Dünya ve islam sayı 5

Page 1

DÜNYA VE İSLAM GAZETESİ’NE

ABONE OLUN Ad: Soyad: İlçe: Şehir: Posta Kodu: Telefon: Mail: Adres:

Abone Olmak İçin PTT Bank 05938727 Hesap Numarasına 60 TL. yatırıp, dekont fotokopisini, abone formuyla faks numaramıza veya mail adresimize gönderiniz.

İletişim Adresi: Darcan Sokak No: 18/1 Mecidiyeköy / İst. Tel: 0212 212 03 06 Mail: abone@dunyaveislam.com

Gazetemizi Temin Edebileceğiniz Yerler: İz Yayıncılık / Mephisto Kitabevi İstiklal Cad. ve Kadıköy / Kitabevi Yayınları Cağaloğlu / Ağaç Kitabevi / İnkilab Kitabevi, İnsan Kitap / Eylül Kitabevi / Özgün Yayıncılık / Madve yayınları / Ankara Orient Kitabevi, Ankara Kurtuba Kitabevi, Ankara Birleşik Kitabevi, Ankara İhtiyar Kitabevi, Samsun Ebabil Kitabevi, Trabzon Yolcu Kitabevi, Trabzon Beşikçi Kitabevi, Trabzon Çağrı Kitabevi, Van Vakıf Kitabevi, Adana Alfabe Kitabevi, Adana Şadırvan Kitabevi, Bursa Gaye Kitabevi, Bursa Seriyye Kitabevi, Konya Nüve Kültür Sanat, Konya Hüner Kitabevi, Kayseri Akabe, Sivas İstanbul Kitap, Adıyaman Çağrı Kitabevi, Erzurum Birey Üniversite Kitabevi, Malatya Fidan Kitabevi, Rize Önce Kitap, Sakarya Değişim Kitabevi

internet satış: www.kitapyurdu.com.tr

Reklam vermek İçİn:

0537 276 62 00

reklam@dunyaveislam.com facebook.com/Dunyaveislam

twitter.com/dunyaveislam


DÜNYA VE İSLAM GAZETESİ’NE

ABONE OLUN Ad: Soyad: İlçe: Şehir: Posta Kodu: Telefon: Mail: Adres:

Abone Olmak İçin PTT Bank 05938727 Hesap Numarasına 60 TL. yatırıp, dekont fotokopisini, abone formuyla faks numaramıza veya mail adresimize gönderiniz.

İletişim Adresi: Darcan Sokak No: 18/1 Mecidiyeköy / İst. Tel: 0212 212 03 06 Mail: abone@dunyaveislam.com

Gazetemizi Temin Edebileceğiniz Yerler: İz Yayıncılık / Mephisto Kitabevi İstiklal Cad. ve Kadıköy / Kitabevi Yayınları Cağaloğlu / Ağaç Kitabevi / İnkilab Kitabevi, İnsan Kitap / Eylül Kitabevi / Özgün Yayıncılık / Madve yayınları / Ankara Orient Kitabevi, Ankara Kurtuba Kitabevi, Ankara Birleşik Kitabevi, Ankara İhtiyar Kitabevi, Samsun Ebabil Kitabevi, Trabzon Yolcu Kitabevi, Trabzon Beşikçi Kitabevi, Trabzon Çağrı Kitabevi, Van Vakıf Kitabevi, Adana Alfabe Kitabevi, Adana Şadırvan Kitabevi, Bursa Gaye Kitabevi, Bursa Seriyye Kitabevi, Konya Nüve Kültür Sanat, Konya Hüner Kitabevi, Kayseri Akabe, Sivas İstanbul Kitap, Adıyaman Çağrı Kitabevi, Erzurum Birey Üniversite Kitabevi, Malatya Fidan Kitabevi, Rize Önce Kitap, Sakarya Değişim Kitabevi

internet satış: www.kitapyurdu.com.tr

Reklam vermek İçİn:

0537 276 62 00

reklam@dunyaveislam.com facebook.com/Dunyaveislam

twitter.com/dunyaveislam


ABD Neden Yüzünü

Gizemi Çözmeye Yönelik Bir Girişim

Rabia Kader

UZAKDOĞU’YA DÖNÜYOR?

RUSYA NE İSTİYOR?

‘MÜSLÜMAN ÜLKELER ÇİN’E DUR DEMELİ’

03

04

16 yaklaşıyor yaklaşmakta olan

www.dunyaveislam.com

SAYI: 5 / NİSAN - MAYIS 2013 / 10 ¨

İsrail'in özür dileyişi ne kadar gerçek, ne kadar simülasyon?

Apology!

ertesi günü direnişle karşılaşmayan İngilizler şehre girmişlerdir. Osmanlıların şehri sonuna kadar müdafaa etmeme sebebi, şehrin tahrip olmasına engel olmak istemeleridir. Neticede Hıristiyanlar, 730 yıl sonra yeniden Kudüs’ü ele geçirmiş oldular. Kudüs’ün alınması Hıristiyan dünyasında tören ve nümayişlerle kutlandı ama asıl kutlamayı yapan Yahudiler, o gün için seslerini fazla yükseltmedi. İngilizler, şehrin her üç din için mukaddes kabul edilen yerlerine müdahale etmeyip, bu yerlerin korunmasını yine müntesiplerine bırakarak tarafsız gibi davranmaya çalışmışlarsa da, Yahudilerin gizli ve açık gayretleri, bölgeyi bir kan ve gözyaşı deryası hâline getirmekte gecikmeyecektir. Nitekim Çanakkale Savaşı’nda İngilizlere müthiş bir şekilde para yardımı yapan, yetmeyip cepheye birlik gönderen Yahudiler, daha o zamanlarda İngilizlerden Kudüs’te toprak sözü alma gayretine başlamış, Avrupa’da Dreyfüs olayından derinden etkilenen Theodor Herzl’in II. Abdülhamit’ten alamadığı sözü bölgenin yeni sahipleri olacak İngilizlerden almayı başarmışlardı. Filistin’de ilk işgalin yapıldığı 1948’e giden yolun 1915’te Çanakkale’den geçtiğini söyleyebiliriz.

YUNUS EMRE TOZAL

S

öze Yahudi asıllı Alman şairi Erisch Fried’in şiiriyle başlayalım: “Dinle ey İsrail! Üstünüze çullandıklarında ben / Sizden biriyim / Şimdi başkasının üstüne çullanırken / Nasıl sizden biri olabilirim?...” Ortadoğu’da sürekli kanayan, durmayan ve durmayacağı, kolay kolay kapanmayacağı gözüken bir yaranın ortasındayız. Tarihsel süreci boyunca semavi dinlerin ana vatanı olduğu için dikkat çeken Ortadoğu, Sanayi Devrimi’nden sonra da petrolün değeri anlaşılınca ve en zengin petrol yataklarının Ortadoğu’da olduğu ortaya çıkınca yeniden önem kazanmış, bölgeyi sömürmek isteyen Batı’nın ve Amerika’nın bir nevi politika üretme platformu ve güç gösterisi haline dönüştürülmüştür. Bir ay kadar önce Filistin’e yaptığımız ziyaretimizde hem Kudüs’ü, hem Eriha ve Yafa’yı, hem de El Halil’de yaşananları gözlemledik ve analizler yaptık. Konuştuğumuz gazeteciler, Türkiye’nin Filistin’den nasıl anlaşıldığına, nasıl bakıldığına dair hem tespitler yaptılar, hem de neler yapılabileceğine dair görüşlerini belirttiler. Yazımızda özellikle Filistin’de ve genel olarak Ortadoğu’da yaşanan süreci anlatıp, Kudüs’e ve Mescid-i Aksa’ya değineceğiz. Bugün Mescid-i Aksa’yı kimlerin nasıl ve hangi psikolojiyle koruduklarını da Kudüs’te eski şehrin içinde Filistinlilerin kurdukları “Buruc-u Lak Lak Derneği” vesilesiyle anlatacağız. Filistin’de yaşananlar, İslam dünyasının hemen her ülkesinde yaşananların bir özeti gibidir, o yüzden Kudüs’te yaşananlar, İslam dünyası olarak hepimizin birer hazin bir fotoğrafıdır. Bu fotoğrafa bir bütün olarak ne kadar doğru analiz edebilirsek, Filistin’e dair o kadar doğru tahliller yapabilme imkanımız artacaktır. Uluslararası ilişkiler nezdinde değerlendirildiğinde, yüzyılımızın en karmaşık konularının başında Filistin’deki sorunun geldiğini söylemek mümkündür. Filistin’in bulunduğu bölge, jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik açılardan değerlendirildiğinde, gerek bölge ülkeleri ve gerekse küresel güç odakları açısından oldukça önem arz eden bir bölgedir. Bu açıdan bölgede her zaman bir kaos ortamı mevcut olmuş, Filistin’in toprakları I. Dünya Savaşı’ndan çok daha önce, Osmanlı’nın çöküşüyle birlikte önem arz etmiş ve konuşulmaya başlanmıştır. Bu yüzden Filistin’deki toprak paylaşımı sorununu bölgesel değil, evrensel bir sorun olarak görmek gerekir ki, sadece iki taraflı değil çok taraflı bir sorun olma özelliğinden dolayı neredeyse tüm dünyayı ilgilendiren bir sorun haline gelmiştir. Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun belirttiği üzere İsrail’in bölgenin jeokültürel ve demografik dokusuna dışarıdan yabancı bir unsur olarak müdahil olması, sorunun bel kemiğini oluşturmaktadır. Siyasi ve ekonomik boyutlarla örtülmeye çalışılan Filistin’deki sorunların kalbinde aslında Kudüs

İSRAİL ÖZRÜNün GERÇEKLİK DEĞERİ Ali Öner

12

Kudüs’teki İşgal ve Utanç Duvarları Filistin’de bugün 6 milyona yakın Yahudi, 6 milyon 200 bin civarında da Filistinli Müslüman Arap yaşamaktadır. Toplam nüfusun % 2’sini Hıristiyanlar oluşturmakta, Hıristiyanların tamamına yakını Kudüs’te ikamet etmektedir. devamı 6. sayfada...

gerçeği yattığının aslında tüm Müslümanlar olarak hepimiz farkındayız. Bu yüzden Kudüs’ün işgali ve gerçek statüsünün belirlenmesi, sadece sorunun aktörleri olan Filistin ve İsrail’i değil, Arapları ve İslam âlemini de doğrudan ilgilendirdiği gibi soruna taraf olmamaya çalışan ama müdahale eden Hristiyan dünyası da, Kudüs’ü kendilerine çekmeye çalışan politikalar üretmektedir.

1948 Filistin işgaline giden yol, 1915’te Çanakkale’de başladı Lloyd George’un başbakanlığındaki İngiliz savaş kabinesinde Dışişleri Bakanı olan Althur Balfour’un girişimiyle başlatılan ve Filistin’de “ulusal yurt” sözü alan Yahudiler, Balfour Deklarasyonu (1917) ile Filistin’de İsrail’in kurulmasıyla süreci sonuçlandırmış, bölgenin, I. Dünya Savaşı sonunda İngiltere’nin eline geçmesi ile bu ülke üzerindeki baskıyı arttırmışlardır. BM Genel Kurulu’nun Kasım 1947’de Filistin’de biri Arap diğeri Yahudi iki devletin kurulması şeklindeki kararı doğrultusunda, 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin ilanı ile ilk Arap-İsrail savaşı başlamış oldu. Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Irak kuvvet-

18

“ARAP BAHARI” NEDEN DİĞER ÜLKELERE UĞRAMADI?

