocukluk günlerimde, gördüğüm, duyduğum ve yaşadığım haksızlıkları ortadan kaldırmak için, o sıralar yeni yeni çıkmaya başlayan resimli roman kahramanları, örneğin “Süpermen” gibi, olağanüstü güçlerim olmasını dilediğimi, Allah’ın bana böyle güçler vermesi için dua ettiğimi hatırlıyorum. Allah’ı bu dünyayı düzeltmek için yardıma çağırıyordum, çözümü Allah’a ve öte dünyaya havale etmiyordum. İlkokulu bitirdiğim yıllarda, 27 Mayıs sonrasının Türkiye’deki gerilik ve adaletsizlikleri sergileyen atmosferi içinde, gazetelerde sıkça görülen, mağaralarda yaşayan köylülere, okulsuz, yolsuz, doktorsuz köylere, toplumdaki diğer yoksulluk ve adaletsizliklere ilişkin birçok yazı okuyordum. Bunlarla mücadele için, okuyup doktor veya öğretmen olmayı, ondan sonra da o yoksul ve geri köylerin en geri ve ücra olanlarından birinde bütün ömrümü geçirmeyi hayal ediyordum. Allah’tan olağanüstü güçler istemenin yerini, karınca kaderince bir şeyler yapabilmek almıştı. Herkesin benim gibi davranması durumunda da o köylerin gerilik, yoksulluktan ve cehaletten kurtulabileceğini var sayıyordum. Arkadaşlarım arasında böyle hayalleri olan tek insandım belki de. Bir iki kere bu hayallerimden bahsettiğimde alayla karşılaşınca onları kendime saklar olmuştum. Tam olarak ne zaman bilmiyorum ama sanırım 1965 seçimlerinde, Türkiye İşçi Partisi’nin ilk radyo konuşmalarını dinlediğimde, bu yaklaşımımın değiştiğini sanıyorum. Türkiye İşçi Partisi’nin adayı konuşmacılar, “İşçiler, Köylüler, Marabalar, Ezilenler, Sömürülenler” diye söze başlıyorlardı. “Bütün zenginlikleri yaratanlar sizlersiniz, ama bu yarattıklarınızdan zerrece nasiplenemeyenler, baskı, yoksulluk, cehalet içinde bırakılanlar da yine sizlersiniz” diyorlar ve çare olarak yoksulların, sömürülenlerin birleşmesi ve siyasi iktidarı alması gerektiğini söylüyorlardı. Ya da en azından söylediklerini ben böyle anlıyordum. Bu görüşleri bir kere duyunca, köylerde doktorluk veya öğretmenlik yaparak yeryüzündeki adaletsizlikler, sömürü, gerilik ve yoksullukla mücadele edilemeyeceği; bunun sebeplerle değil sonuçlarla uğraşmak olacağı; sebepleri ortadan kaldırmanın yoksulların ve ezilenlerin örgütlenmesi, birleşmesi ve iktidarı alması ile ilgili bir sorun olduğu sonucuna kolaylıkla ulaşabiliyordum.

18


Tabii buradan da yeryüzündeki baskı, sömürü ve adaletsizliklere karşı mücadele etmek için, ezilenlerin birleşmesi için çalışmak ideali, köy öğretmenliği veya doktorluğu idealinin yerini alıyordu. Kim bilir belki biraz da Çetin Altan’a hayranlığım ve onun yazılarının ve bir gazeteci olmasının da etkisiyle, bu yönde en yararlı olabilmenin yolunun da gazetecilik olduğunu; gazetecilikle hem adaletsizliklerin sergilenebileceğini hem de onlara karşı neler yapılabileceğinin anlatılabileceğini sanıyordum. Her şey o kadar net ve açıktı ki, insanlara bunu anlatınca onların hemen bunu kabul edeceklerini ve birleşeceklerini düşünüyordum. * Ama gerçek hayatta durum hiç de öyle değildi. İnsanlar bu kadar açık şeyleri anlamamak ve kabul etmemekte anlaşılmaz bir direnç gösteriyorlardı. Hatta en çok ezilen ve sömürülenler bu fikirlere en karşı ve tepkililer oluyordu çoğu kez. Bu fikirler o yoksul insanlar tarafından kuşku, korku ve hatta düşmanlıkla karşılanırken, aydınlar, öğrenciler, üst sınıflardan sayılabilecek insanlar bu fikirlere daha yatkın oluyorlar ve savunuyorlardı. Bu çelişkinin bir izahı ve çözümü gerekiyordu. Demek, biz bir şeyleri yanlış yapıyorduk ki, şeyler olmaları gerektiği gibi değildiler. Ne yapmak gerekiyordu? Bunun bir açıklaması, bir çözümü olmalıydı? Bunun sırrı nerede bulunabilirdi? O zamanlar şöyle bir akıl yürütmeyle yolumu bulmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Bir hastalığı tedavi edebilmek için o hastalığın nedenini anlamak, bunun için de biyoloji, anatomi, fizyoloji, tıp bilmek gerekirdi. Toplumdaki hastalıklar ve onları ortadan kaldırma mücadelesinde karşılaşılan sorunları çözmek için de, onların nedenlerini bilmek gerekir. Biyoloji nasıl bize canlı organizmadaki işleyişi ve hastalıkları anlama ve onları yok etme olanağı sunuyorsa, toplumun bilimi olan sosyoloji de, toplumun işleyişini ve ondaki hastalıkların nedenlerini anlamamızı sağlayabilir ve onların nasıl yok edileceğini bize gösterebilirdi. Hâsılı, bilimsel olmak gerekiyordu. O halde yapılması gereken şey, öncelikle, Toplum Bilimi, yani Sosyoloji öğrenmekti. Böyle bir akıl yürütme sonucu, üniversite imtihanlarında girmek istediğim bölümlere ilişkin tercihlerimi hep sosyal bilimler alanında yapmıştım. Bunun sonucu olarak da İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Sosyoloji (Gece) Bölümü’ne kaydolabilmiştim. Başkaları için üniversiteye gitmek veya sosyoloji bölümüne kaydolmak bir meslek edinmenin aracı iken, benim için anlamı, yeryüzündeki baskı ve sömürünün nedenlerini daha derinden anlamak ve onlarla mücadele edebilmenin yolunu yordamını öğrenmekti. Sosyolojiyi sosyalizm için seçmiştim. Bu seçim, Sosyoloji hakkında bir bilgisizliğe ve yanılsamaya dayanmakla birlikte, kanımca çok sağlam bir hareket noktasıydı. Nasıl önceleri adaletsizlik ve sömürüyle mücadele için “Süpermen”, öğretmen, doktor veya gazeteci olmak istediysem şimdi de sosyolog olmam gerektiğini düşünüyordum. Hedef hep aynıydı: baskı, sömürü, yoksulluk ve adaletsizliklerle mücadele. Ama edinilen tecrübelere 19


bağlı olarak, bu mücadelenin nasıl yapılabileceğine ilişkin tasavvurlar ve dolayısıyla yapılması gereken işler de değişiyordu. Bütün bu değişim içinde değişmeyen bir tek şey vardı: yeryüzünden sömürü, baskı ve adaletsizliği yok etme ideali. Dolayısıyla benim kafamdaki sosyolog, o zamanlar bunun bilincinde değildim ama şimdi düşününce fark ediyorum ki, bir meslek olarak veya yaygın anlamıyla sosyolog değil, bir devrimciydi, bir sosyalistti. Daha doğrusu bilince çıkmamış ve ifade edilmemiş olmakla birlikte, sosyolojiye yaklaşımım ve onunla ilişkiyi koyuş tarzım böyleydi. Böylece 1967- 68 öğretim yılında, toplumdaki adaletsizlikler ve sömürü ile mücadele edebilmek, bunlara yol açan toplumsal yasaların sırrına varabilmek için İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Sosyoloji - Gece - Bölümü’nde üniversite eğitimine başladım. Gündüzleri hemen Üniversite’nin karşısındaki Beyaz Saray Çarşıları’ndaki bir muhasebecinin yanında boğaz tokluğuna çalışıyor, akşamları da sarı ışıkların, loş ve boş dershane ve koridorlarına garip bir hüzün verdiği Edebiyat Fakültesi’ne gidiyordum. * 1967- 68 Yıllarında İstanbul’da Üniversite Öğrencisi olmanın, hele sosyoloji bölümünde okumanın nasıl büyük bir şans olduğunu ancak yıllar sonra kavrayabilmişimdir. Türkiye İşçi Partisi yükselişinin zirvesindeydi. Türkiye’nin en iyi aydınları ve en ileri işçilerinin cebinde Türkiye İşçi Partisi üyelik kartı bulunuyordu. İşçi hareketinin yükselişi bizzat TİP ve DİSK’de ifadesini buluyordu. Köylüler de ufaktan ses vermeye başlamışlardı. "Doğu Mitingleri" ile Kürt hareketi uzun süren bir uykudan uyanmaya başlamıştı. Eski hemşeri gruplarının (Kürtler, Lazlar, Karslılar) ve burjuva partilerinin kontrolündeki öğrenci derneklerinin (TMTF, MTTB, TMGT) kabuğuna sığmayan ve Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) yumurtasında olgunlaşan öğrenci hareketi yumurtanın kabuğunu çatlatmaya hazırlanıyor, gemini kemiriyordu. Harika bir tartışma ortamı bulunuyordu ve bu tartışmalar soyut ve pratikten uzak değil, son derece somut siyasi görevler bağlamında yürüyordu. Örneğin Osmanlı’nın toprak düzeni veya bir çelişkinin nasıl tanımlanacağı üzerine şu veya bu görüş o günkü politik görevler veya devrim stratejisi tartışmaları bağlamında son derece pratik ve somut bir anlama sahip oluyordu. Müthiş bir açlıkla okunuyor, tutkulu tartışmalar onları izliyordu. Sosyoloji bölümü de, bu tartışmaların dışında değildi. Derslerde en soyut ve sıkıcı bilinen sosyoloji veya felsefe teorileri bile bu atmosfer içinde somut bir politik anlama bağlanarak tartışılıyor ve öğreniliyordu. O zamanlar Sosyoloji bölümünde asistan ve TİP üyesi olan Oya Baydar’ın (Sencer) hazırlık sınıfı imtihanlarını başarmak için okunması gereken kitaplar listesi (“Literatür”), o yıllarda Türkçe’ye çevrilmiş kitapların sınırlılığına rağmen, daha sonraki yıllarda devrimci örgütlerin yapacakları “Teorik Eğitim Planları”ndan çok daha geniş bir ufka sahipti ve daha derinlikliydi. Aşağı yukarı o dönemlerde Türkiye’de Sosyalizm ve Marksizm konusunda çıkmış bütün kitapları kapsıyordu. Marks’ın Kapital’inden (Özet), Thomas More’un Ütopya’sına; Rousseau’nun kitaplarından Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm üzerine

20


kitaplara kadar bütün önemli kitaplar bu listede bulunuyordu. Ve bu kitapları derslerde okuyor, anlatıyor ve tartışıyorduk. Oya Baydar’ı kendine asistan yapıp ona böyle bir inisiyatif tanıyan ise, daha küçük bir beylikken Osmanlı ile ittifak yapmış Mihallıçık tekfuru Köse Mihail’in soyundan gelen, artık soyu tükenmiş Osmanlı-Bizans çelebiliğini hoşgörü ve liberallikle birleştirebilmiş, muhtemelen kendi bilimsel sınırlarını bilen ve bunu asistanlarına tanıdığı geniş alanla kapatmaya çalışan Nurettin Şazi Kösemihal isimli bir profesördü. Kösemihal’in Sosyoloji Tarihi derslerinde okuttuğu “Sosyoloji Tarihi” adlı kitap, aslında şu bizim Lenin’in, “Bay Pitirim Sorokin’in Kıymetli İtirafları” adlı yazısında sözünü ettiği P. Sorokin’in “Çağdaş Sosyoloji Kuramları” kitabının neredeyse kopyası gibiydi 6 . Bu kitabın temel özelliği, neredeyse o zamana kadarki, bütün önemli sosyoloji kuramlarını bir “somut toplumun analizi” çerçevesinde bir yerlere yerleştirmiş olmasındaydı. Yani her kuram toplumun bir yanını öne çıkardığı veya esas olarak o alanda yoğunlaştığı açısından anlatılıyor, eleştiriliyor ve bu bağlamda sınıflanıyordu. Tabii yazar böylece, aynı zamanda, bütün kuramları kapsayan kendi kuramını da (ki bu sistematik olma iddialı ama eklektik bir kuramdı) açıklamış oluyordu. Bu çerçevede Marksizm de, toplumda ekonomiyi öne çıkaran bir sosyoloji teorisi veya ekolü, ekollerden bir ekol, teorilerden bir teori olarak ele alınıyordu. Ama bu derslerin önemi, neredeyse bütün sosyoloji okulları, yani “metafizik sosyolojiler” hakkında bir fikir sahibi olmamızı sağlamasıydı. Onları tanıyınca da, bir sosyalist olarak, sosyolojinin kendisinin, bizzat Marksizm’in ifade ettiği sınıf savaşımının bir alanı olduğunu görüyorduk. Sosyoloji öğrenmek için sosyolojiyi seçmemizin çocuksu saflığını görmek bu derslerin en önemli kazancıydı. Marks’ın bir yerde dediği gibi, kazancımız kaybettiğimizdi: ham hayallerimiz. * N. Ş. Kösemihal, bütün bilimsel sınırlılığına rağmen çok önemli ve sağlam bir noktayı yakalamıştı. Hep, “düşünceleri kaynağından okuyun. Aslında böyle kitaplar da çok fazla değildir. Sakın ikinci el kitaplardan öğrenmeye kalkmayın. Önemli olan düşüncenin o ilk ifade edilişindeki sıkıntılar, dolambaçlı yollar, zorluklar, tutkulardır” derdi ve buna uygun olarak da derslerinde özellikle Klasik Yunan Felsefesinin, Rönesans ve Aydınlanma döneminin düşünürlerinin kitaplarını veya onlardan bölümleri okuturdu ve bunlar üzerine bizleri tartışmaya teşvik ederdi. Böylece Aristo’nun Politika veya Organon’undan Macihavelli’nin Prens’ine; Platon’un Şölen veya Devlet’inden Descartes’in Metod Üzerine Konuşma’sına veya Bacon’un Novum Organon’una kadar, listesi daha çok uzatılabilecek olan, modern batı düşüncesinin kaynaklarının en önemlilerini birinci elden okumuş ve tartışmış oluyorduk. Kanımca bu paha biçilmez değerde bir birikimdi.

6

Bu "İntihal"i, P. Sorokin'in "Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri" kitabını çeviren Mete Tuncay, kitaptaki bir dipnotta oldukça diplomatik bir dille şöyle ifade ediyor: "İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Profesörü sayın Nurettin Şazi Kösemihail'in Sosyoloji Tarihi adlı kitabının Sorokin'in Çağdaş sosyoloji Kuramları adlı yapıtının geniş ölçüde paralel olduğunu belirtmekte fayda vardır.” (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1968). -Çev."

21


Yine bu İstanbul çelebisi Kösemihal, sanırım kendi yetkisi çerçevesinde Cemil Meriç’in haftada bir gün Edebiyat Fakültesinde bir dershanede bir konferans vermesine de olanak sağlamıştı. Bunları da kaçırmıyordum. Cemil Meriç, özellikle 19. yüzyıl Fransa’sının ve Fransız kültürünün hayranı, eski “İskenderun Komünist Partisi”nden olduğu söylenen, bir tarihçi ve düşün adamıydı. Özellikle Fransız tarihini ve sosyalizmini anlatıyordu konferanslarında. Ama bunlar öyle kuru, sıradan konferanslar değildi. Önceden hazırlanılmış, zengin çağrışımlar, ufuk açıcı ve düşündürücü değinmelerle dolu, Cemil Meriç’in tutkuyla, kaslarında sinirlerinde yaşayarak olayları anlattığı derslerdi. Örneğin Blanqui’nin bir mahkemesini anlatırken, Blanqui’nin sorgusunda meslek olarak Proleter demesi üzerine, önce yargıç olup, “Böyle meslek yoktur” dedikten sonra, Blanqui olur, “proleter, milyonlarca Fransızın mesleğidir” diye haykırarak, o anı kendince yaşardı ve yaşadığı biçimde de bize yaşatırdı. Böylece Marksizm’in temel kaynaklarından biri olan, Fransız sosyalizmini de öğrenme olanağımız oluyordu. Ama dersler sadece batı düşüncesinin kaynakları üzerinden yürümüyordu. Cahit Tanyol adlı yine yeteneksiz ve birikimsiz bir profesör daha vardı. O da Kemal Tahir ve İdris Küçükömer’den kaptığı 7 kimi görüşleri savunur, özellikle Osmanlı ve İslam üzerinde yoğunlaşırdı. Böylece bir yandan bir sosyalist olarak bu devletçi ve mesiyanist (Türklüğün ve Osmanlılığın başka olduğu ve adeta insanlığı kurtarmakla görevli ve buna ehil olduğu tarzında bir yaklaşım. Bu yaklaşım hala bütün İslamcı çevrelerde egemendir. ) görüşlerle tartışırken ve bu tartışmalar içinde kendimizi bilerken; diğer yandan da o tarih üzerine daha geniş bir bilgi edinme olanağımız oluyordu. Osmanlı toplum düzeni, Evliyalar, Mecelle, İslam Hukuku vs. derslerin belli başlı konularıydı. Bu derslerde de Farabi, İbni Haldun gibi 7

Aslında İdris Küçükömer ve Kemal Tahir'in orijinal gibi piyasaya sürülen ve özellikle sağcılar arasında epey pirim yapan görüşlerinin kaynağı, Doktor Hikmet Kıvılcımlı ve onun Tarih Tezi'dir. Tabii bu tezin içi boşaltılmış ve devletle uzlaştırılmış hali. Kemal Tahir, Kıvılcımlı ile hapis yattığı yıllarda ondan kaptığı fikir kırıntılarını biçimsizleştirerek ve kendine mal ederek epey nam yapmış ve İdris Küçükömer ve Cahit Tanyol gibi Üniversite profesörleri aracılığıyla epey yankılara yol açmıştı. Bizim sosyoloji bölümünde karşılaştığımız bir bakıma bu suyunun suyu yankılardı. Buna Hikmet Kıvılcımlı birkaç kez değinir. Örneğin Toplum Biçimlerinin Gelişimi adıyla yayınlanan ve orijinal adı Marks'ta İlkel Komün ve Tarih olan kitabının Önsöz'ünde şöyle yazıyor: "(...) Bizim "Mister Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor" eleştirimiz, o köpeksiz köyde değneksiz gezenlere karşı deneme idi. Birkaç edebiyatçı bu denemeyi şöyle okuyup geçti. İçlerinden o denemenin lanetlenip unutulacağını düşünen birisi, denemede yazılanları anlayabildiği kadar biçimsizleştirerek eşine dostuna, hatta üniversitemizin bilginlerine kendi orijinal buluşları diye, ucuz pahalı, toptan perakende satmakla yetindi." (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi- Üç Kitap Birarada, s. 442, Diyalektik Yayınları) Yine başka bir Önsöz'de aynı konuda şu satırlar okunuyor: "Onun için 1940 yıllarında yazılmış: "Mister Toynbee Tarih bilimini Alt Üst Ediyor" yahut "Tarih ve Allah" polemik denememiz "kursağımızda kaldı". Kişicil ilişkili bir iki edebiyatçı bir iki kez okumakla kaldılar. Kimisi, bizim nasıl olsa "otorite" olmadığımızı düşünerek lütfettiler. Eleştirinin kıyısından köşesinden kestikleri parçaları, eşlerine dostlarına kendi orijinal buluşları olarak sundular. Allah razı olsun: Emeğimizi unutulmaktan kurtardılar. Aslıyla hiç ilgisi kalmamış biçimsizlikte üniversite yankılarına kapı açtılar." (a.g.e., s. 13). Bu alıntılarda sözü edilen "Birkaç edebiyatçı" Hazım Hikmet ile Kemal Tahir'dir. Kendine mal eden ise, Kemal Tahir. İşte sosyoloji bölümünde, Cahit Tanyol'un derslerinde karşılaştıklarımız "aslıyla ilgisi kalmamış" bu yankılardı.

22


İslam uygarlığının düşünürleri okunuyor ve tartışılıyordu. Böylece klasik uygarlıkların birikiminin İslam uygarlığına geçen mirası ile de tanışmış oluyorduk. Ama bu tartışmalar sadece derslerde sürmüyordu, derslerin dışında sosyalist hareket de bu tartışmaları yapıyor, aynı kitapları okuyordu. Bütün bu tartışmaların özü, Türkiye’de devrim stratejisinin ve programının ne olacağı idi. Yani içinde bulunulan aşamada hangi güçlere dayanarak, hangi güçleri karşıya alarak bir mücadele yürütmek gerektiği, dolayısıyla da nasıl bir programa sahip olmak gerektiği idi. En soyut ve ilgisiz gibi görünen tartışmalar bile bu bağlamda bir anlam taşıyordu. Bu dönem Türkiye Tarihi’nin en kritik, canlı, yaratıcı ve önemli dönemlerinden biri, belki de birincisidir ve biriciktir. Daha sonraki bütün bölünmeler, siyasi şekillenmeler hep bu dönemdeki görüş ve varsayımlara göre ortaya çıkmıştır. * Bu ilk yıl bittiğinde, Marksizm hakkındaki bilgilerimiz, Çetin Altan’ın veya Orhan Hançerlioğlu’nun makale ve kitaplarının dışına çıkmış oluyordu. Gerçi hala kaynağından uzaktık, bu alanda çevrilmiş birkaç el kitabından ötesini bilmiyorduk, ama bu bile uluslararası sosyalist yazınla ve orijinal kaynaklarla bir bağ anlamına geliyordu. Ama sanırım esas önemli kazanç, Marksizm’in üzerinde yükseldiği eski Yunan, Rönesans ve Aydınlanma’nın mirasını ve Marksizm’e karşı yükseltilmiş sosyoloji ekolleri ve teorilerini doğrudan veya dolaylı olarak tanımış olmaktı. Bu yıl boyunca, belki Marksizm’i değil ama onun üzerinde yükseldiği birikimi (Felsefe) ve onun üzerine örtülmüş çöpleri (Sosyolojiler) biraz olsun tanımıştık. O hala masalların yedi zorluktan sonra ulaşılan hazinesi gibi derinlerde bir yerdeydi. Yolları yedi başlı ejderhalar tutmuştu. Tabii o zamanlar bunun böyle olduğunu da bilmiyorduk. Okuduğumuz Marksist el kitaplarından öğrendiklerimizi Marksizm sanıyorduk. Ama çok önemli bir sonuca ulaşmıştık, Sosyoloji, yani toplum bilimin kendisi bizzat Marksizm’in ifade ettiği sınıf mücadelesinin bir alanıydı. Ve sosyolojiler aslında Marksizm’e karşı savaş yürüten ideolojilerdi. Buradan da o yıl yaptığımıza tam ters olan şu sonuç çıkıyordu: sosyoloji (toplum bilimi) Üniversitelerin sosyoloji bölümlerinde öğrenilemezdi. Bütün sosyolojiler aslında bunu engellemenin araçlarıydı. Onlar hastalıkların gerçek nedenlerini gizlemek için; sistemi yaşatmak için vardılar. Onlar çözümün yolu değil, sorunun kendisiydiler. Bir tek sosyoloji vardı: Marksizm yani Tarihsel Maddecilik. Ama o da bizzat bütün o sosyolojiler tarafından, kendilerinden biri gibi, ekonomik faktöre ağırlık veren, tek yanlı bir görüş olarak, bayağılaştırılarak ele alınıyor, tanıtılıyor ve eleştiriliyordu. Sosyoloji’den öğreneceğimizi öğrenmiştik. Öğrendiğimiz: üniversitelerin sosyoloji bölümlerinde sosyoloji öğrenilemeyeceği idi. Dolayısıyla Üniversiteye devam etmenin bizim için bir anlamı kalmamıştı. Belki bir meslek olarak, geçimi sağlamak için eğitime devam edilebilirdi. Ama başka bir bilgi, tecrübe ve çıkarsamaya bağlı olarak onu da bir kenara atmıştık.

23


Bizler sınıflı toplumda yaşıyorduk. Bizzat Marksizm öğretiyordu ki, insanın düşüncesini belirleyen varlığıdır. Toplumsal konumumuz da ezilenlerin içinde olmalıydı ki, yarın öbür gün, bilgilerimizi o üst bir konumu meşrulaştırmak için kullanmayalım. İşte bizzat Üniversitede okuduğumuz sosyolojiler bunun örnekleriyle dolu değil miydi? Diplomalı bir sosyolog olduğum takdirde, kolaylıkla iş bulabilirdim. Yapacağım iş ise, en kötü ihtimalle bu gerici teorileri genç beyinlere şırınga edecek bir öğretmenlik veya bir fabrikada daha rafine sömürü mekanizmalarının kurulmasında veya daha incelmiş ve geniş çaplı benzer projelerde çalışmak olabilirdi. Bu ise, sadece mesleğimde inançlarıma ters işler yapmak anlamına gelmezdi, o işler aynı zamanda oldukça üst ve iyi bir toplumsal konum anlamına geleceğinden, bir süre sonra inançlarım yaptığım işlere uygun hale gelebilirdi. Böylece sosyoloji eğitimini, sadece sosyolojide sosyoloji öğrenilemeyeceği için değil; aynı zamanda toplumsal konum olarak da hiçbir zaman üst ve imtiyazlı bir konumda bulunmamak için, bırakmaya, daha doğrusu üniversiteye devam etsem de, hiçbir zaman diploma almamaya karar verdim. Ertesi sene imkan buldukça felsefe ve psikoloji bölümlerine de devam ettim ama oldukça parlak bir öğrenci olmama rağmen, hiçbir zaman diploma almaya çalışmadım ve almadım. Üniversite öğreniminde, gerçekten öğrenilebilecek en önemli dersi öğrenmiştim: ancak sosyolojiyle savaşarak ve sosyolog olmayarak gerçek bir sosyolog olunabileceği. Daha sonraki yıllarda, Hikmet Kıvılcımlı’nın “Metafizik Sosyoloji Eleştirileri” kitabını okuduğumda; onun da, sosyoloji ve Marksizm konusunda bu kendi ulaştığım sonuçları destekleyen aynı özde görüşleri yazdığını gördüğümde, düşüncemin doğruluğuna olan güvenimin de pekiştiğini hatırlıyorum. Bugün de bu sonuçların alfabetik doğrular olduğunu düşünüyorum. Sosyal bilimler alanında okuyan ve çalışanlara karşı, şimdi bile, son derece sağlıklı olduğuna inandığım bir kuşku ile yaklaşırım. Cellatlar her zaman rahiplerle birlikte olurlar. Devletin şiddet araçlarını modern toplumun cellatları olarak tanımlarsak, sosyologlar ve sosyal bilimciler de modern toplumun rahipleridirler. Böylece, sosyoloji eğitimiyle ve üniversiteyle, ne sosyalizm ne de yaşamım açısından hiçbir ilişkim kalmamış bulunuyordu. Üniversiteyi ve Sosyolojiyi bitirmem için bir yıl yetmişti. Bundan sonra üniversite benim için sadece, ilgimi çeken kimi dersleri izlemenin, sosyal mücadelenin ve askerliği tecil etmenin bir alanı ve aracı olacaktı. * Ama sosyolojiyi (Marksizmi) nerede nasıl öğrenebilirdim? Sosyal mücadeleye daha da aktif ve verimli olarak nerede nasıl katılacaktım? Türkiye İşçi Partisi (TİP) ya da Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) artık ne teori ne de sosyal pratikte aradıklarımı sunmuyordu. Tam anlamıyla bir boşluktaydım. Nereye hangi organizasyona gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum. 1968 yılında, çalıştığım muhasebecinin yanındaki işten ayrıldığım bir yaz sonu gününde, sıkıntımı atmak için gittiğim Çınaraltı’nda İzmir’li hemşehrim olan Boyboy Mustafa aracılığıyla Deniz Gezmiş ve diğer arkadaşlarla tanıştım ve aynı gün tanışmamızdan az sonra, 24


“Samsun’dan Ankara’ya yürüyeceğiz, gelir misin?” dediler. “Gelirim” dedim. Yapacak hiçbir işim, hiç bir bağlantım ve geleceğe ilişkin somut hiçbir planım bulunmuyordu. Belki aradığımı bu grup arasında bulabilirdim. Onları epeydir uzaktan izliyor tanışmak için can atıyordum. İstanbul’daki öğrenci hareketinin öne çıkardığı ve çıkaracağı; sonraki gelişmelere damgasını vuracak, çoğu Devrimci Hukukçular Birliği’ni kurmuş şimdi de Devrimci Öğrenci Birliği’ni kuracak gruba rastladığımı hayal bile edemezdim. 1968- 69 yılını İstanbul’da Deniz Gezmiş’in lideri olduğu Devrimci Öğrenci Birliği’nin (DÖB) topu topu 15- 20 kişiyi geçmeyen militan çekirdek kadrosunun bir üyesi olarak geçirdim. Bu dönem bütün hayatımın en zengin; en güzel, en yoğun dönemi oldu. Bu dönemde en önemli, siyasi, örgütsel deneyleri edindim. Tarihte yirmi yılların yirmi günde, yirmi günlerin de yirmi yılda geçtiği dönemler vardır. Yirmi yılın yirmi günde geçtiği dönemlerden birini, hem de onun tam merkez üslerinden birinde yaşayacaktım. Daha sonraki hayatımda edindiğim tüm deneyler, tüm güzel anların toplamı o dönemin kenarına bile varamaz. * “Felaketler asla yalnız gelmez” diye bir söz vardır, şanslı rastlantılar da. Bunu iki büyük şans daha izledi. Tabii bunların nasıl bir şans olduğunu ancak sonra görebildim. O zamanlar her şey kendiliğinden öyleydi. Devrimci Öğrenci Birliği yer bulamayınca, Yapı İşçileri Sendikası (YİS) başkanı olan İsmet Demir, DÖB’e sendika binasında yer vermişti. Böylece DÖB aracılığıyla Türkiye işçi hareketinin modern tarihinin ve halk hareketinin binlerce yıllık birikiminin bileşkesininin ortaya çıkardığı; bir benzerine bir daha rastlamadığım Pugaçyev, Panço Villa, Zapata gibi ezilenlerin kendi içinden çıkardığı liderlerin soyundan, gerçek bir işçi ve halk önderi İsmet Demir ile tanışmak ve birlikte çalışmak imkânı ortaya çıktı. Ama şans burada da bitmiyordu, DÖB ve Deniz aracılığıyla, YİS ve İsmet Demir ile tanıştığım gibi, İsmet Demir ve YİS aracılığıyla da, yaşayan en büyük ve yaratıcı Marksistlerden biri olan Hikmet Kıvılcımlı’nın eserleri ile tanışacaktım. Evim ve kalacak yerim olmadığından, İsmet Demir, kendisinin de yatmak için kullandığı, sendikanın üst katındaki odada yatabileceğimi söylemişti. Bu oda aynı zamanda Hikmet Kıvılcımlı’nın, kitapçılar almadığı ve raflarına koymadığı için elde kalmış kitaplarının korunduğu depoydu da. Uyku tulumumu “Tarih Devrim Sosyalizm”, “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş – İngiltere”, “Türkiye’de Kapitalizm”, “Uyarmak İçin Uyarmalı, Uyanmak İçin Uyarmalı”, “Türkçe’nin Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz”, “Karl Marks’ın Özel Dünyası” gibi kitapların ve satılmadan kalmış Sosyalist gazetelerinin üzerine seriyordum. Uyuyamadığım geceler, uyumak için onlardan birini alıyor ve sayfalarını karıştırıyordum. Kaşıkçı elmasını bulduğu rivayet edilen ve elinde nasıl bir hazine bulunduğunu bilmeyen, bu nedenle onu birkaç kaşık karşılığı satan balıkçı gibiydim. Nasıl bir hazinenin üzerinde yattığımın farkında bile değildim. Yaşayan en büyük Marksist teorisyen ve militanlardan 25


birinin, her biri Marksizm’e bir katkı olan kitaplarını uyku getirmek için okuyordum. Alıcılarımın dalga boyları ve frekansları henüz o yayınların frekansları ve dalga boylarını tanımaktan çok uzaktı. Bu üç mucizevi rastlantı bir bakıma sonraki bütün hayatım ve çalışmalarımın rotasını çizdi; sosyal alt üstlükler mahşerinde ve labirentinde yolumu bulmamı sağladı. Şans yardım etmiş, sosyoloji eğitimine son verdikten sonra gerçek sosyoloji eğitiminin hem pratiği (Deniz Gezmiş ve İsmet Demir) hem teorisi için (Hikmet Kıvılcımlı) en iyi, eşi bulunmaz öğretmen ve yoldaşlarla karşılaşmıştım. Elbette o zaman bunu bilmiyordum. Deniz, ara sıra yine bir delilik yapmasın diye tutmaya çalıştığımız yerinde duramaz ve sevimli arkadaşımız ve önderimiz; İsmet Demir, alkol almadığı zamanlar elleri titreyen ve hiç bilmediğimiz duymadığımız şeyler anlatan bir sendikacıydı; Kıvılcımlı garip, anlayamadığımız şeyler yazmış, polis işkencelerinde hiç konuşmaması ve spartak yaşamı ve en uzun hapis yatan (22 yıl) Komünist olmasıyla efsane olmuş bir “Eski Tüfek”ti. Hayat sadece değerli sanılanların değersizliğini öğretmez. Değerini bilmediklerimizin değerini de. Gerçekten değerli insanlar, gerçekten değerli her şey gibi, var olduklarında varlıklarını bile fark etmediğimiz, yitirdiğimizde ise eksikliğini gördüğümüz, değerini anladığımız şeyler gibidirler, örneğin sağlık gibi. * Evet sosyoloji, yani Marksizm’i sosyalizm mücadelesi içinde öğrenecektik ama sosyalist ortam Marksizm diye, Üniversitede öğrendiklerimizden bile daha geri skolastik ve Marksizm’le ilgisi bulunmayan bir tartışma içinde bulunuyordu ve el kitaplarından Marksizm diye öğrendiğimizin Marksizm’le ilişkisi bulunmuyordu. Tabii, tıpkı başlangıçta Sosyoloji’de Sosyoloji öğrenilemeyeceğini bilmememiz gibi, bunu da o an bilmiyorduk, pahalı tecrübeler ve uzun arayışlarla yıllar sonra çıkarılabilecek bir sonuçtu bu. O dönemde Marksist klasikler henüz yeni yeni yayınlanmaya başlamıştı. Birçok önemli metnin çevirisi bile yoktu. Marksizm’i öğrenmekte genellikle “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm”i anlatan ikinci el eğitim kitapları kullanılıyordu. Marksizm diye öğrendiğimiz bu mekanik şablonlar ve şemalardı. Bunlara ek olarak, Mao’un Stalin’in kitapları bulunuyordu. Marksizm diye onları öğreniyorduk. O dönemin tartışma ve çıkarsamaları hakkında bir fikir vermek için şu örnek verilebilir. İlkel, Köleci, Feodal, Kapitalist, Sosyalist Toplum şablonu meşhurudur. Herkes bu şablonu kabul ediyor ve strateji tartışmaları bu ortak kabul üzerinde yürüyordu. Örneğin Devrim Stratejisi bağlamında Türkiye’nin Kapitalist mi, Feodal mi, yarı Feodal mi olduğu yolunda bir tartışma yürüyordu. “Sosyalist Devrim” diyenler Kapitalist bir ülke olduğunu, “Demokratik Devrim” diyenler de yarı feodal veya feodal bir ülke olduğunu 8 savunuyorlardı. 8

Evet Feodal. Bu gün kimilerini güldürebilir ama o dönemde örneğin Mihri Belli "Türkiye Toprağından Feodalizm

26


Ama her iki taraf da, bu şemanın doğru olduğu varsayımından hareket ederek bu tartışmayı yapıyordu. Kimse bu şemanın, bu sıralamanın kendisini ve dayandığı mantığı sorgulamayı aklından bile geçirmiyordu. “Asya Tipi” diyenler de farklı değildi, onlar da bu şemaya, Türkiye’nin istisnai, o kalıplara sığmayan bir yeri olduğunu söylemelerine olanak sağladıklarını düşündükleri bir ek yapıyorlardı, şemaya ve dayandığı mantığa değil, sıralamasınaydı itiraz. Böylece Türkiye’deki bütün Marksist tartışmalar aslında Marksizm’le ilgisi bulunmayan şemalar ve varsayımlar üzerinden yürüyordu. Tabii o zamanlar kimse bunun farkında değildi. Zaten Marksizm’i öğrenmemizin tarihi, bir bakıma bunun farkına varışımızın tarihidir. Bir de genellikle Mao’dan ve onun “Çelişkiler Üzerine” yazılarından gelen, Tarihsel Maddeci yani Sosyolojik olmaktan ziyade Felsefi (“Diyalektik Maddecilik” bağlamında) yürütülen tartışmalar vardı. Sosyoloji “Tarihsel Maddecilik” idiyse, Felsefe karşılığı olarak da “Diyalektik Maddecilik” kullanılıyordu. Bu tartışmalarda aslında sosyolojik bir sorun olan sınıflar ve onların konumları ve çıkarları, yani strateji doğrudan “Diyalektik Maddecilik”in, yani felsefenin kavramlarından çıkarılmaya çalışılıyordu. Tarih ve Sosyolojiden, yani Marksizm’den iyice uzaklaşılıyor ve tam anlamıyla bir ortaçağ skolastiğine düşülüyordu. Bu nedenle o dönemde sosyalistler arasındaki tartışmalar, sadece feodal, kapitalist, sosyalist gibi şematik ve mekanik bir tarih kavrayışına boğulmak değil, tarih ve olgular alanından felsefi spekülasyonlar alanına; Sosyolojiden Felsefeye bir geri gidiş anlamına geliyordu. Örneğin çelişki gibi bir takım felsefi kavramlardan, doğrudan sınıf ilişkilerine ve stratejik görevlere yönelik çıkarsamalar yapılıyordu. Aslında kullanıldıkları anlamıyla çelişki gibi kavramlar da Marksizm’dekiyle ilgisiz kavramlardı. Marksizm’den ziyade Taocu ve Konfüçyusçu felsefeyle ilişkileri vardı. Ama bu kavramlar Diyalektik Maddeciliğin kavramları gibi kabul ediliyor ve devrim stratejisine ilişkin tartışmalar bütün bunlar üzerinden yürütülüyordu. Bu çelişki üzerine bu skolastik tartışma da iki düzeyde yürüyordu. Birincisi, çelişki kavramının içeriği ve çeşitleri üzerineydi. Örneğin, “çatışma”; “uzlaşmazlık”, “çelişki”nin farklı kategoriler olduğu üzerinde duruluyordu. Bunlarda anlaşılsa bile bir de çelişkinin türleri üzerine bir tartışma yürüyordu. “Baş Çelişki”, “Aktüel Baş Çelişki”, “Ana Çelişki”, “Temel Çelişki”, “Yan Çelişki” gibi bir sürü çelişki türleri de çıkmıştı ve bunlar herkes tarafından kabul görmüyordu. Kabul görmediği gibi, bunların anlamları üzerinde de bir anlaşma yoktu. Çünkü şu veya bu çelişki türünü kabul veya ona şu ya da bu anlamı vermenin zorunlu olarak devrim stratejisine ilişkin belli çıkarsamaları gerektirdiği var sayılıyordu. Ama sorun sadece bununla da bitmiyordu. Çelişkinin ne olduğunda ve çelişki türlerinde soyut ve normatif olarak anlaşılsa bile, bu sefer de toplumdaki hangi çelişkinin ne tür bir çelişki olduğu sorunu ortaya çıkıyordu. Örneğin proletarya burjuvazi çelişkisi, kimine göre “baş Fışkırıyor" diye yazılar yazıyordu. Bizler de daha sonra fabrikaları ve onların bacalarından çıkan dumanları gösterip, "yine feodalizm fışkırıyor" diyerekten bununla dalga geçerdik.

27


çelişki”, kimine göre “temel çelişki”, kimine göre (toplum demokratik devrim aşamasındaysa mesela) “yan çelişki” olarak tanımlanıyordu. Türkiye’nin sosyal olaylar bakımından en zengin olduğu dönemde en kritik tartışmalar, bırakalım Marksist veya sosyolojik olmayı bir yana, bırakalım onun bayağılaşmış, mekanikleşmiş, şemalara döndürülmüş el kitabı versiyonları bir yana, tam bir skolastik tartışma olarak yapılıyordu. Önceden kabul edilmiş şema ve kategorilere gerçeklikler sığdırmaya çalışılıyordu. İşin kötüsü bu şema ve kategoriler ilkel, köleci (...) sınıflamasında olduğu türden sosyolojik değil, çelişkiler bahsinde örnek verildiği gibi felsefi kategorilerdi. Ama bu kategoriler de de Marksist felsefe (“Diyalektik Materyalizm”) bağlamında öğretilen çelişkiden de farklı içeriklerdeydi. Dolayısıyla bu dönemin strateji tartışmaları aslında Marksizm’i ve Tarihsel Maddeciliği daha iyi kavramayı sağlamak bir yana, skolastik tartışmalar içinde yitip gitme ve ondan uzaklaşma sonucu doğuruyordu. Sosyoloji eğitimini bırakıp içinde Marksizm’i öğrenmeyi umduğumuz ortam böyle bir ortamdı. Bunların Marksizm olmadığını öğrenmemiz sosyolojide sosyoloji öğrenilemeyeceğini öğrenmemizden daha uzun, zor ve dolambaçlı bir yol izledi. Ama tüm bu olumsuzluğa rağmen bütün bu tartışmaları yapanlar, bu tartışmalarla ilgili en iyi kavramsal araçları Marksizm’in sunduğu varsayımından hareket ettiğinden, Marksist Klasiklerin çevrimi ve okunuşu bu tartışmaların esas olumlu ve ilerletici yanını oluşturuyordu. Bu kitaplar çevrilip okundukça da, bu çeviri ve okuma sonucunu veren tartışma ve varsayımların Marksizm’le ilgisinin olmadığı görülüyor veya en azından bu olanak ortaya çıkıyordu. Ne var ki, bu kazanç bile oldukça sınırlıydı. Bu klasikler anlaşılmak için, en azından üzerlerinde yükseldikleri kültür ve bilgi birikiminin ve genellemelerini yaptıkları, yasalarını öne sürdükleri olayların, yani Tarih’in 9 asgari ölçüde olsun bilinmiş ve hazmedilmiş olmasını var sayarlar. Sosyalistlerin çoğu için bu geçerli değildi. Özellikle yeni kuşak ve kitleler halinde sosyalist olanlar için bu ön koşul hiçbir şekilde söz konusu edilemezdi. Yani bu kitapları okuyanlar da bu kitapları anlayacak kültürel, olguların bilgisine ilişkin bir arka plan bulunmuyordu. Dolayısıyla bu kitapların pek anlaşılma şansı yoktu. Ama tek sorun bu da değildi. El kitaplarından, ikinci elden öğrenilen bayağı Marksizm’in kendisi de, belli bir bakış açısını yaydığı ve güçlendirdiği için, orijinal kitaplar okunduğunda, onların, o el kitapları okumadan anlaşılabilecek şekilde, anlaşılmasının bile önünde bir engel haline geliyorlardı. El kitaplarından bir kere İlkel, Köleci, Feodal şemasını benimsediniz mi, Engels’in Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni’ni veya Marks’ın Grundrisse’ini kavramanız neredeyse olanaksızlaşır. Örneğin Engels’te çok açık olarak, feodalizm, Roma uygarlığının yıkılışı ile ve İlkel sosyalizmi yaşayan “Barbarlar”ın işgali ile bağlantılı olarak ele alınır, zaman olarak daha

9

Marks ve Engels "bir tek bilim vardır Tarih bilimi" diyorlardı.

28


sonra, yani kölecilikten sonra gelmesine rağmen sosyolojik olarak komüne daha yakın olarak değerlendirilir. Yani şemanın kavramlarıyla ifade edersek, Feodalizm, İlkel Sosyalizm’e kendisinden sonra sıralandığı Kölecilik’ten daha yakındır. Ama el kitaplarının şemalarıyla beyni şekillenmiş olanlardan bu kitabı okuyanlar artık bunu göremez ve Engels’i anlayamaz hale gelir. Ya da kafası bu şemayla şekillenenlerde Engels’in Komün’ün bir kalıntısı olarak Alman Mark’ı (bu Mark, Germen’lerde Komün’ün kalıntısı olan Mark, köy ortaklaşmacılığı; para birimi olan Mark değil) veya Rus Mir’ine; veya İngiltere’de Hasting Savaşı’nda, taş balta kullanıldığına; İrlanda’lılar arasında yaşayan komün geleneklerine ilişkin söyledikleri, yani ilkel sosyalizmden kapitalizme, hatta modern sosyalizme geçiş gibi konular karşısında en küçük bir dikkat ve kavrayış gücü bile görülmez olur. Keza Marks ve Engels’in bu sıralamayı, teorilerini ilk kez formüle ederlerken, bir fikir vermek için, geçer ayak zikrettikleri, bu sıralamayı yaparken Akdeniz, Ortadoğu, İran, Hint ve Çin uygarlıklarını pek bilmedikleri ve o zamanki tarih bilgisinin eski Greklerden öteye pek gitmediği anlaşılmaz olur. Ve nihayet bu tartışmalarda bilgiye ve bilime yaklaşımla ilgili, çok daha temel bir sorun bulunuyordu çoğu kimse bakımından. Bu kitapları okuyanlar, bu kitaplardan öğrendikleri kavramsal araçlarla sosyal gerçekliğin daha derin bir analizini yapıp ondan daha doğru sonuçlar çıkarmak için değil; zaten önceden kafalarında şekillenmiş politika ve stratejileri, Marksist bir söylem içinde teorize edebilmek için okuyorlardı. Politika ve strateji sonda değil, başta bulunuyordu. Yani büyük çoğunluk, bilimsel düşüncenin çok temel bir varsayımından, bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşmamak gerektiği ilkesinden ve varsayımından uzak bulunuyordu 10. Böylece bir yandan pratik olarak tam bir yükseliş dönemi yaşayan İşçi, Köylü, Öğrenci mücadelelerinin tam ortasında bulunuyorken, teorik olarak, bu skolastik tartışmalar ve yukarıda değinilen el kitaplarının yarattığı engellemeler vs. nedeniyle, sosyolojiyi, (yani Tarihsel Maddeciliği) öğrenmek bir yana, ondan uzaklaşmış oluyorduk. Ama bunun farkında bile değildik, çünkü öğrendiğimizin Marksizm ve Tarihsel Maddecilik olduğunu sanıyorduk. Ve işin ilginci, hareketin yükseliş döneminin sunduğu başarılar nedeniyle, bildiklerimizin doğrulandığını düşünüyorduk. Teorimiz doğruydu ki pratikte başarılar elde ediyorduk. Bu varsayımı, yani bir sosyal hareketin başarısının ille de doğru bir teori gerektirmeyeceği ve başarının bir teorinin doğruluğunun ölçüsü olamayacağı gibi bir sorun aklımızın ucundan bile geçmiyordu. Sosyolojide okurken en azından Tarihsel Maddeciliğin dayandığı birikimi ve onun düşmanlarını tanımış oluyorduk. Ama şimdi o düşman bizzat Tarihsel Maddecilik ve Marksizm postuna bürünmüş olarak karşımıza çıkıyor ve biz onun böyle olduğunu

10

Marks, bu temel varsayım konusunda çok açıktır."(...) Bir kişi, bilimi, (ne denli yanlış olursa olsun) bilimin kendisinden değil de, dışarıdan, yabancı, dış ilgilerden kaynaklanan bir görüş açısına uydurmaya uğraştığı zaman, ben o kişiye "aşağılık" derim" ("Artık değer Teorileri")

29


bilmediğimiz için Marksizm ya da Tarihsel Maddecilik (sosyoloji) diye metafizik şemaları ve skolastik tartışmaları öğreniyorduk. Buna karşılık sosyal mücadeleler pratiğinde buna zıt olarak çok zengin bir bilgi ve tecrübe birikimi ediniyorduk. Bir bakıma biyoloji, anatomi, fizyoloji öğrenmekten uzaklaşsak da, hasta bakıcılık ve hemşireliği, iğne yapmayı, kan almayı öğreniyor, toplumsal mücadelelerin teknik ve örgütsel sorunlarında belli bir tecrübe ve bilgi birikimi sağlıyorduk. Tabii, bu tecrübelerin birikimi ile Marksizm diye öğrendiklerimiz arasında giderek açılan bir makas ve büyüyen bir çelişki de ortaya çıkıyordu. Zaten bu çelişkidir ki Marksizm diye öğrendiklerimizi kaynaklara dönerek eleştirel bir gözle yeniden gözden geçirmeyi gerektirmiştir. Ama bu yıllara mal olacak bir zaman kaybıdır da aynı zamanda. * Bu dönemde politik görüşlerim, MDD’cilik olarak şekillenmişti o zamanın kavram ve tartışmaları içinde. O zamanki Dev-Genç ve DÖB militanlarının aşağı yukarı hepsinin de paylaştığı bu görüşler şöyle özetlenebilir: Dünyanın “Baş Çelişki”si Emperyalizm ve Ezilen Halklar arasındaydı. (Tabii bu kavramsallaştırmaya göre, elbette “Temel Çelişki”, Kapitalizm ile Sosyalizm (Proletarya-Burjuvazi) veya diğer deyişle “üretimin sosyal niteliği ile üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel niteliği” arasındaydı. ) Ancak “Baş Çelişki” çözüldükten sonra “Temel Çelişki” çözülebilirdi. (Yani önce antiemperyalist ve demokratik devrim sonra sosyalist devrim. ) Bu durumda yapılması gereken şey yeni bir Vietnam daha yaratıp, ABD’ye karşı yeni bir cephe açmaktı. Mao’nun “Yeni Demokrasi” ve Lin Piao’nun “Yaşasın Halk Savaşının Zaferi” kitapları ihtiyacımız olan bütün teorik arka planı sağlıyordu. Dolayısıyla dünyayı sarsan ÇinSovyet ayrılığında, Çin’e daha sempatiyle bakıyor, Sovyetler’in “devrimci barutunu artık tükettiğini” düşünüyorduk. Ayrıca, bu yaklaşımın son derece pratik sorunları bağlamında, Gerillaya Parti mi başlamalı, yani önce Parti’yi mi kurmalı; yoksa önce Gerillaya başlayıp sonra mı Parti’yi bu mücadele içinde yaratmalı (“Foko” teorisi) gibi sorunlar da gündemimizin temel konularıydı. Ve nihayet, yeni bir Vietnam yaratmak, yeni bir Gerilla savaşına başlamak demekti. Bunun için de Gerilla savaşını öğrenmek gerekiyordu. Bu nedenle o yıl boyunca okuduğumuz kitaplar esas olarak bu konularda yoğunlaşıyordu. Pratiğimize de bu yönelişler yol gösteriyordu. Artık Öğrenci hareketlerinin bile bizim için anlamı, Gerilla için insan bulmak, yeni ilişkiler ve kadrolar devşirmekti. Burada, daha sonraki yıllarda giderek unutulan Enternasyonalist yaklaşıma dikkat etmek gerekir. Biz yeni bir Vietnam yaratmak veya Türkiye’de devrim yapmak isterken, bunu Türkiye’yi kurtarmak için değil, dünya çapındaki antiemperyalist mücadeleye bir katkıda bulunmak için; Vietnam halkının omuzlarındaki yükü biraz olsun hafifletmek için istiyorduk. Türkiye’yi kurtarmak bizler için kendi başına bir hedef değil, dünya çapındaki mücadeleye katkının bir aracıydı. Sonraları sosyalistler için bu araç ve amaç yer değiştirecektir. O zaman bunun farkında bile değildik belki ama bu çok sağlam bir hareket noktasıydı. Daha sonraki yıllarda başlangıçtaki bu otantik ve kendiliğinden Enternasyonalizm, karşılıklı çıkar

30


veya dayanışma veya Türkiye’nin kurtuluşu ve devrim için başka halkların desteği yönünde bir anlam kaymasına uğrayacaktır. * Böyle bir düşünce zinciri içinde yapmamız gereken somut işler de özellikle Türkiye’de gerilla savaşının nasıl başlayacağı konusunda yoğunlaşıyordu. 10 Haziran 1969’da öğrenci hareketi en yüksek noktasına aynı zamanında sınırlarına ulaşmış bulunuyordu. Bundan sonra bizlerin öğrenci hareketinin kabuğunu çatlatma denemelerimiz ortaya çıkar. Bir kısmımız Filistin’e, bir kısmımız köylere, biz de İsmet Demir ile birlikte İzmir Aliağa’ya inşaat işçileri arasında işçi örgütlenmelerine gitmiştik. İnşaat işçileri hem işçi hem de özellikle Türkiye’nin dağlık doğu bölgelerinden oldukları için, (yani hem devrimin esas gücü olan en devrimci ve tutarlı sınıfla, işçi sınıfıyla bağlar kurmak hem de bu işçiler özellikle Türkiye’nin daha dağlık ve yoksul bölgelerinden olduğu için, dolayısıyla gerilla savaşı için ön hazırlık ve kitle bağları sağlama bağlamında) inşaat işçileri arasında çalışmaya yönelmiştik. Yaz boyu Aliağa’da örgütlenme çalışmalarında bulunduktan sonra, Gerilla savaşını da öğrenmek ve aynı zamanda Filistin halkıyla bir Enternasyonalist olarak da dayanışmak amacıyla Filistin’e gittik. * Filistin’de gördüklerimiz ve tecrübelerimiz ise o güne kadar duyduğumuz ve öğrendiklerimizi alt üst ediyordu. Birincisi, Sovyetlerin Revizyonist olduğu, devrimci ulusal kurtuluş savaşlarını desteklemediği; “kapitalist olmayan yol” diyerekten cuntaları desteklediği; Çin’in devrimci olduğu ve kurtuluş savaşlarını desteklediği yolunda duyduklarımız ve öğrendiklerimizle orada görüp yaşadıklarımız çelişiyordu. Durum tam aksineydi. Sovyetler de Çin gibi hatta daha fazla silah ve diğer yardımları yapıyordu Filistin hareketine. Çin ise çok sınırlı yardım ediyor ve çoğu kez bu yardımları Sovyetlere karşı bir tavır koşuluna bağlıyordu. Diğer yandan, doğrudan tanımadan önce, Çin’in Kültür Devrimi ile Sovyetlerdeki yozlaşmaya karşı bir panzehir bulduğu kanısındaydık. Burjuva basınında okuduğumuz, “Mao’nun sözleri okunan inek daha fazla süt verdi” veya burjuva diye Beethoven’in eserlerinin yasaklandığı türünden hikâyelerin Emperyalizmin karalaması ve karşı propagandası olduğunu düşünüyorduk. Ama orada bizzat Çin’in kendi bastığı dergi ve broşürlerde bunu hiç aratmayacak başka olayların anlatıldığını görünce çok ciddi biçimde şaşırmıştık. Hele insanlığın binlerce yıllık kültür ve bilim mirasının bir çırpıda Burjuva diye lanetlenmesini havsalamız almıyordu. Böylece Çin ve Sovyetler üzerine yargılarımızın doğruluğu hakkında kafamızda soru işaretleri oluşuyordu. Ayrıca orada Irak’lı ve diğer Arap ülkelerinden Komünistler ile karşılaşmıştık. Bunlar hem örnek davranışları, hem Sovyetler karşısındaki daha saygılı tutumları ve Marksist formasyonlarıyla bizleri, Arap milliyetçiliğinden gelen, daha Çin’e yatkın, Marksizm’e ve işçi

31


sınıfına daha uzak, Demokratik Cephe’nin 11 diğer önder ve kadrolarından daha fazla etkiliyorlar; hem de bize sürekli Türkiye’de büyük bir işçi sınıfı olduğundan, esas bunlar arasında örgütlenmek gerektiğinden söz ediyorlardı. Bunlara ek olarak askeri eğitim ve savaş tecrübesi bakımından da ciddi bir hayal kırıklığı yaşamıştık. Sosyoloji’de nasıl sosyoloji öğrenemeyeceğimizi gördüysek; Filistin’de de gerilla savaşını öğrenemeyeceğimizi görmüştük. * Filistin’de, biraz da ilginç bir rastlantı sonucu, o zamana kadar yayınlanmış Marksist klasikleri ve Kıvılcımlı’nın kitaplarını da derinliğine bu yeni gözlemler, çelişkiler ve hayal kırıklıkları içinde kısmen yeniden okuma fırsatı oldu. Daha önceleri, ilk fırsatta sistemli bir teorik eğitim yapma amacıyla, çıkan orijinal Marksist kitaplardan ve Yapı İşçileri Sendikası’nda üzerlerinde yattığım ve uyumak için okuduğum Kıvılcımlı’nın kitaplarından bir seri yapmıştım. Hatta hepsinin üzerine ismimi bile yazmıştım. Ama sonra bir gün, bu kitapları Deniz benden istemiş ve ben de vermiştim. Meğer bunları Filistin’e giderken beraberinde götürmüş ve dönerken orada bırakmış. (Denizler de Demokratik Cephe’ye gitmişlerdi ve biz de zaten Demokratik Cephe’ye onların adını vererek girmiştik. ) Filistin’deki üstte bu kitaplarla karşılaştık. Kendimiz de bir miktar getirmiştik. Böylece Ürdün mağaralarında Marks, Engels, Lenin ve Kıvılcımlı’yı ve diğer kitapları, sistemli olarak, kaynaklarından inceleme olanağı ortaya çıkmıştı. Bu okuma, o yaz Aliağa’da ve şimdi Filistin’deki gözlemlerin; o zamana kadar kabul ettiklerimiz ve bildiklerimizle bu gözlemler arasındaki çelişkinin ışığında bir okumaydı. Bu okumalar sonucunda hem Marksizmi, hem de Kıvılcımlı’yı anlamaya başladım. Kıvılcımlı’yı anladıkça, Marksizmi, Marksizmi anladıkça Kıvılcımlı’yı daha iyi anlayabileceğimi gördüm. Ne var ki bu okumalar esnasında Kıvılcımlı’ya yönelişim, doğrudan strateji sorunlarından değil, ki bu konularda bir kitabı yoktu o zaman, Tarihe ve toplumların evrimine ilişkin metodolojik bir sorundan ve onun çözümünü arayıştan kaynaklandı. Onun kaynağında da Aliağa’daki çalışmalarda yapılan bir gözlem ve tecrübe vardı. O yaz aralarında örgütlenme çalışmaları yaptığımız Aliağa’ya gelen işçilerin çoğunu, Keban barajı inşaatında çalışmış veya oradan ayrılmış veya köyü baraj gölü altında kalacağı için yerinden yurdundan olmuş Dersim’li ve Alevi işçiler oluşturuyordu. Sonradan öğreneceğimiz gibi, Dersim, 1938’lere kadar uygarlığın girip fethedemediği bir Komün dünyası olarak yaşaya gelmişti. Bu nedenle orada komün ve gelenekleri hala çok güçlü olarak yaşıyordu. Benim gibi bir batılı şehir çocuğu için bu bambaşka bir dünya idi. Orada garip, okuduğum kitaplardakine uymayan bir olgu ile karşılaşmıştım. Bu, çoğu henüz hiç işçilik tecrübesi olmayan, daha dün köyünden kopmuş, aşiret bağlarının çok güçlü olarak yaşadığı işçiler; Batı’dan gelmiş, belki ikinci kuşaktan işçi olan, daha aydın ve kalifiye işçilerden çok daha hızlı ve kolay örgütlenebiliyorlardı. Halbuki o zamana kadar öğrendiklerimizle bunun tam tersi olması gerekirdi. Niye böyleydi? Bu soru kafamızın bir kenarında duruyordu. O zamana

11

Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi

32


kadar kitaplardan öğrendiklerimizle bu gözlem ve tecrübe uyuşmuyordu. Gerçi İsmet Demir, kendi tecrübelerine dayanarak “bunlar kitaplarda yazmaz” diyerekten, bunların böyle olduğunu, çeşitli bölge ve yerlerden insanların farklı özelliklerini çok önceden anlatmıştı ve anlatıyordu ama bir teorik açıklamasını vermiyordu tabii. Filistin’de, üs olarak kullandığımız mağaralarda klasikleri okurken, Engels’in “Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyet’in Kökeni” adlı eserini okuduğumda, kitapta Aliağa’da karşılaştığım sorunun cevabının bulunduğunu gördüm. “Gens”in yani Komün’ün yaşayan gelenekleri idi Dersimli işçilerin birliği ve kolay örgütlenmesinin cevabı. Engels, Komün’ü öve öve bitiremiyordu. Yunan, Roma ve Batı Avrupa Tarihini Komün’den uygarlığa geçişin tarihi olarak anlatıyordu. Bu, mekanik ve ilerleyen bir tarihi anlatan Marksist el kitaplarındakinden çok farklı bir yaklaşımdı, hiç onlara benzemiyordu. Bu, daha önce uyku getirmek için okuduğumuz ve bir türlü anlayamadığımız, Kıvılcımlı’nın kitaplarını Engels okumasının ışığında okumamıza yol açtı. Kıvılcımlı’nın Tarih Devrim Sosyalizm ve İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş – İngiltere gibi kitapları Engels’in kitabının bir devamı ve geliştirilmesi olarak ortaya çıkıyor ve son derece anlaşılır oluyordu. Ayrıca böylece Kıvılcımlı’yı niye uyku getirmek için okuduğumuzu ve anlayamadığımızı da açıklayabiliyorduk. El kitaplarında öğrendiğimiz şemalar Kıvılcımlı ile dolayısıyla orijinal, Engels’in anlattığı ve uyguladığı Marksizm’le uyuşmadığı için Kıvılcımlı’yı anlayamamıştık. Anlayamamamızın bir diğer nedeni, Kıvılcımlı’nın ele aldığı ve olaylarından genellemelere ulaştığı Tarih’i de bilmememizdi. Engels, yer olarak Avrupa, zaman olarak Yunan ve Roma uygarlıkları ile sınırlı, en fazla 2500 yıllık bir tarihe ve onun olgularına dayanıyordu. Kıvılcımlı ise, hem birkaç bin yıl daha geriye, ta Sümerlere kadar giden; hem de Avrupa ile sınırlı olmayan, bütün Uygarlıkları (Çin, İran, Hint, İslam, Osmanlı) kapsayan bir tarihin verilerine dayanarak bu genellemeleri yapıyordu. Biz ise, kendisinden genellemeler yapılan bu tarihteki olgular hakkında fazla bir bilgi sahibi değildik ki onlara ilişkin genellemeleri anlayıp eleştirel bir gözle değerlendirebilelim. Böylece bizzat kendimize yönelik bu gözlemden, bu tarihi öğrenmek ve bu bilgilerin ışığında Kıvılcımlı’yı ve Marksizm’i anlamak ve doğruluğunu kontrol etmek gibi bir görev önümüze çıkıyordu. * Ama bu görev, sadece metodolojik bir gereklilik olarak ortaya çıkmıyordu, aynı zamanda pratik mücadele ile de doğrudan ilgiliydi. Dünyadaki bütün az gelişmiş ülkeler, yani bizlerin yeni Vietnamlar yaratmak istediğimiz ülkeler, ya eski uygarlık beşikleriydi (Çin, Hint, İran, Ortadoğu ve Akdeniz ve bunun uzantısı Latin Amerika) ya da kapitalizm doğuncaya kadar ilkel sosyalizmi yaşayan (Okyanusya, Afrika) ülkelerdi. Bir bakıma, İlkel sosyalizmi yaşayanlar sömürgeler; eski uygarlık beşikleri de yarı sömürgeler olmuşlardı. Dünya haritasına kaba bir bakış bile bunu gösteriyordu. O halde, bu ülkelerdeki mücadeleler ile bu tarih arasında kopmaz bir bağ vardı. Bu tarih bilinmeden bu ülkelerin gerçekliği kavranamaz, dolayısıyla doğru program ve stratejiler geliştirilemezdi.

33


Öyle görünüyordu ki, bu tarihi anlayacak kavramsal araçlar, bu tarihin en ileri Marksist genellemelerini içeren Kıvılcımlı’nın eserleriydi. Dolayısıyla bu ülkelerin toplumsal yapısının ve tarihinin anlaşılması için Kıvılcımlı’nın iyi ve doğru kavranması gerekiyordu. Kıvılcımlı’yı iyi anlamak için de, o ülkelerin ardındaki “Antik tarih”i iyi bilmeliydi 12. Böylece yeni Vietnamlar yaratmak ve dünyanın şehirlerini kırlarından kuşatmak için, dolayısıyla o kırların toplumsal yapısını ve tarihini anlayabilmek için Tarih, Kıvılcımlı ve otantik Marksizm’i öğrenmeyle pratik bir görev olarak karşı karşıya gelmiş oluyorduk. * Tarih ve Kıvılcımlı’yı öğrendikçe de, Türkiye’deki strateji tartışmalarında metodolojik bir yanlış yapıldığı düşüncesi giderek netleşiyordu. Kıvılcımlı’yı okuyarak, Türkiye’deki devrim stratejisi tartışmalarının dayandığı ortak varsayım olan, İlkel, köleci, feodal vs. biçimindeki şematik, sözde Tarihsel Maddecilikten kopmuş; bambaşka, Marks ve Engels’teki orijinal ve o orijinale dayanarak Kıvılcımlı’nın geliştirdiği Tarihsel Maddeciliğe bağlanmış bulunuyorduk. Kıvılcımlı’nın yaklaşımı, o birbirini izleyen aşamalar anlayışını yerle bir ediyordu. Bu yaklaşıma göre, ülkeler için, ille de feodalizmden sonra kapitalizm, kapitalizmden sonra sosyalizm gelir, sosyalist devrim için kapitalist olmak gerekir diye bir koşul yoktu. Kitabının adı bile alışılmış şemaları yerle bir ediyordu: “İlkel Sosyalizm’den Kapitalizme”. Eğer böyle ise, niye “Feodalizm”den “Sosyalizm”e geçilemesin ki? Nasıl İngiltere’de “İlkel Sosyalizm’den Kapitalizme” geçişi uygarlıkların yarattığı bir dünya pazarı olanaklı kılmışsa, aynı şekilde pek ala Dünya kapitalizminin yarattığı koşullarda “feodalizm”den de sosyalizme geçilebilirdi. Kategorik olarak bu reddedilemezdi. Türkiye’deki tartışma ise, bunu kategorik olarak reddeden ve ülkeleri tek tek ele alan yanlış bir varsayım üzerinden; aşamaların birbirini izlediği ve atlanamayacağı varsayımı üzerinden yürütülüyordu. Yani örneğin Türkiye’nin yarı feodal olması, devrimin sosyalist olmasının önünde bir engel olmazdı. İşte Çin ve Vietnam gibi ülkeler aslında yarı feodaldi ama oralarda sosyalist devrimler yapılmıştı. Yani Kıvılcımlı’yı okuyarak aslında el kitaplarından edinilen birbirini izleyen aşamalar Prokrutes yatağından kurtarmış oluyorduk tarihe ve toplumlara bakışımızı. Bu baha biçilmez bir metodolojik kazançtı. Böylece Marks’ın Vera Zasuliç’e yazdığı mektuplarda sözünü ettiği, Batıda bir sosyalist devrim olduğu takdirde Rus Komünü’nün “Kapitalist Olmayan Yol”dan sosyalizme geçilebileceği veya Troçki’nin “Sürekli Devrim Teorisi”nde sözünü ettiği, demokratik görevlerin eşitsiz gelişme nedeniyle, burjuvaziyi değil de işçileri iktidara getirebileceği ve buradan da devrimin sosyalist devrime dönüşmek zorunda olabileceği gibi sonuçları kabul 12

Çok ilginçtir, bizi Kıvılcımlı'ya yönelten neden, yani geri ülkelerin niye geri olduğu; onları anlayabilmek için Kıvılcımlı'yı anlamak gerektiği aynı biçimde Kıvılcımlı'yı da bu tarihe yöneltmiştir. Kendisi bunu bizzat şöyle açıklar: Eğer Kıvılcımlı olmasaydı, biz yine muhtemelen Tarih'e yönelirdik. Ama bu çok geri ve yozlaşmış kavramsal araçlarla olacağından; keza ne batı ne de doğunun birikiminden zerrece nasiplenmemiş bir kuşaktan olduğumuzdan muhtemelen çıkmaz sokaklarda kaybolur giderdi. En iyi ihtimalle, Merkez-Çevre teorilerinin tartışmaları içinde kalırdı.

34


etmekte zorlanmayacak ve onları anlayacak metodolojik bir temele geçmiş bulunuyorduk. Ama henüz bunlardan ya haberimiz yoktu (“Sürekli Devrim”) veya ne oldukları (“Kapitalist Olmayan Yol”) hakkında bildiklerimiz yanlıştı. Yani sosyalist bir devrim stratejisi için ille de bir ülkenin Kapitalist olduğunu kanıtlamak gerekmezdi, kapitalist olmayan bir ülkede de sosyalist devrim olabilirdi. Türkiye’de Sosyalist ya da demokratik devrim stratejisinin doğruluğunu dolayısıyla ülkenin ne kadar kapitalist veya feodal olduğunu kanıtlamaya yönelik tartışmalar baştan bu metodolojik hatayla maluldü ve yanlış bir zemin üzerinde yürüyordu. Ama Kıvılcımlı’nın metodolojik katkısı sadece bu da değildi. O tartışmaların ardındaki varsayımları oluşturan şemalarda, sadece aşamalar birbirini izlemiyor, her üst üretim biçimi, diğerini tasfiye ediyor diye düşünülüyordu. Yani Türkiye’de kapitalizm geliştikçe feodalizmin tasfiye olduğu varsayımından hareket ediliyor ve her iki taraf da bu varsayımı kabul ettiği için kapitalizmin gelişmişlik düzeyi üzerinden yürüyordu tartışma. Bu nedenle Türkiye’ye kapitalist bir ülke dendiği takdirde bundan devrim stratejisinin sosyalist devrim olması gerektiği sonucu çıkarılıyordu. Ve tam da her iki taraf da kapitalizmin prekapitalizmi tasfiye ettiği varsayımını paylaştığı için MDD’ciler, Türkiye’nin ne kadar feodal ve yarı feodal olduğunu yani kapitalizmin ne kadar az gelişmiş olduğunu; diğerleri de ne kadar kapitalist olduğunu, dolayısıyla da feodal kalıntılardan arınmış olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlardı. Kıvılcımlı ise, bütün bu tartışmanın varsayımını sorgulayan ve boş düşüren bambaşka bir yaklaşım içindeydi. O, bir yandan Türkiye’deki kapitalizmin gerici finans kapitalizm olarak doğduğunu söyleyerek yine o aşamaları bir de kapitalizmin kendi gelişimi içinde berhava ediyor ve tam da böyle olduğu için, finans kapital çağında kapitalist gelişmenin, prekapitalist ilişkileri, (Yani “feodal” ilişkileri diyelim) tasfiye etmediğini, aksine onlarla simbiyoz bir yaşama girip (“Etle tırnak gibi”), onları güçlendirdiğini söylüyordu. Türkiye’de FinansKapital ve Tefeci Bezirgan sınıfları egemendir önermesinin ardında aslında böyle çok farklı bir Metodoloji bulunuyordu. Yani üst üretim biçimi alttakini tasfiye etmeyebiliyor, hatta aksine güçlendirebiliyordu. Bir ülke, tam da kapitalist olduğu için, öndeki devrim demokratik karakterli olabilirdi. Bu yaklaşımda, kapitalizmin güçlü ve yaygın oluşu, finans kapitalizmin güçlü ve yaygın oluşu anlamına geldiğinden, aynı zamanda kapitalizm öncesine ait ilişkilerin ve egemen sınıfların da güçlü olduğu anlamına geliyordu. Yani Türkiye’nin kapitalist bir ülke olması, demokratik tarihsel görevlerin aşıldığı anlamına gelmiyordu. Türkiye tam da kapitalist, hatta rekabetçi kapitalizmden sonra ortaya çıkan, finans kapitalin egemenliğinde bir ülke olduğu için; Türkiye’de kapitalizm adeta Finans-Kapitalizm olarak ortaya çıktığı için; (bu da kapitalizm öncesi egemen sınıfların tasfiyesi bir yana güçlenmesi anlamına geldiğinden) devrimin acil görevleri demokratik karakterde olmalıydı. Kıvılcımlı’dan sadece kapitalist olmayan bir ülkede sosyalist devrim olabileceği gibi bir sonuç çıkmıyor; Kapitalist, hatta finans kapitalist bir ülkede de devrimin demokratik karakterde olabileceği sonucu da çıkıyordu. Gerek programatik ve stratejik sonuçları, gerek dayandığı metodoloji bakımından bambaşka bir tarih ve toplumsal gidiş anlayışına dayanıyordu Kıvılcımlı’nın yaklaşımı. Birbirini sırayla izleyen aşamalar değil, başka toplumların birikimlerine dayanarak geriden gelip öne 35


fırlamalar; sadece ilerlemeler ve sonra gelen aşamanın öncekini tasfiye etmesi değil; ilerledikçe gerilemeler; en ileri ve geri olanların karşılıklı bağımlılıkları ve bir sistem oluşturmaları vardı. Türkiye’deki bütün solun strateji tartışmalarını yürütürken kabul ettikleri varsayımlardan bambaşka bir tarih ve toplum kavramı idi karşımızdaki. İşin ilginci Türkiye’deki tartışmadaki tarafların hepsi, kendi kabullerini ve metodolojik temellerini sorgulayan bu yaklaşım karşısında tam bir suskunluk ve yok sayma tavrı içinde bulunuyorlardı. Bu tavır öyle etkili olmuştur ki, bu gün bile, aradan neredeyse yarım asır geçmiş olmasına rağmen, Kıvılcımlı’nın bu yaklaşımını bırakalım Türkiye ve dünya sosyalistlerini bir yana “Doktorcu” olduklarını söyleyenler bile bilmez ve bu biçimiyle metodolojik düzeyde tartışmaz. Ve Türkiye solunun bütün bölünmeleri bu yaklaşımlar bilinmeden onun dışında, yanlış varsayımlara dayanarak gerçekleşmiştir. Kıvılcımlı’yı okuyup kavradığımız ve benimsediğimiz ölçüde, Türkiye’deki solun dayandığı sadece politik ve stratejik değil, mekanik ve bayağı metodolojik yaklaşımlardan uzaklaşmış, otantik, yaratıcı, eleştirel Marksizm’in mecrasına akmış bulunuyorduk. O zaman farkında değildik ama bu akış çok derin bir kopuştu. Şimdi geriye baktığımızda, bu kopuşun aynı zamanda sadece Türkiye’deki değil, dünyadaki yaygın ve egemen soldan kopuş; evrimimizin hepsinden ayrı bir mecraya akması anlamına geldiğini daha iyi görüyoruz. Bir bakıma, Kıvılcımlı’yı okuyarak, bütün Türkiye solundan ayrı bir tür olmamıza yol açan bir mutasyon geçirmiştik, bu mutasyon organizmanın temel yapısına ilişkin bir mutasyon gibiydi, metodolojik bir değişimdi. Bu değişimden (Mutasyon) sonra artık Türkiye solundan farklı bir doku grubundaydık; tür bölünmelerine benzetilirse, artık “dölü tutmaz” olmuştuk. Bütün devrimci hayatımız boyunca bizi terk etmeyecek olan anlaşılmama ve yalnızlık duygusunun temelinde bu metodolojik ya da “anatomik” fark yatıyordu. Devrimci mücadelenin ihtiyaçları, somut politik tavır alışlarda ve sorunlarda, başka akım ve kişilerle benzerlikler ve paralellikler yaratıyordu ise bile, bu görünüşteydi, o görünen yüzeyin derinliklerinde, metodolojide, anatomide çok temel farklar bulunuyordu. Bu, canlılarda görülen “konvergenz”e (yakınlaşmaya, benzeşmeye) benzetilebilir. Doğa yasaları her yerde aynı olduğu için benzer sorunlar farklı türler tarafından benzer biçimlerde çözülür. Yani doğa aynı çözümü birbirinden bağımsızca birkaç kez keşfedebilir. Bu da aslında anatomik bakımdan birbirinden çok farklı türler arasında benzeşmelere yol açar. Örneğin suda yaşayan memeliler balıklarla aynı hidrolik yasalarla karşı karşıya bulunduklarından, bu memeliler giderek balıklara benzemişlerdir. Yarasalar kuşlar gibi kanatlar geliştirmişlerdir. Bir yumuşakça, yani midye ve istiridyelerin akrabası olan ahtapot son derece gelişmiş bir göz ve zekayı bağımsızca geliştirmiştir vs., vs.. Bütün bu benzerliğe rağmen onların aralarında anatomik olarak çok derin ve köklü farklar vardır. Doğadaki anatomik farkın düşünce ve politikadaki karşılığı metodolojidir, hareket noktası olan varsayımlardır. Politik bir duruş veya taktikler bağlamında aynı toplumsal sorunlarda, benzer sınıf çıkarlarına sahip olduğumuzdan elbette başkalarıyla benzerlik ve yakınlaşmalar içinde bulunuyorduk; ama bu

36


görünüşün ardında metodolojik olarak bambaşka bir tarih ve toplum kavrayışı, bambaşka bir anatomi bulunuyordu. Ve Filistin’deki okumalarımızın esas önemli sonucu buydu. * Ne var ki, bu arada, Filistin’deki gözlemlerimiz ve deneylerimiz (kısmen de okuduğumuz klasiklerin) sonucu, politik görevlere ilişkin görüşlerimiz de kökten değişmişti. Başlangıçta, Sovyet Çin çatışmasında Çin’i kendimize daha yakın bulurken (Aslında Küba’yı daha da yakın buluyorduk ama ikisi arasında bir fark olduğunu da düşünmüyorduk. Ha Che’nin “yeni Vietnamlar”ı, ha “dünyanın şehirlerinin kırlardan kuşatılması”. İkisi de aynı şeydi.) Bizzat Çin kaynaklarını okumalarımız ve gözlemlerimiz sonucu, Çin’in hiç de daha devrimci olmadığı, lafta keskin olduğu; kültür devriminin ise bürokratik yozlaşmaya karşı bir ilaç değil; insanlığın kültür ve bilim mirasını inkâr eden, gerici, köylü ve küçük burjuva bir hareket olduğu sonucuna ulaşmıştık. Mao’nun diyalektik, çelişkiler üzerine yazdıkları, Marksizm’e ve diyalektiğe katkılar değil, olsa olsa köylülere Marksizm’i anlatmaya yarayan popülarizasyon metinleri olabilirdi. Sovyetler Birliği’ne gelince, o elbette bizlerin devrimci duygu ve beklentilerimize uygun davranışlar göstermiyordu. Göstermemesi de doğruydu. Dünyayı yok edecek silahlar ve dehşet dengesi varken, elbette bir söz söylemeden önce kırk kez düşünmek ve büyük bir sorumlulukla hareket etmek zorundaydı. Sovyetler belki keskin laf etmiyor ama keskin iş yapıyordu. İşte Vietnam her şeyden önce Sovyetler’den gelen silahlar ve yardımlar sayesinde ayakta durabiliyordu. Bizzat Filistin’de Sovyet Klaşinkovlarının ve diğer yardımlarının nasıl aktığını kendi gözlerimizle görmüştük. Sovyetler’in halk savaşına karşı olduğu düşüncesi yanlıştı. Ciddiye alınacak bir hareket nerede varsa, işte orada yardım etmekten kaçınmıyordu. Dünyanın kırlardan şehirlerin kuşatılması teorisi ise, Çin tecrübesinin kabaca dünya ölçeğine aktarılmasından başka bir şey değildi. Bizler soruna kırlar şehirler gibi coğrafi kategorilerle değil, sınıflar açısından bakmalıydık. Coğrafi kategorilerle devrim stratejisi oluşturulamazdı. Sorun sınıflar idi. Kuşatılacak şehirlerdeki işçiler ancak olabilirdi devrimin öz gücü. Temel güç her zaman olduğu gibi işçi sınıfı olabilirdi. İşçinin şehir veya kırda yaşaması önemli değildi. Köylüleri de ancak bu işçiler örgütleyebilir ve kazanabilirdi. Ayrıca bir mücadele biçimi üzerinden strateji çizilemezdi. Her türlü mücadele biçimi ve örgüt biçimi ve taktik olabilirdi. Buna ancak bir Parti karar verebilirdi. Parti ise ancak sosyalist aydın ve öncü işçilerin kaynaşmasıyla ortaya çıkabilirdi. Ulaştığımız sonuçlar kabaca böyle özetlenebilirdi. Böylece Filistin’e gelirken Çin’e sempati besleyen, dünyanın Şehirlerini kırlardan kuşatmak; yeni bir Vietnam yaratmak ve gerilla savaşı vermek için silah kullanmayı öğrenmeye çalışan bir devrimciyken, Filistin’de tam tersi sonuçlara ulaşmıştık. Sovyetler’i hataları olsa da daha aklı başında ve devrimci görüyorduk. Gerilla konusunda ise, sorunu mücadele biçimleriyle tanımlamak yanlıştı. Sınıf ilişkisi olarak koyulmalıydı. Devrimin öz gücü işçi sınıfı olabilirdi. İşçi sınıfı ise ancak devrimci bir parti varsa bağımsız bir sınıf olabilir ve devrim yapabilirdi. İşçi sınıfının partisi ise, sosyalist ve devrimci aydınların işçilerle kaynaşması; işçi mücadeleleri içinde onları örgütlemesiyle mümkün olabilirdi.

37


O halde yapılacak pratik politik iş, işçiler arasına gidip orada çalışmak ve İşçi sınıfı Partisi’ni yaratmaktı. Bu bir kez ortaya çıkınca, hangi koşulda hangi mücadele biçimi yapılacağına en iyi ve doğru olarak o Parti karar verebilirdi. Prensip olarak hiçbir mücadele biçimi baştan reddedilemezdi. Öne koyulan görev, işçi sınıfı içinde çalışmak ve bir parti yaratmak olunca, Filistin’de kalmamızın bir anlamı kalmamıştı. Türkiye’de iken işçiler arasına gerilla için gitmiştik; şimdi gerillada işçiler arasına gitmek gerektiği sonucuna ulaşmıştık. Bu durumda elbet pratiğimiz de ulaştığımız görüşlere uygun olmalıydı. Türkiye’ye işçi sınıfı içinde örgütlenmek ve bir Proletarya Partisinin (ya da o zamanların deyimiyle “İşçi Sınıfının Öz Örgütünün”) yaratılmasına katkıda bulunmak hedefiyle dönüyorduk. Filistin’e gitmeden önceki konumumuzu Rus devrim tarihindeki Narodniklere benzetiyorduk. Şimdi ise Marksizm dönemimizin başladığını düşünüyorduk. Nasıl Rus Marksistleri işçilere gitmişler ve onlarla kaynaşıp onları örgütlemişlerse, bizim de yapmamız gereken buydu. Bu değerlendirme her ne kadar yolunu bulmak isteyen bir devrimci militanın Rus Devrim tarihiyle yaptığı bir analojiye dayanıyorsa da, bu gün geriye dönüp bakıldığında pek de yanlış olmadığı görülüyor. Elbette bu yeni pozisyonumuz aynı zamanda Kıvılcımlı’nın Türkiye’de Finans Kapital egemenliği olduğu için, prekapitalist tefeci bezirganlığın da güçlü olduğu ve tam bu nedenle devrimin aynı zamanda demokratik karakter taşıması gerektiği şeklindeki yaklaşımı ile de uyum içinde bulunuyordu. Demokratik devrim görevleri geçerliliğini sürdürüyor, ama aynı zamanda bu görevleri ancak işçi sınıfının köylülüğü yanına alarak çözebileceği sonucunu çıkarıyorduk. Demokratik Görevleri ülkedeki feodalizmin gücüne ve yeterince kapitalistleşmemişliğe bağlayanlar ise ister istemez buradan köylülere gitmek sonucunu çıkarıyorlardı. Benzer şekilde, Türkiye Kapitalist diyenler ise, Sosyalist Devrim diyerek genellikle şehirlerde ve işçiler arasıda çalışmaya önem veriyorlar, demokratik görevlerin üzerini atlıyorlar ve gerçeğin baskısı altında birer reform programına takılıyorlardı. Bizim pozisyonumuz her ikisinden de ayrıydı, çünkü metodolojik olarak tarafların dayandıkları varsayımları kabul etmiyor ve onları sorguluyordu. İşçi Sınıfı dediğimiz, Kapitalizm dediğimiz için, köylücü ve gerillacıların gözünde diğer işçici burjuva sosyalistlerinden farksız görülüyorduk. Devrimin demokratik karakteri dediğimiz için ise, burjuva sosyalistlerinin gözünde köylücü küçük burjuva sosyalistlerinden farksız görünüyorduk. Gerçekte ise ne biri ne ötekiydik, her ikisinden de özden farklıydık. Biz onların bizi klasifize ederken dayandıkları var sayımları sorguluyorduk. Ama dayandıkları var sayımların bu sorgulanışını gündemden uzak tutmak; tartıştırmamak ve tartışmamak için her ikisi de suç ve kader ortaklığı yapıyorlar, bu metodolojik farklılığı yok sayıyorlar bir susuş komplosu içinde bulunuyorlardı. Ama böylece, Türkiye’de Tarihsel Maddeciliğin veya Marksizm’in derinliğine kavranmasının ve geliştirilmesinin yolunu tıkıyorlardı. *

38


Ancak bu politik, acil görevlere ilişkin sonuçlara, yani İşçi sınıfına gitmek ve o zamanın deyimiyle “İşçi sınıfının öz örgütünü yaratmak için çalışmak” sonucuna, Kıvılcımlı’dan tamamen bağımsızca, kendi orada okuduklarımızla ve gördüklerimizle ulaşmıştık. Kıvılcımlı’nın bu konulardaki görüşlerini bilmiyorduk. Türkiye’ye dönerken Kargamış ve Cerablus arasında, hudutta yakalandık Nizip ve Antep’te hapis yattık. Hapisteyken 15-16 Haziran olayları oldu. Bunlar bizim yeni ulaştığımız görüşlere olan güvenimizi pekiştirdi. İşte ortada koca bir işçi sınıfı vardı. Şimdi işçi sınıfı içinde uzun vadeli çalışmak ve devrimci bir sınıf partisi yaratmak üzere geri dönerken ne kadar doğru bir karara verdiğimizin kanıtlandığını görüyorduk. Eski arkadaşlarımız ise tam tersi yolda bir evrim geçirmişlerdi ve geçiriyorlardı. Sonra gelen sıkıyönetimden de onlar, artık şehirlerin yaşanmayacağı; şehirlerin emperyalizmin kontrolünde olduğu; onun için kırlara gitmek ve gerilla savaşını başlatmak gerektiği sonucunu çıkarıyorlardı. Yollarımız tamamen ayrılmıştı. Hapisten çıktığımızda, Türkiye solundaki tartışmalar ve acil görevlerle ilgili, Kıvılcımlı’nın birbiri ardınca çıkmaya başlayan kitaplarıyla karşılaştık 13. Bunlarda, Filisitin’de okuduğumuz tarih kitaplarından farklı olarak, bambaşka, somut sorunlarda apaçık yazan bir Kıvılcımlı vardı ve bizim kendi başımıza ulaştığımız sonuçların neredeyse aynılarını savunuyordu. İşçi sınıfının devrimin öz ve temel gücü olduğunu; köylülüğün bunda yedek bir güç olacağını; ama bütün bunlar için de, öncelikle bir “Proletarya Partisi” yaratmak gerektiğini; hatta yeni bir şey yaratmak bile değil, 1920’lerde kurulan ve artık yok olduğu söylenen partiyi yeniden organize etmek gerektiğini söylüyordu. Sovyetler’e bakışı da bizler gibiydi. Eleştirel de olsa onun gücünü ve önemini gören ve Çin’den daha doğru ve yakın gören bir bakış. Bu dönemde bütün bu sonuçlara uygun olarak bir yandan başta Aliağa’da İsmet Demir’in yanında, Necmettin Giritlioğlu’nun öldürüldüğü grev ve direnişlerin örgütlenmesinde işçi sınıfı içinde; diğer yandan da Kıvılcımlı’nın çıkarmaya çalıştığı Sosyalist gazetesinin örgütlenmesinde çalışıyorduk. * Ne var ki, “Doktorcu”lar arasında da yapayalnızdım. Diğer “Doktorcu”lardan temel iki farkım vardı. Kıvılcımlı’yı önce tarih ve metodoloji sorunlarından hareketle benimsemiştim. Yani onun özüydü asıl benim ilgimi çeken; onda yaratıcı, eleştirel, devrimci, Marksist olan şeydi. Güncel durum ve görevlere ilişkin olarak, yani strateji tartışmalarında ise Kıvılcımlı’yı okumadan o görüşlere ulaşmış, sonra o görüşlerin çok daha mükemmel ve yetkin olarak Kıvılcımlı tarafından savunulduğunu görünce otomatik olarak “Doktorcu” olmuştum. Diğer “Doktorcular” ise, ya Kıvılcımlı’nın bir insan ve devrimci olarak ahlaki nitelikleri ve bilgisine duydukları hayranlıkla (bunlar daha ziyade esnaf ve köylü karakterli tiplerdi ve

13

Özellikle şu üç kitap: Oportunizm Nedir?, Halk Savaşının Planları, Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama. Bizim kuşağın şekillenmesinde bu üç kitabın çok büyük etkisi olmuştur. Özellikle, sonra Cephe'yi oluşturacak olan akımda. Bu geleneği sürdüren, (ki Dev-Yol gerçekte Cephe geleneğiyle ilgili değildir. Cephe geleneğine dayandığını söyleyen başka bir harekettir.) Kurtuluş'un teorik temellerinde ve doktrinerliğinde Kıvılcımlı ve bu kitaplar bulunmaktadır.

39


Kıvılcımlı’yı bir tarikat pirini benimseyecekleri gibi benimsiyorlardı), ya da tamamen bir yanlış anlama ve yanılsamayla (Örneğin Kıvılcımlı’nın cuntacı olduğunu düşünerek ona sempati duyanlar. Bunların en meşhuru Sarp Kuray’dır) ya da İşçi sınıfı, parti ve sosyalizm vurguları nedeniyle burjuva sosyalizminin kanallarından (Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik Birliği dergisi ve çevresi. Daha sonra TSİP’i oluştururlar, bir tür TİP’in “doktorcu” bir versiyonuydular ve zaten özünü kavramadıkları için asıllarına rücu ettiler, Kıvılcımlı’yı benimsedikleri gibi terk ettiler.) Kıvılcımlı’ya geliyorlardı. Ve nihayet Kıvılcımlı politik çıkışında, çok geç kaldığından 14, o sıra birbiri sıra gerçekleşen bölünmelerde, hiçbir yerde tutunamadıkları için, diğer “trenler kaçtığı” için gelenler de vardı. Bunların en iyisi için bile Kıvılcımlı’ya yöneliş metodolojik sorunlar değil, stratejik veya taktik sorunlardaki yakınlıklar bağlamındaydı. Bu noktada hepsinden kökten farklı bir durumdaydım. Bu nedenle aslında bütün doktorculara da yabancıydım. Onlar metodolojik olarak diğerlerinden farklı değillerdi. Bu zaten sonraki evrimlerinde de görülür. Örneğin bu gün bile, Kıvılcımlı hakkında bütün yazılmış yazılar yığınına bakılsın, Kıvılcımlıyı metodolojik düzeyde katkıları bağlamında; Tarih ve Tarihsel Maddecilik bağlamında ele alan yazıların istisnasız hepsi bana aittir. Ve diğerlerinin yazdığı yazılar içinde Kıvılcımlı’yı metodoloji ve tarihsel maddecilik düzeyinde ele alıp tartışan bir tek yazı bile yoktur. Bu bir rastlantı değildir. Bu o temeldeki farkın bir görünümüdür, bir yansımasıdır. * 12 Mart öncesindeki günlerde ve döneminde Kıvılcımlı’yı ve Türkiye’nin toplumsal yapısını ve az gelişmişliği daha iyi anlayabilmek için tarihe yöneldik ve teorik çalışmalarımızın ağırlıklı bölümünü bu oluşturdu. İslam ve Osmanlı tarihine yoğunlaşmam aynı zamanda son derece pratik bir gereklilikten de kaynaklanıyordu. Şantiyeciler arasında çalışırken, Türkiye’nin dört bir yerinden gelmiş farklı insanları hiç tanımadığımı, onların bilmediğimiz bir geçmişin ürünü olduklarını görüyordum. Bu bilgi olmadan iyi bir örgütçü olmak mümkün değildi. İsmet Demir’in örgütçülüğünün sırrı da buradaydı zaten. Ama bu aynı zamanda Türkiye’deki egemen sınıfın ve devletin örgütlenme ve kontrol mekanizmalarını anlamak için de çok gerekliydi. Egemen sınıf ve devlet bunları biliyordu. Halk da biliyordu. Bildiğini bilmeden biliyordu. Ama biz bilmiyorduk ve işin kötüsü bilmediğimizi de bilmiyorduk. Yani programatik, stratejik ve metodolojik sorunlar kadar, bizzat pratik örgütlenme deneyleri de özellikle İslam ve Osmanlı tarihini iyi bilmeyi dayatıyordu. Bu alanda yoğunlaşmamda bir rastlantının önemli bir yeri oldu.

14

Aslında Kıvılcımlı'nın daha önce de bir çıkışı vardır. Türk Solu çıkmadan önce 1967'de yedi sayı Sosyalist gazetesini çıkarır. Bu ilk çıkışında erkendir. İkinci 15-16 Haziran sonraki çıkışında ise geç kalmıştır. Tam zamanındayken ise, Kıvılcımlı, yine Türk Solu ve Aydınlık'larda yazar ama ayrı bir program ve strateji ile bir duruş değildir bu. Çıkışları tam bir yükselen hareketle senkronize olamamıştı. Ya erken ya da geç çıkışlar yapmıştı.

40


Bizlere sık sık, genellikle aç, yorgun ve pislik içindeki günlük mücadelemiz içinde, biraz kendimizi onarabilmemiz için evini açan, Cağaloğlu’nda küçük bir dükkanda serigrafçılık yapan İsmet Alkaya isimli bir eski Komünist vardı. Bu ilginç insan, “bu Şeyh Bedrettin ne demiş de bu milleti böyle örgütleyip isyan ettirebilmiş” diye kendine sormuş ve bu sorunun cevabı olan sihirli sözlerin (“feylosof taşı”nın) peşine düşmüştü. Tabii bunu bulabilmek için de Tarih, özellikle İslam ve Anadolu tarihi üzerinde yoğunlaşmıştı. O sıralarda bir gazete, (Milliyet idi yanlış hatırlamıyorsam) “Anadolu’nun Türkleşmesi” üzerine bir tarih araştırması yarışması düzenlemişti. Bu “eski tüfek” de o sıra küçük dükkanın borçları boğazı aştığından, bu tarih bilgilerine dayanan bir çalışma ile, bir ödül alabilme ve böylece bu sıkıntıdan kurtulma umuduyla bu yarışmaya katılmaya karar vermiş, tarihe ilgili olduğumu bildiğinden de benden kendisine yazmada teknik olarak yardımcı olmamı istemişti. Onunla bir ay eve kapandık bu yarışma için bir şeyler çıkarmak üzere. Bu çalışma İslam ve Anadolu tarihi hakkında birinci elden kaynakları, özellikle vekayınameleri (Kronikler) okumamı, o tarihi o tarihi yaşayanların dilinden daha yakından tanımamı sağladı. Bütün bu okumalarda gördüğüm, eski öğrendiğimiz şemalarla bu tarihin hiçbir yerinden kavranamayacağı, Kıvılcımlı’nın ise bu tarihi ve onun gidişini anlayabilmek, sırrına erebilmek için biricik metodolojik kaynak olduğu idi. Bu çalışma Kıvılcımlı’ya olan güvenimi sonsuz derecede pekiştirmiş ve onun yaptığı genellemeleri daha iyi anlamamı sağlamıştı. Tabii bu çalışmanın sonunda hiçbir şey ortaya çıkmadı. Çünkü “Anadolu’nun Türkleşmesi” denen şey bir uydurma, bir efsaneydi. Bu “eski tüfek”, üç beş kuruş için gerçeği tahrif etmek ve yalan yazmak yerine, (ki dayandığı geniş kaynaklarla pek ala ödül alabilecek bir şey çıkarabilirdi) borç içinde yüzmeye devam etmeyi tercih etti ve bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşmamanın somut bir örneğini sundu. Daha sonra bu okumalara İzmir’de Milli Kütüphane’de, Beyazıt’daki Belediye Kütüphanesi’nde ve Türbe’deki F. K. Gökay Kütüphanesi’nde zaman buldukça devam ettim. İslam tarihinin yanı sıra Hint, Japon ve Çin tarihleri ve toplumları; İlk uygarlıklar ve uygarlığa geçişler üzerine de olabildiğince okumaya devam ettim. Böylece Kıvılcımlı’nın kendilerinden kapitalizm öncesi tarihin yasalarını çıkardığı olaylar ve tarih hakkında asgari bir temel edinmeye çalıştım. Yine bu okumalar sonunda, biraz olsun Türkiye’deki insanları anlamaya ve tanımaya başladım. Örneğin, onların birbirilerine daha sözün başında, niye “nerelisin?” diye sorduklarını anlamaya başladım. İnsanların geldikleri yer, aşiret, bölge vs. ayrı bir geçmiş, ayrı bir şekillenme ve hatta karakter demekti. “Nerelisin”in cevabı, aslında koca bir tarihin o insanda yoğunlaşmış sonucunu veriyordu. Kitaplar dolusu bilgi demek oluyordu. * Bütün bu okumalardan şöyle bir sonuç ortaya çıkıyordu: Kıvılcımlı hariç, bu tarihi açıklamak bir yana, bu tarihi ele alan, sorun eden Marks ve Engels’ten sonra çıkmış ikinci bir Marksist bile bulunmuyordu. Öyle görülüyordu ki, dünyada tek yaratıcı Marksist vardı ve bu Kıvılcımlı’ydı. Ya da varsa bile biz bilmiyorduk.

41


Bu gerçekten hayal kırıcıydı, cesaret kırıcıydı. Bunu nasıl açıklamalıydı. Yani Tarihsel Maddeciliğin bu somut Tarihini nasıl açıklamalıydı? Böylece Tarihsel Maddeciliğin Tarihi üzerine kafa yormaya başlıyorduk. Ve ilk açıklanması gereken sorun karşımızdaydı: Niçin Marks ve Engels’lerden sonra Tarihsel Maddeciliği geliştiren doğru dürüst Marksist çıkmamıştı? Bu durgunluğun nedeni neydi? Tarihsel Maddecilik bu kendi kaderini nasıl açıklardı? Bu konuda Kıvılcımlı da daha önce bir şeyler yazmıştı. Kıvılcımlı’nın “Diyalektik Düşünür ve Davranırın Yokluğu ve Çaresi” başlığı altında yazdıkları 15, o günkü bilgilerimizle bizim için iç tutarlılığı olan bir açıklama sunuyordu. Kıvılcımlı bunun nedenini esas olarak, günlük hayatın böyle bir mantık ve metoda ciddi bir gerek duymamasında ve alışkanlıkların gücünde buluyordu. Bu nedenle çok azdı yaratıcı Marksist. Oturup böyle olağanüstü insanların çıkışını beklemek de olmazdı. Parti bir ölçüde olsun, bu sorunu gidermenin biricik yoluydu. Böylece sadece devrim stratejisi tartışmalarından değil, büyük yaratıcı diyalektikçi eksikliğini kapamak için de yollar yine bir Proletarya Partisi’ne çıkıyordu. Ve bundan sonra bizzat Tarihsel Maddeciliğin yani Marksizm’in tarihi ya da kaderi de bizzat Tarihsel Maddecilik çalışmalarımızın ekseninde bulunacaktı.

15

“Onun için, en keskin Devrimcinin en çetin savaşı, herşeyden önce, düşünce ve davranışını Skolastik ve Metafizik Mantık ve metottan kurtarmaktır. İslâmlık, çok yerinde bir gözlemle, Kutsal Savaşların en ulusu (Cihad'ı Ekber): insanın kendi "nefsi" (İç dünyası, Psikolojisi, Altbilinci) ile giriştiği savaştır, der. Düşünce ve Davranışta: "nefs" yalnız "eğilim" anlamına gelir; Altbilinçten kaynak alır. Bilinç mutlak: Mantık (Düşünce kuralı) ve Metot (Davranış kuralı) ile yönelir ve sonuç alır. Devrimci, gerek eğilim-altbilincinde gerek Mantık - Metot bilincinde yatan "Ezelî Şeytan"ı, 7 bin yıllık Sınıflı Toplum Mantık ve Metodunu hiç unutmamak zorundadır. En ulu kutsal savaşı (Cihad'ı Ekberi) düşünce ve davranışının içinin içine işlemiş olan o "Lânetlenesi iblis" (İblis'i aleyhil-lân'e) Skolastik - Metafizik Mantık Metottur. Açık, İkiyüzlü, yahut Devrimci her türlü Oportunizmin, bir başı kesilince, yedi başı birden fırlıyan en korkunç masal ejderhası, Skolastik ve Metafizik Düşünce - Davranış İblisi, Şeytanıdır. Diyalektik Maddecilik yüzyıldanberi en anıt usta emeklerle işlenip uygulanmıştır. Doğru. Biz Diyalektik Maddeciliği en ince yollarına dek öğrenir, biliriz. O da olağan şeydir. Bırakalım "sizi-bizi": bir ve çeyrek. yüzyıldan beri kişi olarak yeryüzünde Diyalektik Maddeciliği en eksiksiz biçimiyle kaç insan uygulamıştır? 19 uncu yüzyılda ikisi bir tek vücut olmuş Marx - Engels insan, 20 nci yüzyılda o iki insanı tek anlamış bulunan Lenin İnsan... Başkaları hep ve yalnız onların öğrencileridir. Böyle az yetiştiriyor Modern Toplum gerçek ve bütün devrimci maddeci diyalektik düşünür ve davranışı. Bugün yeryüzünde Diyalektik Maddeciliği öğrenmiş kuşkusuz milyonlarca insan yaşayıp savaşıyor. O milyonlarca Bilen yahut "Bilgin" Diyalektik Maddeci düşünür - davranır içinde, Diyalektik Mantığı ve Metodu tümüyle yanlışsız uygulayabilen, - binleri, yüzleri bir yana bırakalım, -10 kişicik sayabilir mıiyiz? Sayılamaz. Hâlâ falan seçkin ülkede filân "dahi" Diyalektik Maddeci, iskambil kâğıdının maça beyi gibi bir an en üste çıkıyor, sonra, azıcık düşünce ve davranış alanı çetrefilleşti mi, araya karışarak kaybolup gidiyor. Her uygar ülkede, aşiret reisi gibi "Lider" tipleri olmasa ne hareket ne örgüt kalabalıkları kendiliğinden adım atamıyor. Her Politika için olduğu gibi, Devrimcilik için de bu böyle. Demek, kimse peygamber doğmuyor. Nedeni ne olursa olsun, bu "Adam kıtlığı", elbet kötümserlik bahanesi yapılamaz. Ancak Devrimcilik alanında da tutarsız ve lüzumsuz Stalin'ler yahut Rinpapa'lar türetip, bir de onlarla uğraşmaktansa, uygar kurallı sınanmış bir Örgüt Düzeni kurulmuştur. Kişicil uyarı ve dürtü yetmez. Adamı belli kuralların çerçevesi içinde oynatmalıdır. Bunun için "Çete"den daha oturaklı ve sürekli Örgüt Düzeninde aktif işbölümü, dinamik, kollektif ekip çalışması, Uçkun Devrimcilik ile Yapkın Devrimcilik manivelasının momentlerini en az yanlışla işletebilir ve yanıltıları eğilim ve sapıklık olmaktan en çok kurtarma şansına erişebilir. Ancak o zaman, körün değneğini bellemesi biçiminde: ya hep Uçkun Devrimcilik (Saldırı Taktiği, Fransızca Konuşma), ya hep Yapkın Devrimcilik (Direni Taktiği, Almanca Konuşma) sapıtmalarından daha iyi korunulabilir.”

42


Daha o zamanlar, Marksizm’in kendi tarihinin de bizzat kendisinin konusu olduğu üzerine çok net ve özünde doğru olan bir görüşe ulaşmıştık. Fizik biliminin tarihi fiziğin konusu değildir, çünkü fizik biliminin evrimi fiziksel değil, toplumsal ve kavramsal bir olaydır. Ama Tarihsel Maddecilik, yani sosyoloji söz konusu olduğunda Tarihsel Maddeciliğin evriminin kendisi bizzat bir toplumsal olgudur. Yani, doğa bilimlerinden farklı olarak, kendisi kendisinin konusudur. Bu evrimin somut biçimi, yani ileri ve geri gidişlerle belirlenen somut tarihi sosyolojinin; bu çarpılmalardan soyutlanmış; kavramların ve yöntemlerin evrimi olarak tarihi de mantık ve metodun konusu olabilirdi. Bize Marksizm’in kaderini, Marksizm’in tarihini de yine bizzat Marksizm açıklayabileceğine göre, Marksizm’in her hangi bir sorundaki açıklamalarının doğru olmasının bir kriteri de, bu açıklamanın aynı zamanda, kendisinin bu sorunu daha önce niye açıklayamadığının, gündeme koymadığının, yanlış açıkladığının ve şimdi nasıl olup da açıkladığının bir açıklaması olması gerektiğiydi. Marksizm’e Sistem karakterini kazandıran da bizzat bu özelliği idi. Her hangi bir toplumsal veya tarihsel olgunun açıklaması, bu açıklamanın açıklamasını da içermiyorsa o açıklama eksik veya yanlış demekti. Bu bağlamda Hikmet Kıvılcımlı’nın o zamanki açıklaması bizim için yeterli oluyordu. Öte yandan Sovyetler’i ve dünyayı da pek bilmiyorduk. Bu nedenle oralarda muhakkak ki büyük bilim adamları; Marksistler ve düşünürler olduğunu, bunların muhtemelen Marksizm’i geliştirdiğini ama bizim bunları bilmediğimizi düşünüyorduk. Zaten Kıvılcımlı da benzer şekilde açık bir kapı bırakıyordu 16. Bilmemeye ilişkin rezerv bir yana bırakılırsa, görmeye başladığımız, Marksizm’in neredeyse kurucularının bıraktığı yerde olduğuydu. Türkiye’deki sosyalistler ise böyle bir olgunun varlığını kabul etmiyorlardı ve dolayısıyla onu açıklama gibi bir sorunları da bulunmuyordu. Bizim ise gündemimize böyle bir soru da düşmüş bulunuyordu. Böylece, Marksizm’in tarihsel kaderi bağlamında da bütün Türkiye solundan farklı bir mecraya akıyorduk. Türkiye solunda Tarihsel Maddeciliğin ve Marksizm’in kaderi, ne olgular ne de açıklamalar düzeyinde ciddi bir tartışma inceleme konusu olmaz iken, bu sorun bizim kendi çalışmalarımız içinde giderek önem kazanan merkezi bir noktaya yerleşiyordu. Aslında, Marksizm’in niye hiç gelişmediği, niye yaratıcı Marksistler çıkmadığı sorusuna Kıvılcımlı’nın verdiği ve o dönemde bizim de benimsediğiniz cevap ise, somut ve tarihsel olmaktan ziyade kategorik sayılabilirdi. Bu cevap belki yanlış değildi ama aslında “Temel neden ekonomiktir” gibi bir cevaptı. Yanlış değildi ama yanlışlığı da kanıtlanamaz, yanlışlanamaz bir cevaptı. Tıpkı çelişki türlerinden strateji çıkarmak gibiydi. Birden mantık ve metod sorunu sözcüklerinden somut sonuca atlıyordu. O mantık ve metodun nasıl hangi şartlarda egemen ya da var olduğu, bunun somut toplumsal koşullarla dolayımlanması ve açıklanması bulunmuyordu.

16

“Sovyet bilginlerinin her sosyal araştırması en demokrat ve hürriyeti seçmiş Batı dünyası için içinden yedi başlı ejderha fışkıracak bir kapalı kutu idi. Marks'ın Grundrisse incelemesi üzerine bir Sovyet araştırması varsa bile duyulamazdı. Hele Türkiye kendi kömür perdesi ardında saklambaç oynamaktan, demir perde arkasını işitmeye vakit bulamazdı.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Toplum Biçimleri'nin Gelişimi'ne Önsöz )

43


Ama o zamanlar, hem henüz durumun çok daha korkunç olduğunu, hem de Marksizm’e asıl katkıların çok başka yerlerde yapıldığını da bilmediğimizden, o kategorik cevap bizim için hem yeterli oluyor, hem de politik eylemimizin yönünü belirliyor ve doğruluğunu da böylece pratik bağlamında sağlamış oluyordu: Sadece sınıfın devrimci bir sınıf olarak örgütlenmesi için değil; diyalektik ve düşünür ve davranır eksikliğine bir panzehir olarak da Parti gerekiyordu. Yapmaya çalıştığımız iki kez doğruydu. Ve farkında değildik ama, bu yaklaşım içinde “Parti” ortaçağ alşimistlerinin “Feylosof Taşı” gibi, her derde deva bir anlam kazanıyordu. Bunu o zaman bilmiyorduk ve göremezdik. Çünkü henüz Marksizm’in tarihini bilmiyorduk. Bir bakıma bundan sonraki evrimimize toplumların tarihi ve yapısı kadar, hatta ondan da daha fazla Marksizm’in tarihi ve o tarihin niye öyle gerçekleştiği sorusu damgasının vuracaktır. Bu yöndeki ilk açıklama denememiz, niye yaratıcı Marksist çıkmadığına ilişkin olarak söylediklerini kabul ettiğimiz Kıvılcımlı’nın kendisinin nasıl olup da çıkabildiği idi. Çünkü yaratıcı diyalektikçinin niye çıkmadığına ilişkin kategorik cevap, Kıvılcımlı’nın niye çıktığını açıklamıyordu. Bunun üzerine Kıvılcımlı’nın nasıl olup da çıktığı üzerine kafa yormaya başlamıştık. 12 Mart karanlıkları içinde, Kıvılcımlı’nın nasıl olup da çıktığını, öznel ve nesnel koşullar içinde açıklayan bir teori geliştirmiştik. Geri ülkeler, antik tarih, tefeci bezirgan sermaye ilişkisine dikkati çekiyor, geri ve sömürge ülkeler halklarının tarihin özneleri olarak ortaya çıkmasıyla birlikte, niye böyleyiz sorusunun geri ülke Marksistlerinde ortaya çıkacağını ve çıktığını, son antik imparatorluğun başkenti ve mirasının bu sorunun cevabı için tıpkı Marks’ın Ekonomi Politik araştırmaları için İngiltere ve Biritish Museum benzeri bir koşul oluşturduğunu söylüyor ve bu nesnel ve öznel koşullar bağlamında açıklamaya çalışıyorduk. Bu açıklama daha sonra, “Marksist Leninist Öğretinin Gelişimi ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı” başlıklı yazıda yer almıştı. * Teorik düzeyde bu sorunlarla meşgulken, pratikte elbette işçiler arasında çalışıyor, fabrikalarda işçilik yapıyor, bir parti yaratmak için girişim ve çabalar içinde bulunuyorduk. 12 Mart karanlıklarında, oralarda karşılaşılan sorunlar ve çok acı tecrübeler bu Tarihsel Maddeciliğin teorik sorunlarıyla doğrudan ilgili olmadığından bu önsöz çerçevesinde onlara girmiyoruz 17, ama bizzat o çalışmalar nedeniyle, o zaman, 1974’de hapse giriyorduk. Proletarya Partisi’ni örgütleme amacıyla altı sayı çıkarabildiğimiz bir gazete (Kıvılcım) nedeniyle hapse girince ve daha uzun yıllar yatacağımız, aldığımız 100 üzerinden 36 yıl ile belli olunca, aktif politik ve örgütsel mücadeleden bu zorunlu uzaklaşmayı, tıpkı Kıvılcımlı ve diğer devrimciler gibi, “hapishaneyi Üniversiteye çevirerek”, Marksizm’i derinliğine öğrenmek için bir olanak ve şans olarak değerlendirmeye çalıştık.

17

Bu dönem hakkında yine bu dermedede de yer alan, özellikle “Tarihi Konuşuyoruz Sempozyumu”na yolladığım ama dağıtılmayan, okunmayan ve basılmayan ve varlığı gizlenen “TSİP ve TKP-B’nin Tarih Öncesinin Tarihine Katkı” adlı bildirimizde yazdıklarımıza bakılabilir.

44


Hapiste 1974 – 80 Arası Çalışmalar

Diyalektik Üzerine Çalışmalar Tarih yazıyla başlar, yazıyı bulanlar veya bilenler, yazısız tarihe “Tarih Öncesi” derler. Bu anlamda buraya kadar anlatılan evrim kişisel bir “Tarih Öncesi” gibidir. Yazılı hemen hemen hiçbir şey yoktur 18. Bundan sonraki evrim doğrudan veya çok dolaylı izleriyle ise yazılardan izlenebilir. Dolaylı, çünkü özellikle diyalektik üzerine, üstyapı üzerine çalışmalarımızın çoğu, o konularda doğrudan yazılar olarak değil, yazıların içinde kullanım olarak vardır. 1974 yılından itibaren, hapislik ve sürgülük koşulları nedeniyle, yazı hayatımızda giderek artan bir önem kazanır ve hatta neredeyse biricik mücadele aracımız haline gelir. Bu döneme kadar, enerji ve zamanımızın çoğunu örgütlenme ve ekonomik mücadele alırken, hapis ve sürgün nedeniyle bunlardan zorunlu bir uzaklaşma sonucu, politik ve ideolojik mücadele esas önemli yeri tutar. Bunlar için de eldeki tek araç yazıdır. Gerçi söz de bir araçtır ama, söz aynı anlayışlara, varsayımlara sahip olanlar arasında elverişli bir araçtır. Bizim ise sorunumuz daima temele, yöntemsel olana ilişkin olduğundan, söz elverişli bir araç olmaktan uzaktı. Muhataplar daha ilk cümlede en temel kategorileri birbirine karıştırıyor ve olaylar hakkında bir şey bilmeden konuşuyor ve tamamen ilgisiz ve mantıksız çıkarsamalar yapıyorsa, söz ve diyalog daha baştan olanaksız hale gelir. Bu nedenle yazı biricik teorik ve politik mücadele aracıdır ve bu nedenle de bundan sonraki teorik evrimimiz büyük ölçüde yazılıdır. * Hapishaneyi Marksizm’i öğrenmek için bir üniversiteye çevirmeye çalışacaktık. Peki ama Marksizm neydi? Her şeyden önce bir Mantık, bir Yöntemdi. Elbette Marks, Engels, Lenin, Kıvılcımlı gibi bunun denenmiş ustalarının eserleri temel kaynak olmaya devam ediyordu. Ama onların eserlerine bizlerin bu gün karşılaştığı sorunların cevapları yoktu ve olamazdı da. Biz ancak onların eserlerinin içine sinmiş o özü, o mantığı, o yöntemi kavrarsak ancak, onların yaşasalardı bu gün düşünüp davranacakları gibi düşünüp davranmayı başarabilirdik.

18

1970’de Kıvılcımlı’nın çıkardığı Sosyalist gazetelerinin 1. ve 2. sayılarında Ali Kaynakçı imzasıyla Yapı İşçilerini ve Aliağa’daki direnişleri ele alan, ve yanlış hatırlamıyorsam başlığı “Aliağa’daki İşçi Direnişleri Üzerine” olan, bir bakıma Yapı İşçileri arasındaki deneylerimizin sonuçlarını içeren bir etüt ile birkaç işçi direnişi haberi dışında 1973’e kadar hemen hemen hiçbir şey yoktur. (12 Mart döneminde, Türkiye ve Dünya’da işçi hareketinin tarihi üzerine epey çalışmış ve malzeme toplamış hatta epeyce de yazmıştık ama sonra kayboldu bunlar.) 1973 ve sonrasında, daha sonra TSİP’i kuracak olanlara karşı polemik olarak yazılmış ve daktiloyla çoğaltılmış birkaç yazı vardır, ki bunlardan biri de çıkardığımız için hapse girdiğimiz Kıvılcım gazetesinde imzasız olarak yayınlanmıştır. Örneğin “Parti ve Çadır Üzerine” (Kıvılcım, sayı:2, 11.Mart.1974; sayı: 3, 25 Mart 1974)

45


Ayrıca, arada geçen zamanda, onların bu mantık ve metodu kendisinden çıkardıkları olaylar hakkındaki bilgi de çok gelişmişti. Yani onlar yaşasaydı, olaylar hakkındaki bugünkü zengin ve derin bilgiyle çok daha ileri bir mantık ve metot geliştirirlerdi. Yani görevimiz sadece onların eserlerinin içine sinmiş olanı öğrenmek de değil; onu geliştirmekti de. Ama onu nasıl öğrenecektik? Bu öz, onların eserlerine sinmiş olarak vardı ama bu özün büyük harflerle bir ifadesi, bir açıklaması çok nadir olarak bulunuyordu. Koca Tarihsel Maddeciliğin açıklaması, bir önsözdeki birkaç paragraf ve birkaç mektuptaki değinmelerden ibaretti. Diyalektik Materyalizm konusuna gelince, burada daha da büyük bir yoksulluk vardı. Engels’in örnekleri ve birkaç yazısı dışında pek bir şey yoktu. Yönteme gelince Ekonomi Politik alanında biraz bir şeyler vardı Marks’ın yazdığı. O halde bu özü, bu yöntemi, bu mantığı, onların eserlerine sinmiş olan, o insanı aydınlatan, bir doygunluk hissi veren şeyi bulup çıkarmak gerekiyordu. Ama belki bu işi başkaları önceden yapmıştı. Eğer öyle ise onlardan da öğrenilebilirdi bu. * Marksizm’i öğrenebilmek için, her şeyden önce onun nasıl öğrenebileceğini; tersinden ifade edersek: Marksizm’in nasıl öğrenilemeyeceğini öğrenmemiz gerekiyordu. Ama burada şöyle bir paradoks ortaya çıkıyordu: İnsan Marksizm’in ne olduğun bilirse, onun nasıl öğrenileceğini veya öğrenilmeyeceğini bilebilir. Ama insan Marksizm’in ne olduğunu bilmiyorsa ve dolayısıyla Marksizm diye öğrendiklerinin Marksizm olup olmadığını bilmiyorsa, Marksizm’in nasıl öğrenilip öğrenilmeyeceğini de bilemez. Bu durumda, Marksizm ve onun nasıl öğrenilebileceği veya öğrenilemeyeceği, çok zaman ve enerji kayıplarıyla, oradan oraya savrulmalarla, el yordamıyla, yavaş yavaş, Marksizm ve onun nasıl öğrenilebileceğine ilişkin bilgilerin karşılıklı olarak birbirini etkilemesiyle, öğrenilebilir. Ancak bu sürecin başlayabilmesi için de, tıpkı kapitalist üretimin ortaya çıkması gibi, bir “ilk sermaye birikimi” gereklidir. Bu ilk birikim, bir bakıma, emme basma tulumbalara koyulan bir maşrapa su gibidir. Bu su olmadığı sürece su çekmek mümkün olmaz. İşte bir bakıma, Marksizm’in ancak kaynağından en iyi ve doğru biçimde öğrenilebileceğine ilişkin önceki tecrübelerimiz ve Kıvılcımlı, bizim Marksizm’i, dolayısıyla Marksizm’in nasıl öğrenilebileceğini ve öğrenilemeyeceğini öğrenme çabalarımızda bir tür “ilkel birikim”, “başlangıç sermayesi”, “bir maşrapa su” işlevi gördü. Buna rağmen, bu çabalar uzun süre gözleri bağlı bir insanın el yordamıyla gerçeği araması gibiydi. Bu gidiş aynı anda birçok kulvarda birden, Kulvarların birbirini karşılıklı etkilemeleriyle, sık sık çıkmaz sokaklara sapmalar ve geri dönüşlerle, karmakarışık bir süreçti. Özellikle 1974- 78 yılları arasındaki dönemi kapsayan bu süreci bütün karmaşıklığı içinde anlatmak ne mümkün ne de gerekli. Bunun yerine, bu gün bulunduğumuz yerden, o araştırmaların izlediği ana yolları ve sonuçları aktarmak hem mümkün hem de gerekli. Çünkü bu çalışmaların birikimi, daha sonraki evrimimizde önemli bir işlev görecek ve onu mümkün kılacaktır. 46


* Yukarıda belirtildiği gibi, Marksizm’i öğrenme çabamızda yolumuzu kaybetmememiz için önümüzde bazı “duvarcı sicimleri” (Leitfaden) vardı. Marksizm’i, elbette öncelikle Marks, Engels, Lenin ve Kıvılcımlı gibi, diyalektiği yaratıcı ve başarıyla uygulamış, ayrıca bunu pratikleriyle de göstermiş büyük devrimcilerin ve diyalektikçilerin eserlerinden ve pratiklerinden öğrenebilirdik. Bu işin alfabesiydi. Elbette, bunlar kadar büyük ve yaratıcı olmamakla birlikte, yine de belli alanlarda önemli katkılar yapmış Marksistler olduğunu düşünüyorduk. Örneğin Luckas, Gramsci, Plekhanov, Babel, Labriola, Rosa Luxamburg gibi Marksistleri de okumamız gerektiğini düşünüyorduk. Ama daha bir ihtiyatla. Ayrıca daha yeni kuşaktan Bettelheim’den Andre Gunder Frank’a; Baran’dan Sweezy’e veya Althusser’den Poulantzas’a kadar başka Marksistler de olduğunu biliyorduk. Ama bunlar son derece dikkatli, genellemeden ziyade olgular ve belli bir alana yönelik sonuçlar bağlamında okunmalıydı. Bunlarda orijinal kaynaklardan farklı, eksik bir şeyler, yanlış bir yanlar vardı. Bunun ne olduğunu pek bilmiyorduk ama bunu da hissediyorduk. Bunları okuduğumuzda hiçbir zaman Marks’ları, Lenin’leri, Kıvılcımlı’ları okuduğumuz zaman edindiğiniz sağlamlık ve berraklık duygusuna sahip olamıyorduk. Öte yandan, Mao, Stalin, Politzer, Kuussinen gibilerinin kitaplarını okuduğumuzda ise onlarda bu ikinci kategoriden Marksistler kadar bile tatmin edici bir şeyler bulamıyorduk. Fakat neredeyse bütün Türkiye solu, tam tersi durumdaydı. Onlar bu birkaç el kitabını okuyorlar. Sonra o el kitaplarından öğrendikleriyle de genellikle kendi örgütsel ya da politik tartışmaları bağlamında birkaç “Klasik” okumakla yetiniyorlardı. Bunda yanlış olan bir şey vardı. Bu yanlışı göstermeli, Marksizm’in nasıl öğrenileceği veya öğrenilemeyeceği de çalışmaların bir yan ürünü olarak hedefe koyulmalıydı. O halde öncelikle, bunların anlattıkları Marksizm ile Orijinal kaynaklardaki Marksizm’in farkını araştırmalıydı. Bu gibi düşüncelerle hem Marksizm’i öğrenmek, hem Marksizm’in nasıl öğrenilebileceğini ve nasıl öğrenilemeyeceğini öğrenmek için, özellikle Marksizm’i anlatan el kitaplarına ve o el kitaplarında öğretilen konulara yoğunlaştık. Yani şu “Diyalektik Materyalizm” (“Diyamat”) denen “şey” üzerinde yoğunlaştık. “Diyalektik Materyalizm”in ne olduğunu kavrarsak, hem Marksizm’in özünün özünü, hem de bu kitaplarda yanlış olanı kavrayabileceğimizi düşünüyorduk. * El kitaplarında yoğunlaşma, aynı zamanda çok daha genel bir soruna bir cevap arama çabasıyla da ilgiliydi. Marksizm’in şöyle bir çelişkisi vardı: bir bilim olarak çok yüksek bir bilgi ve soyutlama düzeyini gerektiriyordu. Marksist teori, tüm insanlığın bilgi birikimi üzerine, onun zirveleri üzerine oturuyordu 19. Teori ise ancak geniş yığınları kavradığında bir güç haline gelebilirdi 20.

19

“Komünizmin kendisinin bir sonucu olduğu bilgi toplamını edinmeden, komünist sloganları, komünist bilimin sonuçlarını öğrenmenin yeterli olacağını düşünmek yanlış olur. Marksizm, komünizmin insan bilgisi toplamından

47


Ama ezilen insanlar, yani onu gerçekleştirecek olanlar ise hem yoksul ve cahildiler, hem böyle bir birikim için olanak ve zamanları yoktu. Hem de egemen sınıf elindeki sonsuz olanaklarıyla bu durumu pekiştirip sürdürüyordu. Bu açmaz nasıl aşılabilirdi? Bu açığı kapamak için, elbette, en azından başlangıçta, basit ve didaktik kitaplar olması kaçınılmazdı. Popülarizasyon zorunluydu. Ama tıpkı bir ilaç gibi, yerinde ve dozunda olma koşuluyla 21. Ama bunun dozu neydi? Bu ne kadar bir çözümdü? Popülarizasyon ile şemalaştırma ve bayağılaştırmanın sınırı nereden geçiyordu? Başlangıçta Politzer, Stalin, hatta Mao’nun bile Marks veya Engels’ten pek farklı şeyler anlatmadıklarını düşünüyorduk. Onların, başarılı diyalektikçiler olamadıkları için, diyalektik düşünür ve davranır çok az çıktığı için, hazırladıkları kitapların çok bayağı bir Marksizm’i anlattığını var sayıyorduk. Bu durumda da elbette suyunun suyunu okuyacak yerde, doğrudan Engels, Lenin ve Kıvılcımlı’nın Marksizm’i, Diyalektiği ve Tarihsel Maddeciliği anlatan yazılarından başlamanın çok daha doğru olacağını düşünüyorduk. Yani didaktik, popülarizasyon amacıyla yazılmış eserlerde bile suyu kaynağından içmeliydi. Bunların yaptığı yanlışı daha somut olarak görür ve gösterebilirsek, Marksizm’in geniş kitlelere anlatılmasında nelere dikkat edilmesi gerektiğini de ortaya çıkarabilirdik. Yani aslında hareket noktamız oldukça pedagojikti başlangıçta. Bu kaygıyla bu el kitaplarını, Marksizm’i öğrenmek için değil, Marksizm’in nasıl öğretilemeyeceğini anlayabilmek için; popülarizasyon ile bayağılaştırma ve şemalaştırmanın sınırlarını daha iyi çizebilmek için, daha dikkatli okumaya başladık. Elbette Tarihsel Maddecilik (Sosyoloji) bahsinde, bizim için, bu bayağılaştırmadan öte giden bir tahrifat ve skolastik çok açıktı. Ama şu “Diyalektik Materyalizm” (Felsefe) konusunda bunu görecek ve açıklayacak durumda değildik. Bunun için de öncelikle, şu diyalektiğin ne olduğunu iyice anlamak, öğrenmek gerekiyordu. * El kitaplarının hepsi “Diyalektik Materyalizm” diye başlıyorlar ve diyalektiğin yasalarını sıralayıp açıklıyorlardı, ondan sonra da maddenin düşünceden önce geldiği konusuna, yani Materyalizm bahsine geçiyorlardı. Bunların “diyalektiğin yasaları” diye anlattıklarını karşılaştırdığımızda çok daha garip bir durumla karşılaştık. Örneğin Politzer’in (Felsefenin) Başlangıç İlkeleri ve Temel İlkeleri adlı iki kitabı bulunuyordu. Bunların birini kendi, ikincisini bir kurul yazmıştı. Ama bunların diyalektiği anlatışları farklıydı. Başlangıç İlkeleri daha ziyade Stalin’inkilere benzerken, Temel İlkeleri, buna Mao’nun “çelişkiler öğretisi”nin de eklenmiş hali gibiydi. Belli ki o zamanlar Çin devriminin başarısı temelinde bu bölümler eklenmişti. Ama sonra da Çin Sovyet gerilimi olunca kitap tedavülden kaldırılmış olsa gerekti. Diyalektik eğitimi ve yasaları politikanın durumuna göre değişiyordu anlaşılan.

nasıl doğduğunun örneğidir” Lenin 20

“Teori kitleleri kavrar kavramaz maddi bir güç haline gelir” Marks

21

“İşçiler için popüler bir literatürün ve özellikle geri işçiler için özellikle popüler (ama yüzeysel değil) bir literatürün gerekli olduğunu inkar etmekten çok uzağım.” (Lenin, Ne yapmalı)

48


Ama sadece bu kadar da değildi. Stalin’in diyalektik diye anlattıkları da Engels’in anlattıklarından farklıydı. Stalin başka yasalar sıralıyordu, Engels başka. Burada artık didaktik kaygılarla, popülarize etme amacına bağlı olarak kaçınılmaz olan bir basitleştirme, ama bunu başarısız biçimde yapma değil; öğretiyi değiştirme, politik ihtiyaçlara uyarlama söz konusuydu. Stalin ve Politzer’de olan buydu. Mao hakkında ise zaten çok önceden belli bir sonuca ulaşmış bulunuyorduk. Çelişki üzerine yazdıklarının, Marksist diyalektikle bir ilgisi bulunmuyordu. Onlar Çin köylülerine, Konfüçyüs, Tao veya Buda öğretilerinin kültür dünyasına partinin stratejisini anlatmak için ortaya atılmış, Marksizm’le ilgisi olmayan şemalardı. Böylece diyalektiği anlatan kitapları okumalar sonucunda diyalektiğin diyalektiği anlatan kitaplardan öğrenilemeyeceği sonucuna ulaşıyorduk. Diyalektik çalışmalarının ilk diyalektik sonucu buydu. * Peki bu el kitaplarında tahrif edilen Diyalektik Materyalizmin kendisi neydi? Bunun için elbette yine bize her zaman yolumuzu bulmamızı sağlayan, Marks, Engels, Lenin ve Kıvılcımlı’ya, onların diyalektiği anlattıkları yazılara yöneldik. Bu noktada, Kıvılcımlı’nın bir vurgulaması aracılığıyla çalışmalarımız bambaşka bir mecraya yöneldi. Kıvılcımlı Diyalektik Materyalizm adlı el kitabında, Engels’e dayanarak, Diyalektik Mantık ve Diyalektik Metodu net olarak birbirinden ayırıyordu. Varlığın hareket yasaları Diyalektik Metot, Düşüncenin hareket yasaları da Diyalektik Mantık konusuna girer diyordu 22. 22

Bizim diyalektiği öğrenme çabalarımızda kritik önemde olan ve alışılmamış bir mecraya sokan bu satırları olduğu gibi aktaralım. Kıvılcımlı diyalektiği şöyle tanımlıyordu: Diyalektik: “(...) Düşünce ve varlık ayırt etmeksizin, evrenin en genel hareket kanunlarını inceleyen bir ilimdir. İlimdir diyoruz doğrusu da budur. (...) Jeoloji nasıl yeryüzünün hareket kanunlarını, sosyoloji de nasıl toplumun hareket kanunlarını tespit ederse, diyalektik de öylece, düşünce ile varlığın genel hareket kanunlarını tespit eder. Sosyolojiye nasıl “toplum felsefesi” veya “tarih felsefesi” demek saçma ise, diyalektiğe de “varlık felsefesi” veya “düşünce felsefesi” demek o kadar yersizdir.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Diyalektik Materyalizm, sayfa: 11-12) Düşünce ve Varlığın dolayısıyla mantık ve metodun ilişkisini zaten Engels şöyle koyuyordu: “Böylece diyalektik, - hem dış dünyanın hem insan düşüncesinin – hareketinin genel yasalarının bilimine indirgenmiş oldu. Tözü bakımından özdeş, ama insan zihninin bilinçli olarak uygulayabilmesi söz konusu olduğunda anlatımları farklı olan iki dizi yasadır bunlar” (F. Engels) Engels’in bu sözlerine de dayanarak, Kıvılcımlı Diyalektik Materyalizm’i iki bölümde ele alır: “Diyalektik varlık kanunlarının incelenmesi: bu bahiste hareket kanunları, düşünceden bağımsız olarak, sırf doğada, hayatta ve toplumda oldukları gibi gözden geçirilecektir. Bu bize, evreni kavrayış esnasında güdeceğimiz yolu yani metodu verecektir. Onun için bu bahse Varlık Kanunları bahsi diyebileceğimiz gibi, Metafizik metodtan ayrı olmak üzere, DİYALEKTİK METOD bahsi de diyebiliriz. (Dr. H. K. Age. S.15) “”Diyalektik düşünce kanunlarının incelenmesi: Bu konuda, bütün varlık hareketinden çıkan diyalektik kanunların, nasıl varlığın bir parçası olan düşünce için de doğru olduğu görülecektir. Düşünce kanunlarından bahseden ilme eskiden mantık denirdi. Antika felsefenin de metafizik metoduna uygun bir mantığı vardı. Ona formel mantık denir. Onun için diyalektik materyalizm metodunun düşünce kanunlarına uygulanması DİYALEKTİK MANTIK adını alabilir.” (Keza, s.16)” (Bu satırlar kitabın aslı elimizde olmadığından. “Bir “Teorik Eğitim Planı” Denemesi” adlı yazımızdan alınmıştır. Sosyalist, sayı:81, 22 Mayıs 1979)

49


Kendisi de o kitapta Diyalektik Metot’u anlatıyordu: Ama Diyalektik Mantık kendi kitabında da bulunmuyordu. Muhtemelen yayımlanmamış bir kitabı da Diyalektik Mantığı ele alıyor olsa gerekti. Yayınlanmamış eserleri arasında bulunan “Diyalektik Ne değildir?”, “Diyalektik Nasıl Kullanılır?”, “Diyalektik Felsefe” gibi yazılar muhtemelen bu Diyalektik Mantığı konu ediyor diye düşünüyorduk. Bu satırlar bize diyalektiği anlatan kitapların çok temel bir başka tahrifatının farkına varmamızı sağlıyordu. Çünkü sorunu bu tarz koyuş ve ortada bir Diyalektik Mantık olmadığına ve kendilerinin de bu yokluğu gidermediğine dair bir belirleme hiç birinde bulunmuyordu. O zamana kadar kitaplardaki tahrifatı, sadece diyalektik yasaları diye sıralananların öyle olup olmadığı veya çelişki diye anlatılanların Marks’taki çelişki kavramından farklı olduğu gibi sorunlarla sınırlı görüyorduk. Ama sorun sadece diyalektik ya da çelişki diye sıralananların farklılığından ibaret değildi. Çok temel başka bir yanlışın varlığı ortaya çıkıyordu. Diyalektik kitaplarında anlatılanlar, anlattıklarının, içeriklerinin yanlışlığı bir kenara bırakılsa bile, Diyalektik Metot bahsine giriyordu. Yani varlığın hareketinin yasalarından söz ediyorlardı. Sonra bu kitaplar, Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm diye bölümler içeriyordu. Ama hiç birinde Diyalektik Mantık diye bir bölüm bulunmuyordu. Düşüncenin hareketi ve onun yasaları, yani Diyalektik Mantık yoktu bu kitaplarda. Ama daha da kötüsü bu yokluğun varlığına dair bir bilgi de yoktu. Bu durumda, Marks, Engels; Lenin, Kıvılcımlı’nın kitaplarında uygulanan Mantık’tan başka Diyalektik Mantığı öğrenme olanağı bulunmadığı bir kere daha kanıtlanmış oluyordu. Öyle görülüyordu ki, onlar da Diyalektik Mantığı anlatan bir şey yazmamışlar, bize uygulamasını bırakmışlardı. Zaten hemen hemen her alanda durum böyleydi. Bir sınıflar, bir devlet, bir üstyapı, hatta topu topu birkaç sayfa dışında, bir Tarihsel Maddecilik teorisi bile bırakmamışlar bunların uygulamalarını, sonuçlarını, dökümlerini bırakmışlardı. İşte Diyalektik Mantık konusunda da durum buydu, Teori’yi, onların uygulamalarından çıkarmak gerekiyordu. Ama sadece bu da yetmezdi. Onlar da bu açıklamasını sunmadıkları teorileri ve Mantığı olaylardan çıkarmışlardı. O halde onların yaptığını yapmak gerekiyordu, yani diyalektik mantığı da bizzat olgulardan çıkarmak. Böylece eserlerinde uygulanmış olan ile olgulardan çıkardığımızı karşılaştırarak bir tür sağlama da yapabilirdik. Böylece Marksizm’i veya o “Diyalektik Materyalizmi” öğrenme çabalarımız neredeyse bütün Türkiye solunun izlediği, varlıktaki diyalektik yasalarını örneklerle öğrenmek mecrasına girmeden, Diyalektik Mantığı Öğrenme, daha doğrusu bunu ustaların yazılarından ve bizzat düşüncenin tarihinden çıkarma mecrasına girdi. Ortada Diyalektik Mantık bulunmadığını görmüştük ve buradan da Diyalektik Mantığı anlamak için de bilimlerin ve felsefenin tarihine, yani düşüncenin tarihine yönelmek gerektiği ortaya çıkmıştı. * Elbette son duruşmada düşünce de varlıktır, var oluşun bir biçimidir ve varlığın tabi olduğu genel yasalar onda da geçerli olur. Öte yandan, varlığın genel yasaları dediklerimiz de son

50


duruşmada düşüncenin evriminde bir momenttir. Yani varlık ve düşüncenin ilişkisi de diyalektikti, hem birbirine zıttılar, çelişki içindeydiler ama aynı zamanda bizzat kendi zıtlarıydılar ve ona dönüşüyorlardı sürekli. Bu bakımdan son duruşmada, Varlık ve Düşüncenin en genel yasaları, yani Diyalektik Mantık ve Metot özdeşti de. Ama bu yine de düşüncenin evriminin kendine özgü yasaları olmadığı anlamına gelmezdi. Düşüncenin de örneğin tıpkı estetikte olduğu gibi kendi bağımsız yasaları olmalıydı. Her hareket tarzı, var oluş tarzı için bu geçerliydi. Bir hareket biçimi, bir varoluş tarzı, bir kere ortaya çıktı mı onun kendi özgül ve bağımsız yasaları da onunla birlikte ortaya çıkıyordu. Önemli olan onları öğrenmekti. Yoksa genel olarak diyalektiğin yasalarından söz etmek, “temel neden ekonomiktir” demekten farklı olmazdı. O zaman da bu sonuçtan şöyle bir çıkarsamaya yapıyorduk. Mademki Diyalektik Mantık, düşüncenin en genel hareket yasalarının bilimidir, nasıl toplumun hareket yasalarını bulabilmek için, toplumun tarihsel hareketini bilmek gerekirse; düşüncenin hareket yasaları için de, düşüncenin hareketi (tarihi) bilinmeliydi. Nasıl Tarihsel Maddeciliği, yani toplumun hareket yasalarını anlayabilmek için Tarih okuyorduysam Diyalektik Mantığı anlamak için de Düşüncenin Tarihini okumalı ve öğrenmeliydim. Ama düşüncenin tarihi nereden öğrenilebilirdi? Elbette her şeyden önce Bilginin ve Bilimlerin Tarihinden. Tabii bunun yanı sıra, önceleri bütün bilimlerin içinde bulunduğu ve her birinin daha sonra bağımsızlığını ilan ettiği; onlar ayrıldıkça da, onların sonuçlarına dayanarak mantık ve metoda ilişkin daha genel sorunlara kafa yoran Felsefe’nin Tarihinden. Ama o tarih üzerine yazılmış kitaplardan değil tabii, bizzat o Tarihteki kitaplardan. Zaten Engels kavramsal düşünceyi öğrenmek için felsefe okumaktan başka bir yol olmadığını söylüyordu 23. Dolayısıyla felsefedeki büyük düşünürleri ve bilimler tarihini okumak ve öğrenmekle ancak bu Diyalektik Mantık yasaları çıkarılabilir Marksizm’in özü kavranabilirdi. Bunun yanı sıra, Marks-Engels’in eserlerinde, sonuçları, uygulaması olan diyalektiğin, gizli olan mantığın açığa çıkarılması da Diyalektik Mantığın ne olduğunu anlamamızı sağlayabilirdi. Böylece bu iki hat üzerinden giderek Diyalektik Mantığın ne olduğunu anlayabileceğimizi düşünüyorduk. O zaman, ortaya şöyle bir görev de çıkıyordu: madem ki bize diyalektik mantığı anlatan bir kitap yok, bunu yazmak gerekir. Ve böylece uzun vadeli olarak önümüze Diyalektik Mantık yazma gibi bir görev de koymuş bulunuyorduk. Eğer ilerde zaman ve birikimimiz el verirse üzerinde yoğunlaşmak üzere. Ama böyle bir imkâna kadar da, yavaş yavaş konu üzerine birikim yapıp kafa yormak, okuduklarımızı biraz da bu hedefi gözeterek okumak gibi bir görevdi bu kısa vadede.

23

“Bu doğal yeteneğin (Yani Teorik ve kavramsal düşünce yeteneğinin) geliştirilmesi, ilerletilmesi gerekir: İlerletilmesi için de, henüz daha önceki felsefenin incelenmesinden başka bir yol yoktur.” (Engels)

51


Burada ilginç olan şudur. Bu sonuçlara neredeyse tamamen bağımsızca ulaşmıştık, başka Marksistlerin de benzer sonuçlara ulaştığını bilmiyorduk. Bu bağlamda, elbette Marks, Engels, Lenin, Kıvılcımlı’nın yazılarını sadece içerikleri bakımından değil, aynı zamanda mantıkları, akıl yürütmeleri, çıkarsamaları bakımından da okumaya, onların yazılarındaki o kendiliğinden, içine sinmiş şeyi, o diyalektik özü çıkarmaya ve anlamaya çalışıyorduk. Bunun yanı sıra zaten imkân buldukça bilim ve felsefe tarihini de bu açıdan okuyor veya eski okumaları bir de bu açıdan gözden geçiriyorduk. Bu tür okumalar çerçevesinde göre bazı sonuçlara da ulaşmaya başlamıştık. Bunların bazıları söyle sıralanabilir. * Düşüncenin (yani bilgisizlikten bilgiye giden sürecin) somut ve soyut hareketini birbirinden ayırmak gerekiyordu. Somut tarihte düşüncenin hareketi birçok çarpılmalar, geriye gidişler içindeydi. Düşüncenin Somut Hareketi, Diyalektik Mantığın değil, Diyalektik Sosyolojinin, yani Tarihsel Maddeciliğin konusuna girerdi. Mantık ise düşüncenin, tarihsel sapmalardan arındırılmış, onun kendi iç çelişkileriyle evrimini; Düşüncenin Soyut Hareketini ele almalıydı. Düşüncenin somut tarihsel hareketine ilişkin olarak ise şöyle bir sorun dikkati çekiyordu. Bilginin düzeyine bağlı olarak mantık da bir değişim gösteriyordu. Bu değişim, el kitaplarında ifade edildiği gibi, kabaca skolâstik, metafizik ve diyalektik diye sınıflanabilirdi. Aslında bu sınıflama, komün, antik uygarlık ve kapitalist uygarlığın, üç temel üretim biçiminin düşünce formlarındaki yansımasıydı. Ne var ki, tarihsel olarak skolâstik, Aristo Mantığından (Formel Mantık’tan) sonra gelmişti. Skolâstik gerçi Aristo’nun Formel Mantığından sonra gelmişti ama ondan bile daha geriydi aslında. Bu paradoks nasıl açıklanabilirdi? Tarihin ilkel, köleci, feodal, kapitalist tarzında düz bir gelişim şeması içinde anlatılması durumunda, bunu açıklamanın olanağı yoktu. Feodalizm kölecilikten sonra geldiğine ve feodal dönemde skolâstik mantık egemen olduğuna göre, kölecilikten daha ileri bir üretim biçiminin mantığı, nasıl oluyor da daha geri bir mantık olabiliyordu. Ama Kıvılcımlı’nın Tarih’e yaklaşımı ile bu soruna bakılınca, problem kolayca çözülebiliyordu. Feodalizm, aslında Komün’e daha yakın olduğundan, yani zaman olarak Batı’da sonra geliyor görünmesine rağmen, daha önceki bir aşamaya denk geldiğinden, önceki üstün uygarlığın ulaştığı genellemeler, o uygarlığa sonradan giren komünlere tarih ve toplum üstü gerçekler gibi görünüyordu. Skolâstiğin olabilmesi için, öncesinde genellemelerin olması gerekir. Skolâstik Feodalizm gibiydi, daha sonra görülmesine rağmen daha geri bir biçimi temsil ediyordu. Zaten skolâstiğin feodalizm döneminin mantığı ve metodu olması da bir rastlantı değildi. Böylece daha sonraları Tarihsel Maddeciliğin Tarihini açıklamakta kullanacağımız bir yaklaşımın öğelerine ulaşmış bulunuyorduk. Ama Marksizm’de bir gerileme olduğunu bilmediğimizden, bu araçlar, atıl, kullanılmayı bekler durumda kalıyordu. * 52


Tabii sadece burada da kalmıyorduk. Klasik mantıkta, Tümdengelim ve Tümevarım diye birbirinden, tam da metafizikçe ayrılan yöntemler, aslında bilgisizlikten bilgiye giden sürecin farklı momentleriydiler. Onlar bizzat diyalektik bir ilişki içindeydiler. Diğer yandan Skolâstik ve Metafizik Mantık diye zaman içinde birbirinden koparılarak ele alınan mantıklar, aslında Tümdengelim ve Tümevarımın ta kendisinden başka bir şey değildi. Bilgi sürecinin iki uğrağı, momenti, zaman içinde birbirini izleyen farklı mantık gibi görünüyordu. Skolâstik tümdengelim, Metafizik tümevarım momentinin karşılığından başka bir şey değildi. Aslında her düşünce, her akıl yürütme skolâstik ve metafizik, tümevarım ve tümdengelim momentlerini sürekli olarak içinde taşıyordu. Yani her diyalektik önerme bile, aynı zamanda hem skolâstik, hem de metafizik bir yana sahipti. Böylece Skolâstik ve Metafiziğin yanlış değil, eksik olduğu sonucuna ulaşıyorduk. Bu yaygın anlayışlardan çok farklıydı. Onlar, gerçekliğin karmaşıklığına daha uzaktı, ama sanıldığı gibi değersiz ve yanlış değildi. Türkiye’nin devrimcileri ise bunların tümden yanlış olduğunu söyleyip ellerinin tersiyle itiyorlardı. Tam da böyle yaptıkları için o ittiklerinden bile geri duruma düşüyorlardı. Bırakalım diyalektiği bir yana, doğru dürüst metafizik veya skolâstik mantığı bile uygulama durumunda değildiler. Bir şeyler çok temelinden ve de çok yanlış gidiyordu. * Marks, Engels, Lenin’in yazılarında, bizler tarafından “Aristo mantığı”, “Formel Mantık”, “Metafizik Mantık” diye küçümsenen mantık bakımından hatalar yoktu. Yani diyalektik olmak için önce Aristo Mantığı, burjuvazinin Metafizik Mantığı olması gerekiyordu her şeyden önce. Daha sonraki yıllarda Troçki’de rastladığım ilginç benzetmeyle, Metafizik (Formel) Mantık, bir resme, Diyalektik Mantık filme benzetilebilirdi. Metafizik evreni şeyler toplamı olarak ele almakta, onları dondurarak, durdurarak, öldürerek, tecrit ederek anlamaya çalışmaktadır. Bu bakımdan bir resme benzer. Tıpkı bir resimdeki gibi, her şey durmuş ve donmuştur. Ancak şeyler hakkındaki bilgi birikiminin belli bir noktasından sonra o şeylerin bir oluşun, bir gidişin kendisi ve sonuçları, farklı momentleri olduğu görülebilirdi ve o zaman evren bir şeyler toplamı değil; gidişler, süreçler karmaşası olarak algılanabilir ve açıklanabilirdi. Bu bağlamda Diyalektik Mantık, Filme benzerdi. Hareket halindeydi. Ama nasıl fotoğraf olmadan film olamaz ise, metafizik olmadan da diyalektik olamazdı. Keza Skolâstik bile belli bir ilerleme ifade edebilirdi. Çünkü Skolâstik en azından kavramların anlamları ve çıkarsamalar üzerine hassasiyet ve ciddiyet gerektirir. Çünkü o genellemelerden, o kavram ve önermelerden gerçeğin sırrına varılabileceği var sayılır, bu nedenle önceden yapılmış genellemelerin ve kavramların net tanımlaması skolâstiğin bir bakıma özünü oluşturur. Örneğin, Lenin’in Devlet ve Devrim’i aslında son derece Skolâstik bir eserdir. Lenin’in bu kitapta yaptığı, toplumsal gerçekten çıkarak bir Devlet ve Devrim Teorisi kurmak değildir. Daha önce bu alanda Marks ve Engels’in yaptıkları genellemeleri toprağın altından çıkarmak, onların kullandıkları kavramları daha dakik ve net olarak tanımlamak ve ne anlama geldiğini 53


anlamaktır. Türkiye devrimci hareketinde ise, bırakalım diyalektiği ve metafiziği bir yana, bu anlamda skolâstik bir eser bile bulmak güçtü. Keşke Devlet ve Devrim’deki Lenin gibi skolâstikçiler olabilseydik. * Öte yandan, bir tek skolâstik, metafizik veya diyalektik de yoktu. Bunlar da donmuş mantıklar değildi. Bizzat bunların her biri de kendi içinde belli bir evrim geçiriyordu. Bilginin henüz oldukça yüzeyde görüngülerden hareketle genellemeler yaptığı bir uygarlık döneminden sonra, örneğin Klasik Yunan Uygarlığı ve Aristo’dan sonra gelen bir Skolastik ile Lenin’in Devlet ve Devrimindeki, Marks’ın diyalektiğinden sonra gelen Skolastik aynı değildi. Lenin’in Skolâstiği, artık bir anlamda Diyalektik bir skolâstikti, çok daha derine inen kavramları ve genellemeleri, yani diyalektik kavramları skolâstik bir hareket noktası olarak kullanıyordu. Bunun Tersi de doğruydu, Bizlerle Hegel’in veya klasik Yunan’ın (Heraklitos’un) diyalektik kavrayışları da çok farklıydı. Onlar oldukça yüzeysel ve spekülatif bir diyalektik kavrayışı içindeydiler. Gelecekte de bizden çok daha derin bir diyalektik kavrayışı bulunacaktı muhakkak ki. Böylece, Diyalektik, kafamda mutlak, değişmez tarih ve toplum üst ilkeler, her kapıyı açan anahtarlar, bir takım art arda sıralanan yasalar olmaktan çıkıyor, değişken, evrilen bir anlam, tam da diyalektik bir anlam kazanıyordu. Benzer şekilde, artık skolâstik ve metafizik de (tümdengelim ve tümevarım da) değişmez ve yanlış olmaktan çıkıyor değişen ve belli bir doğruluk payı olan ve bizzat kendi de evrim içinde olan ve kendi içinde de derinleşen, doğrunun bir momentine denk düşen, diyalektik bir anlam kazanıyordu. Ayrıca, soruna böyle bakınca, bizzat kendi Marksizm’i ve diyalektiği öğrenme çabamın, son duruşmada skolâstik bir çabadan başka bir şey olmadığı da ortaya çıkıyordu. Yaptığım, Marks, Engels, Lenin gibi büyük Marksistlerin eserlerini okuyup anlama çabası değil miydi? Yaptığımın ortaçağın manastır rahiplerinin Aristo’nun kitaplarında gerçekleri aramalarından ne farkı vardı ki? Yapmaya çalıştığım, Lenin’in Devlet ve Devrim okumalarından farklı değildi ki. Ama bu skolâstik, skolâstiğin kendi içinde başka bir aşamanın da ifadesiydi. Onların Marks’ı Aristo idi, bizim Aristo’muz Marks. Tıpkı feodalizmin kölecilikten sonra gelmesi ama aslında komüne daha yakın olması gibi 24 Skolâstik de; Aristo’nun metafizik mantığından sonra gelmesinin nedeni Roma’yı yıkan barbarların henüz uygarlaşmamışlıkları ve bu nedenle de daha önce binlerce yılık medeniyetlerin birikimi üzerine yapılmış genellemelerin ister istemez, onlara hakikatin kendisinden çıkarılacağı sırlar olarak görülmesiydi.

24

Ki bu feodalizm kavramı batı Avrupa Ortaçağını ifade eder. El kitaplarının aksine, Tarih aslında ilkel, köleci, feodal, kapitalist diye değil, komün, uygarlık, kapitalizm diye bir çizgi izler. Komün ve uygarlık ise binlerce yıl boyunca karşılıklı etki ve mücadele içindedir ve birbirini karşılıklı olarak etkileyerek değiştirir ve bazen birinin bazen diğerinin üstün geldiği dönemler vardır. Engels buna kırın şehre, şehrin kıra üstün olduğu dönemler der. Tarih’te ortaçağlar, yani kırın şehre, komünün uygarlığa üstün geldiği dönemler çoktur. Feodalizm denen Batı Ortaçağı bunlardan sadece biridir.

54


Bizim de durumumuz buydu, Marksizm burjuva düşüncesinin ve insanlığın kültür birikiminin zirvesiydi. Biz ise bunu anlayacak kültürel temelden yoksunduk. Bu durumda Marksizm karşısındaki durumumuz, Aristo karşısındaki manastır rahiplerinden veya Antik Yunan ve Roma karşısındaki fatih barbarlardan farklı değildi ve olamazdı. Burada kendi yaptığımızın da özünde skolâstik olduğunu düşünürken ve bunun nedenlerini açıklarken aslında daha sonra dünyada Marksizm’in geriliğini açıklayacağımız bir teorinin ipuçlarına ulaşmış bulunuyorduk 25. Ama dünyada Marksizm’in geriliğini bilmediğimizden, geriliği sadece Türkiye’ye ve kendimize has bir sorun olarak gördüğümüzden bu genellemeye henüz ulaşmıyorduk. * Ama bizzat bu sorun ve sonuç bile aynı zamanda düşüncenin hareketine ilişkin bir yasayı ifade etmiş oluyordu. Düşünce evriminde, daha geri halkların uygarlığa girişlerine bağlı olarak geri gidiyordu. Sadece düz bir ilerleme yok, aynı zamanda böyle, bizzat bizde ifadesini bulan gibi, gerilemeler de vardı. Ama bu tarihsel hareketiydi düşüncenin, bu sosyolojinin, Tarihsel Maddeciliğin konusuna girerdi. Yani bu bize diyalektiği öğretmezdi. Diyalektik Mantık, bu tarihsel sapmalardan arınmış, düşüncenin düşünce olarak evrimiyle; bilgisizlikten bilgiye giden sürecin saf olarak, mantık kategorilerinin hareketi olarak evrimiyle ilgiliydi ve oradan öğrenilebilirdi. Bu bağlamda, Engels’ten okuduğumuz satırlar bizim önümüze yeni ufuklar da açıyordu. Engels, Marks’ın kapitalinin yöntemini anlatırken, metanın ve meta ekonomisinin gelişiminin, tarihsel sapmalarından arınmış bir şekilde anlatıldığını ve bunun da aslında mantıksal bir hareket tarzında ele alındığını söylüyordu 26. Yani sapmalardan arınmış tarihsel hareket ile kavramların hareketi, soyut hareket, mantıksal hareket aynı şeydi. Buradan da paralellik kurarak, Tıpkı Marks’ın Kapital’de meta için yaptığı gibi, mantığın da, düşüncenin gelişimini, somut tarihteki sapmalarından arınmış bir şekilde, saf şekliyle ele

25

Bu yazı, Sosyalist’in son sayısında çıkan “Bilimsel Sosyalizmin Tarihsel Kaderi”dir. Bu yazının Türkçe’si maalesef elimizde yok. 26

“ Ama yöntem elde edilince, ekonominin eleştirisine, iki tarzda yaklaşmak mümkündür: tarihsel bakımdan ya da mantık bakımından. Tarihte olduğu gibi, tarihin yazına yansımasında da, gelişme, genellikle daha basit ilişkilerden daha karmaşık ilişkilere doğru ilerleme kaydeder; ekonomi politiğin yazılı tarihteki seyri, eleştiriye yol gösterebilecek olan doğal bir yön gösterici olabilirdi ve bütünüyle iktisadi kategoriler, mantığı gelişmedeki sırayla ortaya çıkabilirlerdi. Bu biçim, görünürde, daha açık olma üstünlüğüne sahiptir, çünkü izlenmekte olan şey, gerçek gelişme değil midir? Ama bu biçimin gerçekte biricik üstünlüğü, yapıtın herkes tarafından daha kolayca anlaşılır olabilmesiydi. Tarih çok kere sıçramalarla ve zikzaklarla ilerleme kaydeder ve onu her yerde izlemek (sayfa 620) gerekir, ki bu da, sadece pek önemli olmayan birçok malzemenin ele alınmasını zorunlu kılmakla kalmaz, aynı zamanda, düşünce zincirinin de sık sık kesintiye uğratılmasını gerektirir; üstelik burjuva toplumunun tarihini yazmadan, ekonominin tarihini yazmak mümkün değildir ve bu durumda çalışmanın sonu gelmez, çünkü bu konuda daha önce yazılmış yapıtlar yoktur. Demek ki, ekonominin eleştirisini incelemede biricik elverişli tarz, mantıki tarzdır. Ama bu tarz, gerçekte, sadece tarihsel biçimden ve aksi rastlantılardan arındırılmış tarihsel tarzdan başka bir şey değildir. Fikirler zinciri, söz konusu tarihin başladığı şeyle başlamalıdır ve bunun sonraki gelişmesi tarihsel seyrin soyut ve teorik bakımından tutarlı bir biçimde yansımasından başka bir şey olmayacaktır; bu düzeltilmiş bir yansıma olacaktır, ama her anın gelişmesinin tam olgunluğa vardığı noktadan, klasik saflığı içinde müşahede edilebilmesiyle, bizzat tarihin gerçek seyrinin sunduğu yasalar gereğince düzeltilmiş bir yansıma olacaktır.” (Friedrich Engels, Karl Marks'ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'sı)

55


alması gerektiği sonucuna ulaşıyorduk. Mantık, düşüncenin hareketini somut tarihteki biçimiyle değil, sapmalardan arınmış, kavramların hareketi biçiminde ele almalıydı. * Yine Engels’e dayanarak bu sonuçtan hareketle şöyle bir uslamlamalar zinciri kuruyorduk. Engels, Marks’ın Kapital’de kapitalist toplum genelleşmiş meta üretimi olduğundan, Kapitalist toplumda giderek her şey buna tabi olduğundan, bu toplumun hücresi olarak Meta’yı ele alıp onun analizi ile işe başladığını yazıyordu. O bu hareketi kavramların kendi zıddına dönüşümü ve evrimi olarak ele almıştı. Metanın ortaya çıkışı ve değer biçiminin evrimi gerçek tarihsel hareketin sapmalardan arınmış, saf ve soyut haliydi. O halde, Diyalektik Mantık da benzeri bir şey yapmalıydı. Peki Ekonomi Politikteki Meta’nın Mantık’taki karşılığı ne olabilirdi? Ekonomi Politik, Meta’nın ortaya çıktığı yerde ortaya çıkıyordu. Eğer meta olmasa, ekonomi politik de olmazdı, konusu, nesnesi olmayan bir bilim olamayacağından. Ekonomi Politik’te Meta’nın bulunduğu yerde, düşüncede, Mantıkta, Kavram ve Önerme bulunuyordu. O halde, Diyalektik (Mantık), Kavramın ve Önermenin analizinden başlamalıydı. Her düşünce, her akıl yürütme tıpkı kapitalist toplumun bir metalar yığını olması gibi, bir kavramlar ve önermeler yığınıydı. En basitinden, kavramdan başlamalıydı mantık. Kavram nedir? İnsan, yaprak, yeşil vs. hepsi birer kavramdır. Karamlar şeylere ve olaylara ilişkin genellemelerdir. Belli özellikleri olan şeyleri (isimler), ya da şeylerdeki belli özellikleri (sıfatlar) tanımlarlar. Ama her kavram bunu yaparken, yani genellerken, sınırlar, ayırır. Yani bizzat kavram daha doğduğu anda, doğarken, diyalektik, çelişkili bir iş yapar: hem böler hem birleştirir. Tıpkı metadaki kullanım ve değişim değeri gibi, kavramın da bu birleştirme ve bölme özelliği hareket noktası olabilirdi. Yeşil dediğimde, belli bir dalga boyundaki ışığı yansıtanları birleştirmiş olurum. Ama aynı zamanda onları diğer dalga boylarındaki ışınları yansıtanlardan da ayırmış olurum. Ama bir şeyi tanımlamak yetmez. Kavram yalnız olarak sadece bir isimdir. Yaşam ise eylemdir. Onun başka bir kavramla ilişkiye girmesi gerekir. Bir ilişki demek ise, her şeyden önce bir eylem, bir hareket demektir. Hareket ilişki olduğuna göre, hareket veya ilişki bir Önerme’dir. Tıpkı bir malın başka bir malla ilişkiye girmesi gibidir bu. Yaprak bir kavram olarak kendi başına bir kavramdır, hem böler hem birleştirir. Yeşil de kendi başına bir kavramdır, hem birleştirir hem böler. Ama “yeşil yapraklar” veya “yapraklar yeşildir” dediğimizde, bu artık bir ilişkidir. Yaprakları da yeşilleri de sınırlayan daha derin ve genel, ama aynı zamanda daha sınırlı bir ilişkiyi yansıtır önerme. İşte o mantık böyle bir yol izlemeliydi. Buradan çıkarsamalara geçebilirdi. Sonra, çıkarsamalar daima gizli varsayımlara dayandığından, bunların analizine. Varsayımların nasıl ortaya çıktığına, bunların da aslında önermeler olduğuna vs..

56


Burada, Tümdengelim ve Tümevarımın zıtların birliği olarak karşılıklı ilişkileri ve birbirilerine dönüşmeleri ve giderek bu oluşun, bu gidişin kendisi, yani diyalektik ele alınabilirdi. Böylece Diyalektik Mantık, aynı zamanda tarihsel hareketin sadeleşmiş bir tekrarı olarak da ve bu farklı mantık aşamalarının karşılıklı olarak birbirini etkilemesi ve birbirine dönüşümü olarak da görülebilirdi. Bu sonuçlara kendi başıma, çıkarsamalarla ulaşmıştım. Aslında bütün bu konular ilgimin merkezinde olmadan, diğer okumalarımın ve çalışmalarımın bir yan ürünü olarak ve yanı sıra devam ediyordu. * Bu arada, Lenin’in Felsefe Defterleri yayınlanmıştı. Kitapta aradığım ama ne olduğunu bilmediğim bir şeyler olduğunu hissediyordum bu nedenle yoğunlaşmak için uygun bir zaman kolluyordum. Bir ara fırsat bulup okumaya başlayınca beynimden vurulmuşa döndüm. Lenin Felsefe Defterleri’nde aşağı yukarı kendi çabalarımla uğraştığım sonuçlarla karşılaşıyordum 27. Lenin de Diyalektik diye Mantık’ta yoğunlaşmıştı. El kitaplarını yazanların Lenin’in bu yazılarını bilmelerine rağmen bundan söz etmemeleri affedilir gibi değildi. İşte Lenin, bizzat kendisi onlarda olmayanı, o yokluğun varlığını bizzat kendisi söylüyordu. “Marks, bize büyük harflerle bir Mantık bırakmadı Kapital’in mantığını bıraktı” diyordu. Aslında büyük Marksistlerin eserlerini mantıklarıyla okumaya çalışır ve okurken yaptığımız tam da Lenin’in bu ifadesinden başka bir şey değildi. Lenin’den bağımsızca, bambaşka bir akıl yürütmeyle benzer bir sonuca ulaşmıştık. Aklın yolu birdi. Bunun üzerine Kapital’i bir tür “Uygulamalı Diyalektik Mantık” kitabı gibi bir kez daha okuduk. Marks ve Engels’ten hep kendilerinin Klasik Alman Felsefesine ve özellikle Hegel’e dayandıklarını okumuştuk, ondan büyük bir hürmetle söz ettiklerini görmüştük. Ama Türkçe’de bir Hegel yoktu. Mantık ve Diyalektiği öğrenmek ve daha iyi kavramak için ise Hegel bilmek şarttı. Lenin’in Felsefe Defterleri’nin en önemli bölümleri ise, Hegel okumalarıydı ve daha da önemlisi onun Mantık’ının okumalarıydı. Lenin’in bu notları aracılığıyla hem Hegel, hem de Lenin’in Hegel’i okumasını okumuş oluyorduk.

27

Lenin’in şu satırları nasıl bir paralellik olduğunu gösterir:

“Mantık, düşüncenin dış formlarının teorisi değil, “bütün maddesel, doğal ve tinsel şeyleri”nin gelişme yasalarının teorsidir – yani dünyanın TÜM SOYUT MUHTEVASININ, DÜNYA HAKKINDAKİ BİLGİNİN GELİŞME YASALARININ TEORİSİDİR, YANİ DÜNYA HAKKINDAKİ BİLGİNİN TARİHİ’NİN DÖKÜMÜ, TOPLAMI, SONUCU” (Lenin) Hegel’in Mantık’ını kastederek yazdığı şu satırlar örneğin: “Varlıkta (dolayımsız fenomenlerin içinde) özü (nedensellik, özdeşlik, fark, vs. yasalarını) keşfeder kavram (bilgi) genellikle bütün insan bilgisinin (bütün bilimin) gerçekten evrensel işleyişi işte budur. Ve işte gene budur hem doğa bilimlerinin, hem ekonomi politik’in (ve hem de tarihin) ilerleyişi. Hegel’in diyalektiği, işte bu ölçü içinde düşüncenin tarihinin genelleştirilmesidir. BUNU TİKEL BİLİMLERİN TARİHİ’NDE DAHA SOMUT, DAHA AYRINTILI BİÇİMDE İZLEMEK, ALABİLDİĞİNE VERİMLİ BİR ÇABA OLABİLİR. Mantıkta düşüncenin tarihi, toptan ve toplu olarak, düşüncenin yasalarıyla düşümdeşmek zorundadır.” (Lenin, Felsefe defterleri, s. 265)

57


Hegel’i Lenin aracılığıyla okuyunca şunu görüyorduk. Hegel aşağı yukarı bizim kendi başımıza ulaştığımıza benzer şeyleri yapmıştı, en temel kavram ve önermelerden başlayarak, onların kendi zıddına dönmelerini anlatıyordu. Mantık’ın bu en soyut ve karmaşık bölümlerini Lenin, en diyalektik, hatta en Maddeci bölümler olarak niteliyordu. Hegel’i Lenin aracılığıyla okuyunca, Marks’ın Kapital’i de çok daha anlaşılır oluyordu. Engels’in Marks’ın yöntem üzerine söyledikleri de. * Kapital’i uygulamalı mantık kitabı olarak, Lenin’in Felsefe Defterleri’ndeki Hegel’in mantığı ile paralel ve karşılaştırmalı olarak okuduğumuzda, daha önce dikkatimizi çekmeyen başka bir sorunla karşılaştık. Evet, Diyalektik Mantık (Yani Lenin’in Büyük harflerle Mantık dediği, bizim bir gün ilerde yazmayı düşündüğümüz kitap) üzerine yazılacak kitabın kendisinin de tıpkı Kapital gibi Diyalektik olması gerekiyordu. Yani diyalektik mantığı anlatan kitabın kendisi diyalektik olmalıydı ve tıpkı “Kapitalin Mantığı” gibi anlatacağı Mantığın örneğini bizzat bu anlatımda vermeliydi. Ama tam da buradan çıkıyordu sorun. Çünkü Marks, Kapital’in Önsöz’ünde yazıyordu ki, Araştırma Yöntemi ile Açıklama (anlatım) Yöntemi birbirinden farklıdır ve zıttır 28. Araştırma yöntemi olgulardan hareket eder ve giderek kafada soyutlanmış biçimiyle o ilişkileri inşa eder. Anlatım yöntemi ise, o soyuttan hareket etmek, onu kalkış noktası yapmak zorundadır. (Bunu Hegel’in Mutlak Ruhunun kendine yabancılaşarak, ilerde Prusya Devletinde tekrar ortaya çıkmak üzere dönüşümü biçimindeki teleolojik sistemiyle karıştırmamak gerekir. Zaten Marks, Hegel’in yöntemiyle ayrılığını tam da bu noktada vurgulamaktadır.) Yani Skolâstik ve Metafizik, ya da Tümdengelim ve Tümevarım sadece bilgi sürecinin farklı iki momenti değildir, bunlar aynı zamanda, araştırma ve açıklamanın farklı yöntemleridirler. O zaman diyalektik mantık da, aslında en soyut, en genel olandan hareket etmek zorundadır. Tıpkı Kapital’in ilk bölümlerinin onun en soyut ve en zor bölümleri olması gibi; tıpkı Hegel’in Mantığının en özünün, en soyut bölümlerinin aslında onun en diyalektik bölümleri olması gibi. Tıpkı “saf” matematiğin, aslında uygulamalı matematikten binlerce kat daha doğru ve gerçek olması gibi. Ama bu da şöyle bir sorunu ortaya çıkarıyordu. Böyle bir kitabı anlamak ve okumak, düşüncenin hareketi hakkında muazzam bir veri yığınını, o olguyu bilmeyi varsayar. Çünkü açıklama tümden gelmek zorundadır. 28

“Kuşkusuz, sunuş yönteminin, biçim yönünden, araştırma yönteminden farklı olması gerekir. Araştınma yöntemi, işlenecek malzemeyi ayrıntılarıyla ele almalı, onun gelişmesinin farklı biçimlerini tahlil etmeli, iç bağıntıların esasını bulmalıdır. Ancak bu yapıldıktan sonra, gerçek hareket yeterince anlatılabilir. Eğer bu başarıyla yapılırsa, eğer ele alınan konunun yaşamı tıpkı bir aynada olduğu gibi ideal bir biçimde yansıtılırsa, karşımızda salt a priori[8*] bir yapı varmış gibi gelebilir. Benim diyalektik yöntemim, hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam-süreci, yani düşünme süreci —Hegel bunu "Fikir" ("Idea") adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür— gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca "Fikir"in dışsal ve görüngüsel (Phenomenal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.” (K. Marks, “Kapital”, Almanca İkinci Baskıya Önsöz )

58


Bu durumda şöyle bir sonuç çıkıyordu: diyalektiği anlatan kitap öğretici (didaktik) bir kitap olamaz. Öğreticisi ise, diyalektik olamaz, diyalektik ise öğretici olamaz. Teorik Eğitim planları, araştırmanın yolunu izlemelidir. Bu yolun sadeleşmiş, sapmalardan arınmış biçimi olabilir, tıpkı doğadaki ontojenes, filojenes gibi olmalıdır. İnsan aslında erken doğan bir canlı olduğundan, biyolojik doğumu aslında toplumun rahmine düşmek olduğundan, nasıl ana karnında milyonlarca yıllık evrimi minyatür ölçülerde, sadeleşmiş ve sapmalardan arınmış bir biçimde yaşıyorsa, teorik eğitim de, insan düşüncesinin ve bilgisinin evrimini benzer biçimde yeniden tekrar etmelidir. * Buradan da şu sonuca ulaşıyorduk. Bütün eğitim planları baştan aşağı yanlıştır. Çünkü bunlar, hep tümden geliyorlar. Eğitim planları, açıklananın daha basit ve mekanik ifadelerle anlatımını değil; araştırmanın izlediği yolu (Bilginin kat ettiği yolu), somut tarihteki geri gidişlerinden ve sapmalarından arındırılmış haliyle vermeyi amaçlamalıydı. Devrimci bir eğitim planı, önce olgulardan yola çıkmalıydı, bu olgulardan hareketle genellemelere nasıl ulaşıldığını göstermeliydi, genellemelerden hareket ederek, bu genellemeleri örnekler aracılığıyla açıklamak bir şey öğretmezdi. Sadece skolâstik bir ezbercilikle sonuçlanırdı. Olan da buydu. Bu sonuç devrimci politik hayatımız boyunca karşılaştığımız başka bir fenomeni de (görüngü) açıklar görünüyordu. Böylece devrimcilerin, devrimci olmadan önce oldukça esnek bir kafa yapısına sahip, tabiri caiz ise kendiliğinden diyalektikçiler iken, nasıl olup da sosyalist olduktan sonra, dogmatik ve mermer kafalı insanlar haline geldikleri, bütün zihinsel esnekliklerini kaybettikleri de belli bir anlaşılırlık kazanıyordu. Aslında Marksist eğitim diye, bir anti Marksist eğitim veriliyordu. Kuşaklar ve insanlar heba ediliyordu. Bırakalım diyalektiğin önünde engel gördüğümüz, günlük hayatın basit skolâstik ve metafizik mantığını bir yana, bu kendiliğinden mantık bile yok ediliyordu. İnsanlara tarih bile öğretilmiyordu. Sonuçlar açıklanıyordu. Onlar da mutlak reçeteler haline geliyordu. Marksizm bir metot olmaktan çıkıyor, bir reçeteler ve dogmalar yığınına dönüşüyordu. Yeterli birikim de olmayınca insanlar, en sıradan bir mantığı bile yürütemez hale geliyorlardı. Tüm kategoriler birbirine karışıyordu. * Bu durum şöyle bir örnekle açıklanabilirdi belki. Diyelim ki, metafizik mantığa göre iki kere iki dörttür. Diyalektik mantığa göre ise, bazen dörttür bazen başka sonuçlar verir. Ayrıca bu sonuçlar da sürekli dönüşürler. Örneğin dört kişi bir araya geldiğinde, bunların gücü toplamından fazladır. Böyle bir durumda iki kere iki örneğin dokuz edebilir. Hatta örneğin, büyük güçlerin dengede bulunduğu bir noktada, bir tarafa koyulacak küçük bir ağırlığın diğer tarafın bütünüyle yenilgisine yol açacağı bir durumda, iki kere iki çok büyük rakamlarla ifade edilebilecek sonuçlara bile ulaşabilir, milyonlar bile edebilir. Sadece bu kadar da değil, öyle durumlar olur ki, bir artı ve eksinin çarpımında olduğu gibi, sıfır veya eksi sonuçlar da verebilir iki kere iki. Bir örgütte bir araya gelen insanlar farklı amaç

59


ve stratejilere sahipseler birbirlerinin gücünü yok edebilirler, hatta negatif sonuçlara yol açabilirler. Böyle durumda iki kere iki eksi on dört veya sıfır da edebilir. Ve nihayet iki kere ikinin kaç ettiği sürekli de değişir. Belli koşullarda iki kere iki yirmi ederken, koşulların değişmesine bağlı olarak eksi yirmi de etmeye başlayabilir. Özetle, diyalektik, esnek mantığa göre, iki kere iki çok farklı sonuçlar verebilir. Skolâstik ise, dörde tarih ve toplum üstü bir değer verip, bütün gerçekliğin sırrına dörtten varmaya çalışır. Dört olan şeylerde gerçeğin özünü görür. Dört olmayanları dörtle ilişkiye geçirir. Beş diyelim ki dörtten bir fazla olduğu için, üç bir eksik olduğu için iki katları dördü verdiği için gerçeğin kendisinden çıkarılacağı kategoriler haline gelirler. Gerçeklikte bunlar aranmaya başlar onun sırrına varılmak için. Bütün bunlar anlaşılır durumlardır. Ama Türkiye’nin devrimcilerinde, şu Diyalektik Materyalizm eğitiminden geçenlerde çok temel başka bir yanlış vardır. Onlarda, eğer Lenin’in kullandığı bir örneği kullanırsak, “iki kere iki mum eder”. Metafizik mantık bakımından bile, iki kere ikinin beş etmesi yanlıştır ama anlaşılabilir. Ortadaki mantıksal bir hata değildir, bir hesap hatasıdır. Mantıksal olarak bir sorun yoktur. Ama “iki kere iki mum eder” dediğinizde, ortada kategorik hata, bir mantıksal hata vardır. İşte Türkiye’deki devrimcilerin durumu buydu esas olarak. Diyalektiği bir yana bırakalım. Onların mantığı metafizik mantık değildi. Hatta skolâstik mantık bile değildi. Mantıksızlıktı. Bunlar Foucault’un sözünü ettiği “bir Çin ansiklopedisindeki” “Hayvanlar” sınıflaması gibidirler 29. * Sakın abarttığımız sanılmasın. Çok yaygın bir örneği verelim. Bunun gibi niceleri var. 1970’lerde, Sovyetler ve diğer ülkeler için, “Revizyonist Ülkeler” deniyordu. Ve Türkiye sol hareketinin en büyük siyasetleri bunu diyordu. Revizyonizm, bir devlet biçimi, bir rejim biçimi, bir toplumsal formasyon, bir üretim biçimi değildir, bir fikir akımı bağlamında, bir görüş bağlamında revizyonizmden söz edilebilir. O bir doktrin bağlamında anlaşılabilir. Bir parti, bir görüş revizyonist olabilir ama ülke ya da toplum olamaz. Bu kategorilerin karıştırılmasıdır. Tıpkı iki kere iki mum eder gibidir. Sovyetler’e kapitalist, sosyalist, asya tipi, feodal, köleci, ilkel komünist dense bile bu yanlışlar, mantıksal değil olgulara ilişkin yanlışlar olarak kalırlar. Ama Sovyetlere “Revizyonist Ülke” demek, “ahlaklı masa” ya da “kırmızı dürüstlük” gibi saçma bir kavram çifti uydurmaktan başka bir şey değildir. Belki böyle kavram çiftleri, sanatta şok edici imgelerin inşasında bir işe yarayabilirler, ama kavram olarak hiçbir değerleri yoktur. İşte Türkiye’deki Tarihsel Maddecilik eğitiminden 29

Borges’ten Foucault’nun aktardığı bu sınıflama şöyledir: “Hayvanlar: a) İmparatora ait olanlar, b) içi saman doldurulmuş olanlar, c) evcileştirilmiş olanlar, d) süt domuzları, e) deniz kızları, f) masalsı hayvanlar, g) başıboş köpekler, h) bu tasnifin içinde yer alanlar, i) deli gibi çırpınanlar, j) sayılamayacak kadar çok olanlar, k) deve tüyünden çok ince bir fırçayla resmedilenler, l) ve saire, m) testiyi kırmış olanlar, n) uzaktan sineğe benzeyenler olarak ayrılırlar” Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler, Önsöz, s. 11)

60


geçmiş devrimcilerdeki sorun buydu. İnsanlar, Marksist eğitim kitaplarını okuduktan sonra, toplumsal olaylar hakkında böyle saçma kavramlarla iş görmeye başlıyorlardı. Bu insanların çoğu, günlük hayatlarında veya Marksist olmadan böyle kategorik yanlışlar yapmazlarken, politikada birden bire böyle yanlışlar yapmaya başlıyorlardı 30. Bu düşüncelerle o zamanlar, Bir Teorik Eğitimi Planı Denemesi diye bir yazı bile yazmıştık ve bu Sosyalist gazetesinde yayınlanmıştı 31. Orada, eğitimin temeli öncelikle varlığın ve düşüncenin hareketinin nasıl gerçekleştiği üzerine temel bilginin edinilmesine dayanıyordu. Oradan hareketle genellemeleri öğrenmenin en kısa yolu verilmeye çalışılıyordu. İnsanlığın tarihinin ve bilgisinin evrimi sadeleştirilmiş ve özetlenmiş bir şekilde nasıl öğrenilebileceğinin ipuçları veriliyordu. Bu ipuçlarına dayanarak herkes kendine göre bir eğitim planı yapabilirdi. Yöntem veriliyordu. Ve yöntemin özü her şeyden önce tarihi, olayları bilmek ve onlardan hareket ederek genellemelere varmak ve önceki genellemeleri öğrenmekti. Aslında bu son derece devrimci ve Türkiye devrimci hareketinin bildiklerine ve alışkanlıklarına 180 derece zıt bir yaklaşımdı. Bu deneme hiç anlaşılmadı ve hatta o zamanlar Aydınlık gazetesi alay ederek bu yazıda yer alan şemayı yayınlamıştı. Her ne olursa olsun, bu çalışmalar sonunda, hiçbir zaman öyle bir Mantık yazacak bir birikime ulaşamayacağımızı, bunun için gerekli kültürel temel ve arka planımız olmadığını gördük. Kapital’in Mantığı ve Lenin’in Felsefe Defterleri’ndeki Mantık okumaları vardı işte. Şimdilik onunla idare edebilirdik, o mantığı gelecek kuşaklar yazardı. Biz onun eksik olduğunu ve o eksikliğin bir ölçüde nasıl gidereceğimizi görmüş ve kendimizi aydınlatmıştık. Bu yeterdi. * Tabii diyalektik üzerine çalışmalar ve yoğunlaşmalar bundan ibaret değildi. Diyalektiğin temeli Çelişki idi. Diyalektiği çoğu kez Çelişki anlamında kullanıyorduk. Marks, Engels, Lenin vs. eserlerini okurken ve onları aynı zamanda mantıkları açısından incelerken, biraz da bunun yan ürünü olarak, çelişki kavramı üzerine yoğunlaşmıştık. Neydi bu çelişki? Şu çok açıktı ki, çok farklı anlamlarda kullanılıyordu. Çelişki kavramı çok belirsiz olduğundan, “altın orta”cılıktan mantıksal çelişkilere yani mantıksızlığa kadar her şey diyalektik veya çelişki karşılığı kullanılabiliyordu.

