BEYZANUR KELEK - ENES ŞAHİN - MUSTAFA KURTBAŞ - ORHAN ÖZSOY - MAVİ GÖZLÜ DEVİN KIZI AYKÜSÜZ BİR ADAM - SÜMEYYE BİROL - YAKUP AÇIKGÖZ - SERAP FİDANCI MUSTAFA GÜLŞEN MELİKE YURTTADUR - HÜDANUR DEMİR
“Yokuşlar kaybolur çıkarız düze Kavuşuruz sonu gelmez gündüze Sapan taşların yanında füze Başka alemlerle farkımız bizim” -Necip Fazıl Kısakürek DİGERGAM NEDİR? Kişisel hiçbir yarar gözetmeksizin bir başkasına yarar sağlamak. “başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetme” ya da “diğer insanlara maddi veya manevi kişisel çıkar gözetmeksizin yararlı olmaya çalışma ve bencillik karşıtı hareketler ‟de bulunma” olarak tanımlanır. Bu sayı da yanımızda olan olmayan, kilometrelerce uzaktan şiirini - hikâyesini bizimle paylaşan, desteğini üzerimizden esirgemeyen dostlarımıza sonsuz kere teşekkürler.. Bu sayıyı, kanayan yaramız Kudüs‟e armağan ediyoruz. Kudüs için bir şeyler yapabilmeyi diledik, dişe dokunur bir şeyler. Su taşıyan karıncanın, bir damla suyu olmak istedik. Zulme tas olup, bas yarmak istedik. Konuşmayla, kınamayla, eleştirmekle geçirecek zamanımız yoktu. Ağızlarda sakız olan boş sloganları dinleyecek, oturduğumuz yerden ah vah edecek lüksümüz de kalmadı. Savaş diye öfkelenmek de çare değil. Savaş mı istiyoruz? Gerçek savaşı önce kendi içimizde başlatacağız. Çıkaracağız her türlü cahili kırıntıları hayatımızdan. Arınıp bütün batıl bağlarından, tutunacağız Kitab‟a, sarılacağız sünnete.. Evladına, evine, eşine, işine, sevdiklerine, tesettürüne Kudüs gözüyle bakacağız. Savaş mı istiyoruz? Savaşı önce kendi içinde başlatacağız.. Özgürlükten aşağısında gözümüz olmayacak. Tutacaksın bu davanın bir ucundan. Yarım yamalak değil, Sımsıkı.! “Kudüs sevdasını, ağrısını mahşere bırakmayın! Yaşıyorken, hayattayken sevin Kudüs'ü, özleyin, dua edin.!” Biz bu şuurla bir çığlık attık. Kelimelerimizin şifa olması dileğiyle bütün dertlerinize ikinci çiçekli ihtilali sunuyoruz. İnanın on yüz bin milyon kolumuz olsa, hepsiyle de size samimiyetle sarılırdık. ÜÇÜNCÜ SAYIMIZ İÇİN ŞİİR, ÖYKÜ, DENEME VE ÇİZİMLERİNİZİ ÖNERİ, İSTEK VE ŞİKÂYETLERİNİZ İÇİN BİZE YAZIN.!
@digergamfanzin digergamfanzin@gmail.com
Ön kapak için Mana Neyestani‟ye, karikatürler için HMSketches‟e sonsuz teşekkürler.
2
BİR SABAH GELECEK KARDAN AYDINLIK Sabah olmuş. Bin bir zorlukla kalktığınız yatağınızdan ayrılıp sızlanarak hazırlanıyorsunuz. „Gün bitse hayırlısıyla da geri gelip dinlensem, derslerimi bir halledebilsem… Yapacak çok şey var.‟ Okul; arkadaşlarla daha zevkli hale gelen, mütemadiyen yoğun olduğunuz yer. Arada bir telefona gidiyor eliniz. Sosyal medya bütün güzellikleri (!) size sunuyor. Filistin, Doğu Türkistan, Suriye… Ağzınızın tadını kaçıran birçok haber, video, haykırış… Bazılarını hızlıca geçiyorsunuz. Belli ki huzursuz edecek sizi bu haberler. Eğlenceli gününüzü sarsacak ve mutsuzluk peyda olacak. Sonra olaylardan biraz uzaklaşıp kendi işlerinizle meşgul olacaksınız. Malum yoğunluk, stres… Sabah bitmesini dilediğiniz günün büyük bir bölümü bitmiş, vakit dinlenme vakti olmuş ve tatlı bir huzur hali. Televizyonda bir dakika on beş saniyelik şehit haberi… Ağzınızın tadı yine kaçtı. Lanet okursunuz teröre, belki birkaç küfür ve şehit ailelerin acısı gelir yüreğinizi sızlatır. Üç beş dakikalık üzüntü ve düşünme hali…
3