Bülent Şahin Erdeğer

leri bu ülkeye saldırdılar. Yaklaşık bir yıl süren savaş sonucu İsrail, sınırlarını ikiye katlayarak uluslararası tanınan sınırlarına ulaşmıştır. Çanakkale, sonuçlarıyla hem yaşandığı anda, hem de sonraki süreçte devletlerin kaderini etkilemesi açısından çok önem taşıyan bir savaştır. Elbette kendine özgün bir savaş değildir, I. Dünya savaşının bir cephesidir, ama Çanakkale Savaşı olduktan sonra I. Dünya Savaşı’nı etkilemiş, sonuçlarıyla da birçok milletin tarih sahnesinde kaderini tayin ederek özel bir savaş haline gelmiştir. Çanakkale savaşında Sion Katır Birliği adındaki Yahudi birliği, İngilizlere nakliyat konularında yardım etmiş, gelecek için asıl amaçlarına ulaşmışlardır. Yahudiler, İngilizlerin I. Dünya Savaşı’nın Filistin Cephesi’nde başarıya ulaşacağını, Kudüs’e gireceğini tahmin edebiliyorlardı. Nitekim kanal bölgesinde cereyan eden Türk taarruzları İngilizler tarafından püskürtülünce, Sina Çölü kontrol altına alınarak Filistin zorlanmaya başlamıştı. Türk ve Alman kuvvetlerinin meydana getirdiği Yıldırım ordularının dirençleri düşmüş, İngilizlerin sayıca çok fazla insan ve malzeme açısından desteklenmesi güç dengelerini değiştirmişti. 8-9 Aralık (1917) gecesi Osmanlı kuvvetleri Kudüs’ü boşaltmışlar,

SURİYE DİRENİŞİ 3. YILINA GİRERKEN

Osman Atalay

19

OSMANLI DÖNEMİNDE SİGORTACILIK

Fatih Kahya

22


02

www.dunyaveislam.com

Arap Baharı

İSRAİL’E DE SIÇRADI

AYHAN YILDIRIM

ayhanyildirim_41@hotmail.com

İ

srail Arap Baharı’nın etkisiyle milli egosunu aşarak soğuk savaş dönemine ait davranış kalıplarını kırdı ve Türkiye’den özür diledi. Özrün arkasında duygusal bir pişmanlık ve nedametten ziyade ABD pragmatizmi ve İsrail’in geleneksel ulusal çıkara dayanan rasyonel dış politika anlayışı yer alıyor. İsrail tarafından Mavi Marmara Gemisi’ne yapılan saldırının ardından gemide bulunan dokuz insanını kaybeden Türkiye meseleyi uluslararası platformlara taşımış ve İsrail’i bu pervasız saldırısından dolayı suçlayarak tazminat ve özür dahil bir takım taleplerde bulunmuştu. Buna karşın İsrail Türkiye’nin suçlayıcı tavırlarına karşı, karşı-argümanlar ileri sürerek özürden kaçınmış ve hiçbir pişmanlık emaresi göstermeme yoluna gitmişti. Fakat Türkiye’nin bu yöndeki ısrarı İsrail’in Uluslararası dış politika kulvarındaki faaliyetle-

rini tökezletiyordu. İçeride Dışişleri Bakanı Ehud Barak’ın öncülüğünde sesli bir şekilde dillendirilmeye başlayan özür dileme yönündeki değerlendirme ise iç politikada İsrail’in eski alışkanlıklarının ve davranış kalıplarının sorgulanmasına yol açıyordu. Bir yandan Başbakan Netanyahu’nun özre karşı çıkan mütekebbir tavırları İsrail’de terör ve tedhişle anılan kuruluş dönemi nostaljisini parlatırken karşı tarafta basının liberal önde gelen gazeteci ve aydınlarının özür dilenmesi gerektiği yönündeki rasyonel ve pragmatist yaklaşımları, İsrail’in iç politikada gerilmesine yol açıyordu. Söz konusu tartışma zeminin İsrail’in kimlik ve meşruiyet algılarının değişimi yönünde seyretmesi bir anlamda İsrail’i, şekillenen yeni Orta Doğu haritasını ve bu haritanın dayattığı değişim ve dönüşüm rüzgârlarını, alışkanlıklarının dışında, farklı bir perspektifte okumaya zorladı. Arap dünyasında Tunus’la başlayan ve domino etkisi yaparak diğer Arap ülkelerine de sıçrayan Arap Baharı, şeffaf yönetim, katılımcı ve özgürlükçü demokrasi, serbest piyasa gibi bir dizi yönetim

ilkesini beraberinde taşıyordu. Devrilen Arap rejimlerinin yerine kurulan yeni rejimler halklara daha fazla özgürlük ve katılımcılık hakları tanıyordu. Gelen baharla birlikte söz konusu Arap ülkelerinde oluşan yeni hava artık işlerin eskisinden farklı olacağının sinyallerini de veriyordu. Arap dünyasında baş gösteren bu süreci sessizce yakından takip eden İsrail, nihayetinde bu sessizliğini bir gün bozacaktı. İsrail’in şekillenen bu yeni Ortadoğu denklemine karşı suskunluğunu bozabileceği en elverişli konu Türkiye’den özür dilenmesi ve tazminat ödenmesi meselesi olarak görülüyordu. Nitekim ulusal çıkara dayalı rasyonel dış politika yapımında oldukça başarılı bir geçmişi olan İsrail bu rasyonel yaklaşımına Amerikan pragmatizmini de dahil ederek kurulan yeni dengede konumlanma ve rol kapma yolunu seçti. Geçtiğimiz yıl ABD’deki on altı istihbarat örgütünün birlikte kaleme aldıkları bir raporda İsrail’in 2022 yılına ait dünya haritasında yerinin olmadığı yönünde saptamalar yapılıyordu. İsrailli yetkililer tarafından merakla okunan rapor her ne kadar

İsrailli yöneticiler açık etmeseler de ülkede derin bir endişeye yol açmıştı. Aslında İsrail bu korkuları sürekli derinden hissediyordu. Konumlandığı Ortadoğu’da hemen hemen hiçbir dostunun olmaması gerçeği İsral’in sürekli bir güvenlik devleti olmaya zorluyordu. Elbette bölgedeki İsrail algısının oluşmasında en önemli etken de yine İsrai’in kendisiydi. Yıllarca Filistinlilere karşı uyguladığı vahşice politikalar sadece Arap ülkelerinde değil bütün İslam dünyasında kendisine yönelik olumsuz tepkilerin ve algıların oluşmasına yol açıyordu. Evleri yıkılan, yerlerinden ve yurtlarından edilen Filistinlilere yapılanlar dünya kamuoyunun gözleri önünde pervasızca gerçekleşiyordu. Gazze saldırısı ile bütün dünyanın sabrını zorlayan İsrail saldırı sonrası uyguladığı acımasız abluka ile de düşmanlıkları üzerine çekiyordu. Gazze’ye uygulanan gayri insani ablukanın kaldırılması amacıyla yola çıkan Mavi Marmara Gemisi’ne yönelik saldırı ise İsrail’in küstahlığının ve pervasızlığının ne boyutlara ulaşabileceğini bütün dünya kamuoyuna açık bir şekilde göstermişti. Çevresi düşmanlarla sarılı İsrail, korkularını aşırı güvenlik politikalarına tahvil ederek aslında rasyonel dış politika yaklaşımının ne kadar da kısa erimli olduğunu gösteriyordu. İşte bütün bu olumsuz ortamın içerisinde ciddi bir maliyet analizi yapan İsrail ABD’nin de teşvikleriyle sonunda Türkiye’den özür dilemeye ve tazminat ödemeye karar verdi. Aslında İsrail Kamuoyu bu özür için bir müddettir hazırlanıyordu. İyi polis, kötü polis taktiği ile Ehud Barak ve arkasındaki Liberal aydınlar özür dilenmesini salık verirken karşı tarafta yer alan başbakan ve şahinler kanadı asla özür dilenmemesi yolunda bir söylemi dile getirerek kendi insanlarını bir anlamda özüre de hazırlıyorlardı.

İsrail’in özrünün arkasında son zamanlarda sürekli dile getirilen İsrail’in Mursi rejimine yaklaşarak meşruiyet krizini sonlandırma çabalarının akamete uğramasına dikkat çekenler de var. Bu görüşe göre İsrail bölgede Filistinlileri kontrol etmesi ve İsrail’in statüsüne meşruiyet kazandırması için önce Mısır’a göz kırptı fakat Mursi iktidarının buna pek de yanaşmadığını fark edince rotayı birden Türkiye’ye doğru çevirdi. Bu yaklaşıma göre İsrail Mısır’dan tamamen ümidini kesince Arap dünyasında her geçen gün imajı yükselen Türkiye’ye yöneldi. Türkiye ile yakınlaşmasını temin edecek en önemli konu ise özür ve tazminat ödenmesi meselesiydi. İsrail ulusal çıkarlarını milli egosunun önüne koyarak Türkiye’den özür diledi. İsrail’in özrünün sebepleri sıralanırken ABD faktörü asla ihmal edilemez. Kuruluşlundan beri İsrail’in hep menfaatleri doğrultusunda politikalar benimseyen ABD bugün de İsrail’i özre zorlayarak İsrail’in bölgedeki geleceğini garantiye almak istemiştir. Türkiye kamuoyunda İsrail’in özrüne yönelik değerlendirilmede genellikle bu özrün pişmanlık, nedamet özrü olduğu yönünde bir kanaat var. Fakat İsrail bu özrünü pişmanlıktan dolayı değil bilakis ulusal çıkarları için dilemiştir. Özrün bir diğer sembolik anlamı ise Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Komşularla sıfır sorun” başlığı ile gündemimize soktuğu dış politika yaklaşımının bir müddettir zora giren imajını kurtarmış olmasıdır. Barışçıl yaklaşım, müzakerecilik ve proaktif dış politika nitelemelerini haiz bu stratejinin İsrail’in özrü ile birlikte uygulanabilirliği ve gerçekçiliği noktasında kuşkular izale edilmiştir.

www.dunyaveislam.com facebook.com/Dunyaveislam twitter.com/dunyaveislam


03

www.dunyaveislam.com

ENGİN DİNÇ dinc.engin@gmail.com

D

ünya’nın dengeleri uzun tarihi boyunca sürekli değişerek devam ediyor. 20. Yüzyıl’ın başlarına Avrupa ülkelerinin hakimiyetiyle girilmişti. Yüzyılın ortalarında Soğuk Savaş başladı ve iki küresel güç ABD ve SSCB’nin belirlediği şartlarda yeni bir dünya düzeni ortaya çıktı. Komünist bloğun yıkılmasıyla 90’lı yılların başında ABD dünyanın tek küresel gücü kabul edilmişti. Ancak özellikle 2008 yılında Avrupa ve ABD’yi sarsan ekonomik kriz sonrası bugün gelinen noktada bölgesel paktlar ve güç odakları daha ön plana çıkmış bulunuyor. Bugün AB, ŞİO, ASEAN ve NAFTA gibi ekonomik ve kısmen siyasal entegrasyon arayışları artmış durumda. ABD’nin ise artık dünyadaki her gelişmeyi değiştirebilecek hegemonik gücünden yavaş yavaş uzaklaştığı gözlemleniyor. 20 trilyon dolar civarındaki dış borcuyla ABD, dünyadaki en büyük askeri ve ekonomik güç olmayı sürdürse bile daha çok yaralı bir aslan görüntüsü çiziyor. Bu görüntünün farkında olan ABD halkı ise dış politikayı önceleyen bir yaklaşımdan ziyade ülke içindeki olumsuzlukları giderebilecek; ekonomiyi düze çıkaracak, sağlık, hukuk, eğitim gibi alanlarda bugüne kadar görmezden gelinen ve giderek büyüyen sorunları çözüme bağlama umudu vadeden Barack Obama’yı iki dönemdir iktidara taşıyor. Obama iktidarının ilk döneminde Irak’ta ki askerlerini çekme sözü vermişti ve bunu yaptı. Obama yönetimi, ABD’nin 11 Eylül olaylarından sonra yeniden bir ülke inşa etme iddiasıyla girdiği Afganistan’dan 2014’te çekileceğini ilan etti. Obama yönetiminin dış politikada öncelikleri de giderek değişiyor. Aslında bu değişim George W. Bush döneminde başlamıştı. Ancak yüksek sesle dillendirilmiyordu. Dünya’da ekonominin merkezinin giderek Asya-Pasifik ülkelerine kaydığı gerçeğinden hareketle ABD yönetimi de önceliğini bu bölgeye kaydırma konusunda adımlar atıyor. Obama seçildikten sonra yaptığı konuşmada, küresel anlamda El Kaide ile mücadelelerinin sürdüğünü belirtirken, Trans-Pasifik hattına yönelik hedeflerinin işaretlerini net olarak verdi. Bu konuda Obama’nın ikinci kez seçilmesinin ardından ilk ziyaretini İsrail’e yapmasının farklı algılara yol açmaması gerekiyor. Zira bu ziyaret daha çok ABD’nin Ortadoğu’daki durumu stabilize etme çabası olarak görülebilir. Ortadoğu ABD için vazgeçilemez bir alan. Büyük enerji kaynakları ve tabi İsrail’in varlığı bu bölgeyi ABD için vazgeçilmez kılan özelliklerin başında geliyor. Ancak mevcut istikrarsızlığın daha fazla sürdürülememesi de ABD için bir açmaz oluşturuyor. Bu şu demek, İsrail’in şımarık bir çocuk gibi sorun çıkartması artık istenmiyor. Dolayısıyla Mavi Marmara olayı dolayısıyla İsrail’in tarihinde ilk kez bir ülkeden yani Türkiye’den açık açık özür dilemesi, ABD’nin bu ülkenin şımarıklıklarına daha fazla tahammül etmeyeceğinin bir göstergesi. ABD elbette İsrail’i bu bölgedeki kendi tehdit algısına uygun tehditlerden koruyacaktır. Ancak bu İsrail’in mesela İran gibi önemli bir güce saldırmasına izin vereceği anlamına gelmiyor. İsrail’in İran’a yönelik saldırgan açıklamaları Obama’nın ziyaretinden sonra daha da net anlaşıldığı gibi olsa olsa iç politikaya yönelik söylemler olabilir. Ayrıca ABD, İsrail’den yeni yerleşim yeri açmamasını da isteyerek, Filistin meselesinin bir yerde sona ermesini istiyor. Bu açıdan da kendi kontrol edebileceği bir özgür Filistin devletine olur veriyor. Suriye konusunda çok aktif bir şekilde ön plana çıkmaması ve Libya’da olduğu gibi geri planda kalarak olayların çözümünde rol almak gibi bir yaklaşımı da var ABD’nin… Irak ve Afganistan’da olduğu gibi maceralara girmekten çekinmesi bir yana, bölgesel güçler aracılığıyla bu bölgedeki etkinliğinin sürmesini amaçlıyor. Bu anlamda Türkiye’nin giderek ön plana çıkması ve Katar ve Suudi Arabistan’la birlikte özellikle Suriye konusunda sorumluluk almalarını bekliyor. ABD’nin bu bölgedeki son geri adımını da Rusya’ya karşı olduğu izlenimi veren füze kalkanı projesinin Akdeniz’e kaydırılarak asıl hedefin İran olduğu mesajının verilmesi oldu. ABD bu bölgede Rusya’yla çekişmektense işbirliği içinde faaliyet göstermek istiyor. Bu açıdan bakınca Suriye’de Rusya’nın razı olacağı bir çözümün peşinde koşulmasını da arzu ediyor. ABD’nin özellikle Ortadoğu’daki temelde geri çekilme veya herhangi çatışmadan kaçınma yönünde izlediği politikanın iki önemli sebebi var. İlki Ortadoğu halkları gözündeki kötü imajını silerek, bu bölgede çatışma içine girmeden ekonomik çıkarlarının devamını sağlamak. İkincisi ise daha önce de belirttiğimiz gibi artık dış politikada önceliğini Uzakdoğu’ya vermek istemesi. Uzmanların ABD’nin bu yönde önemli adımlar atacağına dair yorumları artıyor.

