d繹rt alt覺
fanzin
vanitas vanitatum sed omnia vanitas
nisan
dörtaltı fanzin. Fanzine of a down. Necdet Bozkır tarafından FaNzİn_42 diye tanımlanmış haşmetsiz neşriyat. Son olarak birkaç şey
daha söylememiz g
erekirse;
en yersiz coğrafyada, en imkansız zamanda, kötü geçen vizeler ve beklenildiği gibi gelmeyen ösym sonuçlarıyla bir fanzin çıkardık: dörtaltı. alın, okuyun, dağıtın ve hatta bize bir iyilik yapmak isterseniz izinsiz çoğaltın.
ortakbirhesap@gmail.com
UNUTMAYIS Bir mayıs sabahı. Güneş, şehrin eteklerine indi. Soydu attı. Denizin dalgalanması biraz duruldu. Martılar balkonda ekmek kırıntılarına ve çöplere dadandı. Korna sesleri düzene girdi. Yaşlı amcalar halı sahaya, delikanlılar camilere akın etti. Yollar duble, hastaneler randevulu oldu. Hiçbirini görmedim. Ceketim, bir ölünün emaneti. Saçlarım annemden. Kumaş pantolon babamdan kaldı. Aynada bir yüz. Tebessümünü deniyor. Benim yüzüm. Ayakkabılar boyalı. Açık mavi bir gömlek. Titreyen eller? Yok! Ellerim ilk defa terliyor. -
Abi, bana kargo var mı? Sen kimsin?
(Az önce anlattım ya!) Geç kalmak kader. Bu bir başlangıcın ilk adımı. Yarım saat geç atılan bir adım. Yarım yüz yıl beklenmiş de atılamamış bir adım. Kızcağız bekliyor. Gelenin içinden nasıl bir şeyler geleceğini. Gelen, yürüdüğü vakit yol aldığını düşünmüyor kızı görene kadar. O, bendim. -
Kargom gelecekti, İstanbul’dan. İstanbul’dan… Bakalım.
Sonra o oldum. Kışın bahara, nisanın kasıma dönmesi gibi. İçimde bir şey var. Bu, sen misin? Bilmiyorum. Belki sen, bilirsin. İçim de gözlerin gibi ela olsa… Şu ellerin, ne işe yarıyor… Hz. İsa’nın letafetinden bir şey kalmış olmalı. Yanında yürüyen bir geçmiş zaman cesedi var. Dokunsana. İçimden beyaz bir umman göğe zıpkınla tutunsa. O sen olsan? Hemen olsan! -
Biraz vakit alacak ama! Olsun! Ben beklerim.
Bekledim. Yine olsa yine beklerim. Sular köprünün altından bir daha akabilir. Güneş aynı şekilde yine doğabilir. Bu takvimler mayısı göstermeye mahkûm ne de olsa. Biz kaçsak da bir takvim kütüğü kaçış yollarımızı kapatacak. Namaz vakitlerinden önce güne bakılacak. Kargocu gözlerime üzülerek bakıyor. Kalp ihtiyacı olan birine nakledelicek kalbi ararcasına telaşlı. Al diyecek, bununla yaşa. Bu kalbimin canına can katacağını bilsem üzerimde taşır mıyım? Gün sonuydu. Güzel bir mayıs gününün sonu. Yürümekten kalbim yorgun düşmüştü. İki dağ birbirine çarpıp nasıl ses çıkarmaz, büyük bir savaş sonucu nasıl tek bir kişi yaralanmaz, bir çocuk istediğini alamaz ve nasıl ağlamaz, bunu düşündüm. Tekrar tekrar görsem, hayattaki tek dileğim bu olsa. Bir film perdeden kulise inse, seyircilerin arasında dolaşsa ve halk hikayelerinin içinde akıp gitsek… Sonu hep mutlu… Aşkın varlığını karşılamaya sevgili tek çare olamaz. -
Senin kargooo…
Zil çaldı. Her şeye geç kaldım. Bari derse yetişeyim.