Sonra buruk içilen birkaç bardak çay sonra arkadaş muhabbetleri ve çoktan unutulmuş, bir dakika on beş saniyelik haberin duyurduğu, adını tekrar duysak „kim ola ki?‟ diye sorgulayacağınız şehitler… Dersleri de çalışıp tekrar ettiniz, sosyal medyaya gitti eliniz yine. Her yerde Türk bayrağı fotoğrafları, şehadet ayetleri, dünyanın bilmem hangi ucunda başından vurulmuş, ruhunu Allah‟a teslim eden çocuğunu sonsuzluğa uğurlayıp koklayan, öpen baba ya da hemen yanı başımızda Doğu Guta ‟da dünyadaki son anlarını şehadet parmağını kaldırıp şehadet getirerek geçiren ve şehadete yürüyen genç… Moraller yine bozuk. Sonra zaten sizi keyiflendiren ve nefsinizi okşayan haberler vesaire gelince bu görüntüler ya da haberler de bilinçaltınızın en ücra köşesine gidiyor… Yarının yoğunluğunu ve stresle geçecek olan bir günü düşünerek uykuya dalıyorsunuz. Gün bitti… Sabah olmuş… Komutanın verdiği talimatla gün ağarmadan yola çıkıldığı ve teröristle sıcak temas halinde oldukları operasyon sona ereli birkaç saat olduğu için belli belirsiz bir yorgunluk hakim… Üstüne aldığı örtü bu kadar ağır değildi askerin onu fark ediyor. Bir kaldırıyor örtüsünü gece lapa lapa kar yağmış üstlerine, bayağı da birikmiş hani. Kafasını kaldırıp bakınıyor etrafa. Her kar yığınının altından bir asker çıkıyor. Tebessüm ediyor bu tabloya. Güneş bembeyaz kara aksettiğinden iyi bakamıyor, gözleri kamaşıyor. Rabb‟e hamd ve sonsuz şükür. Gece olan biten bütün pisliği ve kötülükleri örtmüş kar. İç geçiriyor ve şöyle diyor asker „Keşke içimize de dolsa kar taneleri, örtse üstünü dertlerimizin, kederlerimizin…‟ Ve yine komutanın emriyle ani harekât… Bir yığın çatışma, kovalamacanın ardından duyulan ve onca karmaşayı yırtıp geçen bir kurşun sesi… Nereden geldiği belli olmayan, amansız, şerefsiz bir kurşun… Beraber aynı bölgede yan yana savaştığı silah arkadaşı kucağına alınca onu aniden annesini en son iki gün önce aradığı aklına geliyor ve anne-babasının üzülmemesini tembihliyor sıkı sıkı… Dili kelime-i şehadetle zikir eylerken ruhu arşa yükseliyor. Sımsıcak kanı bembeyaz karı ala boyuyor… Bir tane daha aslan yürekli şahadete yükseliyor… Gün bitti… Bir insan her daim her şeyi hatırlayamaz evet ama hatırında daha kuvvetli tuttuğu şeyler her zaman olur… Şehitlerimizi her daim hatırda tutmak ve anmak duasıyla… Allah onlardan razı olsun… Ve inanıyoruz ki „Bir sabah gelecek kardan aydınlık…‟ Ve‟s- Selam
BEYZA NUR KELEK
4
MUHAYYER ŞİİRLER *KUDÜS* Özün, İki rekât sevgilim Her şeyi bitiren Bildirgenin hatimesi Bütün devrimci fiillerin faili Katiller. Özün, Gözüm sevgilim, Denizin sahibi martılar. Ağyarın fatihi Fatihalar. Papatyalar sevgilim Bembeyazlar. Özün, Yetim hakkı sevgilim. Hesabı gayet çetin Nizamlar, kanunlar, fermanlar. Kalenin duvarları çatlak Yaralar sevgilim Kanarlar Özün, Suali olmayan sevgilim. Garipler, miskinler, gurebalar Kanarlar, yaraların kanamasına Kitaplar, insanların inanmasına, Yazarlar sevgilim Kanarlar. Özün Sarı bir kubbe sevgilim Tanklar, bombalar, Kudüs. Özün, Kudüs sevgilim, Kudüs... Ana... Sen... Kudüs...
ENES ŞAHİN
HÜR BİR KÖLE Gülleri devşirirdi yüzündeki çizgilerin ahengi Sorarlardı adını söyleyemezdim sigara dumanının efkarında Sineme acı acı saplanırdı kâkülün Ben ölmeyi seçmiştim kapında Ayaz, ağır ağır girerdi kanıma O vakit takılı kalırdı gözlerin hasret oltasının misinasında Yarın olur mu bilmezdim geçmiş kanatlarını çırpıp uçarken Ben ölmeyi seçmiştim yanında Değişen hayallerin kor alevli ıstırabında Beklerdim ellerinin şefkatini, uzun saçlarımın kırları arasında Dolaşırdı tüm diller seni anlatmak için romanlarda Ben ölmeyi seçmiştim, ışığına ram olmuş karanlıklarda Seslenirdi bir tutsak, içimin en derin kuyusunda Melodiler yankılardı sanki savururken saçlarını aynada Sırlara vakıf olurdu sözüm, bekleşen gerçeklerden hakikatler durağına Ben ölmeyi seçmiştim, dudak büklümlerinden sukut dualara Fırçalar canlanır, boyardı yüzünü tuvalden rüyalara Ak saçlı hüzünler düşerdi bir bir alnıma Senden gayrı rüzgar esse, yıkardım yüzümü keder gözyaşlarıyla Bulamadım seni ne yana baksam şu ölümlü diyarda Ben ölmeyi seçtim kavuşmanın mümkün olmadığı sonsuzlukta Güzeller tacını giydi işte senden yansıyan başlarına Korkulara galip geldi vuslatın Sensiz durulmayacak şu dünyada Hür bir köleyim ben, sonu hüsran dolu bir kader Beni sensiz diriltmek, gülsüz dikene benzer.