ÇİN’İN ETKİNLİĞİ VE ABD’NİN UZAKDOĞU POLİTİKASI Çin’in dünya ölçeğinde giderek büyüyen ekonomik ve siyasal bir güç olarak ortaya çıktığı herkesin malumu. Çin şu anda dünyanın en büyük ikinci ekonomisi ve kasasındaki dolar rezervleriyle ABD ekonomisinin iflasını ve dünya finansal sisteminin çöküşünü sağlayabilecek bir aktör. Ne var ki aynı Çin’in, artan sistemik gücünün arkasındaki en önemli unsur olan ihracat odaklı ekonomik büyümeyi sürdürebilmesi için, ABD pazarının sağlam durmaya ve hatta büyümeye ihtiyacı var.

ABD ile Çin’in bir diğer rekabet alanı ise Pakistan ve Hindistan’la ilgili. Çin, Hindistan’la ilişkilerini bozmak istemiyor, ancak uzun vadede de Hindistan’ın kendisi açısından bir tehlike olabileceğini düşünüyor. Bu açıdan bakınca Pakistan ve Hindistan arasındaki Keşmir sorununda da Pakistan’ın tezlerine yakın bir yerde duruyor. Ayrıca Çin’in en fazla silah sattığı ülkelerin başında da Pakistan geliyor. ABD ise Pakistan’ın hem nükleer gücünün kontrol altında tutulması konusunda zorluklar yaşıyor, hem de güvenilmez bir ülke olarak görüyor.

neden yüzünü

Uzakdoğu’ya dönüyor?

Çin Dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olmasının yanı sıra son açıklanan rakamlara göre dünyanın en büyük 5. silah ihracatçısı konumuna ulaşmış durumda. Çin Rusya’dan silah alırken, Rusya bu silahların üretim lisanslarını da Çin’e devretti. Böylece Çin, Rusya’nın da yardımıyla modern toplarla taktik füzeler ve uçaklar için motor ve parçalarını üretir hale geldi. Çin bu toplar ve diğer materyaller üzerinde ufak değişiklikler yaparak, daha ucuz bir şekilde satışa çıkarıyor. Çin’in şu andaki en büyük müşterileri ise Pakistan, Mısır, Bangladeş, Namibya ve Sri-Lanka gibi ülkeler. Çin ile ABD birkaç bölgede rekabet yaşanıyor. Bunlardan ilki Orta Asya ve Çin bu bölgeyi Rusya ile birlikte kontrol etmek istiyor. Çin ile Rusya burada çıkarları gereği birlikte hareket ediyor. AB’ye göre çok daha gevşek bir birlik olan Şanghay 5’lisi bu açıdan önemli. Böylece Çin ve Rusya bu bölgede söz sahibi oluyor. ABD’nin Kazakistan’daki Manas Üssü’nün süresinin uzatılmasının Şanghay İşbirliği Örgütü’nün faaliyetlerinin artmasıyla büyük ilgisi var. ABD bu bölgede son olarak Özbekistan’dan bir üs istedi fakat henüz olumlu bir sonuç alamadı. Bu da ABD’nin bu bölgede aktif bir rol almasının önüne geçilmesi olarak yorumlanıyor. ABD’nin Afganistan’da aktif olarak bulunması ise şimdilik pek bir anlam ifade etmiyor. Bu arada Çin’in ABD’nin bu ülkede faaliyetlerine ket vurmak için Taliban’a destek olduğu yönünde iddialar olduğunu da belirtelim. Yeri gelmişken Rusya ve Çin arasındaki ilişkinin de sarsılmaz bir birliktelik olmadığını ifade etmek gerekiyor. Çin, çok büyük olan petrol ve doğalgaz ihtiyacını Rusya’dan karşılamak zorunda. Ancak bu konuda tek başına Rusya’da bağımlı kalmak istemiyor. Hazar Denizi’ndeki büyük kaynaklara ulaşmak için, Azerbaycan, İran ve diğer bölge ülkeleriyle de ilişkilerini güçlü tutuyor. Rusya

ve Çin karşılıklı olarak birbirlerine pek güvenmeseler de, Çin’in yeni Cumhurbaşkanı Xi Jinping’in Cumhurbaşkanı olarak ilk yurt dışı ziyaretini Mart ayı içinde Rusya’ya yaptı. Bu ziyarette nükleer işbirliğinin yanı sıra, Rusya’dan Çin’in ihtiyaç duyduğu ham petrol tedariğinin artırılması, Çin’e likit doğal gaz ihracatı, Çin’in doğusuna ulaşacak doğal gaz boru hattının inşa edilmesi ve ortak petrol rafineri kurulması gibi konularda varılan fikir birliğine varıldı ve kısa bir süre içinde iki ülke arasında 100 milyar dolarlık bir ticaret hacmine ulaşılması hedefi konuldu. ABD ile Çin’in bir diğer rekabet alanı ise Pakistan ve Hindistan’la ilgili. Çin, Hindistan’la ilişkilerini bozmak istemiyor, ancak uzun vadede de Hindistan’ın kendisi açısından bir tehlike olabileceğini düşünüyor. Bu açıdan bakınca Pakistan ve Hindistan arasındaki Keşmir sorununda da Pakistan’ın tezlerine yakın bir yerde duruyor. Ayrıca Çin’in en fazla silah sattığı ülkelerin başında da Pakistan geliyor. ABD ise Pakistan’ın hem nükleer gücünün kontrol altında tutulması konusunda zorluklar yaşıyor, hem de güvenilmez bir ülke olarak görüyor. Dolayısıyla ABD de Çin’i Uzakdoğu’da kuşatma altına almak için Japonya ve Güney Kore ile işbirliğinin yanına Hindistan’ı da eklemek istiyor. Bu konuda da önemli adımlar atılmış gibi. Şu anda bölgede bulunan Endonezya ve Malezya gibi ülkeler de ABD’nin ilgi alanına giriyor. ABD ayrıca Tayvan’ı da kontrolü altında tutuyor ve Çin’in yumuşak karnı olarak kullanıyor. ABD ile Çin arasında; daha çok Çin’in kontrolündeki ASEAN adlı ticaret ve işbirliği örgütü ile EAPC ve müttefiklerinin çıkarlarını ve sistemik hegemonyasını Asya’da kurumsallaştırmayı amaçlayan APEC gibi yapılanmalarla bölgedeki ekonomik ve stratejik mücadele sürüyor.

Tabi ABD için Kuzey ve Güney Kore arasındaki çatışma riski de büyük bir tehlike arzediyor. ABD, her halükarda G. Kore’yi bir nükleer tehlikeye veya savaş tehlikesine karşı koruyacaktır. Çin ise K. Kore’nin nükleer bir güç olarak ortaya çıkmasından pek hoşnut olmasa da ABD’nin bu ülkeye yönelik müdahalesine sıcak bakmıyor. Bu açıdan K. Kore’nin geçtiğimiz günlerde G. Kore’ye savaş ilan etmesi bu bölgenin yakın bir gelecekte daha da ısınacağını gösteriyor. ABD’nin Orta Asya’da askeri üssü kalmayınca Çin’i çevrelemek için sadece 2. Dünya Savaşı sonrası kurduğu Japonya ile G. Kore’de kurduğu askeri üsler bulunuyor. Buna karşın ABD, bölgedeki deniz kuvvetlerini artırmayı planlıyor. Bu gelişmenin ise 2030 yılına kadar tamamlanması öngörülüyor. Ancak Çin’in de ABD’nin deniz kuvvetlerini rahatsız edecek silah üretim çalışmaları sürüyor. Bu bağlamda Çin, artan sayıda hassas güdümlü balistik ve cruise füzeleri imal ediyor. Çin hava ve deniz kuvvetlerini yüksek hızlı anti-gemi cruise füzeleri ile donatarak ABD gemilerini hedef alıyor. Çin ayrıca, ABD’nin savaş gücünün sinir sistemi uydular ve fiber optik veri linklerini yok edecek anti-uydu lazerleri ve roketleri üretiyor, siber silahlar üzerinde çalışıyor. Dünyada ekonomik sistemin her yıl 140 kilometre daha da doğuya kaydığı ve yakın bir gelecekte tamamen Uzakdoğu’ya kayacağı beklentisi güçlü bir şekilde dillendiriyor. Dolayısıyla küresel ölçekteki hakimiyetini kaybetmek istemeyen ABD’nin de önceliği bu bölge olmuş durumda. Şu anda Çin’le ilişkileri bir çatışmadan çok, birbirlerine ihtiyacı olan iki gücün karşılıklı ilişkisi şeklinde yürüyor. Ancak bu durumun daha ne kadar süreceği belirsizliğini koruyor. Bu yüzden de ABD, Japonya, Güney Kore, Avustralya, Yeni Zelanda, Tayvan gibi ülkelerin yanına Hindistan, Endonezya ve Malezya gibi ülkeleri alarak Çin’i kuşatmak istiyor. Ancak Çin’de bu ülkelerle güçlü ticari ilişkiler kurarak bu kuşatmayı yarmak ve kendi gücünü bölgede ve daha da ilerleyen ölçekte küresel ölçekte göstermek istiyor. Çin’in İran, Suriye gibi konularda BM Güvenlik Konseyi’nde genellikle ABD’nin hilafına veto oyunu kullanması bu durumdan kaynaklanıyor. Çin ayrıca bu kuşatmayı yarmak için Rusya, AB ülkeleri ve Afrika’da da stratejik yatırımlar yapıyor. Buna karşın Çin’in küresel ölçekte ABD’ye bir güç olmaktan ziyade bölgesel bir güç olarak kalacağı yorumları da yapılıyor. ABD’nin eski güvenlik danışmanlarından Zbigniew Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası” isimli kitabında, ABD için Uzakdoğu’daki en kötü senaryonun milliyetçilik duygularının tüm ülkelerde kabarması olacağını söylüyor. Brzezinski, Çin’in her halukarda bölgesel bir güç olarak kalacağını belirttikten sonra asıl Japonya’da ABD karşıtı bir tavrın gelişmesi durumunda ABD’nin artık bu bölgede yer alamayacağı tespitini yapıyor. Gelecekte ne tür gelişmeler yaşanırsa yaşansın, dünyanın yeni ekonomik ve siyasal merkezinin Uzakdoğu olacağı net olarak görülüyor.

http://www.foreignpolicy.com/articles/2013/02/12/ president_obamas_2013_state_of_the_union_address http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=Radik alDetayV3&ArticleID=1099040 http://turkish.ruvr.ru/2013_03_18/Chin-kursel-silah/ http://usam.aydin.edu.tr/analiz/ABD_MONREO_ DOKTRINI_NE_DoNEBiLiR_mi.pdf http://www.sabah.com.tr/Ekonomi/2013/03/23/cin-rusiliskileri-yeni-doneme-girdi http://usam.aydin.edu.tr/analiz/ABD_MONREO_ DOKTRINI_NE_DoNEBiLiR_mi.pdf