fazıl cem
İki Round Bir Kelepçe Bella’ya…
Seyit Paşa Camii’nin önünde bekliyordum. Küçüklüğümde buraya Kuran kursuna gelirdim Elif ba öğrenmeye, öğrenmezdim. Mart ayından mütevellit, müezzin kedi kovalamak vazifesindeydi. Artık şadırvan günübirlik temizlenmiyor, kedi kovalanıyordu. Kulaklıklarımda Turgut Uyar anılıyordu. Onu, birçok insanın arasından ve bu mesafeden sarı çantası sayesinde tanıdım. Romantizm, realizme pek etki etmiyordu. Bilmem kaç numara miyop ve astigmat olmak ne demekti pek bilmiyorum ama öyleydim işte. Rüzgarı arkasına almış geliyordu, sigara içilmiyordu rüzgarla telef olmasın diye. O yaklaştıkça sigara içesim geliyordu ama. Yaklaştıkça kedi veya müezzin olasım, bütün geçmiş namazlarımı kılasım, yandaki tuvalete büyük diyerek girip, hiçbişey yapmadan çıkasım geliyordu. İşte her mesafeden güzeldi, her adımında seviyordum, adımlarını saymadan. -Hoşgeldin, dedim. -Hoşbuldum. -Kılınacak namazın yoksa caminin önünü kapatmayalım, gidelim. -Var da, ben evde kılıyorum, ucuza geliyor. -Peki öyleyse. Önce sol, sonra sağ ayaklarımız denkleşti, sonra da adımlarımız. Öyle yürüyorduk Müteahhit Musa Fer Caddesi’nde. Kararlaştırmadan Çamlıca Çay Evi’ne geldik, oturduk. Kadının biri kuşunu kaçırmıştı, sonra pencereden kendi de atladı. Kuş adına sevindik, çay içtik. -Benimle kaybolur musun, dedim. -Neden olmasın, hadi şu sokaklara girelim, dedi. Girdik. Sokak lambaları, sapanlarla avlanmış; apartmanlar, birbirlerine çok yaklaşmıştı. Bu sokaklar, akşamları daha karanlıktı böylece. Birden koluma girdi. Sustuk. Sol kaburgamın altında ilk round. Dlink! -Yani sadece bir eylem olarak gibi değil, dedi. -Peygamber kadar olamamak, müezzin olmaktan çok daha fazla işlevsel kıldı pankreasımı. -Bugün hiçbir şeyi unutmadın? -Balık yağı kullanıyorum, beş şişesi yüz liradan. Bu sırada alçak bir duvarın dibine çöktük. İki yakasından apartmanlarla tehdit edilen bir evde ilginç şeyler oluyordu. Önündeki polis arabasının kapıları açıktı. Bir mavi, bir kırmızı oluyorduk. Ben yeşili tercih ederdim mesela, kırmızı olmasa mavi de iyiydi aslında. -Bir polisi sarhoşken bile tanıyabilirim, dedi. -Ben öldüğümde karşımda bir polis olacak. -Çoğu insan zaten bunu bilir. Neticede karşıdaki evde de çok ölünmüştür. -Evet.
Nedense bizi film afişi gibi hissediyordum. Oysa karşıdaki evde çok silah vardı, biz öylece oturuyorduk. -Bir sabah seni görmedim. Sonra bir gece gökteydin. O gün de yağmur yağmamıştı. Sonra birden seni çok özledim, birden... seni seviyorum. -Ben de, dedi. Polisler önümüzdeydi, bizi birbirimize kelepçelediler. Bir kelepçeyle iki insan nasıl tutuklanırın kobayları gibiydik, polisler az öncekinin aksine hayli idareliydiler. Başlarımız eğildi, tutukluymuşuz. Dlink!