MUSTAFA KURTBAŞ
BİZDEN ÇALINAN ŞARKI
Bu şarkı bizden çalındı yüreğim Uzunca zamandır mahpusum sessizliğe Sırıtır yüzüme yılların can şikârı Ellerimde titrer mürekkepten sayfalar… Sığmaz bu kedere üç günlük ömür İzin almaz, kaçar gider içimden Zülfünde namahrem gözler dolaşır Örselenir yazılmayan şiirler Layık değildir, söylenmez Erbabı sayıklar sadece Nâçare kalır kahve gözlerim Yıkılır viran olur aşkın sarayı Ihlamurlar hala yollarda kurur Lal olur lisanımın senden kalan harfleri Lal olur, ziyan olur Ateşler uyanır kış kıyamette Rahat uykuların gözü buğulanır…
ORHAN ÖZSOY
7
BİR GECE KAVGASI Güneş güçlüdür değil mi, asidir güneş Hep öyle gelir bize Ay sakin, güneş asabi görünür gözümüze Dik başlı ve asi duruşu olan bir varlık geceleri kaybolur mu? Tüm hüzünler, yıkılmışlıklar, kırılmışlıklar gecelerde birikiyorsa O geceleri kaldırabilmek kolay mı? Güneş geceleri kayboluyorsa, güçlü sayılır mı? Zorlukları aşmak asilikle olur mu? Öyle olsaydı o mahzun ay, her gece yolları aydınlatabilir miydi? Karanlıkları yenmek vakur duruşlarla mı olurdu sahiden? Ama biz hep ay gücünü güneşten alır diye öğrendik. Soğuk, sert gecelerin daha uzun olması, ağır ve sakin duruşların da Zayıf ve asi bir yani olduğu anlamına mı gelir? Her neyse, Şimdi nerden çıktı bu güç yarışı? Güneş batmış, Ay görünmüş bana ne. Var mı kalplerin karanlığına bir faydası? MAVİ GÖZLÜ DEVİN KIZI
8
KOTAM BİTTİ NEFES ALAMIYORUM “İnternet, gelişmeyi simgeler ve yüksek uygarlığın belirtisidir” denilir. Gerçekten de öyle mi? İnterneti doğru bir şekilde kullanabiliyor muyuz sizce? Ya da en doğru kullanma biçimi nasıldır? Ne kadar vakit harcıyoruz telefonda, tablette ve bilgisayarda? İnternet sizin için ne ifade ediyor? Bu sorulara objektif olarak cevap bile veremiyorum ben. Bence yukarıda tanımını yaptığım internet, lanet olası kapitalistlerin tanımıdır. Şöyle ki; Yemek içmek dışında tüm zamanını internette oyun oynayarak geçirip saklambaçtan bihaber büyüyen hatta oynadığı oyunun emriyle intihar eden çocuklar, çocuğuna ilgiyi azaltıp sosyal medyada daha fazla vakit harcayan anne ve babalar… Kotası dolunca ana avrat düz giden bağımlı ergenler, “Ömrünü nerde geçirdin” diye soracak olan Yaradan‟a „napim ya bende internette sörf yaptım işte!‟ diyecek olan bir insanlık... Düşünüyorum da 2000'li yıllardan sonra doğan çocukların göbek bağını Google amcanın bahçesine mi gömdüler acaba? Bu tabloya bakıp internetin tanımını yeniden yapacak olsaydım, İnternet; İnsanın, insani yönlerini esir alan insanlığın düşmanı bir icattır diyebilir miyiz? İnternetin icadına sebep olan şahıs veya şahsiyetler gençliğin düştüğü bataklığı ve şuan ki halini görse „Aman Tanrım ben ne yapmışım?‟ der ve zaman makinesine atlayıp facebook icat edilmeden önceki zamana ışınlanıp hormonsuz domates yetiştirmek isterlerdi herhalde. „Hocam, böyle konuşuyorsun da sen internet kullanmıyor musun? Senin hiç sosyal medya hesabın yok mu?‟ diyebilirsiniz. El cevap evet interneti hunharca kullanıyorum, bütün sosyal medyalarda da hesabım var sevgili dostlarım. Hatta ve hatta beğeni ve yorum atmayanlar sinirlenip engelliyorum. Aslında bu bataklıktan nasıl çıkarız bunu ben de bilmiyorum, ben sadece tabloyu ortaya koyuyorum. Çözümü yetkililer bulsun canım bana ne. Geçen bir arkadaşla iddiaya girdik. Tüm sosyal medya hesaplarını donduracağını ve telefondan bir süre uzak kalacağını söyleyince göbeğimi tuta tuta kahkaha attım. Buna karşılık ben de dedim ki, bak gel vazgeç sen yarın sabah tüm hesaplarını aktifleştirirsin. Bugün baktım hâlâ aktif değil hesapları. bu son internet bükücü arkadaş, mükemmel bir nefis terbiyesi aracı bulmuş olmalı… Bu arada unutmadan İnterneti herkese yasaklayıp kendisi kullanan Kuzey Kore‟deki ''Kim Jong-Un'' amcaya da selam olsun. Siz bu yazıyı okurken ben gelen bildirimlere bakıp yorum ve beğeni sayımı hesaplayacağım, profilimde ki arkadaş sayıma bakıp mutlu olacağım. Sizi internette fazla vakit harcamamaya davet ediyorum cesaretiniz varsa tüm sosyal hesaplarınızı silin ama öncesinde bu yazıma bir „like‟ alırım. AYKÜSÜZ BİR ADAM