04 JULIAN LINDLEY-FRENCH*

R

usya ne istiyor? Birçok Batılı lider bugünlerde aynı soruyu soruyor. Yanıt verilmesi pek kolay bir soru olmasa gerek; çünkü Rusya’nın eylemleri çoğu zaman birbiriyle çelişiyor. Rusya’nın istediği şey, elbette, Rusya’nın nasıl algılandığıyla yakından bağlantılı. Britanya’nın perspektifinden bakıldığında, halihazırda mevcut algı, pek iyi sayılmaz. İşte, bu makale de, Britanya tarafından Rusya’nın uluslararası duruşunun nasıl algılandığı ve değerlendirildiğine dair dostane ancak dobra dobra bir tablo sunuyor. Rusya’da 2012 yılında gerçekleşmesi öngörülen cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte, artık bu mesele daha da ivedi hale gelecek. 2012’de cumhurbaşkanlığı koltuğuna kim oturursa otursun, Rusya ve Batılı güçler; bu aşırı rekabetçi dünyada güçten daha fazla düşmeden önce, Moskova’nın ulusal güvenlik stratejisi sorununu çözmesi gerekecek. Rusya’nın sahip olduğu yegane istikrarlı sınır, Batı ile olan kısım. Batı; Rusya’nın en büyük ticaret ortağı. Öte yandan, Kremlin’den yükselen retoriğin büyük bölümü, Rusya’nın resmi söyleminin büyük bölümünün halen Soğuk Savaş retoriğine saplanıp kaldığını gösteriyor. Gerçekte, Rusya, Batı ile stratejik bir ortaklık içinde bulunuyor; ancak bunu kabul etmek konusunda biraz çekinceli davranıyor –en azından kamuoyu nezdinde. Bununla birlikte, dünyadaki değişimin doğasını ve Rusya’nın gücünün görece olarak azalmasını göz önüne aldığınızda (tıpkı zamanında Britanya’nın başına gelenler gibi), Moskova’nın önünde bir başka mantıklı alternatif bulunmuyor. Tabi şayet Kremlin, Rusya’nın güçten düşüş ivmesini daha da hızlandırmak gibi bir arzu içinde değilse… Avrupa’nın en büyük güçleri (Britanya, Fransa, Almanya; ki hepsi de ekonomik olarak Rusya’dan daha güçlüdür) veya hatta ABD, Moskova ile güçlü, dengeli ve karşılıklı olarak yapıcı bir ilişki kurmakta zorlanıyor; keza Moskova halen kaprisli ve “öngörülemez” şekilde davranmayı sürdürüyor. Meselenin özünde yer alan stratejik hat, bundan daha açık ve net olamazdı: Her ne kadar Kremlin’deki bazı kesimler bunu kabullenmek istemeseler de, Rusya artık bir süper güç değil. Rusya, (tıpkı zamanında Britanya’nın da başına geldiği gibi) gücünün azaldığını fark etmeli ve geçmiş sorunlarla yeniden mücadele etmek yerine bugünün meseleleri karşısında kendisini daha iyi hazırlamalıdır. Öte yandan, Washington da, Rusya’ya –hak ettiği gibi- politikalarında özel bir alan ayırmanın önemini anımsamalıdır. Vermek istediğim temel mesaj ise şu: Rusya, Euro-Atlantik güvenlik topluluğunun asli bir üyesidir. Avrupalılar, Kuzey Amerikalılar ve Ruslar, bölgesel ve küresel güvenlik – istikrar ortamının köşe taşını oluşturuyorlar. Bununla birlikte, eğer bu köşe taşı kırılırsa veya sağlam olmayan temeller üzerinde durmaya çalışırsa, bu durumda, Rusya’nın Batılı ortaklarıyla paylaştığı rakipler ve düşmanlar yeniden ortaya çıkacaklar. Bu sebepten ötürü, Rusya’nın endişeleri ve stratejik yaklaşımı, Batı açısından son derece önemli. Tam da bu yüzden Batı, Rusya’yla, kelimenin tam anlamıyla stratejik bir ortaklık geliştirmek üzere son derece yoğun gayretler sarf ediyor. Benzer şekilde, Rusya, AB veya NATO’nun politikası konusunda hiçbir zaman veto yemeyecektir. Daha net olmak gerekirse, Moskova açısından karşılaştığı sorunlara yönelik olarak tutarlılık, netlik ve yapıcı bir yaklaşım gerekiyor. Bunun karşılığında Rusya da, hak ettiği saygıyı görecek.

Saygı ‘Saygı’, Rusların Batı hakkında konuşurken sıklıkla kullandıkları bir kelimedir. Rus yetkililer de bu kelimeyi dillerine pelesenk ederler. Elbette Rusya, Batı tarafından saygı görüyor. Bununla birlikte, Rusça ve İngilizcede “saygı” kelimesinin karşılıkları farklıdır: Öncelikle, Rusya, uluslararası sistem içindeki göreceli pozisyonunun gerektirdiği şekilde bir saygı görüyor. The Economist’e göre, Rusya, dünyanın en büyük on birinci ekonomisi (ABD, Almanya, Britanya, Fransa, İtalya ve İspanya’dan sonra); ayrıca en fazla savunma harcaması yapan ülke sıralamasında dokuzuncu sırada (ABD, Britanya, Fransa, Almanya ve İtalya’dan sonra). Öte yandan, Rusya, ABD ile eşit şekilde değerlendirilme gibi bir takıntıya kapılmış durumda. Ancak, bu şekilde bir eşitlik artık söz konusu değil. Elbette, Ruslar, Rusya’ya tarih tarafından “özel bir statü” verildiği görüşünü savunacaklardır. Bu argüman, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem için geçerli olabilir. Bununla birlikte, dengeli bir politika ve strateji için Rusların tarihlerini yeniden yazmaları, bu şekilde de tarihin güdümü altında kalmaktan kurtulmaları gerekiyor. Herhangi bir hassasiyet ve tarihsel sofistikasyondan gelen hiçbir Batılı, Rusya’nın Büyük Vatanseverlik Savaşı’na ve Moskova açısından 1941’de başlayan faşizmle mücadeleye yaptığı katkıyı göz ardı edemez. Bu süreçte yirmi üç milyon kişi telef oldu ve Naziler karşısındaki mücadelede Rusya, kendisine özel bir yer edindi. Britanya, Fransa ve elbette Polonya için ise, savaş 1939’da başladı. Bununla birlikte, Stalinci Rusya, 1939 Ağustos’unda Nazilerin safında yer aldı ve Polonya’nın bölünüp yok edilmesinde suç ortaklığında bulundu. Rusya savaşı yalnız başına kazanmadı. Bu ger-

www.dunyaveislam.com

? R O Y İ T S İ E N A Y S RU

Gizemi Çözmeye Yönelik bir Girişim Her ne kadar Kremlin’deki bazı kesimler bunu kabullenmek istemeseler de, Rusya artık bir süper güç değil. Rusya, -tıpkı zamanında Britanya’nın da başına geldiği gibi- gücünün azaldığını fark etmeli ve geçmiş sorunlarla yeniden mücadele etmek yerine bugünün meseleleri karşısında kendisini daha iyi hazırlamalıdır. Rusya’nın endişeleri ve stratejik yaklaşımı, Batı açısından son derece önemli. Tam da bu yüzden Batı, Rusya’yla, kelimenin tam anlamıyla stratejik bir ortaklık geliştirmek üzere son derece yoğun gayretler sarf ediyor.


05

www.dunyaveislam.com

çekliği kabullenmeyi sürekli reddeden Rusya, bu şekilde başlıca Batılı devletler karşısındaki konumunu büyük ölçüde zedeledi. Bununla birlikte, ne mutlu ki, 2010 yılında Moskova’da gerçekleşen 1945 zaferi anma törenlerinde müttefiklere verilen yer, Rusların artık bu süreçte, yani Nazi Almanyası’nın yenilmesi sürecinde başkalarının da katkısı olduğunu kabullenmeye başladıklarını gösteriyor. Hatta İngiltere de, Sovyet Rusya’ya gerekli erzak tedarikinde önemli bir rol oynamıştı. Tarihin nasıl şekillendiğine dair görüşler, şimdiki zamana dair görüşler ve üçüncü kişilerin yaklaşımları, Rusya ile Batı arasında yirmi birinci yüzyıla yaraşır stratejik, çağdaş ve istikrarlı bir ilişki tesis edilmek isteniyorsa, son derece asli öneme sahiptir. Stalin’in Polonyalı askerlerin Katyn’de katledilmesindeki suçluluğunun Rusya tarafından kabullenilmesi ise, normalleşme sürecinde önemli bir adım olup, belki de Rusya’nın diğer ülkelerle ilişkilerindeki en hassas konuyu teşkil etmekteydi. Bununla birlikte, Polonya devlet başkanı Kacyznski’yi taşıyan uçağın 2010 Nisan’ında trajik şekilde düşmesine dair gerçeklerin henüz açığa çıkmaması ise, üzüntü verici. Öte yandan, saygı denildiğinde, herhangi bir ulusal strateji nesnesinin diğer yüzünden –yani “nüfuz”dan söz etmiş oluyoruz. Her ülke nüfuz sahibi olmaya çalışır ve kendi pozisyonuna, gücüne ve önündeki fırsatlara göre bir strateji belirler. Ne AB’nin ne de NATO’nun üyesi olmayan, dünyada herhangi bir ülkeyle olan en uzun kara sınırına sahip olan Moskova’nın farklı alanlarda nüfuz uygulaması gerekiyor. Bununla birlikte, hiçbir ülke bu hedefe tek başına erişemez. Ortaklık bu açıdan son derece kritik önem arz ediyor. Ne üzücü ki, Kremlin çoğu zaman kendi kendini tecrit etmek suretiyle, bu tür ortaklıklara girmekten çekiniyor. Şurası apaçık ortada ki, Batı, Rusya açısından bir tehdit kaynağı değil, bir yarar kaynağı oluşturmalı. Egemen-özgür Avrupalı devletlerin NATO ve/ veya AB’ye katılma yönünde verdikleri egemen/ özgür tercihler, saldırgan ve Rusya-karşıtı değildir. Buna karşın, NATO ve/veya AB genişlemesinin etkileri, Moskova tarafından ekseriyetle Rusya-karşıtı hareketler olarak algılanmıştır. Ne ironiktir ki, bu tür bir genişleme, çoğu zaman zengin Amerikalıları ve Batı Avrupalıları, yoksul Avrupalıların savunması için para harcamamaya sevk ediyor. Moskova’nın bu tür adımları memnuniyetle karşılaması gerekir. Dolayısıyla, “yakın çevre”, “nüfuz alanları” gibi endişelerin artık kullanım süreleri dolmuştur ve insanları yanlış yönlendirirler. Moskova’ın artık Batı’ya kendi varlığını anımsatmasının vakti geldi; çünkü Batı, her sabah uyandığında bir Rusya takıntısıyla güne merhaba demiyor. Dahası, Batı’daki Rusya algısı, sınırlarını sürekli olarak genişletmeye çalışıp komşularının gözlerini korkutan, sık sık agresif bir hal alan bir devlettir. 2006 yılında Alexander Litvienko, öldürülmesinin ardından (ki kendisi Britanya vatandaşı olup, eski KGB ajanıydı), birçok (resmi ve gayriresmi) kesim tarafından “devlet gibi davranan bir kişi” olarak algılanmıştı. Her ne kadar Moskova, bu cinayet öncesinde Litvienko’nun katillerinin izini sürmüş olsa da, bu tür bir algı, terörizmle mücadele konusundaki kritik işbirliğini, sağlam temelli bir şekilde kurmayı son derece güçleştiriyor. Bu algı doğru da olabilir, yanlış da… Ancak son kertede ortada böyle bir algı var ve etrafa zarar veriyor. Aynı şey, 27 Nisan 2007 tarihinde gerçekleşen, Estonya’ya yönelik sanal saldırılar için de geçerlidir. Keza, bu saldırılar, Tallinn’deki Bronz Asker heykelinin yerinin değiştirilmesine dair tartışmalar sırasında gerçekleşmişti. Bu derece ayrıntılandırılmış bir saldırı daha önce ne görülmüş ne de duyulmuştu. Estonya cumhurbaşkanı, saldırıyı doğrudan Kremlin’le bağlantılandırdı; oysa ortalıkta bu yönde herhangi bir kanıt bulunmuyordu. Bununla birlikte, Batı’daki algı; Moskova’nın bir kez daha saldırgan bir tutum içine girdiği yönündeydi. Bu iki açıdan tuhaftır: - Siyasi ve popüler algı; her türlü ortaklık veya ittifakın temelini oluşturur ve söz konusu saldırı, Batı’nın Rusya’ya dair algısını, Estonya sınırlarının da ötesine taşımıştır. - Eğer Batı sanal yeteneklerini herhangi bir devletin ötesine taşımışsa, söz konusu devletin sistemleri de kısa süre içinde etkilenecek demektir. Sözü edilen bu yaklaşım, Moskova’da Soğuk Savaş’ın bitiminden beri ortaya çıkan efsanelerle de perçinleniyor. Bunlardan en yaygını ise; Rusya’nın bir şekilde 1990’lı yıllarda Batı’yı kaybettiği yönünde… Buna göre; Batı’ya kapı aralanmıştı, ancak Moskova’nın talepleri son derece büyük, reform çabaları ise o denli cılızdı ki, demokrasi, saydamlık, serbest hareket, ifade özgürlüğü gibi mevcut standartları karşılayamadı; oysa bu standartlar, Batılı devletler açısından kritik önem arz ediyordu.