Necdet Bozkır
Kötü Çocuk Şiirler İnsanların uyanık olmadığı saatler Köpekler havlıyor havlar mart ayı afrodizyak kediler İçten saçmalamak ve etkili rezil olma yöntemleri yöntemleri Saat iki olmuşken dışarıda bir sarhoş bağırır seni üflüyorum şimdi Gecelerin gündüzlerinde daha cani gündüzlerin bu İnsanın İsrafil olası geliyor. Şimdi saat bilmem kaçı bilmem kaç geçiyor sen Uyanıksan ve ben oturmuş bunları yazar durulur Sen uyanıksın, ben uyanığım, biz uyanık değiliz Hatırlat da bir ara sana “seni üflüyorum” diyeyim Geceler bunları dile getirirken yaratmış Allah geceleri İki dört altı dokuz on o n b i r On iki diye başladığım onikinci mısra bozuktur bir hayır Çalışıyorken olmuyorsa çalışmadan olmasını denemek hiç de mantıklıdır Gece saat bilmem kaç tek gram uyku yok ve şehvet Seni düşününce erkekliğimden utanırım lütfen beni erkek ilan et Bütün kadınlardan soğuyorum bir çocuk aşık olduğunu sandığından itibaren Bu iş çoluk çocuk işi değil bir bilsen ağlamıyorum Elbet geleceği düşünüp sövmek hem en büyük sövüyorum hem hakkım Gözündeki hüznü bana çevir ben de müsaade alayım hayattan beri Yazdıklarım umrumda değil hissettirebildiklerimi hissizlik Anlamanı beklemezken anlayışsızlık beklemek ters Düşer çöp arabaları çöp toplar çöpleşe-bile-bilmek gerek Yazdım yazdıkça çift kenti bir bir aza ettim Ruhum ruhsuzluğumu paradoksla zır zırvalattı gerçek şiirin de içine’t Mişın feyld yazan simülasyon şiirler. Ters bir yelkovanla yatar tüm zamansız akrepler
dihacuM nisaY
RÜZGARA KARŞI SİGARA YAKMAK İbrahim Turan "Kendimizle oynayan güçsüz mahluklarız biz, yaptırımla ödülü gönlümüzde barışık tufan. Mesafemiz kuyruğumuzla başımız arasında gider gelir, dehşetli sevincimiz bulunca ayrılmazlığını yengimizle yenilgimizin." İngilizce dersler verilen bir okulda okumuş, duyarlı olmaya zorlanmış, elbisesinin içinde küçülmemeyi zar zor öğrenmiş, cumhuriyet idealizmi ile büyüyememiş bir kadın çocuğu andırır Nilgün Marmara. Projelerin yarattığı başarısız bireylerin hüznü değildir oysa hüznü. Daha derinde, daha anlaşılmaz, sadece hissedilebilir ve farkına varılabilir hüzün. Öyle bir hüzün ki içinizi jiletliyor. Öyle bir savruluş ki savrulmada politikliği buluyor. Kusursuz nihilizmi ile yazılan şiirleri dün olduğu gibi, bugün de avaz avaz bağırmakta. Sigarasını rüzgara karşı yakmaya çalışmaya devam etmekte. Görmek ve bilmek isteyenlere, denemek ve anlamak isteyenlere Ölümü bugün bile konuşulmakta. Belki de bizde ilk olduğu için; ilkin zevkli, günahkâr ve utanmazlığı ile ölümü popülerleşebildi. Doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü, haklı ya da haksız. Kime ve neye göre? Kuşlar ses etmedi ardından çünkü. Çok sevdiği, "onlara iyi bakın" dediği kuşlar,serçe gibi bir kadının gidişine ses etmedi. Kuşlar ses etmediyse bize Nilgün Marmara'yı ve Nilgün Marmara şiirini anlamak düşer. Okumak ve anlamak. Anlamaya çalışmak düşer. Çünkü Nilgün Marmara, Ece Ayhan'ın da dediği gibi "en sivil" şairimizdir. Sivillerin en başıdır. Hayat denen iktidara boyun eğmektense, ölmeyi yeğleyecek kadar sivildir. Onun şiirinde varoluşuna keskin bir başkaldırış vardır. Anlatılmayı beklemez, anlatmaya çalışsan betimlenemez. Sadece hissedilebilir. İyi şiir de bu değil midir zaten? Ve her iyi şair en sonunda kendini öldürmez mi manen ya da maddi olarak? "Sylvia Plath'ı n Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi" adlı tezini yazması, yaşamı boyunca içten bağlı kalması Sylvia Plath'ı n şiirine ve en sonunda tıpkı onun gibi ölüvermesi tesadüfi değildir. Tamamen planlanmış ve tamamen politik bir karadır. Nasıl çocuklarının odasına süt ve kurabiye götürüp, sesini çıkarmadan ölümüne yürüdüyse Sylvia Plath, Nilgün Marmara'n ın da balkonundan atlarken bağırmadığı söylenir. Bu kadınların ölümleri bile sessiz birer şiirdir. Ne açık bir mesaj ne de bir şey anlatma derdi. Sessizlikte yatan şiir. Ve "Sylvia Plath'ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi" kitabının üçüncü bölümünde bir alıntıyla başlar: "Kayıtlarımız genellikle resmen saklanacak kadar değerli görülmez." (A.Rich) Oysa Nilgün Marmara'nın Sylvia Plath ile birlikte bu kategoriden ayrıldığını içtenlikle söyleyebiliriz. Bunun ne ölümleriyle, ne de popülerleşen ölümleriyle (ikisini ayırma gereği duyuyorum) bir ilgisi vardır. Onları ayıran bizatihi şiirin kendisidir. Şiirlerinin kendisidir...