9
Sevgilim. Kimsesizliğin sesisin, Gamzelerinde büyür çocuklar Ve sırf senin için yağar yağmurlar. Gözlerinde hayat var, Denizler var, yanan ormanlar Ve kurtuluşlar var, Acıdan kurtuluşlar. Ve dudaklarını aralaman, Bambaşka bir dünyanın kapılarını açmak gibi, Yeni bir hayata adım atmak gibi, Sevgisizliğin sonu, Mutluluğun başı gibi… Gözlerine bakınca Dünyalar çarpıştı Cennet sana karıştı Sen duymadın ama Ben duydum Kuşların şarkısını, Bilmem belki rüya olmalı Böyle güzel şeyler Sadece rüyalarda yaşanmaz mı? Çok sevdim seni Sana olan sevgim Bana yetmedi Gözlerini her kırpışın için Bin kere sevdim Kokun için yüz bin kere Nasıl yetebilir ki? Ne kadar sevsem Eksik kalıyordu sanki Ve sevdikçe Ben eksiliyordum Yine de vazgeçemiyordum Saçlarında kaybolmak istiyorum Ve kokunda boğulmak, Ölümüm senden olsun istiyorum. Dudaklarımız bir an bile ayrılmasın, Öleyim nefessizlikten. Tekrar doğuşum kalbine olsun, Kalbinde yaşamak istiyorum. Sana ölmek istiyorum. Sana susuyorum. SÜMEYYE BİROL
10
BİRAZ KONUŞALIM
Duyar gibiyim Yapraklara takılıp kalmış iklimlerin bahar ağızlı seslerini Bir ihtimal üzerine arkasına dönüyor bakışların yarım çehresi Yutkunuşlar gizlenmiş sessizliklerin gürültülü varlıklarına Bu toprak insan kokuyor Bastıkça arzın kelimelerine dağılıyor vücutların ağırlığı âlemlerin ötelerine Bir insana yada bir dünyaya koşuyor insanlar Ayaklarını topraktan yeşertene koşmayı saymıyorlar özlemlerinden Göklere yükselen başlar bu kadar çokken, elleri toprağa gömüşler, niye ? Düşlerde uçuşan kuşların kanatlarına takılan hayaller, üşütüyor bu insanları Kimisi bir ocak arıyor aşk niyeti ile Kimisi bir avuç arıyor duaların hararetine erişmek için Sen ne dilersin ey gönlü, gönüller meskeni! Bir tas aşın doyurduğu yoksulların gamzelerinde ki gülüşler mi olmak istersin? Yoksa arzularına boyun bükmüş bir dünyanın gönlüne yazılmış bir aşk mı olmak istersin? İnsan adına sığsın kimliğin, Göğsünü gere gere yürüsün benlikten sıyrılmış iyilik postalların 'Elde avuçta yok 'deyişler sarsada yeryüzünü Doldur ellerine, göğsünde acılar ile yatan kalpleri Kendinden geçerken "kûn"denilmiş bir hakikatin tesellisi ol fâniyata ve ervahlara. YAKUP AÇIKGÖZ
11
SEN KAL ÖLENE KADAR
Şiir gibiydi, diye geçirirdi aklından. Sanki kendini bildi bileli ezberindeydi. Mıh gibi derlerdi ya hani, işte tam da öyleydi. Özenle seçilmişti sanki gözleri. Ulu orta anlatılmazdı. Uzun uzadıya bakılmaz, bakmadan da durulmazdı. Şiir gibi, diyordu onu soran olursa. Saçlarına getirmezdi hiç lafı. Bilirdi çünkü. Saçlarını anlatsa şiirlere sığmazdı. Gönlü kırılsın istemezdi şairlerin. Tüm şiirleri denedi onu anlatabilmek için. Tüm şiirler eksik kaldı. Üzülecekti şairler, onu içinde saklamasaydı. Ellerini. Biraz başka severdi ellerini. Devirin, derdi. Devirin bütün şiirleri yeniden yazalım. Anası olalım tüm şairlerin. Hepsini yeniden doğuralım. Kuşları yeniden bırakalım göğe. Göğe bakmayı ilk biz bulalım. Ellerini, başka türlü nasıl anlatayım. Kulaklarına değdiğinde sesi, susardı sevilen tüm şarkılar. Kim, hangi şarkıyı sevdiyse; hangi kuş hangi tınıyla öttüyse, susardı işte. Serçe kuşları havalanırdı uzaklardan, duyulurdu kanat sesleri. Bir dalga vururdu kıyıya. Bir bebek yutkunurdu. Anlatamazdı. Ne söylese eksik olurdu. Bir gülüşü vardı ki. İç çektirirdi derinden. Size ne! Derdi, kalkardı yerinden. Kıskanmak dedikleri şey zerresi etmezdi hislerinin. Müptelası olmuştu yazılmamış şiirlerin. Sonbaharı gibiydi İstanbul'un, kışı gibiydi Ankara'nın. Aklını alıyordu yanında oluşu. Aklı durmadan karışıyordu. Ah, diyordu. Yanındayken özlemek de ne oluyordu. Kokusunu getirmeyen rüzgârlara dönmüyordu yüzünü. Rüzgâra ulan! Küser miydi insan. Küsüyordu. Her nefeste onu çekiyordu içine. Boynunda bir yer vardı bir tek o biliyordu. Yüzünde bir gamze, bir tek o görüyordu. Türlü şehirlerin, türlü türlü sokakları hep ona çıkıyordu. Mumlarda o yanıyordu. Şaraplarda o akıyordu. Her renk ona benziyordu. Her saat onda duruyordu. Soran olursa susuyordu. Gittikçe susuyor. Kaldıkça susuyor. İçtikçe susuyordu.
