1
DOĞRU
DÜŞÜNÜN,
DOĞRU
DEĞERLENDİRİN,
KENDİNİZİ
KANDIRMAYLA DAHA FAZLA BİR YERE GİDEMEYEĞİNİZİ GÖRÜN Prof. Dr. Ali Demirsoy
Ocak/2015 tarihinde Paris’te Müslümanlarca bir mizah dergisine yapılan ve toplam 17 kişinin ölümüyle sonlanan saldırı, zaman zaman batıdan duyduğumuz çan seslerinin bence en tehlikelisi gibi görünüyor. Bu çan seslerinden batı dünyasının (aslında batı dünyası derken uygar ve çağdaş dünyayı kast ediyoruz; batının politikalarının tümünü onaylıyoruz anlamı çıkarılmasın) değil, İslam dünyasının çıkaracağı dersler olmalıdır. Artık, İslam dünyası bu mantıkla, bu bakış açısıyla, klasikleşmiş ve gına getirmiş söylemlerle uygar dünyada yerini daha fazla koruyamayacağını anlamış olmalı… Bu olayların, kısa bir zaman diliminin değil uzun bir sürecin ürünü olduğunu bilmemiz gerekir. Bunlardan sadece ikisine değinmekle yetineceğiz. İmam Gazali (1058-1111).Çalışmalarında bugün Sünnilik olarak bilinen Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat görüşünü benimsemiş, diğer görüşleri kesinlikle ret etmiştir. Kelamı, felsefeyi, batıniliği, müspet bilimi küfür olarak ilan etmiş ve Kuranın tek bir esresinin bile değiştirilemeyeceğini ileri sürerek, İslam’da yenilenme ve çağa göre yorum yapılabilme kapısını kapatmıştır. O güne kadar hızla yükselen İslami değerler, o günden sonra tepe takla giderek zamanımıza kadar etkisini göstermiştir. Kelamı yeterli hatta tehlikeli bulan Gazali, tasavvufa yönelerek aklın yerine mükaşefeyi (delil aramadan içine doğan şeylerle yetinmeyi) koymuştur. Gazali Müslüman inancına sahip olmayan (Aristoteles ve Sokrates gibi Antik Yunan filozofları) düşünürleri ve onların fikirlerini kökten ret etmiş; onları bir çeşit kâfir ilan etmiştir. Aklın yerine sezgiyi
2
koymuştur. Şeriat kurallarının yerleşmesinde önemli rol oynamıştır. Müslümanlığa doğru yolu gösterecek El-Cahiz, İbn-i Rüşd, İbn-i Tufeyl ve İbn-i Bacce, İbni Sina ve Farabi’yi, usta kalemi ve mükemmel hitabet yeteneği ile yerden yere vurmuştur. Şu anda ülkemizde ve birçok İslam ülkesinde yaygın olan Sünni görüş, köklerini bu akımdan ve bu yapılanmadan almıştır. Keşke İslam dünyası Gazali yerine yukarıda adı geçen insanlara kulak verseydi. Uygarlığın merkezi, girmeye çalıştığımız Avrupa değil, Ön Asya olurdu… Olan oldu, İslam dünyası bilimcilerlekadercilerin çatışmasında, Gazel’inin yanında yer alarak uygarlık yolunda şansını yitirdi. 1453’te Fatih İstanbul’u ele geçirip, bu coğrafyaya egemen oldu. Ele geçirdiği imparatorluk dünyayı neredeyse 1000 yıl boyunca idare etmiş, dünya politikasını yazmış, en usta devlet adamlarını barındıran bir imparatorluktu. Ancak onlar da dini bağnazlığa yenik düşmüştü; bilim adamlarının ve devlet adamlarının önünü tıkamıştı. İstanbul surları topla dövülürken bile, sur içindeki kiliselerde ruhban sınıfın, bir iğnenin ucunda kaç melek oturabilir diye tartıştığı söylenir. Bu aşamada İstanbul’a giren Fatih, doğru ve akıllıca bir karar ile herkesin dini inancını serbest bırakmış,
kimliklerine
dokunmamış,
Bizans
devlet
adamlarının,
düşünürlerinin, bilim adamlarının kurulacak sistem içinde yer almasına zemin
hazırlamıştı.