30

Burada günümüzün post modern durumunun (artık sosyalist kalmadığından) aydınlarının da hakkını verelim. Onlara göre, “iki kere iki mum da lamba da eder. Bunların hepsi farklı kültürlerde doğrudurlar. İki kere ikinin dört olduğunu kesin olarak söylemek, insanı totaliter rejimlere götürür.” Bu postmodernitenin rölativizmi, Diyalektik mantığın esnekliği ve rölativizmi ile karıştırılmamalıdır. Türkiye’nin aydını, bir bakıma, “iki kere iki mum eder” demekten, “iki kere iki mum da eder lamba da eder, farklı kültürlerin sonuçlarıdır bunlar hepsine toleranslı davranmak gerekir” demeye geçti veya evrildi. O (iki kere ikinin sayı (Nicelik) olarak başka sonuçlar verebileceğini bir yana bırakalım) iki kere ikinin sonucunun ancak başka bir nicelik olabileceğini bile hiçbir zaman anlamadı. Onun tartışması iki kere ikinin mum mu ettiği, lamba mı ettiği üzerineydi ve uzlaşmayı post modern rölativizmde buldular. 31

“Bir “Teorik eğitim Planı” Denemesi”, Sosyalist, Sayı:81)

61


Çelişkiler bahsiyle ta 1969’ların strateji tartışmalarında, skolastik bir bağlamda ilişkimiz olmuş ve Mao’nun anlattığı ve o zamanlar tartışmalara damgasını vuran “ana çelişki”, “temel çelişki” vs. gibi kavramları bir kenara atmıştık. Bunları kullansak bile, kendilerinden stratejinin çıkarılacağı mutlak kategoriler olarak değil, her hangi bir fikri daha iyi ifade etmenin araçları olarak kullanıyorduk. Bu anlamda çelişki kullanımının Marks, Engels’in uygulamalarında, eserlerinde görülen, çelişkiyle ilgisi yoktu. Peki Marks, Engels, çelişkiyi hangi anlamlarda kullanıyordu? Nasıl Marks bize büyük harflerle bir mantık değil, Kapital’in mantığını bıraktıysa, büyük harflerle bir “Çelişkiler Öğretisi” değil, çelişkilerin uygulamasını ve kullanımlarını bırakmıştı. Sorunu böyle koyup bir çözüm aramalıydı. Elbette Lenin’in çıkarsamaları ışığında biliyorduk ki, bunları öyle mutlak kategoriler olarak almamak gerekiyordu. Ama Lenin’in diyalektik üzerine yazdıklarındaki belirsizlikler bile, aslında çelişki ve diyalektik kavramının farklı kullanımlarının analiz edilmemesinden çıkıyordu 32. Böylece, zaman zaman fırsat buldukça diyalektik ya da çelişki kavramının farklı kullanımlarını, farklı içeriklerini birbirinden ayırmaya çalışıyorduk. Diyalektik birçok durumda, bir kavramın ancak kendi zıddıyla bir arada olabilmesi ve bu zıtlık karşılığı olarak kullanılabiliyordu. Örneğin Varlık ya da Hiçlik (Yokluk), bu kavramların biri olmadan diğeri olamaz. Aydınlık ve Karanlık, İyi ve Kötü, Güzel ve Çirkin. Bu gibi kavramlarda, kavram çiftlerinden biri olmadığında diğeri de var olamaz. İyilik ancak kötülükle, kötülük de ancak iyilikle; güzellik ancak çirkinlikle, çirkinlik ancak güzellikle var olabilir. Kötülüğün olmadığı yerde iyilik ve iyilik kavramı olamaz 33. Bu anlamda, bir kavramın ancak kendi zıddıyla bir arada bulunabileceği anlamda diyalektik, bir bakıma diyalektiğin özüydü. Çelişkilerin ve karşıtların birliği tam da buydu. Diyalektiğin (Çelişkinin) bu tarz bir kullanımı ve anlamlandırılması onun en temel ve önemli biçimidir. Olguların derinine inen çok öze değin bir kavrayışa da denk düşer bu. Aslında Hegel’in Mantığı tam da bu türden çelişkilerle başlar, yani kavramların ancak kendi zıtlarıyla bir arada olabilmeleriyle. Ve işin ilginci bu diyalektik, adeta modern Quantum fiziğinin ve belirsizlik ilkesinin temelini oluşturur. Belirsizlik ilkesi, sanki kavramların ancak zıtlarıyla, varlığın ancak hiçlikle olabileceğinin doğa bilimince sonradan yeniden keşfedilmesi gibidir. Örneğin tam da belirsizlik ilkesi nedeniyle, hiçlik diye, boşluk diye bir şey ya da durum mümkün değildir. Mümkün olmadığı için, boşlukta, hiçlikte virtüel parçacıklar oluşur ve bunlar birbirini tekrar yok ederler. Yani belirsizlik ilkesi bile, son duruşmada, hiçliğin, yokluğun ancak varlıkla bir

32

“Diyalektik, karşıtların birliği teorisi olarak tanımlanabilir kısaca. Diyalektiğin çekirdeği bununla sezilip kavranacaktır, ama bir dizi açıklamayı ve bir geliştirmeyi gerekli kılar bu.” Lenin, Felsefe Defterleri, s. 181 33

Bu şöyle bir örnekle de gösterilebilir. Sırf aydınlık, sırf ışık, yüzde yüz aydınlıkta insan bir şey göremez. Güneşe bakmak kafidir. İnsan kör olur hiçbir şey göremez. Ama sırf karanlıkta da hiç bir şey görülemez. Ancak bunların bu biri olmadan diğeri olamayan çelişkilerin bir arada oluşunda bir şey görülebilir. Aydınlık ancak karanlıkla görülebilir. Karanlık da aydınlıkla.

62


arada var olabileceğinin, onların sürekli birbirine dönüşmesinin fizik âlemdeki bir görünümü gibidir. Bu anlamda kavramların bu çelişkili varlığı, doğanın bu özelliğinin kavramlarda kendini göstermesi gibidir. Her ne olursa olsun, her hangi bir kavramı kendi zıddıyla birlikte düşünmek ve kavramak, doğayı ve toplumu kavramada insan düşüncesine belli bir derinlik, olayların daha derine inan yanlarını görme olanağı sağlar. * Ne var ki, bunun kapsamında kalsa da biraz daha farklı bir çelişki kullanımı daha vardır. Önceki biçimlerde çelişkiler genellikle, şeylerin özellikleriyle ilgilidir, sıfat karakteri taşırlar. Ama bu kullanımda, eylemler söz konusudur. Ve aslında kavram aynı zamanda kendi zıddıdır da. Elbette sıfatlar da aynı zamanda zıtlarıdırlar. İyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik, varlık ve yokluk, aydınlık ve karanlık bakış açısına göre aynı zamanda kendi zıtlarıdırlar Ama bir de eylemlerin aynı zamanda kendi zıtları oluşu vardır. Üretimin aynı zamanda bir tüketim olması; her tüketimin de aynı zamanda bir üretim olması; her temizlemenin bir pisleme; her pislemenin bir temizleme; her bölünmenin bir birlik her birliğin bir bölünme olması; her kazancın bir kayıp; her kaybın bir kazanç olması gibi. İnsan bir üretimde bulunurken, aynı zamanda iş gücünü, hem maddeleri tüketir. Tersine, tüketirken de, iş gücünü, çöpleri vs. yeniden üretir. Elinizi yıkarken suyu kirletirsiniz; suyu temizlerken filtreyi kirletirsiniz. Örneğin Marks, Üretim ve Tüketim bahsinde bu anlamda bir diyalektikten söz etmekte ve bu anlamda diyalektiği uygulamaktadır. Bu tür bir diyalektik ya da çelişki kavramı ve kavrayışı, özellikle demagoji ve ideoloji karşısında bir uyanıklık sağlar. Çünkü bu kavramlardan birinin öne çıkarılması bütünüyle değer yüklüdür ve propagandif, çarpıtıcı bir anlama sahiptir. Örneğin, politikada genellikle herkes birleşme gerektiğinden söz eder ve bu yönde birçok girişimler denemeler olur. Ama bu diyalektiğin bilincine varmış bir bakış açısından, birlikçilik en bayağısından bir demagojiden başka bir şey değildir. Her bölünme aynı zamanda bir birleşme olduğundan, aslında birleşmeden söz edenler bölünmeden söz etmiş olurlar. Kendini birlikçi olarak tanımlamak aslında bölücü olarak tanımlamaktır da. Ama nedense kimse kendine bölücü demez. Çünkü bölücülüğün, bölünmenin değer yüklü, péjoratif bir anlamı vardır. Birlikçilikten söz etmek insanların geri yanlarına, metafizik, diyalektik olmayan yanlarına hitap etmek demektir. Açıktır ki, her bölünme birleşme, her birleşme bölünme olduğundan, sorun kimle ve neyle bölünüldüğü veya birleşildiğidir. Keza Tüketim Toplumu gibi kavram da benzer durumdadır. Tüketim toplumu aynı zamanda bir üretim toplumudur. Hem Üretim olmadan tüketim olamayacağı için; hem de o tüketimin kendisi aynı zamanda bir üretim, örneğin çöp üretimi olduğu için. * Çelişki bir de doğru ve yanlışın, avantaj ve dezavantajın, iyi ve kötünün koşulların değişmesine bağlı olarak kendi zıddına dönmesi anlamında da kullanılmaktadır. Örneğin “Dün

63


doğru olan bu gün yanlıştır; Dün yanlış olan bu gün doğrudur, her şey gibi doğru ve yanlış da diyalektik olarak kendi zıddına dönmüştür” türünden kullanımlarda olduğu gibi. Bu anlamda kullanımlara bakıldığında, aslında bunun genellikle taktikler, örgüt ve mücadele biçimleri ile ilgili olduğu görülür. Belli bir örgüt, mücadele biçimi ya da taktik eskiden yararlı iken artık yararsız, eskiden doğru iken artık yanlış olmuştur. Yani bu anlamdaki diyalektik aslında koşullardaki değişme ve değişime ayak uydurup uyduramama ile var olandaki değişmeyi görememe ile ilgilidir. Diyalektiğin bu anlamda kullanımının, pratik politikayla, savaş ve politika sanatıyla çok açık ve net bir ilişkisi vardır. Koşullar değiştiği için, eski koşullarda üstünlük olan, yararlı ve olumlu olan, yeni koşullarda bir zaaf ve olumsuzluk olarak ortaya çıkmaktadır. Bu değişimi tanımlamak için de diyalektik bu aracın, taktiğin veya bu değişimini, zıddına dönüşümünü tanımlamakta kullanılmaktadır. Bu tıpkı, belli bir iklim ya da başka şartlara uyum sağlamış bir canlının, bu şartların değişimi ile birlikte o güne kadar ona bir üstünlük ve avantaj sağlamış özelliklerin onun varlığını sürdürmesinin önünde bir engel olması gibidir, ya da daha doğrusu bir yaşam savaşı stratejisinin, tıpkı toplumsal stratejide olduğu gibi geçersizleşmesidir. Bu kullanımda diyalektik, daha esnek, daha dogmatizmden uzak bir yaklaşım veya mantığın karşılığı kullanılmaktadır. Elbette insanların toplumsal hayattaki değişmeleri, derin süreçleri anında kavrayıp değişmeleri çok zordur. Çoğu durumda bu değişimleri kavrayışlar ve ona uygun olarak örgüt ve mücadele biçimlerindeki, taktiklerdeki değişmeler, sezişlerle, tabiri caiz ise “içgüdülerle” yürür. Marks, politikayı, isyanı ve savaşı bir sanat olarak tanımlarken, onun bu yanını göz önüne alır. Politika sanatını bilmek, koşullardaki değişmeyi sezip, doğrunun yanlışa, yanlışın doğruya dönüştüğünü görüp ona göre davranmaktır. Ve bu anlamda diyalektik kullanımıyla bu sanat yakın bağ içindedir. Elbette koşullara bağlı olarak bu zıddına dönme kullanımı, son duruşmada, bir şeyin aynı zamanda kendi zıddı olmasıyla bağlantılıdır. Bu da son duruşmada şeylerin ve eylemlerin ancak kendi zıtlarıyla bir arada bulunabilecekleri ve kendi zıtları olmalarının koşullar bağlamındaki bir kullanımıdır. * Ama çelişki bir başka anlamda daha kullanılmaktadır. Aynı zamanda “hem o hem o” olmak anlamında. Bu aynı zamanda hem o hem bu oluş, örneğin üretim ve tüketimde olduğu türden, bakış açısına göre değişen aynı zamanda kendi zıttı olmaktan farklı bir zıtların birliğidir. Burada evrimin, değişimin, hareketin ortaya çıkardığı bir sorun vardır ve aslında klasik mantığın bir aksiyomunun yerine başka bir aksiyomun geçirilmesi söz konusudur. Klasik mantığın aksiyomlara göre, bir şey ne ise odur, bir şey aynı anda hem orada hem burada olamaz; bir şey aynı anda hem bir şey hem de başka şey olamaz. Yukarıda örneği verilen kendi zıtlarıyla bir arada olabilen ve aynı zamanda kendi zıtları da olabilen sıfat ve eylemler henüz bu aksiyomla çelişmez. Çünkü bunlarda bir bakış açısı sorunu vardır. Bakış açısının değişmesine bağlı olarak kendi zıddı olabilir.

64


Ama oluş ve gidiş fikrinin olduğu yerde, bu aksiyomla dünyayı ve olayları açıklamak mümkün değildir. Bu özellikle geçiş tiplerinde en uç biçimde sınırlarını gösterir. Örneğin doğada bazı canlı türleri vardır ki, farklı iki türün özelliklerini bir arada barındırırlar. Ya da bazı simbiyoz yaşayan canlılarda ortada iki canlı mı bir canlı mı olduğu kesin olarak belirlenemez. Ya o ya bu mantığı ile kavranamazlar, hem o hem budurlar. Evrimin kendisi bile, bir şeyin aynı zamanda hem kendisi hem başkası olması ile mümkündür. Bu olmadığı takdirde evrim olamaz. Hatta en basit mekanik harekette bile, bir şey aynı anda hem aynı yerde hem de başka yerde olabildiği için hareket olabilir. Aksi takdirde Zenon’un dediği gibi, “Aşil hiçbir zaman kaplumbağaya ulaşamayacaktır.” Ama dikkat edilirse, bu anlamda çelişki veya diyalektik kavramının kullanımı hem evrim ve hareketi kavramak için zorunlu bir aksiyomdur, hem de evrim ve hareketten çıkmıştır. Ancak önce sözü edilen iki çelişki biçiminden, kavramların zıtlarıyla bir arada bulunmalarından ve aynı zamanda zıtları olmalarından oldukça farklıdır. Onlar bir temel aksiyomu gözden geçirmeyi, bu gözden geçirmeyi zorlayan hareketi ve evrimi zorunlu olarak ön görmezler. Açıktır ki, ortada tamamen farklı bir anlamda çelişki ve diyalektik kavramı kullanımı bulunmaktadır. Onlarda sıfatlar ve eylemler henüz birer şey’dirler. Burada ise oluşun, gidiş’in, hareketin alanındayızdır. * Dikkat edilirse, buraya kadar ele alınan diyalektik veya çelişki kullanımları varlığın ve/veya düşüncenin yasalarına ilişkindir. Mantığa bir esneklik, dünyaya bakışa bir derinlik kazandırabilirler ama bunlardan doğrudan doğruya, toplumu açıklayacak ve kavrayacak sonuçlara geçilemez. Yani henüz sosyolojinin alanına girilmemiştir. Tarihsel Maddeciliğin alanında değilizdir. Ama örneğin, sınıf çelişkileri veya üretici güçler ve üretim ilişkileri çelişkileri vs. den söz edildiğinde, artık Çelişki kavramının sosyolojik kullanımları ile karşı karşıyayız demektir. Ama bu kullanımlardaki çelişki veya diyalektik kavramı da buraya kadar ele aldıklarımızın toplumdaki özgül biçimi değildirler. Bunlar bambaşka bir özelliğe sahiptirler. Örneğin, Üretici Güçler ve Üretim İlişkileri arasında olduğu türden ve özellikle evrimin sıçramalı karakterini açıklamak için, devrimleri açıklamak için kullanılan çelişki, buraya kadar ele aldıklarımızdan tamamen farklı içeriktedir. Marks, “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.” (Buradaki “Engeli haline gelirler”, “çelişkiye düşerler” anlamındadır). diyordu Önsöz’de. Dikkat edilirse, burada sözü edilen çelişki, üretimin aynı zamanda tüketim olması; iyinin kötülükle bir arada bulunması türünden bir çelişkiden tamamen farklıdır. Ve sosyolojik bakımdan esas önemli olan bu çelişkidir. Çünkü bütün Devrim Teorisi bu tür bir çelişki kavramından türemektedir.

65


Gerçekten de tıpkı bir bebeğin o zaman kadar içinde geliştiği rahmin onun gelişimin önünde bir engel olması ve sancılı veya sancısız bir doğum; tıpkı bir civcivin o zamana kadar içinde evrildiği yumurtanın onun gelişimine engel olması ve o yumurtanın kabuğunu kırması türünden bir gidiş (Ki tam da bu nedenle Marks, Devrim’i hep bir Doğum’a benzetir ve aslında ikisi de aynı şeydir. ) tüm doğada ve toplumda görülmektedir. Yıldızlar örneğin belli bir biçim içinde yakıtların tüketmekte, ama o zamana kadar o yakıtın tüketilmesini sağlayan koşullar onun önünde bir engel olmakta ve yıldızlar patlamaktadır. Keza bizzat yıldızların doğuşları da benzer bir şekilde açıklanabilir. Yani süreçler belli bir biçim içinde ortaya çıkmakta ve gelişmekte, ama belli bir noktadan sonra o biçim evrimin önünde bir engel olmakta ve bir altüstlük ortaya çıkmakta; bu biçimin içerik tarafından ortadan kaldırılması görülmektedir. Tarihsel Maddeciliğin temel kavramları olan Üretim Güçleri ve İlişkileri ya da Üstyapı ve Altyapı çelişkisi ya da diyalektiği, bu görüngünün toplumdaki karşılığının ve sosyolojinin kavramlarıyla ifadesinden başka bir şey değildir. Ve Marksist devrim teorisi bütünüyle bu görüngüden çıkmaktadır. Bu görüngü, sanatta içerik ve biçim; bilimde olgular ve kavramlar-teoriler; teknolojide ya da toplumsal kurumlarda (örgütlenmelerde – araçlarda) işlev ve yapı; canlılarda fizyoloji ve anatomi; toplumda üretici güçler ve üretim ilişkileri veya altyapı ve üstyapı arasındaki ilişki ve çelişkiler şeklinde ortaya çıkmaktadır. Evrimin sıçramalı karakteri tam da bu çelişkiden ortaya çıkmaktadır. Tarihsel Maddeciliğin esas dayandığı çelişki kavramı bu anlamda bir çelişkiydi ve bütün tarihsel süreç ancak bu anlamda bir çelişki bağlamında daha iyi anlaşılabilirdi. Örneğin, bu çelişki kavramı ve kullanımının, araçlara ilişkin bir veçhesi, görünümü olan yapı ve işlev kategorileri arasındaki ilişki ve çelişkiler, Marks’ın Devlet’e ilişkin söylediklerini bu bağlamda daha özünden ve derin olarak anlamayı mümkün kılıyordu. Marks, araçların, organların, kurumların işlevleriyle yapıları arasındaki ilişkinin tamamen farkındaydı ve proletarya diktatörlüğü öğretisi tamamen buna dayanıyordu. Azınlığın çoğunluğun üzerindeki egemenliğinin aracı olan bir devlet, çoğunluğun azınlığın egemenliği üzerindeki egemenliğinin bir aracı olarak kullanılamazdı. Onun yapısı bu işleve izin vermezdi; bunun tersi de doğrudur. Azınlık da, çoğunluğun egemenliğinin aracı olan bir devleti, kendi egemenliğinin aracı olarak kullanamaz. Onun da yapısı bu işleve izin vermez. Yapı yoğunlaşmış işlevdir. Dolayısıyla, proletarya var olan devlet cihazını parçalamak, çoğunluğun azınlık üzerindeki egemenliğinin aracı olabilecek bir cihaz kurmak zorundadır. Bu cihazın nasıl bir şey olacağını da Paris Komünü’nden çıkan derslerde şekillendirmektedir. Soruna ve Marks’ın Proletarya diktatörlüğü öğretisine bu tarz bakınca her şey çok basit ve açık hale geliyordu. Bütün örgütsel ve maddi araçlar için bu ilişkiler söz konusu olduğundan onları daha kolay ve rahat anlama olanağı ortaya çıkıyordu. Doğadaki bütün sıçrama momentleri aslında, üretim ilişkileri ve üretici güçler karşıtlığının doğa ve düşüncedeki benzerlerinin çelişkilerinden ortaya çıkıyordu.

66


Burada, çelişkinin bu anlamında ve biçiminde, varlıkta, düşüncede ve toplumda görülen bir ortaklık, bir genel eğilim, bir yasa ortaya çıkmaktadır. Yani sosyolojik olarak kullanılan bu çelişki, aslında sadece sosyolojik değil, tüm varlığa ve düşünceye ilişkin çok daha genel bir fenomenin, gidişin toplumdaki bir görünümünden başka bir şey değildir. Ve modern bilim, bir bakıma Marks’ın toplumda dile getirdiği bu çelişkinin, varlığın ve düşüncenin diğer alanlarında görülmesi ve açıklanmasından başka bir şey değildir. Marks, bir de çelişkiyi, diyalektiği, sınıf çelişkileri; sınıf çatışmaları, konum ve çıkarları farklı toplumsal gruplar arasındaki zıtlıklar, çatışmalar anlamında kullanır ve kullanmıştır. Bu anlamda çelişki, tamamen sosyolojiktir. Ve geçerliliği çok sınırlı bir alandadır, sadece sınıflı toplumlarla ilgilidir. Bu çelişkinin analizi ise her şeyden önce toplumun ve onun temelinin analizi ile ilgilidir. * Diyalektik Mantık ve Çelişkiler Üzerine bütün bu çalışmaların doğrudan belli bir politik sonucu bulunmuyordu. Ama bu çalışmalar sonucunda, diyalektiğin evreni çelişkili bir süreç olarak görmek ve bunun için daha esnek bir yaklaşıma sahip olmak anlamına geldiğin gördük. Bu çalışmalar mantığımıza belli bir esneklik ve rahatlık veriyordu. Michael Löwy’nin Lenin’in Felsefe Defterleri ile Nisan Tezleri arasındaki ilişkiyi ele alan, Hegel’in Mantığı’ndan Finlandiya İstasyonu’na diye bir incelemesi vardır. Kurpskaya da Lenin’in felsefe çalışmalarının sonraki yazılarında, örneğin Buharin’i metodolojik olarak eleştirdiği yazılardaki yankılarından bahseder. Sanırım bütün bu çalışmalar da, bizim üzerimizde benzer bir etki yaptı. Bu çalışmaların ne anlama geldiğini ise, daha sonra “Batı Marksizmi” denen gelenekle karşılaştığımızda anlayabilecektik.

67


Varlık ve Materyalizm Üzerine Çalışmalar Buraya kadar, daha ziyade Diyalektik Mantık’tan, bilginin ve düşüncenin hareket yasaları ile ilgili çalışmaların sonuçlarından söz ettik. Ne var ki, Diyalektik, sadece düşüncenin hareket yasaları olarak değil; düşünce ve varlığın en genel hareket yasalarının bilimi olarak tanımlamıştı. Dolayısıyla, diyalektiğin tam ne olduğunu anlayabilmek, yani Marksizmi kavrayabilmek için, düşünceden ayrı olarak bir de varlığın genel hareket yasalarını öğrenmek ve ortaya çıkarmak gerekiyordu. Varlığın en genel hareket yasaları da bize diyalektik metodu verebilirdi. Yöntemimiz, tıpkı Tarihsel Maddecilik ve Diyalektik Mantık çalışmalarında izlediğimiz yöntemin aynıydı. Elbette nasıl Tarihsel Maddecilik için, Toplum’un tarihini; Diyalektik Mantık için düşüncenin tarihini, bilginin tarihini bilmek gerekiyorduysa, Diyalektik Metot için de aynı şekilde öncelikle Doğanın (ve Toplumun) Tarihini bilmek gerekiyordu. Bu tarihi bilmeden bu yasalar dolayısıyla da bunların arasındaki ortaklıklar ve Diyalektik Metot kavranamazdı. Böylece Doğanın Tarihi de araştırmalarımızın konusu oluyordu. Doğa ise her şeyden önce, canlı ve cansız doğa olarak iki ana alt bölüme ayrılıyordu. Cansız doğa, yani evrenin tarihi, Fizik ve Astronominin alanına giriyordu. Fizik ve Astronomi giderek bir tek bilim halinde kaynaşmışlardı zaten, fizik hızlandırıcılarla daha büyük enerjilere ve sıcaklıklara erişerek, astronomi teleskoplarla daha uzaklara yani daha eski zamanlara bakarak bu evrimi araştırıyordu. Canlıların tarihi ise, Biyoloji ve Paleontoloji’nin alanına giriyordu. Biyoloji ve Paleontoloji’nin ilişkisi de bir bakıma Fizik ve Astronomi’nin ilişkisi gibiydi ve aslında onlar da bir tek bilim halinde kaynaşmış bulunuyorlardı. Jeoloji de, yeryüzü söz konusu olduğunda, bu iki hareketin iç içe geçtiği bir alanı ele alıyordu. Yeryüzünün tarihi, fiziğin ve astronominin ele aldığı yasalar ve süreçler kadar, canlıların evrimi, yani Biyoloji ve Paleontoloji olmadan da anlaşılmazdı. Psikolojinin yeri de bu çerçevede, tıpkı Jeolojinin yerine benziyordu. Nasıl Jeoloji, Fizik ve Biyolojinin kesiştiği ve birbirinin içine geçtiği bir alanı ele alıyorsa, Psikoloji de Biyoloji ile Sosyolojinin kesiştiği ve birbirinin içine geçtiği bir alanı ele alıyordu. Nasıl yeryüzünün sırrına doğanın ve canlıların tarihi bilinmeden varılamaz ise, insan psikolojisinin sırrına da canlıların evriminin ve toplumun evriminin tarihi bilinmeden varılamazdı. Böylece Evrenin (Fizik ve Astronomi), Dünyanın (Jeoloji), Canlıların (Biyoloji-Paleantoloji), İnsanın (Psikoloji), tarihi ve evrimi, (Zaten Tarihsel Maddecilik ve Diyalektik Mantık bağlamında incelediğimiz) Toplumun ve Düşüncenin tarihini ve evriminin yanı sıra, bu evrimler arasında ortak yasalar bulunup bulunmadığı, varsa bunların neler olduğu, çalışmalarımızın konusu oluyordu.

68


Tekrar hatırlatalım ki, doğrudan politik mücadele ile bir ilişkisi görünmese de, bu soyut ve ilgisiz gibi görünen konulara yoğunlaşmamızın esas nedeni bizzat somut politik mücadele idi. Bunları öğrenerek diyalektiği daha iyi kavrayacaktık ki, Marksizm’in özünü, yöntemini anlayalım ve devrimci mücadelede daha az yanlış yapalım. Bu bakımdan bütün bu, somut politik mücadeleyle ilgisizmiş gibi görünen çalışmalar aslında bizim için son derece pratik ve politik çalışmalardı. Teori Pratikti, Pratik de Teori. * Doğa bilimlerinin konusu (nesnesi) ile doğa bilimlerinin ilişkisi, düşünce ve toplum bilimlerinin (Tarihsel Maddecilik ve Diyalektik Mantık) konusu (nesnesi) ile bizzat bu bilimlerin ilişkisinden çok farklı bir karakterdeydi. Düşüncenin (bilginin, bilimlerin) hareketi veya evrimi, hem toplumsal hem de mantıksal bir olaydı. Yani örneğin Tarihsel Maddeciliğin evrimi aynı zamanda Tarihsel Maddecililiğin konusudur, çünkü bizzat Tarihsel Maddeciliğin kendisinin evrimi toplumsal bir olaydır. Dolayısıyla bizzat toplumsal hareket üzerinde bir etkide bulunur ve kendisi bizzat toplumsal hareket tarafından da belirlenir. Aynı durum düşüncenin hareketi için de geçerlidir, düşüncenin hareketinin bilgisi de bizzat mantığın konusudur, çünkü düşüncenin hareketinin bilgisi de bizzat düşüncenin hareketinin kendisidir ve var olduğu an kendi konusunu da değiştirmiş olur. Yani bu Bilimler ve Konuları (nesneleri) arasında, sanki Quantum Fiziğindeki “belirsizlik ilkesi” gibi bir ilişki söz konusudur. Düşüncenin hareketi ile bu hareketin bilgisi sürekli olarak birbirilerini etkilediklerinden ikisi de aynı anda bilinemez. Benzeri durum aynı şekilde Tarihsel Maddecilik ile bizzat Toplumun Tarihi arasında da vardır. Çünkü bu bilginizin bizzat kendisi toplumsaldır ve toplum hakkındaki bilgimizin değişimiyle birlikte toplum da değiştirmiştir. Toplumun konumunu biliyorsak, bilgimizin, düşüncemizin konumunu bilemeyiz, düşüncemizin konumunu biliyorsak toplumun konumunu bilemeyiz. Ama Fizik, Biyoloji, Jeoloji söz konusu olduğunda, böyle bir ilişki yoktur. Fizik biliminin evrimi, fizik doğanın evrimi hakkındaki bildiklerimiz fiziksel bir olay değildir. Dolayısıyla fizik biliminin konusunu oluşturmaz. Fizik biliminin evrimi fiziğin konusuna girmez. (Elbette düşünce bile son duruşmada bir takım protein bileşimleri, bunlar da enerji alışverişlerine ve bir takım parçacıkların hareketlerine indirgenebilir ama bu evrenin ya da canlıların evrimi bakımından hiçbir şey ifade etmez) Biyoloji biliminin evrimi, biyolojik bir olay değildir. Dolayısıyla Biyolojinin evrimi biyolojinin konusuna girmez. Ama Sosyoloji biliminin (Tarihsel Maddeciliğin) evrimi bizzat sosyolojinin konusuna girer. Mantığın evrimi bizzat Mantığın (Diyalektiğin) konusun girer. Bunlar daha var oldukları an bizzat kendi konularını değiştirirler. Bu çok özel anlamda, bilim ve konusu arasındaki ilişkiler ve karşılıklı etkiler anlamında, Doğanın Tarihine ilişkin bilginin (doğa bilimlerinin) doğa ile diyalektik olmayan bir karakteri vardır. Çünkü bu bilimlerin hareketi, konularının hareketi olarak gerçekleşmez. Ama bu bilimler doğaya olan bu diyalektik borçlarını bir bakıma düşünce ve topluma öderler.

69


Doğanın tarihinin bilgisi ve bu bilginin (evrimi) tarihi, sosyoloji ve mantığın konusudur. Yani doğa bilimlerinin doğa ile diyalektik olmayan karakteri toplum ve düşünce ile diyalektik bir ilişki içindedir. Doğa hakkındaki bilgilerimiz, toplumsal ve düşünsel oldukları için, bizlerin toplumu ve onun tarihini kavrayışlarımız üzerinde bir etkide bulunurlar. Elbet aynı şekilde, düşüncelerimiz ve düşüncelerin evrimini kavrayışımız üzerinde de. Ama doğanın evrimi hakkındaki bilgimiz, bizzat doğanın evriminden çıktığından, doğanın evriminin şu veya bu şekilde gerçekleşmiş olması, bu olgulardan çıkarılan bilginin, sonucun da değişmesidir. Dolayısıyla bu da düşünce ve toplum hakkındaki algılarımızın daha değişik olması anlamına geleceğinden, (bu bilgi, bizzat kendisi toplumsal olduğundan ve toplumsal gerçekliği şu veya bu biçimde etkileyip değiştirdiğinden), doğanın tarihi, doğanın tarihinin bilgisiyle diyalektik olmayan ilişkisinin borcunu, toplumla ve düşünceyle böyle dolaylı bir ilişki içinde öder. Doğanın tarihi, kendisi hakkındaki bilginin doğal olmayan, toplumsal olan, mantıksal olan karakteri nedeniyle, toplumu ve düşünceyi etkiler. Bilgi ve konusu ilişkisini bu şekilde ele alarak, aslında varlık ve düşünce ilişkisini Diyalektik materyalizm kitaplarından bambaşka bir bağlama oturtmuş; bilgisi ve konusu ve bunların diyalektik ilişkisi bağlamına oturtmuş oluyorduk. Ama bunun farkında değildik. * O yıllar tam da Biyoloji (Ki o zamanlar paleontolojideki keşiflerden pek haberim yoktu), Astronomi ve Fizik’te nefes kesici buluşların yapıldığı bir dönemdi. Fizikte, Kara Delikler, Kuasarlar, Big Bang teorileri, Kuarklar, Notrinolar, Hardonlar, Leptonlar vs. çoğu kez matematik modellerle ön görülüp sonradan bulunuyordu. Aynı şekilde Biyolojide DNA, RNA, ATP, Amino Asitler gibi büyük moleküller bulunmuş, yaşamın kimyasal, moleküler temelinin sırrı çözülmüştü. Ayrıca biyoloji, artık canlıların evrimini karşılıkla etkiler içinde bir dinamik sistem olarak ele alıyor ve ancak öyle açıklayabiliyordu. Örneğin, böcekler ve çiçekli bitkilerin ortaya çıkışı ve gelişimi ancak bunların karşılıklı ilişkisi biçiminde anlaşılabiliyordu. Hatta farklı canlılardan oluşan ekolojik sistemleri bir tek canlı gibi ele almak gerekiyordu. Bütün bu keşifleri, çok sınırlı kaynakları dikkatlice inceleyerek, tıpkı bir dedektif romanı okurcasına heyecanla ve neredeyse günü gününe izlemeye çalışıyorduk. Elbet meslekten bir fizikçi veya biyolog olmadığımız için birçok ayrıntıyı, mekanizmayı teknik olarak anlayamayabiliyorduk ama esas olarak nelerin araştırıldığı, nelerin bulunduğu, nelerin sorun olduğu hakkında iyi kötü bir fikrimiz oluyordu. Doğa bilimlerindeki bütün bu nefes kesici gelişmeler ve bizim bunlardan çıkardığımız kimi genellemeler, Tarihsel Maddeciliğin toplumu ve onun tarihini açıklamakta kullandığı genellemelerin benzer şekilde doğada da geçerli olduğunu gösteriyordu. Örneğin, doğada da toplumda da sürekli bir gidiş ve evrim vardı. Marks ve Engels Tarihsel Maddeciliği daha ortaya koyarlarken Toplumun evrimi, gidişi düşüncesini tüm teorilerinin kilit taşı yapmışlardı. Daha ilk başta, 1848’in arifesinde, Tarihsel Maddeciliğin ilk taslaklarında, “bir tek bilim vardır, tarih bilimi, o da doğa ve toplum tarihi olarak ikiye ayrılır” demişlerdi (Daha doğanın bir tarihinin olmadığı ve bilinmediği zamanlarda).

70


Tarihsel Maddeciliğin, yani kurdukları yeni bilimin, sosyolojinin konusunu da, toplumun gidişinin, tarihin hareket yasalarını araştırmak olarak tanımlamışlardı. O zamanlar henüz hiçbir astronom veya fizikçinin; hiçbir biyologun, biliminin konusunu, evrenin veya canlıların evriminin hareket yasaları olarak tanımlamadığı ve tanımlamayı aklından geçirmediği dönemlerdi. Gerçi ortada bir bulutsulardan güneş sisteminin oluştuğu yönünde bir KantLaplace Kuramı vardı ama bu bile henüz bilimsel bir sonuç ve teori olmaktan ziyade bilimsel bir spekülasyon karakteri taşıyor ve bunun yanı sıra pek bilinmiyordu. Darvin ise Türlerin Kökeni’ni yıllar sonra, Marks’ın Kapital’ini yazdığı dönemde yazacaktı. Yani henüz canlıların evrimi ve tarihi fikri bile yoktu Marks ve Engels’in Tarihsel Maddeciliği formüle ettikleri dönemlerde. Modern Astronomi, Fizik ve Biyoloji, Tarihsel Maddeciliğin daha doğarken öngördüğü ve konusu olarak belirlediğini, yani konusunun tarihini ve evrimini sorun etmeyi, bu tarihin ve evrimin yasalarını bulmayı, ancak şimdi kendi konuları olarak tanımlayabiliyorlardı. Bu hareketi, evrimi, bunun yasalarını araştırdıklarında ise, yine Tarihsel Maddeciliğin açıklamada kullandığına benzer sonuçlara ulaşıyordu. Örneğin Doğa’da da evrim sıçramalı, toplumdaki devrimler ve sıçramalar gibi ihtilaçlı bir karakter gösteriyordu. Yıldızlar yakıtları tükendiklerinde patlıyorlardı. Gazlar kendi ağırlıklarıyla merkezde büyük basınçlar oluşturduklarında, birdenbire termonükleer reaksiyonlar başlıyor ve yıldızlar doğuyordu. Ya da Üretici Güçlerin bileşimi ve gelişme düzeyi nasıl toplumun karakterini belirliyorsa ve üretici güçler toplumun çekirdeği gibi ele alınabilirse, canlıların karakterini çekirdekteki DNA kombinasyonları; atomların karakterini çekirdekteki Proton sayıları belirliyordu. Sosyoloji (Tarihsel Maddecilik) nükleer bir bilim olarak doğmuştu bir bakıma daha on dokuzuncu yüzyılda, Fizik ve Biyoloji ise Yirminci yüzyılda nükleer bir bilim haline gelmişlerdi. Açık ki, doğanın, toplumun ve düşüncenin gidişinde hiç de görmezden gelinemeyecek ortaklıklar, paralellikler bulunuyordu. Doğa bilimleri, Marksizm’in (Toplum Bilimin) daha doğarken dayandığı yaklaşımlara ancak şimdi varabilmişlerdi. Ve bu vardıkları nokta gösteriyordu ki, gerçekten de varlığın farklı biçimlerinin evriminin ortak yasaları olabilirdi. * Bütün bu olgular şunu gösteriyordu: Tarihsel Maddecilik, Felsefe Anadan ayrılan en son bilim olmasına rağmen, daha ayrılırken, ondan daha önce ayrılmış olan Fizik, Biyoloji gibi bilimlerin o zaman bulundukları noktanın çok daha ilerisinden doğmuştu. Tabiri caiz ise, diğerleri Metafizik bir metotla doğarken, fizik ve canlılar âlemini bir şeyler yığını olarak kavrayarak doğarlarken, sosyoloji (Tarihsel Maddecilik) daha doğarken diyalektik bir metotla, yani toplumu bir şeyler yığını değil, süreçler karmaşası olarak görerek doğmuştu. Bu da şunu gösteriyordu, düşüncenin hareketi ya da bilimlerin evrimi, sadece Batı Avrupa Ortaçağında olduğu gibi, geri gidişler, metafizik metot ya da mantıktan skolâstiğe dönüşler göstermiyordu, aynı zamanda, geriden gelip öne fırlamalar da görülüyordu. Yani bizzat bilimler de toplumlar gibi, eşitsiz gelişiyorlardı. Aslında bilimlerdeki gerek gerilemeler, gerek geriden gelip öne fırlamalar, toplumdaki eşitsiz gelişmenin yansımasıydılar. Örneğin Batı Ortaçağındaki gerilemede, Aristo’nun Formel

71


mantığından manastırlardaki Skolâstiğe dönüşte nasıl Germenlerin uygarlığa geçişleri ve Komün’e doğru bir geri gidiş toplumsal temeli oluşturuyordu ise, Toplum Bilimin doğuşundaki öne fırlamada da, Almanya’nın daha geç bir dönemde kapitalizme geçişinin, payı açıktı. Böylece aslında henüz “sürekli devrim” teorisini bilmeden, onun dayandığı mantığı bilimlerin eşitsiz gelişiminde bulmuş oluyorduk. Ama bu fikir zaten bize yabancı da değildi, Kıvılcımlı’nın İlkel Sosyalizmden kapitalizme İlk Geçiş – İngiltere kitabından beri bunun toplumda olduğunu biliyorduk. Şimdi düşüncenin evriminde de karşımıza çıkıyordu. * Bilimlerin eşitsiz geliştiği sonucu, bir yan ürün olarak, başka bazı sorunları açıklama, Marksizm’e ve Engels’e yönelik kimi eleştirileri cevaplama ve o eleştirilere yol açan sorunları açıklama olanağı veriyordu. Marksizm’e yönelik olarak şöyle bir eleştiri sık duyuluyordu. Marks, 19. yüzyıla ait bir bilim adamıdır. Bu arada bilim gelişti. Ama Marksizm hala aynı yerde duruyor. Marksizm’de çağımızın sorunlarına cevap bulunamaz. Marks, toplum ve tarih alanında olsa olsa, Newton ve Galile ile kıyaslanabilir. Şimdi toplum biliminin kendi Einstein’ları gerekmektedir. Bilimlerin eşitsiz gelişimi olgusundan hareketle, bu eleştiriye şöyle kolayca cevap verilebiliyordu: Bu eleştiri, bütün bilimlerin aynı aşamalardan aynı sırayla geçtiği gibi bir anlayışa dayanmaktadır. Bu, bir zamanların ilkel, köleci, feodal, kapitalist aşamalardan bütün toplumların geçtiği anlayışının, bu Prokrutes yatağının, bilimlerin tarihine uyarlanmış biçimidir ve onunla aynı mekanik ve şematik tarih kavrayışına dayanır. Toplumlar nasıl eşitsiz gelişirlerse, bilimler de aynı şekilde eşitsiz gelişirler. Evet, Marksizm 19. yüzyılda doğmuştur, ama onun kronolojik olarak on dokuzuncu yüzyılda doğmuş olması metodolojik ve mantık olarak bir on dokuzuncu yüzyıl bilimi olduğu anlamına gelmez. Eğer kronolojik kavramlarla ifade etmek gerekirse, Marksizm, On dokuzuncu yüzyılda doğmuş bir Yirminci Yüzyıl bilimidir. Marksizm’in eskidiği sonucuna ulaşan fikir sisteminin bizzat kendisi, bilimlerin eşitsiz geliştiği fikrini reddederek, on dokuzuncu yüzyıla ait, ikinci Enternasyonal dönemine ait bir anlayışı yansıtmaktadır. Yani somutta Marksizm’in bir on dokuzuncu yüzyıl bilimi olduğu vargısının kendisi bizzat bir on dokuzuncu yüzyıl bilimi vargısıdır. Böylece Marksizm’in eskiliğine ilişkin görüşler, dayandıkları metodolojinin tam da on dokuzuncu yüzyıla has olduğu noktasından metodolojik olarak çürütülmüş oluyorlardı. Bu sonuç aynı zamanda, Marksizm’i aşma iddialı girişimlerin niçin her zaman ondan daha geriye gidişlerle sonuçlandığını da açıklıyordu bir yan ürün olarak. Marksizm’in aşılması, ancak onun içinde taşınması ile olabilirdi, yani Marksizm’i yine ancak Marksistler geliştirebilir ve aşabilirlerdi. Marksizm tabiri caiz ise, bir yirmi birinci yüzyıl bilimi çerçevesinde aşılabilirdi. Ve bu aşma, bir binayı yıkıp yerine başka bir şey yapma gibi değil, bir tepeye tırmanma gibi olabilirdi. Marksizm’i bir paçavra gibi atmaz ve sadece ona dayanabilirdi.

72


* Bu bilimlerin eşitsiz gelişiminin kavranmasının bir diğer sonucu Engels’in yanılgısını anlamayı mümkün kılması ve ona ilişkin eleştirilere de bir cevap sunmasıydı. Elbet biz de Engels’in kimi örneklerinde yanlış, bizi doyurmayan bir yan olduğunu görüyorduk. Ama diğer sözde Marksistlerden farklı olarak biz Engels’in öyle bir kalemde silinip atılmasından yana değildik. Onun örnekleri yanlış olabilirdi, kimi genellemelerinde dayandığı veriler eski olabilirdi, ama bütün bunlar temel fikrin yanlışlığı anlamına gelmez ve onun reddi için bir bahane olarak gösterilemezdi. Biz Engels’in yanlışlarında bile, onun için hafifletici sebepler bulma eğilimindeydik. Tavrımız bir bakıma Lenin’in tavrı gibiydi. Lenin de örneğin, Engels’in örneklerinin yanlışlığına değinir. Ama bir Plekhanov’un yanlışlarıyla Engels’inkileri aynı yere koymaz. Onda örnek yanlıştır, popülarizasyon çabasının kendisinden doğan bir yanlışlık ve bayağılaşma vardır, Plekhanov’da ise, daha derine giden, daha mantıksal ve metodolojik yanlışlar vardır. Bilimlerin eşitsiz gelişimi vargısı, Engels’in nerede ve neden yanlış yaptığını anlama olanağı da sağlıyordu. Engels’in özellikle Doğa’da diyalektiği anlatırken, diyalektik yasalarını açıklarken verdiği örneklerin bizzat kendileri, doğa bilimleri henüz o dönemde diyalektik bir aşamaya varmadıklarından dolayı, bilimlerin doğayı diyalektik olarak kavramadıkları bir kavrayış dönemini yansıttıklarından yanlıştılar. Esasında Engels’in o yanlış örneklerinin çoğu da bizzat Hegel’den kaynaklanmaktaydı. Big Bang, Galaksiler, Yıldızlar sürekli değişen bir evreni elen alan bir Fizik ve Astronomi, DNA’lar, evrimin daha farklı mekanizmalarının bilindiği bir Biyoloji ve Paleantoloji (ki Engels zamanında henüz Paleontoloji bile yoktu ve yeni doğuyordu) bilimi düzeyinde, Engels’in, Heraklitos ya da Hegel döneminin, sezgisel diyalektiğinin örneklerine hiç de ihtiyacı olmazdı. Doğa bilimlerinin öyle bir düzeyinde Engels’in suyun kaynaması veya Buğday örneklerini vermeye ihtiyacı olmazdı. Kaldı ki, Engels’in örnekleri de tam anlamıyla yanlış değildir. Bu örneklere yanlış demek, diyalektiğin kendisinin de, dünyayı değişim ve çelişkiler halinde gören mantığın da hiç değişmediği gibi diyalektik olmayan bir diyalektik kavramına dayanır. Elbette insanlar en bugünkü bilimden uzak gözlemlerinde bile, doğanın ve toplumun değiştiği; çelişkilerin bu evrimdeki önemi; ilişkisiz gibi görünen şeyler arasındaki ilişki konusunda bir fikir sahibi olmuşlardır. Hatta tanrı ve ruh kavramının temelinde bile bu seziş ve gözlem vardır. Şeyler ve oluşlar arasındaki görünmeyen ilişkilerdir ruh ve tanrı. Günlük hayattaki kendiliğinden diyalektikten, Aristo zamanının bilgi düzeyine uygun bir diyalektiğe (örneğin Herakleitos) oradan da burjuvazinin yükseliş döneminin bilgi düzeyinin diyalektiğine, (yani Hegel’in diyalektiğine) kadar diyalektiğin kendisi de bizzat bir değişim ve derinleşme içindedir. Engels’in yanlışı, 20 Yüzyılın diyalektiğini açıklamak veya kanıtlamak için örneklerini, 18 veya 19. yüzyılın diyalektiğinin dayandığı, henüz yirminci yüzyıl anlamında diyalektik olmaktan çok uzak bulunan doğa bilimlerinden vermesiydi. Bu örneklerin yanlışlığından hareketle Doğa’da diyalektik olmadığı sonucuna ulaşmak olamazdı. Doğa’da diyalektik olmamasından ancak, doğa bilimleriyle doğanın ilişkisinde söz edilebilirdi. Ama bu apayrı bir konuydu. Marksizm’in eskidiğini söyleyip onu aşmaktan 73


söz edenler, Engels’in örneklerinden hareketle, örneğin doğada diyalektik olmadığı türden sonuçlar çıkarıveriyorlardı. Yanlışın ve sorunun nerede olduğunu kavramıyorlardı çünkü. Engels’in örneklerinin yanlışlığından çıkarılacak sonuç hiç de doğada diyalektik olmadığı değil, Engels’in zamanının doğa bilimlerinin dolayısıyla da Engels’in örneklerinin diyalektik olmadığı da olabilirdi ve doğrusu da buydu. Doğada bir diyalektik olup olmadığı elbette tartışılabilir. Ama bunu Engels’in örneklerinden hareketle baştan reddetmek baştan aşağı yanlıştır. Bunu anlamanın tek yolu, bizzat doğanın evrimine bakmaktır. Eğer doğada da bir evrim, bir akış, bir gidiş varsa; bu gidişin temelini çelişkiler oluşturuyorsa, bu gidişi kavramak için çelişkilere dayanan daha esnek bir mantık olmazsa olmaz bir koşul ise, daha özellikli olarak bu gidişin mekanizmaları birbirine benziyorsa, niye daha baştan böyle bir ortaklık olup olmadığını araştırmak reddedilsin ki? Bizzat Doğa’da diyalektik yoktur diye kestirip atmanın kendisi bir dogmatizmdir. Düşünceye ket vurmaktır, araştırmayı sınırlamaktır. Varlığın farklı hareket biçimlerinde ortak gidiş yasaları olup olmadığını araştırmayı niye başından kendimize engelleyelim ve yasaklayalım ki? Olmayabilir de elbette doğa, toplum ve düşüncede ortak gidiş yasaları. Veya varsa bile, bu günkü bilgi düzeyimiz henüz bunu tespit edecek bir derinlikte de olmayabilir. Veya bize var gibi görünenler yüzeysel gözlemler de olabilir. Belki ilerde bilgimiz derinleştikçe böyle ortaklıklar olmadığı sonucuna da ulaşabiliriz. Bunlar mümkündür, ama bunları, bu olasılıkları baştan reddetmek, tamı tamına dogmatizme karşı çıkma adı altında en alasından dogmatizmdir. * Böylece Bizim Doğa Bilimlerine ve doğanın tarihine, yani Diyalektik Metodun ne olduğunu kavramaya yönelik çabalarımız, bir bakıma, bizi resmi Diyalektik Materyalizm öğretilerinin, artık skolâstik bir mahiyet kazanmış olan gerilemelerinden kurtulmamıza yol açıyordu. Biz doğanın diyalektiğini, “doğanın diyalektiğini” anlatan kitaplarda değil bizzat doğada arıyorduk ve doğanın diyalektiği diye sıralanan yasalardan hareketle doğadaki diyalektiği değil, bizzat doğadaki olaylardan hareketle, doğadaki diyalektiği anlamaya çalışıyorduk. Yani yaklaşımımız alışılmışın tam tersine, skolâstik değil diyalektikti. Öte yandan, doğada diyalektiği skolâstik bir takım yasaların tekrarı olarak anlatmaya tepki biçiminde gelişen, bu nedenle hem doğadaki diyalektiği peşin peşin reddeden, hem de doğa bilimlerine zerrece ilgi duymayan ve onlara üvey evlat muamelesi yapan eğilimlere karşı da bağışıklıklı oluyorduk. * Varlık ve Düşünce, Mantık ve Metot üzerine bütün bu çalışmalar sonucunda, sadece varlığın değil, toplum ve düşüncenin de gidişinde ortak eğilimler olduğu fikrine ulaşıyorduk. Ama bunu Engels’in örneklerinden hareketle değil, o örneklere rağmen; bizzat Doğa (Cansız ve Canlı), Toplum, Düşüncede gözlemlediğimiz için kabul ediyorduk. Biz Engels’in söylediklerine bilgilerimizi sıkıştırmaya çalışmıyor, bizzat olaylar ve onların bilgisinden böyle genel eğilimler ve yasalar olduğu ve olabileceği sonucuna ulaşıyorduk.

74


Örneğin, bilimlerin evrimi ile toplumun evrimi, toplumsal devrimler ile bilimsel devrimler aşağı yukarı ayrı mekanizmalarla işliyordu. Bilgide, olaylar ve olgular yığını ve onlar hakkındaki bilgilerimiz tıpkı toplumdaki üretici güçler gibiydi. Nasıl üretici güçlerin belli bir düzeyinde o gün kadar içinde geliştikleri ilişkilerle çatışmaya düşüyorlardı ise, aynı şekilde bilgilerimiz de o güne kadar içinde geliştiği teori ve kavramlarla çatışmaya düşüyor ve bir bunalım dönemi başlıyordu. Tıpkı toplumdaki üretici güçlerin yeni düzeyine uygun ilişikler ve üstyapıyı belirlemeleri gibi, bilimlerde de yeni teorik sistemler ve kavramlar oluşuyordu. Benzeri gidiş bizzat fizik ve biyolojik doğada da görülüyordu. Bu ortaklıkları reddetmek değil, aksine bu ortaklıkları görmek, farklı bilim alanlarında yepyeni bağlantıları görmeye, ilhamlara yol açabilirdi. * Dikkat edilirse buraya kadar, şu el kitaplarında “Diyalektik Materyalizm” diye sözü edilenin, “Diyalektik” kısmıyla ilgili olarak çalışmaları ve bunların sonuçlarını yazdık. Ama o kitaplara bakıldığında bir de kocaman “Materyalizm” bölümleri vardır. Hatta bu Materyalizm bölümleri bir “Felsefi ve Tarihsel Materyalizm” olmak üzere iki alt büyük bölüm içinde ele alınırlar. Hatta Materyalizm Diyalektikten çok daha önemlidir ve çok daha büyük yer kaplar. Biraz da şimdi o zamanki çalışmalarımızın bu “Materyalizm” kısmına gelelim ve bu bahsi bitirelim. İlk sorun bizzat materyalizm kavramının kendisinden çıkıyordu. Aslında bu kavramın içeriği çok farklı anlamlarda kullanılıyordu. Örneğin Ahlaki anlamda materyalizm ile Sosyolojik anlamda materyalizm arasında hiçbir ilişki bulunmuyordu. Ahlaki anlamda materyalizm, Paraya değer vermek, maddi zenginliği her şeyin ölçüsü görmek gibi bir anlama sahipti ve gericiler bu anlam kaymasından hareketle sosyalistlerin maddeci olduklarını iddia edebiliyorlardı. Bu çok kaba bir örnek oluşturuyordu ama, daha sofistike olmakla birlikte, Tarihsel ve Felsefi Materyalizm arasında da benzer bir karıştırma bulunuyordu. Sosyolojik anlamda Materyalizm, toplumun maddi üretim hayatının, yani alt yapısının; üst yapısını belirlediği gibi bir anlama sahipti. Yani örneğin, birileri çıkıp dünyayı ve insanları Allah yaratmıştır diyor birileri de hayır Allah’ı insanlar yaratmıştır diyorsa, bir takım insanların niye öyle, diğer insanların niye böyle dediğini veya bir yaratıcı fikrini anlamak için anahtarın toplumun maddi üretim hayatında bulunduğu anlamına geliyordu. Dolayısıyla Diyalektik Materyalizm veya Diyalektik Felsefe denen şey, Tarihsel maddeciliğin içinde, düşüncenin hareketi bağlamında, sınıflı toplumda sınıf çıkarlarının düşüncede yansıması bağlamında ele alınması gereken, felsefi değil, yani Tarihsel Maddeciliğin de üzerinde değil, altında ve içinde ele alınması gereken bir alanı oluşturuyordu. Hâlbuki el kitaplarının hemen hepsi, Diyalektik Materyalizm diye başlayıp, Tarihsel maddeciliği onun özgül bir durumu olarak ele alıyorlardı. Bizzat bu ele alışın kendisi, varlığın düşünceden önce geldiğini iddia etmesine rağmen, düşüncenin belli bir anını, momentini başlangıç noktası olarak ele almış, yani idealizm yapmış oluyorlardı. Yani örneğin idealizm, Toplumun maddi hayatından hareketle açıklanmıyor, aksine toplumun maddi hayatının bu

75


açıklamayı verebileceğinin gerekçesi, toplum dışı, tarih ve toplum üstü, maddenin düşünceden önce geldiği düşüncesinden hareketle temellendirilmiş oluyordu. Aslında el kitaplarında Materyalizm diye anlatılan en kötüsünden bir idealizmden başka bir şey değildi. Zaten temeldeki bu metodik yanlış, niçin en fazla materyalizm sözü edenlerin aslında en saf idealistler oluşlarını ardındaki temeli de açıklamış oluyordu. Gerçekten de, küçük burjuva devrimcisi hareketler, toplumsal olaylara yaklaşımda tümüyle idealisttirler. Yani düşüncenin varlığı belirlediği gizli varsayımından hareket ederler. Örneğin SBKP Merkez komitesinin çizgisinin değişmesiyle birlikte, o ülke bir gecede kapitalist veya emperyalist olabilir. Onlara göre bir insanın “Halk saflarında” olup olmadığını, onun ideolojisi belirler. Hâlbuki materyalizme göre, insanların iktisadi ilişkiler içindeki konumu, sınıfını ve dolayısıyla “Halk saflarında” olup olmadığını belirler. Onlara göre Bolşeviklerin, şu veya bu partinin çizgisi bir devrimin karşı devrime dönüşmesi anlamına gelir. Hâlbuki bir devrim veya karşı devrim farklı sınıfların iktidarlarıyla değişir. Böylece aslında bu felsefi materyalizmden çok söz eden materyalistler, kişilere, gruplara, partilere ve hatta fikirlere tarih ve toplum üstü, tüm toplumsal yapıyı belirleyen bir güç atfetmiş olurlar. Burada da yine diyalektik hükmünü icra ediyor ve özdeki idealizm materyalizm biçiminde görünüyordu. Felsefe (Diyalektik Maddecilik) Tarihsel Maddeciliğin bir alt alanı olarak değil, Tarihsel Maddecilik felsefenin bir alt alanı olarak, bir özel hali olarak ele alınıyordu. Tam da idealizm bu ele alınışın kendisinde gizli bulunuyordu. Bu şuradan da görülebilir. Örneğin Materyalizm İdealizm tartışması, yani madde mi önce gelir ruh mu, varlık mı düşünce mi tartışması, özünde Tanrı mı evreni yaratmıştır; Evren ve toplum mu tanrıyı yaratmıştır tartışmasıdır. Tanrı evreni yaratmıştır fikrinin varlığı, ancak sosyolojik olarak açıklanabilir. Yani örneğin bir takım insanların çıkarlarını korumak için, böyle bir yaratıcı fikrine ihtiyaçları olduğu türünden bunun niye öyle olduğunu açıklayan bir açıklama olabilir bu. Ama eğer böyle ise, yani insanların bir takım çıkarlar için tanrının evreni yarattığı fikrini savundukları açıklanabiliyorsa, o zaman bu anlayışa karşı mücadele, felsefi bir sorun değil, doğrudan siyasi bir sorundur. Yapılması gereken tanrının evreni yaratmadığını kanıtlamaya kalkmak değildir, çünkü çıkarların konuştuğu yerde akıl durur. Eğer insan çıkarlarına aykırı olsaydı matematik aksiyomlar bile tartışma konusu olurdu. Yapılması gereken, bu tartışmanın, bu fikrin öne çıkarılmasının hangi çıkarları korumanın aracı olduğunu göstermektir. Bu ise bütünüyle sosyolojinin konusudur. Ve burada ikna değil, “imha” söz konusudur. Kaldı ki, Allah ya da yaratıcı fikri, sadece belli egemen sınıfın çıkarlarını korumanın aracı değildir. Bir adalet duygusunun, bir gün gerçekleşecek bir adil düzen umudunun ifadesi de olabilir. Ama bir kere bu umudun ifadesi olarak ortaya çıktığında kendi bağımsızlığını kazanır. Yani ezilenler, tam da mücadele edebilmek, mücadelelerine bir güç verebilmek için de Allah’ın varlığının ve tüm evreni yarattığının (yani sözde Marksist materyalizmi anlatan el kitaplarının idealizm dediğinin) en militan savunucuları olabilirler.

76


Ki biz Marksistler, yani ezilenlerin davasına gönül vermişler için, esas muhatap bunlardır. Bu durumda, Tanrı mı doğayı yarattı tartışması, hem tanrının ezilenlerin düşüncesindeki somut anlamını kavramadığı için, hem de ezilenleri bölüp mücadeleden uzaklaştırdığı için saçma ve yanlış bir tartışmadır. Bir Marksist ezilenlerle tanrı tartışmasına girmez. Aksine o tartışmayı bu düzeye çekmenin ezilenlerin mücadelesini böleceği noktasından hareket eder. Marksist insanların inançlarının onları farklı kılmadığı, aynı şekilde sömürüldükleri noktasından hareket eder. Bu nedenle, Marksist’in görevi, özellikle ezilenler arasında (ki ezenler arasında zaten işimiz yoktur, onları ikna değil imhadır söz konusu olan) materyalizm tartışması ve propagandası yapmak değil; aksine bu yönde tartışmanın ezenlerin ezilenlerin mücadelesini bölme stratejisi olduğunu göstermektir ve bu mücadeleye girmemektir. Düşmanın istediği koşullarda savaşa girmek daha baştan yenilmek demektir. Marksist işçilere Allahsızlık propagandası yapmaz, bir komünist partisine üye olmak için Allahsız olmak gerekmez. Aksine Marksist bu tartışmaya girmeyerek, bu tartışmanın sınıfsal özünü göstererek, işçileri ve ezilenleri somut politik hedefler etrafında birleştirmeye ve eyleme sokmaya çalışır. Sorun böyle koyulduğunda, o Diyalektik Materyalizm kitaplarının aslında nasıl bir gericiliğin aracı haline geldikleri de ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu kitaplar, sözde işçilere sosyalizmi anlatmak için yazılmışlardır. Ama aslında yaptıkları tam da işçileri bölecek olan şeydir. Materyalizm ve idealizm tartışmasını, yani Allah mı dünyayı yarattı toplum mu Allah’ı tartışmasını, gündemin en başına koymaktır. Bütün bu nedenlerle de Diyalektik Materyalizm’in Materyalizm kısmını daha baştan metodolojik olarak yanlış buluyordum. * Ayrıca felsefe tarihinin materyalizm ve idealizm tartışması biçiminde şemalaştırılması ve tüm tarihin bu şemaya sokulmak istenmesi bir başka noktaydı yanlış bulduğum. Ne var ki, belki biraz zihin tembelliğimizden, bunun üzerine yoğunlaşmaya pek gerek de duymadık Engels’in geçer ayarak yapılmış ve belli bir anlamda elbet de doğru da olan bir genellemesi saçmalığa vardırılıyordu. Engels’in otoritesinin ardına gizlenerek, tüm felsefe tarihi idealist ve materyalist felsefelerin mücadelesi deli gömleğine sığdırılmaya çalışılıyordu. Tabii bu mücadelede de ezilenlerin payına materyalistler, ezenlerin payına da idealistler düşüyordu. Ama işin kötüsü, tarihte böyle bir örnek bulmak neredeyse olanaksızdır. Çünkü Allah epistemolojik veya felsefi bir varlık değil, sosyolojik bir varlıktır. Tam da bu nedenle ezilenlerdir esas Allah fikrini besleyenler ve ona ihtiyacı olanlar. Yani tarihte, neredeyse hep ezilenler felsefi “idealistler” olmuşlardır. Buna karşılık, egemen sınıflar, eşitlikçi Allah fikrine pek ihtiyaçları olmadığından daha “Materyalist” olagelmişlerdir. Yani olaylar, felsefe tarihini idealizm ve materyalizm çatışması olarak açıklamaya kalkan ve burada da ezilenleri materyalist, ezenleri idealist yapan şemaya uymamakla kalmazlar tam tersidirler. 77


Daha başından beri, hiçbir zaman, bu Materyalizm kısmına ilgi duymamamız ve onda bizi rahatsız eden bir mekaniklik bir bayağılık görmemiz de bununla ilgiliydi. * Hâsılı Diyalektik Materyalizm kitaplarının materyalizm bölümleri, tamamıyla sosyolojinin yöntemine ilişkin bir tartışma konusu olan, Henüz Tarihsel Maddeciliği keşfetmemiş Marks’ın kavramlarıyla, varlığın mı düşünceden, düşüncenin mi varlıktan önce geldiği; bizzat Tarihsel Maddeciliğin kavramlarıyla, maddi üretim hayatının, yani ekonomi temelinin mi üstyapıyı, üstyapının mı altyapıyı belirlediği tartışmasını; alıp felsefenin alanına taşımaktadır. Temel yanlışı buradadır ve tam da bunu yaparak, tarihsel maddeciliğin tam zıttı bir sonuca göre hareket etmiş olmaktadır. Düşünce ve Varlık ilişkisi ise, Mantık ve Metot ve bunların ilişkisi olarak Felsefe’nin, yani Mantık ve Metodolojinin konusudur. Diyalektik Materyalizm kitaplarında olmayan ise tam da budur. Böylece Materyalizmi, Tarihsel Maddecilikteki anlamıyla, Düşünce ve Varlığı da bunların en gelen yasaları ve ilişkileri anlamında ele alarak, aslında bütün alışılmış Marksist eğitim şemalarını ters yüz etmiş, onları reddetmiş ve eleştirmiş oluyorduk. Yani “Felsefi Materyalizm” denen şey, somutta Tarihsel Materyalizmin inkârından başka bir şey değildi. Materyalizme, Allah ve Din konusuna böyle yaklaşımımız, yıllar sonra Din’in ne olduğun anlamayı sağlayacak tohumları içinde barındırıyordu. Ama o zamanlar henüz bunu bilmiyorduk.

78


Psikoloji Buraya kadar “Diyalektik Materyalizm” veya “Marksist Felsefe” denen bağlamda ele alınan konuları, diğer Politik ve Tarihsel Maddeciliğe (Sosyolojik) ilişkin çalışmaların yanı sıra, bir tür hobi gibi, bir tür yan uğraş gibi götürüyordum. Tarihsel Maddecilik ve o çalışmaların motoru olan Politik sorunlar konusundaki evrime geçmeden önce, Doğa ve Toplum arasında geçiş karakteri taşıyan iki konu ayrı birer başlık altında ele alınabilir. Çünkü bunlar o zamanki çalışmalarım ve kavrayışım içinde de böyle bir yerde bulunuyorlardı. Bu iki konu: Psikoloji ve Ekolojidir Üniversite’de Psikoloji ile ilk ilişkim, Sosyoloji’de okuduğum ilk yılda, J.L. Moreno’nun “Sosyometri”si aracılığıyla oldu. Moreno tedavi için, bir tür kolektif psikanaliz yöntemi geliştirmişti. Bir de savaşta ya da iş yerinde etkinliği ve verimliliği arttırmaya yönelik küçük grupları analiz etmeye yarayan teknikler üzerinde yoğunlaşmıştı. Örneğin insanlarla anketler yapılıyor bir grup içindeki liderler ve gizli liderler belirleniyor, diyelim bir savaş timi bu ilk bakışta görülmeyen gerçek ilişkilere göre şekillendiriliyor ve böylece tim içindeki kişisel sürtüşmeler azaltılıyor ve daha etkili sonuç alınıyordu vs.. Tabii burada bir teknik söz konusuydu. O aralarında daha az çatışan pilotlar veya timler örneğin daha iyi ve daha çok Vietnamlı öldürüyorlardı. Ya da bir fabrikada daha üretken oluyorlar kârlılığı arttırıyorlardı. Psikoloji’nin bu anlamda kullanılışının bizim için hiçbir ilgi çekici yanı yoktu. * Politikada ise esas sorun, toplumu insan psikolojisiyle açıklayanlardan çıkıyordu. Bunlar, örneğin “insanların bencilliği” gibi tarih ve toplum üstü bir insan özünden hareketle tarihi ve toplumu açıklamaya çalışıyorlardı. Toplumun insan psikolojisinden hareketle değil, insan psikolojisinin toplumdan hareketle anlaşılabileceğini düşünüyordum. Psikoloji, toplumu açıklama iddiasında olmadığı sürece bir bilim olarak görülebilirdi, ama toplumu açıklamaya kalktığı an, bir gerici ideoloji, Marksizm’e karşı bir ideolojik mücadele aracı haline dönüşüyordu. Bu nedenle psikolojiden hareketle, toplumu açıklama iddialarına karşı daha iyi ideolojik mücadele verebilmek için, üniversitede ikinci senede, zaman buldukça Genel Psikoloji sertifikasının derslerine de katılıyordum. Bu bağlamda, Freud, Jung, Adler vs. hakkında, daha kısa ifadeyle Psikanaliz hakkında asgari bir bilgi ediniyordum. Bu derslerin sonucunda, konu üzerinde kısmen de okumayla 34 ama daha ziyade, gözlemler ve iç gözlemler düzeyinde yoğunlaşarak ve düşünerek, Psikoloji ve Psikanaliz hakkında kendi kendime bazı sonuçlara ulaşmıştım. Bunlar şöyle özetlenebilirdi.

34

Örneğin Freud’un Totem ve Tabu’sunu Engels’in Kökeni’ni okuduktan sonra acaba benzer sonuçlar var mı diye merakla okumuş ve hiç tutmamıştım

79


Freud’un büyüklüğü, Güdük Filler, (dil sürçmeleri, unutmalar vs.) Rüyalar ve Nevrozların ardında bir neden aramasında ve bu nedenin insanın bilinçaltında bulunduğunu söylemesinde ve bu bilinçaltının oluşmasında cinsel içgüdünün ve bastırılmasının tayin edici önemini ileri sürmesindeydi. Ama Freud’un bunun ötesinde söylediklerinin neredeyse hepsi yanlıştı ve önünde sonunda tarih ve toplum ötesi bir insan özü fikrine geliyordu. Bu tarih ve toplum üstü insan özü de son duruşmada Viyanalı veya orta Avrupalı bir küçük burjuva veya burjuvadan başka bir şey değildi. Sonra gelenler, ondaki devrimci, derinleşmek gereken yanı değil, yanlış yanı alıp bir ur gibi geliştirmişlerdi 35. Örneğin “Oudipus Kompleksi”, en azından, babanın bilindiği bir toplumu ve bir çekirdek aileyi var sayar. Hâlbuki insanın binlerce yıllık tarihinde, bir belirli baba oldukça yeni bir fenomendir. O insanlar belirli bir baba kavramı bile olmadan nasıl “Oudipus Kompleksi” içinde olacaklardı ki? Viyanalı bir küçük burjuvada bu kompleks olabilir, ama bu da bu kompleksin tarihsel ve toplumsal olarak ortaya çıkabileceğini ve anlaşılabileceğini gösterir. Yani toplumu insanlardan hareketle değil, insanları toplumdan hareketle anlayabilirdik. Bunun yanı sıra daha önce Engels’in “Ailenin Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni”ni okuduğumuzdan beri, cinsel yasaklarla akrabalık sistemlerinin biri olmadan diğerinin olamayacağı sonucuna ulaşmıştık. Akrabalık sistemi ise, evrenseldi ve toplumun örgütlenmesinin temelini oluşturuyordu. Yani akrabalık sistemi demek, Soyu, Gens’i, Komün’ü, yani toplumu sembolize eden Totem demekti. Ve bir akrabalık sistemi bir cinsel yasak olmadan var olamazdı. Buradan da şu sonuca ulaşıyordum: Cinsel yasak hem insanın toplumsal örgütlenmesinin temelinde vardır hem de insanın bilinçaltının, ruhunun temelinde. Aslında bir bakıma, eski toplumlar üzerine araştırmalar, soruna böyle yaklaşıldığında Freud’un bu teorisinin dolaylı bir doğrulanışı olarak görülebilirdi. Böylece gerek Toplumun, gerek İnsanın kökenini, çıkışını anlamak için cinsel yasakların tayin edici olabileceğini, bunu araştırmak gerektiğini düşünüyordum. Burada Freud’un teorisiyle, Marksizm’in bir buluşma noktasını bulduğumu düşünüyordum. * Psikolojiden hareketle toplumu açıklamaya kalkanlarda hep şöyle bir yaklaşım, bir gizli varsayım görülmekteydi: “Nasıl madde atomlardan oluşuyorsa, toplum da bireylerden oluşmaktadır. Nasıl biz atomu anladığımızda maddenin sırrına varabilirsek, bireyin sırrına vardığımızda da toplumun sırrına varırız. Bireyi anlamak ise her şeyden önce onun psikolojisini anlamaktan geçer. İnsanlar düzeldiğinde toplum da düzelir. İnsanları düzeltmek için de psikoloji bilmek gerekir vs..” Bu görüşteki yanlışı seziyor ama yanlışın nerede olduğunu bir türlü çıkaramıyordum. Sonra bunu şöyle çözdüm. Bu benzetme analojiyi saçma kuruyordu. “Bireyler” “toplumun atomları”

35

Niye böyle olmuştu bunun açıklaması gerekirdi ama bu açıklama Psikoloji’nin kendisinde değil, bütün bilimlerin somut gelişiminde olduğu gibi, bizzat toplumsal koşullarda araştırılmalıydı.

80


değildi. Toplum bambaşka bir var oluş ve hareket tarzıydı. Tabiri caiz ise, onun kendisi, çekirdeğinde üretici güçler veya üretim ilişkileri bulunan bir tek atom gibiydi. Toplum bambaşka hareket yasalarına dayanan, başka bir var oluş tarzıdır. Nasıl atomlar canlının en küçük parçaları değilse, bireyler de toplumun en küçük parçaları değildi. Böylece, en kabadayı Marksistlerin bu gün bile yaptığı temel metodolojik yanlışlara karşı şerbetlenmiş oluyordum. * Elbette insanın tarih ve toplum üstü denebilecek sabit bir yanı vardır. Örneğin bütün insanlar yaşayabilmek için yemek, içmek, barınmak zorundadır. Bütün insanların kalbi, midesi, beyni vardır. Ama bu sabit yan, tam da sabit olduğu için, bütün insanlarda aynı olduğu için, toplumdaki değişmeleri açıklamaz. Her insanda, insan türünde, diğer hayvanlardan ayrı olarak bulunan bilinçaltı, eğilimler, “ruh” vardır. Ama bu “ruh”, tıpkı konuşma yetisi gibi her insanda var olan, toplumsal değişimleri açıklayamayacak bir “tarih ve toplum üstü” değişmez özelliktir. Bütün insanlarda bir omurga olduğu gibi bir bilinçaltı da vardır. Bu bir canlı olarak insanın özüdür, toplumun değil. Psikolojinin konusu da bu ruhu incelemektir. Tam da bu nedenle psikoloji toplumu açıklayamaz. Ama bu “ruh”un ortaya çıkışı ve evrimi, toplum olmadan açıklanamaz. Yani Psikoloji, bir tür olarak insanın ve toplum denen şeyin ortaya çıkışı ile ilgiliydi esas olarak. Nasıl dünyanın jeolojik evrimi hala devam etmekle birlikte, biz onu bu gün sabit kabul edebilirsek, insan psikolojisini de sabit kabul edebilirdik. Psikolojinin esas konusu, bu gün sabit kabul edilenin insanın oluş sürecindeki ortaya çıkışını ve evrimini ortaya çıkarmak, bu özün nasıl oluştuğunu bulmak olmalıydı. Ama sorunu böyle ele alarak, aslında Psikolojinin konusunu, bir canlı türü olarak insanın, “ruhunun” bilinçaltının oluşması, yani insanın insan olarak oluşması dönemine, yani Homo Sapiens ile onun maymun benzeri atası arasındaki döneme; yani toplumun ortaya çıkış sürecine taşıyorduk. Bu anlamda Psikoloji, sosyoloji ve biyoloji arasında bir geçiş bilimi özelliği taşıyordu. Nasıl her insan, örneğin memeli bir canlıysa; aynı şekilde, bilinçaltı da olan bir canlıdır. Biyoloji nasıl bu memelerin ortaya çıkış ve gelişimini incelerse, psikoloji de “ruhun”, bilinçaltının ortaya çıkış ve evrimini incelemelidir. Bu anlamda, “Ruh” ya da “Bilinçaltı” bir sabit, değişmez insan özü gibi kabul edilebilir, tıpkı bir omurganın, omurgalıların “özü” olması gibi; bir tür olarak insanın bir “özü” de bir “ruhun”, bilinçaltının varlığıdır. Bu ise insanın insan oluş sürecinde ortaya çıkmıştır ve bu gün için sabit kabul edilebilir. Toplumun hareketini anlamak için psikoloji bir araç olamaz, ama toplumun, dolayısıyla insan türünün ortaya çıkışı psikolojisiz anlaşılamaz. Ama öte yandan, Psikolojinin konusu olan ruhun, yani insan türünün ortaya çıkışı ve gelişimi de Toplum olmadan anlaşılamaz. Maymundan insana geçiş sürecini anlamak bir iki milyon yılı kaplıyordu belki, ama bu döneme ilişkin veriler, yüz milyonlarca yıl önce yaşamış türler kadar bile değildi. Çünkü

81


bilinçaltının fosilleri yoktu. Belki bunlar çok dolaylı biçimlerde, belli organik özelliklerin belli psikolojik özelliklerle ilişkili olması bağlamında çok ilerde çıkarılabilirdi 36. Canlıların ortaya çıkışı ve evrimi ile ruhun ve insan türünün ortaya çıkışı ve evrimi arasında bir paralellik kurulabilirdi. Doğada ontojenez ve filojenez yasası vardı. Canlılar milyonlarca yıllık organik evrimi, minyatür ölçülerde, sadeleşmiş bir biçimde ana karnında veya yumurtada yaşıyorlardı. Bu embriyonal evrim, tarihsel evrimin genel gidişi hakkında bir ölçüde çıkarsama ve genellemelere olanak sunuyordu. İnsan doğduğunda toplumun rahmine düşen bir embriyon olduğundan, benzer biçimde sadece düşüncenin değil, ruhun oluşumu ve evrimini doğumdan sonra minyatür ölçülerde ve sadeleşmiş bir biçimde yaşadığı düşünülebilirdi. Bu bakımdan çocukluktan erişkin insan olmaya geçiş, bir bakıma bizlere bu evrimin izlediği yol hakkında bir fikir verebilirdi. Nasıl bir çocuğun iyi gıda almaması onun organizmasında zayıflıklara, hastalıklara yatkınlığa ve çarpıklıklara yol açarsa; toplumsal çarpıklıklar, sağlıksız bir toplumsal rahim anlamına geleceğinden, bir çocuğun ruhunun gelişim sürecini de etkileyerek; hastalıklı ve zayıf bir ruhun ortaya çıkmasına da yol açabilirdi. Bu bakımdan bizlere bilinçaltının evriminin fosillerini bırakmamış o çağlar hakkında bir fikir sahibi olabilmek için, bebeğin gelişimi önemli ipuçları sağlayabilir. Freud’un açıklamaları yanlıştı ama çocukluğun önemini fark etmesi önemliydi ve esas devrimci yanını bu oluşturuyordu. Ayrıca nasıl büyük gerilimler fay hatlarında, eski çağların birikimlerinin parçalanmış bir doku gibi kat kat görünmesine yol açarsa; insan üzerindeki benzer gerilimler de, ruhta ve bilinçte derin fay hatları yaratıp, psikolojik hastalarda, nevrozlularda olduğu gibi, o derin katların görülebilir olmasına yol açabilirdi. İşte psikanaliz bu ruhun derinliklerine sondajlar, faylardaki kırılmaları açıklamalar olmalıydı. Ama bunların gerçekten açıklayıcı olması için, Oidipus kompleksleri veya hadımlaşma korkuları gibi kavramları bir yana atması gerekiyordu. Jeoloji nasıl, var olan yeryüzü şekillerini açıklamak için, dünyanın merkezindeki yoğun ve sıcak magma tabakası ve soğuyan kabuk arasındaki gerilimlere dayanan bir teori oluşturmak zorunda kaldıysa; psikanaliz de karşılaştığı bu fenomenleri açıklayabilmek için, toplum, cinsel içgüdüler ve bilinçaltı çelişkilerine dayanan bir teori oluşturmak zorunda kalmıştı. Bu anlamda Psikanalizin yaptığı, bir jeologun, yerin derinliklerine sondaj salıp dipte neler olduğuna veya büyük kırılmalarda, dağ veya faylarda (örneğin ruhsal kırılmalarda, nevrozlarda vs.) açıkça görülen şekillere ve özelliklere bakarak, yeryüzünü evrimi anlamaya çalışmasına benzetilebilirdi.

36

Örneğin kafatasının gelişiminin hangi yönlerde ve bölgelerde olduğunun haritası çıkarılarak, bu günkü gelişmiş tekniklerle beynin hangi bölgelerinde hangi işlevlerin yoğunlaştığı belirlenerek, bu ruhun oluşumu ve evrimi hakkında bazı ön görülerde bulunulabilir diye düşünüyorduk. Benzeri sadece fosillerde değil, bizzat bebeklerin beyninde de incelenebilirdi mesela. Bu da bir fikir verebilirdi.

82


Kıtaların hareketleri vs. doğrudan fizik yasaların sonucuydu. Dünyanın kabuğunun altındaki sıcak çekirdek ve sıvı magma tabakası kıta hareketlerini, yanardağ patlamalarını, zelzeleleri vs. yaratıyordu. Bütün bunlar bir bakıma insanın biyolojisi, içgüdüler gibiydi. Tıpkı memelilerin psikolojisinin biyolojik evrim yasasıyla açıklanabilmesi gibi, hayatın olmadığı katı gezegenlerdeki bütün şekiller bu fizik yasalarla açıklanabilirdi. Ama dünya gibi, canlı hayatın olduğu bir gezegende, yeryüzünün şekillerini açıklamakta, bu fizik açıklama yetersiz kalır. Orada canlılar, atmosferi değiştirir. O değişik atmosfer başka bileşikler kullanan canlıların ortaya çıkmasına yol açar. Bu da örneğin kimi canlıların daha başarılı olmak için kabuklar veya kemikler geliştirmesine, sonra bu ölen canlıların çökeltilerine yol açar. Keza değişen atmosfer karalarda bir hayata, bitkilere, bunların fosillerine, petrollere, kömürlere, gazlara, kalkerlere, mermerlere; bu çökeltilerin kıta plakalarının birleşme yerlerinde eriyip sonradan püskürmesiyle bambaşka yapıda lavlara vs. sebep olur. Pratik olarak neredeyse bu gün yeryüzündeki bütün karalar, bu canlı hayatın sonucu olarak şekillenmişlerdir. Yanardağların püskürdüğü lavlar bile, bir anlamda erimiş çökeltilerdir. Yani yeryüzünün jeolojisini, dağları, kayaları anlamak için, biyoloji ve canlıların evrim tarihini bilmek gerekir. Bu tarih bilinmeden yeryüzünün yapısı kavranamaz. Canlı hayatın olduğu gezegenlerde, biyoloji olmadan jeoloji olamaz. Öte yandan, jeolojinin verileri olmadan da, canlıların nasıl ortaya çıktığı ve evrimi anlaşılamaz. Bu gün bu süreç devam etmekle birlikte, biz jeolojiyi sabit kabul edebiliriz. Çünkü jeolojik zamanlar çok uzundurlar bizim hareketimizin zaman ölçülerine göre. Benzer şekilde de, hayat olmayan başka katı gezegenlerde, sırf fizik yasalara dayanan bir jeolojik hareketler gibi, elbette başka ve özellikle yüksek memelilerde de, biyolojik yasalara dayanan ve insanda görülene benzer kimi psikolojik özellikler bulunur. Ama nasıl üzerinde hayat olan dünyanın jeolojisini açıklamak için fizik yasalar yetmez, biyolojik evrimin yasalarını bilmek gerekirse ve bu biyolojik evrim ve fiziksel evrim birbirini karşılıklı olarak belirleyip etkiledilerse ve jeoloji tam da bu kesişme noktasını inceliyorsa; benzer şekilde, insanın psikolojisini açıklamak için, biyolojik yasalar ve evrim yetmez. Toplumsal evrim bilinmeden, psikolojik evrim, psikolojik evrim bilinmeden de toplumsal evrim anlaşılamaz. * Bu evrimin mekanizmaları hakkında da aşağı yukarı şöyle bir “Teori” geliştirmiştim. İnsanın bütün tanımlarını göz önüne getirelim: Alet yapan hayvan, konuşan hayvan, sosyal hayvan, düşünen hayvan vs.. Bütün bu tanımlar insanın sosyal yanıyla ilgilidir. Ama insanın bir de hayvan temeli vardır. Nasıl olmuştur da bu ayırıcı özelliklere sahip olmuştur. Nasıl olmuştur da bir Sürü, giderek bir Toplum, bir Gens, bir Komün haline gelebilmiştir? İnsan’ın en doğru tanımlarından biri elbette düşünen, yani akıllı hayvan olmasıdır. Ama insan akıllı veya düşünen hayvandır, önermesinin zıttı olan insan çıldıran hayvandır önermesi de en azından onun kadar doğrudur 37.

37

Hegel’in “Bütün insanlar iyi doğarlar onların bazılarını toplum kötü yapar” önermesinde ifadesini bulan gizli tarih

83


Yani insanın çıldırması ile akıllı olması arasında diyalektik bir ilişki, bir birliktelik vardır. İnsan çıldıran hayvan olmasaydı, akıllı bir hayvan da olamazdı; ya da tam da akıllı ve düşünen bir hayvan olduğu için çıldırmaktadır. Yani bilinçaltı olmadan bilinç de olamazdı, ya da tersinden, tam da bilinçli, akıllı bir yaratık olduğumuz için bilinçaltımız vardır. O bilinç ile bilinç altı arasında bu insanı çıldıran-düşünen hayvan yapan korelasyon, diyalektik birlik olduğuna göre, insanın sırrına ermek: toplumun nasıl ortaya çıktığını, sürünün nasıl toplum olduğunu anlamak, tam da bu bilinçaltını ve onun varlığını ve ortaya çıkışını anlamakla olabilir. Sürüden çıkış ve Toplum oluş ile insan oluş, yani bilinçaltı ve toplum arasında cinsel yasaklarla ilgili bir bağlantı bulunmaktadır. Bunu sadece psikanaliz değil, ilkel toplumlara ilişkin, komüne ilişkin bilgiler ve araştırmalar da göstermektedir. Morgan’ın ya da Beachefon’un ele aldığı toplumlar, akrabalık sistemlerinin toplumsal örgütlenmeye ve bu toplumsal örgütlenmenin de cinsel yasaklara bağlı olduğunu gösteriyordu. Yani cinsel yasaklar hem toplumun örgütlenmesini yaratmaktadır; hem de bilinçaltını, yani bastırmayı. Peki, neden cinsel içgüdüdür bastırılan ve toplumsal örgütlenmede temel olan? Buna da kendime göre şöyle bir açıklama getiriyordum. Elbet her canlı, yaşam kavgasında ona üstünlük sağlayacak bir takım içgüdüler, yani sonradan öğrenilmeyen yetenekler geliştirmiştir. Örneğin tehlikeleri görüp onlardan kaçma, acı duyma, ölüm tehlikesini görüp kaçma vs. gibi. Ya da aç kalınca saldırganlık gibi. Öte yandan her canlı, canlı olarak var oluşunu sürdürmek için yemek, içmek, soluk almak ve nihayet tür olarak çoğalmak zorundadır. Doğa cinsleri keşfettiğinden beri çoğalmanın, geni aktarmanın, tür olarak devamı sağlayan en temel güdüsü cinsel içgüdüdür. Cinsel içgüdü olmadan canlı çoğalamaz ve genini aktaramaz. Ne var ki, cinsel içgüdü aynı zamanda bir çelişkiyi içinde barındırır. Yaratılan yeni canlı aynı zamanda rakiptir. Hayvanlar âlemi sürekli kıtlık içinde yaşar, ne engelleyecektir yavruyu ana ya da babasının aç kaldığında yemesini. Doğa buna dişilerdeki analık içgüdüsüyle cevap vermiştir. Çocuklarını yiyenler döllerini aktaramadıkları için yok olmuş, yemeyenler, bakanlar koruyanlar yaşayabilmiştir. Ama bu örnekte, farklı içgüdüler arasındaki çelişkiler yine içgüdüler aracılığıyla çözülmektedir. Örneğin “Yüksek” memelilerde, cinsel içgüdünün yanı sıra, yeni doğmuş yavruyu, bağımsız bir hayvan oluncaya kadar kollamak, beslemek yönünde bir analık içgüdüsü de gelişmiştir ve bu yaşam savaşında onlara türün devamı bakımından bir avantaj sağlamıştır. Keza sürü halinde yaşama da öyledir. Her canlı öncelikle kendini korumak içgüdüsüne sahipken, diğer hemcinsleri onun rakibi iken, nasıl olur da sürü halinde yaşar? Doğa sürü halinde yaşamayı mümkün kılan ve sürü yaşamına zıt olan içgüdüleri dengeleyen içgüdüler ortaya çıkarmıştır. Bunlar muhtemelen ilerde insanın ortaya çıkmasını sağlayacak temelleri

ve toplum üstü insan özü anlayışının bayağılığını göstermek için yaptığı itirazda “bütün insanlar kötü doğarlar onların bazılarını toplum iyi yapar” demesi gibi, insan çıldıran hayvandır önermesi de akıllı veya düşünen hayvandır önermesi kadar doğrudur.

84


sağlamıştır. Ama bütün bu çözümler henüz içgüdüseldir, biyolojiktir, türlerin oluşum ve gelişimini belirleyen Darvin’in bulduğu yasalara tabidirler dolayısıyla da bunlar sürüdürler toplum değil. Bir sürü basit bir aritmetik toplama gibidir. Bir toplum ise, cebirsel bir toplama benzer. Hiçbir sürüde, sürünün bir ferdi, sürü için bilerek kendini feda etmez. Parça hiçbir zaman bütüne tabi değildir. Sürüde bir arada bulunmak bütün bireylerin çıkarınadır. (Parçayı bütüne tabi kılmaya en yakın içgüdü anaların yavrularını korumasında görülür. Toplumun ortaya çıkışında kadının bu içgüdüsü ilk katalizör olabilir.) Ama insan toplumunda, parçanın bütüne tabi olması temeldir. Sürüyü toplumdan ayıran, sürünün basit aritmetik toplam gibi olmasıdır. Toplum bir cebirsel toplum gibidir. Onda eksilerin eksilerle çarpımı artı sonuç verir. Sürüde ortak çıkar vardır; ama Toplumda genelin çıkarı için parçayı feda vardır. Yani ölümden kaçma, acıdan kaçma, yiyeceği önce kendi yeme ve açlığını giderme içgüdülerini baskı altına alıp, bir tür “Süper ego”, bütün uğruna, toplum uğruna ölmek veya acı duymak veya aç kalmaya katlanmaktır insan olmak. Diğer bir ifadeyle düşüncenin, toplumun içgüdülere üstünlük kurmasıdır. Bu da içgüdüsel değil, öğrenilen bir özellik olabilir. Bu yaşam savaşında bir üstünlük sağlıyorsa, bu canlı varlığını sürdürebilir. Ama bu nasıl bir mekanizmayla ortaya çıkabilir? Akıl demek içgüdüleri baskı altına almak demektir. Nasıl oldu da bir canlı, bu eşiği aşabildi? Bu nasıl bir mekanizmayla oluşabildi. Kullanılmaması ve baskı altına alınması, canlının varlığını tehlikeye atmayacak tek içgüdü cinsel içgüdüdür. Bir tehlike karşısında kaçmayan, açlığını gidermeyen, susuzluğunu gidermeyen, bu içgüdülerine uymayan canlı ölür ve genlerini sonraki kuşağa aktaramaz. Ama Cinsel içgüdüsünü bastıran canlı ölmez, sadece erteler. Yüksek memelilerde, sürünün en güçlüsü erkek tüm tohumu verir, diğerleri filen bir cinsel perhiz yaşarlar. Ama bu henüz toplum değildir. Ama bu bir ipucudur. Peki nasıl oldu da, bu içgüdüyü toplum adına bastırmak noktasına gelinebildi. Elleri kavramaya uygun ve ayağa kalkabilen maymun benzeri canlı, sürekli olarak bir taş veya bir sopa kullanmaya başladığında, kendini besleyen bir süreç yaratır. Ellerinde alet olduğu için ellerini harekette değil aleti kullanmak ve taşımakta kullanmak yani dik durmak zorundadır, dik durdukça da aleti daha iyi kullanacak, yaşamı için ona bağımlılığı artacaktır. Hele o alet taşlar birbirine sürtülerek üretildiğinde, bu artık bu aleti üretmek ve kullanmak içgüdülerle olamayacağından, onu öğrenmek ve öğretmek gerekir. Bu ise başlangıçta taklitle bile olsa daha uzun bir çocukluk ve bakım dönemini gerektirir. Ama aletin esas açtığı yol, insanın alet aracılığıyla Ateş’i kontrol altına alabilmesidir. Bu günkü insan tümüyle ateşin çocuğudur. Ama ateşin kendisini yakmak, korumak da ekstradan bir eğitim ve bilgi gerektirir. Keza ateş, dik durmanın yanı sıra, pişmiş yiyecekler vs. aracılığıyla daha küçük bir çene ve çene kaslarına olanak sağlayarak, dik durmanın yanı sıra ek bir olanak daha da sunar beynin gelişmesi için. Ama bütün bunlar çocukluğun ve gebeliğin uzamasını getirmiş olmalıdır. Bu ise, sürüdeki dişi erkek ilişkilerinde köklü dönüşümleri mümkün ve gerekli kılmış olmalıdır. Örneğin dişiler 85


daha uzun bir dönem hamile kalıp çocuk baktıkları için muhtemelen en güçlü değil, kendilerine daha çok yiyecek getirebilen erkekleri seçmeye başlamış olabilirler. Yani insan oluş, sonuçları bizzat birbirini ve kendini besleyen bir süreç olmalıdır. Bütün bu gelişmeler sonucunda bir noktada, muhtemelen öğrenilen şeylerin artması ve bunun hamilelik ve çocukluğu uzatması nedeniyle her hangi bir yasak gelmiş olmalıdır. Yasak ortaya çıktığı an, otomatik olarak, toplum da ortaya çıkar, çünkü bir yasak, bir kavrama dayanmasa, dorudan bir gözleme dayansa bile. Yani örneğin aynı anadan doğan kardeşler uzun beraber çocukluk nedeniyle birbirlerini tanısalar bile. Bunların arasında bir yasak ortaya çıktığında otomatikman o kardeşleri diğerlerinden ayırır. Bu toplumsal bir örgütlenme demektir. Öte yandan, birbirine yasaklı olanlar aynı zamanda en yakın, birbirine yükümlü olanlardır. Yani yasak ve yükümlülük, yani parçanın bütüne tabi olması birbiriyle ilişkili görülmektedir. Bu otomatikman bir akrabalık sistemi demektir. Örneğin, bir anadan doğan kardeşler birbirileriyle ilişki kuramayacaklardır, başka analardan doğanlarla kurabilirler. Kardeşler kendi soylarını koruyacaklardır. Ama bu mekanizmanın çalışabilmesi için, müthiş bir baskı gerekir cinsel içgüdüye karşı. Ama bu sadece burada da kalmaz, bir kere bastırma olanağı ortaya çıkınca, bu ölüm ve acıdan kaçma güdülerinin bile baskı altına alınmasını da hem mümkün hem de gerekli kılar. Kardeşleriyle cinsel ilişkide bulunamayacak ama onlar için aç kalacak, ölecektir. Yani cinsel baskı ile birlikte, toplum, yani parçanın bütüne tabi olması, bununla birlikte de bu bastırılan cinsel enerjiyi süblime etme, örneğin acılara, ölüme, açlığa dayanma da mümkün ve gerekli hale gelir. Ölüm ve açlığın olmadığı noktada bu süblimasyon bir sanat olarak ortaya çıkar. Cinsel içgüdü, dünyanın orta sıcak çekirdeği gibidir. Onun bastırılması muazzam bir enerji birikimine yol açar. Bastırma yıldızların ortaya çıkışındaki termonükleer reaksiyonların başlaması gibidir. Bu süreç, tıpkı bir yıldızın kendi ağırlığı altında merkezinin çok ısınması ve bunun termonükleer reaksiyonlara yol açması gibidir. Bastırılması, bir tür ısınma ve nükleer reaksiyonlar yaratır. Hem toplumsal olanı (Parçanın bütüne tabi olması, açlık ölüm içgüdülerini bastırmak); hem toplumsal örgütlenmeyi (Akrabalık sistemleri), hem dini (Totem), hem ruhu (bilinçaltını), hem bilinci (aklı), hem sanatı (süblimasyon-yüceltim) mümkün ve gerekli kılar. Ama toplum gibi doğa da hiçbir şeyi karşılıksız vermez, bütün bunların bir de karşılığı vardır. Bu insanın çıldıran hayvan olmasıdır. İşte bu bastırmanın ortaya çıkardığı bilinçaltıdır, nevrozları; rüyaları, güdük fiilleri mümkün kılan, insanı “Ruhu” olan bir varlık yapan, onu çıldıran hayvan yapan. İnsanın ruhu olduğu için aklı vardır. Ruh olmadan akıl da olamazdı. Metafiziğin birbirine karşı olarak koyduğu akıl ve ruh; akıl ve eğilimler, aslında diyalektik olarak birbirinden ayrılmaz bir bütün oluştururlar. Bu anlamda insanı ruhun yarattığı bile söylenebilir 38.

38

Felsefede Ruh aklın karşılığı olarak kullanılır. Örneğin Hegel’in Ruhu gibi. Ya da Felsefedeki Ruh mu önce gelir Madde mi tartışmasında olduğu gibi. Bu akıl karşılığı Ruh ile, Psikolojinin konusu olan, Eğilimler, bilinçaltı, nefis anlamındaki ruh farklıdırlar. Almanca’da Akıl anlamında Ruh için Geist; Eğilimler, Nefis anlamında ruh için Seele

86


İşte aşağı yukarı böyle düşünüyordum ve psikoloji konusu ve insanın insan oluşuyla ilgili; psikolojinin konusunun ortaya çıkışını ve evrimini açıklayan böyle bir teori geliştirmiş bulunuyordum. Kendime göre bir aydınlığa kavuştuğumu düşünüyordum. 12 Mart döneminde Kıvılcımlı’nın eski kitaplarını kütüphanelerde okurken, onun kitaplarından birinde, “Diyalektik Psikoloji, Psikanalizin Tenkidi Geliştirimi” adlı bir kitabının yayınlanacak kitaplar listesinde adını görmüştüm. Kendisini aynı zamanda “ruh doktoru” da olduğunu da biliyordum 39. Kitabının adının verdiği izlenime göre demek ki o da psikanalizi reddetmiyor, ama eleştirel bir şekilde geliştirmek gerektiğini söylüyor diye düşünüyordum. Demek ki pek yanlış yolda değilim diye düşünüyor ve Kıvılcımlı’nın kitabının içeriğini çok merak ediyordum (Hala da ediyorum) 40. Bu kitap hiçbir zaman yayınlanmadı ve bunu bilmedim. Ama 1974 yılında tam hapse girdiğim sıralarda, TSİP’i kuracak olanlar ellerinde kalan malzemelerden birini, Kıvılcımlı’nın Tarih Öncesi, Tarih, Devrim, Sosyalizm adlı eserinin, Kıvılcımlı’nın yayınlayamadığı “Tarih Öncesi” bölümünü, başka bir iki yazıyla birlikte “Tarih Tezi” adıyla yayınladılar 41. Bu kitapta çok daha net olarak Kıvılcımlı’nın psikolojiye ilişkin değinmeleri bulunuyordu. Kıvılcımlı da, cinsel yasakların önemini vurguluyordu. Totem ve tabu konusuyla ilgileniyor ve insanın insan oluş sürecinde totemin önemini açıklıyordu. Ve işte her şey yerli yerine de oturuyordu. Totem bir tür “Süper Ego”, Toplum ve Toplumsal örgütlenmeydi. Çünkü kandaşlar o totemden geldiklerinden bu aynı zamanda akrabalık sistemi, din ve toplumsal örgütlenmenin kendisi anlamına geliyordu. Kıvılcımlı ayrıca insanın bilinçli olduğu kadar aynı zamanda bilinçsiz varlık oluşuna bu diyalektiğe de dikkati çekiyordu. Bu harika bir buluşmaydı. Böyle Kıvılcımlıdaki gibi mükemmel biçimde değil ama çocuksu ve ilkel de olsa, aşağı yukarı benzer sonuçlara ulaşmış onları sezmiştim. Kıvılcımlı’nın şu satırlarında adeta kendimi buluyordum: “diyebiliriz ki, ilk toplumcul düzen: İnsanı insan, topluluğunu toplum (cemiyet) yapan güç Cinsel yasak'la başladı. Âlet nasıl hiç bir hayvanda görülmeyen sonsuz gelişimli uzuv olduysa insanı bir anda bütün öteki uzuvlu hayvanların üstüne çıkardıysa, tıpkı öyle, cinsel yasakta insanı hiçbir hayvanda görülmeyen sonsuz gelişimli ruha kavuşturdu. Sürüyü toplum yapan madde âletse, ruh da cinsel yasaktır. Cinsel yasağın toplum içindeki etkisi, Totem teşkilâtı; kişi içindeki etkisi, bütün toplumcul heyecanların gergin yayı olarak pusuda yatan ŞUUR-

kavramı vardır. Türkçede Ruh daha ziyade Seele karşılığı olarak kullanılmaktadır. Geist karşılığı olarak ise Akıl kullanımı yaygındır. 39

Sanırım bu Türbe’nin oralardaki Fahrettin Kerim Gökay kütüphanesinde bir kitaptaydı ve kitap galiba el yazısıyla Kıvılcımlı tarafından F. K. Gökay’a ithaf edilmişti. F. K. G’nin daha sonra Kıvılcımlı’nın bir çalışmasını alıp kendi adıyla yayınladığını Kıvılcımlı anılarında bir yerde anlatır. 40

2000 yıllarını başında Kıvılcımlı’nın Komün Gücü adlı bir kitabı yayınlandı. Kitabın orijinal metinlere dayanıp dayanmadığı belli değil. Kitabı yayınlayan ısrarla orijinalleri sunmaktan kaçınıyor. Ama kitabın Kıvılcımlı’nın bir kitap hazırlığı olduğu düşünülebilir. O daha ziyade serbest notlar tarzında bir kitap. Orada Kıvılcımlı tam da bu topumun ve İnsanın ortaya çıkışıyla ilgileniyor ve bu bağlamda birkaç kez Freud’u ele alıp eleştiriyor. 41

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi, 1974, Tarih ve Devrim Yayınları:1

87


ALTŞUUR tezadıdır. İnsanda kişiyi haberi olmaksızın iteleyen o yaman dinamitli ve inanılmaz patlangıçlı Alt şuur (inconsieent), her hayvanda kişi ölçüsünde israf edilen nev'i yaran (döl yetiştirme) içgüdüsünü toplum yararına yöneltti. Cinsel yasak yüzünden, Totem teşkilâtı su sızdırmaz çelik bir kap, alt şuur o kabın içine hapsedilmiş barut oldu. Böylece hem hayvan cinsel içgüdüsünden, toplumcul TEŞKİLÂT ve ÜLKÜ sentezleri doğdu. İlk insanda, bugün toplumcul psikoz sanılacak kesinlikte aşırıca etkili bulunan TOTEM İNANÇLARI ancak cinsel yasakla izah edilebilir.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Tarih Tezi) Benzer birçok satır bulunuyordu Kıvılcımlı’da 42. Sonraki yıllarda Kıvılcımlı’nın bu harika satırlarının hiç dikkati çekmemesi ve tartışılmaması beni çok düşündürdü. Bunun elbette 42

“Aşağı Vahşet konağında ilksel lobut ve kaba çakmak taşından âletler insanın bedenini (iki ayak üstüne dikleşip, iki el sahibi: Aygıt kullanıcı organ sahibi olmak üzere) maymundan ayırırken, ilk cinsel yasakların yarattığı Tös (TOTEM) ayırdı insan beyninde "RUH" denen ENKONSİYAN'ı (insanın içinde ikinci kişiliği), ve insanla insan arasında LİSAN dediğimiz "soyut dilleşme = Langage abstrait"yi geliştirir. Klâsik bilim Totemin hangi toplum konağında çıktığını belirtmez. Yerinde göreceğiz. Toplum varlığının gelişiminde Totem, insanın hayvanlar âleminden ayrılışında, insan oluşunda en az aygıt kullanış kadar önemli rol oynar. Bugün maymunlardan ve başka hayvanlardan gelişi güzel sopa, taş vs. cansız nesne kullananlar görülüyor, Totem görülmüyor. Totem cinsel yasağa dayanan ilk sosyal düzen kuralıdır. Totemin temsil ettiği yasaklar, toplum içinde bölünmeleri ve örgütlenmeyi yarattığı gibi, kişi içinde de birbirinden habersizmişce iki ayrı dünya kurar; Cinsel arzuların içe püskürtümü ile doğan bilinmez enkonsiyon dünyamızla, yüzeyde görünen bilinir ve bildirir şuur (konsiyan) dünyamız... Hiç bir hayvanda bulunmayan bu ikilik tezaddı: İnsan kadar aydın şuurlu bir varlıkta şuursuzluğun (enkonsiyanın) örgütleşmesi, insan davranışlarında şuur dışı, elde olmayan güçlerin rol oynadığını insana sezdirmekte gecikmedi. İlk insanda bedenden ayrı bir ruh düşüncesi bu mekanizmanın yaratığıdır. Klâsik bilimin "ikilik" gibi gördüğü ve bu vüzden binyıllardır içinden çıkamadığı, "muamma" saydığı problem, insan varlığının iç dinamizmindeki o tezatlı birliğin metafiziğe sığmayışından ileri gelir. Onun için bedenle ruh tezaddını ölüm veya rüya ile izaha kalkmak, netice ile sebebin karşılıklı bağıntılarını unutmak olur. Düpedüz ölüm olayı, hiçbir hayvanda bedenden "ayrı" bir ruh sezişi yaratamaz: Tersine insan, hayvanlar âleminden uzaklaştıkça, ölüm olayına daha büyük önem verir. Ölüm, bedenden ayrı ruh sezisi vermemiş; tersine,daha önce insanın: kendi içinde ve toplum içinde bilinirle bilinmezin, konsiyanla enkonsiyanın örgütlendiğinin görmesi, ölümün de başka bir yaşantıya diriliş olabileceği kavramını ortaya çıkarmıştır. Rüya ise, psikanalizin belirttiği gibi, enkonsiyanın sembolü ve işidir. İnsanda ölüm gibi rüyanın da sosyal ölçülerde önem kazanması, ancak enkonsiyanın örgütlenmesiyle şuura çıkabilir. Ancak insanda enkonsiyanı, Freud'un yaptığı gibi, mutlak ve bağımsız bir zat, bir tek başına "Entite" saymak yanlıştır. Enkonsiyan bir tabii cevher değil, tarihi olay'dır. Doğrudan doğruya tabiattan değil, toplumdan gelir. Toplumda ilk cinsel yasaklarla birlikte, kişinin kafası, şuurun eremiyeceği bir enkonsiyan dünyasının etkileri altına girer. İnsanın içinde şuura zıt ama onsuz olunmaz bir enkonsiyanın, insanlar arasında kişiye zıt ama onsuz olunmaz bir toplumun doğmaları, birer sözcükle: İnsan RUH'unun ve insan TOPLUM'unun örgütleri TOTEM'in ürünleridir. İnsanın düşünen varlık oluşu da böyle başlar. Düşünce: Yanlışa karşı savaş demektir. İnsanın bütün hayvanlardan farklı olan bu savaşı, düşüncenin zekâ (intellekt) ve akıl (raison) ile işlemesinden ileri gelir. Zekâ, Tezatları kuran, akıl o tezatlardan ister istemez çıkacak sentezi, gerçek sonucu bulan bir çabadır. İnsanın kendi içinde Şuur-Enkonsiyan örgütlenmemiş olsa, tezatları kurma görevi, yâni zekâ bulunmaz ve bu görevin gerçek sonucunu çıkaran akılın sentezleri imkânsız kalır. Onun için ilk insanın o sapsağlam zekâsı, dürüst aklı, binlerce yıl boyu totemden kopuşamaz. İnsanın konuşan varlık oluşu daha başka türlü mekanizmaya dayanmaz. Freud, "Soyut dil" sayesinde insanın "iç proseterini verbal tasavvurların kalıntılarına bağlamaya müsteit" (F. TT) bulunduğunu yazar. İçimizde geçenleri "sözcük" biçimine sokup kendimizden dışarıya, bağımsız varlıklar gibi fışkırtmamız, ilksel yasakların (cinsel elemanla enerji kazanıp elektrikleşmiş sosyal yasaklar bütününün; yoksa, Freudizmin metafızikçe soyutlaştırdığı mutlak cinsel yasakların değil) içimizde yarattığı (Konsiyan - Enkonsiyan) tezatlı oluşların kişileşerek dış dünyaya çıkmalarıdır. Demek konuşma (Dil=Lisan) zekâmızın kurduğu Bilinir-Bilinmez (Konsiyan Enkonsiyan) zıtlarını, aklımızın ulaştırdığı düşünce sentez sonuçlarına verilmiş sezilir totem biçimleridir.

88


metafizik sosyolojilerle, burjuvaziyle, sınıfsal çıkarlarla ilişkisi olduğunu düşünüyor ve seziyordum. Bu elbette, bilimlerin tarihi, düşüncenin tarihi bağlamındaki çalışmalarımın da konusuydu. Ama bu somut tarihle ilgiliydi. Yani gerilemelerle, çarpılmalarla gerçek tarih, kavramların hareketi olarak soyut tarih değil. Psikoloji ve psikanalizin tarihine de bu bağlamda bir ölçüde yönelmiştim. Eric Fromm’da bu konuda ipucu olacak, ilham verici satırlar bulunuyordu özellikle Psikanalizin ABD’deki durumuyla ilgili olarak. Ama bizzat kendisi de aynı mutlak insan özü yanlışını yapıyor görünüyordu. Psikanaliz ve Marksizm’i birleştirmeye yönelik bütün girişimler, eninde sonunda bu temel yanlışı yapıyor görünüyorlardı. Bunun karşı ucunda da Psikanalizi tümden bir reddediş bulunuyordu. Psikolojik süreçler tümüyle fizyolojik süreçlere indirgeniyordu. Bu süreci de incelemeliydi. * Bir bilim olarak Psikolojinin evrimi bağlamında, Psikoloji’nin ortaya çıkışı da kafamı epey meşgul ediyordu. Psikolojinin ortaya çıkışı biraz bulutsuz gökte çakan bir şimşek gibiydi. Bütün bilimler bağımsız bir bilim olmadan önce, felsefe biçiminde bir şekilde var oluyorlar, çocukluklarını yaşıyorlardı. Tarih ve toplum felsefeleri bir bakıma sosyolojinin atalarıydı. Ama psikolojide böyle bir durum görülmüyordu. Psikolojinin atası olacak bir ruh felsefesi yoktu. Felsefede Ruh, eğilimler değil, akıl anlamına sahipti. Okuduğum geçmişe ait orijinal metinlerde de, yani edebi eserlerde de bugün bizim psikoloji dediğimiz anlamda pek bir şeyler bulunmuyordu. Modern roman bir bakıma, bireyin psikolojisini anlatıyordu. Ama eski destanlarda, lirik şiirlerde insanların bu günkü gibi bir psikolojileri yoktu. Onlarda gerçekten bu olmadığı için mi yoktu, yoksa vardı da bunu görecek bakış tarzı mı yoktu? Niye böyleydi? Bunun cevabını daha sonra Roman kuramı ve sanat, estetik üzerine vs. okunanlarımda bulduğumu düşünüyordum. Bu son duruşmada Marks’ın Kapital’deki çözümlemesi ile ilgiliydi, özgür, her türlü “Feodal” bağdan özgür, işgücünün varlığındaydı, birey’in ortaya çıkışındaydı bu sır. Roman denen tür, Birey ile birlikte ortaya çıkmıştı. Ama birey de, “Feodal bağların” çözülmesiyle. Roman sanatı bir bakıma Psikolojinin atası gibi görünüyordu. Paralellikleri en kör göze bile batacak kadardı. Bu da ortak kökenleriyle ilgiliydi zaten. Nasıl kapitalizm öncesinde birey olmadığı için Roman yoktuysa, aynı şekilde Psikoloji de yoktu. İnsan ancak, tüm toplumsal bağlarından koptuğu için, bir birey olarak var olabildiği için psikoloji ortaya çıkıyordu. Bu anlamda en sağlıklı görünen modern birey bile ruhsal bakımdan patalojik bir vakaydı muhtemelen. Ama kapitalizmle birlikte bütün insanlar patalojik bir vaka olduğundan, kapitalizm öncesinin insanlarını kendimiz gibi sanıyorduk muhtemelen.

Söz, Duygu, düşünce, dileklerimizin bir çeşit totemleşmesidir. Sosyal yasaklar kişi içinde (Konsiyan-Enkonsiyan) zıtlıklarını, toplum içinde Kan=Gens zıtlıklarını yarattığı gibi, o tezatlı RUH ve TOPLUM örgütleri içindeki insanla insan arasında da kişi ruhunun totemleşmesi, biçimleşip, kişileşmesi demek olan DİLİ (lisanı) yaratmış olur. O zaman, sürüden ayrı örgütlü-toplum, bütün öteki hayvanlardan bambaşka davranışlı - insan ortaya çıkar.”

89


Kapitalizm öncesinde, roman yoktu, çünkü romanın konusu yoktu, birey yoktu, dolayısıyla onun dramı yoktu. Psikoloji de muhtemelen tam bu nedenle yoktu. Bu nokta derinliğine incelenmeliydi. Bu gün de epik sanat, lirik sanat yoktur, çünkü kapitalizm öncesinin insanı yoktur. Buradan giderek Tarihi Roman olamayacağı, çünkü tarihte romanın konusu olacak insanlar olmadığı, tarihi romanın aslında bu günün insanlarını tarihe taşımak, bir tür onları başka bir dekor içinde yaşatmak olduğu sonucuna ulaşıyordum. Bütün bu akıl yürütmelerden şöyle bir sonuç da çıkıyordu. Bu günün insanı muhtemelen eski çağların insanından çok daha fazla psikolojik olarak hastaydı. Yani insanın insan oluş sürecinin, yani bilincin ve bilinçaltının oluşum sürecinin çocuklukta embriyonal boyutlarda tekrarlanması için, kapitalizm hiç de elverişli bir rahim oluşturmuyordu muhtemelen. Bu nedenle ruhlar kapitalizm öncesi olduğundan daha çarpık oluyordu büyük olasılıkla. Psikanalizin orta çıkışının bir nedeni bireyin varlığı ise, bir diğer nedeni de, modern toplumun insanı olan bireyin ruhunun çocukluktaki şekillenmesinin sağlıklı bir ruhsal oluşuma olanak vermeyen bir ortamda gerçekleşmesi olmalıydı. Soruna böyle bakınca, toplumun birey atomlarından meydana geldiği şeklindeki anlayışın da, ancak kapitalizmde var olabilecek bir anlayış olduğu; bunun aslında kapitalist toplumun örgütlenmesinin, kapitalist toplumdaki bireyin zihinde bir yansıması olduğu görülüyordu. Dolayısıyla, hep bu anlayışa dayanan psikanaliz aynı zamanda doğrudan savunmasa bile, hep bireye yönelerek, onu anlamaya çalışarak, ondan hareketle toplumu anlamaya çalışarak, tıpkı romanın kapitalist toplumun sanatı olması gibi; en antikapitalist gibi görünen şekillerinde bile varlığıyla, bireyi ele alarak kapitalizmin ideolojisini yeniden üretmesi gibi 43, ideolojik bir işlevi bulunuyor ve bireyin olmadığı bir tarih ve toplumu kavrayış dışında tutuyordu. Bu konular üzerine yoğunlaşmayı düşünüyordum ilerde. Ama hiçbir zaman buna fırsat olmadı. Ne var ki özellikle romanları okurken hep kafamın bir kenarında bu sorular olarak okudum. Bu birikimler ilerde, dinin tümüyle üstyapı olduğu; dinin dışında hiçbir “üstyapı kurumu” bulunmadığını görmeyi kolaylaştırdı muhtemelen. * Daha sonra Troçki ile karşılaşıp onu öğrenmeye çalıştığım dönemlerde Psikoloji ve psikanaliz ile ilgili değinmelere Troçki’de rastladım. Troçki’nin Freud ve Pawlow’un yöntemleriyle ilgili olarak yaptığı kuyunun ağzından bakma ve onun dibinde araştırma benzetmeleri tıpkı benim jeologların sondaj benzetmesine benziyordu ve o da üstte toplumun altında organik ve fizyolojik süreçlerin bulunduğu bir geçiş alanı olarak görüyordu psikolojinin konusunu. Şöyle yazıyordu: “İdealistler Ruhu bir dipsiz kuyuya benzetirler. Hem Freud hem de Pawlow kuyunun dibinde fizyolojinin olduğuna inanırlar. Pawlow dalgıç misali daha derinlere dalar ve kuyuyu dipten yukarı doğru titizce tarar ve araştırır. Freud ise yukarda kenarda durur ve suları delercesine bir bakışla dipteki olayları ve objeleri araştırmaya çalışır. 44” 43

Yani “Medyum Mesajdır”. Yani Roman’ın savunduğu ideoloji ne olursa olsun, o var oluşuyla kapitalist toplumun ideolojisini yeniden üretir. 44

Keza şu satırlar da bu bağlamda ele alınabilir:

90


Troçki’nin Kıvılcımlı gibi psikanalize olumlu yaklaşması ve onu biyoloji ve sosyoloji arasında bir geçiş bilimi olarak görmesi hiç de rastlantı olamazdı: bu onların birbirilerinden bağımsızca benzer yaklaşım ve sonuçlara sahip olduğu şeklindeki düşüncemin yeni bir desteğini oluşturuyordu. Stalinizmin Psikanalizi reddederken Troçki, Kıvılcımlı gibilerin onu eleştirel olarak sahiplenmesi ve geliştirmeye çalışması veya geliştirilmesi gereğinden söz etmesi bir rastlantı olamazdı. Daha sonra “Batı Marksizmi” ile özellikle “Frankfurt Okulu” veya “Eleştirel Teori” ile tanıştıktan Onların Freud ve Marks’ı bir teorik senteze kavuşturma çabalarının varlığını ve Reich ve Fromm gibilerinin bile bu gelenekle bağları olduğunu öğrendikten sonra, Kıvılcımlı, Troçki ve Eleştirel teori arasındaki bu ortaklığın hiç de rastlantısal olmayacağı sonucuna ulaştım. Ne var ki, kimi sonuçları okudukça Troçki ve Kıvılcımlı’daki doygunluğu bulamadım. Onlarda eksik ve yanlış olan bir yan vardı. İster istemez, modern toplumun bireyini evrensel bir insan gibi anlama hatasına düştüklerini düşünüyordum. * Ulusların ruhsal durumları üzerine, özellikle Avrupa’da yaşayıp farklı ulusların ortak ve farklı özelliklerini gözledikten sonra daha fazla düşünmeye başladım. Burada kastedilen gelenekler, tarihsel gelişimin yarattığı farklar, mantalite farkları değildir. Örneğin İngilizlerin ve Fransızların Irkçılığı ile Almanların ırkçılığı oldukça farklıdır. Onlar büyük sömürge imparatorlukları olduğu için çok rafine bir ırkçılıktır, ama Alman büyük sömürge imparatorluklarına sahip olmadığından ve hep bunun için savaşlara girdiğinden çok kaba ırkçıdır. Kastedilen böyle farklar değildir burada. Ama bu farkları yaratan süreçler, aynı zamanda başka mekanizmalar aracılığıyla muhtemelen koca bir ulusu psikolojik olarak da hastalıklı bir hale getiriyordu, kapitalizmin zaten yarattığına ek olarak. Özellikle Almanya’da kapitalizme geç girme, bu nedenle sermayenin ihtiyaçlarına uygun insan yetiştirmek için yeni kuşaklara korkunç bir yüklenme, bunun çocukların ruhunda yaptığı tahribat, sonra bu ruhsal bakımdan sakat bırakılmış kuşakların aynı sakatlığı kendi çocuklarına devretmeleri tarzında bir fenomenin varlığını sezdiriyordu.

“Antropoloji, biyoloji, fizyoloji ve psikoloji, tüm kapsamıyla vücut ve ruhu geliştirmek ve mükemmelleştirmek görevini insanoğlunun önüne koymak için dağlarca materyal biriktirdi. Psikanaliz, Sigmund Freud’un ilham veren eliyle, şiirsel olarak “ruh” diye adlandırılan kuyunun kapağını kaldırdı. Ve ortaya ne çıktı? Bizim bilinçli düşüncemiz, karanlık psişik güçlerin işinin yalnızca küçük bir parçasıymış. Bilgin dalgıçlar okyanusun derinliklerine indiler ve orada esrarengiz balıkların fotoğraflarını çektiler. Kendi psişik kaynaklarının derinliklerine inerek, insan düşüncesi ruhun esrarengiz itici güçlerini aydınlatmalı ve onları akıl ve iradeye tâbi kılmalıdır. Bir zamanlar kendi toplumunun anarşik güçleri için yaptığı gibi, insan bir kimyagerin havan ve imbiğinde kendi üzerinde çalışmaya koyulacaktır. İlk defa insanoğlu kendisine bir hammadde veya en iyisi yarı bitmiş bir fiziksel ve psişik ürün olarak bakacaktır. Sosyalizm, zorunluluk aleminden özgürlük alemine bu anlamda da bir sıçrama anlamına gelecek, tüm çelişkileri ve uyumsuzluğuyla birlikte bugünün insanı yeni ve daha mutlu bir ırkın yolunu açacaktır.”

91


Bir ulusal devlette yaşayanlar, aynı tarzda eğitim görüyorlardı. Bu eğitim, çocuğun ruhsal şekillenme döneminde, çocuğun ruhunda büyük tahribatlar yapıyordu. Böylece koca bir ulus, hastalıklı ruhlardan insanlardan oluşuyor ve bunlar da çocuklarını kendileri gibi hastalıklı eğitiyorlardı büyük ölçüde. Benzeri Türk ulusunda da görülüyordu. Türkler, hafıza kaybına uğramış bir ulus görünümü arz ediyorlardı. Kültürel ve Genetik olarak büyük ölçüde Ermeni, Rum, Kürt, Kafkaslı ve Balkanlı olmalarına rağmen, kendilerini tanımlamaları bütün bu gerçeği unutma ve reddetmeye dayanıyordu. Bu da koca bir ulusun tıpkı bir insanda olduğu gibi, ruhsal bakımdan sakat olmasına yol açabiliyor; bu sakatlık da büyük ölçüde en kanlı gericiliğe uygun bir bitek toprak oluşturuyordu. Bu “Uluslar psikolojisi” denilebilecek alan gerçekten incelemeye değer bir alan oluşturuyordu. Bunu mümkün kılan Ulusal devletlerin standartlaşmış eğitimi ve insan tipleri yaratmasıydı. Bu kapitalizmin sakatlamasına ek bir sakatlamaydı. Diyelim ki, demokratik bir ulusçuluğa dayanan ülkelerin insanlarında böyle ek bir sakatlama bulunmayabilirdi. Bu aynı zamanda, kapitalizmin de insanı oluşum sürecinde psikolojik olarak sakatladığı gerçeğiyle birlikte, akıl almaz gibi görünen birçok fenomeni açıklıyor olabilirdi. Eğer bu toplum hala tümüyle hastalardan oluşmuyorsa, bunu büyük ölçüde hala kapitalizm öncesinin kalıntısı olan, ailelerdeki geleneklere, yeterince kapitalizme geçememiş köy topluluklarına, eskinin kalıntısı başka geleneklere borçluydu. Bütün bunlarda sorun, şöyle anlaşılabilirdi. Örneğin ana karnındaki embiryon yeterli gıda alamaması gibi durumlarda nasıl hastalıklı ve güçsüz hatta sakat bir organizmaya sahip olursa; benzer şekilde toplumun rahmindeki çocuk da yeterince sevgi, ilgi görmemişse onun ruhu de hastalıklı, güçsüz hatta sakat olur. İşte kapitalizmin ruhun böyle sağlıklı bir gelişiminin koşullarını ortadan kaldırdığı noktasındaydı sorun. Buna ayrıca kapitalizme geç girişlerde; gerici ulusçuluğun ekstradan bu sakatlıkları etkilemesi söz konusuydu. Sonra da bu ruhsal olarak sakatlanmış nesillerin kendi çocuklarına da bu sakatlığı aktarmaları söz konusu oluyordu. Psikoloji ve Marksizm’in bu anlamda bir sentezinden söz edilebilirdi. Yani sadece insanın değil, modern insanın ruhunu anlayacak anahtarı bize yine Marksizm verebilirdi. Çünkü modern insanın çarpık ruhunu yaratan bireyi ve ulusları açıklayacak kavramları Marksizm verebilirdi. Böylece psikoloji de, her zaman kendisini baştan çıkarmış, psikolojik süreçlerle toplumu açıklama tuzağından kurtulup, toplum aracılığıyla psikolojiyi anlama olanağına kavuşabilirdi. * Elbette bütün burada anlatılan Psikoloji hakkındaki görüşler her zaman spekülatif ve daha ziyade araştırmalara yol gösterecek teorik önermeler olarak kaldı ve hiçbir zaman çalışmalarımda pratik bir sonuçları olmadı.

92


Ekoloji Canlı ve cansız doğanın hareket yasalarını kavramak için doğa bilimlerindeki okumaların bir yan ürünü, enerji ve ekoloji sorunlarına yoğunlaşmam oldu. Yetmişli yılların ortalarında bu konularda henüz ne bir sosyal hareket vardı, ne de gelişmiş bir literatür. Hele Türkiye’de faşistlere karşı mücadelenin insanların gündemindeki esas sorun olduğu bir dönemde bunlara karşı en küçük bir ilgi bile bulunmadığından, bu konudaki düşüncelerim tamamen kişisel bir çerçevede oluşuyordu. Ekoloji sorunlarına ilk ilgim çocukluğumun geçtiği Soma’da başlamıştı. Soma’da Linyitlerin enerjisini arttırmak ve klasifize etmek için, bizzat kendimin de çalıştığı "Lavvar"da (Linyiti yıkayarak kalonisini yükseltme ve ayrıştırma tesisleri), Bakırçayı’nın suyunun kullanılması nedeniyle, bu çayın nasıl siyah aktığını görmüş ve bunun aslında doğayı tahrip etmek anlamına geldiğini çocuk yaşımda sezmiştim. Yine aynı yıllarda, yanında çıraklık yaptığım fotoğrafçıda, tütün ekimi için belge çıkartmak için gelen köylülerin “bu ilaçlar çıktı çıkalı hastalıklar da arttı” gözlemlerini duymuştum. O yıllarda, mavi küf diye bir hastalık tütünleri mahvediyordu. Buna karşı da çok şiddetli zehir olan folidol diye bir ilaç kullanılıyordu ve her yıl ya nasıl kullanılacağını bilmediği için ya da yanlışlıkla başka yerde kullandığı için ölümler olurdu. Birbirine kavuşamayan aşıklar folidol içerek intihar ederler pazar yerlerinde Homeros’un soyundan kör destancılar onların hikayelerini anlatırlardı. Köylülerin bu değerlendirmelerine, kasabanın okumuş yazmış takımının değer vermediğini, onların gerici olduklarını söylediklerini, yenilikleri kabul etmek istemediklerini duyardım. Ama beni bunca köylünün aynı sonucu çıkarmış olması düşündürüyordu. Böylece, pek bilmeden, ilerlemecilik ile Ekoloji sorunlarıyla çok eski bir dönemde, ta çocukluğumda karşılaşmış oluyordum. Daha sonraki hapisliğimde Niğde çimento fabrikasının yanı başında Niğde cezaevinde yattığımdan ve rüzgar bize doğru estiğinde koğuşun 15x15 metre boyutlarındaki bahçesinde her gün bacadan üzerimize yağmış bir teneke çimento tozu süpürdüğümüzden, çevre kirlenmesinin bir kurbanıydık ve hata devletin bizleri oraya koyarak çimento tozları aracılığıyla sağlığımızı tahrip ederek bizlere bir tür suikast yaptığını bile düşünüyorduk. Biraz da bu çevre felaketinin bir kurbanı olma nedeniyle, Ekoloji her zaman ciddi biçimde ilgimi çekiyordu. Ama sorunla daha bilimsel düzeyde ilgilenmem, doğa bilimlerindeki, varlığın hareket yasalarını bilme bağlamında doğa bilimlerinde okumalarla da ilgiliydi. Bu da şöyle iki ayrı koldan ortaya çıkıyordu. Birincisi Modern Biyolojideki anlayışa göre, hayat birlikleri (ki şimdi “ekosistemler” deniyor) tıpkı yaşayan bir canlı gibi, canlı bir organizma gibi; tümüyle dünya bile yaşayan bir organizma gibi kabul edilebileceğine göre, üretim ve yeniden üretim bu makro ve mikro

93


ekosistemleri yıkmamalı onların tabi olduğu yasalara tabi olmalıydı. Aksi takdirde insan türünün varlığı tehlikeye girerdi. Doğayı itaat altına almak ancak ona itaat etmekle mümkün olabilirdi. Hâlbuki modern kapitalist toplumda, rasyonalitenin ölçüsü kârdı. Tek tek her işletme kendi kâr amacı açısından rasyonel olsa bile, bu tümlük söz konusu olduğunda irrasyonel oluyor ve var oluşu tehdit ediyordu. Kâra dayanan bir ekonomi ile insan ihtiyaçları ve doğa arasında optimum bir denge arayan bir ekonomi bir arada bulunamazdı. O halde, sosyalizm için, kapitalizme karşı, onun insanın var oluş koşullarını ortadan kaldırması nedeniyle de insanlar mücadeleye çağırılabilirdi. İşin doğrusu bunun niye yapılmadığını, bu sorunun niye ilgi çekmediğini hiç anlayamıyordum. Bir diğer sorun da şuydu. Kapitalizm bir geniş yeniden üretim yordamı olduğuna göre, sürekli büyümek zorundaydı. “Durmayalım düşeriz” onun yasasıydı. Ama bu büyüme bir gün dünyanın fiziksel sınırlarına toslamayacak mıydı? O halde, üretimin doğanın sunduğu olanaklar ve insanların ihtiyaçları arasında bir dengeyi güderek yapılması gerekiyordu. Gelecek kuşakların var oluş koşullarını yok eden bir büyüme kabul edilebilir değildi. Kapitalizmde ise bu mümkün olamazdı. Demek ki, sadece “kalkınma” için değil, gereğinde “kalkınmama” için de sosyalizm gerekiyordu. Sermaye var ise büyümemek mümkün değildir, insanlar ancak kullanım değerleri üretimine dayanan bir ekonomide buna kendileri karar verebilirler. O halde, bu sorundan dolayı da insanlar sosyalizm için mücadeleye çağrılabilirlerdi. Bu sorunlar belki Türkiye gibi geri ve gericiliğin egemen olduğu ülkelerde bir yankı bulamasa bile, gelişmiş ülkelerde bir yankı bulabilirdi. Daha henüz ortada Ekoloji hareketi yokken, bir bakıma böyle bir harekete ihtiyaç olduğunu ve bunun muazzam bir antikapitalist potansiyel taşıdığını düşünüyordum. Elbet o zamanlar birkaç on yıl içinde dünyaya sosyalizm geleceğini düşündüğümden, bunun bir yan ürün olarak planlı bir ekonomiyle hallolacağını varsayıyordum. Ama kâr yasası ve sürekli büyüme, üretimin ve tüketimin planlı bir düzenlenişine olanak sağlamadığı, bu dünyayı tahrip ettiği için de insanlar sosyalizme çağrılabilirdi. Sosyalistler ise bunu hiç ciddiye almıyorlardı. O sıralar, Ankara’da kışları hava kirlenmesi çok korkunç boyutlara varmıştı. Bu can alıcı soruna dayanarak, buna karşı bir hareket örgütlenebileceği türünden öneriler yapıyordum dışarıdaki arkadaşlara. Ama tabii kimse böyle şeylere ilgi duymadığı gibi, biraz da alayla karşılanıyordu. Ayrıca tarih çalışmaları içinde de Ekolojik sorunlarla karşı karşıya gelmeye başlamıştım 45. Yucatan yarımadasındaki Maya kalıntıları, bütün diğer tarihi kalıntılardan farklı olarak, sanki terk edilmiş madenci kasabaları gibiydiler. Yani istilacılar yıkmamıştı ya da bunlar sonra gelen uygarlıkların eserlerinin altında kalmamışlar ve toprağa gömülmemişlerdi. Onları yıkan

45

Keza, Kıvılcımlı’da da medeniyetlerde toprağın verimliliğinin azalması konusuna ilişkin değinmeler bulunuyordu. Keza Girit adasında keçilerin yaptığı tahribat ve sonuçları gibi ta eski Yunanlılara kadar gider bu gözlemler.

94


ve yok eden, Aztek ve İnka uygarlıklarında olduğu gibi, İspanyollar değildi. Çok önceden, birden bire terk edilmişler gibi bir durum vardı. Bu muhtemelen bir Ekolojik felaketin hiç de öyle bir uzak olasılık ve fantezi olmadığını gösteriyordu. Bunun nedeni de muhtemelen tropik ormanların çok kritik, hemen kırılabilir dengeleri olabilirdi. Yucatan yarımadasındaki Maya uygarlığının neden yok olduğu konusunda, o zamanlar sorunu Ekoloji bağlamında, toprağın gücünü yitirmesi ve bu nedenle şehirlerin terk edildiği şeklinde açıklayan teoriler okumuştum 46. * Doğa Bilimleri ve Tarih’in ortaya çıkardığı bu Ekoloji ile yüzleşmelerin yanı sıra, Tarihsel Maddeciliğin bir kategorisi olan Üretici Güçlerin ve Emek Üretkenliğinin, doğa bilimlerindeki kavramlara göre tam ne olduğunu düşünürken de enerji sorunu ve dolayısıyla Ekoloji sorunu ile karşılaşıyordum. Bu karşılaşma söyle bir akıl yürütmenin sonucu olarak ortaya çıkıyordu. Marks’ın öğretisine göre, üretici güçlerdeki gelişme toplum biçimlerindeki değişimin motorudur ve üretici güçlerdeki gelişme, son duruşmada emek üretkenliğinde artış demektir. Peki ama nasıl olmaktadır da teknik gelişmeye bağlı olarak emek üretkenliği artmaktadır? İnsanın emeği hep aynı emektir. Nicel olarak değişmiyor kabul edilebilir. Enerjinin korunumu yassına göre, yoktan hiçbir şey de var olmayacağına göre, kaybolan nedir ki bu aynı emekle daha çok ürün elde edilmektedir? Başka bir yerde kayıp olması gerekir. Diğer bir ifadeyle, emek nasıl olmaktadır da kendisinin yeniden üretimi için gerekenden daha fazla bir ürün yaratabilmektedir? Yani artı ürünü yaratan nedir? Bunun nasıl bir fiziksel temeli ve açıklaması bulunmaktadır? Ekonomi politik bunu veri kabul etmektedir. Teknik gelişmeyle emek üretkenliği artıyor demektedir ama fiziksel olarak bu nasıl olmaktadır? Soruna fiziksel olarak bakıldığında, enerjinin korunumu yasası geçerliliğini sürdürdüğüne göre, diyalektik olarak bu her artışın kendi zıddıyla bir arada bulunması gerektiğinden, eksilen nedir? Emeğin kullanımının ancak kendisinin yeniden üretimi kadar bir ürün ürettiği bir emek üretkenliği düzeyinde bulunduğu bir durum düşünülebilir. Böyle bir toplumda ne sınıflar, ne kapitalizm mümkün olamaz. Çünkü artı ürün (dolayısıyla artı değer) dolayısıyla sömürü mümkün değildir. Peki, nasıl olmaktadır da işgücü kendisinin tüketiminden daha fazla bir enerjiyi üretmektedir? Bunun kaynağı nedir? Bunun üzerine düşününce şöyle bir sonuca ulaşıyordum. Emek üretkenliğinin artması, üretim sürecine farklı enerji kaynaklarının sokulması ve bunların kullanılabilmesi demekti. Emek üretkenliğinin, dolayısıyla kendisinin tüketiminden daha fazla üretebilmesinin, yani artı ürünün sırrı, birikmiş enerjinin kullanımı ve bu enerjinin yine bizzat enerji elde edilmesi 46

Bugün konuyu açıklayan başka teoriler var. Bunlardan biri de, okyanustaki akıntıların yönünün değişmesi nedeniyle uzun süren kuraklık dönemidir. Aslında bu da ekolojik bir teoridir ama insan eyleminin sonucu değildir. Sanırım en güçlü teori durumunda olan bu.

95


kullanımı durumunda, tüketilenden daha fazla üretilebilmesindeydi. Eğer bu fiziksel özellik olmasaydı, örneğin enerjiyi elde etmek için harcanan enerji elde edilen enerjiye eşit olsaydı, emek üretkenliğinde bir artış olamazdı. Yani aslında emek üretkenliğinde artış olarak görülen, enerji üretmekte kullanılan enerjinin, kendisinin tüketiminden daha fazla enerji ortaya çıkarmasındaydı. Bu da son duruşmada depo edilmiş enerjiydi. Aynı emeğin giderek daha fazla enerji (ürün) elde etmesinin kökeninde bu vardı. Buradan da şu sonuç çıkıyordu, emek üretkenliğindeki artış son duruşmada, kullanılan enerji kaynaklarındaki artıştır. Yani eğer üretici güçleri teknik olarak ele alırsak, tekniğin de özü, son duruşmada o tekniğin dayandığı enerji idi. Yani Üretici Güçler de, enerji kaynağı ve bu kaynağı üretimde kullanmayı sağlayan makineler, araçlar, yöntemler olarak analiz edilebilirdi. Tıpkı üretim güçleri ve üretim ilişkileri gibi bir ilişki söz konusuydu enerji ile aletler ve araçlar arasında. Verili bir enerji kaynağı çerçevesinde belirli teknikler var olabiliyordu. Ve bu da emek üretkenliği enerji kaynağına bağlı olduğundan, emek üretkenliğini sınırlıyordu. Yani verili bir enerji kaynağı çerçevesinde ancak belli bir sınıra kadar emek üretkenliği arttırılabilirdi. Enerji kaynağının değişmesi ise yepyeni teknikleri gerekli ve mümkün kılıyordu. Üretici güçler nasıl toplumun çekirdeği ise, bütün üretim ilişkileri ve üst yapı nasıl onun üzerinde veya etrafında şekilleniyorsa ve son duruşmada üretim ilişkilerini üretici güçler belirliyorsa; Üretici güçlerin de, tekniğin de çekirdeği Enerji ve onun kaynağı; “Üstyapısı”, “Elektron Sferi”; “Stoplasması” da o enerjiyi kullanan ve üreten aletlerdi. Enerji kaynağı toplumun çekirdeğinin de çekirdeği idi. Üretici güçlerin gelişme seviyesi nasıl toplumu belirliyorsa, teknoloji ve aletler de son duruşmada enerji kaynağına bağlı olduğundan, üretimde kullanılan enerji, toplum biçimini belirliyor sonucu çıkarılabiliyordu. Bu sonuç gerçekten tamı tamına uyuyordu gerçek tarihsel sürece de. Böylece insanlık tarihinin komün, antika uygarlık, modern kapitalizm şeklinde; el değirmeni, yel, su veya hayvan gücüne dayanan değirmen, buharlı değirmen tarzında üç teknoloji düzeyiyle tanımlanan bu şemasını, enerji kaynaklarına göre de tanımlayabiliyordu: kol gücü: komün; hayvan, su ve rüzgâr gücü: Tarım Uygarlıkları (Antik Uygarlıklar); Fosil yakıtların gücü: Modern Kapitalizm. Kol veya insanın kas gücünün tek üretim faktörü olduğu dönemde, emek üretkenliğinin sınırlarını bu güç belirler. Ne kadar isabetli oklar, ne kadar keskin baltalar, ne kadar uzağa giden mızraklar, ne kadar keskin kılıç veya bıçaklar olursa olsun, kanoların kürekleri veya biçimleri ne kadar gelişmiş olursa olsun emek üretkenliğinin belli sınırları vardı. Zaten teknikteki gelişmeler bu enerji kaynağını daha efektif kullanmaktan ibarettir. Benzer şekilde ehlileşmiş hayvanların gücü, rüzgâr ve su gücü de esas olarak toprak temelinde üretime dayanır. Bütün teknik gelişmeler bu güçlerin daha efektif kullanımı çerçevesindedir ve enerji kaynağı bu olduğu sürece emek üretkenliğindeki gelişmeler küçük gelişmeler olarak kalırlar. 5000 yıl boyunca tekniğin gelişmesi tümüyle bu küçük

96


gelişmelerden ibarettir. Aslında çoğu kez farklı kavimlerin geliştirdiği tekniklerin yaygınlaşmasıdır bu, yani farklı coğrafyaların olanaklarıdır. Aynı şekilde, bu günkü emek üretkenliği yükselişi de bütünüyle kömür ve petrol gücünün (ki bunlar da son duruşmada aslında, depolanmış güneş enerjileriydiler) üretimde kullanılıyor olmasına bağlıydı. Tabii buradan şu sonuca ulaşıyordum. Bu emek üretkenliği enerji kaynağına bağlı olduğuna göre, emek üretkenliğindeki artışın bu günkü fosil ve nükleer yakıtlar çerçevesinde belli sınırlara takılması gerekir. Çünkü bunlar sınırlı kaynaklardır. Ayrıca bu sınırlılık sadece onların rezervlerinin sınırlılığından değil, aynı zamanda kullanılmaları durumunda dünyada toplumun varlığının doğal koşullarını ortadan kaldırmalarından gelir. Bu sınırları daha da daraltır. Kömür ve petrol son duruşmada hidro karbon bileşikleridir. Bunların yakılması, başta karbondioksit başka karbon bileşiklerinin üretilmesi demektir. Milyonlarca yılda atmosferden alınmış karbonun tekrar serbest kalması, hayatın var oluş koşullarını ortadan kaldırır. (O zamanlar nükleer artıkların atılması diye ciddi bir sorun olduğunu bilmiyordum ve bunun üzerine düşünmüyordum). Dünyaya gelen güneş enerjisinin kullanıldığını var sayalım. Ama bu da sınırlı bir enerjidir ve bunun kullanılabilir bölümü daha da sınırlıdır. Bu sınırlı enerji kaynaklarıyla emek üretkenliğini arttırmanın belli sınırları vardır. Halbuki komünist toplum emek üretkenliğinin çok yüksek bir düzeyini var sayar. Enerji kaynağı ve emek üretkenliği arasında doğrudan bir ilişki olduğuna göre, sınırlı bir enerji kaynağıyla sınırsız bir üretim artışı (Ham maddelerin sınırlı olmadığı var sayılsa bile) olamayacağından, fosil yakıtlara dayanarak komünist topluma geçilemez. Buradan da şöyle bir sonuç çıkarıyordum: Sınırsızlığıyla ancak termonükleer enerji komünizmin enerji kaynağı olabilir. Yani dünyada yaratılacak suni güneşler ile ancak komünist topluma geçilebileceği sonucunu çıkarıyordum. Güneş enerjisi ve fosil yakıtlar olsa olsa buna bir geçiş aracı olabilirler. Eğer fosil yakıtlar olmasaydı emek üretkenliği bir noktada takılabilirdi. Veya teknik olarak belki termonükleer enerjiyi kullanmak hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Bu durumda zenginlikler gürül gürül akmayacağından toplumun evrimi örneğin, herkesten emeğine göre, herkese emeği kadar ilkesinde takılabilirdi. Böylece farkına varmadan zenginliklerin veya emek üretkenliğinin sınırlı veya düşük olması veya bizzat buna toplumun zorunlu olması durumunda ne olacağı, yani üretici güçlerin gelişiminin önündeki engelleri kaldırmak hedefinin geçerli olmayacağı sorunuyla potansiyel olarak karşılaşma noktasına geliyordum. Ama verili teknik düzeye bakarak düşüncemin akışı bu noktaya değil, aşırı olgunlaşmışlık sorununa kayıyordu. Yani üretici güçlerin gelişim düzeyinin, artık gerek elektronik otomasyon, gerek nükleer enerjinin kullanıma başlanmış olması nedeniyle, bırakalım sosyalizmi neredeyse komünizm için bile olgunlaşmış olduğunu; bir bakıma dünyanın sorunlarının bu aşırı olgunlaşmadan dolayı ortaya çıktığını, ortada adeta olgunlaşmayı aşmış bir çürüme olduğunu düşünüyordum. (Tabii o zamanlar nükleer enerjinin kullanımının sorunlarından habersizdim ve termonükleere geçiş için onu bir ara aşama gibi görüyordum. Teorik bir olasılık olarak ön gördüğümü pratik bir sorun olarak görmüyordum.) 97


Buradan da şöyle bir sonuca ulaşıyordum. Sosyalistlerin ve sosyalist hareketin sorunu, bu aşırı olgunlaşmışlığa uygun bir biçime ulaşmaktır. Yani üretici güçlerin gelişememesi değil, var olan ilişkilere göre aşırı gelişmişliği sorundur. O halde sosyalizm dünya ölçüsünde uzak veya yakın bir geleceğin değil, günümüzün çok acil bir sorunudur. Böylece Ekoloji ve enerji sorunları beni farkına varmadan “aşırı olgunlaşmışlık” tespitiyle, Troçkizmin problematiğine; teorik bir olasılık olarak gördüğüm enerji kaynaklarının ve emek üretkenliğinin sınırlılığı tespitiyle daha sonra karşılaşacağım Ekoloji hareketinin problematiklerinin kenarına getirmiş oluyordu. Ama böyle olduğundan bihaberdim. O zamanlar ne Ekoloji hareketi vardı ne de Troçkizm hakkında bir şey biliyordum. * Ama bu enerji konusu, başka bir problemi daha önüme koyuyordu. Marks’ın önermesine göre üretici güçlerin gelişmesinin belli bir seviyesinde, var olan üretim ilişkileri o güçlerle çelişkiye düşüyordu. Yani üretici güçlerin belli bir seviyesi belli üretim ilişkilerine denk düşüyordu. Ve yeni üretici güçlerin, eski üretim ilişkilerinin içinde ortaya çıkması gerekiyordu. Devrim teorisi bütünüyle üretici güçlerin geliştiği kabulüne dayanıyordu. Eğer böyle ise, bu önermeye göre önce el, yel ve hayvan gücüne dayanan klasik uygarlık (Batı feodalizmi) içinde fosil yakıta dayanan sanayinin ortaya çıkması, yani üretici güçlerin gelişmiş olması; sonra bu üretici güçlerin gelişmişlik düzeyine uygun bir üretim ilişkileri ve üstyapı için burjuva devrimlerin olması ve kapitalist topluma geçilmiş olması gerekirdi. Ama gerçek tarihte durum böyle değildi, kapitalizme geçiş, diğer antika uygarlıklardan hiç de farklı olmayan üretici güçler seviyesinde mümkün olmuştu. Örneğin kapitalizmin ilk doğduğu İngiltere ile Hindistan’ın; ya da Kuzey veya Güney Amerika’ya giden güney ve kuzey Avrupalıların üretici güçler seviyeleri hiç de farklı bir üretim ilişkisini gerektirecek kadar farklı değildi. İspanyollar da İngilizler de rüzgâr gücüne dayanan gemiler kullanıyorlardı. Hatta örneğin Hindistan birçok bakımlardan, daha bile ileri sayılabilirdi. İngiliz sanayi yıllarca Hindistan mallarına karşı korumacılık yaparak ve Hindistan sanayisini tahrip ederek dünyanın atölyesi olabilmişti Bu ciddi bir sorun oluşturuyordu. Yani, üretici güçlerin gelişmesi önermesi çok genel hatlarıyla tarihsel gidiş hakkında bir fikir veriyordu bir eğilimi ifade ediyordu ama birinden diğerine geçişi açıklamıyordu. Burada durum tam tersine görülüyordu, yani belli ilişkiler, üretici güçlerdeki sıçramayı mümkün kılıyordu. Enerji sorunundan hareketle tekrar Kıvıcımlı’nın “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş”te ele aldığı sorunla karşı karşıya geliyorduk. Bu sorunla daha önce de tarihsel maddecilik bağlamında kapitalizme nasıl geçilebildiği sorusunda karşılaşmıştım. Şimdi enerji kaynağı ve emek üretkenliği bağlamında bir enerji kaynağından diğerine geçişi araştırırken tekrar karşılaşıyordum. * Bir başka sorun kölecilik ile ilgili olarak ortaya çıkıyordu. Aslında kölecilik diye tanımlanan üretim biçimi, klasik uygarlıktan başka bir şey değildi ve tarihte kölecilik diye bir üretim 98


biçimi yoktu. Çünkü kölecilik kavramı, bizim insan kavrayışımızı var sayar. O çağda yaşayanlar için o köleler insan değildiler, biraz daha zeki, daha örgütlenebilir hayvanlardılar. Onların üretim içindeki işlevi sınıfların değil, hayvanların işlevi gibiydi. Öyle görülüyordu ki, ekonomi politik bakımından değeri yaratan iş gücü, son duruşmada hep kol ve kafa gücüydü. Kol veya kafa gücü dışındaki hiçbir enerji kaynağı değer yaratır kabul edilmiyordu ekonomi politik olarak. Diğerleri hep emek gücü aracılığıyla ürüne katılanlar olarak görülüyordu. Örneğin bir teknik aracılığıyla bir ineğin ya da öküzün gücünün üretkenliği arttırıldığında, bu öküzün üretkenliğinin artışı olarak değil, o öküzleri kullananın veya sahibinin emek gücünün üretkenliğinin artışı olarak görülüyordu. Yani Emek bütünüyle Sosyolojik, Ekonomi Politik bir kategoriydi. Ama bu ekonomi politik, bir insan kavramını gerekli kılıyordu. Ekonomi politik bir kategori olarak insan ile biyolojik olarak insan aynı değildi ve bunlar çakışmayabilirdi. Ancak ekonomi politik bir kategori olarak insanların emek üretkenliği artar. İnsan, biyolojik bir varlık olarak, aynı zamanda bir hayvandır. Hem de oldukça güçlü, konuşma, söyleneni anlama, bir araya gelerek bir şeyler yapma yetenekleri olan bir hayvandır. Antik uygarlıklarda kölelerin insan olduğu düşünülmüyordu. Onlar daha yetenekli hayvanlardı. Onların toplumdaki işlevleri ve o toplumdaki işlevlerinin kavranışları bakımından öküzlerden, atlardan, eşeklerden bir farkı yoktu. Köleler bir üretim aracıydı, tıpkı bir öküz gibi, otomatik bir mekanizma veya makine gibi ama toplumsal bir sınıf değildiler. Dolayısıyla kölecilik diye bir üretim biçimi yoktu. Bu farklı kavrayış Aristo’nun veya Platon’un yazılarında vs. çok açıktı. Bizlerin bu gün anladığımız anlamda insan kavramı yoktu o tarihte. Bu antik çağdaki kölecilik, modern çağdaki, örneğin Amerika’nın güney eyaletlerindeki kölecilikten farklıdır. Modern çağda bir insan kavramı ortaya çıktıktan sonra, o insanların bir kısmının insan olmadığı teorisini geliştirmek başkadır; kendi kabilesi dışındakini insan görmeyen, ama örneğin kendi totemi olan hayvanı insan olarak (kardeşi veya atası) gören ve insan kavramı çoğu kez kendi soyuyla özdeş olan bir toplumda köleleri insan olarak görmemek başkadır. Köleci üretim tarzı kavramı, bütünüyle aydınlanmanın insan kavramıyla ilgiliydi. Kölelerin insan değil, hayvan oldukları, ama özel yetenekleri olan bir hayvan oldukları gerçeğini görmezden geliyordu. Bu sonuç, yani kölecilik diye bir üretim biçimi olmadığı, insanlık tarihinin aslında komün, uygarlık ve kapitalizm şeklindeki temel şemasına da uyuyordu. * Bu insanın biyolojik olarak insan olması ile ekonomi politik ya da sosyolojik olarak insan olması arasındaki fark, tıpkı antik kölelerin insan değil üretim aracı olmaları gibi, geleceğe ilişkin başka sorunları ortaya çıkarıyordu. Daha lisedeyken Huxley’in “Yeni Dünya”sını okumuş ve çok sarsılmıştım. Şöyle düşünüyordum: Var sayalım ki, kapitalizm daha uzun yıllar yaşadı. İnsanı kontrol altına almaya yönelik teknikler gelişti ve örneğin, Yeni Dünya’daki gibi, zeki, her şeyi bilen ama

99


mutlak itaate programlanmış insanlar üretiliyor ve bunlar diğer insanların hizmetinde kullanılıyor. Bunlar da tıpkı antik çağın köleleri gibi, aslında biyolojik robotlar gibi bir işlev görecekler demektir. O zaman bunlar insan kavramına dahil edilmeyeceklerdir. Çünkü bunların ekonomi politik bakımından işlevi bir üretim aracı olacaktır. Yani insanlık kapitalizm sürdüğü takdirde ikinci bir “köleciliği” yaşayabilir diye sonuç çıkıyordu. Bu kölecilik de tıpkı eski Yunan ve Roma gibi aslında kölecilik olmayan bir kölecilik olabilirdi 47. Tabii bundan da şöyle bir soru ortaya çıkıyordu: Üretimdeki bir insanı, bir sınıfın bir üyesi ya da üretim aracı yapan şey neydi? Onun biyolojik özellikleri değildi, toplumun onu nasıl kabul ettiğiydi. Köle emeğinin, bir öküzün emeğinden farkı olmuyordu. Kölenin emeği, emek değil güç idi. Tıpkı Öküzün gücü gibi, Öküz’ün emeğinden söz edilemeyeceği gibi. Tür olarak aynı olan iki varlığın, üretimde gücünü harcamasının birini emek diğerini emeğin kullandığı güç olarak; birini üretkenliği artan, diğerini üretkenliği arttıran olarak tanımlama farkını yaratan neydi? Bu o toplumun insan kavramıyla ilgili görünüyordu. Ama insan topluma göre değiştiğinden, emek kavramı da topluma göre değişiyor demekti. Ama bu da, ekonomi politiğin, bırakalım kendisini, bizzat konusunun, yani ekonominin ideolojik, nesnel olmayan bir karakteri olduğunu gösterirdi. Çünkü ekonomi politiğin konusu, değişimin başladığı yerde, değişim değerinin ortaya çıktığı noktada çıkıyordu ve değeri yoğunlaşmış emek olarak tanımlıyordu. Ama o malın üretimindeki her hangi bir gücün emek olması, yani değer yaratması için bir insana ait olması gerekiyordu. Öküzün gücü hiçbir zaman bir değer yaratmıyordu. Kölenin gücü de öyleydi. O emeğin kattığı değer olarak görülüyordu. İkisi de aynı türden varlığa ait olmasına rağmen, köleyi çalıştıranınki değer yaratıyor, kölenin ki kendi tüketilen kadar değerini ona katıyor. Biçimsel olarak birbirinde hiç bir farkı olmayan iki eylemde birinde emek değeri yaratıyor diğerinde tüketildiği kadar değeri ona katıyor. Demek ki, emek kategorisi, ki değeri yaratandı, hiç de nesnel bir kategori değildi. Ekonomi politiğin emek ve değer gibi en temel kategorileri bile nesnel değil, topluma göre değişen bir karaktere sahipti. Yani bilimselliği bir fizikteki bir biyolojideki gibi değildi. Bu noktada kimi sınırlara dayandığımızı hissediyorduk. Buradan daha ileri gidemiyor önümüzü göremiyorduk. Bu sorunlarla yıllar sonra din teorisi bağlamında tekrar yüzleşecektik. O zamanki birikim daha ileri gitmeye el vermiyordu. * Bir başka sorun, her biri bir başka üretim biçimine karşılık düşen kol (komün), hayvan-surüzgâr (Antik Uygarlık) ve fosil yakıtlar (Kapitalizm) güç kaynaklarının karşılıklı etkilerinin toplumsal karmaşıklığı yaratmasıydı. Bu tarihi daha iyi ve kolay anlamayı sağlıyordu. Verili bir üç kaynağının her birinin kullanımı, sonraki gelişmelerle tekrar önem kazanıp üretkenlik artışlarına yol açabilir ve bu da toplumsal gelişimi iyice karmaşıklaştırır. Örneğin kol gücü mızrak, balta, ok, yay, kılıç, kürek, kano gibi araçlarla üretim yapar. Ne var ki, bunların her biri zaman içinde, başka yerlerde yapılmış gelişmelerden etkilenerek kendileri de değişirler.

47

Yıllar sonra klasikleşmiş bilim kurgu filmi “Blade Runner”in de bu sorunları tartıştığın görecektim.

100


Örneğin kol gücüne dayanan taş baltayı ele alalım. Bu bir bakıma, neolotik öncesi ve başları döneminin bir üretim aracıdır. Ama daha sonra bir yerlerde tunç, başka bir yerlerde demir keşfedilmiş ve bunlar sadece keşfedilen yerlerle sınırlı kalmamış yaygınlaşmıştır da. Yani taş balta kullanan komünler, tunç balta, daha sonra da demir balta kullanmaya başlamışlardır. Ama bu onların, tunca dayanan bir uygarlığa, sonra demire dayanan bir uyarlığa geçtiği anlamına gelmez. Yani onlar hep komün olarak kalırlar, ama artık tunç ve demir kullanan komünlerdir. Taş baltanın yerini tunç ve demir baltaların alması ile komün komün olarak bir evrim geçirir. Taş balta döneminin üstyapısı ile tunç ve demir balta döneminin üstyapısı aynı kalmaz. Aynı nitelik içinde, yani komün üstyapısı içinde bir evrim yaşanır. Ayrıca burada da kalmaz. Belli bir noktada bu komün uygarlığa da geçebilir. Ama taş baltaya dayanan komünün uygarlığa geçişi ile tunç baltaya veya demir baltaya dayanan bir komünün uygarlığa geçişi çok farklı uygarlık biçimleri yaratacaktır. Örneğin, Sümer’de obsidyen taşıyla uygarlığa geçilir, taş baltaya dayanan bir uygarlığa geçiş olarak görülebilir. Yunanlılar Tunç balta ile geçerler; Araplar demir balta ile. Yani komünlerin kendileri gibi uygarlıklara geçişleri de bir evrim geçirir. Benzeri uygarlıklar için de geçerlidir. Diyelim ki taş veya tunç döneminde uygarlığa geçmiş bir toplum, tıpkı taş veya tunç baltanın yerine demir baltayı alması gibi; demir döneminde uygarlığa geçmiş bir toplumdan demir kullanımını alabilir ama üstyapısı tıpkı komünün üstyapısının hep aynı kalması ve o çerçevede bir evrim geçirmesi gibi; tunca dayanan üstyapısını koruyup o üstyapı çerçevesinde demire uygun değişimler yapabilir. Benzeri kapitalizmde de olmaktadır. Hatta Amerikan yerlilerinde olduğu gibi, ok ve yayın yerini tüfek de alabilir. Burada bizonları okla değil, tüfekle avlayan bir komün yaşamı oluşur. Bizonları tüfekle avlayan yerliler kapitalizme geçecek diye bir kural yoktur. Hatta tüfek aynı zamanda komün’ün güçlenip serpilmesine de yol açabilir. Eğer yerliler yok edilmeseydi bunları gözlemek mümkün olabilirdi. Ama en azından antik tarihte, uygarlıktan alınan araçların çoğu durumda komün yaşamının güçlenip serpilmesine yol açtığı görülmektedir. Bunlar çoğu durumda daha çok emek üretkenliği, dolayısıyla daha çok artı ürün ve “boş vakit” anlamına geldiğinden, komün yaşamı sürdüğü sürece, üstyapıda bir zenginleşme ve çeşitlenme ortayla çıkmaktadır. Tarihe enerji sorunundan hareketle bu tarz bakışın kökleri zaten düşüncenin tarihini açıklama noktasında kafamızda yer etmişti. Yani skolastik de, metafizik de diyalektik de kendi içinde bir evrim geçirir sonucuna ulaştığımızda bu metodolojik yaklaşımı zaten kullanmış oluyorduk. Şimdi yaptığımız bunu toplumun tarihine uygulamak ve onu açıklamada kullanmak oluyordu. Bu yaklaşım gerçekten de toplumun tarihini daha anlaşılır kılıyor ve yepyeni olanaklar sunuyordu. Klasik el kitapları anlayışı, örneğin komünü örneğin doğduğu yerde yok olmuş, tarihe karışmış sayıyordu. Hâlbuki bu yöntemle bakıldığında, komün var olamaya devam eder ve kendi içinde evrilir. Ve sadece komün de evirilmez, yani o sadece uygarlıktan demiri ve kimi manevi araçları vs. almaz. Kendisi de uygarlığa, onu fetih ettiğinde, ona nüfuz ettiğinde, kendi eşitlikçi

101


sisteminden bir şeyler aktarır. Başka bir coğrafyadan geliyorsa, uygarlığa daha değişik araçlar da getirir. Toplumların sonsuz çeşitliliği böyle ortaya çıkar. Böylece tarihi ve toplumları bambaşka bir ışık altında görmeye başlıyorduk. Tarih sadece komün, uygarlık, kapitalizm tarzında bir evrim içinde değildi, uygarlıkların ve komünlerin de kendi evrimleri vardı temel nitelikleri değişmeden. Tıpkı manifaktür, sanayi, kapitalizmi veya su yollarına, demir yollarına ve otomobillere dayanan kapitalizm gibiydi. Bunların her biri de kapitalizmdi, aynı üretim ilişkilerine bağlıydılar ama aynı zamanda teknik bakımdan farklı enerji kaynakları başattı. Kapitalizmdeki bu farklar, kapitalizmin kendi içindeki bu evrim, geçmişte komünün ve uygarlığın, komün ve uygarlık olarak evrimi hakkında bir fikir verebilirdi. Bu bakış çok daha verimliydi ve tarihi daha anlaşılır kılıyordu.

102


Toplum - Yapı Buraya kadar ele alınan konular esas olarak varlık ve düşüncenin genel hareket yasaları hakkında genel bir fikir sahibi olmaya yönelikti. Bu genel yasalar kavranır, daha derin bir anlayışa ulaşılırsa bunun Toplumun Hareket Yasalarını daha iyi kavramak için bir mantık ve metot temeli veya yatkınlık sağlayacağı, böylece daha derin ve daha dakik olarak kavranmış toplumsal gerçeklik ve hareket sayesinde sosyalizm mücadelesinde daha az yanlış yapılacağı varsayımından hareket ediliyordu. Yani önceki bölümdeki çalışmaların hepsi Toplum’u daha derin ve doğru kavramaya hizmet edeceği için yapılıyordu. Ama bu yetmezdi. Bir devrimci olarak toplumu değiştirme mücadelesinin daha doğru ve başarılı yapabilmesi için de öncelikle toplumun Hareket Yasaları ve Yapısının daha derin ve doğru kavranması gerekiyordu. En azından böyle bir varsayımdan yola çıkılıyordu. Varlık ve Düşüncenin genel yasalarından çıkan mantık ve metot, toplumu kavramakta bir uygunluk, bir yatkınlık sağlayabilirdi ama bu yetmezdi. Toplumun kendi özgül yapısı ve hareket yasaları vardı, esas bunları bilmek; yani esas Tarihsel Maddeciliği iyi ve doğru kavramak gerekiyordu. Tarihsel Maddeciliği iyi kavramak için de, tıpkı düşüncenin hareket yasalarını bilmek için düşüncenin tarihini ve evrimini; varlığın hareket yasalarını kavramak için varlığın tarihini ve evrimini bilmek gerektiği gibi, toplumun hareket yasalarını daha iyi kavramak için öncelikle toplumun tarihini bilmek gerekiyordu. Bu nedenle tarih okumaları ve çalışmaları bir yandan sürüyordu, daha doğrusu esas okumalar bu alandaydı. Ama toplumun hareket yasalarını anlamak için, onun Yapısını da bilmek gerekiyordu. Toplumun yapısı, eğer onu bir organizmaya, bir canlıya benzetirsek, onun anatomisiydi, Marks’ın da kullandığı bir eğretilemeyle. Ne var ki toplumun anatomisi hakkında pek az yol kat edilmiş görülüyordu. Daha önce bilimlerin evrimi üzerine çalışmalar göstermişti ki bilimler de eşitsiz gelişiyordu ve Tarihsel Maddecilik tam da bu eşitsizlik nedeniyle daha doğarken evrim fikrine dayanarak doğmuştu. Ama bu, toplumun Yapısı söz konusu olduğunda ciddi bir eksikliğe de yol açıyor görünüyordu. Onun evrim fikriyle doğmuş olması, yapı konusundaki, toplumun anatomisi konusundaki geriliğinin görülmesini de engelliyor gibiydi. Örneğin bir biyoloji, bir evrim fikrine ulaşmadan önce, binlerce hayvanın ve bitkinin yapısını, anatomisini; organlarının fizyolojisini analiz etmiş; onları birbiriyle ilgisiz, ayrı varlıklar olarak incelemişti. Ancak bilgilerin birikiminin belli bir noktasında, bu birbirinden ayrı gibi görünen canlıların, aslında aynı evrim sürecinin farklı momentlerinin, farklı aşamalarının karşılığı olduğu görülmüştü. Benzeri cansız doğayı inceleyen bilimler için de geçerliydi. Önce tek tek elementler bulunmuş, sonra bunlar belli bir bağlantı içinde, periyodik sistemde ifadesini bulduğu gibi, sınıflanmış, ancak yirminci yüzyılda, bu farklı elementlerin, varlığın evriminin belli 103


aşamalarının karşılığı olduğu; onun evriminin belli aşamalarına karşılık düştüğü görülmüştü. Hidrojen ve helyum, Big Bang sonrasında oldukça geç bir noktada oluşuyordu. Ancak yıldızlar oluştuktan sonra, Demir’e kadar olan elementler o yıldızların içindeki termonükleer reaksiyonlarla oluşuyordu. Daha ağır elementler ise o yıldızların patlamalarında 48. Yani atomlar ya da elementler evrenini evriminin farklı momentlerinin ifadesiydiler. Tarihsel maddecilik ise, farklı toplumların yapılarını ayrı ayrı inceleyip, geniş bir bilgi birikiminden sonra bunların aynı tarihsel gidişin, aynı evrimin farklı aşamalarının karşılığı olduğunu bulma şeklinde bir yol izlememişti. Onun hareket noktası, doğa bilimlerinin sonradan vardıkları yerdi. Tarihsel Maddecilik, daha doğarken evrim fikriyle doğmuştu. Bu evrim fikriyle doğuş, bir bakıma şu hipotezi ortaya koymuş oluyordu: farklı toplumların yapıları incelendiğinde, onların farklılıklarının aslında aynı evrimin farklı aşamalarının, momentlerinin karşılığı olduğu görülür. Tarihsel Maddeciliğin evrim fikriyle doğmuş olması, bu doğumun toplumların yapılarına ilişkin gelişkin analiz araçları; zengin bir bilgi ve veri yığını birikimi üzerinde gerçekleştiği anlamına gelmiyordu. Aslında diğer bilimlerin henüz evrim fikrine ulaşmadan kat ettiği yolu, Tarihsel maddecilik, evrim fikrinden hareketle tersine kat etmeliydi. Yani farklı toplumların yapısı incelenmeliydi. Bu yapıları incelemek için kavramsal araçlarını geliştirmeli ve derinleştirmeliydi. Ama ortada bunun yapıldığına veya epey bir yol kat edildiğine dair bir işaret görülmüyordu. Sonra gelen Marksistler bu eksikliği giderecek, somut toplumların yapılarını analiz edecek, inceleyecek yerde, Marks’ın dediklerinden skolastik çıkarsamalarla toplumların yapısını anlamaya çalışıyorlardı 49. O toplumu kavramak için, tarihin yanı sıra, tıpkı bir biyologun canlıların anatomisini (yapısını) incelemek için geliştirdiği kavramsal araçlar gibi (Örneğin anatomi, fizyoloji; organlar, dokular; sinir, sindirim, solunum, hareket, dolaşım, boşaltım, üreyim sistemleri vs. gibi) toplumun yapısını, bu yapının öğelerini, bunların karşılıklı ilişkilerini, buna ilişkin kavramları iyi anlamak için daha gelişkin ve dakik kavramsal araçlar geliştirmek gerekiyordu. Sonra bu kavramsal araçlara dayanarak hem genel olarak toplumun, hem de tek tek somut toplumların yapısının ve işleyişinin nasıl olduğuna bakmak, sonra bunun sonuçlarına göre tekrar kavramsal araçları dakikleştirmek ve derinleştirmek gerekiyordu. Bu çalışmaya girilince, tıpkı diyalektik metot ve mantıkta karşılaşıldığı gibi, öğretinin kurucuları tarafından bu teorinin büyük harflerle kurulmadığı; bu yapının öğelerinin yeterince dakik tanımlanmadığı görülüyordu. Sonra gelenlerin, el kitaplarının ise, yine Diyalektik Mantık ve Metotta olduğu gibi, her şeyi iyice karıştırıp anlaşılmaz kıldığı görülüyordu.

48

Sadece elementler veya atomlar için de geçerli değildi bu, bütün parçacıklar aslında evrimin belli anına karşılık düşüyorlardı. Keza teleskoplarla görülen yıldızlar, galaksiler, atarcalar, beyaz cüceler, kara delikler vs.. 49

Bu en açık biçimde örneğin Asyatik, Germanik, Slavik gibi üretim biçimleri üzerine tartışmalarda görülüyordu. Bunların hiç birisinin yapısı incelenmemişti. Marks’tan alıyorlar ve oradan ne oldukları anlaşılmaya çalışılıyordu. Bunların Marks’taki isimleri bile, onların birer yer veya kavim adıyla anılmaları bile, onların henüz tarihsel evrimin farklı momentleri olarak tanımlanmadığını gösteriyordu. Bunların tarihsel sürecin farklı anları ve aşamaları olduğunu söyleyen ve bunu onların yapısından hareketle belirten tek Marksist neredeyse Kıvılcımlı’ydı.

104


Örneğin, Alt yapının üzerinde bir üstyapı yükselir deniyor ve üstyapının da Din, Dil, Ahlak, Hukuk, Politika, Devlet, İdeoloji, Bilinç biçimleri vs.’den oluştuğu söyleniyordu. Ama o vs.’nin ne olduğuna dair hiçbir yerde bir açıklama bulunmuyordu. Kimisi Aile ve Ulusu bunun içine koyuyor, kimisi nereye koyacağını bilemiyordu. Bu durumda öncelikle söyle bir sorun ortaya çıkıyordu, bu “üstyapı” tam nelerden oluşuyordu. Öyle görülüyordu ki, çok farklı kategorilerden kurumlar veya “Şeyler” bu üstyapı içinde sayılıyordu, örneğin politika ve devlet deniyordu. Politika devlet iktidarını ele geçirme veya onu yönetme sanatıydı. Devlet ise bir sanat değil, polisi, ordusuyla bir organizma, bir araçtı. Bir sanat ve bir organizma, üst yapının öğeleri olarak aynı kategoriden şeylermiş gibi, hiç düşünmeden yan yana kullanılabiliyordu. Ya da örneğin din, ideoloji, bilinç biçimi çoğu kez birbiri yerine kullanılıyordu. Din eğer bir ideoloji veya bilinç biçimiyse niye ayrıca belirtiliyordu? Kimileri Aileyi örneğin üstyapı arasında sayıyordu. Peki Ailenin olmadığı toplumlar bu üstyapıdan yoksun mu oluyordu? Bütün bunlar ortada üstyapının neleri kapsadığı ve nelerden oluştuğu konusunda ciddi ve dakik tanımlama bulunmadığını gösteriyordu. Marks, Engels bizlere, nasıl büyük harflerle bir Mantık bırakmayıp “Kapital’in mantığını” bıraktılarsa, aynı şekilde büyük harflerle, doğru dürüst bir Toplumsal Yapı ve Üstyapılar Teorisi de bırakmamışlardı. Bunu onların değinmeleri, eserleri içinden çıkarmak gerekiyordu. Bu gizil teori ortaya çıkarılmayı bekliyordu. O halde Marksizm’in kurucularının, Kıvılcımlı ve Lenin gibi otantik uygulayıcılarının eserlerini okurken, bu teorinin unsurlarını çıkarmak üzere de okumalı ve sonradan gelen Marksistlerden bu alanlarda katkılar varsa onlar öğrenilmeliydi. Yani sadece genel bir Üstyapılar teorisi değil, sanat, din, devlet, ahlak, hukuk, ideoloji teorilerinin, bunların spesifik sosyolojilerinin ne olduğu da biraz olsun anlaşılmaya çalışılmalıydı. Dolayısıyla toplumsal yapının unsurları, bunların neler olduğu, karşılıklı ilişkileri hakkında en azından genel bir kavrayışa ulaşmak için bir yandan bizzat olgulardan yani verili toplumlardan yola çıkmak onun yapısını anlamaya çalışma; diğer yandan ustaların eserlerindeki büyük harflerle pek ifade edilmemiş fiili uygulamayı anlama ve sistemleştirme ve son olarak da sonra gelen Marksistlerin, çoğu kez bir sürü yanlışlarla da bir arada bulunan katkılarını öğrenmek, bu çalışmaların üç ana kulvarını oluşturuyordu. Daha başta sorunu böyle koymak ve bu yola girmek bile Türkiye’deki sosyalistlerin ortalama şekillenmesinden sapmak ve onlardan bambaşka bir anlayışla işe koyulmak anlamına da geliyordu. Onlara göre bütün bu alanlarda teori zaten en mükemmel şekilde tanımlanmış bulunuyordu. Öte yandan onlar, o en mükemmel şekilde tanımlandığını düşündükleri teoriyi de kurucuların yazılarından ve fiil uygulamalarından değil, Stalin ve Mao’lardan, çoğu kez ikinci el kitaplardan, üstüne üstlük, toplumlar ve tarihleri hakkında lise yurttaşlık bilgisi veya tarih kitaplarındaki kadar bile olsun bilgileri olmadan öğreniyorlardı. Sonra da Marksizm’le hiç ilgisi olamayan bu skolâstik her kapıyı açan anahtarlar haline gelmiş sonuçlara dayananlar şu veya bu toplumsal akımın yükselişinin üzerine oturarak, binlerce insanı etkileyebilir hale geliyorlar ve kendi görüşlerini de Marksizm diye 105


yayıyorlardı. Böylece Marksizm’le ilgisi olmayan politikalar ve düşünce akımları Marksizm diye yayılıyordu. Bunlar çoğu kez büyük hareketler olduklarından, geçici kısmi başarılarının, görüşlerinin Marksizm’e uygunluğundan değil, çok başka nedenlerden olduğunu bunlara anlatma olanağı da kalmıyor ve bunların bildiklerinin Marksizm olmadığını anlama şansları kalmıyordu. Zaten bir süre sonra bunlar kendi içine kapanıp kendi yarattıkları dünyada yaşamaya başlıyorlardı. Kıvılcımlı’nın antik uygarlıklara ilişkin söylediği taşlaşma başlıyordu. Bir bakıma tüm tarlayı yaban otları sarıyordu. * . Bütün belirsizliklere ve eksiklere rağmen yine de, Tarihsel Maddecilik ilk orijinal ifadelerinde, Yapı ile Hareketi (evrimi) harika bir biçimde bir tek kavram sistemi içinde toplamış bulunuyordu. Toplumsal veya Tarihsel hareket, bu Yapının içindeki çelişkiler ve bunların çözülmesi biçiminde sıçramalar ve birikimlerle gerçekleşiyordu. Katkı’ya Önsöz’deki satırlarda bu çok açıktı. O zamana kadar bu yapı hakkında öğrendiklerimize göre, en temelde Üretici Güçler bulunuyordu, bunun üzerinde Üretim İlişkileri, bu ilişkilerin üzerinde ise buna denk düşen bir Üstyapı. Bu üstyapı da din, ideoloji, sanat, hukuk, ahlak, gelenekler, vs.den oluşuyordu. Sınıflı toplumlarda bunlar ayrıca sınıfsal konum ve çıkarların ifade eden farklı ideolojiler biçiminde bulunuyorlardı. Keza sınıflı toplumla birlikte, ayrıca devlet gibi yeni unsurlar ortaya çıkıyordu. Nasıl üst yapı bir kere ortaya çıkınca alt yapı üzerinde bir karşı etkide de bulunuyorduysa; üstyapının elemanlarının her birisi de birbiri ve temel üzerinde bir karşılıklı etki tepki ilişkisi içindeydiler. Bu ilişkiyi tüm karmaşıklığı ve gidişi içinde anlamanın olanağı yoktu. Bunun için ister istemez, her somut toplumda, her birini soyutlamak, dondurmak, öldürmek ve anatomisini incelemek de gerekiyordu. Ancak ondan sonra bu karmaşık yapı ve gidiş kafada yeniden kurulabilirdi. Buradan da tarihsel gidiş daha dakik olarak yeniden tanımlanabilirdi. O halde tarihsel maddeciliği anlamak, sadece onun kendisinden çıktığı toplumun tarihsel gidişini bilmeyi değil; onun yanı sıra, bu toplumsal yapıyı oluşturan her bir kavramını alanını; bunların karşılıklı ilişkilerini, bunların her birinin bağımsız kendine has yasalarıyla evrimini de bilmeyi gerektirirdi. Devlet, Sanat, Partiler, İdeoloji, Kültür, Hukuk, Din, Ahlak vs. gibi “üstyapı kurumları”; Sınıflar; ekonomi temeli; ekonomi temeli içinde Meta ve onun yasaları (Ekonomi Politik) ve en temeldeki Üretici Güçler, hem tek tek, hem karşılıklı ilişkileri içinde ve hem de evrimleriyle araştırmalarımın konusu oluyordu. 1974–1978 arasını kapsayan bu çalışmaları, tıpkı bundan önceki bölümdeki gibi, o zamanki okumaların ve araştırmaların tüm karmaşıklığı içinde ele alıp anlatmaya imkân yok. Bunun nasıl bir karmaşık yol izlediği hatırlanmıyor bile. Ama bu çalışmalar ayrı başlıklar altında, en önemli değişim noktaları ve sonuçlarıyla bir ölçüde olsun anlatılabilir. Anlatılacaklar ne

106


mantıki çizgiyi izlemektedir ne de tarihsel. Paralel ve karşılıklı ilişkileri içindeki gerçek hareketin ölmüş, dondurulmuş, birbirinden soyutlanmış bir anlatımı olacaktır bu ister istemez. Gerçi o dönem yazılmış yazılarda kullanılan kavramlar, tartışılan sorunların izi sürülerek, bir arkeolojik kazıyla, bu gidişin nasıl gerçekleştiği hakkında belli bir fikir de edinilebilir. Ama tarih ve olaylarca aşılmış bu süreç için bir kazı yapmaya değmeyeceği açıktır. Bundan sonraki bölümlerde, toplumsal yapının tek tek öğeleri ve bunların karşılıklı ilişkileri hakkında o sıralar oluşturulan görüşler, sorular ve verilen cevaplar kısaca özetlenmeye çalışılacaktır.