SERAP FİDANCI
12
13
KRAL ÇIPLAK Bak bugün tiksinerek baktım tekrar. Vücudum bana sinyaller vermeye devam ediyor. Çakma malları orijinal diye satmaya çabalayan işportacının inancını taşımaktan da sıkılmadık mı? Bence sıkıldık. Hitler sempatizanları, radikal islamcılar ve mümkünse acun programları izleyenler bu aşamadan sonra yazıyı okumasın. Skandallardan geçilmeyen haber bültenlerinden sıyrılıp, ben sürekli yabancı dizi ve belgesel izlerim diyen ablamızı da kenara bırakırsak eğer, bir yerden sonra video oyuna dönüşen bir hayata sahipken bir anda kaybedenlere geçebilir miyiz? Kaybedenler kulübü izleyip bomonti içen abimiz maalesef seni de kenara alacağız. Gereksiz bir korkuya bürünerek doğduğumuz hayat maratonunda açık seçik olana baktığımız düşüncesine hakim beyinlerimizle biraz düşünelim. Magazinsel mevzular dışında “kral çıplak” olduğu halde halk olarak göz bandı takmaya devam mı edeceğiz? Bugünü bir nefret tohumu olarak düşüyorum buraya… Ben bugün Ali İsmail‟e atılan dayakta “vurmayın öldüm” diye inleyişim. Ben bugün hamile karısına önce tecavüz edilen ve sonrada katledilen Suriyeli mültecinin isyanıyım. Dünyanın tüm coğrafyalarında tecavüz ve işkence edilen, öldürülen mazlum halk olarak karşınızdayım. Yeni dünya düzeninde her olayın kısa sürede unutulmasına karşı durmak için buradayım. Ben “Kral Çıplak” diye bağırıyorum, duyuyor musunuz? Soma faciasında sadece rakam olarak görülenlerin aslında birer “İnsan” olduğunu söylemek için buradayım. Gereksiz bir sosyal reklam peşine düşüp kendini beğeni yağmuruna bırakan insanoğlu hatırlasın ki Ankara Garı‟nda, istiklal ‟de, Atatürk havalimanında yapılan katliamlar derin izler bıraktı. Kimileri unuttu, kimileri de öylece bakıyor onlara. Dünyanın her noktasına sirayet etmiş terör eylemlerine dikkat çekmek için buradayım. Ve sizler sadece biat edip paranın kölesi olduğunuz sürece bunları görmezden gelmeye devam edeceksiniz. Siz her şey sermaye, bizler kapital görüşü benimsedikçe keriz silkeleyen saadet zincirlerinde ocağınıza incir ağacı dikeceksiniz. İnsanoğlu dünyanın kanseridir. Kirletmeye ve kirlenmeye mecbur olarak hayatlarımıza devam ediyoruz. Bir gün büyük bir fırtına gelecek kimileri için armageddon, kimileri için kıyamet, kimileri için de diriliş… Ne dersek diyelim yok olacağız.! Bir gün gelecek ve vallahi Hiroşima‟daki kız çocuğu, Suriye‟deki yetimler, Filistin‟in çocukları hesaplarını soracaklar. Dört semavi dinin çatısı Kudüs, şöyle ya da böyle diye beylik laflar etmeyeceğim. Güzelim şehirleri, tarihi yok etmeyin. Bugün Halep‟in aldığı hali görün ve bırakın dünya üzerinde birkaç güzellik kalsın. Betonlarla katledilmiş İstanbul, radikallikten boğulmuş Ortadoğu‟dan sonra tutunacak birkaç dalımız kaldı. Kudüs her dinin çatısı olduğu gibi bizlere aittir. Kudüs insanlığa aittir. Kudüs, Filistin‟e aittir. Ötesi laf-ı güzaftır. Ciao Bella! MUSTAFA GÜLŞEN
SİLİNEN MANZARALAR I.BÖLÜM
“Her çehrede yalancı bir edâ. Sızlıyor içim vefaya ettik veda Bir zamanlar canlı ve kıvraktık, Nehirler gibi sonsuzluğa aktık Şimdi Ruhlara bir uğursuzluk sindi, Sanki üstümüze karadan bulutlar indi.