Onlara
önemli
görevler
vermiş,
Osmanlı
imparatorluğunun yönetim biçimini yeniden ve kökten şekillendirmelerini sağlamıştı. Dini bağnazlıktan kurtulmuş, yeni bir sistemle bütünleşmiş bu yetişmiş kadro, Osmanlı’ya çok şey kazandırdı ve Osmanlı yükselişe geçti. Fatih İstanbul’u ele geçirdiğinde ve oraya yerleştiğinde İstanbul nüfusunun bir görüşe göre %5’i bile Müslüman değildi. Dolayısıyla imparatorluk Müslüman Osmanlının
başarısını
olmayan sağlayan
bir
başşehirde hayata başladı. yapılanmalar
bu
dönemde
3
gerçekleştirildi. Gururlandığımız Osmanlı bu dönemin Osmanlısıdır. Çünkü akıl ve bilim egemendi. Daha sonra Yavuz Sultan Selim Mısır seferini yaptı. Bana sorsalar “yapmaz olaydı” derim. Çünkü bilinen, en katı, en cahil, en akıl dışı, en bağnaz, insanlıktan hiç nasibini almamış dünya görüşü olarak bilinen Eş'ârîlik’in bizim coğrafyamıza da yayılmasına neden olmuştur. Eş'ârîlik Sünni inancın iki mezhebinden biridir. Geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Kâfirlerin bile Müslümanlığa iman etmesini ve ibadet etmesini zorunlu görür. Aklı kullanmayı tehlikeli bulur. Şu anda ülkemizde en çok bu akıma sempati duyulmaktadır. Bugün gerici-terörist olarak bilinen IŞID, Müslüman Kardeşler, El-Kaide, El-Nusra ve çeşit çeşit teröre bulaşmış İslami guruplar köken olarak bu mezheptendir. Yavuz Sultan Selim Mısır’dan 1000 kadar Eş'ârî âlimini (ulemasını) İstanbul’a getirir ve onlardan devlet işleri için fetva ve icazet almaya başlar. Alevilerin malı, canı ve ırzı Sünnilere helaldir fetvasını verenler de bu taifedendir. Osmanlı tarihinde bugün iğrenerek okuduğumuz ve lanetlediğimiz ne kadar fetva ve icazet varsa, bu gerici-yobaz, ahlaksız kesim tarafından ya da onların öğrencileri tarafından verilmiştir. Osmanlı bu tarihten sonra belini düzeltemedi. Belki Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ile bu dönemin bittiğini düşünebilirsiniz. Cumhuriyetin ilk yıllarında sinen bu zihniyet 1946’dan itibaren ve özellikle 1950’den sonra demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi kulağa hoş gelen evrensel değerlerin gölgesine sığınarak uygun ortam bekledi. Sonunda uygun ortam yaratıldı; günümüzde görsel ve yazılı basında, akılla, mantıkla, bilimle, ahlakla, hatta herhangi bir dinin insani değerleriyle bile ilişkisi olmayan fetva, icazet veren tüccar kimlikli sayısız insan piyasaya deşildi. Gün geçmiyor ki bir ahlaksızlığın arkasında dini bir söylem, dini istismar eden bir yetkili, demokrasinin
4
olmaz ise olmazı olan oylamaları etkileyen dini simge ve söylemler kullanılmamış olsun. Örtüsü din sömürüsü olan, tek değeri ise ekonomi, para ve çıkar olan bir kuşak yaratıldı. Dünya küçüldü bir ucunda fısıldanan bir söz, öbür ucunda basın tarafında
kendi
dünya
görüşlerine
göre
yorumlanarak
halklara