107


Ahlak Daha küçük bir çocukken bile, çeşitli ansiklopedilerde okuduğum dünyadaki çeşitli toplumlar hakkındaki bilgilerime dayanarak her toplumda farklı ahlakı ilkeler olduğunu, evrensel bir ahlak olmadığını, bir çağ veya toplumda ahlaki olarak yüceltilenin diğer toplumda reddedildiğini görmüştüm. Örneğin insan öldürmek, birçok toplumca olumsuzlanıyordu. Ama ya insan tanımının farklılığı nedeniyle, ya da belli amaçlarla bu öldürmenin meşru hatta ahlaklı olduğu söylenebiliyordu. Yalan söylemek veya hırsızlık da öyleydi. Çerkezlerde at hırsızlığı; eski Yunanlılarda yakalanmamak koşuluyla hırsızlık şeref vericiydi. Yalan reddediliyor ama düşmana yalan söylemek zekice bir savaş hilesi olarak övülüyordu. Bu verilerden hareket ederek, tarih ve toplum üstü hiçbir ahlaki ilke olmadığı sonucuna kolayca ulaşmıştım. Bunun yanı sıra, çocukluktan beri gözlediğim bir çelişki vardı. Kimler en çok ahlaktan söz ederlerse, ahlaki ilkelerin bekçisi olmaya kalkarlarsa, genellikle onlar o savunduklarını söyledikleri ahlaki ilkeleri ilk ve en fazla ihlal edenler oluyordu. Bu nedenle küçüklükten beri ahlaki vaazlara ve bu vaazları verenlere karşı daima baştan bir güvensizlik besliyordum. Zaten sosyalizme yönelmemin kökeninde de ahlaki vaazlarla hiçbir şeyin değişmeyeceği, haksızlık ve adaletsizliklerin toplumsal nedenlerini ortaya çıkararak onlarla mücadele edilebileceği anlayışı yatıyordu. Yani bir bakıma, Sosyolojiye ve Marksizm’e yönelişimin kendisi, genel geçer bir ahlak ve ahlaki ilkeler anlayışının geçersizliğine ve söylenen ilkeler ve pratikler arasındaki çelişkilere verilmiş bir cevaptı. Bir bakıma ahlakımın hareket noktası: genel geçer ahlaki ilkeler olmadığını ve kimi ahlaki ilkeleri savunmakla, toplumdaki haksızlık ve eşitsizliklerin son bulamayacağını kabul etmekti. Ahlakçılar en ahlaksızlardı, çünkü nedenlerle değil sonuçlarla uğraşarak ve böylelikle bir şeylerin düzeleceği yanılsamasını yaratarak, fiilen baskı ve sömürünün devamına hizmet ediyorlardı. Hatta Marksizm’i kavradıkça bu iç tutarlılığın, sadece ahlaki bir iç tutarlılık değil, aynı zamanda, Klasik yunan filozoflarında görülen, ahlaki (ehtik) olanın aynı zamanda güzel (estetik) ve doğru (bilimsel) olduğu veya olması gerektiği ilkesinin bile bir gerçekleşmesi olduğunu düşünüyordum. Sosyalizm, hem yeryüzünden sömürü ve baskıyı kaldıracağı ve buna yönelik olduğu için ahlakiydi, iyiydi; hem bilimsel bir öğretiydi, doğruydu ve tam da bu harika uyumu nedeniyle aynı zamanda estetikti, güzeldi de. Marksizm, Bilgi, Etik ve Estetiği böylesine kaynaştırarak, eski Yunan filozoflarının aradığı birliği de sağlamış, Bilgeliğin yolunu açmış oluyordu, kendisinin doğrudan amacı bu olmasa da. Bu yukarıda açıklanan yaklaşımlarım nedeniyle, ahlak esas olarak benim için hiçbir zaman önemli bir sorun oluşturmadı. Hareket noktamın bizzat kendisi, yani ahlaki ilkelerle yeryüzünden sömürü, baskı ve adaletsizliğin kalkmayacağı, bunların nedenlerini bilmek ve

108


onlarla mücadele etmenin bizzat en temel ahlaki ilke olduğu, hem hayatıma ve davranışlarıma anlam veren bir cevap hem de davranışlarıma yön veren bir ahlaki ilke olarak ortaya çıkıyor ve ona bir iç tutarlılık veriyordu. * Ama ahlakın toplumdan topluma değiştiğini; ahlaki ilkelerle toplumun değişmeyeceğini; ahlaki vaazlar ve gerçek davranışlar arasındaki çelişkilerin nedeninin son duruşmada iktisadi ilişkiler ve çıkarlarla ilgili olduğunu bilmek; kendi davranışlarımıza yön verecek bir ahlaki ilkeye sahip olmak; toplumun üstyapısında bir kurum olarak ahlak, bu ahlakın diğer üstyapı kurumlarıyla ve temelle ilişkisini ve bunların sorunlarını açıklamış olmuyordu tabii. Toplumda sürekli çiğnenmesine rağmen niye bir ahlak vardı? Niçin böyle ahlaki ilkler vardı? Niçin şu ilke bir ahlaki ilkeydi de bu değildi? Ahlaki ilkelerin değişimini belirleyen yasalar var mıydı? Varsa bunlar nelerdi? Ahlak felsefesi niye vardı? Ahlak felsefesinin kendi tanımladığı anlamı ve işlevi değil; nesnel toplumsal anlamı ve işlevi neydi? Bu sorular sosyolojik sorular olarak açıklanmayı bekliyordu. Öte yandan savunulan ahlak ve fiili ahlak arasında bir ayrım olduğu da görülüyordu. Bir davranış ahlaksızlık olarak tanımlansa ve bir kişi öyle ahlaksızca davransa bile ona ahlaksız bir insan olarak davranılmayabiliyordu. Örneğin en basitinden “çok laf yalansız çok mal haramsız olmaz” denmesine ve gerçekten öyle olmasına ve zenginlerin genellikle servetlerinin kaynağında başkalarının haksız el koyulmuş malları bulunmasına; herkesin de bunun böyle olduğunu bilmesine rağmen, pek ala toplumun en ahlaklı ve itibarlı insanları olarak muamele görebiliyorlardı. Demek ki, fiiliyatta biricik ahlaki bir ilkenin egemenliği vardı: Para. Paran varsa ahlaklı da olursun. Para, hiçbir zaman açıkça ahlaki bir ilke olarak koyulmamakla birlikte fiili durum buydu. Ve bu da insanları, paranın biricik ahlaki ilke olarak ilan edilmiş olacağı bir toplumdan bile daha kötü duruma düşürüyor, insanları sürekli şizofren bir hayata mahkûm ediyor; onları sürekli bir şeyleri görmezden gelmek, kendilerine saygılarını yitirmek zorunda bırakıyordu. Ahlakın gerçek ilkesi, sınıflı toplumda güç ve kapitalist toplumda da özellikle paraydı. Para ve güç birbirlerini besliyorlar, bazen güç paranın, bazen da para gücün kaynağında bulunuyordu. Ama soru şuydu, gerçek durum bu olmasına ve aslında herkes bunu bilmesine rağmen niye insanlar yine de bir takım ahlaki ilkeler ortaya koyuyor ve onlara uygun davranmayı vazediyorlardı? Bunun bir açıklaması olmalıydı. * Benim için ahlak konusunda en önemli teorik sorunu bu soru oluşturdu her zaman. Niye bir ahlak var? Ve niye bu ahlak gerçek toplumsal ilişkileri ve fiilen geçerli olan ahlakı yansıtmıyor? Öte yandan toplumda her zaman iki ahlak bulunuyordu: biri fiili uygulanan ama savunulmayan ahlak, diğeri savunulan ama fiilen uygulanmayan ahlak. Bu iki ahlak arasındaki ilişkiler neydi? 109


Fiili ahlak, aslında gerçek üretim ilişkilerinin zorladığı ve gerektirdiği ilişkileri yansıtıyordu. Kabul edilen ahlak ise, ona uymayanı. Ama bu uymayış, bu çelişki, şimdiki fiili ahlakın ilerde vazedilen ve kabul edilen bir ahlak olacağı anlamına da gelmiyordu. Fiili ahlak ile vaaz edilen ahlak arasındaki ilişki, örneğin bir üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki bir ilişki gibi değildi her zaman. O ilişkide, bir süre sonra üretim ilişkileri üretici güçlerin var olan düzeyine uygun biçim alıyordu ama ahlakta bu böyle çalışmıyordu. Hatta aksine, fiili ahlak vazedilene ne kadar uzaksa, vazedilen o kadar güçleniyor ve güçlü savunuluyor olabiliyordu. Niye böyleydi? Tarihe ve toplumlarla ilgili verilere bakınca, komünde, bir sınıfsız toplumda, yani ekonomik ilişkilerin de adaletsizliğe ve baskıya fazla bir olanak tanımadığı toplumlarda, ilkelerdeki ahlak ile fiili ahlak arasında ciddi bir açıklık, önemli bir çelişki bulunmuyordu. Bu açıklık özellikle sınıflı toplumla birlikte artmaya başlıyor ve özellikle de kapitalist toplumda saçmalığa varıyordu. Hatta komünde ahlak bilgi ve sanattan ayrı da değildi. Dünya ve toplum hakkında var olan bilgi aynı zamanda tüm ahlakın ilkelerini de içeriyordu. Ve tüm bu bilgi de bir sanat olarak, müzik, dans, şiir, renkler, motifler aracılığıyla yaşatılıyor ve aktarılıyordu. Bunların birbirinden ayrılması bir bakıma, sınıflı toplumla birlikte başlamış oluyordu. Ve bu ayrılma aynı zamanda filli ve vazedilen ahlakın ayrılmasıyla atbaşı gidiyordu. Bu durumda, aslında fiili ahlak ile geçerli ahlak arasındaki çelişkinin sınıflı toplumda sınıf mücadelesinin bir aracı olduğu seziliyordu. Biraz dikkatli bakınca, Ahlaki ilkelerin aslında büyük ölçüde ezilen ve yoksul sınıfların, ezen, üst ve zengin sınıfların hareket alanını biraz olsun sınırlamanın araçları olduğu hissediliyordu. Fiili ve savunulan ahlak ilişki ve çelişkisi, bir bakıma bugün modern toplumda, insan hakları ile bu hakların fiili uygulaması ve bu hakların yasalarla sürekli kısıtlanması arasındaki çelişki gibiydi. Öyle görülüyordu ki ahlak klasik uyarlıklarda, egemen sınıfların baskı ve sömürüsünü sınırlamanın, onun hareket alanını daraltmanın bir aracıydı, özetle sınıf mücadelesinde ezilen sınıfların bir silahıydı. Modern toplumda reformist kazançların, insan haklarının, özgürlüklerin gördüğüne benzer bir işlev görüyordu ahlaki ilkeler. Klasik uygarlıklarda ezilenler sömürü ve baskıyı nasıl ortadan kaldıracaklarını bilemediklerinden ve buna güçleri yetmediğinden, en azından onu belli ölçüde kısıtlamak için, ahlaki ilkeleri öne çıkarmış ve özellikle dinler aracılığıyla bunları dini ve hukuki ilkeler haline getirmiş bulunuyorlar gibi görünüyordu. Bu nedenle ahlaklı davranmak ezilenler için bir savaş stratejiydi aynı zamanda. Zaten yoksul olduklarından ahlakla ciddi bir çelişkiye düşmeleri gerekmiyordu. Ama böylece hem bir moral üstünlük elde ediyorlar hem de ezenlerin hareket alanını daraltıyorlardı. Kendileri tutarlı iken karşı tarafı tutarsız duruma düşürüyorlardı. Bunlar binlerce yıllık denemelerle ortaya çıkıp yerleştikleri için, klasik uygarlıkların ekonomi ve sınıf temellerine dayandıklarından ve dolayısıyla benzer sınıfların mücadelesinin araçları olduğundan çok farklı uygarlık ve kültürlerde bile benzer ilkeler ve eğilimler olarak ortaya

110


çıkıyorlardı. Hemen her uygarlıkta nefsine egemen olmak, başkalarını düşünmek, zenginliğin değil doğruluğun, eli açıklığın, sadeliğin, paylaşımcılığın değerli olduğu ve birer ahlaki ilke durumuna getirildiği görülüyordu. Bu da ister istemez evrensel ahlaki ilkelerin varlığı gibi yanlış bir izlenimi besliyordu. Bu ortaklığı yaratan, klasik uygarlıkların üretim ve sınıflar temelinin birbirine benzemesiydi son duruşmada. Modern kapitalist uygarlıkta bu kadar bile yoktu artık. Eski uygarlıklarda ahlaki ilkler bir şekilde dinin dolayısıyla toplumun ilkeleriydi yani bir hukuki yaptırım karakteri de vardı, genellikle insanların kendilerini kontrole dayanmalarıyla birlikte böyleydi. Ama modern kapitalist toplumda, hukuk ve ahlak birbirinden ayrılmış bulunuyordu ve ahlak büyük ölçüde kişisel bir sorun olarak görülüyordu. Kişisel olarak ise, eski toplumsal gelenekler yaşadığı ölçüde varlığını sürdürecek bir kuytu köşe, bir alan bulabiliyordu. Ama kapitalizm eski toplumun kalıntısı ilişkileri bile dağıtıp çözdükçe ahlakın son sığınağı da yok oluyordu. Bu toplumda ahlak yoktu. Sadece hukuk vardı. Hukuk ise son duruşmada sadece kâr ilkesine hizmet ediyordu. Böylece ahlakın varlığı ve ilişkileri Komün, Klasik Uygarlık ve Kapitalizm çerçevesi içinde belli bir yere oturuyordu. Komünde ahlak ile pratik arasında bir çelişki yoktu sınıf ve güç farkları olmadığından. Ayrıca ahlaktan ayrı bir hukuk, bir bilim, bir sanat vs. de yoktu. Uygarlıkla birlikte ahlak büyük ölçüde hukuktan ayrılıyor, ama sonra dinler aracılığıyla hukuk haline geliyordu. Savunulan ve fiili ahlak arasında çelişki ortaya çıkıyordu. Ahlak ezilenlerin baskıyı ve sömürüyü sınırlamasının bir aracıydı. Çelişkiyi yaratan buydu. Kapitalist toplumda ise ahlak gereksizdi. Bütünüyle kişisel bir sorun haline geliyordu. Komünde tamamen, Klasik Uygarlıkta kısmen ahlakın gördüğü işlevi hukuk alıyordu. Klasik uygarlıkta vazedilen ahlak ve uygulanan ahlak arasındaki çelişkinin benzeri, hukukun dayandığı ilkeler ile geçerli hukuk ve onun uygulamaları arasında görülüyordu. Bir üstyapı kurumu olan ahlak ile temel ve ahlakın diğer üstyapı ile ilişkisine ilişkin yukarıda kısaca özetlenen yaklaşımı geliştirmiştim. Materyalist ve diyalektik karakterdeydi. Ahlak genellikle metafizik sosyolojilerde ya tam bir rölativizm içinde ya da felsefe veya sosyalistlerin ve sosyalizmin ahlakının ne olacağı bağlamında tartışılıyordu. Yaklaşımım bunlardan büyük ölçüde ayrılıyor, ahlakı tarihsel maddeci yöntemle ele alıp açıklamaya çalışıyordu. * Ama ahlak konusu aynı zamanda sürekli bir ideolojik mücadele konusu, bir yöntem konusu olarak da ortaya çıkıyordu. Ahlakın amaçlar ve araçlar ilişkisini konu ettiği ve tanımladığı noktasından hareket ediliyordu. Ama bu tanımın ve sınırlamanın kendisi sosyolojik değil felsefi karakterdeydi. Dolayısıyla ahlak üzerine bu tartışmalar sosyolojik olmaktan, yani Tarihsel Maddeciliğin konusunu oluşturmaktan ziyade felsefi bir karakter taşıyordu ve ideolojik mücadelenin alanına giriyordu. 111


Sosyalistler ve devrimciler arasında sürekli olarak, daha sosyalizme ilk adımlarımı atarken çözdüğüm, mutlak ahlaki ilkeler sorunuyla tekrar tekrar karşılaşıyordum. Daima birileri çıkıyor ya bazı ilkeleri tarih ve toplum üstü mutlak ilkeler olarak ilan ediyor veya bazı mutlak ahlaki ilkelere sosyalizm ahlakının ilkeleri elbisesi giydiriyordu. Böyle mutlak ya da sosyalist olarak adlandırdıkları ilkeler de aslında çoğu kez burjuva toplumunun dayandığı ilkelerdi. Bunlar, Kant’da olduğu gibi, zamanında az çok ilerici bir işlev görmüşlerdi dinin karşısında aklı ve insanı her şeyin merkezi yaparken. Ama bu zorunlu ya da mutlak kategoriler, bu gün Marksizm’in olduğu bir dünyada, hele Marksizm biçiminde ortaya çıkınca, gerici bir ideolojiye dönüşüyor, Marksizm cilası sürülmüş bir tür yeni Kantçılık oluyordu. Bunlarda görülen bir diğer özellik de, sosyalistlerin ahlakını, ki önerdikleri ahlak çoğu kez kendi feodal ahlaklarından veya idealize edimleş bir burjuva ahlakından başka bir şey de değildi, sosyalist bir toplumun ahlakı ile özdeşleştirmeleriydi. Yani sadece mutlak ahlaki kategoriler değil, ütopizm de söz konusuydu. Bu toplumun bağrında sosyalist toplum adacıkları kurulabileceğine dair, binlerce kere denenmiş ve her zaman iflas etmiş bir anlayışı tekrar yepyeni bir hakikat gibi savunuyorlardı. Buradan giderek, örneğin bir sosyalist partinin de, geleceğin sosyalist toplumunun ilişkilerini yansıtan bir minyatür sosyalist toplum tohumu olduğunu düşünüyorlardı. Ben ise bunlara hep şu itirazları yapıyordum. Sosyalist bir toplumun ahlakının ne olacağını biz bilemezdik ve bizlerin ahlakı onun bu günkü tohumu değildi ve olamazdı. Bu bir binayı yapmaya yarayan araçlarda, iskelelerde, o binanın özelliklerini aramak gibi bir şeydi. Bizler o toplum için mücadele ediyorduk. Bizim tüm düşünce ve davranışımızı belirleyen bu mücadele, yani sınıf mücadelesinin gerekleriydi. Sosyalist toplum ise, adı üstünde sınıfsız bir toplumdu. Bizlerde her şeye yön veren politik mücadele iken o toplumda, sınıflar, onların mücadelesi yani politika olmayacaktı. Sınıfların olmadığı bir toplumu, sınıf mücadelesinin gereklerine göre kurulmuş bir örgütün yasaları ile örgütlemeye kalkmak veya bunun tersi saçmalıktan başka bir şey olamazdı ve bir zamanlar kapıdan kovulmuş ütopizmi bacadan almaktan başka bir anlama gelmezdi. * Peki biz bu mücadeledeki sosyalistlerin bir ahlaki ilkesi olmayacak mıydı? Elbette vardı. Lenin komünizm davasına hizmet eden düşünce ve davranışları ahlaki olarak tanımlıyordu. Tabii bu Lenin’in sözü hemen yanlış anlaşılıyor ve şöyle itirazlar yapılıyordu: “Diyelim ki komünizm davasına hizmet edeceğini düşünüyorsunuz. İşkence yapacak mısınız? İşte Stalin yüz binleri öldürdü. O da bunu yaparken Komünizm davasına hizmet ettiğini düşünüyordu. O zaman bunları savunmak gerekir.” Bu itiraz da ister istemez, kapıdan kovulmuş olanı tekrar bacadan almak, yani bir takım tarih ve toplum üstü evrensel ilkeler ileri sürmek zorundaydı. Yani işkence yapmak, insan öldürmek kabul edilemez gibi. Yani tarihsel maddeciliğin en temel metodolojik ilkesi, tarih ve toplum üstü bir insan özü olmadığı; tarih ve toplum üstü hiçbir ilke olmadığı ilkesi fiilen reddedilmiş oluyordu bu itiraz yapılırken.

112


Peki, sorunun çözümü neredeydi? Bu mutlak ilke çıkarmaya çalışanlar, araçların kendisini tartışmanın merkezine koyanlar, çok temel bir yanlış yapıyorlar ve amacın kendisinin ne olduğunu tartışmadan amaçlar ve araçlar ikisi olarak, her hangi bir amaç ile onun araçlarındaki ilişki olarak tanımlıyorlardı ahlakı ve ilkeleri bu koyuştan çıkarmaya çalışıyorlardı. Hâlbuki her hangi bir amacın araçlarla ilişkisi değildi söz konusu olan, ahlaki olanın ön koşulu bizzat amacın kendisiydi. Yani, komünist toplum uğrana mücadele ve buna azami katkı. Bir insanın amacı bu değil ise, daha ilk adımda, başlangıçta, amaçları yanlış olduğundan ahlaklı olma şansı yoktur. Var olan toplumda geçerli ahlaki ilkelere ne kadar uygun olursa olsun, daha baştan ahlaksızlıktır yaptıkları. İnsanın, sosyalizm hedefi olmadan, yeryüzünden baskı ve sömürüyü kaldırma hedefi olmadan, ahlaklı bir insan olma şansı yoktur. Ama bu, sadece bu olanağı yaratır, ahlaklı olmayı garantilemez. Ahlaklı olmak için, yapılanların o amaca hizmet etmesi gerekir. O işi yapanın ona hizmet ettiğini düşünmesi, onun nesnel olarak ona hizmet ettiği, dolayısıyla ahlaklı olduğu anlamına gelmez. Ahlaklı veya ahlaki olmak subjektif değil, nesnel politik bir konum olabilir. Nesnel olarak o davranış buna hizmet etmelidir. Ancak böyle olduğu zaman, o paradokstan çıkılabilir. Çünkü sosyalizm adına, savunma amacıyla, “insanlar öldürülemez”, “işkence yapılamaz” gibi tarih ve toplum üstü ilkeler koymak yerine (ki somutta her zaman bu ilkeleri bizzat böyle tarih ve toplum üstü ilkeler olarak savunanlar ilga ederler hem de bizzat bu ilkeleri savunma adına. Yani insanların insanları öldürülmemesi ilkesini savunma adına bu ilkeyi savunmayanları öldürürler örneğin.) bu araçlarının kullanılmasının bu amaca nesnel olarak hizmet etmeyeceğini göstermek de mümkündür. Ama onlar kolaya saparak Marksizm’i her durum için geçerli reçeteler haline dönüştürüp, Marksizm’in, gerçekliğin somut olduğu; kendisinin bir yöntem olduğunu fiilen reddetmekteydiler. Örneğin işkenceye karşı böyle transandantal ilkeler yerine, karşı argüman Marksist metodoloji içinde şöyle de getirilebilir: işkence, ezilenler arasında sosyalizme ve sosyalistlere olan güveni sarsacağı, onları sosyalizm mücadelesinden uzaklaştıracağı, böyle bir araç, çoğunluğun iktidarı ve ona ulaşmakta kullanılamayacağı, kullanılması halinde, zararının getirdiğinden fazla olacağı bakımından da reddedilebilir. Yani mutlak ilkeler koymak yerine somut olarak, bu aracın sosyalizm davasına hizmet etmeyeceği de gösterilebilir. Öte yandan, sosyalizm davasına hizmet ediyor olmak çelişkisiz ve mutlak da değildir. Kısa ve uzun vadeli yararlılıklar çoğu kez birbiriyle çelişirler. Bir davranış pek ala kısa vadede kazandırabilir ama uzun vadede kaybettirebilir. Biz sosyalistlerin burada gütmesi gereken uzun vadeli çıkarı ve genel çıkarı gözetmek olabilir Komünist Manifesto’da belirtildiği gibi. Elbette soyut olarak uzun vadeli çıkarı saçma bir şekilde savunmanın kendisi de bizzat zıddına dönüp uzun vadeli çıkara karşı hale gelebilir. Bu nedenle uzun ve kısa vadeli çıkarlar arasında optimum bir ilişkiyi, sürekli olarak dönüşümleri göz önüne almak da gerekir.

113


Prensip olarak hiç bir tarih ve toplum üstü aracı ve yolu reddetmemek, her yolu ve aracı somut koşulları içinde, komünizm davasına hizmet edip etmediği bakımından ölçmek. Yani aslında tıpkı taktikler ve mücadele biçimleri alanında olduğu gibiydi ahlak da. Neyin ahlaki ve ahlaksız olabileceğinin her an kendi zıddına dönüşebilmesi söz konusuydu. Ancak verili durumun doğru bir analizi bizi nesnel olarak ahlaksız bir duruma düşmekten kurtarabilirdi. Ahlaklı olmak her şeyden önce politik bir duruştu. Politik duruş da doğruysa ahlaki de oluyordu. Neyin ahlaki olduğu, verili durumda nasıl bir davranışın sosyalizm idealine yararlı olduğu sorusu bağlamında anlaşılabilirdi. Bu ise, özünde toplumdaki güçler, değişimleri, ilişkileri üzerine, bir tartışma idi ve son duruşmada, Tarihsel Maddeciliğin kavranılmasını gerektiriyordu. Yani biz Marksizm’i ne kadar kavrar, toplumsal ilişkileri ne kadar doğru değerlendirirsek, o kadar ahlaklı olma şansımız olabilirdi. Aksi takdirde tüm iyi niyetimize ve ahlaklı olma çabamıza rağmen nesnel olarak son derece ahlaksız da olabilirdik. Böylece doğru ve iyi arasındaki ilişki tekrar ortaya çıkmış ve gerçek yerine oturmuş oluyordu. Yani ancak bilimsel olduğumuz ölçüde ahlaklı olma şansımız ortaya çıkıyordu. * Ama bu bile mutlak değildi. Doğru nasıl hiçbir zaman mutlak değildi ise, ona bağlı olarak da ahlaki olan da mutlak değildi. Verili bir bilgi durumunda doğru olan, başka bir bilgi düzeyinde bizlere yanlış gelebilir ve dolayısıyla nesnel olarak daha az ahlaki olabilirdi. Tarih ve toplum hakkındaki bilgimiz, hiçbir zaman mutlak derinliğe sahip olamayacağından, verili bir durum açısından bile mutlak olarak ahlaki olmak söz konusu olamazdı. Ahlakilik, bilginin düzeyi gibiydi ve ona bağlı olarak değişiyordu. Verili bilgi düzeyinde, A durumunda son derece ahlaki olan bir davranış, çok daha farklı bir bakış açısından çok sonra, ahlak dışı da görülebilirdi. Bu nedenle davranışları belirlerken hep bu izafi niteliğini de göz önünde bulundurmak gerekiyordu. Bu da bir ölçüde, verili durumda son derece ahlaki ve net görülen bir davranışın ilerde başka bir ışık altında ahlak dışına düşmesini bir ölçüde olsun engelleyebilirdi. * Ahlak konusunda bu sonuçlara kendi kendime ulaşmıştım. Benim için ahlak bütünüyle politik mücadelenin ta kendisiydi. Ve tıpkı doğru bir strateji, taktik gibi nesnel bir şeydi. Nasıl tüm iyi niyetime rağmen yanlış hareket eder, yanlış strateji ve taktikler uyguladığımda davaya zarar verirsem, aynı şekilde tüm iyi niyetime rağmen ahlaksız olabilirdim. Ahlaki olmak nesneldi, ama bu nesnelliğin kendisi de izafiydi. Bilgi düzeyine bağlı olarak doğruluk gibi ahlakilik de değişirdi. Örneğin, bizzat Marksizm’i öğrenmek için yaptığım çalışmaların kendisi en ahlaki davranışlardı. Çünkü ancak Marksizm’i öğrenerek daha az hata yapabilir ve verili durumda hangi davranışın daha büyük bir katkı olduğunu anlayabilirdim. Ama Marksizm’i öğrenme çabam belli bir bilgi düzeyine göre yürüyordu ve bu yarın bana çok saçma gelebilirdi. Ve bu çabamın ahlakiliği de doğruluğu gibi değerinden yitirirdi.

114


Ahlak konusunda özetle böyle görüşlere sahip olmuştum o dönemdeki çalışmalarım sonucunda. Daha sonra Troçki’nin Onların ve Bizim Moralimiz kitabı hakkında Deutscher’den okuduklarım, hiç de yanlış bir noktada olmadığımı gösterdi. Burada özetlenen yaklaşımları daha sonra 12 Eylül Rejiminin işkence ve idamlarını protesto etmemiz ve bunun üzerine mahkemeye verilmemiz dolayısıyla, bir savunma çerçevesinde de ifade etmeye çalıştım. Davadaki arkadaşların neredeyse hepsi, “işkence ve idam insanlık dışıdır” diyerek itiraz ediyorlar ve savunmalarını bu tarih ve toplum üstü duruma yükselttikleri ilkelere dayandırıyorlardı. Ben ise burada özetlemeye çalıştığım anlayışları açıklamak ve 12 Eylül rejimini, sınıfsal ve politik içeriğinden hareketle mahkûm etmek yolunu seçmiştim. Böylece arkadaşlara karşı aynı zamanda ideolojik bir eleştiri de yapmış oluyordum. Özetle, toplumsal üstyapının Ahlak başlığına hapisteki yıllarımda böyle bakıyordum ve bunları Kenan Evren’e hakaretten yargılandığım mahkemede böyle savunuyordum.

115


Sanat ve Estetik Tüm üstyapı içinde sanatın çok özel bir yeri vardı ve aynı zamanda sanat en karmaşık, en soyut ve anlaşılması en zor olandı. Devlet, ahlak, hukuk, politika, ideoloji vs. bütün bunlarda belli bir saydamlık bulunuyordu. Bir kanunun, bir devlet biçiminin, bir hukukun, bir ahlakın niye öyle olduğunu, hangi sınıfın çıkarlarını yansıttığını, ekonomi temeliyle ilişki ve çelişkilerini anlamak ve ortaya çıkarmak nispeten kolaydı. Ama sanat söz konusu olduğunda, hele müzikte bütün bu bağlantıları anlamanın zorluğu ortadaydı. Sanatın toplumsal yapıyla ilişkileri anlaşılabilirse diğerleri çok daha kolay anlaşılabilirdi. Sanatı sanat yapan neydi 50? Bilim ile sanat arasındaki fark neydi? Bir sanat eserini iyi sanat eseri yapan neydi? Bunun bir ölçüsü var mıydı? Sanat ve Altyapı ve üstyapının diğer öğeleri arasındaki ilişkileri nasıl ele almak gerekirdi? Bütün bu ve benzeri sorularla dolu olarak Sanat ve Marksizm konusunda ne çıkarsa okuyordum. Sanatın gerçekliği, insan duygu ve düşüncelerini kavramlarla değil imgelerle verdiği önermesi sanatın sırrına giden yolu açıyordu. Bundan başka Roman’ın ve Birey’in ortaya çıkışı arasındaki ilişki de birçok sorunu çözebilmek için bir anahtar sunar görünüyordu. Özellikle Lukacs’ın kitapları ve yazıları çok etkiliydi. İlk kez, alışılmışların dışında, başka kalibrede bir Marksist karşısında olunduğu hissediliyordu. Belli ki bazı yanlışları vardı. Örneğin Kafka veya Beckett’i yanlış yorumluyordu. Ama buna rağmen, hataları bile öğreticiydi ve belli bir derinliğe sahipti. Örneğin Gramci’den daha fazla ilgimi çekiyordu. * O zamanlar çok yaygın bir tartışma olan Sanat toplum (veya devrim) için mi sanat için mi gibi tartışmalar hiçbir zaman ilgimi çekmedi. Daha başlangıçta bu konuda şöyle düşünüyordum: bu tartışmalara sosyolojik tartışmalar değil, sosyolojinin konusu olan tartışmalardır. Sosyolojinin konusu, niçin birilerinin bunu ya da şunu savunduklarıdır. Bu tartışmaların ardındaki farklı sınıf çıkar ve pozisyonları ortaya çıkarılmalıdır. Bu konum ve çıkarlar ile savunulan pozisyon arasındaki ilişkiler incelenmelidir.

50

Üniversite’de İsmail Tunalı’nın, Sanat Felsefesi derslerini de izlemiş, özellikle Alman metafizikçilerinin (örneğin Hartmann) sanat ve estetik üzerine söyledikleri hakkında bir fikir sahibi olmuş ve bunlar hiçbir şekilde ilgimi çekmemiş, dünyamı aydınlatmamıştı. Derslerde sorduğum sorular ve getirdiğim yaklaşımlar Profesör Tunalı için bir provokasyon oluyordu. O zamanlar politik görüşleri itibariyle de son derece tutucu birisiydi. Marksizm’i sanat ve estetik alanında da derslere sokmaya çalışmam profesörle aramda çok sert tartışmalarla sonuçlanıyordu. Bir derste sert bir tartışmadan sonra bir daha beni derslerinde görmek istemediğini söylemişti, ben de bunun boşuna zaman kaybı olduğunu görüp dersleri bırakmıştım. İsmail Tunalı’nın daha sonra solcu olduğunu hatta Marksist Estetik diye bir kitap da yazdığını duyunca şaşırmadım değil. Kitabı görmedim ve okumadım, ön yargılı da davranmış olmak istemem ama Marksist estetik ile bir ilgisi olduğunu pek sanmıyorum. Muhtemelen 70’lerdeki solun yükselişinden etkilenerek, eski görüşlerine biraz Marksizm cilası sürmüş olabilir.

116


İlle de ilerici ve devrimcilerin, alt sınıfların sanat toplum içindir; gericilerin ve egemen sınıfların sanat sanat içindir gibi görüşleri savunduğunu sanmak da yanlış bir yaklaşımdır. Burada çok daha karmaşık ilişkiler vardır. Sorunu böyle koymak, örneğin felsefede ezilenler materyalizmi, egemenler idealizmi savundu türünden bir deli gömleğini olaylara giydirmek gibi olur. Örneğin sanatı kendi egemenliğin aracı olarak kullanmak isteyen bir diktatörlükte pek ala ona direniş veya ezilen sınıfların muhalefeti sanat sanat içindir parolasının ardına gizlenebilir. Sosyoloji sanatın ne için olacağıyla değil, niçin insanların sanatı şu veya bu için gördükleriyle ve bizzat bu tartışmanın nesnel sosyolojik anlamıyla ilgilenir ve bunu açıklamaya çalışmalıdır. * Ama devrimci bir insanın kendi mücadelesinde sanatı nasıl kullanacağı sorununda, devrimci mücadele ile sanat arasında tersine bir ilişki vardır. İnsan enerjisini, zamanını, ilgisini bir yerden almadan diğer yere veremez. Her kazanç bir kayıptır. Bir devrimci enerjisini ezilenlerin ideolojik, politik ve örgütsel mücadelesine ayıracağından ister istemez iyi bir sanatçı olma şansı azalır. İyi bir devrimciden iyi bir sanatçı olmaz. Tersi de doğrudur, iyi bir sanatçının da iyi bir devrimci olması beklenmemelidir. Ama öte yandan, kötü bir devrimci olmaktansa, iyi bir sanatçı olmak evladır. Çünkü politik ve devrimci mücadelenin etkisi kısa vadelidir; uzun kalıcı etkiler yapmaz. Ama iyi bir sanatın etkisi daha uzun solukludur ve daha kalıcı etkiler yapabilir. Kaldı ki politika ve sanat ilişkisi sadece güç, enerji ve dikkatin birinden almadan diğerine verilemeyeceği nedeniyle ters orantı içinde değildir. Sanatsal faaliyetin kendi mahiyetinden gelen bir sınırlama da vardır. Çünkü bir devrimci, her şeyden önce toplumsal olayların ardındaki nedenlerle ilgilenmelidir. Yani iyi bir bilim adamı da olmalıdır. Ama bilim ile sanat arasında da belli bir çelişki vardır. En azından, bilim bize bir şeyin nedenlerini açıkladığında, onu imgelerle anlatma olasılığı da sınırlanır ve azalır. Göğe baktığında siyah bir kadife üzerine ışıldayan yakamozlar değil, galaksiler, termonükleer reaksiyonlar gören bir insanın onlardan büyülenme şansı daha azdır. Kafka, kapitalizm hakkında, işbölümünün, meta üretiminin, bürokrasinin ortaya çıkardığı yabancılaşmalar hakkında Marksist görüşlere sahip olsaydı, ne ölçüde öyle imgeler ve yepyeni bir roman tarzı yaratabilirdi? Bilimin sanatı sınırlamasının en ilginç ve güzel örneklerinden biri, Bizzat Marks, Engels, Kıvılcımlı gibilerin eserleridir. Onların eserleri gerçekten büyük ölçüde sanatsaldır da. En azından kendim onların eserlerini okurken bir sanatsal tad da alırım. Bu hem onların mantıklarının iç tutarlılığından, uyumdan, 51 yani kavramlardan kaynaklandığı gibi; bu kavramlarla ifade ettikleri fikirleri, açıklamakta, vurgulamakta kullandıkları güçlü imgelerden de alır.

51

Müzikteki notaların oranları, resimdeki altın oran, şiirdeki vezinler, kafiyeler, alliterasyonlar vs. göz önüne getirilirse, sanatın, matematiksel bir uyum ile ilgisi açıktır. Kavramların iç tutarlılığı ve uyumu, bu matematiksel uyum gibidir.

117


Marks, Engels, Kıvılcımlı gibilerin çarpıcı ve başarılı imgelerinin ardında, tüm doğa, toplum ve düşüncenin ortak yanlarının daha derin olarak görülüyor olması da vardır. Yani bilim bir yandan genel düzeyde imgeleri sınırlarken, başka bir düzeyde, daha derin ilişkilere denk düşen imgelerin olanaklarını da sunar. Ancak böyle derin ilişkileri gören bir bakış, bir devrimi bir doğuma veya bir kabuklunun kabuğunu değiştirmesine, bir Kent’i, ipek böceğinin kelebeğe dönüştüğü bir kozaya benzetebilir Bu bakımdan, iyi bir devrimci, belki büyük bir sanatçı olmaz ama sanat onun çalışmalarında başarıyla kullanılan iyi bir silah olabilir. Bütün büyük ustaların eserlerinin sadece bilimsel değil aynı zamanda edebi bakımdan güçlü eserler olmaları bunun gerekli ve mümkün olduğunu göstermektedir. * Büyük sanatçının ideolojisi veya politik duruşu ile sanatı arasında da doğrudan bir ilgi yoktur. Bir sanatçıyı büyük sanatçı yapan, yansıttığı düşüncelerin ve duyguların derinliği; imgelerinin zenginliği, yaratıcılığı, orijinalliği, etkileyici gücü ve özellikle modern sanatta henüz doğuş halindeki, tümüyle gelişmemiş olan eğilimleri sezişi ve bunları sanatında yansıtması olabilirdi. Büyük sanatçılar, henüz gelişmemiş yeni eğilimleri, duyguları, gerçekleri ifade edebilmek için yepyeni araçlar, imgeler ve imge teknikleri geliştirmek zorunda kalırlar. Bir bakıma sanatın içeriği ile yansıttığı duygu ve düşünceler ile kullandığı imgeler arasında, tıpkı toplumdaki ekonomi temeli ve üstyapı arasında olduğu gibi bir ilişki vardı. Birçok durumda eski teknikler yeni duygu ve düşünceleri aktarmak için imgeleri oluşturmakta yetersiz kalmakta bu da sanatta köklü dönüşümlere, yeni biçimlerin ortaya çıkmasına, yeni imge tekniklerinin geliştirilmesine yol açmaktadır. Ama öte yandan, bizzat sanatın dile getirdiği duygu ve düşünceler de son duruşmada maddi üretim hayatındaki değişmeler tarafından belirlenmektedir. Keza bu maddi üretim hayatı, sanatsal yaratının ihtiyaçlarından bağımsız olarak da belli teknikleri de mümkün ve gerekli kılmaktadır. Örneğin yazının olmadığı ya da çok küçük bir azınlık tarafından bilindiği bir toplumda, ritimsiz, melodisiz ve kafiyesiz bir şiir olamazdı. Ama yazının yaygınlaştığı bir toplumda ritm, melodi ve kafiye şiirin bir koşulu olmaktan çıkar. Ama bu aynı zamanda sanatın bir olanağının da yitirilmesi demektir. Ama aynı zamanda artık şiirin yazılıyor olması, şiire örneğin göze hitap eden yeni olanaklar da sunar. Öte yandan, yazının yayıldığı kapitalist bir toplum insanının anlatacağı duygu ve düşünceler ile yazıyı bilmeyen bir köy ekonomisinin insanının anlatacağı duygu ve düşünceler de kökten farklıdır. Bu içeriksel farklılık, serbest vezinden bambaşka imge kuruluşlarına kadar bütün şiirin yapısını değişime zorlar. Yani üretim ilişkilerindeki değişmeler sanat için sadece yeni araçlar sunmaz ve bazılarını yok etmez; insanların yaşam koşullarını; dünyayı algılayışlarını, duygularını da değiştirir. Bu ikisi çoğu kez bir arada ortaya çıkmakla birlikte birbirinden farklıdırlar.

118


O halde, büyük sanatçılar; özellikle yeni teknikler getiren, yepyeni biçimler ve imgeler kullanan yeni sanat akımları; büyük bestekâr, şair, ressam, romancı, mimarlar vs. çoğu kez, toplumdaki değişeni bilimden önce sezip en iyi yansıtanlar ve bu yansıtmanın problemleriyle karşılaşanlardır da. * Bu noktada bilim ve sanatın başka bir paradoksal bir ilişkisi daha ortaya çıkıyordu. Sanat toplumdaki özsel değişmeleri bilimden çok daha önce sezme ve yansıtma yeteneğine sahipti. Bilimi temsil eden Minerva, Hegel’in dediği gibi akşamın alaca karanlığında öter; büyük sanatın kuşu ise henüz gün ağarırken şakır. Bir bakıma büyük sanat ve sanatçılar, yeryüzünün derinliklerindeki hareketleri önceden sezen; zelzeleleri, yanardağ patlamaların belirtilerini önceden tespit eden sismograflar gibidirler. O halde toplumda ortaya çıkan ve istatistiklerle, araştırmalarla, bilimsel analizlerle hemen tespit edilemeyecek eğilimleri, sınıfların ruh durumunda, konumlarında ortaya çıkan değişiklikleri sanat eserleri aracılığıyla önceden görmek ve anlamak mümkün olabilir. Ama bu sonuca ulaşınca, düşünceler, bütün soldan apayrı bir mecraya akıyordu. Neredeyse bütün sol, gazetelerin ekonomi sayfalarından ve ekonomi haberlerinden mekanik çıkarsamalar aracılığıyla politik gelişmelerin izlediği yolu çıkarmaya çalışırken, ben toplumun ekonomi ve sınıf temelindeki eğilimleri anlamak için sanatın çok daha derinlikli bilgiler verebileceğini düşünüyordum. Büyük sanatın gelişmeleri erken görmesinde ve yansıtmasında burnun zamanla pis kokulara alışması ve kokunun duyulmaması benzeri bir yasanın da izleri örülüyordu. Özellikle, geçiş döneminin insanları yeni ortaya çıkanın kötü kokusunu hissedebilirlerdi. O kokunun içine doğanların artık o kokuyu hissetme, başka bir dünyanın aynasında var olanı anlama, başka bir dünyayı hayal etme yetenekleri de kaybolurdu. Büyük sanatın özellikle yeni olanın ortaya çıkış döneminde, bilimin sonradan keşfedip açıklayacağını, çıkmasının nedeni budur. Sanatta daima başka bir dünya hayali de vardır. Başka bir dünyayı hayal edemeyenlerin iyi bir sanat şansı da kaybolur. Öyle görülüyordu ki, Lukacs bunu anlamıştı ama kendisi tam da bir sanatçı olmadığı için, Kafka’nın eserinde yeni olarak ortaya çıkmakta olanı, korkunç bürokratik yabancılaşmayı, daha doğuş halinde, sabahın alaca karanlığında yansıttığını göremiyordu. * Büyük sanat ve sanatçının ideolojisi konusunda daha da ileri gidip, sanatçının sınıfı ve ideolojisi ile sanatının büyüklüğü arasında bir tersine ilişki de olabileceğini düşünüyordum. Sanatçının sınıfı, politik eğilimleri ve ideolojisi ile sanatın kendisi arasındaki ilişki muhakkak ki çok karmaşık bir yol izliyordu. Birçok durumda zengin bir imge için, yanlış bir ideoloji ve gerici bir sınıf tavrı bile zorunlu bir koşul olarak ortaya çıkabilirdi. Örneğin Balzac’ın asalet hayranı olması, eski topluma duyduğu özlem, onun kapitalist Fransa’nın ilişkilerinin o insana yabancı niteliğini görebilmesini sağlıyordu. Örneğin, İkinci Enternasyonal çizgisindeki bir sanatçı, bu ufunetin kokusunu bir Balzac gibi hissedemez ve dolayısıyla yansıtamazdı.

119


Ama aynı zamanda, yanlış bir ideoloji veya gerici bir sınıfsal konum, sanatçının gerçekliğin daha derinden kavramasını da engeller ve aynı zamanda onun daha derin bir gerçeği, daha derin duyguları daha zengin imgelerle anlatmasını da sınırlar. Bütün bunlar tüm karmaşıklığı içinde incelenmelidir. Bunlar her durumda ayrıca ele alınması gereken mekanizmalardır. Bunlar çoğu kez bir arada bulunurlar. Her sanatçının bir alandaki gücü aynı zamanda başka bir alanda bir güçsüzlükle bir arada olabilir. Sanat da hiçbir şeyi karşılıksız vermez. * Sanatın politika, devrimci mücadele, bilim, ideoloji ve ekonomi temeliyle ilişkisi üzerine böyle bir sürü aykırı ve alışılmamış görüşlere ulaşmıştım. Hele sanatın, özellikle müziğin, sınıflarla ilişkisi konusunda neredeyse istisnai sayılabilecek görüşlerim vardı. Bu görüşleri özellikle Türkiye’ye ilişkin gözlemlerle ama bizzat Kıvılcımlı’dan edindiğim, tarihin gidişine karmaşık bakış sayesinde geliştirmiştim. Bir kere Kıvılcımlı’nın Tarihi ilkel, köleci, feodal deli gömleğinden kurtarıp, komün, uygarlık ve kapitalizm olarak ve uygarlıkları da komün ve uygarlık arasında bir mücadele olarak görmesi, sonra uygarlıkların ve komünlerin de kendi içinde evrim geçirdikleri ve son olarak da bunların hepsinin farklı biçimlerde kapitalizme geçmekte oluşları, bu metodolojik yaklaşım sanata ilişkin bir çok sorunun da kolayca açıklanabilmesini sağlıyordu. Çok kaba biçimde komünün müziği “Folklor” da denin Halk Müziği; klasik uygarlığın müziği Klasik Türk Müziği Denen Makam Müziği, elbet Çin, Hint uygarlıklarının da kendi “Makam Müzikleri” vardı, kapitalizmin ve modern insanın müziği de Klasik Batı Müziği idi. Ne var ki, hem uygarlıklar halk müziğini, hem de halk müziği uygarlıkların müziğini etkilemişti. Ama bu etkiye rağmen bunlar iki ayrı damar, iki ayrı üretim biçiminin karşılığı olmaya devam etmişti. Örneğin komünün müziği uygarlık içinde tarikat müziği biçiminde etkisini sürdürmüş görünüyordu. Ama esas sorun kapitalizme geçiş ile ilgili olarak çıkıyordu. Esas olarak milyonlarca köylü kapitalizme geçiyor modern insan, birey oluyor, şehirde yaşamaya başlıyordu. Bu insanlar kapalı köy ekonomisinin insanı olmaktan çıkıp bir şehir insanı olduklarında duygu ve düşünceleri de değişiyordu. Ama ellerindeki eskiden kalma olanaklar ne ise bununla başlamak ve onu değiştirmek ve geliştirmekle bunu yapabilirlerdi. Bunların eski çağın burjuvaları gibi Klasik müzik dinlemeye başlamaları, çünkü bu müziğin kapitalizmle birlikte ortaya çıktığı söylemezdi. İşte ABD’deki siyahlar, Afrika’dan getirdikleri müzikle, kapitalizme geçmişler bu geçişlerine uygar kendi müziklerini yaratmışlardı. Caz ve Blues’in kökeninde Afrika olsa da onlar siyah modern toplum insanının duygu ve düşüncelerini anlatmanın aracıydılar. Yani sadece Batı Avrupa gibi bir gelişim yoktu dünyada. Başka geçişler başka müzik türleri de yaratabilirdi. İşte Arabesk de böyle bir şeydi. Köyden şehre gelen insanların duyguları değişiyordu. Eski müzik ve onun araçları bu yeni hayatın insanının duygu ve düşüncelerini anlatmaya yetmiyordu, ama işe elinde ne varsa onunla başlamak zorundaydı. Belki modern insanın dünyasını anlatmak için çok sesli müzik daha elverişli bir araç olabilir ama eğer o zamana kadar öğrendiği ve bildiği müzik buna uygun değilse ne yapacaktı bu insanlar. Var olanı

120


değiştirerek bunun yolunu arayacaklardı. Örneğin sazı elektro yapacaklar, saz çalma tekniğini değiştirecekler, çalgılar arasına yepyeni alışılmamış çalgılar katacaklardı vs.. Marks demiyor muydu eski kuşakların geleneği yaşayanların üzerine bir kabus gibi çöker? Bu sanatı ille de Batı’dakine benzemiyor, konuları devrimci değil kaderci diye hor görüp aşağılamak anlamsızdı. Milyonlarca insanın duygu ve düşüncelerini yansıtıyordu o sanat. Elbet o sanatın da kendi büyük sanatçısı da ikinci kalite sanatçısı da olurdu. Onu onun kendi ölçüleri içinde değerlendirmeliydi. Bizzat 12 Mart döneminde fabrikalarda çalışırken, işçi sınıfının Ecevit’e yönelişi ile Arabesk’in özellikle Orhan Gencebay’ın özellikle genç işçiler arasında bir saman yangını gibi yayılışını yaşamıştım. Müzik zevkim bakımından beni hiç tatmin etmemekle birlikte, bu müzik karşında klasik soldan tamamen farklı bir duruş içindeydim. Keza solun müzikte beğendikleri ve öne çıkardıkları karşısında da tam tersi bir tutum içindeydim. Türkiye klasik kapitalizmi yaşamadığından, örneğin Batı’da bir zamanlar ilerici ve ezilenlerden yana olan müzik Türkiye’de bir ölüm parendesi atıp egemen sınıfların ve gericiliğin müziği oluyordu. Tango’nun ve Caz’ın tıpkı Arabesk gibi olduğunu düşünüyordum. Onlar da İstanbul’un gecekonduları gibi ortamlarda doğmuşlardı. Onlar da doğdukları yerlerde Arabesk gibi aşağılanmış, hor görülmüş hatta yasaklanmışlardı. O müzikler ezilen şehirli emekçi insanların dünyasını yansıtan müziktiler. Ama Türk burjuvazisi batı hayranlığı ile bu müziği alıp kendisi taklit ediyordu. Arjantin’in batakhanelerin müziği Cumhuriyet balolarının frak simokinle yapılan müziği ve dansı oluyordu. Bunlar Arabeski yasaklıyorlardı. Ezilen sınıflar ise, bu müziğin kendilerinin müziğini yasaklayanlarca dinlendiğini görünce, bunun egemen sınıflara ait bir müzik olduğun düşünüp ona iyice kapanıyorlardı. Aynı durum Klasik Batı Müziği için de geçerliydi. Burjuva devrim ve ideallerinin bu müziği, Halk tarafından Türkiye egemenlerinin müziği olarak görülüyor ve algılanıyor ve ona karşı tam bir kapanma yaratıyordu. Yani Kıvılcımlı’nın anlattığı Türkiye’nin sınıf ilişkilerinin orijinalliği ve alt üst olmuşluğu aynen, sanat ve müzik alanında da görülüyordu. Türkiye’de her şey kendi zıttı biçiminde görülüyordu. Arabeski Kaderci müzik olarak görüp lanetleyen ve Ruhi Su dinleyenlerin durumu da aynıydı. Egemen sınıfların anlayışının sol versiyonuydu. Bu da zaten sol’un aslında büyük ölçüde egemen sınıflarla aynı kökten beslenmesi ile ilgiliydi. Bu tarih ve topluma şematik bir bakışla birleşince ortaya bu sonuç çıkıyordu. Ruhi su, ezilenlerin ve halkın değil, ezilenlere ve halka uzaktan platonik aşk duyan, onları gerçekte oldukları gibi değil kendi hayalindeki gibi gören solcu aydının müziğini yapıyordu. Ruhi Su’nun müziği, halkın dışından halka bir güzellemeydi. Ama gerçekle ilgisi olmayan, devrimci romanlarda devrimci kahramanların hep mükemmel olması gibi bir güzellemeydi. Aslında kendi hayaline aşıktı aydınlar. Yani kendi halk ve emekçi sınıflar anlayışlarına bir güzelleme ve ilanı aşktı bu müzik. Son duruşmada nesnel olarak narsistti, kendine hayrandı. O ilanı aşk ettiğinin gerçeğini gördüğünde ona duyacağı duygular zaten Arabesk’e duyduğu nefret ve aşağılamada yansıyordu. 121


Ama sorun buralarda da bitmiyordu. Radyo aracılığıyla çok karmaşık bir nitelik kazanıyordu. Örneğin, Radyolar aracılığıyla dinlenen halk müziği halk müziği değildi, klasik Türk Müziği de Klasik Osmanlı müziği değildi. Tekke müziği zaten fiilen tam bir imhaya uğramıştı. Bu müziklerin otantik biçimlerinden bir geçiş de değildi bu modern insanın dünyasına. Radyo aracılığıyla bu müzik en azından transistorlü radyoların çıkışından beri kulakları dolduruyordu. Böylece artık halk müziğiyle ilişkisi kalmamış bir resmi halk müziğinin araçlarını ve kulak alışkanlıklarını kullanarak ortaya çıkıyordu şehre gelen insanların duygu ve düşüncelerini anlatan müzikler. Bu anlamda Arabesk halkın artık büyük ölçüde unuttuğu kendi müziğinden değil, bir ölçüde Türkiye’nin egemen sınıflarının halk müziği dediğinden çıkan bir müzikti. * Böylece hem Lukacs gibi Marksistlerin sanatın toplumsal yapının diğer öğeleriyle karmaşık ilişkilerine ilişkin metodolojik katkıları; hem de Kıvılcımlı’nın toplumların evrimine ve Türkiye’nin tarihine ilişkin getirdiği metodolojik katkılar aracılıyla, Türkiye’deki sanatın kendine özgü sorunlarını ve karmaşık yapısını daha iyi anlamak mümkün oluyordu. Sanat üzerine okumalarımızdan ulaştığımız ilk sonuçlar aşağı yukarı bunlardı. Ne var ki, sanatın kendisiyle ilişkimiz, politik çalışmalarla ters bir orantı içindeydi. Saçmalık derecesinde geri sol literatürü okumaktan dolayı, sanatın kendisiyle ilgilenmeye giderek daha az zaman ayırabiliyordum. Şu açmazla karşı karşıyaydım: bir devrimci militan olarak, devrimciler ortamındaki yanlış fikir, önyargı ve öngörülerle mücadele etmek görevi vardı. Ama bunları bilmek ve mücadele etmek, aynı zamanda örneğin sanattaki son gelişmeleri, en son çıkan roman, şiir, müzikleri okumak veya dinlemekten feragat ile mümkün olabiliyordu. Bunlara yönelmek ise, devrimci ortamdan giderek uzaklaşmayı ve bir yabancılaşmayı getiriyordu. Öte yandan sanat beni alt üst ettiğinden dolayı kendimi toparlayıp ideolojik ve politik mücadeleye ayıracak gücüm ve enerjim kalmıyordu. Bu nedenle, sanat eserleri adeta beni bir mıknatıs gibi çekmesine rağmen, kendimi sanata karşı bir tür perhize zorladım. Sanat sirenlerinin seslerine karşı kendimi direğe bağladım. Sadece hastalandığım zamanlar perhizi bırakıp, birikmiş şiir ve romanları okuyarak, göz ucuyla da olsa gelişmeleri izlemeye çalışmakla yetindim. Ama bu da çok yetersiz olduğundan bir süre sonra bu bağlantı iyice zayıflayınca artık daha yeni imgeleri anlayamaz hale geldim. Sanata tekrar zaman ayırabilmem, özellikle müzik ve sinema aracılığıyla Duvar yıkıldıktan sonra politikanın tamamen durduğu, her şeyin dibe vurduğu zamanlarda olabildi. * Elbette sanatın da tıpkı düşünce gibi, bilgi gibi, bir somut tarihsel hareketi vardı, bir de tıpkı mantık gibi soyut, somut tarihteki çarpılmalarından arınmış olarak bir hareketi vardı. Birincisi sosyolojinin konusuyken, ikincisi sosyolojiden bağımsız estetiğin konusuydu. Bu ikisini ayırmak gerektiğini düşünüyordum, tıpkı mantık ve bilgi sosyolojisi veya bilimlerin ve bilginin gerçek tarihi gibi.

122


Mantık nasıl, düşüncenin, bilginin hareket yasalarını inceliyorsa, estetik de sanatın hareket yasalarını incelemeliydi. Bu hareket, gerçek tarihsel hareketin çarpılmalarından, geri gidişlerinden, çıkmaz sokaklara sapışlarından arınmış biçimi olmalı ve öyle incelenmeliydi. Tıpkı Ekonomi politik veya Mantık’ta olduğu gibi, Estetik, sanatın araçlarının, onu o yapan şeylerin kendi gelişimini ele almalıydı. Peki diye soruyordum o zaman, Ekonomi Politiğin “hücre”si Meta’dır, Mantığın hücresi Kavram’dır, Estetiğin Hücresi nedir? Bilim gerçekliği kavramlarla, sanat imgelerle, metaforlarla yansıttığına göre, estetiğin hücresi İmge (Metafor) olmalıydı. Metaforun nasıl doğduğu ve geliştiği; metaforlarla anlatılan duygu ve düşünce arasındaki ilişki. Benzetmelerin sanatsal metaforlar olarak kullanım koşulları. Bunlar başlangıç noktaları olabilirdi. Yani estetik bir bakıma, tüm farklı kültürlerde, tüm farklı sanatlarda, tüm farklı toplumlarda ortak olanı, o ortak olanın hareketini, doğuşunu incelemeliydi öncelikle. Her hangi bir imgenin sanatsal olabilmesi için öncelikle onu duyanın, okuyanın, bakanın da sanatçı ile aynı kodlara sahip olması gerekir. Örneğin Çin müziği benim için sadece egzotik bazı sesler olmaktan öte bir anlam taşımayabilir. O seslerin aktardığı duyguları anlayabilecek, deşifre edebilecek kodlardan yoksunumdur. Ya da bir metafor başka bir kültürde pek ala duygular uyandırabilirken bana hiçbir şey ifade etmeyebilir hatta saçma görünebilir. Tıpkı her ürünün meta olmaması, ortada bir değişim olduğunda metanın ortaya çıkması gibi, her hangi bir imge ya da benzetme hiçbir estetik değere sahip olmayabilir. Ancak bir toplumsal ilişki içinde bir benzetme bir imge haline gelebilir. Yani tarih ve toplum üstü bir güzel yoktur, bir imge yoktur. Tıpkı bir aletin kendi başına sıradan bir nesne olması, ancak belli ilişkiler içinde bir üretim aracı olması gibidir imgenin benzetmeyle ilişkisi. Bir bakıma benzetmeler kullanım değerleri, nesneler gibidir. Kullanım değerlerinin ancak diğer kullanım değerleriyle alışveriş içinde bir meta olmaları gibi, benzetmeler de, imgeler de ancak sosyal bir ilişki içinde bir sanatsal imge özelliği kazanırlar. Estetiğin başlangıç noktasının bunlar olması gerektiğini düşünüyordum. Bu arada Lukacs’ın Estetik adı kitabı yayınlanmıştı. Kitap zengin bilgisiyle, soyutlama düzeyleriyle gerçekten çok etkileyiciydi ama çok da farklıydı düşündüğümden. Bir bakıma modern toplumdaki sanat ve estetiğin kategorilerini sanki tüm tarihin ve toplumların kategorileri haline getiriyor gibi görünüyordu Bir estetik yazılabilmesi için henüz birikimin çok yetersiz olduğunu, böyle bir estetiğin Avrupa merkezli olması tehlikesinin çok güçlü olduğunu düşünüyordum. Avrupa’daki sanatın evriminin kategorilerini estetik kategoriler haline yükseltme tehlikesi bulunuyordu. Muhtemelen Lukacs da bu hataya düşmüştü. Sanat insanın insan olma süreciyle birlikte ortaya çıktığına göre, sanatın kökleri bastırma ve bilinçaltında, yüceltmede aranmalıydı. Bunun yanı sıra dünyadaki tüm toplumların sanatları kendi yasallıkları içinde incelenmeli geniş bir bilgi birikimi yapmalıydı. Ancak ondan sonra estetiğin taslaklaştırılmasına başlanabilirdi. Hele elimizde daha bir mantık bile yokken ve mantığın bile yazıldığını göremeyeceğimiz kesinken estetiği hayal bile edemezdik.

123


1974-78 arası aşağı yukarı bu sonuçlara ulaşmış ve bu sorunlara kafa yormuştuk.

124


İdeoloji Marksizm’de bir ideoloji teorisi de yoktu. Üstyapıdan söz edilirken bir de ideolojiden söz ediliyordu ama bir büyük harflerle ideoloji teorisi de görülmüyordu. İdeoloji kavramı aslında Marksizm’de bilimin karşıtı bir anlama sahipti. Marksizm kendini bir bilim olarak görüyor ve ideolojiyi kendi karşıtları için kullanıyordu. Ama Lenin ile birlikte, çelişkili olarak, bilimsel bir ideoloji anlamında, sosyalist ideolojiden, proletaryanın ideolojisinden söz edilir olmuştu. Bunu “lugatı meşhur galatı fasihten evladır” şeklinde anlamak ve kullanmak gerekiyordu. Yani proletaryanın çıkarlarını savunmanın, bir sınıf çıkarını savunmak anlamında bir ideoloji olduğu, ama ancak bilimsel olduğunda, gerçeği çarpıtmadığında bu çıkarlar savunulabileceği için, yanlışlığını hatırdan çıkarmamak koşuluyla, yaygın ve anlaşılır bir söz anlamında, Proletaryanın ideolojisinden söz edilebilirdi. 70’li yıllarda ideoloji kavramı batıdaki birçok tartışmanın merkezinde bulunuyordu. Özellikle Birikim’in aktardığı bu tartışmalar Grasmci’ye kadar uzanıyor Althusser, Laclau ve benzerleri tarafından yürütülüyor ve entelektüeller arasında epey ilgi uyandırıyordu. Bu tartışmalar bana hiçbir şekilde açıcı görünmüyordu. Bunları altmışlı yıllardaki Asya Tipi Üretim Tarzı tartışmalarına benzetiyordum. Aynı skolastik karaktere sahiptiler. Olaylardan ve toplumdan değil, Marks’ın metinlerinden hareket ediyorlardı ve onların yorumları, yorumlarının yorumlarıydılar. Ama 60’ların tartışmalarından daha kötüydüler, o tartışmalar en azından sosyolojik kavramları tartışıyorlardı ve ister istemez tarih ve toplum üzerine bir yönelişe de yol açıyorlardı. Ama 70’lerin ideoloji tartışmaları öyle görünüyordu ki, tamamen felsefi tartışmalar olarak kalıyorlardı. Hatta sosyoloji ve Tarihten söz ettikleri yerde bile felsefi bir tartışma olarak kalıyorlardı. Bu skolastik ve felsefi tartışmalar hiçbir zaman ilgimi çekmedi, sadece bir fikir sahibi olmak için izledim. Bu ideoloji üzerine tartışmaların bizzat kendisi bir ideolojiydi ve Marks’ın dediği gibi, onlar kendileri hakkında söyledikleriyle anlaşılamazdı, onların anlamı bizzat toplumun temelindeki değişmelerden hareketle, yani sosyolojik analizlerle anlaşılabilirlerdi 52. Diğer bir ifadeyle onlar ideoloji kavramını sosyolojik bir kavram olarak, üstyapının bir bileşeni olarak değil, daha ziyade felsefi bir kavram olarak tartışıyorlardı. Onlarda ideoloji kavramının bizzat kendisi ideolojikti. 52

“Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir —, hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.”

125


* Benim için ideoloji, çarpık bilinç, gerçeğin belli sınıf konum ve çıkarlarını vs. savunmak için çarpıtılması anlamına geliyordu. Dolayısıyla benim için ideolojinin sosyolojik araştırması, bu çarpıtmanın mekanizmalarının, sorunlarının araştırılması demek oluyordu. O dönemde sorunları ortaya koyuşum ve öngördüğüm çözümler şöyle özetlenebilir. İdeoloji gerçeğin özünü vermez, çarpıtır. Ama bizim varlık hakkındaki bilgimiz de izafi olduğundan eni sonu bu da bir ölçüde gerçeği çarpıtmakta değil midir? Evet o da bir çarpıtmadır. Ama bilginin verili düzeyinden gelen, sınıfsal çıkarı koruma gibi bir kaygısı olmayan, aksine gerçeğin anlaşılması yönünde bir adım olan çarpıtma ile belli bir çıkarı ifade etmek ve korumak için yapılan çarpıtma arasında bir ayrım yapmak gerekiyordu. Örneğin, ilkel komünde bir insanın her şeyin ruhunun olduğundan söz etmesi bir ideoloji değildir. O dünyanın bu günkü ölçülerinize göre çocuksu bir kavranışıdır. Ona karakterini veren gerçeği çarpıtmak değil, aksine onu doğru olarak açıklama çabasıdır. Ama sınıflı bir toplumda, insanları korkutmak veya belli bir çıkarı korumak için ruhlardan söz etmek bir ideolojidir. Bu fark şöyle bir örnekle somutlanabilir. Bir küçük çocuk radyonun içinde küçük insanlar olduğunu, onların konuştuğunu düşünebilir. Bu karşılaştığı olguyu açıklamak için verili bilgi düzeyinde yapılmış bir açıklama, bir teoridir. Bu ideoloji değildir, burada belli bir çıkarı korumak için gerçeğin çarpıtılması yoktur. Ama çocuğunun radyoyu kurcalayarak bozacağından ve yeni masraf kapısı açacağından korkan bir anne çocuğunu radyoyla oynamaktan vazgeçirmek için, “bak radyonun içinde küçük adamlar var sen oynarsan onlar kızacaklar şimdi uyumak istiyorlar” derse, bu ideolojidir. Burada gerçeğin bilerek yapılmış, belli bir çıkarı korumak için çarpıtılması vardır. Elbette bu çarpıtma toplumda böylesine kaba ve basit biçimler içinde gerçekleşmez ama önü sonu hep bu mekanizmaya uyarlar. Örneğin eski Yunanlılar, gökteki tanrılardan bahsederken gerçeği çarpıtmıyorlardı, evreni tıpkı radyonun içinde insanlar olduğunu düşünen çocuklar gibi, çocuksu bir şekilde kavrıyorlardı. İdeoloji orada başka yerdeydi, tanrıların hikâyelerinin içindeydi, örneğin kadınların baskı altına alınmasında ve kadın tanrıların arka plana itilmesindeydi. Dolayısıyla, buradan şöyle bir sonuca ulaşıyorduk. En eski metinler, özellikle efsaneler, mitler ne kadar otantik iseler o kadar saçma görünürler ama aslında şifreleri çözüldüğü takdirde saçmalıkları ölçüsünde de gerçekçidirler, gerçeği çarpıtmaktan uzaktırlar. Çünkü onlar insanlığın sınıfsız toplumunun izlerini taşırlar 53. *

53

Bu günkü bilimsel araştırmalar da bizim o zamanlar çıkarsamayla bulduğumuz bu fikri kanıtlamaktadır. Benzeri görüşleri zaten daha önce Kıvılcımlı’da da görmüştüm. Ama o zamanlar henüz Kıvılcımlı’nın “Cennet nedir? Nerededir?” gibi yazılarından haberim yoktu ve okumamıştım.

126


Bu bilgi ile ideoloji arasındaki, gerçeği verili durumda az bilmekten gelen çarpıtma ile belli bir çıkarı korumak için yalan çarpıtma arasındaki fark aynen Marksizm öncesi toplum ve tarih felsefeleri ile Marksizm sonrası tarih ve toplum felsefeleri (Ya da daha doğrusu sosyolojiler) arasında da görülebilir (Keza Klasik Ekonomi Politik ile vülger Ekonomi Politik arasında da). Örneğin klasik ekonomi politik veya tarih ve toplum felsefeleri de, gerçeği belli bir ölçüde çarpıtmış oluyorlardı, ama aslında bunlar belli bir çıkarı savunma adına yapılan bir çarpıtma değildi ve öncekilere göre gerçeğin özüne, daha derinine nüfuz etme anlamı taşıyorlardı. Ama Marksizm’in doğuşundan sonra bunları kullanmaya kalkmak onları bir ideoloji yapardı. Bu nedenle gerek ekonomi politikte, gerek sosyoloji ve tarihte, hatta bütün toplumsal bilimlerde, Marksizm’in doğuşundan önceki, bizzat Marksizm’in de kendilerine dayandığı ve üzerinde yükseldiği bilgi ve düşünceler ile sonradan onların Marksizm’e karşı kullanılışlarıyla, Marksizm’e karşı geliştirilmişleri ayırmak gerekiyordu. Bu nedenle bütün sosyolojiler asılında bir ideolojiydiler. Çünkü Sosyolojinin kendisi Marksizm’e karşı kurulmuştu. * Ama farklı çıkarlar farklı düşünce sistemleri içinde ifade edilir diye bir kural da yoktur. Sınıflar, onların konumları ve çıkarları tamamen nesneldirler, onlar bizlerin iradesi ve istemi dışında vardırlar dolayısıyla kendilerini ifade edecek bir kanalı bir şekilde bulurlar. Yani burjuva ideolojisi ille de kendini liberal bir ideoloji şeklinde ifade etmez. Ya da feodal ideolojinin ille de dinsel bir biçim içinde olması gerekmez. Sınıf çıkarı, en bilimsel bilinen görüşler içinde bile kendini ifade edecek bir yol bulur. Keza bu nedenle bizzat Marksizm içinde de kendini ifade edecek yollar bulur. İdeolojiyi yaratan sınıf mücadelesinin çok özel bir niteliğidir. Sınıf mücadelesinde ezenler küçük, ezilenler büyük sayıdadır. Ezenlerin bunu sürdürebilmesi için kendi çıkarını toplumun ve çoğunluğun çıkarına gibi göstermesi gerekir, bunu yapamadığı sürece egemenliğini koruma şansı yoktur. Dolayısıyla, ezilenler arasında ezenlere karşı bir fikir, bir anlayış geliştiğinde ezenler ona karşı direk olarak karşı çıkmazlar. Bu onların tecridine yol açabilir. Bu çıkarlarını ezilen çoğunluğun kabulleri içinde yeniden tanımlamamın yollarını ararlar. Bu nedenle, Marksizm ezilenler arasında itibarlı bir fikir akımı olduğu sürece ezenler de, (öyle hiç de planlı ve kötü niyetli olarak değil, doğrudan sınıfsal eğilimleriyle) elbette çıkar ve eğilimlerini onun içinde ifade etmeyi denerler ve hatta onların yorumları bizzat egemen hale gelebilir. Ama bunu yaparlarken, ister istemez, onun mantık ve metodunda çarpılmalar yapacaklardır. Çünkü gerçeğin her çarpıtılması son duruşmada mantıksal veya metodik bir yanlışa dayanır. Metodolojinin bu bakımdan büyük önemi vardır. İşçi sınıfının çıkarına olmayan, gerçeği çarpıtan veya ideoloji olan, metodolojik yanlışlar ve çarpıtmalardan hareketle bulunabilir. Teorisyenin ve “İdeolojik mücadele”nin esas görevi budur. Böylece örneğin Marksizm içinde başka bir sınıfın çıkarını savunmanın zorunlu olarak mantık ve metotta tahrifat yapmak zorunda olması, buradan giderek, görünüşte bizi aldatabilen ama onun anatomisinin (mantık ve metodunun) çok farklı olanı görebilmemize yarar. Yani bizler

127


mantık ve metottan giderek bir çarpıtma olduğunu, bir balık gibi görünenin balık olmadığını, başka bir anatomisi olduğunu, tespit edebiler ve buradan da bura başka sınıfların çıkarının gizlendiğini açığa çıkarabiliriz. Bu nedenle diyalektik mantık ve metot eğitimi başka sınıfların kandırmalarına karşı uyanıklığın ve direnişin temelini oluşturur. * Ama sadece ezenler ezilenlerin arasında egemen görüşler içinde kendi eğilimlerini ifade etmezler, ezenlerin yerleşik görüşleri içinde, ezilenlerin eğilimleri de kendini ifade edecek kanallar bulur. Yani ister milliyetçilik, ister din, ister sosyalizm maskesi takmış bir reformizm olsun, bunların içinde de bizzat küçük burjuvazinin ve işçilerin eğilimleri kendini ifade edecek kanallar bulur. Ama bu kanallar var olan ideolojinin kabulleri çerçevesinde onları başka yorumlayarak, farklı varsayımlara göre çıkarsamalar yaparak kendilerini ifade ederler. En faşist partilerde bile avam eğilimleri yer alır. Ama bunlar ideolojik olarak çarpılmış bulunduklarından, plep radikalizmi o ideolojinin en aşırı ve sert biçimlerinin ifadesi de olabilir. Yani belli bir ideoloji içindeki ezilenlerin eğilimlerini ifade eden hareket ve ideolojiler ille de ilerici olacak diye bir şey de yoktur. Hatta aksine bu son derece gerici bir karakter de kazanabilir. Hatta çoğunlukla öyledir de. Ama bunun da belli sınırları vardır. Örneğin işçi zümreleri değil ama bütün olarak İşçi Sınıfı, başka ideolojiler içinde kendi eğilimlerini ifade edemez. İşçi sınıfı bütünüyle ideolojiyi eleştirerek kendini ifade edebilir. İşçilerin eğilimlerini (İşçi sınıfı ile işçiler aynı değildir) ifade eden akımlar, gerçeği çarpıttıkları için, son duruşmada başka sınıfların değirmenine su taşır. Farklı sınıfların karşı sınıfların egemen ideolojileri içinde kendi çıkarlarını ifade edebilmelerinde işçi sınıfının aleyhine eşitsiz bir ilişki vardır. Diğer sınıf ve zümreler işçi sınıfının çıkarlarını ifade eden Marksizm çerçevesinde, onu çarpıtarak, kendi eğilimlerini ifade edebilirlerken: işçi sınıfı diğerlerinin kabul ettikleri ideolojiler içinde bunu yapamazlar. Bunu yapabilmelerinin tek yolu, o verili ideolojin eleştirisinden tekrar Marksizmi bulmak ve yaratmak olabilir. * İşte bu anlamda bir eğilim de vardır tarihte ve toplumda. Yani insan düşüncesi Marksizm’i birçok kereler, birbirini bilmeden ve bağımsızca keşfetmek zorunda kalabilir. Çünkü toplumda çok farklı bilgi düzeyleri vardır. Batı Avrupa bakımından bir ideoloji durumunda olan bir bakış, çok başka yerde kapitalizme yeni girmiş başka bir halk bakımından hiç de çarpıtma anlamı taşımayabilir. Bu durumda, o ülkenin devrimcileri veya İşçi sınıfı, dünya tarihi bakımından bir ideoloji savunur görünürlerken, kendi dayandıkları fikir sistemi bakımından, daha henüz Avrupa’nın Marksizm öncesi yollarını kat ediyor olabilirler. Onların buradaki yanlışları, elbette Marksizm

128


doğduktan sonra ortaya çıkar ideolojilere ve sosyolojilere değil, Marksizmin dayandığı, henüz ilerici karakterdeki bilimsel ilerlemelere benzer. Yani ideolojiyi toplumsal ve tarihsel somutluğu içinde ele aldığımızda, ideoloji, ideoloji olmayana, tersinden ideoloji olmayan da ideolojiye dönüşebilir. Her fikri kendi somut bağlamı içinde değerlendirmeyi ve analiz etmeyi gerektirir. Örneğin MDD’cilik, dünya tarihi bakımından baktığımızda kesin olarak bir çarpıtma bir ideolojidir. Ama Türkiye’de 1960 sonrası doğan hareketin kendi iç gelmişimi bakımından baktığımızda, gerçeğin daha üst bir kavranışına, Marksizm’e ulaşma anlamına sahiptir. Bu anlamda somutluğu içinde nasıl ideolojik olan bilimsel olana dönüşebiliyor veya böyle bir somut anlamı olabiliyorsa, bunun tersine, bilimsel olan da ideolojik olana dönüşebilir. Bizlerin bilgileri sürekli gelişmektedir. Verili bir bilgi düzeyinde bilimsel olan, belli bir süre sonra, o düzeyin aşılmasıyla birlikte bir ideoloji haline gelir. Örneğin Newton ya da Galile’nin dayandığı mekanik dünya kavrayışı, belli bir dönemde bilimseldi. Ama bu günün dünyasında ideolojiktirler. Bu günkü bilgi düzeyimiz de yarın öyle olacaktır. Böylece ideoloji ve bilimi, sosyolojik olarak sadece zıtlık içinde donmuş olarak değil, aynı zamanda sürekli kendi zıtlarına dönüşümleri olarak ele alıyordum. Ve bu ele alış, aynı zamanda, daha önce değindiğim, bilimlerin hareket yasalarına ilişkin sonuçlarla da tam bir uyum içinde bulunuyordu. * Küçük burjuva ve Burjuva ideolojisi temel bazı karakteristikleriyle birbirinden ayrılabiliyordu. Yani bazı farklı metodolojik özellikler gösteriyordu. Burjuva eğilimleri, örneğin kendini sosyalizm içinde burjuva sosyalimi biçiminde ifade ediyordu. Burjuva sosyalizminin tayin edici metodolojik özelliliği, diyalektik olmaması; mekanik, kaba bir materyalizme dayanmasıydı. Buna karşılık küçük burjuva sosyalizminin metodolojik özelliği, onun daha ziyade skolâstik bir karakter taşımasıydı. Olaylardan değil daha önce tanımlanmış kavramlardan yola çıkmaları, onlara farklı anlamlar vererek onlardan hareketle gerçeği anlamaya çalışmaları esas karakteristikleriydi. Küçük burjuva sosyalizminin bir diğer özelliği de idealizmdi. Düşüncenin varlığı belirlediği gizli varsayımı bütün küçük burjuva ideolojilerinin ortak özelliği olarak görülüyordu. Özetle Burjuva Sosyalizmi metafizik ve kaba maddeci, kaba evrimci ve nesnelci; Küçük Burjuva Sosyalizmi skolâstik, idealist ve iradeci bir özellik gösteriyordu. Peki niye böyleydi? Bunu da şöyle açıklıyordum. Küçük burjuvazinin bu özelliği, onun aslında, kapitalizmin kendi has ürünü olmamasından geçmiş üretimin ve ilişkilerin yadigarı olmasından veya modern üretim ilişkilerle dolaylı ilişkisinden dolayısıyla onu aşacak kapasitede bulunmamasından geliyordu. O burjuvazinin ufkunun ötesine gidemediği için, burjuvazinin varsayımlarını farkına varmadan kabul ediyor, ondan farkını ortaya koyabilmek için ise, o varsayımlardan bambaşka çıkarsamalar yapmanın yollarını arıyordu. Küçük burjuvazinin muhalefeti o nedenle hiçbir

129


zaman programatik değil, esas olarak taktiklere, mücadele ve örgüt biçimlerine yönelik oluyordu. Onun metodolojik olarak skolastik karakteri de bu sınıfsal konumla ilgiliydi. Burjuvazinin sonuçları ve vargıları, daha geri bir üretim ve düşünce sistemine dayanan bu sınıfa kendisinden gerçeğin çıkarılacağı sonuçlar olarak görünüyordu. Küçük burjuva sosyalizminin bu mücadele biçimleri, taktikler ve örgüt biçimleri ile ilgili sorunlarla kendini açığa vuran özelliği, aynı zamanda hem burjuva sosyalizmini, hem kendini karşılıklı olarak besleyen bir dinamiği de hareket geçiriyordu. İnsanlar burjuva sosyalizminin reformist programları ile küçük burjuva sosyalizminin devrimci mücadele ve örgüt biçimleri, taktikleri arasında kalıyorlardı. Her biri diğerine karşı kendini haklı kılıyor ama ikisi birlikte de gerçek Marksizm karşısında tam bir suskunluk içinde bulunuyorlardı. Ama sadece bu kadar da değil, bunlar tam da bu skolastik ve metafizik özellikleri nedeniyle ideolojinin bu karmaşık mekanizmalarını da kavramaktan uzak oldukları için, aynı zamanda ideolojik formlar ve ayrılıklar sınıfsal ayrılıkların yerini alıyor görünüyordu. * Böylece Türkiye sosyalist hareketinde görülen onlarca eğilimin varlığını açıklamak da kolayca mümkün olabiliyordu. Hareketin gelişimin her bir aşamasında, o aşamanın varsayımları çerçevesinde burjuva ve küçük burjuva sosyalizmleri kendilerini ifade ediyorlardı. Böylece aynı sınıfsal eğilimler, farklı aşamaların ifadesi olarak farklı örgüt ve akımlar biçiminde varlığını sürdürüyordu. Bu gidişte eski aşamalar zamanla yok olmuyor ve varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Örneğin Aybar, Aran Boran, TSİP, TİP, TKP vs. hepsi burjuva sosyalist partilerdi. Hepsi aynı mekanik maddeci, metafizik ve kaba evrimci metodolojik özelliklere sahiptiler. Yine hepsi programlarıyla reformisttiler. Ama niye ayrı olarak varlardı? Bunun cevabı bunların hareketin farklı aşamalarına karşılık düşen varsayımlar çerçevesindeki ifadeleri olmalıydı. Ve eski aşamalar ortadan kalmıyordu. Ve tabii örneğin bunların her birinin kendi içinde de küçük burjuva radikalizminin ifadesi olan eğimler bulunuyordu. Öte yandan bu aşamaların her birinde o aşamanın varsayımları çerçevesinde ayrıca küçük burjuva hareketler de vardı: Ama bu küçük burjuva hareketlerin içinde de, burjuvazinin eğilimlerini ifade eden eğilimler bulunuyordu. Böylece, toplumdaki sosyal parti ve eğilimlerin çeşitliliğini, temel sınıfların ille de bir o temel sınıfların sayısı kadar parti ve harekette ifadesini bulmamasını, ideoloji ve bilgi düzeylerinin birbirine dönüşmeleri; sınıfsal eğilimlerin kendini her biçim içinde ifade edebilmeleri; önceki biçimlerin yok olmaması ve sonra gelenlerle ilişki ve çelişki içinde varlığını sürdürmesi gibi metodolojik katkılar aracılığıyla tümüyle sınıfsal konumlar ve karakterlerle bağlantı içinde açıklamak mümkün oluyordu. Bu araçları ve sonuçları birçok yazımda eleştirdiğim ve ele aldığım eğilimleri ve partileri açıklamakta kullanıyordum. O zamanlar farkında değildim ama daha sonra bu yaklaşımlarımın, sınıf kavramına tarihsel bir boyut getirdiğini fark edecektim.

130


Din, Politika, Devlet, Partiler Buraya kadar üstyapının ideoloji, ahlak ve sanat gibi en soyut, sınıf ve ekonomi temeli ve diğer üstyapı kurumlarıyla ilişki ve çelişkileri daha karmaşık olan öğelerine ilişkin o zaman ulaştığımız sonuçları kısaca özetlemeye çalıştık. Tabii bunlar da aslında tıpkı mantık ve metot çalışmaları gibi, ilgimizin merkezinde olmadan, yapılan çalışmalardı. İlgimizin esas merkezinde politika, partiler, devlet, din gibi konular bulunuyordu. Bunları burada kısaca ele alacağız, çünkü ilerde bunlara tekrar tekrar dönülecektir. Din beni her zaman korkunç büyülemişti ve bir bilmece olarak kalmıştı. Bu saçma sapan gibi görünen kitaplar, söylenceler nasıl oluyordu da binlerce yıldır, kuşaklar boyu milyonlarca insanın hayatına yön veriyordu. Bunun bir açıklaması olmalıydı. Bunun tam bir açıklaması bir yana, bu soruyu sorup araştıran pek bir çalışmaya da rastlamamıştım. Bu muazzam etki en azından şunu gösteriyordu: bize saçma görünen din, toplum hayatının ve insanların çok temel ve derindeki bazı ihtiyaçlarını karşılıyor olmalıydı. Bunun sırrına erebilmek için, toplumsal hayatın derin ilişkilerini, temel ilişkilerini kavramak gerekiyordu. Bunun cevabının hemen bulunamayacağını seziyordum. Bu nedenle, diğer bütün çalışmalarım uzun vadede bu sorunun cevabını araştırma çabasını da oluşturuyordu. Elbette her durumda olduğu gibi, Marks, Engels, Lenin ve Kıvılcımlı yine de bu cevabı ararken dayanılabilecek birkaç kerteriz noktası sunuyordu. Somut politika bakımından, elbette Lenin’in en açık biçimde ifade ettiği gibi, dinin özel bir sorun olması idi bizim programımız. Bu bağlamda Türkiye’nin hiç de laik olmadığı, bir tür resmi devlet Müslümanlığının geçerli olduğu, Alevilerin ve Hıristiyanların (ve de dinsizlerin) Türkiye’de ezilen azınlıklar oldukları daha baştan hareket noktasını oluşturuyorlardı. Keza, bir sosyalist olarak Burjuva liberallerinden farklı olarak Din’i sürekli tartışmaktan yana değildim. Din ezilenlerin ağrılarını gideren bir ilaçtı. Bunun yerine onları somut sorunlardan hareketle örgütlemeye ve mücadeleye çekmeye çalışmak gerekirdi. Onlar bu mücadele içinde zaten kendiliğinden bu eski görüşleriyle hesaplaşırlardı. Keza bir komünist veya devrimci partiye üye olmak için dinsiz olmak da gerekmezdi. Programdaki somut hedefleri benimseyen ve tüzüğe uymayı kabul eden herkes üye olabilirdi. Eğer ortada bir çelişki varsı bu kişinin kendi iç çelişkisi olurdu. Din ve Tarikatlar kapitalizm öncesi toplumlarda, bizzat Engels’in de birçok kereler değindiği gibi, siyasi partiler ve hareketlerin ifadeleri olmuşlardı. Dinin modern toplumdaki işlevi ise en iyi Marks tarafından diyalektik olarak açıklanmıştı. O hem kalpsiz dünyanın kalbi, hem de acıları azaltan bir ilaçtı. Bütün bu klasik yaklaşımlar aynen Kıvılcımlı’da da vardı. Ama Kıvılcımlı aynı zamanda Din öğretisini geliştiriyordu.

131


Örneğin, bu günkü toplum yapısını anlamak için, Osmanlı toplumunu ama onu anlamak için de İslam dinini bilmek gerektiğini söylüyordu. Böylece din, hatta üstyapı, klasik antik uygarlıkların, dolayısıyla bugünkü Türkiye’yi ve diğer ülkelerin özelliklerini anlamak için temel bir hareket noktası anlamı kazanıyordu. Böylece Devrimci Strateji bakımından büyük önem taşıyordu. Öte yandan taktik ve örgütsel bakımdan da büyük öneme sahipti. Ezilenler ve emekçiler umutsuzluk içinde dine sarıldıkları için, bizim kitlelerle ilişki kurabilmemiz için de dini iyi bilmemiz gerekiyordu. Ayrıca bu Türkiye’de başka bir özelliğe de sahipti. Türkiye’nin batıdaki aydınlanmadan temel bir farkı vardı. Batıda, ortaçağda, kilise zengin ve geniş topraklara sahip olduğundan burjuva devrimi aynı zamanda ezilenler arasında yerleşmiş kiliseye ve dine karşı güçlü bir temele sahipti. Türkiye’de ise durum neredeyse tam tersineydi, egemen sınıflar, batılı, aydınlanmacı gibi göründüklerinden, Fransız devriminin köylü ve pleplerinin dine karşılığı gibi, Türkiye’deki yoksullar da bu egemen sınıfa tepkilerini onların aksine giderek, dine sarılarak ifade ediyorlardı. Yani dine yönelme Türkiye’de aynı zamanda yoksulların muhalefetinin kendini ifade biçimiydi. Bu yaklaşımım nedeniyle İran’daki devrimin bir “İslam Devrimi”ne dönüşmesi beni hiç şaşırtmamıştı. Sosyalistler genellikle, Kıvılcımlı hariç, dini feodal ideoloji olarak tanımlayarak, Türkiye’nin egemenleri gibi yaklaşmış oluyorlardı dine ve on nedenle ezilenlerle de buluşamıyorlardı. Gerçek bir devrimci hareketin yükselmesi ve ezilenleri kapsaması aslında ancak dine sarılan kitlelerle birleşmekle mümkün olabilirdi. Bu nedenle Kemalistlerin tavrından ve yaklaşımlarından özellikle uzak durmak gerekiyordu. Bunun nasıl bir tavır olacağını bizzat bize Kıvılcımlı “Eyüp Sultan Konuşması” ile göstermişti. Ayrıca İdeoloji bahsinde değinildiği gibi, sınıf eğilimlerinin farklı ideoloji içinde de ifade edileceği sonucuna ulaştığımdan, İslam içindeki farklı tarikat ve hareketlerin farklı sınıfların eğilimlerinin ifadesi olarak incelenmesi gerektiğini düşünüyordum. Bu bağlamda örneğin Refah ve Saadet gibi partileri klasik tefeci bezirgân partilerden veya kimilerinin sandığı gibi klasik batı Avrupa şemasına göre gerici ve feodal partilerden ziyade, Anadolu’da palazlanmaya başlayan burjuvazinin; burjuvalaşan Tefeci-Bezirgânlığın partileri olarak görüyordum. Yani aşağı yukarı bu günün dünyasını ve Türkiye’sini anlayacak kavramsal araçları daha o zamandan tohum olarak edinmiş bulunuyordum. Tarihte bazı ilginç bağlantılar da dikkatimi çekiyordu. Bunlardan biri, Aleviliğin köylü partisi olması ama aynı zamanda komünal geleneklerin güçlü olduğu yerlerde yaygın olmasıydı. Yani kapitalizm öncesinde emekçi sınıfların partisi olmak ile komünal gelenekler arasında sıkı bir ilişki görülüyordu. Bunu aslında çok önceleri görmüştüm daha 12 Mart öncesi dönemindeki tarih okumalarında. Daha sonra tarih bilgim genişledikçe bu ilişkinin sadece Alevilik değil, tüm heretik (Batıni, sapkın) mezhepler ile dinler arasında olduğu da görmüştüm.

132


Bizzat Engels, “Almanya’da Köylü Savaşları”nda dağlık bölgelerdeki Batıni Hıristiyan tarikatlerden söz ediyordu. Dağ demek uygarlığa uzak olmak, komüne yakın olmak demekti. Bir dünya haritasına bakılsa, uygarlığa sonradan giren bölgelerin Protestan olduğu görülüyordu. Yani Avrupa’nın kuzeyi de “Alevi” idi. Benzer bir ilişki, Asya’da da görülüyordu. Hindistan’ın Hinduizmine ve Çin’in Konfiçyüsçülüğüne karşı, Budizm benzer bir pozisyonda görülüyordu. Budizm de Protestanlık gibi Asya’nın daha geç medeniyete giren, uygarlığın daha az etkisinde kalmış, daha komünal ilişkilerin etkilerinin devam ettiği bölgelerde görülüyordu. Keza bunun ezilenlerin muhalefetiyle ilgisi de özellikle savaş sporları veya kendine egemenlik ve çilecilik biçimlerinde hissediliyordu. Bu ilişki üzerinde durulmalıydı ve bu birçok sorunu açıklayabiliyor görünüyordu. Bir de, Türkiye’de ve geri ülkelerde pek rastlanmayan, ABD gibi zengin ülkelerde görülen, modern toplumda dine ve tarikatlara bir yönelme vardı. Bunlar da aslında kapitalizmin yarattığı yabancılaşmaya bir tepki olmalıydı ve aslında bu insanların pek ala sosyalist ve devrimci olabileceğini gösteriyordu. Din hakkındaki görüşlerim aşağı yukarı bunlardı. Kıvılcımlı’nın bu alandaki katkılarını çok önemsiyor ve bunların bir gün önemlerinin anlaşılacağını düşünüyordum. * Politika’ya gelince. Politika ve ekonomi ilişkisinde Lenin’in “politika yoğunlaşmış ekonomidir” anlamındaki sözü beni çok etkilemişti. Dolayısıyla ekonomi ve sınıf temelindeki değişme eğilimlerini doğru tespit edebilmek için, tıpkı sanattan hareket etmek gerektiğini düşündüğüm gibi, politikadan hareket etmek gerektiğini düşünüyordum. Elbette bunun öncesinde verili ekonomi ve sınıflar temeli üzerinde, belli politikaların ve partilerin hangi sınıfların eğilim ve çıkarlarını yansıttığını doğru olarak analiz edip belirledikten sonra. Bu tahlil bir kere yapıldıktan sonra, sınıf eğilimlerindeki ve ilişkilerindeki değişmeler, bizzat politikadaki temel değişmelerden hareketle sezilebilirdi. Böylece Ekonomi ve Politika ilişkileri bağlamında metodolojik olarak, Türk solunda yaygın mekanik veya ekonomik materyalist yaklaşımların tam karşısında yer almış oluyordum. Onlar sağlam bir analizle, toplumun tüm karmaşıklığı içinde temel sınıflar, eğilimleri ve ilişkileri hakkında bir görüşten yoksundular. Ve genellikle sınıfsal eğilimler ve ilişkilerdeki değişmeleri politikadan hareketle değil; şu veya bu kapitalistin veya grubun çıkarlarından, yatırımlarından veya konjonktürel ekonomik gelişmelerden hareketle politik gelişmeleri açıklamaya çalışıyorlardı. Yani gazetelerin ekonomi sayfasından hareketle politika belirlemeye, analiz yapmaya çalışıyorlardı. * Sadece sınıflar ve ekonominin politikayla ilişkisi değil; sınıflarla, zümreler ve tabakalarla partiler ilişkisi de sanıldığından çok karmaşık bir özelliğe sahipti. Genellikle partilerin sınıf çıkarlarının birebir savunucusu oldukları ve her sınıfın bir partisi olduğu ve olması gerektiği gibi anlayışlar neredeyse bütün solda görülüyordu.

133


Bir sınıfın farklı ideolojik düzeylere veya ön kabullere bağlı olarak birçok farklı parti içinde eğilimlerini ifade edebileceğini ve ettiğini düşünüyordum. Hatta bu yöntemi, Türkiye’deki sosyalist partilerin çokluğunu açıklamakta bir metodolojik ilke olarak kullanıyordum. Ayrıca buna ek olarak bir sınıf hiçbir zaman yekpare bir bütün de değildi. Sınıfların içinde de bölünmeler vardı ve bu zümrelerin de partileri olurdu. Ayrıca bunlar da kendilerini, farklı ideolojik sistemler ve ön kabuller içinde ifade edebilirlerdi. Bütün bunlar partilerin analizine dâhil edilmeliydi. Ama partilerle sınıflar ilişkisi, başka bakımlardan da karmaşıktı. Bir parti pek ala kendi programının ve ideolojisinin prangalarından kurtulamayıp, sınıfın çıkarlarını savunmanın ve eğilimlerini yansıtmanın bir aracı olmaktan çıkabilir, hatta bunun önünde bir engel haline gelebilir. Yani sınıfsal çıkarlar ve eğilimler ile partiler arasında da çelişkili ve çatışmalı bir süreç işler. Bu ideolojiler aracılığıyla, hatta liderlik kadrosunun kişisel kaliteleri vs. aracılığıyla da dolayımlı olarak işler. Bu noktada bir kişinin ihtirasları bile bu ilişkiyi karmaşıklaştıran bir etki yaratır. Ayrıca ülkenin politik gelenekleri, partilerin içinde mücadele ettikleri hukuki sistem için de bunlar geçerlidir. Dolayısıyla, günlük politikanın gelişmeleri bütün bu karmaşıklık göz önüne alınarak, ayrı ayrı analiz edilerek ve sonra bunlar tekrar birleştirilerek anlaşılabilir. Öte yandan bir sınıfın uzun vadeli çıkarı ile kısa vadeli çıkarı veya bir zümresinin çıkarı ile genelinin çıkarı her zaman uyuşmayabilir ve hatta birbirine zıt konumlarda olabilir. Böylece partiler ve sınıf ilişkisi, biraz altyapı üstyapı ilişkisi gibi sıçramalı bir hareket izler sonucu da çıkıyordu. Yani bir parti pek ala bir dönem boyunca bir sınıfın çıkarlarını savunabilir ama sınıftaki değişmeler karşısında partiler pek ala tutucu, kendini yaşatma ve savunma eğilimlerine de sahip olabilirler. Böylece sınıf (Zümre veya tabaka) yeni konum veya çıkarlarına uygun bir parti ortaya çıkıncaya veya o parti değişinceye ki bu değişim genellikle büyük iç mücadeleler demektir, bir tür “devrimci bunalım” dönemi yaşar. * Devlet konusunda elbette Marks’ın özellikle Fransa’da İç Savaş ve Lenin’in Devlet ve Devrim’i ile Lui Bonapart’ın 18 Bruemere’i vs. temeldi. Marksist üstyapı teorisinin en gelişmiş, kısmen Lenin sayesinde Devlet ve Devrim’de büyük harflerle ifade edilmiş bölümü Devlet Teorisi olarak görülüyordu. Ama bunun bile tam belirli olmayan noktaları olduğu seziliyordu. Bu bağlamda özellikle iki kavram benim çok ilgimi çekiyordu. İktidarı, bir sınıfın iktidarını, Sosyal İktidar ve Politik İktidar olarak ayırıyordum. Yani politik iktidara sahip olan ille de ekonomiye egemen olan sınıf olmayabilir diye düşünüyordum. Sosyal iktidara sahip olan ille de politik iktidara sahip olacak diye bir koşul yoktur. “Sosyal İktidar”dan politik iktidara kim gelirse gelsin, son duruşmada o ekonomik sistemin sürmesi halinde ondan çıkarlı olacak sınıfı anlıyordum. Yani bir ülke kapitalist ülkede, ister askerler, ister junkerler, ister çar iktidarda olsun, yapacakları işler hiç bir şekilde burjuvazinin ekonomik gücünü ortadan kaldırmaz, aksine ona hizmet eder. Örneğin Türkiye’de gerçek

134


iktidar ordunun elinde olduğunda bu burjuvazinin sosyal iktidara sahip olmadığı anlamına gelmez. Ya da tersinden, bir işçi partisi bile iktidara gelse, kapitalist ilişkilere ve burjuva devlete dokunmadığı sürece, politik olarak işçilerde olur ama sosyal iktidar kapitalistlerde olur ve politik iktidar son duruşmada sosyal iktidara hizmet eder. Sosyal İktidar ve Potik iktidar kavramlarına özellikle Bismark Almanya’sı ve Bonapart Fransası bağlamında Marks’ın ve Engels’in dediklerine, Lenin’in Stolipin dönemine ilişkin analizlerine, Kıvılcımlı’nın yazdıklarına dayanarak ulaşmıştım. * Bir diğer kavramsal araç da yine bu sosyal ve Politik İktidar kavramıyla bağlantılı olan, Sosyolojik olarak diktatörlük ile Politik olarak diktatörlüğü ayrıştırmaktı. Marks, Engels, Lenin vs. Proletarya Diktatörlüğü derken bundan diktatörce bir yönetim anlamıyorlardı. Burada kastettikleri tamı tamına burjuva demokrasisinden bile daha geniş bir demokrasiydi. Ama bu aynı zamanda tıpkı sosyal iktidar ve politik iktidar farkı gibi sosyolojik olarak diktatörlüktü. Türkiye’de aynı sözcüklerle ifade edildiği için en çok karıştırılan buydu ve bu karıştırma her şeyden önce burjuvazinin işine geliyordu. “Bütün yurttaşlar kanun önünde eşittir” dediğiniz zaman bu demokrasidir ama aynı zamanda örneğin Kralı ve Asilleri kanun önünde eşit görmeyen, imtiyazlı olduğunu söyleyen anlayış ve sınıflar üzerinde bir diktatörlüktür. Bu anlamda Proletarya Diktatörlüğü, sosyolojik olarak diktatörlüktür ama politik olarak diktatörlük olmayacaktır diyordum. Bu iki anlayış arasında birinin diğerinin yerini alışı ve onun üzerinde uyguladığı baskı esnasındaki diktatörlük anlamında Marks ve Engels diktatörlükten söz etmişlerdir. Kaldı ki, sistem bir kere oturduktan, yani onların imtiyazları bir kere ortadan kaldırılıp, onlar da diğerleri gibi eşit haklı yurttaşlara indirgendikten sonra, eşit haklı yurttaşlar olarak, krala ve asillere imtiyazlarını geri vermek isteyen partiler kurmaları bile sorun oluşturmaz. Bu diktatörlüğün diktatörlük olduğunu ortadan kaldırmaz. Bu demokrasi, diktatörlük olmaya devam eder. Ve buradan sosyal ve politik iktidar kavramına geri dönerek, eğer bu imtiyazları geri getirecek bir karşı devrim olmadığı takdirde, pek ala bir Kralcı partinin hükmet olması, politik iktidarı ele alması, burjuvazinin iktidarı kaybettiği anlamına gelmez. Burjuvazi sosyal iktidarı korumaya devam eder. Ancak tüm yurttaşların eşitliği ilkesinin ortadan kalkığı noktada, sosyal iktidar burjuvaziden gider. Proletarya diktatörlüğü de böyledir. Özel mülkiyet tıpkı asillerin imtiyazları gibidir. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin reddi bizzat burjuvazi üzerinde diktatörlüktür. Özel mülkiyet olmadığı sürece, politik iktidarda kim olursa olsun, (Paris komünü tipi, çoğunluğu baskı altına almayacak, baskıcı, bürokratik, militer olmayan bir devlet de zaten veri olduğundan) sosyal iktidar işçi sınıfında olmaya, burjuva partileri iktidara gelse bile, sistem sosyolojik olarak bu burjuvazi üzerinde bir diktatörlük olmaya devam eder. Burjuvazi ancak tekrar özel mülkiyeti tekrar dokunulmaz kılabilirse, yani bir karşı devrimi yaratacak çoğunluğu sağlayabilirse bu tekrar burjuvazinin diktatörlüğü olur. Eğer zaten işler buraya geliyorsa, o sistem ezilenleri mutlu etmemişse, onu şiddetle savunmanın bir anlamı da yoktur.

135


Gerip gelebilir ama ben o zamanlar “sosyalist ülkeler”de her türlü partinin kurulabileceği ve seçimlere katılabileceği, ama sınıflar ortadan kalktığından bunun olmadığını sanıyordum. * Tabii bu bağlamda, Türkiye solunda programların devleti parçalamaya yönelik olmaması ve başka bir devlet biçimini önermemesini son derece yanlış buluyordum. Parti programlarını bu bağlamda inceliyor ve hepsinde, var olan devlet cihazını parçalamaya ve ezilenlerin üzerinde yükselmeyecek bir cihaz kurmaya yönelik bir talepler olmadığını görüyordum. Bence bir devrimci parti esas propaganda ve ajitasyonunu bu noktaya yoğunlaştırmalıydı. Bunun örneğini Kıvılcımlı veriyordu. Örneğin Eyüp Sultan Konuşması’nda, İslam biçimi altında Paris Komünü tipi devleti anlatıyordu. Proletarya nasıl burjuva devlet cihazını sınıfsız topluma gidişte kullanamaz ise, burjuvazi de proletaryanın cihazını geri gidiş için kullanamaz ve onu parçalamak, çoğunluğun üzerinde onu baskı altına alacak bir araç kurmak zorundadır. Bizler de devrim ve programımızla burjuvazinin kullanamayacağı böyle bir devlet cihazını ortaya koymalı bunun kitlelerin bilincine yerleşmesini sağlamalıydık. Solun ise tam da yapmadığı buydu. Böylece ben politik ve ideolojik mücadelenin esas devlet biçimi, bunun nasıl örgütlenmesi üzerinden yapılması gerektiğini düşünüyordum. Hatta ekonomik mücadele de tam buradan yürütülmeliydi ve yürütülebilirdi. Çünkü çoğunluğun üzerinde baskı oluşturamayacak devlet, ezilenlerin örgütlenmesi, daha özgür olması dolayısıyla daha az sömürülmesi demekti. Ama sadece bu da değil. Baskıcı, bürokratik ve militer bir devlet aynı zamanda pahalı bir devlettir. Devlet harcamaları ise, üretici olmayan tüketimdir. Devlete yapılan harcamalar üretim ve sosyal hayata harcanırsa, hem refah, hem işsizlik hem de enflasyon ortadan kalkar. Bu nedenle demokrasi iktisadi mücadele için de temel bir hedef olarak ortaya çıkıyordu. * Üstyapı bölümünü burada bitiriyoruz. Bu bölümde ifade edilen sorunlar ve yaklaşımlar bundan sonraki evrimimizin motoru olacaktı.

136


Sınıflar Daha sosyoloji bölümünde okurken, iki farklı tartışmadan hareketle sınıf tanımı sorunuyla karşılaşmıştım. Sosyolojide anket ve örnekleme teknikleri üzerine derslerde, alt, orta ve üst gelir düzeyinden sınıflar gibi, ayrımlara itiraz etmiş ve bunların sınıflara değil, gelir düzeylerine tekabül ettiğini, sınıfların ekonomik ilişkiler içindeki yere göre belirleneceğini savunmuştum. Okuldaki, işportacılar arasında hemşerilik bağlarıyla etkili olan Konyalı birinin, Türkiye’de işçilerin devrimci olmadığı, Anadolu’daki köylüden daha iyi yaşadığı, en kötü durumda olan köylülerin daha devrimci olduğu türünden görüşleriyle tartışırken de benzer bir sorunla karşılaşmıştım. Bizzat gözlemlerimden hareket ederek, yoksullukla devrimcilik arasında doğrudan bir ilişki yoktur, hatta aşırı yoksulluk insanı tüm teslimiyete de götürebilir. İşçi sınıfının devrimciliği yoksulluğundan değil, onun modernliğinden ve ekonomideki yerinden gelir diye düşünüyordum. Bunlar elbette sağlam hareket noktalarıydı ama Marksist sınıflar teorisini sistemli olarak incelememiştim. İncelemeye başladığımda hayretle şunu gördüm: Marks bizlere tıpkı bir üstyapılar, bir mantık, bir estetik, bir politika teorisi bırakmadığı gibi, büyük harflerle bir sınıflar teorisi de bırakmamıştı. Bu da onun eserlerinde örtük olarak bulunuyordu. Gerçi Lenin’in genel bir sınıflar tanımı vardı ama bu sınıflardan ziyade, sınıf, zümre ve tabaka gibi tüm toplumsal bölünmeleri kapsayan çok genel bir tanım olmaktan öteye gitmiyordu. Marksizm sınıf mücadelesi öğretisi olarak biliniyordu. (Ki böyle değildi, sınıf mücadelesini kabulünün Marksist olmak anlamına gelmeyeceğini de bizzat Marks’tan öğrenmiştik) Komünist Manifesto, Şimdiye kadar bütün toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir diyerek tarihi alt üst eden satırlarla başlıyordu ama sınıfın ne olduğu hakkında ortada derli toplu bir tanım ve teori bulunmuyordu. Her zaman olduğu gibi yine Kıvılcımlı bize bu konuda da yol gösteriyordu. Nasıl Lenin Devlet ve Devrim’de, Marks’ın eserlerinde dağınık ve örtük olarak bulunan devlet teorisini büyük harflerle yeniden yazmış ise, Kıvılcımlı’da bize sınıf teorisini derli toplu bırakmıştı. Genel Olarak Sosyal Sınıflar, Türkiye’de Sınıflar ve Politika gibi eserleri, Marksist sınıf teorisini sistematize etmekle kalmıyor, ayrıca onu geliştiriyordu da. Kıvılcımlı, önce metodolojik olarak Tanım’ın metodolojik sınırlılıklarıyla başlıyor ve tanımın dar kapsamlı bir bilim çerçevesi olduğunu belirttikten sonra sınıfları bir prose (oluş, gidiş) olarak ele almaya çalışıyordu. Sınıfları modern üretimle ve doğrudan ilişkili insan kümeleri olarak tanımlıyordu. Onların konum ve çıkarlarının farklı sınıfları oluşturduğunu belirtiyordu. Ama bir adım daha atıyor, modern olmayan veya modern üretimle doğrudan ilişkili olmayan kümeleri sınıf kavramından ayırıyor ve onlara Tabakalar diyordu. 137


Ama burada da kalmıyor, bir adım daha atıyor ve sınıfların kendi içinde de bölünmeler olduğundan hareketle, bu bölünmeleri ifade eden Zümre kavramını geliştiriyordu. Böylece Sınıf, Zümre ve Tabaka kavramlarını netliğe kavuşturuyor, büyük harflerle bir sınıf teorisinin temellerini atmış bulunuyordu. Ama Kıvılcımlı burada da kalmıyordu. Sınıfları oluş halinde ve karşılıklı ilişkileri içinde değerlendiriyordu. Örneğin, geçmişin kalıntısı Tefeci Bezirganlığın, Türkiye’de somut ağırlığı bakımından bir sınıf karakteri taşıdığını söylüyordu. Keza, aslında tabakalar olarak değerlendirilebilecek olan “Devlet sınıfları”nın da neredeyse bir sınıf gibi hareket ettiğini söylüyordu. Bunlar aslında Marksist teoriye yapılmış muazzam katkılar oluşturuyordu. Ama ne yazık ki kimse bunları bilmiyor, bu kavramsal araçları kullanmıyordu. Kıvılcımlı’nın katkıları burada da kalmıyordu ve çok daha derinlere gidiyordu. Sorun şuydu, Marks’ın formülasyonuna göre, Üretici Güçler ve ona bağlı olarak Üretim İlişkileri değişimleri sonucu var olan Üstyapı veya onun hukuki ifadesi olan Mülkiyet İlişkileri ile çeliştiğinde, toplum bir devrim dönemine giriyordu. Ama bunlar yapısal kavramlardı. Dolayısıyla burada şöyle bir sorun vardı. Bu yapısal kavramlar nasıl oluyordu da tarihsel değişmelerin özneleri haline geliyordu. Üretici Güçler tüfeği, küreği ele alıp kendine uygun Mülkiyet ilişiklerini kurmak için Üstyapıyı yıkmıyordu. Bunlar toplumun yapısını analiz eden kavramlardı. Ama tarih somut insanların, somut güçlerin eylemiyle gerçekleşiyordu. Bu yapı ile özne arasındaki ilişki nasıl kurulabilirdi? Üretici Güçler ve Üretim ilişkilerinin (yani ekonomi temelinin) Üstyapıyı değiştirmesi somut sınıfların eylemiyle gerçekleşiyordu. Yani sınıf mücadelesi bu çelişkinin öznelerle ifadesiydi. Bir bakıma sınıflar bu ekonomi ve üstyapı arsındaki savaşı yürütüyorlardı onlar namına. Bu durumda, ekonomi temeli, devrimci sınıfların eyleminde; mülkiyet ilişkileri veya üstyapı da gerici sınıfların eyleminde ifadesini buluyordu. Bu yaklaşım modern tarihi açıklarken pek bir teorik sorun oluşturmuyordu. İşçi sınıfı hem modern ekonomi temelinin ürünüydü, hem de bizzat kendisi en büyük üretici güçtü. Peki sınıfsız toplumlarda da bu temel ve üstyapı arasındaki çelişki olduğuna göre orada devrimler olmuş muydu? Elbette olmuştu. Ama bunlar bu günkü anlamda bir devrime, yani bir iktidar değişikliğine yol açmıyorlardı çünkü iktidar yoktu. Değişim bir alt üstlük ve sınıf çatışmaları olmadan oluyordu. Sınıfsız ve devletsiz toplumdaki evrimler bir bakıma omurgalı hayvanların evrimi gibiydi, onların hayatları da belli evrelerden geçer ama bu büyük kırılmaları gerektirmez. Ergenlik sivilceleri çıkarılır vs. Sınıflı toplumların evrimi ise kabuklu hayvanlar ya da böceklerin evrimine benziyordu. Kabuklu hayvanlar veya böceklerde, bir aşamadan diğerine geçiş, sancılı olur, her aşama yıkılması, parçalanması gereken belli bir biçim içinde yaşanır. Istakoz büyüdükçe, eski kabuğunu atmak zorundadır. Kurtlar kozada kelebek olup kozanın kabuğunu delmek zorundadır. Egemen sınıfın çıkarının devlet denen bir koza, bir kabuk oluşturması nedeniyle sınıflı toplumda “devrim”, bir “şiddet” o kabuğu kırma unsuru içerir. 138


Mülkiyet veya üstyapı ilişkilerini korumak egemen sınıf ve onun devletinin çıkarına olduğundan, üstyapı devlet denen fiziki bir kabuk biçiminde sabitlenir. Ekonomi temeli ve üretici güçler de devrimci sınıf ve onun eyleminde, o kabuğu kırmak zorunda olan özneyi ve gücü oluşturur. Bu modern toplumda açıklayıcıdır. Ama sınıflı toplum sadece kapitalizm değildir. Kapitalizm öncesi uygarlıklarda da sınıflı toplumlar vardır. Ama orada birkaç sorun birden ortaya çıkar. Antik tarihte devrimci sınıf yoktu ve üretici güçler neredeyse hiç gelişmiyordu. Tarihteki köleler veya serfler veya küçük köylüler hiçbir zaman bir devrim yapamamışlardı ve bir iki istisnada iktidara geldiklerinde (Çin’de Taiping, Irak’ta Karamıtalar) yıktıklarından daha farklı bir düzen kuramamışlardı. Ama daha da önemlisi, tarih boyunca Üretici Güçler neredeyse hiç gelişmemişti. Marks’ın önermesinde ise, üretici güçlerin gelişmesi, her zaman olan ve kendiliğinden gerçekleşen bir gidiş olarak ele alınıyordu. Bu ise, en azından Antik Tarih’e pek uymuyordu. Üretici güçlerin hızlı gelişimi şunun şurası bir iki yüzyıllık, kapitalizmle birlikte ortaya çıkmış istisnai ve yeni bir olguydu. Bu olgular ve tarihsel gidiş, Marks’ın, o “üretici güçler gelişmelerinin belli bir aşamasında var olan üretim ilişkileriyle çelişkiye düşerler” önermesi ile nasıl uyuşacaktı? Öte yandan yine Marks ve Engels, Komünist Manifesto’nun daha ilk satırlarında, sınıf mücadelesinin her zaman devrimle değil, “çatışan sınıfların çöküşüyle” de sonuçlanabileceğini söylemişlerdi. Kapitalizm öncesi tarihte olan da böyle bir şeydi. Antik tarih bunu bir yandan doğruluyor bir yandan da yalanlıyordu. Evet, antik tarih boyunca istisnasız olarak, uygarlıklardaki sınıf çatışmaları bir devrim ile değil, bir çöküş ile sonuçlanmışlardı. Buraya kadar doğrulanmış görünüyordu. Ama o çöküş kendiliğinden olmuyor, “barbarlar” (komün) eliyle oluyordu ve medeniyeti yıkan barbarlar aynı zamanda yeni bir medeniyeti veya imparatorluğu kuranlar oluyordu. Yani çöküşün kendisi aynı zamanda bir devrim idi ve bu devrimi yapan da ezilen sınıflar değil, barbar kavimler oluyordu. Buna daha doğru ifadeyle “Komün” de denebilir. Yani Barbarlar, modern tarihte devrimci sınıfın, burjuvazi ve proletaryanın yaptığı işi yapmış oluyordu bir bakıma Kapitalizm Öncesi uygarlıkların yedi bin yıllık tarihinde. Bu olgudan da çok daha ciddi ve temel bir teorik sorun çıkıyordu. Gerek burjuvazi, gerek proletarya, var olan üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı ama aynı zamanda o ilişkilerle çatışmalı, güçlerdi ve onların devrimciliklerinin nedeni özünde buradan kaynaklanıyordu. Yani proletarya kapitalizmin ortaya çıkardığı bir güç olduğu için, burjuvazi, feodalizmin ortaya çıkardığı bir güç olduğu için, yani içinde geliştiği sistemden daha ileri olduğu için, içinde geliştiği üretim biçimini yıkacak potansiyellere sahipti ve bu eğilimi taşıyordu. Ama antik Tarihte devrimi yapan barbar kavimler, bırakalım var olan üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı bir sınıflaşmayı bir yana, aslında çok daha geri bir üretim ilişkisini ve üretici güçlerin daha geri bir aşamasını temsil ediyordu. Nasıl oluyordu da daha geri bir üretici güçler ve ilişkileri temsil eden barbarlar kapitalizm öncesi Tarih’teki devrimleri

139


yapıyorlar; öncekinden daha karmaşık bir uygarlık kuruyorlar veya ona bir taze kan veriyorlardı? Eğer Marks’ın önermeleri doğruysa (ki bunlar Tarihsel Maddeciliğin temel önermeleriydi) bu olguyu o kavram ve önermelerin içine sığdırma olanağı yoktu. Ama Marks o önermeleri bütün tarih için ifade ettiğinden, en azından antik tarihte geçerli değildiler ve dolayısıyla tüm tarihi ve toplumu açıklayan bir teorinin önermeleri olarak yanlıştılar. Bu sorunlar bir bakıma yirminci yüzyılın başında fizikçilerin karşılaştığı ışığa ilişkin gözlemlerden çıkan sorunlar gibi sorunlardı Tarihsel Maddeciliğin tarihi bakımından. Ama dünyadaki Marksistlerin hiç birisinin ne Tarihle ne de tarihsel gidiş ile ilgisi; ne de bu gidişin yasaları hakkında tezler geliştirmiş Kıvılcımlı ile ilgili bir bilgisi olmadığından, dünyada, galiba bizim dışımızda hiç kimse bu sorunun farkında bile değildi. (Bu nedenle dünyadaki Marksistlerin hiç birisi bu sorunlara kafa yormak bir yana bu sorunların varlığından bile haberdar olmadığından bir literatür yoktur. Bizim bu konularda yazdıklarımız ise bir küçük grubun yayınlarında kalmış orada bile anlaşılmamış ve kimileri anlamadıkları o değinmelere dayanarak kendilerine küçük mahfiller kurmaya kalkmışlardır.) İşte Kıvılcımlı Tarih Devrim Sosyalizm’in daha ilk satırlarında bu sorunlarla yüzleşiyordu. Marks’ın satırları, modern tarih ve tüm insanlık tarihinin genel eğilimi göz önüne alındığında açıklayıcı görünüyordu: Ama 7000 yıllık uygarlıklar, sınıflı toplumlar tarihi göz önüne alındığında kavramlar yetersiz kalıyor ve olguları karşılamıyordu. Bu bakımdan, kavramların ve teorinin öyle formüle edilmesi gerekiyordu ki, hem Marks’ın formülasyonunu doğrulasın, hem de kavramsal iç tutarlılığını yitirmeden 7000 yıllık tarihin hareketini açıklasın. Kıvılcımlı bu soruna Üretici Güçler kavramını alışılmıştan daha farklı yorumlayarak bir çözüm getiriyordu. Hareket noktası Engels’in bir mektubuydu. Bu çözüm aşağı yukarı şöyle özetlenebilir: Marks’ın yukarıda sözü edilen satırlarında, Üretici Güçler ile kastedilen esas olarak “teknik”dir. Ama Engels bir mektubunda, Üretici Güçler olarak, Coğrafya, Teknik, İnsan ve Gelenekler’i Üretici Güçler olarak sayar. Devrimci Sınıf’ın kendisinin en büyük üretici güç olduğu yönünde zaten ifadeler vardır. Bunlardan hareketle Kıvılcımlı, Üretici Güçler kavramının alanını teknikle sınırlamıyor ve Tarih, Teknik, Coğrafya, İnsan’dan oluşur diye tanımlıyordu. Bunları da kendi içinde Aktif ve Pasif; Canlı ve Cansız olarak sınıflıyordu. Üretici güçleri oluşturan bu dört unsur bir bakıma, hücre çekirdeğindeki DNA moleküllerinin oluştuğu dört harf gibiydi veya atomun çekirdeğindeki Proton ve Nötronlar gibi. Bunların her birinin farklı kombinasyonları nasıl elementlerin veya canlıların sonsuz çeşitliliğini açıklayabiliyorsa bu dört üretici gücün farklı kombinasyonları toplumların sonsuz çeşitliliğini açıklayabiliyordu. Ama bu aynı zamanda Antik tarihte üretici güçlerin gelişmemesi ve devrimci sınıf olmaması sorununa da bir cevap oluşturuyordu. Evet teknik gelişmemişti ama tek üretici güç teknik değildi ki. Keza devrimci sınıf yoktu ama Barbar’ın (komün) geleneğinden gelen kollekif aksiyon da tıpkı Modern toplumda İşçi sınıfının en devrimci güç olması gibi, bir üretici güçtü. Böylece Üretici Güçler kavramının içeriği Engels’e dayanarak yeniden tanımlanarak, hem tarihte tekniğin gelişmemesi; hem devrimler olması ama bu devrimlerin ezilen sınıflar eliyle 140


değil, barbarlar eliyle yapılması; hem barbarların daha geri bir üretim ilişkisi ve teknik düzeyi temsil etmelerine rağmen devrim yapışları; hem de Marks’ın bütün bu olgularla çelişir görünen Önsöz’deki yaklaşımı; bir tek kavram sistemi içinde birleştirilmiş ve Tarihsel Maddeciliğin en temelindeki önermeler kurtarılmış bulunuyordu. Yani sınıf sorunu, Antik Tarihte devrimleri sınıfların değil, Barbar’ların yapması, Kıvılcımlı’yı Üretici Güçler kavramını geliştirmeye götürmüştü. * Ama Kıvılcımlı’nın sınıf teorisine katkısı burada da bitmiyordu. Daha önce farklı üretim ilişkilerinin birbiriyle ilişkisinde Kıvılcımlı’nın, alışılmışın çok dışında bir yöntem geliştirdiğini açıklamıştık. Yani sonra gelen üretim biçimi öncekini yok etmiyor, hatta onu güçlendirebiliyor, onunla bir simbiyoz yaşama geçebiliyordu. Yani örneğin, Türkiye Finans Kapital egemenliğinde olduğu için Tefeci Bezirgarlığın tasfiye olmadığı ve nerdeyse bir sınıf gücü kazandığı, dolayısıyla alışılmıştan farklı olarak tam da Finans Kapitalistler zümresi iktidarda bulunduğu için demokratik devrim yapmak gerekiyordu. Tarihçe birbirini izleyen farklı üretim biçimleri ve sınıflarının aynı zamanda bir arada ve ortak yaşamını ve bunların karşılıklı etkileri içinde bir sistem oluşturması tarzındaki metodolojik yaklaşımını daha da geliştiriyordu. Özellikle Kadın Sosyal “Sınıfımız” adlı eserinde. Bu eserinde daha dünyada feminist literatür bile ortaya çıkmamışken, kadınları bir “sınıf” olarak da tanımlıyordu. Tarihçe birbirini izleyen komün, antik uygarlık ve modern kapitalizm, Türkiye’nin toplumsal yapısı ve sınıf ilişkilerini analiz için, aynı zamanda ve birbiri ile ilişkileri içinde ele alınıyorlardı. Köyler komün, kasabalar tefeci bezirgan sermaye egemenliğinde klasik uygarlıklar, büyük şehirler kapitalizm gibiydi. Köy ve kasaba şehrin; köyler kasabanın bir iç sömürgesiydi. Bunların her birinin ve Köyün iç sömürgesi de kadın olarak ortaya çıkıyordu. Kadın’ın bu durumunun, diğer ezilenlerin davranışlarını nasıl etkilediği ve bunun yol açtığı zorluklar, komplikasyonlar ve olanaklar gösteriliyordu. Örneğin bu hem bütün gericiliğin neden hep kadın sorunun ardına gizlendiğini; niye “namus elden gidiyor” bayrağına sarıldığını; “Namus”un da Ezilenlerin kölesi olduğunu; onların bu köleyi kaybetmemek için diğerlerinin kölesi olmayı kabullendiğini açıklıyordu. Ama aynı zamanda kadının nasıl bütün devrimlerin patlatıcı gücü olduğunu da açıklıyordu. Ve burada, sınıf yine tarihsel somutluğu içinde bir anlama sahip oluyordu. * Ben de Kıvılcımlı’nın bu katkısını Mantık ve İdeoloji bağlamında ulaştığım bazı sonuçlarla birleştirip, sınıfların varlığına tarihsel bir boyut ekliyordum. Bu iki yönlüydü. Birincisi, Düşüncede skolastik, metafizik ve diyalektiğin kendi içinde de bir evrim geçirdiği; toplum biçimlerinde komün uygarlık ve kapitalizmin bir de kendi içinde evrim geçirdiği sonuçlarına ulaşmıştım. Bunu olduğu gibi sınıflara da aktarabiliyordum. Sınıflar da kendi içinde belli bir evrim geçiriyorlardı. Yani sınıf değişken bir şeydi. İşçi sınıfı ekonomik ilişkiler bakımından hep aynı idi, ama somutta, manüfaktür döneminin veya ağır sanayi 141


döneminin veya patlarlı motorlar döneminin (o zamanlar Fordizm kavramından haberim yoktu) işçileri farklıydı. Bunların örgütleri ve partileri farklı karakterler taşıyordu. Sadece işçiler değil, köylüler de değişiyordu. Ekonomik bakımdan aynı ilişkiler içinde olsalar da, tarlasını öküzle süren köylü ile traktörle süren köylü; okula gitmiş köylü ile hiç okula gitmemiş köylü aynı değildi. Bizlerin analizleri hep Marks’ın, Lenin’in bu sınıflara ilişkin dediklerine dayanıyordu. O zamandan beri onları hiç değişmemiş gibi ele alıyorduk. Sınıfların bu yeni özelliklerini analiz mücadele bakımından çok önemliydi. Ama tarihsel boyut sadece sınıfların değişiminden ibaret de değildi. Temel sınıflar aynı zamanda farklı üretim biçimleri ve tarihsel aşamalar gibiydiler bir arada bulunan. Dolayısıyla bu onların mantık ve metotlarını; stillerin de belirliyordu. Yani sınıf kavramına bir de kültürel boyut getiriyordum tarihten kaynaklanan. Bu boyut da onların, çıkarlarını değil ama karakterlerini belirliyordu. Bir sınıfın çıkarı ile karakteri, ya da ideolojisi arasında daha karmaşık bir ilişki vardı. Bazı sınıfların karakteri, çıkarının nerede olduğunu bilememek olabilirdi. Bu yaklaşıma göre, küçük burjuvazi, bir bakıma kapitalizm öncesi üretim biçiminin yadigarı olduğundan, burjuvazi karşısında, medeniyet karşısındaki barbar gibiydi. Yani iktisadi ilişkiler açısından proletarya ve burjuvazi arasında yer alan ve proletaryanın müttefiği olan küçük burjuvazi, tarihsel, mantıksal ve ideolojik olarak proletaryaya burjuvaziden daha uzak bulunuyordu. Buna karşılık, Proletaryanın karşısındaki burjuvazi, tarihsel, mantıksal ve ideolojik olarak proletaryaya küçük burjuvaziden daha yakın bulunuyordu. Böylece sınıfların sadece bir ekonomik konumlanışla değil, aynı zamanda bu tarihsel ve kültürel konumlanışla ilgili bir boyutu olduğu sonucu ortaya çıkıyordu. Bu da özellikle modern işçi sınıfı ve küçük burjuvazi arasındaki ilişkilerin o çok karmaşık yapısını açıklamakta çok açıcı oluyordu. Örneğin Küçük burjuvazinin siyasi örgüt ve hareketlerinin neden skolastik olduğu; ideolojik olarak neden sekter olduğu; kolayca bölündüğü; niye programatik bir açılım koyamadığı; sosyalizme küçük burjuva sosyalizminden bir tek bile teorisyen gelmediği; gelenlerin niye hep sapıttıkları; niye büyük teorisyenlerin burjuva kültüründen ve bununla ciddi iç hesaplaşmalardan çıktığı vs. hemen bir kolay anlaşılabilirlik kazanıyordu. Sınıflar bağlamında tartıştığım sorunlar ve ulaştığım sonuçlar özetle bunlardı.

142


Ekonomi Temeli ve Ekonomi Politik Toplumun Ekonomi temeli, daha lise son sınıfta, TİP Karşıyaka ilçesine gitmeye başladığımda bile temel ilgi alanımı oluşturuyordu. O zamanlar Hindistan’da açlık vardı ve açlık Hinlilerin inekleri kutsal sayıp yememeleriyle açıklanıyordu. İşin ilginci bu genel yaygın bir görüştü. Daha o zamanlar bu tür açıklamalara karşı, açlığın temelinde inekleri kutsal görüp dokunmama değil, Hindistan’da yaygın olan tefecilikle ve toprak ağalığı olduğunu söylüyor ve şöyle bir argüman getiriyordum. Yarın öbür gün Türkiye veya halkının çoğu Müslüman olan bir ülkede açlık olursa, bunu domuz yememekle açıklamak gibidir bu açıklama. Ayrıca Domuz çok daha hızlı üreyebilen ve her şeyle de beslenebilen bir tür olduğundan, bu açıklama çok daha ikna edici olabilirdi. Daha hapse girmeden Ekonomi ile ilgili olarak ne çıkmışsa okumuştum. Üniversitede ilk senemde, Adam Smith’in “Milletlerin Zenginliği”ni ödev olarak almış ve okumuştum. Ayrıca elbette ekonomi politik ile ilgili diğer kitapları, Jean Baby, Bettelhem, Sweezy, Baran, Oscar Lange gibilerini ve tabii Marks, Engels, Lenin, Kıvılcımlı’dan ne çıkmışsa okumuştum. Genel olarak sosyalistlerde hep şöyle iki eğilim görüyordum ve bunların ikisini de yanlış buluyordum. Elbet bütün sosyalistler ekonomik temelin belirleyiciliğini söylüyorlar ve öneminden bahsediyorlardı ama fiiliyatta şöyle davranıyorlardı: Bir tarafta neredeyse somut ekonomik ilişkiler ve onun üzerinde yükselen sınıflar üzerine hiç araştırma yapmayan, kafa yormayan hep spekülatif ve felsefi alanlarla uğraşanlar. Bunlar 60’lı yıllarda Mao ve Çelişkiler üzerine tartışmalarında görülüyorlardı. 70’li yıllarda da bu gelenek daha rafine ve ince bir biçimde devam ediyordu. Bunun Türkiye’deki en etkili kaynağı Birikim dergisi idi. Tipik örneği Althusser ve çevresinde görülen bu yaklaşım, ekonomi ile hiç ilgili olmadığı gibi, sosyolojik olmaktan ziyade felsefi idi. (Yani Tarihsel maddeci değil Spekülatif) Esas olarak hep skolâstik bir karakter taşıyordu. Bunun zıttı gibi görünen diğer bir eğilim ise, neredeyse gazetelerin ekonomi sayfalarındaki haberlerden veya daha sofistike olarak sermayenin yeni örgütlenme biçimlerinden hareketle politik gelişmeleri anlamaya kalkan ekonomik materyalist veya mekanik materyalist denebilecek bir eğilimdi. 12 Mart döneminde bir ara hapishanelerde toplu halde cinnet geçirenler veya o dönem yayınlanan Erol Toy’un İmparator’u gibi romanlar bu eğilimin en tipik örneği idiler. Özellikle, TİP, TSİP, TKP gibi reformist ve burjuva sosyalist partilerde bu eğilimin çok güçlü olduğu görülüyordu. Bu iki eğilimde aslında her zaman birbirini besliyor ve birbirine de hızla dönüşebiliyordu. Politika ve ideolojinin nispi özerkliği kavrayışı bunlarda hiç bulunmuyordu neredeyse. Örneğin OYAK’ın ekonomide artan öneminden hareketle 12 Mart’ı ve onun karakterini açıklamaya çalışıyorlardı. Bunlar neredeyse her zaman yanlış, saçma ve mekanik bulduğum açıklamalardı. Bence toplum denen organizma çok karmaşıktı. Bir insan vücudunda bile

143


organların ilişkisi korkunç karmaşıklık arz ederken, toplum gibi çok daha karmaşık bir organizmada bu tür açıklamalara ancak gülünebilirdi. Hatta ben, bunların tam tersine, genel olarak, üstyapıdaki gelişmelerden hareketle ekonomi temelindeki değişmelerin daha iyi anlaşılabileceğini düşünüyordum. Hem bilimin baykuşunun akşamın alaca karanlığında ötmesine karşılık, sanatın bülbülü sabahın alaca karanlığında öttüğü için; hem de siyaset, Lenin’in deyimiyle “yoğunlaşmış ekonomi” olduğu için. Dolayısıyla ekonomi ile sınıflar ve üstyapı ilişkisinde esas olarak neredeyse yaygın olan bütün yaklaşımlardan farklı ve tam ters bir durumdaydım. * Ama ekonomi temeli alanında şu iki teorik problem kafamı çok kurcalıyordu. İkisi de yine tarih ve azgelişmişlik ile yani son duruşmada strateji ve sınıf ilişkileriyle ilgiliydi. Türkiye’de prekapitalizm, yani kapitalizm öncesi toplumsal ilişkiler hep toprak mülkiyeti bağlamında ele alınıyordu. Yani büyük topraklar ve bunun çalıştırılma biçimleri. Buradan da kapitalist çiftlikler mi yoksa prekapitalist feodal beylikler mi? Tartışmasına varılıyordu. Bu sonuçlar da devrim stratejisini belirlemekte kullanılıyordu. 1970’lerin başındaki bölünmelerde bu yöntemden hareketle Türkiye’nin yarı feodal olduğu sonucu çıkarılıyor oradan da şehirlerden kırların kuşatılması ve gerilla stratejisine ulaşılıyordu. Ne var ki, yetmişlerde bu eğilim tersine dönmüştü, bu hareketlerin hemen hepsi Türkiye’de kapitalizmin yaygınlığına vurgu yapmaya başlamışlardı ve buna bağlı olarak gerillacılığı terk etmişlerdi. Ama bunların unuttuğu prekapitalist bir sermaye biçimi ve onun gücü ve egemenliğiydi. Soldaki bu genel eğilimin karşısında, Kıvılcımlı hep Tefeci Bezirgan sermaye ve sınıftan söz ediyordu esas olarak. Gerçekten de Türkiye’de büyük toprak sahipliği oldukça az görülüyordu. Elbette Batı’da büyük kapitalist çiftlikler vardı, doğuda da kapitalizm öncesi ilişkilere dayanan bir yığın köyleri olan ağalar. Ama bunlar genel tablo içinde ayrıksı duruyorlardı. Esas egemen olan küçük üreticilerdi. Köylüleri örgütlemek için bunlardan yola çıkılması gerekiyordu. Bunların taleplerine işçi sınıfı bir cevap vermeliydi. Bu köylü tabakasının esas sorunu da tefeci bezirgânlardı. Gerçekten de Türkiye’nin neresine gidilirse gidilsin, daha TİP zamanındaki faaliyetlerde bile görmüştüm ki, esas gericilik bu tabakadan geliyordu. Altın dişli, kasabaya gelen köylünün genellikle borçlu olduğu; aynı zamanda bir benzin, motor, zirai ilaç firmasını acentesi olan bir eşraf tabakasıydı bu. Somut olarak gözle de görülüyordu. Egemen partiler bu tabaka aracılığıyla emekçileri kendi egemenlikleri altında tutuyorlardı. Bunları burjuvazi ile karıştırmamak gerekiyordu. Tefeci Bezirganlık bunlardı. Ama ortada çok garip bir durum da vardı. Marks-Engels esas olarak kapitalizmle ve doğuşuyla uğraştığı için ve o zamanlar kapitalizm gittiği yerlerde prekapitalist sermayeyi tasfiye ettiği veya dönüştürdüğü için, onların eserlerinde bu sorun yoktu.

144


Ama diğer Marksistlerin eserlerinde de bu tabakadan bahsedildiği hiç görülmüyordu. Ayrıca bu sermaye modern ticari sermaye gibi kavranıyordu, yani tefeci bezirganlık ticaret burjuvazisi gibi anlaşılıyordu. İşin kötüsü Türkiye’deki sosyalistlerin nerdeyse tamamı da Tefeci Bezirgan sermayeyi, modern kapitalizmde gelirlerinin kaynağı işçinin ürettiği artı değer olan faiz getiren sermaye ve ticari sermaye ile karıştırıyorlardı. Tefeci Bezirgan sermaye binlerce yıldır vardı ama bunda artı değerin kaynağı üretim değil, değişimdi, dolayısıyla değerin altında alıp üstünde satmaktı. Bütün antik tarih de buradan çıkmaza saplanıyordu. Bu sermayenin gelişimi, üretimle ilgisiz olduğundan hem tekniğin gelişimiyle ilgili değildi, hem de üretenlerin yoksullaşması ve üretimin gerilemesi sonucunu doğuruyordu. Modern sermayeden farklı olarak bu sermayenin geliştiği yerde üretim geriliyordu. Tefeci Bezirgan sermaye sorunun daha iyi anlamak için Kapital’i bir de bu açıdan okumuştum. Ama hemen şu görülüyordu ki, Marks Kapital’de bunun Nuh zamanından kaldığını, modern kapitalist sermaye ile zıt karakterini, hırsızlık, korsanlık, savaş ve dolandırıcılıkla ilişkisini açık açık belirtmesine rağmen, konusu bu olmadığından, bunun tarihin gidişine etkisini ele almamıştı. Ayrıca o dönemde az gelişmişlik ve emperyalizm gibi sorunlar olmadığından, Marks kapitalist ilişkiler geliştikçe bu sermayenin yok olacağını var saymıştı. Ne var ki, Emperyalizm aşamasında bizzat modern sermayenin kendisi gericileşince, bu kadim gerici sermayede bir müttefik bulmuştu. Bunlar eski çelişkili uzlaşmaz karakterlerini değiştirmişler ve simbiyoz bir yaşama başlamışlardı. Böylece Türkiye’de kapitalizmin Finans-Kapitalizm olması, hatta gelişmiş ülkelerde savaştan sonra gelişen Tekelci Devlet kapitalizmi olarak doğması ile aynı zamanda geri bir ülke olması paradoksu da böylece kolayca açıklanabiliyordu. Ama garip olan bu açıklamanın neredeyse sadece Kıvılcımlı ile sınırlı olması, başka kimsenin neredeyse bunu hiç sorun etmemesiydi. Öyle görülüyordu ki Marks’ın bu sermaye ile özel olarak ilgilenmemesi ve sermayenin ortaya çıkış ve gelişiminin soyut tarihsel hareketini incelemesi, bu çok özgül ilişkinin dolayısıyla da Türkiye ve onun gibi geri ülkeler sorununun anlaşılmamasına yol açıyordu. Tıpkı az gelişmişlik gibi bu sorun da Marks’ta bulunmuyordu. Marks kapitalizmin niye şurada doğup da burada doğduğunu, niye şu çağda değil de bu çağda doğduğunu sorun etmiyor ve bunu araştırmıyordu. Ama Türkiye’deki sosyalist hareketin sorunu tam da buydu. Marks, kapitalizmin ortaya çıkması için soyut bir tarihsel ön koşul araştırıyordu. Bunun için iki koşul gerekiyordu. Özgür işgücü, yani topraktan kopmuş, iş gücünü satmaya hazır insanın varlığı. Bir de Sermaye’nin birikmiş olması. Bu sermaye birikiminin nasıl korsanlıkla oluştuğunu gösteriyordu. Keza köylülerin nasıl topraklarından da sürüldüğünü gösteriyordu. Ama bu, kapitalizmin soyut olarak doğumunu açıklamakla birlikte neden İngiltere’de ve o çağda olduğunu açıklamıyordu. Çünkü örneğin Celali Ayaklanmaları devrinin Osmanlı’sında Tefeci Bezirgan sermaye de vardı, Celali olmuş, topraksız kalıp isyancı olmuş özgür işgücü de, hatta eski Roma’nın ücretli

145


askerlerine benzeyen Yeniçerilikte olduğu ve Marks’ın dikkati çektiği gibi, ücrete dayanan ilişkiler bile vardı. Ama Osmanlı’da kapitalizme geçilememişti. Eğer sorun Üretici Güçlerin Gelişme Düzeyi ise, Osmanlı ile o dönemin İngiltere’si arasında bu bakımdan pek büyük bir fark da yoktu. Keza İngiltere’deki sermaye birikimi de bir farklılık göstermiyordu diğer kapitalizm öncesi birikimlerden. Kartacalılar, Fenikeliler, Mekke Eşrafı, Venedikli Tüccarlar bunların hepsi de servetlerini korsanlıkla, yağmayla, savaşla ele geçirmişlerdi. Uzak Dış Ticaret için, Doğu Hint Kumpanyası gibi, kendilerine göre büyük kumpanyalar kurmuşlardı. Muhakkak ki o zamanlar da iflas etmiş köylüler vardı. Ama bütün bunlar modern kapitalist sermayeye dönüşmemiş ve dönüşememişti. Sorun nasıl olup da dönüştüğü idi. Marks’ın soyut analizinde bu dönüşme bir zorunluluk gibi görülüyordu. Genel olarak tarihe bakılınca meta ilişkilerinin sürekli bir yaygınlaşması görülüyor ve bunun da bir noktada nitel bir sıçramaya vardığı düşünülebiliyordu. Ama sorun, somut olarak kapitalizme niye başka yerde değil de İngiltere’de veya niye başka zamanda değil de orada geçilebildiği olarak koyulunca, daha önce üretici güçler bahsinde de görüldüğü gibi ekonomi politiğin kendi yasaları açısından bunu açıklama olanağı bulunmuyordu. Burada “ekonomi dışı” bir unsur önemliydi muhakkak ki. Kıvılcımlı bunun İlkel Sosyalizm olduğun söylüyordu. Gerçekten de bu açıklayıcı oluyordu. En azından bağlantıyı gösteriyordu. İşte Japonya ve İngiltere ve Medeniyete daha az bulaşmış kuzey Avrupa Kapitalizme geçmişti. Buna karşılık medeniyetlere bulaşmış dünya Kapitalizme geçememiş az gelişmiş olarak kalmıştı. Keza bu Güney ve Kuzey Amerika zıt gelişimlerin de açıklar görünüyordu. Tarih şöyle bir paradoks ortaya koyuyordu: Prekapitalist Tefeci Bezirgan sermaye, Modern sermayeye zıt karakterde ise ve onun geliştiği yerde diğeri gelişemiyorsa, nasıl oldu da kapitalizme geçildi? Çok güçlü olduğu yerde geçilemez çünkü zıt karakterdedir; az geliştiği yerlerde ise yine geçilemez çünkü gerekli sermaye birikimi yoktur. Bu nasıl mümkün oldu? Bu soru tıpkı modern fiziğin veya biyolojinin karşılaştığı temel sorulara benziyordu. Örneğin, eğer evren her yerde aynı karakterde, yani homojen ise, büyük patlamada madde kadar anti madde olması ve bunların da birbirini yok etmesi gerekir ki, bu da bildiğimiz evrenin olmaması ve bizlerin bu soruyu soramaması demektir. Sorabildiğimize göre kuraldışı bir durum olması, simetri ilkesinin kırılmış olması gerekir. Benzer bir duruma biyolojiden de örnek verilebilir. Her DNA sürekli tıpkısını yarattığına göre, nasıl olmaktadır da milyonlarca farklı canlı bulunmaktadır? Demek ki, bu simetri ilkesi bir yerlerde kırılmakta ve bizzat bu kırılmanın kendisi (mutasyon) canlıların evrimini olanaklı kılmaktadır. İşte İngiltere’de olan böyle bir durumdu. Nasıl canlıların çeşitliği veya evrenin varlığı temel bir ilkenin “ihlali” ile mümkün oluyordu ise, Toplum’da da öyleydi. Ekonomi politiğin kendi yasalarından hareketle kapitalizme niye şurada şu zamanda geçildiği veya başka yer ve zamanda gelişmediği açıklanamazdı. Bu geçiş, belli koşulları da gerektirirdi. Bunu da şöyle bir benzetmeyle açıklıyordum.

146


Canlılar hetotrof ve ototrof olarak besinini diğer canlılardan sağlayan ve besinini kendi üreten olmak üzere iki bölüme ayrılmaktadır. Hetotroflar diğer canlıları yediğinden, hayatın doğuşunda ilk canlının yiyeceği ototrof canlılar olmadığı için, ilk canlının yiyeceğini kendi üreten, bir canlı olması (ototrof) gerektiği düşünülmüştür ilk önceleri. Ama biraz düşünülünce ilk canlının hetotrof olması gerektiği, yani enerjisini dışarıdan alması gerektiği ortaya çıkar. Çünkü aksinin devri daim makinesi yapmaya kalkmaktan bir farkı da yoktur. Bu günkü teori de böyledir zaten. İlkel atmosferdeki yıldırımlar vs. bir organik moleküllerden oluşan çorba yaratmıştır. İlk kendini üreten molekül bu hazır daha önceden kullanılmış ve yüksek moleküllerde örgütlenmiş enerjiyi hazır lop almış ve canlıya sıçrama böyle sağlanabilmiştir. Toprak ekonomisine dayanan Bezirgan uygarlıklar meta ilişkilerini geliştirerek ve bir dünya pazarı yaratarak, meta ilişkilerinin yaygınlaşmasını sağlayarak, bu dünya pazarına en son girenin sanayi kapitalizmine geçebilmesinin koşullarını yaratır. Bir bakıma dünya, bezirgan uygarlıklar aracılığıyla, “organik çorba” haline gelmiştir. Ama bu sadece bir koşuldur. İngiltere’den önce, İspanya ve Portekiz de uzak dış ticaret yapmışlardı. Ama bunlar modern kapitalizme geçemediler. Soygun ve sömürüden gelenler, belki birer servete dönüştü ama modern sermayeye dönüşmedi. İngiltere’nin farkı, orada tefeci bezirgan sermayenin gelişmemişliği, devletin güçsüzlüğü, yani komünün yaşayan geleneği ve gücüydü. Böylece Komün, sadece tarihsel devrimlerin değil, kapitalizme geçişin de anahtarı olarak ortaya çıkıyordu. Öte yandan bu yaklaşım, o klasik mekanik materyalist yaklaşımları bir kenara atıyor, eğer o mekanik Marksistlerin sözleriyle ifade edersek, üst yapı alt yapıyı belirliyordu. İlkel sosyalizmin geleneklerinin gücü oluyordu kapitalizme geçişi sağlayan. Böylece, bu yaklaşım sadece tarihe birbirini izleyen şemalar olarak bakışı değil; alışılmış mekanik altyapı üst yapı yaklaşımlarını da havaya uçuruyordu. Geri ülkeler olan eski uygarlık beşiklerinde kapitalizme geçilememişti çünkü oralarda tefeci bezirgan sermaye ve devlet çok güçlü idi. İngiltere’de ise, korsanlıkla ilk sermaye birikimi (Drake) ve uzak dış ticaret kanalından (Doğu Hint kumpanyası) klasik uygarlıklarda olduğu gibi toplumun iliğini kanını sömürme olanağı bulamadan ve devlet Şarktaki gibi her şeye kadir olma fırsatı bulamadan kapitalizme geçilebilmişti. Yani gerek Üretici Güçler kavramının, gerek ilkel sermaye birikimi, özgür işgücü ve uzak dış ticaret gibi soyut koşulların kapitalizme geçişi açıklayamaması ve bu açıklamanın ancak İlkel Sosyalizm ile yapılabilmesi hem Kıvılcımlı’ya olan güvenimi pekiştiriyor, hem de alışılmışın çok dışında, o şematik ve mekanik Marksizmlerden çok farklı bir Marksizm anlayışını yerleştiriyordu.

147


Politikaya Yöneliş ve “Troçkizm” Buraya kadar özetlenen Diyalektik ve Tarihsel Maddecilik üzerine, yani Metodolojik sorunlar üzerine bu yoğunlaşma, aslında biraz zorunlu olarak ortaya çıkmıştı. 1965’lerden 70’lere kadar, canlı ve yükselen bir hareket ve onun örgütsel biçimlerinin içinde, hatta tam merkezlerindeydik. Önce o ilk yükseliş yıllarında Türkiye İşçi Partisi (TİP); daha sonra Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB), Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) ve Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç); bunların yanı sıra ve daha sonra Yapı İşçileri Sendikası (YİS) ve diğer işçi örgütlenme girişimlerinde hep, canlı, gençliğini yaşayan bir hareketin dinamizmini soluyan bir militan ve çoğu kez de bir “ilk saatin işçisi” olarak yer almıştık. Bu dönemde teorik ve politik evrimimiz çok kısa zamanda büyük mesafeler kat ediyordu. Ayrıca bu evrim öyle yapayalnız gerçekleşmiyordu, adeta bir kuşağın hep birlikte evrimi gibiydi. Ortak tartışmalar vardır. Biri okuduğu bir kitaptaki yeni bir fikri, biri bir deneyi, başka biri bir gözlemden çıkan bir sonucu diğerleriyle paylaşır, bunlar üzerine tartışılır ve bu tartışmaların verdiği yeni ilhamlarla yeni sonuçlara ulaşılırdı. Bilimlerin ve bilginin gelişmesi için aynı konuya ilgi duyan ve tartışan bir çevrenin varlığına bilim tarihi üzerine çalışmış birçok araştırmacı dikkati çekmiştir. Canlı bir hareket ve henüz bu hareketin parçalanmamış ve parçalansa bile henüz her parçanın kendi içine kapalı olmaması; böyle bir ortama, dolayısıyla hızlı ve birlikte bir teorik evrime olanak sağlıyordu. Koca bir kuşak adeta hep birlikte öğreniyordu. Ama 12 Mart darbesiyle birlikte hem kitle hareketi durmuştu, hem entelektüel ve teorik tartışma ortamı. Buna ek olarak, eleştirilerim nedeniyle örgütlü bir çevreden de tecrit edilmiş bir yalnızlığa mahkûm edilmiştim bütün 12 Mart dönemi boyunca 54. Bu dönemde bir parça canlı bir tartışma ortamı bulup yine eski ortak dinamizmi yakaladığım biricik yer ve zaman belki de Davutpaşa Kışlası’nda Dev-Genç davasından beş aylık tutukluluk dönemiydi. Ancak 12 Mart döneminin sonlarına doğru, bizi tecrit ve felç edenlerle, ilişkimizi koparıp tekrar kendi bildiğimizce yola düzüldükten sonra -ki bu aynı zamanda 12 Mart sonrasındaki yeni bir yükselişin başlangıcına da denk düşüyordu- tekrar teori pratik ilişkisini bir parça olsun yakalar gibi olmuştuk. Ama bu bile, canlı bir hareketten yoksundu henüz. Bu yoksunluğun bir nedeni de, bu tartışmaları yapabilecek ortak birikim ve tecrübelere sahip arkadaşların çoğunun ölmüş veya hapiste olmasıydı. Bu sınırlı canlılık bile birkaç ayı aşmayan çok kısa bir dönemi kapsar hayatımda. Tutuklanmamla birlikte, politik ve örgütlü mücadeleden zorunlu bir uzaklaşma ortaya çıkar.

54

Bu konuda TKP-B ve TSİP'in Tarihöncesinin Tarihine Katkı - (Olgular Üzerine Bir Arkeolojik Kazı başlıklı yazıya bakılabilir

148


Elbette dışarıda olan arkadaşlarla belli bir ilişkim sürüyor ve zaman zaman oradaki gelişmelere müdahale etme denemelerim oluyordu ama bana sürekli olarak “sen içerdesin, dışarının koşullarını bilmezsin pratik politikayı bize bırak sen teoriyle uğraş” anlamında sözler ediliyordu. Ben de “her halde dışarıdaki arkadaşlardan daha iyi bilemem, haddimi bilmeliyim” diye düşünüp ağzımı kapatıyor ve gerçekten yukarıda çok şematik olarak özetlenmeye çalışılan “Diyalektik ve Tarihsel Maddecilik” üzerine yoğunlaşıyordum. Bana karşı getirilen bu argümanı ister istemez ben de bir ölçüde benimsediğimden, kendimi, düşmanın eline esir düşmüş bir savaşçı olarak görüyor ve görevimin, Marksizm’i daha iyi kavramak için hapishaneyi bir okul ve imkan olarak görmem gerektiğini düşünüyordum. Verili koşullarda, ruhça ve bedence sağlam ve gelişmiş olarak, mücadeleye daha fazla katkı yapabilecek durumda dışarıya kendimi hazırlamanın esas görevim olduğunu düşünüyordum. Biraz da bu nedenle, yukarıda ele alınan felsefi ve tarihsel maddeciliğe ilişkin son derece teorik sorunlarda yoğunlaşabiliyordum. Ama bu yoğunlaşma, hareketin yükseldiği dönemlerde, hareketin içinde yer aldığım dönemlerde olduğu gibi bir yoğunlaşma değildi. Yapayalnız, tartışmadan yoksun, el yordamıyla, oldukça taşralı ve otodidakçaydı zorunlu olarak. Niğde’de eski altmış sekizlilerin kılıç artıkları bulunmasına rağmen, artık diller birbirinden ayrılmış, ortak tartışma ve tecrübe ortamı yok olmuştu. Her grup kendi içine kapanmıştı. Böyle bir yoğunlaşma için Niğde’nin ortamı uygundu. 1974 - 78 arasında Türkiye tarihinin en büyük radikalleşme ve politikleşme dalgasında, bizler Niğde’de adeta sakin bir vahada yaşıyor gibiydik. Bu nedenle ben örneğin böyle bir dönem yaşandığının farkında bile değildim. Tabii 60’ların yükselişini yaşadığımdan ve yaşadığım ana geçmişin ışığında baktığımdan, gerçek yükselişin daha ilerde geleceğini düşünüyordum. Spor, yemek ve temizlik nöbeti, dergi ve gazeteleri okuma, kitap okuma, biraz televizyon ve tekrar okuma... Niğde Cezaevi’ndeki hayatın akışı benim için doğuşundaki deli ve çağlayanlı dönemleri geride bırakmış bir nehrin düz bir ovada sakin akışı gibiydi. Bu nedenle çok büyük emeklerle çok uzun zamanda çok az yol kat edilebiliyor ve bunların genellikle somut politik tartışmalarla pek bir bağlantısı bulunmuyordu. Ve yine bu nedenlerle, dikkat edildiyse bu son anlatılan bölümlerde, şu politik sorundan hareketle söyle bir soruya cevap ararken şuradan giderek şu sonuca ulaştım türünden pek az satır bulunmaktadır. Bu dönemde politikadan uzak mıydım? Hayır. Ama şöyle düşünüyordum. Kıvılcımlı bize güçlü bir teori vermiş, program, strateji de sunmuş. Bunlar en azından birkaç on yıl boyunca bizlere yolumuzu gösterebilir. Bizim yapmamız doğru ve yaratıcı taktikler, örgütler ve mücadele biçimleriyle bunu dövüştürmek ve yaymak. Eh bunlar da pratikle ilgili olduğundan elbette dışarıdaki arkadaşlar daha iyi yapar ve bilir. Kıvılcımlı’nın görüşleri doğu olduğuna göre, en azından var olanların en iyisi olduğuna göre ve Marksizm’i okudukça, öğrendikçe bu kanım pekiştiğine, okumaların daima da bunu kanıtladığına göre, er veya geç onun görüşleri üstün gelecekti. Bu çıkarsama ve kanıyı besleyen bir diğer neden de, 12 Mart’ın bitiş döneminde Kıvılcımlı’ya genel bir ilgi olmasıydı. Ben bu ilginin dışarıda devam ettiğini ve edeceğini düşünüyordum. 149


Bu nedenle neredeyse 78’e kadar politik gelişme ve sorunlardan uzaktım. Dışarıdakiler halleder; insanlar tıpkı bizlerin yetmişlerde keşfetmesi gibi Kıvılcımlı’yı yeniden mendi deneyleriyle keşfeder diye düşünüyordum. Dışarda altı sayı çıkabilen Kıvılcım gazetesi aracılığıyla oluşmuş bir çevreden ziyarete gelenler de zaten hep iyi şeyler anlatıyorlardı. Dışarıda yapılanlar beni tatmin etmiyor, bir eksiklik hissediyordum ama bunun üzerine gitmiyordum. Düzeltirler kendileri diye düşünüyordum. Bazı kritik durumlarda yazılı bir şeyler yolluyordum Ama onlar da anlaşılmıyor, yankısız kalıyordu. Sonra çekmecelerde unutulduğunu öğrenmiştim. Ama 1978’lere doğru, ortaya çıkan birbiriyle de ilişkili iki gelişme benim bu somut politik ve örgütsel sorunlardan uzaklığımı ortadan kaldırdı. Birincisi, Ecevit’in iktidara gelişiyle Hapishaneye başka cezaevlerinden 70 sonrası devrimcilerin gelmesi; ikincisi, toplumdaki muazzam politikleşme ve radikalleşmeye rağmen Vatan Partisi’nin büyümemesi ve krizden krize yuvarlanmasıydı. * 1978’e doğru yavaş yavaş dışarıdaki fırtınanın dalgaları Niğde’ye de gelmeye başladı. Başka cezaevlerinden bir sürü politik mahkûm Niğde’ye geldi. Siyasi kısmın kapıları da açıldı, diğer mahkûmlarla iç içe yaşanmaya başlandı. Birden bire, Niğde’nin de dışarıdan pek bir farkı kalmadı. Hala cezaevindeydik ama cezaevi tam da dışarısı gibi olmuştu. Ancak o zaman, doğrudan yaşantı ve gözlemlerle, yavaş yavaş ayaklarım suya ermeye, Türkiye’de çok derinde bir şeyler olduğunu anlamaya ve çok önemli bir zamanın yitirildiğini hissetmeye başladım. Bir anlamda doğruydu arkadaşların dediği ve benim de kabullendiğim, ben içerde olduğumdan dışarıyı bilemezdim. Ve gerçekten de durumu kavrayamamıştım. Ama onların anladığı ve benim de kabullendiğim anlamda değil; pratik politika ve taktikler anlamında değil, genel olarak, sosyolojik olarak olan bitenin ne olduğun anlama anlamında. Onlar içinde yaşadıkları halde bunu hiçbir şekilde göremiyorlardı. Kendimi affedemiyordum. Türkiye, tarihinin en ciddi politikleşme ve radikalleşme dalgasını yaşarken ben bütünüyle bu yılları boşuna yitirmiş, yukarıda açıklanan nedenlerle, olanı kavramamış ve hiç bir müdahalede bulunamamıştım. * Buna paralel olarak, dışarıdakilerin bulunduğu örgüt olan Vatan Partisi bunalımdan bunalıma girmeye başlamıştı. Bir türlü büyüyemiyor, aksine küçülüyordu. Bir bakıma yıllar altı sayı çıkmış Kıvılcım’ın o kısa zamanda sağladığı birikimi tüketmek ve harcamakla geçiyor gibiydi. Bu bunalımlar ve bir çıkış bulunamaması istemez bir kurtarıcı arayışına ve zaman zaman yazdığım ve yazdığım sıralar ciddiye bile alınmamış eleştirilerimin de haklılığının ortaya çıkmasıyla yavaş yavaş dediklerime bir yönelişe yol açmış ve bu da beni tekrar politik sorunlara ve aktüel politikaya yönelmeye motive edici olmuştu. 150


* Keşif ve ilerlemelerin çoğu, yanlış varsayımlara dayanırlar ve onlar sayesinde mümkün olurlar. Kolomb, batıya giderse Hindistan’a ulaşacağı gibi yanlış bir varsayım üzerinden yola çıkmıştı ve tam da bu yanlış sayesinde keşfettiği yeni bir kıtaydı. Benzer şekilde Kıvılcımlı, “Uluslararası Komünist Hareket (Bunu yazdığı dönemde Üçüncü Enternasyonal) zaten dünya planında bize yolumuzu gösteriyor, bunu onlardan daha iyi yapacak halimiz yok” yanlış varsayımına dayanarak görevlerini şöyle bir uslamlamayla belirlemişti: Biz kendi savaş alanımızda başarılı olmak için o savaş alanını, yani içinde yaşadığımız ve mücadele ettiğimiz ülkenin toplumsal yapısını, sınıf ilişkilerini daha iyi tanımalıyız; onu tanıyabilmek için de Tarih’e yönelmiş ve Antik tarihin kilidini açmış; Marks nasıl modern toplumun yüzündeki peçeyi kaldırmışsa, o da Kapitalizm öncesi toplumların yüzündeki peçeyi kaldırmıştı. Tabii yaptığı keşifler bunlarla da sınırlı değildi, ve modern tarihi, özellikle az gelişmişliği anlayabilmek için harika ipuçları sunmuştu. Ama bütün bu keşifler bu “Uluslararası Komünist Hareket (Bunu yazdığı dönemde Üçüncü Enternasyonal) zaten dünya planında bize yolumuzu gösteriyor, bunu onlardan daha iyi yapacak halimiz yok” yanlış varsayıma dayanmaktaydı, örneğin Sovyetlerdeki yozlaşmayı görmüş olsa, bir bürokrasinin ortaya çıkıp iktidarı eline aldığını görse ve onunla mücadeleye yönelseydi, muhtemelen bu keşiflerin hiç birini yapamazdı. Benzer bir yanlış varsayım veya varsayımlar dizisi de bizim gerek bu yetmişli yıllardaki Teoriye yönelişimizi gerek de sonra bunalımdaki partinin sorunlarına yönelişimizin temelinde bulunuyordu. Neydi bu yanlış varsayımlar? Bunları biraz açıklamak gerekir. Bizim 70’li yıllar boyunca yoğunlaştığımız bu teorik çalışmaların bir tek hedefi vardı: Marksizm’i, dolayısıyla Kıvılcımlı’yı daha iyi tanımak ve öğrenmek. Onları ne kadar iyi tanır ve öğrenirsek sınıf mücadelesinde o kadar doğru davranabilir ve başarılı olabilirdik. Yani görevimizi belirlerken aslında yanlış bir varsayıma dayanıyorduk. Burada yanlış olan, doğru fikirlerin er veya geç başarılı olmanın garantisi olduğu yolundaki varsayımdı. Bu varsayım da aslında bir yanlış anlamadan, pratiğin bir teorinin doğru olup olmadığının en kesin ölçüsü olduğu anlayışının, bayağı ve mekanik bir şekilde toplumsal mücadeleler alanına aktarılmasından ortaya çıkıyordu. Bu gizli varsayım, aynı zamanda, insanların davranışlarını toplumsal konum ve çıkarların değil, fikirlerin belirlediği gibi bir varsayımın, yani idealizmin dayandığı temel fikrin, yedi başlı bir ejderha gibi kafasını çıkarmasıydı. Bu varsayım aynı zamanda, insanların doğru fikirleri duyunca, onları kabul edecekleri gibi çocuksu bir varsayıma dayanıyordu veya burjuva rasyonalizminin bir ifadesiydi. Halbuki “insan çıkarlarına aykırı ise matematik aksiyomlar bile tartışma konusu olur”du. Ama o zamanlar bunun farkında değildik ve bilmiyorduk, daha doğrusu bunun üzerine hiç kafa yormamıştık. Bir fikrin doğruluğunun çoğu kez onun başarı ve yaygınlaşmasının değil, tam da gözden düşme ve itibarsızlaşmasının nedeni olabileceğini (Marks ve Engels’te 151


gericilik dönemini anlattıkları Almanya bağlamında, örneğin Hegel’e değer verilmemesi bağlamında böyle birçok paragraf da olmasına rağmen) tasavvur bile edecek durumda değildik. Okuduğumuz kitaplar bize anlatıyordu ki, “Pudding’in tadı onu yemekle anlaşılabilir.” Pratik bir teorinin doğruluğunun ölçüsüdür. Bir bilimsel teori doğru ise, pratikte deneyle kanıtlanır. Dayandığımız teori doğru ise, uygulamadaki hatalar nedeniyle bir süre için başarısız bile olsa, bu hatalardan arındığında başarılı olur ve doğruluğu kanıtlanmış olur. Burada başarı, verili durumda, o görüşleri savunan hareket veya partinin büyümesi, etkisinin artması, devrimi yapmaya yaklaşması anlamına geliyordu tabii ki. Dolayısıyla şöyle bir çıkarsama kendiliğinden oluşuyordu bu bağlamda: Kıvılcımlı’dan daha derin bir Marksist görmemiştik. Keza devrimci hayatı da örnekti. O halde onun görüşlerinin yayılması, güçlenmesi ve dolayısıyla devrimi yapmaya yaklaşması gerekirdi. Ama böyle bir olgu görülmüyordu Bu durumda o teoriden daha iyisine rastlanmadığına ve (Dünya’da bilmediğimiz bir yerlerde daha iyisi olsa bile) Türkiye’de gerçekten daha iyisi olmadığına göre, ortada bir sorun vardı. Buradan hareketle Parti’deki krizin sorunlarına yöneliyorduk. Dolayısıyla ilk önce, Kıvılcımlı’nın doğru kavranılmadığı, iyi uygulanamadığı gibi bir varsayımdan hareketle çözümler arıyorduk. Ama esas sorunun, bir teorinin doğruluğunun onun başarılı olmasını beklemekte olduğunu aklımıza bile getirmiyorduk. Bu sonuca yıllar sonra, bizzat bu yanlış varsayımdan hareketle uzun bir yolculuktan sonra varabilecektik. Böylece doğru teorinin yayılması, etkili ve başarılı olması gerektiği, onun doğruluğunun en büyük kanıtının bu olduğu gibi yanlış bir varsayımdan hareketle “niye başarısız, niye etkisiz, niye yayılmıyor ve devrimi yapacak bir duruma gelmiyor” sorusu kafamıza takılıyordu. Tabii her bunalımda olduğu gibi ilk önce bir takım taktik ya da örgütsel yanlışlarda aranıyordu bu sorunun cevabı. Sonra biraz daha derinleşince, bu sefer o teorik temeli savunmak üzere çıkmış olanların aslında onu metodolojik, programatik, stratejik bakımlardan tahrif ettiği görülüyordu. O zaman da hedef ve görevler, önce ideolojik mücadeleyle bu tahrifleri tespit ve teşhir etmek, dolayısıyla da etkisiz kılmak, şeklinde ortaya çıkıyordu. Böyle bir yanlış varsayım ve uslamlamalar zinciriyle Vatan Partisi içindeki tartışmalara katılıyorduk, bu tartışmalar bağlamında partiye o zamana kadar egemen olan çizginin aslında Kıvılcımlı’nın görüşlerinin basit bir bayağılaşmasından başka bir şey olmadığını gösteriyorduk. Elbette o varsayım çerçevesinde yazdıklarımız yanlış değildi. Bu Vatan Partisi’ne yönelik eleştirilerde taktik ve örgüt sorunlarından programatik sorunlara doğru giden evrim o partinin kendi iç tartışma metinlerinde ve daha sonra son biçimi “Komisyon Raporu” adıyla Parti Kongresine bir platform olarak sunulmuş ve Kıvılcım adlı Vatan Partisi’nin teorik dergisinde yayınlanmış uzun yazıda görülebilir. *

152


Bu vesileyle bu metnin arkasındaki Program, strateji ve örgüt sorunlarına ilişkin yine 1974-78 arasındaki çalışmalardan kısaca söz edilebilir. Yukarıda anlatılan teorik çalışmaları yaptığım dönemde, bir de bütün sosyalist partilerin ve hareketlerin programlarını ele alıp incelemeye ve eleştirmeye başlamıştım. Çünkü Teori en somut ifadesini programda bulur, strateji, taktikler, örgü biçimlerine yönelik eleştiriler ancak bundan sonra anlam kazanırlar diye düşünüyordum. Bu Program eleştirilerini genellikle Vata Partisi programı ile kıyaslama içinde yapıyor ve bu partilerin programlarının nerelerde yanlış olduklarını görmeye ve göstermeye çalışıyordum. Bütün bu program eleştirileri gerçekten de Kıvılcımlı’nın hazırladığı Vatan Partisi Programı’nın diğerleriyle kıyaslanmayacak kadar üstün, iyi ve doğru olduğunu gösteriyordu. Bütün Sosalist partilerin program eleştirilerini (TSİP, TİP, TKP, Dev Yol Bildirgesi vs.) yazıp yazıp dışarıya yolluyordum. Bunlar bugün elde yok ama “Emekçi ve Birik Eleştirileri” adlı kitapta yayınlanan Mihri Belli’ye cevap ve Vatan Partisi Programı savunusu ve açıklaması ile Kıvılcım dergisinde yayınlanan “TKP Programının Eleştirisi” bu eleştirilerin kalıntıları olarak bu eleştiriler hakkında bir fikir verebilir. Bu program çalışmalarında bir sonuca ulaşmıştım. Bütün burjuva sosyalist partiler devrimci bir programın önüne bir “acil talepler programı” koyuyorlardı. Küçük burjuva devrimci parti ve hareketlerde ise bir program nosyonu bile yoktu ve onlar burjuva sosyalizmi ve reformizmle farklarını mücadele biçimleri ve sloganlar düzeyinde ifade ediyorlar programatik bir ayrılık koyamıyorlardı. Bütün bu teorik çalışmalar sonucu şu kesin olarak ortaya çıkıyordu. Teoriyi geliştiren bir tek Marksist kalmıştı tutunabilecek: Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve bir tek program vardı gerçekten devrimci: Vatan Partisi Programı. Teori ve program doğru olduğuna göre parti niye krizdeydi ve büyümüyordu? Demek ki arkadaşlar bu teoriyi iyi kavramamışlardı ve onu iyi uygulayamıyorlardı. O nedenle böyle bir bunalım oluşmuştu. Bu çıkarsamayla başlangıçta bütün eleştirilerim taktik ve örgüt sorunlarına yönelik kalıyordu. Ama biraz yabancılığı atınca birden bire ortada ciddi bir biçimde teorik ve programatik bir sapma olduğunu, buradan da mücadele biçimleri, taktik ve örgütsel sorunlara ilişkin yanlışların birbirini izlediğini görüyordum. Diğer burjuva sosyalist partiler nasıl Pazar vaazı gibi bir ilkeler bildirimi şeklinde devrimci hedefleri sayıp döktükten sonra programın pratik kısmında bir sürü reformist talebi sıralıyorlardı ise, aynı şekilde Vatan Partisi de, Kıvılcımlı’nın otoritesi nedeniyle programa dokunamıyordu ama bir seri kongre kararları biçiminde aslında o program ve mantığıyla çelişen pratik talepleri o programın önüne geçiriyor ve diğer burjuva sosyalist partilerden hiçbir farkı bulunmuyordu. Bu da dolayısıyla bütünüyle burjuvaziyi iknaya yönelik bir strateji anlamına geliyordu. Bu nedenle gazetenin bütün başyazıları hep CHP veya diğer sosyalist partileri iknaya yönelik oluyordu. Bunun stratejik ifadesi de köylülüğü kazanmak değil, burjuvaziyi ikna idi,

153


burjuvaziyi ikna etmeye çalışan ise daha baştan işçi sınıfının bağımsız çizgisini reddetmiş olduğundan köylülüğü kazanamıyordu. Bütün bu görüşleri Komisyon Raporu denen metinde ifade ettim. Bu rapor ile bir bakıma, farkına varmadan ve bilmeden Troçki’nin görüşlerine ulaşıyordum. Bu raporda önce üretici güçlerin gelişmişliği ve proletaryanın öznel yetersizliği çelişkisini koyuyordum. Bu yaklaşım bile daha baştan klasik komünist hareketle kesin bir ayrım anlamına geliyordu. Daha sonra buradan tam mesiyanist bir anlayışla İnsanlığın kaderinin Türkiye ile ilişkili görüyor ve oradan Türkiye’nin görevlerine geçiyordum. Burada henüz parça bütün ilişkisinden ziyade ülkedeki görevler dünya çapındaki görevlerden hareketle çıkarılır. Burada mesiyanizm bu bağın kurulmasını sağlıyordu. Türkiye’de devrim için ise, devrimci bir parti gerekiyordu. Parti içindeki karşı taraf ise ayrılığın genel ve temel sorunlarda olmadığını söylüyordu. Yani genel ve temel sorunların önemine vurgu yani teorik sorunlar pratik bir sorun haline gelmiş bulunuyordu. Bundan sonra teorik bir tutamak noktası olarak Kıvılcımlı aracılığıyla bütün dünya sosyalist hareketiyle sınır çizileri çizilmeye çalışılır. Bu teorik temelden hareketle bir tür Doktorcu Hareket Tarihi yazılır. TSİP’e giriş, orada TSİP’e yapılan eleştiriler, sonra ayrılış ve diğer gelişmeler tek tek burjuva sosyalist ve reformist karakteriyle tanımlanır. Buradan Vatan Partisi’nin eleştirisine geçilir. Onun program yanlışı; devrim ve reform programlarını karıştırmasında diğer burjuva sosyalist partiler gibi davrandığı gösterilir. Buradan enternasyonalizm ilkesinin terk edildiği sonucuna da ulaşılır. Sonra demokrasi konusu ele alınır. Özellikle ulusal sorun bu bağlamda tartışılır. Bundan sonra işçi sınıfının acil talepleri olarak sıralananların reformist ve sendikalist karakteri anlatılır. Bu ayrıca Sosyalist gazetesindeki makalelerin analizleriyle de verilir. Bundan sonra strateji ve taktik ilişkileri ele alınır. Burada bunların sürekli birbirilerine dönüştükleri gösterilir. Sonra partinin ittifaklar politikası ve bu ittifaklar politikasına yaptığımız eski eleştirinin bizzat kendisi eleştirilir. Aslında bütün bunlar Vatan Partisine egemen olan çizginin eleştirisi biçiminde yapılmasına rağmen, dünyadaki bütün sosyalist partilerin ortak özelliklerinin eleştirisiydi ama henüz bunun farkında değildim. Vatan Partisi gibi küçük bir partinin tartışmaları içinde farkına varmadan Stalinizmle kopuşmaya başlamış onun bütün dayandığı program, strateji ve örgüt anlayışlarını eleştirmeye başlamıştım. Ama henüz bunun farkında değildim. Fakat o dört yıllık teorik çalışmaların sağladığı birikimle ve tekrar örgütsel ve politik hayatla bağlantı kurmanın sağladığı motivasyon ve etkilenmelerle müthiş bir teorik ve politik evrim dönemine girmiştim. Bu evrim birkaç koldan hızla gerçekleşti ve o dönemde çıkan ve neredeyse bütün yazılarını benim yazdığım Sosyalist gazetesi’nin son on sayısında ve parti içindeki metinlerde adım adım izlenebilir.