Yeni Jeostratejik Gerçeklikler: Önlemek Uğruna Önlemek mi? Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’den oluşan BRIC ülkelerindeki “güç” konusunda birçok abartılı iddiada bulunulmuş olsa da, yeni stratejik güç gerçeklikleri son derece aşikar olup, dünya üzerindeki yeni ilişkileri şekillendiriyorlar. Rusya, elbette BRIC ülkelerinden biri ve daha da önemlisi

Şangay İşbirliği Örgütü SCO’nun da 2001 yılında kurulması esnasında kurucu üyeler arasında yer alıyor. ŞİÖ, son derece stratejik bir girişim. Moskova ile Pekin arasında istikrarlı bir eksen kurulması, Asya’nın güvenliği ve Rusya’nın periferisinin istikrarı açısından önem taşıyor; ŞİÖ’ye üyelik de, bu hedefi yansıtıyor. Dahası, hem Rusya hem de Çin, sınırları içinde ve dolaylarında İslamcılık sorunuyla karşı karşıya. Ayrıca, Moskova, Asya’nın ekonomik büyümesinden de faydalanmak istiyor. ŞİÖ’nün kurulma biçimi ise, Kremlin özelinde eski tarz yaklaşımların halen canlı olduğunu bir kez daha gösteriyor. Keza, Kremlin, söz konusu oluşuma taraf olarak, Batı’nın “gücünü dengeleme” niyetini ortaya koydu. Moskova, ABD öncülüğünde Irak ve Afganistan’a yapılan çıkartmaları, 19.yüzyılın Büyük Oyunu’nun bir tekrarı ve kendisini yeni bir “çevreleme biçimi” olarak yorum-

bir tablo sergilediği yönündeki hissiyatı güçlendirmekten başka bir şeye hizmet etmedi. Rusya’nın politikasının kökeninde yer alan söz konusu tutarsızlık ise, 2008 yılında gerçekleşen Gürcistan işgaliyle daha da perçinlendi. Bu işgal, Rusya’nın imajına zarar veren ve eski zihniyetli bir reel-politik hata idi. Bu hareket de, bir kez daha, Moskova’nın düşmanlarından ziyade ortaklarıyla rekabet etme takıntısı içinde olduğu izlenimini doğurdu. İran’ın nükleer programına yönelik olarak Rusya’nın tavrı ise, bir başka çelişki kaynağıdır. Keza, Moskova, Tahran’ın kendi teknoloji ve uzmanlığını satın alan bir müşteri olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği konusunda ikilemde kalmıştı: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi bir üyesi olarak mı davranması daha yerinde olurdu; yoksa İran’ı da bir fırsat olarak görüp, Amerika öncülüğündeki Batı ile kadük

Peki Rusya gerçekten ne istiyor? Bu soruya ancak Ruslar yanıt verebilir; ancak Rusya’nın neye gereksinim duyduğu ve gerçek çıkarlarının nerede yattığı noktasında açık ve net olunması gerekiyor. Bu konudaki esrar perdesi varlığını sürdürüyor ve bu durum gelecekte de devam edecek; ancak dünya, bu tür bilmecelerin devam ettirilmesi için fazla tehlikeli olmaya başladı.

leştirileceği noktasında düğümleniyor. Keza, söz konusu madde, tamamen bölgesel olmak yerine, küresel bir bağlamda ele alınacak şekilde düzeltilmeli. Bu kritik noktayı Moskova es geçmişe benziyor –bilerek veya bilmeyerek. Öte yandan, Stratejik Konsept, ortak savunmayı modernize etme hedefini zımni olarak ortaya koyuyor. Rusya, eğer kendi çıkarını düşünüyorsa, bu tür çabaların bir parçası olmalı. Keza, Büyük Avrupalı güçlerin (Britanya, Fransa, Almanya ve Rusya), bu hedefe erişmek için ABD ile birlikte çalışması, kritik bir önem arz ediyor. Böylelikle, eski Varşova Paktı’ndan olan NATO üyeleri ve ortakları, Eski Kıta’da kurulan yeni güvenlik ilişkilerinin herkesin yararına olacak şekilde düzenlendiğinden emin olacaklardır. Bu bağlamda, 2010 yılında Fransa-Almanya ve Rusya arasında gerçekleşen ve Avrupa’daki yeni güvenlik mimarisini ele almaya yönelik olan toplantı, bir açıdan son derece umut vericiydi. Bununla birlikte Avrupa’nın en güçlü askeri unsuru olan Britanya, bu süreçten kasti olarak dışlanmamalıydı. Dahası, böyle yapılarak toplantının faydası da zedelenmiş oldu; ortak olması gereken devletler, sadece Moskova’nın hedeflerinden değil, Berlin ve Paris’in de gayelerinden kuşkulanmaya başladı. Dahası, Avrupa’nın ortak tarihinden edinilen ders; güvenlik ve istikrarı kalıcı kılanın; bloklardan ziyade kurumlar olduğu yönündedir. Ve bir kez daha bir fırsat kaçmış oldu. Bununla birlikte, Rusya’nın Batı ile olan stratejik ilişkisinde gerçek turnusol kağıdını “füze savunma” sistemi oluşturuyor. Batılı bir gözlemciye göre, şu anda ele alındığı şekliyle füze savunma sistemi, sadece modernize edilmiş bir 5.maddenin temel bir unsuru olarak kalmıyor; aynı zamanda Rusya-karşıtı olmayan bir özelliğe sahip bulunuyor. Rusya’nın bu sürece katılması gerekiyor. Eğer bu yöndeki girişimleri veto etmeye devam ederse, sadece ortaklıktan men edilmekle kalmayacak; bu savunma sistemi Rusya’ya karşı işlemeye başlayacak. Oysa ki, Rusya ile ortak şekilde işlemesi daha yararlı olur… Böyle bir süreç, ilgili tüm taraflar açısından bir başarısızlıkla eşdeğerdir. Moskova’nın NATO ile gelecekteki işbirliği ve Batı ile stratejik işbirliğinin büyük bölümü, Moskova’nın bu asli meseleyi nasıl ele aldığına bağlıdır.

Peki, Rusya Ne İstiyor?

ladı. Bununla birlikte, son dönemlerde Rusya’nın Uzak Doğusu’na gözünü diken Çin’i görünce, Kremlin’in aslında Çin’den daha çok Batı’ya ihtiyaç duyduğu görülüyor. Ve burada karşımıza temel bir sorun çıkıyor: Jeo-stratejik açıdan Kremlin’in Batı’ya, Batı’nın Rusya’ya duyduğundan daha fazla ihtiyacı var. Batı’nın yapay bir oluşum olduğu ve Soğuk Savaş sonrası ortaya çıktığı, biraz teşvik edilirse Moskova’nın Batı’nın temel parçalarını “birbirinden ayırabileceği” yönünde Kremlin’de belli bir algı var. Ancak bu algı, gerçekleri aşırı sadeleştirmek anlamına geliyor ve aşırı iyimser bir tablo çiziyor. Kuzey Amerikalılar ve Avrupalıların paylaştıkları değerler, birçok Rusyalının düşündüğünün aksine, son derece sağlam olup, kalıcı kurumlar üzerine temelleniyorlar. Kuzey Amerika ve Avrupa, bir araya geldiklerinde, dünya ekonomisinin ve doğrudan yabancı yatırım akışlarının %70’ini karşılıyorlar. 21.yüzyıl, henüz istikrarsız ve parçalı bir görünüm sergileyen Asya’dan önce halen Batı’nın yüzyılı olmayı sürdürüyor velhasıl… Dahası, Rusya’nın dış politika ve güvenlik politikası, çoğu zaman Rusya’nın ekonomik politikasıyla çelişiyor. Ekonomik olarak Rusya, Batı’nın bir parçası. Burası son derece aşikar… Bu sebepten ötürü, Rusya, tekelci bir petrol-doğal gaz ilişkisi kurmaya çalışıyor Batı’nın (özellikle de zengin devletlerin) geri kalanıyla… Bununla birlikte, Rusya’nın kaprisli davranışı ve bu tür kozları kullanarak stratejik nüfuz alanı yaratma geleneği, Avrupalı liderleri, Rusya’ya bu tür bir fırsat verip vermeme konusunda son derece endişelendiriyor. Öte yandan, bazı kritik bölgesel-stratejik meselelerde, Rusya, son derece aksi bir ortak görüntüsü sergiliyor. Ukrayna’ya gönderilen petrol ve doğalgazın musluklarının kapatılması ise, Batılı ülkelerde, Rusya’nın halen zaman zaman agresif olduğu, tutarsızlıklarını koruduğu ve güvenilir olmayan

reel-politik mücadelesine devam etmede bir fırsat olarak mı değerlendirmeliydi? Yani, engellemiş olmak için mi engellemeliydi? Ancak, şurası da açık ki, nükleer güce erişen bir İran, Rusya’nın periferi bölgesini olduğundan daha istikrarsız hale getirebilirdi.

NATO’nun Psikozu Rusya’nın politikasında ve stratejisindeki çelişkiler ise, NATO ile ilişkilerinde en bariz halini aldı. NATO, Rusların zihninde özel bir yere sahip; keza Soğuk Savaş’ın “totem”ini oluşturuyor ve Sovyet imparatorluğunun sona ermesinin bir simgesi. NATO, son on yıldır mahir olmayan bir strateji sergileyerek ve gücü etkin bir şekilde kullanmayarak, artık Rusya açısından bir tehdit oluşturmadığını Kremlin’e göstermiş olmalıydı. Ancak, Rusya halen NATO üzerinden bir takıntıyı yaşıyor. Rusya’nın Lizbon Zirvesi’ne katılması ve 2010 Stratejik Konsepti’nin açıklanmasında hazır ve nazır olması son derece önemliydi. Ayrıca, NATO’nun kriz yönetimi, işbirlikçi güvenlik ve stratejik güvence gibi konulara vurgu yapması, Moskova’yı, artık NATO’nun Rusya-karşıtı bir örgüt olmadığı ve hiçbir zaman da olmayacağı konusunda teskin etmelidir. Ayrıca, NATO-Rusya Konseyi’nin de, diyalog için yararlı bir forum olacağı umulabilir. Sınırlı bir iyimserliğe kapılmak için başka sebepler de var. NATO’nun Afganistan misyonunu desteklemede Rusya’nın son dönemde sergilediği yapıcı yaklaşım, memnuniyetle karşılanmıştı; keza Rusya, toprakları üzerinden kritik ikmallerde bulunulmasına izin vermişti. Dahası, yeni START Antlaşması, stratejik nükleer politikanın modernleştirilmesine de gerçek bir vurguda bulunmuştu. Moskova açısından ortadaki sorun ise; İttifak’ın ortak savunmaya dair 5.maddesinin nasıl modern-

Bu makale ortaya temel bir soru atıyor: Rusya gerçekten ne istiyor? Bu soruya verilecek tam bir yanıt yok. Rusya elbette Batılı anlamda bir demokrasi değil. Keza, “egemen demokrasi”, Batılı demokrasilerin kabul ettiği bir durum değil. Bununla birlikte, Rusya, bir otokrasi de sayılmaz. Şurası açık ve net ki, Rusya’daki kamuoyu, Rus liderler açısından önem taşıyor. Tıpkı, Batılı kamuoyunun Batılı liderler açısından önem taşıması gibi… Bununla birlikte, artık Rusya’nın Batı’ya yönelik geleneksel ve popüler korkuları üzerine oynama eğilimini bir kenara bırakmanın vakti geldi. Batı’nın cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında nasıl kullanıldığı ve nasıl suistimal edildiği, yakından incelenecek ve daha sonraki dönemde Batı ile ilişkileri etkileyecek. Rusya’nın tamamen Batı’nın izinden gittiği söylenemez. Rusya’nın yaklaşımı, her zaman için farklı bir yoldan gider ve bu şekilde de saygı görür. Bununla birlikte, dostane bir tavsiyem var: Rusya’nın Batı’yı olduğu gibi kabul etmesi gerekiyor. Bu, halen Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki milyonların mücadelesini verdiği bir fikir… Bu süreçte gerilimler olacak… Kodorkovski’nin davaları, birçok Batılıya, Rusya’da yürütme ile yargı arasındaki yetersiz mesafeyi bir kez daha gösterdi. High North’taki doğal kaynakların kullanılması ise, gerilimleri önleyecek şekilde, titizlikle yönetilmeli. Aynı durum Karadeniz filosunun gelecekteki statüsü ve Sivastopol üssü konusunda da geçerli. Kuzey Kafkaslar’daki zorlu durum da cabası… Rusya’nın NATO’nun Afganistan’daki tavrına ve İran’ın nükleer heveslerine yönelik hassasiyeti de önem taşıyor. Rusya’nın Batı’nın girişimlerini zora sokması, aralarındaki güven ortamını zedeleyecek ve gerçek bir ortaklığın tesisini önleyecektir. Kapı halen Rusya’ya açık –her zaman da böyle olmaya devam edecek. Keza, Rusya, Batı ile yapıcı bir ilişki içine girebilir. Rusya, gerçek anlamda büyük bir ülke ve saygıyı hak ediyor. Saygı görmeye de devam edecek. Bununla birlikte, Rusya’nın “büyüklüğü”nün salt Batı’yı rahatsız etmek anlamında tanımlanmaması gerekiyor artık… Rusya, rahatsız edici bir ülke olmayacak kadar yüce bir ülkedir. Peki Rusya gerçekten ne istiyor? Bu soruya ancak Ruslar yanıt verebilir; ancak Rusya’nın neye gereksinim duyduğu ve gerçek çıkarlarının nerede yattığı noktasında açık ve net olunması gerekiyor. Bu konudaki esrar perdesi varlığını sürdürüyor ve bu durum gelecekte de devam edecek; ancak dünya, bu tür bilmecelerin devam ettirilmesi için fazla tehlikeli olmaya başladı. http://eng.globalaffairs.ru/number/What-Does-RussiaWant-15238 * Profesör Julian Lindley-French, merkezi Washington’da bulunan Atlantik Konseyi’nin Stratejik Danışmanlar Grubu üyesi olup, aynı zamanda Londra’daki Chatham House bünyesinde araştırmalar yapmakta ve Hollanda Savunma Akademisi’nde savunma stratejisi dersleri vermektedir.