Kalmadı eski günlerin hiç tadı Her yanı bir belirsizlik sardı.” Bir yaprak süzüldü dalından ağacın, Düştü acıyla toprağa Sonbaharın habercisi, düşen ilk yaprağıydı Bir çocuk, üzerine basıp geçti. Çıtırdayan sesine aldırış etmeden çekip gitti. Kırılan yaprak, incindi ezildi büzüldü acı ile toprağın kollarına tutundu, teselli aradı onda. Sarıp sarmaladı onu şefkatle toprak. Yolun karşında yeşil ışığın yanmasını beklerken gözlerimin önünde cereyan eden bu olay ile iyiden iyiye sarsıldım. O sarılı yeşili yaprak ruhum incitti. Yeşil ışığın yanması ile adeta start verilen halk, birbirini çiğneyerek yolun karşısına geçme yarışının başlaması ve onların peşinden sürüklenmem ile dikkatim de dağıldı, zira benimde en son isteyeceğim şey treni kaçırmaktı. Adımlarımı hızlandırmaya başladığım sırada Peygamberler Cami‟sinin avlusundan geçerken, üst üste yığılmış canlı çiçeklerden yapma siyah fon kağıtlarından çelenkleri görünce gayri ihtiyari dudağımı büzdüm. “Ne acı, bir ölüm vefalı bir de son bahar. İki damla yaşa ve bir siyah çelenge, Satılır hatıralar.” Hani bizi seven dostlarımız var ya işte onlar ancak mezarlığa kadar eşlik eder diye seslendi içimde ki bilge, sonra da cenazene katılamayacak kadar üzgün olan arkadaşlarımız vardır birde onlarda o afili çelenklerini gönderirler, tabutlarımızın yanına.. Sanırım burada verilmek istenen mesaj çok manidardı ama içimdeki bilge ile aynı dili konuşmadığımız ortadaydı. Üzerine çok da düşünmek istemedim aksi halde ne hikâyeler yazılır çizilirdi bu olaya. Çelenkten bir tomurcuk koparıp kulağımın arkasına saçlarımın arasına yerleştirdim. İste şimdi tam bir İspanyol kadını olmuştum kırmızı eteğimle... - Ah! benim zavallı çiçeğim, vefasızlıklarına kılıf uydurur gibi seni de açmadan koparmışlar dalından… “İronik, birileri ölür musalla taşına konur, diğerleri yeniden doğar bir kâğıt parçasına sarılıp solar” içimde ki küstah bilge susmak bilmiyordu. Yaşanan her olayda kendine bir malzeme çıkarıyor gibiydi. Kuş uçsa şiir yazacaktı sanki. Hem yürüyor hem de kendi kendime söyleniyordum, yine bu hayatı çok fazla ciddiye almıştım. İstasyona girdiğimde tren, tam zamanında kalkış düdüğünü bas bas öttürmeye başladı. Saatime baktım, zamana galip gelme edasıyla omuzlarımı silktim. Sanki neyi kazanmıştım? Zaten yaptığım her işte dakik ve sistemli olmuyor muydum bu neyin gururuydu. Hem annemden almamışıydım bu garip huyu. Yorgun raylar üzerinde kırmızı lokomotiflerin gürültülü hareketiyle çalışmaya başlayan kömür rengi trenden çıkan dumanlar ve o can alıcı siren sesi adeta ovada dörtnala koşan, boz atlara benziyordu. Kalbim de o atlarla birlikte koşarcasına çarpıyordu. İlk tren yolculuğum ve şaşkınlığım kondüktöründe dikkatini çekmiş olmalı ki anlamsız bakışlarına aldırmaksızın eteğimin ucunu kaldırıp bir hanımefendi edası ile merdiveni tırmandım. Boş bir kompartıman bulmak için ilerlerken birbirine sıkıca sarılan genç çifti görünce adımlarımı yumuşatıp ikisine de başımla selam verdim, kısacık bir an da olsa mutluluklarına, korkularına ve