154


Burada bu evrimi Sovyetlerin Sınıf Karakteri, Faşizm ve Enternasyonalizm başlıkları altında kısaca ve kabaca özetleyelim. Bütün bu başlıkların her biri bizi tekrar tekrar Troçki ile karşı karşıya getiriyordu. * Filistin’deyken oradaki gözlemlere dayanarak Sovyetler hakkındaki görüşlerimizin değişmesini daha önce aktarmıştık. Yetmişlerin ilk yarısındaki bütün gelişmeler bu görüşlerin parlak birer doğrulanışı gibiydi. Vietnam, ABD’yi yenmişti. Eskiden Çin ve Sovyet ayrımında taraf tutmama “Vietnam Çizgisi” diye tanımlanırdı. Ama işte, ABD’yi yenen ülkenin partisi, dünyanın en başarılı gerilla savaşını yürütmüş parti de Sovyet çizgisini seçmişti. Sovyetlerin veya o çizginin Gerilla savaşlarını veya devrimci mücadeleyi desteklemediği gibi yargıların yanlış olduğu kanıtlanmış oluyordu. Koca Amerika’yı dize getirmiş Vietnam İşçi Partisi’nden daha mı iyi bilecektik? Bu arada Portekiz devrimi olmuştu. Portekiz Komünist Partisi bu devrim sonrasında en güçlü parti olarak ortaya çıkmıştı ve Sovyet çizgisindeydi. Yıllarca gizlilikte mücadele etmişti. Keza Küba da Sovyetler’e daha yakındı ve Sovyetler Küba aracılığıyla Portekiz sömürgelerindeki bağımsızlık savaşlarına muazzam yardım ediyordu. Sovyetlerin Çin’den daha devrimci ve doğru olduğu yolunda Filistin’deki gözlemlerden çıkardığımız sonucun parlak birer doğrulanmasıydı bütün bu gelişmeler. Keza Çin’deki gelişmeler de yine orada Çin hakkında ulaştığımız yargıyı doğruluyordu. Çin artık her zaman sol sapmanın sağ sapmayı izlemesi gibi, şimdi de ABD ile bağlantılar kuruyor: Vietnam’a saldırıyor, “Üç Dünya Teorisi” ile de Sovyetler’i baş düşman ilan ediyordu. Bütün bunlar Çin’in hiç de göründüğü gibi devrimci olmadığını, Kültür devriminin sol sekterliğinden şimdi de aşırı sağa savrulduğunu gösteriyordu. Ayrıca işte Sovyet ve Doğu Alman sporcuların gösterdikleri başarılar, Batı’nın soğuk savaşı terk edip Detant politikasına gelmesi, bizzat Sovyetlerin İktisadi başarılarının da bir göstergesi olarak görüyorduk. Gerçekten, bütün veriler Sovyetler hakkında, onun sosyalistliği üzerine bir şüpheyi adeta olanaksız kılıyordu. Bu nedenle Sovyetler Birliği konusu kafamızda bir sorun olmaktan çok uzaktı. Ulaştığımız sonuçlar sadece parlak olarak doğrulanmıştı. Hatta bu görüşleri savunduğumuzda Dev-Genç içinde bizimle alay edenler şimdi bizzat kendileri Sovyetler’e olumlu bakmaya başlamışlardı. Biz kimsenin Sovyetler’i savunmadığı zamanlarda Sovyetleri savunmuştuk. Şimdi savunmak ve “Sovyetik” olmak kolaydı. Öte yandan, eski gerillayı savunan arkadaşlar; o zamanlar Sovyetleri gerilla savaşlarına destek vermiyor diye onu revizyonist görürlerken, şimdi olgular en kör göze batacak şekilde tam tersini gösterdiğinde, bu çıkarsamalarının yanlışlığını görecek ve gereken sonucu çıkaracak yerde, Sovyetler’in gerilla savaşlarına verdiği desteği bu sefer emperyalist yayılmacılığının bir kanıtı olarak görüyorlardı. Burada açık ki, bir oynamam yerim dar sorunu vardı. Bunlar, Sovyetler ağzıyla kuş tutsa, yine ona karşı bir tutum almayı kafalarına koymuşlardı. Bunun nedeni de Türkiye’deki Osmanlı 155


Rus çatışması döneminden kalma Moskof Düşmanlığı’nın sosyalist bir form içinde ifade edilmesinden başka bir şey olamazdı. Bu olsa olsa NATO’nun ve Türk devletinin işine gelen bir sonuç olurdu. Öte yandan, Vietnam, Portekiz, Batı’nın Detant politikası, Portekiz sömürgelerindeki Başarılar, Sovyetler’e yakın duran Küba’nın Enternasyonalist dayanışması Sovyet çizgisine muazzam bir itibar kazandırmıştı ve bu itibarın meyvesini de o zamana kadar kimsenin haklı olarak ciddiye almadığı TKP yiyordu. Elbette Sovyetler konusunda belli eleştiri noktalarımız ve rezervlerimiz vardı. Sovyetler’in de tam doğru olduğu söylenemezdi ama bunun açıklamasını, Kıvılcımlı’nın veya Fidel’in Çekoslyovakya işgali sırasındaki tavırları gibi bir tavırla ifade ediyorduk. O zamanlar Kıvılcımlı bu tavrını açıklamak için Boccacio’nun Dekameron’undan bir hikayeye baş vurmuştu. Elbette Gulag’ları duymuştuk ama onların varlığı ve sonra Kruçof’un Rapor’u pek ala böyle bir yaklaşım içinde bir açıklama buluyordu. Sovyetler’in itibarının rantını toplayan TKP’nin izlediği politikalar ve çizgi ile Sovyetler’in dünya çapındaki çizgisi arasında bir çelişki olduğunu düşünüyorduk. Sovyetlerin daha devrimci veya solda olduğu, ama TKP’nin sağ ve reformist bir parti olduğu görüşündeydik. Bir Portekiz veya Vietnam komünist partisi ile bir TKP kıyaslanamazdı bile. Dolayısıyla, bu ikisi arasında bir uyumsuzluk olduğunu düşünüyorduk. Sovyetler’e bu anlatılsa veya bir gün elbette Sovyetler bunların ne olduklarını görecekler ve onları desteklemekten muhtemelen vazgeçecekler diye de düşünüyorduk. Bütün bu nedenlerle Sovyetler hakkında kafamızda bir kuşku bulunmuyordu. Kuşku yavaş yavaş bizzat Sovyetler’i tanıdıkça ve Sovyetler’in teorik yayınları aracılığıyla oluşmaya başladı daha sonra. Bu dönemde, Sosyalizm Teori ve Pratik (STP), Barış ve Sosyalizm Sorunları gibi teorik dergiler; diğer “Bilim İşçileri”nin kitaplarının yoğun bir çevirisi de başlamıştı. Bunları okuyorduk. Bunlar ne de olsa Orijinal Sovyet kaynaklarıydı. Orada Emperyalist basının bizden gizlediği ve üstünü örttüğü, son altmış yılda kat edilen teorik ilerlemeler elbette yer alıyor olmalıydı. Ama bu literatürü yakından okudukça giderek artan bir hayal kırıklığı ortaya çıkıyordu. Devrimci, yaratıcı hiçbir şey yoktu. Uzay’ı fetheden, Emperyalizmi Soğuk savaşı terk etmek zorunda bırakan koca Ekim Devrimi’nin ülkesi Sosyal bilimler alanında neredeyse sıfırdı. Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Böylece Sovyet kaynaklarındaki teorik kısırlıktan hareketle, Sovyetler’in doğruluğu hakkında, ortada sadece uygulamaya ilişkin değil, daha derinden bir takım yanlışlar olduğu yönünde soru işaretleri oluşmaya başladı kafamızda. Polonya’daki işçilerin ayaklanması ve Solidarinos, Afganistan’ın işgali (Ki bu işgali tıpkı ikinci Dünya Savaşında, Stalin’in Finlandiya ve İran’ı işgalini Troçki’nin savunması gibi aynı mantıkla, yani savaşın zorunlulukları bağlamında savunmuştuk ama bu işgalin yapılmak zorunda olması ortada ciddi yanlışlar olduğunu da gösteriyordu.) de giderek Vietnam ve

156


Portekiz devrimleri döneminde kafamızda oluşan Sovyetler Birliği imgesiyle çelişmeye başlıyordu. Eğer Polonya bir sosyalist ülke ise, İşçiler niye ayaklansındı? Bütün bunlar Sovyetler konusunda bizi ciddi olarak düşündürmeye başlamıştı. Bu arada Kıvılcımlı’nın anılarında Sovyetler’in bürokratik olabileceğinden söz etmesi; daha önceleri altmışlı yıllarda Küba Feleğe Meydan Okuyor ve Kızıl Bekçiler gibi yazılarında, sonra büyük ölçüde uzaklaştığı belli olan, ama yine de Sovyetler’e çok eleştirel yaklaşan yazıları da bu kuşkularımızı giderek daha fazla besliyordu. Tabii Sovyetler’in otantik yayınlarında Marksizmi geliştiren hiçbir şey göremedikçe, dünyada yaratıcı olarak Marksizm’i geliştirmiş tek kişinin Kıvılcımlı olduğu şeklinde, aynı zamanda çok moral bozucu ve umutsuzluk verici, bir sonuca ulaşıyorduk. Sovyetler’e de egemen olan teorik kabızlıkla, diyalektikten uzak oluş ile aramıza sınır çekebilmek için de Kıvılcımlı’nın görüşlerini Devrimci Marksist olmanın ayırıcı bir ölçütü olarak koyuyorduk. Ama Sovyetlerdeki bu teorik kabızlığı açıklamak gerekiyordu, sadece alışkanlıkların gücüyle (Lenin) veya günlük hayatta metafizik mantığın yetmesiyle (Kıvılcımlı, Troçki) açıklanamazdı sosyalist teorinin bu kaderi. İşte o zaman, Tarihsel Maddeciliğin Tarihi üzerine bu sefer daha derine giden ve yine Kıvılcımlı’nın katkılarına dayanan bir açıklama geliştirdik. Marksizm, Tıpkı Yunan ve Roma uygarlığının, Sümer’den beri gelen birikimine dayanması gibi, Rönesas’tan beri gelen ve bizzat kendisi Roma ve Yunan uygarlığının birikimi üzerinde yükselen burjuva Aydınlanmasının, felsefesinin mirası üzerinde yükselmişti. Dünya tarihinde olan ise, Devrim bulutlarının doğuya doğru, geri ülkelere doğru kaymasıydı. Ama bu ülkelerdeki geniş ezilen kitleler ve aydınlar bu tarihsel birikimden yoksundular. Bu tıpkı, Roma’yı yıkan Germen kabilelerinin, Klasik uygarlıkların birikiminden yoksun olmaları gibiydi. Dolayısıyla onların, onu geliştirmesi bir yana anlaması ve hazmetmesi bile mümkün olamazdı. O nedenle Metafizik ve skolastik bütün sosyalist harekete damgasını vurmuştu. Bu bütünlük içinde Kıvılcımlı’nın yeri ise, bir bakıma Eski Yunan ve Roma’nın mirasını bütün ortaçağ boyunca yaşatan ve bir ölçüde de geliştiren İslam düşünür ve uygarlıklarına benzetiliyordu. Tarihsel maddeciliğin tarihsel kaderi üzerine bu açıklama, ilkine göre muhakkak ki daha derin ve ileri bir anlayışı yansıtıyordu. Gerçekken de o zamanki verilere göre tarihsel maddeciliğin kadiri yine tarihsel maddeciliğe Kıvılcımlı’nın yaptığı katkılar ışığında Tarihsel maddeci bir biçimde açıklanmış oluyordu. Ama bu açıklama doyuruculuğu ölçüsünde Sovyetler’in gerçek karakteri üzerine derinleşmeyi engelliyordu da. * Kıvılcımlı’nın Yol’unun yayınlanması bizim aslında Enternasyonalizmi hiç bilmediğimizi görmemizi sağlamıştı. Bizler enternasyonalizmi hep işçilerin dayanışması, uluslar arası dayanışma, yani basit bir toplam gibi ele alıyorduk. Halbuki, Yol’u yazan Kıvılcımlı, bu dünya partisinin bir militanı olarak yazıyordu. Keza İhtiyat Kuvvet’i yayınlanmıştık “Kürt Sorunu” üzerine ve Kıvılcımlı orada, bu mantık

157


çerçevesinde, Kürdistan Komünist Partisi’nin kuruluşuna ağabeyilik yapmaktan söz ediyordu örneğin. Keza son yazı ve mektuplarında Enternasyonalin kaldırılmasını bir yanlış olarak tanımlıyordu. Ölürken son mektubunu Brejnev’e yazıyordu. Bütün bunlar ışığında Enternasyonalizm sorunuyla yüzleşmiştik. Gerçekten de Marks ve Engels, İşçi sınıfını “dünya tarihsel” bir sınıf olarak tanımlıyorlardı. İşçiler dünya çapında bir sınıf olduğuna göre, partisi de ancak dünya çapında olabilirdi. Sosyalist bir parti bir tek ülkede kurulamazdı. Fiilen bir ülkede kurulsa bile bir dünya partisi olarak veya o amaçla kurulmalıydı. Her hangi bir ülkenin işçilerinin çıkarlarını savunmak bir işçi sınıfı zümresinin çıkarlarını savunmak olabilirdi. Komünistler ise bu sınıfın dünya çapındaki ve tarihsel çıkarlarını savunmalıydılar. Bunu ise ancak bir dünya partisi yapabilirdi. Zaten bunun içindir ki Enternasyonaller vardı. Ama durum böyle ise, niye enternasyonal lağvedilmişti? Bu fiilen Marksizm’in en alfabetik ilkelerinin reddi anlamına gelmiyor muydu? Lenin de Enternasyonalizmi bir dayanışma olarak değil, parçanın bütüne azami katkısı olarak kavrıyordu ve öyle tanımlıyordu. Bu durumda, Kıvılcımlı’nın görüşlerine dayanan bir dünya partisi kurmak gerektiği kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Partinin Kürdistan ve Almanya’daki üyeleri ve taraftarlarının görevi ancak o ülkelerde eşit düzeyde partiler kurmak olabilirdi. Politikayı da hepsinin üstü, ortak merkez belirleyebilirdi. Enternasyonalizm bunu gerektirirdi. Böylece ileriye doğru muazzam bir adım atmış oluyordum. Ama bu ileriye adım gerideki sorunlarla yüz yüze getiriyordu beni. Bu sonuçlara ulaşınca şu soru ortaya daha net olarak çıkıyordu. Üçüncü Enternasyonal niye yoktu? Böylece Stalinizm, Tek Ülkede Sosyalizm, Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri gibi sorunlarla karşılaşmak kaçınılmaz hale geliyordu. Ve işin ilginci eğer biz yeni bir enternasyonal kurmakla kendimizi görevli görüyorsak, bir de Dördüncü Enternasyonal diye bir şey vardı. Onunla da hesaplaşmalı ve eleştirmeliydik. Böylece tekrar Troçkist gelenekle karşılaşmak zorunda kalıyorduk. Bu araştırmalara yöneldikçe, korkunç bir tarihle de karşılaşıyorduk. Stalin bir emirle kaldırmıştı örneğin Enternasyonal’i. Yıllarca Enternasyonal’in bir Kongresi bile olmamıştı. Gerekçeler ise saçmanın saçmasıydı. Nasıl bunca yıldır bunları bilmeden görmeden yaşamıştık? Ayağımızın altındaki toprak hızla kayıyordu. * Ama Troçki ile esas karşılaşmamız Faşizm sorunundan hareketle oldu. 70’li yıllarda Türkiye’de dünyanın en hızlı büyüyen, en kitlesel faşist hareketlerinden biri vardı. Elbette bizler de bunlara karşı öz savunma yapıyorduk. Ama faşizme ilişkin bütün bildiklerimiz, Dimitrov’un meşhur tanımından başka bir şey değildi. Bu yetmiyordu ve fiilen 158


yaptığımız iş ile o tanım ve ondan çıkan sonuçlar arasında hiçbir ilişki bulunmuyordu. Ortada yanlış bir şeyler vardı. Bir gün, Kıvılcımlı’nın Faşist saldırılara karşı öz savunma örgütlemekten, “Halk Uyanış Güçleri” örgütlemekten söz ettiğini görmüştüm. Demek fiilen tam da Kıvılcımlı’nın önerdiği gibi teorik olarak da doğru bir iş yapıyorduk öz savunmayla, ama bu o zamana kadar dikkatimizi çekmemişti ve o zamana kadar fiilen yaptığımızın faşizme ilişkin görüşlerimizde bir yeri bulunmuyordu. Bunun üzerine, bu faşizm konusunu iyi incelemek gerekiyor diye düşünmeye başladık. Ancak onun ne olduğunu anladığımız takdirde ona karşı mücadele edebilirdik: bu niyetle Faşizm üzerine bütün literatürü ve kitapları getirtmek için bir liste yaparken, Orhan Savaşçı’ya önereceği bir kitap olup olmadığını sorduğumda, “bir de Troçki’nin kitabı varmış, onu da getirt bakalım o ne demiş” dedi. Troçki ve Troçkizm hakkında öylesine ön yargılıydım ki, böyle bir kitabın olduğunu bile bilmiyordum. Kitap da diğer kitaplarla birlikte geldi ve günlerce kitabın yüzüne bile bakmadım. Bu arada kendi kendime bu faşizmin öyle Dimitrov’un tanımıyla anlaşılamayacağı, ortada kitlesel bir sorun olduğu, öz savunmanın aynı zamanda ikili iktidar olanağını ortaya çıkarabileceği gibi sorunlar üzerine kafa yormaya ve sonuçlar çıkarmaya başlamıştım gözlem ve düşüncede derinleşerek. Yani yeni bir Faşizm teorisi geliştirmeye başlamıştım yavaş yavaş. Bir gün Troçki’nin kitabını açıp göz gezdirirken kitabın Önsöz’ünü yazan Ernest Mandel’in satırlarını okumaya başladığımda gözlerime inanamadım. Marks, Engels, Lenin, Kıvılcımlı’da görülen o berrak dil, muazzam birikim, ufuk açıcı görüşler, yıllardır hasretle aradıklarım karşımdaydı. O Sovyet yayınlarında bir türlü bulup göremediğimi devrimci ve yaratıcı Marksizm karşımdaydı ve ben bunların şimdiye kadar faşizmin ajanı olduklarını düşünmüş hiçbir kitabını bile okumamıştım. Faşizm üzerine yazılanlar ulaştığım sonuçları doğrulamakla kalmıyor çok ilerlere gidiyordu. Tabii ilk tepkim, kendimden, kendi ulaştığım sonuçlardan kuşkulanmak oldu. Acaba ben yeni görüşlere ulaştığımı, tıkanıklığı aşacak görüşler geliştirdiğimi sanırken, nesnel olarak bir ajan, bir karşı devrimci haline mi gelmiştim? Troçki ve Troçkizm hakındaki ön yargılar öylesine güçlüydü ki aksini düşünmek aklıma bile gelmiyordu. Demek bütün çabalarım koca bir yanlışla sonuçlanmıştı. Ama her şey ortadaydı yanlış da olamazdı. Kendi kendimi yiyip bitirdiğim, kendimle mücadele ettiğim, bunalım içinde, uykusuz günler ve geceler birbirini izledi. Korkunç bir iç hesaplaşma yaşadım. Troçki ve Marndel’in Kitaplarını, Deutscher’in meşhur biyografilerini okudum. Her şey korkunç bir berraklıkla ortaya çıkıyordu. Rusya geri bir ülke olduğu ve bu geri ülkede burjuvazi korkak, işçi sınıfı da çok gelişmiş olduğu için demokratik devrime işçiler öncülük etmişti. Bunun böyle olacağını da bizzat önceden gören Troçki’ydi. Ve bu devrim, sosyalizm için nesnel koşulların olmadığı bir yerde işçi iktidarı olduğundan ya tecrit olup yok olmak ya da yayılmak zorundaydı. Yayılamayınca da yoksulluk temelinde sosyalizm olamayacağından, bürokrasi egemen olmuştu. Ama bürokrasi bir kere egemen olunca da bu sefer bizzat

159


ideolojisi ve elindeki aparatın gücüyle saçma politikalarıyla devrimin başka ülkelerdeki yayılmasını da engellemiş gericiliğin bu artışı yine bizzat bürokrasinin gücünü pekiştirmişti. Bütün bu hayal kırıklıkları ortamında da, krize işçi sınıfı yanıt veremediği için ezilenlerin memnuniyetsizliği faşizmin zaferine olanak sağlamıştı. Bizzat bu Bürokrasi ve teori kendisini açıklayan ve kendisine karşı mücadele eden Devrimci Marksizmi “Troçkizm” diye lanetlemişti. Korkunç bir sonuçtu bu. Troçki, hem Sovyetleri, hem kendi kaderini, hem dünyanın kaderini açıklıyordu. Son derece iç tutarlılığı olan bir kavram çerçevesinde yapıyordu bunu. Böylece Enternasyonal’in lağvından, o Sovyetlerin kavrayamadığımız politikalarına, faşizmin zaferinden, teori alemini metafizik ve evrimci şemaların doldurmuş olmasına kadar her şey apaçık bir şekilde anlaşılır oluyordu. * Böylece Kıvılcımlı’nın sarsılışı başlamıştı. Kıvılcımlı’yı eleştirmenlere ve Doktorculara karşı savundukça ve Yol ve Anılarının yayınlanışıyla daha açık diliyle onu tanıdıkça hem bulunduğumuz radikal ve yeni pozisyonlara Kıvılcımlı’da bir destek buluyor hem de yavaş yavaş onun sınırlarına da toslamaya başlıyorduk. Aslında Kıvılcımlı’nın metodolojik yaklaşımları ile politik pozisyonları arasında bir çelişki bulunuyordu. Tıpkı Hegel’in Sistemi ile Metodu arasındaki çelişki gibi bir çelişkiydi bu. Sistem tutucuydu, metot devrimci. Marks ve Engels, onun yöntemini alıp geliştirmişlerdi. Diğer Hegelciler ise sistemini almışlardı. Biz de bir bakıma, Kıvılcımlı’nın yöntemini alıp sistemini atıyorduk. Kıvılcımlı’nın Metodu o Stalinist pozisyonların ve politikaların kabuğuna sığmıyordu. Bizim yaptığımız bir bakıma bu kabuğu kırmak oldu. Troçkist olduğumuzda eski metodolojik yaklaşımlarımızda bir değişiklik yapma gereği görmedik. Zaten bu gün bile şuna inanıyorum: Kıvılcımlı’nın yaşasaydı on yıl önce yapmak zorunda olacağı şeyi, yani Stalinizm ve Sovyetler eleştirisini, onun ölümünden on yıl sonra çok daha elverişsiz ve birikimsiz olarak yapmak zorunda kaldım. Gerçekten de Kıvılcımlı yaşasaydı, bizim karşılaştığımız çelişkilerle kendisi karşılaşacaktı ve bu çelişkileri çözmeye kalktığı takdirde Troçki ile karşılaşmaktan başka bir yol görünmüyordu ya da Troçkizmi’i muhtemelen yeniden kendisi keşfetmek zorunda kalacaktı. Bu Kıvılcımlı’nın anılarında çok açıktır. Kıvılcımlı’nın bu çelişkiyle daha önce yüzleşememesi ve tam ölümünün arifesinde kıyısına gelmesi, bütünüyle, aşırı Türkiye’ye odaklanmışlığı ve Dünya boyutunda işleri büyük ölçüde Sovyetler’e havale etmişliği, yani hareket noktasındaki varsayım ile; o alanda konuşmaya yetkili olmadığı şeklinde kendini yetersiz görme ve tevazu ile de ilgilidir. Bunun en büyük delili anılardır. İlk dışarıya çıktığında neredeyse büyülenir. Hiç kötü bir şey görmez. Hep hayal ettiğiyle karşılaşmış gibidir. Suriye’de sosyalizm, Bulgaristan’da ise neredeyse Devletin yok oluşunu ve komünizm görür.

160


Ama daha iyi tanıdıkça, bu yargıların adım adım tersine döndüğü görülür. Ölümüne yakın, tıpkı Troçki’nin ölümüne yakın sorduğu sorulara benzer sorular sormaya başlar: Lenin’i de Stalin mi öldürmüştü acaba diye sorar. Oralarda, henüz ekoloji hareketinin bile olmadığı zamanlarda, otomobillere olan düşkünlük ve onların çokluğunu sorgular. Tıpkı Sovyetler’in sınıf karakteri üzerine Troçki’nin tezlerine benzer görüşler formüle etmeye başlar; orada bir bürokrasinin egemen olduğunu yazar ve yine Troçki gibi, bu bürokrasinin bir Sınıf olmadığı; Osmanlı’nın “devlet sınıfları” gibi olduğu yolunda akıl yürütür. Zaten biz onun bu ve benzer satırları okudukça, gördüğümüz, sezdiğimiz, ama tıpkı Kıvılcımlı gibi, “biz kimiz, çapımız ne ki, henüz dünyayı bilmiyoruz” diye çıkarmaya çekindiğimiz sonuçları çıkarmak için gerekli cesareti bulduk. * Troçkist denen, aslında klasik Marksizm’in pozisyonlarını otantik biçimiyle savunmuş ve bu otantik kavram ve yaklaşımlarla yine yirminci yüzyılın en önemli olaylarına cevap vermiş geleneğin vargılarına onlardan bağımsızca, onlar hakkında bir şey bilmeden ulaştığımızın farkında değildik. Nasıl Filistin’deyken, Kıvılcımlı’yı okumadan Kıvılcımlı’nın görüşlerine ulaştıysam, şimdi de Troçki’yi ve o geleneği bilmeden benzer görüşlere ulaşmış bulunuyordum. Bunların Troçkist gelenek tarafından yıllardır ve çok daha mükemmel ve gelişmiş olarak savunulduğunu bilmiyordum. Gördüğümde de, nasıl yıllar önce “Doktorcu” olmakta en küçük bir tereddüt etmediysem, o geleneğe katılmakta “Troçkist” olmakta, bir an için bile tereddüt etmedim. Bu “Doktorcu”luktan “Troçkist”liğe evrim, Tarihsel Maddeciliğin kavramları bakımından bir sıçramayı veya değişimi gerektirmiyordu. Kıvılcımlı’dan öğrendiğimiz otantik ve geliştirilmiş kavramların hepsini korumak gerekiyordu. Bu durum, “Troçkizmi” bir formüller ve reçeteler bütünü olarak değil, bir yöntem olarak kavramamızı mümkün kılıyordu. Troçkistlerin çoğu açısından Troçkizm, tıpkı Doktorcular’ın Doktor kavrayışı gibi, Troçki’nin uğradığı haksızlığa bir tepkiden çıkıyor veya bir formüller ve reçeteler bütünü olarak kavranıyordu. Dolayısıyla Doktorculuğumuzun Doktorcuların Doktorculuğuna benzememesi gibi Troçkistliğimiz de Troçkistlerin Troçkistliğine benzemiyordu. Bizim için Troçkistlik, Sürekli Devrim veya Sovyetlerin bürokratik bir ülke olması vs.’nin kabulü değildi, bu sonuca ulaşmayı sağlayan yöntemin kendisiydi. Tam da bu sayedeydi ki Troçkist olmadan Troçkist olabilmiştik. Tabii bunun sonucu olarak, sadece genel sol bütün içinde, bilinmeme ve yanlış yargılar yığını nedeniyle, Doktorcu veya Troçkist gibi etkisiz ve marjinal akımlarla birlikte tecrit olmuyordum; bu tecrit akımlar içinde de; Doktorcular içinde olduğu gibi Troçkistler içinde de ayrıksı ve tecrit kalacaktım. Yani cehennem içinde cehennem. Zaten ikisi de birer marjinal ve genel soldan tecrit akım içinde de tam bir tecrit ve dışlanma, doku uyuşmazlığı ve yalnızlık. Ve bu yalnızlık, sadece politik ve ideolojik bir yalnızlık da değildi. Politik ve teorik mücadele dışında bir hayatımız olmadığı için, korkunç bir kişisel yalnızlık da, bütün hayatımıza bundan sonra damgasını vuracaktı.

161


* Aslında Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi ve diğer metodolojik katkıları ile Troçki’nin açıklamaları arasında bir çelişki bulunmuyor; aksine bunlar birbirini tamamlıyorlar ve Troçki’nin Sovyetler’in kaderini, Kıvılcımlı’nın Antik Tarihi açıklarken kullandıkları metotlar ve kavramlar birbirinden habersizce birbirini tamamlıyor ve uyum içinde bulunuyordu. Troçki’yi açıkça benimseyince ilişkide olduğum Partinin (Vatan Partisi) son zamanlarda önderi ve teorisyeni pozisyonunda olmama rağmen yapayalnız kaldım. Troçki adını duyunca herkes durdu. Ayrıca insanlar yorulmuş ve tükenmişlerdi. Ben ise yeni yeni hızımı alıyor, yeni yeni ısınıyordum. Ama birden yine yapayalnız ortada kalmıştım. Son umudum, kazdığımız Tünelin başarıya ulaşmasıydı. O zaman dışarı çıkarsam politik olarak bir şeyler yapabilirim belki diyordum. O da başarısız oldu. Tünel yakalandı. Bu tecrit ve politikadan tekrar zorunlu uzaklaşma ortamında 12 Eylül geldi.

162


Sürgündeki Çalışmalar – 1984'ten Bugüne 55

"Biz, Marks'ın teorisini tamamlanmış ve dokunulmaz bir şey olarak görmüyoruz; tersine biz onun, eğer yaşama ayak uydurmak istiyorlarsa, sosyalistlerin her doğrultuda geliştirmek zorunda oldukları bilimin sadece bir temel taşını koyduğuna inanıyoruz." (V.I.U. Lenin, "Programımız", 1899)

Diyalektik Sosyolojiye, Marksistler Tarihsel Maddecilik 56 derler. Marksizm ise Tarihsel Maddeciliğin kod adıdır 57. Elinizdeki kitapta Tarihsel Maddeciliği (Marksizm’i) yeniden inşa, ya da daha doğrusu onu Aydınlanma’nın kalıntılarından arındırma yolunda, son iki üç yılda yazılmış yazıların en önemli görülenlerinden bir derleme yer almaktadır. Bu görüşler çeşitli yazı ve makalelerde dağınık olarak geliştirildi ve esas olarak İnternette yayınlanabildi 58. Basılı olarak yayınlanabilen bölümler ise, politik konularla ilgili olarak yayınlanabilmiş iki kitabın 59 içinde kayboldu ve kitaplarda tartışılan politik sorunların gölgesinde kaldı. Bu nedenlerle, okuyucular için bu makalelerde geliştirilen görüşlerin iç bağlantıları ve anlamlarının kavranması zor oluyordu. Geliştirilen görüşleri dağınıklıktan, sanal uzaya hapsolmaktan ve gölgede kalmaktan kurtaracak derli toplu bir yayınının yapılması için artan bir talep görülüyordu. Elinizdeki derleme bu talebe geçici ve acil bir cevaptır. Bu derlemede yer alan ve parça parça yazılmış yazılarda geliştirilen görüşlerin, derli toplu ve sistematik bir sunumu görevi elbette ortada durmaktadır. Ne var ki bu görevin yapılması uzun bir zaman gerektirir. Öte yandan pratik ve politik sorunların sürekli olarak daha büyük bir güç ve zamanı kendilerine çekmesi nedeniyle bu zaman iyice uzayabilir. Bu nedenle, elinizdeki

55

Bu bölüm Marksizmin Marksist Eleştirisi'nde Önsöz Olarak "Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı" Başlığıyla Yayınlandı.

56

“Sosyal bilim anlamına gelen gerçek sosyolojiyi, yani tarihsel maddeciliği burjuva sosyolog uydurmalarından ayırmak gerekir. Marksizm, başlıca çalışma aygıtı olan diyalektik yöntemden güç alır. Onun için, tarihsel maddeciliğe diyalektik sosyoloji adı da verilebilir.” Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Metafizik Sosyolojiler 57

“Marksizmin gerçek adı tarihi maddecilik ise, onun –öncelikle- bir tarih teorisi olması gerekir.” (Perry Anderson, Batıda Sol Düşünce, s. 165) 58

İnternette önce “Demir’den Kapılar” isimli kişisel sitemizde, sonra da “Köxüz” (http://www.koxuz.org) sitesinde yayınlandılar. Demir’den Kapılar’da yayınlananların bir arşivi (http://f22.parsimony.net/forum41888/) adresinde bulunmaktadır. 59

Bu iki kitap: Tersinden Kemalizm – İsmail Beşikçi Eleştirisi (Kasım 2004 Ankara, Araf Yayınları) ile Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji (Eylül 2005 Ankara, Araf Yayınları)

163


derleme bu gecikmenin yol açacağı sorunları asgari bir düzeyde tutma çabası olarak görülmelidir. “Marksizm’in Marksist bir eleştirisi” olarak da tanımlanabilecek, bu görüşlerin nasıl bir evrimle şekillendiği bu önsözde ana çizgileriyle özetlenecektir. Böylece bu “acil ve geçici çözüm”ün eksik ve zayıf kalan noktaları, bu önsöz aracılığıyla bir ölçüde olsun tamamlanmaya çalışılacaktır. * Marksizm yirminci yüzyılda, önce İkinci Enternasyonal’in yozlaşması; sonra da Sovyetlerin ve Üçüncü Enternasyonalin bürokratlaşması sonucu, neredeyse bütün işçi hareketine ve sosyalist harekete egemen olan Sosyal Demokrat ve Komünist partilerde örgütsel ifadesini bulan yaygın ve resmi biçimiyle, tüm eleştirel ve devrimci ruhunu yitirdi. Ana hatlarıyla, devrimci köylülüğe dayanan bir hareketin resmi görüşü olduğu yerlerde skolâstik; bürokratik devlet aygıtlarına ya da işçi örgütlerine dayandığı yerlerde de metafizik (Pozitivist) bir karakter alıp Marksizm olmaktan çıktı. Bu gün dünyadaki Marksistler ve Marksizm diye bilinenler bu Marksist olmayan Marksistler ve Marksizm olmayan Marksizm’dir. Ama bu suyun görünen yüzünün altında, derin dip akıntılarında Marksizm’in devrimci ve eleştirel ruhu; bu heretik (zındık) karakteri, tıpkı klasik çağların “sapkın” (Batıni) mezheplerinin “kuş uçmaz kervan geçmez” sapa bölgelerde, uygarlığın bulaşmadığı dağlarda yaşamaları gibi, yaşamaya devam etti ve onlar gibi yaygın ve resmi Marksizmler tarafından da bir “sapkınlık” olarak görülüp “aforoz” edildi. Marksizm’in bu eleştirel ve devrimci ruhu, bu “zındık” ve “sapkın” Marksizm, birbirinden ayrı, birbirinden habersiz üç ayrı kanalda varlığını ve evrimini sürdürmeye devam etti. Bunlardan birincisi, Klasik Marksizm’in kavramlarını savunan ve bunlara dayanarak çağdaş olayları açıklayan Troçki’nin adına bağlı gelenektir. Bu damar esas olarak Ekonomi ve Politika alanında eserler verdi 60. İkincisi, Gramsci, Lukacs, Benjamin, Adorno, Lefebre, Sartre’ların Marksizmi’dir. Perry Anderson’un “Batı Marksizmi” dediği bu gelenek, özellikle, Felsefe, Metodoloji 61 ve “üstyapılar” (Sanat, Edebiyat, İdeoloji) alanlarında 62 yoğunlaştı ve eserler verdi. Bir üçüncüsü da, Türkiye’de Hikmet Kıvılcımlı’nın tek başına temsil ettiği damardır. Bu gelenek de özelikle Kapitalizm Öncesi Tarih ve Az Gelişmişlik 63 üzerinde yoğunlaştı.

60

“Bu açıdan, Troçki’ye bağlı gelenek, birçok temel noktalarda Batı Marksizmi geleneğinin kutupsal karşıtı oldu. Felsefeye değil, politika ve ekonomiye ağırlık verdi.” (P. Anderson, Batkı’da Sol Düşünce, s.154) 61

“Bu kural tam anlamını şu eserlerdeki yöntem saplantısında bulacaktı: Mantık ve Devrim (Marcuse), Aklın Yıkılışı (Lukacs), Bir Pozitif Bilim Olarak Mantık (Della Volpe), Yöntem Sorunu ve Diyalektik Aklın Eleştirisi (Sartre), Olumsuz Diyalektik (Adorno), Kapital’i Okumak (Althusser).” (P. Anderson, age., s. 84) 62

“sonuçta, bütün Batı marksizmi yöntemle ilgili sorunlardan daha hayati sorunlara geçerken, çalışmalarının ağırlığını üstyapılar üzerinde toplamaya başladı. (...) Yapılan araştırmaların tipik konuları Devlet ya da hukuk değildi. Kültürdü bu ilginin odak noktası.” “Kültür dünyası içinde de Batı Marksizminin düşünce gücünü ve yeteneğini en çok yönelttiği alan öncelikle sanattı.” (P. Anderson, age., s.118) 63

Kıvılcımlı’nın başlıca eserlerinin isimleri bile bu Tarih’te yoğunlaşmayı gösterir. “Tarih Devrim Sosyalizm”,

164


* 1984 yılında hapisten çıktığımda bu üç geleneğin ikisini asgari ölçüde olsun tanımış sayılabilirdim. Marksizm’i, Kıvılcımlı aracılığıyla tanımış, 1970-80 yılları arasını bir “doktorcu” olarak yaşamış ve Kıvılcımlı’nın özellikle Tarih ve Metodoloji alanındaki görüş ve katkıları üzerinde yoğunlaşmıştım 64. 1980’lere gelirken, Faşizm, Enternasyonalizm, Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri gibi sorunlardan hareketle, önce bilmeden Troçkist geleneğin savunduğuna benzer sonuçlara ulaşmış 65 ve daha sonra da bunların o gelenek tarafından uzun zamandan beri çok daha mükemmel olarak savunulduğunu görünce bu geleneğe katılmıştım 66. Hapiste geçirdiğim sürede, özellikle 1974-78 yılları arasında, Diyalektik Mantık ve Metod üzerine yoğunlaşmış, resmi ve yaygın Marksizm’le bu alanda bir hesaplaşma yaşamıştım. Hapisten çıktığımda, Perry Anderson’un Türkiye’de “Batı’da Sol Düşünce” adıyla yayınlanan ve Tarihsel Maddeciliğin Tarihi üzerine bir deneme olan “Batı Marksizmi”ni okuduğumda hayretle şunu görmüştüm. Yetmişli yıllar boyunca hapiste, diyalektik Mantık ve Metodu sistemli bir şekilde ve kaynağından öğrenme çabalarım, bir bakıma “Batı Marksizmi” geleneğinin yaşadıklarını ve kat ettiği yolları, bir taşralı otodidaktlığıyla, Amerika’yı yeniden keşfederce ve bilinçsizce kat etmek gibiydi. “Frankfurt Okulu” ya da “Eleştirel Teori” hele Walter Benjamin hakkında gerçi bir şey bilmiyordum 67 ama Gramsci’den Lukacs’a, “Batı Marksizmi” geleneğinden Türkçede çıkmış neredeyse bütün kitapları okumuştum. Perry Anderson’un kitabı, “Batı Marksizmi” geleneği içinde, bilmediğim eksik halkayı göstermiş onun hakkında belli bir fikir sahibi olmamı sağlamıştı. Kitap diğer iki geleneği anlatıyor ama üçüncü geleneği, Kıvılcımlı’yı bilmiyordu. Ama Kıvılcımlı’yı bilmediği için de doğru bir tespitle, özellikle Tarih alanındaki eksikliğe değiniyordu son sözlerinde 68. * “Osmanlı Tarihinin Maddesi”, “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş”, “Allah Peygamber Kitap”. 64

Mihri Belli ve Murat Belge’nin Kıvılcımlı eleştirilerine cevaplarım özellikle tarih ve Metodoloji alanında yoğunlaşmıştı. Daha sonra yazdığım yazıların başlıkları da bu yoğunlaşmayı gösterir: “Marksist Leninist Öğretinin Gelişimi ve Hikmet Kıvılcımlı”, “Tarihin Maddeci Kavranışının Gelişimi İçinde Kıvılcımlı’nın Yeri” 65

Bu evrim 1978 ve 79 yıllarında yayınlanan Kıvılcım dergisi ve Sosyalist gazetesinin son on sayısındaki yazılarda adım adım izlenebilir. 66

Bu geleneğe katıldıktan sonra yazdıklarımdan dışarıya çıkarılabilenler ise esas olarak 80’den sonra Almanya’da yayınlanan Der Weg – Yol adlı dergide çıktı. 67

Aslında 60’lı yıllarda Ant dergisinde çıkan Herbert Marcuse’nin CIA (OSS) ajanı olduğuna dair yazılar nedeniyle Frankfurt Okulu’nun CIA ya da Emperyalizmin bir beslemesi olduğu yönünde bir önyargım vardı. 68

“Gelgelelim, tarihi maddeciliğin içinde tarihin yeri her nedense bu güne kadar hiçbir zaman yeterince tartışılmamıştır. (...) Bu anlamıyla Marksizm’in bir “tarih bilimi” olmak iddiasını gerekli bütün ciddiyetiyle ele almak zorunda olduğu düşünülebilir.” (P. Anderson, age. s. 167) “Marksizm alanında modern politik ve ekonomik teori yazımı için elde bulunan ya da gerekli olan tarihi birikim üzerinde pek az düşünülmüştür. Gerçekte Marksist tarih yazımındaki ilerlemelerin sağladığı imkanların, Marksist teorinin gelişmesi yönünden can alıcı bir önem taşıdığı açıktır. (...) Marksist tarihin bulguları, Marksist politikayla ya da Marksist ekonomiyle, bu güne kadar, olması gerekenden çok az bütünleşebilmiştir.” (s. 168)

165


Daha hapisteyken Troçki ve Kıvılcımlı arasında bir uygunluk, birbirini tamamlama olduğunu seziyordum ve onların bir bütün içinde birleştirilebileceğini düşünüyordum 69. Perry Anderson’un kitabını okuyunca, “Batı Marksizmi” geleneğinin de Kıvılcımlı ve Troçki ile belli bir uyum gösterdiğini fark etmiştim. Hem de bu uyum ve birbirini tamamlama bizzat onların farklı alanlarda yoğunlaşmalarında, uyumsuzluk gibi görülende ortaya çıkıyordu. Bu sezgi ve gözlemden de kolaylıkla, geleceğin Marksizm’inin, tıpkı klasik Marksizm’in Fransız Sosyalizmi, İngiliz Ekonomi Politiği, Alman Felsefesi’nin birikimlerinin eleştirel bir sentezi olması gibi, bu Marksizm içinde eleştirel ve devrimci geleneği korumuş ve belli gelişmeler sağlamış, üç geleneğin eleştirel bir sentezi olması gerektiği sonucunu çıkarıyordum. İlk bakışta göze çarpan, çok açık bir, birini tamamlama vardı. Bu üç dip akıntısının her biri diğerlerinin zayıf olduğu alanlarda güçlüydü. Kıvılcımlı Tarih ve Sosyoloji alanında devasa katkılar yapmıştı ama Politika söz konusu olduğunda bir Stalinist olarak kalmıştı; Felsefe, Metodoloji, Sanat gibi alanlarda pek bir şey bırakmamıştı. Troçki ve onun adına bağlı gelenek (Roman Rosdolky, Ernest Mandel) Politika ve Ekonomide güçlüydü ve önemli katkılar yapmıştı ama Tarih, Felsefe, İdeoloji ve Sanat gibi alanlarda tam bir boşluk vardı. “Batı Marksizmi”nin katkıları, Felsefe, Metodoloji, İdeoloji, Sanat gibi “üstyapı” alanlarında yoğunlaşıyor ama Kıvılcımlı ve Troçki adına bağlı geleneğin katkılarının yoğunlaştığı Tarih, Ekonomi ve Politika söz konusu olduğunda benzer şekilde korkunç bir boşluk ortaya çıkıyordu. Bu farklar onların konu olarak veya bilgi alanları olarak birbirlerinin eksiklerini, boş bıraktıklarını tamamladığının bir kanıtı olarak görülebilirdi. Buna ek olarak, bu üç kanal, sadece birbirlerinin eksiklerini tamamlamıyorlardı, çakıştıkları alanlarda, birçok benzer ya da ortak sonuçlara ulaşıyorlardı, hem de birbirlerinden habersizce. Örneğin Psikanaliz karşısında resmi Marksizm’lerden çok farklı, birbirine yakın tavırlar içindeydiler. Freud ve Psikanaliz resmi Marksizmlerce lanetlenirken, Troçki henüz erken dönemlerinde onu insan ruhunun derinliklerini anlamak için farklı bir yöntem olarak selamlamıştı 70. “Frankfurt Okulu” ya da Eleştirel Teori Freud ile Marks’ı sentezleştirme

69

70’li yıllardaki Sosyalist gazetesinin son sayısında yayınlanmış “Bilimsel Sosyalizmin Tarihsel Kaderi” adlı yazı bu yönde ilk girişim olarak görülebilir. Bu yazıda Kıvılcımlı’nın Antik tarihteki “Barbar akınları” ile Modern tarihte devrimin merkezinin köylü ülkeler kaymasının benzer sonuçlara yol açmasıyla Kıvılcımlı ve Troçki’nin, yan Marksizm’in kaderini açıklıyordum. Bu yazı maalesef elimde yok. Bu yazı daha sonra Almancaya çevrilmiş ve Der Weg – Yol adlı dergide Almanca olarak da yayınlanmıştı. 70

Örneğin şöyle yazıyordu Troçki: “İdealistler Ruhu bir dipsiz kuyuya benzetirler. Hem Freud hem de Pawlow kuyunun dibinde fizyolojinin olduğuna inanırlar. Pawlow dalgıç misali daha derinlere dalar ve kuyuyu dipten yukarı doğru titizce tarar ve araştırır. Freud ise yukarda kenarda durur ve suları delercesine bir bakışla dipteki olayları ve objeleri araştırmaya çalışır”.

166


girişimlerinde bulunmuştu. Kendisi de bir “ruh doktoru” olan Kıvılcımlı daha otuzlu yıllarda, “Psikanalizin Tenkidi Geliştirimi: Diyalektik Psikoloji” 71 adlı kitap hazırlamış ve Psikanalizin dayandığı teorileri geliştirerek, bunları Homo Sapiens’in oluşum sürecini açıklamakta kullanmıştı 72. Sanat ve edebiyat karşısındaki yaklaşımlarında da böyle paralellikler ve benzerlikler söz konusuydu. Troçki’nin Edebiyat ve Devrim’i, Lukacs’tan Sartre’a neredeyse bütün bu Batı Marksistleri kuşağının sanat ve edebiyat üzerine eserleri; hatta bu alanda en zayıf olan Kıvılcımlı’nın Edebiyatı Cedide’nin Otopsisi adlı eserindeki yaklaşımlar, bu yakınlıkların bir kanıtı olarak görülebilirdi. Hatta örneğin Sınıf Tanımları, Devletin Nispi Özerkliği gibi konular söz konusu olduğunda Troçki veya Kıvılcımlı’nın birbirinden habersizce benzer kavramlar geliştirdikleri açıkça görülebiliyordu 73. Sonuç olarak bu üç akım, ortaklıkları, üstünlükleri ve zaafları ile bir puzzle’ın hemen ve kolaylıkla bir araya getirilebilecek birbiriyle uyumlu parçaları gibi görünüyorlardı. * Ne var ki, bu farklı yoğunlaşmalar sadece birbirini tamamlayıcı bir özellik taşımıyordu. Aynı zamanda aralarında bir uyumsuzluk da vardı. Çünkü aynı “problematik”, aynı “paradigma” (değerler dizisi) çerçevesinde farklı yoğunlaşmalar değildiler. Bu farklı yoğunlaşmaların ardında farklı problemler koyuşları dolayısıyla başka düzeyde bir uyumsuzluk olduğu da seziliyordu.

71

Örneğin Kıvılcımlı şöyle yazar: “Ancak insanda enkonsiyanı, Freud'un yaptığı gibi, mutlak ve bağımsız bir zat, bir tek başına "Entite" saymak yanlıştır. Enkonsiyan bir tabii cevher değil, tarihi olay'dır. Doğrudan doğruya tabiattan değil, toplumdan gelir. Toplumda ilk cinsel yasaklarla birlikte, kişinin kafası, şuurun eremeyeceği bir enkonsiyan dünyasının etkileri altına girer. İnsanın içinde şuura zıt ama onsuz olunmaz bir enkonsiyanın, insanlar arasında kişiye zıt ama onsuz olunmaz bir toplumun doğmaları, birer sözcükle: İnsan RUH'unun ve insan TOPLUM'unun örgütleri TOTEM'in ürünleridir”. (Dr. H. Kıvılcımlı, Tarih Tezi) 72

Bu açıklamanın kısa bir özeti: “diyebiliriz ki, ilk toplumcul düzen: İnsanı insan, topluluğunu toplum (cemiyet) yapan güç Cinsel yasak'la başladı. Âlet nasıl hiç bir hayvanda görülmeyen sonsuz gelişimli uzuv olduysa insanı bir anda bütün öteki uzuvlu hayvanların üstüne çıkardıysa, tıpkı öyle, cinsel yasakta insanı hiçbir hayvanda görülmeyen sonsuz gelişimli ruha kavuşturdu. Sürüyü toplum yapan madde âletse, ruh da cinsel yasaktır. Cinsel yasağın toplum içindeki etkisi, Totem teşkilâtı; kişi içindeki etkisi, bütün toplumcul heyecanların gergin yayı olarak pusuda yatan ŞUUR-ALTŞUUR tezadıdır. İnsanda kişiyi haberi olmaksızın iteleyen o yaman dinamitli ve inanılmaz patlangıçlı Alt şuur (inconsieent), her hayvanda kişi ölçüsünde israf edilen nev'i yaran (döl yetiştirme) içgüdüsünü toplum yararına yöneltti. Cinsel yasak yüzünden, Totem teşkilâtı su sızdırmaz çelik bir kap, alt şuur o kabın içine hapsedilmiş barut oldu. Böylece hem hayvan cinsel içgüdüsünden, toplumcul TEŞKİLÂT ve ÜLKÜ sentezleri doğdu. İlk insanda, bugün toplumcul psikoz sanılacak kesinlikte aşırıca etkili bulunan TOTEM İNANÇLARI ancak cinsel yasakla izah edilebilir” (Dr. H. Kıvılcımlı, Tarih Tezi) 73

Bilindiği gibi Troçki Bürokrasinin bir sınıf olmadığını söyler klasik Marksist sınıf kavramına uygun olarak, onu bir ura benzetir. Kıvılcımlı da ölümüne yakın Sovyetler’deki egemen bürokrasiyi Troçki gibi tanımlar bir sınıf olmadığını vurgular. Örneğin şöyle yazar: “Onun yerine Bay Cilas’ın pek tedirgin olduğu bir “Yeni Sınıf” mı geçmiş? Bunun “Sınıf” olması için en önemli sosyal üretim araçlarını kişi mülkiyetinde ve tekelinde tutması gerek. Güdücülerin ev, bahçe gibi aile tüketimi ötesinde kişi mülkiyetleri yoksa onlara “Sınıf” denemez. (...) Onlara, istenirse, Osmanlıcadaki “Sünüf’ü Devlet” adı verilebilir. Adın önemi yok. Olay, “Devlet sınıfları” başlıca sosyal üretim araçları mülkiyetini kişi tekellerine geçirmedikçe orada kalır.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Günlük Anılar, 27.08.71 tarihli notlar.)

167


O zamanlar, bu sorunu, fizikteki Rölativite ve Kuantum teorileri arasındaki uyum ve uyumsuzluğa benzetiyor ve ihtiyacın, fizikteki bu iki teorik sistemi bir tek kavram sisteminde birleştirecek bir “Evren Formülü” veya “Birleşik Alanlar Kuramı” benzeri, bir teorik sentez olduğunu söylüyordum. Bilindiği gibi Genel Rölativite, büyük ölçeklerde çok etkili bir teoridir. Quantum Teorisi de özellikle atom altı parçacıklar alanını kavramak için çok etkili kavramsal araçlar sunar. Sanki aynı gerçekliğin iki farklı alanında ve zımni bir iş bölümü içinde çalışıyor gibidirler. (Hatta Klasik Newton Fiziği de böyle bir iş bölümü içinde gibi görünür. O da bizlerin doğrudan yaşadığımız ve algıladığımız büyüklükler alanını inceleyen bir fizik gibi görülebilir.) Ne var ki, bu iş bölümü gibi görünüş aynı zamanda farklı “paradigmalar” ya da fiziğin evreni kavrayışı bakımından farklı aşamalar anlamına gelirler ve bu anlamda aralarında bir “uyumsuzluk” vardır. Newton ve Einstein Fiziği evreni bir süreklilik olarak kavrarken; Quantum Fiziği, paketler (Quantlar) olarak kavrar; birinde doğrudan sebep sonuç ilişkileri diğerinde olasılıklar geçerlidir. Ama bu ayrılıklar sadece basit ayrılıklar değildir, aynı zamanda evren kavrayışının farklı aşamalarına da karşılık düşerler. Newton kuramı Rölativitenin açıkladığı olayları açıklayamaz ama Rölativite Newton’un açıkladıklarını da açıklar. Keza, Özel Rölativite, örneğin E=mc2 formülüne ulaşabilir ama bunun ne zaman geçerli olduğunu Quantum kuramı açıklar, bu bakımdan Quantum daha kapsayıcıdır, daha temeldir. Yani Kapsayıcılık bakımından en altta en sınırlı ve yüzeysel Newton, en üstte en kapsayıcı ve derin Quantum Kuramının olduğu söylenebilir. Bu uyum ve uyumsuzluk sorunu, “Marksizm’in üç kaynağı” olarak sayılan Alman Felsefesi, Fransız Sosyalizmi, İngiliz Ekonomi Politiği arasındaki ilişki göz önüne alınarak daha kolay anlaşılabilir. Bunlar aynı zamanda üç farklı alan olmakla ve sanki zımni bir iş bölümüymüş gibi görünmekle birlikte, her biri ayrı bir paradigmaya da dayanıyordu ve bunlar Marksizmin evriminde farklı aşamalara denk düşüyorlardı kapsayıcılıkları da farklıydı. Ekonomi Politiğin alanı Meta ilişkileriyle birlikte ortaya çıkıyordu ve tüm toplumu ve tarihi bile kapsamıyordu; sosyalizm ya da sosyoloji tüm toplumu kapsıyordu ve Felsefe onu da kapsayan, daha genel olandı. Marks’ın evrimi bu genelden özele doğru bir evrimdi, Felsefe’den Ekonomi Politiğe doğru bir yol izliyordu, dolayısıyla bu üç kaynak aynı zamanda Marksizm’in evrimi bakımından, farklı aşama ve paradigmalara karşılık düşüyordu. Marks’ın hayatındaki Almanya, Fransa (Belçika) ve İngiltere dönemleri bir bakıma Marksizm’in evriminin farklı aşamalarına da karşılık gelir. Benzeri bir ilişki bu üç heretik gelenekte de görülüyordu. Marks’ın izlediği yolun tersine kat edilişinin farklı aşamaları gibiydiler. Marks’ın vardığı nokta, Ekonomi Politik ve Politika (İngiltere) Troçki’nin adına bağlı geleneğe, Tarihsel Maddeciliği keşfi ve Tarih (Fransa)

168


Kıvılcımlı’ya ve hareket noktası olan Felsefe de (Almanya) “Batı Marksizmi”ne karşılık düşüyordu 74. Marks da bu üç geleneği bir puzzle’ın parçaları gibi bir araya getirmemiş, onları eleştirip aşarak çok büyük ve başka bir sistem içinde sentezlemişti. Yapılması gereken benzeri bir şeydi: yani uyumsuzluğun daha büyük bir uyumla aşılması. Geleceğin Marksizm’i de bu üç kanalın eleştirilip aşılması ve yepyeni bir senteze ulaşılmasıyla ortaya çıkabilirdi. Böyle bir sentez için, Marks’ın kat ettiği yolu, bu üç geleneğin tersine kat ettiği yolun birikimine dayanarak, yeni baştan kat etmek gerekiyordu belki de. Tarihsel analojiler ve sezişler, Marksizm’e yeniden bir canlılık kazandırabilmek için böyle bir yol izlenmesi gerektiğini gösteriyordu. Ama bu nasıl olacaktı? * Tarihsel Maddecilik ya da Diyalektik Sosyoloji, toplumun evriminin 75, yani hareketinin, değişiminin, gidişinin, tarihsel sürecin yasalarının bilimi olarak tanımlanabilir. Ama bu gidişin yasaları hakkındaki bilginin ya da kavrayışın kendisi de bir gidiş, bir oluş, bir evrim içindedir. Dolayısıyla Tarihsel Maddeciliğin Tarihi ya da Evrimi en iyi toplumsal evrime ilişkin kavrayışın ve açıklamanın evriminde izlenebilir. Bu üç dip akıntısı ve gelenek arasındaki uyum kadar uyumsuzluğu, paradigma farkını açıklamak için, bu üç gelenekte evrim kavramına ve mekanizmalarına ilişkin kavrayışların farkları kavratıcı olabilir. Bu aynı zamanda evrim kavramının geçirdiği evrimi, yani Tarihsel Maddeciliğin Tarihini de ana hatları ve doğrultusuyla izleme olanağı sağlayabilir. Toplumsal evrimi de, çok farklı toplumları da açıklayan temel kavram, Üretici Güçlerin Değişimi 76 ve Farklılığıdır. Üretici Güçler Değiştiği için toplum değişmektedir; Üretici Güçler Farklı olduğu için toplumlar birbirinden farklıdır. Bu, evrim kavramının evrimi ile üretici güçler kavramının evriminin birbirine doğrudan bağlı olduğunu gösterir. Evrim kavramına bağlı olarak Üretici Güçler kavramında; Üretici güçler kavramındaki değişmelere bağlı olarak evrim kavrayışında da değişmeler ortaya çıkar. Marks’ın meşhur satırlarını burada bir kere daha hatırlayalım.

74

“Böylece, Batı Marksizmi bir bütün olarak, Marks’ın kendi gelişme yolunu da çelişik bir biçimde tersine çevirmiştir. Tarihi maddeciliğin kurucusu, zamanla felsefeden uzaklaşarak önce politikaya, sonra da düşüncesinin merkezi olarak ekonomiye yönelmiş, gençliğinde uğraştığı dağınık konuları olgunluk döneminde ikinci plana itmişti; geleneğin 1920’den sonra ortaya çıkan temsilcileri ise, olgun Marks’ın en çok ilgilendiği sorunları hemen hemen aynı biçimde ikinci planda bırakıp ekonomiye ve politikaya sırt çevirmişler, felsefeye yönelmişlerdir. Burada bir daire çizilmiş, süreç başlangıç noktasıyla buluşmuş gibidir.” (P. Anderson, age., s. 83) 75

Çok sık birbirlerinin yerlerine kullanılmalarına rağmen, evrim kavramının ilerleme kavramıyla karıştırılması yanlıştır. İlerleme bir değer yargısı içerir, bilimsel değil ideolojik bir kavramdır. Evrim ise, oluş, gidiş, süreç, değişim demektir. 76

“Marksizm, üretici güçlerin gelişmesinin toplumsal tarihsel süreci belirlediğini öğretir.” (Lev Trotskiy, Sonuçlar ve Olasılıklar, s.19)

169


“Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler.(...)”(K. Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz) Dikkat edilirse Marks’ın Tarihsel Maddeciliğin temelini atan bu cümlelerinde bazı gizli varsayımlar bulunmaktadır. Bir gizli varsayım, “Üretici Güçlerin gelişmesi”dir. Üretici güçlerin gelişmesi bir veridir. Bu gelişmenin niçin ve nasıl olduğu, sürekli olup olmadığı gibi bir sorun yoktur. Sürekli olarak gelişen bir özdür üretici güçler. Toplumsal biçimlerin, ekonomik ilişkilerin ve üstyapının evrimini üretici güçlerin evrimi belirlemektedir. Bir başka gizli varsayım, üretici güçlerin gelişmesinin, daha önceki üretim ilişkilerinin tasfiyesini getirmesidir. Yani Üretici Güçlerin Gelişimi ile Üretim İlişkileri arasında bir uyum vardır. Ama bu uyum otomatik olarak oluşmamaktadır, birikimli ve sıçramalı bir karakteri vardır. Bunlardan çıkan bir başka gizli varsayım de üretici güçlerin gelişmesinin sosyalizme yaklaştırdığıdır. Bu gelişmenin önündeki engelleri kaldırmak toplumu sosyalizme yaklaştırmak anlamına gelmektedir. Toplumsal evrim kavramının evriminin tarihi, bir bakıma üretici güçlerin evrimine ilişkin bu varsayımlarının sorgulanmasının tarihi gibidir. Teorinin bu saf formülasyonundan ve dayandığı varsayımlardan çıkacak sonuç çok açıktır. Sosyalist Devrim ancak, üretici güçlerin en çok geliştiği yerde; kapitalist üretim ilişkileriyle üretici güçlerin en büyük çelişki içinde olduğu yerlerde, yani en gelişmiş ülkelerde olabilir. Çünkü “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Çünkü Toplum ancak çözümleyebileceği problemleri önüne koyar ve yakından bakılınca aslında bu problemlerin kendini çözecek unsurlarla birlikte ortaya çıktığı görülür.”(K. Marks, Önsöz ) * Tarihsel Maddeciliğin Evrim kavramı ve kavrayışı ile Program ve Strateji arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Program ve strateji, hem evrim kavrayışına hem de o evrimin neresinde bulunulduğuna ilişkin bir saptamaya göre değişir. Bir bakıma Evrim kavramı ile Program ve Stratejinin ya da daha da kategorik olarak ifade etmek gerekirse metodoloji ile politikanın ilişkisi tıpkı Önsöz’de ifade edilen Üretici Güçler ve Üretim İlişkileri ile Üstyapı’nın ilişkisi gibidir. Tarihsel Maddeciliğin evriminde Evrim kavramı veya Metodoloji toplumsal evrimdeki Üretici Güçler gibidir. Program ve Strateji ya da Politika ise Üretim İlişkileri veya Üstyapı 170


gibidir. Tarihsel Maddeciliğin Tarihi, son duruşmada, toplumunkinden hiç de daha az karmaşık olmayan bu evrim ve ilişkilerin tarihidir. Bu içsel bağlantı nedeniyle Marksizm’in tarihine bakıldığında, tüm önemli programatik ve stratejik değişikliklerin, evrim kavrayışının evrimindeki önemli değişikliklere bağlı olarak ortaya çıktığı ya da bu tür değişikliklere yol açtığı görülür. Program, dolayısıyla siyasi mücadele ve strateji sorunu doğrudan evrim kavrayışına bağlı olduğundan, evrimin Önsöz’de aktarılan kavrayışı çerçevesinde devrimci bir partinin, hareketin veya sınıfın programı kategorik olarak şöyle ifade edilir: üretici güçlerin gelişmesine engel olan üretim ilişkilerini ve üst yapıyı, özellikle devleti yıkmak ve uygun üretim ilişkileri ve üstyapıyı kurmaktır. Bu evrim kavrayışı ve varsayımlar çerçevesinde, program veya stratejiyi belirlemek, ülkede bulunulan üretim ilişkilerinin ne olduğunu tespit etmek ve ona göre bir program oluşturmak şeklinde kavranır 77. Örneğin, bir ülkede feodal veya yarı feodal ilişkiler egemense, üretici güçlerin gelişiminin önünde engel olan bu ilişkiler tasfiye etmek, yani Demokratik Devrim; yok eğer ülke kapitalist ise ve burjuva demokrasisi varsa, Sosyalist Devrim program ve strateji olarak belirlenir. Bugün var olan bütün sol grupların şekillendiği, 1960’lardaki bütün strateji tartışmaları ve bölünmeleri, bu tür bir evrim fikri çerçevesinde gerçekleşmişti. Taraflar aşamaların birbirini izlediği ve üst aşamaların alt aşamaları tasfiye ettiği şeklindeki aynı evrim kavrayışını paylaşıyorlardı. Aralarındaki tartışma yöntemsel, evrimin kavranışına ilişkin değildi ve bu bakımından aralarında bir ayrılık yoktu. Ve tam bu nedenle de strateji tartışması, olgulara ve onlardan yapılan çıkarsamalara ilişkin bir tartışmaydı. Örneğin Türkiye yarı feodal diyenler bundan demokratik devrim, kapitalist diyenler bundan sosyalist devrim sonucunu çıkarıyorlardı. Veya “teori” politikanın aracı olarak kullanılıp, Sosyalist Devrim demek için Kapitalist; Demokratik Devrim demek için Yarı Feodal veya Feodal olarak tanımlanıyordu. Ama bu tartışmalarda kimsenin aklına ülkenin yarı feodal olduğu için devrimin sosyalist bir karakter taşıyabileceği veya tam da kapitalist olduğu için devrimin demokratik karakterde olabileceği gibi çıkarsama ve olasılıklar gelmiyordu. Bunun nedeni bu tür çıkarsamaların ardında yatan karmaşık evrim kavrayışlarına çok uzak olunmasıydı. Tartışmalar evrimin çok basit bir kavrayışına dayanıyordu. Toplumlar şu veya bu biçimde benzer aşamalardan geçerler: İlkel Toplum, Köleci toplum, Feodal Toplum, Kapitalist Toplum. İlkel ve Köleci toplumlar çok gerilerde kaldığına göre, program ve strateji için sorun,

77

Örneğin Troçki, Sürekli Devrim Teorisini ilk kez formüle ettiği Sonuçlar ve Olasılıklar’ın ilk satırlarında bu Marksistlerin bu ortak yaklaşımını şöyle özetler: “Marksizm, Rus Devrimi’nin kaçınılmazlığını, kapitalist gelişme ile fosilleşmiş mutlakıyetin güçleri arasındaki çelişkinin sonucu patlak vermek zorunda olduğunu, çok önceleri haber vermişti. Onu bir burjuva devrimi olarak nitelendirirken, Marksizm, devrimin dolaysız nesnel görevlerinin “bir bütün olarak burjuva toplumunun gelişmesi için normal koşullar”ın yaratılması olduğuna işaret ediyordu.” (Lev Trotskiy, Sonuçlar ve Olasılıklar, Kardelen, 1990)

171


ülkenin ne ölçüde feodal veya kapitalist olduğunu belirlemekte toplanıyordu. Aşamalı ve düzgün bir evrim kavrayışıydı bu. * Tarihsel Maddecilik (Marksizm) orijinalinde hiçbir zaman böyle sıradan ve bayağı olmamakla birlikte, Sosyal Demokrat ve Komünist hareketin tarih ve toplumsal gidiş kavrayışı hep bu düzeyde olmuştur. Hatta daha ileri giden bir basitleştirmeyle, Sosyal Demokrat ve Komünist partiler arasındaki esas farkın: bu evrimin, Sosyal Demokrat partilerce düz, sıçramasız bir evrim süreci; Komünist partilerce sıçramalı ve aşamalı bir evrim süreci olarak kavranmasında olduğu söylenebilir. Ama her iki taraf da evrimi, aşamaların birbirini izlediği; ileri olanın geri olanı tasfiye ettiği, her toplumun da bu aşamalardan geçmek zorunda olduğu sürekli bir ilerleme olarak görür 78. Tarih ve Toplum hakkındaki bilginin Yunan ve Roma’dan daha eskilere gidemediği, bu bilginin de oldukça yüzeysel olduğu; mekân olarak Avrupa ve Akdeniz’le sınırlı bulunduğu bir çerçevede, böyle bir tarih ve evrim kavrayışı elbette zamanına göre büyük bir ilerleme anlamına gelebilir ve bilinen tarihi iyi kötü açıklayabilirdi. Sosyalist hareket Avrupa ile sınırlı kaldığı, modern tarihin ve sınıf mücadelesinin başka sorunlarına yoğunlaştığı sürece, bu bayağılaştırılmış bir Marksizm’e karşılık düşen evrim kavrayışı, en azından Avrupa için, yine de iyi kötü tatmin edici sayılabilecek açıklamalar sunuyor sayılabilirdi. Ama dikkatli bakılınca bu evrim kavrayışı, bilinen Avrupa tarihini bile açıklamakta yetersiz olurdu. Eğer üretici güçlerin gelişmesi yeni üretim biçimlerinin ortaya çıkmasına yol açıyor ve öncekini tasfiye ediyorsa, örneğin kölecilikten feodalizme geçişi üretici güçlerin gelişmesiyle açıklamak gerekiyordu. Ama gerçek tarihte, kölecilikten feodalizme geçişte, üretici güçlerde böyle bir gelişmeden ziyade bir gerileme vardı Olaylara gözler kapanıp bir gelişme varmış gibi görüldüğünde de, özellikle bu evrimin sıçramalarla gerçekleştiği anlayışı bakımından bir sorun ortaya çıkıyordu. Kölecilikten feodalizme geçiş sağlayan “devrimler” yoktu. Bunları kimler, nerede, nasıl yapmıştı? Bilimlerin ilerlemesine ihtiyaçlar yüz üniversiteden daha fazla etki yaparlar. Avrupa’daki işçi sınıfının mücadelesi bu sorunları gündeme getirme ihtiyacıyla karşılaşmıyordu. Bu nedenle bu paradokslar kimse tarafından tartışılmıyordu bile.

78

“’Sınai olarak daha gelişmiş olan ülke, daha az gelişmiş olanın gelecekteki halini gösterir yalnızca.’ Yöntemsel kalkış noktası bir bütün olarak dünya ekonomisi değil, bir tip olarak tek bir kapitalist ülke olan Marx’ın bu ifadesi, geçmiş kaderlerine ve sınai seviyelerine aldırmaksızın tüm ülkeler kapitalist evrim tarafından kucaklandıkları ölçüde, daha az uygulanabilir hale geldi. Zamanında İngiltere, Fransa’nın ve daha az ölçüde de Almanya’nın geleceğini gösteriyordu, ama kesinlikle Rusya’nınkini veya Hindistan’ınkini değil. Ne var ki, Rus Menşevikleri Marx’ın bu koşullu önermesini kayıtsız şartsız kabul ettiler. Geri kalmış Rusya, diyorlardı, ileri atılmamalı, önceden hazırlanmış modeli kuzu kuzu takip etmeli. “Marksizmin” böylesine liberaller de katılıyordu. Marx’ın en az bunun kadar ünlü bir diğer formülü ise –“hiçbir toplumsal formasyon, içinde barındırdığı tüm üretici güçler gelişmeden yok olmaz”– kalkış noktası olarak tek bir ülkeyi değil, bir evrensel toplumsal yapılar silsilesini (kölecilik, ortaçağ, kapitalizm) alır. Ama bu ifadeyi tek bir devlet açısından ele alan Menşevikler, Rusya kapitalizminin Avrupa ve Amerika seviyesine ulaşmak için daha çok mesafe katetmesi gerektiği sonucunu çıkardılar.” (Lev Troçki, Tek Ülkede Sosyalizm?, http://www.marxists.org/turkce/trocki/1930/tus.htm )

172


Ama Tarih konusu ve bu tür sorunlar daha işçi ve sosyalist hareketin gündemine pratik bir ihtiyaç olarak gelmeden önce, Evim kavrayışında bir ilerleme, Rus işçi ve devrimci hareketinin karşılaştığı kimi sorunları çözebilmek ve gelişmeleri öngörebilmek için Troçki tarafından sağlandı. * Troçki’nin akıl yürütmesi de Üretici güçlerin ilerlemesine dayanıyordu. Keza onun kavrayışının da sonraki üretim biçimlerinin eski üretim ilişkilerini tasfiyesi; üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki denklik gibi varsayımlarla bir sorunu yoktu. O sadece bu ilerlemenin karmaşık karakteri üzerinde yoğunlaşıyor ve bunun sonuçlarını tartışıyordu. Olaylara bakınca görülüyordu ki, Üretici güçler her yerde aynı aşamalardan geçerek gelişmiyordu. Kapitalist ilişkilere sonra gelen bir ülke, üretici güçlerin çok daha gelişmiş olduğu bir düzeyden işe başlıyordu. Böylece Üretici güçlerin epey gelişmiş bir düzeyi, son derece geri bir üstyapıyla bir arada bulunabiliyordu 79. Bu durumda neler olacağını tartışıyordu Troçki, bir tür “zihinsel deney” yapıyordu. Ve bu daha karmaşık ve arkadan gelenin öne geçtiği; önceki aşamaları tek tek geçmediği, minyatür ölçülerle aşarak veya üzerinden atlayarak geçtiği evrim kavrayışına bağlı olarak Rusya’daki Devrimin izlemesi muhtemel seyir analiz edilince garip bir sonuç ortaya çıkıyordu 80. Son derece geri üretim ilişkileri ve siyasi bir sistemin olduğu bir ülkede, kapitalizmin doğrudan sanayi kapitalizmi olarak doğması ve bu nedenle işçi sınıfının daha doğarkenki

79

“Geri bir ülke ileri ülkelerin maddi ve ideolojik kazanımlarını sahiplenir. Ama bu demek değildir ki, onların geçmişte geçtikleri tüm aşamaları bir bir geçerek bu ülkeleri kölece izler. Tarihin çevrimsel olarak tekerrürü kuramı – Vico ve bilahare tilmizlerince savunulan – eski, kapitalizm öncesi kültürlerin kısmen kapitalist gelişmenin ilk tecrübelerine dair yaptıkları çevrimsel tasvir gözlemine dayanır. Tüm bu gelişme sürecinin biraz kıyıda köşede kalmış, biraz tali niteliği gerçekten kültürel evrelerin yepyeni alanlardaki kimi tekrarlarını da içerir. Bununla beraber, kapitalizm bu koşulların aşıldığının bir göstergesidir. O insanlığın gelişmesinin evrenselliğini ve sürekliliğini hazırlamış ve bir anlamda gerçekleştirmiştir. Bu nedenle diğer ulusların gelişme biçimlerinin tekerrürü ihtimal dışıdır. İleri ülkelerin çekicisinin peşine takılmak zorundaki geri bir ülke sıraya uymaz: tarihsel olarak geri bir durumun sunduğu imtiyaz –böyle bir imtiyaz varittir- bir halka, bir dizi ara aşamayı atlaşarak, daha zamanı gelmeden önce, yaratılan her şeye ulaşma imkanı tanır ya da daha doğrusu onu buna zorlar. Yabanıllar, geçmişte o silahları birbirinden ayırt eden mesafeyi katetmeksizin, ok ve yayı bırakıp tüfeğe geçerler. Amerika’yı sömürgeleştiren Avrupalılar tarihe yeniden başlamadılar. Almanya ya da ABD iktisadi bakımdan İngiltere’nin önüne geçmişlerse. Bu kapitalist evrimlerindeki gelişme yüzündendir. (...) Tarihsel bakımdan geri bir ulusun gelişmesi, zorunlu olarak, tarihsel sürecin farklı evrelerinin özgün bir kombinasyonuna yol açar. Betimlenen bu yörünge bütünsel olarak düzensiz, karmaşık ve bileşik bir niteliğe bürünür.” (Lev Troçki, Rus Devriminin Tarihi, 1. Cilt, s. 14-15) 80

“Dolaysız görevleri bakımından bir burjuva devrimi olarak başlayan Derim, kısa bir süre içinde güçlü sınıf çatışmalarına yol açacak ve ancak, iktidarı ezilen kitlelerin başında durabilecek tek sınıfa, yani proletaryaya devritmekle en son zafere ulaşabilecektir. Proletarya ise bir kez iktidara geçtikten sonra sadece kendini burjuva demokratik programla sınırlamak istememekle kalmayacak, bunu yapmak elinden de gelmeyecektir. Ancak ve ancak Rus Devrimi’nin Avrupa proleter devrimine dönüşmesi halinde Devrimi sonuna kadar götürebilecektir. O zaman, Devrim’in ulusal sınırlılıklarıyla birlikte burjuva demokratik programı da aşılacak ve Rus işçi sınıfının geçici politik egemenliği uzun süreli bir sosyalist diktatörlüğe dönüşecektir. Ama Avrupa’nın hareketsiz kalması halinde, burjuva karşı devrimi Rusya’da emekçi kitlelere boyun eğmeyecek ve ülkeyi gerilere fırlatacaktır, hem de bir demokratik işçi ve köylü hükümetinden çok gerilere.” (Troçki, Sonuçlar ve Olasılıklar’ın 1919’da Moskova’da Yayımlanan Yeni Baskısına Önsöz )

173


gücü ve de burjuvazinin korkaklığı nedeniyle, demokratik devrimde işçi sınıfı köylülüğün desteğini sağlayarak iktidarı alabilir ve o da kendini demokratik görevlerle sınırlamayıp sosyalist karakterde tedbirlere yönelebilirdi. Yani eski akıl yürütmesine hiç de uymayan bir sonuç ortaya çıkıyordu evrimin bu bileşik ve eşitsiz karakterinden: yarı feodal bir ülkede sosyalist bir devrim olabilir ve işçi sınıfı iktidara gelebilirdi. Hâlbuki birbirini izleyen aşamalı evrim kavrayışına göre, sosyalist devrimin, Üretici Güçlerin kapitalist ilişkilerle en çok çeliştiği kapitalist ve en gelişmiş ülkelerde olması gerekiyordu. Bu sonuç bir tür zındıklık, yoldan çıkma gibiydi; o zamana kadar bilinenleri alt üst ediyordu. Ama bunun ardında, metodolojik olarak evrimin daha karmaşık bir kavrayışı, Troçki’nin adlandırmasıyla, “eşitsiz ve bileşik” bir evrim kavrayışı bulunuyordu. Meşhur Bolşevik ve Menşevik; Üçüncü ve İkinci Enternasyonal, Troçkizm ve Stalinizm ayrımları, son duruşmada metodolojik düzeyde bu iki farklı evrim (aşamalı ve eşitsiz-bileşik) kavramını yansıtıyorlardı. Tekrar vurgulayalım ki, Troçki’nin evrim kavrayışı üretici güçlerin gelişimini tartışmıyordu, sadece bu gelişimin karmaşık, “eşitsiz ve bileşik” karakterine dikkati çekiyor ve çıkarsamasını bundan yapıyordu. Aynı şekilde üretim ilişkileri ile üretici güçlerin gelişme derecesi arasındaki uyum düşüncesiyle de sorunu bulunmuyordu. Zaten ilerde tam da bu uyumdan hareketle, Sovyet devletinin sınıf karakteri sorununa bir cevap getirebiliyordu 81. Evrimin eşitsiz ve bileşik gelişimine ilişkin öngörünün gerçekleşmiş olması sonucu geri bir ülkede sosyalist devrim olmuştu. Ama bu devrim tecrit olunca, yine bizzat Marks’ın dediği gibi, geri üretici güçler düzeyinde, sosyalizm olmayacağından, bütün pislikler geri dönüyordu 82. Rusya’da olan son duruşmada buydu. Üretici güçler kendi geri gelişme düzeylerine uygun ilişkilere neden

81

Troçki’nin bu uyuma dayanan açıklaması en özlü biçimde şu satırlarda ifade edilir. “Komünist Manifesto’dan iki yıl önce genç Marks şöyle yazıyordu: “Üretim güçlerinin gelişmesi (komünizmin) kesinlikle zorunlu pratik temelidir çünkü onsuz, yokluk genelleşecek ve yoklukla birlikte gereksinmeler için girişilen kavga yeniden başlayacaktır ki bunun anlamı tüm eski pisliklerin yeniden su yüzüne çıkması zorunluluğudur.” Bu düşüncesini Marks hiçbir zaman geliştirmedi ve nedeni hiç de rastlantısal değildi: Geri bir ülkede proleter devrimin gerçekleşebileceğini hiçbir zaman tahmin etmedi. Lenin de bunun üzerinde durmadı ve bu da rastlantısal değildi: O da Sovyet devletinin bu kadar uzun bir süre tecrit edilmiş kalacağını tahmin etmedi. Gene de alıntı, Marks’tan bir soyutlamaya varma ve karşıtından çıkarsama yoluyla, Sovyet rejiminin tamamen somut sıkıntılarına ve hastalıklarına var geçilmez bir anahtar sunmaktadır. Emperyalist ve iç savaş yıkıntılarıyla körüklenen yoksulluğun tarihsel temeli üzerinde, “bireysel varoluş kavgası”, burjuvazinin devrilmesinden hemen sonraki gün ortadan kalkmamak bir yana, bu olayı izleyen yıllarda da azalmamış, tam tersine zaman zaman duyulmadık canavarlıklara bürünmüştür. Ülkenin belli kesimlerinde ki kez yamyamlık noktasına varıldığını hatırlatmamıza bilmem gerek var mıdır” (Lev Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.77, İstanbul, 1998) 82

Troçki, tam da Üretici güçlerin gelişmi ile üretim ilişkileri arasındaki uyumdan hareket ederek ve Marks’ın aşağıdaki sözlerine dayanarak Sovyet Devriminin yozlaşmasını ve bir bürokrasinin iktidarı almasının açıklıyordu: “Öte yandan üretici güçlerin bu gelişmesi (daha şimdiden insanların güncel ampirik yaşantısının, yerel düzeyde değil de dünya çapında tarihsel olarak cereyan etmesini içeren gelişmesi) kesinlikle vazgeçilemez, önce yerine gelmesi gereken bir pratik koşuldur, çünkü, bu koşul olmadan, kıtlık, genel bir durum alır, ve gereksinmeyle birlikte zorunlu olan için savaşım yeniden başlar ve gene kaçınılmaz olarak aynı eski çirkefin içine düşülür.” (Marks – Engels, Alman İdeolojisi, http://www.kurtuluscephesi.org/marks/almanideoloji.html )

174


oluyorlardı. Yani eşitsiz gelişme ile geri bir ülkede sosyalist devrim ve tam da bu nedenle, üretici güçlerin geriliği nedeniyle, uygunluk yasası ile de bürokratik karşı devrim açıklanabiliyordu. Dikkat edilirse bu yaklaşımlar, klasik eleştirel ve devrimci Marksist yaklaşımlarla tam bir uyum içindedir. Stalinizm’in yaydığı, gücü yaygınlığından gelen kanının aksine, “Troçkizm”, klasik Marksizm’in kavramsal araçları ve problematiklerini İkinci ve Üçüncü Enternasyonal’in (ilk dört Kongre sonrası) bayağılaştırmalarına karşı koruma ve savunmayı temsil eder. Bu eşitsiz ve bileşik evrim kavrayışıyla Troçki, yirminci yüzyılın tarihinin genel gidişini, sosyalist devrimin önce geri bir ülkede olmasını; Sovyetlerdeki bürokratik karşı devrimi ve bunlara bağlı olarak işçi hareketinin krizi ve faşizmi; savaş sonrası Doğu Avrupa’daki dönüşümleri ve nihayet bizzat Doğu Avrupa’nın çöküşünü ve kapitalizme dönüşünü açıklayan kavramsal araçları sunar. Troçki’nin geliştirip netleştirdiği bu “eşitsiz ve bileşik gelişme” şeklinde özetlenebilecek evrim kavrayışı olmadan, yirminci yüzyıl tarihini, dolayısıyla da bugünü anlamak olanaksızdır. Troçki’nin eşitsiz ve bileşik evrim teorisi, tıpkı Einstein’ın Özel ve Genel Rölativite teorisinin, Quantum Teorisine göre hala klasik fiziğin alanında bulunması gibi, Klasik Marksizm’in evrim kavrayışı çerçevesinde kalır. Üretici güçlerin gelişmesi, sonra gelen aşamaların öncekileri tasfiye etmesi ve üretici güçlerin gelişme düzeyi ile üretim ilişkileri arasındaki uygunluk gibi tüm varsayımları paylaşır. Tıpkı Einstein teorisinin astronomik boyutlardaki olayları büyük bir başarıyla açıklaması gibi, yirminci yüzyılın tarihini büyük bir başarıyla açıklar. Ama Tıpkı klasik fiziğin kavramlarının atom altı parçacıklar âleminde yetersiz olması gibi, Kapitalizm Öncesi Tarih ve Az Gelişmişliğin Gelişmesi söz konusu olduğunda, artık bu evrim kavrayışı yetersiz hale gelir. Orada Quantum Fiziği benzeri yeni bir Tarihsel Maddeciliğe ihtiyaç vardır. Kıvılcımlı’nın evrim teorisine katkıları işte tam burada ortaya çıkar. * Kıvılcımlı, geri kalmış bir ülkenin sosyalisti olarak, azgelişmişlik sorunuyla ve aynı zamanda kapitalizm öncesinin büyük uygarlık beşikleri az gelişmiş ülkeler olduğundan, kapitalizm öncesi Tarih ve Toplumlar sorunuyla karşılaşır 83. Bu farklı toplumlarda karşılaştığı sorunları açıklayabilmek ve çözebilmek için; “Azgelişmişliğin gelişmesi” olgusunu ve kapitalizm

83

"Böyle bir araştırma neden önemli oldu?

"Bugünkü Türkiye'yi anlamak İçin, onun, dün içinden çıktığı (daha doğrusu bir türlü içinden çıkamadığı) Osmanlı Tarihine inmek gerekti. Osmanlı Tarihinin mad¬desine girince, onun İslam medeniyetinde bir "Rönesans" olduğu belirdi. İslam me¬deniyeti : tıpkı Grek ve Roma Medeniyetleri gibi, Kent'ten (Çileden) çıkmış Antika (kadim) medeniyetlerden biriydi. İlk Sümer öncesinden (Protosümerterden) İslam me¬deniyetine gelinceye değin sıralanan antika medeniyetlerin hepsi de : hem birbirinin ayni, hem birbirinin gayri olarak birbirlerinden çıkagelirlerken, hep ayni gidişi (proseyi) gösteriyorlar ve bir tek kanuna uyuyorlardı. "Günümüze değin uzanmış bütün poblemlerin : sebep-netice zincirlemesiyle nasıl ta Protosümerlere dek dayanıp çıktığı dupduru anlaşılmadıkça, hiçbir somut (konkret) Tarih olayı gereği gibi aydınlanamıyordu." (Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, s. 5)

175


öncesi binlerce yıllık uygarlıklar tarihini açıklamak için, evrim kavrayışını ve üretici güçler kavramını baştan aşağı değiştirmek zorunda kalır. Kıvılcımlı 1960’lardan önce, iki savaş arası dönemde, 1960’lardan sonra “Az gelişmişliğin Gelişmesi” sorunuyla meşgul olan ve bunu kapitalist ekonominin kendi iç mantığıyla “Merkez Çevre” ikilemiyle açıklamaya çalışanlardan (“Dörtlü Çete” Arrighi, Frank, Wallerstein, Amin vs.) veya batı Marksizm’i geleneğinin devamı olarak, sorunu “Toplumsal Formasyon” kavramı çerçevesinde (Balibar, Laclau vs.) ve daha ziyade de skolastik ve metodolojik düzeyde tartışanlardan 84 çok önce, sorunu Tarihsel Maddeciliğin kavramları ile tartışır ve özgün bir teori geliştirip katkılarını yapar 85. Kıvılcımlı bu çalışmaları sonucunda, Marks ve Troçki’nin dayandığı ve sorgulamayı akıllarından bile geçirmedikleri, üretici güçlerin sürekli gelişmesi varsayımı sorgular. Gelişmiş üretim ilişkilerinin geri üretim ilişkilerini tasfiye edeceği varsayımını sorgular. Dolayısıyla da üretici güçlerin gelişme düzeyi ile üretim ilişkileri arasındaki uyum varsayımını sorgular. Marks’ta üretici güçlerin gelişmesi veri olduğundan, o “ileri bir ülke geri olana geleceğini gösterir” diyor ve o zamanın Almanya’sına “Aldırmıyorsun ama anlattığım bu senin hikâyendir” diye bitiriyordu sözlerini. Troçki’nin bu çıkarsamayla sorunu yoktu, Troçki sadece bu geleceğe giden farklı yollar olduğunu gösteriyordu. Klasik Marksizm’in veya Troçki’nin ufkunda ve paradigmasında, ileri bir ülkenin geri bir ülkeye geleceğini göstermemesi, yani az gelişmişliğin gelişmesi gibi bir problem bulunmuyordu. Ne var ki, sömürge ve yarı sömürge ülkeler için; daha doğrusu yirminci yüzyılla birlikte kapitalizme giren ülkeler için, artık ileri bir ülke geri bir ülkeye geleceğini göstermiyordu. Yani geri ülkelerin evrimi ileri ülkelerin izinden gitmiyordu; üretici güçler gelişmiyordu, gelişemiyordu; göreli olarak ileri ülkelerle aralarındaki fark daha da büyüyordu. Yirminci Yüzyıla kadar Avrupa’da ve Japonya’da görüldüğü türden, geriden gelenin öne geçmesi değil, geridekinin giderek daha da geride kalması; ileridekinin giderek daha da arayı açmasıydı ortada görülen. Eğer yeni olgunun eski kavrama sığmayışını göze batırmak için bir

84

Bu konudaki tartışmaların geniş bir özeti şu kitapta bulunabilir: “Üretim Tarzlarının Eklemlenmesi Üzerine” (Foster-Carter, Wolpe,Laclau, Taylor, Mouzelis, Ersoy, Ankara, 1984). Kitapta geniş ölçüde özetlendiği gibi, bu konuyla batı Marksizm’i geleneği, “Üretim Tarzı” ve “Toplumsal Formasyon” kavramı bağlamında daha ziyade skolastik, yani Marksizm’de kavramın anlamı üzerine, bir tartışma yürüttü. Bunlarda, Merkez-Çevre ekolünün tersine, somut ekonomi ve sınıf analizleri pek bulunmaz, tartışma felsefidir, yöntembilimseldir. Aynı az gelişmişlik olgusunu ele alan iki ayrı paradigma söz konusudur. 85

“Merkez-Çevre” ekolü de Ekonomi Politikten Tarihe ve Tarihsel Maddeciliğin konusuna doğru bir ağırlık noktası kayması yaşamıştır. Örneğin Samir Amin “Dünya çapında birikim kuramını kurmak için toplumsal formasyonların teorik bir tarihine ihtiyaç olduğunu düşünüyordum” (S. Amin, Entelektüel Yolculuğum, s. 58) diyor. Wallerstein giderek tarihe yönelir ve bu onun Tarihçi Annales okuluyla sıkı ilişkilerine yansır. Frank da son zamanlarda kapitalizmi ta Sümerlerden başlatma eğilimine girer. Yani bu ağırlık noktası kayışı onları Kıvılcımlı ile aynı alana yaklaştırır. Ama kapitalizmi bir üretim değil bir değişim ilişkisi olarak anladıklarından, her sermayeye dayanan sistemi kapitalizm olarak kavrarlar (S. Amin daha farklıdır), prekapitalist ve modern kapitalist sermaye ve toplum arasındaki zıtlığı ve farkı göremezler. Onların aksine Kıvılcımlı da zam bu fark ve zıtlığa oturtur otantik bir Marksist olarak analizini.

176


formülasyon yapmak gerekirse, ortada görülen “eşitsiz ve bileşik bir gelişim” değil, “gelişememe”dir; “az gelişmişliğin gelişmesi”dir Bu geri kalmışlığın yanı sıra, sınıf ilişkilerinde ise genellikle, üretici güçlerin gelişme düzeyinin tam tersi ultra modern bir sınıf egemenliği ilişkisi görülüyordu. Bu Terslik en iyi Rusya ve Türkiye örneklerinde görülebilir. Rusya’da Politikaya, Çarlık ve Aristokrasi egemendi; ama ekonomide son derece yoğunlaşmış ve modern teknik kullanan bir sanayi vardı. Türkiye’de ise tam tersine, Politikada egemen güç, Finans Kapitaldi; Ekonomide ise son derece geri bir teknik ve az gelişmiş bir işçi sınıfı egemen olmaya devam ediyordu 86. Başlangıçta Kıvılcımlı da tıpkı Troçki gibi, Türkiye’deki gidişin, Rusya benzeri bir yol izleyeceğini, hatta benzer aşamaları Rusya’dan daha kısa sürede ve hızlı aşacağını düşünür. Örneğin 1930’ların başında yazdığı Yol’da, tıpkı 1905’deki Troçki gibi çıkarsamalar yapar 87. Ne var ki, başlangıçta öyle gidecek gibi görünmesine rağmen, Türkiye’de ne teknik, ne sınıf ilişkileri ne de proletarya Rusya’da olduğu gibi bir gelişim göstermez. Sosyal iktidara Burjuvazi bir yana, Finans Kapital egemendir ama ülke son derece geri bir teknik düzeyindedir. Finans kapital egemen olmasına rağmen, kapitalizm öncesinin gerici sermayesi ve ilişkileri gücünü ve varlığını korur ve tasfiye olmazlar. “Geleceğin ve geçmişin kamburu” üst üste binmiştir. Bu sefer, niye Rusya’daki gibi bir evrim olmadığını açıklamak başlı başına bir sorun olur. Yani az gelişmişliğin gelişmesinin açıklanması, yani üretici güçlerin geri kalması. (Tabii daima bu nispi olarak anlaşılmalıdır.) Olgun Kıvılcımlı’nın sonraki bütün teorik çabası ve katkısı bu tam tersi gidişi anlamakta toplanır. Kıvılcımlı, bu sorunu çözebilmek için, evrimin daha karmaşık bu görüngüleri üzerinde yoğunlaşır. O zaman da daha üst üretim ilişkilerinin ve bunun ürünü sınıfların, önceki üretim ilişkilerini ve sınıfları tasfiye ettiği ve onların yerini aldığı varsayımını sorgular. Bunun yerine bunların bir tür simbiyoz ilişkiye girerek birbirlerinin varlığını güçlendirdiklerine dikkati çeker. Yani Türkiye’de kapitalizm, tam da eşitsiz ve bileşik gelişim sonucu FinansKapitalizm, hatta Tekelci Devlet Kapitalizmi denebilecek ve savaş sonrasında dünyada 86

Zaten tam da bu görüngüdür, Merkez-Çevre ekolünü, az gelişmişliği kapitalizmin kendi mantığıyla açıklamaya iten. Onlar geri ülkelerdeki ilişkilerin dünya kapitalist ekonomisiyle olan sıkı ilişkisine ve oradaki egemen sınıfların hiç de klasik “Feodal” sınıflar olmamalarına vurgu yapmışlardır. Böylece geniş bir olgular yığınını tanımlamışlar ama tam da açıklanması gereken olguyu açıklama gibi sunmuşlardır. Temel yanılgıları, az gelişmişliğin, sermayenin saf hareketinin değil, gerçek tarihsel hareketinin ürünü olduğunu anlamamaları ve bu ayrımı yapamamalarıdır. 87

Kıvılcımlı’nın 1930’ların başında tam bir “Stalinist” olarak yazdığı ve ancak bazı bölümleri 70’lerde yayınlanabilen Yol adlı çalışması aslında bilinçsiz bir “Troçkizm”i yansıtır. Kitabın “Geç Gelme” bölümü “Geç gelmenin faziletleri” gibi ifadeleri, Troçki’nin “tarihsel olarak geri bir durumun sunduğu imtiyaz” dediği aynı eşitsiz ve bileşik gelişmeyi anlatır. Almanya ve Rusya ile Osmanlı ve Türkiye’yi karşılaştırır ve aynı aşamaların daha hızlı geçildiği ve atlandığı tespitini yapar. Örneğin şöyle yazar: “”II. Nikola, Rusya’da Deli Petro döneminden beri başlamış ve oldukça gelişmiş bir merkezileşmiş sanayi bulmuştu. Mustafa Kemal Türkiye’si, Rusya’da Deli Petro döneminden beri olan süreci hızla tamamlamak ve modern sanayi sermayesini birdenbire kurmak zorunda kalmıştır.” (s. 176) Bir çok örnekler verdikten sonra şu sonucu çıkarır: “Ve Rusya’da 50 yıl boyunca yürünen yol Türkiye’de 5-10 yılda aşılacak hale gelebilir.” (.s. 177) Türkiye’de kapitalizmin aşamaları böyle hızlı aştığı, sosyalizmin de doğrudan Leninizm’den ilham alarak doğduğundan hareketle beş on yıla kadar Türkiye’de sosyalist devrim olabileceği sonucunu çıkarmayı okuyucuya bırakır.

177


yaygınlaşacak biçimde doğduğu için, bu süper modern Finans-Kapital, prekapitalist sınıf ve ilişkileri tasfiye etmez, aksine onlarla ittifaka girip, onları güçlendirir 88. Bu Troçki’nin eşitsiz ve bileşik gelişim yaklaşımını da içeren ama onu da aşan bir kavrayıştır. Eşitsiz ve bileşik gelişim sonucu, Türkiye’de kapitalizm Finans-Kapitalizm, hatta Tekelci Devlet Kapitalizmi olarak doğmuştur. Ama buna rağmen ve tam da böyle olduğu için, “feodal kalıntılar” ya da kapitalizm öncesi “Tefeci-Bezirgan sermaye” gücünü ve egemenliğini sadece sürdürmez pekiştirir. Yani süper modern Finans-Kapitalizm, prekapitalizmi tasfiye etmez, onunla “Etle tırnak gibi” olur 89, bir simbiyoz yaşama geçer veya kimilerinin dediği gibi “eklemlenir” 90. * Bu evrim kavrayışının Marks ve Troçki’dekinden farkını gösterebilmek için, biyoloji ve paleontolojideki evrim kavramının evrimi bir fikir verebilir. Klasik biyolojik evrim kavramı, tıpkı ilkel, köleci, feodal, kapitalist sıralaması gibi tek hücreliler, süngerler, yumuşakçalar, omurgalılar, balıklar, sürüngenler, memeliler, primatlar gibi bir sıra izler ve daha sonra gelenin diğerlerinin yerini aldığı ve onlardan üstün olduğu var sayılır. Ama modern biyoloji, bu evrim kavrayışıyla yetinemez ve bununla var olan gerçekliği açıklayamaz. Evet, örneğin insanlarla tek hücreliler evrimin adeta iki ayrı ucu gibidirler ama 88

“O zaman ne oldu? Geri ülkelerde Antika Tarihin sık sık yazdığı cilvelerden biri oldu. Bu bir çeşit "TERSİNE RÖNESANS" idi. Kapitalizm, Batı'da TEFECİ-BEZİRGAN sınıfı kökünden kazımadıkça, normal olarak doğmamıştı. Fakat geri ülkelerde, kapitalizmin son çağı olan Emperyalizm döneminde Tefeci-Bezirgan sınıfı kökünden kazınmak şöyle dursun, bütün dişleri ve tırnaklarıyla kapitalizme ortak olmaya ve kapitalist iktidarı ayakta tutmaya kendini verdi. Bu bir Tarihin tersine akışı mıydı? Evet. Böyle tersine akıntılar ölüm çağına gelmiş düzenlerin büyük anaforları içinde görülebilirdi. Kapitalizmin inkar edeceği Tefeci-Bezirgan sınıfı, 20nci yüzyılda sanki kapitalizmi inkara kalkışmiş gibiydi. Ancak bu görünüştü. Dizginler görünmeyen örümcek ağları gibi uluslararası Finans-Kapital mekanizmasının ve en büyük emperyalist iktidarların elinde idi. Modern Finans-Kapital nasıl Tarihin çarklarını geri çevirmekte ve gericilik yapmakta eşsiz ise, tıpkı öyle, Antika Tefeci-Bezirgan sınıfı da insan kazançlarını inkar etmekte ve gericilik yapmakta Emperyalizmden aşağı kalmıyordu. Böylelikle tencere yuvarlandı kapağını buldu. Ortaçağlardan hatta ilk Antika çağlardan kaldığı bilinen Kadim Tefeci-Bezirgan sınıfı: Modern çağın dünya ihtilalleri ve sosyalizm döneminde Finans-Kapitale YEDEK UYDU ve İHTİYAT GÜCÜ olarak geri ülkelerde iktidar mevkiini paylaştı. Bu yüzden Tefeci-Bezirgan sınıfı, sanki bir modern sosyal sınıf imiş gibi geri ülkelerin ekonomisinde, toplum ilişkilerinde, politikasında, kültüründe, ahlakında ağır basan söz sahibi bir sınıf kesildi. Bugün geri ülkelerin SOSYAL YAPISI denince, yukarıda saydığımız SINIF İLİŞKİLERİ gözümüz önünden ayrılmamalıdır.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Genel Olarak Sosyal Sınıflar, AYDINLIK, Sayı: 2, Aralık 1968, s 119-133) 89

“Batı kapitalizmi gençlik çağında iken Türkiye'nin yatalak Tefeci-Bezirgân düzeni Kapitalizme karşı hiç bir rezonans göstermedi. İlerici serbest rekabet kapitalizminin dalgası Türkiye'yi hiç ilgilendirmedi. 20. yüzyıla geldik. Kapitalizm: iratçı, monopolcu Finans-Kapital egemenliği biçimine girdi. Bu, kapitalizmin ölüm döşeğine yatış çağı oldu. 0 zaman bizim yatalak Tefeci-Bezirgân düzenimiz: Finans-Kapital adlı tekelci yatalak sermaye ile tam rezonans hâline girdi. Birbirlerine denk düştüler. Halkımızın bir deyimi vardır: "Hacı hacıyı Arafat'ta, it iti kalafatta bulur!" der. 20. ci yüzyılda kapitalizmin derebeğileşmesi demek olan Finans-Kapital ile Tefeci-Bezirgânlığın derebeğileşmesi demek olan Osmanlı toplumu hemen can cana, baş başa kuzu sarması oldular.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Üretim Nedir?, s. 77) 90

Bu kavramın kullanımları veya bu kavram kullanılmadan aynı fenomenin ele alınışı vs. hakkında yine bu kitapta geniş bilgi bulunmaktadır: Foster-Carter, Wolpe,Laclau, Taylor, Mouzelis, Ersoy, “Üretim Tarzlarının Eklemlenmesi Üzerine” (Ankara, 1984).

178


insan bağırsağındaki tek hücreliler ile simbiyoz bir yaşam içindedir. Onlar yiyecekleri parçalamasa insanın yediklerini hazmetmesi olanaksız olur. Elbette bu ekstrem bir örnektir ama biyolojik alem böyle binlerce örnekle doludur. Örneğin çiçekli bitkilerin ve böceklerin evrimi ancak bu mekanizmayla açıklanabilir. Evrimin sonra gelen aşamaları sadece öncekilerin yerini almaz, onlar var olmaya devam ederler ve daha da öteye gidip karşılıklı olarak birbirlerinin var oluşunu etkilerler. Evrim ve onun karmaşık yapısı böyle daha derin ve doğru olarak açıklanabilir. İşte Kıvılcımlı’nın yaptığı aşağı yukarı Toplum ve Tarih kavrayışına böyle bir evrim kavramını getirmesidir. Sonra ortaya çıkan aşamalar öncekileri sadece tasfiye etmez ve onun yerini almaz, aynı zamanda onu güçlendirir, yaşatır ve onunla simbiyoz bir ilişkiye girerler ve bu ilişki içinde onların kendileri de değişirler. Bu kavrayışın politik sonuçlarının nasıl alt üst edici olduğu, en iyi Marks ve Troçki’nin evrim kavrayışlarının programatik sonuçlarıyla bir kıyaslama içinde görülebilir. Klasik anlayışa göre bir ülke kapitalistse önündeki devrim sosyalist, feodal veya yarı feodal ise önünde demokratik devrim görevleri olur. Troçki, eşitsiz ve bileşik evrim kavrayışıyla, feodalizmin egemenliğindeki bir ülkede sosyalist devrim olabileceği sonucunu çıkarır. Ama Kıvılcımlı, finans kapitalizmin egemenliği altında, kapitalist ilişkilerin yaygın ve egemen olduğu bir ülkede demokratik karakterli bir devrim gerektiği sonucunu çıkarır. Çünkü finans kapitalizm pre-kapitalizmi tasfiye etmemekte, güçlendirmekte, onunla kader ortaklığına girmektedir. Egemen sınıf süper modern olmasına rağmen ve tam da o nedenle, devrim demokratik görevleri çözmeyi önüne koymalıdır. (Elbette bu devrimin kendi dinamiğiyle bir sosyalist devrime dönüşmesini, yani “Sürekli Devrim”i, dışlamamaktadır.) Bu paradigma farkını kavrayamayan birçok Troçkist, kolaylıkla Kıvılcımlı’yı kendi eski paradigmaları içinde değerlendirip, demokratik görevlere yaptığı vurgu nedeniyle klasik Stalinist bir “aşamalı devrim” kuramcısı olarak görebilir ve görmüştür. Ne var k bu yanıltıcıdır. Kıvılcımlı çok ilerde, Troçki’den de ötede başka bir paradigmaya aittir 91. Kıvılcımlı’nın yaklaşımı Troçki’ninkini reddetmez, onu da kapsar, ama aynı zamanda onu aşar. Troçki’ninki ise Kıvılcımlınınkini kapsamaz, daha sınırlıdır. Marks’ın formüle ettiği biçimiyle Tarihsel Maddecilikte farklı üretim biçimleri zaman içinde birbirlerini izlerler ve birbirlerinin yerini alırlar. Kıvılcımlı’da, o zaman içinde birbirini izleyenler, aynı mekan ve zaman içinde, karşılıklı ilişki içinde birbirini değiştirişleri içinde ele alınır. Bu yöntem, gerçekliğin çok daha derin bir kavrayışını vermekle kalmaz, az gelişmişliğin gelişmesi gibi, ileri bir ülkenin geri bir ülkeye geleceğini göstermemesi gibi, sanki ilk bakışta Tarihsel Maddeciliğin ilk formülasyonlarıyla çelişiyor görünen fenomenleri de daha gelişmiş bir Tarihsel Maddecilikle açıklar. 91

Örneğin birçok Troçkist “üçüncü dünyada egemen dünya pazarıyla bütünleşmiştir” diyerekten sosyalist devrim önerdiği ve Stalinist Partilerin milli burjuvaziyle ittifak siyasetine karşı argüman sunduğu için, A. G. Frank’ın yaklaşımını desteklerler, ama bunun aslında metodolojik olarak Troçki’den daha geri bir çıkarsamaya, “ilişkiler kapitalisttir o nedenle devrim sosyalist karakterli olmalıdır” çıkarsamasına, geri dönüş olduğunu göremez ve anlamazlar.

179


Burada, evrimi ve farkları daha net gösterebilmek için, Kıvılcımlı ve Troçki’nin farklı evrim kavrayışlarından söz ediyoruz. Elbette Marks’ta, Kıvılcımlı ve Troçki’nin; Troçki’de Kıvılcımlı’nın evrim kavrayışların tohumları vardır ve önceki formülasyonlar sonraki formülasyonları dışlamaz. Ama bu tohumlar sonra gelende gelişmiş veya politik, programatik ve stratejik sonuçlara ulaşmıştır. Troçki’nin veya Marks’ın paradigmasında az gelişmenin gelişmesi öngörülmez ya da o paradigmadan böyle bir sonuç çıkmaz; dolayısıyla klasik paradigmayla az gelişmişliğin gelişmesini açıklamak mümkün değildir 92. Ama toplumda böyle bir olgu (Fenomen) vardır. Az gelişmişlik gelişmektedir; ileri ülkeler artık geri ülkelere geleceklerini göstermemektedir. Bu durumda öyle bir kavram sistemine ihtiyaç vardır ki, hem gelişmeyi, hem eşitsiz ve bileşik gelişmeyi, hem de az gelişmenin gelişmesini açıklayabilsin. Daha gelişmiş bir teori, sadece gelişmeyi ve eşitsiz gelişmeyi de değil, gelişememeyi ve gelişmemeyi de açıklayabilmelidir. Hem de bunu tutarlı bir kavram sistemi içinde başarabilmelidir. İşte Kıvılcımlı’nın yaptığı veya en azından yapmaya çalıştığı budur. Bu sorunu çözebilmek için, Finans Kapital ve Tefeci Bezirgan kaynaşması kavramını veya Kadın Sosyal Sınıfımız 93 gibi yazılarında ifadesini bulan, farklı üretim ilişkileri ve bunlarla ilişkili sınıfların kaynaşması kavrayışını geliştirir. Örneğin, Komün, Bezirgan Uygarlık ve Modern Kapitalizm, sadece tarihte birbirini izleyen toplum biçimleri değildir, onlar bu gün bir arada 94 ve karşılıklı ilişki içinde bir toplumsal sistem yaratırlar 95. Köyler komün, kasabalar antik uygarlık, şehirler kapitalizmdir. Köyde

92

Troçki’nin bu konuya en çok yaklaştığı ve eskinin sonuçlarını çıkardığı yerde bile az gelişmişliğin gelişmesi sorunu yoktur. Onların birer özne olarak tanınması vardır. O öznenin bakış açısından tarihe bakış, dolayısıyla öyle bir bakışın ortaya çıkaracağı teorik sorunlar yoktur. Örnek: “Manifesto, kapitalizmin geri ve barbar ülkeleri nasıl kendi girdabına aldığını açıklarken, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin bağımsızlık için verdikleri mücadelelere hiç gönderme yapmaz. Marx ve Engels, toplumsal devrimi “en azından önde gelen uygar ülkelerde” gelecek birkaç yılın sorunu olarak düşündükleri ölçüde, sömürge sorununun da, ezilen ulusların bağımsız hareketinin sonucu olarak değil, kapitalizmin metropol merkezlerinde proletaryanın kazanacağı zaferin sonucu olarak otomatikman çözüleceğini düşünüyorlardı. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde devrimci strateji sorunlarına bu nedenle Manifesto’da hiç dokunulmaz. Bugün bu sorunlar bağımsız çözümler gerektirmektedir. Örneğin, “ulusal anavatan” sözünün ileri kapitalist ülkelerde en zararlı tarihsel fren haline geldiği çok açık olduğu halde, bağımsız bir varoluş için mücadeleye zorlanan geri ülkelerde bu hâlâ görece ilerici bir faktör olarak önümüzde durmaktadır. “Komünistler” diyor Manifesto “her yerde, varolan toplumsal ve politik düzene karşı olan her devrimci hareketi desteklerler.” Renkli ırkların kendilerini ezen emperyalistlere karşı hareketi, varolan düzene karşı olan en önemli ve güçlü hareketlerden birisidir ve bu nedenle beyaz ırk proletaryası saflarından eksiksiz, koşulsuz ve sınırsız bir destek beklemektedir. Ezilen uluslar için devrimci strateji geliştirme onuru başlıca Lenin’e aittir.” (Troçki, Komünist Manifesto’nun Doksanıncı Yıldönümü” 93

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kadın Sosyal “Sınıfımız”, Kıvılcım, sayı 1, Temmuz-Ağustos 1978, s. 120)

94

Örneğin Lenin, devrim’den sonra Rusya’daki toplumsal ilişkilere ilişkin bir değerlendirmesinde Rusya’da beş üretim biçiminin bir arada bulunduğunu söyler ama bunlar basitçe yan yana bulunmaktadırlar, karşılıklı ilişkileri içinde, birbirileri üzerinde yaptıkları etkilerle bir süreç olarak ele alınmazlar. 95

Bu yöntem şu satırlarda dupduruca açıklanmakta ve uygulanmaktadır: “Bizde sosyal ehram başlıca üç katlı bir Bâbil Kulesi'dir. Sosyal katlardan herbiri ötekilerini soysuzlaştırıp berbatlaştırır. O katmerli ve sonturlu üç kattaki sınıfların çelişki ve çatışkıları bütün azgınlıklarıyla ayakta durur. 3 katı şöyle sıralayabiliriz: 1- Üst kat: Büyük Şehirler, ayrı bir dünyadır. Ona Modern Kapitalizm dünyası diyebiliriz. 2- Orta kat: Kasabalar Türkiyesi'dir. Orta dünyamız Antika Tefeci - Bezirgan dünyası olarak adlandırılabilir.

180


erkek, kasabada tefeci bezirgan, şehirde finans kapital egemendir. Köy ve kasaba (komün ve antik uygarlık) şehrin (finans kapitalizmin); Köy (komün) kasabanın (Antik uygarlık); kadın da hepsinin ve köy erkeğinin iç sömürgesidir. Böylece gericilik ve gerilik ile kadın sorunu arasındaki bağ; bütün gericiliğin “namus” (=kadın köle) elden gidiyor” bayrağıyla ezilen sınıfları peşine takışının mekanizmaları nefis bir biçimde açıklanır 96. * Ama Üretici Güçler ve Evrim Teorisi bakımından daha büyük sorun, kapitalizm öncesi tarihte ortaya çıkıyordu. İstisnasız olarak, bütün eski uygarlık beşikleri kapitalizme geçememişlerdi ve bu günün az gelişmiş ülkeleriydi.

3- Alt kat: Köyler Türkiyesi'dir. Orası artık ne Modern, ne Antika toplum değil, söz yerinde ise Tarihöncesi dünyası sayılabilir. Tekrar edelim: bu üç ayrı dünya, üç ayrı Toplum Tarihi konağı birbirlerinden hem binlerce yıl ayrıdırlar, hem birbirleriyle aynı yerde bulunurlar. Bu 3 sosyal katın üstüste yığılı lanetlenmiş yomsuz ehramı gözönünde tutulmadıkça ve ehram İçindeki her katın ötekilerle olan ilişkileri ve çelişkileri dupduru kavranılmadıkça Türkiye'nin Sosyal Sınıflar problemi aydınlığa kavuşamaz. SOSYAL 3 KATIN KARAKTERİSTİĞİ Her katın ayrı ayrı: 1- Özel Ekonomi temeli, 2- Özel Üst ve Alt sınıfları, 3- Özel birer Sömürge halkı.. vardır. Bu özellikleri, biraz soyutlaştırma pahasına da olsa, ayrı ayrı değerlen-dîrmedikçe, çevremizin somut kördövüşünü içyüzü ile anlayamayız. EN ALTTA: Köylülük katının ekonomi temeli, Barbarlık çağını bir türlü aşamamış toprak ekonomisidir. Bu ekonomi yapısı içinde, hiç şaşmaksızın gerçekliği kendi adıyla çağırmaktan çekinmeyelim. Köyün ilkel öntarih ekonomisinde egemen üst sınıf: Babahanlığın bütün olumlu yanlarını yitirmiş Köylü erkekleri'dir; alt sınıfı ne denli yumuşatılırsa yumuşatılsın, bir sosyal kast kadar donmuş ve sertleşmiş olduğu için "sınıf" adını alabilecek ayrılıkta Köy Kadınları Sınıfı' dır. Bu bakımdan, köylülüğün, söz yerinde ise Sömürge halkı, bütünüyle Köy Kadını'dır. Türkiye'de azıcık yaşadığını düşünebilen hiçkimse, bu söylediğimiz karakteristik özelliğin anlamına yabancı kalamaz. ORTADA: Taşramızın Kasabalık katında ekonomi temeli, tâ Bâbil çağından kalma Tefeci - Bezirgan ekonomidir. Bu ekonomi sistemi içinde, egemen sınıf karakterini bütün yamanlığı ile yaşatan üst sınıf: Tefeci Hacıağalar ile Vurguncu Bezirganlar ve onların derebeğileşmiş "Ayan", "Eşraf", "Agavat", "Hanedan" adlı elemanlarıdır. Kasabalığın en keskin anlamı ile içeride Sömürge Halkı: genellikle Türkiye'mizin bütün Taşra Halkı, özellikle tüm kadın - erkek Köylülüktür. EN ÜSTTE: Modern merkezleşmen Şehirlilik katında ekonomi temeli genellikle "Modern" adı verilebilecek olan Kapitalizmdir. Ancak bu kapitalizm Meşrutiyet çağında Komprador Kapitalizm, Cumhuriyet çağında Finans kapitalizm biçimiyle ağır basar.” Dr. H.K., Kadın Sosyal Sınıfımız, s. 120-121) 96

“Her köy erkeği, üstteki Kasaba Tefeci - Bezirganının toprak esiri'dir. Ama, tarlasında ve evinde boğaz tokluğuna Avrat - Köleler çalıştırıp ezer. O yüzden, Tefeci - Bezirgan politika ufunetine bütün sapıklığıyla oy vermeyi boynunun borcu bilir. Kadına hak ve hürriyet mi? Ya çarıksız köylü, kimi kendi yerine nöbete çıkarıp köle olarak çalıştıracak? Türkiye "Köylü memlekettir". Ne şüphe? "Şehir" adını taşıyan bucaklarda köy üretimi ve köylü psikolojisi "ağırlığını" bastırmıştır. Nereden gelirse gelsin, her ileri adımın karşısına gericilik: "Namus" meselesi yaptığı kadın avcılığı ile çıkar ve halkın oylarını sırf o demagojiyle dahi çatır çatır koparıp alır. Hacıağanın emekçi halka bilir bilmez kabul ettirdiği "Namus" sözcüğü: Kadının ev kölesi, toprakbent, tarla paryası durumundan ebediyyen kurtulamayış kuralına takılmış bir uçkur etiketidir.” (Dr. H. K., age. S.133)

181


Kategorik ve soyut olarak, klasik kavramsal araçlarla, Kapitalizme Geçişin niye uygarlığa en geç giren İngiltere’de olduğunu, Eşitsiz ve Bileşik gelişim ile açıklamak mümkündür ve bir zorluk oluşturmaz 97. Ama bu eski uygarlık beşiklerinin niye kapitalizme geçemediğini Üretici Güçlerin gelişme düzeyiyle açıklamak ciddi bir sorundur. Çünkü bu ülkeler kapitalizme geçiş döneminde, İngiltere’den daha geri bir üretici güçler düzeyinde değildiler. Sanayi devrimine kadar Klasik Uygarlıklar ve Batı Avrupa arasında üretici güçlerin gelişme düzeyi bakımından neredeyse hiç bir fark bulunmuyordu. Bu sorun en açık Güney ve Kuzey Amerika’nın farklı evrimlerinde görülebilir. Kuzey’e de Güney’e de gidenler aşağı yukarı aynı üretici güçler seviyesindeki toplumların insanlarıydılar. Örneğin ikisi de okyanusu aşabilecek gemiler yapabiliyorlardı. Niye kuzey kapitalizme geçmişti de güney geçememişti? Ama şöyle bir ilişki çok açık görülüyordu, Güney’e gidenler, ta Fenikeliler zamanında uygarlık pisliğine bulaşmış, klasik Akdeniz Uygarlığının insanlarıydılar, dolayısıyla Güney de aslında Klasik Uygarlıklar kategorisinde dâhildi ve Klasik uygarlıklar kapitalizme geçemiyorlardı. Niye? Bu bağlantı Kıvılcımlı’yı bu uygarlıkların Tarihine yöneltmişti. Orada görülen ise bütün bilinenleri alt üst ediyor, ek teorik zorluklar ortaya çıkarıyordu. Çünkü Antik Tarihte, Üretici Güçler gelişmiyordu 98 ve üstüne üstlük buna rağmen devrimler oluyordu. Ve bu devrimler, üretici güçlerin gelişimi eski üstyapıya artık sığmadığı için değil, Üretici Güçler gerilediği için oluyordu ve devrimleri yapanlar da devrimci sınıflar değildi. Üstüne üstlük bu devrimleri daha geri üretici güçler düzeyini temsil eden toplumlar yapıyordu. Eldeki kavramlar ve onların bu eldeki biçimiyle bu işin içinden çıkma olanağı bulunmuyordu. Çok genel olarak insanlık tarihine bakınca bir eğilim olarak, üretici güçlerin bir gelişmesi görülür. Kol gücü komün, havyan, rüzgar ve su gücü klasik uygarlık, buhar gücü kapitalizm.

97

Güçlü Devlet olmaması yani uygarlığa bulaşmamışlık ile kapitalizme geçiş ilişkisi çok açıktır. Buna Mandel de değinir. “Avrupa dışındaki kapitalizm öncesi medeniyetlerde mutlak devletin üstünlüğü bir tesadüfün sonucu değil, sosyal artı ürünün kesin bir şekilde temerküzünü gerektiren sulu tarımın tabi olduğu şartların sonucudur. [İlk bakışta aykırı gibi görünse de] bu medeniyetlerin, gelişmelerinin yarı yolunda kalmalarına sebep, toprağın son derece bereketli olması ve nüfusun gittikçe artmasıdır.(...) Batı Avrupa’daki (ve bir dereceye kadar Japonya’daki) ekonomik gelişmenin bu özellikleri, (yani sermayelere el koyacak bir güçlü devlet olmaması, ki bu da bizzat komünlerin yaşayan gücüyle ve uygarlığa geç girişle ilgilidir) sınai devrimin ancak bu bölgelerde mümkün olduğunu göstermiyor, sadece, kapitalist üretim tarzının niçin önce AvrupaDa meydana geldiğini gösteriyor.” E. Mandel, Marksist Ekonomi El kitabı, Cilt.1, s.203-204. Kıvılcımlı bu geçişi İlkel sosyalizmden kapitalizme ilk ve son geçiş (İngiltere ve Japonya) örneklerinde işler. 98

Kıvılcımlı baş eserinin “Medeniyetin Yaratıcılık Efsanesi” bölümünde şunları yazıyor. “Şimdi tarihin en ibret verici ilginçliğine gelmiş bulunuyoruz. İnsanoğlu’nu Efendi ve köle diye iki müthiş kutba ayıran medeniyet, -moral yıkılışları bir yana bırakalım,- teknik ilerleme bakımından hangi orijinal yaratışlara kavuştu?” (s.118) Kısaca örnekler verdikten sonra devam ediyor: “Son otuz yıllık özellikle arkeoloji buluşları, antika medeniyete şimdiye dek atfedilen üstün teknik yaratıcılık gücünün bir efsane değilse, mutlaka görünüşe aldanış olduğunu her gün biraz daha ispat etmektedir..” (s. 120) (Dr. H. Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, İstanbul 1965) Benzer değerlendirmeler Mandel’de de vardır: “Binlerce yıl boyunca sadece iki enerji kaynağından: insan enerjisi ile evcil hayvanların enerjisinden yararlanıldı” (a.g.e. S.194)

182


Bu farklı üretim biçimlerini üretici güçlerin gelişmesinden daha iyi ve tutarlı açıklamak mümkün değildi. Zaten bu nedenle Marks, Felsefe’nin sefaletinde şöyle yazar: "Toplumsal ilişkiler, üretici güçlere sıkı sıkıya bağlıdırlar. Yeni üretici güçler sağlamak için, insanlar, kendi üretim biçimlerini değiştirirler; kendi üretim biçimlerini değiştirmek, yaşamlarını kazanma yollarını değiştirmek için de, bütün toplumsal ilişkilerini değiştirirler. Yel değirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise, sınai kapitalistli toplumu". Bu şema, tüm tarihin genel gidiş eğilimini açıklayıcıydı. Keza kapitalizmin ortaya çıkışından sonra da üretici güçlerin bir hızlı gelişmesi görülüyordu. Genel gidişi içinde bir bütün olarak insanlık tarihi ve kapitalizmin doğuşundan sonraki yakın tarih üretici güçlerin sürekli geliştiğinin en büyük kanıtı olarak görünüyordu. Zaten bu nedenle Marks’ın formüle ettiği Tarihsel Maddecilik öğretisi, Üretici Güçlerin sürekli geliştiği var sayımına dayanıyordu. Marks’ın formüle ettiği biçimiyle teori, insanlık tarihinin çok genel bir gidiş eğiliminden ve Kapitalizm’den çıkıyordu. Ne var ki Tarihe daha yakından bakılınca, gerek antik tarihte binlerce yıl boyunca ve gerek neolitikten önceki Homo Sapiens’in ortaya çıkışından sonraki on binlerce yıl boyunca üretici güçlerin neredeyse hiç gelişmediği olgusuyla karşılaşılıyordu. Üretici güçler belli dönemlerde adeta patlarcasına gelişmişlerdi ama arada çok yavaş neredeyse durgunluk denebilecek bir gidiş görülüyordu. Antik tarihte üretici güçler neredeyse hiç gelişmemişti. Bütün temel teknoloji, neolitik devrimde “Verimli Hilal”de ve aşağı Mezopotamya’da Sümerlerde (yuvarlak hesap M.Ö. 10.000 ve 5.000 yılları arası) bulunmuştu. Bundan sonra 7000 yıl boyunca, kapitalizm doğuncaya kadar, sadece bunların nicel bir yayılması, farklı coğrafyalarla çeşitlenmesi ve biraz mükemmelleştirilmesi söz konusuydu. Ama bu öyle küçük ve yavaş bir değişimdi ki, Antik Tarih’in değişimlerini üretici güçlerdeki bu değişimle açıklamak mümkün olmuyordu. Ama sorunun karmaşıklığı burada da bitmiyordu. Klasik tarihsel maddeciliğe göre, Devrimler 99, üretici güçlerin gelişimi ve onun önündeki engeller ile açıklanırken, antik tarihte bu gelişim olmamasına rağmen devrimler vardı ve sorunu daha da içinden çıkılmaz kılan, bu devrimleri üretici güçlerin daha geri bir aşamasına karşılık düşen “barbar” kavimlerin yapmasıydı. Bütün uygarlıkları onlardan daha geri üretici güçler ve üretim ilişkileri düzeyindeki barbarlar yıkıyorlar ve yeni uygarlıklar kuruyorlardı. Bu yıkılış ve yeni uygarlıkların kuruluşları da birer devrim olarak ortaya çıkıyordu 100. 99

Marks şöyle yazıyor sınıflı toplumlarda devrimlerin mekanizmalarını ele alırken: "Genel Olarak Devrim nedir? Prensip olarak: "Sınıflar zıtlaşması üzerine kurulu her Toplum için ezilen bir sınıf hayati bir zarurettir. Ezilen sınıfın kurtuluşu için: daha önce edinilmiş üretici güçlerle, varolan sosyal münasebetlerin artık birlikte var olamaz bulunmaları gerektir. Bütün üretim aletleri içinde en büyük üretici iktidar (güç), devrimci sınıfın ta kendisidir. Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesi: eski toplum içinde meydana gelebilecek olan bütün üretici güçlerin varolduğunu farz ve kabul ettirir." (K. Marks, Felsefenin Sefaleti) 100

Kıvılcımlı bu sorunu Marks’ın ifadesini ve kavramlarını kullanarak şöyle açıklıyor:

"Şimdi burada genellikle deyimlendirilen Devrim şartlarını, Tarihsel Devrim problemi ile karşılaştıralım: "l - Antika Medeniyetler 'sınıflar zıtlaşması üzerine kurulu bir Toplumdur. Orada ezilen sınıf: kölelerdir.

183


Yani teori, sadece üretici güçlerin gelişmesini ve bunun yol açtığı değişimleri değil, sadece az gelişmişliğin gelişmesini açıklamakla yetinemezdi. O aynı zamanda, tarihte üretici güçlerin gelişmemesini; üretici güçler gelişmemesine rağmen üretim ilişkilerinin değişmesini ve bu değişimlere tekabül eden tarihsel devrimleri ve bu devrimlerin daha geri üretici güçler ve ilişkileri temsil edenlerce yapılmasını, yani birbiriyle çelişiyor görünen bu olguları ve süreçleri bir tek tutarlı kavram sistemi içinde açıklamalıydı. İşte Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi bu birbiriyle zıt görünen bütün olayları, bir tek tutarlı kavram sistemi içinde açıklama çabasıydı. Kıvılcımlı bu sorunu, Engels’in bir açıklamasına dayanarak 101, üretici güçler kavramını, sadece Teknikle değil, Coğrafya, Tarih ve İnsanla tanımlayarak çözmeyi denedi. Böylece Komün (“İlkel Sosyalizm”, “Barbarlık”) ve onun “Kolektif Aksiyon” yeteneği, üretici güçlerdeki bir üstünlük olarak ortaya çıkıyor ve “barbarlar”ın “Tarihsel Devrimler”i yapışı açıklanabiliyordu.

"2 - Kölelerin kurtuluşu için antika üretici güçlerle, antika üretim münasebetleri arasında 'birlikte varolmaz'lık yetmiş midir? Hayır. Bu moda deyimiyle 'coeksiztans : birlikte varoluş' imkansızlığı, ne köleleri, ne antika medeniyetleri kurtarabilmiştir. Tersine bütünüyle Toplumu batırmıştır. Neden? Tarihsel maddeciliğin üçüncü şartına geliyoruz. "3 - Çünkü, Antika medeniyetlerde 'En büyük üretici güç olan devrimci sınıf yoktur. O neden? "4 - Çünkü: Antika medeniyetlerde "Devrimci elemanların sınıf olarak örgüt-lenmesini gerektiren bütün üretici güçler "Eski toplumun içinde meydana" gele¬memiştir. Ve o yüzden medeniyet batmıştır. "Tek başına her kadim medeniyet için doğru olan bu kural, bir antika mede¬niyet battıktan sonra, başka bir antika medeniyetin doğuşunu aydınlatmakta yeter¬siz kalır. Bir medeniyet batmıştır, ama 'medeniyetler' hiçbir vakit yeryüzünde sona er¬memişlerdir. Antika Tarihin hiçbir çağında insanlık bütünü ile medeniyetten uzakla¬şıp, ebediyyen barbarlığa dönememiştir. Tersine, her batan medeniyetin yanıbaşına yeni bir medeniyet, (Hatta kendi üzerinde bir Rönesans) daima doğuvermiştir. "Antika medeniyetleri deviren güç, toplumun kendi içinde doğma, amacı belirli bir sosyal sınıf olmamışsa da, Toplumun dışından başka bir toplumun vurucu gü¬cü gelmiş, eski medeniyeti baskınla yıkıp yerle bir etmiştir. Bu dışardan gelen güce, Greklerin 'Yabancı: Ecnebi' anlamına kullandıkları 'BARBAR' adı veriliyor. (Osmanlı atalardan dirlikçi olmayan öteki yurttaşlara 'ecnebi' derdi.) Tarihsel maddeciliğe göre: 'Güç (zor, acı, kuvvet): yeni bir topluma gebe olan her eski Toplumun ebesidir. Gücün kendisi de bir ekonomik kudrettir.' "Antika Tarihte 'güç' barbar kılığına girip medeniyet toplumunu yıkıyordu. Bu en görmek istemeyecek bir göze batan olaydı. Yıkış sebebi: eski medeniyetin 'Gebe' olmayışından ileri geliyordu. Eski medeniyet yıkıldıktan sonra, doğan yeni medeni¬yetin hangi üretici güç, nasıl 'ebesi' oluyordu. Problem bu idi. Yalnız bu noktanın aydınlatımı. Tarihsel Devrimlerin en kör düğümünü çözebilirdi. Ne çare ki, Tarihsel maddeciliğin keşfedildiği günden beri, resmi Tarihsel bilimler (Fransızcanın akar deyimiyle 'c'en etait fait': işi bitik) duruma gelmişlerdi." (Dr. H. K., Tarih Devrim Sosyalizm, s: 24) 101

Engels 1894’de, ölümünden az önce, Marksizm’in bayağılaştırılmasına karşı H. Starkenburg’a yazdığı mektupta şunları der ve H. Kıvılcımlı Üretici Güçleri yeniden tanımlarken bu mektuba dayanır: "Tarihin belirlendirici temeli olarak baktığımız ekonomik ilişkiler deyince bu ad altında şunu anlıyoruz: Belirli bir TOPLUM İNSANLARININ geçimlerini üretmelerini ve (iş bölümü bulunduğu ölçüde) ürünlerini aralarında değiştirmelerini anlıyoruz. Demek bütün üretim ve ulaşım TEKNİĞİ bunun içindedir. Kavrayışımıza göre, bu teknik, aynı zamanda ürünlerin değişim yordamı gibi, ürün üleşimini de, ve dolayısıyla, kandaş toplum sona erdikten sonra, sınıflara bölünüşü de, dolayısıyla, Devleti, Siyaseti, Hukuk vs.'y i de belirlendirir. Ekonomik ilişkiler sırasına, ayrıca, o münasebetlerin üzerinde geçtikleri COĞRAFYA temeli de girer, ve çok kez GELENEKLE veya atalet hassasıyla alıkonularak daha önceki gelişim konaklarından beriye gerçekten aktarılmış KALINTILAR da, ve tabii gene bir sosyal biçimi dışardan çevreleyen ortam da girer."

184


Özetle, Kıvılcımlı Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemi içinde Üretici Güçler kavramının yeniden tanımlanmasından 102, farklı üretim biçimleri ve sınıfların simbiyoz ilişkilerine (“eklemlenmelerine”, “etle tırnak gibi olmalarına”, “kaynaşmalarına”) kadar bir yığın devrimci değişiklikler yapar. Başa dönersek, ilk bakışta, Troçki’nin ve Kıvılcımlı’nın insanlık tarihi bakımından birbirini tamamladığı, aralarında zımni bir iş bölümü olduğu kabul edilebilir. Birisi kapitalizm öncesi tarihte ve yirminci yüzyıldaki az gelişmişliğin gelişmesinde yoğunlaşır ve onu açıklar; diğeri özellikle yirminci yüzyıl Avrupa tarihinde yoğunlaşır ve onu açıklar. Bu tarih içindeki zımni iş bölümü, aynı zamanda Politika, Ekonomi (Troçkist Gelenek) ve Tarih (Kıvılcımlı)

102

"(...) Diyalektik metotlu klasik Tarihsel maddecilik: hangi çağda olursa olsun, insan Toplumunun, genel olarak ve son duruşmada, ÜRETİCİ GÜÇLERle hareket ettiğini göstermiştir. Ama, özellikle her çağda ve hele bir çağdan ötekine geçiş konağı içinde, o yere ve zamana göre somut olarak hangi 'üretici Güçlerin ayrı ayrı nasıl rol oynadıklarını araştırma ve bulma yetkisini, artık Felsefe yerine yalnız ve ancak olaylara dayanan sırf Bilime ısmarlamıştır. "üretici Güçleri başlıca dört bölüme ayırabiliriz : "l - TEKNİK: Toplumun tabiatle güreşinde kullandığı cansız araçlar ve kullanımları. Aygıtlar, avadanlıklar (Aletler, cihazlar) ve metotlar (usuller), "2 - COĞRAFYA: Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan, daha doğrusu mekan içinde çevrdiyen maddi ortam, İklim, Tabiat vs. "3 - TARİH: Toplumu doğrudan doğruya içeriden, daha doğrusu zaman içinde çevreleyen manevi ortam. Gelenek, görenek kalıntıları vs. "4 - İNSAN: Toplumun gerek dış maddi ortamını, gerek iç manevi ortamını teknik araçla isleyen Kolektif Aksiyon (Topluca Eylem), Zor ve şiddet anlamlı "Güç", vs. "Sosyoloji bakımından yukarki dört ÜRETİCİ GÜÇLER dalından yalnız birisini, TEKNİK üretici gücü ele almak mümkündür; soyutlaştırılmıs (tecrit edilmiş) sosyal olaylar hiç değilse bir kerteye dek teknikle aydınlatılabilir. Hele modern çağda Teknik olağanüstü gelişkin olduğundan, öteki üç grup üretici güçler belirli süre için değişmez sayılırsa, yalnız başına Teknik üretici güçler, sosyal olayların gidisinde jalon (yol gösterici sırık) rolünü oynayabilir. "Tarih bakımından Teknikle birlikte, (Coğrafya-Tarih-İnsan) sözcükleriyle özetlediğimiz öteki üç üretici güç de ele alınmadıkça yeterli aydınlığa kavuşulamaz. Çünkü, Tarih son derece somut bir konudur. Robenson masalındaki gibi tek başına kalmış uyduruk insanın değil, gerçek insanın eylemidir. Gerçek insan: hem TOPLUM YARATIĞIDIR, hem TOPLUM YARATICI'dır. Tarih, o gerçek insanın : belirli geçmişinden kalma gelenek göreneklerle, içinde yaşadığı belirli Coğrafya ve iklim şartlarına göre, belirli bir tekniğe ve metoda dayanarak yaptığı yaşama güreşinde, gene belirli bir seviyeye ulaşmış Kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir. Tarihte her şeye can veren bu kolektif aksiyondur. "Onun için, araştırmamız SOMUT TARİH olduğu ölçüde, insan aksiyonunu, manivela gücüyle on kat, yüz kat, ve ilh. büyüten üretici tekniği elbet başta tutacaktır. Ama hele Antika Tarih Toplumunda yalnız başına teknik, insanı umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık: her toplumun içinden çıktığı Tarih gelenek görenekleri, içine girdiği Coğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş, insanca kolektif aksiyon Teknikten hızlı davranmıştır, denilebilir. Onun için, özellikle antika Tarihte, dört küme üretici güçlerin dördünü birden hesaba katmak gerekir. Yalnız teknik, olayların tümüyle aydınlanmasını değil şemalaştırılmasını bile yapmaya yetemez. "Modern Toplumda Teknik : maddi coğrafya ve Manevi Tarih üretici güçlerini öylesine kökten ve kolaylıkla havaya uçurabiliyor ki, Toptum hareketinde yalnız teknikle, kolektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Gene de, hangi toplum biçiminde olursa olsun insan: l - Kendinden önce gelmiş, geçmiş kuşaklardan arta kalan gelenekgöreneklere göre, 2 - İçinde bulunduğu coğrafya ortamına göre, 3 - Elinde tuttuğu Tekniğe göre bir kolektif aksiyon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde Teknik: en son duruşmada ağır basmıştır. Ama, Antika Tarihte her belirli Medeniyet için: Kolektif aksiyon üretici gücü azaldığı zaman, coğrafya üretici gücü durmuş, görenek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, Teknik gerilemiştir. Böyle bir Medeniyet karşısında : tekniği daha güçlü olmasa bile, yeni bir coğrafya üretici gücü temsil eden gelenek-görenek ve Kolektif aksiyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toptum, kolayca zafer kazanmıştır." (Tarih Devrim Sosyalizm, s. 78)

185


alanlarında bir iş bölümü gibi de görülür. Ayrıca sınıflar gibi aynı konuları ele aldıkları yerlerde neredeyse birbirlerinden habersizce benzer yaklaşımlar gösterirler. Ne var ki, buraya kadar gördük ki, bu sadece bir ilgi alanı ve tarihsel dönem faklılığı, aynı paradigma çerçevesinde bir farklılık değildir. Aralarında paradigma farklılıkları da vardır. Bunun ardında evrimin farklı sorunlarına yönelme, farklı varsayımlara dayanma ve onları sorgulama vardır. Bu farklılık da eşit derinlikte, eşit konumda iki paradigmanın farkı değildir, biri diğerini içermektedir. Kıvılcımlı evrimin çok daha karmaşık sorunlarını da ele alır bu nedenle Troçki’den daha kapsamlı ve derindir. Diğer bir ifadeyle Troçki ve Kıvılcımlı Evrim Teorisinin evriminin iki farklı aşamasına karşılık düşerler. * Yukarıda Marksizm’in üç kaynağından söz ettik, ama son yıllardaki çalışmaların ortaya çıkardığı gibi, Marksizm’in bir de dördüncü bir kaynağı daha bulunmaktadır. Bu kökleri Rousseau’ya kadar giden Kapitalizmin Romantik Eleştirisidir. Marksizm’in ruhuna sinmiş 103 olan bu kaynağı, ikinci ve üçüncü Enternasyonal döneminin ilerlemeci ve iyimser tarih yaklaşımı bakımından bastırılmış ve unutturulmuştur. Batı Marksizm’i ama özellikle Frankfurt Okulu sadece Alman Felsefesi’ni değil ama yanı zamanda bu Marksizm’in unutulmuş bu dördüncü kaynağının, kapitalizme Romantik tepki veya Eleştirinin bir devamı olarak da görülebilir. Aynı şekilde Kıvılcımlı da özellikle Antik Uygarlıklar karşısında Komün’ü öne çıkarışı ve tarihi açıklamada bu unutulmuş manevilaya dayanışıyla Marksizm’in bu unutulmuş derin dip akıntısının bir gün yüzüne çıkışıdır. Ve bu aynı zamanda Batı Marksizm’i ve Kıvılcımlı’nın bir ortaklığı ve paralelliğinin de görünümüdür. Bu gelenek İnsan Doğa ilişkisi bağlamında yüzyılın sonunda ortaya çıkacak Çevre ve Barış hareketlerinin bir habercisi gibi olmakla kalmaz104, tekniğin diğer bir ifadeyle Üretici Güçlerin Tarafsızlığı varsayımını sorulamaya başlar 105. Bu geleneğin kısmen yoğunlaştığı, İnsan Doğa ilişkisinde doğanın egemenlik altına alınması yaklaşımının sorgulanması ister istemez üretici güçlerin tarafsızlığı, üretim koşullarının yok

103

Kökleri ta Rousseau’ya kadar giden, İlkel Komünizm karşısında Marks ve Engels’in gösterdikleri ilgi ve coşkunluktan, Sismondi’den yapılan alıntılara veya Balzac’ın eserlerinin değerlendirilmesine kadar her yerde vardır bu kaynak. Marksizm’in bu kaynağının, bu “eksik halka”sının tekrar ortaya çıkarılmasında Mihael Löwy’nin çalışmalarını özellikle belirtmek gerekir. Şu derlemede bu konuda bir çok yazı bulunmaktadır: Michael Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, 1999, Ayrıntı Yayınları) 104

“İnsan ile Doğa arasındaki ilişki konusunda Frankfurt okulunca geliştirilen görüş, bu türün en kapsamlı ve şaşırtıcı teorisiydi” (P. Anderson, Batıda Sol Düşünce, s. 125-126) 105

“Bu, modern endüstriyel-teknolojik yapının ister kapitalist ister sosyalist tarzda kullanılabilecek tarafsız bir araç olduğu anlamına mı gelir? Yoksa şimdiki teknolojik sistemin doğası onun kapitalist kökeninden mi etkilenmektedir? Bu ve pek çok benzer soru Marks tarafından yanıtsız bırakıldı. Ancak Makineleşme üzerine yazdıklarının diyalektik niteliğinin büyük kısmı –onun gelişiminin çelişkin karakterini kavrama çabası- kendineden sonraki teknolojik ilerlemenin büyüsüne kapılan ve kazanımlarını takdis edeek yücelten Marksist literatürde kaybolmuştur. “Walter Benjamin modern teknoloji sorunlarıyla sistematik biçimde asla ilgilenmedi. Ancak yazılarında, bu sorunlara eleştirel düşünceyle yaklaşan ilk Marksist düşünürlerden biri olarak onu ayrı bir yere koyan dikkat çekici bir içgörü bulabiliriz. (...)” (M. Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, s.234)

186


edilmesi gibi sorunları gündeme getirme potansiyeli taşır ama bu sorunun daha olgunlaşmış biçimde gündeme gelmesi için yüzyılın sonuna doğru barış ve ekoloji hareketlerinin ortaya çıkması gerekecektir. Ama Batı Marksizm’i geleneğinin esas katkısı, evrimin bir ilerleme olarak kavranılmasına karşı, Aydınlanma’nın Marksizm’e sızmış bu etkisine karşı çok uyarıcı yaklaşımında ve tüm tarihe başka bir ışık altında bakmasındadır 106. * Devrim denen olay son duruşmada, Üretici Güçler ile o zamana kadar Üretici Güçlerin gelişmesine ortam olmuş Üretim İlişkilerinin bu güçlerin gelişmesinin önünde bir engel olması ve bu engelin yıkılmasıdır. Devrim, Evrimin, sınıflı toplumlardaki ihtilaçlı karakterinin somut görünümüdür. Elbette sınıfların ve devletin olmadığı toplumlarda da evrim belli birikimler ve sıçramalarla gerçekleşir, ama bunlar fizik bir zoru gerektirmezler. Bunların gelişimi tıpkı omurgalı hayvanların gelişimi gibidir. Bir insanın çocukluktan ergenliğe geçişi de bir devrimdir örneğin. Ama bu devrim hafif bazı sivilcelerle ve ergenlik bunalımlarıyla atlatılır. Ama bir kabuklunun veya böceğin ise “Çocukluktan” “Ergenliğe” geçmesi, bir kurdun bir kelebek veya kanatlı olması, sınıflı toplumdaki devrimlere benzer, eski kabuğun atılması için güç kullanımını gerektirir. Memelilerdeki doğum, bir bakıma, kurtçukların kelebek veya kanatlı bir böcek gibi kozalarını parçalamalarına, yani sınıflı toplumlardaki devrime benzetilebilir. Ve aslında bu, toplumdaki devrim’in biyolojik âlemdeki karşılığıdır. Yavrunun o güne kadar içinde geliştiği biçim onun gelişimi önünde bir engel haline gelir ve bir tür devrim olur. Bu nedenle Marks, Engels, Kıvılcımlı Devrim’i bir doğuma benzetirler her zaman. Bu benzetme sadece didaktik ve biçimsel bir benzetme değil, özsel bir özdeşliğin ifadesidir. Fakat her doğum başarılı bir doğum olacak diye bir kural da yoktur. Birçok doğum gerçekleşmez ve ana ve çocuk birlikte ölürler. Bu nedenle Marks ve Engels, daha Komünist Manifesto’da devrimin yanı sıra, başarısız doğum olasılığından, savaşan sınıfların toptan çöküşünden de söz ederler 107. Daha sonra Engels de bu açık uçluluğa bir teorik olasılık olarak Anti-Duhring’te değinir 108.

106

Kapitalizme karşı romantik eleştirinin toplumsal kökleri elbette Komün’dedir. Avrupa bir bakıma Komün’den kapitalizme geçtiği için Romatik eleştiri Batı’da ortaya çıkabilmiştir. Doğu’da ise Romantik eleştiri Din kitaplarındaki cennet olarak, genel olarak uygarlık karşısında bir eleştiri olarak yaşar. Bu bakımdan Kıvılcımlı’nın eseri de, kapitalizm karşısında çok iyimser bir bakış içinde olmasına rağmen, uygarlık karşısında, bu romantik gelenekle tam bir uyum içindedir. 107

“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası[3*] ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir.” (Marks-Engels, Komünist Parti Manifestosu) Benzer şekilde Lenin: "Ne ezilen sınıflara uygulanan baskılar, ne de ezen sınıfların bunalımları, başlı başına devrim yaratabilir; ülkede, pasif baskıya katlanma durumunu aktif ayaklanma durumuna dönüştürecek bir devrimci sınıf olmadığı takdirde, bunlar sadece çöküntü yaratır."

108

“(...) gerek modern kapitalist üretim tarzının yarattığı üretici güçler ve gerekse bu güçler tarafından oluşturulan

187


Ne var ki, başlangıçtaki var olan bu açık uçlu tarih anlayışına dayanan metodoloji, Marks ve Engels döneminin tarihsel iyimserliği içinde giderek unutulur ve doğumun her halükarda gerçekleşeceği gibi bir anlayış, metodolojik bir zorunluluk olmamasına ve yanlışlığına rağmen, Tarihsel Maddeciliğe iyice yerleşir. Hatta giderek Evrim kavramı İlerleme kavramı ile karışmaya ve o anlamı yüklenmeye başlar. Bu iyimser tarih yaklaşımı, Marks’ın Devrimleri aynı zamanda “Tarih’in lokomotifleri” olarak tanımlamasında en veciz ifadesini bulur. İkinci Enternasyonal bir pozitivizme ve reformlar politikasına saplandıkça ve kapitalizm emperyalizm ile birlikte çürüme çağına girdikçe devrimin acilliğini ve güncelliğini vurgulamak ve İkinci Enternasyonal ile sınırları netleştirmek için, Marksizm’in unutulmuş açık uçlu, çöküş olasılığını da devrim olasılığı kadar içeren tarih anlayışına tekrar vurgu yapılmaya başlandı. Örneğin Rosa Luxemburg, “Ya Barbarlık ya Sosyalizm” şiarıyla tam da bunu yapıyordu. Bu şiarla söylenen doğum (Devrim) için koşulların aşırı olgunlaşmış olduğu, devrim olmadığı takdirde, bir çöküş yani barbarlığın içine düşüleceği idi. Bizzat savaş bu barbarlığın bir ifadesi olarak ortaya çıkıyordu 109. Böylece devrimlerin tarihin lokomotifi olduğu, ilerleyen bir tarih imgesinden, tekrar doğum imgesine, açık uçlu tarih imgesine, yani kaynağa bir dönüş oluyordu. Ne var ki, Luxemburg, Lenin, Troçki gibi Devrimci Marksistler bu vurguyu yaparken, Tarihsel Maddeciliğin metodolojik bir ilkesini ele almak ve ilerleyen bir tarih anlayışıyla hesaplaşmaktan ziyade, Devrimin acilliğini ve güncelliğini, koşulların olgunlaşmışlığını vurgulamak için; sosyalist bir devrim için koşulların olgunlaştığını hatta çürümeye yüz tuttuğunu vurgulamak için “Ya Barbalık” diyorlardı. Bu nedenle devrimin acilliğine ve güncelliğine yapılan bu vurgu, ilerleyen bir tarih anlayışıyla bilinçli bir hesaplaşmayı ve kopuşu getirmiyordu ve metodolojik olmaktan ziyade politik bir anlama sahipti. “Ya barbarlık ya Sosyalizm”in açık uçluluğu, daha ziyade programatik ve stratejik bir sorunla ilgiliydi 110. mal dağıtım sistemi, bizzat bu üretim tarzıyla yakıcı biçimde çeliştiği için ve aslında çeliştiği ölçüdedir ki, eğer modern toplumun tamamı yok olmayacaksa, üretim tarzında ve dağıtımında bir devrimin, bütün sınıf ayrılıklarını sona erdirecek bir devrimin gerçekleşmesi gerekir.” F. Engels, Anti-Duhring ayrıca yine aynı kitapta: “(...) onun kendi üretici güçleri denetiminin ötesinde gelişmiştir ve bir doğa yasasının zorlaması gibi burjuva toplumunun bütününü ya yıkım ya da devrime doğru sürüklemektedir.” Zikreden. M. Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, s.132) 109

“Friedrich Engels bir keresinde şöyle demişti: Kapitalist toplum, ya sosyalizme doğru ilerlemek ya da barbarlığa geri dönmek gibi bir ikilemle yüz yüzedir... Bugün, Engels’in yaklaşık bir kuşak önceki kehanetindeki gibi dehşet verici bir önermenin önünde duruyoruz: Ya emperyalizmin zaferi, bütün kültürün yıkımı ve Antik Roma’daki gibi nüfusun boşalması, harap olma, yozlaşma, büyük bir mezarlık; ya da sosyalizmin zaferi, yani uluslar arası proletaryanın emperyalizme karşı, onun yöntemlerine karşı, savşa karşı bilinçli mücadelesi. Dünya tarihinin ikilemi, hassas bir dengede proletaryanın kararını bekleyen kaçınılmaz seçeneği budur.” Rosa Luxemburg, Junius Risalesi, Zikreden, m. Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, s. 131-132) 110

Bunu tersinden Löwy de ifade etmektedir. Engels’in ve Rosa’nın satırlarını kıyaslarken şunları yazar:

“Rosa Luxembur’un metni ile Engels’inki arasındaki farklılık açıktır: a) Engels sorunu tamamen ekonomik terimlerle, Rosa ise siyasal terimlerle ortaya koyar. B) Engels, şu ya da bu çzümü belirleyebilecek toplumsal güçler sorununu ortaya atmaz: Bütün metin sadece üretim güçleri ve üretim ilişkilerine yer verir. Öte yandan Rosa, şu ya da bu yönde “dengeyi bozacak” olanın proletaryanın bilinçli müdahalesi olduğunu vurgular. C) Engels’in ortaya koyduğu seçeneğin daha çok retoriksel olduğuna, sosyalizm ile “modern toplumun yok olması” arasında gerzek bir seçimden çok sosyalizmin zorunluluğunu ad absurdum (anlamsızlaşana kadar) kanıtlama

188


* Bu programatik ve stratejik sorun şöyle özetlenebilir. Marks ve Engels, 1848 devrimleri döneminde dünyanın sosyalizm için olgunlaştığı varsayımından hareketle Manifesto’yu yazmışlardı. Daha sonraki gelişmelere bakarak, bu tespitlerinde yanıldıklarını söylemişler, henüz sosyalist bir devrim için koşulların olgunlaşmadığını, kapitalizm henüz olanaklarını tüketmediğini gelişmeler gösterdi soncuna ulaşmışlardı 111. Bunun mantıki sonucu olarak da 112, Partilerin acil programları, Almanya gibi ülkelerde, kapitalizm çerçevesinde işçilere sosyalizm mücadelesi için en ileri koşulları sunacak olan bir Demokratik Cumhuriyet talebinde ifadesini buluyordu. Bunun fiili sonucu Gotha ve Ergfurt Programlarında da görüldüğü gibi, sosyalist devrim mücadelesinin, ya da sosyalist Programın, demokratik devrim veya reformlar sonrasına ertelenmesiydi. Rosa, Lenin, Troçki’nin buna itirazı ilkesel değil, olguya ilişkindi, yani artık emperyalizm aşamasına gelindiğini, savaşların da gösterdiği gibi, koşulların olgunlaşmış olduğunu, dolayısıyla sosyalist devrimin günün sorunu olduğunu söylüyorlardı. Dikkat edilirse bu tartışma evrim teorisi bakımından bir derinleşmeyi gerektirmez. Kıvılcımlı ve Troçki’nin evrim kavrayışına yaptığı katkılara ihtiyaç yoktur bu tartışma ve sonuç için. Bütünüyle Önsöz’de ifade edilen sorunlar alanında bulunulmaktadır. Sorun verili durumun ne olduğudur; olgunlaşmış mıdır, olgunlaşmamış mıdır? Cevap olarak üretici güçlerin gelişmesinin artık olgunlaştığı noktasından hareket edilmektedir ve devrim olmadığı takdirde barbalık olacağı söylenmektedir. Bu nedenle, bu tartışma evrim teorisinin evrimi bakımından bir yenilik ve derinleşme içermez. Sadece programatik olarak sosyalist devrimi acil bir sorun olarak gündeme koyar. Böylece, demokratik bir cumhuriyet ile ilerde koşullar olgunlaştığında, sosyalist devrim için işçilere en elverişli koşullara ulaşmaktan, verili koşullardan sosyalist devrime nasıl geçileceği sorununa geçilir. Bunun programatik ifadesi ise, “Spartakistler Ne İstiyorlar?” (Luxemburg), “Yaklaşan Felaket” (Lenin) ve “Geçiş Programı” (Troçki) gibi metinlerde somut ifadelerini bulan Geçişsel Talepler oluyordu 113. sorunu olduğuna dair açık bir izlenim edinmek mümkündür” M. Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, s. 133) 111

“Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, kıta üzerinde iktisadi gelişme durumu, o zaman kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır. Ve Tarih, bunu, 1848’den bu yana bütün Kıta’yı kaplamış olan ve Fransa7da, Avusturya’da, Macaristan’da, Polonya’da ve son olarak da Rusya’da büyük sanayie ancak şimdi gerçekten söz hakkı veren ve Almanya’yı birinci sınıf bir sanayi ülkesi durumuna getiren, -bütün bunlar kapitalist bir temel üzerinde, yani 1848’de pekala genişlemeye elverişli bir temel üzerinde olmak üzere- iktisadi devrim ile kanıtlandı.” (F. Engels, Fransa’da Sınıf Savaşları’na Giriş)

112

Çıkarsama şu varsayıma dayanmaktadır: “ İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.” (Karl Marks, Önsöz) 113

“Manifesto, devrimci bir dönem için formüle edilmiş kapitalizmden sosyalizme doğrudan geçiş dönemine karşılık gelen on talebi (II. Bölümün sonu) içeriyor. 1872 baskısının Önsözünde Marx ve Engels bu taleplerin kısmen eskidiğini ve ne olursa olsun bunların ikincil önemde olduğunu ilân ettiler. Reformistler bu değerlendirmenin hemen üstüne atlayıp bunu, devrimci geçiş taleplerinin yerlerini, sonsuza değin çok iyi bilindiği gibi burjuva demokrasisinin sınırlarını aşmayan sosyal demokrat “asgari programa” bıraktığı şeklinde

189


Yani geniş yığınların acil ihtiyaçlarına öyle talepler formüle edilmektedir ki, bu talepler hem o acil sorunlara bir somut cevaptır, hem de aslında doğrudan kapitalizmi tasfiye anlamı taşımamalarına rağmen gerçekleşmeleri fiilen kapitalizmin tasfiyesini ve tasfiye için geniş yığınların mücadele içinde siyasi olgunlaşma ve örgütlenmesini getirir. Böylece gelişmiş ülkeler için, henüz koşulların olgunlaşmadığı tespitinden kaynaklanan Asgari - Azami Program ayrımı anlayışının yerini, koşulların aşırı olgunlaşmışlığı tespitinden kaynaklanan Geçişsel Talepler denen, devrimin ve sosyalizmin güncelliği ve acilliğinden yola çıkan yeni bir program anlayışı alır. Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde sistemleştirilmeye çalışılan bu anlayış daha sonra terk edilmiş ve unutulmuştur. Bu anlayışı Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresini geleneğini devam ettiren Troçki’nin adına bağlı gelenek yaşatmaya çalışmıştır 114. Stalinizm’in yükselişi aynı zamanda koşulların aşırı olgunlaşmışlığı ve devrimin acilliği ve güncelliği perspektifi yerine yine İkinci Enternasyonal’in Demokratik Reform taleplerine geri dönüş yapmıştır işçi hareketinde. Ne var ki, evrim teorisinin evrimi bakımından konumuz olmadığından bu bahsi burada kesiyoruz. * Tam da gerçek tarih açık uçlu olduğu ve devrim ilerleyen bir lokomotife değil, doğuma benzediği için, koşullar aşırı olgunlaşıp da devrim olmayınca, Barbarlık alternatifi faşizmlerle ve korkunç savaşlarla bir gerçeklik haline gelince ve devrim (doğum) bir türlü gerçekleşemeyince, tarih bir uçuruma gidiş olarak, devrimler de uçuruma gidişi engelleyen “imdat frenleri” (Walter Benjamin) olarak görülür. Böylece devrimci ve eleştirel Marksizm içinde, Aydınlanma kalıntısı ilerleyen bir tarih anlayışının ciddi bir sorgulanması ve bunun bilincine varılması başlar. Benzeri bir durum ile Kıvılcımlı Antik tarih’te karşılaşır. Antik Tarih’te aslında sadece ezen ve ezilen sınıfların toptan çöküşleri vardır, yani Marks’ın tanımladığı anlamda devrimler yoktur. Ama bu çöküşler aynı zamanda o medeniyeti yıkan barbarların uygarlığa geçişi, dolaysıyla o uygarlığı yeniden canlandırması anlamına geldiğinden, bir “Tarihsel Devrim” karakteri de taşırlar. Yani Antik Tarih’te devrimler aynı anda hem bir “imdat freni” hem de bir “lokomotif” olarak görülürler.

yorumladılar. Aslında Manifesto’nun yazarları kendi geçiş programları üzerinde yaptıkları ana düzeltmeyi, tam bir kesinlikle göstermişlerdi: “İşçi sınıfı sadece hazır devlet makinesini ele geçirip onu kendi amaçları için kullanamaz.” Diğer bir deyişle, düzeltme burjuva demokrasisi fetişizmine karşı yöneltilmişti. Marx daha sonra kapitalist devlete karşı komün tipi devleti savundu. Bu “tip” devlet sonradan çok daha net bir biçimde sovyetler şeklini aldı. Bugün sovyetler ve işçi denetimi olmaksızın devrimci bir program olamaz. Kaldı ki Manifesto’nun barışçıl parlamenter etkinlik çağında “ilkel” görünen on talebi, bugün gerçek anlamlarını bütünüyle yeniden kazandı. Diğer yandan sosyal demokrat “asgari program”sa ümitsiz bir şekilde antika haline geldi.” Leon Troçki, Komünist Manifesto’nun Doksanıncı Yıl Dönümü) 114

Troçkist gelenek içinde bu anlayışın uğradığı çarpılma, yani hedeflenen toplumu programlaştırmayı prensip olarak reddetme ve yöntemin dogmatik bir reçete haline dönüştürülmesi ayrı bir konudur. Bu sorunları M. Yenice’nin (Orhan Koçak) “Devrimci Marksizm’de “Geçiş Programı” Anlayışı” adlı kitabının eleştirisinde daha Niğde Cezaevi’ndeyken ele almıştık.

190


Her uygarlığın içinden bakıldığında her uygarlık bir çöküşe doğru gidiştir. Devrimler birer imdat frenidir. Antik tarihin tümü açısından bakıldığında, sürekli tekrarlanan bir çöküşler tarihi vardır. Kapitalizme geçişten sonra tarihsel olarak iyimser bir açıdan bakıldığında, bütün o çöküşler ve tekrarlar, kapitalizmin, dolayısıyla sosyalizm için koşulları hazırlayan sistemin, ortaya çıkabilmesi için toprağın gübrelenmesi ve humuslanması, canlıların (kapitalizmin ve sosyal devrimlerin) ortaya çıkması için organik çorbanın oluşumu gibi görünür. İşte Kıvılcımlı Tarihi tam böyle görür 115. Tarihte hep çöküşler yaşanmış ve bunlar tekrar etmiştir ama Kapitalizmle birlikte sosyal devrim bulunmuştur. Artık bir çöküş olmayacaktır 116. Dolayısıyla tarihte sürekli tekrarlanan çöküşler ilerleme gibi, ya da daha doğrusu ilerleme için toprağın hazırlanması gibi görünür. Ama kapitalizmde sosyal bir devrimin olmaması ve olamaması sonucu, (bunun nedeninin ne olduğu, yani işçilerin eski tarihin ezilenleri gibi nesnel olarak yeteneksiz mi olduğu yoksa öznel nedenlerle mi yeteneksizlik gösterdiği ayrı bir konudur) modern uygarlık da klasik uygarlıklar gibi, bir çöküşe gidiş olarak görülür. Bu durumda çöküşe giden o uygarlığın içinden, devrimler birer lokomotif değil, birer imdat freni olarak görünürler. Modern uygarlığın bu gidişi ve Antik uygarlıklarla gösterdiği bu paralellik, Bahro gibilerin örneğin Roma ve kapitalist uygarlıklar arasındaki benzerliklere yoğunlaşmalarını paralellikler kurmalarını getirmiştir. Ama bütün bunlar aslında bir tek şeyi gösterir: tarihin veya evrimin ne ilerleme ne de gerileme olduğunu; ilerlemenin ve gerilemenin, öznel, değer yüklü, çağın ruhuyla damgalı kavramlar olduğunu. Bu bakımdan soyut olarak ele alındığında ikisi de aynı derecede yanlış ya da doğrudur. Ama kötümser tarih bakışı, hem ilerlemeci bir anlayışın evrim kavramının yerini aldığının görülmesini sağladığı için, hem de verili duruma ve gerçek tarihe daha uygun düştüğü için, somut tarihte, evrimin kavranışında bir derinleşme anlamına da gelir.

115

“Onun için Tarihsel Devrim medeniyetlerin sonu değil, bir çökkün medeniyetin sonu doğacak bir medeniyetin de başlangıcı olur.” (Dr. H. K. Tarih Devrim Sosyalizm). “Modern çağ Tarihinin geçiş ve atlayış kanunları Sosyal devrimler kanunu olmuştur. Modern çağda, modern üretici güçlerin hızını, hiçbir eskimiş çökkün üretim münasebeti sonuna dek ve antika medeniyette olduğu kadar kesince engelleyememiştir. Tersine yeni üretici güçlerin dev gelişimi, Toplum içinde yeni ve tarihsel misyonlarını, yarım yahut tam şuurla sezip benimsemiş ve çökkün gerici sınıflara dayatmayı bilmiş, yeni sosyal sınıflar yaratmıştır.” (age.) 116

“En az 300 yıldanberi Tarihsel Devrim (Bir medeniyetin körü körüne ve toptan yıkılması) gidişi durmuştur. Modern İngiliz devrimiyle birlikte, insanlık bir aşama daha hayvanlıktan kesince kurtulmuş: SOSYAL DEVRİMLER (Bir medeniyet yıkılacağına, bir sosyal sınıf tehakkümünün yıkılıp gitmesi) çağı açılmıştır. Sosyal kollektif aksiyon gücü bu yönde yarım veya tüm ÖRGÜTLENMEye ve BİLİNCE ulaşmıştır. Gobineau kontlarının yahut mister Toynbee'lerin yeryüzünde ötmesini bekledikleri baykuşlar ötemeyeceklerdir. Emperyalizmin medeniyeti yıkacak sanılan iki korkunç Cihan Savaşı tersini ispatlamakla sonuçlanmıştır. Modern Sosyal aksiyonun gidişini ve insan bilincini (Tarihsel Devrimler patlatarak), kadim kapalı Hint ve Çin medeniyetlerinde görülen SOSYAL KASTLAŞMAlar biçiminde "1000 YIL" dondurabileceğini uman faşizm bir kaç 10 yıllık zorbalığının kefaretini, kendi kendisini fareler gibi bodrumlarda yakmakla ödemiştir. 19 uncu yüzyılkâri çakaralmaz zırhlı ve savaşçıl gösterilerle, yahut namuslu insanlar önünde hapishane külhanbeyilerinin ikide bir sustalı çakısını düşürmesini andıran) "İhtilâl" ve asker çıkartmalarla bir üçüncü Cihan Savaşı da patlatılsa, Çağdaş uygarlık yıkılamıyacaktır. Tarihsel Devrimler çağı en az 300 yıldanberi kesince gömülmüştür.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, s.3)

191


Tarih bir gidiştir sadece o kadar. Bu gidiş, sınıflı toplamlarda özellikle çok ihtilaçlı bir gidiştir. Doğum her zaman olmayabilir, o zaman bir çöküş ortaya çıkar. Bir devrim sonrasının ilk dönemlerinde elbette devrimler bir ilerlemenin motoru gibi görünürler, ama devrimin olamadığı, ana ve çocuğun yok oluş tehlikesinin giderek arttığı dönemlerde onlar ana ve çocuğu ölümden kurtaran bir müdahale, bir imdat freni gibi görürler. Böylece devrimlerin birer doğum olması imgesi, sadece devrimi değil, devrimin niye ve hangi koşullarda bir “lokomotif” veya “imdat freni” olarak görüldüğünü ya da tarihin bir ilerleme ya da çöküşe gidiş olarak göründüğünü de açıklar. Bu anlamda “Batı Marksizmi” geleneğinin evrim kavrayışına belli bir katkı yaptığı; kötümser tarih kavrayışıyla, iyimseri dengeleyip bilince çıkardığı söylenebilir 117. Hemen görüleceği gibi, bu katkı, hem Klasik Marksizm geleneğini sürdüren Rosa, Lenin, Troçki’lerin “ya Barbarlık ya Sosyalizm” vurgusuyla, hem de Kıvılcımlı’nın Tarihsel Devrimlerin birer çöküş olduğu katkısıyla tam bir uyum içindedir ve onu derinleştirir. Bu, üç gelenek arasında metodolojik bir uyum ve iç tutarlılığın da bir görünümüdür. * Buraya kadar Marks’ın görüşlerini sadece Önsöz’de ifade ettiği şekildeymiş gibi kabul ettik ve Marks sonrası dönemde toplumsal evrim kavrayışındaki gelişmeler ve bu gelişmelere yol açan sorunlardan söz ettik. Ama aslında Marks’a haksızlık ettik. Bu haksızlığı söz konusu üç dip akıntısının özgüllüğünü ve katkılarını vurgulayabilmek amacıyla yaptık. Ama bu haksızlığımızın ek bir tehlikesi de bulunmaktadır: bu katkıların Marks’ın yöntemiyle bir ilişkisi bulunmadığı gibi sonuçlar çıkarmaya da yol açabilir. Bu nedenle, bu haksızlığı ve yanlış yorumlamaya yatkınlığı giderelim. Marks’ın bu bölümün başında aktarılan Önsöz’ün o klasik satırları, dikkatli okunursa, Marks’ın Önsöz’ü yazdığı andaki (1859’daki) görüşlerini değil, Önsöz’de sözünü ettiği tarihteki, yani 1840’ların ortasında Tarihsel Maddeciliği keşfettiği andaki görüşlerini aktardığı görülür. Aynen şöyle yazar: “Ben ekonomi politiği incelemeye, Paris'te başlamıştım ve bu incelemeye, Bay Guizot'nun hakkımda verdiği sınır dışı edilme kararı sonucu göçmek zorunda kaldığım Brüksel'de devam ettim. Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir:” O bizim de aktardığımız klasikleşmiş satırlar bu aktarılan cümledeki üst üste iki noktadan sonra gelir. Bunlar sonraki çalışmalarına “Kılavuzluk” etmiştir, ama o satırları yazdığı gündeki görüşleri değildir. Eğer o günkü görüşleri kabul edilirse, en azından sonraki çalışmalarında bu görüşlerinin hiç değişmediğini, gelişmediğini kabul etmek gerekir. Bu da gerçeğe uymaz.

117

“Sosyal Demokrat ve vulgar Marksistlerin, ilerlemenin otomatik, karşı konulmaz ve sınırsız bir gelişme olduğu mitine karşı Benjamin, devrimi, tarihin sürekliliğinde kurtarıcı bir kesinti, tarih treninde imdat frenine uzanma olarak anladı.” (M. Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, s. 211)

192


Bundan sonra bizzat Marks’ın görüşleri de bir evrim geçirir ve Marks’ın evrimi de gerekli değişiklikler yapıldığında yukarıda üç geleneğin katkıları bağlamında anlatılan evrimin bir benzeridir. Ne var ki, bu evrimin sonraki aşamaları, örneğin Önsöz’ün yazıldığı tarihteki veya daha sonraki bir tarihteki durumu, bu Önsöz’de açıklandığı gibi açıklanmaz hiçbir zaman. Ama bu evrim uygulamalarda vardır ve bazı mektup ve önsözlerde de değinmeler olarak vardır. Bu büyük harflerle ifade edilmemiş, yer yer kısaca değinilmiş ve uygulanmış biçimiyle Marks’taki evrim fikrinin evrimi, yukarıda anlatılan Marks sonrası evrimle tam bir uyum ve paralellik içindedir ve bu üç farklı kanalın aslında birbirini tamamladığının ve Marks’ın öğretisiyle iç tutarlılık içinde bulunduğunun, en esaslı kanıtlarından biridir. Bunlardan birine, yani Komünist Manifesto’nun ilk satırlarında ortaya çıkan açık uçlu tarih anlayışına kısaca daha önce değinmiştik. Ama Marks’ta Troçki’nin “eşitsiz ve bileşik gelişim” dediği evrim anlayışı da aynen vardır. Bunun birçok örnekleri verilebilir. Troçki de Stalinizmle polemiklerinde, görüşlerinin Marks’ın görüşleriyle tam bir uyum içinde olduğunu kanıtlamaya çalışırken bunları sık sık zikretmiştir. Örneğin Marks ve Engels’in, o zamanlar yirminci yüzyıl başının Rusya’sı gibi olan Almanya’yı kast ederek, Almanya başlar, Fransa sürdürür, İngiltere tamamlar tarzında bir sosyalist devrim beklentisi içinde olmaları zikredilebilir. Bu Lenin ve Troçki’nin yaklaşımlarından hiç de farklı değildir. Yine Marks-Engels’in Almanya’da Köylüler savaşının ikinci bir baskısıyla desteklenecek bir işçi devrimi beklentisi 118 de bizzat bu eşitsiz ve bileşik gelişim kavrayışına dayanır bizzat Troçki’nin de belirttiği gibi. Keza, Marks ve Engels’in, Rus devrimcileriyle yazışmalarında, Batı Avrupa’da bir sosyalist devrim olması durumunda, Rus Komünü’nün (Mir) kapitalist olmayan bir yoldan sosyalizme geçebileceğine ilişkin söyledikleri de eşitsiz ve bileşik bir evrim kavrayışına dayanır ve bunun başka bir sonucunu ifade eder. Ama sadece bu kadar değildir. Marks, Yirminci yüzyılda merkez-çevre ekolünün ve Kıvılcımlı’nın problematize ettiği az gelişmenin gelişmesi ve sonra gelen biçimlerin önce gelen biçimleri aynı zamanda pekiştirmesi ve onlarla bir tür simbiyoza girmesi sorunlarıyla da karşılaşır ve bunları aynı biçimde çözer. Başlangıçta Marks, tam da Önsöz’de ifade edilen biçime uygun olarak geri ülkelerin de ileri ülkelerin yolundan gideceği varsayımına dayanarak, sadece eski ilişkileri parçalamayı göz önüne alarak, Hindistan’daki İngiliz egemenliğini bir anlamda onaylar. Benzer şekilde, İngiliz işçilerinin İrlanda’yı kurtaracağı beklentisi içindedir 119.

118

Marks 1856’da Engels’e şu satırları yazıyordu: “Almanya’da her şey proletarya devriminin bir Köylü Savaşı’nın ikinci baskısı tarafından desteklenmesine bağlı olacak”

119

Marks 1847’de şöyle diyordu örneğin: “Polonya Polonya’da değil, İngiltere’de kurtarılacaktır”. Keza Çartistlere de şunları diyordu: “Siz Çartistler ulusların özgürlüğü hakkında dindarca arzuları ifade etme zorunda değilsiniz. İç düşmanlarınızı yenilgiye uğratın, o zaman eski toplumun bütününü yenilgiye uğratmış olmanın bilinçli gururunu yaşayacaksınız.” (Zikreden Horace B. Davis, İşçi Hareketi Marksizm ve Ulusal sorun, s.29)

193


Ne var ki konu üzerine yoğunlaşıp, sadece tasfiye değil güçlendirme olduğunu; İrlanda’daki toprak sahipliği ile İngiliz sömürgeciliği arasında simbiyoz bir ilişki olduğunu görünce, bu sefer yine adını koymadan az gelişmenin gelişmesi sorunuyla karşılaşır. Bu kaynaşma ve kapitalizm öncesi ilişkileri tasfiye etmeme, yeni bir özneyi ortaya çıkarır: İrlanda Kurtuluş Hareketi. Bunun sonucu olarak da, başlangıçta İngiltere İşçi Sınıfı’nın İrlanda’yı kurtaracağı var sayılırken, bu sefer İrlanda’nın Kurtuluşu İngiliz İşçi sınıfının kurtuluşunun ön koşulu olarak görülür 120. Aynı sorunla bir de, soyut düzeyde Kapitalist toplumun analizinde karşılaşır. Marks, Kapital’de saf bir kapitalist toplum ile soyut düzeyde ilgilenir. Örnekleri İngiltere’den olmakla birlikte kapitalizmin niye İngiltere’de doğduğu veya başka yerde doğmadığı gibi sorularla ilgilenmez. Bu sorular Ekonomi Politiğin değil Sosyolojinin konusudur. Ekonomi politik metanın ortaya çıktığı andan itibaren geçerli olan ilişkileri ele alır. Zaten Marks’ın eserinin tükenmez ve kapitalizm var oldukça artacak tazeliğinin nedeni budur. Kapitalizmin genel tarihsel eğilimini ele alır, o yasaları açıklar ama onun somut biçimleri ile pek ilgilenmez. Marks’ın anlatımı soyuttan somuta doğru gider, onun somut biçimleri üzerinde sonra yoğunlaşmaya başlar. Örneğin toprak üzerinde özel mülkiyetin olmadığı bir toplumda da kapitalizm mümkündür hem de bu ideal ve saf bir kapitalizme daha uygun, daha yakın bir kapitalizm olur. Ama somutta büyük toprak sahipliğinin olduğu bir dünyada doğar kapitalizm. Burada, sermayenin saf hareketi bakımından hiç de gerekli olmayan yeni bir faktör girer devreye. Bu faktör hem kapitalizmi hem de kendini değiştirir. Burjuvazi toprak sahiplerine rant öder. Bu tarımın geri kalmasına yol açar vs.. Yani, simbiyoz bir ilişki ortaya çıkar. Bu tıpkı tefeci bezirganlıkla, yani prekapitaist sermaye ile finans kapitalin simbiyoz ilişkisi gibidir. Böylece Marks, aslında Azgelişmişliğin mekanizmalarını ele almak için gerekli metodolojik ipucunu da verir: Sermayenin somut tarihteki hareketinin, çarpılmalarının incelenmesi ve açıklaması. Bu örneklerde görüldüğü gibi, Kıvılcımlı ve Troçki’nin evrim kavramının evrimine katkısı olarak söz edilenler Marks’ta da bulunmaktadır. Keza Komünist Manifesto’nun ilk satırlarındaki açık uçlu tarih ve çöküş olasılığı da hem Kıvılcımlı’nın “Tarih Tezi” hem de Benjamin’in kötümser ve devrimleri “İmdat freni” gören yaklaşımının köklerinin de Marks’ta bulunduğu çok açıktır. Bu olgu hem bu üç geleneğin Marks’ın öğretisinin eleştirel ve devrimci yöntemini farklı kanallardan sürdürdüklerinin; hem de birbirlerini tamamladıklarının, her birinin diğerlerinin açıklamasını da içinde barındırdığının ek bir kanıtıdır. * Bu üç geleneği, birbirini tamamlayan bir kavram sistemi içinde birleştirmek ve konularının ve varlıklarının nedenini açıklamak, tam da devrimlerin tıpkı bir doğum gibi olduğu ve bir “ters

120

Marks S. Meyer ve A. Vogt’a yazdığı bir mektupta şöyle der örneğin: “İrlanda’nın ulusal kurtuluşu (İngiliz İşçileri için) soyut adalet veya insani duygular meselesi değil, kendi toplumsal kurtuluşlarının ilk koşuludur.” (Horace. B. Davis, age., s.75)

194


geliş” ve olamayan doğum imgesinden, mümkün gibi görülüyordu. Bu ayrıca, Marksizm’in evrimini ve bizzat yanılgıların metodolojik nedenlerini de açıklama olanağı sunuyordu. Böylece bu üç geleneğin bir tek kavram sistemi içinde toparlanması ve varlıklarının açıklanması bizzat yine bu geleneklerin kavramsal katkıları aracılığıyla mümkün oluyordu. Diğer bir deyişle Marksizm’in kendi konusu (Toplum) kadar, kendini (Toplum Bilimini), kendi varlığını, evrimini ve kaderini de açıklayan bir sistem olması, bir üst düzeyde tekrar gerçekleşmiş olabiliyordu. Bu sentez denemesini Troçki ve Kıvılcımlı’yı birleştirmek için daha önce hapishanede yapmıştım, hatta 12 Eylül’ün olanaksızlıkları içinde, UFO hikâyelerini açıklamak için bu sentezden yola çıkan bir yazı yollamıştım bir doğa bilimleri dergisine. Daha sonra “Batı Marksizmi”ni ve Benjamin’i tanıyınca bunun onları da kapsadığını ve varlıklarını açıkladığını gördüm. Bu sentez denemesi şöyle özetlenebilir. Evet devrimler bir doğumdurlar. Ne var ki her hamilelik bir başarılı doğumla sonuçlanmaz. Bazen hafsala dardır, çocuk doğamaz ana da çocuk da ölür, bazen çocuk ayakları önde, yani “ters” gelir, bu da komplikasyonlara dolayısıyla da ananın ve çocuğun ölümüne yol açabilir. Marks’ın yanılgısı, kapitalizmle birlikte dünyanın sosyalizm çocuğuna hamile kaldığını görmesinde değildi, normal bir doğumun koşullarına ilişkin belirlemelerinde değildi, hamileliğin normal bir doğum ile sonuçlanacağını var saymasındaydı. Yani yanılgısı olgulara ilişkin bir yanılgıydı, yöntemsel değil. Dolayısıyla gerçekleşmediğinde de tersinden doğrulanan bir öngörüydü. Yani doğum olmazsa, sosyalizm olmazsa insanlık yok olur. Marks, normal bir doğum bekliyordu. Çünkü Marks’a ilhamını veren Fransız Devrimi normal bir doğumdu. Fransa Avrupa’nın en geri ülkelerinden biri değildi. Önceki Amerikan Devrimi de öyleydi. Marks’ın yakından tanıdığı devrimler birer normal doğum sayılabilirlerdi. Kaldı ki devrimler geri bir ülkede başlasa bile hızla yayılma özelliği gösteriyorlardı. 1848 devrimleri bütün Avrupa’yı baştanbaşa sarmış ve yayılma eğilimi göstermişti. Yani doğum tersinden gelmeye başlasa bile yayılma özelliği nedeniyle hızla normal bir doğuma dönüşebiliyordu. Marks-Engels çıkarsamalarını olaylardan, tarihten hareketle yapıyorlardı. Bu nedenle genelleme yaptıkları olgular göz önüne alındığında çıkarsamalarında bir yanlış yoktu. Ama çıkarsamalarını yaparken dayandıkları tarih dilimi çok sınırlıydı ve bu çok sınırlı olgulardan hareket ederek bir genellemeye gidiyorlardı ve bu da istisnayı kural gibi görmelerine yol açıyordu. Beş bin yıllık insanlık tarihi ve tarihsel devrimleri bilmiyorlardı. Bu evrenin küçük bir bölümüne bakarak tüm evrenin öyle olduğu çıkarsamasını yapmak gibiydi. Aslında evrenin bilinen bölümü (örneğin dünya ya da güneş sistemi) evrenin içinde bir istisnaydı. Eğer sosyalist devrim Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya gibi gelişmiş bir ülkede gerçekleşseydi, bu gidiş Önsöz’deki çıkarsamalara uygun olur ve normal bir doğuma karşılık düşerdi. Sosyalizm çocuğu normal bir doğumun sancıları içinde dünyaya gelirdi. Marks’ın yakın devrimlerin gözleminden çıkan beklentisi de tamı tamına buydu. Hâlbuki sosyalizm çocuğu dünyaya normal bir doğumla gelmeye başlamadı. Tabiri caiz ise ayakları önde, “ters” gelmeye başladı. Hem de tam da Troçki’nin ifade ettiği “eşitsiz ve

195


bileşik” gelişim yasası yüzünden. Sosyalist devrimin ilk önce geri bir ülkede gerçekleşmesi, sosyalizm çocuğunun ayakları önde gelmeye başlaması gibiydi. 1848 devrimlerinin deneyi, bunun ciddi bir tehlike yaratmayacağı, devrimin hızla yayılacağı, ters gelişin kısa zamanda normal bir doğuşa dönüşeceği beklentisini besliyordu. Ama tıpkı Marks-Engels’in ters gelmeyi hesaplamaması gibi; Lenin ve Troçki’ler de Ters gelişin Normal gelişin yolunu açacağı, ona hız vereceğini beklentisi içinde olmuşlar ve bizzat ters gelişin normal bir doğumu zorlaştırıp onun önünde bir engel haline gelen komplikasyonlara yol açabileceğini hesaplamamışlardı. Troçki ve Lenin’ler çocuğun ayakları önde gelmeye devam etmesi durumunda, yani Batı Avrupa’da devrimi kışkırtmaması ve oradan yardım gelmemesi durumunda, doğum olamayacağını, çocuğun öleceğini çok iyi biliyorlardı 121. Zaten tam da bu nedenle, Avrupa’da devrime itki vermek için, Avrupa’nın kendilerinin başladığına devam edeceği beklentisiyle cesaret etmişlerdi devrime. Bu nedenle Troçki, Devrim yayılmazsa yok olur diyordu. Yani ayakları önde gelmeye başlayan sosyalizm çocuğu, ileri ülkelerde devrim yoluyla, bir dönüş yapıp başı önde gelmeye geçmeliydi. Ayakları önde olsa bile doğumun başlamasının normal bir doğuma geçişi kolaylaştıracağını (yani ileri ülkelerde devrimi itki vereceğini) düşünüyorlardı. Bu umutla ve beklentiyle ayakları önde gelişe ebelik etmişlerdi. Ama ayakları önde gelen devrim (yani geri bir ülkede başlayan devrim) ilk başlarda beklendiği türden etkiler yapar görünse de, kısa zamanda başı önde gelişe dönüşemedi (yani örneğin bir Alman devrimiyle desteklenmedi). Bu geliş süresi uzayınca, ayakları önde gelişin yarattığı komplikasyonlar, bizzat normal bir doğuma doğru dönüşümün önünde bir engel oluşturmaya başladı, yani ayakları önde geliş, belli bir noktadan sonra, bizzat başı öne çevirmenin önünde bir engel haline gelmeye başladı. Geri bir ülkede devrimin hapsolması, üretici güçlerin geri düzeyi nedeniyle bürokratik bir diktatörlüğe yol açtı. Bu da, bu diktatörlüğün Ekim Devrimi’nin prestiji aracılığıyla, tüm dünya işçi hareketini felç etmesine ve böylece ileri ülkelerde devrim olanaklarının yitirilmesine yol açıyordu. Bu olanakların yitirilmesi ve başarısızlıklar da yine bizzat devrimin yenilgisine dayanan sistemi, yani Stalinizm’i, pekiştirerek normal bir doğuma geçişin yolunu tıkıyordu. Stalinizm pekiştikçe ve kendi sonuçları nesnel koşullar haline geldikçe, giderek devrimin yayılma olasılığı kayboluyordu. Bütün komplikasyonlarda olduğu gibi kendini besleyen bir süreç ortaya çıkıyordu. Devrimin ileri ülkelere yayılamaması kapitalizmin varlığını sürdürmesine bu da özünde köylü hareketi olan ulusal kurtuluş savaşlarına yol açıyordu. Ama bu da bir köylü sosyalizminin 121

“1906 Şubatında Lenin şöyle yazar: “Köylü hareketini sonuna kadar destekliyoruz, ama unutmamalıyız ki bu, sosyalist devrimi getirebilecek ve getirecek sınıfın değil, başka bir sınıfın hareketidir.” “Rus devrimi” diye açıklar 1906 Nisanında, “muzaffer olmak için gerekli güce sahiptir. Ama zaferinin meyvelerini koruyacak güce sahip değildir ... zira küçük ölçekli sanayinin çok geliştiği ülkelerde, köylüler de aralarında olmak üzere küçük ölçekli üreticiler, özgürlükten sosyalizme giderken kaçınılmaz olarak proletaryanın karşısına geçeceklerdir... Restorasyonu önlemek için Rus devriminin ihtiyaç duyduğu şey Rus yedek kuvvetleri değildir; onun dışarıdan yardıma ihtiyacı vardır. Dünyada böyle bir yedek kuvvet var mı? Evet var: Batının sosyalist proletaryası.” “ (Zikreden Troçki, Tek Ülkede Sosyalizm) Yani devrim normal bir doğuma dönüşmezse bırakalım sosyalisti bir yana, Demokratik bir Rus devriminin bile yaşama şansı yoktur.