duyurulmaya başlandı. Artık saklanacak gizlenecek bir şey kalmadı. Birçok yönetimin, dünya görüşünün ve inancın üzerindeki sis perdesi kalktı. Batı dünyası, bir zamanlar onların arasında yaşayan bir Müslüman olarak söyleyebilirim ki, Müslümanlığa hiçbir zaman olumlu gözle bakmadıklarını; onu potansiyel tehlike olarak gördüklerine hatta açık açık söylemeseler bile nefret ettiklerini söyleyebilirim. Çünkü o toplumların içindeki insanların çoğu, insan haklarından ve kadın haklarından ödün vermeye hiç sıcak bakmıyordu. İnsan haklarının ve kadın eşitliğinin tüm dünyaya yayılmasını amaç edinmişlerdi; bu haklara sıcak bakmayan her görüşü de çağdışı görüyorlardı. İslam dünyasından ümitleri yoktu. Gözlemleri çok net ve kesindi. Dili, coğrafyası, tarihi kökeni, ırkı farklı olan yaklaşık 50 küsur İslam ülkesinin ayrıcasız hepsinde hırsızlık, yalan, dolan, rüşvet, kadın ve çocuk istismarı,
insan
hakları
ihlalleri,
pislik,
düzensizlik,
saygısızlık,
hukuksuzluk, ilkesizlik, sanat düşmanlığı, başka insanlarla birlikte yaşama durumunda uyumsuzluk en yaygındı ve bir anlamda ortak özellikti. Ancak bir istisnası vardı; bu nedenle yemin edercesine genelleme yaparak “bunlardan bir şey olmaz” diyemiyorlardı. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, birçok eksiğine ve aksamasına karşın, yasaları, devlet politikası olarak uygulamaları ile laik, demokratik, kadın haklarına saygılı ve uygar dünya gözlüğüyle bakabilen, kılık kıyafeti ile çağdaş görünümlü,
5
dini yönetimin bir parçası olmaktan çıkarmaya çalışan uygulamaları yapan ve bu uygulamalara ilişkin yasaları çıkaran, uygarlaşmaya, batılılaşmaya, bilim toplumu olmaya çalışan bir ülkeydi. Bu ülke bu coğrafyaya neden örnek olmasın diye, diğerlerinin de bu ülkeye bakıp uygar dünyanın bir parçası niye olmasın diye düşünmüşlerdi. Daha önce, Müslümanlık
ile
demokrasiyi,
laikliği
ve
özgür
düşünmeyi
bağdaştırabilmenin mümkün olamayacağı izlenimi batı dünyasında neredeyse ortak bir izlenimdi. Cumhuriyetten sonra yabancı politikacılar hep özenli davrandılar ve Türkiye Cumhuriyetini Müslüman ülkelere model ülke olarak gösterdiler. Ancak son on yılda, Türkiye’de laikliğe bakıştaki değişim, kadın kılık kıyafetinin yeniden düzenlenmesi, eğitime dini her gün biraz daha fazla sokma çabası ve özellikle Orta Doğunun gerici-bağnaz-terörist Eşari kalıntısı gruplarıyla ilişkileri, batı dünyasının son kararını vermesine yardımcı olduğu izlenimi yaratmıştır. Model çökmüştü. Her ne kadar politikacılarımız, din adamlarımız, yazarlarımız düşünürlerimiz “Müslümanlık bu değildir” diyorlarsa da, tüm dünyada yükselen sesi artık duymamazlıktan gelemiyoruz. “İyi de bahsettiğiniz İslam nerede ne zaman var, vardı?” diye sorgulanmaya başlandık. Bunun yanıtını verebilmeliyiz… Ocak/2015’de bir grup yazarçizer İstanbul’da organize olup Paris’teki katliamı protesto etmek için Paris konsolosluğuna yürürken, onları kaba güç de kullanarak susturmaya ve yollarından çevirmeye çalışanların sayısı (bunlar sadece rastlantı olarak orada bulunuyor olmalılar) ne gariptir ki katliamı kınayanlardan fazla gibiydi. Paris’teki katliama karışmış bir kadın, İstanbul’a geliyor, güvenlik güçleri hava alanında, yattığı otelde, gezdiği yerlerde fotoğrafını çekiyor ve Suriye sınırından çıkışına kadar izleniyor ve gitmesine izin veriliyor.