heyecanlarına ortak ettiler beni, gözlerimin içiyle kucakladım onları… En sevdiğim şeylerden biri de hiç tanımadığım insanlara mutlu sonlu hikâyeler uydururdum. Çocukluğumdan kalma bir oyundu bu. Ama onlar benim yerime kendi hikâyelerini yazacaklardı bu yolculukta bu yüzden onları bu hikâyeden alıkoyan ne varsa el ele kol kola kaçacaklardı, kim bilir belki de bu tren bir çok şeye yeni bir başlangıç sunacaktı. Belki de hepimiz yeni şehirler, yeni insanlar ve yeni dertler edineceğimiz bir yola çıkıyorduk. Yaşlı tonton yol arkadaşımın karşısına oturuverdim o, pencereden torununa el sağlamaktaydı. Arada bir cebinden çıkardığı oyalı mendiliyle gözyaşlarını silip, “Allaha emanetsin oğulcuğum! ” diyordu. Onların bu hüzün dolu vedalarına ne kadar içerlesem de içten içe kıskanmıştım da. El sallayacağım, veda edeceğim sevgilim, uğurlayamaya gelecek bir ailem bile yoktu. Üzülüp ah vah edecek değildim elbette, çabucak kafamı sallayıp beynime hücum eden veremli düşünceleri savurup attım en uzağıma… El valizini bir kenara bırakıp pencereden akıp giden, sallanan ellere odaklandım gittikçe küçüldüler ve en sonunda bir nokta olup silindiler. Kimsesizliğimden sıyrılıp umuduma sarıldım sıkıca. Yeni şeyler öğrenecek ve yeni hikâyelerime ilham kaynağı bulacaktım. Lokomotifler ağır aksak dönerken rayları ağzında çiğniyor gibiydi. Sallanan elleri düşündüm, acaba gözyaşlarını silip çoktan yürüyüp gitmişler miydi? Belki de yeşil ışığın start vermesini bekliyorlardı kaldıkları yerden hayatlarına devam edebilmek için… Tonton yolcu arkadaşım yüzünden süzülen son gözyaşlarını da silip iyice yerleştikten sonra göz göze geldik, “Merhaba kızım” “Merhaba amcacığım” “Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” Ah ! bu soru, benim de yıllarca kendime sorduğum lakin hala bir cevap bulamadığım o can alıcı muhteşem soru... “Varlıktan geldik, yokluğa gidiyoruz be amcacığım” AH! Bu ne klişe, Bilge beni rezil etmeye devam ediyordu. Aha çattık der gibi şaşkın bakışlarının arkasından bembeyaz dişlerini ortaya çıkaran ağzı aralandı ve tatlı kahkahası ile birlikte gülüştük ağlanacak hâlime… “Peki ya siz nereye gidiyorsunuz, sizi torununuzdan ayıracak kadar mühim mi bu yer?” “Ah benim güzel evladım, bilmez misin sen, bu dünya hep bir ayrılık, hep bir gurbet yeridir.!” Bu cümle öylesine güçlü bir bağla bağladı ki bizi, işte bu uzun yolculukta en güzel yol arkadaşımı bulduğumu düşünmeye başladım. Bunun verdiği hisle bu yolculukta söylenecek lâl olmuş kelimelerin başlığını attık birlikte, anlaşmışçasına başımızı pencereye dönüp akıp giden manzara selini izledik sessizce. Pencerenin önünden bir nehir gibi süzülüp giden sarılı yeşilli kavak ağaçlarını, kayınları seyretmek için buğulanan camı elinin tersiyle sildi. Aramızda görülemeyen bir bağ bizi birbirimize sıkıca bağlamış sürekli göz göze getiriyor, bir şeyler söylemek, birbirimizi tanımak isteği ile dolup dolup taşıyorduk, ya da benim tarafımdan bu böyleydi. Merakla inceliyordu beni, benim onu incelediğim gibi. Adeta sessizliğin dili ile anlaşıyor kelimeler sıralıyorduk boşluğa.. “Artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler konuşabiliriz” diyor ya hani şair işte tam da böylesine bir hasbihaldi aramızda ki. Sessizlik, dinmek bilmeyen çığlıkların yankısıydı içimizde, uzayıp gidiyordu, gözümüzün değdiği her noktaya, bir armağan gibi bırakıyorduk hüznü ve kederi... Yüzümüz pencereye dönük, akan manzaraya hayretle bakıyor, bazen sarp dağların zirvelerinde gül gibi yeşermiş bulutları selamlıyor bazen yapraklarını öfkeli bir rüzgâr da kaybetmiş, ağaçların hüzünlü çehresine ağıtlar yakıyorduk. “Elimden kopartılıp çalınan bir sevdayı almaya kaldığım yerden yaşamaya gidiyorum evladım.!” Dedi. İçimde sevinçten dört köşe bir çocuk bas bas bağırıyor, eline kâğıt kalemini alıp masanın başına geçiyor. Sayfayı aralıyor…
MELİKE YURTTADUR
“Ya Rabbi! Miraca Şahitlik Ettirdiğin Kudüs'ün, Özgürlüğüne de Bizleri Şahit Kıl!”
DOST/LUK VE HÜRRİYET ÜZERİNE
Kalbimde bir dostu ağırlar gibi, dost için dostla beraber hürriyete ağlar gibi..