196


yayılmasına ve sosyalist harekete ve düşünceye damgasını vurmasına ve devrimin ileri ülkelere yayılmasının önünde bir engel oluşturmasına ekstradan etkide bulunuyordu. Yani ayakları önde geliş, ayakları önde gelişlerin koşullarını pekiştiriyordu. İleri bir ülkede veya ülkelerde bir sosyalist devrimden başka bu ölüme doğru gidişi durduracak hiçbir çare yoktu, ama bizzat ters gelişin sonuçları da ileri ülkelerde sosyalist devrimi engelliyordu. 1929 buhranı, İspanya İç Savaşı, hatta İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa, Fransa ve İtalya’da komünist partilerin gücü göz önüne alındığında, bir bakıma normal bir doğuma geçiş için bir olanaktılar ve tam da ters gelişin sonuçları, yani Stalinizm, bu şansı kullanmayı engellemiş bulunuyordu. Bunun sonucu, modern burjuva uygarlığı, tıpkı antik tarihteki uygarlıkların yoluna girmiş bulunuyordu. Antik tarihte nesnel olarak devrimci sınıf olmadığı; köleler ve serfler bir devrimci sınıf oluşturmadığı için, devrimler olmuyor ve kıyametler kopuyordu; Modern Tarihte ise, Proletarya nesnel olarak bir devrimci sınıf olsa bile, ters gelişin ortaya çıkardığı komplikasyon sonucu, öznel nedenlerle, nesnel olarak tıpkı antik tarihin ezilen sınıfları gibi davranıyordu. Böylece devrim olamadığı için modern uygarlık da tıpkı antik uygarlıklar gibi çöküşe gidiyordu, faşizm ve savaş işçi sınıfının günahlarının cezası olarak ortaya çıkıyordu. Bu günahlar ise tersinden gelişin yol açtığı komplikasyonların sonucuydu. Sosyalizm çocuğu doğamadığı için ananın da çocuğun da (insanlığın da sosyalizmin de) ölümü tehlikesi ortaya çıkıyordu. Zaten “Ya barbarlık Ya Sosyalizm” çığlığı tam da bu tehlikeyi anlatıyordu. * Böylece yirminci yüzyıldaki tarihin ayakları önde geliş ve onun yol açtığı komplikasyonlar olarak ele alınması sadece modern tarihi daha derinden anlamayı mümkün kılmıyor bizzat Marksizm’in, yukarıda anlatılan heretik geleneklerde gerçekleşen evriminin de niye öyle gerçekleştiğini anlama ve açıklama olanağı da sunuyordu. Troçkist gelenek bu tersine gelişin mekanizmalarını (eşitsiz ve bileşik gelişim) ve yol açtığı komplikasyonları (Bürokratik karşı devrim) açıklıyor ve bizzat bu komplikasyonlar Troçkist geleneğin konusunu oluşturuyordu. Bu gidiş sonucu, İşçi hareketine Stalinizm’in egemen olması, eleştirel Marksizm’in politik konularla ilgili olduğu sürece marjinal ve küçük grupları etkileyen güçlerin etkisi altında kalması (Troçkist gelenek) kalması veya radikalliğini, tıpkı Alman Klasik Müziği ve Felsefesi gibi, ancak somut politik konulardan uzaklaşması ile koruyabilmesi (Batı Marksizm’indeki Felsefe, Metodoloji ve Üstyapıya yönelme, Kıvılcımlı’da Tarihe yönelme) yani Marksizm’in somut evriminin yönelişleri kolaylıkla açıklanabiliyordu. Kapitalizmin yaşaması bir yandan yok oluş olasılığını ortaya çıkararak “Batı Marksizmi”nin var oluşunu ve nesnel konusunu yaratıyor; diğer yandan yeni özneleri ve az gelişmişliğin gelişmesini ortaya çıkararak Kıvılcımlı’nın var oluşunu ve problematiklerini yaratıyordu. Yani tersine geliş ve sonuçları olgusu, hem onun ortaya çıkardığı sorunları (Yani toplumun evrimini, Tarihsel gidişi, Faşizm, Sovyet Devleti, Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Maoizm vs. hasılı yirminci yüzyıl tarihine damgasını vuran olaylar) he de Marksizm’in evrimini de, bu

197


evrime damgasını vuran üç heretik geleneğin varlığını da açıklıyordu. Normal bir doğum olması halinde bu sorunlar ve dolayısıyla Marksizm’in bu üç heretik geleneği de olmazdı. Normal bir doğumun olduğu veya tersine gelişin hızla normal bir doğuma dönüştüğü bir dünyada, bizlerin bütün hayatını ve teorik gündemini dolduran sorunların hiç biri olmazdı. Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri, Faşizm, Ulusal Kurtuluş Savaşları, Az gelişmenin Gelişmesi vs. gibi sorunlar ve olgular olmayacaktı 122 ve o zaman Marksizm de bambaşka bir tarihin sorunları içinde bambaşka bir evrim geçirirdi. Çağın bu özgül niteliğini kavramamak sonuç olarak sadece Marksizm’in evrimini kavramamayı değil, başka olası tarih ve Marksizm evrimlerini de yok saymayı, yaşanan tarihi olası biricik tarihmiş ve bu Marksizm’in evrimini olası biricik evrimmiş gibi görmeyi getirmektedir. Böylece, ayakları önde gelen (ters gelen) sosyalist devrim imgesi ile Sürekli Devrim, Antik Tarihteki devrimler ve/veya yıkılışlar ve Sosyalist devrimin girdiği veya giremediği yol; Marks, Troçki, Kıvılcımlı, Benjamin; bir tek bütünsel kavrayış içinde birleşebiliyordu. Marks kapitalizm gebe demişti ama bir ters gelmeyi ön görmemişti, Troçki ayakları önde doğumu ön görmüştü, ama Lenin’le birlikte, onun normal bir doğuma geçişi kolaylaştıracağını varsaymış, komplikasyonları ve bizzat bir normal doğuma engel oluşu görememişti. Marksizm’in evrimini bizzat dünya tarihinin girdiği yol, dünya tarihinin girdiği yolu ise bizzat Marksizm’in bu evrimiyle geliştirdiği kavramsal araçlar açıklıyordu. Daha sonra, bizim ayakları önde veya ters gelme imgesiyle anlattığımız, Sosyalist devrimin geri bir ülkede başlamasının yol açtığı komplikasyonları açıklamak için, Troçki’nin de “Tarihin yumağının tersinden çözülmeye başlaması” 123 imgesini kullandığını gördük. Ama Troçki tersinden çözülüşün bir kör düğüme yol açabileceğini pek ön görmüyordu. Bir yumağı tersinden, yumağın ortasındaki ucundan, çözmeye kalkınca, ortaya Gordiyos Düğümü çıkar. Olan tam da buydu. Gordiyos Düğümünü antik tarihte İskender’in, yani “Barbarların” kılıcı “çözer”. Ama artık dünyada “barbar” kalmamıştır 124. 122

Örneğin “Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları” başlığıyla 1986 yılında Kürdistan Press’e yolladığımız bir yazıda şunları yazıyorduk:

“Ulusal Kurtuluş Savaşları, evrensel Tarih ölçeğinde, üretici güçlerin aşırı olgunlaşmışlığına rağmen, proletaryanın Tarihsel görevlerini, yani yeryüzünde sosyalizmi kurma görevini, Öznel nedenlerle yapamamasının bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Diğer bir ifadeyle, Ulusal Kurtuluş Savaşları, Tarihsel akış içinde var olması zorunlu bir aşama değildirler. (...) Yirminci yüzyılın başında ya da daha sonraları, emperyalist ülkelerin proletaryası sosyalist devrimi başarabilseydi, sömürge ve yarı sömürge ülkeler, hiç bir savaşa girme gereği olmadan, iktidara gelmiş ileri ülkeler proletaryasının yardımıyla otomatikman, kendiliğinden bağımsızlıklarını kazanır ve kapitalist olmayan bir yoldan şimdiye dek rahat rahat sosyalizme geçmiş olurlardı. Sovyet Orta Asya cumhuriyetleri ve Moğolistan örneği, daha sonraki yozlaşmanın yol açtığı sorunlar ve tıkanıklıklar yok sayılırsa, Rus Proletaryasının yaptığını Avrupa Proletaryasının yapabilmiş olması halinde, ya da yeryüzünün "altıda bir yeryüzü" kadar olması halinde, Tarihin nasıl bir mecraya akmış olacağını kolaylaştıran bir örnek oluşturabilir.” 123

Maalesef bu benzetmeyi nerede yaptığını hatırlayamıyorum ve elimde kitaplarının çoğu olmadığı için araştırıp bu kaynağı bulup gösterme olanağım da bulunmamaktadır. 124

Böylece çağın bir fenomeni olan UFO hikâyelerinin aslında bu ters gelişe son verecek, bu Gordiyos düğümünü çözecek bir kurtarıcı beklentisi ile ilgili olduğu sonucuna kolayca ulaşılabilir. O doğa bilimleri dergisine yolladığım yazıda sorunu böyle koymuştum.

198


* Buraya kadar ana hatlarıyla anlatılmaya çalışılan evrim kavramının evrimi, 70’li yılların sonuna doğru, kendi yaptığım katkı eklenmediği takdirde eksik kalacaktır. Bu katkı, “türün kendi içindeki evrimi” olarak adlandırılabilir. Yetmişli yıllarda, onlarca farklı sol akımın varlığını ve çeşitliliğini sosyolojik olarak açıklama gibi bir sorunla boğuşuyordum. Düşüncelerin ve siyasal hareketlerin anatomilerinin onların dayandıkları gizli varsayımlara bağlı olduğu ve bilginin ilerlemesinin son duruşmada, bu gizli varsayımların bilince çıkarılması ve gözden geçirilmesi anlamına geldiği sonucuna yıllar önce ulaşmıştım. Bundan hareketle Türkiye’deki sol hareketlerin görüşlerinin dayandığı varsayımları incelemeye başlamıştım. Bu inceleme esnasında, çıkarsamalar ya da olgulara ilişkin değerlendirmeleri değişse bile birçok hareketin var oluşundaki temel varsayımları hiçbir şekilde tartışıp gözden geçirmediği, dolayısıyla anatomilerinin esas olarak hep aynı kaldığı olgusunu tespit etmiştim. Ama bu onların da bir evrim yaşamadığı anlamına gelmiyordu. Elbette onlar da bir evrim yaşıyorlardı ama o türün kendi içindeki bir evrimdi bu. Onların temel niteliklerinde bir değişme görülmüyordu 125. Böyle bir yaklaşımla birçok sol hareketin, modern ve evrimleşmiş görünümlerine rağmen özünde ne kadar arkaik varsayımlara dayandıkları çok daha iyi görülüyordu. Bu yaklaşımla aynı zamanda Türkiye’deki sol hareketin o muazzam bölünmüşlüğünü ve çeşitliliğini açıklama olanağı da ortaya çıkıyordu. Doğa’da da bir yandan türlerin değişimi şeklinde bir evrim yürürken, diğer yandan türün kendi içinde bir evrim de sürüyordu. Örneğin balıklardan sonra kurbağalar, sürüngenler

125

1980’lerin başında Niğde Cezaevi’nde yazdığım Kıvılcımlı’nın Eleştirisine Önsöz’de örneğin şunları yazıyordum: “Bu önsözde anlatmaya çalışacağımız kişisel evrimimiz, gerekli değişiklikler yapıldığında, bir kuşağın ve 1960 sonrası devrimci/sosyalist hareketin de evrimi sayılabilir. Elbette herkes aynı yolu aynı hızla geçmedi. Kimileri belli bir dönemin veya aşamanın problemlerine takılıp kaldı ve o problemler çerçevesinde bir evrim yaşadı. Böylece devrimci/sosyalist hareketin gelişiminin farklı aşamalarına denk düşen hareketler aynı zamanda ve bir arada var oldular ve birbirleri üzerinde karşılıklı etkiler yaptılar. Bir kısım yaşayabilmek için, yeni koşullara uyabilmek için görünümlerini, biçimlerini değiştirdi ama anatomileri, yani onların var oluşundaki temel problemler ve varsayımlar aynı kaldı. Böylece "Devrimci Hareket" dediğimiz şeyin zengin çeşitliliği ortaya çıktı.

Bu soyut ifadeyi somutlayabilmek, daha iyi açıklayabilmek için karmaşıklığı toplumsal evrime en yakın olan biyolojik evrimden benzetmeler yapılabilir. Bilinir ki, canlılar, tek hücrelilerden yumuşakçalara, omurgalılara, memelilere ve sosyal hayvan İnsan'a doğru giden -ve halen de devam eden- bir evrim geçirmiştir. Ne var ki, bu evrimin alt konaklarını (aşamalarını) oluşturan canlı varlıklar yok olmamışlardır, varlıklarını sürdürmektedirler. Örneğin, insanın yanı sıra süngerler, yumuşakçalar, sürüngenler, kuşlar vs. var olmaya devam ediyorlar. Hatta onlar varlıklarıyla kendilerinden daha üst konaklardaki canlıların var olabilmesinin temelini oluşturdukları gibi, üst konaktaki canlılar da onların kendi türleri çerçevesinde bir evrim geçirmelerinin ve var oluşlarını sürdürmelerinin temel koşullarından birini oluşturmaktadırlar. Örneğin et yiyen memeli hayvanlar olmasaydı, atın atası köpek benzeri hayvan hızlı koşabilen bugünkü at haline dönüşmeyebilirdi. Ama atın bu evrimi, onun temel anatomik yapısı bakımından daha üst bir aşamaya geçmesi anlamında da bir evrim değildir. Ortada canlıların genel evriminin yanı sıra bir de atın at olarak evrimi vardır. At bugün de maymunlardan bile daha geri bir aşamanın ifadesi olarak varlığını sürdürmektedir”

199


şeklinde bir evrim vardı ama bu arada balıkların balık olarak evrimleri de sürmekteydi. Bu günkü balıklar henüz, kurbağaların, kara hayvanlarının ortaya çıkmadığı dönemin balıkları değildi, onlarla aynı anatomik özellikleri taşımalarına rağmen. Yani balıkların balık olarak, temel anatomik özelliklerini değiştirmeden bir evrimleri de söz konusuydu. Ya da başka bir örnek verelim. İlk tek hücreli canlılardan çok hücreli canlılara geçilmiş sonra da bu çok hücrelilik çerçevesinde bir evrim gerçekleşmiştir. Ama tek hücreli canlılar ne yok olmuşlardır ne de evrimleri durmuştur. Hatta bu hücre olarak evrimi diğer canlı türlerin evrimi etkilemektedir. Onlar da evrilmeye devam etmişlerdir tek hücreli canlılar olarak. Örneğin “terliksi” gibi çok karmaşık tek hücreliler ortaya çıkmıştır. Bu tek hücreliler birkaç milyar yıl öncesinin çok hücrelilere geçen tek hücrelilerinden çok başkadırlar. Ama ne kadar karmaşık olurlarsa olsunlar bu evrim tek hücreliliğin sınırları içinde bir evrimdir, bu anlamda bir nitelik değişimi söz konusu değildir. Ve somut canlılar tarihinde, bu türün kendi içindeki evrim, hem türlerin evriminden etkilenir, hem de bu türün kendi içindeki evrimi türlerin evrimini etkiler. Örneğin, eklembacaklıların kendi evrimleri sıcakkanlı canlıların veya çiçekli bitkilerin evriminden ayrı düşünülemeyeceği gibi bizzat bu evrimi de etkiler. Bu, türün kendi içindeki evrimi dediğimiz türden bir evrim, toplumda ve onun tarihinde de geçerliydi. Toplumların evrimi sadece komün, klasik uygarlık, kapitalizm gibi aşamalardan geçmiyordu. Aynı zamanda o aşamaların her biri de, örneğin, komün, uygarlık ve kapitalizm de kendi içinde bir evrim geçiriyordu. Uygarlık örneğin demiri işlemeyi öğrendiğinde, demiri işlemeyi öğrenen veya demir elde eden komünler uygarlığa geçmiyor, ama mızraklarını, oklarını, kılıçlarını bu sefer demirden yapmaya başlıyorlardı 126. Yani üretim ilişkileri komün olarak kalıyor ama bu komün artık demiri kullanan bir komün, bir terliksinin çok karmaşık bir tek hücreli olması gibi, çok karmaşık bir komün oluyordu. Ve komün uygarlıktan sadece demir, tunç gibi teknolojiyi değil, uygarlığın geliştirdiği manevi araçları da alıyordu. Örneğin, Muhammet’in yaptığı devrimle totemlere (putlara) tapan Arap kabileleri (komünleri), sadece demiri değil, aynı zamanda uyarlıkların binlerce yılda geliştirdiği tek ve soyut bir tanrı düşüncesini de tanımış komünler olarak uygarlığa geçiyorlardı. Dolayısıyla o komün gibi, geçilen uygarlık da klasik uygarlıklardan farklı oluyordu. Tarihe böyle bakılınca, Tarih aynı zamanda komünden uygarlıklara geçişlerin tarihi olarak görülüyordu. Bu komünler ve uygarlıklar da kendi içinde evrim geçirdiklerinden, tarih farklı aşamalardaki komünlerin farklı aşamalardaki uygarlıklara geçişleri olarak başka bir ışık altında görülüyordu.

126

Rus devrim Tarihi’nin ilk satırlarında Troçki de bu olguya dikkati çeker. Örneğin şöyle yazar: “yabanıllar, geçmişte o silahları birbirinden ayıran mesafeyi kat etmeksizin, ok ve yayı bırakıp tüfeğe geçerler”. Ama üzerinde durmaz bu olgunun. Ve o tüfeğe geçenlerin aynı zamanda uygarlığa geçtiklerini var sayar. Örneğin Tüfekle bizonları avlayan bir komünün ne olabileceği, taş baltayla bizon avlayan komünden nasıl farklı olacağı üzerinde hiç durmaz. Gerçek tarihte bu iş tüfekle olmadı ama taşın yerini tuncun ya da demirin almasıyla oldu. Bunun kavranamaması antik tarihin ve modern tarihin kavranamamasını beraberinde getirmektedir.

200


Böylece Sümer’de obsidyen taşı ve tunça dayanarak uygarlığa geçen komün ve ortaya çıkan uygarlık ile örneğin Roma’da demire dayanan komün ve geçilen uygarlık birbirinden çok farklı oluyordu. Böylece örneğin feodalizm de, aslında batı Avrupa’da komünden uygarlığa geçiş olarak görülüyor ve bu geçişin nasıl kapitalizme geçişle sonuçlandığı çok daha anlaşılabilir oluyordu. Evrimi sadece türden türe geçişler olarak kavrayan, dolayısıyla da komünü ta antik uygarlıklar öncesinde var olmuş, sonra varlığı son bulmuş bir toplum biçimi olarak gören bir anlayış için “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme Geçiş” akıl almaz bir saçmalık olarak görülüyordu. Çünkü kafadaki ilkel sosyalizm, taş devri ilkel sosyalizmiydi ve onun taş devriyle birlikte bittiği ya da yeryüzünün ücra köşelerinde, hala taş devrini yaşayan kabileler arasında önemsiz bir şekilde yaşadığı düşünülmekteydi. Çünkü türün kendi içinde bir evrim kavramı bulunmuyordu. Bu nedenle de insanlık tarihi ve toplumlar anlaşılmaz kalıyordu. Türün kendi içindeki evrimi kavrayışının kökleri ta İbni Haldun’a kadar gider. İbni Haldun, örneğin uygarlıkları birinci, ikinci ve üçüncü kuşak uygarlıklar olarak sınıflarken; uygarlığın uygarlık olarak kendi içindeki evrimini ifade etmiş oluyordu. Birinci kuşak uygarlıklar, nehir boylarının tunca dayanan uygarlıklarıydı; ikinci kuşak uygarlıklar subtropikal nehir boylarından kurtulmuş, Anadolu, İran, Balkan vs dağlarına ve yaylalarına yayılmış, demire dayanan uygarlıklardı ve üçüncü kuşak uygarlık dünya ticaretine dayanan İslam uygarlığıydı. Ama sadece bu kadar değil, bu birinci, ikinci ve üçüncü kuşak uygarlıklar da türün kendi içinde evrim geçiriyorlardı. Örneğin Hindistan birinci kuşaktan bir uygarlık olarak, bu temel anatomik özelliklerine dayanarak, kendi içinde bir evrim geçiriyordu. Hint Uygarlığı daha sonra demir de kullanır, İndus ve Ganj’ın alüvyonlu ovalarından Hint yarımadasının platolarına yayılır ama bir birinci kuşak uygarlığın kurumlarıyla; onun anatomik yapısı içinde kalarak. Bu nedenle Hinduizm tüm karmaşıklığına rağmen, çok tanrılı bir üstyapı olarak var olmaya devam eder. Hint uygarlığı, Mezopotamya ya da Mısır’ın birinci kuşak, nehir boyu uygarlıklarının kendi içinde evrim geçirmiş bir versiyonu olarak, bir tür yaşayan fosil gibi varlığını sürdürmeye devam eder 127. Bu onun kimi organlar bakımından çok gelişmiş olmayacağı anlamına gelmez. Örneğin Ahtapotlar özünde yumuşakçalardır ama bazı memeliler gibi gelişmiş bir zekâ ve çok iyi bir görme oranı, bukalemunlar gibi hızla renk değiştirme, balıklar gibi suda hızla hareket edebilme özellikleri geliştirmişlerdir ve yakın akrabaları midye ve istiridyelere göre çok karmaşık bir yapı sunarlar. Bu türün kendi içinde evrimi yaklaşımı, hem tüm insanlık tarihinin gidişini hem de var olan ve olmuş toplumları; onların muazzam çeşitliliğini anlamak için oldukça etkili bir kavramsal araç sunuyordu. Böylece birçok sorun bir yan ürün olarak bir çırpıda çözüyordu. Örneğin Aleviliğin kendi içinde çok evrilmiş bir komünün dini olduğu ortaya çıkıyordu. Protestanlığın

127

Altmışlı yıllardaki Asya Tipi üretim Tarzı tartışmaları, esas olarak düzgün ve aşamalı bir tarih anlayışına sadece bir aşama daha ekleyip eklememe sorunu etrafında dönüyordu ve dolayısıyla evrim teorisinin evrimi bakımından hiçbir ilerleme ve derinleşme anlamına gelmiyordu. Tam da türün kendi içindeki evrimi kavrayışından yoksun olduğundan, Hint ve Çin’de değişim olmadığı gibi sonuçlar çıkarmaya eğilimli olmuşlardır bu tartışmaları yürütenler.

201


da kapitalizmle değil komün ile ilgili olduğu 128, ama komünden kapitalizme geçildiği için bunun kapitalizme geçişle ilgili görünmesi gibi vs.. Ve yine bu türün kendi içindeki evrimi kavramı olmasaydı daha sonra Din’in ne olduğunu anlamak da mümkün olmazdı. Ama bu konuya ilerde gelinecek. * Buraya kadar özetlenen üç geleneğin geliştirdiği kavramsal araçlar ve kendi katkılarımla 1984 yılında Avrupa’da sürgün yaşamıma başladığımda, bu kavramsal araçlarla sosyalist ve işçi hareketine daha büyük katkılar yapılabileceğini düşünüyordum. Dünyadaki Marksistlere bu geleneklerin birbirini tamamladığını göstermek; ama özellikle Kıvılcımlı’yı Batılı Marksistlere tanıtmak ve, zaten kendilerinin de eksikliğini belirttikleri noktada (Tarih) bilmedikleri bir Marksist’in varlığını göstermekle sorunun hallolacağı ve Marksizm’in bu sentez üzerinden tekrar teorik ve entelektüel gücünü kazanabileceği kanısındaydım. Ama ortada bambaşka sorunlarla meşgul bir dünya buldum. Yıllarca hapiste ve Türkiye’nin taşralı ve kendisiyle fazla meşgul kültürel ortamında fark etmemiştim ama İdeolojik iklim de kökten değişmişti. Marksizm’e ölü köpek muamelesi yapılıyordu ve Marksizm’deki bu kazanımlara ilgi gösterecek kimse kalmamıştı. Üstüne üstlük, bu kazanımların pek bir öneminin olmadığı izlenimi veren başka sorunlar ve özneler çıkmıştı ortaya. Gelişmiş ülkeler işçileri burjuvazileriyle uzlaşmıştır. Geri ülkelerdeki ulusal kurtuluş savaşları Vietnam’ın zaferiyle zirvesine ve aynı zamanda sınırlarına varmıştır. Ne Vietnamlılara ne de insanlığa yeni bir perspektif sunamamaktadır. Sovyetlerde durgunluk ve çürüme iyice elle tutulur olmuştur. Sovyetler, ellili ve altmışlı yılların uzay’a Sputnikleri, Gagarinleri yollayan Sovyetleri değildir artık. İleri ülkelerde, 1968’in dalgası geri çekilmektedir. Ama bu geri çekilişe aynı zamanda “Yeni Sosyal Hareketler” denen Ekoloji, Barış ve Kadın hareketi gibi Hareketlerin yükselişi eşlik etmektedir 129. Kısa bir Fransa tecrübesinden sonra sürgün yaşamıma başladığım Almanya, seksenli yılların başında, Kadın hareketinde nispeten daha geri ve taşralı kalsa da, Ekoloji ve Barış hareketlerinde milyonluk füze karşıtı gösterileriyle ve aslında bu üç hareketin bir sentezi olan 128

Kıvılcımlı’nın “İlkel Sosyalizm’den Kapitalizme Geçiş” adlı yaklaşımı da türün kendi içindeki evrimi yaklaşımı olmadan anlaşılamaz. Yani kapitalizme geçişin ve geçemeyişin sırrı da tam buradadır. Protestanlığın sırrı da Komün’dedir. Komün’den kapitalizme geçildiği için, Protestanlık kapitalizme geçişin bir koşulu gibi görülmektedir. 18 Yüzyıla kadar süren cadı yakmalar da (“cadı” komün’ün anaerkil kalıntısı şamanıdır ve Avrupa’da komünün çok geç bir tarihe kadar yaşadığının bir kanıtıdır., Romantik düşüncenin Avrupa’daki varlığı da yine komün’den geçişle dolayısıyla Komün’ün kendi içindeki evrimiyle ilgilidir. Bu türün kendi içindeki evrimi kavramı olmadığından, Komün tarihin “kayıp halkası” olarak kalmaktadır. Kıvılcımlı Sempozyumu’na sunduğumuz “Kayıp Halka” adlı bildiride bu konuları ele alıyorduk. 129

Bütün bu olgular birçok Marksist tarafından ifade edilmiştir. Bir örnek:

“1970’lerden beri dünya kapitalizmi her zaman olduğundan daha pekişmiş olduğu halde, en görünürdeki muhalif güç v hareketler –sivil haklar, feminizm, ekolojik yenilenme, barış, müdahale karşıtlığı, eşcinsel hakları, topluluk eylemciliği ve gençlik kültürü vb. konular etrafında- ender olarak Marksizm’de (ya da sınıf mücadelesinde) önemli hareketlenme ya da kimlik kaynakları buluyorlar; birçokları ateşli bir biçimde anti/Marksist. İleri kapitalist dünyada (belki İtalya hariç) ırk/etnisite, cinsiyet ve yöreye bağlı kimlikler, sınıfla ilgili kimliklerden daha önde gidiyor. (...)” (Carl Boggs, Marksizm – Bölünmüş Miras, “Marksizm Tartışmaları – Manifesto’nun Güncelliği”, s.142)

202


Yeşiller’in parlamento’ya girmesiyle bir tür küçük devrim yaşamış gibiydi. Bütün bu gelişmeler soldaki politik ve teorik ortamı ve sorunları baştan aşağı değiştirmişti. Sisyphos gibi her şeye yeniden başlamak gerekiyordu. Böylece aynı zamanda somut politik mücadeleyle de doğrudan ilişkili olarak, Yeni Sosyal Hareketler ve onların gerek varlıklarıyla, gerek kendilerini var eden sorunlarla, gerek eleştirileriyle ortaya koydukları sorunlar teorik ilgimin merkezine geçti ve doksanlı yıllara kadar da orada kaldı. Elimdeki gelişmiş kavramsal araçlarla bu sorunlara da cevaplar bulmaya çalıştım. * Yeni Sosyal Hareketlerin Marksizm’in iki büyük üstünlüğüne ve tekeline son verdiği görülüyordu 130. Marksizm radikallik tekelini yitirmişti. Bu hareketler Marksizm’de ihtiyaç duydukları radikalliği ve onun teorik temellerini bulamıyorlardı. Anarşizm, Ütopik sosyalizm ve hatta Romantizm’de ihtiyaç duydukları teorik sorunları ve geleneği daha kolay bulabiliyorlardı. Bu Yeni Sosyal Hareketler, yepyeni paradigmalarla ortaya çıkmakta ve Tarihsel Maddeciliğin en temel kavram ve varsayımlarını sorgulamaya başlamaktaydılar. Bu “Yeni Sosyal Hareketler” Marksizm’i klasik reformist parti, akım ve hareketler gibi, aşırı ya da radikal olmakla değil, yeterince aşırı ya da radikal olmamakla eleştirmekteydiler 131. Marksizm sistemli ve kapsamlı bir teori olma tekelini yitirmişti. Bu hareketleri yaratan sorunlar klasik Marksist sorunların dışındaydılar. Bu özneler ne Marksizm tarafından incelenmiş, ne öngörülmüştü ve bilinen kavramsal araçlarla bu hareketleri açıklamak mümkün görülmüyordu.

130

“Son yıllarda marksizmin entellektüel cazibesini yitirmesinin ardında Yeni Sağ'ın saldırısı değil "Yeni Sosyal Hareketler"in varlığı bulunmaktadır. "Yeni Sosyal Hareketler" varlıklarıyla marksizmin iki tekeline son vermiş görünüyorlar. Marksizm doğuşundan beri toplumdaki en radikal muhalefeti ve eleştiriyi temsil ederdi, adeta bu alanda bir tekel kurmuştu. Ama yeni toplumsal hareketlerin varlığıyla bu tekelini yitirdi. Örneğin kadın hareketi, feminizm varolan sistemin eleştirisinde yaygın marksist anlayışlardan çok daha radikal yaklaşımlar getirdi. Marksizm aynı zamanda global bir teoriydi. Toplumsal gerçekliğin tüm yanlarını açıklama ve tutarlı bir kavram sistemi içinde toparlama yeteneğindeydi. Bu tekelini de yitirdi. Feminist ve ekolojik "paradigmaları" daha büyük bir sistem içinde özümleyebilmiş değil.” D. Küçükaydın, “Marksizm ve Günümüz Dünyası”, Birlik mi Rekompozizyon mu?, s.88-89, İstanbul, 1990 131

"Marksizm uzun süreden beri, sosyalist hareket içinde gerçek anlamda önem taşıyan entelektüel rakiplerle karşılaşmadı ya da doğrusu, tarihte sosyalist hareket dışında kalan eşit ölçüde sağlam veya güvenilir büyük şiarların hareketleriyle hesaplaşmadı. Ortaya çıkan sonuç Marksizm’in zayıf noktalarının kalıcı niteliğe bürünmesi olabilirdi ancak. Bilgi, uygun bir direnç katsayısı olmaksızın nadiren gelişir. Marksizm, çoğu kez, gerekli düzeltmelerden ve denge sağlayıcı ağırlıklardan yoksun olması nedeniyle sahip olduğu kendine özgü bazı atıl yönleri ve kusurları olgunlaştırmak suretiyle, bizzat kendi avantajlarının kurbanı olmuştur. Ancak bugün söz edilen avantajlar yeni bir baskı altına girmek durumundalar. Bu değişiklikten ancak memnunluk duyulabilir. Tarihsel materyalizmin geleneksel ayrıcalıklarından her biri, şimdi gerçekten önemli bir meydan okumayla karşı karşıya. En başta ve en belirgin biçimde bütünlüklü bir toplum teorisi olarak Marksizm’in sistematikliği, onun geleneksel kapsamının büyük bir bölümünün tamamıyla uzak kaldığı aile ve cinselliğe ilişkin söylemi geliştiren kadın hareketinin yükselişi tarafından sorgulanmaktadır.” (P. Anderson, Tarihsel Maddeciliğin İzinde, s.106-107)

203


Bu hareketler, yaptıkları eleştiriler ve ortaya attıkları sorunlar bir yana, varlıklarıyla bile Marksizm’in karşısına ciddi bir teorik sorun olarak ortaya çıkıyorlardı. Klasik paradigmada politik özneler, sınıflar, zümreler ve tabakalar olarak, üretim ilişkileri içindeki konum ve çıkarlarına göre var olurlar. Bildiğimiz, işçi sınıfı, köylülük, kapitalistler, büyük toprak sahipleri vs.. Klasik Marksizm bu özneler ve güçlerin ilişkilerini ele almıştı ve eski sorunlar çerçevesinde ortada ciddi bir teorik sorun bulunmuyordu. Hatta Kıvılcımlı ve Troçki’nin derinleştirmeleriyle gelişmiş ve güçlü kavramsal araçlar bulunuyordu. Ama bu Yeni Sosyal Hareketlerin hemen hepsinde ortak olan yan, bu öznelerin iktisadi ilişikler içindeki konuma göre var olmayışlarıydı 132. Bu nasıl açıklanacaktı? Nasıl oluyor da böyle iktisadi ilişkilerle belirlenmeyen özneler ortaya çıkabiliyordu? Bir ekoloji hareketi içinde tüm sınıflardan insanlar oluyordu örneğin. Kadın ya da Barış hareketleri de farklı değildi. İmanı bütün Marksistler ya eklektik cevaplarla, ya iman tazeleyerek, ya onları görmezden gelerek, ya onları eski bilinen hareketlerin Prokrutes yatağına sokarak 133 bir tepki gösteriyorlardı. Daha açık ve şüpheci olanlar ise bir süre sonra Marksizm’in radikal ve kapsayıcı olmadığını teslim ederek Marksizm’den uzaklaşıyorlardı. Ben ise bu hareketler ve ortaya attığı sorunlarla cepheden bir yüzleşmeye giriyor var olan ve bilinen biçimiyle Marksizm’in görünen zaaflarını teslim ediyor ama Marksizm’in bütün bu sorunları aşacak, tekrar eski radikalliğini, sistemliliğini ve kapsayıcılığını kazanmasını sağlayacak metodolojik ve teorik temellere sahip olduğunu savunuyordum 134.

132

Yeni sosyal hareketlerin bu özelliğine bir çok Marksist dikkati çekmiştir ama bunun genel bir açıklamasını sunamamışlardır. Bir örnek: “Çağımızda geleneksel işçi sınıfı mücadelelerinin görece düşüşüne ve tarihin Marksgil hikayesine uymayan mücadelelerin yükselişine dikkat çekerek işe başlamalıyız. Feminizm, eşçinsel hakları mücadelesi, barış ve çevre hareketleri, ırkçılık karşıtı hareketler ve etnisite ve ulusallık etrafında örgütlenen –bazıları ilerici bazıları gerici- hareketler gibi “yeni toplumsal hareketler”i kastediyorum. Bu hareketler, marksgil sınıf mücadeleleri anlayışından ayrılır; çünkü sınıftan başka kimlik öğeleri üzerine odaklanır. Ayrıca, Marksizm’in üretime odaklanmasıyla ilgisi olmayan, hatta bazı durumlarda bununla ters orantılı olan ilgi ve esinlere sahipler. Eğer bu hareketleri “sahte bilinçlilik”in ya da “yapay olumsuzluk”un ifadeleri olarak bir kenara atmayacaksak, Marksist teori hakkında ciddi sorular sormamız gerekir.” (Nancy Fraser, Marksizm İçin Bir Gelecek, “Marksizm Tartışmaları – Manifesto’nun Güncelliği”, s.89) 133

Örneğin Ekoloji hareketini teknik karşıtı küçük burjuva romantizmiyle, Barış hareketini Klasik pasifist hareketle, kadın hareketini yüzyılın başlarındaki Feminist hareketle bir görmek, orada yeni bir hareket ve sorunlar olduğunu görmek istememek. Ya da bu hareketleri Post Fordist toplumdaki işçilerin veya orta sınıfların birhareketi olarak görmek gibi. 134

Örneğin şöyle Yazıyordum Kuruçeşme’nin başlattığı tartışmalarda: “Özetlersek "Marksizm ve Günümüz Dünyası" başlığı altında tartışılması gereken gerçek sorun, "Yeni Sosyal Hareketler"in varoluşunun yarattığı sorunlardır. Bu sorunlarla ciddi biçimde yüzleşmek gerekmektedir. Bu yüzleşmeden iki sonuç çıkabilir: birincisi, Tarihsel Maddeciliğin artık bütün bu sorunları kapsayabilecek bir teori görevi göremeyeceği, bunu başaracak başka bir teoriye ihtiyaç olduğu. Biz bu kanıda değiliz. Bizim de görüşümüz olan ikinci sonuç, bu alanlardaki zaafın tarihsel maddeciliğin yapısal niteliklerinden kaynaklanmadığı ,onun gerçek tarihsel hareketinin bir ürünü olduğudur. Bütün bu hareketler ve onları yaratan sorunlar ve metodolojik problemler ve bizzat teorinin bu alanlardaki geriliği kanımızca Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemi içinde açıklanabilir.

204


Yapılması gereken yine o zamana kadar yapmaya çalıştığım gibi Marksizm’i geliştirmek, kavramları dakikleştirmekti. Marksizm benim için formüller toplamı değil, her şeyden önce bir yöntemdi. Dayandığım gelişmiş ve tutarlı bir sistem oluşturan kavramsal araçların dünyada hiçbir Marksist’te bulunmadığının ve bunun da sırtıma çok daha ağır yük bindirdiğinin, ekstradan bir sorumluluk yüklediğinin bilincindeydim. Ama kendi sınırlılıklarımın bilincindeydim. Bu nedenle, elimdeki kavramsal araçları paylaşmam gerektiğini düşünüyor ve bu yönde çabalar içinde bulunuyordum. Fakat bu çabalarım, özellikle Kıvılcımlı’nın önemini tanıtmaya yönelik çabalarım hiçbir sonuç vermemişti ve vermiyordu 135. Kendimi elimde “Kutsal emanetlerle” ortada kalakalmış gibi hissediyordum. İş başa düşmüştü. Böylece doksanlı yılların başına kadar teorik çalışmalarımın merkezinde Yeni sosyal hareketler nedeniyle ortaya çıkan sorunları Marksizm’in kavram sistemi içinde, bu sistemini geliştirerek, tutarlı bir biçimde açıklama çabaları yer aldı. Bilim birbirinden farklı görüngüler arasında ortak olanı bulmaktır. Daha önce nasıl üç heretik geleneği bir bütün içinde sentezlemeye çalıştıysam şimdi de “Yeni Sosyal Hareketler”i, bütün bu öznelerin varlığını ve bu özneleri yaratan sorunları, bir tek kavram sistemi içinde açıklamaya çalışıyordum 136. Bir ekoloji hareketi ile bir kadın hareketi ve bunları yaratan sorunlar nasıl aynı olgunun, aynı yasallığın, aynı gidişin farklı görünümleri olarak açıklanabilirdi? Ya da böyle bir ortaklık var mıydı? Ama sorun sadece bunlardan ibaret de değildi. Marksizm daha önce bu özneleri görmemiş ve bu özneleri ortaya çıkaran sorunlarda adeta kör kalmıştı 137. Dolayısıyla, sadece bu Biz bu açıklamanın sadece saf teorik bir sorun olduğu kanısında da değiliz. Toplumdaki tüm muhalif hareketleri kapsayacak radikal, devrimci bir program geliştirebilmek için global bir teoriye ihtiyaç vardır. Bugün, hiç bir zaman olmadığı ölçüde radikallik, eleştirellik ve bütünsellik birbirinden ayrılamayacak şekilde birbirine bağlıdır. Böyle bir bütünsel teoriye tarihsel maddeciliğin kavram sistemi içinde "Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi" ve "Eklemlenme" ya da "simbiyoz" kavramlarıyla ulaşılabileceği kanısındayız” D. Küçükaydın, “Marksizm ve Günümüz Dünyası”, Birlik mi Rekompozizyon mu?, s.91-92, İstanbul, 1990 135

Batılı ya da Avrupalı bir Marksist’e Az gelişmiş ülkenin bir Marksist’i olarak, hele sınırlı bir dil ile, bir şey anlatmanın olanağı yoktur. Zaten Tarih ufuklarının dışındadır ve Avrupa tarihi ile sınırlıdır. O tarihin de yanlış olduğunu akıllarına bile getirmezler. 136

Örneğin bu sorunu daha seksenlerin ikinci yarısında şöyle ifade ediyorduk: “Görüldüğü üzere, çekirdek fiziğinde olduğu gibi, işler iyice karışmış durumda. Ve bilimde nerede çokluk varsa orada bokluk vardır. Bunların bir tek ortak paydaya indirgenmesi gerekiyor. Ve kanımızca Marksizm bu potansiyele sahip. Ama şimdiye kadar, bir sistemleştirme çabası da pek ortada yok. Bu hareketler karşısında tek tek en doğru, ya da daha ihtiyatlı söylersek, doğruya en yakın tavrı alabilen Dördüncü Enternasyonal bile bu teorik, programatik, stratejik ve örgütsel sorunların farkında değil gibi. Bu farkında olmayışın en esaslı kanıtı şu: Kadınlar üzerine karar alındı, çevre ve barış hareketleri ve sorunları şimdi tartışılıyor, ama "Yeni Sosyal Hareketler" ve işçi hareketi diye genel bir çözümleme yapılmadı. Böyle bir sorun henüz gündemde değil. Böyle bir genelleme ise, hem bu hareketler karşısındaki tavırları bir sisteme sokar, hem de Kadın, Barış, Çevre hareketlerinde, önceden hazır olmamak nedeniyle kaybedilen öncülüğü, belki doğmamış başka bir harekette, örneğin göçmenler hareketinde —ki göçmen işçiler, yerli işçiler bölünmesi işçi hareketinin tarihinde gördüğü en korkunç tehlikeli bölünme özelliğini taşıyor— öncülüğün ele geçirilmesini sağlayabilir.” (D. Küçükaydın, Sesli Düşünmeler, “Devrimci Marksist Tartışma Defterleri”, sayı:5) 137

“Marksizm bu hareketleri öngöremedi. Bu hareketleri yaratan sorunlar ve bu hareketlerin esas teorik katkıları yaptıkları alanlar marksist öğretinin adeta kör noktalarını, az gelişmiş bölgelerini oluşturuyor.” (D. Küçük aydın, Marksizm ve Günümüz Dünyası, “Birlik mi Rekompozisyon mu?”, s.91)

205


hareketlerin var oluşunu ve karakterini değil, Marksizm’in bunları görmeyiş ve kör kalış nedenlerini de açıklamak gerekiyordu. Bu hareketleri yaratan sorunların ve bu öznelerin var oluşunun açıklaması, aynı zamanda Marksizm’in bu hareketleri niye göremediğinin bir açıklamasını da içermeliydi. Yani Marksizm’in kendi evriminin açıklaması ve sorunları da son derece pratik ve politik bir anlama sahipti. Bütün bunlar yapılmadıkça, Marksizm’in yeniden radikal, eleştirel ve kapsayıcı gücünü kazanması olası görünmüyordu. Elbette tutarlı ve sistemli bir cevap verme çabasının kendisi, o zamanlar yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan “büyük anlatıların sonu”nu ilen eden 138, ve o zamanki ilkel biçimlerinde “global teoriler veya tekçi açıklamalar totalitarizme yol açar” türünden görüşlerde dile gelen çağ ruhuna da açıktan bir karşı koyuş ve meydan okumaydı 139. * Bu hareketlerin hepsinde, bu hareketleri yaratan sorunlar karşısında, bilinen Marksizm’in boşluğu, suskunluğu ya da körlüğü onun artık açıklayıcı ve radikal bir teorik silah olmadığının kanıtı olarak görülüyordu. Bu durumda Marksizm ya bir kenara atılıyor, ya da eklektik teorilerle bu “eksikleri” kapatılmaya çalışılıyordu. Ben ise bunun son derece yanlış bir Marksizm kavrayışına dayandığını, Marksizm’in zaaf ve yetersizliği olarak görülen körlüğünün, suskunluğunun bizzat onun üstünlüğü olduğunu,

138

Murray Bookkchin 1991’de yazdığı şu satırlarda egemen anlayışı şöyle özetliyor: “Tüm yazılarımın amacı, ekolojik krizin toplumsal kaynaklarına ilişkin tutarlı bir görüş getirmek ve toplumu akılcı çizgilerde yeniden yapılandırmak için eko-anarşist bir proje sunmaktır. Burada kışkırtıcı bir şekilde tutarlı ve akılcı sözcüklerini kullanıyorum, çünkü bu terimler ortaya çıkmakta olan mistik ekolojilerin çoğunun lanetlediği sözcüklerdir. Ayrıca bu sözcükler, genel olarak Anglo-Amerikan dünyada ve bugün Avrupa’nın birçok yerinde tamamen insanlık durumunun bir parçası haline gelmiş olan çok daha genel bir ruh haline meydan okumak için kullanıldılar. Özellikle en kaba biçimleri içinde olmak üzere, postmodernizm, tutarlı ve akılcı bir radikal politik düşünceler bütünü ihtiyacına rahatsızlık verici bir etkide bulundu.”( Özgürlüğün Ekolojisi, s.26)

139

O zaman örneğin şöyle yazıyordum: “Oya Baydar'ı bu relativizme iten, Sovyet deneyinden kendince çıkardığı şu sonuçtur : "Tekçi görüş diktatörlüğe yol açar". Diktatörlüğe giden yolu tıkamak için de sayın hocam bir mevlana tekkesi açar. Tek bir doğru olduğu inancının demokrasi ya da bilimin gelişmesinin önünde bir engel olacağı anlayışı, bu varsayım, hala sosyalist demokrasinin ne olduğunun kavranamadığını, kafalardaki sosyalizmin hala bir partinin egemenliği olarak varlığını sürdürdüğünü gösterir. Tek bir doğru olduğu inancının demokrasiyle ilişkisi yoktur. Demokrasi, tam da her görüşün taraftarlarının kendi görüşlerinin en doğru olduğuna inandıkları varsayımına dayanır. Demokrasi bir bakıma her biri kendisinin en doğru olduğuna inananların yığınların özgür olarak seçilen ve geri alınabilen temsilcilerinin çoğunluğun oylarını alarak programlarını uygulamaya çalışmaları demektir. Bilim alanında da herhangi bir teoriyi savunanın onun tek doğru olduğuna inanması ve bunu karşıki tarafa mantıki önermeler ya da deneylerle kanıtlayarak iknaya çalışması başka, idari tedbirlerle diğerini yok etmesi başkadır. Proletarya diktatörlüğü ya da sosyalist demokrasi tehlikeyi bu inançta değil, birilerine diğerlerini ezme yok etme yetkileri veren mekanizmalarda ve onları egemen kılan güçlerde görür. Tehlike tekçilikte değildir, tehlike tekçiliği tehlike gören, ama şu veya bu görüşün eline diğerlerini ezme olanakları da veren mekanizmaları sorgulamaktan kaçınan ve iktidara gelirse tekçi görüşleri demokrasiye ye de bilimin gelişmesine aykırı görerek yasaklama potansiyeli taşıyan rölativist çokçu görüşlerdedir.” D. Küçükaydın, “Günümüz ve Marksizm Konusunda Tebliğler ve Tartışmalar Üzerine Bir Değerlendirme”, Birlik mi Rekompozisyon mu?, s.106

206


problemin başka yerde aranması gerektiğini düşünüyordum ve bu yaklaşımımla bütün hepsinden ayrılıyordum. Bütün bu eleştirilerde esas sorun, Ekonomi Politiğin ne olduğunun, dolayısıyla yönteminin ve Marksizm (yani Tarihsel Maddecilik veya Sosyoloji) ile Ekonomi Politiğin ilişkisinin anlaşılamamasında toplanıyordu. Klasik Marksizm, Ekonomi Politiğin Eleştirisinde, yani Kapital’de malların değişim değerleri üzerinde yoğunlaşmıştır, kullanım değeri, yani malların nitelikleri ve yararlılıkları ekonomi politiğin konusu olmadıklarından, bir ürünü mal yapan onun bir değişim değeri olması olduğundan, kullanım değeri Marksist literatürde pek söz konusu edilmez. “Marksizm” kullanım değeri körü olagelmiştir. Yeni Sosyal Hareketler ise, özellikle Ekoloji hareketi, Kullanım Değerini, ürünlerin ve malların niteliklerini, yararlılıklarını, fiziksel özelliklerini gündeme getiriyordu. Bunun tam tersi bir durum da, aslında Marks’ın en büyük keşfi olan, artı değerin kaynağı, işgücü denen metada ortaya çıkıyordu. İşgücünün cinsi, ırkı, ulusu inancı vs. ile onun kullanım değeri (yani artı değer üretme özelliği, kendisinin yeniden üretimi için gerekli olandan daha büyük değer üretebilme özelliği) arasında hiçbir ilişki yoktu. Sermaye ve ekonomi politik açısından bunların (ırk, cins, ulus, inanç vs.) hiç birinin önemi olmadığından, Marksizm, İşgücü denen meta söz konusu olduğunda, sadece onun kullanım değeri (artı değer üretme özelliği) analizinin konusunu oluşturuyordu. Yani Marksist teori, mallarda kullanım değeri körü olurken, işgücü denen malda, onun kullanım değerinden başka her özelliğine kör kalmış; ırk, cins, ulus ve din körü olagelmişti. Yeni sosyal hareketler ise (kadın, siyah, göçmen hareketleri) tam da bu kör olunan noktada ortaya çıkıyorlardı ve Marksizm’i bu körlüğü nedeniyle eleştiriyorlardı. Buradan da Marksizmin Beyaz, Erkek ve Avrupalı (Batılı) olduğu sonucuna ulaşıyorlardı. Tam bu noktada, “körlük” ile Yeni Sosyal Hareketler ve onları yaratan sorunlar arasında bir ilişki olduğu ortaya çıkıyordu. Bu ilişki, aynı zamanda bütün bu Yeni Sosyal Hareketleri bir tek kavram sistemi içinde toparlamanın mümkün ve gerekli olduğunun ipucunu veriyordu. Körlük, yani Marksizm’in zaafı olarak görülen nokta, aynı zamanda bu hareketlerde ortak olanı da göstermiş oluyordu. Körlüğün nedeni bu hareketlerin var oluş nedenini de açıklayacak ipucunu verebilirdi. Bütün bu Marksizm’in körlüğü ve zaafı olarak görülenler aslında Ekonomi Politiğin körlükleriydi 140. Peki ama Ekonomi Politik neydi ve Ekonomi Politiğin körlükleri Marksizm’in bir zaafı anlamına gelir miydi? * Ekonomi Politikteki körlüğü Marksizm’in zaafı olarak görenler, Ekonomi Politiği, ekonomiyi (toplumun altyapısını) inceleyen bir bilim sanıyorlar, onu sosyolojinin (Tarihsel 140

Örnek: “Marksist kategoriler, sermayenin kendisi gibi, cinsiyet körüdür.” (Heidi Hartmann, Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği, “Kadının Görünmeyen Emeği – Maddeci Bir Feminizm Üzerine”, s.137) Veya şu satırlar: “Marksist çözümleme, tarihsel gelişim yasalarına ve özellikle sermaye yasalarına ilişkin temel bir içgörü sağlarken, Marksizm’in kategorileri cinsiyet körüdür.” (s.129)

207


Maddeciliğin) ekonomiyi (toplumun üretim, bölüşüm, tüketim ilişkilerini) inceleyen bir alt bölümü gibi kavrıyorlardı. Bu son derece yaygın ve el kitaplarında bile yayılan bir yanlışlıktı. Tam da bu nedenle, Ekonomi Politiğin “zaafını” ve “körlüğünü”, Marksizm’in zaafı ve körlüğü olarak görüyorlardı. Ekonomi Politik ise sosyolojinin ekonomik olguları inceleyen bir alt bölümü değil; Meta’nın ortaya çıktığı noktada ortaya çıkan, toplumsal gidiş üzerinde sanki doğa yasaları gibi bir etkide bulunan veya öyle görünen bambaşka bir var oluş ve hareket tarzını inceleyen bir bilimdi. Ekonomi Politiğin Sosyolojiyle ya da Tarihsel Maddecilikle ilişkisi, örneğin Fiziğin Termodinamik, Mekanik veya Hidrolik gibi bir alt bölümüyle ilişkisi gibi değildi. Ekonomi Politiğin Tarihsel Maddecilikle ilişkisi, Biyolojinin Fizikle ilişkisi gibiydi, ortada bambaşka bir varoluş ve bambaşka yasalara bağlı bir hareket vardı. Bu hareketi inceleyen bilimin alanına girmeyen konular bir körlük gibi görünüyordu. Kavranılmayan tam da buydu. Ekonomi Politiğin konusunun tarih ve toplumla ilişkisi yoktur, onun konusu metaların ortaya çıktığı noktada çıkar. Meta üretiminin olmadığı bir toplumda, ekonomi politiğin konusu yoktur, tıpkı üzerinde bir canlı olmayan bir gezegende biyolojinin konusunun olmaması gibi. Öte yandan bütün insanlar erselik olsa, ürünlerin fiziksel özellikleri canlı yaşam üzerinde bir etkide bulunmasa veya yeryüzü denen gezegen sonsuz olsa; insanların hepsi klonlanmış gibi birbirinin aynı olsa, böyle bir dünyada veya toplumda da, eğer meta üretimi ve hele özellikle genelleşmiş meta üretimi varsa, ekonomi politiğin konusu olan olgular ve onlardan çıkan yasalar aynen bu günkü dünyadaki gibi varlıklarını sürdürürler. Bu farkı anlamak için fizik ve biyoloji arasındaki ilişkiden şöyle bir örnek açıklayıcı olabilir. Dünyadaki karbona dayanan hayat olduğu gibi, teorik olarak silisyuma dayanan bir hayat da mümkündür. Dünyadaki hayat silisyuma dayanan bir hayat olsaydı, o silisyuma dayalı hayatta da Darwin yasaları geçerli olurlardı. Çünkü bu yasalar canlı oluşun kendisiyle, canlılığın tanımıyla ilişkilidir. Hayatın silisyuma mı karbona mı bağlı olarak oluştuğu biyolojinin konusunu oluşturmaz. Biyoloji canlıların oluşturan fiziksel özellikler karşısında, tıpkı ekonomi politiğin kullanım değerleri veya işgücünün maddi manevi özellikleri karşısında olduğu gibi kördür ve kör olmalıdır. Biyolojinin bu körlüğünü onun zaafı gibi almak biyolojinin konusunun ne olduğunu anlamamak olur. Bu “körlük” onun zaafı değil, tam da üstünlüğüdür. Aynı durum Tarihsel Maddecilik (Marksizm) ile Ekonomi Politik arasındaki ilişki için de geçerlidir. Ekonomi politiğin “körlükleri” onun üstünlükleridir. Bu anlaşılmadığı için, Das Kapital’in metodolojik üstünlüğü bir zaaf gibi görülüyordu. Onun metodolojik üstünlüğünün yarattığı körlükler, sanki Marks’ın ve Marksizm’in zaafları gibi sunuluyordu. Nesnel metodolojik bir sorun, öznel psikolojik veya kültürel bir sorun olarak sözde açıklanmış oluyordu. Öncelikle Ekonomi ile Ekonomi Politiği birbirinden ayırmak gerekiyordu. Toplumdaki üretim, dolaşım, dağılım, tüketim ilişkileri ekonominin konusudur. Bunların var olması için ille de ekonomi politiğin konusunun var olması, yani metanın ortaya çıkmış olması gerekmez. 208


Örneğin meta üretiminin olmadığı, kullanım değerleri üretimine dayalı bir sosyalist toplumda Ekonomi Politiğin konusu olan olgular olmayacaktır ama Ekonominin konusu olan olgular, (üretim, dağılım, tüketim) var olmaya devam edeceklerdir. Teorik olarak ancak üretimin de ortadan kalktığı noktada, yani zenginliklerin gürül gürül aktığı bir cennette, yani şu komünist toplumun üst aşamasında Ekonominin de konusu ortadan kalkar. Bu nedenle Das Kapital’in konusu ekonomi değildir. Kaldı ki, Marks’ın temel kitabı olan Das Kapital, bir Ekonomi kitabı olmadığı gibi bir Ekonomi Politik kitabı da değildi. O alt başlığında da ifade edildiği gibi, “Ekonomi Politiğin Eleştirisi”ydi. 141 İki anlamda eleştiridir, meta ilişkilerini inceleyen bilimin (İdeolojinin) Ekonomi Politiğin (çünkü Ekonomi Politik Bilim değil bir İdeolojidir) eleştirisidir. Aynı zamanda bu bilimin konusunun, yanı meta ilişkilerinin eleştirisidir. Yani hem kendi konusunu yok etmeye yöneliktir ve hem de onun tarihsel ve geçici niteliğini göstermeye yöneliktir. Bu bunlar şu anlama gelir, Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Tarihsel Maddeciliğin ekonomiyi inceleyen bir alt bölümü değildir. O bambaşka bir var oluşun, bambaşka bir hareket tarzının, bambaşka yasalarını inceleyen bir bilimdir. Tarihsel Maddeciliğin konusu olan Toplum ve onun hareketi, evrimi, bu bilimin konusunun ön koşuludur ama ekonomi politiğin konusunun, yani meta ilişkilerinin kendi yasaları vardır. Bu yasalar tüm toplumsal hayatı, tıpkı yeryüzündeki canlı hayatın tüm coğrafyayı (atmosferi, karaları, denizleri) belirlemesi gibi, tüm tarihsel gidişi kendi girdabına çekse bile, ayrı bir hareket ve varoluş biçiminin yasaları olarak kalırlar. Marks’ı Kapital’de kullanım değerlerini incelememekle veya iş gücünün özelliklerini konu etmemekle eleştirmek, Darvin’i Termodinamik yasaları veya atomların periyodik sistemiyle ilgilenmemekle eleştirmek gibidir. Ortada Erkek veya Beyaz veya Avrupalı olmaktan değil, Ekonomi Politiğin kendi konusundan ve metodundan doğan nedenler vardır.

141

“Marks’ın Kapital’e “Ekonomi Politiğin Eleştirilmesi” alt başlığını koyması, kapital için hazırlık çalışması olan eserine: “Ekonomi Politiğin Eleştirilmesinin Ana Hatları” (Grundrisse der Kritik der politischen Eokonomie) demesi tesadüf değildir. Marks’a göre ekonomi politik özü bakımından ideolojidir. “Marksist Felsefe” olmadığı gibi, “Marksist ekonomi politik” de yoktur. Marks’ın eseri, devrinin bu iki büyük ideolojisinin aşılmasının bir eseridir. (...) “Bizzat Marks, ardından da Rosa Luxemburg, Hilferding, Buharin ve Preeobrajenski bu konuda çok kesindirler. (...) “Şüphesiz emtia üretimi vraolduğu müddetçe ekonomi bilimi, gerçeğin bilinmesi aracı olarak varolur. (...) Fakat kategorilerin bu sona erme süreci tamamlandığı zaman, şimdiki zamanın bilimi olarak “ikonomik bir doktrine” yer yoktur artık. (...) Marksist iktisatçılar kendi mesleklerini ortadan kaldırmak amacıyla bilinçli bir şakilde çalışacak ilk bilim adamları kategorisi olmak şerefini taşıyorlar.” (E. Mandel, age., s. 436-439) Mandel’in bu satırları hem açıcıdır, yani ekonomi politiğin konusunun meta üretiminin ortaya çıktığı yerde var olduğunu söylemektedir, hem de kafa karışıklığını yansıtmaktadır, yani meta üretiminin yasaları ile üretim ve tüketimin yasalarını özdeş aynı bilimin konusu gibi görme, hatasını işlemektedir. Sanki meta üretimi dışında ekonomik kategoriler (Üretim, Dağıtım, Tüketim, Bölüşüm, Ürün, Artı Ürün, Emek vs.) var olamazmış gibi düşünmektedir. Zaten bir bakıma bu ayrımdaki belirsizliği, Ekonomi Politiği (öyle olmadığını da söylemesine rağmen) Ekonominin bilimi gibi sanması, sermayenin gerçek tarihsel hareketinde ortaya çıkan çarpılmaları, simbiyoz ilişkileri kavrayamamasına, öyle olmamak istemesine rağmen derinden derine tıpkı Marks gibi Beyaz, Erkek ve Avrupalı bir politik bakış açısına ve stratejik yaklaşıma yol açmış gibi görünmektedir.

209


Dolayısıyla Das Kapital’de bunların olmaması bir zaaf değil bir üstünlüktür. Bu saf hareket bilinmeden somut biçimler (Ya da Gerçek Tarihsel Hareket) anlaşılamazdı. Marks’ın dediği gibi “insanın anatomisi maymunun anatomisinin anahtarıdır”. Onun için genelleşmiş meta üretiminin analizi metanın daha az yaygın olduğu toplumları veya onun gerçek tarihsel hareketindeki çarpılmaları anlamanın anahtarıydı. Marks bu anahtarı ortaya çıkarmakla uğraşmıştı 142. Özetle yanlış, yanlış yerde aranıyordu. Hem de önsözlerinde Marks’ın yaptığı açıklama ve uyarılara rağmen. * Elbette Marks sadece bir başlangıç yapmıştı. Sonra gelenlerin bu anahtarı kullanarak maymunun anatomisini de araştırmaları gerekiyordu. Kapitalizmin gerçek tarihte uğrayacağı çarpılmaları ve kapitalizm öncesi üretim biçimlerini anlamak için gerekli anahtarı sağlama çabasıydı Marks’ınki. Kaldı ki Marks, bunun nasıl yapılabileceğinin ipuçlarını da vermişti örneğin Rant teorisini ele alırken. Yani Marks’ın Kapital’i çok küçük bir bölümü tamamlanabilmiş bir planın, ondan da çok küçük, yazılabilmiş bir bölümüydü. Bu küçük bölümde bile gereken ipucunu ve metodolojik ilkeyi veriyordu. Sermaye’nin Soyut 143 Hareketinden Gerçek Tarihsel Hareketi’nin 144 analizine giden bir yol izliyor ve orada bu soyut hareketin izlediği çarpılmaları ele almaya başlıyordu.

142

“Her başlangıcın güçlüğü, bütün bilimler için geçerlidir. Bu yüzden, birinci bölümün, özellikle de metaın tahlilini kapsayan kesimin anlaşılması, daha zor olacaktır. Özellikle değerin özü ve değerin büyüklüğünün tahlili ile ilgili yerleri, elden geldiğince herkesin anlayabileceği gibi yazdım.[1*] Tam gelişmiş hali para-biçimi olan değer-biçimi, son derece kolay ve yalındır. Bununla birlikte, insan aklı, iki bin yıldan fazla zamandan beri boş yere bunun sırrını kavramaya çalışırken, öte yandan, çok daha karışık ve karmaşık biçimlerin başarılı tahliline, hiç değilse bir yaklaşım sağlanmıştır. Niçin? Çünkü, organik bir bütün olarak bir cisim, bu cismin hücrelerinden daha kolay incelenir de ondan. Ayrıca, ekonomi biçimlerinin tahlilinde ne mikroskoptan yararlanılabilir, ne de kimyasal ayıraçlardan. Her ikisinin de yerini, soyutlama gücü almalıdır. Ancak, burjuva toplumda emek ürününün metabiçimi —ya da metaın değer-biçimi— ekonomik hücre-biçimidir. Bu biçimlerin tahlili, sığ bir gözlemciye, küçük ayrıntılar gibi gelebilir. Aslında da, küçük ayrıntılar üzerinde durulmaktadır, ama tıpkı mikroskobik anatomide yapıldığı gibi. Bu nedenle, değer-biçimi üzerine olan kesim dışında bu cilt, zor anlaşılıyor diye suçlanamaz. Ben, burada, elbette, yeni bir şey öğrenmek isteyen, dolayısıyla da kendi başına düşünme çabasında olan okuru kastediyorum.” (K. Marks, Almanca Birinci Baskıya Önsöz, “Kapital”) 143

“Fizikçi, fiziksel olguları, ya en, tipik biçimde oldukları, bozucu etkilerden en uzak bulundukları yerlerde gözlemler, ya da olanaklıysa, olayın en normal biçimde geçmesini sağlayacak koşullar altında deneyler yapar. Ben, bu yapıtta, kapitalist üretim tarzını ve bu tarza tekabül eden üretim ve değişim koşullarını inceleyeceğim. Bugüne kadar, İngiltere, bunların klasik yurdu olmuştur. Teorik düşüncelerimin gelişmesi içinde, İngiltere'nin başlıca örnek olarak gösterilmesinin nedeni işte budur.” (K. Marks, Almanca Birinci Baskıya Önsöz, “Kapital”)

144

Ulusal Kurtuluş Hareketleri ve Kadın Hareketi’ni incelerken, Mandel’de, Rosa Luxemburg’un Marks Eleştirisinin Eleştirisi bağlamında “Sermayenin Gerçek Hareketi” kavramıyla karşılaştım. Daha doğrusu bu kavram üzerinde tekrar yoğunlaştım. Mandel Söyle yazıyordu: 144 “Rosa Luxemburg’un sermaye birikiminin (artık-değerin gerçekleşmesinin) prekapitalist bir çevre dışında mümkün olmadığını ispatlamak için giriştiği teşebbüs bilinmektedir: Bu teşebbüsün boşa gittiğine inanıyoruz. Fakat aynı zamanda Rosa’nın, Sermayenin bilfiil kapitalist bir “merkezden” kapitalist olmayan bir “çevreye” doğru başlayan gerçek hareketini açıklayıp tahlil ettiğine inanıyoruz.” (Ernest Mandel, Marksist Ekonomi El Kitabı, III, s.449) Biz Mandel’in “Sermayenin Gerçek Hareketi” ifadesi yerine “Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi” dedik onu

210


Toprakta özel mülkiyetin olmadığı; toprak tekelinin olmadığı bir dünyada da kapitalizm olurdu ve bu soyut hareket çok daha yakın bir kapitalizm olurdu. Ama kapitalizm somut tarihte, toprakta özel mülkiyetin olduğu, toprak üzerinde bir teklen bulunduğu bir dünyada doğmuştu ve Marks üçüncü ciltte bu somut tarihsel harekette sermayenin uğradığı çarpılmayı ele alıyordu. Ekonomi Politik elbette metanın ortaya çıkışıyla birlikte ortaya çıkan yasaları inceliyordu. Ama bu gelişimin somut biçimleri ve izlediği yollar sonraki bir aşamadır. Yani Kapital’de ele alınan soyut hareket ile Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi ayrıdır. Tahlil gerçek tarihsel harekete doğru gelişmelidir. Soyut hareket bakımından Toprak tekeli ve toprakta özel mülkiyet kapitalist üretimin bir koşulu değildir. Ama gerçek tarihsel hareket toprakta özel mülkiyet tekelinin olduğu koşullarda doğmuştur ve bu sermayenin gerçek tarihsel hareketinin soyut hareketten farklı olmasına yol açmıştır.. Bu, tıpkı laboratuar koşullarında bir boşlukta demir ile aynı hızla yere düşen bir kâğıdın havada bu düşüşünün çarpılması ve yavaşlaması gibidir. Aynı şekilde, Sermaye gerçek tarihte, hareketini prekapitalist ilişkilerin olduğu bir dünyada ona doğru yayılarak gerçekleştirmişti. Aynı şekilde kadınların ezildiği bir dünyada gerçekleştirmişti. Bütün bu faktörlerle o hareketin nasıl bir değişim geçirdiği ve geçireceği incelenmeliydi. İşte bu gerçek tarihsel hareket ve onun yarattığı çarpılma tam da “simbiyoz”, “eklemlenme”, “kaynaşma” dediğimiz, daha önce Kıvılcımlı’nın katkıları bağlamında da ele aldığımız, mekanizmalarla işliyordu. Yani az gelişmişliği, dolayısıyla ulusal hareketlerin varlığını açıklamakta kullanılan mekanizma ve kavramlar aynı zamanda yeni sosyal hareketleri var eden mekanizmaları da açıklıyordu. Yüzyılın başında da Marksizm tıpkı bugün olduğu gibi, geri ülkeler ve ulusal kurtuluş savaşları körüydü bir bakıma. Ve tabii bu “Yeni” Sosyal Hareketlerin Yeni olmadığını, ya da Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin de bir “Yeni Sosyal Hareket” olduğunu, onların da Ulusal hareketler gibi, aynı fenomenin, yani sermayenin gerçek tarihsel hareketinde çarpılması, başka baskı ve sömürü biçimleriyle kaynaşması ve eklemlenmesi ve buna bağlı olarak yeni öznelerin ortaya çıkması genel olgusunun özgül bir biçimi olduğunu da gösteriyordu. Böylece tüm “Yeni Sosyal Hareketler” Ulusal kurtuluş ve Siyahların hareketleri de dâhil olmak üzere, Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi genel çerçevesi içinde ve özgül Eklemlenme (Simbiyoz, kaynaşma) biçimleriyle bir tek kavramsal sistem içinde toparlanabiliyordu. *

soyut hareketinden farklı olarak tanımlamak için. Ne var ki bu kavramdan bizim ve Mandel’in çıkardığı sonuçlar tamamen farklıdır. Mandel bu kavramı kullanarak, az gelişmişliği kapitalizmdeki sektörler, sanayi kolları, bölgeler az gelişmişliği gibi ele almaktadır. Bu bakımdan, bizzat kendisinin de belirttiği gibi A.G.Frank’a yakındır (age. S.450). Mandel orada bu tezinin tartışılmamış olmasından yakınır: “(...) bu konuda ortaya koymaya çalıştığımız genel problemin hiçbir eleştirici tarafından kavranmamış olması ve önerilen hal çaresini kimsenin tartışmaması (...) haylı ilginçtir” (age. S. 457). Bizim yaklaşımımız bir bakıma bu tartışmaya bir katkı ve eleştiri olarak da görülebilir.

211


Sermaye gerçek tarihsel hareketinde, soyut hareketi hiç de bunu gerektirmemesine rağmen, bu özgül baskı biçimlerini ve dolayısıyla bu özneleri yaratıyordu. Bu özneleri yaratan mekanizma ise “Eklemlenme” veya “simbiyoz ilişki”ydi. Engels örneğin Ailenin devletin kökeni diye bir kitap yazmış ve kadının üzerindeki baskı ve sömürüyü uzun uzun anlatmıştı ama hiçbir zaman kadınların bir özne olacağını düşünmemiş, böyle bir öngörüde bulunmamıştı. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte ailenin dağılacağını ve ev işinin ortadan kalkacağını ve kadın sorununun çözüleceğini düşünüyordu. Gerçekten de Ekonomi Politik açısından, yani sermayenin saf ve soyut hareketi bakımından, işgücünün cinsiyetinin onun kullanım değerini (artı değer üretme özelliğini) hiçbir şekilde etkilememesi nedeniyle, kadın ve erkek eşitliği, tıpkı toprakların kamu malı olması gibi, burjuvazinin ve kapitalizmin çıkarlarıyla uyum içindedir. Dolayısıyla Kapitalist gelişmenin özellikle kadını üretime çekerek aileyi ve ev işindeki ödenmeyen emeği kaldırma eğiliminde olması gerekir. Engels’in çıkarsaması da buna uyundur. Bu metodolojik olarak, tıpkı Marks’ın başlangıçta, kapitalizmin gelişmesinin prekapitalist ilişkileri tasfiye edeceğini düşünmesi ve dolayısıyla az gelişmişliğin gelişmesi gibi bir olguyu ve ulusal kurtuluş savaşları diye bir özneyi akla getirmemesi gibidir. Ama Marks, sadece tasfiye değil, simbiyoz bir ilişki, bir eklemlenme olduğunu gördüğünde, örneğin İrlanda konusunda olduğu gibi, başka bir özneyi de tanımış ve öngörmüş oluyordu. Kadının ezilmesi konusunda olan tam da aynı mekanizmanın bir başka görünümüdür. Kapitalizm, Engels’in öngörüsünün aksine, aileyi tasfiye etmiyor onunla simbiyoz bir ilişkiye giriyor ve tıpkı ulusal kurtuluş savaşları gibi kadın hareketi diye bir özne ortaya çıkıyordu. Yani sermayenin gerçek tarihsel hareketinde, ailenin ve kadının ödenmemiş emeğinin kapitalizmle eklemlenmesi ve değişip pekişmesi söz konusu oluyordu. Bu tıpkı kapitalizm öncesi ilişkilerin ve sınıfların tasfiye edilmemesi onlarla simbiyoz bir ilişkiye girilmesi gibiydi. Elbette tıpkı sömürge sorununda olduğu gibi bunun ardında da kar ve daha çok kar vardı. Aile ve kadının ödenmemiş emeğiyle işgücünün üretimi ve yeniden üretiminin masrafları dolayısıyla işgücünün fiyatı düşük tutulabiliyor bu artı değer ve kar oranlarında düşüşü engelleme veya bir yükseliş sağlıyordu. Ayrıca, erkek işçilere bir ev kölesi vererek, onların tüm hınç ve memnuniyetsizliklerini üzerine çeken bir paratoner de sağlamış oluyordu. Böylece gerçek tarihsel harekette Proletaryanın yapısı, bölünüşü ve zümrelerinin çıkarları da değişiyordu. Kadın hareketi böyle bir açıklama getiriyordu. Bu açıklamalar, birçok durumda Marksizm’in eleştirisi biçiminde ifade edilse bile, aslında tıpkı Kıvılcımlı veya İrlanda konusundaki Marks gibi, onlarla aynı yöntemle Marksizm’i geliştiriyordu. Marksizm bir bakıma Marksizm eleştirisi biçiminde ve anti Marksist bir tonla Kadın Hareketi tarafından geliştiriliyordu. Yapılan sermayenin gerçek tarihsel hareketinin ve bu hareket içinde simbiyoz veya eklemlenme ilişkisinin ortaya çıkmasının incelenmesinden başka bir şey değildi. Ve metodolojik olarak Marks’ın sonraki yaklaşımlarıyla, Kıvılcımlı’nın katkılarıyla tam bir uyum içindeydi. Marksizm’in yapması gereken bu kendiliğinden Marksizm’e sahip çıkmak ve onu benimsemekten başka bir şey değildi. 212


* Nispeten daha farklı gibi görünen Ekoloji hareketi de Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi kavramı aracılığıyla diğer yeni sosyal hareketlerle aynı özün bir görünümü olarak açıklanabiliyordu. Sonsuz büyük bir gezegen veya ürünlerin ve yakıtların fiziksel özelliklerinin var oluşun koşullarını yok etmediği bir dünyada da kapitalizm olabilir. Hatta soyut olarak ekolojik bir kapitalizm bile mümkündür. Tıpkı fizik yasaları gibi toplumsal hukuki yasalarla bu gibi maddelerin kullanımı ve üretimi yasaklanabilir ve sınırlanabilir. Bu bile mümkündür teorik bir olasılık olarak. Bunların sermayenin kendi saf hareketiyle ilgisi yoktur ve dolayısıyla ekonomi politiğin konusunu oluşturmazlar. Ama elbette sosyoloji ve tarihin konusudurlar. Ne var ki, sermayenin gerçek tarihsel hareketi böyle bir dünyada olmaktadır ve bu nedenle üretilen ve tüketilen ürünlerin fiziksel özellikleri insanlığın var oluş koşullarını tehdit etmektedir. Ekoloji hareketi de bu somut tarihsel hareketin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır tıpkı bir kadın veya ulusal kurtuluş hareketi gibi. Böylece hem Marksizm’in bu hareketleri niye ön görmediği, hem de tüm yeni sosyal hareketleri yaratan sorunlar ve bu öznelerin varlığı bir tek kavram sistemi içinde topluca açıklanabiliyordu Marksist yöntemle. * Soruna böyle yaklaşınca, Marksizm’e yönelik eleştirilerin bir başka yanlışı daha da yan ürün olarak açığa çıkarılmış oluyordu. Marks ve Engels’in cinsel, ulusal ve ırksal baskıları ve bunlara bağlı olarak çıkacak özneleri ön görmemesi genellikle Kadın konusunda birer Erkek; Irkçı baskı konusunda Beyaz; Ulusal hareketler konusunda Avrupa Merkezci veya ilerlemeci olmalarıyla açıklanıyordu. Böylece bu açıklamanın yanlışlığı kadar metodolojik kökleri de ortaya çıkarılmış oluyordu. Marks, Erkek, Beyaz ya da Avrupalı olduğu için değil, Kapital’de sermayenin saf hareketini incelediği için ve çıkarsamalarını buradan yaptığı için bu sorunları ve hareketleri ne öngörmüş ne de bu sorunlar üzerine yoğunlaşmıştı. Diğer bir ifadeyle, Yeni Sosyal Hareketlerin ürünlerin kullanım değerlerini, İş gücü denen metaın ise cinsi, ırkı milliyeti gibi özelliklerini sorun etmesi ve bizzat bunlardan ortaya çıkması ve Marksizm’in bu alanlarda tam ters bir konumda bulunması, erkeklik, beyazlık ya da Avrupalılıkla değil, bizzat Ekonomi politiğin konusu ve Metodu ile ilgiliydi. Ekonomi politiğin konusu ve metodunun dolayısıyla Marksizm’in ne olduğunu bilmedikleri ve anlamadıkları için açıklamaları kültürel ya da psikolojik veya öznel açıklamalar olarak kalıyordu. Gerçekte var olan işçi hareketi ve resmi Marksizm elbette tam da ekek, beyaz ve avrupa merkezciydi, hatta kişi olarak Marks, Engels, Lenin ve diğerlerin de eni sonu çağının insanları olduğundan onlarda bu eğilimler de var olabilirdi ve vardı. Ama bunlar, Marksist yöntemin ve kavramsal araçların, teorinin kendi özünden gelen bir Irkçı, Seksist, Avrupa Merkezci niteliği olduğu anlamına gelmiyordu. Bunlar teorinin kendi

213


özünden değil, o özden uzaklaşmakdan veya o öze yeterince yaklaşamamaktan ortaya çıkıyordu. Gramsci’nin dediği gibi bir teoriyi en mükemmel, en hatasız biçimiyle eleştirmek, eğer öylesi yoksa onu yaratıp öyle eleştirmek gerekir. Marksizm’e yönelik eleştiriler ise, onun arızalarını, bir parçası olmayan urlarını, geçmişin kalıntısı kör bağırsaklarını onu o yapan özü gibi ele alıp öyle eleştiriyorlardı. * Ekonomi Politiğin ve Tarihsel Maddeciliğin konularının farklılığı, Sermayenin soyut ve gerçek tarihsel hareketi, Bu gerçek tarihsel hareketteki çarpılmanın eklemlenme, simbiyoz veya kaynaşma biçiminde olması bu hareketleri yaratan sorunları ve tarihsel var oluş koşullarını açıklıyordu. Ama bu koşulların olması otomatikman bu hareketlerin var olacağı anlamına da gelmiyordu. Örneğin bu hareketlerin ortaya çıkması 70’li yıllara kadar beklemişti. İşçi hareketinin veya sosyalist hareketin krizi ile bu hareketlerin ve öznelerin ortaya çıkışı arasında bir ilişki de bulunuyordu. Öte yandan, Tarih normal bir doğumun yoluna gitseydi de, bu özneler ortaya çıkmayabilir, bu sorunlar başka biçimlerde çözümlenebilirdi. Yeni Sosyal Hareketlerin ortaya çıkışını, onların içinde var olduğu tarih ile açıklamayı deniyordum ilk elde ve şu sonucu çıkarıyordum: Tarih normal bir doğumun yolunda gitseydi bu hareketler var olmazdı. Sosyalist devrim çocuğu dünyaya normal bir doğumun sancılarıyla gelseydi; Ekim Devrimi, örneğin bir Alman devrimiyle desteklenseydi veya ilk sosyalist devrim Amerika’da olsaydı, o zaman bu Yeni Sosyal Hareketleri yaratan sorunlardan hiç biri var olmayacağından, bu hareketler de var olmayacaktı. O zaman bürokrasinin iktidar olamadığı, üreticilerin özgürce ve demokratik olarak kendilerini yönettikleri bir toplumda ve kullanım değerleri üreten bir ekonomi içinde insanlar neleri ne kadar üreteceklerine kendileri karar vereceklerdi. Cins, ırk, ulus, inanç ayrılıkları bulunmayacağından, dünya bir tek eşit yurttaşların dünyası olacağından yaşadığımız tarihte bu yeni sosyal hareketleri yaratan sorunlar olmayacaktı ve çözümü için ayrı özneler ortaya çıkmayacaktı. Onların varlığı ancak tarihin girdiği bu yol bağlamında anlaşılabilirdi. Öte yandan işçi ve sosyalist hareketin krizi olmasaydı, işçiler bizzat bu özneleri yaratan sorunları kendi sorunları olarak ortaya koyacaklarından, bu sorunların muhatapları işçi ve sosyalist hareketin bütünü içinde kendilerini ifade edebilirlerdi. Evrimin karmaşık karakteri bu gidişi ve ters doğumu yaratmıştı ve tam da bu karmaşık karakteri anlayacak metodolojik araçlar kullanılmadığı için (Eşitsiz ve bileşik gelişim, simbiyoz ilişkiyle tasfiye yerine güçlenme) bu hareketleri var edecek tarihsel koşullar (Tersinden gelme) ve bu hareketler ön görülmemişti. Böylece sosyalizm bebeğinin dünyaya ters gelmeye başlaması, dolayısıyla gelememesi; yani sosyalist devrimin geri bir ülkede başlayıp ileri ülkelere yayılamamasının yol açtığı 214


komplikasyonlar ve tarihin girdiği yol, “Bu hareketler, bu özneler niçin var? Niçin Marksizm bunları öngörmedi?” gibi sorulara cevap için de tarihsel bir çerçeve sunar gibi görünüyordu. Yani paradoksal bir formülasyonla, bu hareketlerin var olacağı bir tarihte yaşadığımız için (Tersinden bir geliş ve onun sonuçları) Marksizm bunları öngörmemişti veya tersinden bir ifadeyle Marksizm bunları öngörmediği için (sermayenin saf hareketi, normal bir doğum) bu hareketler vardı. Yeni Sosyal Hareketlerin ve yaşanan tarihin anlaşılamamasının çok önemli bir nedeni de yaşanan tarihin biricik olası tarihmiş gibi ele alınmasıydı. Bu dar görüşlülük o tarihin özgün niteliklerini kavramayı engelliyordu. * Bu yaklaşım, yani tarihin ve o tarih hakkındaki bilginin var olduğu koşulları ortaya koyup var olan tarihi olası tarihlerden biri olarak ele almak, tarih hakkında çok daha geniş ufuklu bir yaklaşımı gerekli ve mümkün kılıyordu 145. Tarihsel süreci kavrayışta, açık uçluluktan yola çıkarak, tarihi olası tarihlerden birisi olarak kavrama, onu başka olası tarihlere göre daha geniş bir çerçevede değerlendirme kavrayışına geçiyordum. Bir bakıma tarihsel evrimi bir cebirsel formül gibi ele alıyordum. Bir cebirsel formülde nasıl işaretlere verilen değerler değiştirildiğinde, ilişkiler değişmese de sonuçlar değişirse, tarihsel süreci belirleyen güçlerin değerleri değiştirildiğinde pek ala başka sonuçlar ve tarihler ortaya çıkıyordu. Bu olası tarihlerden biri olarak tarihi ele alma yaklaşımı, klasik “olsaydı veya bulsaydı” gibi spekülasyonlarla karıştırılmamalıdır. Burada evrimin yasaları göz önüne alınarak var olan tarih olası tarihlerden biri olarak alınmakta ve onun özü daha iyi kavranmaktadır. Aslında bilginin ilerlemesi de son duruşmada, var olanın olası var oluşlardan biri olduğunu kavramaktan başka bir şey de değildir. Hatta var olanın ya da yaşananın çoğu kez bir kural değil, bir istisna olduğunu kavramaktır. Diğer bir ifadeyle somut bir eşitlikten o somutlukta yansıyan ilişkinin cebirsel ifadesine, daha genel kanunlarına doğru gidiştir. O zamanlar farkında değildim ve bilmiyordum ama daha sonra Tarihi (evrimi) olası tarihlerden (evrimlerden) biri olarak algılamanın Fizik (Astronomi) ve Biyoloji’de (Paleontoloji) çoktan yerleşmiş bulunduğunu gördüm. Yapmaya çalıştığım onlardan bağımsızca ve onları bilmeden Sosyoloji ve Tarihte onların yaptığını yapmak gibiydi 146.

145

Bu sadece topluma ilişkin bir yaklaşım değildir. Daha sonra bununla paleontoloji (canlıların evrimi) ve astronomide (evrenin evrimi) de karşılaştım. Örneğin Fizikte de benzer bir durum söz konusudur. Evren hakkındaki sorularımızın cevabı, örneğin evren niye böyledir gibi soruların cevabı, bizzat sorunun kendisindedir. Çünkü evrenin farklı olması durumunda atomların, galaksilerin, yıldızların dolayısıyla düşünen varlıkların ve böyle soruların var oluşu mümkün değildir. Bu soru ile evrenin bu biçimde oluşu arasında bir zorunlu bağ bulunmaktadır. Bu tarihi olası tarihlerden biri olarak görebilme aynı zamanda doğa ve toplum kavrayışında muazzam bir derinleşme anlamına da gelir. Ben Biyoloji ve Fizikte bunu bilmeden Toplum tarihinde uyguluyordum çağı daha derinden anlayabilmek için. Tersine doğum bunun bir küçük çaplı örneği idi. 146

1990’lı yıllarda Stephan Jay Gould’u “Bir tesadüf: İnsan” (Zufall Mensch) adıyla Almancaya çevrilen “Wonderfull Live” adlı kitabıyla tanıdım. Olası tarihler yaklaşımımın aynen onun tarafından da biyolojik evrimde ve

215


Böyle bir yaklaşımın sadece mümkün değil, aynı zamanda evrimin daha genel ve temel yasalarını bulabilmek için gerekli de olduğunu, izole bölgelerin tarihi göstermekteydi. Örneğin Amerika’da Buğday ve Pirinç gibi tahıllar bulunmaması, keza at, sığır gibi ehlileşebilir hayvanlar olmaması eski dünyadakinden çok farklı bir tarihsel gidişe yol açmıştı. Böylece neyin genel bir yasa, neyin daha özgül bir duruma ilişkin bir yasanın sonucu olarak ortaya çıktığı daha iyi anlaşılabilir oluyordu. Her hangi bir türün özelliğini nasıl daha geniş bir bütün ile ilişkisi içinde daha iyi anlamak mümkün ise, var olan tarihi olası tarihlerden biri olarak ele almak, onu o yapan özellikleri daha iyi ve doğru olarak kavrama olanağını ortaya çıkarıyordu. Örneğin Amerika’da Asya’dan tamamen bağımsızca neolitik devrim de uygarlığa geçiş de (Orta ve güney Amerika’da iki kere ve muhtemelen bağımsızca) gerçekleşmiştir. Ama ehlileşebilen hayvan ve bitkilerin farklılığı (Kıvılcımlı’nın “Coğrafya Üretici Gücü” dediği) oradaki evrimin çok farklı bir yola girmesine de yol açmıştır. Muhtemelen, ehlileşecek bir yük hayvanı olmaması nedeniyle tekerlek keşfedilmemiş ya da kullanılmamıştır. Eski dünya tarihi de insanların hayvanlara binmeden önce onları arabaya koştuklarını göstermektedir. Eski dünya karalar topluluğunun müdahalesinden korunmuş kalsaydı veya dünya sadece Amerika kıtaları kadar olsaydı, orada muhtemelen kapitalizme hiçbir zaman geçilemeyebilecekti. O zaman toplumların evrimi üzerine var olabilecek bir tarihsel maddecilik bu evrimi, bu tarihsel gidişi bir Amerikalı İbni Haldun gibi anlatacaktı, Marks gibi değil. Başka bir örnek de Avustralya sunar. Asya’da, Amerika’da ve hatta Afrika’da birbirinden bağımsızca neolitik devrimler olmasına rağmen, Avustralya’da hiçbir zaman neolitik devrim gerçekleşememiştir. Muhtemelen Avustralya’da var olan bitki ve hayvanlar ve iklim koşulları hiçbir zaman böyle bir devrim için koşulları sunmayacaktı. Avustralya uygun hayvan ve bitki türleri sunmadığı veya coğrafi koşullar bulunmadığı için, oradaki evrim ebediyen neolitik öncesinde kalabilirdi de. Avustralya’nın tarihine bakılarak oluşacak bir sosyolojide, ne artı ürün, ne sınıflar, ne uygarlıklar, ne değer bulunmayacaktı. Örneğin Ekonomi Politiğin konusu bulunmayacaktı hiçbir zaman. Bütün bunlar yaşadığımız tarihin olası tarihlerden biri olduğunu, ancak böyle başka olası tarihlerle bir kıyaslama içinde yaşanan tarihin, onu o yapan özgüllüklerin daha iyi kavranabileceğini gösterir. Eğer eski dünya karalar topluluğunda, atlar, sığırlar, pirinç ve buğday gibi tahıllar olmasa; subtropikal ırmaklar bulunmasa, muhtemelen hiçbir zaman uygarlığa ya da kapitalizme geçemeyen bir tarih de yaşanıyor olabilirdi. Böylece o İlkel, Kölece Feodal veya Komün Uygarlık Kapitalizm sıralamalarının tarihin genel bir evriminin ifadesi olmaktan ziyade çok özel, hatta istisnai bir gidişinin ifadeleri olduğu ortaya çıkıyordu.

bu evrimi açıklamak için kullanıldığını görünce hem bir doğrulanma buldum hem de önümde yepyeni ufuklar açıldı. Keza Harald Lesch’in Alfa Centauri programlarını izleyerek modern astronomi ve fiziğin de benzer bir kavrayışa ulaştığını gördüm.

216


Yeni Sosyal Hareketlerin varlığını açıklama çabaları beni tarihi olası tarihlerden biri olarak ele alma yaklaşımına getirmişti. * Yeni bir düşünce kolay ortaya çıkmaz, bilinmeyen bir ormanda el yordamıyla yürüdüğünden, en yakındaki bir yola bile, yakınında olduğu bilinmediği için, uzun yollardan geçerek varabilir. Bilginin ilerleyişi biraz körebe oyununa benzer. Bir santim daha ileri gidildiği takdirde aranan bulunabilecekken, birden geri dönüp başka yön ve yerlerde arayışa koyulur insan. Bu olası tarihlerden biri olarak tarih ve var olan tarihi bir cebirsel formüle verilmiş değerlerin özgül bir sonucu olarak ele alma yaklaşımına çok başka bir sorundan hareketle, çok başka bir bağlamdan yola çıkarak, çok uzun bir yoldan varmıştım. Gerçekliğin ancak hayallerin aynasında daha derin ve doğru kavranabileceği sorunundan hareketle bu olası tarihler ve evrimler kavrayışına ulaşmıştım. Hapiste iken. Devrimci Marksizm’de Geçiş Programı Anlayışı 147adlı bir Troçkistin yazdığı bir kitapla polemik yazmıştım. Kitapta, Marksistlerin uğruna mücadele ettikleri toplumun bir programını yapmayacakları, ilke olarak böyle yapmanın yanlış olduğu savunuluyordu. Bu tezi eleştirmiştim 148. Bu eleştirim derinleştikçe, sorunun hayal görmeyi reddetmekle ilgili daha derin bir metodolojik yanlışın ifadesi olduğunu, ama bu konuda daha derinleşmek ve düşünmek gerektiğini, fazla kaynağa ihtiyacım olduğunu seziyordum. Daha sonra Almanya’da göçmenlere yönelik olarak Ne Yapmalı adlı dergiyi çıkarırken, Ernest Bloch’un Umut İlkesi kitabı üzerine yazıları araştırırken, Mandel’in bir yazısında tam da aradığımı bulmuştum. Mandel Umut ve Antisipasyonu Tarihsel Maddeciliğin bir kategorisi olarak tanımlıyordu. 149

147

M. Yenice, “Devrimci Marksizm’de “Geçiş Programı” Anlayışı”, Eleştiri Yayınevi, Nisan 1980. Yıllar sonra kitabı yazan M. Yenice’nin Orhan Koçak olduğunu öğrenmiştim. 148

Dördüncü Enternasyonal’e yazdığım bir yazıda şunları yazıyordum örneğin:

"Türkiye'deki Troçkist grupların temel yanılgılarından biri, devrimden sonra kurulacak iktisadi ve politik düzenin bir “modelinin" yani bir program oluşturulmasının yanlış ve gereksiz olduğunu düşünmeleridir. Onlar kendilerini, program anlayışlarını, sadece geçişsel taleplerle sınırlıyorlar. (Bunları skolastikçe değişik kombinasyonlarda tekrarlamaları da ayrı konu.) "Kanımca, bu noktada Troçki’yi de anlamış değildirler. Onlar program anlayışlarını ifade ederken "Geçiş Programı sosyalist devrimden sonra kurulacak toplumun bir modelini sunmaz" diyorlar. Ancak, Troçki, bizzat, Geçiş Programı’nın bir çıtlatma, işçi sınıfını iktidarın eşiğine kadar getiren bir program olduğunu, bu anlamda eksik ve tamamlanmamış olduğunu birkaç yerde belirtir. Kaldı ki, 4. Enternasyonal’in son kongresinde karar altına alınan "Proletarya Diktatörlüğü ve Sosyalist Demokrasi" adlı metin, kurmak istediğimiz toplumun bir “model”indan başka ndir ki? Bu aynı zamanda, Troçki’nin sözünü ettiği eksikliğin bir giderilişi değil midir? Bu anlamda Türkiye’deki troçkistler, Geçiş Programı’nın eksikliğini, onun üstünlüğü imiş gibi koymaktadırlar. İktidara gelindiği zaman nasıl bir düzen kurulacağı üzerine rüya görmeyi reddediyorlar. Ben ise, Lenin ya da Pisarrev gibi “Rüya görmeliyiz” diyorum.” (Demir Küçükaydın, Önsöz, “Geçiş Programı Üzerine”) 149

Ernest Mandel, Tarihsel Maddeciliğin Kategorileri Olarak Umut ve Antisipasyon

217


Mandel geleceğin bir ufku olmadan gerçekliğin doğru ve tam kavranamayacağını söylüyordu 150. Bu yaşanan anın da başka olası tarihler olmadan kavranamayacağı anlamına da gelirdi. Böylece yirminci yüzyıl tarihini ve bizzat Marksizm’in evrimini, var olan evrimi olası evrimlerden, var olun tarihi olası tarihlerden biri olarak kavrayarak çok daha derin ve doğru anlama olanağı ortaya çıkıyordu. Evrim, açık uçlu tarih, doğum, hayal, tarihi olası tarihlerden biri olarak ele alma birbiriyle bağlı ve iç içe konular ve kavrayışlar olarak düşünceme yerleşiyordu. Ama olası tarihlerden biri olarak tarih kavrayışına kategorik olarak doğrudan ters bir doğum ve normal bir doğum gibi sorunlardan hareketle değil, (çünkü bunlar farklı olası tarihlerdir de aynı zamanda,) gerçeğin ancak hayallerin aynasında daha doğru ve derin olarak kavranabileceği sorunundan hareketle, bir program kavrayışı sorunundan hareketle yaklaşmıştım. Tabii buradan kolayca doğum ve tersine gelişin asılda olası başka tarihler anlamına geldiğini de görebiliyordum. * Bu yaklaşım elbette yavaş yavaş şekillendi ve daha açık bir ifadeye kavuştu. İlk başlarda böyle bir yaklaşıma daha önce rastlamadığım için ifade edecek kavramları bulmakta çok zorlanıyordum. Bunu ilk kez göçmenler hareketinin ve ulusal kurtuluş hareketlerinin varlığını açıklamakta kullanmıştım 151. Hem de burada anlatılan sıradan farklı olarak, daha henüz sermayenin 150

"Kötü bir devrimci, sadece ayakları artık yere basmayan değildir; sadece, devrimci projenin gerçekleştirilmesinin toplumsal objektif ve sübjektif önkoşullarıyla olan bağını yitiren değildir. Ama kötü bir devrimci, aynı zamanda, var olan gerçekliklere, içinde yaşanılan ana, günlük rutinin ufak tefek şeylerine saplanıp kalan; Tarihin beklenmeyen ani ve keskin dönüşlerini önceden kestirebilme duygu ve düşüncesini kaybetmiş olup, geleceğe yönelikliği bir kenara iten ve yanardağ gibi patlayışlar tarafından geçilendir de. Bu anlamda da, geleceğin ufku olmaksızın, gerçekliğin doğru ve tam bir kavranışı olamaz.” “Stalinizmin tarihi felaketinden sonra, bugün Marksistler artık şöyle bir açıklamayla kendilerini sınırlayamazlar: "önce kapitalizmin yıkılması söz konusu, bu yıkımla ortaya çıkacak olan sosyalizmin daha sonra nasıl görüneceğini, somut tarihsel gelişmelerin kendisine bırakalım.” Sosyalist antisipasyonun devrimci projeden bu şekilde uzaklaştırılması, bu devrimci projeye , bugün, geniş proleter kitleleri ikna edememeye mahkum ediyor. "Somut bir sosyalizm görüntüsü, bugün için Batı'da, pratik devrimci günlük politikanın ön şartı oldu. Doğu Bloku ülkelerindeki -hiç bir zaman sosyalizm olmayan- "reel sosyalizm"den temelden faklı ve ondan üstün olan somut bir alternatifin var oluşu ikna gücü kazanmadıkça, kapitalizm, endüstri ülkelerinin proletaryası tarafından yıkılamayacaktır." (Ernest Mandel, Sosyalizm Umut’suz, Umut Sosyalizm’siz Olmaz, “Ne Yapmalı”, sayı:1, Eylül 1985, sayfa: 20) 151

1986 yılının hemen başında Göçmenler hareketinin olası varlığını da yine aynı şekilde açıklıyordum:

“Bağımsız bir göçmenler hareketi, işçi hareketinin üzerine bir kâbus gibi çökmüş olan Stalinizmin ve Stalinizmin sonuçlarının nesnel koşullar haline dönmesinin bir sonucu olarak mümkün ve gerekli olmuştur. “Eğer Avrupa’nın yerli proletaryası, reformist önderliklerce tüm devrimci amaç ve geleneklerinden koparılmış olmasaydı –bu duruma rağmen kapitalizmin devamını sağlayacak bir denge durumunun varsayılması halinde bilegöçmen işçi, yasal ya da gizli yollarla ilk getirildiği zaman, göçmen kardeşinin de kendisinin sahip olduğu tüm haklara sahip olması için mücadele bayrağı açardı. “tarihin böyle bir yol izlemesi halinde kadın hareketi gibi bağımsız bir göçmenler hareketinin oluşmasına ne nesnel ne de öznel olarak gerek ve olanak bulunmazdı.” (Celil Göçmen, Henüz Doğmamış Bir Hareket Üzerine Taslak Tezler, “Ne Yapmalı”, Sayı 3-4, Ocak-Şubat 1986, s. 3)

218


Gerçek Tarihsel Hareketi kavramına ulaşmadan çok önce. Daha sonra Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin varlığını açıklamakta da başka mümkün tarihler yaklaşımını kullanmıştım 152. Sonra, ulusal kurtuluş hareketlerinin veya ABD’deki siyahlar hareketinin varlığının da yeni sosyal hareketlerle aynı tarihsel gidiş içinde açıklanabileceğini görülünce, “Yeni Sosyal Hareketler”in yeni olmadığını görmüştüm. Sonra oradan da Ulusal Kurtuluş Hareketlerini var eden mekanizmanın (eklemlenme, simbiyoz) açıklamasının ve özellikle kadın hareketinin geliştirdiği açıklamaların metodolojik özdeşliğini görerek, bu kavramın yeni sosyal hareketleri açıklayabileceği varsayımına ulaşmıştım. Oradan da yine Prekapitalist bir çevreye yayılma bağlamında Mardel’in bunu zikretmesinden esinlenerek Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi Kavramına ulaşmış ve oradan da Kapital ve Ekonomi Politiğin Konusu, Yöntemi ve sosyolojiyle ilişkisi gibi konulara, yani Marksizm’e yapılan eleştiri ve düzeltme denemelerinin temel metodolojik yanılgılarına varmıştım. Bir bakıma gerçekte burada anlatılan sıranın tam tersinden başlayarak o yolu kat etmiştim. * Ama ortadaki teorik sorunlar, sadece körlük ve bu hareketlerin var oluşunun yarattığı sorunlar değildi. Örneğin Ekoloji ve Barış hareketi, buraya kadar ele alınan üç heretik damarda da, üç dip akıntısında da bulunmayan, bambaşka bir paradigma değişikliği ile ortaya çıkıyordu. Yukarıda sözü edilen her üç kanalda da (Klasik Marks-Lenin-Troçki; Batı Marksizmi ve Kıvılcımlı) Üretici üçler nötr (tarafsız) olarak kabul edilirler. Onların kurtarıcı ya da yok edici güçler olmaları, üretim ilişkilerine göre belirlenir. Ucu açık bir tarih anlayışı, üretici güçlerin nötr olduğu bir kavrayışla çelişmez. Klasik Tarihsel Maddecilik Üretici Güçleri nötr olarak kabul ettiğinden tüm ilgisini, üretim ilişkileri ve Politik üstyapının değiştirilmesi konusunda yoğunlaştırmıştır. Üretim İlişkileri ve üstyapının Üretici Güçlerin gelişme düzeyine uygun olmadığında üretici güçlerin yıkıcı güçlere dönüştüğü kabul edilir. Zaten Doğum imgesi de tam bu yaklaşımı ifade eder. Bunun sonucu olarak da ilişkiler ve siyasi biçim değiştirildiğinde var olan üretici güçlerin sosyalizme gidişin araçları olacağı gizli varsayımı vardır. Örneğin atom reaktörleri sonsuz bir enerji kaynağı olarak selamlanır. Ama Ekoloji ve Barış hareketi, üretici güçlerin tarafsızlığını (nötr olarak kavranışını) sorgulamaya başlar. Bu gerçek bir teorik altüstlük ortaya çıkarır. Bu alt üst oluş şu örnekte çok açık görülebilir. Klasik anlayışta, burjuvaziyi yenebilmek için silah kullanmayı öğrenmek gerekir. Silah tarafsız kabul edilen bir araçtır. Bunu Egemen

Bu satırlarda henüz kadın hareketini de kavrayacak bir genellemeye gitmediğimiz görülüyor. 152

“Ulusal Kurtuluş Savaşları, evrensel Tarih ölçeğinde, üretici güçlerin aşırı olgunlaşmışlığına rağmen, proletaryanın Tarihsel görevlerini, yani yeryüzünde sosyalizmi kurma görevini, Öznel nedenlerle yapamamasının bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Diğer bir ifadeyle, Ulusal Kurtuluş Savaşları, Tarihsel akış içinde var olması zorunlu bir aşama değildirler” (D. Küçükaydın, “Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları”, Kürdistan Press, 1986)

219


sınıflar ezenleri baskı altında tutmak için kullanabildiği gibi, ezilenler de ezenlerin egemenliğine son vermek için kullanabilir. Ne var ki, Atom bombası veya daha doğrusu ABC silahları söz konusu olduğunda bu kabul geçersizleşir 153. Bu silahlar sınıfları ayırmaz, burjuvaziye karşı sınıf savaşı silahı olarak kullanılamazlar. Atom bombası sosyalizm için bir savaşın aracı olamaz. Ayrıca bu silahların kullanımı tüm insan türünün var oluş koşullarını ortadan kaldırabilir, insanların olmadığı yerde sosyalizm de olamaz. Benzer şekilde, nükleer reaktörler, ortaya çıkardıkları binlerce yıl boyunca öldürücü ışınlar yayan artıklarıyla ve riskleriyle sosyalizme gidişte bir enerji kaynağı olarak düşünülemezler. Bu olgular, o zamana kadar kabul edilmiş üretici güçlerin tarafsızlığı varsayımını sorgular. Marksizm ters taraftan, o zamana kadar üzerinde hiç düşünmediği bir noktadan ağır darbeler alır. Bu eleştiri ve sorunlara karşı şöyle bir yaklaşımı benimsiyordum. Ekonomi Politiğin konusunun ne olduğunun açığa çıkması bir yan ürün olarak üretici güçlerin tarafsızlığı veya taraflılığı gibi formüle edilebilecek sorunu çözecek araçları da sunmuş oluyordu. Marksist teoride metodolojik olarak Üretici Güçlerin tarafsızlığı diye bir zorunlu kavrayış yoktur. Üretici Güçlerin nötralliğinin Tarihsel Maddeciliğin kavram sisteminin zorunlu bir öğesiymiş gibi kavranışı genellikle Üretici Güçler ve Üretim Araçları kavramlarının karıştırılmasıyla ilgilidir. Üretim Araçları kavramı, her şeyden önce bir Ekonomi Politik kavramıdır, bir ilişkiyi tanımlar, aracın fiziksel özellikleriyle ilgili değildir. Üretici Güçler ise sosyolojik bir kavramdır. Bir ekonomi politik veya mülkiyet ilişkisi kavramı olarak, üretim araçlarının niteliği, tıpkı malların özellikleri veya iş gücünün diğer özellikleri gibi ekonomi politiğin konusu değildir. Örneğin bir traktör, ancak belli ilişkiler içinde bir üretim aracıdır. Ekonomi politiğin konusu bu ilişkilerin kendisidir. Somut olarak bu traktörün neyle işlediği veya hangi işte kullanılıp hangi kullanım değerini ürettiği ekonomi politiğin konusunu oluşturmaz. Bu nedenle, üretim araçlarının fiziksel nitelikleri ekonomi politiğin konusu olmadığından, ekonomi politik nesnesi olarak, tıpkı metaların kullanım değerleri veya işgücünün çeşitli özellikleri gibi tarafsız kabul edilirler ve edilmelidirler.

153

“Klasik bir devrimci “eylem klavuzu” kuralı vardır: orduya katıl, silahların kullanılmasını öğren ve onları yönetici sınıflarına karşı çevir. Ancak tabii ki, nükleer silahlar birer iç savaş silahları haline getirilemezler, zira bunlar işçileri ve kapitalistleri birbirinden ayırt etmeden ve birlikte mahveder. Yalnızca bu örnek dahi, nükleer silahlanma yarışının dünyada gerçekten bir şeyler değiştirdiğini göstermeye yeter. Gerçekten de, eğer bilim adamlarının uyarılarını dikkate alacak olursak, bir nükleer dünya savaşanın önlenmesinin dünya devrimci hareketinin en önde gelen stratejik hedeflerinden biri olduğu sonucuna ulaşırız.” (E. Mandel, Barış İçinde Birlikte Yaşama ve Dünya Devrimi, s. 40)

220


Ama Üretim Araçlarının fiziksel özellikleri, tıpkı malların kullanım değeri veya işgücünün özellikleri gibi, sosyolojinin konusudur. Dolaysıyla tıpkı üretilen ürünler gibi bu yanlarıyla sosyolojinin konusunu oluştururlar. Birçok durumda Üretici Güçler Teknolojinin veya Üretim Araçlarının karşılığı olarak kullanıldığından, bu anlamlarıyla elbette, fiziksel nitelikleri, yapıları ve işlevleriyle sosyolojinin konusudurlar. Üretici Güçler söz konusu olduğunda, Üretici Güçlerden sadece teknik anlaşılsa bile, sosyolojik bir kavram olarak bunların tarafsızlığı gibi zorunlu bir koşul yoktur. Kaldı ki, Kıvılcımlı’nın Üretici Güçler kavramı ve kullanışı (Teknik, Coğrafya, İnsan ve Tarih) Üretici Güçlerin tarafsızlığı gibi bir anlayışı tamamen dışlamaktadır da. Ne var ki, öğretinin kendisinde üretici güçlerin tarafsızlığı gibi bir koşul olmadığı, barış ve Ekoloji hareketinin ortaya çıkışı ve ondan sonra gelen eleştirilere kadar, konu olmamış ve bilince çıkmamıştır. Yıllar önce örgütlerin işlevleri ve örgütlenme ilke ve biçimleri arasındaki ilişkileri ele almış; buradan Yapı ve İşlev kategorilerinin ilişkisine geçmiş, bu genel ilişkiden hareketle, örneğin Marks’ın, Proletarya’nın burjuva devlet cihazını sınıfsız topluma gidişte kullanamayacağı önermesinin, bizzat bu genel ilişkinin özgül bir ifadesi olduğu sonucuna ulaşmıştım. Yani aslında Marksizm’de Yapı ve İşlev kategorilerinin diyalektik kavranışı, araçlar, organizmalar ve örgütler ile onların işlevleri arasında zorunlu bir ilişki olduğu kavrayışına dayanır. Yapı yoğunlaşmış işlevdir. Bu genel Yapı ve İşlev kategorilerinin Biyolojideki karşılığı Anatomi ve fizyoloji’dir. Organların fizyolojileri, yani işlevleri ile Anatomileri yani Yapıları arasında zorunlu bir ilişki vardır. Tarihsel Maddeciliğin temel kavramı olan Üretici Güçler ve Üretim İlişkileri kavramları, aynı zamanda, Yapı ve İşlev, Anatomi ve Fizloyoji’nin Sosyoloji’deki karşılığıdır. Biyolojik alemde organların işlevlerinin değişmesi yapılarının değişmesine dolayısıyla farklı türlere; toplumda üretici güçlerin değişmesi üretim ilişkilerindeki değişmelere dolayısıyla farklı toplum biçimlerine yol açar. Dolayısıyla Üretici güçlerin tarafsızlığı gibi bir kavrayışın, organların fizyolojileri ve anatomileri arasında veya yapı ile işlev arasında bir ilişki olmadığı kavrayışına varması gerekir. Marksizm’in sorun böyle ele almadığı ise aşikardır. Marks Üretici Güçlerin Gelişmesinden, soyut düzeyde emek üretkenliğinin yükselişini kast ettiğinden, yani soyut olarak emek üretkenliği ile toplumsal formasyonlar arasındaki ilişkiyi söz konusu ettiğinden, Üretici Güçlerin tarafsızlığının, kavramın içinde var olduğu gibi bir kanı oluşmaktadır. Ancak sosyolojik olarak, somut tarihte, emek üretkenliğinin artışıyla ne üretildiği ve bu emek üretkenliğinin kaynağı elbette sosyolojinin konusudur. Marks’ın, İşçi sınıfının sınıfsız topluma giden yolda burjuva devlet cihazını kullanamayacağı önermesi, son duruşmada yapı ve işlev arasında kopmaz bir ilişki olduğu, yapıların tarafsız olmadığı varsayımına dayanır. Burjuva devlet cihazının sınıfsız topluma gidişte bir araç olarak kullanılamayacağı, onun parçalanıp, bu işleve uygun, çoğunluğun üzerinde baskı aracı 221


olamayacak ve bunun için kullanılamayacak bir yapı kurulması gerektiği önermesinin ardında, yapının tarafsız olamayacağı metodolojik kavrayışa dayanan bir varsayım yatıyordu. Marks sadece devletten, politik cihazdan söz etmişti ve Burjuva toplumunun maddi araçlarından hiç söz etmemiş, bu konuyla daha ziyade emek üretkenliği düzeyinde ilgilenmişti, ama bu, burjuva toplumunun maddi araçlarının ve örgütlenmelerinin de sınıflı topluma gidişte proletarya tarafından kullanılamayacağı ve onun araçları olamayacağı önermesini dışlamıyordu. Ancak Marksizm’i bir yöntem değil bir hazır reçeteler bütünü olarak anlayanlar dışladığı sonucu çıkarabilirlerdi. Böylece Proletaryanın sınıfsız topluma gidişte bu burjuva toplumunun devletini kullanamayacağı gibi, bu toplumun maddi araçlarını da kullanamayacağı önermesi Marksizm’in özüyle çelişmediği gibi bu önermeyi gerektirir sonucuna ulaşıyordum. Burada bir adım daha atıyor ve sadece Üretici Güçlerin (Tekniğin) ve Devletin (Politik cihazın) değil, tüm toplumsal kurumların ve yapıların, tüm günlük hayatın örgütlenmesinin, bu uygarlığın tüm maddi araçlarının da sınıfsız topluma gidişte araçlar olarak kullanılamayacağı sonucunu çıkarıyordum. Çünkü onların bu kara ve baskıya dayanan toplumdaki işlevleri onların yapılarında ve örgütlenmelerinde yoğunlaşmış bulunuyordu. Bu noktada, Örneğin Foucault’nun hapishaneler, hastaneler vs. üzerine yazdıklarının, aslında Marksizm’in yapması gereken bir işi yapmak olduğunu ve bu gibi çalışmaların genellikle Marksizm’e karşı bir bayrak altında yapılmalarına rağmen, Marksizm’in kazançları ve yaptığı ilerlemeler olarak Tarihsel Maddecilik tarafından kolaylıkla benimsenebileceği ve benimsenmesi gerektiği sonucuna ulaşıyordum. Bütün bu çalışmalar bu günkü toplumun maddi ve örgütsel araçlarının tarafsız olmadığını ve sınıfsız bir topluma gidişin araçları olarak kullanılamayacağını kanıtlamış oluyorlardı. Ve bu sonuç Marksizm’le hiçbir şekilde çelişmiyor aksine onu doğruluyordu. Aslında bu noktaya Foucault gibi düşünürleri ve eserlerini tanımadan çok önce kendi kendime varmıştım. Örneğin iş gücünün yeniden üretimini ucuza getirmek için örgütlenmiş bir aile yapısına göre planlanmış evler, o evlere dayanan şehirler de sınıfsız topluma gidişin ve kadın üzerindeki baskının ortadan kaldırılmasının araçları olamazlar sonucunu çıkarıyordum daha Avrupa’ya ilk çıktığım ve kadın hareketi ile ilk tanıştığım sıralarda. Kadın üzerindeki baskı, evlerin mimarisinden, döşemesinden, çamaşır makinesi denen aletin kendisine kadar bütün bu araçlar tarafından yeniden üretilir ve bunlara dayanarak kadının üzerinde baskının olmadığı bir topluma ulaşılamaz diyordum. Hatta bu sonucu eşitsiz ve bileşik gelişim ile birleştirerek, bu gün burjuva uygarlığının gelişmediği yerlerin, en geri bölgelerin, sosyalist bir uygarlığa geçiş için daha büyük bir avantaj sunduğu gibi sonuçlar bile çıkarıyordum. Otobanları, evleri, şehirleri aletleriyle bu uygarlığın tüm araçlarını parçalamak çok daha zordu bunların olmadığı geri bir ülkede neredeyse boş bir beyaz kağıt üzerine yapmaktan. Tabii bu yatkınlıkla kolayca örneğin çocukluk, yaşlılık, hastaneler, hapishaneler, zaman, serbest zaman, tatil, iş, yaşam ve iş alanlarının ve zamanlarının ayrımı vs. gibi tüm modern

222


toplumun günlük hayatını düzenleyen örgütlenmelerin ve yapıların da kapitalizm ile kopmaz bir bağ içinde olduğu sonucuna ulaşıyordum. Aynı şekilde, iktidarın merkezi olmadığı, her alana dağılmış olduğu; ya da bizzat medyumun mesaj olduğu gibi sonuçları Marksizm’in de benimseyebileceği sonucunu çıkarıyordum. Bu durumda kapitalizm ile sosyalizm arasındaki geçiş dönemi, sadece proletarya diktatörlüğü denen siyasi biçimi değil, maddi araçları ve örgütlenme biçimlerini de kapsayan bir geçiş dönemi olmak zorundadır sonucuna ulaşıyordum. Tıpkı devleti gibi, bu toplumun maddi araçları da sınıfsız topluma gidişte kullanılamazlardı ve tıpkı devleti gibi parçalanmaları gerekiyordu. Ama bu devlet gibi bir anda yapılamazdı ve bilinçli bir biçimde adım adım uzun bir geçiş dönemi içinde gerçekleştirilmesi gerekiyordu. * Ama Üretici Güçlerin tarafsız olmadığı sorunundan hareketle ulaşılan, bu uygarlığın hiçbir şeyinin tarafsız olmadığı ve sınıfsız topluma gidişte kullanılamayacağı sonucu, program anlayışında köklü bir devrim gerektiriyordu. Klasik programlar sadece mülkiyet ilişkileri ve siyasi biçimdeki değişiklikleri içeriyorlardı. Ama bu uygarlığın maddi araçları ve örgütlendiği biçimler de sınıfsız topluma geçişte kullanılamayacağından programımız sadece üretim ilişkileri ve siyasi biçimi kapsamakla yetinemezdi, program artık başka bir uygarlığı taslaklaştırmak zorundaydı. Ama başka maddi araçlar, başka örgütlenme biçimleri, başka ürünler demek aynı zamanda bir bir değer yargısı da demektir. Bu durumda devrimci bir partinin, bu gün var olan toplumun bütün örgütlenmesinin, yapısının dayandığı değer yargılarını karşıya alıp başka bir değer yargıları sistemini savunması gerektiği sonucu ortaya çıkıyordu. Bu da var olan bütün klasik sosyalist ve işçi hareketinin politikasını ve mücadelesini tümüyle gözden geçirmeyi gerektiriyordu. Böylece sosyalist hareketin örneğin daha fazla tatil günü için değil, tatili ve işteki yabancılaşmayı hedefe alması gerektiği; emeklilik için değil, yaşlılıkta üretimden kopuk yaşlılar gettosuna tıkılmayı hedefe alması gerektiği gibi programının da kökten değişmesi gerektiği ortaya çıkıyordu. Böylece yeni sosyal hareketler ve sorunlarını çözme çabaları, Üretici Güçlerin tarafsızlığı gibi sorunlar ve eleştirilerden hareketle beni başka bir uygarlığı programlaştırma, program anlayışında, dolayısıyla stratejide kökten değişiklikler gerektiği sorunuyla karşılaşıyordu 154. Yeni bir uygarlık programı sorunuyla Yeni Sosyal Hareketler bağlamında karşılaştığımdan, bu yeni bir uygarlık programının yeni sosyal hareketlerin ortaya koyduğu sorunlara bir cevap olması gerektiği gibi bir kanım vardı. Dolayısıyla yeni bir uygarlığın programlaştırılması 154

“Program artık sadece ekonomi ve devlet alanlarını kapsamakla yetinemez. Proletarya nasıl sınıfsız topluma ulaşmak için varolan burjuva devlet cihazını kullanamaz ise, aynı şekilde bugünkü kapitalist uygarlığın maddi araçlarını da kullanamaz. Program sadece bugünkü toplum biçiminden daha farklı bir toplum biçimini değil, bambaşka bir uygarlığı taslaklaştırmalıdır.” (D. Küçükaydın, “Program Anlayışları”, Birlik mi Rekompozisyon mu?, s. 83)

223


sorusunun cevabını, Yeni Sosyal Hareketleri var eden sorunlarda arama eğilimi gösteriyordum. Özellikle Günlük Hayat alanında yoğunlaşarak bir başka uygarlığı taslaklaştırma yolunda ipuçları yakalayabileceğimi düşünüyordum. Böylece seksenlerin sonuna doğru Yeni Sosyal Hareketlerin ortaya koyduğu sorunları çözme çabaları sonunda, önüme, eski program anlayışlarından farklı başka bir uygarlığın tasavvuruna dayanan bir uygarlık programı hazırlama görevi çıkmış bulunuyordu. Doksanlı yıllar boyunca teorik ilgimin merkezinde bu başka bir uygarlığın programlaştırılması sorunu bulundu. Bu çabaların somut sonucu, doksanlı yılların sonunda, yirmi birinci yüzyıla girerken, Yirmi Birinci Yüzyıl İçin Bir Manifesto gibi yazdığım ve Marks-Engels’in yazdığı Manifesto’ya öykündüğüm, Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak adlı metin oldu. Başka bir Uygarlık Programı sorununun cevabının ise Yeni Sosyal Hareketler veya Günlük Hayat alanında değil Ulus ve Din kavramlarında olduğunu ve cevabı yanlış yerde aradığımı, ancak on beş yıl sonra Ulus ve Din’in Marksist bir teorisini taslaklaştırdığımda görebilecektim. * Toparlarsak. Kabaca seksenlerin ortasına kadar teorik ilgimin merkezinde üç heretik geleneğin katkılarının uyumlu bir sistem içinde toparlanması bulunuyordu. Bunu iyi kötü başardığımı düşünüyordum. Doksanlı yıllara kadar ise teorik ilgimin merkezinde “Yeni Sosyal Hareketler”in gerek varlığının, gerek onları var eden nedenlerin, gerek onların ortaya attıkları sorunların ve yaptıkları katkıların uyumlu bir kavram sistemi içinde toparlanması ve açıklaması bulunuyordu. Bu sorunu da iyi kötü çözdüğümü düşünüyordum. Ayrıca bu çabaların sonuçları birbiriyle de uyumluydu ve birbirini tamamlıyorlardı. Doksanlı yıllardan itibaren ise, ulus, uluslar ve ulusçuluk sorununu bu teorik kazanımlarla uyumlu bir sistem içinde toparlama ve açıklama çabası, bir uygarlık programı sorunuyla birlikte teorik ilgimin merkezine geçti. Ulus ve ulusçuluk sorununun teorik ilgimin merkezine geçmesinde Doğu Avrupa’nın çöküşüyle birlikte, Tarihin sanki yirminci yüzyılın başında kaldığı yere döner ve kaldığı yerden devam eder gibi bir yol izlemesinin, yani ulusal hareketlerin ve ulusların boğazlaşmalarının dünyanın gündemini kaplamalarının belli bir etkisi vardı. Ama esas nedenler doğrudan politik faaliyetimin ortaya çıkardığı sorunlardaydı. Seksenli yıllar boyunca Türkiye’ye yönelik politik faaliyetim, o sıralar Stalinizmi ve Uluslararası sosyalist ve işçi hareketinin tarihini bir şekilde gündeme alıp tartışmaya başlamış Türkiye soluna, Yeni Sosyal Hareketlerin ortaya çıkardığı teorik sorunları ve bunların önemini anlatma çabalarından ibaretti 155. 155

Avrupa’da çıkan “Devrimci Marksist Tartışma Defterleri”ne yazdığım yazılar; Avrupa’da yapılan “Sosyalist Forum” tartışmalarında yaptığım konuşmalar; Hamburg’ta bizzat kendi örgütlediğim, “Bilimsel, Felsefi, Politik Tartışmalar İçin Forum”da seçtiğim konular, yaptığım tartışma ve konuşmalar; “Kuruçeşme”nin Avrupa’daki paralelinde yaptığım konuşmalar ve sunduğum bildiriler (“Birlik mi Rekompozisyon mu?” Kitabında bulunmaktadır)

224


Bu biraz Müslüman mahallesinde salyangoz satmak gibiydi. Bu sorunlar işçi sınıfını, komünist hareketin tarihini veya Stalinizmi yeni keşfetmeye başlamış Türkiyeli sosyalistlerin ufku dışında kalıyordu. Troçkist denilenler ise, bu konuları tartışanların yakında kitleler halinde “imana gelip” Troçkist olacaklarını bekliyorlardı. Onların namazı zaten kılınmış olduğundan, bu gibi sorunlarla ilgilenmezlerdi. Bu nedenle bu çabalar yankısız kalmaya mahkûmdu ve yankısız kaldı. Duvar’ın çöküşüyle birlikte sol diye ne varsa bitince, Türkiye’de az çok bir dinamizm ve yükselme eğilimi gösteren hareket Kürt hareketi kalmıştı. Bu durumda Türkiye’ye yönelik politik çalışmada yapabileceğim tek şey, bu harekete destek vermek olabilirdi. Bu desteğin egemen ulusun içinden yapılmasının ayrıca bir örnek olarak da çok önemi vardı. Böylece Türkiye’deki mücadeleye ilişkin olarak, Kürt Ulusal Hareketi ve sorunları, bu politik destek nedeniyle Uluslar ve ulusçuluk konusunun teorik ilgimin merkezine geçmesinde kanallardan birini oluşturuyordu 156. Ama ikinci bir kanal daha vardı ve bu Avrupa’daki göçmen azınlıklar veya siyah hareketi ve onun sorunlarıydı.. Avrupa’da yaşayan bir yabancı olarak aynı zamanda Avrupa’daki göçmenler ve siyahlar hareketi içinde de yer alıyor ve politik bir çalışma içinde bulunuyordum. Ve henüz doğma eğilimi gösteren bu hareket de bir Yeni Sosyal Hareketler kategorisinden bir hareket olduğundan, Yeni Sosyal Hareketler ile ilgili yukarıda anlatılan teorik çabalar, bu alandaki politik çalışmalar ile karşılıklı bir ilişki içinde gelişiyordu. Yabancılar hareketi içinde sosyalist ve radikal bir kanat oluşturmaya çalışıyor ve böyle bir çizginin programatik, stratejik, taktik ve örgütsel sorunların açıklığa kavuşturulmasına çalışıyorduk 157. Yeni Sosyal Hareketler ortak bir kavram sistemi içinde toparlanabildiğinden, Siyahlar ya da Göçmenler hareketi içinde yaşanılan deneyler ve ulaşılan sonuçlarının gerekli değişiklikler yapıldığında diğer Yeni Sosyal Hareketlere, örneğin Kadın veya Ulusal Kurtuluş Hareketlerine veya Çevre hareketine de kolayca aktarılabileceği görülüyordu. Bu bağlamda, yabancılar hareketi içinde şöyle bir çizgiyi savunuyorduk: Avrupa’daki siyahlar veya yabancılar eşit haklara sahip olmalı, ırk ayrımcılığına uğramamalıdırlar. Ama bunun için, yalnız Türkiyelilerin mücadelesi yetmez, tüm göçmen ve siyahların mücadelesiyle birleşmeleri gerekir. Sadece Türkiyeliler olarak yapılacak mücadele veya lobi çalışması

hep Yeni Sosyal Hareketler’in ortaya çıkardığı sorunları tartışma ve bunlara ilgiyi çekme girişimleri sayılabilir. 156

Ayrıca Göçmenler hareketi içinde elde edilen deneylerin, yeni sosyal hareketler bağlamında genelleştirilmesi ve Kürt hareketine aktarılarak kontrolü de bu çalışmanın başka bir yönüydü. Ben her hangi bir yeni sosyal hareket içinde devrimci ve Marksist bir kanadın, kendi deneyleriyle işçi hareketi dahil tüm sosyal hareketleri kapsayacak bir program geliştirmeye eğilim duyacağını düşünüyordum. Bu öngörüm daha sonra çok elverişsiz koşullarda olsa bile gösterdiği evrim eğilimiyle de kanımca doğrulanmış bulunmaktadır. 157

Bu bağlamda “Göçmenlerin Bir Azınlık Olarak Talepleri Neler Olmalıdır”, “Çifte Vatandaşlık Parolasına ve Gündemine Reddiye”, “Kültürel Özerklik Tartışmalarına Katkı”, “Hamburg Dersleri”, “Sünnetle Başlayan Kültür Tartışmalarının Analizi” gibi yazılar zikredilebilir.

225


başarısızlığa mahkumdur ve son duruşmada Türk devletinin dış politikasının veya diplomasisinin basit bir aracı olarak kalır ve manüplasyonlara yatkındır. Ama sadece yabancılar ve siyahlar olarak mücadele de yetmez, çünkü yabancılar nüfusun küçük bir bölümüdür. Nüfusun çoğunluğunu kazanmaları veya en azından tarafsızlaştırmaları veya hayırhah bir tutum almalarını sağlamaları gerekir. Ne var ki, yerli nüfus doğrudan çıkarları bakımından yabancıların eşit haklı olmasından doğrudan çıkarlı değildir. Bu durumda onların kazanılması başka bir yol izlemelidir. Yabancılar veya siyahlar, beyazların karşısına başka bir değerler sistemiyle çıkarlarsa onların desteğini alabilirler. O halde yabancılar kendilerini yabancıların talepleriyle sınırlamamalı, toplumun karşısına bütünsel bir alternatif programla çıkmalıdırlar diyorduk ve somut bir politik stratejiden hareketle de tekrar başka bir uygarlığı taslaklaştırma sorunuyla yüz yüze geliyorduk. Ne var ki esas hedef, yabancıların Avrupa’da uğradığı ırk ayrımcılığına ya da eşitsizliğe son vermek olarak kalıyor, program, strateji, taktikler ve örgüt biçimleri bu hedeften hareketle şekilleniyordu. Seksenli yılların sonunda, Doğu Almanların dünyanın imtiyazlıları arasına katılmak için Duvar’ı yıkmaları, eşitlikçi bir toplum uğruna savaşmak istememeleri, “Biz Halkız”dan bir harfi tarif değişimiyle “Biz bir Halkız”a geçmeleri eski hedef ve problem koyuşlarının bu günkü dünyaya uymadığı kanısını doğurdu. Hele Doğu Almanlarla aynı şeyi yapmak isteyen Arnavutların veya Doğu Almanya’da çalışan Vietnamlı ve Mozambikli işçilerin apar topar geri fırlatılmaları gibi gözlemlerin sonuçları üzerine düşününce tüm görüşleri olmadı baştan gözden geçirmek gerektiği ortaya çıktı. Birden bire o ana kadar izlediğimiz eşit haklar mücadelesinin artık gerici bir karaktere büründüğünü gördük. Çünkü bu, Doğu Almanların yaptığını yapmak gibiydi. Avrupa’da diğer Avrupalılarla eşit haklar için mücadele etmek, yeryüzünden ayrıcalıkları kaldırmak değil, dünyanın imtiyazlıları arasına katılmak için mücadele etmek anlamına gelirdi. Bir sosyalist ise bunun için mücadele edemezdi. O halde yabancılar hareketi içinde başka bir program ve strateji savunmak gerekirdi. Ayrıcalıklılar arasına girmek değil, ayrıcalıkları yok etmek. Avrupalılarla aynı haklar için değil, Avrupalılığı yok etmek program olmalıydı. Yani bu kendimizi Avrupa’nın mı yoksa dünyanın siyahlarının mı bir parçası olarak gördüğümüz sorunuydu. Bizler dünyanın siyahlarının Avrupa’daki parçası olarak davranmalı, program, strateji ve taktik ve örgütlerimizi böyle oluşturmalıydık. Avrupalıların en kötü haklara sahip bölümü olarak değil, dünyanın siyahlarının daha imtiyazlı bir bölümü olarak görmeliydik. Kaderimizi beyaz değil siyahlarla birleştirmeliydik 158. Soruna böyle bakınca, Irkçılığın dünyada bir tehlike değil, bir realite 159 olduğu ortaya çıkıyordu. Bunun görülmesini engelleyen, insanların ulusal devlet ve sınırları var oluşun tek

158

Bu bağlamda Özgür gündem’de çıkan “Gezegen Çapında Apartheit”, “Eski Kavramlar ve Yeni Dünya Düzeni”, “Siyah Gözüyle” gibi yazılar zikredilebilir.

159

“Mölln'de üç Türk'ün yakılmasından sonra Almanya'da ve Avrupa'da faşizm tehlikesinden çok söz edilir oldu. Bu faşizm kavramı da bugünkü gerçekliği anlamak için işe yaramaz, Avrupa merkezli, beyaz adam merkezli bir kavram haline gelmiş bulunuyor.” (D. Küçükaydın, Eski Kavramlar ve Yeni Dünya Düzeni)

226


mümkün biçimiymiş gibi görmeleriydi. Artık ulusçuluk ve ulusal sınırlar, Avrupa’da olduğu gibi, en demokratik biçimlerinde bile, dünya çapında bir ırk ayrımcılığının, dünyanın siyahlarını bir Bantustanda tutmanın bir aracıydı. Dolayısıyla artık ırkçılığa karşı mücadele uluslara ve ulusal sınırlara karşı olmalıydı. Yabancılar (siyahlar) hareketinin stratejisi ve ırkçılığa karşı mücadelenin sorunları, ulusal sınırlar yeni apartheit düzeninin, ırkçılığın sınırları olduğundan, bizi doğrudan uluslara ve ulusal sınırlara karşı mücadele sorunuyla, dolayısıyla bir teorik sorun olarak uluslar ve ulusçulukla ikinci bir kanaldan yüz yüze getiriyordu. Böylece Türkiye’de Kürt hareketini Egemen ulusun içinden desteklemek; Avrupa’da bir siyah veya yabancı olarak Dünyanın siyahlarının mücadelesini desteklemek, bizi iki kanaldan Ulus ve ulusçuluk sorunuyla karşı karşıya getiriyordu. Ama bu iki kanal ve ortaya çıkardığı sorunlar sadece Ulus ve Ulusçuluk sorunuyla değil, aynı zamanda devrimci mücadele ve hareketin bir çok stratejik ve programatik sorununu da gözden geçirmeyi gerektiriyordu. Bu nedenle başlangıçta dikkatim doğrudan ulus ve ulusçuluktan ziyade, bu sonuçların gözden geçirilmesine yönelik oluyordu. Ulus ve Ulusçuluk konusuna geçmeden önce, bu sorunlar kısaca özetlenebilir. * Zengin ve fakir ülkeler arasındaki farkın muazzam boyutları dünya işçi sınıfının bölünmüşlüğü anlamına geliyordu 160 ve bunun sonuçları üzerine düşünülünce bütün bilinenler alt üst olduğu görülüyordu. Dünyada zengin ve yoksul ülkeler arasındaki fark öylesine büyüktü ve yoksullar öylesine büyük bir kitleydi ki, her eşitlikçi devrimin hedefi olan, dünya çapında zenginlik ve yoksulluk farklarına son vermek veya bunları asgariye indirmek, zengin ülkelerin işçilerinde bu günkü konumlarından bir geri gidiş anlamına gelirdi 161. 160

“Yeni Dünya Düzeni, Ekim Devrimi öncesinin ikinci bir versiyonu değildir. Ekim Devrimi öncesinde Dünya İşçi Sınıfı hemen hemen sadece ABD, Avrupa ve Japonya ile sınırlıydı. O dönemin sadece ileri ülkelerde toplanmış bu işçi sınıfı toplumsal konumu ve politikalarıyla dünyadaki temel devrimci gücü oluşturuyordu. Bugün ise durum bambaşkadır. Dünya İşçi Sınıfının büyük bir bölümü artık ABD, Avrupa ve Japonya'nın dışındaki ülkelerdedir. Ama asıl önemli değişiklik dünya işçi sınıfı içindeki yeni bölünmede yatmaktadır. Zengin ülkelerin işçilerinin artık dünyanın ezilenleriyle, ve işçi sınıfının kendileri dışında kalan büyük çoğunluğu ile ortak çıkarları yoktur. Tıpkı Güney Afrika'nın beyaz işçileri gibi, Biz bu bölünmeyi "Beyaz İşçiler" ve "Siyah işçiler" kavramlarıyla ifade ediyoruz.” (D. Küçükaydın, Eski Kavramlar ve Yeni dünya Düzeni) 161

Ernest mandel’in bu konuyu tartıştığı satırlar bu sınırları gayet açık olarak koymaktadır:

"Fakat ihtiyaçlara göre dağılım üzerine kurulmuş bir ekonominin böylesine" doğrudan doğruya" girişi (...) aşılmaz iki engelle karşılaşacaktır. "Önce insanlığın ihmal edilemeyecek bir kısmı için, halen tatmin edilmekte olan ihtiyaçlar, bu basit ihtiyaçları bol bol aşmaktadır. Sanayice ilerlemiş ülkelerdeki halkların çoğunluğu sadece yiyip içmekle, iyi kötü barınmakla, çocuklarına okuma yazmayı öğretmekle ve sağlıklarını korumaya çalışmakla hiç bir şekilde yetinmiyorlar. (...) Bu insanlar evlerini dekore etmek, çeşit çeşit elbiseler giymek, yorucu ev işlerinden kurtulmak, -ısınma, çamaşır yıkama gibi- eğlenmek, seyahat etmek, okuyup öğrenmek, hastalıklara karşı daha iyi korunmak, ömürlerini uzatmak, çocuklarını daha iyi yetiştirmek istiyorlar. "Aslında çok gerekli olan bu ihtiyaçlar (ki emtia sanayii, şüphesiz bunlara, suni ihtiyaçlar ya da suni bir şekilde arttırılmış ihtiyaçları da eklemiştir) en ileri kapitalist ülkelerde kısmen sağlanmıştır. Basit olmayan bu ihtiyaçların tatmin edilmesini sağlayan sanayi kollarının toptan kaldırılması, sanayileşmiş ülke halklarının büyük bir kısmının

227


Bu durumda, doğrudan ekonomik çıkar bakımından, zengin ülkelerin işçilerinin dünya çapındaki eşitlikçi bir düzenden çıkarı yoktu. Ama bu olgu o güne kadar üzerine kafa yorulmamış, olası görülmemiş başka sonuçları ortaya çıkarıyordu. Marks, Engels, Lenin, Troçki vs. hiç biri, ileri ülkelerin işçilerinin eşitlikçi bir toplumdan çıkarlı olmayacakları bir durumu var saymamışlardı. Onlar hep bu işçilerin dünya çapında eşitlikçi bir düzenden çıkarlı olacağı var sayımına dayanmışlardı. Sosyalizm de bu nedenle mümkün görülüyordu. Avrupa ve Amerika işçilerinin dünya çapında eşitlikçi bir düzen için mücadele edecekleri var sayılıyordu. Onlar istemediği takdirde sosyalizm olamazdı. Klasik Marksistlerin akıllarına bile getirmedikleri ise şimdi bir gerçekti. Dünyanın siyahları dünya çapında eşitlikçi bir düzen isteyebilir ama yapamazdı. Beyazları ise yapabilir ama istemezdi. Eğer Marks-Engels, Lenin, Troçki’ye bu durum sorulsaydı bu umutsuz bir durum, böyle bir durumda sosyalizme geçilemez derlerdi. Şimdi olan tam da bu hiç akla bile getirilmeyendi. Bu umutsuz durumda sosyalistler olarak umutsuz bir savaş yürüttüğümüzün bilincinde olmalıydık 162. Durumun umutsuzluğunu gizlememeliydik ve bütün program ve politikamızı bu umutsuzluktan hareketle tanımlamalıydık. Öncelikle, sosyalizm uğruna mücadele durumun umutsuzluğunu veri kabul ederek işe başlamalıydı. Bu önceki, umuda dayalı sosyalizm anlayışlarının tam zıddına geçiş anlamına geliyordu. Ama hiçbir şey yüzde yüz belirli olamayacağı için, tam da o belirsizlik nedeniyle, küçük bir olasılık bulunuyordu sosyalizm için. Dolayısıyla sosyalizm için mücadele, bu belirsizliğe ve küçük olasılığa dayanma durumundaydı 163. Eskiden ise tarihin tekerleğinin sosyalizmden

hayat seviyesinde bir azalmaya yol açacaktır. Bu, adeta bir "sefalet sosyalizmi" olacak, para ile sağlanan ihtiyaçların yerini karne usulü ve çeşit bakımından sınırlı ürünler alacaktır." "Böylesine "bir sosyalizm" beşeri imkanların genel bir gelişmesini sağlamak şöyle dursun, bugünkü ileri kapitalist ülkelerde yaşayan ortalama vatandaştan daha basit ve az tatmin olmuş bir insan yaratacaktır. "Öte yandan, azgelişmiş ülke halkları da, Duessenbery'nin gösterdiği gibi, "taklit ve gösterişin etkisi" sayesinde, çağdaş tekniğin yarattığı muazzam imkanların bilincine varmışlardır. Onlar da ileri ülke hayklarının medeniyet ve konfon seviyesine erişmek için can atıyorlar. Tıpkı sanayice gelişmiş ülkelerin halkları gibi, onlar da, bolluğun yerini kıt kanaat geçinmenin aldığı bir keşiş sosyalizmini kabul etmeyeceklerdir." (E. Mandel, Marksist Ekonomi El kitabı, s.262,263) 162

“Aslında durumun umutsuzluğunu görmeyen ya da görmek istemeyip yazarın umutsuzluğu biçiminde tepki gösterenler gizli bir varsayımı paylaşıyorlar: durum umutsuzsa mücadele etmenin anlamı yoktur. Ya bu işi bırakmak, ya da intihar etmek gerekir. Umutsuz bir insan mücadele edebilir mi? Yazar bu varsayımı paylaşmamaktadır. Her ne kadar bizler, Marksizm’in evrimci, aydınlanmacı yorumlarıyla aşırı yoğrulduğumuzdan, kavramakta güçlük çeksek de umutsuz bir durumdan da en az umutlu bir durumdan olduğu kadar mücadeleci gelenekler çıkar.” (D. Küçükaydın, Sosyalistlerin ve Sosyalizmin Sorunları) 163

“Gerekçesini insanlığın umutsuz durumundan ve ahlaki bir seçimden alan böyle bir sosyalizm tohumu; belki bir olasılık olarak sosyalist bir hareketin kristalizasyonunda bir maya rolü görebilir. Unutmayalım, en son kaos teorilerinin kullandığı bir metaforla ifade etmek gerekirse, Çin'deki bir kelebeğin kanat çırpışı Amerika’da bir kasırgaya yol açabilir. Açar değil, açabilir, bu küçücük de olsa bir olanaktır. O halde yapılacak iş bellidir: Çin'deki bir kelebeğin kanat çırpışı olmak. Kim bilir belki Amerika'da bir kasırga kopar!”( D. Küçükaydın, Bilimsel Sosyalizmden Ütopik Sosyalizme)

228


yana döndüğü veya devrimin de barbarlık kadar güçlü ve eşit düzeyde bir olasılık olduğu var sayılıyordu. Artık sosyalizm, “bilimsel” değil, “ütopik” olmalı ve bir ahlaki seçime dayanmalıydı. Bilimsel olarak pek ala insanlığın hiç de sosyalizme doğru gitmediği, yok oluşa gittiği kanıtlanabilirdi. Tarihin ve toplumun yasaları bizden yana değil, bize karşıydı. İnsanlar, özellikle zengin ülkelerin işçileri ve halkı, artık doğrudan ekonomik çıkarlarıyla değil, bir ahlaki seçim olarak sosyalizme çağrılmalıydı 164. Eskiden sosyalistler esas olarak refahta eşitlik öneriyorlardı, artık yoksullukta eşitlik önermeliydik. Bu ise yine başka bir uygarlık ve değerler sistemi sorununu gündeme getiriyordu. Böylece birbirinden ayrı üç koldan başka bir uygarlığın programlaştırılması sorunu ortaya çıkıyordu. (1) Bu uygarlığın maddi araçlarının, yapısının ve organizasyonlarının sınıfsız topluma gidişin araçları olamayacağı; (2) siyahların dünyanın beyazlarını kazanması gereği; (3) Sosyalizmin artık zenginlikte ve refahta değil yoksullukta eşitlik önerebileceği ve sosyalizmin bir ahlaki seçim olması gerektiği. * * İşçi Sınıfının dünya çapında Siyah ve Beyaz bölünmüşlüğü, sürekli devrim perspektifini ve sürekli devrimin iki ayağında da yok ediyordu. Geri ülkedeki sosyalist devrim, dünya çapında sosyalist bir toplum idealiyle, dolayısıyla ulusal devletlere ve sınırlara karşı harekete geçtiği an, bu programıyla bile ileri ülkelerdeki beyaz işçinin çıkarları için bir tehdit anlamına gelecekti 165. Dolayısıyla Lenin ve Troçki’lerin,

164

“Ezilenlerin artık gerekçesini ahlaki bir seçimde bulan bir sosyalizme ihtiyaçları var ve ancak böyle bir sosyalizm onların mücadelelerine hizmet edebilir. Bundan sonra Bilimsel Sosyalizm muhtemelen, sosyalizme karşı güçlerin sosyalizmin olanaksızlığını kanıtlamalarının ve ezilenleri bu uğurda mücadeleden vaz geçmeye çağırmalarının aracı olacaktır. Böyle bir silahı onların elinden alabilmek için, bizler, onlardan önce, yine bilimsel sosyalizmle durumun umutsuzluğunu açıkça söylemeli, ve tam da bu umutsuz durum nedeniyle, mücadele etmekten başka yapacak hiç bir şey olmadığı için insanları sosyalizm için mücadeleye çağırmalıyız. Elbette bilimsel sosyalizmin teorik araçları, yöntemleri, kavramları bu uğurdaki mücadelede durumu daha iyi kavrayabilmek; güçleri daha iyi belirleyebilmek, hatta bizzat ahlaki sosyalizmimize neden olan koşulları açıklayabilmek için kullanılabilir ama artık gerekçemiz bilimsel değil, ahlaki bir seçimdir. Bunun içindir ki bu yazının başlığı bilimsel sosyalizmden ütopik sosyalizme.” (D. Küçükaydın, Bilimsel Sosyalizmden Ütopik Sosyalizme) 165

“Geri bir ülkede bir sosyalist devrim, herşeyden önce, bütün yeryüzü ezilenlerini birleştirmek, imtiyazlılar arasına katılmak için değil de imtiyazlı durumları ortadan kaldırmak için, ulus ilkesini reddetmek, ulusu, tıpkı din gibi kişinin kendi vicdan ve inanç sorunu olarak ele almak, dolayısıyla ulus ile devlet ve toprak arasındaki ilişkiyi reddeden bir programdan yola çıkmak zorundadır. Bu ise, pratik olarak, bütün dünya insanlarına ve işçilerine ulusal sınırları tanımama, onları yıkma çağrısı demektir.

Böyle bir çağrıyı, zengin ülkelerin işçileri kendi konumlarına karşı bir tehdit olarak göreceklerdir. Ulus ilkesine dayanan sınırların ve devletin tanınmaması, din gibi bir muameleye tabi tutulması demek, yeryüzünde herkesin istediği yere gidebilmesi demektir. Ayrıca bu toplum eşitliği, yani zenginliklerin toplumun çalışan bireyleri arasında emeği ölçüsünde eşit olarak dağıtılmasını bayrağına da yazacağından zengin ülke işçisi buna bütün gücüyle karşı duracaktır. Bu durumda, zengin ülke işçisi, ulus ilkesinin devamından ve korunmasından yana olacaktır. Duruma göre bu ulus Avrupa Topluluğu da olabilir. Sonuç değişmez.” (D. Küçükaydın, Hariçten Gazeller (4), Süreksiz

229


geri bir ülkede devrim yapıp ileri ülkelerin işçilerine yardımcı olma stratejisi anlamını yitirmiş bulunuyordu. Geri ülkedeki bir devrim sadece ileri ülkelerdeki işçilerin o eşitlikçi devrimi boğma arzularını harekete geçirebilir veya onlar bu yönde hükümetlerini desteklerlerdi. Ama bu durum, Sürekli Devrim’in öbür ayağını da yok ediyordu. Yoksul ülkelerin işçileri her hangi bir şekilde iktidara geldiklerinde (bir an için Doğu Avrupa’nın yıkılışının yarattığı demoralizasyon ve aynı filmi bir kere daha görme kaygısı bir kenara bırakılsa bile) ileri ülkelerin işçilerinin yardıma gelmeyeceklerini hatta kendilerine karşı duracaklarını bileceklerinden sosyalist dönüşümlere geçmeyecekler, kendilerini sadece demokratik görevlerle sınırlayacaklar demekti. Bu durumda devrimin gidişi, adeta “Süreksiz Devrim” karakteri taşıyacaktı. Dünya işçi sınıfının siyah beyaz bölünmesinin ortaya çıkardığı bu “Sonuçlar ve Olasılıklar”a, Troçki’ye atfen “Süreksiz Devrim” denilebilirdi. Güney Afrika’nın girdiği evrim bu eğilimi doğruluyordu. Nikaragua’da Sandinistlerin iktidardan uzaklaştırılması da bir anlamda bu çıkarsamanın doğrulanmasıydı. Hatta Doğu Avrupa’daki gelişmeler bile bir anlamda bu kendini demokratik görevlerle sınırlama olarak görülebilirdi. Daha sonra Brezilya’da İşçi Partisi ve Lula iktidarı, Venezüella gibi ülkelerde de gerçekleşen ve şimdi de “21 Yüzyıl Sosyalizmi” denerek vaftiz edilen gelişmeler de bu öngörülen eğilimin bir gerçekleşmesiydi. Bu işçi ve emekçi iktidarlarının kendilerini demokratik görevlerle sınırlaması, yüzyılın başında Pavrus’un öngördüğü, kısmen İsveç veya Avustralya gibi ülkelerde gerçekleşmiş olan, İşçi iktidarı altında kapitalizm ve demokratik dönüşümler yolunun yeni bir versiyonuna yol açardı. Bu iktidarlar, kapitalizm altında işçiler için belli haklar ve demokratik karakterde dönüşümler anlamına geleceğinden, son duruşmada o ülkedeki kapitalizmi ve burjuvaziyi güçlendirirlerdi. Hatta bu bir anlamda yarı emperyalist güçlerin ortaya çıkması anlamına gelirdi. * Gerçekten de bu “Süreksiz Devrim” eğilimi, Türkiye gibi bir ülkeye uygulandığında, Güney Afrika’nın da gösterdiği gibi, kendini demokratik dönüşümlerle sınırlayan bir işçi veya halk iktidarı, fiilen bu ülkenin politik, kültürel, askeri etkisinin nüfus bölgesinin genişlemesi; yani barışçıl yollarla emperyalist yayılması anlamına geleceği görülüyordu. Bu durumda, sosyalistler için ortaya bir açmaz, bir paradoks çıkıyordu. Demokratik devrim, örneğin Kürt halkının uğradığı ulusal baskıya karşı mücadele ve Kürt halkının mücadelesinin desteklenmesi fiilen, o ülkenin burjuvazisine hizmet eden bir anlam kazanıyordu 166. Devrim, 1997) 166

Kürt halkının mücadelesinin başarısı da fiilen Türkiye’nin demokratikleşmesi sonucunu doğuracağından son duruşmada, fiilen Kapitalizme ve Burjuvaziye yaramış olacaktı. Bu nesnel sonucu en iyi gören Öcalan’dı ve tam da bu noktadan hareketle Türk burjuvazisini ve ezilenlerini ikna etmeye çalışıyordu. Onun bu gerçekçiliği sol ve sosyalistler tarafından hiç anlaşılmamış ve amaçlardan vazgeçme olarak görülmüştür. Aslında kendilerinin

230


Ama bu sonuca yol açar diye demokratik mücadeleyi desteklememek de olmazdı. Tarafsızlık, fiilen gerici askeri bürokratik kastın desteklemek anlamına gelirdi 167. Keza açmaz dünya ve ülke ölçütlerinde politika yapma veya sekt olarak kalma biçimlerinde de ortaya çıkıyordu. Bir ülke çapındaki demokratik mücadeleye verilen desteğin, fiilen o ülkede kapitalizme ve burjuvaziye yaramasından, bir ülke çapında artık sosyalist politika yapılamayacağı, sosyalist politikanın ancak dünya çapında yapılabileceği anlamına geliyordu 168. Ama Politik mücadeleyi sosyalist bir hedefe yönelik olarak dünya çapında beyazlığı ortadan kaldırmak, ulusal sınırları yıkmak talebine yöneltmek ise, fiilen ülkeler çapındaki politik mücadelelerin kalmak, bir propaganda mahfilciği, bir sekt olarak kalmak demekti. Sekt olarak kalmamak için, ülke ölçüsündeki demokratik mücadeleye katılmak ise, son duruşmada fiilen kapitalizme ve burjuvaziye hizmet anlamına geliyordu. Bu açmazdan nasıl çıkılabilirdi? Her şeyden önce bu açmazın açıkça koyulması gerektiğini savunuyordum 169. Kendi sosyalist hedeflerimizi de açıkça koymanın yanı sıra ve demokratik mücadeleye desteğimizin sonuçlarının da aslında son duruşmada kapitalizme ve burjuvaziye hizmet edeceğini de açıkça koymanın bu açmazı nispeten ortadan kaldırabileceğini düşünüyordum. Çünkü her devrimde ve radikalleşmede bir de hesaplanamayacak bir moment vardır. Eğer köklü bir demokratik devrime öncülük edilebilse, sosyalist hedefler ve açmazlar da baştan açıkça söylenmiş ve savunulmuşsa, pek ala devrim bir ölüm parendesi daha atıp, dünya çapında bir sosyalist programla ve başka bir uygarlık tasarısıyla ortaya çıkabilirdi. Bu zayıf da olsa bir olasılık olarak bulunuyordu. Ama bütün bunların olabilmesi için her şeyden önce açıkça bu açmazları koymak gerekiyordu.

yapacaklarının da nesnel neticesi farklı olmayacaktı ama onlar bunu görecek ve açıkça ortaya koyacak dürüstlük ve cesarete sahip değildiler. 167

Türkiye’de sosyalistlerin neredeyse hepsinin ulusalcı olması önceden görülmüş bu açmazın sonucudur. Burjuvaziye veya Emperyalizme karşı olma adına fiilen Askeri bürokratik oligarşinin desteği olmaktadırlar. 168

Örneğin 1997’de info İstanbul’da bir tartışmada şöyle yazıyordum: “En son söylenmesi gerekenleri en başta söylemek gerekirse: 1) Bugünün Türkiye'sinde veya herhangi bir ülkede, ülke ölçeğinde sosyalist bir program ortaya koymak ve dolayısıyla ülke ölçekli sosyalist bir politika yapmak mümkün değildir. Sosyalist politika ancak evrensel ölçekte yapılabilir. 2) Ve bu sosyalist politika ancak bugünkünden kökten farklı bir politika anlayışıyla yapılabilir.” (D. Küçükaydın, Hariçten Gazeller) 169

"Hamburg'a gelmiş bir ÖDP yöneticisiyle konuşuyordum bir defa. Ona da yukardaki söylediklerimi aşağı yukarı ifade ettim. ÖDP'nin nesnel olarak Özal'ın programını gerçekleştirmekten, ama bunu demokratik yollarla gerçekleştirmekten, dolayısıyla gelişmiş emperyalist bir Türkiye yaratmaktan başka bir şey yapamayacağını söylemiştim. O yönetici de fazla zorlanmadan bir noktada bunu kabul etmişti. Bunun üzerine, “niye ÖDP'liler hep sosyalizmi kurmaktan falan söz ediyorlar. Niye ezilenleri ve kendilerini kandırıyorlar. Böyle sosyalist politika mı olur? Sosyalist politikanın özü ezilenlere gerçek durumu ve zorlukları anlatmak olmalıdır; onlardaki yanlış hayallerle mücadele etmek olmalıdır” demiştim. (...)Bunu söylediğim arkadaş, "bütün bunlar doğru olabilir, ama halka böyle şeyler söylenir mi? Böyle şeyler söylenerek politika yapılabilir mi?" demişti.” (D. Küçükaydın, Hariçten Gazeller 1)

231


Tabii bu demokratik hedeflerin son duruşmada burjuvaziye ve kapitalizme hizmet etmesi aynı zamanda bu taleplerin burjuvazi ya da akıllı Türk milliyetçileri tarafından savunulabileceği anlamına da geliyordu. Yani sosyalist olarak savunulan bütün demokratik talepler bir burjuvanın, bir akıllı Türk milliyetçisinin çıkarı açısından da savunulabilirdi. Ve tam da böyle olduğu gösterilerek de bu açmaz bir ölçüde olsun aşılabilirdi. Bu düşünceyle örneğin Kürt hareketini desteklemek için Özgür Politika’ya yazdığım yazılarda, sosyalistlerin savunduğu bütün demokratik taleplerin, bir Türk milliyetçisi tarafından da savunulabileceğini göstermek için, “Bir Türk Milliyetçisi Olarak” alt başlığıyla yazılar yazıyor, sonra da bir sosyalist olarak bizzat o yazılarda savunulan görüşleri eleştiriyordum. Böylece açmazı aşmanın somut bir örneğini vermeye çalışıyordum. 170 Bu aşamada henüz farklı ulusçulukların; toprağa dayanan ve tarihsiz, nispeten demokratik ulusçuluklar ile bir dile, etniye, soya, tarihe dayanan gerici ulusçulukların farkını göremiyordum. Demokratik bir devrimin aynı zamanda farklı bir ulusçuluk tanımı anlamına geleceğini, yani ulusun tanımından dili, dini, etniyi, tarihi çıkarmak anlamına geleceğini göremiyordum. Bunun nedeni ise, Marksizm’in içindeki bir çelişkiydi. Demokratik bir Cumhuriyet ile Ulusların Kaderini Tayin Hakkı’nın farklı ulusçuluk anlayışlarına dayandığını göremiyordum. Göremeyişimin nedeni Marks-Engels-Lenin-Troçki gibilerin bu çelişkiyi taşımaları ve onlarda böyle bir çelişki olabileceğini aklıma bile getirmememdi. Onların üzerimdeki muazzam manevi otoritesi nedeniyle bu çelişkiyi görmem ve çözmem çok uzun zamanımı alacaktı. * Marks-Engels, Lenin ve Troçkilerin denenmiş manevi otoritesini tartışma konusu yapmayı aklımdan bile geçirmediğim için elbette her sosyalist gibi “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”nı savunuyor, somut olarak da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı için her türlü desteği sunuyordum. Ne var ki, bunu bütün Türkiye’deki sosyalistlerden farklı olarak, tam da Marks, Engels, Leninlerin otantik kavrayışına uygun olarak, bir ulus olup olmama bağlamında değil, Demokratik bir Cumhuriyette, devletin bürokratik ve militer olmaması, demokratik bir örgütlenmeye dayanması bağlamında, özgür komünlerin birliği olarak örgütlenmenin

170

“Evet, gereğinde eleştireceğimiz görüşün en akıllı savunucusunu yaratmak gerekiyor. Bu biraz insanın kendine karşı satranç oynaması gibi. Stefan Zweig'ın "Schachnovelle"diye bir romanı vardır. (Sanırım Türkçeye "Bir Satranç Öyküsü" ya da "Satranç" adıyla çevrilmişti. ) Bu romanında, Zweig, atıldığı bir tecrit ortamında kendine karşı bir siyah bir de beyaz olarak satranç oynayan ama bu çelişki altında dayanılmaz ruhsal bir bölünmeye uğrayan birini anlatır. Evet biz de bir tür satranç oynayacağız, bir siyah bir de beyaz olarak; bir Türk milliyetçisi olarak ve bir sosyalist olarak. Bazı yazılar bir Türk milliyetçisinin bazı yazılar bir sosyalistin bakış açısından yazılacak. Bizi buna zorlayan tecrit koşulları değil, çelişkinin varlığı bizi kendimize karşı satranç oynamaya zorluyor. O romanda sonuç olan, bizde neden ve hareket noktası. Kendine karşı satranç, orada parçalanmaya yol açarken, bizde bu parçalanmayı aşmanın bir aracı. Hareket noktasındaki bu parçalanmayı yaratan çelişkileri ise tarihin izlediği yol dayatıyor. İnsanlığın çıkmazını pekiştiren koşullar Kürtlere ve Türklere geçici olanaklar sunuyor.” (Demir Küçükaydın, İlk Yazı: "Schachnovelle")

232


kendiliğinden bir sonucu olarak savunuyordum 171. Yani gerçek bir demokratik cumhuriyet özgür komünlerin gönüllü birliği olacağından 172, fiilen bir tek köyün bile ayrılma hakkı olur, ayrılmak isteyen bir köyün bile ulus olduğuna dair bir kanıt getirmesi gerekmez. Dolayısıyla Demokratik bir Cumhuriyet fiilen Ulusların Kaderini Tayin Hakkı anlamına da gelir 173. Bu yaklaşım, aslında Erfurt programı eleştirisinde Engels’in yaklaşımı veya Lenin’in yaklaşımının 174 ta kendisiydi ve Türkiye’deki ulusal sorun tartışmalarında, ulusal sorunun

171

Bu yaklaşıma ilişkin olarak Lenin’den iki örnek: “ ‘Ulusların Kaderini Tayin Hakkı’ demokratik bir düzeni zorunlu kılar, öyle ki, bu düzende sadece genel olarak demokrasi ile yetinilemez, burada, özel olarak ayrılma sorununu demokratik olmayan yoldan çözüme bağlamak olanaklı değildir.” “Proletarya, bir ulusun bir devlet sınırları içinde zorla tutulmasını olanaksız kılan bir demokrasiden yanadır.” Lenin’in ve uzun yıllar benim anlamadığım, böyle bir demokrasinin, dile, dine, etniye, soya, kültüre göre yapılmış tanımına da dayanamayacağı, dolayısıyla ulusların ayrılma hakkını savunmanın, ulusu böyle tanımlama hakkı olduğu anlamına geldiğini görememekti. 172

Örneğin Engels, Erfurt Programının eleştirisinde şöyle diyordu: “"Mutlak olarak kesin olan bir şey varsa, o da, partimizin ve işçi sınıfının, egemen duruma, ancak demokratik cumhuriyet şekli altında gelebilecekleridir. Hatta, demokratik cumhuriyet, Büyük Fransız Devrimi örneğinin gösterdiği gibi, proletarya diktatörlüğünün özgül biçimidir de. (...) Demek ki, tek bir cumhuriyet. Ama, 1798'de kurulmuş olan imparatorluğun imparatorsuz şekli olan bugünün Fransız Cumhuriyeti anlamında değil.[272] 1792'den 1798'e kadar her Fransız ili, her belediye, Amerikan modeline uygun olarak kendi tam özerk yönetimine sahip bulundu, bize de böyle bir şey gerek. Böyle bir özerklik nasıl örgütlendirilebilir ve bürokrasisiz nasıl edilebilir, Amerika ve Birinci Fransız Cumhuriyeti, bunun nasıl olacağını bize gösterdi; Avustralya, Kanada ve öteki İngiliz kolonileri de bugün bize bunu göstermektedirler. Böyle bir eyalet ve belediye özerkliği, örneğin kantonun konfederasyona göre pek bağımsız bulunduğu, ama bu bağımsızlığın, ilçeye (Bezirk) ve belediyeye karşı da olabildiği İsviçre federalizminden çok daha özgürdür. Kanton hükümetleri, ilçe mülki amirlerini (Bezirkesstatthalter) ve valileri tayin ederler; oysa İngilizce konuşulan ülkelerde böyle bir şey yoktur, ve biz de, gelecekte, bunlardan, Prusyalı il ve hükümet müşavirlerinden olduğu gibi (Londrat ve Regierungsrat) kendimizi kurtarmalıyız. (...) Ama programa, her şeye karşın sokulması mümkün olan ve hiç değilse dolaylı olarak söyleme olanağına sahip bulunmadığımız şeyin ifade edilmesine yarayabilen şu istemdir: "İlin, ilçenin ve belediyenin, halkın genel oyu ile seçilmiş görevliler tarafından tam özerk olarak yönetimi. Devlet tarafından tayin olunan bütün yerel yüksek memurların (sayfa 530) ve il yüksek memurlarının (autorites) kaldırılması." " (F. Enfels, 1891 Sosyal Demokrat Program Tasarısının Eleştirisi,) Engels’in Lenin gibi çelişkisi, “"Almanya'nın ulusal birliğinin gerçekleştirilmesi."nden söz etmesidir. Yani “Almanlıkla, dolayısıyla dille veya soyla veya kültürle tanımlanan bir ulus varsayımı vardır. Demokratik cumhurilyet’in kendini böyle tanımlaması bir çelişki olur. Demokratik Cumhuriyet böyle tanımlanmaya karşı olmalıdır. 173

"Komünün geliştirme zamanı bulamadığı kısa bir ulusal örgütlenme taslağında, Komünün en küçük kırsal yerleşme merkezlerinin bile siyasal biçimi olacağı" (...) "Her ilin kırsal komünleri, ortak işlerini ilin yönetim merkezindeki bir delegeler meclisi aracıyla yönetecek, ve bu il meclisleri de Paris'teki ulusal yetkililer kuruluna milletvekilleri göndereceklerdi; delegeler her an görevden geri alınabilir ve seçmenlerinin buyurucu yetki belgesi ile bağlı olacaklardı. Bir merkezi hükümete gene de kalan, az sayıda ama önemli görevler, gerçeğe aykırılığı biline biline söylendiği gibi kaldırılmayacak, ama komünsel, başka bir deyişle sıkı sıkıya sorumlu görevliler tarafından yürütüleceklerdi. Ulusun birliği bozulmayacak, ama tersine, komünsel kuruluş tarafından örgütlenecekti(...)" (Karl Marks, Fransa’da İç Savaş) Lenin ve Engels’te görülen yanlış aynen Marks’ta da görülüyor bu alıntıda olduğu gibi. “Ulusun birliği bozulmayacak” diyor. Yani ulus Fransızlarla veya Fransa’da yaşayanlarla tanımlıyor. Eğer özgür komünlerin birliği ise, niye bir dili konuşanlar ya da bir bölgede yaşayanlar ile sınırlasın ki kendini bu cumhuriyet? Bu sınırlamanın kendisi, demokratik cumhuriyet’in ulusu bir dil, etni, soy, tarih ile tanımlamamak gerektiği ilkesiyle çelişmez mi? 174

Örnek: “Ama bu demokratik merkeziyetçiliği, Engels, hiçbir zaman, burjuva ve aralarında anarşistlerin (sayfa 97) de bulunduğu küçük-burjuva ideologların ona verdikleri bürokratik anlamda anlamaz. Engels bakımından, merkeziyetçilik, "komünler" ve bölgelerin devlet birliğini tamamen kendi istekleriyle savunmaları koşuluyla, her tür bürokratizm ve her tür yukardan "buyurma"yı söz götürmez biçimde ortadan kaldıran geniş bir yerel yönetsel özerkliliği hiç mi hiç dıştalamaz.” (Lenin, Devlet ve Devrim)

233


çözümünün, hiç ele alınmamış ve anlaşılmamış bir boyutuydu. Bu bakımdan neredeyse bütün Kürt ve Türk solundan farklı ve otantik biçimiyle klasik Marksist bir tutum içindeydim 175. Bu yaklaşıma uygun olarak da, Kürt Ulusal Hareketini bir yandan desteklerken, diğer yandan da onlara bu yaklaşımı bir strateji ve program olarak öneriyordum. Bağımsızlık için değil, Demokratik Bir Cumhuriyet için mücadele ederseniz, Türkiye’nin ezilenlerini de kazanabilir ve böylece ulusal baskıya daha kolay son verebilirsiz diyordum 176. Bu öneri, Ulusal Kurtuluş Hareketlerini de Yeni Sosyal Hareketler içinde gördüğüm için, Yeni Sosyal Hareketler’in potansiyelleri, sınırları, program ve stratejsine ilişkin dersler ve çıkarsamalar bağlamında da bir anlama sahipti. Yeni sosyal hareketlerde devrimci ve sosyalist kanatların radikalleşme ve hedeflerini büyütme eğilimleri vardı (örneğin Amerika’da siyahlar hareketi). Bu eğilimlerde ifadesini bulan program ve stratejileri kendim de bizzat Göçmenler hareketi içinde savunduğum için, Kürt Hareketinin işçi ve yoksul kanadının böyle bir eğilim içine gidebilme potansiyeli taşıdığı çıkarsaması yapılabilirdi. Buradan da Kürt Ulusal Hareketi içindeki bir proleter ve sosyalist kanadın böyle bir program ve stratejiyi savunabileceğini ve savunması gerektiğini düşünüyordum. Bu aynı zamanda egemen ulus sosyalist ve işçilerinin de program ve stratejisi olmalıydı. Dolayısıyla bu önerilerim, Kürt Ulusal Hareketi içinde bir sosyalist ve devrimci demokratik kanat oluşturma ve onun program ve stratejisini oluşturma çabasının bir parçası olarak da görülebilirdi. Bu nedenle, Öcalan yakalandığında, bir Demokratik Cumhuriyet projesi geliştirdiğinde, Öcalan’ın ne yaptığını herkesten daha iyi anlayacak durumdaydım. Çünkü Demokratik Cumhuriyetin ulusal baskıya son vermek anlamına geleceğini zaten söylüyordum. Bu değişimi, önerimin bilinçsiz ve kendiliğinden bir kabulü ve yeni sosyal hareketlerin de daha radikal bir programa geçebileceği yönündeki öngörümün ve nesnel eğilimin bir gerçekleşmesi olarak da görüyordum. Ve bu projeyi, bu nedenle, bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüş projesi olarak selamlıyordum 177. 175

“Kürt ve Türk solunda Kendi Kaderini Tayin Hakkı, ancak ulus olunca sahip olunabilecek bir şey olarak anlaşılmış ve Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakkım savunmak için hep Kürtlerin bir ulus olduğu kanıtlanmaya çalışılmıştır. (Burada kasıtlı çarpıtmalara imkan vermemek için Kürtlerin bir ulus olduğunu açıkça belirtelim.) Ama sorunun bu şekilde koyuluşu tersinden, ulus olmayan, tarihsel, coğrafi, sosyolojik ya da psikolojik olarak kendine ulus olduğuna dair bir sertifika bulamayan bir topluluğun ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma hakkından söz edilemeyeceği varsayımını içerir. Tartışmayı yeniden başlatmak, ama bir üst düzeyde başlatmak ve ilerde çok gerici sonuçlar doğuracak bu varsayımın yanlışlığım göstermek için, iddia ediyoruz ki: ayrılma hakkı için ulus, milliyet vs. olmak gibi bir önkoşul yoktur ve olmamalıdır. Bu, Marks-Engels-Lenin'in Demokratik Cumhuriyeti ve Ayrılma Hakkı anlayışıdır. Gerçek demokratik cumhuriyette, isteyen köy, mahalle, ya da bölge halkı, istediği takdirde derhal ayrılabilmeli ve bunu engelleyecek ne hukuki, ne idari bir mekanizma olmamalıdır.” D. Küçükaydın, “Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları”, Kürdistan Pres, 18.02.1987) 176

“Kürdistan sosyalistleri ve proletaryası, bağımsız bir Kürt devleti için değil, ama Demokratik bir Cumhuriyet, bir tek köyün bile kendi kaderini tayin hakkının engellenemeyeceği gerçekten demokratik bir cumhuriyet için savaştıkları takdirde, belki Kürt burjuvazisini kaybedeceklerdir ama çok daha büyük güçleri kazanacaklardır. Ulusal Kurtuluş, bunun otomatik yan ürünü olacaktır." (D. Küçükaydın, Kürdistan Pres, 1986) 177

“Belli uluslar arası dengeler el vermediği sürece, Kürt ulusal hareketi sadece bağımsız bir devlet için savaştığı takdirde başarıya ulaşamazdı. Kürt Ulusal hareketi, kendini ezen ulusların ezilenleri için de bir program geliştirdiği,

234


Ne var ki, Marks, Engels, Lenin’lerin otantik hatasını da paylaştığımdan, yani demokratik cumhuriyetin dile, tarihe, kültüre dayanan bir ulusçuluk ve ulusla bağdaşamayacağını henüz görmediğimden, bunun bir ulusçuluktan başka bir ulusçuluğa geçiş olduğunu ve bunların birbiriyle çeliştiğini görmüyordum 178. Ancak bur süre sonra, iki ulusçuluğu birbirinden ayırmaya başladım. O zaman Öcalan’ın dile getirdiği eğilimin bir ulusçuluktan başka bir ulusçuluğa geçiş olarak formüle edilebileceğini de gördüm 179. Böylece Demokratik Cumhuriyet ile Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkının aslında farklı ulusçuluk anlayışlarının ifadesi olduğu, birbiriyle çeliştiği ortaya çıkıyordu. Bu da Marks, Engels, Lenin, Troçki’lerin yani Marksizm’inin bu çelişkiyi taşıdığı anlamına geliyordu. Daha önce Demokratik Cumhuriyet ve Devletin Örgütlenmesi bağlamında ifade edilenleri, şimdi aynen ulus paradigması içinde, farklı ulusçuluklar olarak da ifade etmek mümkün oluyordu 180. Ama bu ifadenin ne anlama geldiği üzerine daha derinliğine düşünülünce, bunun, daha önce Sürekli Devrim’in iki ayağının da kopması, dolayısıyla “Süreksiz devrim” biçiminde ifade edilen eğilimin, aşılması olduğu da ortaya çıkıyordu. Yani Sürekli Devrim eğilimi başka bir biçimde tekrar ortaya çıkıyordu. Bu da önce söz edilen açmazların başka bir biçimde aşılması anlamına geliyordu. * ABD’nin Orta Doğuyu işgaliyle birlikte ortaya çıkan durumda, bir ulusçuluktan (dile, dine, etniye, tarihe dayanan gerici ulusçuluktan) diğer ulusçuluğa geçiş (Toprağa dayanan ve gerici ulusçuluğun dayandıklarına dayanmayı reddeden nispeten daha demokratik ulusçuluk) bölge oligarşilerine ve ABD’ye karşı biricik strateji olarak ortaya çıkıyordu 181. Zengin bir ülkede, yeryüzü ölçüsünde ırk ayrımcılığı sisteminin devamı anlamına gelecek böyle bir Demokratik Ulusçuluğa dayanan Demokratik Cumhuriyet, geri ülkeler için

yani sadece Kürtleri, kendini değil, kendini ezenlerin de ezilenlerini kurtarmaya kalktığı takdirde; yani bir ulusal kurtuluş hareketi olmaktan çıkıp bir sosyal kurtuluş hareketine dönüştüğü takdirde; yani bir salto mortale ile kendisi olmaktan çıktığı takdirde başarı kazanabilirdi. Kürt hareketleri içinde, plebiyen yapısıyla sadece PKK bu güne kadar böyle bir kendini aşma potansiyeli ve emareleri gösterebiliyordu.” (D. Küçükaydın, Abdullah Öcalan’ın yargılanması ve Gelişmeler) 178

Elbette Öcalan’ın dile getirdiği biçimiyle Demokratik Cumhuriyet’in bizim dediğimizle tam bir çakışması yoktu. Hem teorik kaynakları yoktu hem de bu talebi birçok diplomatik ifade ve taktikler içinde ifade ediyordu. Ama bu yönde bir eğilim taşıyordu. 179

“İkinci stratejik değişiklik, ulusun kültür, etni ve dile bağlı tanımından hukuki bir tanımına geçiştir.” (D. Küçükaydın, “Bir değişimde Üç değişim”, Özgür Politika) Bu yazıda bu ayrımı yapmama rağmen bu farklı ulusçulukları aynı ayarda ulusçuluklar gibi ele alıyordum hala, birincisinin ikincisine göre gerici karakterini tam ayırt edemiyordum. 180

Örneğin birçok yazı arasında “İki ulusçuluk”, “İki Ulusçuluk ve Öcalan’ın Önerisi” gibi başlıklar taşıyanlar zikredilebilir.

181

“Ortadoğu İçin Demokrasi Manifesto” bir anlamda bunu göstermek ve savunmak amacıyla Komünist Manifesto’ya öykünerek yazılmış bir Program ve Strateji önerisidir. Bu manifesto, “Büyük Ortadoğu projesi ve Sosyalist Strateji” adlı kitap içinde yer alıyor ve aslında çok önce bir dergi girişiminin çıkış bildirgesi olarak yazılmıştı.