6
Eğer bu tespitler yapılmasaydı, farkına varılmamış atlanmış denirdi; ancak adım adım izlenmiş. Başbakanın sınırları kapatıp Suriyeli çocukların ölmesini mi istiyorsunuz gibi bir açıklaması ise doğrusu çocukları bile şaşırtacak derecede içerikten yoksundur. Aslında içten içe kaynayan kazanı da göremiyoruz galiba… Müslümanlar ile batı kültürünün iç içe yaşaması en azından onlar açısından artık olanaksız görünüyor. Her ikisinin açıkça farklı dünyaları var. Medeniyetler ayrışması gerçekleşmeye başladı. Aslında bir taraf öbürünün
bir
inanmamıştı.
medeniyetin Çatışmadan
parçası ve
olduğuna
sürtüşmeden
da
hiçbir
kaçınmak
zaman
için
öyle
söylüyorlardı. Çünkü bir taraf, batının gerek duyduğu petrol ve doğal gazın üzerinde oturuyordu Onları yok edip kaynakları ele geçirmektense, kukla yöneticilerle bu coğrafyayı bir süre daha sömürebilirlerdi. Şu anda bu coğrafyada gizli ya da açık kukla yöneticiler ile bırakın başka din ve inançları, kendi dinlerinin fraksiyonlarını bile düşman bilen ve boğaz boğaza savaşan, terörizme bulaşmış bir coğrafya ile karşı karşıyayız. Bu coğrafya
başından
beri
çoğu
dini
tabanlı
terörizmin
yuvasıdır.
Cumhurbaşkanımız Demirel’e bir gazeteci şu soruyu sormuştu: Bu coğrafyada ne zaman çatışma biter. Demirel: İbrahim Peygamberden beri süren çatışmanın yarın biteceğini mi sanıyorsunuz gibi bir yanıt vermişti. Dünya nüfusu artıyor, özellikle dini rehber yapmış yöneticilerin teşviki ile gelirine bakmadan çocuk yapmayı marifet gören bir kitle, topraklarını da gerektiği gibi koruyamadıkları için açlık içinde o yana bu yana göç etmeye, artık buna göç etme de diyemeyeceğiz, saldırmaya başladı. Gün geçmiyor ki denizlerde birkaç yüz Müslüman boğulmuyor olsun. Dünya için Müslüman ölüsü tavuk ölüsü gibi görülmeye başlandı.
7
İşsizlikten, baskıdan, perişanlıktan, her türlü rezillikten bıkan insanlar, özellikle Müslüman ülkelerin insanları, resmi ya da gayri resmi yollardan, insanların özgür, demokrat ve müreffeh olduğu diğer ülkelere sızmaya başladılar. Ancak gelenler kendilerini değiştirmeye, yenilenmeye özellikle dini görüş ve inançlarını, adetlerini hatta kılık kıyafetlerini değiştirmeye hiç yanaşmayarak, ne kadar olumsuzluk varsa yanlarında götürmeyi ve yaşatmayı inançlarının bir parçası olarak görüyorlar. Hâlbuki uygarlık A olarak girilen bir yerden B olarak çıkmayı öngörmekteydi. Değişemeyen insanın uygar dünyada yeri yoktu. Temel uyumsuzluk burada başlıyor. Müslüman ülkelerin dışında gidenler çok daha kolay uyum sağlıyor. Bu nedenle esas çatışma Müslümanlar ile diğerleri arasında olmaktadır. Aslında Müslümanların içinde de bu çatışmaya en çok muhatap olanlar Sünniler olmaktadır. Avrupa’ya gitmiş Aleviler hatta Şiiler bu çatışmaların dışında kalmaktadırlar ya da çok sınırlı bir sürtüşme yaşanmaktadır. Aleviler Avrupa’yla bütünleşmiş durumdalar. Bunun
nedeni
çoğumuz
tarafından
biliniyor;
ancak
açıklama
yürekliliğini gösteremiyoruz. Giyimi, kuşamı, yemesi, içmesi, yaşam tarzı bakımından farklı olan ve bunu bir kere bile değiştirmeyi ret eden; kendi dini görüşünün dışındakileri sapkın olarak niteleyen; batı ölçeğinde beklenen insani değerleri göstermeye yanaşmayanları batı artık kendi içinde görmek istemiyor; kendi değerlerini bozacağını düşünüyor; bu yaşam tarzından ve düşünce tarzından nefret ediyor. Biz de sürekli bizi sevmeleri için zorluyoruz… Batı bu coğrafya ile kedi köpek gibi oynuyor. Çoğu olumsuzluğun ve şiddetin altında açık ya da gizli destekleri olduğu söylenebilir. İyi de dünyanın başka coğrafyalarında bu yönlendirmelerde neden çok başarılı değiller? Çünkü aradıkları zemini burada bulabiliyorlar. Hoşgörü yok, bilim yok, mantık yok. Bilimle din karşı karşıya geldiğinde; önce bilim
8
adamının ağzı kapatılıyor. Herhangi bir bozukluğu görüp de uyaranın ağzı hemen kapatılıyor. İnançlarımızın aksayan yönlerini tartışmaya açmaktan
şiddetle
kaçınıyoruz.