Şekillenmiş gözleri ve tınıları, suni kokuları ve tatları, belki de en önemlisi hissiz dokunuşları bir araya getirdiğimiz zaman ortaya bir “şey” çıkıyor. İşte bu “şey”in karşısında ise meczup bir dert insanı duruyor: Andrei Tarkovski. Bu dert ile dertlenmiş, meydan okuyabilmiş, eline kalemini ve kamerasını alabilmiş, seyyah olup âlemi gezebilmiş nadir insanlardan. Sırra nail olmuş, yani bilmiş, olmuş ve yanmış… Bize o “şey”i altüst edebilmemiz için fısıldamış, cesaret vermiş, umutsuzca gözlerimizde umut ışığı aramış. Yıkılmış… Yıkılmış… Yıkılmış… Diretmiş… Olanın arkasındaki gözün görmediğini işaret etmiş. Elleriyle avuçlayıp gözlerimize sokmadan hissettirmeye çalışmış, yani sezdirmeye. Telaşı, kaygıyı, sürati dayatan bir hayat, her saniye içi kıyılan insan ve bu hayatın sanatı ve sineması karşısında filmleriyle, sözüyle, bakışıyla, çığlık olmaya çalışan bir yönetmen. Tüketilebilen bir sanat, insanın varoluş amacı hakkında ne söyleyebilir? 1956, 1959, 1961, 1962, 1966, 1972, 1975, 1979, 1983, 1983, 1986,
Ubiytsy/Katiller Segodnya Uvolneniya Ne Budet/Bugün Kimseye İzin Yok Katok i Skripka/Silindir ve Keman Ivanovo Detstvo/İvan’ın Çocukluğu Andrey Rublyov/Andrei Rublev Solyaris/Solaris Zerkalo/Ayna Stalker/İz Sürücü Tempo Di Viaggio/Yolculuk Zamanı Nostalghia/Nostalji Offret/Kurban
Çağlar Aru
Ölü Yaşa –yor –mak Babanı çok seviyorsun Dünyadaki bütün babalar Ben de seviyorumama aması farklı Baban babalık yapar baba gibi yaşar gider Biz babamla birbirimizi tekfir ediyoruz karşılıksız Her şeyin babalar için olduğu bir alemde Müslümbaba öldü Klasik müzik çaldı, arabesk gömüldü Tümçakallar özgürleşti dağdaki çoban dürüldü Dokuzuncu senfoni çaldı çalarken Dokuz senfoni sen baban Anma ile hatırlatma arasındaki farkı öğretiyor Sevgilim sana sevgilimdiyemiyorum Sevgi ile li çok fark ediyor Sensiz ben ben değilim Ölü -yor Yaşa -mak dihacuMnisaY
Seni öpemiyorsam dirseğimden farkın ne? Seni öpemiyorsam dirseğimden farkın ne? Seni öpemiyorsam dirseğimden farkın ne? Seni öpemiyorsam dirseğimden farkın ne? Seni öpemiyorsam dirseğimden farkın ne? Seni öpemiyorsam dirseğimden farkın? Seni öpemiyorsam dirseğimden
(b-b-başarır)
Her
şey
rampalıda B/İTTİ…
SON
Anneeeee! Bit’tiiiiii…
nafilenin nafilesi her şey nafiledir
ikibinonüç