235


(Ortadoğu, Afrika, Güney Amerika) Emperyalist böl ve yönet politikasına karşı bölge halklarının direnişinin aracı işlevi görebilirdi. Bir demokratik karakterli devrim, kendini Demokratik bir programla bile sınırlasa, demokratik çerçevede, ulusu dil, din, etni, soy, tarih ile tanımlamayı reddeden bir ulusçuluk anlamına geleceğinden, ABD ve Bölge ülkelerinin gerici ulusçuluğuna karşı, en azından Ortadoğu ölçüsünde bir yayılma ya da yok olma eğilimi gösterirdi. Yani Devrim kendini Demokratik görevlerle sınırlasa da, bir tür Sürekli Devrim eğilimi göstermesi demekti bu. Ne var ki bu Sürekli Devrim, eskisi gibi, gerici ulusçuluk çerçevesinde ulusu tanımlamış bir ülkede ekonomiye yönelik ve derinliğine sosyalist dönüşümler biçiminde değil; politikaya yönelik, yataylığına demokratik bir ulusçuluk ve cumhuriyet biçiminde gerçekleşebilirdi. Bu aslında Sürekli Devrim dinamiği ve perspektifinin, gerici ulusçuluğun bumağılarından; sosyalist hareketin içine işlemiş gerici milliyetçilikten; Demokratik Cumhuriyet ve Ulusların Kaderini Tayin Hakkı çelişkisinden kurtulması demekti. Ve bu kurtuluş, yani Orta Doğu gibi dünyanın en stratejik enerji kaynaklarının bulunduğu bir yerde bölge haklarını birleştirip yayılma eğilimi gösteren bir Demokratik Cumhuriyet, aynı zamanda Emperyalist saldırı ve müdahaleler karşısında kalır demekti. Bu durumda o da kendini savunmak için, dünya çapında, tüm sınırların kaldırılmasını savunmaya yani uluslara ve ulusçuluğa karşı, tüm dünyanın siyahlarını birleştirecek bir programa geçebilirdi. Ve bu programı aynı zamanda başka bir uygarlık tasarısıyla birleştirerek dünyanın zengin uluslarının geniş kesimlerini de yanına çekebilirdi. Böylece Sürekli Devrim perspektifi, başka bir düzeyde ve biçimde tekrar bir olasılık ve aktüalite kazanıyor; daha önce sözü edilen dünya çapında ve ülke çapında mücadelede ortaya çıkan, doğruları vazeden bir sekt olarak kalma ve burjuvaziye ve kapitalizme hizmet etme açmazları, aşılabiliyordu. Yani Sürekli Devrim perspektifi ve olasılığı, ulus paradigması içinde yeniden, gerici ulusçuluğa karşı demokratik ulusçuluk ve demokratik ulusçuluğu da aşarak, bir dünya cumhuriyeti biçiminde ortaya çıkıyordu. Bir Dünya Cumhuriyeti başka bir uygarlık değildi, aydınlanmanın, burjuva uygarlığının, dünya proletaryası ve ezilenleri eliyle, tarihsel kazanımlarla ve ulusçulukla mücadele içinde geliştirilmiş ve derinleştirilmiş bir biçimini savunmaktı özünde. Ve tam da bu karakteri nedeniyle bütün Yeni Sosyal Hareketleri, yani ulusal, kültürel, dinsel, cinsel, ırksal vs. ayrımcılık ve baskılara karşı tüm hareketleri birleştirebilir ve aynı zamanda Çevre ve ABC Savaşı felaketlerine karşı bir dünya cumhuriyeti biçiminde ön koşulu oluşturabilirdi. Eski anlayışta, ülkelerin sosyalist olması, sonra bir dünya cumhuriyeti kurulabileceği gibi gizli bir varsayım varken, şimdi, bir dünya cumhuriyetinin kurulması ve uluslara karşı mücadele sosyalist dönüşümlerin ön koşulu olarak ortaya çıkıyordu. Yani Yeni Sosyal Hareketler, Başka bir Uygarlık tasarısı, Sürekli Devrim, Milliyetçilik gibi sorunların hepsinin teorik ve kavramsal bir tutarlılık içinde ve bir hamlede çözüldüğü

236


görülüyordu. Geleceğin sosyalist ve işçi hareketinin program, strateji, örgüt ve taktiklerinin teorik temeli de ortaya çıkmış oluyordu. Başka bir uygarlık, bu uygarlığın dayandığı özel ve politik ayrımının ortadan kalktığı noktada ortaya çıkabilirdi. Özel politik ayrımının ortadan kalkması ise her şeyden önce politik olanın, yani devletin ortadan kalkması, yani sınıfsız bir topluma geçmek, bunun için de meta üretimine dayanan ekonomiden kullanım değerleri üreten bir ekonomiye, herkese emeği kadar diye bayraklarına yazmış bir topluma geçmek demekti. Ama bu sonuca ulaşmak ancak daha sonra o zamana kadar dayandığım ulus teorilerinin eleştirisi ve aşılması; bütün bunların bir din ve üstyapılar teorisi içinde yeniden anlamlandırılmasıyla mümkün olacaktı. Bu da Marksizm içindeki aydınlanma kalıntılarının yatağanla kazınması, Tarihsel Maddeciliğin bu kalıntılardan arındırılarak yeniden formüle edilmesinden başka bir şey değildi. Bu kalıntılar ise Ulus, Din ve Üstyapılar teorisinde (ya da teorisizliğinde) yoğunlaşmış bulunuyordu. * Özellikle 80’li yıllardan sonra İngiltere’de yapılmış Ulus konusundaki öncü araştırmalar olmasaydı, hiçbir zaman bu sonuçlar ortaya çıkmayabilirdi. Yapılan bu katkıları eleştirerek Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemi içine yerleştirmek, yani bir Marksist Üstyapı, Din ve Ulus Teorisinin inşası için duvarcı sicimleri çekmekti. Aydınlanmanın Humanist ve Ortadoğu dinlerinin insanların eşitliği ve birbirine sorumluluğu geleneklerine dayanan bir aile ortamı ve çevrede büyüdüğüm ve egemen ulustan bir insan olup herhangi bir ulusal baskı yaşamadığım için, bir ulus körüydüm. Benim için önemli olan insan olmaktı, Türklük veya başka bir ulustan olmanın hiçbir anlamı yoktu. Ancak çok sonraları, kendimi bir ulustan hissetmesem de, kendi kabul ve hislerime rağmen, Türk olduğumu, Türkiye’de egemen; Almanya’da (veya Avrupa’da) ezilen Ulustan (veya ırktan) olduğumu, Kürtlerden ve Almanlardan öğrendim. Daha baştan, bilinçsiz olarak ulusun öznel bir kavranışına dayanıyordum. İnsanlar kendilerini ne hissediyorlarsa odurlar diye düşünüyordum. Bu düşünceme uygun olarak örneğin Bir Kürt arkadaş bana “Kürtlerin Ezilen bir ulus olduğunu kabil ediyor musun?” diye sorduğunda, “Kendilerine Kürt diyenler veya öyle kabul edenler, Kürtlerin ezilen bir ulus olduğunu düşünüyorlarsa öyledirler” diye cevap veriyordum. Ayın şekilde yine “Bir Çerkez ulusu olduğunu kabul ediyor musun?” diyen Çerkez arkadaşa da “Kendini Çerkez olarak kabul edenler Çerkezlerin bir ulus olduğunu söylüyorlarsa öyledirler” diye cevap veriyordum. Ama cevaplarımın muhataplarımı memnun etmediğini de görüyordum. Bir bakıma memnundular, ezilen bir ulus veya ulus olduklarını hiç sorunsuz kabul ediyordum. Bu tam da istedikleri cevaptı. Ama diğer yandan hiç de memnun değillerdi. Ama neden? Ne ben ne de onlar bu uyumsuzluğun ve memnuniyetsizliğin nedenini anlayamıyorduk. Memnuniyetsizliğin nedeni aslında farklı ulus ve ulusçuluk tanımlarındaydı. Ama bunu çok sonra anlayabilecektim. Zaten tam da burada farklı ulusçulukların söz konusu olduğunu görememem nedeniyle, bu bilinçsizce dile gelmiş öznel ulusçuluk anlayışının, Marksizm’e egemen ulusçuluk kavrayışından da farklı olduğumu da görememiştim. Bu nedenle de

237


Ulusların Kaderini Tayin Hakkı’nın Demokratik Cumhuriyet ile çeliştiğini uzun yıllar anlayamamıştım. Bu öznel ulus ve ulusçuluk kavrayışı, seksenlerin ikinci yarısında modern ulus ve ulusçuluk teorileriyle karşılaştığımda, onları kendiliğinden ve coşkuyla benimsememin de temelini oluşturacaktı. Ulus ve ulusçuluk konusuyla teorik olarak ilk yoğunlaşmaya başlamam Kürt hareketinden ve Dünyanın siyah ve beyaz bölünmüşlüğü sorunlarından da önce Irkçılık bağlamında olmuştu. Hamburg Berlin’le birlikte, sadece Göçmenler hareketi içindeki radikalleşmenin iki merkezinden biri değildi. Ayanı zamanda seksenli yıllarda, Amerika, İngiltere ve Fransa’nın oldukça gerisinden gelen Almanya’daki ırkçılık üzerine teorik araştırma ve tartışmaların en önemli merkezlerinden biriydi ve belki de birincisiydi 182. Ayrıca Almanya çapında da göçmenler arasında canlı bir tartışma ortamı bulunuyordu. İşte bu ırkçılık tartışmaları bağlamında, Almanya’nın tarihiyle de çok özel bir ilişkisi olan Irkçılığın çok özgül bir biçimi olan anti-semitizm ve ırkçılıkla yakın akraba olan milliyetçilik de Irkçılıkla bağları, ortaklıkları ve ayrılıkları bağlamında sürekli gündemde bulunuyordu. Ben de bu çevre ve tartışmalarla yakın ilişki içindeydim. Diğer yandan, yine bu ortam içinde, ırkçılık, milliyetçilik ve antisemitizm üzerine literatürü okuyup tartışan bir grubun çalışmalarına da katılıyordum 183. Bu çalışmalar bağlamında daha seksenli yılların ikinci yarısında, seksenlerin başlarında İngiltere’de bir Kopernik devrimiyle adeta bir yeniden doğuş yaşayan ulusçuluk üzerine Literatürle, özellikle Bendict Anderson’un Almancaya “Ulusun İcadı” diye çevrilen “Hayali Cemaatler”i aracılığıyla, tanışma olanağı olmuştu. Ayrıca Irkçılık bağlamında, ırkların da “hayali cemaatler” olduğu yönlü görüşlerle karşılaşmıştım. B. Anderson’un yaklaşımı daha ilk anda beni kendisine çekmişti. Bunda kendiliğinden var olan milliyetçilik anlayışıma uygunluk kadar, Kıvılcımlı ve batı Marksizm’inin birbirini bilinçsizce tamamladığı tarzındaki görüşümün yeni bir deliliyle karşı karşıya olduğunu sezmemin de bir etkisi vardı. Böylece daha önce uyumluluğu ve birbirini tamamladığı sonucuna ulaştığım Marksizm’in heretik geleneklerinin yeni Ulus ve ulusçuluk teorileriyle de uyumlu olduğu ve birbirini tamamladığı gibi nefis bir sonuç ortaya çıkıyordu. Örneğin B. Anderson bizzat kendisi Walter Benjamin’e borcunu dile getiriyor 184 ve bir bakıma bu borcun bir nişanesi olarak kitabının içinde “Tarih meleği” diye bir bölüm bulunuyordu. Ben de B. Anderson’un Aydınlar ve Yazı ile ulusun hayal edilmesi arasındaki anlattıklarının, Kıvılcımlı’nın Tarih Teziyle uyum içinde Çin, Hint uygarlıklarının neden ulusçuluğa bağışık (Şerbetli) kaldığını, hatta neden İran’ın Şiiliğe dayanan bir ulus tanımına 182

Bu dönemde Hamburg’ta dünyadaki ırkçılık üzerine yazmış neredeyse bütün düşünür ve yazarların katıldığı çok büyük bir Konferans yapılmıştı. Yine bu konferansın hazırlığı bağlamında, Stuart Hall, Robert Miles, Sivanandan Hamburg’a gelmiş ve konferanslar ermişlerdi. 183

Bu grupta Türkiyeli Taner Akçam, Almanyalı Michael Böttcher ve İsrailli Yaron Matras vardı. Ben de sonra bu grubun çalışmalarına katılmıştım. 184

“Okurların da kolayca görebileceği gibi, milliyetçilik hakkındaki düşüncelerim Erich Auerbach, Walter Benjamin ve Viçtor Turner’in yazılarından derinden etkilendi.” (Benedict Andarson, Hayali Cemaatler)

238


gittiğini ve Klasik Ortadoğu Akdeniz uygarlık alanının neden parça parça olduğunu açıklamakta kullanılabileceğini görüyordum. Şekillere dayanan bir yazı ve kast sistemi Çin ve Hint’i şerbetli kılıyordu. Kastlaşmaya olanak tanımayan barbar akınları ve seslere dayanan alfabeler de Ortadoğu Akdeniz alanının ulusçuluk tarafından kurt dayamış sürüye dönmesini kolayca açıklıyordu 185. Kıvılcımlı’nın Antik tarihin gidişine ilişkin açıkladıkları ve kavramlarıyla B. Anderson’un ulusların oluşumuna ilişkin açıkladıkları ve kavramları, birbirlerinden habersizce geliştirilmiş olmalarına rağmen, açık bir uyum içindeydi. Ne var ki, bu dönemde, yani seksenli yıllarda, çeşitli vesilelerle dönsem de, milletler ve milliyetçilik teorisi yine de teorik çalışmalarımın merkezinde bulunmuyordu. Merkezde dünyanın bölünmüşlüğü, başka bir uygarlık gibi sorunlar bulunuyordu. 186 Daha sonra doksanların ortalarına doğru Sosyalizmin Sorunları dergisini çıkarmaya başlayıp da ikinci sayısının ağırlıklı konusunu “Irkçılık ve Milliyetçilik” olarak seçtiğimizde, konuya tekrar yoğun olarak yöneldim ve bu dönemde Ernest Gellner’in teorisiyle karşılaştım. Bu bir adım daha atmamı ve milletlerin, sadece bir cemaat değil, politik bir cemaat olduğunu daha iyi kavramamı sağlıyordu. Gellner’in milliyetçilik için söylediklerinin hepsinin aynen Enternasyonalizm için de geçerli olduğu görülüyordu. Böylece Enternasyonalizm’in de milliyetçilik olduğu dolayısıyla Enternasyonalizmin çöküşünün milliyetçiliğin çöküşünün kendi zıttı biçiminde görünüşü olduğu da ortaya çıkıyordu 187. Ama esas önemli olan, Gellner’in Milliyetçilik tanımından hareketle, ulusal sorunla ilişkili olarak, o zamana kadar sosyalistlerin bu konuda söylediklerinden çok farklı programatik bir sonuca ulaşmamdı. Madem ki Milliyetçilik “politik birim ile ulusal birimin çakışması ilkesi”ydi, sosyalistlerin programı da, “ulusal olanın da özel olması, politik olmaktan çıkarılması” olarak, otomatikman buradan ortaya çıkıyordu. Bu da aslında yeryüzü ölçüsündeki apartheid’a karşı hem somut bir program oluyor, hem de “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı” programının özünde milliyetçi ve yanlış olduğunu gösteriyordu. Ama burada, Ulasal olanı hala dille, dinle, tarihle tanımlanmış bir ulusçuluğun tanımı olarak anlıyordum ve ulusçulukların farkını göremiyordum. Daha sonra ABD’nin Irak’a girişi ve oradaki projesine karşı, somut politik program ve bir cevap ararken, bir tarihe, dile, dine, soya dayanmayan daha demokratik bir ulusçulukla, bunlara dayanan bir ulusçuluğun gerici ve bölge oligarşileri ve ABD’nin planlarıyla uyumlu niteliğini görecektim. Bunun açmazları aşma yolundaki sonuçlarına yukarıda değinilmişti. *

185

Bu açıklamayı daha sonra özgür politika’ya yazdığım ilk yazılarda kullandım. Örneğin “Büyük Uygarlıklar, Ortadoğu ve Milliyetçilik”, Özgür Politika, Kasım 2000) 186

1990’ların başında Özgür Gündem’e yazdığım yazılarda bu çok açıkça görülebilir. Köşe yazılarımdan biri Ulusçulukla (”Milliyetçiliğin Sonu”), ikisi Siyah beyaz bölünmesiyle (“Gezegen Çapında Apartheit”, “Eski Kavramlar ve Yeni Dünya Düzeni”), ikisi başka bir uygarlık sorunuyla (“Hayat Hızlı Gideni Cezalandıracaktır”, “Turizme Karşı”) ilgilidir. 187

D. Küçükaydın, “Enternasyonalizmin Sonu – Ulus, Ulusçuluk, Enternasyonalizm Üzerine Aykırı Düşünceler”, Sosyalizmin Sorunları, Sayı. 2)

239


Bu bağlamda, Kürt hareketi içinde, Öcalan’ın Demokratik Ulusçuluğa yatkın ve yakın ulusçuluğu karşısında ABD’nin Irak’a müdahalesiyle Türkiye’deki Kürt hareketi içinde de giderek güçlenen gerici ulusçuluğa karşı mücadele etmek ve Kürt hareketinin Demokratik kanadına destek verebilmek için, İ. Beşikçi’nin görüşlerini eleştiren bir yazı yazmaya başladım. Yazı Beşikçi’nin Aleviler için yazdıklarından hareketle onun görüşlerinin demokratik olmayan niteliğini kanıtlıyor ve ulusçuluk anlayışının da aynen dine yaklaşımı gibi gerici bir karakterde, ters yüz olmuş bir Kemalizm olduğun gösteriyordu. Buraya kadarıyla eleştiri aslında demokratik yani burjuva açıdan bir eleştiriydi. Ve eleştirin esas konusu din idi. Peki, bu eleştirinin sosyalist biçimi ne olabilirdi? Bunun için de Beşikçi’nin Din tanımının sosyolojik bir kavram olarak eleştirisine girince, birden bire, bütün din tanımlarının burjuva toplumunun dayandığı tanımlar olduğu, sosyolojik tanımlar olmadığı ortaya çıkıyordu. Peki din neydi? Tam da dini bir inanç olarak tanımlamak bir din değil miydi? Dinin inanç olarak tanımlamak ve bu politik ve özel ayrımı bizzat bu toplumun dini yani, üstyapısıydı. Böylece bir din teorisi olmadığı, üstyapı teorisi olmamasının bir din teorisi olmamasının bir görünümü olduğu; ulus ve ulusçuluk konusundaki teorik zayıflığın kökeninde de bunun bulunduğu; aslında Gellner’in tanımının da burjuva toplumunun dininin kavramlarına dayandığı gibi, alt üst edici sonuçlar birbiri peşi sıra ortaya çıkıyordu. Ama bu alt üst edici görüşlere ulaşmak ve sıçramayı yapabilmek; Gellner’in kavramlarının da son duruşmada, burjuva uygarlığının dayandığı ayrıma (Özel ve Politik ayrımı) dayandığını görmek; Kültür ve Din kavramlarına ilişkin olarak daha önce kat edilmiş yollarla mümkün olabilmişti. * Elbette Din konusunda en çok yazmış bir Marksist’in, Kıvılcımlı’nın geleneğinden geldiğim için, sosyalist harekette yaygın aydınlanmacı din anlayışlarına çok uzaktım. Ayrıca Troçkist gelenek (örneğin Michael Löwy) ve Batı Marksizm’i geleneği (örneğin Ernest Bloch) de din konusunda Kıvılcımlı gibi, dini afyon veya saçma inançlar olarak gören burjuva ve vülger Marksist anlayışlara çok uzaktılar. Ve zaten bu yakınlık, bu üç geleneğin uyumunun ve klasik Marksist geleneğin devrimci ve eleştirel geleneğinin sürdürmelerinin bir kanıtı ve somut bir görünümüydü Dolayısıyla gerek ileri kapitalist ülkelerdeki “tanrısız dinlere” yönelişler (Baghwan, Esoterik, Budizm vs.); gerek kurtuluş teolojisi, gerek Politik İslam ciddi bir teorik sorun oluşturmuyor ve Klasik Marksist din kavramlarıyla (Kalpsiz dünyanın kalbi, tepki, siyası parti, sosyal hareketin bayrağı vs.) açıklanabilir görülüyordu. Özellikle Politik İslam önce İran devrimi ile daha sonra da AKP iktidarı ve 11 Eylül’de ifadesini bulan çeşitli biçimlerde gündeme geliyordu. Ben bu hareketlerin hepsini modern ve modernist hareketler olarak görüyordum. Bunların Batı ve Aydınlanma’ya karşı olmak adına ortaya çıkmalarına rağmen, öyle olmadıklarını, politik İslam’a karşı ideolojik mücadelenin

240


aslında aydınlanmacılığa karşı mücadeleden geçtiğini yazıyordum ve bu yaklaşımlarımla alışılmış bütün yaklaşımlardan farklıydım 188. Dinin iki biçimini birbirinden ayırıyordum. Bir yanda inanç olarak bir de politik ve sosyal hareket, bir ideoloji olarak din. Ama bunların modern toplumdaki iki farklı din kavramına dayandığını görmüyor; bilinçsizce, kapitalizm öncesi toplamlarda da dinin bu iki biçimde var olduğunu varsayımına dayanıyordum. Dolayısıyla tıpkı ulus konusunda olduğu gibi din konusunda da, yaygın Marksist anlayışlardan çok farklı ve ileri bir noktada olmama rağmen, burjuva uygarlığının din ve ulus tanımının sınırları içinde düşündüğünü göremiyordum. * Kültür kavramı ile Uygarlık ile zıtlık içinde, insanın doğaya kattığı her şey anlamında veya kültürsüz bir toplum olamayacağı önermesiyle Engels ve Kıvılcımlı aracılığıyla çok önceden karşılaşmış ve öyle kabul etmiştim. Ne var ki kültür çok başka anlamlarda da karşımıza çıkıyordu sosyalist literatürde. Örneğin Lenin ve Troçki’de devrim sonrasındaki tartışmalarda, “proleter kültür”e karşı Lenin’in hele önce “Kültürlü tüccarlar olalım” ifadelerinde yansıyan, genel okur yazarlık gibi modern toplumun gerektirdiği nitelikler bağlamında bir Kültür kavramı vardı. Daha önceki “Kültürel Özerklik” tartışmalarında, Lenin Kültür kavramının içinde ideolojik olanın da bulunduğu ve ayrılamayacağı noktasından, kültürel özerkliğin fiilen ideolojik özerklik gibi bir anlama geleceği ve egemen sınıfın çıkarlarına hizmet edeceği gerekçesiyle Kültürel Özerkliğe karşı çıkmıştı. Burada örneğin kültür kavramı politik ve ideolojik olanı da kapsıyordu Seksenli yıllardan itibaren “çok kültürlülük” gibi bir program ve sürekli olarak kimlik ve kültür üzerine tartışmalar görülüyordu. Ama artık bu program ve tartışmalarda kültür, çok özel bir anlamda, politik olmayan bir anlama sahipti. “Çok kültürlülük” sloganı, kültür kategorisine giren şeylerin politik olmaması gerektiği veya politik olmayan şeylerin kültür kavramı içine girdiği varsayımına dayanıyordu. Kültür kavramının bu çok özel kullanım ve anlamını ortaya çıkararak, aslında çok kültürlülüğün, belli bir kültür kavramı ve tanımının diktatörlüğü anlamına geldiği

188

“Politik İslam, modern ve modernist bir partidir. Onlara karşı ideolojik mücadele, Aydınlanmanın argümanlarıyla değil, aksine, sözde karşı çıktıkları aydınlanma ve modernizm projesini (ki buna "Hıristiyanlık" ya da "Batı" diyorlar) başka bir söylemle yeniden ürettikleri açısından karşı çıkılabilir. Politik İslam ile ideolojik mücadele Aydınlanmanın argümanlarıyla değil, aydınlanmanın eleştirisiyle yapılabilir. Bunu görmeyen ve yapmayan sosyalistler, fiilen sorunu Kemalistler ve Genel Kurmayın gibi görmüş olurlar. Aydınlanmanın eleştirisi olmadan, modern politik İslam'a karşı ideolojik mücadele yürütülemez. Aydınlanma'nın eleştirisi ise, günün moda post modernizmi noktalarından değil, onu içinde taşıyıp aşan Marksizm açısından, özellikle "Frankfurt Okulu" ya da "Eleştirel Teori" olarak tanımlanan, aydınlanmanın kör bağırsaklarından kurtulmuş Marksizm açısından yapılabilir. Politik İslam'a karşı aydınlanmanın ufkunu aşamamış bir Marksizm, Kemalizm'in kuyruğuna takılmaktan başka bir yere varmaz.” D. Küçükaydın, “Din ve Milliyet”, Kasım 2000, Özgür Politika)

241


sonucuna çok önceleri ulaşmıştım 189. Yani Kültür kavramı, Çok Kültürlülük bağlamında, sosyolojik değil, hukuki bir kavram olarak kullanılıyordu. Kültür kavramının bu özelliğini görmek din kavramının da aynı durumda olduğunu görmeyi kolaylaştırıyordu ve bunun için sadece küçük bir adım atmak yeterdi. Dinin de aynı muameleye uğradığını görüyordum ama bu ayrımın kendisinin modern toplumun dini olduğunu göremiyordum 190. Modern toplumun dinini, ulusal olanın politik olana göre tanımlanması olarak, yani ulusçuluk olarak tanımlıyordum 191. Kapitalizm öncesindeki dini de modern toplumdaki gibi bir inanç olarak gördüğümden, modern toplumun dinini de politik olanı ulusal olana göre tanımlamak olarak gördüğümden, yani hem modern toplumun hem de önceki toplumların dinini bu modern toplumun dininin kavramlarıyla kavradığımdan, kenarına kadar varmış olmama rağmen Din’in tümüyle üstyapı olduğu sonucuna uzun yıllar varamayacaktım. * Ama bütün bu Ulus, Kültür, Din kavramlarında yapılan ilerlemeler ve bunların da birbiriyle, klasik Marksizm’le ve daha sonraki katkılarla uyumlu olması sonucu, aslında meyve dalında çoktan olmuş, düşmek için küçük bir zeka esintisi bekler durumdaydı. Öte yandan, bu kavramlar aynı zamanda somut politik mücadelenin en can alıcı sorunlarıyla da doğrudan bağlantılıydı. Yani pratik ve sosyal ihtiyaçlar da ortadaydı ve sürekli baskısını hissettiriyordu. Bu birikim, olgunlaşmışlık ve koşulların yarattığı baskı çözümü adeta zorluyordu: Ne var ki yine de çözüm çok karmaşık bir yoldan geldi. Çünkü, zihnin derin bağlantıları bulması ve kurması çok karmaşık bir süreçtir. En tipik örnek benzolün formülünün rüyada bulunmasıdır. Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” adlı romanında, minyatür sanatında perspektif bulunmamasını, tanrının bakışıyla, Rönesans sonrası batı resimdeki perspektifi insanın bakışıyla açıklaması, en din dışı görünen resmin ve en din dışı görünen konuların bile dinin

189

“Çok kültürlülük bir aldatmacadır, daha doğrusu, batı uygarlığının kendi kültür anlayışını, tanımını, diğer kültürlere dayatmasıdır. Diğer kültürlerin kültür anlayışlarının ve tanımlarının baskı altına alınmasıdır. Kültürel olan bu tanımda, siyasi anlamı olmayandır. Yemektir örneğin, giyimdir, günlük hayata ilişkin kimi alışkanlıklardır, konuştuğunuz dildir. Ama biri çıkıp, benim kültürümde devlet yok, benim kültürümde bir ulustan olmak diye bir kavram yok, benim kültürümde saniyeler dakikalar yok, benim kültürümde özel mülkiyet yok, benim kültürümde polis yok, benim kültürümde mahkemeler yok diyemez. Bunları dediği an, çok kültürlülük efsanesi biter, söyleyen soluğu caza evinde ya da tımarhanede alır. Çok kültürlülük, ulus ilkesine dayanan devletleri kurtarmak için çıkarılmış, batı uygarlığının kültür anlayışının diktatörlüğüdür.” (D. Küçükaydın, Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak, kasım 1998) 190

“Avrupa uygarlığının kültür karşısındaki tutumu, dinler karşısındaki tutumuna benzer. Bu uygarlıkta din, kişinin bir vicdan ve inanç sorunu olarak tanımlanmış, ve en ideal biçimlerinde tümüyle politik alanın dışına itilmiştir. Ama bu aslında, diğer dinlerin din anlayışları üzerinde bir diktatörlüktür. Örneğin sıradan halk İslam'ı değil, politik İslam, ya da Şeriatın tanımladığı İslam, tıpkı ulusçuluğun, siyasal birimle ulusal birimin çakışmasını ön görmesi gibi, siyasal birimle din biriminin çakışmasını ön görür” (a.g.e.)

191

“Madem ki batı uygarlığı, dini ve kültürü öyle tanımlıyor ve politik alanın dışına itiyor, ona da bu uygarlığın dini olan ulus ilkesine ve ulusçuluğa niye aynı ceza verilmesin? Batı uygarlığının ufkunun ötesinde başka bir uygarlığın hayali, işe, batı uygarlığının dini olan ulus ilkesinden başlamak zorunda değil mi?”

242


içinde olduğu ve anlaşılabileceğine ilişkin bir fikri, bir anlayışı, bir sezişi kafama yerleştirmişti. Bu bağlantı Roman ile bireyin ortaya çıkışa arsındaki ilişki ile de uyum içinde olduğundan, dinle en ilgisiz gibi görünen bir edebi formun, Romanın bile din çerçevesinde anlaşılabileceği gibi bir sonuca yol açabiliyordu. Sanırım bu gibi sorunların ve düşüncelerin katalizatörlüğü ile de, “Din nedir?” diye sorup dinin sosyolojik bir tanımını aradığımda, dinin tümüyle üstyapı olduğu çıkarsaması ortaya çıkabildi. * Elbette yeni bir fikir ortaya çıktığında, henüz içinden çıktığı dünyanın kalıntılarını, göbek bağlarını üzerinde taşır. Bu göbek bağlarından kurtulup ayakları üzerinde durması için belli bir zaman ve süreç gerekir. Öte yandan, bir teorinin bütün sonuçları ilk anda kavranamaz. Örneğin Genel Rölativite veya Quantum teorileri ilk ortaya atıldığında, bilinen ve açıklanamayan, Merkür’ün gün berisi veya ışığın dalga ve parçacık özellikleri gibi olaylara çözüm bulunmaya çalışılıyordu. Ama o teorinin o zamana kadar varlığı tasavvur bile edilemeyen görüngüleri tasavvur etmeyi ve var olabileceklerini öngörmeyi mümkün kıldığı sonra ortaya çıkar. Örneğin kara delikler veya tünel etkileri veya virtüel olarak ortaya çıkan ve kendini yok eden parçacıklar vs. bu teorilerden daha sonra ulaşılan; teorinin ilk ortaya koyuluşunda akla bile gelmeyen sonuçlardır. Dinin tümüyle üstyapı olduğu; üstyapının analizinin dinin analizi olmak zorunda olduğu önermeleri de böyledir. Buna Alevilik bağlamında bir tartışma içinde varmıştık. Ama bunun aynı zamanda ulus ve ulusçuluk sorununu çözdüğünü de görmüştük. Ama devrim, tarih, program, strateji gibi konularda o zamana kadar tasavvur bile edilemeyen sonuçlara yol açtığı sonra görülebilecektir. Örneğin, bu teori, bilginin ve toplumsal hayatın başka alanlarına uygulanınca bugün bilgimizin dayandığı bütün kavramların baştan aşağı değişmesi gerektiği, hepsinin modern toplumun dininin kavramları olduğu ortaya çıkmaktadır. Öyle ki bizzat Tarihsel Maddeciliği ifade ederken kullanılan kavramların bile (Birey, İnsan, Toplum gibi kavramlarda bunları göstermeyi denedik örneğin) böyle olduğu görülmektedir. Bunun Felsefeden Bilime; Sanat türlerinden günlük yaşama kadar tüm alanları kapsayacağı kesindir. Örneğin, din tümüyle toplumun üstyapısı olduğundan, dinin dışında hiçbir şey olamayacağına göre, felsefe ve bilim kavramının kendisinin de bu dinin kavramları olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani dinsel olmadığı iddiasındaki bütün kavramlar dinseldir ve şimdi bilginin görevi dinsel olmadığını söyleyen ve dine karşı şekillenmiş kavramların dinsel olduğunu göstermektir. Ama sadece bu kadar değil, bu gösterme işinin kendisinin de başka bir dinin ifadesi olduğunu da göstermektir. Ama bu da sosyalizmin bir din olması gerektiği ve aslında sadece öyle olabileceği anlamına gelmektedir. Şimdiye kadar sosyalizm diye bildiğimiz hareket ve

243


devrimlerin bu dinin içindeki muhalif hareketler olduğu ortaya çıkmaktadır. Sonuçlar gerçekten alt üst edicidir ve bilenen bütün çerçeveleri parçalamaktadır. Yine örneğin, yıllarımı almış olan başka bir uygarlığın programlaştırılması ve taslaklaştırılması sorunu da Din’in bu tanımı bağlamında kolayca çözülmektedir. Modern toplumun dininin eleştirisi, onun kavramlarının eleştirisidir. O kavramların bir dinin kavramları olduğunu göstermektir. Ama bizzat bu eylemin kendisi de başka bir dinin, yani üstyapının, dolayısıyla başka bir uygarlığın taslaklaştırılmasından ve adım adım kurulmasından başka nedir ki? Özetle dinin tümüyle üstyapı olduğu; üstyapının analizi veya eleştirisinin dinin analizi veya eleştirisi olacağı önermesinin muazzam alt üst edici sonuçları bulunmaktadır ve şimdiye kadarki bütün tarih, toplam, devrim, mücadele, politika anlayışlarını, hasılı bildiğimiz her şeyi yeniden gözden geçirmeyi, yeniden kurmayı gerektirmektedir. İşte bu kitaptaki yazılar bu yeni yaklaşımın ilk ortaya çıkışının bir protokolü olduğu kadar bu önceden hiç akla gelmeyen sonuçların kimilerinin ilk kez ortaya koyuluşuna bir başlangıçtır. * Bu önsözü yazmaya başladığımızda, din-üstyapı-ulus teorisinin Tersinden Kemalizm’de yayınlanmış ilk formülasyonu ve sonra Köxüz’de yapılmış kimi ilk açıklama ve geliştirme denemelerini toplu olarak okuyucuya sunmayı hedefliyorduk. Ne var ki, önsözü yazarken, başka yazarlarla birlikte yapılacak “Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı” başlıklı bir başka bir derleme için, benden bir yazı istenmişti. Bunun üzerine Önsöz’ü yazmaya ara verip, din ve ulus teorisini ve sonuçlarını basit ve anlaşılır biçimde açıklayan bir yazı yazmaya çalıştım. Bunun sonucu “Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı – Marksizm, Milletler ve Milliyetçilik” oldu. Ne var ki, bu yazının çeşitli yazarlardan yapılacak o derlemeye uygun olmayacağı görülünce, bu yazıyı, ortaya konun teorinin ve sonuçlarının derli toplu bir sunuşu olarak, küçük değişikliklerle bu derlemenin en başına aldık. Böylece Kitap ilk planlanan biçimine göre biraz daha genişledi ve gelişti. Bu yazı, bu Önsöz’de nasıl oluştuğu anlatılan Din-Üstyapı ve Ulus Teorisinin, somut tarihsel sapmalardan arınmış mantıki bir sunumu olarak görülebilir. Bu anlamda bu önsözün bir devamıdır da. Bu kitap üç ciltlik “Marksizm’i Savunmak ve Geliştirmek” başlıklı bir kitabın, birinci cildi olarak planlandı. “Marksizm’in Marksist Eleştirisi” başlıklı bu ilk Cilt’in esas konusu, Marksist Din ve Ulus teorileri ve bunların eleştirel geliştirilmesini kapsamaktadır. Bu da esas olarak “Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı – Marksizm, Milletler ve Milliyetçilik” başlıklı yazıda yapılmaktadır. Bu yazının ardında yer alan, Tersinden Kemalizm’de din ve Ulus teorilerinin ilk kez formüle edildiği bölümler ve sonra Köxüz’de yayınlanmış teorinin kimi sonuçlarının araştırılması ve açıklanması ile ilgili yazılar bir bakıma olarak “Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı – Marksizm, Milletler ve Milliyetçilik” başlıklı yazının dip notları, kaynakları ve belgeleri gibi de okunabilir. 244


Diğer iki cilt ise, “Sosyalizmin ve Sosyalist Hareketin Sorunları Üzerine Yazılar” ve “Türkiye’nin Aydın ve Sosyalistleriyle Polemikler” başlıklarını taşıyacaklardır. Onlar ise, bu Önsöz’de anlatılan evrimin dip notları, kaynakları ve belgeleri gibi okunabilir. Yani bu durumda, üç ciltlik tüm kitap aslında bu Önsöz’ün, yani Tarihsel Maddeciliğin Evriminin belgeleri ve açıklamaları olarak okunabilir. Ama öte yandan bu “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı” alt başlığını taşıyan Önsöz de, o evrimin, belgelerin ve açıklamaların Önsöz’ü olarak da okunabilir. Kitabın konusu “Marksizm’i Savunmak ve Geliştirmek”tir. Bu cildin konusu, “Marksizm’in Marksist bir Eleştirisi”dir. Bu Önsöz’ün konusu da bunlardan başka bir şey değildir. Bu uzun Önsöz başlıklı yazıya rağmen bu kitabın bir Önsöz’ü yoktur. Önsöz kitabın kendisidir. Simurg, kendisini arayan kuşların ta kendisiydi. Demir Küçükaydın 28 Şubat 2007 Çarşamba

245


WASP Olmak! 192 Sayın Teri, Size o kısa notta kendimden de WASP 193 olarak söz etmemi yanlış anlamışsınız 194. Ayrıca onu kısa notta yazmamın nedeni gözden kaçırmak değildir. Ortada sizin bir yanlış anlamanız vardı, ben Amerika'daki ile paralellik kurarak Türkiye'deki egemen bir grubu belirtmek için WASP'ı kullanmıştım. Siz bunun paralellik olduğunu değil de gerçek anlamda kullandığımı sanmıştınız. Bu basit yanlış anlamayı düzeltmek için öyle geçer ayak kısa bir not yazmakla yetinmiştim. Kendimden WASP olarak söz etmemin nedeni de, benim gibi WASP olanların WASP'lığın varlığını inkar etmeleri ve gizlemeleridir. Ben bir WASP olarak, WASP'lara “ihanet ettiğimi” vurgulamak için, “ben de bir WASP'ım” dedim. Türkiye'de politika yapan biri için, burjuvazinin bu örgütlenme mekanizmalarını bilmek önemlidir. Daha doğrusu ben bir WASP'ım derken bir WASP kökenli olduğumu belirtmek istemiştim. Bu forumda yıllar önce bu sorunlar tartışıldığı için ayrıca açıklama gereği duymamıştım. *

192

Bu yazı bir İnternet forumunda bir tartışmada yazılmıştır.

193

WASP (White Anglo-Saxon Protestant - Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan) sözcüklerinin baş harflerinden türetilmiş; Amerika’nın genellikle politika, Kültür ve ekonomisine egemen olan ve kökleri Amerikanın ilk kolonizatörlerine giden, tabakayı tanımlamak için kullanılan bir sözcük.

194

Bu yazının yazılmasına vesile olan eleştiri metni şudur:

“Forumlarda yazan bazi tipler, Turkiye'ye demokrasinin gelmesi için Ocalan'in ileri surdugu demokratik cumhuriyetin kurulmasinin gerektigi ve bunun icin de kendilerinin durtuklemelerine yanitlarin olumlu ve yapici olmasi gerektigini soyluyorlar. Demir Kucukaydin aylardir bu isbirligine destek verilmesini soyledi ve dogrulari coktu. iyi bir uslupla yaziyordu ve iyi niyetinden suphem yoktu, ama bazi ufak yanlislar da yapmadi degil. Gozumden kacmayan en onemli yanlisi kendisini WASP diye tanitmasi oldu. Belki kendisini boyle tanitarak bir ornek icinde ne demek istedigini aciklamak istedi, yani ornegi egitim amaciyla kullandi. Yine de boyle konularda dikkatli olmak gerekiyor. Demir Kucukaydin WASP oldugunu o sosyal bilimler dersi veren yazilarinda degil de, ufak bir ayrinti yazida belirtti. Bu nedenle gozden kacacagini ve farkedilmeyecegini ummus olabilir. Ayni zamanda da belki de kendisini WASP olarak tanitarak fikirlerine itibar kazandirmaya calismis olabilir. Ancak, kendisinin WASP oldugunu aciklamasi yazdiklarina itibar kazandirmadi; kaybettirdi. WASP diye birinin fikirleri digerlerinden ustun olamaz. Bu forumlari okuyanlar icinde WASP oldugunu sanmam. Bu dunyadaki egemen gucler WASP'tir. Belki bunlar adam tutup yaptirirlar ama bu forumlara kadar gelmezler. Bu WASP olan egemen gucleri kafamizdan atmak ve ozgurlugumuze kavusmak icin ugrasirken, bize yontem dersi veren bir yolgostericinin WASP oldugunu ogrenmek aslinda bir hayal kirikligi olmasi gerekir. Eger degilse, ve bazi okuyucular acisindan Demir Kucukaydin'in WASP olmasi memnuniyet verici ise, o zaman bu kimselerin iyiye dogru bir degisiklik icin ugrasmadiklarini, ve eski egemen guclerin kuyrugunda dumen cevirmeye devam etme niyetinde olduklari gorulur. Ona tam karsit konumdaki Vaner Alkac ise Kucukaydin'in tam tersine olarak demokratik cumhuriyeti savunmuyor; savundugunu soyleyerek, demokratik cumhuriyeti savunanlarin itibarini dusuruyor. Bu kisi bir demokrat degildir. Yazilari akillari bulandiran turden olan bu kisiyi kimler okuyor ve neden okuyorlar? Bu kisinin yazilarini okuyanlarin, onu okuma nedenlerini belirtirlerse sevinirim. Tesekkur ederim.”

246


Size biraz bu WASP meselesinin benim kafamdaki hikayesini anlatayım. Sanırım o zaman yanlış anlama daha kolay giderilir. Henüz genç bir devrimciyken, eski komünistlerden biriyle konuşuyordum. Bana “sen nerelisin” dedi. "Somalıyım" dedim. "Yok, onu kastetmedim, sülalen nereden gelme" dedi. "Rumeli’den" dedim. Deniz (Gezmiş) ile arkadaş olduğumuzu biliyordu. "Peki Deniz nereden?" diye sordu. "Galiba Erzurumlu" dedim. Sevinçle, "Tamam bu iş bu topraklarda tutmuş. İlk defa Rumelili olmayan biri bu işte öne çıkmış" dedi. Sonra da bana uzun uzun, Türkiye'de sağda da solda da bütün önde gelen insanların Rumelili olduğunu ya da köklerinin oralara dayandığını; Rumeli'nin Osmanlı'nın en gelişmiş bölgesi olduğu için böyle olduğunu; ilk kez bu işlerin Anadolu'da yayılmaya başladığını falan anlattı. Ben o zamanlar buna öyle fazla önem vermedim. Okuduğum kitapların hemen hemen hiç birinde böyle şeylerden söz edildiğini duymamıştım. İnsanların kökenlerinin benim için hiçbir önemi yoktu, benim için önemli olan fikirler ve sınıfsal konumdu. * 195

Daha sonra İsmet Demir ile işçi örgütlenmelerine başladığımızda, onun insanlara nereli olduklarını, kimlerden olduklarını sorup, o insanlar hakkında bir kitap yazacak kadar bilgi sahibi oluverdiğini gördüm. Kendisi de, çeşitli bölgelerin insanlarına ne kadar güvenilebileceği hakkında, bu insanların genel eğilimleri hakkında bana bir sürü şeyler anlatıyordu. Bunların kitaplarda yazmadığını da ekleyerek. * Bu uyarılardan sonra, bir kez de Şeyh Bedrettin'in hayatını araştırırken, onun gittiği Deli Ormanlar’a, yıllar önce Karadeniz üzerinden Sarı Saltukların gelmiş olduğu gibi bir olguya rastlayınca, bunun bir rastlantı olamayacağı, Bedrettin'in oraya bilinçli olarak, daha önceden gübreli toprak olduğu için gitmiş olduğunu düşündüm ve bu düşünce beni, Türkiye'deki insanların kökenleri ve toplumsal konumları arasındaki ilişkiler sorununu daha derinden düşünmeye itti. Bütün vekayinameleri (kronikler), anıları, etrafımda olup bitenleri, biraz da bu açıdan okuyup gözlemlemeye başladım. Ortaya çok ilginç bir manzara çıkıyordu. Örneğin, Balkan ve Kafkas muhacirleri, Türkiye'deki devlet sisteminin örgütlenmesinde çok ilginç bir durumdaydı. Tabiri caiz ise, devlet örgütlenmesinin başında Balkan'lı WASP'lar daha altlarında örneğin Çerkezler etkiliydi. Teşkilatı Mahsusa ve MİT her zaman bir bakıma Çerkez teşkilatı olmuşlardır. Çerkezler bir yere işçi olarak alındıklarında genellikle bedensel olmayan işlere alınırlar vs. vs.. Bu Kafkas ve Balkanlardan kovulmuş, Osmanlı tarafından kendilerine yer, yurt verilmiş insanlar, Devlet örgütlenmesinin sert çekirdeği idiler. Bunlara, Ermeni Katliamlarında ele geçirilen mallar, Mübadeledeki yağmalar falan da eklenince, Türkiye'deki sistemin örgütlenme mekanizmaları daha iyi anlaşılıyordu. * 195

Yapı İşçileri Sendikası (YİS) başkanı, devrimci sendikacı İşmet Demir

247


Türkiye'de "devlet adamı olmak" bir bakıma, bu yazılı olmayan kuralları bilmek de demekti. Böylece 1970'lerin başlarında, özellikle 12 Mart dönemindeki okumalarım sonunda, bu konular benim için artık çok açıktı. * Bu genellemeler içinde, kendime de baktığımda, kendimin de köken itibariyle bu Balkan muhacirleri kastından geldiğimi görüyordum. Babamın babası, Resneli Niyazi'nin arkadaşı, İttihat Terakki'nin sivil kanadındanmış sanırsam. Ama iktidara gelince onlardaki yozlaşmayı gördüğünden uzaklaşmış. Annemin babası da Kazım Karabekir'lerin falan sınıf arkadaşı, Kuvayı Milliyeyi örgütleyen subay kadrosundan. O da Rumelili. Hatta iki taraf da komşu kasabalardan. Balkan savaşında kaçtıktan sonra, bu Rumeli'den birbirini tanımış, duymuş insanlar, birbirini arayıp buluyorlar. Zaten anamla babamın evliliği de böyle oluşuyor. Bu insanlar, tıpkı şimdiki Almancılar gibi birbirlerini buluyorlar ortak kültürel kökleri nedeniyle. Dillerinde birçok Rumca kelimeler olan, müzikleri, yemekleri ayrı insanlar. Hepsi genellikle iyi eğitilmişler. Genellikle bir devlet görevlisi. Ya da soyunda böyleleri var. * Evet, ben bir işçi çocuğuydum. Çünkü ailem, bu göçler sonucu, malını mülkünü yitirmiş ve proleterleşmişti. Babam Cumhuriyet'in ilk kuşak kalifiye işçilerindendi. Annem ev kadınıydı.(Gerçi annemin babası Ayvalık ve Soma'da giden Rumların mallarından, Balkanlarda yitirilenlere karşı epey almış zengin bir adamdı ama annem öksüz olduğundan fazla okutulmamış ve işçi olan babama kalmıştı.) Evet toplumsal konumca işçi bir ailedeydim, hem de babam TİP'in kasabadaki kurucularından da olan sınıf bilinçli bir işçiydi. Ama arkadaki egemen ve eğitilmiş kasttan gelmenin etkileri vardı. Örneğin annem ev kadınıydı ama lise mezunu bir ev kadınıydı. Babam ilkokul mezunu bir işçiydi ama her gün iki gazete, her hafta bir kaç ciddi dergi alırdı. Bizim evde, türkü dinlenmezdi. Ben üniversiteye gittikten sonra Türkü dinlemişimdir. Klasik Türk müziği ve batı müziği dinlenirdi. Evimizde milli eğitim bakanlığı klasikleri okunurdu. Annem ve babam Rus ve Fransız edebiyatının önemli klasik romanlarını okumuşlardı. Babam Allah’a inanmazdı. Onda Batı'nın ve Aydınlanma'nın müthiş bir yüceltilişi vardı. Biraz içince, "Muhammet kimmiş, bak gerçek peygamber Edison, insanlara ışık getirmiş" diye bize konuşmalar yapardı. “Batı'da çocuklar 18'ine gelince evden ayrılıyorlar, siz de 18'ine gelince evden ayrılmalısınız” denirdi. Bu nedenle ben yedi yaşımdan beri hayata hazırlanmak için sürekli bir işlerde çalışırdım vs. vs.. Bütün bunlar, hep tipik, aydınlanmış ve aydınlanmacı, Rumelili insan tipidir. Standart Türkiye işçisi değildir. * Bütün komşularımız ve arkadaşlarım işçi ve işçi çocuğuydu. Soma Küçük bir madenci kasabasıydı o zamanlar. Adeta herkes işçiydi. Ama arkadaşlarım içinde, bir tek ben okuyabildim. Maddi durumu çok daha iyi ve benden çok daha zeki birçok arkadaşım okuyamadı. Bunun üzerine daha sonra düşününce, bu arkadaşlarımın okuyamamasında arkalarında benimki gibi bir kültürel miras olmamalarının etkisi olduğu sonucuna ulaşmıştım.

248


Bunun ardında elbette o çocukluktan beri, farkına varılmadan alınmış, ailenin köklerinden gelen üst sınıftan olma konumunun mirası vardı. Evet aile maddi bakımdan yoksullaşmış ve iflas etmişti, ama manevi “sermaye” olduğu gibi duruyor ve üçüncü kuşağa da aktarılıyordu. * Her güzelliğin ardında bir kanlı sömürü ve soygun vardır. Bana kadar gelip benim yaşamıma bile etkide bulunan bu manevi miras (bir de maddi olanları düşünün) nasıl birikmişti? Kim bilir hangi kuşakların vergiyle, haraçla alınmış alın terlerinin birikmesiydi bir şekilde. Bütün bunların bilincine vardığımda, kendimi ezilen insanlara karşı daha borçlu gördüm. Benim yeteneğim gibi görünen şeylerin aslında benim yeteneğim olmadığını, kuşaklar boyunca sürmüş bir sömürünün manevi mirasından başka bir şey olmadığını gördüm. Ve bu nedenle, sadece inançlarım bakımından değil, kişisel olarak da, ezilenlere karşı borçlu olduğumu düşündüm ve bütün yeteneklerimi, enerjimi ezilen insanların kurtuluşu davasına adayarak bir parça olsun bu borcu ödemeye çalışabileceğim kararına vardım. Buna bağlı olarak da, insanların düşüncesini varlığı belirler diyerekten, hiç bir zaman, bir Devlet memuru olmamaya, işçi çalıştırmamaya, geçimimi daima iş gücümü satarak kazanmaya karar verdim. Ve bu kararıma uygun olarak da, parlak bir öğrenci olduğum halde, üniversiteyi bitirmedim ve diploma almadım. Bu güne kadar da bu kararımı uyguladım. Geçimimi bir ücretli taksi şoförü olarak sağlıyorum. * İşte, “ben de bir WASP'ım” derken, bütün bu arka plan kafamda olarak diyordum. Yani bununla kendi eğitimimi ya da yazdıklarımın etkisini arttırmayı vs. hiç aklımdan bile geçirmedim. Hele WASP olmanın benim bakış açımdan bir itibar kazandırıcı olacağını hiç sanmıyorum. Aksine, ben bu, doğrudan suçlu olmamakla birlikte "utanılacak" yanımı ortaya koymaya çalıştım. Hatta muarızlarıma, sizin sandığınızın tam aksine bir silah sundum. (Ya da kurnazca davranıp, kimse söylemeden, kendim söyleyip bu silahı ellerinden aldım.) Türkiye'de insanların soylarındaki servetleri araştırmadıkları, bu tür sorulardan kaçtıkları bir atmosferde, ben, bir şekilde bana da geçmiş olan manevi servete (maddisi olsaydı her halde o da geçecekti) dayandığımı, böyle utanılacak bir yanım olduğunu, ama bunu gizlemediğimi ifade etmek istedim ve herkesin de biraz böyle davranması gerektiğini dolaylı olarak ifade etmek istedim. Örneğin, sülalesinde diyelim dedesi Rum ya da Ermeni katliamlarıyla zengin olmuş, bu günkü tahsilini, toplumsal konumunu bu korkunç olayın mirasına borçlu olanlar, hiç konuşmayıp, "bunun için niye suçluluk duyacakmışım" diye yazdıkları ve kişisel olarak suçluluk duymasalar bile, en azından bunu vicdanen mahkum etmek veya sosyolojik olarak tartışmaktan kaçtıkları bir ortamda, "ben de bir WASP'ım" diyerek, ortada maddi bir servet bile olmamasına rağmen, sırf bu manevi yanından bana geçmiş olanı, borç duygumu belirtmeye ve başkalarını da benzer şekilde davranmaya çağırıyordum. Sanırım yanlış anlamalarınıza bir cevap vermişimdir. Kendimden ve ailemin geçmişinden bahsettiğim için kusuruma bakmayın, ancak, bu önemli problemi kimse kendisinin ve 249


ailesinin geçmişini ortaya koymadan açıkça tartışamayacağı için buna mecbur olduğumun anlaşılmasını dilerim. * Diğer bir yanlış anlamanıza gelince. Vaner "demokratik cumhuriyet"i savunuyor ben savunmuyorum. Yani durum sizin iddia ettiğinizin tam tersi. Benim yazıların neyin ne olduğunu anlamaya yönelik, bunların çoğunun bir şeyi savunmak ya da savunmamakla ilgisi yok. Ben önce olanı doğru olarak anlamaya çalışıyorum. Ama bu çabam, sanki savunmakmış gibi algılanıyor. Ben "demokratik cumhuriyeti" savunanları, tıpkı işverene karşı işçileri desteklemek ve işçi direnişinin başarısı için çalışmak gibi destekliyor ve o işçi hareketinin başarıyla sonuçlanması için elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Ve nasıl işçi direnişleri, patronları sabit sermayeyi büyültmeye, yani modern teknik ve makineler kullanmaya zorlar ve son duruşmada, patronun kapitalist pazarda güçlenmesine hizmet ederse, "demokratik cumhuriyet" için mücadele edenler de, Türkiye için benzer bir etkide bulunurlar. Nasıl, işçilerin grevini, bu nesnel soruca rağmen desteklemek gerekirse, Kürt hareketinin de mücadelesini, nesnel olarak daha iyi, daha modern, daha etkili bir kapitalist ve hatta yarı emperyalist Türkiye yaratacağı nesnel sonucuna rağmen destekliyorum. Şimdi bir işçi liderinin çıkıp, diyelim ki, patronun kampındaki bir strateji ayrılığını güçlendirmek için, “yahu bize yüksek ücret verir, iş garantileri sunarsanız, biz daha iyi üretimde bulunuruz. Bütün dünya bunun örnekleriyle doludur. Gelin şu şu haklarımızı verin, istenen atla deve de değildir. Aptallık etmeyin kendi çıkarınızın nerede olduğunu görün” demesi, o objektif gerçeği değiştirmeyeceği ve onun ifadesi olduğundan, benim o işçi direnişine karşı tavrımı değiştirmeme neden olmaz. Aksine böylece benim işçilere, “evet dediği doğrudur, ama bu yeryüzünden sömürüyü kaldırmayacak ve sizin başınızdaki kılıcı eksik etmeyecektir. En iyisi, şu işe girmişken, gelin şu patronluk denen şeyi ortadan kaldırmayı deneyelim” dememi mümkün ve gerekli kılar. Benim dediğim ve yapmaya çalıştığım bu. Vaner bu umutsuz diyor. (Ki doğrudur. Bunu ben de diyorum.) Ama ben bu çağrı yapılmazsa İNSANLIK için durumun gerçekten umutsuz olacağını söylüyorum. Hani ne derler. Umutsuz da olsa, bir işe bir kere girişilir gerisi sonra görülür. Ya da topal karınca hesabı. Varamasak da yolunda ölürüz. Selamlar Demir Küçükaydın 23.10.1999 05:05

250


Sosyalist ve Devrimci Hareketin Geçmişine Dair Geçmişten Yankılar Sunuş 12 Eylül darbesinden sonra, Niğde Cezaevi'nde Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın bir eleştirisini hazırlamaya başlamıştık. Eleştiri kafamızda hazırdı ve bu eleştirinin çekirdeğindeki temel fikirleri içeren çok kısa bir versiyonunu Almanya'da çıkan Yol dergisinde yayınlanmak üzere bir üçüncü şahsın ağzındanmış gibi kaleme almıştım. (Bu metne şimdi şu adresten ulaşılabilir 196: http://www.comlink.de/demir/yazilar/kivilcim/yol.htm) Bu arada bu geniş kapsamlı eleştiri için bir de Önsöz kaleme almaya başlamıştım. Bu Önsöz’ü de bütün diğer yazılar gibi, doğrudan doğruya tükenmez kalemle ve küçücük harflerle kağıt mendillere yazıyor ve ceketlerin omuz bölgelerine dikerek dışarıya çıkarıyorduk. Bu Önsöz'ün de ilk yazılan kısımlarını bu yöntemle dışarıya çıkarmıştık. Ne var ki, bu Önsöz’e devam etmek mümkün olmadı. Bir süre sonra Topluca Malatya Özel E Tipi Cezaevi’ne naklolduk. Her şeyimize el koyuldu. Sürekli terör altında “Müşahade hücreleri”nde aylar geçmeye başladı. Yazma olanağı fiziki olarak yok olmuştu. Dışarıya çıktıktan sonra ise, olaylar başka sorunları öne çıkardığından konuya bir daha dönmek ve kafamızdakileri yazıya dökmek mümkün olmadı. Yıllar sonra, Cezaevinden gizlice çıkardığımız kağıt mendile yazılmış bu Önsözü bulduk. O dönemde, fotokopi ile çoğaltıp bir kaç tanıdığımıza vermiştik. Simdi bu Önsöz'ün yazılmış bölümünü elimizde kalan son fotokopi nüshasından dijitalize ediyoruz. Bu yazıyı dijitalize ettikçe kısım kısım yollayacağız. İlgi uyandıracağını sanıyoruz. Bu Önsöz'ü muhtemelen 1981-82 yılları içinde yazmış olmalıyım. Bu bakımdan tarihsel bir belge özelliği de taşıyor. Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin tarihi üzerine yine artık o tarihin bir parçası olmuş bir belge. Bugünün sorunlarıyla ilgisiz olduğu anlamına gelmiyor bu tabii. İlginç bulunacağını sanıyorum. Demir Küçükaydın demir@comlink.de 26 Ocak 2001 Cuma

196

Burada kastedilen “Kıvılcımlı’nın Anlayamadıkları” adlı kısa Kıvılcımlı eleştirisidir. Almanya’da çıkan Yol – Der Weg adlı dergide yayınlandı.

251


Kıvılcımlı’nın Eleştirisine Önsöz Bu kitapta yer alan Kıvılcımlı'nın eleştirisi aynı zamanda bir özeleştiridir de. Özeleştiridir, çünkü bu satırların yazarı 1970-80 arasında, tam on yıl, Kıvılcımlı'nın görüşlerini savunmuş; daha doğrusu anladığı kadarıyla savunmaya çalışmıştır. On yıl boyunca savunduğumuz ya da savunmaya çalıştığımız görüşler, en eksiksiz ve en sistematik anlatımını Kıvılcımlı'nın eserlerinde bulduğundan, özeleştirimiz aynı zamanda, Kıvılcımlı'nın bir eleştirisi biçimindedir. Bu eleştiri/özeleştiri bir "reddiye" değil, Kıvılcımlı'yı eleştirel bir şekilde aşma çabasıdır. Albert Einstein bilimlerin ilerlemesini, eski teori ve kavramların yerine yenilerinin -daha dakik ve doğru olanlarının- geçişini anlatırken, bu sürecin bir binayı yıkıp yerine bir başka bina yapmaya değil, daha ziyade bir tepeye tırmanmaya benzediğini söyler. Hareket noktası hep aynıdır, ama yükseldikçe daha geniş bir alan görülür. Bu eleştiri/özeleştiri de böyle, Hegel'in içinde taşıyarak aşma tarzında tanımladığı türden bir diyalektik "inkar" olma çabasıdır. Diğer bir deyişle, bu eleştiri, bir binayı yıkıp yerine başka bir bina yapmamaktadır. Kendi hareket noktamız bakımından, bilgisizlikten bilgiye giden süreçte, yeni ve daha üst bir aşamanın ifadesidir. Bu bilgilenme süreci politik olarak da Ütopizmden Devrimci Marksizme giden bir sürece karşılık düşmüştür. Bilgi süreci, ya da bilimlerin ilerlemesi bir dağa tırmanmaya benzetildi. Ne var ki, bilgi süreci ya da bilimlerin ilerlemesi dosdoğru bir yol izlemez; zaman zaman duraklar; aşılmaz gibi görülen kimi problemler karşısında geriler; kimi zaman o problemlerin etrafından dolaşır; kimi zaman da ileriye atılır. Diğer bir değişle, bu gidiş de evrendeki tüm süreçler gibi diyalektik, karmaşık, çelişkili bir karakter taşır. Kişi olarak bizim evrimimiz de bu yasanın dışında değildir, dümdüz bir yol izlememiştir. "Troçkist" diye adlandırılan Devrimci Marksist görüşleri benimsedikten sonra, içinden geldiğim "Doktorcu" gelenekten arkadaşlar tarafından “yalpalamakla” suçlandım. Aslında onlara “yalpalama” gibi görünen şey, kişisel teorik-politik evrimimizin bu doğrusal olmayan karakteriydi. Onlar bu evrime damgasını vuran temel eğilimi kavrayamıyorlardı. Aslında bu anlamda tüm Doğa, Toplum, Bilimler "yalpalamakta"dır. Bilimsel sosyalizmin kurucuları, haklı olarak, sosyalist devrimi, üretici güçlerin kapitalist üretim ilişkileriyle en derin çelişki içinde olduğu Batı'nın gelişmiş kapitalist ülkelerinden bekliyorlardı, ama devrim tuttu Avrupa'nın en "Asyai", en geri, en doğulu ülkesinde oldu. "Toplumun evrimi yalpaladı" denilebilir mi? Başlangıçta bu önsöz çerçevesinde, Kıvılcımlı'nın eleştirisine temel olan görüşlere, namı diğer "Troçkizm"e, hangi koşullarda, hangi problemlerin çözümünü ararken, nasıl vardığımızı; daha doğrusu onu bilmeden nasıl yeniden keşfettiğimizi anlatmayı düşünüyorduk; ancak sözü edilen "yalpalama" ithamı devam ettiğinden, konuyu daha bir açıklığa kavuşturabilmek için,

252


on beş yıllık teorik ve pratik evrimimizi anlatmanın daha doğru olabileceği sonucuna ulaştık. Ayrıca böyle yaparak bir yan ürün de elde edilebileceğini düşünüyoruz. 1974 sonrasında savaşa katılan binlerce devrimci, Türkiye'deki devrimci ve sosyalist hareketin tarihi ve ondan çıkan dersler hakkında hemen hemen hiç bir şey bilmiyor. Bu bilgisizlik sadece çıkarılacak dersler, teorik sonuçlar bakımından değil, olgular bakımından da söz konusu. Bu nedenle geçmişin tecrübeleri özümlenemediğinden, aşılamamakta; yeni kuşaklar eskileri çarpan problemlere değişik görünümler altında takılıp kalmaktadırlar. Her kuşak, olmadı baştan, “Amerika'yı yeniden keşfetmek” zorundadır. Geleneksizlik Doğu'nun geleneğidir. Gerçeklik bu olduğuna göre, bugün Devrimci Marksistlerin önündeki en önemli görevlerden biri, hiç olmazsa son yirmi yıllık mücadelenin derslerini sistematik olarak incelemek; o sonuçlar ışığında kendimizi ve yeni kuşakları eğitmek; bu "fasit daire"yi kırmaktır. İşti, bu önsöz çerçevesinde, nispeten uzunca bir dönem içeren kendi evrimimizi; ne gibi problemlere bağlı olarak hangi aşamalardan geçtiğimizi anlatarak, bir ölçüde, tecrübelerin incelenmesi ve dersler çıkarılması görevinin taslaklaştırılmasına da katkıda bulunabileceğimizi düşünüyoruz. *** Bu önsözde anlatmaya çalışacağımız kişisel evrimimiz, gerekli değişiklikler yapıldığında, bir kuşağın ve 1960 sonrası devrimci/sosyalist hareketin de evrimi sayılabilir. Elbette herkes aynı yolu aynı hızla geçmedi. Kimileri belli bir dönemin veya aşamanın problemlerine takılıp kaldı ve o problemler çerçevesinde bir evrim yaşadı. Böylece devrimci/sosyalist hareketin gelişiminin farklı aşamalarına denk düşen hareketler aynı zamanda ve bir arada varoldular ve birbirleri üzerinde karşılıklı etkiler yaptılar. Bir kısım yaşayabilmek için, yeni koşullara uyabilmek için görünümlerini, biçimlerini değiştirdi ama anatomileri, yani onların varoluşundaki temel problemler ve varsayımlar aynı kaldı. Böylece "Devrimci Hareket" dediğimiz şeyin zengin çeşitliliği ortaya çıktı. Bu soyut ifadeyi somutlayabilmek, daha iyi açıklayabilmek için karmaşıklığı toplumsal evrime en yakın olan biyolojik evrimden benzetmeler yapılabilir. Bilinir ki, canlılar, tek hücrelilerden yumuşakçalara, omurgalılara, memelilere ve sosyal hayvan İnsan'a doğru giden -ve halen de devam eden- bir evrim geçirmiştir. Ne var ki, bu evrimin alt konaklarını (aşamalarını) oluşturan canlı varlıklar yok olmamışlardır, varlıklarını sürdürmektedirler. Örneğin, insanın yanı sıra süngerler, yumuşakçalar, sürüngenler, kuşlar vs. var olmaya devam ediyorlar. Hatta onlar varlıklarıyla kendilerinden daha üst konaklardaki canlıların var olabilmesinin temelini oluşturdukları gibi, üst konaktaki canlılar da onların kendi türleri çerçevesinde bir evrim geçirmelerinin ve varoluşlarını sürdürmelerinin temel koşullarından birini oluşturmaktadırlar. Örneğin et yiyen memeli hayvanlar olmasaydı, atın atası köpek benzeri hayvan hızlı koşabilen bugünkü at haline dönüşmeyebilirdi. Ama atın bu evrimi, onun temel anatomik yapısı bakımından daha üst bir aşamaya geçmesi anlamında da bir evrim değildir. Ortada canlıların genel evriminin yanı sıra bir de atın at olarak evrimi vardır. At bugün de maymunlardan bile daha geri bir aşamanın ifadesi olarak varlığını sürdürmektedir. 253


İşte, tabiri caizse, burada genel olarak canlıların evrimi söz konusu olacaktır, At'ın At olarak kendi türüne özgü evrimi, yer yer örnek vermek için değinilse bile, burada konumuz değildir. Ancak evrimlerden hangisinin gerçek canlıların evrimine denk düştüğü de oldukça relatifdir. Canlıların evrimini eğer atlar yazsa idi, gözümüzün önüne bambaşka bir tablo çıkardı. Elbet onların esas konusu kendi evrimleri olurdu. Bu arada maymundan insana doğru giden evrimi muhtemelen bir sapma olarak değerlendirecekler ya da İnsan'ı kendi kriterlerine vurup geri bir tür olduğu sonucuna varacaklardır. Bu bakımdan anlatmaya çalışacağımız evrim At'ları hiç ilgilendirmeyebilir. Koşulların değişimiyle kimi türlerin görünümlerini değiştirdiklerinden ama anatomilerinin aynı kaldığından söz edildi. Bunu açabilmek için bir örnek daha verilebilir. Yılan bir sürüngendir. Sürüngenler ise balıklara göre kurbağa ve semenderlerden sonraki bir üst aşamaya denk düşerler. Ne var ki, kimi yılan türleri, örneğin su veya deniz yılanları, tekrar sulara dönmüşlerdir. Vücutlarında onların bu yeni koşullara uyumunu sağlayan bazı değişiklikler de olmuştur. Ama bu değişiklikler onların temel anatomik özellikleri bakımından bir değer taşımazlar. Örneğin su yılanlarının da ciğerleri vardır ve ancak havadaki oksijeni soluyabilirler. Diğer yandan, kimi balık türleri de, örneğin yılan balıkları, görünümleriyle yılana benzerler. Fakat görünüşe aldanmamak gerekir. Ne kadar yılanlara benzerlerse benzesinler, onlar temel anatomik özellikleri bakımından balıktırlar ve yılanlara göre iki basamak aşağıdaki canlılardır. Devrimci hareket içinde de benzer bir durum vardır. Kimi hareketler değişen koşullara bağlı olarak görünümlerini değiştirmişlerdir, varlıklarını sürdürmelerini sağlayan müthiş bir uyum yeteneği göstermişlerdir. Ama devrimci hareket içinde herhangi bir hareketi ele alırken, onların görünümlerine bakıp aldanmamalı, yılan balıklarını yılan, su yılanlarını da balık sanmamalı. Türkiye devrimci hareketinde var olan hareketlerin hem çokluğunu hem de gerçek niteliklerini anlayabilmek için yukarıda benzetmelerle anlatılmaya çalışılan metodolojik yaklaşımı bir çözümleme aracı olarak kullanmak gerekmektedir. Burada şu sorun ortaya çıkmaktadır. Hangi özellikler bir hareketin gerçek niteliği, anatomik özellikleri hakkında görünüşe aldanmaktan kurtulmamızı sağlayacak ölçütler olarak ele alınmalıdır? Kanımızca bir hareketin teorik temelinde bulunan problemler ve teorik varsayımlar bize gerekli ölçütleri sağlayabilir. Bu kriterlere göre incelendiğinde örneğin Partizan hareketinin problemleri ve dayandığı temel varsayımlar bakımından hemen hiç bir değişim göstermediği, adeta yaşayan bir fosil olduğu hemen görülebilir. (Burada onların radikalizmlerini kastetmiyoruz. Kriterler teoriktir, politik değil.) Bu metodolojik yaklaşım olmadan ne günümüz dünyasını ne de Türkiye devrimci hareketinde var olan hareketleri, onların çokluklarını ve ayrılıklarını anlamak mümkün değildir. Aslında Modern biyoloji artık günümüzde canlıların evriminin genel ve soyut şemasıyla yetinememektedir. Evrim ve canlılar sistemi, çeşitli aşamalardaki canlıların karmaşık, karşılıklı ilişkileri içinde olarak, canlılar tarihinin daha doğru, daha somuta yakın bir kavranışına doğru bir eğilim görülmektedir. Bu eğilim bilginin kendi dinamiğinden olduğu kadar somut toplumsal ihtiyaçlardan da beslenmektedir (örneğin ekoloji sorunları). 254


Vülger olmayan Marksizm de kökeninde toplum tarihine benzer bir yaklaşım içindeydi. Daha sonradan unutulan bu metodolojik yaklaşımı yeniden canlandırmak gerekmektedir. Değişim gelişim konaklarındaki toplumların birbirleri üzerindeki karşılıklı etkilerini ele almadan ne eski tarihi ne de bugünkü tarihi ve toplumsal süreçleri anlamak olası değildir. *** Türkiye ve Dünya'da sosyalist teori ve pratiğin trajedisini anlamak için aşağıda bazı analojilerle anlatmaya çalışacağımız süreçler önemli bir ipucu olabilirler. Gerek bilim, gerek sanat tarafından üzerinde en az durulmuş olaylardan biri de BAMBAŞKA HAREKET YASALARINA BAĞLI OLARAK GELİŞEN VE BİRİNİN GELİŞİMİ DİĞERİNİN VAROLUŞ KOŞULLARINI ORTADAN KALDIRAN SÜREÇLERİN KESİŞME NOKTASINDA OLANLARDIR. Ne demek istediğimizi bir kaç örnekle açıklamaya çalışalım. Dünyamız, güneş sistemimiz, galaksimiz ve evren sırf fizik yasalara bağlı kendi evrimini yaşıyor. Ama bunun yanı sıra şu küçücük yeryüzünde insan toplumu da, toplumsal yasalara bağlı kendi hareketini yaşıyor. Bırakalım toplumu bir yana, canlı hayat bile Dünya gezegeninde, güneş sistemi ve galaksimizin belli bir anında ortaya çıkan birçok koşulun bir arada bulunmasıyla var olabilmektedir. Örneğin evrende mutlak sıfırdan milyarlarca dereceye kadar değişen bir sıcaklık yelpazesi vardır. Ama hayat sıfırın altında ve üstünde onlar hanesini geçmeyen çok dar bir aralıkta mümkündür. Bu gibi koşullar saymakla bitmez. Bir gün güneş sisteminin veya Samanyolu galaksisinin fizik yasalara bağlı hareketinin belli bir momentinde yeryüzünün koşulları küçük, küçücük bir değişikliğe uğrayabilir. Örneğin havanın sıcaklığı 100 santigrat derececik artabilir. Böyle bir değişiklik tüm yaşamı olanaksız kılmaya yeter. Bu durumla karşı karşıya kalan insanların hiç bir çabası "kader"i değiştirmeye yetmeyecektir. Tüm çabalar, bambaşka yasalara bağlı bir hareket sonucu ortaya çıkmış yeni koşulların duvarına çarpıp parçalanmaya mahkûmdur. Bu kesişme noktasında canlı varlıkların yok oluşunu, canlıların evrimini belirleyen yasalarla açıklamak mümkün değildir. Konumuz tarihsel maddecilik ve onun evrimi. Tarihsel maddeciliğin diğer bir değişle sosyalist teori ve pratiğin evrimini de, düşüncenin, bilgi sürecinin evrimini de, hele son yarım yüzyıllık tarihi göz önüne aldığımızda onun kendi öz dinamiğiyle açıklamak mümkün değildir. Tarihin en ilginç trajedileri, böyle kesişme noktalarında yaşayan insanların başından geçenlerdir. Bambaşka yasalara bağlı olarak gelişen bir süreç, o insanların karşısına her iradi çabanın duvarında kırıldığı bir tür ilahi ceza gibi dikilir. Bilimsel Sosyalizm, diğer adıyla Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm, genel olarak hareketin ve özel olarak ta düşüncenin ve toplumun hareketinin (değişiminin, evriminin) teorisidir. Ve bu "Hareketin Teorisi"nin hareketi "Teorinin Hareketi"ni açıklayan yasalarla, ama somut, yaşanan tarihsel hareket olarak, açıklanamamaktadır. Çünkü sapmalardan ve geri dönüşlerden arındırılmış, "saf", "mantıki" haliyle değil ama somut, tarihi haliyle teorinin hareketi, tıpkı hayatın varoluşunun birçok fiziksel önkoşulu gerektirmesi gibi, birçok toplumsal önkoşulu gerektirir.

255


Diğer bir değişle, toplumsal evrimin bağlı olduğu yasalar, tıpkı galaksimizin ve güneş sistemimizin evriminin belli bir aşamasında canlı hayatın varlığını olanaksız kılan koşulları ortaya çıkarması gibi bir etkiyi düşüncenin, teorinin evrimi üzerinde gösterirler. Nasıl hayat denilen yüksek hareket biçiminin var olabilmesi birçok fizik koşulun bir araya gelmesiyle olanaklı olabiliyorsa, aynı şekilde, bilim, teori ya da bilgi dediğimiz yüksek hareket biçiminin var olabilmesi ve gelişebilmesi de birçok toplumsal koşulun bir araya gelmesiyle olanaklı olabilir. Böyle bir olgunun en bilinen, en klasik örneği Batı Ortaçağı'nda görülebilir. Antik Yunan ve Roma'da bezirgan ticaretinin sağladığı zenginleşme uygarlığa yeni geçmiş bu kentlerde bilim ve sanatların gelişebilmesi için olağanüstü uygun koşullar yaratmıştı. Daha sonraki Batı Ortaçağı'nda bilim ve sanatların düzeyini, gerilemesini, estetik ve mantık hareketi belirleyen yasalarla açıklamak olanaksızdır. Toplumsal yasalara, Kıvılcımlı'nın keşfettiği Tarihsel Devrim yasasına bağlı olarak gerçekleşen barbar akınları ve tanımı gereği o barbar halkların kültür düzeyi, o koşulları ortadan kaldırmıştır. Ancak Haçlı Seferlerinden sonra doğu yolunun açılması ve İtalya'da zengin bezirgan kentlerin çiçeklenmesi sonucu antik uygarlığın düzeyiyle yeniden rezonans bulabilecek duruma gelindiğinde, bilinen meşhur Rönesans (yeniden doğuş) gerçekleşmiştir. Benzer bir olay bilimsel sosyalizmin de başına gelmiştir. Bu anlaşılmadıkça ne Türkiye'nin ne de genel olarak Dünya Sosyalist hareketinin başına gelenleri anlamak olası değildir. Genel olarak çağımızın ve özel olarak ta Türkiye Devrimci ve Sosyalist hareketinin trajedisi burada yatmaktadır. Hareketin teorisi, toplumun hareketi tarafından olmamışa çevrilmiştir. * Türkiye'de Sosyalist Hareket iki kez doğdu. İlki Ekim Devrimi rüzgârlarının etkisiyle oldu. Doğumu gibi sonraki kaderini de aynı rüzgârlar belirledi. 1960'larda ise her şey yeniden başladı, hem de ilk doğumda ulaşılanlardan bile çok daha geri bir noktadan. Bu yeniden doğuş ve eski doğuşla ilişkileri açıklayabilmek için yine benzetmelere başvuralım. Bir an için, bir kozmik ışınlar bombardımanının veya ani bir sıcaklık değişiminin yeryüzündeki yaşamı yok ettiğini düşünelim. Ve yine var sayalım ki, bir süre sonra koşullar değişsin ve yeryüzünde ilkel hayat türleri ortaya çıksın. Bu yeni ortaya çıkan ilkel hayat biçimleri, daha önce var olmuş, hayatın son derece yüksek biçimlerine göre geri bir aşamayı temsil ederler. Ama aynı samanda cansız bir çöle göre ileri bir aşamaya karşılık düşerler. İşte 1960'tan sonra doğan devrimci hareket geçmişe göre hem geri hem de ileri bir oluşumun ifadesidir.1927, hatta 1930'lara kadar, gerek Türkiye'de gerek dünyada var olan devrimci teori ve pratiğin yüksek aşamalarına göre geri, -örneğin, Kıvılcımlı'nın 1930'ların başında yazdığı "YOL" ile Yön dergilerini ya da TİP'i karşılaştırmak bu geriliği çarpıcı biçimde gösterir- ama 1950'lerin çöle dönmüş ortamına göre ileri. Bunun sonucu ne olmuştur? Birçok devrimcinin ya da sosyalistin anlayamadığı... Yine benzetmelerle anlatmayı deneyelim. Bir an için, bir nükleer savaş sonucu, yeryüzündeki tüm uygar insanlığın yok olduğunu, yalnız tropik ormanlarda yaşayan bazı ilkel kabilelerin sağ kaldığını var sayalım. Ve yine varsayalım

256


ki, tüm uygar insanlık yok olmuştur ama o uygarlığın yarattığı araçlar (otomobiller, evler, fabrikalar, kitaplar vs.) yok olmamıştır. (Nötron Bombası ile bütünüyle böyle bir sonuç mümkün.) Sağ kaldıkları ücra kovuklarında çoğalıp, yeniden dünyaya yayılan ilkel topluluklar için, içinde bulundukları ilkel kültür ve teknik gelişim konağı dolayısıyla, yeryüzünün her yerinde karşılaşacakları eski uygarlığın kalıntısı olan araçlar onlara hiç bir şey ifade etmeyecektir. O modern araçların onlar için hiç bir kullanım değeri olmayacaktır. Ancak o ilkel topluluklar, eski yok olmuş uygarlığın binlerce yılda yaşadığı evrimi, başka bir yoldan da olsa yaşayıp, belli bir gelişim konağına vardıktan sonra, yok olmuş eski uygarlıktan kalan araçlar onlar için bir kullanım değerine sahip olabileceklerdir. İşte 1960 sonrasında Türkiye'de yaşanan da böyle bir süreç olmuştur. 1960'larda yeniden doğan sosyalist ve devrimci harekete, yerli ve uluslararası sosyalist hareketin bir zaman ulaştığı doruklardan sunduğu teorik araçlar, henüz toplayıcılık ya da göçebelikle yaşayan aşiretlere bir traktörün ya da bir buldozerin ifade edebileceğinden daha fazla bir anlam ifade etmemiştir. Tropik ormanlardaki kovuklarından çıkıp gelişen toplumlar traktörleri, kitapları vs. kullanabilecek bir düzeye geldikleri zaman, o insanlar içinden çıkan kimi tarihçilerin bir kısmının, daha önce yaşamış olan insanların ulaştıkları uygarlığı her şey, temel açıklayıcı ilke, daha sonra olmadı baştan yaşanan evrimi hiç bir şey; diğer kısmının ise, tersine, sonraki evrimi her şey, önceki evrimi hiç bir şey olarak değerlendirdiklerini düşünelim. Her iki bakış ta gerçekliğin yalnızca bir yanına ağırlık veriyor olacaktır. İşte, Türkiye sosyalist hareketinin tarihi ve gelişimi karşısındaki tavırlar da özünde benzer bir yanılgı içindedir. Her iki bakışla da mücadele etmek gerekiyor. Öte yandan, benzetmelerle açıklamaya çalıştığımız kavrayış aracılığıyla, her iki yanılgının varoluşunun da bir açıklaması yapılabiliyor. * Bir yandan Stalinizmin uluslararası etkisi, diğer yandan geri Türkiye'nin "Babil artığı küçükburjuva" yapısı ve burjuvazinin terörü sonucu Türkiye'nin entelektüel hayatı çöle dönmüş; sosyalist bir gelenek hiç olmamışa dönmüştü. Fakat kapitalizm vardı ve kapitalist ilişkiler gelişiyordu. Kapitalizm var ise sınıflar da var demekti. Sınıflar varsa ezilen ve sömürülen insanlar var demekti. Baskı ve sömürü ise, ona uğrayan insanların bilincinde var olan düzenin insanlık dışı, adaletsiz bir düzen olduğu yargısını yeniden üretir. Ve bir kere bu hareket noktası ortaya çıkıp toplumsal bir muhalefet kendini çeşitli biçimlerde ifade etmeye başladı mı, ister istemez kapitalizmin ahlaki eleştirisinden bilimsel eleştirisine giden yola da yeniden girilmiş olur. "Her şeylere kadir Allah" nasıl bir "topal Şeytan" ile baş edemez ise, öyle ezenler de ezilenlerin, sömürülenlerin muhalefetini yok edemez; onun varoluşunun nedenini oluştururlar. 27 Mayıs sonrasında, yılların birikimiyle ortaya çıkan modern-kapitalist ilişkiler ve biriken çelişkiler aydınlar ve işçiler arasında, ülkede var olan düzenin akıl, ahlak, adalet, insanlık dışı olduğu düşüncesini yaratmadan edemiyordu. Ama tarihsel bakımdan doğru olan bu muhalefet bilimsel bakımdan yanlış da olabilirdi ve öyleydi de.

257


Engels "Felsefenin Sefaleti"ne yazdığı Önsöz'de bu probleme değinir: "Burjuva ekonomisinin yasalarına göre, ürünün en büyük kısmı, onu üreten işçilere ait değildir. Şimdi tutar da, bu haksızlıktır, böyle olmamalıdır dersek, bu kez de bu sözlerin ekonomi ile doğrudan bir ilgisi kalmamış olur. Böyle söylemekle, bu ekonomik gerçeğin ahlak duygularımızla çeliştiğinden başka bir şey söylememiş oluruz. Bundan ötürü Marx, kendi komünist istemlerini, hiç bir zaman buna değil, kapitalist üretim biçiminin her gün gözlerimiz önünde yer alan ve gittikçe daha büyük ölçülere varan kaçınılmaz çöküşüne dayandırmıştır. Onun söylediği tek şey, artı-değerin ödenmemiş emekten ibaret olduğudur ki, bu da basit bir gerçektir. Ama biçim yönünden ekonomik olarak yanlış olan, dünya tarihi bakış açısından doğru olabilir. Eğer kitlelerin ahlaki bilinci, kölelik ya da toprak köleliği durumlarında olduğu gibi, bir ekonomik olgunun haksızlığını ilan ederse, bu, o olgunun ömrünü doldurmuş bulunduğunun, bir öncekinin çekilmez ve savunulmaz duruma gelmiş olmasından ötürü ortaya başka ekonomik olguların çıkmış bulunduğunun kanıtıdır. Demek ki, çok doğru bir ekonomik içerik, biçimsel ekonomik yanlışlığın ardına gizlenmiş olabilir..." Türkiye'ye gelince... O, yalnızca kapitalist bir ülke değildir, aynı zamanda emperyalizmin bir yeni-sömürgesidir. Onu belirleyen, kapitalist ülke olması kadar, geri ve gericiliğin egemen olduğu bir ülke olmasıdır. Ütopik sosyalizme, Batı'daki orijinal biçimiyle, hareket noktası sağlayan olgu, üretici güçlerin gelişmişliğine rağmen, bu olanaklar içinde ezilenlerin sefaleti, bunun akıl ve ahlak dışı görünmesiydi. Böylece sosyalist düşüncenin hareket noktası ezilen sınıflar ve onları bu durumdan kurtarmak oluyordu. Türkiye'de ise bu hareket noktası tamamen başkadır. Türkiye geri bir yeni-sömürge olduğu için, entelijansiyaya akıl ve ahlak dışı görünen şey: üretici güçlerin dünyadaki genel gelişmişlik düzeyi karşısında, Türkiye'deki gelişmemişliği idi. Batı'da insanları sosyalizm idealine vardıran sorun "kalkınma" ya da "ilerleme"nin nasıl olacağı değil; zaten ileri ve kalkınmış bir toplumda adaletsizliğin nasıl giderilebileceği problemiydi... Bunun sonucu olarak 1960 sonrasında Türkiye'de yeniden doğan sosyalizm düşüncesinin, tıpkı ilk doğuşta olduğu gibi, yine doğuştan bir günahı vardı: hareket noktası sınıfsal değil ulusaldı. Ceza suçun cinsindendir. Batı kapitalizmi, maddi zenginlikleri, politikası, fizik gücü ve ideolojisiyle kendi normlarını geri ülkelere dikte ettirmektedir. Ama bu normlar bir kere kabul ettirilince, geri ülke halklarına bu normlara sahip olmamış olmak akıl ve ahlak dışı görünmeye başlar. Geri ülkelerdeki toplumsal hareketlerin gücü ve güçsüzlüğü bir bakıma tam da bu noktada bulunmaktadır. Karşı çıkılan Batı'nın normları eleştirilmemekte ama onlara ulaşılmaya çalışılmaktadır. Bu hareket noktası farklılığı, 27 Mayıs sonrasında doğan "yeni-ütopizm" diyebileceğimiz olgunun çıkardığı sonuçları da etkiler. Bu ütopizm, başat olarak sınıfın değil ulusun geriliğini ahlak ve adalet dışı gördüğünden, kapitalizme değil ama daha ziyade emperyalizme karşı çıkış biçimini alıyordu.

258


Aslında şu "gerilikten kurtulma" hareket noktası, Türk aydınının sadece 27 Mayıs sonrasında değil, hemen hemen 150 yıldır başlıca problematiğini oluşturmuştur. Osmanlı Devleti kapitalist Batı karşısında yenildikçe ve geriledikçe, nasıl onlar gibi olabiliriz sorunu Osmanlı aydınlarının temel sorusu olmuştur. Programlar hep bu soruya verilen cevaplara göre oluşmuştur. Bu soruya verilen "Islahat", "Meşrutiyet", "Cumhuriyet", "karma ekonomi", "planlı ekonomi" vs gibi cevaplar önce muhalefetin sonra da iktidarların programları olmuşlardır. 27 Mayıs sonrasında bu soruya "Sosyalizm" cevabı verilmiştir. Ama bu sosyalizm cevabı yanlış bir sorunun cevabı olduğu kadar, çarpılmış, sosyalizmi, kendisinden çok başka bir şeyi, bir tür Stalinizmi içeren bir cevaptır da. Sovyetler Birliği Stalin döneminde geri bir ülke olmaktan çıkıp bir sanayi ülkesi olmanın örneğini sunduğundan, bunun yol açtığı yanılsama sonucu, "sosyalizm" bir kalkınma yolunun ifadesi olmuştur. Ama bu sosyalizm, Kemalist ve Osmanlı gelenekleriyle de, tencere kapağı misali denk düşen, bürokratik, çarpılmaya uğramış bir sosyalizmdir. "Sosyalizm" kavramı tanımı gereği eşitlikçiliği de içerir. Bu karakteri nedeniyle de, cevap kendini var eden soruyla daima gizli bir çelişki taşımıştır ve bu çelişki her fırsatta kendini açığa vurmuştur. Sosyalizm bir bakıma eşitlikçi bir kalkınma felsefesidir. Türkiye'de Stalinizm bu nedenle aynı zamanda burjuva programlar karşısında ezilen sınıflara ait bir programın ilk çocuksu, ütopik ifadesidir de. Batı proletaryasının ütopizm adı altında yaşadığı aşamayı bizde, Stalinizm biçiminde yaşadık. Bu anlamda Stalinizmin savunusu ileri ve proleter bir karakter taşımıştır. Geri ütopyalara karşı daha ileri ve eşitlikçi bir ütopyanın ifadesidir. Bir yanılsamaya dayansa da, Stalinizmin bu somut anlamını ve işlevini kavramamak ve gerek 60 gerekse son 20 yılın sosyalist geçmişini "Stalinizm" diyerek bir kalemde çizip atmak, somut gerçekliği hiç kavramamanın ifadesinden başka bir şey değildir. Türkiye proletaryası, batı proletaryasının 150 yıl önce aştığı ütopizm aşamasını, başka koşullarda ve başka bir biçimde yeniden yaşamak zorundaydı. Gelişimin zorunlu aşamaları iradenin bir vuruşuyla yok edilemezdi. Son 20 yılın sosyalist hareketinin tarihinin özü budur. Elbette, Stalinizm'in Marksizm diye savunulması, Marksizm'le ilişkisi olmayan skolastik bir öğretinin savunulmasına yol açmış; Marksizm'i burjuva kurtlar karşısında kuzuya döndürmüştür. Ama bu ayrı bir konudur. Şu an bizim konumuz, öğretilerin bilimsel içeriği değil, somut tarihsel anlamıdır. Bilimsel yanılgıları değil, tarihsel haklılıklarıdır. Sadece doğrular değil, yanlışlar da bir gerçekliktir ve gerçeklik somuttur. Somut gerçekliğin tarihsel anlamı anlaşılmadan, bilimsel içeriğin bir eleştirisi de tam olmaktan uzak kalır. Açıklanamayan şey, eleştirilip aşılamaz. Marks ve Engels ütopik sosyalistlerin öğretilerinin içeriğindeki yanılgılar kadar, hatta daha fazla, onların tarihsel olarak haklı ve ileri yanlarına ağırlık vermişlerdir. Ve bilimsel sosyalizm nasıl ütopik sosyalizmin tarihsel mirasçısıysa, biz devrimci Marksistler de, sözünü ettiğimiz anlamıyla Stalinizmin tarihsel mirasçısıyız. Olmalıyız değil, öyleyiz zaten. Evet, "Tek Ülkede Sosyalizm" ütopyası, Dünya tarihi bakımından, bilimsel sosyalist öğretinin saf ve soyut evrimi bakımından gerici bir ütopyadır; bir imtiyazlı kastın 259


egemenlik aracıdır; ama bizim koşullarımızda, geri bir ülkede, çölden yeniden bir hayatın doğduğu koşullarda, proletaryanın sınıf eğilimlerinin ifadesi olan ilerici bir ütopya da olmuştur. Bu nokta önemlidir. Troçki'nin yazdıklarından bir adım öteye gidemeyen, onun özünü kavrayamayan birçok devrimci Marksist, bizdeki Stalinizm'in bu özgün anlamını kavrayamadığı için tüm geçmişi, "Stalinizm" diyerek, bir kalemde çizmekte; bunun sonucunda da, devrimci ve sosyalist hareketin Stalinizm biçimi altında aştığı birçok sorunu kavrayamamakta ve farkına bile varmadan, çizip attığı geçmişin aşılmış kimi problemlerine başka bir düzeyde de olsa takılıp kalmaktadırlar. * 1960 sonrasında ilk olarak ortaya çıkan devrimci hareketin ütopizmi doğrudan doğruya Marksist bir görünüm altında ve Stalinizm biçiminde çıkmadı. Devrimci ve sosyalist hareket ve akımlar 1967 veya 1968'e kadar, bir "Marksizm'e hazırlık" ya da "başlangıç dönemi" yaşadı. Bu aşamaya karşılık düşen iki büyük hareket Yön ve TİP olmuştur. Bu iki hareket te her ne kadar Marksizm'den etkiler taşısa da özünde ve biçimde Marksizm dışıydılar. Ama onlar varlıklarıyla ve ortaya koydukları problemlerle toprağı Marksizm'in yeşereceği bir duruma getirdiler. Bu iki hareketin Marksizm dışında yürüttükleri tartışmalarda ortaya koyulan problemler bugün bile Marksizm çerçevesinde tartışılan temel problemler olmaya devam etmektedir. Jargon, varsayımlar ve çıkarsamalar değişmiştir ama temel problemler aynı kalmıştır. Bir problemi ortaya koymak başlı başına bir aşamadır. Onların yeni ve ileri olan yanı buydu. 1960'lara gelirken peş peşe ulusal kurtuluş savaşları sürüyor; eski sömürgelerde peş peşe ulusal devletler kuruluyor; Nehru, Nasır, Sukarno, Nkrumah gibileri Türkiye'nin geriliğine, gericiliğine ve emperyalist ülkelerce soyuluşuna tepki duyan aydınların özlemlerini dile getiriyordu. Mısır, Hindistan, Endenozya, Cezayir, Gana kendi ulusal kurtuluşlarını İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kazanmışlardı; "bizim" ise Birinci Dünya Savaşından sonra verdiğimiz bir ulusal kurtuluş savaşı yok muydu? Mustafa Kemal, Nehru ve Nasır gibilerin ilk örneği değil miydi? O halde bugün verilmesi gereken İkinci Kurtuluş Savaşı birincisinin geleneklerini ve mirasını savunmalıydı!.. Böylece 27 Mayıs sonrasında ilk çıkan Yön dergisi ve hareketi Kemalizm'i bayrak yaptı. Programını Kemalizm'in söylemi içinde ve onu değişik biçimde yorumlayarak ortaya koydu. Bu durum -günümüzde İran'da görüldüğü gibi- özellikle antik çağda ve kapitalizmin şafağında halk muhalefetinin, laik bir biçime bürünmeden önceleri dini bayrak altında ama o dini değişik bir biçimde yorumlayarak ortaya çıkmasına benzer. Bu partilerin bayraklarının dini olmasına bakıp ta onları feodalizmi ya da derebeyliği savunuyor sanmak görünüşe aldanmak olur. Yön'ün bayrağı Kemalizm idi, Kemalizm ise bir burjuva ideolojisidir. Yöncülük ise radikal bir küçük burjuva ütopyasıydı. Öz ve görünüm aynı değildir. Nasıl ki, daha sonraki yıllarda yine küçük burjuva radikalizmlerinin ifadesi olan hareketler Marksizm ve Leninizm'i bayrak

260


yapmakla öyle olmadılarsa, Yön de bu anlamda Kemalist değildi. Yöncülük bir burjuva hareketi değil, bir küçük burjuva radikalizminin ifadesiydi. Ancak bir ideoloji bir kere benimsendikten sonra kendisi nispi bir bağımsızlık kazanır ve metodolojiden taktiklere kadar o hareket üzerinde sınırlayıcı bir etkide bulunur. Kemalizm'in Yön'cülük üzerindeki bu karşı etkisi onun toplumsal muhalefetin radikalleşmesine ayak uydurmasını engellemiş ve bir bakıma bugün gerçek öneminin gözden kaçmasına da yol açmıştır. Marks 18 Brumer'de Fransız Devriminde kahramanların önceki olayın kahramanlarının diliyle konuştuklarına dikkati çeker. "İkinci Kurtuluş" problemini önlerine koyan Yöncüler de "Birinci Kurtuluş" "kahramanları"nın diliyle konuşuyorlardı. Ve elbette birincisi biraz trajediyse ikincisi de biraz komediye benzedi. "Biraz" diyoruz, çünkü Türkiye'de klasik burjuva gelişimi gibi, o gelişimin ortaya çıkardığı ya da yetkinleştirdiği Trajedi ve Komedi görülmez. Sanat gibi tarih de Melodram ve Vodvil ekseni etrafında döner. Batı'nın Trajedi ya da Komedi kahramanları her şeye rağmen özgün tarihsel tiplerdir. Bizdekiler ise kötü kopyalar. Yöncülük, daha sonraki yıllarda Marksizm'in giderek artan egemenliği ve yaygınlığı ölçüsünde ortaya çıkan Marksist görünümlü küçük burjuva radikalizmlerinden, ortaya çıktığı tarihsel koşullara ve bayrak yaptığı ideolojiye bağlı olarak özellikle dayanılacak güçler (strateji) ve taktikler sorununda önemli farklılıklar gösterir. Yöncülüğün hareket noktası Türkiye'nin geriliği idi. Geriliğin nedeni olarak emperyalizm, emperyalizmin içerdeki işbirlikçisi "komprador burjuvazi" ya da "mutlu azınlık" ve derebeylik kalıntıları görülüyordu. Bu da Yöncülüğün programını belirliyordu. Türkiye'yi emperyalizmin yeni sömürgesi olmaktan çıkarmak, "mutlu azınlık"ı devletleştirmelerle, derebeyi artıklarını toprak reformuyla tasfiye etmek... Böylece Türkiye'nin gerilikten kurtulacağı düşünülüyordu. Bu demokratik karakterli program, bugün bile tüm küçük burjuva sosyalisti radikal hareketlerin programı olmaya devam etmektedir. Yöncüler buna "Milli Devrimci Kalkınma Yolu" diyorlardı. Daha sonra bunun adı "Milli Demokratik Devrim" ya da “Demokratik Halk Devrimi" olacaktır. Peki bu programı hangi toplumsal güç gerçekleştirecekti? Ezilen sınıflar "kaç ben kurtarayım" diyen bezirgan partilerin "oy davarı" durumundaydı. 27 Mayıs'ın devirdiği D.P. iktidarını oylarıyla başa geçirenler o ezilen yığınlar değil miydi? (Bir 27 Mayıs'çının deyimiyle onlar "Vatandaş değil Yatantaş" idiler). Demek hala aldatılıyorlar ve uyuyorlardı. O halde hangi güç kurtarabilirdi Türkiye'yi Emperyalizmin sömürüsünden? Bunun cevabı Türkiye'nin geçmişinde yatmıyor muydu? İşte Islahat, işte Meşrutiyet, işte Kurtuluş Savaşı ve işte son 27 Mayıs... "Asker-Sivil Aydın Zümre" tüm ilerici dönüşümleri gerçekleştirmemiş miydi? Ve bütün bunlar "Halka rağmen halk için" olmamış mıydı? Demek, Türkiye'yi gerilikten, emperyalizmin yeni-sömürgesi olmaktan kurtaracak özne "Asker-Sivil Aydın Zümre" olabilirdi. Bu yaklaşımla İşçi Sınıfı ve köylülük dönüşümlerin bir öznesi değil, nesnesi olarak görülüyordu. Bu yaklaşım toplum tarafından da pek yadırganmıyordu. Osmanlı "Devlet

261


Sınıfları"nın güdücü, halkın "reaya" olması geleneğine de denk düşüyordu. Hatta bir bakıma bu tarihin bir yansımasıydı. Rus Narodnikleri, geleneksel köy komününden (Mir) hareketle doğrudan sosyalizme geçmeyi düşünüyorlardı. Bundan dolayı ajitasyon ve örgütlenme çabaları köylüye yönelik oldu. Yöncüler “Asker-Sivil Aydın" "Zinde Güçler" yöneticiliğinde ulusal bağımsızlık ve kalkınmaya ulaşmayı umuyorlardı, tüm ajitasyon ve örgütlenme çabaları "kapıkulları"na yönelik oldu. "Kapıkulları" demek uygun düşer çünkü en azından 1970'lere kadar aydın demek devlet kapısında maaşlı kapıkulu demektir de. Yöncülük bu çerçevede aydınlara yönelik ajitasyonuyla emperyalist sömürü mekanizmalarını, geriliğe ilişkin olguları, siyasi, iktisadi, askeri bağımsızlığın nasıl ve ne ölçüde yitirilmiş olduğunu sergiledi. Bugün Yön'ün savunduğu ve yaygınlaştırdığı bu görüşler genç kuşaklara birer "Lapalis Hakikati" gibi görülebilirler. Ama onlar ilk söylendiklerinde, yazıldıklarında muazzam bir bilinç dönüşümü yaratmışlardı. Aydınların bilinci kapalılığından, durağanlığından, taşralılığından, kısırlığından bir ölçüde olsun sıyrıldı. Güçlü bir antiemperyalist bilinç ve hareket dalgası yükseldi. Bu hareket çölde yeniden doğan bir hayatın ilk biçimleri gibiydi. Yönizm bir küçük-burjuva ütopyasıydı dedik. Peki, bu hareket iktidarı ele geçirseydi programını gerçekleştirebilir miydi? Hayır! İktidara gelseydi -ki bu muhtemelen bir askeri darbe biçiminde olacaktı- bir sınıfa dayanmak zorunda kalacaktı. İşçi Sınıfı örgütsüz olduğu ölçüde, ister istemez finans-kapitalin kucağına düşecekti. İşçi Sınıfı örgütlü olduğu taktirde, olayların mantığı işçi sınıfını sosyalist devrime doğru zorladıkça Yönizm buna da karşı durup yine aynı noktaya varacaktı. Soyut bir varsayım olarak, yöncülük bir boşlukta iktidarını yürütseydi de hedeflerine ulaşma (gerilikten kurtulma) yeteneğinde değildi. Bir yandan emperyalizme, mutlu azınlığa ve derebeyi artıklarına vurmak öte yandan da kapitalizmi sürdürmek gibi bir çelişkiyle maluldü. Yöncülük iktidara gelse ve bunu sürdürebilseydi ortaya bir küçük burjuva demokrasisi değil, en gerici türden bir bonapartist diktatörlük ve tekelci devlet kapitalizmi ortaya çıkardı. Son bir noktaya daha değinelim. Yöncülük Marksistlerce eleştirildi. Sosyalizmin Türkiye'deki ilk doğumunun “kılıç artığı” "Eski Tüfek"ler yaşıyorlardı. Bu ilk doğuşun gelişiminin doruğu olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı Yön'ü daha çıkar çıkmaz eleştirmişti. Bu eleştirilerin bir kısmı daha sonra kitap olarak da yayınlanmıştır 197. Ne var ki, bu eleştiriler hiç bir yankı bulmadan uzayın sağır boşluklarında yitip gitmiştir. Türkiye'nin yeniden doğmuş devrimci hareketi Kıvılcımlı'nın yayınlarını alabilecek ve onlara bir rezonans gösterebilecek frekansa henüz ulaşamamıştı. Bir atomik felaket sonunda, tüm uygar insanlık yok olduktan sonra, tropik ormanlarda kalabilen bazı topluluklar kovuklarından çıkıp yeryüzüne yayıldıklarında, yok olan uygarlıktan kalan modern araçlar onlara nasıl bir şey ifade etmeyecekse, Kıvılcımlı'nın eleştirileri de, 27 Mayıs sonrasında Amerika'yı yeniden keşfetmeye başlayan yeni kuşaklara

197

Kastedilen Hikmet Kıvılcımlı’nın “27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi” adlı kitaptır.

262


aynı şekilde hiç bir şey ifade etmiyordu. Bu durum 1970'lere kadar sürer. Ancak 15-16 Haziran olaylarından sonradır ki hareket Kıvılcımlı'nın yayınlarını alabilecek frekansa ulaşır. Yöncüler bir bakıma Rus Devrimi'ndeki Dekabristlere benzerler. Dekabristler, uyuyan Rusya'nın uyanışının, Büyük Fransız Devrimi ve Napolyon savaşlarından etkilenmiş ilk öncüleriydiler. Yöncüler de bir uyanışın, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan Ulusal Kurtuluş savaşlarından, anti-emperyalizm rüzgârından etkilenmiş ilk öncüleriydiler. Dekabristler Kitlelerin gücü ve inisiyatifi hakkında bir kavrayıştan yoksundular; Yöncüler de öyle. Bu bakımdan Lenin'in de belirttiği gibi, Dekabristler nasıl kendi çağları içinde ilerici bir rol oynadılarsa, Yöncüler de kendi koşulları içinde benzer bir rol oynadı ve 21 Mayıs olaylarından sonra adım adım dönemini kapattı. Yön esas dönemini kapatırken hareket noktası ve kökeni bambaşka, yeni bir aşamanın da ifadesi olan bir hareket yükseliyordu: TİP * Kapitalist gelişime daha sonradan giren bir ülkenin işçi sınıfı, o yola önce girenlerin yolundan ve deneylerinden aynen geçmek zorunda değildir. Rusya Proletaryası Avrupa'nın en geç doğan proletaryası oldu, fakat tam da bu nedenle Batı Avrupa proletaryasının birkaç yüz yılda aldığı yolu bir çırpıda geçti. Örneğin Batı Proletaryası onlarca yıl manifaktürlerde çalıştı, Rusya proletaryası ise bir bakıma doğrudan büyük fabrika proletaryası olarak doğdu ve manifaktür aşamasını çok küçük, minyatür ölçülerle aştı. Rusya proletaryasının bir ikinci şansı daha vardı. Rusya Proletaryası, nasıl daha doğarken üretimde tekniğin en son sözüne dayanan araçları kullandıysa, sınıf mücadelesinde de Batı Proletaryasının onlarca yılda geliştirilmiş, en ileri teori ve örgütlenme araçlarıyla işe başladı. Rusya Proletaryası nasıl daha doğarken, üretimde en son tekniğin araçlarını kullanmaya başladıysa sınıf mücadelesinde de Batı Proletaryasının onlarca yılda geliştirilmiş en yeni teori ve örgütlenme araçlarıyla işe başladı. Türkiye Proletaryası için de, benzer bir durum söz konusuydu. Batı Proletaryası için Leninist parti anlayışı yüzlerce yılda gelişmişti, Türkiye Proletaryası ise daha doğarken TKP'yi kurdu. Türk burjuvazisi, henüz Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri'nde oyalanırken, proletarya burjuvaziden bile önce, Parti biçiminde örgütlenmeye başlamıştı. Ne var ki, Rusya'dakine benzerlikler göstererek başlayan süreç, oradaki gibi devam etmedi. Üretimde ve Sınıf mücadelesinde Türkiye Proletaryasının kaderi, “geç gelmenin faziletlerinden” yararlanmak değil, “geç kalmanın reziletlerinde” bunalmak oldu. 19. Yüzyılın sonuna kadar Amerikan ya da Prusya tipi gelişmeler, kapitalist gelişime geç giren ülkelerin önündeki klasikleşmiş yollardı. Ancak yirminci yüzyılla birlikte bu yol tıkandı. Artık gelişmiş bir ülke geri bir ülkeye geleceğini göstermiyordu, gelişen az gelişmişlik oluyordu. Aslında yirminci yüzyılın gelişmiş, ileri ülkeleri geçmişlerinde de bugünün geri ve az gelişmiş ülkelerinde olduğu türden geri ve azgelişmiş ülkeler olmamışlardı. Bu yola "Türkiye Yolu" denebilir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra evrensel boyutlar alacak gelişimin ilk örneği sayılabilir. Bunun sonucu olarak Türkiye İşçi Sınıfı için üretimde, büyük fabrikalarda, tekniğin en son sözüyle üretim yapmanın yolu tıkanmış

263


oluyordu. Rusya ve Türkiye'de sosyalizm ve işçi hareketinin tarihsel gelişim zıtlıklarının temel nedenlerinden biri budur. İşler sınıf mücadelesi alanında da pek iyi gitmedi ve tüy dikti. 1920'lerde yeni doğan Türkiye Komünist Hareketi henüz bu teoriyi öğrenme ve kendi geleneğini oluşturmaya fırsat bile bulamadan, Rus Komünist Partisi'ndeki yozlaşma Sovyetler Birliği'nin muazzam prestijiyle desteklenerek, Türkiye sosyalist ve işçi hareketine teori, politika ve örgütlenmenin en ileri değil; tüm kazanımları olmamışa çeviren en geri teori, politika ve örgüt anlayışlarını dayattı. Geri ve küçük-burjuva Türkiye'nin toplumsal yapısı da zaten bunları almaya hazırdı. Tencere yuvarlanıp ve kapağını buldu. En geri üretim temeline, en geri ve gerici teori, politika ve örgütlenmeler denk düştü. Böylece Türkiye sosyalist hareketinin trajedisi alnına yazıldı. Bu nedenle Rus işçi sınıfı ve devrim tarihiyle, Türkiye işçi sınıfı ve devrim tarihi ayrı yollar izlemiştir. Sanayisi ve İşçi sınıfı gelişemeyen Asyalı, küçük burjuva Türkiye'de, yine kendisi de bir anlamda Asyalılığın bir ürünü olan Stalinizm'in boy vermesi için uygun koşullar pekişmiş oluyordu. Stalinizm de bu ekonomi temeli üzerinde, işçileri silahsızlandırarak daha da pekiştirici bir etkide bulunuyordu. Yani Stalinizm de, işçi sınıfını teorik ve örgütsel olarak silahsızlandırarak İşçi sınıfının Türkiye'nin tarihsel gelişimi üzerinde siyasi bir özne olarak olumlu bir etki yapmasını engellemiştir. Bu gelişmelerin sonucu Türkiye proletaryasının 1960'lara kadar, "kendi kendine bir sınıf" olarak kalması oldu. Eğer Stalinizm'in yıkıcı etkileri olmasaydı, Türkiye tarihi başka bir yol da isleyebilirdi dünya tarihi gibi. Gelişmiş bir işçi hareketinin ve örgütlenmesinin olduğu bir toplumda, sırf devlet zoruyla işçilerin bu savunma mevzilerini yok etmek ve uzunca bir dönem dağınık tutmak mümkün değildir. Bunu başarabilmenin burjuvazi tarafından bulunup uygulanabilmiş tek yolu, proletaryada devrimci umutlarını bulamamış küçük-burjuva ve işsizler kitlesinin proletaryaya karşı bir ordu gibi saldırtılması ve proletaryanın kendi iç bölünmeleri nedeniyle buna cevap verme yeteneğini yitirmiş durumda olmasıdır. Bunun adı da faşizmdir. Fakat henüz gelişememiş, ayakları üzerinde doğrulamamış, bir sendikal örgütlenme geleneği bile olmayan bir işçi sınıfı, hele hele ulusal ve uluslararası bir önderlikten de yoksunsa, sırf devlet zoruyla dağınık ve örgütsüz tutulabilir. Türkiye'de 1960'lara kadar tutulabilmiştir de. Cılız Türk burjuvazisi bir yandan proletaryayı en temel meşru savunma olanaklarından bile yoksun bırakmak; diğer yandan Devletçilik fideliğinde palazlanabilmek için Kemalist Bonapartizmin vesayeti altına girdi. En ufak bir savunma aracından bile yoksun işçiyi son derece düşük ücretle çalıştırmak mümkün ve makine kullanmaktan çok daha karlı oluyordu. Bu nedenle modern tekniğin sanayiye girişi 1960'lara kadar adeta kaplumbağa hızıyla olmuştur. Sabit sermaye oranının bu düşüklüğü ve mutlak artı değer sömürüsünün bu yüksekliği, proletaryanın "tahta perdeciklerle ayrılmış" dağınık topografyasına yansımıştır. Bu da örgütlenmeyi ek olarak güçleştirmiştir. Ne var ki, her şeye rağmen bu onlarca yıllık birikim sonunda, 1950'lerde hızla gelişen enerji, yol gibi, Türkiye'yi dünya pazarına açmaya yönelik yatırımların da etkisiyle, 1960'lara gelindiğinde, artık işçi sınıfı eski kabuğuna sığmaz olmuş, "kendi kendine sınıf" olmaktan çıkıp, "kendisi için sınıf" olma noktasına gelmişti. 264


Türkiye İşçi Partisi, bu yükseliş ve dönüşümün siyasi üstyapıdaki yansıması olmuştur. Ancak TİP'in doğuşu ve yükselişi sadece işçi sınıfının gelişimiyle anlaşılamaz. Egemen sınıflar cephesindeki değişimlere de bir göz atmak gerekir. Bu muazzam güç, Türkiye'nin sınıf ilişkileri içinde, rekabetçi liberal burjuva zümrelerin ilgisini çekmezlik edemezdi. Çekti de. Peki bu burjuva zümreler, niçin işçi sınıfına ilgi duydular? Türkiye'de ekonomi ve politikaya sınıf olarak burjuvazi egemen değildir. Esas egemen olanlar burjuvazi içinden finans-kapitalistler zümresidir. Bu zümre ise kendi sınıfının bir parçası olan rekabetçi zümrelerle değil, derebeyi artığı toprak ağaları ve tefeci bezirganlarla ittifak yapar. Bu tabakalar aracılığıyla da milyonlarca köylünün oyunu kendi partilerine akıtıp parlamentarizm oyunu oynayabilir. 19 yüzyılın liberal burjuvazisine benzeyen ve yirminci yüzyılda reformist olan rekabetçi zümreleri tarafsız, Arafat'ta tutmaya çalışır. Rekabetçi burjuva zümreler ise, siyasal, ekonomik, kültürel, ideolojik egemenlik tekelinden uzakta bırakıldıkları için bu egemen zümrelerin egemenliğini kapitalizm çerçevesinde sınırlamak ister. Bunun için gerekli gücü, koç başını ise henüz sendikalizm bilincini aşamamış işçi sınıfında bulur. Bu durum bir bakıma kapitalizmin gelişme çağında, Batı'da burjuvazinin işçileri eski egemen sınıflara karşı kışkırtmasına benzer. Yalnız burada Burjuvazi büyük rantiyelere karşı değil, burjuvazinin bir zümresi diğer zümresine karşı bu kumara girişir. Diğer yandan en azından 1848'lere kadar burjuvazi sokağa dökülmekten de pek çekinmezdi, bu çekinmezliğin altında tahrik ettiği ezilen sınıfların bir alternatif olma gücü gösteremeyişleri olsa da. Şimdi ise, burjuvazi bir yandan işçileri finans-kapital egemenliğine karşı oyuna sürerken, diğer yandan onun devrimci gücünden, bir kere sokağa dökülünce dizginlenemeyeceğinden korkar. Bu nedenle de kışkırtmasını parlamento ve ekonomik mücadele alanıyla sınırlamaya çalışır. Bugün CHP'nin temsil ettiği politika ve sınıf temeli aşağı yukarı budur. Bu politikanın adı da burjuva reformizmidir. Buna karşılık, işçi sınıfının ekonomik temel üzerinde siyasi mücadelesi, yani kendiliğinden mücadelesi de, özünde burjuva bir bilince dayanır. Bu sendikalist, reformist ideoloji ve politika işçi sınıfı içindeki toplumsal temelini de özellikle sendikacılar zümresinde bulur. Bu politika ve ideolojinin adı da burjuva sosyalizmidir. TİP, TSİP, TKP gibi partiler de kabaca bu eğilimin ve toplumsal gücün yansımalarıdır. Böylece 1960 sonrasında Türkiye işçi ve sosyalist hareketinin trajedisini belirleyen ikinci bir tencere kapak buluşması olur. Her ikisinin de programları özdeş olan burjuva reformizmi ve burjuva sosyalizmi birbirini tamamlar. Yön'den sonra TİP'in doğuşu bu buluşmanın ürünüdür. Reformist burjuvaziyi temsil eden kasaba avukatları, aydınlar ve kendiliğinden işçi bilincini temsil eden sendikacılar TİP çatısı altında birleşirler ve TİP bir burjuva Sosyalist parti olarak şekillenir. Ancak, her şeye rağmen TİP, programı ve ideolojisi ne olursa olsun, Türkiye'deki işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesinin bir kabarışının, sosyalizmin yeniden doğuşunun bir ifadesi olarak, işçiler arasında en küçük bir siyasal geleneğin bulunmadığı; tümüyle gerici partilerin etkisinde olduğu; sosyalistlerin ve aydınların ise tamamen politikadan yalıtılmış oldukları koşullarda muazzam bir atılımın ifadesiydi. 265


Marksizm'i bir eylem klavuzu olarak değil de dogmatik bir sistem olarak anlayanlara ters gelebilir bu yargı. Ama Marksistler, her ülkenin ve sınıfın somut koşullarının çözümlemesinden yola çıkmalıdırlar. O günün koşullarında TİP ileri bir adımdı. Sosyalizmin ustaları, işçilerin en ufak bir siyasal bağımsızlığının bulunmadığı koşullarda, bir işçi partisinin önemini daima belirtmişlerdir. Örneğin Engels şöyle yazar: "Harekete yeni giren her ülke için önem taşıyan ilk büyük adım, her zaman, bu parti ayrı bir işçi partisi olduğu sürece, işçilerin nasıl olursa olsun bir siyasal parti halinde birleşmeleridir." Marks ve Engels'in bu tavırlarını açıklayan Lenin de şunları yazar: "Engels, eksik bir programla da olsa. Bağımsız bir işçi partisinin önemini vurgulamıştır, çünkü o daha önce işçilerin siyasal bağımsızlığının sözü bile edilmediği ve işçilerin daha çok burjuvazinin arkasında sürüklendiği ve hala da öyle olan ülkelerden söz etmekteydi." "Böylesine kanıtlardan çıkarılan yargıları, proletaryanın partisini, liberal burjuvazinin kendi partilerini kurmalarından önce kurduğu, burjuva politikacılarına oy verme geleneğinin proletaryaca hiç bilinmediği ve acil görevlerin, sosyalist değil de burjuva demokratik olduğu ülkelere ve tarihsel durumlara uygulamaya kalkışmak, Marks'ın tarihsel yöntemiyle alay etmek olurdu." Görüleceği gibi, 1960'ların başında Türkiye İşçi Sınıfı'nın durumu, yüzyılın başındaki Rusya İşçi Sınıfı'na değil, İngiliz veya Amerikan işçilerine benziyordu. Tarihin garip paradoksu, yarım yüzyıl önce, 1920'lerde ise durum başlangıcı itibariyle daha ziyade Rusya'ya benziyordu. Burjuvazi kendi partilerini kuramadan işçiler partilerini kurmuşlardı ve burjuva partilerinin peşine takılmak gibi bir gelenekleri yoktu ve burjuva demokratik görevler daha büyük bir ağırlıkla gündemdeydi. Anlatılmak istenen hep budur. Bu kavranılmadan Tarih anlaşılmıyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi, 20 yüzyılla birlikte Amerikan ve Prusya yolundan gelişin tıkanması; dünya tarihi açısından sübjektif bir öğe olan Stalinizmin sonuçlarının objektif koşullar halinde ortaya çıkması bu tür paradokslara ve "belli bir geriye dönüş"e yol açmaktadır. Evet TİP bir bakıma 1920'lerin TKP'sine göre bile muazzam bir gerilemedir ama, 1950'lerin Türkiye'sine göre muazzam bir ilerlemedir. Geçerken belirtelim ki, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın TİP karşısındaki tavrı, tıpkı Marks – Engels'in Amerika ve İngiltere'de, yanlış bir programla da olsa, işçi partisi kurma girişimleri veya yine benzer şekilde Lenin'in 1920'lerde, İngiltere'deki komünistlerin İşçi Partese'ne girmeleri konusundaki tavrı gibi olmuştur ve doğrudur. * TİP'in hareket noktası Yön'ünkinden başkaydı. Yöncülere Batı karşısında ülkenin geriliği, yeni-sömürge oluşu adalet ve akıl dışı geliyordu başat olarak. TİP için ise, kapitalistlerin lüksü, zenginliği karşısında tüm maddi değerleri yaratan emekçilerin yoksulluğu, toplumdaki alt konumu adalet ve akıl dışıydı. Bu durumda Yön'ün ulusal hareket noktasına karşılık, TİP sınıfsal bir hareket noktasına sahipti. Bunun sonucu olarak da Yön bağımsızlığı, TİP sosyalizmi vurguluyordu. Dayanılacak güçler de, bu paradigmaların zorunlu mantıki sonucu olmamakla birlikte farklıydı: Yön'ün aydın vurgulaması karşısında, TİP kendisi de bir bakıma yükselen işçi

266


hareketine dayandığından ve onun bir yansıması olduğundan, programını gerçekleştirecek özne olarak işçileri ve emekçileri görüyordu. Dolayısıyla örgütlenme çabaları ve ajitasyonu da bu sınıf ve tabakalara yönelik oluyordu. İlk kez 1965 seçimlerinde milyonlarca insan, TİP konuşmacılarının radyolardan "İşçiler, emekçiler, ırgatlar, marabalar..." diye başlayan ve "bu yolları, binaları vs. yapanlar sizlersiniz, ama o yollarda lüks arabalarıyla seyahat edenler ve o yapılarda yaşayanlar bir avuç kapitalist. Her şeyi yaratanlar sizsiniz, ama aşağılanan, horlanan da sizsiniz..." diye devam eden seslerini duydu, sarsıldı, uyandı. Bu o güne kadar görülmemiş bambaşka bir şeydi. Bu bakış açısı ezilen sınıfların binlerce yıldır çektiği ama bir türlü açıklayıp çıkış yolunu bulamadığı temel soruyu soruyordu. İşte kişi olarak bizim çocukluktan delikanlılığa geçerken aktif politikaya ilgi duymamız ve önce sempatizan olarak kıyısından, sonra da militan olarak boylu boyunca girmemiz bu yıllara rastlar. * Çocukluğumuzdan beri yoksulluklar, haksızlıklar, baskılar, keyfilikler daima isyan duygularımızı kabartmıştı. Fakat bu, bütün bilinçsiz ezilen insanlarda olduğu gibi, o kadarla kalıyor, zaman zaman bireysel patlamalara ya da içe kapanmalara yol açmaktan başka bir sonuç vermiyordu. Bütün kötülükleri bir bakıma insanların ahlaksızlıklarından doğan şeyler olarak görüyorduk. Ama özellikle o dönemde adı adeta sosyalizmle özdeşleşmiş olan Çetin Altan'ın yazılarını okurken önümüzde bambaşka bir ufuk, yepyeni bir dünyanın kapıları açılıyordu. İnsanlar kendiliklerinden iyi ya da kötü değildi. İnsanları kötü yapan sömürüydü, ekonomik koşullardı. Tüm değerleri yaratan emekçi insanlar, örgütsüz ve bilinçsiz oldukları için bir avuç sömürücü ve zenginin egemenliği altında eziliyorlardı. Emekçiler şu sömürücü sınıfları bir başlarından atabilse, kendi egemenliklerini kurabilse, o zaman hangi zengin ya da memur bir emekçiyi horlayabilirdi? Zenginlerin lüks ve israfına giden paralarla yoksul insanlar daha insanca yaşama koşullarına kavuşmaz mıydı? Bu bakış açısından o güne kadar içinden çıkamadığımız, açıklayamadığımız ve dolayısıyla da nasıl mücadele edileceğini bilmediğimiz tüm olumsuzluklar aydınlanıyordu. Kafamızdın aydınlığı gözlerimize vuruyor, bizlere sonsuz bir mücadele azmi, heyecan, yaşam sevinci ve fedakarlık arzusu veriyordu. Elbet o zaman bizler için çok yeni olan bu bakış ve düşünceler bilimsel bir temele oturmuş olmaktan uzaktı. Burjuvaziden anladığımız zenginler, emekçiden anladığımız fakirlerdi. Ekonomi politik, Tarihsel Maddecilik hakkında hiç bir şey bilmiyorduk. Fakat tüm bu platonik karakterine rağmen çok sağlam bir hareket noktasıydı bu. Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen, hayatımıza anlam veren problemi bu gün de farklı görmüyoruz. Bu gün de "bütün zenginlikleri yaratan ve birbirine harika bir biçimde eklemlenmiş, teknik ve kültürel başarıları emekleriyle işleterek herkese hem mamul hem de üretim aletleri sunanlar, kendi çalışmalarının ve yaşamlarının örgütlenmesinde boyun

267


eğmeli midir?" sorusunu sorup buna ikirciksiz olarak "Hayır!" diyen (E. Mandel) bir bayrak altında bulunuyoruz. Ne var ki, arada geçen yıllarda, problemin bu basitliği, öne çıkan başka problemlerin ardında yitip gitmiş gibi görünür. Evet, o temel problem sanki yitip gitmiş, göze görünmez olmuştur, ama bir üst düzeyde ortaya yeniden çıkabilmek için; ayrıntıların ormanından çıkıp, bilimsel bir temel üzerinde sonsuz gelişme potansiyelleri edinip, geçindiği badirelerin ateşinde çelikleşip, tüm yalınlığı ve sadeliğiyle ortaya çıkabilmek için. Yalınlık ve sadelik basitlikle karıştırılmamalıdır. Çinlilerin dediği gibi, yalınlık ya da "sadelik gelişimin ancak çok yüksek bir aşamasında ortaya çıkabilen bir özelliktir". Madem ki emekçiler bilinçsiz ve örgütsüz olduğu için tüm bu yoksulluklar, haksızlıklar sürüyordu, o halde görev: emekçileri bilinçlendirmek, örgütlemek ve siyasi iktidarı ele geçirmekti. Görev bu gün de aynıdır. Ama bu tarihsel, ezilenlerin binlerce kuşağının bizlere bıraktığı görevin nasıl başarılabileceğine ilişkin o günkü kavrayışımızla bu günkü kavrayışımız arasında uzun yılların yenilgilerle dolu acı dersleri yatar. * Biz de, hemen hemen tüm kuşağımız gibi, adeta çocuk yaşta bu görevi belleyip siyasi mücadeleye girdiğimizden, politika dışı gündelik hayatın bile zamanla herkese öğreteceği, en temel, biraz hayat tecrübesi olan insanlar için adeta aksiyomatik bir nitelik gösteren bilgilerden bile yoksunduk. Bu durumda, herhangi bir insanın olağan hayat kavgasında öğreneceği şeyleri, tüm faaliyetimizin eksenini oluşturan siyasi ve örgütsel çalışmalar içinde öğrenme durumundaydık. "Hayat"tan öğrenilebilecek şeyleri politik mücadele aracılığıyla öğrenmenin bir olumsuz sonucu, bu öğrenilenlerin aslında politik şeyler olmadığını kavrayamamız, politik mücadelenin bizzat kendisi sanmamız yanılsamaları oldu. Bugün bile devrimci hareketin başlıca militan rezervini, henüz çocukluktan yeni çıkan öğrenciler, genç işçi ve işsizler oluşturduğundan aynı problemler geçerlidir. Bu vesileyle bu problemi biraz açalım, bazı örneklerle somutlamaya çalışalım. Problem sadece kişilerin biyolojik ve kültürel evrimiyle de ilgili değildir, toplumsal yapıyla da yakından ilgilidir. Türkiye gibi yarı antika, küçük burjuva bir toplumda, her hangi bir ileri burjuva toplumunda, kişinin kendiliğinden edineceği bilgilerin kendisi bile, sosyalizm biçimi altında öğrenilir. Bu nedenle de, henüz hiç bir şey olan bu bilgiler, sosyalist olmanın kendisi sayılır. Lenin'in “Sukanov'un Notları” nedeniyle değindiği sorunla yakından ilgilidir bu. Orada Lenin, "Menşevikler bir şeyi bellemişler: "Sosyalizm için bir kültür düzeyi gereklidir" deyip duruyorlar" ve sorar: "Peki Tarih bize bir olanak sağlamışsa, o kültür düzeyine, proletarya diktatörlüğü yolundan niye ulaşmaya çalışmayalım?". İşte bu tarz ulaşmanın sorunlarıyla ilgilidir. Sosyalist bir politik faaliyet için gerekli kültüre niye bizzat o faaliyet içinde ulaşmaya çalışmayalım. Evet bu bir olanaktır ama, aynı zamanda tehlikeleri de olan ve bilincinde olunmazsa tehlikeli sonuçlar doğuran. Burjuva toplumu ve kapitalist ilişkiler, işçilere kendiliğinden, bir proleter devrimcinin taşıması gereken kültürü –ki burada kültür kavramını en geniş anlamıyla anlıyoruz, entelektüelliği kastetmiyoruz- sağlar. Ama Türkiye gibi, yarı sömürge, “Babil artığı küçük 268


burjuva” bir toplumda, bu kültürün edinimi, bizatihi siyasi çalışmanın başlıca konularından, hem de en çok zaman ve güç alan konularından birini oluşturur. Çok sık verdiğim bir örneğe başvurayım. Devrimci bir örgütte, hele illegalite koşullarında, bir randevuya saatinde gelmenin, örgüt makinesinin tıkır tıkır işleyebilmesi için hayati bir önemi vardır. Kapitalist toplum, kendi işleyişi içinde, bu "zaman kültürü"nü kendiliğinden yerleştirir. Örneğin bir İsveç'li daha yumurtadan çıktığı günden itibaren bu kültürü edinir, bu kültür ortamında büyür, şekillenir. Bir randevuya, bırakalım ciddi bir örgüt çalışmasını bir yana, en sıradan bir arkadaş randevusuna bile zamanında gitmemek, bir İsveçli için aklın alabileceği bir şey değildir. Ama Türkiye'deki gibi, yarı antika bir toplum, bu kültürden yoksundur. Ortalama bir devrimcinin, randevulara zamanında ve muhakkak gitme gibi disiplini, alışkanlığı ve kültürü edinebilmesi en azından bir iki senelik bir eğitimi, ağır eleştirileri vs. gerektirir. Yani kapitalizmin yaptığını bizler başka yoldan yapmak zorundayızdır. Bu yaratılmadan da, gerçekten devrimci bir örgütün yaratılması olanaksızdır. Toplumda bu kültürü az çok edinmiş militan ve sempatizanların sayısı on binleri bulmadan ve böyle bir alanla çevrilmeden, orada gerçek devrimci bir parti, boy atıp yeşeremez. Aksi takdirde, her adımda, bu temel şartın yokluğuna takılıp kalacaktır. Bir canlı organizmanın varlığını ve yaşamını sürdürebilmesi için, hava, su nasıl gerekli, olmazsa olmaz bir ortam ise, devrimci parti için de bu kültür aşağı yukarı aynı değerdedir. Bu eğitimin bilinçli bir çabayla devrimci örgütler tarafından yapılması, hatta bir dereceye kadar o örgütlerin çalışmalarının asli fonksiyonu haline gelmesi, bir yanılgıya da yol açar. Örneğin, randevuya zamanında gitme niteliği adeta devrimcilikle özdeşleşir; devrimciliğin politik özü ortadan kalkar, görünmez olur. Halbuki kişi, pek ala randevularına zamanında giden bir faşist, bir anarşist, bir reformist de olabilir. Bu bir örnektir. Cesaret, diğergamlık, sözünü sakınmamak; insanlarla açık, dürüst, saygılı ilişkiler kurmak; okuma alışkanlığı vs.gibi daha niceleri de sayılabilir. Sonuçta, örneğin, cesaretin, hangi politikaya hizmet eden bir cesaret olduğu sorusu ortadan kaybolur, bizzat kendisi devrimcilik olarak görülür ve bütün cesurlar devrimci, korkaklar karşı devrimci olarak algılanmaya başlanır. Örneğin, karakter direnci denilebilecek, bedenine içgüdülerine egemen olma, bedensel zorluklardan yılmama, çalışkanlık gibi nitelikleri ele alalım. İyi kötü, her emekçi, hayat tarafından bu niteliklerle donatılır. İşçi, sabah erken kalkmadığı takdirde o gün günlüğünden olur, hatta işini yitirir. Bedeni ne kadar uyumak istese de, bedenine egemen olmayı, sabahın köründe yarı uykusuz kalkıp işyerine gitmeyi öğrenir. Bu her askere de öğretilir. Uykunun en tatlı yerinde kalkıp nöbet tutacaktır. Bir sporcu, bir atlet bile, antremanlarında, direnen ve ağrıyan kaslarına rağmen iradesini kullanıp koşuya devam etmeyi öğrenir. Bir de devrimcilerimizi göz önüne getirelim. Çoğu henüz ana baba sofrasına bakan öğrencidir ya da işsiz yarı-aydındır. (Devrimci hareketlerin temel militan kaynağı bu insanlar olagelmiştir). Bu insan malzemesinin büyük bir bölümü henüz askerliğini bile yapmamıştır, hayat tarafından zorluklara direnme alışkanlığı kazanmak yönünde eğitilmemişlerdir. Ne var ki, bu insanlar zorluklara direnç eğitiminden belki geçmemişlerdir ama daha yumurtadan 269


çıktıkları günden beri gerçek niyet ve gerekçeleri gizleme, açık olmama eğitiminden geçmiştir. Ve bunu sonucu olarak örneğin, bir görevi, zor geldiği için yapmayacağını açıkça söylemez ama örneğin o görevin yanlış ve gereksiz olduğu yönünde strateji ve teori döktürebilir. Herkes biraz bu şark kurnazlığını öğrenmiştir. Bu malzemeye, ortalama her emekçide bulunan özelliklerin kazandırılabilmesi bile büyük bir enerji ve güç israfını gerektirir. Sonunda da devrimcilik, programatik, politik özünden soyutlanıp ahlaki bir kategoriye dönüşür. Bir başka örnek. Silah kullanmayı bilmek, her devrimcinin görevidir. Aslında burjuvazi bunu herkese zorunlu askerlik hizmeti yoluyla öğretir. Aslında Türkiye'de ve özellikle Kürdistan'da halkın da kendine göre bir "silah kültürü" vardır. En azından askerliğini yapan herkes için, silahın ancak düşmana doğrultulacağı; dostlara şakacıktan da olsa doğrultulmayacağı; "silahla oyun olmayacağı" bilinen ve alışkanlık haline gelmiş davranış formlarıdır. Hatta "şeytan doldurur" gibi, ilk bakışta saçma gibi gelen, ama binlerce deneyden çıkarılmış bir geleneği özetleyen ve davranış kalıplarını belirleyen sözler de vardır. Fakat yüzde doksanı askerliğini bile yapmamış, silahı Marksizm'i ya da sosyalizmi ağzına aldığı gün eline almış binlerce genç devrimci, her emekçinin sahip olduğu bu silah kültüründen bile yoksundur. Silahla şaka yapılmayacağını bilmez, halkın kendiliğinden, gündelik hayatta öğrendiği bu alışkanlığa sahip değildir. Ve bu kültürün edinilmesi, giderek kendi başına bir amaç haline gelir örgütlerde. Bu kültüre sahip olmak, devrimcilik olarak kavranır. Ve bu dönüşüm bir kere olduktan sonra, onlarca yuvar, hareket tüm fonksiyonlarını adeta sırf bu işlere indirger. Bu gibi örgütler, Türkiye gibi geri ülkelerde, bir bakıma kapitalizmin yaptığı işi, politik bir çalışma içinde yaparlar. Yaptıkları iş gerçek anlamda devrimci ve sosyalist değildir ama, onlar kendilerine biçtiklerinden çok başka bir fonksiyon görürler, bir bakıma, gerçekten devrimci bir örgütün var olup yeşerebilmesinin şartlarını oluştururlar. Tıpkı bakterilerin toprağı yüksek canlıların var olabilmesi için işlemesi ve humuslandırması gibi. Bu nedenle Türkiye gibi yarı Asyalı ülkelerde, bu aşamalar belli bir ilerici işlev görürler. Bu aşamalardan geçilmesi, gerçek bir proleter öncünün yaratılması için zorunludur. Türkiye devrimci hareketi de, belki yirmi yıldır bu aşamaları geçmekte, bir gelenek ve kültür oluşturmaktadır. Gelecek devrimci kuşaklar, bu gelenek tarafından, örgütsel özel bir çaba gerekmeden, kendiliğinden şekillenecek, eğitileceklerdir. Onlarca hareket, militanlara iyi kötü böyle bir eğitim sağlarken, yani örneğin bir örgütlenme için temel olan kültürü verirken, onları, ahlaki ve ütopik bir teoriyle de donatır çoğu kez. Böylece, binlerce militan politik ve teorik olarak reformist, merkezci veya yarı-anarşist vs. görüşlerini edinirler. Toplum alt üstlük dönemine girip, teori ve politikalar iflas edip yenilgi olunca, çoğu kendilerini çıkmazdan kurtaracak teorik birikimden de yoksun olduğu için, inançlarını yitirirler. O zaman da, tüm kazanılmış niteliklerin temeli olan inanç yitirilince tam anlamıyla bir kokuşma ve çürüme başlar. Devrimci bir öncünün ve ideolojik mücadelenin önemi de tam bu noktada ortaya çıkar zaten. Devrimci bir öncü, yenilginin yol açtığı bunalım dönemlerinde, militanların ileriye sıçramasını sağlayacak bir önderlik sunamaz ise, böyle bir şey yoksa, çürüme akıl almaz boyutlara ulaşır.

270


Devrimci bir öncü, çok yüksek bir organizmadır ve üyelerinde çok yüksek nitelikler ister. Kerpiçten yüz katlı bir gök delen yapılamaz. Onun için, ateşte pişmiş tuğla, su verilmiş çelik, fırından çıkmış çimento gereklidir. Bu malzeme ise limonluklarda yetişmez. Elde ne varsa onunla işe başlamak zorundasınızdır. Uzun yıllar süren mücadele kerpiçleri fırınlıyor, tuğlaya dönüştürüyor. İşler şimdiye kadar, kerpiçleri fırınlamak, tuğla fırınları kurmak aşamasındaydı. İnsanlar, gökdelen yaptıklarını düşünerek aslında tuğla fırınları kuruyorlar, orada fırınlanıyorlardı, gökdelenler için kullanılabilecek malzemeler oluyorlardı. Şimdi epeyce tuğla birikti. İş tuğlaları dizmekte; onları örgütleyip binayı yapabilmekte. Malzeme çok kötü olduğundan tuğla ocaklarının verimi çok düşük. Çoğu fırının ateşine dayanamayıp dağılıyor. Ama şimdi seri halde tuğla üreten fırınlar var: Fabrikalar. Orada tüm ihtiyaçları karşılayacak birinci sınıf tuğlalar var. Yapılacak iş, sirenlerin seslerine kulaklarımızı tıkayarak, sanayi proletaryası arasında yoğunlaşmaktır. ( Burada Kıvılcımlı'ya da değinelim. Kıvılcımlı'nın Komüntern'in oportunizmini görmesini engelleyen şeylerden biri, bizim bu Babil artığı, küçük burjuva ortamının insan malzemesidir. O daima diğer ülkelerin devrimcilerinin niteliklerini bizimkilerle kıyasladı. Onların yiğitliği, açık sözlülüğü vs. Kıvılcımlı'yı büyüledi. Bu ise o yiğitliklerin hizmet ettiği siyaseti gölgeledi. Türk malı "komünist"ler, Enternasyonalizmi en hazır yiyici iğrençlik haline getirince, Kıvılcımlı "kendi toprağının malı" olmayı yüceltti. Bu onlara göre ileri bir aşamaydı ama, yukarıda değindiğimiz anlamda. Aynı yanılsama, Kıvılcımlı'ya bakınca bizim için de söz konusuydu. Kıvılcımlı bataklıkta yetişmiş bir orkide, cüceler ülkesinde bir Gulliver'di. Bizzat onun bu yüce nitelikleri, bize devrimciliğin ta kendisi gibi göründü. Ama insan o yüce niteliklerle de, pekala bir Stalinist olabilir. Bu noktada, problem, en saf politik, ideolojik özüyle ortaya çıkar. Kıvılcımlı'nın karşısında, kendi içinde tutarlı, ciddi bir oportunizm hiç olmadı. Sadece dedikodu ve düzenbazlık vardı. Budur onun daha ileri gitmesini engelleyen. Ama bizlere en azından kendisi sunarak, kendisini aşma olanağı da sunmuş olmaktadır böylece.) * Kaldığımız yere dönelim. Sanırım siyasi mücadele aracılığıyla en temel bilgilerin edinilmesinin bizde yol açtığı yanılsamadan söz ederken, neyi anlatmak istediğimiz anlaşılmıştır. İşte daha çocukluktan çıkarken, siyasal örgütsel çalışmalar içinde öğrendiğimiz en temel bilgileri, bizzat siyasi mücadelenin ta kendisi sanmamızdan söz ederken anlatmak istediğimiz, örneklerdekine benzer olgulardır. Evet, emekçilerin bilinçlenmesi, örgütlenmesi ve siyasi iktidarı ele geçirmesini hayatımıza da anlam veren görev olarak bellemiştik. Ama bu görevin nasıl yapılabileceğine ilişkin kavrayışımız öyle sığ, öyle çocukçaydı ki, bunu bir kaç örnekle anlatmakta yarar var. Çünkü bu görüşler bizim çocukluğumuz kadar, devrimci hareketin çocukluğundan da kaynaklanıyordu. O zamanlar TİP saflarında tanıdığımız onlarca sosyalist de benzer düşünceler içindeydi. Örneğin şöyle düşünüyorduk. Her sosyalist altı ayda bir kişiyi daha uyandırsa, altı ay sonra sayımız iki kat olurdu. Ondan sonraki altı ayda da herkes bir kişiyi sosyalist yapsa, bir yıl sonra dört kat olurduk. Tabii o zamanki saf iyimserlik içinde bunlar en kötü olasılıklara 271


dayanan hesaplardı. Böylece geometrik dizi biçimindeki artışla en geç dört yıl sonra "Sosyalist Türkiye"yi kurabileceğimizi düşünüyorduk. Aybar'ın gelecek seçimlerde "başa güreşeceğiz" demesi, tam da bizim hesaplarımıza uygun düşüyordu ve o da aslında siyasi çocukluğunu yaşayan TİP'lilerin geri yanlarına hitap ediyordu. Ama işler hiç de bu teoriye uygun yürümüyordu ve "teori"miz pratikte iflas ediyordu. Ne var ki o zaman da suçu "teori"de aramıyorduk. Neden işlerin düşündüğümüz gibi olmadığını düşünüyor, ya sosyalistlerin yeterince sıkı çalışmadıkları sonucuna ulaşıyor - ve bu durumda nasihatçi, ahlakçı tutuma bir üst düzeyde farkında bile olmadan yeniden varıyorduk – ya da hatayı kendimizde görüyor; çevremizdeki insanları bilinçlendirmede yetersiz olduğumuzu, onları etkileyemediğimizi düşünüyor, Hazreti Ali'nin Cenk kitaplarını satan taşra pazarcılarında en baş köşede yer alan "100 Soruda Söz Söyleme Sanatı" veya "Başkalarını Etki Altına Alma Sanatı" gibi kitaplardan medet umuyor ve volantarizme yuvarlanıyorduk. Yahut da, nedenini bir türlü anlayamadığımız sosyalistler arası ayrılıklar yüzünden, herkesin birbiriyle uğraşması nedeniyle dışta bulunanlarla uğraşılamadığını düşünüyor; tüm ayrılıklardan nefret ediyor; ayrılık noktalarını öne çıkaranların düşmanı oluyorduk. Onlar şu ayrılıkları icat etmeselerdi ne güzel halk hızla bilinçlenecekti!.. İlk öğrendiklerimiz işlerin bu kadar basit olmadığı oluyordu. Bu ilk tecrübelere ilişkin başka bir örnek. O zamanlar Çetin Altan'ın meşhur bir sosyalizm ve komünizm tanımı vardı. Ona göre, sosyalistler emekçilerin seçim yoluyla iktidara gelmesini savunur; komünistler ise, ihtilal yoluyla proletarya diktatörlüğü kurmak ister. O zamanlar bile bu işlerin seçimle olamayacağını düşünüyorduk ve gizliden gizliye sosyalizmin aslında komünizmle aynı şey olduğu yolundaki düşüncelerimizi birbirimize açıyorduk. Çetin Altan'ın da bizim gibi düşündüğünü ama komünizmi yasaklayan kanunlardan korunmak için, bir taktik olarak öyle bir ayrım yaptığına inanıyorduk. Ama daha sonra bir de baktık ki, bu ayrıma ve işlerin seçimle olacağına inananlar var ve bunu ciddi ciddi savunuyorlar. O zaman, böyle "taktik"lerin yanlışlığını; insanların politikada neyi söylerse onu söylemiş olduğunu; çünkü o söylenenlerin başkalarını o söylenen anlayış yönünde biçimlendirdiğini kavradık. Tabii daha sonra, Çetin Altan'ın da bunları taktik icabı değil, gerçekten öyle düşündüğü için öyle yazdığını; ona söylemediği şeyleri atfettiğimizi de anladık. Bu da ilk edindiğimiz derslerden biriydi. Ve bu dersler yalnız bizim için değil; TİP saflarında tanıdığımız, politik çocukluğunu yaşayan onlarca işçi için de geçerliydi. Bu dönemde sosyalizm, tüm tarihsel tecrübesinden ve bilimsel temellerinden yoksun platonik bir heyecan, bir ütopya idi. Hele bizler gibi taşra sosyalistlerinin tek gıdası Çetin Altan'ın yazılarıydı. Okuyabildiğimiz kitaplar da gizliden gizliye bin bir zahmetle bulabildiğimiz "Bitmeyen Kavga" ya da O. Haçerlioğlu'nun "Erdem Açısından Düşünce Tarihi"; "Felsefe Sözlüğü"nden öteye gitmiyordu. "Eytişimsel Özdekçilik"in ne olduğunu anlayabilmek, bir şeyler öğrenebilmek için çırpınırdık. Sonuçta kafamız çorbaya dönerdi. * TİP ve Yön'ün damgasını vurduğu 1960 – 1968 arası dönem, bir bakıma "Marksizm'e Hazırlık" dönemidir. Her iki hareketin de ortak noktaları, bilimsel sosyalizmle hiç bir organik bağları olmamasında toplanır. TİP sosyalist bilinmesine rağmen, özünde Metafizik Burjuva 272


sosyolojilerine dayanır. Bu Marksizm öncesi hazırlık konağında, 1920'lerdeki ilk doğuşun kalıntıları olan "Eski Tüfek"lerin tüm ajitasyonu ve propaganda çabaları bir hareket yaratmaktan uzak kalmıştır. Doğrudan doğruya Marksist Leninist öğretiyi benimseyen ilk organ Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın 1967'de çıkardığı Sosyalist gazetesi olmuştur. Ne var ki, bu organ yedi sayıdan fazla çıkamamıştır. Hikmet Kıvılcımlı, bu gazetenin yanı sıra, Tarihsel Maddecilik Yayınları arasında "Karl Marks'ın özel Dünyası", "Tarih Devrim Sosyalizm", "Türkiye'de Kapitalizm", "Uyarmak İçin Uyanmalı..." vs. gibi çok önemli kitaplar da yayınlamıştır. Ama Marks, Engels, Lenin'in en temel kitaplarının bile henüz çevrilmiş olmadığı bu ortamda, bu çabalar yankısız kalmaya mahkumdu. Ancak 1968'den sonradır ki, Marksizm platformunda bir hareket ortaya çıkmış; birikim meyvelerini vermiş; "Eski"ler bir yankı uyandırabilmiştir. Bu nedenle 1960'dan sonra, ikinci kez doğan hareketin 1968'e kadar geçen dönemine "Marksizm Öncesi" denilebilir. Bu durum yayınlanan klasiklerin sayılarında da görülebilir. Bu olguya daha önce yazdığımız bir yazıda da dikkati çekmiştik. Orada şöyle diyorduk: "Bizim tespit edebildiğimiz kadarıyla, 1962 – 1969 arasında Marks – Engels – Lenin'den toplam 24 eser yayınlanır. Bu 24 Eserin yıllara göre dağılımı şöyledir: YIL

YAYINLANA ESER SAYISI

1962

1

1963

-

1964

1

1965

2

1966

7

1967

8

1968

5

Toplam

24

"Görüldüğü gibi, 1966'dan önceki yıllarda yalnızca dört kitap yayınlanmıştır. Marksizm gibi bir derya bu dört kitapçığa sığar mı? Demek, (eski kuşaklar hariç) 27 Mayıs sonrasında, 1966'lara gelinceye değin, hareket Marksizm'den bihaberdir. Buna karşılık, 1965'ten sonra üç yılda (1966-67-68) tam yirmi kitap yayınlanır. (...) "Demek Türkiyeli ve 27 Mayıs sonrası devrimci kuşakların Marksizm'le ilişkiye geçmesi ve hiç olmazsa temel eserlerini okuyabilmesi 1965-68 yılları arasında olmuştur. Ancak 1968'den sonra Marksizm Leninizm platformunda bir hareket gelişmeye başlar. Türk Solu ve Aydınlık dergilerinde ortaya çıkan MDD hareketi, Yön ve TİP'ten nitelikçe ayrıdır.." (Sosyalist, Sayı:78, 27 Mart 1979, Sayfa: 11)

273


Bu ayrım, son yıllarda horlanması moda olan MDD'ciliğin, zamanına göre nasıl bir ileri aşama olduğunu kavramak ve onu diyalektik olarak aşabilmek için önem taşır. Yön ve TİP arasındaki tartışmalar, bugün bile tartışılan birçok temel sorunu ortaya koymuştur. Gerçi kişi olarak biz bu tartışmaların ancak sonunu izleyebildik ama o tartışmaların yarattığı birikim üzerinde şekillendiğimizden ve devrimci hareketin daha sonraki gelişimini daha iyi kavrayabilmek için tartışılan sorunları ve verilen cevapların dayandığı varsayımları kısaca ele almakta yarar var. Yön ve TİP arasındaki tartışmalar ilk bakışta bir program tartışması gibi görünür. İki hareketin de hareket noktalarının ayrı olması da böyle olması gerektiği kanısını güçlendirir ama tartışmaların derinliğine inilince hiç de öyle olmadığı görülür. TİP'in hareket noktası sınıfsal, Yön'ünki ise ulusaldı dedik. Bunun sonucu olarak, Yöncüler Ulusal Demokratik bir devrim, TİP ise Sosyalist devrimi savunuyordu. Ancak TİP'in sosyalizmden ne anladığına bakılınca, adı Sosyalizm olmakla birlikte, TİP programının millileştirmeler, emperyalist ittifaklardan çıkma, toprak reformu gibi Ulusal Demokratik taleplerden ibaret olduğu, dolayısıyla Yön'ün programından nitelikçe farklı olmadığı görülür. Gerçekten de tartışma program üzerine dönmüyordu, devrimin objektif tarihsel görevlerine ilişkin anlayışları pek farklı değildi. Tartışma, özünde, mücadele metodu ve dayanılacak güçler sorunu üzerindeydi. O zamanın deyimiyle, tartışma, "aşağıdan mı, yukarıdan mı" tartışması biçimindeydi. Tartışma genişledikçe ekonomi, sınıflar gibi alanları kapsasa da, gerçekte hep bu soruna bağlı olarak ele alınıyordu. Zaten bütün dünyada merkezciler (Küçük burjuva devrimcileri, sosyalistleri) reformistler (Burjuva sosyalistleri) arasındaki tartışmaların başlıca alanı, mücadele biçimleri, taktik sorunlarıdır. Bu Yön ile TİP arasında aşağıdan mı, yukarıdan mı biçimini aldı. Yön'e göre kitleler uyuyordu, uyanmaları yıllar alırdı; TİP gibi parlamenter yolla bu iş uzardı; o halde "zinde kuvvetler" bu işi yapmalıydı. Bu da tabii ki bir askeri darbe biçiminde olacaktı. Yani yukarıdan. TİP ise mantık silsilesini şöyle kuruyordu: Türkiye kapitalist bir ülkeydi, o halde önündeki devrim sosyalist bir devrimdi. Sosyalist devrimi –ki bu parlamenter yolla olacaktı- işçi sınıfı yapardı. O halde aşağıdan olacaktı. Problem böyle koyulunca, Yön, ön gördüğü mücadele biçimine kanıt olarak, Türkiye'nin kapitalist bir ülke olmadığını, önündeki devrimin de sosyalist devrim olmadığını kanıtlamaya çalışıyordu; TİP ise aksine kapitalist olduğunu, demokratik devrimin tamamlanmış olduğunu... Gerçekte her iki taraf da bu çerçevede sanki bir program tartışması içindeymiş gibi görülürse de tüm bu kapitalist mi değil mi tartışmaları, "aşağıdan mı, yukarıdan mı" sorusuna kanıt bulmak için ortaya geliyordu. İki taraf da aynı varsayımlara dayanıyordu. Yön, Türkiye'nin kapitalist olmadığını kanıtlamaya çalışırken, kapitalist olsa aşağıdan devrimi kabul etmek gerektiği varsayımına dayanıyordu. Buna karşılık TİP ise, Türkiye'nin kapitalist olduğunu kanıtlamaya çalışırken, eğer kapitalist olmayıp da, önünde demokratik devrim olsa, yukarıdan devrimi kabul etmek gerektiği varsayımına dayanıyordu. Bu varsayımdan hareket ettiği içindir ki, aşağıdan

274


devrimin gereğinin kanıtı olarak, kapitalizmi, demokratik devrimin tamamlanmışlığını öne sürüyordu. Her iki taraf da aynı varsayımdan hareket ettiği için, ekonomi, sınıflar, vs. alanlarına yayılan tüm tartışmalar, öne sürülen taktiğe kanıt sağlama çabasından başka bir şey değildi. Mücadele araçları tartışması, bir program tartışmasının fonksiyonu değil, program tartışması, mücadele araçları tartışmasının bir fonksiyonuydu. Ne var ki, tartışma Türkiye'nin tarihi, ekonomisi, sınıflar vs. gibi alanlara yayılarak bu sorunların bilimsel olarak incelenmesi gereğini ortaya çıkarmış oluyordu. Objektif devrimci görevlerin ancak bu sorunların bilimsel bir tahlili üzerinde belirlenebileceği kavrayışı sosyalistlere yerleşiyordu. Bu tahlil ise ancak Marksist metotla yapılabileceğinden, Marksizm'in öğrenilmesi devrimci hareketin önüne, objektif bir tarihsel görev olarak ortaya çıkıyordu. Tartışma içinde bu görevin öne çıkmasıdır ki, klasiklerin yayınına ve okunmasına hız kazandırmıştır. * Bu mücadele biçimleri üzerindeki tartışma değişik biçimler altında sonra da devam etmiştir. Sonraki yıllarda işçi sınıfı ağırlığını ortaya koyup, Marksizm de ilke olarak benimsenince, Yön'ün kavrayışı değişik biçimler aldı. Sonrakiler artık "yukarıdan" demiyor, "cuntacı"lığı ret ediyorlardı, ama aşağıdan bile deseler; işçi sınıfı veya "halkın gücü" devrim yapar da deseler, Marksizm platformunu benimsemiş küçük burjuva devrimcileri için, proletarya, tıpkı Yön'cülerin kavradığı gibi, tarihin bir nesnesi olmaktan öteye gidememiştir. Onlar "silahlı propaganda" veya "halk savaşı" derken, hep o sınıf adına hareket edip, o pasif kitleyi adam etmeye çalışmışlardır. Öz aynı kalmıştır ama biçim değişmiştir. Gerçekten de sonraki "Silahlı propaganda"cıların Yön'e karşı çıkışları programatik değil, biçimsel olmuştur. Bu bile özleri ve yaklaşımlarının aynı olduğunu kanıtlar. Yön'ü programı cunta yoluyla yapmaya çalışmakla eleştirmişlerdir ama o programın içeriğini eleştirmeyi akıllarına bile getirmemişlerdir. Getiremezlerdi de, çünkü hepsi milli demokratik küçük burjuva ütopyasını vaaz etmekten başka bir şey yapmamışlardır. Yön'ün "yukarıdan devrim"e gerekçe olarak getirdiği tüm çözümlemeler, kanıtlar, elifi elifine daha sonraki aşamada "halk savaşı"na kanıt olmuşlardır. Bir Devrimci Marksist için, siyasi ittifak yapacağı güçler, nasıl bir taktik veya yol izleyeceği değil, ondan önce amacı, programı önem taşır. Tavrını ve birlikte gidebileceği yolun sınıfını buna göre belirler. Önemli olan vuruşun birlikte olmasıdır. Elbet herkes kendi meşrebince, kendi bayrağıyla, kendi yolundan yürüyecektir. Müttefiklerin program ve taktiklerinin eleştirisi ideolojik mücadele konusudur. Ama bunun yanı sıra, ortak hedefler varsa, o somut hedeflere ulaşmada iş birliği yapmak için onlardan "cuntacı"lığı veya "Halk savaşçılığı”nı bırakmayı istemek kadar saçma bir şey olamaz. Marksist, ne olursa olsun, eğer amaçlarıyla uyuşuyorsa, kimseyle ittifakı reddetmez. Ama Marksizm'in, problemi böyle öze değin koyması, burjuva reformist sosyalistlere de, özünde onlarla aynı programı paylaşan küçük burjuva devrimcilere de saçma ve anlamsız gelir. Onlar arasında, mücadele biçimleri ve taktikler üzerine tartışmalar tükenmez kayıkçı dövüşüdür ve birbirlerinin varlıklarına haklılık kazandırır, daha doğrusu böyle bir görünüm sağlar.

275


Yön ile TİP arasında yukarıda değindiğimiz tartışmaları biz ancak, çok sonra ve dışından izleyebiliyor ve hemen hemen hiç bir şey de anlamıyorduk. Hatta niye birlik yapmıyor da tartışıyorlar diye kızıyorduk. Bize göre elbet devrimi emekçiler yapacaktı, yani "aşağıdancı" idik, ama öte yandan, Yön'cülerin de kendi ilericilikleri çerçevesinde bir şeyler yapmasını "fazla mal göz çıkarmaz" diye reddetmiyorduk. Hele ilericiler, sosyalistler böyle cılızken, birlikte en azından bazı somut hedefler için işbirlikleri yararlı olmaz mıydı? Ve TİP'li olmamıza rağmen, TİP'in onlara niye çok saldırıp, onlarla ittifakı, birlikte hareketi reddettiğini bir türlü anlayamıyorduk. Öte yandan, Yön'ün ezilenlerin sorunlarından değil de, daha ziyade "milli petrol"den falan söz etmesi nedeniyle onlardan hiç hoşlanmıyorduk. Kısacası hem biyolojik hem de siyasi çocukluğunu yaşayan, siyasi mücadelenin, Marksizm'in alfabetik bilgilerinden yoksun, tipik bir liseli taşra sosyalisti idik. Bu dönem yavaş yavaş biterken de Türkiye'nin Kültür ve Sanayi başkenti İstanbul'a Üniversite tahsili için gidiyorduk. Bilgisizliğimizin ve görgüsüzlüğümüzün çapını da ancak İstanbul'da görüp kavrayabildik. 1967 – 68 yıllarında Türkiye sol hareketinde yeni bir aşamanın başladığı söylenebilir, buna Marksizm'e Başlangıç Aşaması da diyebiliriz. Bu aşamada Yön ve TİP'in dayandığı varsayım aşılmıştır. Bu dönemin temel önermesi iki cümlede özetlenebilir: Devrimi işçiler, köylülerle birlikte yapacaktır ama devrimin karakteri demokratik ulusal devrimdir. Yön ve TİP'in uzlaşmaz gibi koydukları problem, onların varsayımları reddedilerek aşılmıştır. Ve bu dönemdedir ki, "devrim stratejisi" başlığı altında gerçek anlamda bir program tartışması başlamıştır. Gerek Yön, gerek TİP içinde eski Marksist kuşakların hiç bir belirleyici fonksiyonu yokken, bu yeni aşamaya damgasını vuranlar "Eski Tüfek" diye alaya alınan eski komünistlerdir. Gerçi eski komünistler de kendi aralarında ayrı ayrıydılar ve sonra her yeni aşamada bu ayrılıklar billurlaşmıştır ama başlangıçta onları bir araya getiren Marksizm platformunu TİP karşısında savunmalarıydı. Bu dönemin habercisi kısa ömürlü Sosyalist gazetesi idiyse, dönemin Türk Solu ve Aydınlık dergileriyle başladığı söylenebilir. 1960 sonrasındaki devrimci harekette şöyle bir paradoksal görünüm vardır: hareket gelişip yeni aşamalara vardıkça eskilerin etkisi artmıştır. Bu çelişkiyi hareketin iki kez doğmuşluğu açıklar. 1920'lerdeki ilk doğumun görece ileri aşamalarını temsil eden eskiler, 1960'dan sonra yeniden doğan hareket, belli bir ilerleme kat ettikten sonra bir etki sağlayabilmişler ya da yeni doğan hareketin yeni gelişim aşamasının ortaya çıkardığı ihtiyaçlara, ortaya koyduğu problemlere en özgün cevabı eskiler vermiştir. Biz bu Marksizm'in Başlangıcı dönemine, çok kullanılan adıyla MDD'cilik diyelim. 1968 yılı büyük olaylar oldu. Marksizm üzerine çok canlı bir tartışma ortamında – ki bu ortamda Marksizm'in en temel kavramları öğreniliyordu – Avrupa'daki öğrenci olayları ve Fransa'daki büyük olayların doğrudan etkisiyle Üniversite işgalleri başladı. Peşinden Sovyetler'in Çekoslovakya'ya müdahalesi; anti-emperyalist gösterilerin hızlı yükselişi, bu yeni, Marksizm aşamasının ortaya çıkışına eşlik etti. MDD'cilik özellikle üniversite gençleri arasında yankı buldu. Bir hikayecinin 47'liler dediği bu kuşak, siyasete ilk kez TİP saflarında girmiş; işgaller ve anti-emperyalist gösterilerin başını çekmiş; aynı dönemde de MDD'ci olmuştur. Daha sonra 1971'de kurulan 12 Mart rejiminin öldürdükleri hep bu kuşaktandır ve

276


eskiler bir yana, Marksist ve devrimci hareketlerin lider ve teorisyenlerinin çekirdeğini bu kuşak oluşturmaktadır. Ne var ki, bu kuşağın hepsi aynı evrimi izlemedi. Kimileri evrimin belli aşamalarında takılıp kaldı ve takıldığı aşama içinde ayrı bir evrim geçirdi. Başlangıçta hepsi, bitişinin nerede olduğu belirsiz bir yarışa aynı anda başlayan yarışçılar gibiydiler. Bir kısmı ilk yüz metreyi en önde koştu, ama yol çok uzundu, ne kadar uzağa gidilmek isteniyorsa o kadar birikim yapılmalıydı. TİP genellikle burjuva aydınların, kasaba avukatlarının, aristokrat işçilerin – sendikacıların – egemen olduğu bir partiydi. Onların yapısı tüm partiye damgasını vuruyordu. TİP saflarından çıkmış, üniversitedeki militan eylemlere katılmış her devrimci genci TİP'in bu havası boğmaya başlamıştı. Bu gençler "eski"lerle karşılaşınca, tam psikolojilerine uygun bir havayı da onlarda buluyorlardı. Eskiler de uzun bir mücadelenin imbiğinden geçmiş dava adamlarıydılar. Onların güçlü kişilikleri, savaşçı nitelikleri, yaşlarından beklenmeyecek devrimci coşkunlukları, dünün TİP'te yetişmiş militanları üzerinde silinmez izler bırakıyordu. Bu etki TİP'in yanlış tanıtmaları ölçüsünde de artıyordu. TİP kendisinin Türkiye'nin ilk işçi partisi olduğunu iddia ediyordu. "Eski Tüfekler"i hor görüyor, kapısından içeri adım atmalarına bile müsaade etmiyordu. Eskiler karşısında "Bir zamanlar bu işle uğraşmışlar ama hiç bir şey yapamamışlar; işte biz bir çıktık, pir çıktık. Türkiye'nin en ücra köyüne bile sosyalizmi duyurduk" anlamındaki böbürlenmelerinden geçilmiyordu. Bu yöndeki propagandayla yetişmiş genç, eskilerle karşılaşınca, TİP kurucuları kumda çomak oynarken sosyalizm uğrana mücadele vermiş, hapisler yatmış, işkenceler görmüş eskilerin inancı ve heyecanıyla; TİP'lilerle kıyaslanamayacak üstünlükteki Marksizm bilgisi, örgütlenme tecrübesi ile karşılaşınca, en azından, davayı yıllarca sırtlamış bu insanların gördüğü muamele karşısında isyan etmekten kendini alamıyordu. TİP'in silahı geri tepiyordu; nefret yerini saygıya bırakıyordu. Her şey, tarih nasıl anlatılmıştı ve gerçek nasıldı? Hele TİP'in eskileri kapısından içeri uğratmamasının gerçek sebebi olan, burjuva legalitesinden, hoşgörüsünden yararlanma kaygısı anlaşılınca, her devrimci genç, yerini ezilmiş ve ezilen eskilerin yanında belliyordu. Bu dönemde Çekoslovakya müdahalesi vesilesiyle başlayan tartışmalar da, eskilerin etkisinin artmasında belirleyici olmuştur. 1968 yazında Sovyet tankları Çekoslovakya'ya girince TİP buna karşı çıktı, "güler yüzlü sosyalizm"; "insancıl sosyalizm"den yana olduğunu açıkladı. Buna karşılık Marksistler (eskiler) Çekoslovak müdahalesine – eleştirmekle birlikte – destek verdiler. Türk Solu dergisinin tavrı aşağı yukarı Fidel'in tavrına benzemiştir. Zaten Türk Solu'nda Fidel'in Çekoslovakya müdahalesiyle ilgili konuşması aynen yayınlanmıştır. Yine o sıralarda, Türk Solu'nda Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın, özünde Fidel'inkinden farklı olmayan bir tavrı yansıtan "Çek Meselesi mi, Dünya Meselesi mi?" başlıklı yazısı çıkmıştır. Biz bugün – eğer olgulara ilişkin bilgi hatası yoksa, yani Çekoslovak baharı bir karşı–devrim değildiyse – her Devrimci Marksist'in – tıpkı bu gün Polonya için olduğu gibi – Sovyet müdahalesine karşı çıkması gerektiği görüşündeyiz. Ama bu karşı çıkış ile TİP'in karşı çıkışı karıştırılmamalıdır. Birbirine zıt programatik kavrayışların sorucu olun, bambaşka karşı çıkışlardır bunlar. Politikada sık sık, ayrı gerekçelerden, ayrı programlardan hareketle benzer tavırlar alabilir kişiler veya partiler.

277


Bağımsızlık ya da özgürlük (zaruretler aleminin ötesindeki Komünist toplumdaki Özgürlük değil, Aybar'ın "Hürriyetçi Sosyalizm"indeki Hürriyet) bizler, Devrimci Marksistler için kendi başına soyut bir amaç değildir. Bizler, örneğin bu gün İşçi Devletlerindeki bürokrasinin egemenliğine karşı çıkıyorsak, o egemenlik, soyut demokrasi, bağımsızlık, hürriyet ilkelerini ayaklar altına aldığı için değil; o egemenlik dünya devrimini geciktirdiği; işçi devletlerini zayıflattığı; proletaryayı demoralize ettiği için karşı çıkıyoruz. Objektif toplum yasalarıyla, bürokrasinin egemenliği altında komünizme varmanın olanaksızlığı kanıtlandığı için karşı çıkıyoruz. Yoksa savaşı kazanmak için silahlanmak ve silah kullanmayı bilmek nasıl şartsa, öyle, dünya devrimi için, proletaryanın Komünist toplum ideali için, bürokrasinin egemenliğinin objektif, kaçınılmaz bir zaruret olduğu, komünizme giden tek yolun bürokrasinin egemenliğinden geçtiği, objektif tarih ve toplum yasalarıyla kanıtlanmış olsa, hiç kuşkusuz o egemenlikten yana olurduk. Biz bu gün, işçi devletlerinde gerçek bir sosyalist demokrasinin uygulanmasını – ve bunun için de bir politik devrimi – bu günkü sistemi gayri insani ya da ahlak dışı, adaletsiz bir şey olarak gördüğümüzden değil; işçi devletleri ancak bir sosyalist demokrasi koşullarında, daha güçlü olacağı, daha hızlı kalkınacağı, dünya devrimine giden yol daha kısalacağı için istiyoruz. Tıpkı kapitalizme ve emperyalizme, insan özüne aykırı, ahlak dışı bir düzen olduğu için değil de, tarihsel olarak yıkılmaya mahkum olduğu; insanlığın ilerlemesi önünde bir engel oluşturduğu için karşı çıktığımız gibi. Burjuva sosyalizmleri için ise demokrasi, hürriyet vs. kendi başına soyut bir amaçtır. Aksi, insan özüne, adalete, ahlaka aykırı bir şeydir. Onlar örneğin bürokrasiye, kapitalizme ve emperyalizme bu çeşit gerekçelerle karşı çıkarlar. Bu kavrayış farklılığı, burjuva sosyalizmiyle proletarya sosyalizminin sınırlarını oluşturur. Burjuva sosyalizmi, emperyalizmin ya da bürokrasinin egemenliğinin, onları gayri insani ya da adaletsiz bulduğu ölçüde canlı bir tasvirini yapabilir, olguları yığar. Ama o yığdığı olguların nedenlerini ve sonuçlarını açıklamakta, dolayısıyla politik görevlerin tespitinde, doğru sonuçlara ulaşmada çuvallar. Elbet, Engels'in de pek güzel belirttiği gibi, tarihsel olarak mahkum olmuş her düzen insanlara akıl ve adalet dışı görünür. Herkes aşağı yukarı böyle bir noktadan hareket ederek, toplumsal muhalefette yerini alır ve Bilimsel Sosyalizme giden yolu aşabilir. Ama iki nokta arasında, genç Marks ile tarihsel maddeciliği keşfetmiş Marks kadar uzun bir yol vardır. Pratik olarak bu yol, günümüzde, burjuva sosyalizminden proletarya sosyalizmine giden yola tekabül eder. İşte, TİP'in Çekoslovakya işgaline karşı çıkışı, böyle burjuva, humanist bir hareket noktasından kaynaklanıyordu. Yani TİP'in tavrının görünüşüne aldanmamalı; gerici, burjuva, pasifist bir tavrı yansıtıyordu ve çelişkili gibi görünse de Türk Solu işgali, tipik merkezci bir tavırla desteklerken, çok daha devrimci ve Marksist bir konumdaydı. Kaldı ki bu tavır, olguya ilişkin, Çekoslovakya'da burjuva karşı devrim başladığı yolunda, bir yanılgıya da dayanıyordu. Türk Solu işgali emperyalizm ve burjuvazinin anti-komünist yaygaralarına karşı destekliyordu. Ama öte yandan, tipik merkezci bir açıdan Sovyetler'i de eleştiriyordu. "Devrim yapılalı şu kadar yıl olmuş, hala karşı devrim bu kadar etkili olabiliyorsa iyi 278


gitmeyen bir şeyler var demektir" diyordu. Bunun yanı sıra eskiler "Marks, Engels, Lenin okuyun" diyorlardı. TİP'in Devrimci Gençlik üzerindeki etkisine son veren ikinci – ama önem bakımından ikinci değil – olay Üniversite işgalleri ve anti-emperyalist gösterilerdir. TİP "aman kımıldamayalım faşizm gelir" diyerek, tipik reformist, burjuvaziyi ürkütmeme, onun hoşgörüsüne sığınma; kölece boyun eğerek, ayaklarını yalayarak varılma çizgisi izliyor; sokaktan, kitle hareketlerinden korkuyor; devrimci gençleri frenlemeye çalışıyordu. Buna karşılık eskiler, TİP'in tavrının oportunist olduğunu söylüyor, devrimci gençlik hareketini destekliyorlardı. Sonunda bir Altıncı Filoya karşı gösteride, gösteriyi frenlemek için barikat kuran TİP'lilerin barikatıyla birlikte, TİP'in etkisi de yıkıldı gitti. Bu olaylar içinde giderek biz de TİP'li kabuğumuzu kırdık ve MDD'ci olduk. TİP'te ilk kez, işçilerin iktidarı alması gerektiğini, bunun için de geri kalmış, yoksul yığınlar arasında çalışma gereğini öğrenmiştik. Yine TİP'deki deneylerimiz sayesinde, bu işin zorlu, uzun bir yoldan geçtiğini; bu işin ilmini kavramak gerektiğini anlamıştık. Böylece Marksizm'i öğrenmeye başladık. Artık toplumların gelişim kanunları, aşamaları, işçi sınıfının bilimsel bir kavram olduğu; sırf yoksulluğun insanı devrimci yapmayacağı, işçinin devrimciliğinin üretimdeki konumundan kaynaklandığı gibi Marksizm'in alfabetik konularında iyi kötü bir bilgi edinmiştik. Bu bilgiler ışığında "Sosyalist Türkiye"yi kurma amacına ve Türkiye'nin koşullarına baktığımızda, Türkiye'deki derebeyi artıklarının, sosyalizme varmak için, işçi sınıfının önüne Demokratik Devrim görevlerini koyduğunu görüyorduk. Artık önümüzde, TİP'teyken varlığını bile bilmediğimiz sınıflar, sınıfların karakterleri, çeşitli devrim aşamalarındaki tavırları; bütün bu verilere göre sosyalizme ulaşmak için nasıl bir strateji, nasıl bir ittifaklar sistemi gerektiği gibi problemler bulunuyordu. Bütün bunları doğru olarak tespit edebilmek için de Türkiye'nin Tarihini, ekonomi, sınıf, üstyapı orijinalliklerini tahlil etmek gerektiğini, bu tahlil için gerekli araçların ise Marksizm'de bulunabileceğini anlıyorduk. Ve bu kuşkusuz bir ilerlemeydi. Ne var ki, MDD'cilik TİP'e göre bir gerileme gibi görülür. TİP "Sosyalist Türkiye", MDD ise "Tam Bağımsız ve Demokratik Türkiye" diyordu. Bu görünüm bir çok kişiyi de yanıltmıştır. Gerçekte ise, TİP, "Sosyalist Türkiye" derken, programıyla demokratik dönüşümleri savunuyordu. Bu Rus narodniklerinin, demokratik karakterdeki programlarına sosyalizm demelerine benziyordu. Öte yandan, TİP, "Sosyalist Türkiye" sloganıyla, politik olarak işçi sınıfını müttefiklerinden tecrit ediyor ve sosyalizmi uzaklaştırıyordu. Buna karşılık MDD, 27 Mayıs sonrası dönemde ilk kez sosyalizm amacını – tabii "tek ülkede sosyalizm" ütopyası çerçevesinde – açıkça formüle etmişti. MDD'nin tartıştığı, en azından söz olarak, sosyalizm amacı değil, ya da kitlelerin bir özne olup olmadığı değildi artık Yön gibi. MDD için bunlar tartışılmaz varsayımlardı. Amaç sosyalizmdi ve bunu işçi sınıfı ve diğer ezilenler kurabilirdi. MDD'nin TİP karşısında ortaya koyduğu sorun, bu amaca nasıl bir stratejiyle varılacağı idi. Verilen cevap ne olursa olsun, problemin bu tarz koyuluşu muazzam bir ilerlemeydi. Yön TİP'le tartışmasında, yeni sömürge ve derebeyi ilişkilerini öne sürerken, kitlelerin devrimin nesnesi olması görüşüne bir kanıt bulma çabasındaydı. MDD ise, yine derebeyi 279


ilişkilerini ve emperyalizmi öne sürerken, bambaşka bir şeyi, kitlelerin yapacağı devrimin objektif tarihsel görevlerini tartışıyordu. TİP ise bunu kavramıyor, hala eski varsayıma dayandığından, yani demokratik devrim görevlerinin "yukarıdan" devrimi haklı kılacağı varsayımı, MDD'yi Yön ile karıştırıyor, cuntacılıkla suçluyordu. Elbet MDD'ciler içinde TİP'in dayandığı var sayıma dayananlar yok değildi ama bu MDD içinde bir eğilimdi. Ne var ki, bu eğilim de TİP'in iddialarını güçlendiriyordu tabii. MDD'nin temel tarihsel önermesi, Türkiye'de devrimin objektif tarihsel görevlerinin demokratik karakterde olduğu önermesi, devrimci hareket için muazzam bir ilerlemeydi ve bu önerme bu gün bile geçerliliğini sürdürmektedir. Ama bu önermeyi kabul etmek, ondan aynı sonuçların çıkarılacağı anlamına gelmez. MDD'ciler de bu önermeden farklı sonuçlar çıkarıyorlardı. Bu önerme egemenliğini sağladıktan sonra, çıkarılacak sonuçlar gündeme gelmiş ve MDD içinde birçok bölünmeler olmuştur. Bundan sonraki gelişmelere ve MDD'ciliğin kendi içindeki bölünmelere geçmeden evvel, bizim sonraki evrimimizde önemli bir rol oynayan bir konuya değinmemiz gerekiyor. MDD'cilerle TİP arasındaki "Devrim Stratejisi" tartışması, ister istemez Türkiye'nin tarihi sorununu da gündeme getiriyordu. Gündemde demokratik ya da sosyalist devrim görevinin bulunup bulunmadığı, derebeyi kalıntılarının varlığı ile ilgiliydi. Bu da Marksizm'in toplumların gelişim aşamalarına ilişkin öğretisini gündeme getiriyordu. MDD'cilik genellikle – Dr. H. Kıvılcımlı hariç – klasik Stalinist “İlkel, Köleci, Feodal, Kapitalist,…” sıralamasına sadık kalarak bu tarihi açıklamaya çalışıyordu. Buna karşılık TİP'lilerin bir kısmı ve TİP dışındaki bazı aydın çevreleri, Türkiye tarihinin bu sıralamayla açıklanamayacağını, Marks'ta daha başka toplum biçimleri de olduğunu söylüyorlar ve Osmanlı Toplumunu “Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT)” kategorisine sokuyorlardı. Bunlara o zamanki solcular arasında "ATÜT'çüler" denirdi. Elbette bu yana ağırlık verenler de yekpare bir blok oluşturmuyordu. “ATÜT'çüler” Osmanlı Toplumunun klasik batı gelişmesinden ayrı orijinal yanlarını öne sürüyorlardı ve güçlü kanıtlara – tabii ATÜT olduğu anlamında değil; ilkel, köleci, feodal... sıralamasının yetersizliği anlamında – sahiptiler. Ne var ki, bu baylar öne sürdükleri orijinalliklerden tümüyle gerici sonuçlar çıkarıyorlardı. Bir kısmı, diyorlardı ki, Devlet bizim tarihimizde egemen sınıfın baskı aracı olmamıştır, milleti korumuştur. "Kerim Devlet Teorisi" denen bu teorinin, burjuva devletine her türlü köpekliği sağlamanın aracı olduğunu görüyor, seziyorduk. Bu gün bu teorinin taraftarları faşistlerle işbirliği içindedir. Yine kimi orijinalliklere değinen başka bir grup ta, Osmanlılardan beri, bir Bürokrasi – Halk çatışmasıyla tarihi açıklamaya kalkıyor, "aşağıdan" her hareketi – örneğin 1950'de DP'nin iktidara gelmesini – bürokrasiye karşı halkın bir zaferi olarak koyuyordu. Bu tür sonuçlar çıkarılması, Osmanlıların kimi orijinal yanlarını öne sürenlerin; ilkel, köleci, feodal... sıralamasının yetersizliğini öne sürenlerin görüşlerini daima kuşkuyla karşılamamıza yol açıyor ve MDD'ci olarak ilkel, köleci... sıralamasını savnuyorduk. Ama yine de Osmanlı tarihini bu sıralama içinde açıklayamıyor, için için kuşku duyuyorduk. Hiç bir çıkış yolu da bulamıyorduk.