"İnsana dost olmak, fikre dost olmak, coğrafyaya dost olmak, tarihe dost olmak, kendi vücuduna dost olmak, komşuya dost olmak" diye sıralar Fethi Gemuhluğlu dostluk üzerine yaptığı konuşmasında.. Bu dostluklardan ikisi var ki, coğrafya ve tarih, diğer dostlukları da içinde barındırır bir yerde... Çünkü insan tarihine ve coğrafyasına dost oldu mu, kendisine de dost olmuştur aynı zamanda. Komşusuna da dost olmuştur. O coğrafyada filizlenen fikre de dost olmuştur. Dostluk ki, insanın taşıyabileceği en yüce haslettir. Gönül güzelliğidir, kalp iştiyakıdır. Bize gereken bir dosta el uzatmaktır, kalbin tahtına oturtmaktır onu. Gönlünü almaktır. İnsan bir coğrafyaya doğmuştur. İnsan coğrafyayı seçemez; coğrafya insanı seçer ve yetiştirir. Coğrafya kaderdir, der İbn Haldun bu yüzden. Bizi yetiştiren, besleyip büyüten bu coğrafya bizim kaderimizdir. Muhabbet olup damarlarımıza karışmış, etimizle kemiğimizle biz olmuştur artık. Sevdası sevdamız, davası davamız olmuştur. En yüce davası da hürriyette beka bulmuştur kuşkusuz. Nedir hürriyet? Tdk'da "her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi istencine, kendi yasasına, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi" olarak tanımlanır. Özgürlük, engellenmemiş olma; zorlanmamış olma halidir aynı zamanda. Bu aşk uğruna ölmek fiiliyle aralarında sonsuz bir mesafe bulunan milyonlarca insanın kalbi, bu topraklarda, toprağın altında toprak için atmaya devam etmektedir ve devam edecektir. Aldığımız nefesi bile "hürriyet" diye verişimiz bu yüzdendir işte. Çünkü toprağın hafızası hafızamıza karışmış, vatan ve hürriyet davası tarihin tozlanmayan sayfalarında daima tazeliğini korumuştur. Toprak artık vatan olmuştur. Biz hürriyet aşkını işte bu vatan toprağından aldık. "Hürriyet ve aşk: Bana bu ikisi lazım. Aşk için hayatımı, hürriyet için aşkımı feda ederim." der Macarlar. Biz de deriz ki hürriyet de aşktır bizim için. İkilik yoktur kalbimizde.. Coğrafyaya dost olmak, hürriyete dost olmaktır. Ve tarihe dost olmak.. Tüm zenginliğiyle, bereketiyle gelen tarihe bağlı olmak.. İçinde bulunduğumuz ana dost olmak, tarihe dost olmanın kopmaz bir uzantısıdır. Yaşadığımız ana sahip olmalı, onu tüm kirinden ve gürültüsünden arındırıp geleceğe taşımalıyız. Öyle bir vakti paylaşıyoruz ki, bazen inandığımız değerleri korumak güçleşiyor. An, elimizden kayıp gidiyor. Derin bir kararsızlık içerisinde bocalıyoruz. Oysa karar bellidir.
"Karar, istiklal üstünedir. Kavga, hürriyet üstünedir. Cidal, yaşamak üstünedir." Üzerimize sinen kararsızlık haleti ruhiyesinden biran önce kurtulmamız gerekiyor. İnandığımız o kutsal değer için, "hürriyet" için, Orhan Veli Kanık'ın dizelerinde bahsettiği yelken olmamız, balık olmamız, gerekirse su olmamız gerekiyor. "Görmüyor musun, her yanda hürriyet; Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol; Git gidebildiğin yere. " Tutsak edilmiş milyonların acısına ortak olmanın ağırlığı altında eziliyoruz. Biliyoruz ki, artık vaktidir zincirlerden arınmanın. Prangalar altına alınmış, hemdert kardeşlerimiz, komşularımız için, hürriyet meşalesini tutuşturmamız gerekiyor. Ateşimizin kaynağı bellidir. Yetiştirdiğimiz coğrafyadan kalbimize taşıdığımız cesaret, sahip olduğumuz inanç sönmez bir kaynaklık vazifesindedir. Bizlere düşen bunun farkına varmak, o ateşi yanmak pahasına avuçlamak, meşaleyi elden ele, diyar diyar dolaştırmaktır. Bizlere düşen gerekirse ateş olup yanmaktır. Özgürlük herkes içindir. En çok da yıllardır haklarından mahrum kalan ezan beldeleri içindir. Fani bir karanlık içerisinde oluşumuz ümidimizi köreltmesin. İçinden geçmekte olduğumuz tünel, aydınlığa olan inancımızı söndürmek bir yana, güzel günlere olan tutkumuzu artırmalıdır. Gemuhluoğlu'nun dediği gibi; "Hiçbir tünel ebedi değildir; ebedi olursa adına tünel denmez. Hiçbir tünel ebedi değildir." Biliyoruz ki hürriyet aşkıyla bağlı olduğumuz tüm dostlarla aynı inancı paylaşıyoruz; hürriyet haktır, güzel günler gelecektir.
HÜDANUR DEMİR
20
Allah‟ım! Ümmetin suskunluğunu Sana şikâyet ediyorum! Ben ki kocamış bir yaşlıyım. Kurumuş iki elim, ne kalem tutuyor ne de silah!.. Sesimle yeri inletecek güçte bir hatip de değilim!.. Ben ki saçları ağarmış, ömrünün son demlerinde, türlü hastalıkların yıktığı ve üzerinde zamanın belalarının estiği biriyim!.. Tek isteğim benim gibi, Müslümanların zaaf ve aczinden müteessir olanların yazmasıdır!..