06

www.dunyaveislam.com

İsrail'in Özür Dileyişi ne kadar Gerçek, ne kadar Simülasyon? YUNUS EMRE TOZAL yunusemret@gmail.com

K

Birinci sayfadan devam...

udüs 1948 ve 1967’de iki büyük işgal yaşayan bir şehir. 1948’deki işgalde Batı Kudüs’ün Şam kapısından başlayıp Hz. Davut’un kabrine kadarki olan topraklar, 1967’deki savaşta Doğu Kudüs, yani tüm Zeytin Dağı kaybedilerek, tüm coğrafyada şahıs mallarına dahi el konulması itibariyle işgal edilmiştir. İsrail’in şehir planlarında Kudüslü Araplara ruhsat vermediği gerekçesiyle bölgede şu anda ruhsatsız 20.000 ev bulunmakta olup, diğer evlerde de kiralar çok yüksek fiyatlardan tutularak Filistinlileri hem yıldırmak, hem de küçücük daracık evlere hapsederek gayri ahlaki bir yaşam sürmelerine ortam sağlamaya çalışılmaktadır. 20.000 evin yıkım tehlikesiyle karşı karşıya kalması, Kudüs’te yaşayan Müslümanların nasıl bir muameleye tutulduklarını da göstermektedir. Filistin’de özellikle de Kudüs’te yapılan duvarları tüm dünya Yahudiler ile Filistinlileri ayırmak için yapılıyor bilse de, asıl amaç, Filistinlileri birbirinden ayırmak. Kudüs’ün eski şehrin içinde yaşayan ama duvarın öte tarafında kalan Filistinliler, bugün Mescid-i Aksa’ya giremiyor. Bunun yanında Filistinlilerde baş gösteren iş bulma sorunu, yüksek vergi takibi ve İsrail tarafından Filistinli gençler arasına yayılmaya çalışılan uyuşturucu tehlikesi, bölgede İsrail’in Kudüs’ü Filistinlilerden tamamen uzaklaştırmak amacının bir tezahürü. Kudüs’e 3 km. uzaklıkta yaşayan bir Filistinli aile, hastaneye Kudüs’e değil Batı Şeria’da gitmek zorunda bırakılıyor. Çocuklar Kudüs’e bu kadar yakın olmasına rağmen Kudüs’te değil, daha uzak bölgelerdeki okullarda okuyabiliyor. Dolayısıyla Kudüs’te yaşayan Filistinli ailelerin çoğu, duvarlardan dolayı psikolojik olarak Kudüs’ü terk etmiş gibi yaşıyorlar. Kudüs’e girmeleri çıkmaları zorlaştıkça, ihtiyaçlarını Kudüs’ten değil, Batı Şeria’dan sağlamaya başlıyor, dolayısıyla psikolojik olarak Kudüs’ten uzaklaştırılıyorlar. Duvarlar çekilmeden önce Mescid’i Aksa’nın içine bir Yahudi giremezken, şimdilerde her gün sabah 7.30’dan 11.00’e kadar ve öğleden sonra 13.30’dan 15.00’e kadar Yahudi gruplar giriyor. Bu süre zarfında Yahudi Grupların taşkınlık çıkarmaması ve Mescid’i

Aksa alanı içindeki yapılara zarar vermemesi için duvarlardan önce bir anda 15-20 bin Filistinli toplanabiliyorken, şimdilerde 100200 kişi ancak toplanabiliyor. Duvarın öte tarafında yaşayan halk Mescid-i Aksa’ya giremezken, duvarın Mescid-i Aksa tarafında kalan kısmındaki Filistinliler, “Her birimizin kafası bir kova problemle dolu. Kendi dertlerimizi ve problemleri aşmaya çalışmaktan Mescid-i Aksa ile ilgilenememekteyiz.” cevabını veriyorlar. Bizlerin, Filistin’de yaşayan ama Mescid-i Aksa’yı hiç görememiş insanlardan daha şanslı olduğumuzu söyleyen bir Filistinli, duvarlar yapılırken 5 yaşındaki çocukların 15ine geldiğini, dolayısıyla Mescid-i Aksa’yı göremeden yaşayan birçok Filistinlinin bulunduğunu belirtiyor. Bugün, Mescid-i Aksa, Filistinlilerin deyimiyle sahipsizdir. İslam Dünyası’nda hiçbir güç, halen Mescid-i Aksa’nın arkasında olduğunu söyleyememiş,Yahudilerin Mescid’i Aksa alanını yerle bir edip onun yerine Süleyman Mabedini ve dünyanın en büyük sinagogunu yapmaya çalışma faaliyetlerine karşı bir söylemde bulunamamıştır. BM’nin kararına göre Kudüs’teki duvarlar, kanunsuzca yapılmıştır. Ama ne BM, ne de diğer uluslararası platformda söz söyleyen güç odakları İsrail’in Kudüs’te ve genel olarak da Filistin’de yaptıklarına karşı en ufak bir şekilde dahi olsa kayıtlı değildir. İsrail, dünyadaki Yahudi lobisini arkasına alarak hiçbir güç odağının bölgeye yaklaşımına izin vermemektedir. Filistin topraklarında yaşanan dram, yaklaşık 1 asırdır sürmekte, İsrail’in Filistin’de yurt edinme çabalarından beridir binlerce insan dünyanın en büyük açık hava hapishanesi konumunda bulunan Filistin’de çeşitli toplama kamplarında tutulmakta, sürgün hayatı yaşamaktadır. Filistin’e yaptığımız ziyarette Mülteci kamplarıyla alakalı da analizler yapma imkanımız oldu. Mülteci kamplarında dikkatimizi çeken en önemli simge, mültecilerin artık var olmayan evlerinin anahtarlarını kamptaki evlerine asmaları; sanki birgün gidecekmiş gibi umutlarını kaybetmeyişleri… Çocukluklarından itibaren evlerinden alıkonulan Filistinli mülteciler, aslında başka bir şehirde yaşama imkanları varken Kudüs’ten ayrılmıyorlar ve Kudüs’te de çocuklarını mülteci kamplarında savaş ortamında yetiştiriyorlar. Kendileri nasıl zamanında o zorlukları yaşamışlarsa, evlerinden yurtlarından hayallerinden uzaklaştırılmışlarsa, çocuklarının da o zorlukları

bilmesi, o zorluklar sebebiyle kamplarda yaşadıklarının farkına varması ve en önemlisi de ne uğruna mücadele ettiklerini bilsin istiyorlar. Kısa bir zaman için düşünelim, ülkeniz işgal edilmiş, bahçeleriniz evleriniz alıkonulmuş, hayatta tutunacak dalınız kalmamış, aileniz dağılmak üzere, ne yaparsınız? İşte mülteci kamplarında çocuklar, nereden geldiklerini, ne uğruna yaşadıklarını çok iyi biliyorlar. Hayallerini canlı tutarak, ümitlerini terk etmeden, savaşın ne anlama geldiğini bizzat her an yaşayarak öğreniyorlar. Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı, o coğrafyayı ve birlikteliklerini kaybetmemeleri gerektiğini anlayıp, bu duygu ve hislerini zaman ötesine taşıyabiliyorlar.

Buruc-u Lak Lak Derneği’ndeki Dayanışma Filistin ziyaretimizde tevafuken Mescid-i Aksa’da tanıştığımız Muhammed Bey bizi Buruc-u Lak Lak Derneği’ne davet etmişti. Dernek, tarihi Kudüs şehrinde Mescid-i Aksa’ya 1-2 km’lik yakınında, Mescid-i Aksa’ya en yakın mahallelerden birinde, kuzey tarafında tepe bir bölgede kalıyor. Kubbet-üs Sahra net bir şekilde görülüyor. Filistinliler, bu mahalleyi İsraillilere vermemek için çok direnmişler. Çok ciddi bir gayret göstermişler ve bu bölgeyi koruyabilmişler. Bölgede evler 40-50 m2. Beş çocuklu bir Filistinli aile bu evde sadece akşam 12.00 ile sabah 06.00’ya kadar vakit geçirebiliyor. Geri kalan zamanlarda böyle bir evde vakit geçiremeyen tüm mahalle bu dernekte toplanıyor. Tüm anneler eğitmen, tüm çocuklar öğrenci! 400’e yakın çocuk burada ilkokul, ortaokul ve liseyi okuyorlar, ders çalışıyorlar. Dersini bitirenler halı sahada futbol basketbol oynayabiliyor internet kafelerinde oyun oynayabiliyor. Kısacası bu dernek, bu mahallenin nefes aldığı yer. Küçük ama içine girdiğinizde çok büyük bir dünya burası. Hayallerin, umutların diri tutulduğu, ümitlerin söndüğü bir dernek. Futbol oynayan çocukların üzerinde bir Türk işadamının hediye ettiği formalar var. Formanın üzerinde Çanakkale’de şehid olan Filistinli şehidlerin isimleri ay yıldızlı bayrakla yazılmış. Bu duygu, Filistinlilerle Türklerin arasındaki o muhteşem duyguları ve hisleri de anlatmaya yeterli. Dernekteki Filistinli ailelerin en büyük amacı, çocukların Mescid-i Aksa bilinci ile

yetişmelerini; Filistin’i, Kudüs’ü tanımalarını, geçmişi ve geleceği çok iyi analiz edebilmelerini sağlamak. Nitekim çok zor şartlarda bugünlere gelebildiklerini belirten dernek yetkilileri, kendilerini Mescid-i Aksa’nın bir koruyucusu olarak görüyorlar. En ufak bir hareketlenmede hemen Mescid-i Aksa’da bulunmaya gayret ettiklerini söyleyen yetkililer, İsrail’in amacına ulaştığını, normalde hergün 300 bine yakın Filistinlinin namaz kıldığı Mescid-i Aksa’da, şimdilerde kısıtlamalarla en fazla 30 bine yakın Filistinlinin namaz kılabildiğini belirtiyorlar.

2009 One Minute Etkisi Filistinliler, Çanakkale Savaşı’nda Osmanlı’nın bölgeden çekilmek zorunda kalışından itibaren yetim kalmışlar ve bölgede yaşanan süreç itibariyle 1915’ten itibaren bir kere dahi rahata kavuşamamışlardır. İslam Dünyası’nda Filistin’e arka çıkabilecek tek bir devletin dahi olamayışı, Yahudi ve Amerikan siyasetiyle Arapların birbirlerine karşı kışkırtılmaları ve Osmanlı’nın çöküşü ile birlikte Filistinliler, olur da birgün coğrafyamıza adaleti getiren Türkler bize yeniden arka çıkabilirler düşüncesiyle umutlarını geleceğe saklamışlardır. 2009’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos Dünya Ekonomik Forumu’nda İsrail Cumhurbaşkanı Peres’le birlikte katıldığı Gazze Forumu’nda, Peres’in eleştirilerine yanıt vermek için kendisine konuşma süresi tanınmadığını öne sürerek forumu terk etmesi, Filistinliler için geleceğe sakladıkları ümitleri yeniden ortaya çıkarmış. İsrail’in Gazze’de ölçüsüz güç kullandığını ve uluslararası toplumun yaşananlara seyirci kaldığını söyleyen Erdoğan, İsrail’in Gazze’ye yönelik ablukayı kaldırmasını istemiş, Peres’in Erdoğan’a yanıtı “Sizin başınıza roket atılsa ne yaparsınız?” sorusu üzerine tekrar söz alan Erdoğan, İsrail liderine dönerek, “Sesin çok yüksek çıkıyor. Bu suçluluk psikolojisinin gereğidir. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüz, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum” demişti. Erdoğan’ın konuşmak için çaba sarf ettiği “One Minute” sözü tüm dünyada yankılamış, bir sembole dönüşmüştü. İlk defa halkı Müslüman olan bir devletin başbakanı, İsrail’i dünya kamuoyunda eleştirmiş, herkesin önünde rest çekmişti. Türkiye’nin 2009’daki dünya kamuoyunda bu çıkışı, Türkiye’de mu-


07

www.dunyaveislam.com

hafazakarları da iki kısma böldü. Bir yanda hükümetin bu resti çektiği için gururlananlar, ve bu restin devamının gelmesi ve İsrail’le olan ilişkilerin bitirilmesi için umut edenler, diğer yandan anlaşmaların devam ettiğini göstererek, her şeyin bir gösteriş olduğunu ima edenler… Fakat, Türkiye’nin İsrail’le olan ilişkisinde samimi ya da yapmacık olduğunu düşünmek için henüz çok erkendi. Çünkü henüz ortada somut bir veri yoktu ve tek somut veriler olan anlaşmalarda da süreçler bitirilmişti. Küçük birkaç anlaşma dışında ortada anlaşma filan yoktu, soğukluk vardı ve bu soğukluk gittikçe artıyordu. Nitekim bu sonuca Alanya’da kurvaziyer turizminin istatistiklerine bakarak karar bile verebiliriz. 2009 ve 2010 yılında deniz yoluyla yaklaşık 47 bin 506 İsrailli turistin geldiği Alanya, 2011 yılında İsrailli turist hiç ağırlamamış. “One Minute” Türkiye’yi etkilediği kadar, asıl Filistin’i, Kudüs’ü çok etkilemiş. Burada bir Filistinlinin “One Minute” demesi yasak. Hatta Polat Alemdar, İHH demesi de yasak. Eğer 16 yaşından küçükse dayak atılıyor, 16 yaşından büyükse içeri alınıyor. “One Minute”a Türkiye açısından bakıldığında İsrail’le olan ilişkilerde hiçbir şeyin değişmemiş, hatta yapılan ticari anlaşmalar sonlandırılmamış olabilir, ama burada Filistinliler, yıllardır karşılarında kendilerini yurtlarını eden İsrail’in kamuoyunda küçük düşürülmesini müthiş karşılamışlar. Tabiri caizse kendilerine bir özgüven de getirmiş. “One Minute” buradaki Kudüslü Müslümanların hayatlarını değiştirmemiş, yaşadıkları zulmü yine yaşıyorlar ama algılarını müthiş geliştirmiş. Artık Türkiye’nin gelecekte çok daha net adımlar atarak kendilerini himaye altına alacaklarına inanmışlar.