Yanlışlarımızı,
eksikliklerimizi
göremiyoruz; görsek de söyleyemiyoruz. Hatamız görsek de düzeltmeye yanaşmıyor, başkalarının hatalarını ya da dünya görüşlerini ya da tercihlerini bizim hatalarımıza bir neden olarak göstererek sorumluluktan kaçmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla her türlü yönlendirmeye açık hale geliyoruz. Dışlanan toplumlarda her zaman görünen etki-tepki kuralı gereği, elinden hiçbir şey gelmeyenler teröre kaydı. Böylece Müslüman kesim terörle birlikte anılmaya başlandı. Batı dünyası irkildi. Paris’te 50 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı bir milyon katılımcının hazır bulunduğu kınama toplantısı, önemli bir dönemin başlangıcı görünüyor. Batı dünyasında yanak yanağa öpüşme çok nadirdir; Fransız başbakanı gelen her devlet adamını ve hükümet başkanını şapur şupur öperken, bizimkinin elinin ucundan tutması doğrusu hayra alamet değil diye düşünüyorum. Terörle ilgileri yokmuş gibi Müslüman ülkelerin ve bazı ülkelerin birçok liderinin orada boy göstermesi de doğrusu görülecek bir tabloydu. Hepsinin bir ağızdan terörle İslam’ın bir ilgisi yoktur, bunlar sapıklıktır demeleri de ne kadar inandırıcı oldu, oluyor doğrusu araştırmaya değer. Batı dünyasında teoloji (din) eğitimi ciddi bir eğitimdir; ruhban sınıfın çoğu, matematik, fizik, kimya, biyoloji alanında yüksek lisans ya da doktora yapıyor. Kendi dinlerinin haricinde de araştırmalar yapıyorlar. Muhakkak Kuran’daki Maide suresinin 32’ci ayetini okumuşlardır. Diyanet İşleri Başkanlığının sitesinden alınmış şekliyle Maide 32 ayetinin çevirisi şöyledir (http://kuran.diyanet.gov.tr/Kuran.aspx#5:33):
9
Allah'a ve Resûlüne savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası; ancak öldürülmeleri yahut asılmaları veya ellerinin
ve
ayaklarının
çaprazlama
kesilmesi
yahut
o
yerden
sürülmeleridir. Bu cezalar onlar için dünyadaki bir rezilliktir. Ahirette de onlara büyük bir azap vardır. Batı dünyası birçok ayetin yanı sıra bunun, bir Müslümanın kendi dininden hatta kendi dininin bir fraksiyonundan olmayanı, dünya görüşünü paylaşmayan bir insanı, fitne çıkarıyor diye idam etmesine, elini ve ayağını çapraz kesmesine, başını kesip mızrağa geçirmesine dayanak oluşturduğunu düşünüyor. IŞID bunu bire bir uyguluyor diye düşünüyorlar. Bir Müslüman için de sadece bu ayet bile kendi düşüncesinde olmayan birini fitne ile suçlayıp öldürmesini meşru gösterebilir. Bu ayetin böyle demek istemediği söylense de isteyen kendi açısından bunu istediği gibi yorumlayabilir. Kaldı ki baş kesme ve çapraz el ayak koparma ta başından beri bilinmekte ve uygulanmaktaydı. Kendimizi kandırma ile hayır böyle değil, şöyle diyor demeyle, ilişkili ilişkisiz yorum yapmayla bu iki dünya bir araya gelemeyecektir. Değişmesi gereken İslam dünyasıdır. Çoğumuz Müslüman kimliği de taşıyoruz. Hiç kimse kimliğinin pisliğe, teröre, insanlık dışı faaliyetlere bulaşmasını istemez. İslam dünyasının fazla zamanı kalmadı. Bence El Gazali dönemine geri gidip, her şeyi yeniden yorumlamalıyız; İslam’a yepyeni bir bakış açısı getirmeliyiz. Bu dini bağnazlıktan, şekilcilikten, değişmezlikten kurtarmalıyız. Çanlar son kez çalıyor olabilir. Zararlı çıkacak bu coğrafya olacaktır. Her ne kader Müslüman dünyasında insanlar IŞID, El Kaide, Taliban, Müslüman