280


Elbette o dönemde Kıvılcımlı'nın Türk Solu ve Aydınlık'ta çıkan yazılarını, hatta bir kaç kitabını da okumuştuk. Ama o okuduklarımız bize sentezi kavratmaktan ziyade, bilmediğimiz bazı olguları tanıtmış oluyordu. Kıvılcımlı'nın değişik bir şeyler söylediğini seziyor, hatta onun yeni bir tez olduğunu işitiyor; saygı duyuyor ama anlamıyorduk. Anlayamazdık ta, çünkü gerek tarihi olaylar, gerek Marksizm hakkındaki bilgilerimiz, bu diyalektik tezi kavramamıza el vermeyecek kadar sınırlıydı. Ne var ki, bu gibi konular ilgi alanımızın merkezinde olmaktan çok uzaktı. Öğrenci hareketi hızlı bir yükselişe girmişti. Her gün boykotlar, forumlar, üniversite işgalleri, faşistlerle çatışmalar, faşist saldırılara karşı nöbet tutmalar içinde geçiyordu. E. M. Remarque'nin romanlarında çok güzel anlattığı, her an savaşın içinde, siperlerde, her türlü konformizmden uzak yaşayan erlerin psikolojisi içindeydik. Yaşantımız da pek farklı değildi zaten. Günlük hayatını yaşayan insanların problemleri bize öylesine anlamsız ve saçma geliyordu ki, anlatılamaz. Bu yaşantı her şeye rağmen bizleri konformizmden kurtararak; tehlikelerden korkmamayı öğreterek; disipline ederek eğitiyordu. Aramızda son derce güçlü bir dayanışma duygusu gelişiyordu. Küçücük bir devrimci militanlar grubu olmamıza rağmen, binlerce öğrenciyi harekete geçirebiliyor, yönetebiliyorduk. Kendi gücümüz karşısında hayrete düşüyor, onun büyüsüne kapılıyorduk. Bu ortamda, üniversitelerdeki hareketin günlük taktik, teknik sorunları ilgi alanımızın merkezindeydi. Faşistlerle nasıl dövüşüleceği; sopa, bıçak, tabancanın nasıl kullanılacağı; ses bombalarının nasıl yapılacağı ve günlük mücadeleye ilişkin diğer şeyler. İşte bu hava içinde, bizlerde giderek bir teori düşmanlığı gelişiyordu. Teoriyi entellektüel laf ebeliğiyle karıştırdığımız için hor görüyorduk. Teorik tartışmalarda bizi mat edenler, faşistlerle, polislerle çatışmalar olurken hiç görünmüyorlardı ama sonra da ortaya çıkıp, "şu yanlış, şu doğru" diye ahkam kesiyorlardı. Onlara duyduğumuz tepki, otomatikman bizlerde teoriyi hor görmeye yol açıyordu. Biz savaşçıydık, herkes teorisyen olacak değildi ya, işte büyüklerimiz vardı, onlar söyler biz yapardık. Lazım olan iş yapacak adamdı... Fakat bizdeki bu eğilimlerle eskiler daima mücadele ederler ve bizzat kendi somut varlıklarıyla teori ve pratiğin birliğini kanıtlarlardı. Bu nedenle ister istemez okuyorduk ta. Ama okumuş olmak için. * Evet, sosyalizme varmak için, işçi sınıfı öncülüğünde anti-emperyalist demokratik devrimi yapmak gerekiyordu. Bu MDD'ciliğin temel önermesiydi. Peki ama bu anti-emperyalist devrimi nasıl yapacaktık? Bunun cevabını dünyaya bakarak çıkarmaya çalışıyorduk. İşte önümüzde Çin, Küba ve Vietnam devrimleri duruyordu. Oralarda nasıl olmuştu? Önce bir avuç yiğit savaşçı dağlara çıkmış; silahlı propaganda ile savaşı başlatmış; sonra halk onları desteklemiş ve devrim başarılmıştı. Hep üniversite olaylarıyla uğraşacak değildik. Zaten hareket bir noktadan sonra tıkanmış ve kendi kendini tekrarlamaya başlamıştı. Üniversite çevresi bizi boğan bir kabuk olmuştu. Bu kabuğu kırmak ihtiyacı gün geçtikçe de büyüyordu. İlgi alanımızın merkezine de, devrimin nasıl yapılacağı sorunu yerleşiyordu. Harıl harıl Çin, Küba, Vietnam devrimlerini anlatan kitapları okumaya başlamıştık. 281


Bolivya'da şehit düşen Che'nin çağrısı ve örneği tüm hayalimizi dolduruyordu. Biz buralarda oyalanırken, her gün Vietnam'da onlarca devrimci can veriyordu. Yeni bir Vietnam yaratmalıydık. Onların sırtındaki yükü de, biraz olsun hafifletmek için Halk Savaşını başlatmalıydık. Sovyetler ne yapıyordu? Sadece biraz silah yardımı. Ama Çin öyle miydi? Halk savaşlarını destekliyordu. Lin Piao dünyanın kırlarından şehirleri kuşatalım diyordu. Anlaşılan Sovyetler iyice yozlaşmıştı. Çin ise öyle değildi. Hem yozlaşmayı önlemek için işte "Kültür devrimi"ni de yapıyordu. Bu düşünceler içinde, en kısa zamanda dağlara çıkıp Halk Savaşı'nı başlatmak için sabırsızlanıyorduk. Elimizden Giap'ın "Halk Savaşı, Halk Ordusu"; Lin Piao'nun "Yaşasın Halk Savaşının Zaferi"; Che'nin "Savaş Anıları", "Gerilla Günlüğü"; Bayo'nun "Gerilla Nedir"i düşmüyordu artık. Üniversitelerdeki eylemlerimiz de, dağa çıkacak ilk kadroları devşirmek ve eğitmek için bir araçtı yalnızca. Hepimizin hayali, Halk Savaşı'na ilk başlayacak gerilla müfrezesinde yer almaktı. Başlıca konularımız: dağa çıkarken yanımıza neler alacağımız; hangi silahının menzilinin ve etkisinin ne olduğu; gerilla eğitimini nasıl yapacağımız; savaşı önce hangi bölgeden başlatmak gerektiği vs. idi. Bu çerçeve içinde planlar kuruyorduk. Genellikle hepimiz, gerillayı Kürdistan'ın dağlık bölgelerinden başlatmak gerektiğini düşünüyorduk, çünkü oraların hem arazisi gerilla savaşına uygundu, hem de halkı daha büyük bir devrimci potansiyel taşıyordu. Bu durumda dağa çıkma hazırlıkları içinde Doğu köylüleriyle kitle bağları, ilişkiler kurmalıydık. Bizin Devrimci Öğrenci derneğimize yer vermiş, yapı iş kolundaki bir sendika aracılığıyla yapı işçilerini de tanıma olanağı bulmuş ve bu işçilerin genellikle bizim dağa çıkmayı düşündüğümüz bölgenin insanları olduğunu görmüştük. O halde bu işçilerle bağ kurarak, ham proletaryayla kaynaşmış olurduk, hem de o işçilerin akrabaları, hemşehrileri olan yoksul köylülerle. Bu düşüncelerin sonucu olarak biz de yapı işçileri arasında çalışmaya başlamıştık. 10 Haziran 1969 olaylarıyla öğrenci hareketi zirvesine ulaşmış, üniversite kapatılmış ve bir çok arkadaş polisçe aranmaya başlamıştı. O yaz boyunca kimimiz Toroslarda eğitim denemelerine; kimimiz o sıra yükselmeye başlayan Fedai hareketinin etkisiyle Filistinlilerin yanına; kimimiz işçi ve köylülerin arasına gitti. İster işçiler arasında, ister dağ köylerinde, ister Filistin gerilla kamplarında olalım, hepimizin amacı, en kısa zamanda hazırlıkları tamamlayıp gerillayı başlatmaktı. Ancak bütün bu hazırlıklar planlı ve merkezi bir biçimde örgütlenmekten ziyade, kendiliğinden oluyordu. Bir bakıma zımni bir anlaşma var gibiydi. Gittiğimiz çalışma alanları bizleri etkilemekten de geri kalmıyordu. Bu gün aradan yıllar geçtikten sonra, bir bakıma rastlantısal bir şey olan yapı işçileri arasındaki çalışmamızın daha sonraki evrimimiz üzerinde tayin edici bir etkide bulunduğunu açıkça görüyoruz. Engels, İngiltere'de tanıdığı ilk proleterlerin kendisi üzerinde nasıl bir etkide bulunduğunu çok güzel anlatır. Bu proleterlerle gün 24 saat yan yana yaşamaya başlayınca, kitlelerin henüz ne kadar geri – ama bir çok bakımdan da bizden çok ileri ve kendilerine göre çok sağlam değer yargıları bulunduğunu – planlarımızda yanlış bir şeyler olduğunu; onların sabırsız ve ütopik

282


karakterlerini sezmeden edemiyorduk. Güya bu halkla devrim yapacaktık ama onu henüz hiç tanımıyorduk. Bu proleterler hiç de üniversite öğrencilerine benzemiyorlardı. Hiç bir şeye kolay kolay inanmıyorlardı, binlerce yıldır kandırıldıkları için. Üniversite öğrencileri kolayca keskin sözlerle harekete geçer ama biraz zoru görünce hemen tırsardı. Burada ise tam zıttı oluyordu. Kolay kolay harekete geçmiyorlardı, hele lafla hiç. Ama bir kere de geçtiler mi sonuna kadar gidiyorlardı. Öğrenciler parlak sözlerin büyüsüne hemen kapılıyordu, ama bu insanlar parlak sözlere sadece kuşkuyla bakıyorlardı. Bir tek kriterleri vardı: laf değil iş!.. Gerçekte proleterlerin siyasal bilinç ve tecrübe eksikliği vardı yalnızca, geri kalan bütün nitelikler onlarda kendiliğinden vardı. Bizde ise, belki biraz siyasal bilinç ve tecrübe vardı ama gerisi, onlarda olanlar yoktu. Zaten bu nedenledir ki, aydın da, proleter de kendi başına hiçtir. Ancak kaynaşıp bir senteze ulaşabildikleri zaman hep olabilirler. Doktor'un çok güzel benzetmesiyle, aydın kalaya, işçi bakıra benzer, tek tek ikisi de yumuşaktır. Ama ikisi kaynaşınca insanlığa dev bir adım attıran sert tunç ortaya çıkar. Eski komünistlerin lokal çalışmaları bir yana, Türkiye tarihinde ilk kez devrimci aydınlarla işçilerin kaynaşması da yavaş yavaş başlıyordu. Gerçi TİP'te birçok aydın vardı ama o aydınlar hem devrimci değillerdi hem de TİP onları kaynaştırmadı, eklemeye çalıştı. Yapı işçileriyle olan sıkı ilişkilerimiz sonucunda kafamızda doğru yolda olup olmadığımıza dair kuşkular birikiyordu ama bu birden bilince çıkmıyordu. Biriken yüzlerce tecrübe, kafamıza kuşku tohumları serpiyordu ama bu tohumların yeşermesi için zaman gerekiyordu. Daha sonraki gelişimimiz diğer arkadaşlardan ayrı bir yol izlemişse, bunun başlıca nedeni, proletarya ile yakın ilişki içinde bulunmamız; onları daha yakından tanımamız olmuştur. Bu tecrübelerdir ki, daha sonra bizim parti ve işçi sınıfının önemini reddeden; devrimin çok uzun bir yol olduğunu kavramayan hareketlere karşı bağışıklık kazanmamızı sağlamıştır. Bu arada, bizim daha sonra tarihe ve toplumların gelişimine ilişkin araştırmalara yönelmemize ve dolayısıyla Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı derinliğine incelememize yol açan bir gözlemden söz etmemiz gerekiyor. Yapı işçileri genellikle köyünden yeni kopmuş, köylülüğün birçok alışkanlıklarını üzerinde taşıyan proleterlerdi. Maddi durumlarıyla proleter, ruh durumlarıyla yarı köylü, yarı proleterdiler. Ancak, yapı işçilerinin Dersim, Maraş gibi henüz aşiret ilişkilerinin bile varlığını sürdürdüğü bölgelerden gelenlerinin, kapitalist ilişkilerin daha gelişkin olduğu yerlerden gelen nice proleterden daha yüksek bir dayanışma geleneği olduğunu ve daha yüksek bir örgütlenme yeteneği gösterdiğini gözlemlemiştik. Bu ilkel komuna kalıntısı gelenekler, kölecilikten bile geri bir toplum biçiminden kaynaklanmasına rağmen, nasıl oluyordu da, bir sendikal örgütlenmede bile onların başı çekmelerini sağlıyordu? Bu o zamana kadar, bize Marksizm diye öğretilen şematik bilgilerle çelişiyordu. İşçilerin nasıl daha iyi ve çabuk teşkilatlanacağı başlıca problemimiz olduğundan, yukarıdaki sorun kafamızı epeyce kurcalıyordu. O güne kadar okuduğumuz hiç bir kitapta, ne böyle bir olgudan söz edildiğini, ne de nedenlerini görmemiştik. Derken Engels'in, "Ailenin, Devletin... Kökeni"ni okuduk. Engels bu olaya yıllarca önce dikkati çekmiş ve açıklamıştı. Üstelik

283


Engels'in kitabında anlatılanlar, hiç de el kitaplarından (Politzer, Stalin, Kusinnen) öğrendiklerimize benzemiyordu. Buraya bir mim koymuştuk. O yazın sonlarına doğru herkes gittiği yerlerden dönerken MDD'cilik içinde yavaş yavaş olgunlaşan bir ayrılık birdenbire patlak verdi, FKK'nın DEV-GENÇ'e dönüştüğü kongrede. Hepimiz MDD'ciydik ama ondan anladıklarımız çok farklıydı. Kimimiz için sosyalizme varmak için bir zorunlu aşama, kimimiz için kendi başına bir amaçtı. "İşçi sınıfı öncüdür" diyorduk. Ama bu kimimiz için sınıfın bilfiil öncülüğü anlamına gelirken, kimimiz için sözde kalma eğilimindeydi. Kimimiz için Demokratik Devrim Küba, Çin, Vietnam'da olduğu gibi "halk savaşı" yoluyla olabilirdi, kimimiz için "asker-sivil-aydın zümre"nin yapabileceği bir işti. Kimimiz bu zümreyi, kendi dışımızda, ama demokratik aşamada amaçlar ortak olduğu ölçüde ittifak yapılacak bir güç olarak görürken, kimimiz MDD hareketini o zümreyle yapılacak pazarlıklarda bir koz olarak görüyordu. Başlangıçta öne çıkmayan bu kavrayış farklılıkları şimdi artık ön plana çıkıyor ve giderek netleşiyordu. Ne var ki, her ayrılık gibi bu ayrılığın da ilk belirtileri pratik sorunlardan çıktı. Faşist saldırılara karşı yapılan öz savunma eylemleri genellikle bu hareketler içinde yer almayan unsurlarca hor görülüyor ve bizlere "anarşist" damgası vuruluyordu. Bu tavırlara içten içe kızıyorduk. Yavaş yavaş iki tavır kristalize olmaya başlamıştı. Bizlere anarşist diyenler bol bol "kitle çizgisi" lafı ediyorlardı, biz de onları pasifistlikle, mücadeleden kaçmakla suçluyorduk. Evet, bizlerde anarşizan bir yan vardı ama bundan çıkarılacak sonuç, faşistlere karşı direnmenin reddi olamamalıydı. Bu tür eylemler daima içinde bir anarşizm öğesini besler; tıpkı parlamenter mücadelenin parlamentarizm; sandikal mücadelenin sendikalizm eğilimlerini beslemesi gibi. Bundan çıkarılacak sonuç parlamenter veya sendikal mücadeleyi reddetmek olamaz ise, öz savunmayı da reddetmek olamazdı. Bundan çıkarılacak sonuç, gerçek bir proletarya partisinin öncülüğü ve eğitimiyle, bu mücadeleleri daha disiplinle ve bilinçli kılmaktır. Yoksa bir proletarya partisinin bu yöndeki bilinçli çabalarından yoksun her mücadele yozlaşma eğilimi taşır. Ancak burjuva sosyalistleri – tıpkı Rusya'da olduğu gibi – bu eğilimlerden, bu mücadelelerin reddi sonucunu çıkarabilirler. Elbet o zamanlar sorunu böyle koymuyorduk ama bize karşı çıkanlarda bir sakatlık, bir oportunizm olduğunu da seziyorduk. Çünkü deneyle görüyorduk ki, o çatışmalar gerçekten gerekliydi ve başarıları ortadaydı. Gerçekte bize karşı çıkanlar müttefikleri ürkütmemek için karşı da çıkıyorlardı. O ürkütülmeyecek müttefikler ise faşistlere direnişi yanlış buluyorlardı. Pratiğe ilişkin bu iki eğilim billurlaşırken, birden bire Türk Solu ve Aydınlık'ta çıkan iki yazıyla anlaşmazlık tüm sorunlara yayıldı ve teorik ifadesini buldu. Bizi anarşistlikle suçlayanlar, şimdi, Türkiye'de "İşçi sınıfının objektif şartları yok" diyorlardı, ki bunun anlamı, işçi sınıfı yok, varsa da devrimi öncülük edemez demekti. Bizler buna derhal karşı çıktık. Ancak bu tartışmaların somut anlamını daha iyi anlayabilmek için, bu tartışma içinde önemli bir yeri olan Kapitalist Olmayan Yol konusuna değinmek ve bu kavramın o zamanki anlamını iyi anlamak gerekiyor. *

284


"Kapitalist Olmayan Yol" olgusu, bütünüyle evrimin karmaşık, birden ileriye sıçrayışlarla ve karşılıklı etkilerle gidişinin bir görünümünden başka bir şey değildir. Sadece emperyalizm ya da kapitalizm çağında değil, Tarih'te ve Tarih Öncesi’nde tüm toplumlar eşitsiz bir gelişim izlemişlerdir. Varolan uygarlığa daha sonradan giren her toplum, uygarlığın birikimi üzerinde, birçok gelişim konaklarını birden atlayarak, daha üst bir şekillenmeye girer. Yani sadece sosyalizme geçiş için kapitalist olmayan yoldan değil; kapitalizme geçişte "feodal olmayan yol"dan, ya da medeniyete geçişte köleci veya "yukarı barbar olmayan yol"dan söz edilebilir. Zaten tarihteki ve bu günkü toplumların sonsuz çeşitliliği de bir bakıma bu geçişlerin çeşitliliğinden kaynaklanır. Kent, "yukarı barbar kurdunun medeniyet kelebeğine dönüştüğü" kozadır. Medeniyet (sınıflı toplum) “yukarı barbarlık”tan sonra gelinen aşamadır. Ama örneğin, bir medeniyet, orta barbarlık konağındaki bir ulus tarafından bir tarihsel devrimle yıkılabilir ve medeniyeti yıkan orta barbarlar kısa sürede medeniyet tarafından fethedilirler. Bu anlamda, orta barbar kavim, yukarı barbar (kent) aşamasını yaşamadan, "yukarı barbar olmayan yoldan" medeniyete geçmiş olur. Başka bir örnek: Yunan ve Roma medeniyetlerinden sonra, onların birikimi üzerinde pekala başka yukarı barbar (kentsel) toplumlar medeniyete geçebilir. (Mekke ve Medine'den çıkan İslam medeniyeti gibi.) Ama binlerce yılın medeniyet birikimi köleliği gereksiz ve olanaksız kıldığından, doğan medeniyet, Yunan ve Roma'da olduğu gibi köleci olmaz. Buna da pekala "köleci olmayan yoldan geçiş" adı verilebilir. Keza, tefeci bezirgan medeniyetlerin bir yağ lekesi gibi Çin'den Magrip'e kadar yayılışı, henüz ilkel komuna geleneklerinin çok güçlü olduğu İngiltere'de, pre-kapitalist sermayenin modern kapitalist sermayeye dönüşmesine olanak sağlamıştır. Böylece, İngiltere, antika medeniyetler konağını atlayarak, "İlkel Sosyalizmden Kapitalizme" geçmiştir. Toplumların bu eşitsiz ve sıçramalı gelişimi, büyük harflerle ifade edilmemiş olsa bile MarksEngels'in sahip olduğu bir kavrayıştır, yoksa, "tek ülkede sosyalizm" teorisine gerekçe arayan Stalin'in iddia ettiği gibi, Lenin tarafından bulunmuş ya da sırf kapitalizme has bir olgu değildir. Kapitalist olmayan bir yoldan sosyalizme geçiş olanağından Marks-Engels, Rus Narodniklerinin köy komününden (Mir'den) doğrudan sosyalizme geçiş anlayışlarını eleştirirken söz eder. Mir zaten bir dağılma sürecine girmiştir. Girmese bile, sosyalizm o geri üretici güçler düzeyinde kurulamaz deyip Narodnikleri eleştirdikten sonra, ama derler, Rusya'da Köy komünü, batı Avrupa'da devrimci bir proletaryanın geliştiği bir çağda vardır. Batı proletaryası bir sosyalist devrimi başarınca Rus Mir'i kapitalizmin acılarını çekmeden sosyalizme bir geçiş yaşayabilir. Örneğin Marks, Vera Zasuliç'e mektubunun birinci versiyonunda şöyle der: "(...)öte yandan, dünya pazarına hükmeden Batı (kapitalist) üretimin çağdaşlığı, Rusya'yı kapitalist sistemin aşağılayıcı etkilerine uğramadan, bu sistemin sağlamış olduğu, tüm olumlu katkıları komüne kazandırma olanağı vermektedir."

285


Engels de "Rus Tarım Komünü Üzerine Düşünceler"inde aynı fikri şöyle ifade eder: "(...) Bu (yani modern sosyalizme geçiş), ancak komünal mülkiyetin kesin olarak dağılıp yok olmasından önce, Rus köylüsüne, geçişin gerekli koşullarını sağlayacak olan, özellikle bu yüzden tüm tarım sisteminde gerekli alt üst oluşu gerçekleştirebilmek için gereksindiği maddi kaynakları sunacak olan Batı Avrupa'da muzaffer bir proletarya devrimi başarıldığı takdirde olabilir." Demek ki, “kapitalist olmayan yol”, ileri kapitalist ülkelerde proletarya devriminin muzaffer olması halinde, henüz kapitalizme girmemiş ya da henüz kıyısından bulaşmış halklar için söz konusu edilebilir. Eğer birinci Dünya Savaşı sonrasında, sosyal demokrasinin ihaneti yüzünden devrim başarısızlığa uğramasaydı, Asya ve Afrika'da bir çok toplum, ilkel komün veya derebeylik aşamasından, kapitalist olamayan bir yoldan sosyalizme geçebilirdi. Ancak somut tarihte bu mümkün olmadı, ya da çok sınırlı olarak olabildi. Rus proletaryası, bir bakıma, batı Avrupa proletaryasının Rus köylüleri karşısındaki konumuna benzer bir konumu, en azından çarlık Rusya'sının egemenliği altındaki Orta Asya halkları karşısında aldı. Bu çerçevede, Çarlık Rusya'sı sınırları içinde henüz kapitalist ilişkilere girmemiş kimi halklar, kapitalist olmayan yoldan "sosyalizme" geçiş olanağı buldular. (Ne var ki, geçtikleri sosyalizm değildi.) Kapitalist olmayan yoldan, gerçekleşmiş bir şey olarak bu anlamda söz edilebilir. Ama bugün bütün emperyalist ülkelerde proletarya muzaffer olsa bile – belki tropik ormanlarda yaşayan bazı ilkel topluluklar haricinde – en geri ülkelere bile kapitalizm girdiği, modern sınıflar ortaya çıktığı için, kapitalist olmayan bir yoldan söz edilemez. Bundan ancak kaçırılmış bir olanak olarak söz edilebilir artık. Bugün Sovyet teorisyenleri bu kavramı, tüm tarihsel ve somut içeriğinden soyutlanmış olarak, politik ilişkileri Marksizm lafzı çerçevesinde rasyonalleştirmeye yarayan bir kavram olarak kullanmaktadırlar. Sovyet teorisyenlerine göre, bir Cezayir, Suriye, Irak, Nasır dönemi Mısırı'ı, Gana hatta Hindistan bile “kapitalist olmayan yol”dadır. Tabii bu kullanımda, cılız burjuvazinin Bonapartist diktatörlükler ardına gizlendiği ve Sovyetler'le tarafsızlık çerçevesinde iyi ilişkiler kuran bütün ülkeleri kapsamaktadır bu kavram. Ne var ki, 1969'larda, ne kısaca yukarıda özetlenen Marksist içeriği ne de Sovyetler'in ona yüklediği gerçek anlamı biliniyordu bu kavramın bizlerce. Hatta o zamanlar, Stalinci mekanik ilkel, köleci, feodal... deli gömleği içindeki bizler, bu kavramı nereye koyacağımızı bile bilmiyorduk. Kavrama yüklediğimiz anlam bambaşkaydı. O zamanlar bizlere göre, Brazeville Kongosu gibi, henüz işçi sınıfının oluşmadığı ülkelerde bu görevi aydınlar üstlenip darbe yoluyla iktidara gelip ülkeyi sosyalizme götürebilirlerdi. Ve bu da kapitalist olmayan yol olurdu. Ve yine Sovyetler'in kapitalist olmayan yoldan yana olduğunu – ki bu da Irak, Suriye gibi cunta yoluyla devrim demekti – buna karşılık Çin'in ise demokratik devrimden yana olduğunu – ki bu da Halk savaşı yoluyla devrim demekti – düşünüyorduk. Her iki taraf da meseleyi böyle anlıyordu. Hemen anlaşılacağı gibi, gerçekte, hiç bir bilimsel değeri olmayan ve kanıtlanmaya muhtaç önermeler herkesin çıkarsamalarının dayandığı temeli oluşturuyordu. Bu kavrayış içinde Beyaz Aydınlık'ın "İşçi Sınıfının Objektif Şartları Yoktur" demesinin somut anlamı, "kapitalist olmayan yol geçerlidir", bu da "cuntacıların (Yöncülerin) görevidir bu günkü devrimi 286


yapmak", o halde bize düşen görev, Irak, Suriye KP'leri gibi onları ileriye itmektir anlamına geliyordu. Yani “halk savaşı” reddedilmiş oluyordu. Çünkü Halk Savaşı, yine aynı kavrayışa göre, işçi sınıfı öncülüğünde olurdu. Demek ki, tartışılan konu özünde yine mücadele biçimlerine ilişkin bir sorundu. Biz Beyaz Aydınlığın "İşçi sınıfının objektif şartları yoktur" önermesine karşı çıkarken, halk savaşı yoluyla devrimi, gerilla savaşını savunmuş oluyorduk. Keza karşı taraf da, aksini savunmak için bu önermeyi getiriyordu. Keza ittifak anlayışları da değişikti. Onlar bizi bir sol uç muhalefet durumuna düşürmek isterken, biz devrimin başını çekmek istiyorduk. TİP ve Yön arasındaki tartışma, bambaşka bir kavrayış ve kavramlar sistemi içinde bir bakıma yeniden tekrarlanıyordu. Yalnız roller bu sefer tersine dönmüştü. Burjuva sosyalizmi eğilimin temsil eden TİP "aşağıdancı" iken, aynı eğilimi taşıyan Beyaz Aydınlık "yukarıdancı" idi. Buna karşılık, küçük burjuva radikalizmini savunan Yön "yukarıdancı" iken, küçük burjuva sosyalistleri olan bizler "aşağıdancı" idik. Aydınlık'ın bu gün vardığı yer kimseleri şaşırtmamalıdır. Bu eğilimler daha doğarken vardı onda. Ne var ki, hareketin hızlı yükselişi nedeniyle Mao'culuğa çark etti ve bir çok kişinin onun gerçek niteliğini kavraması zorlaştı. Onun reformist özünü görmeyen bir çok militan, başlangıçta Ak Aydınlık saflarında kaldıysa da, bu militanlar daha sonra kafalarındaki ile Aydınlığın politikasının uymadığını görünce, gecikmiş bir bölünme ile Beyaz aydınlık saflarından ayrılıp, gerilla savaşını savunmaya başladılar ve Çin-Arnavutluk bozuşmasından sonra, Üçüncü Enternasyonal'in "sol" "Üçüncü Dönem" politikasını savunan Enver Hoca'cılığa kadar vardılar. Bütün bu evrimleri, kökenlerindeki temel varsayımlara dayandığından, bunlar hala 1969-70'lerin problematiğini aşamadığından, türün kendi içindeki evrimine, atların at olarak evrimine girer. * Tam bu bölünme olmuş ve tartışmalar alevlenmişken, birçok militan arkadaşımız, peş peşe vurulmaya ve tutuklanmaya başladı. Özellikle Taylan Özgür'ün ölümü bizleri çok etkilemiştir. İşte artık şehirlerde yaşama hakkı kalmamıştı, şehirleri kırdan kuşatmak için gerillaya başlamalıydık. Üniversitelerdeki devrimci hareketin her militanı, bir süre sonra, üniversite hareketinin kabuğuna sığamaz olur. Giderek kendini tekrarlamaya başladığını sezer, küçük-burjuva ortamın yozluğu insanı boğar. Yeni öğretim yılı başlarken, bir yıl daha o boğucu ve yoz havayı solumaya hiç birimizin niyeti yoktu. Dağların özgür havası bizleri bekliyordu. Sonra gericilerin, faşistlerin etkinliği büyük ölçüde kırılmış, hemen hemen bütün belli başlı üniversiteler devrimcilerin kontrolüne geçmişti. Yeniler de yetişmişti. Öğrenci taifesi her zaman olduğu gibi tabur tabur devrimci oluyor hem de keskinlikte zor günlerde işi başaranlardan bile ileri gidiyordu. Artık devrimcilik kolaydı. Giderek en yoz, en güce tapan unsurlar daha fazla devrimci oluyor, onların saçma sapan hareketleri, gerçekten iyi unsurları devrimcilikten soğutuyor uzak durmalarına neden oluyordu. Tersine seleksiyon başlamıştı. Lenin Rus devriminden sonra Rusya'da benzer şeylerden söz eder. Namusluların uzak durduğundan, en kariyerist, en namussuz, korkak unsurların Parti ve Devlet cihazına yamandığından yakınır. Üniversitelerin küçük burjuva ortamında devrimcilerin sağladığı 287


üstünlük, bir bakıma Bolşeviklerin Rusya'da başına gelenlerin minyatürüne yol açıyordu. Bu gidişi sezişimiz bizleri daha da kamçılıyordu bir an önce gerillayı başlatmak için. Yazın Filistin'e giden bazı arkadaşlar aracılığıyla, Fedai hareketiyle ilk bağlantılar kurulmuş, yollar öğrenilmişti. Halk savaşına bir an önce başlamak gerektiğine göre, yapılacak iş, Filistin'e gitmek, silah kullanmayı, savaş sanatını, gerilla savaşı taktiklerini öğrenmekti. Orada Parti'yi de kurar, alacağımız silahlarla Güney'den girer, Amerikan üslerini vura vura ilerler ve halk savaşını başlatırdık... Böylece devrimci militanların, Filistin'e doğru büyük göç dalgası başladı. Biz de bu göçte yer alanlardandık. Çoğu ilk siyasi tecrübelerini TİP'te edinmiş; daha sonra üniversite işgalleri ve antiemperyalist gösterilerde çalışmış; bu arada MDD'ci olmuş Dev-Genç'in çekirdeğini oluşturan devrimci militanlar hemen hemen aynı tecrübelerden geçtiler ama çıkardıkları sonuçlar çok farklı oldu. Filistin tecrübesinden çıkardığımız sonuçlar, önceki birikim nedeniyle diğer birçok arkadaştan farklı oldu. Filistin'de, hiç de bizim gibi öğrenci hareketi serlerinde büyümemiş; daha çaplı mücadelelerden, işkencelerden geçmiş; iyi kötü bir parti disiplini, eğitimi edinmiş, örnek kişilikte ve yoldaş adına gerçekten layık çeşitli Arap ülkelerinden gelmiş komünistler gördük. Onların örnek ve disiplinli tavırları bizi çok etkiledi, hayranlığımızı kazandı. Onlar bize bu mücadelenin uzun olduğunu, sabır ve direnç gerektirdiğini; ülkemizdeki güçlü proletaryayı boşlamamız gerektiğini söylüyorlardı. Ve bu sözler onların örnek davranışlarında daha büyük bir ağırlık kazanıyordu. Bütün bunlar daha önce yapı işçileri arasındaki çalışma sırasında edindiğimiz izlenimlerle birleşince, yolumuzun doğruluğu konusunda kuşkularımızın artmasına yol açıyordu. Hele orada bir çok klasiği düşüne düşüne okuma olanağı buldukça Rus Narodniklerinden pek farkımız bulunmadığını sezmeye başlıyorduk. Ne var ki, gerillacılık öğretisiyle kopuşmamız, bambaşka bir yoldan oldu. O zamanki anlayışımıza göre, sovyetler revizyonistti. Ama bizler bu sonuca Sovyetlerin derin bir çözümlemesiyle varmamıştık. Sovyetler emperyalizme karşı verilen halk savaşlarına yardım etmediği, buna karşılık "kapitalist olmayan yolu" savunduğu için Revizyonistti.. Ve Sovyetlerin devrimden yıllar sonra böyle revizyonist olmasının nedeni –yine o zamanki anlayışımıza göre – "kültür devrimi"ni yapmamış olmasıydı... Çin ise hem "Kültür devrimi"ni yapıyor, hem de halk savaşını savunuyordu... onun için de devrimciydi. Filistin'de bu bilgilerimizle çelişen garip bir olguyla karşılaştık. Orada elimizdeki silahların çoğu Sovyet silahlarıydı. Sovyetler Filistinlilere silah veriyordu. Buna karşılık Çin, silah vermek için Sovyetler'e karşı tavır alınması koşulunu öne sürüyor ve pek bir şey de vermiyordu. İkinci sarsıcı gözlem şu oldu: Çin "kültür devrimi"ne ilişkin gazete haberlerini okurken Mao'nun tanrılaştırılması; Mao'nun sözleri okununca İneğin fazla süt vermesi; Beethoven'in yakılması gibi olaylar kafamızda soru işaretleri doğmasına sebep oluyordu. Ama bunların emperyalistlerin karşı propagandası ve yalan olduğunu; olabilecek bazı aşırılıkların abartıldığını düşünüyorduk. Her zaman kraldan daha fazla kıralcı birileri çıkardı... Orada bol miktardaki Çin propaganda yayınlarını okuyunca, işin hiç de sandığımız gibi olmadığını 288


gördük. İnsanlığın tüm kültür birikimi inkar ediliyordu. Biz ise "kültür devrimi" derken, kültür birikiminin diyalektik bir inkarını, aşılmasını düşünüyorduk. Üçüncü Gözlem de eski görüşlerimize "ölüm vuruşu" oldu. Orada Çin ve Sovyet temsilciliklerine gitmiştik, özellikle ustaların eserlerini istemek için. Bizin anlayışımıza göre, bir sosyalist ülkenin temsilciliklerinde, ustaların eserleri her isteyene çok ucuza ya da parasız verilmeli ve bolca bulunmalıydı. Çin temsilciliğinde Mao'nun seçmeleri, Lin Piao'nun kitabı ve Mao rozetlerinden başka bir şey yoktu. Sonra hayretle şunu da gördük: daha önce gazetelerden Çin'de rütbelerin kalktığını falan okumuş, herkesin aynı şekilde giyindiği resimleri görmüştük. Evet hepsi aynı tipte giyiniyorlardı ama, kapıcı ile memurun elbiselerinin kaliteleri, hiç de Türkiye'deki kapıcı ile memurun elbiselerinin kalitesinden farklı değildi. Hele memurlar tam bürokrattılar. En küçük bir devrimci heyecan görememiştik. Çin temsilciliğinde, daha önce Sovyet temsilciliğine de uğradığımızı söylediğimizde, karşımızdaki irkilmiş ve düşmanca, kuşkucu bir tavır almıştı. Buna karşılık Sovyet temsilciliğinde, Çin temsilciliğine de gittiğimizi söyleyince, kendinden emin bir şekilde gülmüş, herhangi bir olumsuz tepki göstermemişlerdi. Bütün bu gözlemler teorimizle çelişiyordu ve şimdi artık kafamızda yeni bir teori şekilleniyordu. Bu teori şöyle özetlenebilir: Çin 700 milyonluk bir köylü okyanusu. Mao da Marksizm-Leninizm'i tam da köylülerin dar kafasına uygun hale getirmiş. Mao bir usta değil, aksine Marksizmi basitleştirip, bayağılaştırmış. En iyi olasılıkla popülarize etmiş. Demek bizin Mao'yu kendimize daha yakın hissetmemiz de kendi küçük burjuvalığımızdan kaynaklanıyor. Mao'nun köylü kafası, bizim Narodnizme benzer küçük burjuva sosyalizmimize tam da uygun düşüyor. Anlaşılan Çin'in tezleri de küçük burjuva karakterde. Bizim gerillacılık ile dünyanın kırlardan kuşatılması teorisi, aynı küçük burjuva köylü ideolojisinden kaynaklanıyor. "Kültür devrimi" de olsa olsa, köylülüğün ve üniversite aydınlarının proletaryaya karşı bir reaksiyonudur. Sovyetler hakkında söylenenlere ise inanmamak gerekirdi. Hem burjuvazi, hem de Çin'de olduğu gibi, küçük burjuvazi, Sovyetler'i olduğundan başka gösteriyorlardı. Kendi gözlemlerimizle görmüştük ki, söylenenler doğru değildi. Hem Sovyetler'de proletarya ve kültür düzeyi daha gelişkin olduğuna göre, gerçek proletarya sosyalizminin Sovyetler'de olması olağan değil miydi? Demek Sovyetler revizyonist değil. Sonra, Avrupa gibi, işçi sınıfının örgütlü ve bilinçli olduğu ülkelerdeki Komünist partileri niye hep Sovyetler'i tutuyordu? Demek ki, gerçek proletarya sosyalizmini Çin değil, Sovyetler temsil ediyordu. Evet, Sovyetler pek ihtilalci bir terminoloji kullanmıyor. Ama bu neyi kanıtlar? Sovyetler'de laf yok ama keskin iş var. Sonra Sovyetler'in sorumlulukları çok büyük. Ölçüp biçmeden davranması sorumsuzluk olur. Çin bile bu gün Sovyetler'e atıp tutabiliyorsa, bu, Sovyetler'in Emperyalizmi dengeleyen gücü sayesindedir. Sovyetler bizim gibi narodnik gençler silah istese de vermese haksız mı? Bir kere bizim kendisini provakasyona getirmeyeceğimizi ne bilsin? Sonra, sen devrimini Sovyetler'den alacağın silahlara mı bağlıyorsun yoksa kendi işçi sınıfının gücüne mi? Sen hele kendini ispatla, bak Sovyetler nasıl yardım ediyor. İşte Vietnam, işte Filistin. Demek, Sovyetler'in Halk Savaşı'na karşı olduğu düşüncesi de yanlış.

289


O halde, biz de Narodnizm benzeri gerillacılık görüşlerini; kır-şehir gibi coğrafi kavramları sınıf kavramlarının yerine geçirmeyi bırakmalı, proletarya içinde uzun ve sabırlı bir mücadeleye girmeliyiz. Sonra, devrim bir proletarya partisi olmadan olmaz. Devrimin nasıl bir yol izleyeceğine; güdülecek taktiklere, sınıf mücadelesinin akışı içinde ancak parti karar verebilir. Şu halde ilk görev partiyi yaratmak. Peki Parti nasıl oluşacak? Bizler işçi sınıfı içine girip işçilerle kaynaşmalıyız; bilinçli işçiler yetiştirmeliyiz. Hem böylece kendi küçük burjuva pisliklerimizden de arınırız. Rusya'da ve her yerde Sosyalist Teori ve İşçi Sınıfı pratiği ayrı oldukça bir şey olmadı. İkisi birleşince o sentezden Parti doğdu. Demek, hedef: Proletarya!.. Filistin'e gerilla hayalleriyle gitmiştik, şimdi bir an önce Proletarya arasına girme özlemiyle dönüyorduk. Bu muhakkak ki, eski kavrayışımıza göre muazzam bir ilerlemeydi. TİP'te adaletsizliklerin nedeni olan sömürüyü öğrenmiş, bir sosyalizm idealiyle donanmış ve yerimizi ezilenlerin safında belirlemiştik. MDD'de Marksizm'i öğrenmeye başlamış, sosyalizme ulaşmak için demokratik devrim görevlerinin önemini kavramıştık; şimdi ise gerek sosyalizme ulaşmak, gerek demokratik devrimi başarmak için proletaryanın ve proletarya partisinin önemini kavrıyorduk. Bu dönemde ulaştığımız önermeler, hemen hemen on yıl boyunca tüm görüşlerimizin ve çalışmamızın eksenini oluşturmuştur. Bu eksen: proletaryayla kaynaşmak ve proletarya partisi oluşturmaktır. Ama nasıl başlangıçta, sosyalizme ulaşmak için eyleme girince işlerin hiç de kolay olmadığını; araya yepyeni sorunlar görevler girdiğini – ki proletarya ile kaynaşmak ve proletarya partisi yaratmak da bu sorun ve görevlerden biri idi – gördüysek, şimdi bu çok daha mütevazı görev için, eyleme girince yepyeni sorun ve görevler önümüze dikilecektir. Ve bu sorunlar tam on yılımızı alacaktır. * Tabii Filistin'e giden veya gitmeyen devrimci arkadaşlarımızın çoğu bu görüşlere varmadı. Gerilla anlayışına takılıp kaldılar ve o anlayış çerçevesinde bir evrim geçirdiler. Örnek olarak THKO zikredilebilir. Dönerken Sovyetler'in revizyonist olmadığı sonucuna ulaşmış bulunuyorduk. Ama bu sonuçtan, "Kapitalist Olmayan Yol"un doğru olduğu gibi bir sonuca da ulaşmıyorduk. Çünkü bize göre, devrimi ancak proletarya, köylülüğü yanına alarak başarabilirdi. Dolayısıyla da şöyle düşünüyorduk: daha önceden sandığımız gibi, Sovyetler'in "Kapitalist Olmayan Yol" diye bir tezi yoktur, olsa olsa bunu Kongo gibi geri ülkeler için öneriyor olabilirler. Bu noktada şöyle bir adım daha atıyor ve şöyle bir sonuca da ulaşıyorduk: devrimin nasıl yapılacağı konusunda önceden görüş belirlemek saçmadır. Ne Marks, ne Engels, ne de Lenin'de devrimin nasıl bir yol izlemesi gerektiğine dair bir tek satır göremeyiz. Bu skolastik bir anlayıştır. Esas sorun devrimin hangi sınıf güçleriyle, hangi sınıflara karşı, hangi tarihsel görevleri ele alarak yapılacağıdır. Bu sorunlar belirlendikten sonra, hangi mücadele biçiminin uygulanacağına mücadelenin akışı içinde parti karar verebilir... Yani artık kategorik olarak, devrim şu ya da bu yoldan olabilir demeyi reddediyor, yanlış buluyorduk. Dolayısıyla Marksizm’e uygun olarak da, Sovyetler'in şu veya bu yolu önermediğini düşünüyorduk.

290


Bu görüşümüzde bu gün de bir değişme yoktur. Önceden yaptığımız gibi, mücadele biçimlerine takılmak bizi devrimin temel sorunlarından uzaklaştırır. Bu sorun, mücadelenin akışı içinde somut koşullara göre ele alınabilecek taktik, ikincil bir sorundur. IV. Enternasyonal'in 1978'deki kongresine sunulmak üzere E. Mandel'in taslak metnindeki şu önermeler doğrudur ve “Fidelist Akım” kadar, Türkiye'deki devrimcilerin de evrimlerini açıklar. Metinde “Fidelist akım” üzerine şunlar yazılıyor: "Tarihsel olarak, şimdi Latin Amerika devrimci hareketinde Fidelist akımın doğuşunu, populizmden ilk, kısmi kopuş olarak değerlendirmek mümkün olmakta. 1960'ların ilk yıllarında Fidelist Akım Stalino-Populist "iki aşamalı" Latin Amerika devrim modelinden koptu ve özel olarak 2. Havana Deklarasyonu ve Che'nin yazılarında görüldüğü haliyle, doğru olarak, Latin Amerika devriminin demokratik ve sosyalist görevlerinin iç içeliğini gördü. Böylelikle, Fidelist akım, "milli burjuvazinin emperyalizme ve oligarşiye karşı tarihsel bloku" Stalinist-Populist kavramına güçlü ama belirleyici olmayan bir darbe indirmiş oldu. "Fakat Fidelist Hareket / Akım gitgide artan bir şekilde bilahlı mücadele, mücadelenin biçimine / sorunlarına takılıp öncelik verdikçe, sınıf mevzilenişi ve devrimci güçlerin sınıf içeriği sorunlarından uzaklaştı; sonuçta kapıdan kovduğunu bacadan içeri almış oldu: populist örgütlenmelerin (halk ordusu, halk partileri) mümkünlüğü, proletaryanın özgül ihtiyaçları ve sorunlarından kopuk olarak ve burjuva ordusu da içinde olmak üzere burjuvazinin "ilerici kesimleri" ile dönemsel ittifak stratejisine bağımlı biçimde ele alındı." (S.D.) İşte, biz, devrimin görevleri, sınıf mevzilenmeleri gibi temel sorunları, önceden belirlenmiş şu veya bu mücadele biçimine bağlı olarak ele almayı kategorik olarak reddederek THKO, THKP-C ya da Fidelizm gibi akımların ya da merkezciliğin çıkmazından kurtulmuş oluyorduk. Ve bu kurtuluş, aynı zamanda, devrimci harekete egemen olan THKP-C, THKO gibi hareketlerin problematiğinden kopuş anlamına geldiğinden, bu hareketlerin militanlarıyla tartışmada ortak bir dil bulmak olanaksız hale geldi. Örneğin, Sovyetlerin revizyonist olmadığını söylediğimizde, bize hemen eski anlayışla Sovyetleri revizyonist görmemek = Kapitalist olmayan yolu öngörmek = Cuntacılık = "işçi sınıfının objektif şartları yoktur" şeklinde düşünüyoruz diye değerlendirilip – cuntacı olarak damgalanıyorduk. Fakat aksine, işçi sınıfının öncülüğünü, devrimin işçi köylü ittifakıyla yapılabileceğini savunduğumuzu görünce, bu sefer de – yine aynı mücadele biçimi kabuğu içinde – "Sovyetik Ayaklanmacı" olarak damgalıyorlardı. Biz bu anlayışı kategorik olarak reddettiğimizi istediğimiz kadar söyleyelim, karşı tarafın yargısı o reddettiğimiz kategorilerin dışına çıkmadığından, sonuç değişmiyordu ve her tartışma taraflar için bambaşka anlam taşıyordu. Sözü edilen anlam ayrılığını biraz açalım. 1970 Haziranında bizler üzerinde derin izler bırakan işçi olayları olmuştu. Biz bu olaylardan, devrimin ancak proletaryanın özgücüyle yapılabileceği; bu muazzam direnişin bir proletarya partisi önderliğinin yokluğu yüzünden ileri gidemediği ve bunun için de sosyalistlerin işçilerle kaynaşması ve bir proletarya partisi yaratması gerektiği sonucunu çıkarıyor; daha doğrusu önceden ulaştığımız bu sonuçların, 1516 Haziran olaylarıyla doğruluğunun kanıtlandığını görüyorduk. Yani 15 – 16 Haziren 291


olaylarından çıkardığımız sonuçlar, mücadele biçimlerine ilişkin değil; devrimde sınıfların mevzilenişi ve işçi sınıfının sübjektif koşullarının gelişim düzeyinin ortaya koyduğu görevlere ilişkindi. Buna karşılık "Halk Savaşı"nı savunan arkadaşlar, aynı olaylardan, mücadele biçimi perspektifi içinde bambaşka sonuçlar çıkarıyorlardı. Bunlara göre, 15-16 Haziran olayları, Emperyalizmin şehirlere egemen olduğu; tek doğru yolun kırlardan şehirlerin kuşatılmasından geçtiği şeklindeki formüllerini doğruluyordu. Biz "sovyetik ayaklanma" gibi bir görüşü savunmadığımız halde, bize "sovyetik ayaklanma" yolunun yanlışlığının kanıtlandığını söyleyerek karşı çıkıyorlardı. Yani tam bir sağırlar diyalogu. Biz ise, onların çıkardıkları sonuçları, devrimde sınıfların mevzilenmesi bakımından değerlendiriyor ve onların işçi sınıfının devrimin öz gücü olduğunu reddettiklerini söylüyorduk. Bu dönemin belirleyici tartışması proletaryanın öz veya temel güç mü, öncü güç mü olacağı noktasında yoğunlaşmıştı. "Halk Savaşı"nı savunanlar, işçi sınıfının öncü, köylülüğün temel güç olduğunu söylüyorlardı. İşçi sınıfının öncülüğü de "ideolojik öncülük" anlaşılıyor ve fiilen koskoca proletarya sınıf mevzilenmesinin dışına çıkarılıyordu. Proletarya devrimin bir nesnesi olarak görülüyordu. Buna karşılık biz, öncü Parti olabilir, temel güç işçi sınıfındır, köylülük yedek güçtür diyorduk. Ama "halk savaşı"nı savunanlara göre tüm bu uslamlamalar, şu veya bu mücadele biçimine teorik dayanak bulma çabası olduğundan, "İşçi sınıfı temel, köylülük yedek güçtür" demek, "Sovyetik Ayaklanma"yı savunmak anlamına geliyordu. THKP-C'nin teorik temelleri de bu tartışmalar içinde şekillenmiştir. THKP-C'nin ve ondan kaynaklanan hareketlerin sonraki evrimleri hep bu problematiğin sınırları içindedir; mücadele biçimleri kabuğunu kırıp aşamamıştır. * Biz görev olarak önümüze proletarya partisinin yaratılması ve işçi sınıfıyla kaynaşmayı koyunca, tüm pratik faaliyetimizin eksenini bu görevler oluşturuyordu. Biçim olarak aynı olsa bile faaliyetimizin içeriği değişmişti. Örneğin önceden, dağa çıktığımızda yararlı olacağını düşünerek işçilerle ilişki kurarken, şimdi işçileri eğitmek, siyasi bilinç vermek, işçilerle kaynaşmak amacıyla ilişki kuruyorduk. Ne var ki, ilişki kurduğumuz yapı işçilerinin son derece geri bilinç ve örgütlenme düzeyi, ister istemez çabalarımızın tümünü ekonomik ajitasyon ve örgütlenmeye hasretmeyi gerektiriyor ve ancak böyle davranarak bazı somut başarılara ulaşılabiliyordu. Evet, bu gerekli bir görevdi ama bizde, bu görevin kendisini sosyalist faaliyetin kendisi olarak sanma eğilimi, fazla boy vermese de, egemen oluyordu. Yani bir ekonomizm eğilimi söz konusuydu. Bir eksiklik olduğunu bilsek de, fiilen çalışmalarımızda politik ajitasyon ikincil duruma düşüyordu. Neyse ki bu durum fazla sürmedi. 15-16 Haziran olaylarından sonraki aylar içinde, Hikmet Kıvılcımlı'nın raflarda tozlanan kitapları hızla okunmaya başladı. Peş peşe Oportunizm Nedir, Halk savaşının Planları, Zortlama... gibi kitapları yayınlandı. Ulaştığımız tüm görüşlerin Kıvılcımlı tarafından çok

292


daha mükemmel ve derin bir biçimde ifade edildiğini görünce, zaten kendiliğinden varmış olduğumuz görüşleri benimsedik ve devrimciler arasındaki argoda dendiği gibi "doktorcu" olduk. Kıvılcımlı ne diyordu? Dedikleri kısaca şöyle özetlenebilir: (Metin burada bitiyor.)

Dijitalizasyon Dolayısıyla Sonsöz 1980'lerin başında, Niğde Cezaevi'nde Kıvılcımlı'nın eleştirisine önsöz olarak yazılmaya başlanmış bu metin burada bitiyor. Bu metni bu kadarıyla dışarı çıkarabilmiştik. Zaten gerisini yazmaya da fırsat olmadı. Başka politik gelişmelerle ilgili acil olarak yazılması gerekenler ve Niğde'den aniden toplu halde Malatya E-Tipi Özel Cezaevi'ne sürgün, orada müşahade hücrelerinde geçen 15 aydan sonra tahliye; mevcutlu olarak askere gidiş, firar ve Avrupa'ya çıkış. Bu yazı kendi teorik evrimim üzerinedir ama aynı zamanda bu evrimimin belli bir anını yansıtır. Bu dönem, Troçkist, daha doğrusu ve aslında aynı şey olan klasik Marksist mirası okuma ve öğrenme, bütün bildiklerimi bu yeni ışık altında gözden geçirme dönemimdir. Bir bakıma, teorik bakımdan hayatımın çok verimli bir döneminin sonlarına ait bir yazıdır. Bu vesileyle, bundan sonraki teorik evrimim üzerinde çok kısa bir özet vermeyi deneyeyim. Yuvarlak hesap, 1970 ile 80 arasının "doktorcu" dönemim olduğu söylenebilir. Bütün politik ve teorik faaliyetimde aslında Kıvılcımlı'nın çelişkileri vardır. Bunlar çok açık o dönemde yazdığım yazılarda görülebilir. Kıvılcımlı'nın çelişkisini bir benzetmeyle anlatmayı deneyeyim. Hegel'in sistemi ve metodu arasındaki çelişki gibidir bu. Bir yandan devrimci bir metot, diğer yandan tutucu bir sistem vardır. Devrimci olanlar, yani Marks ve Engels onun metoduna sahiplenmişler, sistemini eleştirmişlerdir. Tutucular ise tersine, sistemine sahiplenip metodunu iğdiş etmişlerdir. Kıvılcımlı'nın da durumu böyledir aşağı yukarı. Tıpkı Hegel'in Mantığının en soyut, en idealist gibi görünen bölümlerinin, Lenin'in de dikkati çektiği üzere, en devrimci bölümler olması gibi; Kıvılcımlı'nın da en devrimci yanı onun Tarih Tezi'nde ortaya çıkar, çağımıza ilişkin politik sorunlarda ise Sovyet görüşlerinin dışına çıkamaz. Bu elbette onların kaba bir tekrarı değildir. Özellikle, yaratıcılığın ve diyalektik düşünüşün büyük önem kazandığı somut taktikler alanında bu tekrar ortaya çıkar. Tıpkı, Felsefe Defterleri ile Nisan Tezleri arasındaki bağ gibi bir bağdır bu. (Ergun Aydınoğlu'nun Kıvılcımlı'nın bu yanını güzel anlatan Albatros yazısını burada zikretmek gerekiyor. Ben ise, daha ziyade, Kıvılcımlı'nın metodolojik katkıları üzerinde yazılar yazdım. Bu anlamda, Ergun Aydınoğlu'nun ve benim Kıvılcımlı hakkında yazdıklarımızın birbirini tamamlayıcı bir niteliği vardır.) Ama işte bu ikisinin arasını resmi Sovyet tezleri doldurur. Kıvılcımlı öyle bir devdi ve bizim gerek Kıvılcımlı ve gerek Marksizm ve sosyalist hareketin tarihi hakkındaki bilgimiz öyle kısıtlıydı ki, bu bizim Kıvılcımlı'nın çelişkilerini görmemizi engelliyordu. 293


Doktorcu olmaktan çıkmam ve Troçkist olmam da bir bakıma, Doktorcu olmama benzer. Doktor'un o dönemde savunduğu görüşlere kendi başıma varmıştım. Öte yandan, birinci elden Çin kaynaklarını vs. okuduktan veya gördükten sonra Kır – şehir paradigmalarını aşabilmiştim. Aynı şekilde, TKP çizgisindekilerin yayınladığı çeviri Sovyet dergilerini okumak ve onlarda hep yaratıcı fikirler arayıp bulamama sonunda bir bakıma Sovyetler'e ilişkin kafamda soru işaretleri oluşmaya başladı. Daha sonra Kıvılcımlı'nın anıları, anıların başında neredeyse, Suriye'de sosyalizm, Bulgaristan'da komünizm görürken, sonuna doğru, bürokrasiden, ve ölümü öncesindeki Troçki gibi Lenin'i Stalin'in öldürmüş olabileceğinden söz etmesi ve nihayet 1930'larda yazdığı Yol'un kısmen yayınlanması, bizi Kıvılcımlı'nın çelişkileri ve Sovyetler'de bir şeylerin yanlış olduğu düşüncesine getiriyordu. Ancak, teorik evrimimiz, bütünüyle başka bir pratik sorundan hareketlendi. Yetmişli yıllarda Türkiye'de dünyanın en güçlü ve hızlı büyüyen faşist hareketlerinden biri vardı. Bu faşistlere karşı mücadelede elimizde Dimitrov'un kitabı ve Üçüncü Enternasyonal'in Birleşik Cephe stratejisinden başka bir şey bulunmuyordu. Fiilen yaptığımız öz savunmanın ise bu teoride zerrece yeri yoktu. Bu sorunla yüzleşmemiz, bizi Üçüncü Enternasyonal'in tarihi ve niye dağıtıldığı, bu da Ekim devriminden sonra olanlar konusunu gündeme getiriyordu. Bütün bu sorunlarda, yeni görüşlere ulaştığımızı düşünüyorduk. Bu haliyle görüşlerimiz Vatan Partisi ile Sosyalist Vatan Partisi'nin bölündüğü Kongre'ye sunulan "Komisyon Raporu" ve sonra hemen hemen bütün yazılarını adeta bizim cezaevinden yazdığımız Sosyalist gazetelerinde görülebilir. Fakat bir süre sonra, yeni bulduğumuzu sandığımız görüşlerin, yıllarca "Troçkist" denenler tarafından savunulduğunu, Troçki'nin birbirinden ayrılmaz üç olayı, geri bir ülkede sosyalist devrim, Sovyetler'in yozlaşması ve faşizmin zaferini, açıklayan tek Marksist ve tutarlı teoriyi ortaya koyduğunu ve bütün gelişmeleri ve dolayısıyla kendisinin ve Marksizm'in kaderini adeta öngördüğünü görünce, Troçkist geleneğin, klasik Marksizm'in tek tutarlı ve yaratıcı savunusu olduğunu anladıkça bana "Troçkist" denmesinde bir mahzur görmedim ve bu geleneğe katıldım. Elbette ilk dönemde, Kıvılcımlı'yı özellikle politik tavır alışları bakımından eleştirmek benim için çok önemliydi ve bu yazı da zaten böyle bir çalışmaya önsöz olarak düşünülmüştü. Ama hiç bir zaman, Kıvılcımlı'nın, yönteminden şüpheye düşmediğimi, aksine Troçkist gelenekle Kıvılcımlı'nın birbirini bilmeden tamamladığını o zaman da düşündüğümü belirtmeliyim. Aslında, Kıvılcımlı yaşasaydı, onun yapabileceği veya yapmak zorunda kalacağı kendi çelişkisini çözmeyi aradan on yıl gecikmeyle yapmaktı yaptığım. Kıvılcımlı'nın anıları, bu çelişkiyle yüzleşmenin eşiğine geldiğini çok açık olarak gösterir. Bizim on yılımız bir bakıma Kıvılcımlı'yı anlama ve öğrenme çabasıyla geçti, onun anladığımız an, onun çelişkileriyle karşılaştık ve onu devrimci özünü olarak aştık. Diğer doktorcuların hepsi onun sistemine takıldılar. Bir kısmı ise, onu iyice bir tarikat pirine dönüştürdü. Bizim yaptığımız, Genç Hegelciler içinde Marks ve Engels'in yaptıklarına benzer, onun devrimci özünü alıp geliştirmek. Ve nasıl Marks ve Engels, Hegel'e olan borçlarını her

294


zaman şükranla anmışlar ve onu cüceler karşısında savunmuşlarsa bizim de Kıvılcımlı'ya karşı yaklaşımımız öyle olmuştur. Malatya'da okuma ve tartışma olanakları adeta yoktu. Dolayısıyla o dönem ölü bir dönem sayılabilir. Çıkınca tek yol Avrupa'ya çıkmaktı. İki yıl askerlik, birkaç yıl sürgün cezalarım vardı ve ayrıca Kenan Evren'e ve bir gardiyana hakaretten iki davam devam ediyordu. Ama en önemlisi, dünya sosyalist hareketini birinci el kaynaklardan öğrenmek büyük önem taşıyordu. Bizler hep Taşralı ve Türkiye'li olmuştuk. Ekim Devrimi sonrasının mücadeleleri hakkında, bunların dersleri hakkında hiç bir şey bilmiyorduk. Ulusal dar görüşlülük belirliyordu dünyamızı. Özellikle Marks, Engels, Lenin, Lüksemburg'lar döneminin enternasyonalist, kozmopolit (milliyetçiler bunu bir hakaret olarak anlarlar, Mark ve Engels ise Kozmopolit olmayla övünürlerdi) geleneğini sürdüren Dördüncü Enternasyonal (ki tek Enternasyonal'in bu olması da bir rastlantı değildi) geleneği ile tanıştıkça, bunun bilincine daha fazla varıyorduk. Bu nedenle, Avrupa'ya çıkıp, uluslar arası standartlarla karşılaşmak, onları tanımak, bilmek de büyük bir önem taşıyordu. Eh Fransa hep devrimin ülkesi olmamış mıydı? Çıkınca da Fransa'yı seçtik. Yine o taşralılığımız nedeniyle bilmiyorduk ki, Fransa artık dünya gericiliğinin ideolojik kalesi olmuştu. Bundan sonraki on yıl da, 1990'lara kadar Troçkist olduğum dönemdir diyebilirim. Bu dönemde, bulunduğum ülkelerde, o ülkelerin politikasıyla, daha ziyade Avrupa çapındaki politikalarla ilgili olarak ırkçı baskıya karşı, siyahlar (veya göçmenler) hareketi içinde sosyalist ve işçi bir kanatın oluşması, bunun teorik, programatik, stratejik temelleri gibi sorunlar politik faaliyetimin merkezinde oldu. Tabii dil gibi müthiş bir engel vardı ve bu nedenle hiç bir zaman yeterince etkili olduğumu ve alınabilecekleri yeterince alabildiğimi söyleyemem. Ama buna rağmen, nasıl önceden hep ayrıksı bir “Doktorcu” idiysem, ayrıksı bir “Troçkist” oldum. Özellikle ilgi alanımın merkezinde, "Yeni Sosyal Hareketler" denen hareketlerin, yani siyah, kadın, ekoloji, barış hareketlerinin literatürü vardı ve bu hareketlerin niye var olduğu başlıca teorik sorunum oldu. Bunların varlığını açıklayan iç tutarlılığı olan bir teori, hem de Marksizm'in niye bu hareketler karşısında kör kaldığını da açıklamalıydı. Tabii bu hareketler ayrıca, iyimser tarih anlayışıyla da bir yüzleşmeyi gerektiriyordu. Bu noktada Frankfurt Okulu ile karşılaşmam, Kıvılcımlı ve Troçki'den sonra teorik evrimimdeki üçüncü büyük olaydır. Bu üç geleneğin, birbirinden habersizce birbirini tamamladığını görmemek elde değildir. Bir bakıma, Fransız sosyalizmi, İngiliz Ekonomi Politiği, Alman Felsefesi gibi, geleceğin Marksizm'inin üç kaynağı bulunmaktadır bu geleneklerde. Bunlara yeni sosyal hareketlerin katkıları da eklenebilir. Onlar da sanki, bu teorik inşanın diğer yanlarını yapmıştırlar. Kendime, bütün bu farklı teorileri, bir tek "birleşik alanlar kuramı" gibi bir bütünsel sistem içinde toparlama, onların birbirini tamamladığını gösterme gibi devasa bir teorik görev koydum. Ama bu muazzam görevi yapabilecek, kültürel arka planım yok. Bir kaç dile iyice egemen olmadan böyle bir görevin altından kalkılamaz. Öte yandan bu yönde motive edici bir entelektüel ortam, teorik tartışmalar ve toplumsal bir hareket de yok. Ve nihayet böyle devasa 295


bir görevi yapacak zamanım ve gücüm de yok. Artık yaşlıyım. Bu nedenle, bir panik duygusu içinde, ölmeden önce, giderayak, ulaştığım sonuçları, ilerde bu konuda çalışanlara bir ip ucu, bir ilham vermek için alel acele yazmak, mezara götürmemek kaygısı belirler yazılarımı. Hiç bir zaman başaramayacağım o birleşik teoriyle ilgili olarak sadece sadece diyeceğim, "Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi" kavramının bu bütünlüğün köşe taşıdı olduğudur. Bu gerçek tarihsel hareketin incelenmesi hem bu teorik katkıların senteziyle mümkün olabilir hem de bizzat bunların birbirini tamamladığını gösterebilir. Tutarlı Marksist teoriler, sadece olayları değil aynı zamanda daima kendilerini, doğuşlarını ve kaderlerini de açıklayıcıdırlar. Yine yuvarlak hesap, on yıl, 80 – 90 arası, "Troçkist" dönemimdir diyebilirim. 90'lı yılların başından beri ise, kendimi Troçkist olarak tanımlamıyorum. Troçki'nin görüşlerinin yanlış olduğunu düşündüğümden değil. Aksine, Troçki'nin teorik katkısı olmadan, Troçkist geleneğin teorik katkıları bilinmeden yirminci yüzyılın tarihinin anlaşılamayacağını, dolayısıyla yaşadığımız anın anlaşılamayacağını düşünüyorum. Bu geleneğin, toplumsal hareketlerin deneylerinin sistemleştirilmesi; eleştirel ve devrimci Marksizm'in geleneğinin yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılması bakımından paha biçilmez bir görev gördüğü kanısındayım. Ama Troçki'nin tartıştığı sorunlarla bu günün sosyalistlerinin kendilerini tanımlayamayacağını düşünüyorum. Geleceğin sosyalisti için, Troçki'nin, Sürekli devrim veya Bürokrasi veya Sovyetler'deki karşı devrim konusundaki görüşleri kendiliğinden kabul görecektir. Ama bununla kendini tanımlamayacaktır. Örneğin Tek Ülkede Sosyalizm olmadığını ve olamayacağını tarih acı biçimde kanıtladı. Artık bu önermeyi kabul etmenin bir anlamı olmayacaktır. Halbuki, bir zamanlar ve o zamanın ürünü hala yaşayan bazı sosyalistler için, bu problem hayati önemdeydi ve buna verilen cevaplar belirliyordu tüm politik duruşları. Bu anlamda ne "doktorcu" ne "troçkist" ne de başka bir şeyim. Teorik ve politik faaliyetimin ekseninde, gelecek kuşaklara sosyalizm için bazı gelenekleri aktarma ve bir örnek oluşturma çabasından başka bir şey yok diyebilirim. Son on yılda özellikle birbiriyle son derece bağlı ve aynı zamanda Kıvılcımlı, Troçki, Frankfurt Okulu ve Yeni Sosyal Hareketler'in teorik katkılarıyla da uyumlu bazı programatik ve stratejik bakımdan önemli yeni görüşler geliştirmiş bulunuyorum. Birincisi, umutsuzluktan hareket etme gereği. Bütün veriler, insanlığın yaşamayacağı yönünde. Sadece şimdiki değil, bütün tarih de bu yönde kanıtlarla dolu. Bu durumda sosyalizm için mücadele, küçük bir olasılık uğruna adeta umutsuz bir mücadeledir. Sosyalistlerin hareket noktası bu olmalıdır. Ama tarih bir çok olasılıklardan biri olduğu için, hiç bir şeyin garantisi olmadığı için, tam da o küçük olasılık nedeniyle bir umut vardır. Aslında, son astronomi ve biyoloji tarihi verileri, insanın bizzat bu varoluşunun küçük bir olasılık olduğunu kanıtlıyor. Dinazorları yok eden göktaşı olmasaydı (ki benzeri bir kaç tane var canlıların evriminde) bu gün insanlık olmayacaktı. “İnsan bir tesadüf”tür. Eski kuşak sosyalistler eski alışkanlıklarıyla, hep umuda övgü düzmekle meşguller. Geleceğin sosyalistinin hareket noktası ancak umutsuzluk olabilir. O tam da umutsuz durum nedeniyle mücadele edecektir. Farkına varılmayan, bu yaklaşımın, nasıl radikal ve devrimci bir potansiyel taşıdığı, her türlü çürük uzlaşmayı ve geri dönüşü adeta olanaksız kıldığıdır. 296


Bir diğer görüş, insanlığın bu gün bir Apartheit rejimi altında yaşadığı, faşizmin bir tehlike değil gerçek olduğu. Sadece beyaz adamın bakışı ve Ulusları normal kabul edip onun dışında başka bir varoluşu düşünme yeteneği yitirildiği için bunun görülemediği. Dolayısıyla ulusçuluğun, en toleranslı, esnek biçimleriyle bile ırkçılığın aracı olduğu. Tabii buna bağlı olarak, seksenli yıllarda Gellner, Hobsbawm, Anderson gibi araştırmacılarla temelleri atılmış ulus teorisine dayanarak, bundan çıkardığım programatik sonuç. Geleceğin sosyalist hareketi ancak bu sonuca dayanarak programını koyabilir: ulusal olanla politik olanın bağını koparmak. Bu masum cümlenin anlamı ve devrimci, uzlaşmaz niteliği çoğu kez anlaşılmıyor. Bu aynı zamanda, yeryüzü ölçüsündeki Apartheit'e de bir cevaptır. Keza, dünya tarihsel yenilginin sonuçları, yeryüzü ölçüsündeki işçi sınıfının bölünmüşlüğü ile birleşince, çeşitli ülkelerde devrimci kabarışlarda işçi sınıfının izleyeceği yol ve oynayacağı rolün niteliği değişiyor. Burada, Troçki'nin teorisine anıştırma olarak ifade ettiğim, "Süreksiz Devrim" diye isim verdiğim teori gündeme geliyor. Yani, burjuvazinin korkaklığı ve devrimin dinamikleri işçi sınıfını iktidara getirebilir. Ama işçi sınıfı, ya bir ölüm parendesi atmak, yani ulusal olanla politik olanın bağını koparmak, bütün uluslardan insanlara ulusal devletleri yıkma çağrısı yapmak zorundadır ya da kendini demokratik görevlerle sınırlamak. Yani kapitalizm için ideal şartlar. Hatta işçi iktidarı altında kapitalizm denebilir buna. Bir zamanlar İsveç ve Avustralya'da olduğu, Pavrus Efendi'nin öngördüğü türden. Muhtemelen Türkiye'deki gelişme de böyle olacak. Bu ise Türkiye'nin bölgesel bir alt güç olması, Osmanlı, Bizans uygarlık bölgesinin tekrar toparlanması, Fatih'in yaptığının kapitalizm şartlarında yapılması demektir. Yani demokrasi mücadelesini desteklemek, artık sosyalizme değil, en azından Türkiye gibi ülkelerde, bir alt emperyalist, gelişmiş, beyazlar arasına katılmış bir ülkeye hizmet etmek demektir. O halde ne yapmak gerekir? Böyle diye demokrasi mücadelesi desteklenmeyecek mi? Bizim buna cevabımız, destekleyeceğiz, ama yaptığımızın buna hizmet edeceğini de söyleyeceğiz ve insanları bir adım daha atmaya çağıracağızdır. Son bir iki yıllık politik faaliyetimin özü de bunu çeşitli biçimlerde tekrar tekrar anlatmaktan ibarettir. Gelecek kuşaklara bu politikanın uygulanabilir tek sosyalist politika olduğunu göstermek ve en azından bir deney sunmaktır. Böylece, bu yirmi yıl önce yazılmış yazıyı bilgisayara geçirdiğimizde, arada geçen yirmi yılda görüşlerimizin evrimi hakkında özetin özeti bir bilgi vermiş oluyoruz. Yazının başında da değinildiği gibi, bu teorik evrimimiz, bir binayı yıkıp yerine başka bir bina yapmamaktadır, bu bir tepeye tırmanmaya benzemektedir. Hareket noktamız hep aynı: yeryüzünden sömürü ve eşitsizliği yok etmek. Çalışan ve hep altta aşağılanmış kalan insanların, tüm toplumu sırtında taşıyanların kaderlerini ellerine alması, bunun ne egemen sınıfların ne de kar ve pazarın egemenliğinde olmaması. Hep sorun bunun nasıl başarılacağında. Bu mücadeleye ilk başladığımızda geometrik diziyle büyüyüp bir kaç yılda başaracağımızı sanıyorduk, şimdi ise çok uzak bir gelecekte küçük bir olasılıktan başka bir şey değil. Ama o ilk gençlik günlerimden daha az heyecanlı olduğumu söyleyemem. 04 Nisan 2001 Çarşamba 297


"Kürt Sorunu" Üzerine Yazılar Derlemesi İçin Yarım Kalmış Önsöz Çocukluğumdan beri Kürtlerden söz edildiğini duymuştum. Onların Türkiye'nin doğusunda yaşadıkları; çok cesur, yiğit oldukları; namuslarına çok düşkün ve keskin nişancı oldukları; kan davası güttüklerine dair bir imge vardı kafamda. Dolayısıyla Kürt de, bu duyumlarla, çevremizde her zaman gördüğümüz; komşumuz, arkadaşımız olan Çerkez, Arnavut, Pomak, Boşnak, Çepni, Tahtacı, Giritli, Adalı, Tatar gibi bir anlam ve içeriğe sahipti. Bu kökenlerden hiç bir arkadaşımın, ayrı bir ulustan olduğunu iddia ettiğini görmemiştim. Aksine bu arkadaşlarım benden çok daha Türk ve Türk milliyetçisi idiler. Ben milliyeti hiç önemli görmeyen; kendini insan, yeryüzünü vatanı gören bir çocuksu denebilecek bir insancıl eğilim taşırken, bu arkadaşlarımın çoğu hem bir yandan Pomak, Çerkez vs. olmalarıyla övünen hem de Türk olmaktan çok gurur duyan insanlardı. Dolayısıyla Kürdün de böyle bir şey olduğunu; nasıl Çerkez'lerin misafirperverliği; gençlerde kaçgöç olmaması; kendi aralarında konuştukları kendi dilleri varsa; Kürtlerin de farklı özellikleri olduğunu düşünüyordum. Hatta bu konuda özel bir fikrim olduğunu söylemem bile zor; bu konuyu düşündüğümü bile hatırlamıyorum. Benim için kendiliğinden öyleydi. Kaldı ki, o zamanlar birçok insan için, Türk, Çerkez, Kürt vs. olmanın bir anlamı da yoktu. Birçok kereler, "sen nesin?" diye sorulduğunda, insanların "Müslüman’ım" diye cevaplarını duymuştum. Böyle durumlarda, aslında önemini ve anlamını yıllar sonra anlayacağım bu cevaplar karşısında "adam dini ile milliyetini karıştırıyor; hala Türk olduğunu bilmiyor" diye düşündüğümü bile hatırlıyorum. Gerçi bana da ne olduğum sorulsa, ben de "İnsanım" derdim ve diyordum. Ama bu cevap, bilinçli bir seçimdi bana göre; ben bu dünyaya gelirken nasıl cinsimi, dinimi seçmedimse, milliyetimi de seçmemiştim. Bu cevabımla, bunların benim için bir önemi olmadığını belirttiğimi düşünüyordum. O zamanki anlayışıma göre, "Müslüman’ım" diyen için böyle bilinçli bir seçim ve ret değildi; söz konusu olan bilgisizlikti. Bilgisizlik bile olsa, bu cevabın sosyolojik anlamı ve önemi üzerine ise ancak uzun yıllar sonra kafa patlatmaya başlayacaktım. * Kürt Sorunu ile ilk karşılaşmam, Balıkesir Lisesi ikinci sınıftayken, Askerlik dersi öğretmenliği yapan havacı subayın ders saatleri dışında verdiği ve biz öğrencilerin zorla götürüldüğü konferanslardan birinde oldu. Bu subay Amerika'da yaptığı eğitimden yeni gelmişti ve bu konferanslarda, NATO'nun savunma sistemleri hakkında (SACUR, Nike Ajax, Nike Herküles, Alaska'da sürekli uçan B 52'ler, "zarfın içindeki hedef" gibi sözler kalmış aklımda) "genç Atatürkçü kuşakları eğitiyor"du.

298


Yine bu konferanslardan birinde, Kürt'lerin dağ Türkü olduğuna dair teoriyi ilk kez duyduğumu hatırlıyorum. O zamana kadar hiç Kürt kimseyi de tanımadığımdan ve Kürt ve Türk sözcükleri aynı harflerin farklı bileşimlerinden oluşup, ses olarak da birbirine benzediğinden bu teori bana oldukça akla yakın da gelmişti. Kaldı ki, Kürt olmanın Çerkez, Pomak vs. olmaktan farklı olmadığını düşündüğümden; ya da kendiliğinden böyle bir anlayışım olduğundan, Askerlik öğretmeninin konferansında, bunların aynı zamanda Türk olduklarını da öğrenmiş olmak fazla bir şey ifade etmiyordu. Çerkez veya Pomaklar Türk değildi ama çok Türk milliyetçisiydiler. Kürtler de herhalde onlar gibiydi; ek olarak aslen de Türk'tüler. Bu gün olduğu gibi o zamanlar da Türk olmak benim için bir anlam ifade etmediğinden; önemli olan insanlık olduğundan; bunların benim için hiç bir önemi ve anlamı yoktu. Ne var ki, "bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü" gibilerden, Kürtlerin aslında Türk olduğundan söz edilmesine de pek anlam veremediğimi; kafamdan şöyle bir kuşku bulutunun da geçtiğini hatırlar gibiyim. Gerçi o yıllar aynı zamanda Türkiye İşçi Partisi'nin yükseliş yıllarıydı ve ben bir Çetin Altan tiryakisiydim. 27 Mayıs'tan beri Doğu Anadolu'nun geriliği, insanların mağaralarda yaşadığı basında sürekli işlenen konulardı. Fikret Otyam'ın röportajlarını biliyor ve merakla okuyordum, Doğu Mitingleri'ni duyuyordum. Ama o "Doğu Sorunu"nun Kürtlerle bir ilgisi olduğu, ki kafamda "Kürt sorunu" diye bir sorun da yoktu, konusunda en ufak bir fikir sahibi bile değildim. O zamanki idealim büyüyünce, o geriliğini ve yoksulluğunu gazetelerden öğrendiğim Doğu Anadolu'ya gidip, yıllar sonra okuduğum ve çok etkilendiğim Aytmatov'un “Öğretmen Duyşen” hikâyesindeki gibi, oranın en geri, en ücra köşesinde doktor ya da öğretmen olarak çalışmaktı. Bunu birçok yerde gururla söylediğimi ve hatta arkadaşlarım arasında böyle idealleri olan tek kişi olduğumdan zaman zaman alayla karşılandığımı hatırlıyorum. * Şu an, yıllar sonra geriye bakınca, yine bu Askerlik dersi veren subayla ve dolayısıyla "Kürt sorunu" ile dolaylı olarak ilgili, sembolik bir anlamı olduğunu düşündüğüm bir başka olaya değinmek de gerekiyor. O zamanlar, hemen hemen bütün okullarda askerlik dersleri subaylara verdirilirdi. Onlar da, asker bir milletin Atatürkçü aydın nesillerini asker disipliniyle eğitmek için, kışlada bütün öğrendiklerini o genç insanlar üzerinde uygulamaya kalkarlardı. Bu uygulamanın ilk adımı da, Askerlik öğretmeni derse girerken, sınıf mümessilinin kapıda gırtlağını patlatırcasına bir "Dikkat" çekmesi, içeri giren öğretmenin dinamik ve gür bir sesle "merhaba arkadaşlar" demesi ve öğrencilerin hazırol durumunda, yine gırtlaklarını yırtarcasına bir "sağol" çekmeleriydi. Hocanın meşrebine göre, buna bazen bir de "nasılsınız" sorusu ve ikinci bir "sağol" cevabı da eklenebilirdi. Elbette o askerlik hocalarının istediği türden, onların çok sevdikleri sözlerle "çakı gibi", bir dikkat, hazırol ya da sağol olmazdı bu. Ama onlar da nihayet henüz çocuk

299


yaşta ki bu başıbozuk sivillerden bir askerin standartlarını tutturmalarını beklemezler ve oyun bir problem olmadan böylece sürer giderdi. Aslında genellikle öğrenciler de bu oyunda kendilerine düşeni yapabilmek için ellerinden geleni esirgemezlerdi. Zaten doğdukları günden beri, dünyanın en zeki, en savaşkan, en cesur milletinin bir üyesi olduğu bilinciyle büyütülen genellikle orta sınıfların çocuklarından olan bu öğrenciler de uluslarına layık bir fert olduklarını kanıtlamak için seve seve kendilerinden istenenleri yaparlardı. İşte yine bu askerlik derslerinden birinde, bu Amerika'da eğitilmiş havacı subay, lisenin son sınıflarından birinde derse girerken, mümessil onun istediği kadar sert ve gür bir "dikkat" çekmemiş; sınıftakilerden bir kaçı da, hazırollarında yeterince dik durmamış diye sınıfa defalarca dikkat ve sağol çektirmiş ve artan direnişi kırmak için bir kaç öğrenciye tekme tokat girişmiş. Bunun üzerine sınıftaki bütün öğrenciler, haksızlığa uğrayan arkadaşlarıyla dayanışmak üzere ayağa kalkmamış. Bu nedenle de sınıf toplu halde disiplin kuruluna verilmişti. Diğer sınıflarda da o sınıfla dayanışma için benzer tavırlar görülmeye başladığı ve disiplin kuruluna verilen öğrencilerin çoğu şehrin yüksek memurlarının ve eşrafının çocukları olduğundan bir süre sonra Askerlik hocası değişmiş, artık sağlığı nedeniyle uçamayan ve hayatın sillesini yiyen herkes gibi, nispeten daha esnek, hatta askerliğin birçok özelliğiyle inceden alay eden bir havacı subay derslere gelmeye başlamıştı. Bugünkü Türkiye'yi anlamak için Genelkurmay ve Özel Harp Dairesi yerine bu Askerlik Öğretmeni subay; O gittikten sonra yerine gelen daha esnek subay yerine susurluğu ortaya çıkaran ve nispeten reformist çözümlere yatkın olan güçler; öğrenciler yerine emekçi halk; öğrencilerin velileri yerine Türkiye'nin egemen sınıfları koyulabilir. Bugün bunlara ek olarak, o zamanlar sahnede bulunmayan yeni bir unsur var. Sınıfın kapısında, içeri girebilmek için bekleyen Kürtler. Bu güçlerin o minyatür olaydaki tavır ve konumları ile bugünkü tavır ve konumlarını karşılaştırarak bugünkü Türkiye'nin geleceği hakkında bir fikir edinilebilir. Emekçi halk (öğrenciler) direnirse, rahatsızlığını Boyner, Sabancı gibilerle zaten çoktan ifade etmiş burjuvazi (veliler) onları destekleyebilir ve bugünkü Özel Harp Dairesi (Amerika'da eğitim görmüş Prusyalı Kemalist askerlik hocası) yerine daha esnek bir politikanın izleyicileri (sonra gelen askerlik hocası) öne geçebilir. Ne var ki, bu güçler artık farklı refleksler gösteriyorlar. Özellikle kapıda bekleyen Kürtler ve sosyalizm idealinin diskredite olması nedeniyle bu güçlerin konum ve tavırları değiştiği için, Askerlik hocası artık bütün şehre egemen olmuş durumda. Sınıftaki öğrenciler kendilerinden isteneni şevkle yapıyorlar; Kapı'nın önünde bekleyen Kürdün korkusundan, daha dik durup daha gırtlaklarını parçalarcasına hazırol çekiyorlar ve velileri de seslerini çıkarmıyor. O zamanlar dünyada başka rüzgârlar esiyordu. İnsanlar, özellikle de genç kuşaklar, her şeyi sorgulama eğilimi gösteriyordu, başka bir dünya özlemi ve var olanın katlanılmazlığı duygusu egemendi. Bugün ise hem bu başka bir dünya özlemi ve bugün aslında çok daha katlanılmaz olan durumun katlanılmazlığı duygusu yitirilmiş bulunuyor; durumu katlanılmaz olarak algılayabilenler sadece sınıfın dışında bekleyen Kürtler. Eşit haklı bir partner olarak kabul 300


gördükleri an, onlar için de durumun katlanılmazlığı duygusunun yok olacağı da çok açık. Bu günkü dünyada başka türlü olması da beklenemez zaten. * Özel olarak "Kürt Sorunu"yla değil ama genel olarak “ulusal sorunla” dolaylı olarak ilk karşılaşmam, yine Balıkesir Lisesi'ne, bir yıl sonra, son sınıfta oldu. O zamanlar Kompozisyon derslerinde genellikle bir atasözü konu olarak verilir ve bunu açıklamamız istenirdi. Yine bu derslerden birinde, Edebiyat ve Kompozisyon öğretmeni "Ana dilinizi niçin seversiniz?" diye bir konu vermişti. Ben de, bu sorunun yanlış olduğunu; benim ana dilimi sevdiğimi var saydığını; insanları ana dillerini sevmek zorundaymış gibi kabul ettiğini; ana dilimi sevmek zorunda olmadığımı ve sevmediğimi; Farsça ve Fransızcanın kulağıma çok hoş geldiğini; dolayısıyla bu dilleri sevdiğimi yazmıştım. Aslında Farsça ve Fransızcayı da özel olarak sevdiğim yoktu, sadece bazen radyoyu karıştırırken dinlediğimde, bu dillerin melodisi akustik olarak hoşuma gidiyordu; Türkçe'yi de sevip sevmeme diye bir derdim de yoktu, hatta sevdiğimi bile söyleyebilirdim edebiyata meraklı bir insan olarak; sevmediğimi yazarak; sorunun kendisini kendi örneğimde çürütmek istiyor; yani "işte ben sevmiyorum ve sorunuzun yanlışlığının kanıtıyım" demiş oluyordum. Amacım sorunun zorlayıcılığına duyduğum tepkiyi dile getirmekti. Benim için önemli olan metodolojik yanlıştı, mantık yanlışıydı; önem vermediğim ise ana dilim ya da herhangi bir başka dildi. Bunun benim için hiç bir önemi olmadığından kolaylıkla sevmiyorum ya da seviyorum diyebiliyordum. Dolayısıyla ulusal sorunla bu ilk karşılaşmam, doğrudan doğruya ulusal sorunla bir karşılaşma değildi; metodolojik bir sorunla karşılaşmaydı benim için, rastlantısal olarak problem ana dil konusunda çıkmıştı. Eğer soru aynı mantık yanlışıyla, renkler, kokular, milliyet, din vs. konularından birinde sorulsaydı cevabım yine aynı olurdu. Bana "Türklüğünüzle niçin gurur duyuyorsunuz" diye sorulsaydı. "Türklüğümle gurur duymuyorum, ondan utanıyorum" da derdim kolaylıkla. Ya da "Ana dilinizi niçin sevmiyorsunuz" diye sorulsaydı, "anadilimi çok seviyorum" da derdim. Benim için dilin, milliyetin, dinin vs. hiç bir önemi yoktu, önemli olan sadece mantık ve metottu. Ben cebirsel formül doğru mu diye bakıyordum. Diğerleri ise, o formülde harflerin yerine koyulan değerlere önem veriyorlardı; neticeye bakıyorlardı; benim için önemli olan “gidiş yolu”ydu; diğerleri için ise sonuç; onlara göre yanlış bir yoldan da; bir yığın hesap hatasıyla “doğru” bir sonuca ulaştıysanız sorun yoktu. Ben bunu kabul edemiyordum. Bu çizgimin bu güne kadar değişmeden sürdüğünü söyleyebilirim. Bir tarihte, Zülfü Livaneli ile bir röportaj okumuştum, orada Livaneli, "insan hep aynı türküyü söylüyor" diyordu. Bunun doğru bir yanı var. Aslında daha sonra bütün yazılarım ve yaptıklarım bu kompozisyon dersinde yazdıklarımın değişik tekrarlarından başka bir şey değil galiba. Ben iyi bir not ve takdir beklerken, birden bire bu Kompozisyon nedeniyle okuldan atılmak üzere disiplin kuruluna verileceğimi duydum. Atılmamamı, o gün tesadüfen yatılı okulun son taksitini ödemeye gelmiş olan babama, baş muavinin - ki o da bir edebiyat öğretmeniydi ve

301


açığa vurmadığı solcu eğilimleri olduğunu sanıyorum- benim okuldan atılacağımı, sabahleyin erkenden gelirse, disiplin kurulundan önce bana tasdiknamemi verebileceğini söylemesi ve disiplin kurulu işlemlerini yavaşlatırken benim tasdiknameyi aceleyle vermesine borçluydum. Her şey bir kaç gün içinde yıldırım hızıyla olurken; "tehlikeli fikirler" edebiyatı yükselmeye başlamıştı. Zaten tam o sıralar, Türkiye'nin başka bir yerinde de başka bir öğrenci Lenin ve Atatürk'ü kıyasladığı için ağır cezalara çarptırılmış ve bütün Türkiye'nin tartışma gündemine oturmuştu. Tam o sırada benim böyle bir Kompozisyon yazmam elbet Lise için bir yüz karasıydı, bir vebaydı. Bu tehlikeli fikirler görüldüğü yerde yok edilmeliydi. Cadı avı başlamak üzereydi. "Tehlikeli fikirler" sözleri dolaşmaya başladığı andan itibaren dayanışmaları çok bilinen yatılı okul arkadaşlarımın bile benden bucak bucak kaçtıklarını gözlüyordum. Etrafımda anlayamadığım bir boşluk oluşmuştu. En çok bu gücüme gidiyordu, idarenin ve öğretmenlerin tehdit ve baskıları değil, en yakın arkadaşlarımın uzaklaşmaları ve soğuk davranışları. Sırtından hançerlenmişlik duygusu yaşıyordum. Sadece bir sosyalist kütüphane memuru ve bir de yine benim gibi bir Çetin Altan okuyucusu olan bir başka sosyalist sınıf arkadaşım uzaktan parlayan gözlerle destek sunuyordu. Kim bilir, o yaşta böyle bir yüklenişin altında ezilebilirdim de belki. Daha sonra duyduğuma göre, Balıkesir'in mahalli gazetelerinde Lise'de yaygınlaşan "tehlikeli fikirler" konusunda epey yayınlar yapılmış. Bu yıldırım hızıyla yaşanan ilk politik tecrübe sonunda, Ulusal sorunla yine de doğrudan bir yüzleşme söz konusu değildi. Gerçi karşı taraf bunu milli değerlere karşı bir saldırı olarak anlıyordu ama, benim milli değerler diye bir problemim dolayısıyla onlara saldırmak gibi bir amacım da yoktu. Benim için sorun, Türkiye egemenlerinin bilime ve humanizme karşı çıkmalarıydı. Sorunu bir Çetin Altan okuyucusu ve kendini sosyalist olarak tanımlayan bir insan olarak böyle anlıyordum. Bu günün bütün dünyaya kültürler, etniler, uluslar problematikleriyle bakanları için o artık tasavvur bile edilemez bir dünyadır. * Kürt'lerin ayrı bir ulus olduklarını, garip bir rastlantı sonucu ve daha hiç Kürt tanımadan, ilk kez Dr. Hikmet Kıvılcımlı'dan duydum. Balıkesir'den sonra Karşıyaka Erkek Lisesi'nde dönemi bitirmiş, fabrikalarda işçilik yaparak bir yıl bekledikten sonra, yine sosyalizmle ilgili olduğunu düşündüğümden, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji –Gece- bölümüne kaydolmuş; iş arayarak ve diğer zamanlarda da Beyazıt civarında kahvelerde pinekleyerek üniversitelerin açılmasını bekliyordum. O yıllarda, Aksaray'daki Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) lokalinin altındaki konferans salonunda, sık sık sosyalistlerin tertiplediği ve katıldığı konferanslar, açık oturumlar olurdu. Biz de taşradan gelmiş sosyalistler olarak bunların hiç birini kaçırmaz, her duyduğumuzu, her gördüğümüzü büyük bir açlıkla sünger gibi içimize çekerdik. Yapacak işimiz olmadığından; ve eski taşra sinemalarında çocukluğumuzda sinemaya çok erkenden gidip beklemenin alışkanlığıyla, bir iki saat öncesinden toplantının yapılacağı salona gider ve beklerdik.

302


Yine böyle bir açık oturuma, toplantı başlamadan epey önce, daha salonda kimse yokken bir arkadaşımla birlikte gidip oturmuş, şakalaşarak, herhalde sosyalizmden konuşarak vakit geçiriyorduk. Tek tük bizim gibi erkenciler düşüyor ve birbirlerinden aralıklı olarak salonun farklı yerlerine oturuyorlardı. Bu arada yaşlı ama oldukça dinç görünüşlü bir adam geldi tam arkamıza oturdu. Bir süre sonra, çok saygılı bir dille bizim konuşmamıza katılmaya başladı, daha sonra da bize Türkiye'nin toplumsal yapısı üzerine anlatmaya başladı; tam ne anlattıklarını hatırlayamıyorum ama konuşmasının bir yerinde Kürtlerden ayrı ve ezilen bir ulus olarak söz etmesi dikkatimi çekmiş ve ona "Kürtler başka bir ulus mu?" diye sormuştum. O da öyle olduklarını söylemişti. Gerçi buna özel bir önem de vermemiştim ama ilk kez böyle bir şey duyuyordum. Daha sonra bu yaşlı adam kalkıp gitmiş biz de kendi konuşmamıza, devam etmiştik. O yaşlı adamın kim olduğu hakkında hiç bir fikrimiz yoktu. Bir süre sonra, o bizimle konuşan yaşlı adamı konuşmacılar arasında görünce şaşırdık ve bundan gizli bir gurur bile duyduk. Daha sonra da, konuşmacılar tanıtılırken bu yaşlı adamın Dr. Hikmet Kıvılcımlı olduğunu öğrenecektik. Konuşmacılar tanıtılırken, dinleyiciler sırayla onları alkışlıyordu, sadece Dr. Hikmet Kıvılcımlı da herkesle birlikte alkışlamaya başlamıştı. Bu benim çok garibime gitmiş ve yanımdaki arkadaşa, adam amma da kendini beğenmiş, kendi kendini alkışlıyor demiştim. Arkadaşım da, bunun bir Komünist adeti olduğunu, onun tam komünist gibi davrandığını söylemişti. Bunun üzerine cahilliğimden bir kere daha utandığımı ve o yaşlı insanın dediklerini daha dikkatli dinlediğimi hatırlıyorum. İşin ilginci, Kıvılcımlı'nın konuşmacı olarak dedikleri bende çok büyük bir rezonans da bulmuştu. O, sabırdan, bu işlerin uzun sürebileceğinden bahsetmişti o konuşmasında. Ben de bu sorun üzerine o sıralar yeni düşünmeye başlamıştım ve yeni diş çıkaran bir çocuğun eline geçirdiği her şeyi dişleriyle gevelemesi gibi olur olmaz yerde sabır üzerine konuşup duruyordum. Kıvılcımlı da sabırdan bahsedince düşündüklerimin bir doğrulanmasını bulmuştum. Aynı telden çalan, aynı dalga boyundan yayın yapan bir konuşmacıydı bu. Kıvılcımlı ile bu ilk karşılaşma benim için bir başka bakımdan da sürprizdi. Taşralı bir sosyalist olarak, bulduğumuz her şeyi okur, bütün isimleri aklımızda tutardık. Kemal Sülker'in yazıp yayınladığı Nazım Hikmet Dosyası (sanırım kitabın adı böyleydi) adlı kitapta Dr. Hikmet Kıvılcımlı adı geçiyordu. Ben bu kitabı okurken, bu Doktor Hikmet'in hep bir kadın olduğunu düşünmüştüm. Hem doktorluk kadın mesleğiydi ve Hikmet aynı zamanda kadın ve erkeklere de koyulabilen bir isimdi ve benim Hikmet isimli bir kadın bir hısımım vardı. Bu nedenle Kafamda, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın kadın olduğuna dair bir imge oluşmuştu. Şimdi bunun bir erkek olduğunu görmüş ve bir şok da böyle yaşamıştım. * İlk kez kanlı ve canlı ve de Kürt olduğunu bilen ve söyleyen Kürtlerle, Vefa'da ne yurda ne de eve benzemeyen bir harabe benzeri bir binada kalırken karşılaşıp tanıştım. Evde sadece üniversite öğrencileri kalıyordu ve herkes bir odayı birerli ikişerli paylaşıyordu. Benim bulunduğum odada da iki kişi aralarında Kürtçe konuşuyorlar (ilk kez Kürtçe duyuyordum) ve aklımda kaldığı kadarıyla Meryem Han'ın Köroğlu kasetini dinliyorlardı sabah akşam. Dil de, müzik de, dindarlıkları da, diğer adetleri de benim bildiklerimden çok 303


başkaydı. Hiç bir şey anlamıyordum. Onlar aralarında Kürtçe konuştuğunda rahatsız oluyordum. Çocukluğumuzda da Çerkez ya da Pomak arkadaşlarımız aralarında Pomakça ya da Çerkezce konuştuklarında onlara bunu doğru olmadığını, bir toplulukta başkalarının anlamayacağı şekilde fısıltıyla ya da başka dille konuşmanın ayıp olacağını, diğerlerine saygısızlık, onların ardından konuşmak gibi olacağını söylerdik. Rahatsızlığım böyle bir rahatsızlıktı, ayrı bir dilden konuşmaya değil, sanki iki insanın benim yanımda bana duyurmadan fısıltıyla bir şeyler konuşmalarına duyacağım türden bir rahatsızlık duyuyordum ve bunu insanlara karşı saygısız bir davranış olarak görüyordum. Bir keresinde bunu o arkadaşlara da söylemiştim. Onlar da bir cevap vermemiş ama belli bir soğuk hava esmişti. Bu soğuk havaya bir anlam verememiştim, çünkü sorunu bir nezaket sorunu olarak görüyor, o arkadaşların Kürtçe konuşmalarının kendi baskı altındaki dillerini konuşmaları olduğunu, bunun demonstratif ve onlar için bile pek bilincinde olmayan bir protesto olduğunu göremiyordum. Bütün ezen ulus, cins, "ırk", sınıf üyelerinde olduğu gibi, bütün iyi niyetime rağmen; o durumun birilerinin ezilmesi olduğunu düşünemiyor; ezilenin konumuna karşı bir körlük içinde bulunuyordum bütün baskı ve ezilmeyi yeryüzünden yok etmek gibi bir amacım olmasına rağmen. Elbette herhangi bir dilin bir baskı altında olmadığı bir toplumda, her dilin özgürce öğrenilip, kullanılıp gelişebildiği bir toplumda böyle bir nezaket sorunu da söz konusudur. Örneğin bugün Almanya'da, eğer bulunduğum Türkçe konuşan bir toplulukta Türkçe bilmeyen bir Alman varsa, bütün zorluğuna rağmen, O Almanın kendini dışlanmış hissetmemesi için Almanca konuşmaya ya da konuşulanları bir şekilde aktarmaya gayret eder; bu durumdan bir huzursuzluk duyarım. O zamanlar da, belki sorunun böyle, anlayışa ve nezakete ilişkin bir yanı da vardı ama sanırım bugün geriye bakınca, o arkadaşların Kürtçe konuşmalarının politik bir direnişten kaynaklandığı düşüncesi daha ağır basıyor. Ancak ben bunu o zamanlar anlayacak durumda değildim. Dediğim gibi körlük içindeydim. Kaldı ki, bu sorunların ilişkilerimizde, hayatımızda ve tartışmalarımızda büyük bir önemi yoktu. Bu Kürt arkadaşlarla, Kürtlük ya da Türklük üzerine hiç tartıştığımızı hatırlamıyorum. Esas tartışma konumuz, Din ve Allah idi. Onlar çok inançlı Müslüman ve anti-komünist idiler ben ise sosyalist ve ateist. Sabah akşam "Allah var mı, yok mu?" "Sosyalizm nedir ve nasıl gelebilir?" gibi konular üzerine tartışırdık. Aslında Allah üzerine tartışmayı pek sevmezdim ama onların beni yeniden Müslüman yapmak için gösterdiği çabalar karşısında ister istemez konu oraya kayıyordu. Bu tartışmalarda onların kafasındaki bütün kutsal şeylere teker teker saldırıyor farkına varmadan bir sürü gedikler açıyordum. Bunu bir kaç ay sonra 1968'in meşhur Üniversite işgalleri başladığında görmüştüm. Arada ben başka bir yere taşındığımdan o arkadaşlarla ilişkim kopmuştu. Bir gün Üniversite'de nöbet tutarken bu arkadaşlara rastlayınca şaşırmıştım. Bir kaç ay içinde o eski tanıdığım insanlar gitmiş, benden bile daha keskin sosyalist ve dinsiz insanlar gelmişti.

304


* 1968’de İstanbul Üniversitesi Merkez Binası’nı solcular, edebiyat ve fen fakültelerinin bulunduğu binayı ise solculardan önce de sağcılar işgal etmiş ve “Sağ sol yok boykot var” gibi sağcı bir pankart asmışlardı. Öğrencilerin çoğu solcu olmasına rağmen içeriye giremiyorlardı. Üniversiteyi işgal eden sağcılar da, bunu sağcı olarak değil, üniversite öğrencileri adına yaptıklarını iddia ediyorlardı ama o adına yaptıklarının ne üniversiteye girmesine ne de işgalde söz sahibi olmasına imkân vermiyorlar; çoğunluğu sola sempati duyan öğrenci kitlesini hile ve cebirle dışarıda tutuyorlardı. Öğrenciler “siz kim oluyorsunuz, sizi kim seçti” diye sorduğunda da, “böyle durumlarda liderler seçilmez, hareketin içinden çıkarlar diyerek” yaptıkları emri vakiyi meşrulaştırmaya çabalıyorlardı. Geniş öğrenci kitlesi, edebiyat ve fen fakültelerini, kendileri adına bu işi yaptığını söyleyerek işgal eden kırk yıllık cemiyetçi sağcıların elinden almak için kızgın bir boğa gibi yerinde duramıyor; fokur fokur kaynıyor, küçük bir Kıvılcım ve önderlik bekliyordu. O zamanlar, İstanbul Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun etkili isimleri, daha sonra TKP’nin etkili isimleri olacak olan (Veysi Sarısözen, Nabi Yağcı şimdi bilinenler) ve aslında çoğu da edebiyat fakültesinin bölümlerinde okuyan kişilerdi. Bizler içlerinde tanıdıklarımız olan ve bildiğimiz tek örgütlü güç olan FKF’ye (Fikir Kulüpleri Federasyonu) gidiyor bir şeyler yapmalarını istiyorduk ama hep yatıştırıcı nasihatlerle geri yollanıyorduk. Çaresizlikten ne yapacağımızı bilemez durumdaydık. Bu noktada, merkez binaya egemen olan ve Devrimci Hukukçular Birliği biçimindeki küçük çekirdeğin etrafındaki, daha sonra Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB) adını alacak olan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının da içinde bulunduğu kadro, sağcıların işgalindeki fen ve edebiyat fakültelerine saldırıya geçmiş, zaten orada küçük bir Kıvılcım bekleyen öğrencilerin kitlesel katılımıyla da, adeta tıpkı Bastil’in düşmesi gibi, edebiyat ve fen fakülteleri de solcuların eline geçmişti. Kelimenin tam anlamıyla, tablolardaki devrim gibi bir ortam vardı. Ellerinde sopalar ve taşlarla binlerce öğrenci binanın içinde zaferinin ve gücünün tadına varıyordu. Ama kimse ne yapacağını bilmiyordu. Savunma ve organizasyon için bir organ seçilmesi gerekiyordu. Bir salona toplanıldı. Orada bir parça tecrübesi olup, biraz yükseğe çıkıp biraz akıllıca, öğrencilerin eğilimlerine uygun laflar edenler birden bire kontrolü ellerine alabiliyorlardı. Bu işi en iyi yapabilen tecrübeli kişiler ise, daha önceden dernekçilik tecrübesi olanlardı. Eski öğrenci dernekleri ise bölgecilik, devletle iş birliği temelindeydi, öğrenci kitlesi ise tamamen başka, sosyalizme sempati duyan, ne devletle ne de bölgecilikle başı hoş olmayan bir kesimdi. Ama buna rağmen ilk anda, klasik dernekçiler kontrolü ele geçirebilmişlerdi. Öte yandan FKF tutumuyla çok itibar yitirmesine rağmen, bu dernekçiler karşısında tek örgütlü güç olduğundan bir süre sonra işgalde daha etkili bir rol oynamaya başlamıştı. Böylece devrim dönemlerinde, küçük de olsa örgütlü ve ne yapacağını bilen bir grubun veya örgütün ne kadar belirleyici olacağını bu minyatür devrimde bizzat yaşama olanağı buluyorduk.

305


Edebiyat ve Fen fakültelerinin ele geçirilmesinden sonra, şimdi bu ele geçirdiğimiz binayı, dışarıdan gelecek “mücahit” ve “komando” saldırılarına karşı savunma sorunu vardı. Sopayla ve taşla silahlanmıştık. Ama diğerlerinin ateşli silahlarla saldıracağına dair duyumlar geliyordu. İşte bu sıralarda, Diyarbakırlıların silahlarla savunmaya geldiği sözleri dolaşmaya başladı. Bu sözlerin biz gönüllü savunmacılara bir güven duygusu verdiğini hatırlıyorum. Hepimiz duymuştuk Kürtlerin silahları vardı ve nişancılıkları da dillere destandı. Tabii onların Kürt olmasının benim için ve benim gibi birçok insan için bir ulus anlamı yoktu. Aslında o zamanlar sosyalistlik vardı. Kürtlük bir takım özellikler olarak algılanıyordu, en azından benim gibi bir yığın batılı insan tarafından. Kaldı ki, Kürtlerin çoğu da bu işin içinde Kürt olarak değil, sosyalist olarak bulunuyordu. Bu nedenle hala kafamda Kürtlük ve “milli mesele” diye bir sorun yoktu. Ne var ki, Edebiyat Fen fakültelerini sağcıların elinden kurtardığımız o gece, nöbet beklerken garip bir şekilde Stalin’in milli mesele konusunda büyük bir teorisyen olduğunu da ilk defa duymuştum. Şu an kim olduğunu hatırlamadığım bir kaç kişi bizim nöbet grubunun yanına gelmiş ve konuşmaya başlamıştık. Hazır Üniversite elimize geçmişken, profesör ve doçentlerin odalarına girip, evraklarını kontrol edip neler çevirdiklerini bilmek ve kamuoyuna duyurmak gerektiğinden konuşuyorduk. Gelenlerden biri, bunu yaptıklarını, Zeki Velidi Togan’ın odasına girdiklerini söyledi. Ben de “o da kim?” diye sordum. O da “Faşistlerin teorisyeni, Stalin’in milli mesele konusunda yazdığı kitapta bile adı geçiyormuş Zaki Validov diye, Başkırt Milliyetçisi” dedi. Sonra adamın odasında hiç bir şey bulamadıklarını, adamın belli ki tecrübeli biri olduğunu ve odasında hiç bir şey bırakmadığını söyledi. Bu konuşmadan kafama iki şey takıldı. Biri Stalin’in “milli mesele” konusunda okunması gerektiği, diğeri Rusya’da yenilgiye uğramış milliyetçilerin ve karşı devrimcilerin Türkiye’deki faşistlerin örgütlenmesinde de önemli roller üstlendiği. Ama “milli mesele”nin ne olduğunu bilmediğimden, Zeki Velidi de milliyetçi olduğundan, kafamda oluşan izlenim, Stalin’in milliyet sorunu üzerine bir kitap yazdığı değil, milliyetçilere karşı bir kitap yazmış olduğu idi. Yani milliyetçilik benim için bir meseleydi ama milli mesele diye bir kavram hala bulunmuyordu kafamda ve milli meseleden anladığım, milliyetçilik ve milliyetçilikle nasıl mücadele edileceği. Fakat bu milliyetçilik bile tam milliyetçilikten ziyade, biraz anti-komünistlik gibi bir anlama sahipti. Çünkü bütün anti-komünistler kendilerine milliyetçi diyordu. Sadece Türkiye’de değil bütün dünyada. Dolayısıyla “milli mesele” dendiğinde milliyetçiliği anlıyordum ama milliyetçilikten anladığım da aslında antikomünist sağcı politikalardı. Kelimenin gerçek anlamında bir sosyolojik olgu olarak milliyetçiliği anlamıyordum, kafamda böyle bir kavram bulunmuyordu, politikaya ilişkin bir kavramdı milliyetçilik, antikomünist politikaların kendini adlandırmasını ifade ediyordu. Tabii bunu böyle olduğunu da bilmiyordum. Her şey kendiliğinden öyleydi, bu ayrımı ancak şimdi yapabiliyorum. *

306


Üniversite’de ilk yıl boyunca hayatımda rastladığım en verimli tartışma ortamının içindeydim. Solda etkisi olan bütün görüşler ve akımlar arasındaki canlı tartışmaların tam ortasına düşmüştüm. Bütün bu tartışmalarda, alt yapı üst yapı ilişkilerinden, diyalektiğin yasalarına, Osmanlı toplum yapısından, değer teorisine veya toplum biçimlerine kadar her konu, hem de somut strateji tartışmaları bağlamında tartışılıyor, seminerler, açık oturumlar, dersler, sohbetler daima tutkulu ve yaratıcı tartışmalarla dolu oluyordu. Ama bütün bu canlı tartışma ortamında, Kürt sorunu ya da ulusal sorun diye bir sonunun tartışıldığını hatırlamıyorum. Tartışıldı ise bile benim dikkatimi çekmemişti. Esas ilgi konusu Marksizm, Diyalektik idi. Bunlar doğru kavranırsa, doğru bir devrimci strateji için Türkiye’nin toplumsal yapısını çözümleyecek kavramsal araçlara sahip olunacağı var sayımı egemendi. Dolayısıyla, Marksist klasiklerin çevrilmesi ve Marksizm üzerine yürütülen tartışmalar ne kadar soyut görünürse görülsün, doğrudan doğruya bir strateji tartışması bağlamında anlam taşıyordu. Aynı şekilde Osmanlı Tarihi veya köylerdeki üretim ilişkileri üzerine tartışmalar da böyleydi. Bütün bu canlılığa rağmen, ne Kürt sorununun ne de genel olarak milli meselenin tartışmalarda hemen hemen hiç bir ağırlığı bulunmuyordu. Durum bu günkünün tamamen tersiydi. Bu gün insanlar ne Osmanlı’nın toplumsal yapısıyla; ne emek değer teorisiyle, ne diyalektiğin yasalarıyla ilgilenmiyor. Soyunun nereden geldiği, dilinin ne olduğu, Ermeniler, Kürtler, Lazlar, Sabetaycılar vs. bu günün konuları. O zaman ise bu konuların adı bile anılmazdı, şimdi nasıl o zamanın temel tartışma konularının adı bile anılmıyorsa. Dolayısıyla, insan günlük yaşamında, bu günün temel tartışma konusu olan, uluslar, azınlıklar, kültürler vs. gibi sorunlarla karşılaşsa bile, bunları algılayışı farklı oluyor ve bu olgular o zamanın kavram sistemi içinde bir yere oturuyordu. İlk kez, “gayri Müslim azınlık”lardan insanlarla da ilk kez yine hayatımın bu döneminde karşılaştım. Ama bu karşılaşmadan çıkardığım kimi sonuçların veya soruların ulusal sorun ya da “azınlıklar” sorunuyla hiç bir bağlantısı bulunmuyordu. Bu karşılaşmanın kafamda yol açtığı sorular ve cevaplara da o dönemin egemen paradigmaları yön veriyordu. Sosyoloji gece bölümünde okurken, gündüzleri Beyazıt’ta bir muhasebecinin yanında kelimenin tam anlamıyla boğaz tokluğuna çalışırdım. Bu muhasebeci, sirkecideki oto yedek parçası ithalatçılarının defterlerini tutardı. Bu yedek parçacıların hemen hemen hepsi Yahudi idi ve o küçücük izbe gibi dükkânların o zamanın parasıyla on milyonlarca liralık ciroları, milyonlarca liralık karları vardı. Benim aylık ücretim ise 200 liraydı. Çetin Altan’ın veya İlhan Selçuk’un yazılarında okuduğum, “İstanbul dükalığı” veya “acente işbirlikçi sermeye” gibi kavramlara denk düşüyordu bu ithalatçı, acente Yahudilerin konumu. Ama bu ithalatçı ve acentelerin Yahudi olduğunu, bu gün, bir konuyu anlatabilmek için belirtiyorum. O zamanlar, bunların büyük bölümünün Yahudi olduğu gözleminde bulunmama rağmen, Yahudi olmaları hiç dikkatimi çekmiyordu. Örneğin Yahudi olmalarıyla, ithalatçı olmaları arasında bir bağ kurmak veya böyle bir bağın var olup olmadığı üzerine düşünmek veya böyle bir soru sormak aklıma bile gelmiyordu. Burada belirleyici olan bu insanların egemen sınıf olmalarıydı, egemen sınıf oldukları için onlara karşıydım. Ve bu insanların egemen sınıftan olmalarına rağmen, bir Yahudi oldukları için aynı zamanda eziliyor 307


olabilecekleri ise kavrayış gücümün ötesindeydi. Benim için milliyetin öneminin olmaması, onun dışımdaki dünyadaki önemini görmemi engelliyordu. Tıpkı kimi toplumlarda belli nesne ve davranışların karşılığı olan kavramların bulunmaması gibi. İnsan eğer egemen bir ulustansa ve bir ulustan olmak o insan için hiç bir şey ifade etmiyorsa, ve ona asılında egemen ulustan olduğunu gösterecek ezilen ulusun bir toplumsal mücadelesi yoksa, insanın bu durumun bilincine varması veya böyle bir sorunun varlığını görmesi adeta olanaksızdır. Tıpkı belli dalga boylarının ötesini görememek, o dalga boyunda gelen ışınları algılayamamak gibidir bu durum. Bu sadece egemen uluslarda böyle değildir, egemen cinslerin, “ırk”ların hatta sınıfların durumunda da böyledir. İlginçtir, ben de kuşağımızın çoğu gibi, ezilen ulusun bir toplumsal hareketinden değil, ezen ulusun devletinin ayrıcalıklı muamelelerinden öğrendim ulusal sorunun önemini ve ezen ulustan olduğumu. Muhtemelen birçok ezilen ulustan sosyalistin de, ulusal sorunun önemini ve ezilen ulustan olduğunu yine o devletin farklı muamelelerinden öğrenmesi gibi. * 1968-69 öğrenim yılı, hatta daha dakik olarak, 1968 Ekim’inin son günleriyle 1969 yılının 10 Haziran’ında zirveye ulaşan öğrenci olayları arasındaki yedi ay, gerek teorik gerek pratik bakımdan hayatımın en yoğun dönemidir. Bu dönemde yaşadıklarım ve öğrendiklerim, öncesi ve sonrasıyla hayatımın geri kalanının topunda yaşadık ve öğrendiklerimi kat kat aşar. Devrimci Öğrenci Birliği’nin bir üyesi ve militanıydım. Adeta bir hazır kuvvet ekibi gibi olduğumuzdan, sadece İstanbul Üniversitesi’ndeki değil, İstanbul’daki bütün Üniversite ve Yüksek okullardaki, sadece okullardaki değil, fabrikalardaki hemen her türlü direniş ve örgütlenme çabasına bir şekilde katılıyorduk. Ve sadece İstanbul’daki değil, çoğu durumda, Ankara ve İzmir’deki miting ve öğrenci hareketlerine, hatta işçi ve köylü hareketlerine katılıyor veya bizzat örgütlenmelerinde bulunuyorduk. Bir gün İstanbul’da yapılan on binlerce kişinin katıldığı bir mitingin ardından akşam otobüse binip Ege’ye gidip ertesi gün orada köyleri dolaşıp öbür gün de tütün üreticileriyle mitingler yapmak, sonra yine gece yolculuklarıyla, İstanbul’a dönüp mitinglere kaldığı yerden devam etmek, Kanlı Pazar’ları göbeğinde yaşamak; bütün bunları yaparken aynı zamanda, örneğin Vietnam’daki gerilla savaşı taktiklerinden, Bernstein’in revizyonizmine veya Osmanlı toplum yapısından, Marks’ın rant teorisine kadar akla gelebilecek her konuda müthiş bir açlıkla okuma ve tartışmalar yapmak istisna değil, kuraldı. Bu nedenle bu yedi ay, yetmiş yıl yaşanacak bir ömre bedeldir. Bu dönemde ulusal sorun ve Kürt sorunu, ilgi alanımın çok kenarlarında bir yerdeydi. Bu dönemde ilk kez bu soruna ilişkin Marksist Klasikleri okuduğumu hatırlıyorum. Yine bu dönemde, sorun özellikle Mihri Belli’nin, İstanbul Teknik Üniversitesi yemekhanesinde verdiği ve daha sonra yanlış hatırlamıyorsam, “Millet Gerçeği” adıyla yayınlanan konferansın, Kürt Sorunu’nu tartışmaların ön planlarına çektiğini hatırlıyorum. Bu dönemde, ne zaman, nasıl Kürtlerin ayrı bir ulus olduklarının bilincine vardığım konusunda hiç bir şey hatırlamıyorum. Bu muhtemelen, zaten Türk olmak benim için bir anlam ifade etmediğinden, okunan kitapların ve tartışmaların etkisiyle kendiliğinden gerçekleşmiş olsa gerek. Nasıl olursa olsun bu dönemde ben de bütün sosyalistler ve

308


devrimciler gibi Kürtlerin ayrı bir ulus olduğunu ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunuyordum. Ancak şunu tekrar belirteyim, bu kabul ediş veya savunmanın, gerek pratiğimiz, gerek tartışmalarımız bakımından tayin edici ve merkezi bir rolü yoktu; örneğin Türkiye’nin kapitalist mi yarı feodal mi olduğu veya kapitalist olmayan yolun ne olduğu veya Osmanlı toplumundaki Dirlik Düzeninde defferansiyel rant (fark iradı) sorununun nasıl çözüldüğü gibi konular, hatta tabanca markaları ve kalibreleri bile ilgi alanımızın çok daha merkezindeydi. Bir Kürt Hareketi yoktu özne olarak. Aksine işçi, köylü, öğrenci hareketleri döneme damgasını vuruyordu. Çevremizde hemen hemen herkes sosyalistti. Devrimci hareketlerin insan kaynağı büyük ölçüde Kürtler ve Aleviler idi ama bunlar hiç bir şekilde bu kimlikleriyle bu hareket içinde değildiler. Çünkü sosyalistlik modernleşmenin de bir aracıydı ve geleneksel dedeler ve şeyhler tarafından temsil edilen Kürtlük ve Alevilik genç kuşaklara hiç bir gelecek sunmuyordu, dolayısıyla kimse kendisini böyle tanımlamıyordu. Evet kimse Alevilerin veya Kürtlerin baskı altında olduğun reddetmiyordu ama onlarla bir mücadele öznesi olarak nasıl ilişki kurulacağı gibi bir sorun yoktu ortada. Hem böyle bir özne görünmüyordu, dolayısıyla bir sorun yoktu; hem de sosyalizm gelince zaten Alevi ve Kürtlerin üzerindeki baskı kalkacaktı. Şimdi olaya bakınca, Kürt ve Alevilerdeki sosyalizme yönelişin ardında yatanın kapitalizme karşı bir tepki ve mücadelenin değil, ulusal veya dinsel baskıya karşı sosyalizmin bir perspektif ve mücadele olanağı sunması olduğu daha iyi görülmekte. Sosyalist hareket aslında ulusal ve dinsel baskıya karşı demokratik özlemlerin ifadesi olduğu için genç kuşaklar kendilerini sosyalist olarak tanımlıyorlardı. Yani sosyalist hareket aslında sosyalist bir hareket değil, ulusal ve dinsel baskıya karşı bir demokratik hareketti, genç kuşakları ona iten nedenler bakımından. Bu nedenle Kürt ve Alevi çoktu. Ama kimse bunun farkında değildi. Bu ortamda, Kürt sorunundan dolayı harekete geçenler kendilerini Kürt değil sosyalist olarak tanımladıklarından, Kürt hareketi bir özne olarak görülmüyordu. Ama derinden düşünülünce, bugün, Kürtleri özne olarak görmeyen Kürtlerin bizzat bu özne olduğu, sadece bu öznenin kendini Kürt olarak değil sosyalist olarak tanımladığı ve bu nedenle kendini göremediği daha iyi görülmekte. Aynı durum Aleviler için de geçerlidir. Daha sonraki yıllarda, insanların sosyalistliği bırakıp Kürtlük veya Aleviliklerini keşfettikleri görülmüştür ve bu sosyalizmden bir geri dönüş olarak değerlendirilmiştir. Durum tam tersinedir, Kürtler ve Aleviler kendilerinin sosyalist olduklarını düşünüyorlardı. Böyle bir ortamda Kürt sorunu daha ziyade, program veya prensip açısından önemli, teorik bir sorun olarak görülüyordu. Sosyalizm, işçi ve köylü hareketleri hızla yükseliyordu ve nihayet işçiler ve köylüler devrimi yapınca, zaten bu sorunlar da gerekli özgürlüklerle birlikte çözülecekti. Bu bağlam içinde, ulusal sorunun daha ziyade politik ve stratejik değil, programatik, iktidara geldikten sonra yapılacaklara ilişkin bir anlamı vardı, iktidar mücadelesi esnasındaki strateji, yani güçlerin yer alışı bağlamında, tartışılmıyordu, çünkü ortada Kürtler diye bir politik güç yoktu.

309


Bu ortam ve bağlam içinde de görüşüm aşağı yukarı şöyleydi: devrimden sonra bir referandum yapılır ve herkese kendisini hangi milletten kabul ettiği sorulur. Belli bir milletin çoğunluk olduğu yerler o ulusun sınırları olur. O sınırların içindekiler, kendi organlarını seçerler ve diğerleriyle aynı devlet çatısı altında yaşayıp yaşamayacaklarına karar verirler. İşte bu sırada biz sosyalistlere düşen, birlikte yaşamayı savunmak olmalıydı. Yani boşanma hakkını sağlamak, bu özgür iradeye kavuşunca da özgür iradeyle birliği savunmak. Bu yaklaşım okuduğum Marksist klasiklerden gelmişti. Ne var ki, o zaman Klasikler arasında kabul ettiğimiz Stalin’den belli bir şekilde, farklı düşündüğümü şimdi fark ediyorum. Bu fark ulusu bilinçsiz bir şekilde öznel bir seçime göre tanımlamamla ilgiliydi. Bunu biraz açmak gerekiyor. * Bilindiği gibi o zaman okunan klasiklerden biri de Stalin’in Milli Mesele adlı kitabıydı. Ben de bu kitabı okumuştum, hatta yanlış hatırlamıyorsam, bir eski tüfekten elimize, Meşhur SBKP Tarihi’nin, çok eskiden basılmış bir nüshası, Leninizm’in İlkeleri ve Ulusal sorun üzerine daktiloya çekilmiş kitap geçmiş ve gizlice okumuştuk. Stalin’in ulus tanımının Yurttaşlık Bilgisi kitaplarında öğretilenlerden pek farklı olmadığı o zaman da dikkatimi çekmişti ve üzerinde fazla düşünmeden, muhtemelen ben de bu tanımı kabul ediyordum. Ancak farkına varmadan, çok kökten farklı bir düşünüşüm olduğu sonucuna şimdi varıyorum o dönemde yaptığım bir tartışmada sorulan bir soruya verdiğim cevaptan varıyorum. Bir arkadaşla, hangi bağlamda bilmiyorum ama tartışırken bana şöyle sorduğunu hatırlıyorum: “Türkiye’de bir Kürt sorunu olduğunu kabul ediyor musun?”. Ben, elbette bir Kürt ulusu diye ulusun varlığının farkına varmış, bu ulusun özgür olmadığını hiç problemsiz kabul etmiştim. Yukarıda ifade ettiğim tarzda, bu sorunu sosyalizmin çözeceğini düşünüyordum. Bu arkadaşa kolayca, “elbette” diyebilecek yerde, şöyle bir cevap vermiştim: “eğer kendilerine Kürt diyenler, Kürt sorunun diye bir sorun vardır diyorlarsa vardır”. Tartışmanın gidişini tam hatırlamıyorum ama muhtemelen bu cevabımla, tıpkı o lisedeki kompozisyon dersinde olduğu gibi, sorunun koyuluşuna bir itirazda bulunmuş olduğumu, metodolojik düzeyde bir tartışmaya girdiğimi düşünüyorum. Bu cevabım, tartışmayı bitirivermişti. Muhatabım hem cevaptan memnundu, hem de rahatsız olmuştu. Daha sonra farklı uluslardan insanların aynı soruyu sorduklarını gördüm ve hepsine aynı cevabı verdiğimde, aynı reaksiyonla karşılaştım. Bu yaklaşımda önemli olan ulusu tanımlayanın insanların öznel seçimleri, kendilerini tanımlayışlarıdır.. Bu yaklaşıma göre, bir ulusun, ulus olduğuna dair Stalin veya Yurttaşlık Bilgisi kitaplarında getirilen kriterlerin getirilmesi gerekmez. Eğer bir insan grubu kendilerinin ayrı bir ulustan olduğunu düşünüyorlarsa ayrı bir ulusturlar, bunun için kanıtlar getirmeleri gerekmez. Tabii bu aynı zamanda zımni bir Stalin eleştirisidir. Ama bunun böyle olduğunun o zamanlar farkında olduğumu söyleyemem.

310


Beni böyle bir yaklaşıma iten de bir yandan metodik düşünmeye verdiğim önem kadar, çocukluğumda gördüğüm, Çerkez, Pomak, Boşnak, Laz vs.nin kendilerini ayrı bir ulus olarak görmemeleri ve çoğu kez çok güçlü Türk milliyetçileri olmaları olsa gerektir. Ama böyle yaklaşıma yönelten diğer bir nokta, meşhur 141 ve 142’nin dayandığı mantıktı. Orada, sınıfların alt ve üst konumları ve farklılıklarının olmadığının var sayılması bizzat bir sınıf tahakkümü aracı olarak ortaya çıkıyordu, belli bir grup insan ben ayrı sınıftanım derse, bunlara ayrı bir sınıftan değilsin demenin anlamsız olduğunu düşünüyordum. “O insanlar niye kendilerinin ayrı sınıftan olduğunu söylüyorlar? Demek ayrı olan bir şeyler var ki, onlar diğerlerinden farklı olarak öyle diyorlar” tarzında yaklaşmak gerektiğini düşünüyordum. Yani toplum yaşamında, bir olguyu şiddet ve inkârla bastırmanın anlamsızlığı ve bizzat bunun o inkâr edilen farklılığın veya baskının ta kendisi olduğunu düşünüyordum. Dolayısıyla bu mantığımı, yani birileri baskı altında olduklarını hissediyorlarsa öyle bir baskı olmadığını söylemenin bizzat bir baskı olduğu yolundaki yaklaşımımı, sınıf mücadelesine ilişkin bu mantığımı, aynen ulusal soruna da aktarıyordum. Bu mantığın sonucu olarak, insanlara kendilerini hangi ulustan kabul ettiklerini sormak ve sınırları buna göre çizmek gerektiği türden bir sonuca ulaşıyordum. Dolayısıyla bir ulustan olmak bütünüyle kişilerin öznel kabulüne dayanıyordu. Bu soruyu ilk kez bir Kürt’ten duymuş ve böyle cevap vermiştim. Daha sonra, 1984’de hapisten çıkıp, Avrupa’ya kaçmak için gizlendiğim bir evde karşılaştığım bir Çerkez milliyetçisi de sorduğunda aynı cevabı vermiştim. O da “Türkiye’de Çerkez sorunu diye bir sorunun varlığını kabul ediyor musun?” diye sormuştu. Ona da: “Kendilerini Çerkez olarak kabul edenler Çerkez Sorunu diye bir sorunun var olduğunu düşünüyorsalar, vardır”. Son yıllarda Zazalardan da benzer sorular geliyor, Zazaların bir ulus olup olmadığı şeklinde ve aynı cevabı veriyorum: “Kendilerini Zaza olarak tanımlayanlar Zazaların ayrı bir ulus olduğunu söylüyorlarsa ayrı bir ulusturlar”. Ne var ki, bu cevaplar programatik ve siyasi olarak, bu baskılara son verecek en ideal anlayışa sahip olmasına rağmen, (yani Zazalar ya da Çerkeslerin çoğunlukta olduğu bölgeler, kendisini öyle kabul edenlerin oylarıyla belirlenir ve kendi organlarını seçerler.) muhataplarımı hiç bir zaman memnun edici bir cevap olmadı. Çünkü bu cevap siyasi olarak, programatik olarak sorunu çözüyordu ama aynı zamanda, bu soruyu soranlar milliyetçiler olduğundan, onların milliyetçi olarak dayandıkları var sayımları sorguya çekme potansiyeli taşıyordu. Bunu fark ediyorlar ama diğer yandan son derece radikal çözüm karşısında da bir şey diyemiyorlardı. Fark ettikleri bunun kendilerine karşı da bir silaha dönüşebileceği idi. Kürt bu soruyu sorduğunda, Kürtlerin, kendine Kürdüm diyenlerin ayrılma hakkını otomatik olarak tanıyordu cevabım, ama benim mantığımı kabul ettiği takdirde, yarın çoğunluk oldukları yerde, Zazaların, Süryanilerin veya başkalarının, aynı argümana dayanabilerek aynı şeyi isteyebileceklerini de fark ediyordu. İkinci nokta, Çerkez örneğinde olduğu gibi, sübjektif kabule bırakmak, Çerkez milliyetçisinin işine gelmiyordu, bu takdirde, Çerkezlerin büyük çoğunluğunun, Türk olduklarını söyleyeceklerini biliyordu.

311


Üçüncü nokta, şu sıralar özellikle Zazalarda çok görüldüğü gibi, kendilerinin ayrı bir ulus olduğunu kanıtlamak için tarihten, linguistikten binlerce argüman getirmelerinin bu yaklaşım bakımından anlamsızlığı idi. Bu yöndeki bütün çabalar bir bakıma boşuna kürek sallamak gibi oluyordu. Zazayım diyorsan ve de ayrıyım diyorsan öylesindir. Ayrı bir dilinin ya da soyunun olması bile gerekmez. Dilin ya da soyunun şöyle ya da böyle olmasının bir anlamı yok. Milliyetçilerin bütün enerjilerini yutan onların hayatlarına anlam veren çabalar bu yaklaşımda birdenbire bütün değer ve anlamlarını yitiriyordu. * Ancak belirtildiği gibi, bu yaklaşımın politik ve pratik bir anlamı yoktu ve ben bu yaklaşımın resmi öğretiden farklı olduğunun farkında da değildim. Buraya nereden, nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Bu nedenle bu döneme ilişkin anlatacaklarım, o dönemdeki düşüncelerimin evriminden ziyade, düşüncemde etki bırakan olayları zikretmek biçiminde olacaktır. Ama bu etkinin nasıl ve hangi mekanizmalarla gerçekleştiği konusunda yazabileceklerim çok sınırlıdır. Öte yandan o dönem ilişkin yazacaklarım, o zamanki olayların, bu gün bulunduğum noktadan değişik bir ışık altında görülmesidir. O zamanlar hiç kimse olayları böyle görmüyordu. 1968 sonbaharından sonra “Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü” isimli Samsun - Ankara yürüyüşü ile birlikte Deniz Gezmiş’in önderi olduğu gruba katılmış, daha sonra da bu grubun kurduğu Devrimci Öğrenci Birliği’nin bir üyesi ve militanı olmuştum. O dönemde Sosyalist gençlerin toparlandığı örgüt Fikir Kulüpleri Federasyonu idi. Bu örgüt TİP’in Üniversite gençliği içindeki kolunu oluşturuyordu. TİP’in burjuva sosyalizmine karşı gelişen Milli Demokratik Devrim sloganıyla yükselen küçük burjuva devrimciliği ve radikalizmi, özellikle üniversite gençliği arasında etkili olmuştu ve Ankara Fikir Kulüpleri Federasyonu TİP’in kontrolünden çıkarak, MDD’cilerin eline geçmişti. İstanbul’da ise, FKF TİP’in kontrolünde bulunuyordu ve radikal devrimciler, FKF dışında Devrimci Öğrenci Birliği’nde örgütlenmişlerdi. Yani, henüz ortada Dev-Genç olmamasına rağmen, DÖB İstanbul’un Dev-Genç’i sayılabilirdi. Bu örgüt, o dönemde İstanbul’daki bütün eylemlere damgasını vurmuştur. Bu örgütün bir üyesi olduğumdan, bu örgütün kimi karakteristiklerinin konumuz bakımından önemli bazı yönlerine değinmekte yarar var. Bu örgüt esas olarak şehirli gençlere dayanıyordu. Herkes kendini sosyalist olarak tanımlıyor ve sosyalist bir Türkiye’ye ulaşmak için önce Demokratik Devrim yapmak gerektiği anlayışını savunuyordu. Ancak örgütte iki farklı eğilim de vardı, tabii bu eğilim farklılıkları bu gün bulunduğumuz yerden geriye bakınca görülüyor, o zamanlar kimse bunun farkında bile değildi. Bir yanda geçmişinde Türkiye İşçi Partisi deneyi yaşayan veya o çevrelerden gelenler, yani işçi sınıfı ve sosyalizmin ilk şekillenmede belirleyici olduğu insanlar; diğer yanda Yön hareketi ve TMTF olayları gibi yerlerden gelenler yani daha ziyade Milli Kurtuluş ve Anti Emperyalizm motifi önde olanlar.

312


Bu farklılık, bu örgütün iki karargahında da görülürdü. Bir yandan Tünel’de 27 Mayıs’tan sonra, bir takım ilgisiz örgütler bir araya getirilerek kurulmuş TMGT (Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı) kullanılırdı. TMGT’nin CHP, tabii senatörler (yani cuntalar), İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu gibilerle bağlantıları vardı. Cağaloğlu’ndaki Merkez ise, İsmet Demir’in Yapı İşçileri Sendikası (YİS) idi. Mihri Belli’nin çıkardığı Türk Solu da aynı binanın yine bu sendika tarafından verilmiş alt katında çıkıyordu. YİS ise daha ziyade Hikmet Kıvılcımlı’nın damgasını taşıyordu. İsmet Demir'in bize verdiği üst kattaki odada, Kıvılcımlı'nın küflenen kitaplarının üzerinde yatıyorduk. Bir sene sonra, o büyük işçi olaylarının ardından o üzerinde yatıp yüzüne bile bakmadığımız kitaplar hızla tükenecek, büyük bir açlıkla okunacaktır. Devrimci Öğrenci Birliği, TMGT’ye egemen olan çevrelerin hoşuna gitmeyen işler yaptığında oralardan dışlanır YİS’e sığınırdı. Devrimci Öğrenci Birliği içinde, insanlar her iki tarafa da giderler iki tarafı da kullanırlardı ama, zamanla farklı mekanlarda yoğunlaşmalar da vardı. YİS’de daha ziyade TİP’li geçmişi olanlar ve İşçi sınıfına gitmek, ezilen insanlarla bağlar kurmak gibi kaygısı olanlar yoğunlaşırken, TMGT’de daha ziyade, diğerleri yoğunlaşıyordu. Zaten daha sonra da, YİS'e takılanlardan THKO'nun İstanbulluları ya da DÖB'lüleri ve Doktorcu olanlar çıkmıştır; TMGT'ye takılanlar ise genellikle Mihri Belli'nin etrafını oluşturmuşlardır. Tekrar belirteyim ki, bu öyle kesin bir ayrım değildi, belli belirsizdi. Tıpkı bir bulutsudan ilerde farklı gezegenleri oluşturacak ilk yoğunlaşmaların başlaması gibidir. Yoksa her iki taraf ta diğerine gidiyordu. Eğer sembolik isimlerle konuşmak gerekirse, Deniz ve Cihan YİS ekibinden, Mustafa Gürkan (ki şimdi adı unutulmuş bu insan o zamanlar Deniz kadar ve hatta bazen Deniz’den de etkiliydi ve Deniz’in arkadaşıydı aynı zamanda) TMGT ekibindendi. Tabii ben de ilk örgütlü siyasi yaşama TİP Karşıyaka ilçesinde başlamış bir insan olarak zaten YİS takımındandım. Tahmin edilebileceği gibi Kürt Sorunu veya Milli Mesele konusunda bu iki takımın o zaman net olmayan farkları vardı. Bu fark daha ziyade bir vurgu farkı gibi görülüyordu. Bu manzarada Deniz Gezmiş’in çok özel bir durumu vardı. Deniz hem Türkiye İşçi Partisi’nden geliyordu, hem de TMTF olaylarından ve diğer çevrelerden. Yani Deniz, bu iki farklı geleneği de şahsında birleştirmişti. Bunları niçin belirtiyorum? Çünkü Devrimci Öğrenci Birliği, bu gün genellikle, sadece Milli Kurtuluşçu ve MDD’ci olarak tanımlanmakta, onun örneğin Kürtlerle ve işçilerle ilişkilerinin özellikleri görmezden gelinmektedir. Buna bir yandan o zamanki FKF’lilerin ihtiyacı vardır, o zaman MDD’cilerin ne kadar sınıftan uzak olduğunu, dolayısıyla kendi konumlarını haklılaştırabilmek için. Diğer yandan, o günün MDD'cileri de bu gün Batı Çalışma Grubu’yla çalışıyorlar; 28 Şubat’ı destekliyorlar; hasılı şimdiki İlhan Selçuk veya Doğu Perinçek gibilerin konumunda bulunuyorlar. Bunların da aynı şekilde geçmişlerindeki Kürtlükle ve sosyalizme ilgili şeyleri unutma ve tarihi bu gün bulundukları yerden yazma ihtiyacı vardır. Böylece o zamanın bölünmesindeki iki taraf da, farklı gerekçelerle benzer bir resmi ilettiklerinden, yeni kuşakların kafasında o döneme ilişkin gerçekle ilgisi olmayan bir tablo oluşmaktadır.

313


İki taraf da, gerçeğin aynı tek yanına vurgu yapmaktadır farklı gerekçelerle, burada bu unutulmuş yana ağırlık vermek gerekiyor. Zaten bu unutulmak istenen halka olmadığı takdirde kendi düşünsel evrimimi de açıklayamam. Şunu belirteyim, bu gün geriye baktığımda, Devrimci Öğrenci Birliği gibi, antiemperyalizm vurgulu ve o zaman bile beni rahatsız eden milliyetçi vurgular taşıyan bir örgütün üyesi olarak, Kürt sorununu kavramamda, ya da Kürt sorunundaki sonraki tavırlarımda Deniz Gezmiş'in çok önemi olduğunu fark ediyorum. Yaşarken bunun farkında değildim. Şimdi geriye bakınca görüyorum. Ama onun kadar ilginç olan diğer nokta, Deniz'in bu etkisinin aslında, Kıvılcımlı'nın etkisi olduğudur. Kıvılcımlı Deniz aracılığıyla bir etkide bulunmuştur. Hem o dönemin öğrenci olaylarına, hem de bizzat bu satırların yazarının evrimine. Kıvılcımlı'nın bu bilinmeyen etkileri çok önemlidir ve ilerde yeri geldikçe bununla sık sık karşılaşılacaktır. Bu ayrı bir yazı gerektirecek bir konudur da. Deniz'in bütün o dönemde İstanbul'daki öğrenci önderlerinden ve bizim DÖP çevresindekilerden en önemli farkı, onun Kürtlerle Kürt olarak ilişki kurmasıydı. Ve bunu politik bir mücadele içinde yapıyordu. Deniz, Kürtlerle Kürt olarak, ayrı bir özne olarak ittifak yapan İstanbul’daki ilk önderdir. Ve kanımca bu sadece mücadelenin baskısından ve gerekleri ile açıklanamaz. Deniz’de bu konuda, yaygın olandan çok daha farklı bir formasyon bulunuyordu. Bu farklılık daha ilk İşgal Komitesi İcra Konseyi'nde bile görülebilir. Bir Kürt Milliyetçisi olan Kemal Bingöllü bu komitededir. Saldırılara karşı hep Kürtlerin silah gücü yardıma gelmiştir. Önce şunu bilmekte fayda var. Devrimci Öğrenci Birliği olarak, İstanbul Üniversite’sine egemen olmamız, faşistlerle bir seri fiziksel kavgaları gerektirmiştir. Önce onlar üstündü, sonra denge sağlandı ve en sonunda kelimenin tam anlamıyla onları Bakırcılar Çarşısı'na döktük. Ancak bütün bunlarda, Kürtlerle ittifak yapılmıştır. Bu ittifakı örgütleyen ve oluşturan kişi de Deniz Gezmiş’ti. İstanbul’da, sanırım Kürt tevkifatına dayanan bir Kürt Milliyetçisi çevre bulunuyordu. Bu çevrenin kimi öğrenciler ve yurtlarda, özellikle Diyarbakır yurdunda belli bir etkisi vardı. Bu çevre genellikle Süleymaniye camii civarındaki bazı kahveleri karargah olarak kullanıyordu. Deniz’in bunlarla sürekli bir ilişkisi ve diyalogu vardı. Bu diğer devrimcilerde bulunmayan bir özellikti. Dikkat edilsin, henüz devrimci öğrencilerin çoğunun kafasında Kürt sorunu diye bir sorunun bile olmadığı bir dönemde Deniz onları ayrı bir özne olarak kabul edip, onlarla öyle ilişki kuruyordu. Daha önce de belirtildiği gibi, devrimcilerin büyük çoğunluğu Kürt ve/veya Alevi idi. Ama devrimci harekette bu kimlikle yer almıyorlardı, sosyalist veya devrimci diyorlardı kendilerine. Ama çok küçük de olsa İstanbul’da sosyalizme sempati duysa da kendini Kürt olarak tanımlayan bir grup vardı, özellikle Diyarbakır yurdu çevresinde, Deniz, bunlarla ve bu kimlikleriyle ilişki kuruyordu. Bu o dönemde başkasında görülen bir özellik değildir İstanbul’da.

314


Peki nereden geliyordu Deniz’in bu özelliği. Kanımca Hikmet Kıvılcımlı’dan. Deniz TİP Üsküdar, ilçesinde çalışmış, Hikmet Kıvılcımlı’yla da bu dönemde tanışmış ve hatta Kıvılcımlı’yı TİP üyeliğine tavsiye etmişti. Kıvılcımlı ile birçok kereler onun muayenehanesine gidip konuşmuştu. Bizlere sık sık “eski tüfeklerin” hikayelerini anlatırdı, muhtemelen çoğunluğunu Kıvılcımlı’dan duyduğu. Kişisel kanım odur ki, Kürt sorunundaki bu hassasiyet, bu olağan dışı tavır başka türlü açıklanamaz. Yoksa Deniz de diğerlerinin çoğu gibi bir memur çocuğuydu ve hiç ulusal veya dinsel baskıyı yaşamamıştı. Onun bu farkının tek izahı Hikmet Kıvılcımlı ile olan ilişkisi olabilir. Kendi kişisel deneyimim de bunu kanıtlar niteliktedir. İlk kez gittiğim açık oturumlardan birinde Kürtlerin ayrı bir ulus olduğunu, beş on dakikalık bir konuşma içinde bize anlatan Kıvılcımlı’nın, kendisini önceden defalarca ziyaret eden, saatlerce onunla konuşan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına bu konudan uzun uzun söz etmemesi olanaksızdır. Yani Deniz’in bu konudaki esnekliğinin ve hassasiyetinin ardında Kıvılcımlı vardı. Kıvılcımlı ise daha 1930’larda “İhtiyat Kuvvet Milliyet” isimli kitabı yazıp, Türk solunun anca 1970’lerde tartışıp çoğunluğunun hiç bir zaman kabul etmediği, Kürtlerin ayrı örgütlenmesi, Kürdistan’ın Sömürge olduğu gibi tezleri savunmuştu. Dolayısıyla Kürtlerin ayrı bir ulus olduğu, onların ayrı bir özne olarak var oluşu gibi Türk solunun büyük bir bölümünün hala kabul etmediği görüşleri, farkına bile varmadan, bilinçsiz ve kendiliğinden bir şekilde, büyük bir iç hesaplaşma yaşamadan pratik içinde kabul edişimin ardında, Deniz dolayımıyla Kıvılcımlı olduğu kanısındayım. Ancak bunu ancak bu gün bir var sayım olarak ileri sürebiliyorum, yoksa o dönemde böyle olduğunun farkında değildim Bu varsayım yanlış ise de sonuç değişmez, Deniz’in benim ulusal sorundaki evrimimde belirleyici bir etkisi olduğunu düşünüyorum, bunu da bu gün düşünüyorum, yaşarken, hatta ondan sonraki yıllarda farkında değildim. Bu farkına varışım ve bu konunun üzerine düşünmem, bundan bir kaç yıl önce, Deniz’in son sözleri vesilesiyle yazdığım bir yazıyla başladı. Politik Kürtlerle ilişkimi, onlara ilişkin gözlemlerimi, ilk izlenimlerimi düşündüğümde, hep kafamda Deniz ile birlikte olduğum sahneler canlanıyor. Bir kaç kere silah işleri için Diyarbakır yurduna gidişimiz; Bir kaç kez Süleymaniye’de Kürt milliyetçilerinin gittiği bir kahveye gitmemiz; FKF’deki bir toplantıda, karşı tarafın bize karşı Kürtleri kışkırtmak istemesi ve Deniz’in Biz Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını savunuyoruz diyerek, provokasyonu boşa çıkarması ve planı tersine döndürmesi, Kürt arkadaşlarla birlikte toplantıdan sonra toplu halde çıkışımız; Çınaraltı’nda Diyarbakır’dan gelmiş, terzi iki TİP’li ile Deniz’in konuşmaları. Bu Diyarbakır’dan gelmiş kişilerden birinin Mehdi Zana olduğunu sanıyorum. Bu, Deniz'in farklılığının Kürtlerce de bilindiğini, bunun farkında olduklarını da gösterir. O zaman devrimci çevreler dışında pek tanınmayan Denizle görüşmek istemeleri ve görüşmeleri anlamlıdır. Belli belirsiz hatırladığım bütün bu sahnelerde Deniz var. Bunlar aynı zamanda o dönemden Kürtlere ilişkin olarak hatırladığım tek sahneler.

315


Bir sahne daha var. Mihri Belli’nin, Teknik Üniversite’nin yemekhanesinde ulusal sorun konusunda verdiği daha sonra yanlış hatırlamıyorsam Millet Gerçeği başlığıyla yayınlanan konferans. Evet, Kürtlerin ve Kürt sorunun bir şekilde farkına varmıştım, kendiliğinden, bilinçsizce ama hala Türk olduğumun farkında değildim. demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ 31 Mayıs 2001 Perşembe (Bu yazı bölümler halinde yazılıyordu ve burada yarım kalmış. - 18 Temmuz 2008 Cuma)

316


Geçiş Programı Birinci Baskı’ya Önsöz "Devrimci-Marksist Bir Program İçin Notlar"ı 1982’nin ilk aylarında yazmıştık. Bu yarım kalmış yazı bir kaç ay önce tekrar elimize geçti. Şimdi onu tüm Devrimci-Marksist arkadaşların bilgisine sunarken, otantik metni pek değiştirmemeye çalıştık. Yalnız çok miktarda tekrar olan yerleri ve konunu iyice dağıldığı bazı bölümleri çıkardık ve genellikle üslup düzeyinde bazı değişikliklerle yetindik. O tarihlerde, bir arkadaşa yazdığımız mektupta, bu yazıya ilişkin olarak şunları söylemişiz: "Bunlara ilaveten bir de program üzerine çalışmalarımın ilk dört bölümünü yolluyorum. Bu yazı devam edecek. Şimdiye kadar yazdıklarımı yollayayım dedim, yukarıda değindiğim nedenlerle M. Yenice'nin eleştirisi olan kısım biraz aceleye geldi. Belki onu ilerde yeniden yazarım. Ama yazıları ... çekmek, yazmaktan çok daha fazla zaman alıyor. Çünkü günde 4-5 sayfadan fazla çekemiyorum. O nedenle kesin bir şey söyleyemem. "Program üzerine yolladığım bu kısmı yayınlamanız şart değil. Yine sizin takdirinize bırakıyorum. Çünkü başka yerlerde ne olup bittiği hakkında hiç bir fikrim yok. İsterseniz bekletin tamamını yazıp yolladığımda topluca yayınlayın. İsterseniz, yararlı olacağını görürseniz, yazıldıkça parça parça, aralıklarla yayınlanmak üzere bu yolladığım kısmı, şimdiden yayınlayınız. Değerlendirmeyi siz yapınız. Tabii eklememe gerek yok ki, bu yazıları yayınlamasanız bile ilişkiniz olan Devrimci Marksistlere okutup, tartışabilir ve eleştirileri bana iletebilirsiniz. Bu beni çok memnun eder." Ama ne bu mektup, ne de bu yazı hiç bir zaman yerine ulaşamadı. Polisin eline geçmesin diye, bir tevkifat esnasında imha edilmiş. Bereket suretleri bir yerlerde gizlenmişti. Yıllar sonra tekrar elimize geçti. Şimdi bir bakıma kalınan yerden devam ediyoruz. *** Avrupa’ya geldiğimizde, Dördüncü Enternasyonal'e Türkiye'deki Troçkist hareketler ve görevleri üzerine bir rapor sunmuştuk. Orada şunları yazıyorduk: "Garip gelebilir ama Türkiye'deki Troçkist gruplar, böyle bir programı önlerine koymadıkları gibi, böyle bir programın gereğini de kategorik olarak reddediyorlar. Bu da onlarla temel bir ayrılık noktasıdır. Ayrılık, programın ne olması gerektiğinde değil, programdan ne anlamak gerektiğindedir. "Türkiye'deki Troçkist grupların temel yanılgılarından biri, devrimden sonra kurulacak iktisadi ve politik düzenin bir “modelinin" yani bir program oluşturulmasının yanlış ve gereksiz olduğunu düşünmeleridir. Onlar kendilerini, program anlayışlarını, sadece geçişsel taleplerle sınırlıyorlar. (Bunları skolastikçe değişik kombinasyonlarda tekrarlamaları da ayrı konu.) 317


"Kanımca, bu noktada Troçki’yi de anlamış değildirler. Onlar program anlayışlarını ifade ederken "Geçiş Programı sosyalist devrimden sonra kurulacak toplumun bir modelini sunmaz" diyorlar. Ancak, Troçki, bizzat, Geçiş Programı’nın bir çıtlatma, işçi sınıfını iktidarın eşiğine kadar getiren bir program olduğunu, bu anlamda eksik ve tamamlanmamış olduğunu birkaç yerde belirtir. Kaldı ki, 4. Enternasyonal’in son kongresinde karar altına alınan "Proletarya Diktatörlüğü ve Sosyalist Demokrasi" adlı metin, kurmak istediğimiz toplumun bir “model”inden başka nedir ki? Bu aynı zamanda, Troçki’nin sözünü ettiği eksikliğin bir giderilişi değil midir? Bu anlamda Türkiye’deki troçkistler, Geçiş Programı’nın eksikliğini, onun üstünlüğü imiş gibi koymaktadırlar. İktidara gelindiği zaman nasıl bir düzen kurulacağı üzerine rüya görmeyi reddediyorlar. Ben ise, Lenin ya da Pisarrev gibi “Rüya görmeliyiz” diyorum. “Bunun altında biraz da yığınları tanımamak yatıyor. Diyorlar ki, yığınlar denemeyle öğrenir, bu tecrübe ve eğitimi de geçişsel talepler sağlar. “Birincisi, bu anlayış yığınları hayvan gibi ele almak oluyor. Yığınlar bir rüyayı gerçekleştirmek için de harekete geçebilirler. İnsanı hayvandan, duvarcıyı arıdan ayıran, onun yapacağını önceden kafasında tasarlamasıdır. "İkincisi, yığınların deneyerek öğrenmesini çok sınırlı kavrıyorlar. Biz şimdiden programımızı somutlasak, bunun tek çıkış yolu olduğunu, burjuvazinin alternatiflerinin çıkmaz olduğunu göstersek, öngörülerimizin bizzat hayat tarafından doğrulanması da yığınlar açısından bir deneme olmayacak mıdır? Elbette bu propaganda faaliyeti tüm yığını etkilemese bile, onun ileri unsurlarını etkiler ve devrimci bir kabarışta bu unsurlar büyük önem taşırlar. "Üçüncüsü, geçişsel talepler, gericilik ve devrimci Almanca konuşma dönemlerinde - ki şimdi böyle bir dönemdeyiz-, hele troçkistler çok güçsüz ise birer propaganda sloganı olmaktan öteye gitmezler. "Son olarak, böyle bir programı gereksiz bulmak, bir alternatif getirmeyi reddetmek demektir. Burjuvazinin problematiğine hapsolmak, entelijansiyanın ve yığınların hapsolmasına seyirci kalmak demektir. “Bugün toplumun tartıştığı konuyu, gündemi burjuvazi belirliyor. Toplumda şimdiden bir ideolojik egemenlik kurmanın gereği inkâr edilemez. İdeolojik egemenlik demek, gündemi belirlemek, toplumu, büyük çoğunluğu karşı çıksa da bizim ortaya attığımız problemi tartışma zorunda bırakmamız demektir. Başarının yolu da buradan geçer. "Özetlersek, nesnel durum, yani ekonomik yapı, Türkiye’nin önüne tarihsel görev olarak bir proletarya diktasını koyuyor, ki bu program demektir. Türkiyeli Troçkistler ise, kategorik "Sürekli Devrim" cevabının ötesine geçmeyi reddediyorlar. Tam da bu noktada diğer troçkist gruplarla bir ayrılık, yani programdan ne anlaşılması gerektiği konusunda bir ayrılık var. Bu durumda öne koyulan görevler farklı oluyor. Ben, diğer troçkist grupların, eksikliği üstünlük gibi koyan program anlayışlarıyla mücadeleyi önüme bir görev olarak koyarken. Onların böyle bir problemi yok." (s. 5,6,7)

318


Bu Rapor’u çevremizdeki bazı troçkist arkadaşlara da verdik. Kimi arkadaşlar, bir sürü genellemeler içerdiğini ama bunların ayrıntılı bir kanıtlaması olmadığını söylediler. Onlara, bu konularda daha önce araştırmalar yapıp yazılar yazdığımızı, Rapor'daki ifadelerin bunun sonuçları olduğunu, öte yandan bir raporun bu tür araştırma ve polemikleri de içeremeyeceğini söylediğimizde, açıkça yüzümüze ifade edilmese bile, yalan söylediğimizi düşünenler oldu. Onlara göre, illa bir ayrılık bulmak için, program ayrılığı diye bir şey uydurmuştuk. Şimdi metin ortada, yalan söylemediğimiz, ezbere konuşmadığımız ve gerçekten de diğer Troçkist gruplarla program anlayışı bakımından temelden bir ayrılık içinde bulunduğumuzu herhalde hiç bir okuyucu inkâr edemeyecektir. Belki bizim görüşlerimiz yanlıştır ama ayrı anlayışlar olduğu kesindir. Ve bu konu, Tarihsel Maddeciliğin en temel sorunlarını tartışmamızı ve kavramamızı sağlayacak çok verimli bir alan oluşturmaktadır. Bu arada, son günlerde, çok hoş bir tesadüfle, bizim Türkiyeli Troçkistlere yönelttiğimiz eleştirinin kategorik bir ifadesini Mandel’in bir yazısında gördük. Mandel, aynen şunları söylüyor: "Kötü bir devrimci, sadece ayakları artık yere basmayan değildir; sadece, devrimci projenin gerçekleştirilmesinin toplumsal objektif ve sübjektif önkoşullarıyla olan bağını yitiren değildir. Ama kötü bir devrimci, aynı zamanda, var olan gerçekliklere, içinde yaşanılan ana, günlük rutinin ufak tefek şeylerine saplanıp kalan; Tarihin beklenmeyen ani ve keskin dönüşlerini önceden kestirebilme duygu ve düşüncesini kaybetmiş olup, geleceğe yönelikliği bir kenara iten ve yanardağ gibi patlayışlar tarafından geçilendir de. Bu anlamda da, geleceğin ufku olmaksızın, gerçekliğin doğru ve tam bir kavranışı olamaz.” “Stalinizmin tarihi felaketinden sonra, bugün Marksistler artık şöyle bir açıklamayla kendilerini sınırlayamazlar: "önce kapitalizmin yıkılması söz konusu, bu yıkımla ortaya çıkacak olan sosyalizmin daha sonra nasıl görüneceğini, somut tarihsel gelişmelerin kendisine bırakalım.” Sosyalist antisipasyonun devrimci projeden bu şekilde uzaklaştırılması, bu devrimci projeye, bugün, geniş proleter kitleleri ikna edememeye mahkûm ediyor. "Somut bir sosyalizm görüntüsü, bugün için Batı'da, pratik devrimci günlük politikanın ön şartı oldu. Doğu Bloku ülkelerindeki -hiç bir zaman sosyalizm olmayan- "reel sosyalizm"den temelden faklı ve ondan üstün olan somut bir alternatifin var oluşu ikna gücü kazanmadıkça, kapitalizm, endüstri ülkelerinin proletaryası tarafından yıkılamayacaktır." Biz, ne raporu yazarken, ne de Program konusundaki bu çalışmayı yaparken Mandel'in böyle bir yazısı olduğunu bilmiyorduk. Ama şimdi yaklaşımımızın daha bir doğru olduğundan daha bir eminiz. Mandel’den alıntısı yapılan sözler, gerek Rapor’da gerek program yazısında -belki kendi ilkel üslubumuzla- söylediklerimizin daha mükemmel ifadesinden ve Sempatizan Seksiyon ve Eleştiri Grubu’nun program anlayışının zımni bir eleştirisinden başka nedir ki? Ama insan şunu da düşünmeden edemiyor. Her iki grupta da epeyce dil bilen ve Avrupa’daki yazını izleyebilen arkadaşlar var. Bunlar şimdiye kadar niçin Mandel'in yukarıdaki yazısını Türkçeye çevirmemişlerdir? Yoksa ortada, bilinçsiz de olsa bir sansür mü var? Öte yandan insan şunu da düşünüyor: demek dil bilmek, bütün uluslararası yazını okuyabilmek yetmiyor. 319


Okuyanlar her şeyi doğru kavrıyor ve doğru seçiyor demek değil. Önemli olan yöntem. İnsan sağlam bir hareket noktası ve yönteme sahip oldu mu, neyin önemli neyin önemsiz olduğunu daha doğru değerlendirebilir. *** Program üzerine olan bu yazı hangi gelişimin ürünüdür? Bunu da bu önsöz çerçevesinde kısaca açıklamaya çalışalım. Program konusunda ilk çalışmalarımızın tarihi 1970 yıllarına dayanır. O yıllarda, 16 Haziran işçi direnişinin kabarışıyla doğan ve hızlı bir gelişme gösteren "Doktorcu"" hareketin bir taraftarıydık. Daha "Uyarmak İçin Uyanmalı, Uyanmak İçin Uyarmalı"dan biliyorduk ki, Program olmadan Parti olmaz. Program, bir prensipler deklarasyonu değil, bir "yapılacak işler planıdır." Sosyalist gazetesi, bir Proletarya Partisi örgütlemeye yönelik olarak çıkıyordu. H. Kıvılcımlı, çeşitli kereler V.P. Programını Proletarya Partisinin minima programı olarak sosyalistlerin tartışmasına sunuyordu. Bu dönemde çeşitli gruplarda programı okur, tartışır ve anlamaya çalışırdık. Sonra l2 Mart geldi. Doktorcu harekete TİP’ten gelen bir kadro –ki bu kadro daha sonra TSİP’i kurdu- gizliliğe çekilmiş olan doktorcuların başını bağladı ve "Doktorcu" lafzı altında, TİP'in burjuva sosyalizmini yeniden piyasaya sürmeye başladı. 12 Mart karanlıkları sırasında, bunların bir diğer argümanı da, -şimdi bazı Troçkistlerde de benzerinin, görüldüğü gibisavunma döneminde olunduğu, dolayısıyla hiç bir şey yapmamak gerektiği biçimindeydi. Bu politikaya muhalefet edenleri illegalitenin olanaklarından da yararlanarak hemen tecrit ediyorlardı. 12 Mart'ın karanlığı dağılmaya başlarken, bu muhalifler bir araya geldiler ve daha sonra TSİP'i kuracak olanlara karşı mücadeleye başladılar. Bunun organı, 1974 yılında altı sayı çıkabilmiş olan Kıvılcım gazetesiydi. Bu gazete de, Proletarya Partisi şiarını atıyor ve minima program olarak V.P. Programını bir tartışma platformu için öneriyordu. Bu belki ilkel ama radikal muhalefet, Burjuvazi tarafından susturuldu ve TSİP'in önü açıldı. Bu tarihten sonra, pratik politik mücadeleden zorunlu bir uzaklaşma içinde kaldık ve teorik çalışmalarımızın esas eksenini Program üzerine incelemeler oluşturdu. Bu çalışmaların ilk ürünü: Mihri Belli’nin “V.P. Program Eleştirisi’nin Eleştirisi” oldu. 1976’da Kıvılcım Yayınları arasında, H.Yılmaz imzasıyla "Emekçi-Birikim’in Dr. H. Kıvılcımlı Eleştirileri Üzerine" başlığı altında yayındandı. Bundan sonra T.K.P. 1926 Programı, T. S.E.K.P. Programı (1946), T.S.P. Programı (1946), T.İ.P. Programı, T.S.İ.P. Programı üzerine sayfalarca eleştirel notlar aldık. Bu notlar kayboldu gitti. Keza bu arada, Kıvılcım Yayınları arasında, Lenin'in R.S.D.İ.P. Program Taslakları yayınlandı. Bu çalışmaların son ürünü T.K.P. Programı’nın Eleştirisi oldu. Bu, 1978’de çıkan Kıvılcım dergisinin birinci sayısında yayınlandı. Türkiye de hiç bir hareket Doktorcular kadar bir "Program Bilinci" denebilecek şeye-sahip değildi. Bu doktorcuların yayınlarında bile görülebilir. Ama doktorcuların Program kavramı, 320


sadece Minima Programla sınırlıydı ve Türkiye ile sınırlıydı. Bu, o tarihlerde yaptığımız program eleştirilerinin hepsine egemen olan iki, ama çok önemli, zayıflıktı. Bir diğer zayıflık da şuydu: eleştirdiğimiz programların reformist olduğunu gösterebiliyor ama bu eleştiriyi sanki aynı programı kabul ediyormuşuz gibi, program metni üzerinde, eleştirilen programların dayandığı genel tahlilleri ele almayan bir biçimde yapıyorduk. Genel olarak program ile program metni eleştirisi denebilecek ve iki ayrı yöntem gerektiren ayrımın farkında değildik. Bu, T.K.P. Programı’nın Eleştirisi’nde açıkça görülebilir. * 1978-79 yıllarında, en küçük örgüt bile hızla gelişir ve birçok taraftar toplarken, V.P. en azından büyüyemiyor ve müthiş bir kabızlık içinde bulunuyordu. Bu durum, “eğer doğru isek büyümemiz gerekir” varsayımından hareketle – ki bu varsayım her zaman doğru değildir – “yanlışlık nerede?” diye düşünmelerine ve örgüt içinde bir tartışmanın başlamasına yol açtı. Tartışma Önce taktik ve Örgüt sorunları biçiminde başladı. Sonra Program anlayışlarında bir ayrılık olduğu ortaya çıktı. Ayrılık neredeydi? Bunun için V.P. Programının dayandığı mantığı açıklamak gerekiyor. Bütün burjuva sosyalizmi ya da reformist sosyalizm, Devrim’i uzak bir geleceğin sorunu olarak ele alır ve varolan sistem içindeki bir reformlar programını acil görevler olarak öne sürer. Bu TİP, TSİP, TKP gibi bütün reformist partilerin programlarında görülebilir. Küçük burjuva devrimci hareketler ise, "devrim" der dururlar ama gerçekte onlarda bir program nosyonu yoktur. Onlar tepki duydukları reformizmle olan sınırlarını esas olarak mücadele biçimleri alanında çizmeye çalışırlar, V.P. Programı ise -ya da H. Kıvılcımlı'nm anlayışı diyelim- bu iki ucu boklu değneğin de dışındaydı. V.P. Programı, Devrim’i uzak bir geleceğin değil, günün acil meselesi olarak öne koyuyordu. Özü itibariyle Demokratik Devrim görevlerine dayanıyordu. Ancak, Demokratik Diktatörlük ya da İşçilerin Köylülerin Demokratik diktatörlüğünden anladığı, köylülük desteğinde Proletarya diktatörlüğü idi. Ama öte yandan bu diktatörlük, varolan bürokratik işçi devletlerinin sunduğu modellerden esinlendiği için, bu çarpıklığı da içeriyordu, (örneğin bugün işçi devletlerinde Halkın Silahlanması ya da İşçi Köylü Silisi nasıl yoksa, V.P. Programında da yoktur.) Ama programa üstünlüğünü veren şey, teklifler sisteminin organik bütünlüğü, ancak bir işçi-köylü ayaklanmasıyla gerçekleşebileceği ve hemen gerçekleştirilmesinin gerekli ve mümkün olduğu anlayışıydı. Program şu üç temel üzerinde yükselir: tamamen aşağıdan gelme, yoksul köylüler eliyle gerçekleştirilecek bir toprak reformu ve tefeci-bezirgan sermayenin tasfiyesi; büyük ticaret ve sanayinin millileştirilip planlı ekonomiye bağlanması; Paris Komünü tipi ucuz bir devlet. Bugün Troçkist bir parti iktidara gelse, V.P.Programı'nın bürokratik işçi devletlerinden ilham aldığı kısımları değiştirerek, hemen yapacağı ya da yapması gereken şeylerin hepsi, organik bir bütünlük içinde V.P. Programında vardır. Ama 1977 veya 1978 ( şimdi tarihi tam olarak hatırlamıyoruz) Kongresinde V.P.’nin bu programının önüne, bir seri, "acil talepler" namı altında, talep koyulmuştu. Böylece V.P.’nin fiilen diğer reformist partilerden hiç bir farkı kalmıyordu. Doktorcular Doktor'u inkâr 321


etmişlerdi. Bu reformizmin farkına varılması ve mücadeleye başlanması ile birlikte, orijinal programı savunanlar, tartışmalar içinde görüşlerini mantıki sonuçlarına vardırmaya başlayınca, farkına varmadan, Doktorcu bir biçim altında, Troçkizmin yıllardır savunduğu noktalara birer birer varıyorlardı. Ama Troçkizm hakkında henüz hiç bir şey bilmedikleri için, ilk defa bir şeyleri kendilerinin bulduğunu, daha doğrusu Doktor'u ilk defa doğru dürüst anlamaya başladıklarını düşünüyorlardı. doğruydu da, Doktor'u anladıkça, onun sınırlılıklarını da görüyorlardı.- Bu geçiş ve reformizmden kopuş döneminin belgesi, yine Kıvılcım Dergisi’nin Ocak 1979’da yayınlanan 3-4’üncü sayılarında yer alan "Komisyon Raporu" denen metinde görülebilir. Örneğin bu Rapor'un Sunuş'u, Geçiş Programı’nın başında bulunan, "insanlığın bunalımı proletarya önderliğinin bunalımına indirgenebilir" bölümündeki yaklaşımın başka sözlerle ama aynen ifadesinden başka bir şey değildir. "Komisyon Raporu" bir geçiş dönemi belgesidir. Ya ileri gidilecek, troçkizme varılacaktı ya da bu rapordaki öncüller geri bir noktadan reddedilecekti. Gerçekten de öyle olmuştur. V.P.'nin orijinal programını acil görev olarak öne koyanlar V.P. Kongresi'nde çoğunluğu sağladılar ve diğerleri ayrılıp S.V.P.'yi kurdular. Evet V.P.Programı acil görevdi, onun talepler bütünlüğünü sloganlaştırmaya çalışıyorduk. Ama kafalarımızda hep şu varsayım vardı. Programı insanlara propaganda ederek, sloganları yazarak büyüyeceğiz. Marks, “teori yığınlar tarafından kavranınca maddi bir güç olur” dememiş miydi? Yapılacak iş V.P. Programı’nı yığınlara kavratmaktı. Bunun tek biçimi de Propaganda ve sendikal vs, çalışmalarda örnek ve devrimci tutumdu. Bu sırada Türkiye'de faşistlere karşı ciddi bir savunma savaşı veriliyordu. Ama bizim bu savaş konusunda hiç bir görüşümüz yoktu. Fiilen bulunduğumuz mahallelerde biz de savaşıyorduk ama bu eylemin teorimizde bir yeri yoktu. Keza V.P. Programı’nda da böyle bir sorun yoktu. Bu sorun, bizi, faşizm üzerine düşünmeye yöneltti. Öte yandan hala doktorcu olduğumuzdan, Doktor’un eserlerinden bu sorun -üzerine çözümler aramaya başladık. Doktor'un 1970'de verdiği bir konferansta, faşistlerin saldırılarına karşı savunmayı örgütlemekten söz ettiği dikkatimizi çekti. Ve şu düşünce hemen aklımızda uyanıyordu: bu savunma eyleminin kendisi, bizzat işçi-köylü milisinin bir tohumu değil miydi? Böylece Program ile, yığınların günlük mücadelesi arasında, propagandanın ötesine giden, somut örgüt ve mücadele biçimlerinden oluşan bir bağ kurma olanağı doğuyordu. Farkına varmadan geçişsel talepler sistemine varıyorduk. Bir bakıma, dünyada Troçkizm diye bir şey olmasaydı bile, el yordamıyla onu yeniden yaratıyorduk. Bu yaklaşımın ilk ürünü, Sosyalist'de çıkan "Faşist Saldırılara Karşı Öz-Savunma" başlıklı yazı oldu, (Başlık tamı tamına böyle olmayabilir, Buna benzer bir şeydi.) Tam bu sıralarda, faşizme ilişkin araştırmalara bağlı olarak ilk kez Troçki ile karşılaşıyorduk. Bizim yeni bulduğumuzu sandığımız şeylerin meğerse hem de "karşı devrimci" olarak gördüklerimizce eskiden savunulduğunu görmeye başlıyorduk. Ortaya Troçki'nin adı çıkınca, duraksamalar, "nereye gidiyoruz" diye sorular da başlıyordu.

322


Troçki ile tanıştığımız, ama onu henüz sadece Faşizm teorisi ile tanıdığımız şuralarda, kitlelerin ve mücadelenin nesnel ihtiyaçlarıyla program arasında bir bağlantının aracı olarak, mücadelenin somut bir anına ilişkin bir Geçişsel Talepler gibi, "İşçinin El Kitabı" 1979 Eylül'ünde yayınlandı. Bu kitapta, İşsizlik, Pahalılık, Sendikalar ve Faşist Çeteler’e ilişkin olarak farkına varmadan geçişsel talepler formüle ediyorduk. Bu kitapçığın gerek ayrı bildiriler gerek küçük bir kitap halinde İstanbul'da binlerce işçiye dağıtılması ya da satılması, V.P.’nin son eylemi, Ölümünden önceki "kuğu çığlığı" oldu. V.P.'nin devrim programının önüne, bir takım reform taleplerini geçirdikleri için V.P.'den atılan S.V.P.'nin, İşçinin El Kitabı’na eleştirisi, "işte bizim dediklerimize geldiniz" biçiminde oldu. Belki birçok V.P.'li gibi, onlar da, bu kitaptaki taleplerin, tamamen farklı mahiyetini; taleplerin birtakım reformları acil olarak öne koymadığını aksine, kitleleri iktidara yöneltecek, somut örgüt ve mücadele biçimlerini ele aldığını göremiyorlardı. Devrim, uzak bir geleceğin değil, tam da o günün acil sorunu olduğu içindir ki, bu amaca bağlı olarak bu sloganlar atılıyordu. Onlar, zaten var olan mücadeleye, bilinçli bir ifade vermeye yönelikti, iktidara gidebilecek olanaklar sunuyordu. Daha sonra, Geçişsel Talepler anlayışına daha yakın olarak yazdığımız metin, Tariş Olayları’ndan sonra yazdığımız "Gün Mücadele Günüdür" başlıklı uzun bildiridir. (Bu bildiri daha sonra, Almanya da çıkan Der Weg-Yol'un Mayıs 1980 tarihli İkinci sayısında yayınlandı.) Bu arada V.P. dağılmış, biz de Troçkist olmuştuk. Troçkizme, Türkiye deki Troçkist gruplardan tamamen bağımsızca varmıştık ve onlar hakkında hemen hiç bir şey bilmiyorduk. Sadece, Sempatizan Seksiyon durumundaki grup gözümüzü daha çok dolduruyor ve kendimizi ona daha yakın hissediyorduk. Sürekli Devrim ve Ne Yapmalı dergileri, diğer kitap yayınları bizde onların daha doktriner ve ciddi oldukları şeklinde bir izlenim yaratmıştı. Bunun üzerine kendilerine katılabileceğimizi ama program ve tüzüklerini okumak istediğimizi söyledik. Onlar da bize, Tüzük veremeyeceklerini, Program olarak da, Bildirge ile iki durum değerlendirmesini -ki bunlar dergilerde çıkmıştı- okumamızı söylediler. Doğrusu şaşırdık. Biz bu günlere Program diye diye gelmiştik ve şimdi, sempatizan seksiyon durumundaki bir örgüt programı olmadığını, Bildirgenin program yerine kabul edilebileceğini söylüyordu. Marksizmin bir alfabetik önermesi olan, Program'ın bir prensipler deklarasyonu olmadığı yolundaki doğruları ne olmuştu? Yıllardır mücadele ettiğimiz görüşler şimdi, Troçkist bir biçim altında yeniden mi karşımıza çıkıyordu? Kafamızda bu sorularla bütün Troçkist yayınları okumaya başladık. Bu arada 12 Eylül geldi ve Troçkist gruplarla tüm bağlantılarımız koptu. Bu arada sözü geçen iki durum değerlendirmesi ve Bildirge' ye ilişkin bir sürü eleştirel notlar kaleme aldık. Ancak, araya başka işler girdi, Almanya da çıkan Yol dergisine yazılar yollamak, bulunduğumuz yerdeki (Niğde Cezaevi) tartışmalara ilişkin polemikler yazmak vs. gücünüzü ve zamanımızı alıyordu, 1982’ye doğru bir parça zaman bulduk ve Program sorunu üzerine ilk notları almaya başladık. Daha sonra bunları aceleyle yazıya dönüştürdük. Bu yazı ilişikte bulunan yazıdır.

323


Şimdi şunu söyleyebiliriz ki, bu yazıyı bugün yazsaydık belki başka bir üslupla ve şemayla yazardık ama oradaki eleştiriler hakkında bugün de aynı şeyleri düşünüyoruz. Hatta bu kanaatimiz pekişmiş durumda. Geçişsel talepler ile, reformist talepler arasındaki fark nerededir? Sanırız, sadece Türkiye'de değil, Dünya'nın birçok ülkesinde Troçkistler bu ayrımı yapamıyor ve reformizmle olan sınırları iyice belirsizleştiriyor. Bizi Troçkizme getiren, devrimin önüne, acil görev olarak birtakım reform isteklerinin getirilemeyeceği anlayışına karşı, -burjuva sosyalizminin kavrayışı, bugün, Geçiş Talepleri ya da "demokratik mevzilerin kazanılması" namı altında tekrar karşımıza çıkıyor. Bir zamanlar V.P.’de yapılanı bugün Troçkizm biçimi altında yeniden görüyoruz.- Sadece terminoloji değişmiş durumda. Biz bu filimi daha önce seyretmiştik. Örnek mi? Enternasyonal dergisinin Eylül-ekim 1984 tarihli 9. Sayısında "Darbenin Dördüncü Yılı ve Görevlerimiz" başlıklı yazının sonunda "Emekçi yığınlarının mücadele programı, sosyalist demokrasinin kurulmasına yönelik demokratik mevzilerin kazanılmasına dayanır" dendikten sonra "yaşam Koşullarının İyileştirilmesi İçin" ve "Baskılara Karşı" başlığı altında bir sürü reform talebi sıralanmış. TİP, TSİP, TKP ya da SVP de bundan başka şeyler söylemiyorlar. Fark nerede kaldı? Sadece Troçkist terminolojide. Yazıda eleştirdiğimiz Program Anlayışını tohumundan tanıyamayanlar, herhalde bu meyvesinden daha kolay tanıyacaklardır. Eleştiri Grubu’na gelince, Sempatizan seksiyonun reformizmine, daha radikal bir tepkinin ifadesi. Ama onun ufku içinde kalıyor ve onun en temel yanlışına hiçbir itiraz yöneltmiyor. Bütün merkezci radikal akımların ortak karakteristiği olan mücadele biçimlerini bir program sorununa dönüştürme onlarda da görülüyor. Bu kanımız, sempatizan seksiyonun program anlayışını eleştiren bir yazılarını Tamamlanmamış bir yazıydı, tamamı elimize geçerse onun da bir eleştirisini yapmayı önümüze bir görev olarak koyuyoruz.- okuduktan sonra iyice pekişti. Bu yazı program tartışmalarına bir başlangıçtır. Bu tartışmaların hepimizin gelişimine hizmet edeceği düşüncesi ve dileğiyle bu önsözü noktalayalım. 17 / Eylül / 1985 C. Aydın (06 Aralık 2004 Pazartesi tarihinde dijitalize edildi. D. K.)

324


22 Yıl Sonra Dijitalizasyon Vesilesiyle Önsöz 1980 yılının başlarında, Eleştiri Yayınları arasında M. Yenice imzasıyla, “Devrimci Marksizm’de ‘Geçiş Programı Anlayışı’” adlı bir kitap yayınlandı 198. Biz de tam bu sıralarda, o güne kadar içinde bulunduğumuz “doktorcu” kabuğu, faşist çetelere karşı öz savunma, Sovyet devletinin sınıf karakteri, Üçüncü Enternasyonal’in lağvı gibi konulardan hareketle kırmaya başlamış ve el yordamıyla yaptığımız bu yeni keşifler sırasında “Troçkist” denen, aslında klasik mirası savunan ve bu mirasın yöntemine dayanarak, yirminci yüzyılın faşizm, geri ülkelerde sosyalist devrimler, Sovyet devletinin sınıf karakteri gibi olgu ve sorunlarını açıklayan gelenekle karşılaşmıştık. Bizim el yordamıyla yeni bulduğumuzu sandıklarımızın bu gelenek tarafından, yıllardır ve çok daha mükemmel bir şekilde, savunulduğunu görünce bu geleneğe katılmakta bir an için bile tereddüt etmemiştik. Tabii her ilk karşılaşmada olduğu gibi, önceleri müthiş bir açlıkla bu yeni olanı tanıma dönemi geçince, o gelenek içinde de dünyadaki bütün hareketlerde bulunan sorunların aynen var olduğun görmekte gecikmedik. Bir politikanın ya da bir teorinin sonuçlarını bilmek ve onları kabullenmek, o programın ardındaki birikimin özümlendiği anlamına gelmez 199. Bu çok daha karmaşık ve uzun bir süreçtir. Olan aynısıydı, bu yeni ulaştığımız gelenek içindekiler, aslında belki o sonuçları tanıyorlardı ama o sonuçlara yol açan muazzam birikim konusunda o noktaya el yordamıyla ve yaşayarak gelenlerden çok daha gerilerde bulunuyorlardı. Bizlerin henüz gencecik bir insanken Türkiye İşçi Partisi (TİP) saflarında, daha sonra Devrimci Öğrenci Birliği ve Dev Genç (FKF – TDGF) içinde, işçi hareketlerinde, 12 Mart’ın illegalitesinde, hapislerde, eylemlerde, küçük örgütlü grupların o dünyası ve özel jargonu içinde kafa göz yararak öğrendiğimiz, nice çok temel bilgiler, tecrübeler ve birikim yoktu bu karşılaştıklarımızda. Onların tüm dünyası bir bakıma Sürekli Devrim Teorisi, Faşizm Teorisi ve Sovyet Devletinin Sınıf Karakterine ilişkin teorinin sonuçlarının savunulmasından ibaretti. Bunların bilinmesinin ya da kabulünün hayatın ve devrimci mücadelenin daha bin bir başka alanında da otomatik bir doğruluğu ve haklılığı garanti edeceği sanılıyordu. Dolayısıyla bu yeni katıldığımız gelenek ile Türkiye Devrimci ve Sosyalist Hareketinin kendi deneylerinden hareketle benzer sonuçlara ulaşmasını sembolize eden bizler arasında bir gerilim ortaya çıkıyordu.

198

M. Yenice, Devrimci Marksizm’de “Geçiş Programı” Anlayışı, Eleştiri Yayınları, Devrimci Sosyalizm Dizisi: 3, Nisan 1980 199

Lenin’in de bir çok kereler sosyalist teorinin ulaştığı sonuçların benimsenmesinin sosyalist olmaya yeteceğini sanmanın yanlışlığına değinir.

325


Onlar daha baştan “Troçkist” oldukları ve bizden çok önce “Troçkist” olarak politik hayata atıldıkları için, bu önceliğin kendilerine her şeyi bizden daha iyi bilecekleri yönünde bir özellik kazandırdığını düşünüyorlar ve kendilerinin otoritesi önünde eğilmemizi bekliyorlardı. Biz ise, aslında yıllar önce aştığımız hatta bir zamanlar kendileriyle uğraştığımızı bile unuttuğumuz en basit sorunların ve bilgilerin bile bu “Troçkist” denenler tarafından henüz yaşanmadığını ve kavranmadığını gördüğümüzden, Troçkizmi tanımadan yaşadığımız çok zengin siyasi tecrübe ve teorik birikimin değerini daha fazla anlıyorduk. Bizler 1960’ların ve 70’lerin o muazzam işçi, köylü öğrenci hareketlerinin ve örgütlerinin tam ortasında ve çoğu kez de “ilk saatin işçilerinden biri” olarak yer almıştık. Eğer teorik kazanımları bir sermaye veya servet gibi görmek gerekirse, bizler en alttan başlayarak, çekirdekten yetişerek, kanla, terle, bin bir meşakkatle, kendi deneylerimizle o teorik zenginliklere ulaşmıştık ve onları adeta yeniden keşfetmiştik. Ama bu ulaştığımız yerde karşılaştıklarımız ise oraya hazır bir mirasın üzerine konar gibi gelmişlerdi, aynı veya benzer tecrübeleri hiçbir şekilde yaşamadan, sadece kültürel ve maddi arka planlarının gücüyle (dil bilmek vs.) orada bulunuyorlardı. Aradaki bu kökten fark, bu uyumsuzluk her adımda, her durumda ortaya çıkıyordu. Örneğin biz yıllar ve yıllar önce, daha 1970’lerin başında, Kıvılcımlı’nın çıkardığı Sosyalist gazetesindeki tartışmalar aracılığıyla Genel Grev sloganlarının baştan çıkarıcılığına karşı şerbetlenmiştik 200. Şimdi burada, o şerbetli olduğumuz hastalıkların yeni bir ambalaj içinde karşımıza çıktığını görüyorduk 201. Bir slogan atmayla sorunların çözüleceği anlayışına ancak gülebilirdik biz, ama Troçkistlerin çıkardığı dergiler tam da böyle hayallere dayanıyordu, oralarda en önemli tartışma konularından biri, “doğru slogan”ın ne olduğuydu. Hasılı her alanda korkunç bir uyumsuzluk yaşıyorduk. Bizlerin eskiden aştığımızı düşündüğümüz bütün sorunlar, burada karşımıza yeni elbiseler içinde tekrar çıkıyorlardı. İşin kötüsü, bu hazır mirasa konanlar, bu tecrübeleri almaya yatkın bir anlayış içinde de bulunmuyordu. Bizlere ve bizlerin deneylerine karşı zor gizleyebildikleri bir küçümseme içindeydiler 202. İşte bu yeni bulunduğumuz yerde karşılaştıklarımızın, hemen hemen istisnasız hepsinin benimsediği ve öve öve bitiremediği kitaptı bu M. Yenice’nin kitabı ve bizlerin henüz Troçkist olmadan önce Program konusunda aştığımız en temel yanılgılar, burada karşımıza

200

Bu konuda Orhan Müstecaplı’nın ölümü vesilesiyle yazdığımız makaleye bakılabilir. Makale şurada bulunabilir: http://f22.parsimony.net/forum41888/messages/3498.htm 201

Örneğin şimdi Bianet’in “Kürt Sorunu” uzmanı ve gerici bir Kürt milliyetçisi olan Ümit Fırat, o sıralar böyle bir küçük Troçkist grubun önderlerindendi ve Genel Grev sloganları atıyordu o sıra çıkardıkları gazetede. Bu gün bulundukları yer o nedenle bizleri hiç şaşırtmıyor. 202

Bu küçümseme ve sonuçları tekrarlamanın tipik bir örneği olarak o dönemde Ne Yapmalı dergisinde çıkmış olan Kıvılcımlı eleştirisi okunabilir. Bunu hafızamıza dayanarak belirtiyoruz ne bu dergi elimizde var ve ne de yazarının ve yazının adını tam olarak hatırlayabiliyoruz.