Nuh’un Gemisi’ni bekleyen çocuklar: Mavi Marmara Filistin, Ortadoğu’nun kalbidir. Asya’da bulunan ülkeleri Afrika’dakilerle birleştiren bir köprüdür. 1948’den beridir Ortadoğu coğrafyasında özellikle de Filistin’de akan kanın durdurulması için bir başkaldırının geçekleşmesi, bir manifestonun yazılması elzemdi. Yazılacak olan manifesto şimdiye kadar ki yazılmış manifestoların en üstünde yer almalı, en ulvî duygularla yazılmalı, mürekkebini yeryüzünün can damarlarından almalı, herkese ulaştırılmalı ve tarih boyunca da hep akıllarda kalmalı idi. 2010’da Filistin’in dünya ile iletişimini sağladığı tek bölge olan Gazze, tabiri caizse “Nuh’un Gemisi”ni bekliyordu. Filistinlilerin Akdeniz’de 12 mil hakları olan kıyıdaki bölüm, önce 6 mile, sonra pazarlık masasında 3 mile düşürülmüştü. İsrail, 2006’daki planlara göre Gazze’yi kendi topraklarına katarak Filistin’de “kurtarılmış bölge” bırakmayacak, Filistinlilerin elinde hiçbir coğrafyanın kalmamasına dek, tüm coğrafyanın hakimi olmaya çabalayacaktı. İşte 2006’dan beri yapılan boykot-

lar, Gazze’nin dünya ile irtibatının kesilmesi, Filistin’de yapılanları bir kez daha gözler önüne serdi. Yapılan vahşetle birlikte gıdasızlık, susuzluk, bölgeye atılan bulaşıcı hastalıklar ve bombalarla Gazze, bir abluka alınmış, hiçbir canlının oradan çıkmaması istenircesine bir katliam işlenmeye başlanmıştı. Bu katliamın durdurulması, Filistin’in yaşatılmaya çalışılması için dünyanın her tarafından vicdan sahibi insanların ‘Artık Yeter’ demeleri, toplu bir çığlık yükseltmeleri, ‘bir’ olmaları bekliyordu. İşte Mavi Marmara, medya bombardımanı yaşanan dünyamızda, vicdan sahibi medyaların birleşeceği ve İsrail’in riyakâr sözlerinin üstüne gideceği bir anın gelmesi, güneşin yeniden doğması, kuşların yeniden ötmesi, anaların feryatlarının dinmesi için yola çıkılmıştı. Sonuçları açısından ağır olsa da, Gazze’nin gündeme gelmesi açısından başarılı da oldu. Tüm dünyada Gazze bir anda gündeme geldi ve İsrail ile Türkiye arasında gerilim, en üst düzeye tırmandı. Aksiyon Dergisi’ne göre Mavi Marmara krizinin ardından gündeme gelen Türkiye-İsrail arasındaki askerî anlaşmaların hacminin 500 milyon dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Savunma kaynaklarına göre, son 20 yıldır İsrail’den askerî araç-gereç alan Türkiye’nin ödediği para 4,5 milyar doları buluyor. Mavi Marmara sonrası büyük projelerin sona ermesi, sadece küçük, fakat kritik teknolojilere sahip olanların süreç itibariyle devam etmesi ama ileride sonlanması bekleniyordu. Davos Zirvesi ile başlayan süreç, “Mavi Marmara” ile birlikte İsrail’in yaptığı saldırı ve 9 kişinin yaşamını yitirmesiyle zirvesine çıkmıştı. Saldırıdan sonra, iki devlet de birbirine karşı diplomasi adabı bakımından pek alışık olunmayan bir üslup eşliğinde sürdürdükleri polemikle sorunların çözümüne ilişkin ciddi girişimlerden çekinmeye devam etmiş, iki taraf da ilişkileri açısından süreci yakından takip etmeye başlamıştı. En son gelinen noktada; Türkiye İsrail’e; “1-) İsrail Türkiye’den resmen özür dilemeli, 2-) Gazze’de ambargolar kalkmalı, 3-) Ölenlerin ailelerine tazminat ödenmeli” şartlarını öne sürmekte devam ediyor ve bunlarda ısrar edeceğini söylüyordu. “Eğer bu şartlar yerine getirilmezse; Türkiye tarafından yapılacak olanı İsrail bilmektedir” diyordu Dışişleri Bakın Ahmet Davutoğlu. İsrail ise; “1-) Özür dilemenin söz konusu olmayacağını, eğer özür dilinecekse, Türkiye’nin dilemesi gerektiğini, 2-) İsrail’in soruşturma komisyonu kurduğunu ve adil bir soruşturma yürütüldüğünü, 3-) Ölenlerin Hamas’la ilişkili kişiler olduğunu ve bu yüzden tazminatın söz konusu olmayacağını” söylemekteydi.

Özür dilemeyi nasıl okumalıyız? Şunu bilelim ki hükümet tarafından İsrail’le ilişkilerde yürütülen diplomasi, her tür provokasyona açıktır. Türkiye’nin İsrail’le

olan ilişkisi, bir bakıma ABD ve NATO ile ilişkileri anlamına da geldiğinden Türkiye, en başından beridir süreçte vakur duruşunu korumaya gayret etti. Vakur ve oturaklı bir duruş, gelecekte de bu duruş üzerinden ülkelerin ilişkilerini yöneteceği anlamına geliyordu. Türkiye İsrail ilişkileri, geçtiğimiz günlerde yeni bir dönemeçten geçti. ABD Başkanı Obama’nın, Başbakan Erdoğan ile İsrail Başbakanı Netanyahu’nun bir telefon görüşmesi gerçekleştirdiğini, Netanyahu’nun Mavi Marmara olayı nedeniyle Erdoğan’dan özür dilediğini açıkladı. Açıklamada, “ABD, hem Türkiye hem de İsrail’le olan yakın ortaklığına büyük değer veriyor. Bölgesel barış ve güvenliğin güçlendirilmesi için Türkiye ile İsrail’in ilişkilerinin tekrar düzelmesine büyük önem veriyoruz” denildi. ABD Başkanı Obama açıklamasında, “Umarım Erdoğan-Netanyahu görüşmesi işbirliğini derinleştirir” ifadesi kullanıldı. Bu açıklamadan hemen sonra Reuters’a konuşan ABD’li bir yetkili görüşmede Netanyahu’nun Başbakan Erdoğan’dan özür dilediğini bildirdi. Yetkili, Erdoğan’ın İsrail’in özrünü kabul ettiğini ve ilişkilerin normalleştirilmesi gerektiği konusunda Netanyahu ile hemfikir olduklarını belirtti. Reuters, görüşmede tarafların ayrıca, Mavi Marmara baskınına katılan İsrailli askerlere yönelik hukuki girişimlerden vazgeçilmesi konusunda da mutabık kaldığını bildirdi. Ayrıca İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Mavi Marmara kurbanlarının ailelerine tazminat ödemeyi kabul ettiklerini açıkladığı da bildirildi. Türkiye’de başbakanlık kaynakları İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargonun da kaldırıldığını belirtti. Böylelikle Başbakan Erdoğan tarafından ilişkilerin normalleştirilmesi için İsrail’e sunulan üç şart da kabul edilmiş oldu. Erdoğan’ın daha önce sunduğu şartlar Gazze ablukasının kalkması, Mavi Marmara mağdurlarına tazminat ödenmesi ve özür dilenmesiydi.

Özür Dileyiş bir başarı değil, adımdır… Davos Zirvesi’nde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ’One Minute’ çıkışıyla başlayan, ardından “Mavi Marmara” baskınıyla tamamen bozulan Türkiye İsrail ilişkilerinde gelinen noktada, Türkiye’nin şimdiye kadarki duruşundan taviz vermediği, dikkatli davrandığı, çok hassas hareket ettiği bir gerçek. Sürecin bundan sonra da hassas olarak devam etmesi, Türkiye’nin vakur duruşunu kaybetmemesine ve Filistin’de özellikle de Gazze’deki ambargoların durdurulmasına yönelik atacağı adımlardaki kararlılığına bağlı. Türkiye’de özür dileyişe sevinenleri, Türkiye İsrail ilişkilerinde Türkiye’nin gelecekte alacağı rolü ve önemini unutuyorlar.” Özür dilettik, daha ne yapalım?” mantığıyla hareket etmek, sadece Türk insanını anlık olarak mutlu eden bir psikolojidir. Gazze’deki ambargo kalkmadıkça, Filistin’de hayat normal-

leşmedikçe, Türkiye, gelecekte Ortadoğu’da alacağı rolden uzaklaşmaya devam edecektir. Türkiye, şimdiye kadar Ortadoğu halklarını birleştiren, kardeş kılan bir ülküyü benimsemiş, süreç olarak ilk aşamada var olan savaşı durdurmaya gayret eden bir politika izlemiştir. Mavi Marmara Gemisi’yle 9 insanı şehid edilmiş, buna rağmen vakur duruşunu kaybetmeyerek bu süreçten alnı ak çıkmıştır. Türkiye, bundan sonraki adımlarında da bu başarısını sürdürmek zorundadır.

İsrail, özründe samimi değildir! Bugün, geldiğimiz noktada Türkiye’nin vakur duruşunu devam ettirmesi elzemdir. Nitekim özür dilemeden sonra Gazze ambargosunun kaldırılacağı, ihtiyaç duyulan malzemelerin Gazze’ye girişine izin verilmeye başlanacağı bildirilmesine rağmen ambargoda değişen hiçbir şey olmadı. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Türkiye’den özür dilemek için Başbakan Erdoğan’ı aradığı günde Gazze balıkçılarının avlanma sahasının altı milden üç mile indirilmesi, İsrail’in ambargo ve abluka konusunda samimi olmadığını zaten gösteriyor. Hatta İsrail Başbakanı Netanyahu’nun, Türkiye’den özür dilemelerinin ardındaki ana sebebin Suriye’deki durum olduğunu açıklaması, samimi olmadıklarının bir başka tezahürü. Yani demek ki İsrail Suriye ile olan ilişkisi yüzünden özür dilemeye mecbur kalmasa, özür dilemeyecek miydi? İsrail Suriye’yi rahat rahat vurmak için mi Türkiye’den özür diledi? İsrail’de yayınlanan Jerussalem Post gazetesinden Herb Keinon, anlaşmada ablukanın kaldırılacağını dair hiçbir madde içermediğini ifade etti. İsrail’in Gazze’deki ambargonun kaldırılacağını söyleyip kaldırmaması da tamamen oyunun bir parçası olsa gerek.

Önce Özür, Sonra Gazze’ye Bombardıman! İsrail, Mavi Marmara özürünün hemen ardından Gazze ablukasını kaldırdığını açıklamasına rağmen yine Gazze’ye saldırı düzenledi. İsrail’in hem ateşkes hem de Gazze ambargosunu kaldırdığını duyurmasının ardından yaptığı bu hamle, bölgenin yeniden şiddet sarmalına gireceği endişesini doğurdu. Filistin güvenlik kaynaklarından alınan bilgiye göre, İsrail savaş uçakları, Gazze’nin doğusundaki Et-Tuffah Mahallesi ve Beyt Lahiya semtindeki boş iki araziye füze attı. Son söz olarak, Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkisinde vakur duruşunu kaybetmemesi, hem Türkiye için hem Ortadoğu halkları için çok önemli. Bugün, Türkiye’nin savaşı tamamen bitirecek ülke konumuna çıkması, gelecekte de Ortadoğu’da Türkiye’nin rol model ülke olmasını kolaylaştıracak, Türkiye’nin vizyonu örnek alınacak, en önemlisi Türkiye’siz bir planlama yapılamayacaktır.