Kardeşler,
El-Nusra
ve
benzer
onlarcasına,
onların
katliamlarına, caniliklerine bakıp “bunların Müslümanlıkla ilgisi yoktur, dinimiz barış dinidir, bu insanlar bizden değildir” diyorlarsa da, bu gına
10
getirmiş ve bayatlamış söylemler artık kimseyi ikna edecek gibi gözükmüyor. Bu kadar ülkede sayısız terör örgütü aynı yöntemleri kullanarak, aynı dini sözleri çığlıklar şeklinde atarak, aynı sözleri söyleyerek, aynı amaçlar için bu eylemleri yaptıklarını söyleyerek kol geziyorlarsa, bunların ortak bir noktasını aramak bilimin ve aklın gereğidir. Çağdaş dünya kararını vermiş gibi gözükmektedir. Bu benzerlikleri basit bir rastlantı ile açıklayamayız. Bunu Müslüman dünyasının yönetimleri el birliği ile gidermek zorundadırlar. Ancak burada da başka bir şansızlık karşımıza çıkıyor. Müslüman ülkelerin yöneticilerine bakıyorsunuz, gırtlaklarına kadar hırsızlık, rüşvet, yolsuzluk, yalancılık, dolandırıcılık olaylarına batmışlar; çıkarları için hukuk, adalet, yasa, ilke dinlemezlik içindeler; melanetleri ortaya çıkmasın diye basın özgürlüğünü kısıtlamış ya da tümüyle bastırmış durumdalar; az sayıda uygar görünen yönetimler ise demokrasi diyorlar
demokrat
değiller;
özgürlük
ve
insan
haklarını
sözde
benimsemişler; basına bakıyorsunuz satılık; doğruyu yazan yok gibi; halka bakıyorsunuz tapınaklardan çıkmıyor, zamanının çoğunu ibadetle geçiriyor; sanata düşmanlar; eğitim düzeyi düşük; bilime, ilime, sanata hiç mi hiç katkıları yok; sadece doğal gaz ve petrol gelirlerinden elde ettikleri dolarlar üzerinde magandaca yüzüyorlar. Halk, bunca gelire karşın fakir; terör, cinayet, gasp, irtikâp, yandaşlık, yalakalık, hukuksuzluk diz boyu. Kadınına dünyanın birçok nimetini yasaklamış; katı kurallarla bezenmiş giyim kuşam içinde onları dünya insanının içine sokmayan; eşleriyle hatta dünyanın diğer insanları ile birlikte aynı masada benzer yemekleri yemeyen hatta aynı mekânda pişmiş yemekleri bile mekruh sayan; benzer şeyleri içmeyen; benzer müzikleri dinlemeyen ve onların eşliğinde eğlenemeyen; aynı şeyleri dinlemekten kaçınan; heykele ve resme aykırı bakan insanlarla mı bu yenilenmeyi ya da aydınlanmayı ya
11
da devrimi yapacaksınız? Hayali çok severim,
ancak ona hiç
güvenmem... Bırakın başka bir dini, kendi dininin fraksiyonlarına bile hoşgörülü olamayan, onları kafir ilan eden, bu yüzden kan dökmekten çekinmeyen bir toplumu batı dünyası içine nasıl sindirsin? Yaklaşık 100 yıldır laiklik yolunda, yasayla, zorla da olsa yol almaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti, ufak çapta yaşanmış birçok olayı bir yana bırakalım, yakın tarihinde en az 3 defa aynı dinin içindeki inanç farklılığından dolayı kitlesel katliam yaşadı; hatta onlara