326


çıkıyor ve işin kötüsü Marksizm’e Troçkizm’in bir katkısıymış gibi sunuluyor ve anlaşılıyordu. Biz belki Sovyet devletinin sınıf karakteri konusunda yanlış teorilere dayanmıştık; biz belki faşizm ilişkin yıllarca hiç de doğru dürüst bir teoriye dayanmamıştık ama en azından şu program konusunda şimdi karşılaştıklarımızdan çok daha ileri bir anlayışa sahiptik. Ama şimdi yeni karşılaştıklarımız, Sovyet devleti ya da faşizm konularında daha ileri bir teoriye hazırca konmuş olmalarının onları örneğin Program anlayışı konusunda da daha doğru ve ileri anlayışlara sahip kılacağını sanıyorlardı. Mademki diğer konularda daha önce doğru şeyler söylemişlerdi o halde bu konuda da doğru olmalıydılar, dolayısıyla bunları da kabul etmemiz gerekiyordu. Bu çocuksu dayatmaya elbette prim vermezdik ve aslında kimi en temel sorunlarda ne kadar geri olduklarını; önlerinde yemeleri gereken daha kaç fırın ekmek olduğunu bu yeni karşılaştıklarımıza somut olarak da göstermek gerekiyordu. M. Yenice’nin kitabı bunu somut olarak göstermek için ideal bir örnek sunuyordu. Hem de son derece temel bir sorunda, program anlayışı sorununda. Bu da aslında daha derinden başka sorunlarla ilgiliydi: sınıfın ve kitlelerin ve insanın tarihsel eyleminde projelerin, programların ve hayallerin yeri sorunuyla. Bu düşüncelerle program konusunda bir uzun çalışma hazırlama ve onun içinde de bu M. Yenice’nin kitabının eleştirisi için ayrı bir bölüm için yazma işine giriştik., Bu eleştiriyi yazarken kitabın yazarının kim olduğunu bilmiyorduk. Yalnız bir yerlerden “Orhan”ın yazdığı kulağımıza çalınmıştı. Bu Orhan’ın da Orhan Dilber olduğunu sanıyorduk. Yıllar sonra kitabın yazarının Orhan Dilber değil, Orhan Koçak olduğunu öğrendik. Şimdilerde Virgül dergisini çıkaran ve Türkiye’nin gerçekten iyi yetişmiş aydınlarından biri olan Orhan Koçak, o zamanlar “Troçkist”miş ve bu kitabı “Troçkist” iken yazmış. Orhan Koçak artık muhtemelen politik olarak “Troçkist” değildir ama onun “Troçkist” iken yazdığı bu kitap hala Troçkistlerin program anlayışlarını belirlemektedir. Bizim Orhan Koçak’ın bu kitabına yönelik bu şimdi dijitalize edilmiş ve elinize elinizde bulunan eleştirimiz ise hemen hemen bilinmez kaldı. İlk yazdığımız sıralar, el yazmasından cezaevindeki arkadaşlar okumuştu. Yazının bir nüshası gizlice dışarıya çıkarılmıştı. O da çıkarıldığı yerlerde unutulup gitmiş. Sonra Niğde Cezaevi’nden sürgünlerle “Özel E Tipi” Cezaevlerine dağılınca, eldeki yazıdan iz toz bile kalmamıştı. Sonra seksenlerin ortasında, Avrupa’da, bu yazının cezaevinden gizlice çıkarılmış bir kopyasına rastladık. O sıralar bu bulduğumuz kopyayı daktilo ettik bir de Önsöz yazdık ve “Öncü İçin Forum” diye bir Bülten’in ilk sayısı olarak birkaç nüsha çoğaltıp yine tanıdık birkaç kişiye iletebildik. Hepsi bu kadar. Sonra gündemimize başka konular girdi. Dünya alt üst oldu ve neredeyse yirmi yıl boyunca, varlığını biz bile unuttuk.

327


İşte şimdi bu metni oturup dijitalize ettik ve en azından İnternet aracılığıyla olsun yayınlayalım dedik. Bunca iş arasında böyle yıllarca önce yazılmış bir yazıyı dijitalize etmek için bunca çabanın ne gereği var? Hele sosyalistlerin ve devrimcilerin çoğuna çok yabancı bir konuda ve neredeyse onlara çok özel gibi gelebilecek bir jargonla yazılmış, daha baştan okunma ve anlaşılma şansı olmayan bir yazıyı bu gün tekrar piyasaya çıkarmanın ne gereği var? Bu günün çok daha önemli ve can alıcı sorunları dururken böyle bir işe güç ve zaman harcamak boşuna bir çaba değil midir? Yapılabilecek böyle itirazların hiç de yersiz olmadığını biz de düşündük. Zaten belki de bu nedenle bu dijitalizasyon işini bunca geciktirdik. Ancak şimdi yine de değebileceğini düşünüyoruz. Türkiye’de yeni bir radikalleşme ve politizasyon dalgası ortaya çıkmadığı sürece, yine de politik ve teorik sorunlara az çok ilgi duyanlar, şu veya bu taşlaşmış örgütlerin, grupların, çevrelerin taraftarlarından başkaları değildir. Beğensek de beğenmesek de bu böyledir. Ve bir şeyler yapılacaksa bu gökten inmiş mükemmel insanlarla olmayacaktır. Elde ne varsa onunla başlamak gerekir. Diğer yandan, biz gerçi bu gün bambaşka sorunlar ve paradigmalarla meşgulüz ama onlar, yani Troçkistler hala yirmi yıl öncesinin konu ve bakışlarına saplanıp kalmışlar. Onlara onların dili ve sorunlarıyla hitap etmek belki bir şeyleri tekrar harekete geçirebilir. Elinizdeki kitapta dile gelen görüşler bizim kişisel tarihimiz açısından, tarih öncesinden kalmadırlar. Ama Türkiye’nin Troçkistleri için hala gündeme bile alınmamış ve aşılamamış, sorunları tartışmaktadırlar. Türkiye’nin Troçkistleri, Orhan Koçak’ın kitabında ifade edilen (belki bu gün Koçak’ın kendisinin bile savunmadığı) ve bizim elinizdeki kitapta eleştirdiğimiz program anlayışında takıldılar kaldılar. Biz ise bu arada program konusunda bambaşka paradigmalara geldik. Bir bakıma, öylesine farklı türler olduk ki, artık dölümüz tutmaz. Bilinir biyolojide, belli bir farklılık bir süre sonra farklı bir tür olmaya vardığında, o canlıların birbirine dölü tutmaz hale gelir. Bu farklı evrimi şöyle bir benzetmeyle açıklayabiliriz belki. Politikada küçük gruplar, tıpkı büyük kıtalardan tecrit olmuş adalar gibidir. Madagaskar adasındaki Lemurlar, bu adanın henüz maymunlar ortaya çıkmadan önce, kıtadan koptuğunu gösterir. Madagaskar bir yaşayan fosiller adası olarak kalır. Avustralya da öyledir. Orası daha da eski bir dönemde kopmuştur. Orada evrim keseliler aşamasında takılıp kalmıştır. Avustralya’nın sömürgeleştirilmesinden önce orada bulunan tek memeli hayvan, Homo Sapiens ve onunla birlikte gelen Dingo köpeklerdir ama onlar da, Afrika ve Avrasya’daki evrimin sonucunda ortaya çıkıp çok sonradan, muhtemelen insanın köpeği ehlileştirmesinden sonraki bir dönemde oraya gelmişlerdir.

328


Bütün içine kapalı gruplar gibi, Türkiye’deki Troçkistler de, ki şu an bütün Türkiye sosyalist hareketi fiilen aynı durumdadır, Madagaskar’ın Lemurları ya da Avustralya’nın keseli memelileri gibi yaşayan fosillerdir 203. Onlar evrimin bir noktasında takılmışlar ve kendi içlerine kapanmışlardır. Bu nedenle yirmi küsur yıl önce yazılmış bu metin, bu yaşayan fosil adalarının zamanına göre aktüalitesinden hiçbir şey kaybetmiş değildir. Çünkü Orhan Koçak’ın yirmi beş yıl önce yazdığı ve artık belki kendisinin bile hatırlamadığı ve hatırlamak istemeyebileceği bu kitaptaki program anlayışları Türkiye’nin Troçkistleri tarafından hala savunulmaktadır. Bir Allah’ın Troçkist kulu çıkıp da bu anlayışları eleştirmiş değildir. * 1984 yılında Avrupa’da sürgün yaşamına başladığınızda önce Dördüncü Enternasyonal’in Fransız seksiyonu olan LCR (Devrimci Komünist Liga), daha sora da Alman seksiyonu olan GIM (Enternasyonal Marksist Grup) içindeki çalışmalarda şunu gördük. M. Yenice’nin kitabında eleştirdiğimiz program anlayışı aynen Avrupa’daki seksiyonlarda da geçerliydi. Yani, devrimden sonra nasıl bir siyasi ve ekonomik düzen hedeflendiği konusu, bir program konusu olmaktan bütünüyle çıkmıştı, sadece belki bir teorik eğitim konusuydu. Program olarak ise, aslında bir devrimci dönemde somut bir eylem sloganı anlamı kazanabilecek olan geçişsel talepler sıralanıyordu genellikle. Ama devrimci bir dönem olmadığı sürece bunlar da bir Propaganda Sloganı olmaktan öte bir anlam taşımadığı için, pratik politikada fazla bir anlamları bulunmuyordu. Böylece aslında hedeflenen toplumdan bile söz etmeyen, onun “kıyısına kadar getiren” Geçişsel Talepler ancak propaganda sloganı olarak bir anlam taşıyordu. Bu da fiilen sınıfın ve kitlelerin aslında sosyalist bir toplumu bile hayal edemez hale gelmesi anlamına geliyordu. Ama bu geçişsel talepler politik mücadelede fiilen hemen hemen hiç savunulmadığından, izlenen aktüel politika boğazına kadar reformizmin batağına saplanmış bulunuyordu. Troçkistlerin (Anarşistlerin veya diğer radikal grupların) sosyal demokrat partilerden tek farkı onların, daha militan ve mücadeleci yöntemleri benimsemelerinde, yani muhalefetin aşırı bir kanadını oluşturmalarındaydı. Ayrı bir programa dayanan bir profilleri bulunmuyordu. Durumu biraz somutlamayı deneyelim. Diyelim ki, hedefiniz, ekonomik alanda meta üretimine, yani kar için üretime son vermek ve toplumun ihtiyaçlarına dayanan planlı bir ekonomi temelini örgütlemek. Ve buna toplumun gerçekten acil olarak ihtiyacı var. Bu günkü dünyada bu aslında son derece acil bir hedeftir. Ama elinizdeki kitapta eleştirilmiş ve yanlışlığı kanıtlanmış bir anlayışa dayanıyorsunuz ve “program ulaşmak istediğiniz toplumu içermemelidir” gibi bir anlayışa dayandığınızdan bu acil ve gerekli dönüşümü programınıza koymuyorsunuz. 203

Avustralya kıtasının ve keseli memelilerin Türkiye sosyalist hareketindeki karşılığı Partizan, TİKKO falan olsa gerektir. Çünkü onlar hem Avustralya gibi daha büyük bir alanı kaplarlar hem daha eski bir problematiğe göre şekillenmişlerdir. Troçkistlerin payına ise, nispeten biraz daha gelişmiş bir aşamayı (Maymuna geçişi temsil eden Lemurlar) ama aynı zamanda oldukça küçük bir alanı kaplayan Madagaskar düşer.

329


Bu hedef sadece örgütün teorik eğitim seminerlerinin bir konusu haline geliyor ya da öyle kalıyor. Geniş yığınların ve sınıfın bilincinden ve hafızasından ve gündeminden demokratik planlamaya dayanan ve kara dayanmayan bir ekonominin nasıl bir şey olacağı bütünüyle uzaklaşıyor ve unutuluyor. Yani bir propaganda sloganı olarak bile politik faaliyetinizde bir yeri bulunmuyor bu hedefinizin. Peki hangi gerekçeyle yapılıyor bu? Geçiş Programı’nda bunların yer almadığı gerekçesiyle. Geçiş Programı’nın Proletaryayı iktidarın eşiğine kadar getirdiği, aslında bir çıtlatma olduğu, tamamlanmamış olduğu. Hiç göz önüne alınmıyor ve onun eksiklikleri üstünlükmüş gibi koyuluyor. Böylece kapıdan kovulmuş bulunan reformizm, yani devrimci değişikliklerin günün acil bir sorunu olmadığı; kısmi reformların gerçek politikayı belirlediği bir politika, “geçiş programı” penceresinden giriyor. İş bu kadarla kalsa yine de iyi. Çok daha kötü. Peki, Üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılması ve planlı ekonomiye geçmeyi gerektirecek geçişsel talepler nelerdir? Örneğin, var olan işlerin tüm çalışabilir nüfus arasında paylaştırılması; bütün sanayi ve ticari sırların açıklanması; fabrikalarda ve şirketlerde işçilerin denetimi vs.. bunlara Geçişsel Tedbirler denir. Dikkat edilsin, bunlar henüz sosyalist devrim talepleri değildir. Bunlar bir bunalım durumunda ya da devrim öncesi bir durumda işsizlik, açlık gibi acil sorulara karşı somut tedbirlerdir ama gerçekleştirilmeleri ister istemez, işçileri kapitalizmle ve onun siyasi iktidarı ve biçimleriyle yüzleşmeye ve çatışmaya getirir. Ancak bu sloganlar veya böyle Geçişsel Talepler ancak bir bunalım, bir devrim öncesi, bir toplumsal mobilizasyon döneminde somut bir eylem sloganı anlamı kazanabilirler. Bunun haricindeki dönemlerde ise bir propaganda sloganı olmaktan öte bir anlamları yoktur. Ama eğer bunlar propaganda sloganıysa, o halde niçin sosyalist bir karakteri bile olmayan bu sloganlarla ve programla toplumun hayal gücü kaybına yol açılmaktadır ki? Kimsenin aklına bu soruyu sormak bile gelmez. Ancak, gelişmiş kapitalist ülkelerde hemen hemen devrimci bunalım dönemleri olmadığından, işçiler de genellikle, normal politik hayat içinde, bu geçişsel taleplerin de hiçbir pratik ve fiili anlamı bulunmamaktadır. Günlük politika son derece sıradan reformist talepler etrafında döner. En büyük tartışma konularından biri, seçimlerde gerici partiler karşısında sosyal demokrat partilere oy verilip verilmeyeceği noktasında döner. Daha radikal ve sekter kanatlar buna karşı çıkarlar, daha kitle ilişkileri güçlü olanlar, yani sendikalardaki görevliler falan, oy vermeyi savunurlar. Genellikle karşı çıkanlar bile, hamamın namusunu kurtarmanın iç ve gönül rahatlığıyla, gidip oylarını verirler. Bazen radikal sol bir araya gelip bir ittifak kurar ama genellikle kısa süre sonra dağılırlar. Böylece herkesin memnun olduğu bir oyun sürer gider.

330


Yani, meta üretiminin tasfiyesi ve bir planlı ekonomi, bir acil hedef olmaktan çıkmış, bir örgüt içi teorik eğitim konusu haline gelmiştir. Onu hedef olmaktan çıkaran ve daha hayatla bağlı olduğu söylenen geçişsel denen talepler ise (işlerin tüm çalışır nüfus arasında dağıtılması veya ticari sırların tanınmaması gibi) bırakalım bir propaganda sloganı olmayı, unutulmuş bir program metni olarak kalır: somut politika, şu veya bu iş kolunda şu veya bu sendikanın bir talebini desteklemek, bir reform talebi için, sosyal demokratları veya sendikacıları, doğru dürüst savaşmamakla veya ihanetle eleştirmekten ibaret olur. İşte Troçkistler veya radikal Avrupa solunun politikasının özü budur. Bu sapına kadar reformist bir politikadır aslında. Tıpkı Türkiye’deki reformistlerin politikası gibidir. Onlar da devrimin gerekliliğini, kapitalizmin tasfiye edilmesi gerektiğini inkar etmezler; onlar da yığınları eğitmek ve mobilize etmek adına o devrim programını uzak bir geleceğe erteleyerek, son derece sıradan reformlar için mücadeleyi öne alırlar. Birinde, minima maksima program ayrımının sağladığı bu devrimci talepler uğruna mücadeleyi uzak bir geleceğe atma sonucuna; diğerinde “geleceğin toplumunu programa sokmak yanlıştır” gerekçesinin ardına saklanan “geçişsel talepler” bahane olur. * Ancak burada, buraya kadar söylenenlerin daha iyi anlaşılması için, her biri “Geçiş” sözünü içeren “Geçiş Dönemi”, “Geçiş Programı” ve “Geçişsel Talepler” kavramlarının ayrımına biraz dikkati çekmek gerekiyor. Çünkü bu kavramlar klasik Marksist geleneği bilmeyenler, özellikle Stalinist partiler geleneğinden gelen sosyalistler için oldukça yabancı ve anlaşılmaz kavramlardır. Ama bırakalım Stalinist ya da Merkezcileri bir yana, Troçkistler bile bu ayrımların pek bilincinde değildirler. “Geçiş Dönemi” klasik Marksist literatürde, kapitalizm ile sosyalizm (sınıfsız toplum) arasındaki, siyasi biçimi “Proletarya Diktatörlüğü” olan dönemin karşılığı olarak kullanılır. Türkiye’de bu geçiş dönemi, yani Proletarya Diktatörlüğü, yaygın ve yanlış olarak, sosyalizm ile karıştırılmaktadır. Sanılmaktadır ki, Sosyalizm ve Proletarya Diktatörlüğü aynı şeydir. Bu nedenle Türkiye’nin sosyalistleri, örneğin tek ülkede sosyalizm olur mu olmaz mı gibi en sıradan tartışmaları bile anlayamazlar. Böyle bir tartışmayı örneğin, tek ülkede işçiler iktidara gelemezmiş ve bir işçi sınıfı iktidarı kuramazmış gibi anlarlar. Yani yukarıda sosyalist tedbirler dediklerimiz bile aslında, Sosyalist Toplumun değil, Geçiş Döneminin tedbirleridir; Proletarya Diktatörlüğünün tedbirleridir. Sosyalizm ondan sonradır gerçekte. Sosyalizm sınıfsız toplumdur. Onun, “Sosyalizm” veya “komünizmin alt aşaması” de denen alt aşamasında iş bölümü vardır, genel olarak “komünizm” veya komünizmin üst aşaması” da denen üst aşamasında o da yoktur. “Geçiş Programı” ise, Dördüncü Enternasyonal’in, Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört kongresinin kararlarına da dayanan, programının adıdır. Çağımızın sosyalist devrimlere geçiş çağı olduğundan hareket eder; adını da buradan alır. Yani “Geçiş” kavramıyla vurgulamak istediği, sosyalizmin uzak bir geleceğin değil, günümüzün acil bir sorunu olduğudur. Bu nedenle kendine “Geçiş Programı” demektedir. Yani eğer “Geçiş”

331


kavramının farklı kullanımlarını vurgulamak için ifade etmek gerekirse, Geçiş Programı, dünyanın Kapitalizmden Geçiş Dönemi’ne (Proletarya İktidarına) geçiş çağının programıdır. Bu devrimler çağını vurgulamak için öyle bir isim verilmiştir. Geçiş Programı, dünyada Geçiş Dönemi’ne ulaşmak için bir programdır; diğer bir deyişle, sosyalist devrimler çağının programı anlamına gelmektedir 204. Bu Program Troçki tarafından yazılmıştır ve tamamlanmamış bir programdır. Programın orijinal adı: “Can Çekişen Kapitalizm ve Dördüncü Enternasyonal’in Görevleri” dir. Sosyalist devrim, yirminci yüzyılda dünyanın üç sektöründe de acil bir sorun olarak görülmektedir. Kapitalist ileri ülkelerde sosyalist devrim; bürokratik İşçi devletlerinde bürokrasiyi iktidardan alaşağı edecek ve gerçek işçi sınıfının demokratik iktidarını kuracak politik devrim ve geri ülkelerde de yirminci yüzyılın bütün devrimlerinin gösterdiği gibi, demokratik devrimin tamamlanması ama bunun işçi ve köylüler eliyle tamamlanması nedeniyle bu devrimin sosyalist bir devrime dönüşmesi (namı diğer Sürekli Devrim). Aslında Troçki’nin yazdığı metin, somut bir program bile olmaktan ziyade bir program gerekçesi gibidir. Troçki’nin bizzat kendisi de zaten bu metinde bir programda yer alması gerekmeyen bir çok şeyin yer aldığını ve olması gerekenlerin olmadığını belirtmiştir. Peki “Geçişsel Talepler” nedir? Genellikle Geçişsel Talepler de Geçiş Programı ile karıştırılmaktadır. Geçişsel Talepler, kapitalist toplumda yaşanan acil sorunlara acil cevaplar anlamına gelen, mahiyetleri gereği sosyalist olmayan ama gerçekleştirilmeleri ister istemez ezilenleri ve işçileri var olan sistemle karşı karşıya getiren taleplerdir. Sınıfın kendi deneyleriyle bulduğu girişimlerin sistematik ifadesi olduğu kadar 205, onun eğitimini hedeflerler aynı zamanda. Bunun en tipik örneği, Lenin’in meşhur Yaklaşan Felaket adlı yazısıdır. Kapitalist toplumda, özellikle büyük alt üstlük ya da bunalım dönemlerinde, bu tür taleplerin ikili iktidara (Diyarşi) yol açma potansiyelleri vardır. Birkaç örnek verelim. Mesela yetmişli yıllarda Türkiye’de, dünyanın en büyük ve hızlı büyüyen faşist hareketi devlet destekli olarak muazzam bir saldırıya geçmişti. Bu saldırıya karşı fiilen, bütün sol hareketlerin yaptığı, bu saldırılara karşı kitlelerin öz savunmasını örgütlemekti. Kim bunu daha iyi yaptı ise onun etkisi hızla gelişti o dönemde. Bu faşist saldırılar karşısında, tipik reformist talep veya tedbir, “Faşist partilerin yasaklanması” gibi sloganlar ve tedbirlerdir. Devrimcilerin Geçişsel Tedbiri veya sloganı,

204

Çağın gerçekten öyle olup olmadığı ayrı bir sorundur. Yazarken Troçki öyle olacağını düşünüyordu ve o nedenle öyle adlandırıyordu ve 70’lerin başında bile dünyaya baktığınızda öyle oluyormuş gibi görünüyordu. 205

Lenin’in de bir çok kereler belirttiği gibi, örgüt ve mücadele biçimleri sistem kurucularının kafalarında oluşmaz, onlar canlı mücadelenin içinde çıkarlar. Devrimcinin görevi onları sistemleştirmek, tarihsel anlamını görmek, açığa çıkarmak ve bilinçli bir ifade vermektir. Bu bakımdan Geçişsel talepler sınıfın ve Kitlelerin kendi deneyleriyle bulduğu örgüt ve mücadele biçimlerinin sistematik ifadeleridir.

332


saldırılara karşı polisler ya da mahkemeler değil, halkın ve işçilerin kendi savunmasını kendisinin örgütlemesi; işçilerin ve köylülerin silahlanması olur. Bu henüz ne burjuva devletine ne de kapitalizme karşı bir talep değildir, soyut olarak düşünüldüğünde. Silahlı halk illa da sosyalizmi seçecek diye bir şart yoktur. Bu pek ala bir burjuva iktidarına, halkın silahlı olduğu ideal bir demokratik cumhuriyete de karşılık düşebilir. ABD veya İsviçre bunun en tipik örneğidir. İkisinde de halk silahlıdır ama bu silahlı halk kapitalizmi seçer. Ama somutta öz savunma gerçekleştiği an, fiilen silahlı bir halk ve ordusu demektir. Fiilen ikili bir iktidar demektir aynı zamanda. Çünkü bir süre sonra o öz savunma birlikleri, faşistleri destekleyen devlet cihazıyla da karşı karşıya gelecektir. Yani Öz savunma örgütlenmesi aynı zamanda devrimci ordunun çekirdeği sayılabilir. Burjuvazi bir azınlık olduğundan, baskıcı ve bürokratik bir cihaz olmadan egemenliğin sürdüremeyeceğinden, otomatik olarak var olan eski cihazdan yana, bu yeni olana karşı olur. Bu da iç dinamiğiyle o öz örgütlenmelerin burjuvazinin direncini kırmak için bir sosyalist devrimin araçlarına dönüşmesine yol açar. Başka bir örnek alınabilir. Mesela İzmit Depremi’nde halk, Devletin hantallığı, neme lazımcılığına ve daha bin bir çürümüşlüğüne karşı, kendiliğinden göçük altında kalanları çıkarmak, onlara iaşe ve ibade sağlamak için örgütlenmelere gitti. Meşhur o Akut’a duyulan ilgi özünde bu tür bir öz örgütlenmeye duyulan özlemi ve sempatiyi ifade ediyordu. Böyle bir durumda pek ala, o bölgedeki halkın bu kendiliğinden örgütlenmeleri, fiilen o bürokratik mekanizmayı parçalayarak ve tanımayarak ve onun yanı sıra, gelen yardımların dağıtılmasından, enkazların kaldırılmasına, makinelerin organizasyonuna kadar birçok işi üstlenebilir ve fiili bir ikinci iktidar olarak ortaya çıkabilirdi. Ve bu yönde güçlü eğilimler vardı. Devletin en çok korktuğu bu oldu. Bunun nasıl bir yığınları örgütleyici, inisiyatifini geliştirici, eğitici ve patlayıcı bir potansiyel taşıdığını en iyi egemen sınıflar bilmektedir. Çünkü insanların o anki acil ihtiyaçları ile kapitalizmin kar ekonomisi, özel mülkiyet tabusu ve bürokratik bir devlet uyuşmaz. Bu nedenle devlet hemen ikili bir strateji izledi, bu tür girişimleri, yani aşağıdan gelme kitle inisiyatif ve örgütlenmelerini, yasakladı ve dağıttı, Akut gibi itibar kazanmış ve doğrudan hedeflenemeyecekleri de, kendi sistemine entegre etti, devletleştirdi. Zaten onların da buna belli bir yatkınlığı vardı. İşte bu tür talep veya tedbirlere Geçişsel Talepler veya Tedbirler denir. Bunların işçi ve kitle hareketlerinden çıkarılmış belli biçimleri varsa da hazır bir klişeleri olamaz, hiç ön görülemeyecek ve hesaplanamayacak her durumda o duruma uygun bu tür geçişsel talepler geliştirilebilir. Aslında çoğu kez bunlar kendiliğinden, bilinçsiz eğilimler halinde ortaya çıkarlar; talepler bunlara bilinçli bir ifade verir. Devrimci politikanın görevi de zaten budur var olan kendiliğinden gelişen bu eğilimlere bilinçli bir ifade vermek, onları sistemleştirmek ve örgütlemek. Geçiş Programı’nın içinde, Geçişsel Talepler de vardır. Ama Geçiş Programı Geçişsel Taleplerin toplamı değildir. “Geçiş Programı” başlığındaki “Geçiş” sözcüğü, kapitalizmden “Geçiş Dönemi”ne (Sosyalist Devrime, Proletarya Diktatörlüğü’ne) geçiş çağının programı 333


anlamındadır. Geçiş sözcüğü, sosyalist devrimin uzak bir geleceğin değil, günümüzün acil bir sorunu olduğu anlamına ve vurgusuna sahiptir. Tabii bugünün sosyalist kuşakları bu sorunları ve kavramları çoktan unutmuş bulunuyorlar. Bu nedenle gerek bu önsözdeki, gerek M. Yenice’nin kitabının eleştirisindeki tartışmaları anlamaları zordur: bu nedenle bu kısa açıklamayı yaptık ve şimdi tekrar kaldığımız yere dönelim. * İşte Avrupa ve Türkiye’deki Troçkistlerin yaptığının ne olduğu şimdi daha iyi anlaşılabilir: Geçiş Programı ve Geçişsel Talepler (Tedbirler) aslında sosyalist devrimin aktüelliği ve acilliğinden yola çıkar ve buna hizmet etmesi gerekirken, gerek Avrupa’daki Troçkistlerde gerek Türkiye’dekilerde sosyalizmi programdan ve gündemden çıkarmanın bir aracı haline dönüşüyordu. Hem de sosyalizmin uzak bir geleceğin değil, günün acil bir sorunu olduğu söylemiyle. Tıpkı Muaviye’nin Kuran’ı Kerim yapraklarını askerlerinin mızraklarına koydurarak karşı bir devrimi başarması gibi. Burjuva sosyalizmi ve reformizm, kendisine karşı geliştirilmiş bir programı ve söylemi, politikasının reformist karakterini gizlemenin bir aracı haline getiriyordu. Her zaman olduğu gibi gerçeklik somuttu ve o somut gerçeklik içinde, her şey kendi zıddına dönüyordu. Çünkü somut koşulların somut çözümlemesinden, yani Marksizm’in özünden hareket edilmiyordu. Değişen neydi, anlamadıkları ve de anlaşılmasının istemedikleri neydi? Sürekli Devrim teorisinin sonuç olarak öngördükleri, demokratik bir devrimin programı olan Demokratik Bir Cumhuriyet için mücadeleyi dışlamazdı. Rus İşçileri ve köylüleri, tam da Bir Demokratik Cumhuriyet parolasıyla hareket etmişlerdi. Ancak böyle bir hedef ile hareket edildiği takdirde, bu demokratik devrimin sosyalist devrime dönüşme sorunuyla karşı karşıya gelebileceği bir noktaya ulaşılabilirdi. Bizzat Geçiş Programı bile bunu açıkça belirtiyordu. Örneğin şöyle yazıyordu: “Demokratik programın bir başına reddi mümkün değildir; kitlelerin kendilerinin mücadele içinde bu programı aşmaları zorunludur. (...) İlk adım olarak işçiler bu demokratik program ile silahlanmalıdır. Yalnız onlar, köylülere çağrıda bulunarak onları birleştirebileceklerdir.” (Geçiş Programı) Geçiş Programı’ndan alınan bu satırlarda, Devrimci Demokrasi yani Demokratik bir Cumhuriyet talebinin reddine dair en küçük bir ima bile yoktur, aksine bunun kitleler tarafından benimsenmesi bir “zorunluluk” olarak görülmektedir. Şimdi bu günün Türkiye’sinde Troçki’nin sözlerini somutlarsak, köylülük demek Türkiye’de Kürt Sorunu demek olduğundan, İşçi sınıfının, ulusun tanımından dili, dini, etniyi kaldırmak için mücadeleye girmesi ve köylüleri, yani Kürtleri bunun için mücadeleye kazanması gerekir yukarıdaki sözler. Yani İşçilerin Demokratik Cumhuriyet bayrağını yükseltmesi gerekir. İşçilerin bu bayrağı yükseltmesi için ise, İşçilerin önce kendilerinin Demokratik Cumhuriyet

334


bayrağıyla silahlanması gerekir. Türkiye’nin Sosyalistleri ve Troçkistleri ise, İşçileri demokratik talepler için mücadeleye çağırmıyor; aksine, İşçileri, ekonomik düzeyde talepler etrafında toplamaya çalışıyorlar. Yani Lenin’in Ne Yapmalı’da eleştirdiği ilkelliği, sendikalizmi, ekonomizmi ebedileştiriyorlar. Bu kimilerinde bir işçicilik, kimilerinde bir sosyalizm vurgusu, kimilerinde de Troçkistlerde olduğu gibi, sözde geçiş programı ve sürekli devrim sözlerinin ardına gizlenerek yapılıyor 206. Böylece, acil bir hedef olarak Demokratik Cumhuriyet, bol bol Sürekli Devrim’den, Geçişsel Tedbirlerden söz edilip, programatik bir hedef olmaktan çıkarılınca, var olar devletin parçalanması; (Fransız devrimi veya ABD’deki gibi, aslında proletarya diktatörlüğünün de özgül bir biçimi olan Demokratik Cumhuriyet) gündemden düşürülmüş oluyor; Geçişsel Talepler diye de aslında bir takım reformları içeren önlemler sıralanmış oluyordu. “Alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete” sözünde olduğu gibi, bu günkü var olan askerci, bürokratik, pahalı devletin yıkılması ve parçalanması görevi gündemden düşürülmüş, tam da Geçiş Programı’nın kendisine karşı bir panzehir olmaya çalıştığı politika yine egemen kılınmış oluyordu. Hâlbuki Demokratik bir Cumhuriyet, iktidarı halkın temsilcilerine veren mekanizmaları ve yapısıyla; gerçek bir laiklik, diller, kültürler arasındaki eşitliği ile bir köyün bile ayrılmasını garanti eden gönüllü birliğe dayanışıyla hem işçilerin burjuvaziden bağımsızlaşmasını; hem de ezilen ulusların, dinlerin kendi bayrağı altında birleşmesini mümkün kılar böylece işçilerin ve köylülerin iktidarı almalarının yolunu açabilirdi. * Troçki Geçiş Programı’nı yazarken Proletarya Diktatörlüğü, Sosyalizm gibi kavramlar henüz kirlenmemişlerdi; zaten kendisi bu kirlenmeye karşı mücadeleyi temsil ediyordu. Bu nedenle, bunların ne olduğuna dair geniş yığınlarda bir fikir olduğu veri kabul edilebilir ve programın böyle bir eksiklikle formüle edilmiş olması anlaşılabilirdi. Ama arada geçen zamanda, milyarlarca ezilenin kafasında bu sosyalizm imgesi baştan aşağı çarpılmış ve bürokratik diktatörlüklerle özdeşleşmişti. Bu koşulda, Geçiş Programı’nın eksikliklerini üstünlük gibi koyarak ve gelecekte kurmak istediğimiz toplumdan söz etmeyi de kategorik olarak reddederek, tıpkı bir Demokratik Cumhuriyet gibi sosyalizmin ne olduğunun da bilinmesi engellenmiş, gündemden düşürülmüş oluyordu. Geçişsel Talepler, sosyalist bir devrimi ve sosyalist önlemleri uzağa atmanın, gündemden düşürmenin araçları haline geliyorlardı.

206

Tipik bir örnek Siyasi Gazete’nin 11. sayısının manşeti: “Onların Gündemi AB, bizimki Sosyal Adalet”. Sanki yığınlar, en başta da işçiler AB’yi sosyal adalet için istemiyormuş gibi. Kaldı ki, sosyal Adalet, politik literatürde somut olarak, ekonomik haklara vurgu yapar, demokratik özgürlüklere değil, yani sosyal bakımdan adil ama ulusları ezen bir sistem pek ala mümkündür. Yani ekonomizm yapılıyor. Ama ekonomizm bile aptalca savunuluyor. Eğer Türkiye Avrupa’ya girse, oradaki işçi sınıfının elde ettiği haklarla standartlaşma zorunluluğu nedeniyle gerek elde etilen siyasi özgürlükler, gerek kimi asgari normlar nedeniyle, Türkiye’de elbette bu güne göre daha çok sosyal adalet olur. Söylenmesi gereken, sorunun sosyal adalet olmadığı, öncelikle demokrasi ve demokratik bir cumhuriyet olduğudur. Bunun yan ürün olarak sosyal adaleti de sağlayacağıdır.

335


Somut sınıf ilişkilerinin tahlilinin yerine bir takım formülleri bir "kurşun geçirmez hamaylısı" gibi boynuna takmak, gerçekte sapmalara karşı hiçbir koruma sağlamaz. Bir zamanlar Troçki tarafından Burjuva sosyalizminin reformizmine karşı geliştirilmiş formüller ve sloganların şimdi bizzat kendileri o eğilimin kendini dışa vuruşunun araçları haline geliyorlardı. Paris Komüncülerinin bilincinde sosyalist ve anarşistlerin devletin niteliğine ilişkin uzun çalışmalarının tortusu olmasaydı, Engels’in “Proletarya Diktatörlüğü mü? İşte o Paris Komünü’dür” dediği önlemleri akıl edebilirler miydi? Troçkistler gerçek duruma uygun olmayan Geçişsel Talepler ile propaganda faaliyetlerini sınırlayarak, saatleri durdurmayı, devleti parçalamayı artık tasavvur bile edemeyecek duruma gelmiş işçilerin geriliğini ebedileştirmekten başka bir iş yapmış olmuyorlardı. Troçkistlerin Geçişsel Taleplerinden başka bir programla karşılaşmamış; bırakalım Paris komünü tipi devleti bir yana, demokratik bir cumhuriyeti bile tasavvur edemez hale gelmiş 20 Yüzyılın proleterleri, eğer tesadüfen bir yerde iktidara gelselerdi, Paris Komünarlarının önlemlerinin hiç birini akıl edemezlerdi. * Peki niye ve nasıl Türkiye’nin ve Avrupa’nın Troçkistlerinde, Geçiş Programı ve Geçişsel Talepler böyle reformizmin kendini devrimci bir elbise içinde satmasının aracı haline gelmişti ve gelebiliyordu? Elbette bütün bunların ardında nesnel sınıfsal eğilimler yatıyordu. Bütün dünyada gelişmiş ülkelerin işçileri burjuvazileriyle kesin bir uzlaşma içindeydiler. Dolayısıyla reformizm çok güçlü sosyal temellere sahipti ve yukarıda ele alınan program anlayışlarında ifadesini bulan da bu sosyal eğilimin, kendini Troçkist bir terminoloji içinde ifadesinden başka bir şey değildi. Türkiye gibi geri bir ülkede ise, bu reformizmin pek bir sosyal temeli olmadığı sanılabilir. Ama durum tam tersinedir. Türkiye’deki devletin baskıcı, bürokratik ve militer yapısı; finans kapital ile tefeci bezirgânlığın ittifakı, liberal burjuvazinin işçilere yaklaşmasına; işçi bürokrasisiyle tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş bir tamamlayıcılık ilişkisine girmesine yol açmıştır. Dolayısıyla liberal burjuva zümrelerin eğilimleri kendilerini genellikle sosyalizm biçiminde ifade etmişlerdir: bu nedenle, Türkiye’de çok güçlü bir burjuva sosyalizm eğilimi olagelmiştir. TİP’ten, 70’lerin TSİP; TİP; TKP’sine kadar bu akım Türkiye’deki sosyalist hareketin çok büyük bir kesimine damgasını vurmuştur. İşte bu toplumsal eğilim Türkiye’deki Troçkist akıma da daha doğarken damgasını vurmuş bulunuyordu. Türkiye’de Troçkizm bir tür burjuva sosyalizmi olarak doğdu tıpkı Türkiye sosyalist hareketi gibi. Ve karşısında da, kendini mücadele biçimlerinde radikal formlarla tanımlayan küçük burjuva sosyalizmini ve devrimciliğini. Troçkizm, klasik Marksizm’den kaynaklanan yüksek teorik ve entelektüel düzeyi ile elbette burjuva kültürünü almış; o toplumsal temelden gelen aydınlar için her zaman daha büyük bir çekim gücüne sahipti. Dolayısıyla Troçkist akım Türkiye’de daha doğarken toplumsal olarak burjuva sosyalizminin eğilimleriyle damgalı olmasını bu da etkilemiştir.

336


Ve Burjuva Sosyalizmi karşısında nasıl küçük burjuvazinin kendini mücadele biçimlerinde ifade eden bir radikalizmi varsa, aynısı Troçkist akım içinde de görülüyordu. Küçük burjuva sosyalizmi kendini programatik düzeyde değil, mücadele biçimleri ve rozet sloganlarla ifade etme eğilimli olduğu için, Troçkist burjuva sosyalizminin bu programatik gericiliği hiçbir zaman tartışma konusu olmuyor ve gündem bile gelmiyordu. Dolayısıyla bu Troçkist burjuva sosyalizminin program anlayışına karşı çıkış hiçbir şekilde görülmüyordu. Tek karşı çıkan elinizdeki yazı ise “farelerin kemirici eleştirisi”ne terkedilmiş bulunuyordu. Bizim açımızdan aynı filmi ikinci defa görmekti bu. Türkiye’deki sosyalist hareketin içinde, bir yanda reformist programlara dayanan; bir demokratik cumhuriyeti uzak bir geleceğe atıp onun önüne kısmi reform programları koyan ve işçileri burjuvazinin kuyruğuna takan burjuva sosyalizmi; diğer tarafta bu reformizme karşı tepkisini özellikle rozet sloganlar ve mücadele biçimleri ifade eden ama onun programatik ve stratejik temellerine yönelmeyen radikal küçük burjuva sosyalizmi ve bunların kayıkçı dövüşü vardı ve biz bu ikilemin dışına çıkarak Troçkizme giden evrimi yaşadı idiysek; Troçkizm içinde de aynı şey bu sefer Geçiş Programı formülasyonları içinde ortaya çıkıyordu. Troçkist Burjuva sosyalizmine karşı, Troçkist küçük burjuva sosyalizmi de aynı şekilde sloganlar ve mücadele biçimleri içinde karşı çıkıyor ama onun program anlayışına karşı çıkmayı aklından bile getirmiyordu. Biz ise tıpkı Türkiye Sosyalist hareketi içinde olduğu gibi yine bu kayıkçı dövüşünün, bu ikilemin dışına çıkıyorduk. Bu nedenle eleştirimiz program sorunlarında yoğunlaşıyordu. Ve nasıl Türkiye Sosyalist hareketi içindeki ayrılıklarda bu ikilemin dışına çıkış bizi Troçkizm denen Klasik otantik Marksizme getirmişse, Troçkistlerin bu ikileminin dışına çıkış da Program konusunda tüm bilinen ve alışılmış anlayışları alt üst eden yepyeni bir programa ulaşmamıza yol açıyordu. * Türkiye’deki Troçkistler için, bu bizim ulaştığımız bambaşka Program ve onun dayandığı anlayışlar, galaksiler kadar uzak ve anlaşılmazdır. Örneğin biz “Demokratik Bir Cumhuriyet ve Ulusun Yeniden Tanımlanması”ndan mı söz ediyoruz? Bunun hangi paradigma içinde ifade edildiğini ve ne anlama geldiğini kavrama değil, düşünme, böyle bir olasılığa kafa patlatma yeteneğinde bile değildirler. Eski refleksleriyle, “aha bakın Demir demokratik cumhuriyet diyor; demek ki aşamalı devrim stratejisini savunuyor. İşte Ekim devriminde yanlışlığı gösterilmiş ve Stalinizm’in savunduğu anlayış” diye tepki göstermekten başka bir şey yapma yetenekleri yoktur. Burada anlamadıkları şudur: 1) Demokratik Cumhuriyet, Geçiş Programı’nın çok açık olarak ifade ettiği gibi, zaten o zaman da yanlış değildi. İşçiler Ekim Devrimi’ne Demokratik Cumhuriyet programıyla varmışlardı. Demokratik Cumhuriyet cebirsel bir formül karakteri taşırdı devrimde sınıfların gücü ve konumuna bağlı olarak değişebilen. 2) Troçkistler de, diğer reformistler gibi Demokratik Cumhuriyet’ten, aynı zamanda proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimi olan bir devleti değil, yani pahalı, baskıcı, 337


militer, bürokratik olmayan bir devleti değil; var olan devlet içinde belli reformları anlıyorlardı. Diğer bir deyişle, onlar Engels’in eleştirdiği, Erfurt programını yazanlar gibi bir anlayıştaydılar. Demokratik Cumhuriyet diye anladıkları reformlar gerçekleşseydi bile bu Demokratik Cumhuriyet olmaz, ona ulaşmak için belki daha elverişli koşullar olurdu Engels’in dediği gibi. 3) Ama bu yanlış anlayışlara sahip olmasalardı bile, bu günkü dünyada Demokratik Cumhuriyet programının nesnel toplumsal gerekliliği ile bu programa yüklenen, eskiyi de içeren, yepyeni anlamı, kavramış olmazlardı. Gerek dünyada, yani olaylardaki değişimler gerek o dünyayı kavrayışta kullanılan kavramsal araçlardaki evrim yani örneğin ulus teorisi - Troçkistlerin ufkunun dışındadır. Bu kavrama yeteneğinden uzaklık zaten onların kendilerini hala Troçkist olarak tanımlamalarında da açığa vurur. Bu günün dünyasında kendini hala Troçkist olarak tanımlamak, kendini hala Ali-Muaviye ayrılığı ile tanımlamak gibidir. O çatışmada nasıl Ali haklı ve doğru tarafı temsil ediyorsa ve bir anlamda bizler hala Ali çizgisinin devamcıları sayılabilirsek; Stalin Troçki ayrılığında da, Troçki elbette doğru ve haklı tarafı temsil ediyordu ve bu anlamda geleceğin sosyalizmi de, tıpkı bizlerin Ali’nin mirasının devamcıları ve savunucuları olmamız gibi, Troçki’nin mirasının devamcısı ve savunucusu olacaktır. Geleceğin bir sosyalisti için, Sovyetlerin bürokratik bir diktatörlük olduğu; yirminci yüzyılda demokratik görevlerin burjuvazinin korkaklığı ve işçilerin öne çıkması nedeniyle sosyalizm için olgunlaşmamış ülkelerde sosyalist devrimlere yol açtığı; tek ülkede sosyalizm olamayacağı gibi sonuçlar zaten olaylarca da kanıtlandıkları için, kendiliğinden içerilen görüşler olacaktır. Ama o geleceğin sosyalisti, nasıl bu günün sosyalistleri kendilerini Ali taraftarı olarak tanımlamıyorlarsa, kendini Troçkist olarak da tanımlamayacaktır. Çünkü bu tartışma olaylarca aşılmış bulunmaktadır. Bu tartışmaya ve ayrılıklara takılıp kalmak yaşayan bir fosil olmaktır. Geleceğin sosyalisti kendini tek ülkede sosyalizm olmayacağı ya da demokratik görevlerin sosyalist devrimlere yol açmasıyla değil, bambaşka sorunlara göre tanımlayacaktır. İşte bu nedenle bu gün hala kendini Troçkist olarak tanımlamak, bu bambaşka sorunlara göre tanımlamayı reddetmek, bunlara gözlerini kapamak, kendini yaşayan bir fosil olmaya mahkum etmekten başka bir şey değildir. Onlar hala bu sorunlara saplandıkları, kendilerini hala bu sorunlarla tanımladıkları için birer fosildirler. Elinizdeki bu çalışma da o fosillere fosillerin dilinden bir eleştiridir, eğer onlarda hala bir yaşam emaresi kalmışsa onu tekrar harekete geçirip uyandırmak için. Yoksa bizim bu gün program sorununa bakışımız çok başka yerlerde, başka paradigmalar içindedir. Bunun açıklamasını ise Yirmi Birinci Yüzyıl İçin Manifestolar’a yazacağımız Önsöz’de yapmayı deneriz.

338


28 Ocak 2005 Cuma

339


“Hamburg Dersleri”ne Önsöz Batı Avrupa'nın hemen hemen bütün ülkelerinde nüfusun ortalama yüzde onunu oluşturan bir "yabancılar" kitlesi var. Emperyalist Batı'nın bu "iç sömürge halkı" ya Almanya'da olduğu gibi yurttaş olmadığı gerekçesiyle tüm insan haklarından yoksundur, ya da İngiltere ve Fransa türünden bir zamanlar büyük sömürge imparatorluklarına sahip ülkelerde, kağıt üzerinde çoğu yurttaş kabul edilse bile fiiliyatta ikinci sınıf insandırlar ve her türlü ırkçı baskı ve saldırının hedefidirler, Burjuvazinin sosyologları/ideologları bu kitleyi bir "saatli bomba" olarak görüyor ve bu bombanın patlamasını engellemek için nasıl bir politika, strateji ve taktikler sistemi uygulanması gerektiği yolunda tartışıyor, uygulamalara geçiyorlar. Buna karşılık işçi hareketi ya da genel olarak sol hareketler içinde ve arasında ne ulusal ne de uluslararası düzeyde bu "bomba"nın patlamasını sağlamaya yönelik bir politika, strateji ve taktikler bütünlüğünün ne olması gerektiği yolunda hemen hemen ciddi hiç bir tartışma görülmüyor. Bu alanlarda yapılanlar, burjuvazinin her saldırısına savunmacı ve paternalist tepkilerden ibaret kalıyor. Ancak bu iki kutupta da aynı ortak yan giderek göze batıyor: gerek burjuvazinin tartışma ve uygulamalarında, gerek solun ve işçi hareketinin tepkilerinde ve olmayan tartışmalarında bu "yabancılar" kitlesi hep bir nesne olarak görülüyor ve öyle ele alınıyor. Sırf Almanya'da bile, bu göçmen azınlıklar, bu Avrupa'nın siyahları üzerine her yıl yüzlerce kitap, rapor yazılıyor; dergilerde, gazetelerde binlerce makale, inceleme çıkıyor. Fakat bütün bu yazı ve kitapların hemen hepsi, göçmenlere değil, göçmenler üzerinde çalışma yapanlara hükümetlere, sosyal pedagoglara, doktorlara, psikologlara vs.- hitap ediyor. Muhataplar hiç bir zaman baskı ve sömürünün kurbanı olan göçmen azınlıklar değildir. Bu ölçüt bütünüyle sol diye nitelenebilecek yayınları da kapsar. Onlar da, göçmen azınlıkların iyiliği için olsa da, yerli işçilere, sendikalara ya da sol partilere hitap etmektedirler, ama bizzat o göçmen azınlıklara değil. Bu daha ilk elde onların dilinde görülür. Örneğin Almanya'da yüzlerce kitap olmasına rağmen, göçmenlerin kendi dillerinde yayınlanmış hemen hemen hiç bir kitap yoktur. Göçmen azınlıklar açısından problem, tam da problemin bu tarz ele alınışıdır. Problem aslanda göçmen azınlıklar değildir onları bir problem, bir nesne olarak ele alan yöntemdir. Soruna, koordinat sisteminin merkezine göçmen azınlıkları oturtan, onları mücadelenin bir öznesi olarak gören bir açıdan bakıldığı an, her şey ters yüz olmakta, bir bakıma gerçek anlamını ve değerini bulmaktadır. Örneğin, diyelim ki ırkçılığa karşı ya da göçmen azınlıkların hakları için yazılmış bir kitap, makale ya da bir yürüyüş, göçmenleri değil ama örneğin yerli halkı ya da başka kurumları muhatap aldığı; göçmen azınlıkları örtük bir varsayım biçiminde bir nesne olarak gördüğü için, en ince ve teşhisi zor biçimde, belki içeriğiyle değil ama bizzat niteliğiyle ırkçı bir karakter taşımakta ve savunduğu hedeflerin bir engeli haline dönüşmektedir.

340


Örnekten de anlaşılabileceği gibi, sorun, göçmen azınlıkların en azından sol için bir mücadele öznesi olarak görülüp görülmediğidir. Bu sorun hemen ardından şu soruları çağırır: Göçmen azınlıklar bir mücadele öznesi olabilirler mi? Eğer olabilirlerse onları bir özne yapan hangi tarihsel, toplumsal süreçler ve mekanizmalardır? Bu öznenin potansiyelleri ve sınırları nedir? Diğer toplumsal hareketlerle ve baskı biçimleriyle ilişkisi nedir? Bütün bu ve benzeri sorular ise en temel teorik ve metodolojik problemleri gündeme getirir. Toplumsal bilimlerin tek laboratuarı Tarih ve toplumsal pratiktir. Bu sorulara az çok doyurucu cevaplar bir göçmen azınlıklar hareketinin incelenmesi ve analizinden çıkarılabilir. Ne var ki, örneğin 1950-60'ların ABD'sinde siyahların "Medeni Haklar" hareketi türünden, yığınsal, az çok hedefi ve mücadele biçimleriyle biçimlenmiş; daha baştan, bir toplumsal gerçeklik olarak kimi soruları boş düşüren ve cevaplar için bir tarihsel laboratuar oluşturan bir göçmen azınlıklar hareketi bugünün Avrupa'sında yok. Bu çalışmanın konusu ise, bir göçmen azınlıklar hareketinin anatomisi ve sorunlarıdır. Var olmayan bir hareketin anatomisi ve sorunları nasıl incelenebilir? Bir hareket doğmadan onun özellikleri ve sorunları üzerine öngörülerde bulunulabilir mi? Hele söz konusu olan, özne-nesne diyalektiği dolayısıyla karmaşıklığı ne fizik ne de biyolojik alemle kıyaslanamayacak kadar yüksek Toplumsal süreçler ise... Bugün tıp, çocuk henüz doğmadan, onun cinsiyetini, sahip olduğu kimi hastalıkları (Mongolizm gibi) öngörebilmektedir. Yakın bir gelecekte, genetik kotların çözülmesiyle, belki de tüm biyolojik özelliklerini öngörebilecektir. Fizik, henüz bulunmamış bazı parçacıkların var olması gerektiğine dair öngörülerde bulunmakta, araştırmalarını o yönde derinleştirmekte ve çoğu kez, sonunda niteliklerini önceden tanımladığı bu parçacıkları bulabilmektedir. Kanımızca, gelişim düzeyi bakımından, ne modern fizikten, ne de biyolojiden geri olmayan toplumun bilimi, Tarihsel Maddecilik, bizlere benzer öngörüler için gerekli metodolojik temelleri ve kavramsal araçları sunmaktadır. Bu çalışma, Hamburg'ta ve kısmen de Almanya'da Türkiye'li göçmenler arasında ortaya çıkan bir hareketlenmenin, diğer bir değişle, henüz var olmayan göçmenler hareketinin embriyon ya da tohum halinin incelenmesiyle, ilerde ortaya çıkabilecek bir göçmen azınlıklar hareketinin niteliklerini öngörme çabasıdır. Ancak, henüz doğmamış bir göçmen azınlıklar hareketi üzerine olan bu çalışma, ortaya çıktığı andan itibaren, ele almaya çalıştığı hareketin doğuşu, ilerdeki gelişimi üzerinde şu veya bu doğrultuda bir etkide bulunmuş olacaktır. Dolayısıyla bu çalışma ve konusu arasında, inceleme nesnesi arasında, kuantum fiziğinde ya da psikolojide görüldüğü türden bir "gözlemci-gözlenen" etkileşimi söz konusudur. Deneyci ya da gözlemci, nasıl varlığıyla ve gözlemiyle deneyin "saf" olarak gerçekleşmesini engelliyor, süreçlere ister istemez bir müdahalede bulunuyorsa., öyle. Biz bir kayıt memuru ya da bir doğa gözlemcisi değiliz. Nesli tükenmeye yüz tutmuş Kelaynak Kuşları taifesinden addedilen ve bu hor görüyü bir övgü olarak kabul eden bir 341


devrimciyiz, bir Marksist’iz. En azından öyle olmaya çalışıyoruz. Ve amacımız da aslında "deneyin" "saf" olarak gerçekleşmemesidir. "Saf"lığı ne kadar bozabilirsek, amaçlarımıza o kadar ulaştığımızı düşüneceğiz. Bu çalışmanın konusu göçmen azınlıklar ve onların sorunları değildir. Konusu göçmen azınlıklar ve onların sorunları olan yüzlerce inceleme bulunabilir. Bu çalışmanın konusu: bir göçmen azınlıklar hareketi ve bu hareketin sorunlarıdır. Göçmen azınlıklar hareketi ve bu hareketin sorunları bu çalışmanın sadece konusu değildir; kendisi bizzat göçmen azınlıklar hareketi ve onun sorunlarının bir parçasıdır; kendisi bizzat bu hareketin sorunlarının ürünüdür. Muhatabı ise yine öncelikle göçmen azınlıklar ve özel olarak ta Türkiye'li azınlıklardır. *** Çalışmanın konusuna ve kendisine ilişkin bu kısa açıklamadan sonra, bu Önsöz çerçevesinde, bizi bu konu üzerinde çalışmaya iten nedenleri; konuya yaklaşımımızın geçirdiği evrimi ve tezlerin oluşum sürecini açıklamaya çalışalım. Politik sorunlara güçlü bir ilgi duyduğumuz ve doğrudan içine girdiğimiz ki o zaman 15 yaş civarındaydık 1960'lı yılların ortaları, aynı zamanda Türkiye'den Avrupa'ya işçi göçünün başlayıp hızlandığı yıllara denk düşer. Almanya'ya çalışmaya giden işyerlerindeki ustalarımızın, iş arkadaşlarımızın, tatillerde eskiden çalıştıkları işyerlerine uğrayıp, eski iş arkadaşlarına "alaman cıgarası" ikram etmeleri; başlarında tüylü şapkaları ve ellerinde transistörlü radyolarıyla cakalı cakalı dolaşmaları; "oralara gittik insaniyetlik öğrendik, medeniyeti tanıdık" deyişleri; kalan arkadaşlarında Alamanya'ya gitme arzularını kamçılamaları; gıpta ve küçümsemeyle: "bizim sümüklü Alamancı oldu şimdi bize hava basıyor" deyişleri sanki dün gibi taze ve canlı anılar olarak duruyor. Bu kaba gözlemlerin de ışığında, Avrupa'ya işçi göçünü olumlu bir gelişme olarak değerlendiriyorduk. Oraya giden işçiler, orada modern insanlar haline gelecekler; modern tekniği tanıyacaklar, dolayısıyla Türkiye'de gerek devrimi yapmak gerek sosyalizmi kurmak daha kolay olacaktı. Bu yaklaşım üç aşağı beş yukarı hemen hemen tüm sol ve sosyalistler tarafından da paylaşılıyordu. Örneğin Çetin Altan ki o zamanlar adı Sosyalizm ile aynı anlama gelirdi, köşe yazılarında bu tür görüşleri dile getiriyor ve kimseden de bir itiraz görmüyordu. Bu görüşlerin son derece der, mekanik, evrimci ve işçi getiren ve gönderen ülkeler burjuvazilerinin ortak çıkarlarının ifadesi olduğunu görmüyor, bilmiyor; göçmen işçilere gittikleri ülkelerde verilen statüyü sorgulamak aklımızdan bile geçmiyor; herşeyi apaçık gerçekliklermiş gibi kabul ediyorduk. Zaten onlar gözümüzde "Avrupa'daki göçmen işçiler" değil, "Yurt dışındaki işçiler"di. Bu adlandırma bile, onların sorunlarının ilgi alanımızın ne kadar dışında olduğunu; onların problemlerini kavramaktan ne kadar uzak olduğumuzu gösterir. Bu anlayışın mantıki sonucu olarak politik mücadele bakımından, Göçmen İşçiler, Türkiye'deki mücadelenin "yurt dışındaki" destekçileri konumunu alıyorlardı. İşin garibi, ki

342


hiç de garip olmadığı ilerde görülecektir, onlar da kendilerini böyle görüyorlar; konumlarını ve kendilerine uygun görülen rolleri sorguya çekmiyorlardı. 1980'e kadar "Yurt Dışındaki İşçiler" esas olarak ilgi alanımızın dışındaydı ya da marjinal bir konumu vardı. 1980'e doğru konuya tekrar dönüşümüz, daha doğrusu ilk kez ciddi olarak kafa yormamız bambaşka bir noktadan oldu. Bugün olduğu gibi o zaman da bir tek şeye inanıyorduk: İşçi Sınıfı'na. Fakat o zamanlar İşçi Sınıfı dediğimizde, kafamızda canlanan Türkiye'deki işçiler, yani İşçi Sınıfı'nın Türkiye'deki işçiler zümresiydi. Bu anlam kaymasının, yani bir zümreyi sınıf olarak tanımlamanın bilincinde de değildik. Bu kayma sonucu Proletarya Enternasyonalizmi'nden anladığımız da Uluslararası Dayanışma idi. Yani diğer ülkelerin işçileri ve onların mücadeleleri, bizim mücadelemizin bir desteği ve aracı olarak anlam taşıyordu. 1980'e doğru Vatan Partisi içindeki tartışmalarda, o güne kadar anladığımız biçimiyle enternasyonalizmin gerçekte proleter enternasyonalizmi olmadığını; enternasyonalizmin uluslar arası dayanışmaya indirgenemeyeceğini; bu tarz bir anlayışın aslında işçi sınıfı içindeki zümre çıkarlarının ve yaklaşımlarının, dolayısıyla reformizmin bir görünüşü olduğunu birdenbire fark ettik. O güne kadar sandığımızın aksine, proletarya ancak evrensel bir sınıf olarak var olabiliyordu; tek tek ülkelerin işçileri bu sınıfın ancak zümreleri olabilirdi. Toplumsal Devrimin öznesi olan proletarya nasıl ancak evrensel bir sınıf olarak var olabiliyorsa, sosyalizm de ancak evrensel olarak gerçekleşebilirdi. Ve nihayet sosyalist teori de ancak evrensel bir teori olabilir ve evrensel olarak var olabilirdi. Bu durumda proletarya, hem kendisi evrensel bir sınıf olduğundan, hem hedefi evrensel ölçüde gerçekleşebileceğinden, hem de teorisi ancak evrensel bir teori olabileceğinden ancak evrensel düzeyde devrimci bir sınıf olarak örgütlenebilirdi. Bu durumda, proletarya enternasyonalizmi basit bir aritmetik toplam gibi bir "uluslararası dayanışma" değil; onu aşan, tıpkı cebirde eksinin eksiyle çarpımının artı olması gibi: "bir ülkenin proletarya mücadelesinin çıkarlarını, bu mücadelenin dünya ölçeğinde çıkarlarına tabi" kılmak ve bunun için "ulusal planda en büyük fedakârlıkları kabul etmeye elverişli ve hazır" olmak (Lenin) anlamına geliyordu. Bu genel çıkar'ı ise ancak federasyondan öte bir dünya partisi ifade edebilirdi. Bu sonuç iki farklı alandaki sorunları da otomatikman çözüyordu. Birincisi, Kürdistan'a ilişkindi. Türk ve Kürt devrimcileri arasında, Kürdistan'a ilişkin olarak "ayrı örgütlenme mi, birlikte örgütlenme mi?" tartışması vardı ve sorun proletaryanın dünya çapında bir sınıf olduğu; onun devrimci partisinin de ancak bir dünya partisi olabileceği bakış açısından kolayca çözülüyordu. Kürdistan proletaryası elbet ayrı örgütlenmeliydi, ama bu "ayrı" örgüt, kelimenin o güne kadar tartışılan anlamında ayrı örgüt olmuyor; aynı dünya partisinin eşit seksiyonlarından (şubelerinden) biri oluyordu. Böylece Kürt ve Türk örgütlerinin hepsinin milliyetlere göre "Bundist" bir şekilde örgütlendiği; milliyetçi bir anlayışla sorunu tartıştıkları açığa çıkıyordu. İkinci sonuç ise Avrupa'daki göçmen işçilere ilişkindi. O güne kadar Parti'nin Avrupa'daki taraftarları Türkiye'nin bir şubesi gibi çalışıyorlardı. Yeni anlayış ışığında onların 343


bulundukları ülkelerdeki işçilerle nasıl aynı sendikalarda örgütleniyorlarsa aynı devrimci parti içinde örgütlenmeleri gerekiyordu. Bu adımı da cesaretle attık ve onları bağımsız bir eşit partner olarak ele aldık. Fakat bu ve daha birçok konudaki klasik marksizme uygun sonuçlara uluslararası sosyalist ve işçi hareketinin tarihini bilerek değil, kendi pratiğimizden, karşılaştığımız örgütsel, stratejik, programatik, teorik, taktik sorunlardan hareketle ve "Doktorcu" bir kabuk içinde ulaşmıştık. Farkına varmadan Devrimci Marksist gelenekle; uluslararası işçi hareketinin tarihsel tecrübesiyle aynı sonuçları, Amerika'yı yeniden keşfedercesine bulmuştuk. İşin ilginci henüz bunun bile farkında değildik. Bu durumda dünyada bizim görüşümüzde kimse olmadığını düşündüğümüzden bir Dünya Partisi örgütlemek ve onun bir şubesi olmak gibi bir görev ortaya çıkıyordu. Bu dünya partisini örgütlemek için de, bir yandan Üçüncü Enternasyonal'in niye dağıtıldığı sorusuna bir cevap vermek; diğer yandan da o sıra birden bire varlığı dikkatimizi çeken Dördüncü Enternasyonal ile sınırlarımızı çizmek zorundaydık. Parti içindeki tartışmaların hareket noktası olan faşizm -ki o sıralar Türkiye'de dünyanın en güçlü ve en hızla büyüyen faşist hareketi vardı- işçi hareketinin bunalımı olmadan anlaşılamıyordu; işçi hareketinin bunalımı ve Üçüncü Enternasyonal'in lağvı ise Sovyetler'deki yozlaşma olmadan anlaşılamıyordu; Sovyetler'in bürokratik bir devlet haline gelmesi ise, geri bir ülkede demokratik tarihsel görevlerin sosyalist devrime yol açmasından ve bu devrimin tecrit olmasından ayrı anlaşılamıyordu. Böylece, farkında olmadan uluslararası devrimci Marksist geleneğin şekillendiği bütün sorunlarla karşı karşıya geliyor; elimizi attığımız har alanda "Troçkist" denilen geleneğin, yeni bulduğumuz, ya da yer altından çıkardığımızı sandığımız cevapları yıllardan beri savunduğunu görüyorduk. Yapılacak tek şey: yıllarca, nankör bir uğraş içinde sosyalizm idealinin ve işçi hareketinin devrimci geleneğinin onurunu koruyan bu geleneğe katılmaktı. Ve de öyle yaptık. *** 1984 yılında Avrupa'da mülteci yaşamına başladığımızda görevimiz çok açıktı: bulunduğumuz ülkedeki seksiyona girmek ve dilini en iyi bildiğimiz Türk ve Kürt işçileri yerli kardeşleriyle aynı seksiyonda örgütlemek için çalışmak. Bunun için, onların en iyi okuyup anladığı dilde bir gazete çıkarmak, yapılması gereken ilk işti. Bu yöndeki çabalarımızın ürünü Ne Yapmalı adlı gazete oldu. Gerçi biz enternasyonalizm sorununda sosyalizm ve sınıf mücadelesinin aslında alfabetik bir problemini çözmüştük ama Türk ve Kürt solu için durum böyle olmaktan uzaktı. 12 Eylül'den sonra binlercesi Avrupa'da sürgün yaşamına başlayan bu insanlar için Avrupa'daki göçmen işçiler ve Avrupa'daki mücadeleler Türkiye ve Kürdistan'daki mücadeleye tabi olarak görülüyor ve onun bir aracı olarak ele alınıyordu. Dolayısıyla da Avrupa'daki göçmen Türk ve Kürt işçileri, Türkiye ve Kürdistan'daki örgütlerin uzantısı olarak, milliyetlere göre örgütlenmiş, Avrupa işçi sınıfının bölünmesi derinleştirilmiş oluyordu.

344


Bu siyasi parti ve hareketler için başlangıçta pek bir sorun da yok gibiydi, 12 Eylül'ü protesto için yapılan mitinglere binlerce kişi katılıyordu örneğin. Tam da bizim mülteci yaşamına başladığımız sıralarda Avrupa'daki Türkiye'li devrimciler ayaklarının altından toprağın kaymağa başladığını hissettiler, ilk kez el yordamıyla da olsa göçmen işçilerin problemlerine ilgi duymaya başladılar. Tüm dernekler hızla marjinalleşirken "biz buradaki işçilerin sorunlarıyla hiç ilgilenmedik; onları hep Türkiye'deki mücadelenin lojistik destek üssü olarak gördük. Onun için böyle tecrit oluyoruz" tarzında eleştiri ve özeleştiriler duyulmaya başladı. Bu nedenle gazetenin ilk hedefi olarak, henüz ulusal bir sosyalizm anlayışına dayansalar da, bu anlayışın göçmen işçiler problemine bağlı olarak çelişkilerini yaşamaya başlayan bu çevreleri seçtik. Hem buradaki kimi ileri işçileri Türkiye ve Kürdistan'a bağlı olarak örgütleyenlerin Almanya proletaryasını bölüşüyle mücadele etmek için; hem de tartışmaya başlayanlardaki kafa karışıklağına bir açıklık getirmek için, yazıları özellikle enternasyonalizm sorununa yönelttik. Örgütlerin hızla üye kaybı, mitinglere katılımın düşmesi gibi tamamen pratik ve somut sorunlardan hareketle, göçmen işçiler, dolayısıyla da sosyalist hareketin tarihini ve sosyalist teorinin en temel sorunlarını gündeme getirme, yani bir teorik tartışmayı başlatma olanağı var gibi görülüyordu. Bu yöndeki çabalarımız Ne Yapmalı'nın ilk sayısında açıkça görülebilir. Ne var ki, bizzat Ne Yapmalı'yı çıkarma pratiği içinde yaşadığımız deneyler ve bazı gözlemler bizi konumumuzun, diğer Türk ve Kürt solcularına göre çok doğru olmakla birlikte, mücadelenin gerçek problemleri ve ihtiyaçları bakımından yetersiz olduğu yolunda düşüncelere sevk etti ve o sıralar peş peşe gelişen birkaç olayın etkisiyle düşüncelerimiz köklü bir değişim geçirdi. Neydi bu gözlemler ve deneyler? Göçmenler sadece işçilerden oluşmuyordu. Ev kadınları, gençler, burjuvalar, küçük burjuvalar, aydınlar hatta lümpenler de bu göçmenlerin içinde yer alıyorlardı ve hepsi de sırf göçmen oldukları, yabancı oldukları için aynı zamanda ortak bir kaderi de paylaşıyorlardı. Ve bu insanlar yabancı olmalarından doğan sorunlar nedeniyle çok ciddi mücadele eğilimleri gösteriyorlardı. Sadece Alman ve yabancı işçileri birlikte örgütlemeye çalışmakla yetinmek, göçmenlerin özgül sorunlarını görmezden gelmek ve hatta fiili korkunç eşitsizliğin ve bölünmüşlüğün üstünü örtmek ve giderek onu pekiştirmek ve yeniden üretmek sonucunu veriyordu. "Yabancılar" mademki kendi "yabancılık" sorunlarından hareketle mücadele eğilimi gösteriyorlardı ve mademki yığınların siyasi eğitimi ancak eylem içinde olabilirdi, öyleyse onlar "yabancılar" olarak bir özneydiler ve onlara öyle yaklaşmak gerekirdi. Fakat, bizzat içinde bulunduğum seksiyon dahil, hiç bir sol örgüt yabancıları bir özne olarak görmüyor; onları kendi sorunları temelinde örgütleme ve eyleme yöneltme gibi bir sorunu gündeme koymuyor; gündeme koymak ne kelime, bunun üzerine kafa bile yormuyordu. Yabancılarla sadece paternalist ilişkiler kuruyorlar; onlar kendi inisiyatifleriyle bir eşit olarak harekete geçtikleri an ise yan çizmeler, engellemeler ve diş göstermeler ortaya çıkıyordu. Ne Yapmalı'yı örgütün (yani Dördüncü Enternasyonal'in Almanya Seksiyonu olan GİM'in)

345


organı olarak çıkarma çabalarında bunları acı acı görüyordum. Sonunda dergiyi biz "yabancılar" kendi inisiyatifimizle biraz da bir emrivaki olarak çıkarabilmiştik. Tam da bulunduğum örgüt içinde yaşadığım bu tür deneylerin yol açtığı sorularla kafamda boğuşurken, o sıra gelişen ve kamuoyunu etkileyen iki olay düşüncelerimde kesin bir dönüşüme yol açtı. Birincisi IG Metall'in Fransa'dan esinlenerek başlattığı "Arkadaşıma Dokunma" kampanyasıydı. Bu kampanya bütün sol örgütler tarafından da destekleniyordu. Her solcu Alman üzerinde üzerinde "Arkadaşıma Sataşma"nın almancası olan "Maht mein Kumpel nicht an" yazan rozetle dolaşıyordu. Tipik paternalist yaklaşımın ta kendisiydi bu. Göçmen hiç bir şekilde bir özne olarak görülmüyordu. Göçmen ya Almanların kampanyalarında pasif bir nesne; ya da Türk ve Kürt hareketlerinin çalışmaları içinde, Türkiye ve Kürdistan'daki mücadelenin amaçlarına hizmet eden bir araç durumundaydı. Bu iki tavır da tencere ve kapağı gibi sol içinde birbirini tamamlıyordu. Bulunduğum örgütün bir toplantısında, bu kampanyanın bizleri bir nesne olarak ele aldığını, dolayısıyla bir yabancı olarak destekleyemeyeceğimi; yanlış bulduğumu söylediğimde, o ana kadar bana en çok yakınlık gösteren Alman yoldaşın korkunç anlayışsızlık duvarına çarpıyor ve doğrudan konuyla bağlantılı olmasa da ilk kez ağır hakarete maruz kalıyordum. Hakaret bile hoşuma gidiyordu, çünkü eski paternalist ilişkide insan hakarete bile uğrayamıyordu. İkinci olay Günther Wallraff'ın "En Alttakiler" adlı kitabıydı. İlk kez hakaretlere uğradığım aynı toplantıda, Ne Yapmalı'nın ikinci sayısı için G. Wallraff'la röportaj yapmam Alman yoldaşlarca öneriliyordu. Bence Wallraff'ın kitabı da aynı paternalizmin bir örneği idi. Gerçekte Alman Kamuoyunu ilgilendiren yabancıların örgütlenmesi ve hareketlenmesi değil; Tarzan'ın Afrika Ormanları'ndaki Maceraları gibi Wallraff'ın maceralarıydı, "kahramanlıkları"ydı. Ama Wallraff'ın bir kaç ay boyunca yaptığı kahramanlığı hayatları boyunca yapan kahramanlar yoktu ortada. Ben ise dil bilmediğim için bu görüşlerimi bile açıklayamıyor, sadece içimden geçirebiliyordum. Tüm Alman ve Türk/Kürt solundan farklı olan ulaştığım bu yeni yaklaşımın ilk emeklemeleri Ne Yapmalı'nın ikinci sayısında görülebilir. Ropörtajı, Wallraff'la değil, kimliğine girdiği Türk Levent Sinirlioğlu ile yaptım. Ve "Nesnelikten Özneliğe" başlıklı yazı, bu dönüşümün bir işaret taşı olarak aynı sayıda yerini aldı. Ne Yapmalı'nın pek az insanın eline geçmiş olması; okuyanların çoğunun da ne dendiğini anlamaması; sol çevrelerde hiç bir tartışmaya yol açmaması, sorunun bu tarz ilk ifade edilişinin değerini azaltmaz. "Nesnelikten Özneliğe" başlıklı yazının daha mürekkebi kurumadan, Hamburg'ta Ramazan Avcı adlı bir Türkün dazlaklar tarafından öldürülmesinden sonra gelişen olaylar, göçmenlerin, göçmenler olarak, göçmenlik sorunlarından hareketle eyleme geçmesinin mümkün ve gerekli olduğunu gösterdi. Bütün bu tohum halindeki gelişmelerin hem içinde yer aldık hem de tüm dikkatimizle bu yeni oluşumu gözlemeye çalıştık. Sıcağı sıcağına bu gelişmelerin ilk teorik değerlendirmelerini yapmayı denedik. "Dokunana Dokunuruz"; "İlk Kez Olanlar"; "Henüz Doğmamış Bir Hareket Üzerine Taslak Tezler", yani Ne Yapmalı'nın üçüncü ve son sayısı bu çabalarımızın ilk sonuçlarının dökümü oldu. Bundan sonra, hiç bir 346


örgütsel destek olmadığı; hatta engellendiği için gazete bir daha çıkamadı ve çıkamayışıyla yoldaşlarımıza bir problemden kurtulmanın rahatlığını sundu. Ne Yapmalı çıkmaz oldu ama Ne Yapmak Gerektiğini görmüştük: bir göçmenler hareketi içinde devrimci ve sosyalist bir kanadın programatik, stratejik ve örgütsel platformunu taslaklaştırmaya çalışmak. Teori yine en acil pratik görev olarak ortaya çıkmıştı. Ortada verimli ve hazır bir deney vardı: Hamburg. Malzeme toplamaya ve ilk taslakları yazmaya başladık. Ama bu ilk taslaklarla bugün arasında dört, beş yıl var. Niçin? Teorik eklektisizmden çok çekindiğimiz için. *** Bilimsel Sosyalizm, her kavramı, her teorisi birbiriyle içsel bir tutarlılığa sahip ama aynı zamanda açık bir sistemdir. Bir "Göçmenler Hareketi"nden ya da "Bağımsız" bir hareketten söz edildiği an, bunu ve hatta buna karşı tavırları bu sistem içi de temel kavramlarla da uyumlu olarak bir yerlere oturtmak gerekir. Bir göçmenler hareketi niçin mümkün ya da gerekliydi? İşçi Sınıfı toplumsal devrimlerin öznesi olduğuna göre, bir sosyalist olarak bir göçmen hareketinden söz etmek, gücü yanlış yere yığmak ya da bir çelişki olmuyor muydu? Böyle bir hareket karşısında sosyalistlerde görülen kavrayışsızlığın teorik ve sosyal temelleri nerelerde bulunuyordu? Böyle bir hareketin politika ve örgüt teorisi bakımından sonuçları neler oluyordu?.. Bu ve benzeri daha bir yığın soru cevap bekliyordu. İlk taslakları yazarken, ilgimiz giderek bu sorunlara kaymağa başladı ve bunlara doyurucu cevaplar bulmadıkça yazamayacağımızı gördük. Ayrıca "Yeni Sosyal Hareketler"in de benzeri sorunlara sol açtığını; orada da tutarlı ve kavramsal bir sistem olmadığını fark etmeye başladık. Kadın, Ekoloji, Barış hareketleri gibi "Yeni sosyal Hareketler" olarak adlandırılan bu hareketlerle bir göçmenler hareketi arasında çok ilginç analojiler yapılabiliyordu. Bu hareketleri ve analojileri mümkün kılan ortaklık nereden kaynaklanıyordu? Marksistler niye bu hareketleri ön görmemişlerdi? Bu Marksizmin özünden mi yoksa Marksistlerden mi kaynaklanıyordu? Bu hareketlerde görülen Marksizme ve işçi hareketine karşı soğukluk hatta düşmanlık, işçi hareketinin ve marksistlerin zaaflarından doğan, konjonktürel, geçici bir yanılsamanın ifadesi miydi, yoksa nesnel temelleri var mıydı? Marksizmin, bu hareketlerin ortaya koyduğu ve tartıştığı sorunları çözümleyecek ve bizzat bu hareketleri açıklayacak kavramsal araçları var mıydı, yoksa bu araçlar var olmasına rağmen gelişmemiş bir alan olarak mı kalmıştı? Eğer öyle ise, niçin gelişmemişti? Bunlar ve benzeri birçok soru üzerine düşünmek gerekiyordu. "Yeni Sosyal Hareketler" ve onların ortaya çıkardığı sorunları kapsayacak; Tarihsel Maddeciliğin klasik önermeleriyle de tutarlılık içinde bir teorik çerçeve ve kavramsal araçlar bulunmadıkça göçmen azınlıklar hareketi problemi de havada kalıyordu. Sonunda "Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi" ve buna bağlı olarak "Eklemlenme" gibi temel kavramlardan hareketle bütün bu sorunların bir tek kavramsal çerçeve içinde toparlanabileceği; hatta bu kavramlar aracılığıyla "Yeni Sosyal Hareketler" arasında zikredilmeyen Ulusal Kurutuluş Hareketlerinin de değişik bir ışık altında açıklanabileceği gibi bir sonuca ulaştık. Bu sonuçları tartışmak ve düşünceleri geliştirmek amacıyla ilk kez 347


Hamburg'ta "Bilimsel, Felsefi, Politik Tartışmalar İçin Forum"un tertiplediği bir toplantıda "Bağımsız Bir Göçmenler Hareketi ve Marksizm" başlığı altında bir konferans verdik. Bir yankı bulup tartışmak mümkün olmadı. İkinci girişim Devrimci Marksist Tartışma Defterleri'nin beşinci sayısında "Sesli Düşünmeler" başlığı altında oldu. Orada sadece bir giriş, bir çıtlatma yaptık. Derginin yayını son bulduğundan gerisi gelmedi. Tartışamayınca da düşünceleri geliştirmek pek olanaklı olmuyor. İnsan toplumsal yaratık, ancak çatışmalar ve çelişkiler içinde gelişip geliştirebilir. Can çıkmayınca umut çıkmaz derler. Bu sorunların giderek Türkiye'li sosyalistlerin de ilgi alanına gireceğini gösteren belirtiler var. Gorbaçov'dan beri, sınıf mücadelesini terkedişin bir teorik gerekçesi olarak da olsa, Sovyet çizgisine yakın hareketlerde "Global Sorunlar"dan bahsetmek pek moda oldu. Kadın hareketinin etkisiyle, bu hareketten en çok etkileen Kurtuluş grubunun sözcülerinden biri, geçenlerde bir açık oturumda "herşeyin ekonomi ve sınıflarla açıklanamayacağı" ve "sınıfsal olmayan bölünmelerin de olduğu" gibi, aslında eklektisizmin ifadesi olduğu kadar sorunların önemi sezmenin de ifadesi olan sözler ediyordu. Bütün bunlar, bu çalışmanın artında yatan teorik ve programatik sorunların henüz çok yavaş ve eklektik de olsa Türk Solu'nun ele almaya başladığının belirtileri olarak kabul edilebilir. "Yeni Sosyal Hareketler" ve onların ortaya çıkardığı sorunlara ilişkin olarak araştırmaları çok geliştirmemiz gerektiğinin bilincindeyiz. Hatta bu gelişimi yeterince derinleştirecek temel yoksunluğumuzun da (dil, felsefi birikim yokluğu vs.) bilincindeyiz. Ama Tarihsel Maddecilik aynı zamanda bir toplumsal praksis öğretisidir. "Batı Marksizmi"nin bu kopukluğunu aşmada yeni adımlar atmak gerekiyor. Bu nedenle aradan yıllar geçtikten sonra "Hamburg Dersleri"ni gecikmiş te olsa yayınlamak gerekiyor. Yayınlamak gerekiyor, çünkü temel tezimiz şudur: Göçmen azınlıklar hareketi de (ki henüz doğmamış bir harekettir) "Yeni Sosyal Hareketler"le aynı problematik içinde açıklanabilir. Bu hareketlerde görülen Marksizm karşıtı teorilerin egemenliği, bu hareketlerin yapısından, varoluşundan, özünden kaynaklanmamakta, proletaryanın tarihsel krizinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Eğer Marksistler bu hareketler içinde daha başından yer alıp, onları ön görüp, önünde mücadele etseler durum çok farklı olabilir. En azından onlar içinde güçlü bir sosyalist kanat ve gelenek oluşturabilirler. Bunun böyle olup olmadığını bizzat göçmen azınlıklar hareketi içinde göreceğiz. Fakat bunu görebilmek için de, dolayısıyla tarihsel deneyi etkileyebilmek için de, yeterince olgun bir teorik arka plana dayanmasa da, bu çalışmanın yayınlanması gerekiyor. 22.07.1990 Hamburg

348


Azınlık Konusunda Yazılar’a Önsöz Son günlerde azınlıklar konusu Türkiye’deki tartışma gündeminin önemli maddelerinden biri oldu. Ama konu burjuvazi tarafından Avrupa Birliği’ne girme, Devlet bürokrasisi tarafından da Lozan anlaşmalarındaki hukuki veya siyasi tanımları çerçevesinde ve Türkler veya “çoğunluk” tarafından tartışılıyor. Kürtler ise, ulusal baskıdan kurtulmak için, “kurucu” olarak kabul edilmek için mi, yoksa şimdilik “azınlık” olmayı kabul edip sonra o haklara dayanarak daha elverişli koşullarda mücadele etme olanakların tepmeyen bir mücadelenin mi daha doğru olduğu bağlamında, aslında bir strateji ve taktik sorunu olarak tartışıyorlar. Sosyalistler her zaman olduğu gibi bu gibi sorunları gündeme almayı ve tartışmayı neredeyse bir sapkınlık olarak görüyorlar. Son derece bayağı olarak anlaşılmış mekanik veya ekonomik maddeci Marksizm anlayışıyla, bu gibi sorunlarda bir şey söylemektense, hiçbir şey söylemeyerek her hangi bir işçi direnişi veya iş koşullarındaki kötülükten veya genel olarak yoksulluktan söz etmeyi sosyalizmin şanından sanıyorlar. Bunu “ekonomizm” olarak gören daha “enternasyonalist” olanları ise politikadan kaçışlarını ve politikasızlıklarını, dünyanın her hangi bir ülkesinde yapılmış bir toplantının veya eylemin ateşinde ısınarak gizlemeye çalışıyorlar. Böylece bu tartışmalarda, bırakalım sosyalist bir yaklaşımı bir yana, devrimci demokratik denebilecek bir perspektifin bile izi tozu görülmüyor. Bayağılık ve gerici bakış açıları ve kavramlar, yerleşilmiş ve doğrulukları zerrece eleştiri süzgecinden geçirilmemiş yaklaşımlar bu tartışmalarda en ileri görünen görüşlere bile damgasını vuruyor. Eleştirel ve devrimci Marksist geleneğe dayanan ve onu içinde taşıyarak aşmaya çalışan bir yaklaşımın yokluğu bu bayağılığın temel nedenlerinden biridir. 1960’lar Türkiye’sini hatırlayanlar bilirler. O zamanlar da sosyalistler, toplumun belki bu günkünden de küçük bir bölümünü oluşturuyorlardı, ama ortaya koydukları yeni sorunlar ve bakış açılarıyla toplumun üzerinde tartışılmaz bir entelektüel ve ideolojik üstünlük kuruyor, tartışmaları o günün ölçüleriyle çok ileri noktalara çekiyorlardı. Çok sembolik bir örnek alınabilir. Altmışlı ve yetmişli yıllarda, sosyalistler, en azından bir kısmı, Türk halkından değil, Türkiye Halkı veya Halklarından söz ediyorlardı, bildirilerine bu hitapla başlıyorlardı. O zamanın Türk devletinin Türklükle tanımlanmış niteliğini kimsenin sorgulamadığı ve sorgulamayı aklından bile geçirmediği Türkiye’sinde bu çok ileri bir yaklaşımı ifade ediyordu. Bu gün, Kürt hareketi; Demokrasi ve refah özlemlerinin ifadesi olan Avrupa Birliğine katılma; goloballeşmenin zorladığı değişimler ve ABD’nin Irak’ı işgali gibi gelişmelerin baskısı altında, toplum neredeyse, sosyalistlerin Altmışlarda, söyledikleri için partilerinin kapatıldığı, işkence gördükleri, hapislerde çürüdüklerini, kabullendiği bir noktaya gelmişken, yani Türkiyelilik tartışılırken ve Genelkurmay Başkanı bile Türklüğü etnik veya dilsel bir kapsamdan çıkarıp neredeyse Türkiye Devletinin yurttaşlarıyla sınırlı bir kavram olarak tanımlamak zorunda kalırken, sosyalistler bu geç ve dolaylı gelmiş zaferlerini bile 349


savunma noktasında olmadıklarından, bu gün varılan nokta, liberallerin, globalizm hayranlarının, ABD veya Avrupa’yı destekleyenlerin çabalarının bir sonucu gibi görülüyor ve onların kontosuna bir artı olarak geçiyor. İşin kötüsü, kendine sosyalistim diyenler altmışlarda savunduklarından da daha geri bir noktaya kaymış bulunuyorlar. O zamanlar Türkiye Halkı veya Halkları, statükoya bir meyden okuma, devrimci demokratik özlemlerin bir ifadesi iken, bu günkü sosyalistlerin sözde anti emperyalizm, anti globalizm, Avrupa’ya karşı olma adına bu tartışmaların karşısında durmaları, en gerici, devletin en derin ve anti demokratik kesimlerinin destekçiliğinden başka bir anlam taşımıyor. Eskiden Türk devletine karşı Türkiye Halklarını savunuyorlardı, şimdi Türkiye’cilere karşı Türk devletinin zımni veya açık savunucusu durumundalar. Kimileri Türkiyeli sosyalistlerin bu evriminin günahını sosyalizm idealine veya Marksizme yükleyerek bundan ideolojik bir kar da elde etmeye çalışıyorlar. Ama bunu yaparken, Marksizmin o son derece temel önermesini unutmuş ve tersinden doğrulamış oluyorlar: İnsanların varlıklarını bilinçlerinin değil; bilinçlerini varlıklarının belirlediği. Türkiye’de sosyalistlerin ve toplumun bu ters yönlerdeki evriminin nedeninin Marksizmde veya sosyalizm ideallerinde değil, somut sosyolojik ve ekonomik gelişmelerde aranması gerektiği. Bunun en büyük kanıtı aynı zamanda genel akıma karşı durmuş ve bunların sosyalizm veya Marksizmle ilgisinin olmadığını söyleyen; sosyalistlere karşı sosyalizm mücadelesi veren; sosyalistlere karşı sosyalizmi savunan sosyalistlerin varlığıdır. Nasıl Papalığın veya Muaviye’nin cinayetlerinin nedeni İsa ya da Muhammet’in öğretileri değil idiyse ve Papalığa ve Muaviye’ye karşı sapkınlar olduysa ve bizzat bu sapkınların varlığı bunun kanıysa öyle. * Ne var ki, toplumun bu gün otuz yıl önce sosyalistlerin söylediklerinin haklılığını kabul etmesi, bu kabulün bu günün dünyasının veya Türkiye’sinin sorunlarına bir çözüm olduğu anlamına gelmiyor. Bu günün sosyalisti de tıpkı otuz kırk yıl öncesinin sosyalisti gibi yine topluma ters bir noktada olmalıdır. Ancak o takdirdi yine sosyalizm tekrar, fiziki gücü olmasa bile, teorik ve entelektüel gücün kazanabilir. Kendi katillerini bile kendisinin vasiyetini yerine getirmeye zorlayabilir. Hiç unutmamak gerekiyor, eğer insanlık tarihinde bir ilerlemeden, bir ileriye gidişten söz etmek mümkünse veya böyle sayılabilecek kimi değişmeler olmuşsa, bu her zaman, yenilenlerin bir katkısıdır. Bu günkü demokrasi denen şey aslında, işçi ve sosyalist hareketin bir seri yenilgi ile bitmiş mücadelelerinde, galiplerin yendiklerinin vasiyetlerini gerçekleştirmek zorunda olmalarının sonucudur. Altmışların ve yetmişlerin, aslında kendini her ne kadar öyle tanımlasa da sosyalist değil devrimci demokratik karakterli olan sosyalist hareketi olmasaydı; seksenlerin ve doksanların Kürt hareketi olmasaydı, bu gün kimse ne Türklüğü sorgular ne de azınlıkları tartışırdı. İki hareket de çok ağır yenilgiler aldı. Ama galipler en güçlü oldukları noktada yendiklerinin vasiyetini yerine getirmekten başka bir şey yapamaz durumdalar.

350


Ama onlar şimdi bizim vasiyetimizi yerine getirirlerken, bizim onların karşısına geçerek, bunu hatırlatma ile yetinmemiz, sonumuz olur. Biz şimdi başka yenilgilerin peşinde olmalıyız. Ancak o zaman ezilenlerin kurtuluş mücadelesine bir parçacık da olsa bir katkıda bulunabiliriz. Sosyalist olmak bilinçli olarak “yenilgi enayiliği”ni seçmek demektir. En azından şimdiye kadar yaşanan tarih bunu kabul ederek yola çıkmak gerektiğini göstermektedir. O halde, göreve devam, önümüzdeki yenilgilerin konularını belirlemeye başlayalım. * Bu gün toplum otuz kırk yıl önce sosyalistlerin dediklerine geldi ama arada geçen zamanda gerek toplumsal mücadeleler gerek bu mücadelelerden çıkan teorik sonuçlar çok uzun bir yol kat ettiler ve çok başka noktalara vardılar. Dün sosyalistlerin dedikleri ve bu gün toplumun vardığı yer, aslında bu günün dünyasının sorunları karşısında gerici ve tutucu bir konuma karşılık düşer. Ama sadece dünyanın sorunları bakımından değil, teorik ve metodolojik olarak da çok geri bir yaklaşıma karşılık düşer. Azınlıklar konusu da böyledir. Azınlıklar konusunun Türkiye’de tartışıldığı biçim ve bu biçim içinde, en sol ve en ilerici gibi görünen tavırlar ve kavramsal araçlar bile, bu günün dünyasının koşullarında aslında gerici bir çözüm önerisinden başka bir şey değildirler. Azınlıklar konusunda son yirmi yılda birçok yazı yazdık. Bu yazılarda bu mücadelenin deneylerinden yola çıkılarak, önümüzdeki yeni yenilgilerin yaşanacağı alanlar tanımlanmaktadır. Elbette bu tanımlama, el yordamıyla, daha önce hiç el atılmamış alanlarda bakir ve keşfedilmemiş bir alanda yapıldığından, yeni olan çoğu kez eski biçimler içindedir. Yeni yürümeyi öğrenen bir çocuk gibi paytaktır. Sık sık düşer. Ama yine de her seferinde yeni bir alana girmeyi, yeni bir kıtayı keşfetmeyi başarır, çoğu kez, Kristof Kolomb gibi bunun yeni bir kıta olduğunun farkına varmasa bile. Aşağıdaki yazılar aynı zamanda bu evrimin izlediği yolu gösterir. * Seksenlerin ortasında o güne kadar Türk, Erkek, Beyaz olmuş ve böyle olduğunun bilincinde olmayan, düşüncesinde böyle kategoriler bile bulunmayan bir sosyalist olarak Avrupa’da sürgün yaşamına başladığımızda, , bu gün artık örneğin kültür, azınlık, farklılık gibi, sıradanlaşmış kavramlar, ne Avrupa’daki sosyalist harekette ne de içinden geldiğimiz Türkiye sosyalist hareketinin geleneğinde ve terminolojisinde bulunmazdı. Devletin, paranın ne olduğunu bilmeyen kabilelerin dilinde bunların karşılığı olan kavramların bulunmaması gibi. Biz bu gün bile Türkiyeli sosyalistlerin hala kenarına bile varamadıkları klasik Marksist geleneğe uygun olarak, emeğin kurtuluşunun ne yerel ne de ulusal bir sorun olamayacağı önermesinin, mantıki ve geleneksel sonucuna uygun olarak, Avrupa’ya gelince, görevimizi Avrupa’daki işçi hareketine azami katkıyı nasıl yapabileceğimiz olarak belirlemiştik. Bu çerçevede, Almanya’daki işçilerin önemli bir bölümünü oluşturan Türkiye kökenli işçiler, dillerini ve yapılarını en iyi bildiğimiz için esas ilgi ve çalışma alanımız olarak beliriyordu.

351


Ama daha bu görev tanımlamasında bile, bütün Türkiye sosyalistlerinden farklıydık. Onlar için Türkiye’li veya Kürdistan’lı işçiler, Türkiye veya Kürdistan’daki mücadeleye tabi olarak ve oradaki mücadeleye maddi manevi destek bağlamında ele alınırken, biz aynı kesimi Avrupa işçi hareketinin bir parçası olarak ele alıyorduk: bizim sorunumuz, bu Avrupa işçi hareketinin nasıl birleştirileceği idi, onlar ise, fiilen Avrupa’lı işçileri uluslara göre bölerek örgütlemiş oluyorlardı. Dolayısıyla bütün Türk ve Kürt soluna karşı bir konumda bulunuyor, onların milliyetçiliğine karşı, klasik devrimci ve enternasyonalist bir konumu savunuyorduk. Tabii bu klasik Marksist konuma uygun olarak da, tıpkı bir şehirden başka bir şehre giden bir parti üyesinin gittiği şehrin oranında çalışması gibi, Avrupa’da bulunduğumuz ülkelerdeki seksiyonlarda çalışmaya başladık. Önce Dördüncü Enternasyonal’in Fransa seksiyonunda (LCR’de Devrimci Komünist Liga), sonra Almanya’ya geçince Alman Seksiyonunda, (GİM’de Enternasyonalist Marksist Grup) yer aldık. Ancak Almanya’da daha ilk adımda, bu klasik yaklaşımın gerekli ama yeterli olmadığını görmeye ve gözlemlemeye başladık ve birden bire, İşçi örgütlerinde ve partilerinde azınlıklar konusuyla azınlıktan bir insan olarak (Almanya’da Türkiyeli işçiler, Türkiyeliler de Örgüt içinde bir azınlıktı) karşı karşıya kaldık. Bu karşı karşıya kalışın bulunduğu ortamı ve tartışmaların bağlamını aktarabilmek için, biraz geriye gitmek gerekiyor. 1950’li yıllarda, klasik Birinci ve Üçüncü Enternasyonal’in geleneğini ve programını savunan Dördüncü Enternasyonal henüz 1968 yükselişinin rüzgarlarıyla yelkenlerini doldurmamış, küçük gruplardan oluşan bir örgüttü ve Avrupa’daki militanlarını özellikle Cezayir halkının kurtuluş savaşını desteklemeye yöneltmişti. Gizli silah fabrikaları kurmak gibi işler yapıyorlardı Avrupalı kalifiye işçi ve sosyalistler. Ama böylece birçok Avrupalı İşçi ve Sosyalist ilk kez üçüncü dünyalılarla, Avrupa İşçi sınıfı merkezli bakış açısıyla, kurtarıcı değil kendisi kurtarılacak olarak görülenlerle, nesne olanlarla, onların özne oldukları mücadelede, onlara yardım etme durumunda bulunuyorlardı. Babalar ve analar çocuklarından çocuklarının kendilerinden öğrendiğinden daha fazlasını öğrenirler. Bu faaliyetlere katılanlar da kendi Avrupa Merkezciliklerinin farkına daha çok vardılar. Bunlar Avrupalı örgütlerin içinde, Avrupalı örgütlerin Avrupa merkezci düşünüşlerinin en önemli eleştirmenleri olarak varlıklarını sürdürdüler. Onlar bir yanda bu örgütler içinde var olmaya devam ederken, Türkiye’de iki hareketin içinde şöyle bir gelişme oldu yetmişlerin sonunda. Vatan Partisi içinde biz Üçüncü Enternasyonalin lağvı, Sovyetlerin sınıf karakteri, Faşizme karşı mücadelenin sorunlarından hareketle, Stalinizmle kopuşup klasik Marksist geleneği sürdüren Troçkist geleneğe katılmıştık. Benzeri bir gelişim Rızgari saflarında da görülüyor ve onlar da yavaş yavaş bu sorunları, Stalinizmi vs. gündeme getiriyorlardı. Ama bu teorik olarak son derece korkak bir biçimde yapılıyor ve esas itici gücünü Stalinizmin Kürt sorunu karşısındaki tutarsızlığının eleştirisinden aldığından, ulusçu bir hareket noktası bu arayışlara sürekli damgasını vuruyor ve bu da onların mantık sonuçlarına ulaşmasını engelliyor, genel olarak merkezci tabir edilen bir konumda bulunuyorlardı. Ama yine de, bu tabuların yıkılışı,

352


bizim yazılarımız ve evrimimizin de dolaylı etkisiyle bu harekete yakın duran bazı kişilerin Rızgari hareketinden kopması ve Troçkizme yönelmesi sonucunu doğurmuştu. İşte bu gelişmelerle bağlı olarak, bu hareketlerin Almanya’daki taraftarları arasında da bu yönde bir evrim yaşanmıştı. Türkiye’deki bu evrimin sonucu olarak ve ondan etkilenmeyle, çoğu bulunduğu fabrikada işyeri konseyi üyesi veya sendika aktivisti de olan, yıllardır bir şekilde politik mücadele yürüten işçi ve aydınlardan bir grup, Troçkist olduk deyip Dördüncü Enternasyonal’in kapısını çalmışlardı. Avrupa sanayinin kalbi Ruhr bölgesinde, Duisburg’ta, veya Stuttgart’da Mersedes fabrikalarında grev yöneten Türkiyeli, sosyalist maden ve çelik işçisi, en az beş on yıllık politik ve örgütsel tecrübesi olan işçiler bu küçük örgütün kapısını çalınca örgüt tam anlamıyla bir şok yaşar. Örgütün bütünüyle ufku dışında kalmış bu kesim bulutsuz gökte çakan bir şimşek gibi örgütün içine girmiştir. Ernest Mandel Kürt işçilerin örgütlenmesi Kürdistan’da sosyalist bir seksiyonun örgütlenmesine katkı olabilir diyerek, kendi cebinden aldığı IBM elektrikli daktiloyu bu gruba hediye eder. Çı Bıkın isimli bir dergi çıkmaya başlar. Bu arada 12 Eylül darbesi olmuş, göçmenler daha da hareketlenmiştir. Türkiye’den kaçanların da etkisiyle Avrupa’da politikleşme ve aktifleşme yükselmeye devam etmektedir. Yol dergisi etrafında toplanan bu kişiler, 12 Eylül’e karşı mitinglerin örgütlenmesinde önemli bir rol oynamışlardır. Hasılı küçük Alman seksiyonu, gelen Türkiyeli Kürt ve Türk işçiler aracılığıyla başına devlet kuşu konmuş gibidir. Ne var ki, ilk cicim ayları bitince, 12 Eylül yenilgisi ve dünyadaki yeni muhafazakar rüzgarların da etkisi altında (Teatcher, Reagan, Özal, Kohl) hem bir gerileme ve özele çekilmeler hem de tam da azınlık olmaktan doğan sorunlar kendini göstermeye başlar. Kürt ve Türk üyeler bir türlü örgütsel yaşama katılamamakta, hep kendilerini dışlanmış hissetmektedirler. Bu nedir, nereden gelmektedir? Bu iki sorun birleşince, Türk ve Kürt üyelerin çoğu bir süre sonra örgütü terk eder. Birkaç kişi kalır sadece. Bunun üzerinde örgütte bu başarısızlığın nedenleri üzerine bir tartışma başlar. Ama tartışma aslında yine tam anlamıyla örgüt içinde olmaktan ziyade, yabancılar ve yabancılarla ilgilenenler arasında yürütülmektedir. İşte bu tartışmalarda, Cezayir Kurtuluş Savaşıyla dayanışmada çalışmış, oralarda yaşamış bir Alman üye, örgüt içinde Türk ve Kürtlerin ayrı bir otonom örgütlenme içinde olmasını savunmakta; Lenin’in Bundçularla tartışmasının yanlış bilindiğini, aslında Lenin’in fiilen özeleştiri yaptığını, Yahudi işçilerin RSDİP içinde otonom yapılarının olduğunu söylemektedir. Ve bunu söyleyen örgüt içinde yabancıları en iyi anlayan, onlara en yakın, örgütün Avrupa merkezciliğine ve ırkçılığına karşı onları savunan; örgütün ırkçı olduğunu söyleyen bu kişidir. İşte ilk kez bu kişinin söyledikleri ve bu tartışma içinde, “azınlık sorunu” ile sosyalist örgütlerde azınlıkların sorunu bağlamında yukarıda kısaca değinilen koşullar ve atmosfer içinde karşılaştık.

353


Tabii ilk tepkimiz, yabancı olarak bu Alman üyenin dediklerine yani örgüt içinde yabancıların otonom örgütlenmesi olmasına karşı çıkmak oldu. Bu daha önce hiç duymadığımız bir şeydi. “Kitapta yeri yok”tu. Böylece biz yabancılar otonomiyi reddederken, bir Alman, ama Cezayir kurtuluş savaşı aracılığıyla bir önemli deney yaşamış bir Alman, bize rağmen bizlerin otonom bir yapı oluşturmamızı öneriyor ve savunuyordu. Ancak bu sırada Kadın hareketinin de bir yükselişi yaşanıyordu ve kadın hareketi sol örgütleri ve işçi örgütlerini sarsmaya başlamıştı. Ayrıca Kadın, Barış ve Ekoloji hareketlerinin partileşmesi olarak görülebilecek Yeşiller de seçimlerden büyük bir başarıyla çıkmış ve bütün paradigmalar ve politik manzara değişmiş, sol örgütler bu gelişmelerin baskısı altına girmişlerdi. Bunun etkisiyle de, örgütler içinde kadın üyeler fiilen otonom yapılar oluşturmuşlar veya oluşturuyorlardı. Aslında yabancıların durumu da tıpkı kadınlara benziyordu: Paralellikler en kör göze bile batıyor. Avrupa’daki kadın hareketi her ne kadar beyaz bir karakter taşısa; yabancılar da kadınlar karşısında seksist ve erkek egemen bir damardan geliyorduysa da; örgüt içindeki ırkçılığa ve seksizme karşı ister istemez benzer sorunlardan gelen bir yakınlaşma da oluyordu. Bunun üzerine, klasik literütürde yeri olmayan çevre, kadın, siyah (yabancılar, azınlıklar) hareketleri ve konuları üzerine teorik bir yoğunlaşmaya girdik. Bu yoğunlaşmanın ilk sonuçları örgüt içinde fiilen otonom olarak çıkardığımız Ne Yapmalı adlı, üç sayı çıkabilmiş dergide görülebilir. (Bu dönemin kısa bir özeti, Hamburg Dersleri adlı yazıda bulunmaktadır.) Bu arada, Hamburg’ta bir Türk dazlaklar tarafından öldürüldü ve Türk göçmenlerin hızlı bir radikalleşme ve politikleşmesi başladı: Türk gençleri kendiliğinden öz savunma ihtiyacına uygun olarak çeteler kurmaya başladılar. Türkiyelilerin içinde neler için nasıl mücadele etmeliyiz, ne yapmalıyız gibi sorunlar tartışılmaya başlandı. Burada önemli olan şudur. Artık Almanlar Türkiyelileri değil, Türkiyeliler kendilerinin ne yapacağını tartışıyorlardı. Yani Azınlıklar sorunu değil; azınlıklar Alman sorunun tartışıyorlardı. Bu günkü Türkiye’deki tartışmaların diline çevirirsek; Türkler azınlık sorununu değil; Azınlıklar şu Türk sorununu nasıl halledeceklerini tartışıyorlardı. Bu gelişmelerin ve tartışmaların en başından itibaren içinde yer aldık. Artık, bir Alman sosyalist örgütünde, sosyalist biri olarak azınlıklar sorununu değil; fiilen var olan bir azınlık hareketi içinde, azınlıktan bir sosyalist olarak azınlık hareketinin veya azınlık hareketi içindeki işçi ve sosyalistlerin ne yapması gerektiğini tartışıyorduk. İşte ilişikteki ilk üç metin bu tartışmalar içinde bizim savunduklarımızın birer belgesidir. * Daha sonra, buradan çıkardığımız dersleri, Kürt hareketinin veya Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin stratejisi bağlamında tekrar çeşitli yazılarda ele aldık. Son üç metin de bunun örneğidir. Ama bütün bu yazlarda çok temel bir yanlışımız bulunmaktadır ve bu bizim ancak son dönemde çözüp aşabildiğimiz bir sorundur. Zaten bu sorunun çözümü, Marksist Din, Ulus,

354


Üstyapılar, Demokratik cumhuriyet, Proletarya Diktatörlüğü gibi sorunları bir çırpıda yepyeni bir ışık altında çözmektedir. Temel yanlışımız, bu yazılarda ulusu, ulusçular gibi tanımlamamızdır. Yani bir dil, etni ya da tarihle. Böylece sanki ortada iki farklı sorun varmış gibi görülmektedir. Bir yanda azınlık sorunu, bir yanda da ulusal sorun. Ulusal sorununun çözümü için Ulusların Kaderini Tayin Hakkı; Azınlık sorunu için, Dil, Kültür, Ulus ve etnilerin eşitliği. Peki, eğer politik olan dil, etni, soy, kavime vs. göre tanımlanmamışsa, azınlık mı olur? Ayın şey demokratik cumhuriyet bağlamında da görülür. Bir yandan, Ulusların Kaderini Tayin Hakkının aslında ulusal sorunla ilgili değil; nasıl bir devlet biçimiyle ilgili olduğunu söyleriz; yani bir tek köyün bile ayrılma hakkı olması gerektiğinden; ayrılmak için bir ulus olmanın şart olmadığından söz ederiz; diğer yanda Ulusların Kaderini Tayin Hakkından söz ederiz. Ulusların Kaderini Tayin Hakkının aslında dile, dine dayanan ulusal devletler kurma hakkı olduğunu göremeyiz. Peki bu küçük adımı niçin bir türlü atamayız? Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibilerin üzerimizdeki otoritesi öyle büyüktür ki, Onların hepsinin bu sloganı savunmuş olması, o sloganı eleştiri ateşinden geçirmemizi engellemektedir. Bunun yanı sıra Türkiye’deki Kürt mücadelesine verdiğimiz destek de bu ilkeye dayandığından, bu ilkenin nesnel ilerici yönü nedeniyle, ideolojik olarak gerici olduğunu göremeyiz. Bu nedenle, aslında 1990’ların en geç ortalarında atmamız gereken adımı ancak on sene sonra atabiliriz. Bu nedenle aşağıdaki yazılar bu çelişkileriyle birlikte ve bu çelişkinin çözümünde bir aşama, belli bir tıkanıklığın manevi bir otorite yüzünden aşılamamasının; zihnin bilinmeyen yerlere adım atarken nasıl korkak ve ürkek hareket ettiğinin bir örneği olarak da okunabilir. Ulusal Sorun ve Azınlıklar sorunu (Türkiye’deki tartışmalarda Ulusal sorun ve Milliyetler sorunu diye ayrılan şey) iki ayrı sorun değildir. Ya da daha doğrusu şöyle diyelim. Dile, dine, etniye dayanan ulusçuluk açısından, bir ulusal sorun bir de azınlıklar ya da milliyetler sorunu vardır. Milliyetler, azınlıklar yüzdeki sivilceler gibi katlanılması gereken sorunlardır. Ya da sivilceleri sağlık işareti gören bir anlayışla sivilceler zamanın modasına göre, sivilceler bir sağlık ve güzellik işareti olarak da alınabilir. Bu günün azınlıkları renklilik ve çeşitlilik olarak tanımlayan anlayış, asılında bütün o ilerici görünüşünün ardında; gerici ulusçuluğun bütün varsayımlarını paylaşır. Azınlığı yok etmez, sadece onun karşısındaki tavrını değiştirir. Sorun olarak değil zenginlik olarak görmeye başlar. Yani zenginlik olmasa derhal tavrını değiştirecektir. Halbuki, ulusu, dil, din, etni, tarih vs, ile tanımlamayı reddeden; tüm dillerin, kültürlerin, etnilerin eşitliğine dayanan; bunların politik olanın tanımından dışlandığı bir devrimci demokratik ulusçulukta, çoğunluk olmadığı için (Dile dine etniye dayanan bir millet olmadığı için), azınlıklar da (milliyetler de) olmaz. Ama tam da bunların olmadığı yerde, kelimenin gerçek anlamıyla “azınlıklar sorunu”, gerçekten aritmetik ya da sayısal anlamıyla azınlık olmaktan doğun sorunlar gündeme gelebilir.

355


* Bu günkü tartışmalara gelince. Buraya kadar söylenenler bir de bu bağlamda somutlayalım. Türkiye’de Azınlıklar konusundaki son tartışmalar hep çoğunluk tarafından yapılmakta ve yanlış varsayımlara dayanarak yapılmaktadır. Birinci yanlış şudur: Azınlık sorununu azınlıkları yok ederek değil, azınlıkların varlığına dayanarak çözmek tartışılmaktadır. Sorunun tartışılmasına en kritik yanlış: matematik olarak azınlık ile hukuki ve politik olarak azınlık kavramının karıştırılmasıdır. Azınlık sorunu öncelikle, politik ve hukuki bir sorun olarak ele alınabilir. Politik ve hukuki bir çözüm için, bırakalım sosyalizmi bir yana, “Azınlık sorunu”nun, devrimci demokratik bir çözümü, Azınlıkların yok ederek mümkün olur. Azınlıkları yok etmenin biricik yolu ise, çoğunluğu yok etmektir. Ve bu da bir tek taleple ifade edilebilir: Tüm dillerin, etnilerin, kültürlerin, “ulusların”, kavimlerin eşitliği; devletin dini, etnisi, kültürü, kavmi, “ulusu” olmaması. Tıpkı gerçek bir laiklikte din karşısında nasıl bir konumda olursa, diller, etniler, kültürler, kavimler ve “uluslar” karşısında da aynı konumda bulunması. Zina tartışmalarındaki geri ve gerici konumlar azınlık tartışmalarına da damgasını vurmuştur. Aslında sorun son derece kolay ve basit olarak çözülür. Nasıl hukuken evliliğin olmadığı yerde, hukuken zina da olmazsa, politik ya da hukuki olarak tanımlanmış bir kritere göre çoğunluğun olmadığı yerde, azınlık da olmaz. Konu azınlıklar tartışmasında dinsel, ulusal, dilsel, kültürel azınlıklar olduğuna göre, bu azınlıkları yok etmenin yolu; bu kriterlere dayanan çoğunluğu yok etmekten geçer. Yani Ulusun ya da devletin tanımından Türklüğü kaldırdığınız zaman Ermeniliği, Süryaniliği, Rumluğu, Zazalığı vs.yi de yok etmiş olursunuz. Elbette politik ve hukuki anlamı olmayan bir kavram olarak Türkler, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler var olmaya devam ederler. Ama devlet ya da politik olan, her hangi bir dil, din, etni, kültür ile tanımlanmadığı için; ortada politik ya da hukuki olarak bir çoğunluk bulunmaz. İşte gerçek anlamıyla azınlık sorunu, tam da burada, politik olarak tanımlanmış çoğunlukların olmadığı noktada ortaya çıkar. Yani ulusun ya da devletin dini, dili, etnisi, tarihi, soyu olmadığı durumda da, politik ya da hukuki anlamı olmamakla birlikte, aritmetiksel olarak azınlıklar var almaya devam ederler. Aritmetik olarak azınlıkta olmanın kendisi bizzat o azınlıktakilerin, politika ve hukuk dışında ekonomi ve kültür alanlarında baskı altında kalmasına yol açar. Çoğunluk olmanın kendisi zaten bir güç olmayı ifade eder. Gerçek bir demokraside, yani özel türden bir demokraside, devletin görevi: var olan politik ve hukuki eşitliğe rağmen, politika dışında, sosyal hayatta, her an yeniden ortaya çıkacak eşitsizlikleri dengelemek olmalıdır. 356


Bunun ne olduğunu hiç de politik olmadığı hemen görülecek, bu gün de politik anlamı olmayan başka bir azınlık örneğiyle açıklamaya çalışalım. Örneğin, özürlüler, tekerlekli sandalye aracılığıyla hareket edenler. Hukuken ve politik olarak ayaklarıyla yürüyenlerle eşit olmalarına rağmen, bütün yollar, kaldırımlar, tuvaletler vs. hep ayaklarıyla yürüyen çoğunluk gözetilerek yapılır. Tekerlekli sandalye ile hareket edenlerle yürüyenler hukuken ve politik olarak eşit olmasına rağmen, tekerlekli sandalye ile hareket edenler, sürekli bir baskı altında ve daha zor hayat koşullarında yaşarlar. Burada toplum şu soruyla karşı karşıyadır: özürlülerin bu fiili eşitsizliğini dengeleyecek tedbirler alacak mıdır, yoksa onları bir yük, bir hastalık gibi görüp kendi kaderleriyle baş başa mı bırakacaktır? Burada, toplum açısından çok büyük bir masrafa yol açsa da, fiili olarak ortaya çıkan eşitsizliği gidermek için özürlülere uyan yollar, tuvaletler vs. yapılması ve onların nüfus içindeki oranları ve katkılarından çok daha büyük bir meblağın bu fiili eşitsizliğin giderilmesi için kullanılması ve kotalama gibi (örneğin özürlülere işlerde öncelik verilmesi veya kota uygulanması) gibi tedbirler, bir ölçüde olsun bu eşitsizliği gidermeye yararlar. Gerçek anlamda azınlıklar sorunu ve çözümü budur. Aynı durum kolaylıkla, dilsel, dinsel vs. azınlıklara da aktarılabilir. Devletin dilinin, dininin olmadığı; bunların hiçbir politik anlamının bulunmadığı bir toplumda da sadece sayıca azınlık dininden veya dilinden olmak bile bir sürü eşitsizliklerin ve azınlıklar üzerinde fiili kültürel baskıların oluşmasına yol açar. Örneğin büyük bir çoğunluğu Sünni olan bir ülkede, Alevi veya Hıristiyan olmak, günlük hayatta birçok kültürel baskı ve dezavantajlı duruma yol açar. Tıpkı özürlüler örneğinde olduğu gibi, devletin görevi, bu fiili dezavantajı dengeleyecek tedbirler almak olmalıdır. Örneğin, Türkçe büyük çoğunluğun ana dili olduğundan, devletin resmi dili, her hangi bir eşitsizliğe yol açmamak için örneğin İngilizce olsa bile (Birçok Afrika ülkesinde, bu kaygıyla olmasa da fiilen böyle bir durum vardır.) çoğunluğun günlük hayatta Türkçe konuşması, diğer diller karşısında bu dil ana dili olanların avantajlı bir durumda olmasına ve diğer dillerin zamanla yok oluşuna yol açar. Ana dili Türkçe olmayanların bin bir biçimde kültürel baskı altında olmasına yol açar. Azınlıklar sorunu, bu fiili eşitsizlikleri dengeleyecek bir program sorunudur. Hemen görüleceği gibi, Türkiye’de tartışılan azınlık sorunu değil, ulusun nasıl tanımlanacağı sorunudur. Ne Türkiyelilik üst kimliği, ne Kürt-Türk kurucu üyeliği, bu konuda tutarlı bir çözüm oluşturmaz. Aynı şekilde, bu gün Türkiye’de resmen azınlık olarak tanımlanmış azınlıkların dinsel olarak tanımlanmış olması, devletin laik olmadığının da zımni bir itirafıdır. Bu günkü azınlık tanımı, laik bir devletle de uyuşmaz. O halde, azınlıklar sorununu tartışmak için değil, o sorunla karşı karşıya kalabilmek için, politik ve hukuki olarak, tüm azınlıkların dolayısıyla çoğunluğun yok edilmesi gerekir. Ancak bundan sonra gerçek anlamıyla azınlıklar sorunu tartışılabilir hali gelir. 357


(Gerçek anlamda azınlıklar sorununun tümüyle yok olması ise, demokrasinin ötesindeki özgürlükler âleminde; “herkese emeğine göre” ilkesinin geçerli olmadığı; dolayısıyla her hangi bir yaptırıma artık ihtiyaç duyulmayacak bir toplumda; “herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacı kadar” ilkesinin geçerli olduğu zenginliklerin gürül gürül aktığı bir toplumda gerçekleşebilir.) Bütün bunlar olsa, yani devletin nasıl dini olmaması gerekiyorsa, dili, etnisi, soyu, sopu, kavmi “ulusu” olmasa bile, kimi aklıevvellerin çok sevdiği ifadeyle bu “ulus devletin sonu” değil; etniye, dile, soya dayanan ulusçuluğun ve böyle tanımlanmış bir ulus devletin sonu olur. Ulus ve ulusçuluk, dine, dile, etniye dayanmayan; insan haklarına dayanan bir ulusçuluk ve ulusal devlet olarak var olmaya devam eder. Yani bu şimdi artık kimsenin hayal bile edemediği çözüm de aslında, ulusçuluğun ve ulusal devletin sonu değildir ve bu günün dünyasının sorunları karşısında gerçekte bir çözüm değil; sorunun ta kendisidir. Türkiye’deki tartışmalarda, sözde en radikal konumda olanlar arasında bile hiç konu edilmeyen ve tartışılmayan da budur. Ulus devletin sonu, politik olanın (yani devletin), nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olana göre tanımlanmasının reddi; yani fiilen ulusal devletlerin yıkılması; bu da fiilen dünya çapında bir “Proletarya Diktatörlüğü” demektir. Diğer bir ifadeyle Proletarya Diktatörlüğü, somutta politik olanı ulusal olarak tanımlama üzerinde bir diktatörlük, ulusal olanı politika dışında tutmadır. Yani bu günkü ulusçuluğun klasik dinlere yaptığını ulusçuluğa yapmaktır. * Türkiye’deki tartışmaların ikinci özelliği, onların çoğunluk tarafından yapılan bir azınlıklar tartışması olmasıdır. Yani çoğunluk azınlığın nasıl tanımlanacağını ve azınlıkların ne olacağını tartışmaktadır. Azınlıklar tartışmanın öznesi değil nesnesidirler. Halbuki, Avrupa’daki Türkler, seksenli yıllarda, bir azınlık olarak, hangi hedefler için mücadele edecekleri yönünde tartışmışlardı. Biz de bu tartışmaların içinde yer almıştık. İlişikteki metinler, azınlıkların bir özne olarak sorunu nasıl tartıştıkları ve tartışabilecekleri konusunda önemli dersler içermektedir. Birinci ders, azınlıkların içinde de, azınlıkların hangi hedefler için nasıl mücadele edileceğine dair bir sınıf mücadelesi olduğudur. İkincisi, azınlıklar içindeki sosyalistler, azınlıkların sadece kendi sorunlarıyla uğraşmasının en önemli eleştirmeni olmak zorundadır. Üçüncüsü de bu ikinciden çıkar. Azınlıklar, toplumun çoğunluğunu taleplerine kazanabilmek için, tüm toplumun önüne kendi sorunlarıyla birlikte büyük çoğunluğun sorunlarını da çözen bir programla çıkmak zorundadırlar. Almanya’da seksenli yıllarda yapılmış tartışmalar bağlamında yazılanların, Azınlıklar sorunun tartışılmasını epey aydınlatacağını düşünüyoruz. 03 Kasım 2004 Çarşamba

358


“Özgür Gündem’e Yazılar” Derlemesine Önsöz Berlin duvarı ve Sovyetlerin çökmesi sonucu, Doksanların başında bütün dünyada sol hareket dibe vurmuş durumdaydı ama bu dünya tarihsel zelzelenin yol açtığı tsunami dalgaları henüz Kürt hareketine pek ulaşmamıştı. Doğu Avrupa’nın çöküşü bütün kurtuluşçu hareketleri olumsuz etkilerken, yine bu çöküşün yarattığı koşullarda ABD’nin Irak’a saldırısı ve bunun sonucunda oluşan koşullar, Kürt özgürlük hareketinin bu dalgaların altında kalmadan ve onların etkisini pek hissetmeden bir süre daha yükselişini sürdürmesine imkân sağlamıştı. Buna ek alarak ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra ortaya çıkan koşullar, burjuvaziyi Özal’ın dilinden “Federasyonu bile tartışmalıyız” noktasına getirmişti. Gazeteciler Bekaa’ya gidip Öcalan ile Röportaj yapma kuyruğuna girmişlerdi. Bu koşullarda, Kürt özgürlük hareketi de en yüksek noktalarındayken, Türkiye’de Özgür Gündem adlı bir günlük gazete çıkarmaya başlamış ve sosyalistlerin ve sol entelijansiyanın önemli bir bölümünü sayfalarında toplamış; üzerindeki tecridi bir ölçüde olsun yenmişti. Öte yandan henüz o dönemde, Özel Savaş konseptiyle tüm toplum sindirilmiş ve çürümeye başlamış da değildi. Dolayısıyla o zaman entelijansiya ve sosyalistler de, Kürt hareketiyle yan yana görünmekten bu günkü kadar çok çekinmiyorlardı. Böylece aslında bu gün Kürt hareketinin yapmak istediği şey o zaman büyük ölçüde gerçekleşmişti, en azından Özgür Gündem sayfalarında, bu günkü söylemle bir “Türkiye Partisi”nin ilişkileri ve politik kültürü az çok ve fiilen bulunuyordu. Ne var ki, duvarın çöküşü, hem demokratik güçlerde yarattığı moral bozukluğuyla, hem de en gerici milliyetçiliğe sağladığı fiili ideolojik ve politik üstünlükle Türkiye’de en gerici, en şoven güçlerin saldırıya geçmenin koşullarını da yaratmıştı. Örneğin dünün “Orta Asya Sovyet Cumhuriyetleri”, “Türki Cumhuriyetler” olarak gözlerini Türkiye’ye dikiyorlar; Doğu Avrupa ülkelerinden gelen insanlar yaşam savaşı içinde her şeylerini satışa sunuyorlardı. Bu durum, Teşkilat-ı Mahsusa’dan beri gelen, Ermeni Katliamlarını, 6 -7 Eylül programlarını yapmış, en karanlık geleneklerin ve güçlerin toplumu istediği gibi örgütleyip manüple edebilmesi için olağanüstü elverişli koşullar yaratıyordu. Diğer yandan Kürt Özgürlük hareketi içinde de, bunun simetrisi sayılabilecek bir gelişme ortaya çıkıyordu. Başlangıçta PKK yoksul Kürt gençlerine dayanan bir hareket iken gerek kendi yükselişi, gerek Irak’taki gelişmelerin yol açtığı gelişmeler sonucu, Kürt burjuvazisi, ayrı partiler içinde var olmanın Yoksul Kürt Gençlerinin partisi karşısında onlara bir yaşama şansı vermeyeceğini görmüş, böylece PKK’nın etrafında toplanmaya başlamıştı. Bu hem o harekete yeni olanaklar sunuyor hem de aynı zamanda Kürt burjuvazisinin hareket üzerindeki basıncını ve ağırlığını arttırıyordu.

359


İşte Özgür Gündem gazetesi tam da dengelerin değişmeye başladığı koşullarda yayına başlamıştı. Bu nedenle, bu gün bir arada görülmeleri hayal bile edilemeyecek kişiler, örneğin bir Yaşar Kaya ve bir Ertuğrul Kürkçü veya Metin Çulhaoğlu aynı gazetenin sayfalarında yer alabiliyordu. Ancak söz konusu güçlerin baskısı altında, gazetenin bu biçimde varlığını sürdürmesi giderek olanaksız hale geldi ve bugün Öcalan ve PKK tarafından, “İlkel Milliyetçilik” olarak tanımlanan, aslında Kürt burjuvazisinin eğilimlerini yansıtan ve Türk milliyetçiliğinin ters yüz biçimi olan akımın baskısıyla, Özgür Gündem içinde ilk defa bir araya getirilmiş bu kesimler, gazete kapatılarak dışlandı. Selim Çürükkaya “Düşün Yakamızdan” diye yazılar yazdı. Öyle görünüyor ki, o zamanlar Öcalan, bu baskılara karşı durabilecek bir güçte değildi. Aynı eğilim daha sonra ateşkesi de rahatça sabote edecektir. Türk devletinde, Özal’ın “Kürt Sorunu”nda reform çizgisi tasfiye olur ve özel savaş egemen olurken; PKK içinde de Kürt burjuvazisinin, Öcalan’ın temsil ettiği Türkiyeli ezilen ve demokratlarla ittifak çizgisine karşı güçler Öcalan’ı tasfiye edemeseler bile, ağırlıklarını hissettiriyorlardı. Aslında o zaman olan, bu gün olanlara çok benzemektedir. Şimdi de aynı güçler, artık sembolikten öte bir anlamı olmayan, Türk sosyalisti yazarlara saldırarak bu stratejiye muhalefetlerini dile getirmektedirler. Ama o günden bu güne değişin önemli bir faktör, Öcalan’ın bu gün bu çizgiye, gerek örgütsel gerek politik ve ideolojik olarak daha güçlü bir direniş gösterebilmesi ve farklı olan strateji ve programını daha da netleştirmiş olmasıdır. Ama buna karşılık, hareket eski gücünde değildir ve Kürt burjuvazisinin gerek taban gerek örgüt içindeki ağırlığı da günden güne artmaktadır. Öcalan’ın Türk devletinin elinde esir bulunması da, ek bir handikap oluşturmakta, gerek stratejinin kendisine, gerek taktik manevralara kolaylıkla Kürtlerin mücadelesini satmışlık damgası vurulabilmektedir. Aslında “Türkiye Partisi” sloganı veya Öcalan’ın önerdiği, Hatip Dicle ve Pınar Selek veya Yurdusev Özsökmenler formülleri, günlük gazete diline çevrilirse, 1990’ların başının, o zamanlar “Yakamızdan Düşün” denilerek kovulmuş ve küstürülmüşleriyle yeniden bir Özgür Gündem çıkarma niyeti olarak da görülebilir. Bu niyet, Pınar Selek’in bu günkü Ülkede Özgür Gündem’in sorumlusu olmasında en somut ve sembolik ifadesini bulmaktadır. Eğer bu günkü Ülkede Özgür Gündem, 1990’ların başındaki Özgür Gündem’e yaklaşabilecek ölçüde, Türkiye’nin entelijansiyasını, sosyalist ve demokratlarını okuyucuları ve yazarları arasına çekebilirse, böyle bir gelişme, yeni parti girişiminin bir “Türkiye Partisi” olabileceğinin bir işareti ve olanağı olur. Yani bir bakıma yeni partinin, Kürt ulusal hareketinin ve Kürtlerin partisi olmaktan çıkarak, Türkiye ve Orta doğunun devrimci ve demokratik bir partisi olup olamayacağı Ülkede Özgür Gündem’in, bir zamanların Özgür Gündem’ine yaklaşan bir gazete olup olamayacağında görülecektir. Bu günkü güç ilişkileri ise her zamankinden kötüdür. 360


Türkiye’nin aydın ve sosyalistlerinin ezici bir çoğunluğu, özel savaş döneminde tam bir çürüme içine girip, on yıl öncekinden bile daha geri ve gerici konumlara geri çekilmiş bulunmaktadırlar. Diğer yandan, böyle geri pozisyonlara çekilmeyenlerde bile, tamiri güç yaralar ve kırgınlıklar bulunmaktadır. Ek olarak, doksanlarda, Kürt hareketi güçlüydü ve Duvarın çöküşüyle moral bozukluğuna uğrayanlara bir çekim merkezi ve bir sığınak oluyordu. Bu gün ise, Kürt hareketi, ağır darbeler almış, büyük güç kayıplarına uğramış bulunuyor. Türk Devleti ve Burjuvazisi, Avrupa birliği bağlamında, kimi reformlarla çelişkileri yumuşatıyor. Bu durumda, Kürt hareketiyle yan yana bulunmaktan ise, Avrupa ile yan yana olmak hem daha çok gelecek vaat eder, hem de daha az tehlikelidir. Yani Ülkede Özgür Gündem, gerçekten değişim ve açılım niyetini gösterip bunu kanıtlasa bile, Türkiye’nin demokratik güçlerinin bu davete icap edip gazete sayfalarında yer alması için eskisi kadar çekici bir durum bulunmamaktadır. Ama onların bu davete gelmemesi, Kürt hareketi içinde, böyle bir dönüşümü savunanların başarısızlığı ve konumunun zayıflaması anlamına gelir. Ama böyle bir zayıflama ise, aynı zamanda davet edilenlerin daveti reddedebilmeleri için onlara yeni bahaneler sunar. Böylece kendi kendini besleyen bir olumsuzluklar zinciri oluşur. Türk tarafındaki bu zorluklara ek olarak, Kürt tarafında da ek zorluklar bulunmaktadır. ABD’nin orta doğuya müdahalesinden beri, tüm dengeler değişmiş bulunmakta, Kürt burjuvazisi, artık PKK ve Öcalan’a karşı açıktan mücadeleye girmekte ve hatta son bölünmelerin gösterdiği gibi, örgütü bile bölecek güce ulaşmakta ve bölmektedir. Bölünmeyip geri kalanların büyük çoğunluğu da bu basınca karşı duracak bir güçte değildir. Dolayısıyla, Kürt burjuvazisinin, gerek eskinin Özgür Gündem’i gibi, Türkiye’nin bütün devrimci ve demokrat muhaliflerini toplayan bir gazete olmaya; gerek bir “Türkiye Partisi” olmaya direnişi ve bu yönde yapacağı sabotajlar daha güçlü ve daha cüretkar olacaktır. Buna karşı durulamaz mı, elbet durulabilir. Ama bunun en büyük eksiği şudur: Türkiye’de Öcalan’ın savunduğu çizgiye partner olacak, devrimci demokratik bir programı olan bir güç yoktur. Böyle bir politik akım yoktur. EMEP ve Sosyalist Demokrasi Partisi gibi kendileriyle Seçim Bloğu oluşturulmuş iki küçük parti, bu günün dünyasının sorunlarını kavramaktan çok uzaktırlar ve aslında söyleyecek sözleri bulunmamaktadır. Geri kalanlar ise, ya Genelkurmay politikalarının ya da İkinci Cumhuriyetçi ya da liberal denebilecek politikaların destekleyicisi ve yedeğidirler. Ya da küçük radikal gruplarda olduğu gibi, ileriye kaçarak, devrimci ve demokratik mücadelenin görevlerine yan çizmektedirler. Bu partnersizlik, Öcalan’ın çizgisinin en büyük zaafı ve handikabını oluşturmaktadır. Bu koşullarda, kala kala, EMEP ve SDP kalmakta, o zaman da Kürt burjuvazisi, hiçbir dinamizm göstermeyen ve pek bir gücü de ifade etmeyen bu güçlerle yapılan bu ittifakı örnek göstererek Öcalan’ın çizgisine saldırısı daha kolay ve çekici olmaktadır. Bu durumda Öcalan ve PKK son derece zor bir duruma düşmektedir. Kürt burjuvazisine tavır koysa, Kürt kitleleri içinde aniden ve tehlikeli biçimde tecrit olma olasılığı bulunmaktadır.

361


Yok koymasa, Kürt burjuvazisinin tavırları dört bir yandan kendi politikasını kemirmekte ve sabote etmekte, bu da potansiyel müttefiklerin daha da uzaklaşmasına yol açmaktadır. Bu gidişi ancak, Türkiye’de ortaya çıkabilecek Kürt Özgürlük hareketinden çok daha tutarlı aynı zamanda şehirli ve modern bir politik kültüre de yaslanan, devrimci demokratik bir çizgiyi savunabilecek bağımsız bir hareket durdurabilir. Ancak böyle bir akım, hareket ya da parti, Kürt burjuvazisinin baskısını da dengeleyebilecek bir karşı ağırlık oluşturabilir. Ancak o zaman, Kürt Özgürlük hareketi bu günkü belirsizlik ve yalpalamalarından daha da kurtulup daha tutarlı ve radikal bir politik ve stratejik bir konuma doğru bir evrim geçirebilir. Bu durumda devrimci demokratik bir programı savunacak, esnek ve yaratıcı bir sosyalizme dayanan bir akım, bir odak, bir hareketin ortaya çıkmasının hayati önemi vardır ve bundan sonraki gelişmelerin izleyeceği seyri bu belirleyecektir. Böyle bir Politik akım, bir hareket olduğu takdirde, Pınar Selek ve Hatip Dicle’lerin isimlerinin sembolize ettiği, Kürt özgürlük hareketinin, Türkiye’nin ve bölgenin halklarını kardeşleştirme ve demokratik bir program temelinde birleştirme projesi tekrar bir güç kazanabilir. Ama böyle bir akımın ortaya çıkabilmesi ise, bağımsız bir programı olan; modern bir politik kültüre dayanan bir yayın veya yayınlar kombinasyonu atılacak ilk adım olabilir. Yani bir “Türkiye Partisi” veya bütün devrimci ve demokratik muhalefetin toplandığı ve kendini ifade edebilme olanağı bulduğu, kısmen bir zamanların “Özgür Gündem”i gibi bir “Ülkede Özgür Gündem” gazetesinin başarılıp başarılamayacağı, bu gazete ve partinin dayandığı Kürtler içindeki mücadele değil, tamamen onların dışında, Türkiye ve Orta Doğuda bağımsız bir projesi olan bir yayının, bir eğilimin, bir odağın ortaya çıkıp çıkamaması tayin edecektir. Böyle bir çizgiyi ise, var olan ve ortalığı kaplamış klasik anlayışlarla kopuşmuş, çağın sorunları karşısında dünya çapında somut bir programı olan bir sosyalist anlayış ortaya koyabilir. Daha açık ve somut olarak konuşursak. “Beşikçi’de Kafa Karışıklığı: Tersinden Kemalizm – Alevilik, Din, Ulus Politika ve Bilim Üzerine” veya “Marksist Din Ulus ve Üstyapılar Teorisine Giriş” adlı kitaplarda teorik temeli koyulan; Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak ve “Ortadoğu Demokratik Manifestosu” adlı yazılarda programatik ve stratejik ifadesini bulan bir sosyalist bir çizgi. * İşte böyle bir momentte, biraz da yukarıdaki sözlere bir vesile bulabilmek için, 1992 yılında Özgür Gündem gazetesine yazdığımız yazıları derledik. Çünkü aynı zamanda bu derlenen yazılar, o Tarihsel Maddeciliğin yeniden inşası ve bunun programatik sonuçlarına giden yolun başlangıcıdırlar ve bu başlangıç ilk kez yine ilk kez yazılı basında ifadelerini Özgür Gündem’in sayfalarında bulmuştu. 1990’ların başında bizim esas ilgi alanımız, genel olarak Siyah hareketi, Avrupa’daki göçmenler hareketi ve daha Özel olarak da Almanya’daki Türkiyeli göçmenlerin hareketiydi. Teorik ilgilerimizin esasını, Yeni Sosyal Hareketler, dünyanın yeni ortaya çıkan siyah beyaz bölünmesi, artık programın bir tür uygarlık programı olması gereği gibi konular

362


oluşturuyordu. Bunlar o zaman da ne Türkiye’deki sosyalistlerin ne de Kürt hareketinin tartışma konuları arasında bulunmuyordu. O zaman yazdığımız hemen hemen bütün yazılar, dışarıdan bir siyah olarak yazılmıştır ve doğrudan politikaya yönelik olmaktan ziyade, uzun vadeli yeni sorular sordurmaya yeni perspektifler oluşturmaya ilişkin yazılardır. * Hikmet Kıvılcımlı’nın bir ölüm yıldönümüydü yanılmıyorsam. O sıralar Özgür Gündem’de olan hem eski Dev-Genç’ten tanıştığım, hem de yıllarca hapiste beraber yattığım arkadaşım Ertuğrul Kürkçü, Kıvılcımlı’nın ölümü vesilesiyle gazetede yayınlanmak üzere benden bir yazı istedi. Kürkçü daha önce de Sosyalizm Ansiklopedisi’ni çıkarırken, bu ansiklopedinin Kıvılcımlı maddesi için bir yazı yazmamı istemişti. Ben de o zaman “Tarihsel Maddeciliğin Gelişimi İçinde Kıvılcımlı’nın Yeri” başlıklı yazıyı yazmıştım. Şimdi bu sefer de, Özgür Gündem için bir yazı istiyordu aynı konuda. Yazıyı yazıp yolladım. Bu benim günlük bir gazeteye yazdığım ilkyazıydı. Beğenilmiş olacak ki, Ertuğrul gazetede misafir yazarların yer aldığı bölüm için birkaç yazı yollamamı istedi. Bunun üzerine ben de bu kitabın ilk bölümünde yer alan üç yazıyı ve en sonda "Yayınlanmayan Yazı" bölümünde yer alan “Kürt Ulusal hareketi ve PKK” başlıklı yazıyı yolladım 207. İlk bölümdeki yazılar okununca hemen şu görülür. Yazılar daha önce Kürdistan Press için 1985’lerde yazılmış makalelerdeki konuları tartışmaktadır ve hemen hemen aynı 207

Bu vesileyle bu yazının ilginç kaderinde kısaca söz edelim.

Bir süre ince İsveç’te bulunduğum bir sırada, Dördüncü Enternasyonal’in İsveç seksiyonu benden Kürt ulusal hareketi ve PKK konusunda bir yazı istemişti. İsveç gericiliğinin Olaf Palme’nin öldürülmesini PKK’ya ve Kürt Ulusal hareketine yükleme çabalarına karşı, bu parti aynı zamanda PKK’yı savunuyor ve onu destekliyordu. Ama bu destek PKK’nın mücadelesi ve toplumsal yapısından ziyade, İsveç içindeki politik mücadelenin ihtiyaçlarından kaynaklanıyordu. Yoksa, PKK’nın ve politikalarının sosyolojik bir analizine dayanmıyordu. Bunu bildiğim için, batılıların her zaman istediği ve yabancı veya üçüncü dünyalıların yaptığı gibi (Çünkü genelleme yeteneğinin kendilerine has bir yetenek olduğunu düşünür batılılar ister Marksist olsun ister başka bir şey, değişmez. Bizlere düşen o genellemeler için informatif bilgi vermek olabilir.) informel değil, genellemelere yönelik bir yazı yazdım. Yazı İsveçceye cevrildi ve iletildi. Tahmin edileceği gibi, İsveçlilere Kürtleri acındırıp,onların ne kadar kurban verdiği, ne kadar kötü yaşadığı üzerine bir yazı olmadığından, aslında yazıdan hiç memnun olunmadı. Bu onların istediği ya da beklediği ve alıştıkları türden bir yazı değildi. Burada Kürtler, Türkler ya da üçüncü dünyalıların Batılı karşısında tıpkı kadınların erkekler karşısında olduğu gibi suç ortaklığına da değinmek gerekir. Çünkü onlar da tam batılıların beklediği gibi davranırlar. Bu yazı ise böyle değildi ve baştan aşağı bir genellemeydi ve bir de utanmadan İsveçli Marksistlerin, dolaylı olarak Stalinizm veya PKK’nın ideolojik ve sosyal yapısına ilişkin değerlendirmelerini de eleştiriyordu. Ama bunu açıktan da söyleyemezlerdi. Her zaman olduğu gibi, içeriğe ilişkin itirazlar biçimsel itirazların ardına gizlendi. Yazının çok uzun olduğu ve politik bir organda yar almasının doğru olmayacağı, teorik organda yayınlayacakları söylendi. Ama sonra onda da yayınlamadılar. Ancak yazının hikayesi burada bitmiyor. Almanya’ya geldik ve bu sefer yazıyı Alman solcularının organlarına yolladık. Onlar da yayınlamadı. Bu sefer Türkiye’deki birkaç dergiye yolladık. Onlar da yayınlamadı. Şimdi bir de Özgür Gündem’e yolladık. Ama Özgür Gündem’de de yayınlanmadı. Bunun üzerine, Yeni Ülke adlı daha teorik organa yolladık. Onlar da yayınlamadı. Çeşitli vesilelerle çeşitli Kürt organlarına da yolladık bir çok kereler hiç birisi yayınlamadı.

363


konudadırlar. Kürt ulusal hareketine, Demokratik Cumhuriyet stratejisini önermekte, ayrılma hakkının ulus olmakla ilgisi olmadığını söylemektedirler. Bu daha sonra Kürt hareketinin yeni stratejisini selamlayan ve savunan tek sosyalistin biz olmamızın bir rastlantı olmadığını da gösterir. Çünkü Öcalan’ın “Demokratik Cumhuriyet” veya “Türkiye Ulusu” gibi parolalarla ifadesini bulan stratejisi, bizim için, yıllar önce önerdiğimize, bizden bağımsızca, olayların zorlaması ve el yordamıyla ulaşmaya çalışmasıdır. Bu üç yazı misafir yazarların yazdığı kısımda yayınlandıktan sonra, her halde yazılar iyi bulunmuş ki, Ertuğrul, haftada bir Forum köşesinde köşe yazısı yazmamı önerdi. Bu Köşede, Metin Çulhaoğlu, Ayşe Düzkan, Erdoğan Aydın, Mahir Sayın gibi isimler yazıyordu. Her biri dönüşümlü olarak haftada bir kez yazıyordu yanlış hatırlamıyorsam. Bu köşe için yazdığımız yazılar dikkatle okunduğunda, Kürt hareketi ve sorunlarının hemen hemen hiç tartışma konusu bile yapılmadığı, esas konunun burjuva uygarlığının eleştirisi ve başka bir uygarlığın programının taslaklaştırılması sorunu etrafında döndüğü görülür. İlk yazı olan ve Kürt hareketi ve Türkiye ile çok daha ilgiliymiş gibi görünen “Kemalizm’in Yerini Ne Alacak?” yazısı bile, aslında, Kemalizm’in eleştirisinin aydınlanma ve burjuva uygarlığının eleştirisi olması gerektiği, bu anlamda Kemalizm’in eleştirilmediği fikrinde yoğunlaşmakta ve bir bakıma diğer yazıları haber vermektedir. Burjuva uygarlığının siyasi formu olan milliyetçilik; bunun nasıl bir ırkçı sistemin aracı olduğu; Turizm ve Zaman gibi örneklerle, bu uygarlığın, kendisine ulaşılmaya çalışılanlarının sorgulanması; yani aynı zamanda gerçek bir Kemalizm eleştirisinin bütün ipuçları bu yazılarda görülebilir. Aradan bunca zaman geçmiş olmalarına rağmen yazılar ele aldıkları konular ve konuya yaklaşımlarıyla hala tazeliğini korumaktadırlar. Bu yazılarda ele alınan konularda, yaklaşımdaki evrim ve daha sonra ulaşılan nokta en açık biçimde, “Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak” başlıklı yazıda görülebilir. Benzer şekilde, misafir yazar olarak yazılan yazılarda, yani “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı” ve “Demokratik Cumhuriyet” konusunda ele alınan konularda sonradan nereden nereye varıldığı da “Orta Doğu İçin Demokrasi Manifestosu” başlıklı metinde görülebilir. Bir bakıma Özgür Gündem’e yazılan yazılar yirmi birinci yüzyıl için yazılmış bu Manifestoların ilk taslakları olarak da okunabilir. Bu gün varılan noktadan bakıldığında, 1992’de şimdi bulunduğumuz yerin teorik olarak kıyısında olduğunuz, küçücük bir adım atmamızın yeterli olacağı görülebilir. Bu küçük adımın atılması on iki yıl gecikmiş sayılabilir. Bu gecikmenin nedeni, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibi büyük devrimci Marksist ve teorisyenlerin bizim üzerimizdeki muazzam otoritesidir. Onların “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı”nı savunurken nesnel olarak gerici bir milliyetçiliği savunduklarını düşünememizdir. Benzer Şekilde, Marks ve Engels’in muazzam otoritesi de onların dini bir inanç, ideoloji, bilinç biçimi vs. olarak tanımlarken, burjuva aydınlanmasının kategorileriyle düşündüklerini, yani aslında kendi ortaya koydukları öğretiyle, Tarihsel Maddecilikle çeliştiklerini göremememizdir.

364


Yani Demokratik Cumhuriyet ile Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı’nın birbiriyle çeliştiğini Bu ikisini bir arada savunan Lenin, Troçki, Kıvılcımlı’nın otoritesi nedeniyle gecikmiştir; Tarihsel Maddeciliğinin kavramlarıyla dini bir inanç ve ideoloji olarak kabul etmenin çeliştiğini görmemiz de, bu ikisini bir arada savunan Marks ve Engels’in otoritesi nedeniyle gecikmiştir. 1970’lerin sonunda Kıvılcımlı’nın çelişkilerinin farkına varmamız ve onları çözmemiz bizi Otantik ve Devrimci Marksizme ulaştırmıştı; İkibinlerin başında, Marks Engels’in din ve üstyapılar; Lenin, Troçki ve Kıvılcımlı’nın ulusçuluk konusundaki çelişkilerini görmemiz ve onu çözmemiz, Tarihsel Maddeciliği yeniden inşa etmeyi gerektirdi. Marksizm Aydınlanma’nın çocuğuydu, gerçekten aydınlanmadan bağımsızlaşabilmesi için “baba katili” olması gerekiyordu. Bizim kendi evrimimiz açısından, Marksist babalarımızın katli olan şey; Marksizm açısından aydınlanmadan bağımsızlaşma, onun karşısında baba katlinden başka bir şey değildir. Daha önceki Marksistler bu baba katlini yapamadıklarından bu cinayeti işlemek bize düştü. Marksizm artık tekrar eski entelektüel gücünü kazanabilir; Sosyalist Hareket ve İşçi Hareketi tekrar bağımsız bir program geliştirebilir. 09 Kasım 2004 Salı

365


Sanal Uzayda Özel Savaş Eskiden Internet yoktu. Daha doğrusu vardı da, sadece Üniversiteler, büyük şirketler ve hükümet kurumları bağlıydı. Ancak bilgisayar uzmanlarının içinden çıkabileceği bir karmaşıklığa sahipti. CERN'de HTML dili geliştirilip de buna bir grafik kullanıcı yüzeyi sağlayan program olmasaydı, kullanım bu kadar basitleşmeseydi, İnternet şimdi bile milyonlarca insanın adını bile duymadığı bir konu olacaktı. İşte bu yıllarda, bilgisayarı bir haberleşme aracı olarak kullananlar o zaman terminal programları ve rutin işlerin otomatikleştirilmesi aracılığıyla birçok haberleşme ve değiş tokuş sistemi kurmuşlardı. Bunların en bilinenleri FidoNet, Almanya'da solcuların ağı olan (Zerberus denen programı kullandığı için Zerberus Net de denen) COMLINK veya (Fido ve Zerberus isimlerinin ikisi de köpek ismidir bir rastlantı eseri), Atari meraklılarının Maus Net gibi ağları vardı. Ama bu netler de bazı "Gateway" denen geçiş noktalarıyla birbirine bağlanıyor ve böylece hepsiyle haberleşme olanağınız olabiliyordu. Ayrıca bu netler, kendi tartışma forumları ve başka olanaklarının yanı sıra, Internetteki tartışma forumlarını da izleyebiliyorlardı ve bağlı olanlara o zamanlar henüz Yupiler tarafından keşfedilmemiş ve bir statü sembolü olmamış e-mail adresleri de veriyorlardı. Bu kadar hızlı değil ama 24 saat içinde dünyanın her hangi bir yerinde bir nete bağlı bir tanıdığınıza yazdıklarınız ulaşabiliyordu. Ayrıca dünyadaki ilerici ve solcuların kurdukları ağlar da (Green Net, APC vs. birbiriyle bağlanmıştı. Hatta Türkiye'de de ilerici dernek ve Kişilerin bağlandığı İnfo İstanbul diye Hamburg COMLINK üzerinden bağlanan bir ağ kurulmuştu). O zamanlar Türkiye'de sadece bir kaç üniversitede bilgisayarlar internete bağlıydı ve bunlar MİT'in sıkı kontrolü altındaydı. Kimse özgürce bir şey yazma olanağına sahip değildi. İşte 90'ların başında ben ilk Yoriko marka 14.400 hızlı modemi almış ve FidoNet'de "Pusteblume" isimli mailboxa bağlı olarak "point" olmuştum. Kısa bir süre sonra da COMLINK'e de "Point" olmuş ve "X-Point" adlı programla bütün bu netleri izlemeye başlamıştım. Fido Net'in en büyük özelliği bütün "Node" ve "Point"lerin listesinin her hafta yenilenmesi ve kendi üyelerine bu listelerin açık olmasıydı. Türkçe yazışabileceğim kimse olmadığından, bu listelerde Türkçe isimler aramaya başladım. Tesadüfen Münih'ten Ünal Mutlu diye bir Türk ismine rastladım. Hem bir "Sysop" (Sistem Operatörü) idi ve "Node" idi. Kendisine bir e-mail yazdım ve kendimi tanıttım. Ara sıra teknik sorunlarda yazışmaya başladık. Daha sonra listede bir kaç tane Türkiyeli Fidonet Mailboxu veya BBS'si olduğunu da gördüm. Bir süre sonra, bu Türk Fidonet üyeleri, kendi aralarında yine Fidonet usullerine göre çalışan Hitnet adlı bir ağ kurmuşlar. Ve Münih'te benim de yazıştığım Ünal Mutlu ile de kontağa geçmişler. Ünal Mutlu da Hitnet'e beni kendi "point"i olarak bağladı. Ben nihayet izleyebileceğim Türkçe tartışma forumları var diye seviniyordum. Bir süre forumları izledim. Genellikle incir çekirdeğini doldurmaz konularda "geyik" yapıyorlardı.

366


Bir gün politika forumuna İnsan hakları derneğinin bir bildirisini ve kendi yazdığım "Kürt Ulusal hareketi ve PKK" adlı yazılarımı yolladım. (1994 başları). Bunun üzerine bir kaç gün sonra Hürriyet gazetesinde Mustafa Kutay imzalı Manşetten bir haber veriliyor: "PKK Propagandası Bilgisayara da bulaştı PKK ve taraftarları sonunda bilgisayar iletişimini de keşfetti. Türkiye'nin en büyük iletişim ağlarından biri olan HitNet'e Allmanya üzerinden PKK yanlısı Mesajlar bırakılmaya başlandı. Böylece, PKK sesini duyurabilecek yeni ve hızlı bir iletişim platformunu daha kullanmaya başladı. HitNet'in yurt dışındaki tek üyesi olan Alman RCI BBS tarafından, HitNet'in politika alanlarına gönderilen mesajlarda, Güneydoğuda devlet güçlerinin Kürt kökenlilere karşı saldırılarda bulunduğu öne sürülüyor. Yine HitNet'e gönderilen duyurularda Güneydoğu bölgesinden "Kürdistan" olarak söz ediliyor. PKK taraftarı bildiri ve mesajları HitNet'e gönderen Alman RCI BBS'in sahibi Ünal Mutlu, "bu mesajlar aslında HitNet için değil, uluslararası haberleşme ağları için hazırlanmış. Ancak Hitnet'e de gönderiliyor. Benim müdahale etmem söz konusu olamaz" demekle yetiniyor..." Bu dönemde Türkiye'de Kürtlerin bütün haberleşme olanakları tıkanıyor ve bütün basın devletin sesine dönüştürülüyordu. Bu bakımdan en küçük bir kaçak ve sızıntı olmamasının büyük bir önemi vardı. Bu nedenle yolladığım İnsan Hakları Derneği bildirisi, bir PKK bildirisi gibi tanıtılıyor ve HitNet içindeki görevliler aracılığıyla HitNet'in çoğu politik bakımdan ilgisiz üyeleri terörize ediliyordu. Mesajları kendi adımla yollamama rağmen benden değil de Ünal Mutlu'dan bahsedilmesi, onun Node olması ve onun sıkıştırılmak istenmesi nedeniyle idi. BBS'ler geleneğinde Sysoplar gelen mailler üzerinde bir sansür uygulamazlardı. Ünal da buna dayanarak bana sansür uygulamayı reddediyordu. Ondan bahsedilmesi ona baskı yapılması anlamına geliyordu. Avrupa demokrasisinin bir taraftarı olan ve daha ziyade sosyal demokrat görüşlere sahip ve fikir özgürlüğüne inanan ve sansüre karşı bu kişiye karşı HitNet içinde benim yolladıklarımı sansür etmesi yönünde baskı yapılmaya başlandı. Ne var ki, BBS geleneklerini önemseyen ve aslında pek politik de olamayan üyelerden bunu kabullenemeyenler vardı. Bu baskılara karşı da Ünal, baskı isteyenleri, hadi internetten bir yazı gönderin, Türkiye'de bir baskı rejimi vardır. Kimse internette yazı yollayamaz. Biriniz yollayın diye karşı bir saldırıya geçmişti Tabii Türkiye'de demokrasi olduğunu söyleyenler bir tek yazı yollayamıyorlardı internet aracılığıyla. Böylece İnternet'in MİT kontrolünde olduğu ortaya çıkıyordu. Tek kontrol dışı alan HitNet idi. Burada da Avrupa'dan yazan benim Nodem olan, dolayısıyla benim yazdıklarım onun mailboksu üzerinden gittiği için Ünal Mutlu üzerinde benim yazdıklarımı sansür etmesi yönünde baskı yapılıyordu. O da bu baskılar karşısında giderek daha radikalleşiyordu. Ünal Mutlu bunlara uzunca bir süre direndi. Sanırım bir süre sonra MİT görevlileri kendisini ziyaret ederek tehdit ettiler. Çünkü benimle yaptığı bir telefon görüşmesinde, aynen devam

367


edeceğini söylüyordu. Bir kaç gün sonra ise, belli ki utanarak ve korkudan yazılmış bir mailde bir daha hiç bir şekilde kendisini aramamamı ve Mailbox’unu kapattığını yazıyordu. Özel savaş rejimi sadece gazetecileri öldürmedi, gazeteleri bombalamadı, bu küçük olanağa bile tahammül edemedi ve bu küçük çatlak bile kapatıldı. * Bunlardan niye söz edildi? Şimdi İnternet artık kontrol edilemez bir yaygınlığa ulaştı. Ancak bu henüz toplumsal muhalefet tarafından etkili bir biçimde kullanılabilmiş değil. Atatürk, sanırım bir yerde, "Kurtuluş savaşı" denen Türk-Yunan savaşını telgraf masası başında kazandığını söyler. Bu kadar olmasa da, İnternet yine de toplumsal muhalefetin kendini duyurması ve toparlanması için bir fonksiyon görebilir efektif kullanıldığı takdirde. Türkiye'de İnternet'in tarih öncesine ilişkin bu olayları, HADEP'li belediye başkanlarının serbest bırakılması için bir site kurulması önerisi aklıma getirdi. Özel savaş, Küçük bir HitNet'e bile tahammül edememiş ve oradaki özgür haberleşme olanağını daha tohum halindeyken boğmuş ve tüm ışık sızacak çatlakları tıkamıştı. Bu sistemin ışık sızacak ilk çatlakları da yine İnternet aracılığıyla niye sağlanamasın? Selamlar Demir

368


Neden Pek Yeni Yazı Yazmıyorum? Bir çok arkadaş gerek maille, gerek Köxüz sitesindeki yorumlar aracılığıyla, neden yeni yazı yazmadığımı sorup şikayette bulunuyor ve haklı olarak eleştiriyor. Bu eleştirilere doyurucu bir cevap verme gibi bir görevim olduğunu düşünüyorum. Bundan birkaç ay öncesine kadar yeni yazı yazamamamın en esaslı nedeni Köxüz sitesinin işleriydi (Galiba şu an yine öyle oldu). Bu işler konusunda kısa bir bilgi vereyim. * Köxüz sitesi daha önce Joomla diye bir program aracılığıyla çalışıyordu. Bu siteyi nispeten kolay olan bu program aracılığıyla yine ben kurmuştum ve işimizi görüyordu. (Şu adreste hala görülebilir.: http://www.koxuz.biz/koxuz.php ) Ne var ki, bu siteye bir süre sonra saldırılar başladı. Ben aslında bilgisayarcı ya da programcı değilim. Deneme yanılma yoluyla biraz kendini yetiştirmiş bir alaylıyım. Yani bilgim ve altyapım yoktur. Bu nedenle saldırılar karşısında fazla bir şey yapabilecek durumum yoktu, saldırılarla baş edemediğimden site kapanmak üzereydi. Bu sırada bilgisayardan anlayan bir Kürt arkadaş, başka bir program aracılığıyla yeni bir site yaptı ve Köxüz orada devam etti. Bu programın geniş bir hareket alanı yoktu ama saldırılara karşı daha korunaklı idi ve saldırı olunca da o arkadaş bu işlerden iyi anladığından bir şekilde sorunları çözüyordu. Ben de bu arada yazmaya ve kitaplar hazırlamaya olanak buluyordum. (Örneğin “Marksizm’in Marksist Eleştirisi” bu dönemde yazıldı sayılır) Ne var ki, bu arkadaş bir süre sonra askere alındı. Ben ise bu programdan hiç anlamıyordum. Köxüz tekrar kapanma durumundaydı. Bir karar vermem gerekiyordu. Ya yazmayı öne alıp Köxüz sitesini kapatacaktım ya da yazmayı ikinci plana itip Köxüz sitesini sürdürmenin yollarını arayacaktım. Bu arada, özellikle yıllar sonra ilk kez Türkiye’ye gittiğimde gözlemlediğim gibi, şunu görmüştüm: Köxüz artık bir tür kurum olmuştu ve kamuoyunda biliniyordu ve adı duyulmuştu. Hatta Adapazarı’nın bir köyünde, Köxüz’den yazıları indirip, çoğaltıp gençlere dağıtan yaşlı insanlar gibi, tasavvur bile edemeyeceğim bir ilgi ile karşılaşınca, siteyi kapatmaya gönlüm el vermedi ve kendi çalışmalarımı ikinci plana itip, siteyi en azından bir süre daha sürdürüp teknik işlemlerini başkalarına devretmenin ve böylece kapanmasının ve bana bağımlı olmaktan çıkmasının koşullarını yaratmayı son bir kez denemeye karar verdim. Aşağı yukarı geçen sene sonbahardan beri şu birkaç ay öncesine kadar bu sorunla ilgilendim. Bunun için önce saldırılara karşı emniyetli ve kullanması ve başkalarınca öğrenmesi kolay (ki devralabilsinler siteyi) bir CMS (Content Manegement System = İçerik Yönetim Sistemi) gerekiyordu. Birkaç ay bununla geçti. Önce Typo3 diye çok gelişmiş bir programı denedim ve öğrenmeye çalıştım. Ama programcılıktan anlamadığım için bunu yapamayacağımı anlamam

369


birkaç ayımı aldı. Sonra bir arkadaş ben yardım ederim dedi ama o da işlerinden vakit bulup edemedi. Sonra şimdiki Köxüz sitesini yaptığım Drupal adlı programı keşfettim. Birkaç ay da onu öğrenmekle geçti. Sonra deneye yanıla şimdiki siteyi yapabildim. (Tabii bütün bunlar olurken aynı zamanda var olan siteyi de sürdürmek, yazarların yazılarını almak, saldırılara geçici de olsa çözümler bulmak gibi işlerle de uğraşıyordum. Yine de yazmıyor değildim. Örneğin Tarihi Konuşamayanların “Tarihi Konuşuyoruz Sempozyumu”na bildiriler hazırlamış, çok uzun yazışmalar da yapmıştım. Bütün bunlar kalın bir kitap oluyor şimdi.) Ama aslında şu an bile site hala bir inşaat yeri gibidir. Geçenlerde saldırılar oldu ve ciddi tahribat yaptılar. Kaldı ki site hala tam çalışır durumda değildir. Sadece bir ana sayfası iş görmekte. Forumlar, Bloglar, Linkler, Galeriler, Haber toplamalar, vs. gibi daha birçok bölümü işlevsizdir ya da işlemez durumdadır. Bunlar daha günlerce uğraşmayı gerektirir. Ayrıca bu arada siteye yeni saldırılar da olmakta bir de bunlarla uğraşmak gerekmekte. Bazen de birden bire nedenini anlamadığım ve nasıl çözeceğimi de bilmediğim teknik sorunlar çıkmakta. Örneğin dün akşam sitenin klasik Teması, yani görünüşü çalışmaz oldu. (Solda bir sütün menü ondan sonra içerik bölümü ve sağda iki sütun menü ve içerik.) Bunun üzerine geçici bir çözüm bulmak dün bütün günümü ve gecemi aldı. (Şimdi içerikler en solda üç menü sütunu sağda. Bunu öyle kendim seçmiş ve yapmış değilim. Başka bir yol olmadığından acil ve tek çözüm olarak, bunu seçmek zorunda kaldım.) (Eğer bu sorun çıkmasaydı, bu eleştirileri göz önüne alıp en azından haftada bir yazı yazayım ve şu başlangıç olarak Ergenekon Tevkifatları konusunda yazayım diye düşünüyordum. Neden yazamadığımın somut bir örneği. Bencillik yapıp yazsam, Site çalışmayacak. Tek çarem en azından demokratik görüşlerin ifade edildiği sitenin yayını için kendi yazımdan feragat etmek.) Siteyi hazırladım ve bu siteyi yaptığım Programa ilişkin Almanca ve İngilizce öğrenim kitapları, videoları vs. bedavadan olmasına rağmen, Köxüz’ü destekleyenlerden kimse bunları öğrenip de şu işlerin birazını üstleneyim diye düşünmüyor ve her hangi bir girişimde bulunmuyordu. Yani bütün işler sırtımda kalmaya devam ediyordu. Bunun üzerine Köxüz girişimini başlatmış arkadaşlara artık siteyle ilgilenemeyeceğimi eğer işleri bir ölçüde üstlenmezlerse siteyi kapatmaktan başka çare olmadığı söyledim. Bu durumda özellikle bir iki genç arkadaş siteyi devam ettirmek için ellerinden geleni yapacaklarını söylediler ve yazıları en azından asarak ( teknik bakım yine benim sırtımdaydı ama buna da şükürdü) işin bir bölümünü üzerimden aldılar. Bu durumda ben de bir ölçüde kafamdaki projelere dönme olanağı bulabilecektim. Ama evdeki hesap çarşıya uymuyor. Kimi zaman yazıları asan arkadaşlar İnternete girme olanağı bulamıyor; kimi zaman yazıları yazarlar yollamayı unutuyor veya ihmal ediyor ve başka yerlerde bu yazıları bulup yayınlamak gerekiyor; kimi zaman hiç hesapta olmayan arızalar ve engeller çıkıyor. (Örneğin Google üç ay boyunca siteye giriş vermedi ve Virüs var

370


uyarısı yaptı. Bu nedenle siteye girişler 1000 civarından 400’lere adar düştü. Ya da dünkü gibi birden bire temanın işlemez oluşu gibi sorunlar.) Genç bazı arkadaşlar siteye yazıları asmayı üstlenmeseydi Köxüz yayınına son vermiş olacaktı. Ama onlar sadece sınırlı olarak yardım edebiliyorlar onların da teknik bilgisi yok. Teknik olarak bilgili, sitenin teknik bakımını yapacak bir veya birçok insana acil ihtiyaç var. Bu işler hala çok zaman alıyor. Bu vesileyle buradan bir çağrı yapmış olayım. Köxüz okuyucuları arasıda hem yazı ve haberlerin aktüalizasyonu hem de sitenin teknik bakımında yardım edecek arkadaşlara ekmek kadar su kadar ihtiyaç var. Böyle arkadaşlar lütfen koxuzeyazilar@gmail.com adresine nasıl bir işbirliği yapabileceklerini bildirsinler. Aslında, Napoleon’un, “niye yenildin” sorusuna “barut yoktu” diye cevap veren asker gibi, niye yazmadığıma ilişkin bu “güç ve zaman yok” cevabı yeterli olabilir. Napoleon diğerlerini duymak bile istememiş. Benzer şekilde diğerlerinin sözü bile edilmeyebilir. Ama yine de diğerlerine de kısaca değinmekte yarar var. * Tabii gerçi günlük ve haftalık makale falan yazmıyorum ama bu arada okuyor, düşünüyor ve araştırıyorum. Zaten aktüel politikaya ilişkin yazıların fazla kalıcı bir etkisi olduğu kanısında da değilim. Çok özel durumlar dışında daha temel ve metodolojik sorunlara güç ve zaman ayırmak gibi bir eğilim içindeyim. Daha doğrusu, böyle yaparak optimum bir denge tutturabileceğimi düşünüyorum. Bu nedenle uzun süredir kafamda hazır duran ama bir türlü yazmak için gerekli zaman ve konsantrasyon olanağı bulamadığım birkaç yazımı acil olarak tamamlamak ilk yapmayı planladığım işlerden biri. Bunların başında “Kayıp Halka: Komün”; Yine aynı konuyla bağlantılı “Cennet’in Yeri Üzerine Araştırma ve Tartışmalar”; yine aynı bağlamda düşünülebilecek ve bir anlamda tamamlayıcısı olabilecek: “Katarlar, Bogomiller, Maniciler, Işık Taifesi, Cadılar”; “Alevilik Nedir, Aleviler Kimlerdir?”; “Genler, Diller, Tarih ve Uluslar” gibi, aynı zamanda gerici ulusçuluğa karşı Demokratik ve Devrimci bir hareketin Tarih yaklaşımının temellerini de oluşturmaya yönelik bir seri, her biri bir kitapçık olabilecek, yazılmayı bekleyen inceleme bunmakta. Ancak bunlardan daha önemli gördüğüm, Tarihsel Maddeciliğin yani sosyolojinin en temel kavramlarına ilişkin son çalışmalarımın sonuçlarını yazmak veya en azından ilerde başkalarının o noktadan başlayabilmesi için çıtlatmak. Bunun da temelinde Toplum kavramı bulunuyor. Toplum kavramı henüz belirsizdir ve tanımlanmış değildir. Benzer biçimde topluluk (Cemaat) kavramı da. Bunlar belirsiz olduğu için dinin ve ulusun ne olduğu da anlaşılamamaktadır. Bütün bunları ele alan bir çalışma benim için bütün diğerlerinden çok daha önemlidir 208.

208

Toplum ve Topluluk kavramları Kıvılcımlı Sempozyumuna sunulan "Marksizmde Yapı ve Özne Sorunu – Kıvılcımlı'nın Katkıları ve Eleştirisi" başlıklı bildiride kısmen ele alındı. Bu bildiri Marksizmin Marksist Eleştirisi'nin

371


Yine bu bağlamda, Marksizm’in Marksist Eleştirisi’nde kısmen açıkladığım Din, Ulus ve Üstyapı teorilerinin sonuçlarının nasıl bütün bildiklerimizi alt üst ettiğini göstermeye yönelik olarak bir çalışmanın acil olarak yapılması gerektiği kanısındayım. Örneğin Din tümüyle üstyapı ise, bu günkü bilim ve din ayrımı da bu dinin bir kavramıdır; dolayısıyla bilim de bu toplumun dininin bir bileşenidir ve dinseldir. Dinsel denen ve bilim dışı kabul edilen bütün dinlerin bilgisi de, yani paygamberler tarihleri, avestalar, upanişatlar, mitolojiler vs. hepsi bu günkü bilimsel bilgi dediğimiz kadar bilimseldir. Yani tıpkı din veya ulus gibi bilim kavramının kendisi de bu modern toplumun dininin bir kavramıdır ve dinseldir. Din dışında bir bilim ve metodoloji yoktur. Dolayısıyla başka bir din olacaksa sosyalizm (ki olmalıdır) tıpkı din kavramı gibi, başka bir bilim kavramına da sahip olmalıdır ve kendi bilim kavramının bile dinsel olduğunu da göstermelidir. Çünkü aksi olamaz. Yani “üstyapının analizi dinin analizi olmak zorundadır”; “Üstyapı dindir” önermeleri, bu çok masum ve ne anlama geldiği hala pek anlaşılmayan önermeler, bütün bildiklerimizi alt üst etmekte ve her şeyi yeni baştan düzenleme olanağı ve zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Bunlardan başka daha kafamda yığınla konu var ama bunları bile yapamadığıma göre diğerlerinden söz etmek anlamsız. Sadece şurada söz ettiklerimi on yılda yapabilirsem kendimi görevini yapmış kabul edebilirdim. Hasılı site işleri gibi bir bayağılık olmasaydı bile, bu sözünü ettiğim konular benim için çok daha öncelikliydi ve uzun vadede etkileri daha kalıcı olurdu. Yani kısa vadede pek güncel olaylara ilişkin yazı yazmam pek mümkün olmadığı gibi gerekli de değil. * Ama sadece bu kadar değil. Aslında insan bir yanıyla hep aynı türküyü söyler ve hep aynı yazıyı yazar. Genellikle yapılan iş eskiden ifade edilen önermelerin yeni durumda da geçerli olduğunu gösterme çabasından başka bir şey değildir. Özellikle son on yılda çok yazı yazdım. En azından haftada iki uzun yazıdır tahminimce ortalama. Bu yazılar öyle aktüaliteye hapsolmuş, hemen eskiyen yazılar da değildi. Yazılarda aktüel olaylar daha genel ve metodolojik yaklaşımları gözden geçirme veya doğrulamanın, çok daha genel olanın sağlanması veya kontrolünün aracı olarak kullanılmıştır. Bu nedenle yazılarım genel ve temel sorunlara yönelik olduğundan aslında kolay kolay eskimez ve bayatlamaz. (Bunu son günlerde yaptığım derlemelerde kontrol okumalarında çok daha iyi gördüm.) Metodolojiye yöneliktirler. Bu nedenle, kimi vesilelerle yeni yazı yazmak yerine zamanım olmadığımdan eski yazılarımı yayınladığımda, bu okuyucuya “konuyu ele almak için gerekli metodolojik ve kavramsal araçlar bu yazıda bulunmaktadır” anlamına gelmektedir. Okuyucuya bir anahtar sunma amacına yöneliktir. Örneğin sitenin sorunu nedeniyle son gelişmeler üzerine yazı yazamadım ama dün biraz da rastlantısal olarak 2000 yılında İkibin’de Yeni Gündem’e yazdığım yazılara ilişkin derleme

İkinci Baskısında yayınlandı.

372


bitmişti ve siteye koydum. Oradaki yazılar okunduğunda bu gelişmeleri anlamak için bütün kavramsal araçların sunulduğu, hatta o zaman yazılanların bu gün yazılmış gibi taze ve bazılarının da önemli doğru çıkmış öngörüler olduğu görülür. Örneğin oradaki yazılarda, DEHAP için “Kürt Partisi mi Türkiye Partisi mi” tartışmalarına “Kadın partisi” önerisi yapılmaktadır. Bu öneri biraz dolaylı yoldan kısmen gerçekleşmiş bulunuyor. Bugün DTP’nin esas yükünü kadınlar çekmekte ve Kürt özgürlük hareketi legal platformda, tarihinde hiç olmadığı kadar devrimci ve demokrat bir çizgi sürdürmektedir. Şimdi bu yazıları yeniden yayınlamanın yeni yazı yazmaktan daha kalıcı ve uzun vadeli etkiler yapacağı ortadadır. * Gerçi bu derlemeyi ille de şimdi yayınlayayım diye yapmadım. Derlediklerimi derli toplu emre amade kılmaya çalışıyorum sadece. Ama esas hedefim eski yazılarımı da derlemek. Bu da bence en azından diğer teorik çalışmalar kadar önemli bir iş. Nedenine gelince. İlerde, insanlık bu dijitalleşmenin yeni ortaya çıktığı dönemi belki bir dijital karanlık çağ olarak tanımlayacaktır. Çünkü birçok yazı vs. sadece dijital ortama sunulmuş ve basılmamıştır bile. Bunların bulunduğu sayfalar hızla yok olmaktadır. Silinmekte, kapatılmakta vs.. Benim yazılarım özellikle böyle bir tehdit altıda. Ben de on yıldır, sürekli yazıyorum ve bu yazdıklarımın aslında küçük bir bölümü, yazılı basında (Gündem, Özgür Politika gibi) çıkmıştır. Esas büyük bölümü ben kendim bile basmadım. Hatta yazdıklarımı özel bir gayretle sistemli olarak emniyete bile alıp kopyasını çıkarmadım. Yüzlerce yazım kimi forumlarda ya da maillerde kayboldu gitti. Şimdi bunları toplamak, emniyete almakla meşgulüm. (Bunu yorulduğum zamanlarda tabiri caiz ise dinlenme gibi yapıyorum.) Bunu ben yapmazsam kimse yapmaz ve yapamaz. Gün geçtikçe bunlardan kurtarılabileceklerin sayısı da hızla azalıyor. * Diğer yandan emniyete aldıklarım da karmakarışık. Aradığımı kendim bulamaz durumdayım, yüzlerce yazının kimisinin farklı isimlerle birçok kopyası veya versiyonu var kimisinin bir tek. Hiçbir sistematik yok. Onları da benden başka kimse sistematize edemez. Hepsi bir bilgisayarın hard diskinde. Her an kaybolabilirler. Kaybolmasalar bile öldüğümde o bilgisayarın veya emniyete alabilmişsem CD’lerin ne olacağı belli değil. Bunların da hemen hemen hiç birini basmadım. Bende basılı örneği bulunmuyor yazılarımın. İşte bu yazıları sistematize etmek, gözden geçirmek, emniyete almak, mümkünse en azından bir nüsha basıp dosyalamak gibi bir görev de var önümde. Bunlar da korkunç zaman alan işler. Akşamları veya yorgun olduğumda, yazma, okuma veya yaratma faaliyetiyle uğraşamadığımda bu gibi işlerle uğraşarak her saniyemi değerlendirerek, tasarruf ederek yazılarımı yok olmaktan kurtarmaya çalışıyorum. Bunu yapmadığım takdirde, bütün yazdıklarımın olmamışa dönmesi, bütün hayatım da bir bakıma yazdıklarım olduğundan yaşamamışa dönmem tehlikesi bulunuyor. Ben ise yazarken hep bu günden çok ölümümden sonrası için yazdım. Belki biraz da bu nedenle bundan 373


korkuyorum. Bu nedenle de güncel konularda yazmaya fazla eğilim duymuyorum. Yeni yazı yazmaktansa eski yazılarımı yok olmaktan kurtarmak bana daha doğru gibi görünüyor. Yani yavaş yavaş ölüme hazırlanmam gerekiyor. İnsanoğlu iki kere ölürmüş, birincisi bedensel ölümünde, ikincisi ise bir yerde birileri ondan son defa söz ettiğinde. Birincisini engelleyemem ama birincisinden önce, yazdıklarımı biraz olsun sanal alemde yok olmaktan kurtarabilir ve sistematize edebilirsem, ikincisini biraz geciktirebilirim gibime geliyor. * Özetle, sitenin işleri, geleceğe yönelik projeler, eski yazıların tazeliği koruması ve metodolojik araçları sunması, yazıların yok olmaktan kurtarılması ve var olanların emniyete alınıp sitemleştirilmesi gibi işlerin daha büyük bir önceliği var Türkiye Politikasının günlük gelişmelerinden. * Ayrıca Köxüz sitesindeki yazarlar genel olarak devrimci demokrat bir tutum gösteriyorlar. Örneğin bu son gelişmeleri kimse bir demokratikleşme veya demokratlarla darbeciler arasındaki bir çatışma olarak görmedi. Bu en asgari temeldir. Liberal muhalefetten devrimci veya radikal demokratları bunlar ayırır. Benim de politik mücadeleye katkım, bu yazıların en yoğun olarak yayınlandığı bir sitenin teknik işleri ve bakımı biçiminde görülebilir. Bir dernek düşünün, bu derneğin tuvaletini temizlemek, camlarını silmek, odalarını süpürmek, badanasını yapmak, her gün gelip derneği açmak, ısıtmak gibi işler de var. Dernekteki herkes yüksek politikayla uğraşırsa bunları kimler yapacak? Yapmaya çalıştığım biraz da böyle bir katkı gibi görülebilir demokrasi mücadelesine. Birçokları politik dernek faaliyetlerinde daha fazla yararlı olacağını düşünüp tuvalet temizlemeye veya ortalığı düzenlemeye, erkenden gelip derneği düzenli açmaya, soğuksa sobayı yakıp ısıtmaya sıcaksa havalandırmaya pek zaman ve enerji ayırmak istemiyor. Dolayısıyla derneğin açık kalması için birilerinin böyle işleri yapması gerek. Beni de böyle katkıda bulunuyor farz edin siteye ilişkin olarak. Ve başkaları bu işlerin bir ucundan tutmadıkça tuvaletleri temizlemeye, derneği açmaya ve sobayı yakmaya devam edeceğim. Yoksa dernek kapanır ve kimse gelmez olur. Sanım bu yazdıklarım neden yazamadığımı açıklıyordur ve ikna edemese bile belki bir empati (bu moda terimi böylece ben de kullanmış olayım) yaratmasa bile anlayışla karşılanmayı sağlar. 09 Temmuz 2008 Çarşamba Demir Küçükaydın demiraltona@gmail.com

374


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.