bir çeşit göz yumdu; hatta neden olanları bir çeşit ödüllendirdi. Sistemdeki çarpıklık, yabancıların kışkırtmalarından ziyade kendi iç dinamiğimizden kaynaklanıyor. Bir sürü laf kalabalığı ile bu yarayı kapatamıyoruz. En laik Müslüman ülke olarak bilinen Türkiye Cumhuriyeti, halkından bağırta bağırta topladığı vergilerle, 5-6 bakanlık bütçesine denk, sadece Sünni inanca hizmet eden, dev bir imam kadrosunu beslemekte. İnsanlar “yıllardır benim vergimle kendi dini inancını nasıl beslersin en azından haramdır” diyorsa da kimseye sözünü duyuramıyor. Bu yazının, dogmanın esiri olmuş, değişmeyi tehdit olarak gören, geleceği düşünemeyen, Müslümanım diyen ama bir dinin ahlaki yapısını hiçbir
zaman
özümseyememiş,
bugüne
kadar
maval
dinleyerek
rahatlamış çok insanı rahatsız edeceğini biliyorum. Sorunumuzu doğru olarak görmez ve üzerine yürümezsek, hepimiz bu çığın altında kalırız. Bu güne kadar benimsediğimiz yöntem ve görüşlerle daha fazla yol alamayacağımız anlaşıldı. Önce bunu anlayacaksınız. Artık gözümüzü ve kulaklarımızı açma zamanı geldi; İslami terör her yerde kol geziyor; eylem sırasında tekbir getirme, kelime-i şahadet getirme, yapılanların İslam ve Muhammed adına yapıldığını söyleme ortak bir davranış ve
12
söylem şekli oldu. Bunlar bizim dinimizin emri değildir diyerek sorumluluktan kurtulamayız. Bir şeyler eğri gidiyor; geçmişte de eğri gitmişti. Eğer sorunun kaynağına uzanıp çözüm yolu bulunmak istenmiyor, görülmesi gereken gerçek görülmek istenmiyor ve alakasız söz ola beri gele tarzından açıklamalarla
sorunun
kaynağı
başka
merkezlere
kaydırılmak
isteniyorsa, toplumda ruh hastalığı başlamış demektir. Bu bozulmaya uğramış toplumlarda biat etmeyi, yalanı, talanı, irtikâbı, yolsuzluğu da dolaylı olarak mubah gören, yönlendirildiği zaman cinayetin her türlüsünü işleyebilen, bilimi, ilimi ve sanatı dinsizlik olarak gören bir güruh türer. Müslüman ülkelerin durumu böyle görünüyor. Batı da bu güruhu içine almak istemiyor. Ocak/2015’te
yapılan
büyük
bir
ankette
Avrupa’nın
%57’si
Müslümanlığı düşman olarak görüyormuş; %40’ Müslümanları Avrupa’da istemiyormuş; daha az bir grup ise şu andaki Müslümanların Avrupa’dan tümüyle çıkarılmasını istiyormuş. Bu, çok acı ve utanç bir sonuçtur. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında Atatürk ve arkadaşlarının amacını tekrar tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor. Dini neden tamamen siyasetten uzaklaştırmak istediklerini, laikliğe neden bu kadar önem verdiklerini, bir dinin ya da bir dine ait bir fraksiyonun devlet eliyle desteklenmesinin ve beslenmesinin neden yapılmaması gerektiğini, eğitimde dini yönlendirmeleri neden kaldırdıklarını öğrenmeyle bu sorunu çözmeye başlamalıyız. Eğer Atatürk’ün düşüncesi anlaşılsaydı ve geçen bu süre içinde ödünsüz uygulansaydı, hem şu anda Avrupa birliğindeydik hem Müslüman dünyanın haklarını savunacak gücümüz olurdu hem de bu coğrafyada süregelen ve tırmanan dini kökenli çatışmaların çoğunu yaşamamış olurduk.
13
Ancak
son
yıllarda
özellikle
eğitimde
malum
dini
öğretinin
dayatılmasını; sabahları 5-6 yaşındaki çocukları televizyona çıkarıp, pusulalı seccadelerle namaz kılma gösterileri yapılmasını; camilerin bir çeşit cemaatlere bölüştürülme algısını; görsel basında bin bir çeşit gerici diyebileceğimiz adamın çıkıp, din tüccarlığı yapmasını; 10 Ocak 2015 tarihli Radikal gazetesinde saygın ve doğru dürüst bir din adamı ve yazar olan İhsan Eliaçık’ın “bu düzen böyle giderse bu ülkenin gençleri en geç 3 kuşak sonra IŞID benzeri militan olur” demesini çok ciddiye almamız ve doğru yorum yapmamız gerekiyor. Dinler devlet güvencesinde ve denetiminde cemaatlere bırakılmalıdır. Dini kuralları dayatanlara ve evrensel yasa ve ahlak kuralarına aykırı olmamak kaydıyla, başkasına zarar vermeden yaşayan dindarlara eziyet edenlere ağır ceza uygulanmalıdır. Çok zaman kalmadı. Bu coğrafya ya bu dünyanın uygar bir üyesi olacak ya da dini bağnazlığın bataklığında boğulup yok olacaktır. İnançlarımızı,
adetlerimizi,
gelenek
ve
göreneklerimizi
çağdaş
yaşamın ışığı altında yeniden gözden geçirip, İslam dünyası için yeni bir yol haritası çizmemiz için fazla bir zamanımız kalmadı. Bize yol gösterecek en önemli rehber, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılında Atatürk’ün öngördüğü, mantık ve uygulamalar olacaktır. Türkiye din tüccarlığını bırakıp, bir zamanlar yüklendiği uygarlık modelini yeniden bu coğrafyaya tanıtmak zorundadır. Prof. Dr. Ali Demirsoy
Değerli Kardeşim
14
Bu sefer batıdan gelen çan seslerini duymamazlıktan gelemeyiz. Sonunda İslam dünyası tıkandı. Medeniyetler ayrışımı gerçekleşiyor. Bir medeniyet öbürü ile birlikte artık yaşamak istemiyor. Bugüne kadar afaki söylemlerle idare ettik. Artık dinimiz teröre izin vermez sözüyle kimseyi ikna edecek durumda değiliz. Bu coğrafyada bir şeyler başından beni ters gidiyor; ne kadar süreyle artık bu durumu anlamamazlıktan gelebiliriz. Yıllarca bu coğrafyaya model olarak sunulduk; ancak belli ki bu model görevimizi yerine getiremedik. Bu modeli anlayabilmek için önce Atatürk ve
arkadaşlarının
gerekiyordu.
Bu
yola
çıkarken
coğrafyanın
ne
düşündüklerini
şansızlığı
Atatürk’ü
anlamamız anlamayan
yöneticilerinin olmasıdır. Onu çeşitli dogmalarla ve bağnazlıklarla kemirdik. İslam dünyası bizimle birlikte bir şans yakalamıştı, ancak sinmiş bağnazlık er ya da geç yeşerdi. Çok zamanımız kalmadı ya dünyanın gidişine göre gelenek görenek ve inançlarımızı revize ederiz ya da bu bataklıkta boğuluruz. Batıdan gelen çan sesleri hayra alamet değil, zamanımız daralıyor. Aydınlar iş başına… Saygılarımla