08

www.dunyaveislam.com

Emperyalizm Kanlı Canlı ve İyi Durumda

Britanya İmparatorluğu’nun İki Tarafı Keskin Kılıcı:

Küresel Ordu ve STK’lar Emperyalizmin halen canlı olduğuna, güncellenmiş nomenklatürlerin ardına zekice gizlendiğine dair birçok örnek bulmak mümkün. “Serbest ticaretin” kökenlerini, İngiltere’nin genellikle “güç politikası” stratejisi çerçevesinde (yani yabancı bir ülkenin başkent kıyılarının ötesine silahlı gemilerin demirlenmesi ve eğer talepleri yerine getirilmezse bu toprakların bombardımana tutulmakla ve askeri fetihle ele geçirilmekle tehdit edilmesi) başka uluslardan gaspettiği ekonomik tavizlerden aldığını bugün artık biliyoruz.

TONY CARTALUCCI

B

ritanya İmparatorluğu’nun hegemon gücünü gezegenin her bir noktasına ulaştırması için elinde sadece bir filosu yoktu; aynı zamanda küresel ekonomik gücünü sağlamlaştırmaya yönelik finansal ağları ve uzak diyarlardan Londra’ya –ardından da İngiltere’nin kodaman elit tabakasının ceplerine- etkin ve sürekli kaynak akışını sağlayan sistem yöneticileri de bulunmaktaydı. Bu, yüzyıllık deneyimlerle yoğrulmuş, oldukça tıkırında giden bir çark idi. Okul çağındaki her çocuk Britanya İmparatorluğu’nu öğrenirken, yetişkinlerin günümüzde yakalandıkları ortak bir siyasi hastalık ise, “hakikatin tıpkı okul kitaplarında anlatıldığı şekliyle kurulduğu” yönündedir –net çizgilerle tanımlanmış bölümler şeklinde… Bu ise, emper-

yalizm çağının bir şekilde insanlık tarihinde kapanmış bir kitap sayfası olduğu yönündeki ortak ancak hatalı anlayışa yol açar. Ne yazık ki, bu anlayış, gerçeklikten fersah fersah ötededir. Emperyalizm yok olmamıştır; sadece şekli değişmiştir.

Emperyalizm kanlı canlı ve iyi durumdadır. Emperyalizmin halen canlı olduğuna, güncellenmiş nomenklatürlerin ardına zekice gizlendiğine dair birçok örnek bulmak mümkün. “Serbest ticaretin” kökenlerini, İngiltere’nin genellikle “güç politikası” stratejisi çerçevesinde (yani yabancı bir ülkenin başkent kıyılarının ötesine silahlı gemilerin demirlenmesi ve eğer talepleri yerine getirilmezse bu toprakların bombardımana tutulmakla ve askeri fetihle ele geçirilmekle tehdit edilmesi) başka uluslardan gaspettiği ekonomik tavizlerden aldığını bugün artık biliyoruz.

1800’lü yılların ortalarında, o zamanlar Siam Krallığı olarak bilinen Tayland’ın her bir tarafı, sömürgeleştirilmiş uluslarla çevriliydi ve en sonunda bu topraklarda 1855 yılında imzalanan bir antlaşmayla İngiltere topraklarına katıldı. İşte, sözünü ettiğim bu “güç politikası” sonucunda elde edilen tavizlerin bugünkü “ekonomik liberalizasyona” ne denli benzediğini görelim: 1. Siam, İngiltere vatandaşlarına politik dokunulmazlık sağladı. 2. İngiltere, Bangkok’taki tüm deniz limanlarında serbest bir şekilde ticaret yapıp kalıcı olarak ikamet edebilirdi. 3. İngiltere, Bangkok’ta gayrimenkul alıp kiralayabilirdi. 4. İngiliz vatandaşları, konsolosluktan sağlanan izinle ülke içinde serbestçe seyahat edebilirdi. 5. İthalat ve ihracat vergileri, vergisiz haşhaş


09

www.dunyaveislam.com

ve külçe altın haricinde %3 tavan değeriyle sabitlenmişti. 6. İngiliz tüccarlarının Siam halkıyla doğrudan alışveriş yapmasına izin verilmişti. Çok daha yakın bir örnek ise, Irak’ın askeri fethi ve Paul Bremer’in (CFR) beli bükülmüş devlete yönelik önerdiği ekonomik reformasyondur. The Economist, “Haydi hep birlikte bahçe satışına gidelim: Eğer bu işe yararsa, Irak, kapitalistin rüyalarını süsleyecek” başlıklı makalesinde Irak’ın yeni-sömürgeci yaklaşım çerçevesinde “ekonomik liberalizasyonu”ndan söz eder: 1. Irak’ın varlıklarının %100 sahipliği; 2. Edinilen karların ülkeye tamamen iadesi; 3. Yerel firmalarla eşit yasal haklar; 4. Yabancı bankalara, yerel bankalar içinde işlem yapabilme veya satın alabilme hakkı; 5. Gelir vergisi ve kurumsal vergilerin %15 tavan değerine sabitlenmesi; 6. Evrensel vergilerin %5’e indirilmesi; Nomenklatürleri bir kenara bırakırsak, 1855 yılından beri aslında hiçbir şey değişmedi; emperyalistlerin “istek listeleri” de keza aynı şekilde… The Economist’in öne sürdüğü gibi, (keza aynı iddiayı 18 ve 19.yüzyıllarda yaşamış herhangi bir emperyalist de desteklerdi) Irak’ın geri kalmışlığının önüne geçmesi için yabancı ekspertizine ihtiyacı vardır; bu da ulusal egemenliğin bağırsaklarının çıkarılmasını ve kaynaklar üzerindeki yabancı yönetimini (hırsızlık) meşrulaştıran bir iddiadır. Siam’ın aksine, Irak, günümüzün Wall Street & Londra’sının “savaş botlarına” boyun eğmeyi reddetti. 1800’lerin sonunda Zululand’ın altında elmas bulduklarında İngilizlerin yaptığı gibi (Zulu Krallığı’nı yıkmayı meşrulaştıracak bir savaş nedeni icat ederek), günümüzün küresel emperyalizmi de Irak’ı talan etmeye başlamadan önce onu işgal etmek için belli belirsiz bir bahane uydurdu. İngiliz-Zulu savaşının sonunda, İngilizler

Zululand’ı yağmaladılar; 14 ayrı kabileye böldüler ve her birinin başına da İngiliz İmparatorluğu’na bağlı bir yönetici vekili atadılar. İngiltere, bu 14 kabilenin birbirine karşı düşmanlık beslediğini biliyordu; bu yüzden de birleşik bir Zulu tehdidi sonucunda İngiltere’nin çıkarlarının zedelenmemesi için aralarındaki çatışmaları kasten tetikledi. Bugün, kötücül ve sürüncemeli çatışmalara ve bazı durumlarda da (Irak ve şimdi de Libya’da olduğu gibi) iç savaşlara yol açan askeri müdahalelerin “tesadüfi” sonuçlarına bizzat tanıklık ediyoruz. Öte yandan, Pakistan’ı tıpkı Zululand’a yapıldığı gibi yağmalamak üzere bir takım planlar söz konusu. Keza Suriye’de de aynı durum geçerli. Tüm bunlar kazara değil kasten gerçekleşen durumlar. “Böl ve yönet”, Wall Street &Londra’nın çıkar ve dikkatlerinden kaçmayan türden, klasik bir askeri stratejidir. Eğer insanlar biraz tarihle ilgilenseler ve bugün yaşananların aslında geçmişte yüzyıllar boyu imparatorların yaptıklarının bir tekerrürü olduğunu görseler, halk da aslında küresel ölçekte sömürücü ve kanlı bir suç cümbüşü olan (ancak bize “meşru müdahale” olarak sunulan) şeyin peşinden gitmeye daha az hevesli olurlar. Irak’ın nasıl sömürüldüğüne ve Fortune 500’deki şirketler tarafından karlarının nasıl istiflendiğine bakmak yeterli olacaktır. Bu süreçte askerler ve Iraklılar ise, akılları, bedenleri, kanları, beyhude kaderleri ve canlarıyla bunun bedelini ödemişlerdir.

Bölüm II: İngiliz Emperyal Yönetimi (Öncül STK’lar) İngiliz emperyal yönetimini anlamak için paha biçilmez bir kitap tavsiyesi veriyorum size: “Sömürgeci Georgia eyaleti: On Sekizinci Yüzyılda İngiliz Emperyal Politikasına dair bir Araştırma”. Georgia Üniversite Yayınları tarafından basılan ve Trevor Reese tarafından kaleme alınmış olan söz konusu kitap, Georgia’yı bir vaka incelemesi olarak almak suretiyle, “İngiltere’nin

sömürge politikasını tüm açılardan” ele almada başarılı bir sonuç vermiştir. Halihazırda Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyinde bulunan Georgia sömürgesi, öncül bir STK tarafından kurulmuştur. Bu STK’nın tam olarak yaptığı şey; Londra’daki elverişli mahkumların değerlendirmeye tabi tutularak, Hanedan’ın gereksinimlerini karşılamak üzere Georgia’ya gönderilmesiydi. Dolayısıyla, “Georgia Trustees” isimli bu STK, “hapishane reformuna” kendini adamış bir örgüttü ve elit kesimin yararına olacak şekilde, insan trajedisini kullanmak için birçok ağı mükemmel bir şekilde kullanmıştır. Muhtemelen içinizden birçoğunuz Londra’daki mahkumların Georgia’ya gönderilmesinin onların lehine olduğunu düşünmüştür. Ancak buradaki temel mesele, bir kişinin kaderinin bir başkasının yararına olacak şekilde belirlenmeye çalışılmasıdır ve bu yöndeki kararın, Georgia’da nasıl sonuçlar doğuracağı hesaplanmamıştır. Aynı karmaliyet analizi, kölelik konusunda yapılabilir. İngiltere için Protestanlık da, günümüzdeki STK’ların öncüllerinden biridir. Dini unvanlar, 18.yüzyıl Avrupası’nda doğrudan siyasi çizgiler temelinde bölünmüştü; ve gemiler dolusu Protestan mahkum Georgia’ya gönderildiğinde, onların temsil ettikleri siyasi ağlar da beraberlerinde gelmişti. Son kertede her imparatorluğun kilisesinin nihai amacı, yüce hedefleri yerine getirdiklerine inanan ve halk içinden seçilen bir ağ kurmaktı; ancak aslında bu kişiler, sadece kendi imparatorluklarının elit kesimine hizmet etmekteydiler. Ne yazık ki yüce gayeler ve birçok kişinin büyük çabalarına rağmen, İngiltere kraliyetinin bu ağları yüce olmayan hedefler doğrultusunda kullanma vakti gelip çattığında, insanları bir araya toplamak için örgütsel beyin yıkama faaliyetlerine başvuruluyordu. Ve tıpkı günümüzün STK’ları gibi, Protestan örgütler de bölgedeki başlıca yöneticilerle temas kurup onları doğrudan destekliyordu –Georgia’nın durumunda Georgia Trustees’i. Reese’nin kitabında, 21.sayfada şöyle bir cümleye yer verilir: “Georgia’nın durumunda, Bakanlık’ın tek endişesi, imparatorluğun korunmasıydı.” Benzer şekilde bugün de STK’lar, “ilham kaynakları” olan, işine kendini gerçek anlamda adamış insanlardan oluşuyor; ama son kertede genellikle George Soros, OECD, Dışişleri Bakanlığı’nın Ulusal Demokrasi Fonu veya küresel kurumsal-faşist emperyalizmin tedarikçileri tarafından destekleniyorlar. İngiliz İmparatorluğu’nun Gürcistan’daki çıkarları ekonomik idi; koloninin içini doldurup onu yönetmek için kullanılan tahrikler ise tamamen fedakarlıktandı. Emperyalizmin bir diğer kilit özelliği ise, tebayı bağımlı olarak tutmaktır. Reese’in 27.sayfada belirttiği gibi, “bu [özel veya imtiyazlı eyaletlerin yarattığı tehlike, bağımsız mercilerin kurulması için yarattıkları imkanlardan kaynaklanıyor ve bu durum sömürgeciliğin temel ilkesine de aykırı düşüyor.” Sömürgelerden hammadde ihracatı, ardından da sömürgelere mamul mal ithalatı, merkantilizm çerçevesinde, gerek siyasi gerekse ekonomik olarak köleye yaraşır bir bağımlılık anlamına geliyordu –her ne kadar sömürgeler içinde birçok “demokrasi” unsuruna rastlansa da. Her ne kadar halihazırda bir devlet veya eyaletin ekonomik olarak tamamen bağımsız hale getirilmesi için bir teknoloji söz konusu olsa da, bugünün “serbest ticaret” anlaşmaları kavramı, kaynakların, imalatın, düzeltmenin ve tüketimin küresel ölçekte birbirine eşit derecede bağımlı olduğunu ortaya koyuyor. Tıpkı bugünün STK’ları gibi, Britanya İmparatorluğu’nu oluşturan idari ağlar, birçok açıdan Londra’dan alınan hibelere bağımlıydı; keza yerel düzeydeki katkılar, dişin kovuğunu doldurmuyordu. Reese’in kitabın 39.sayfasında kaydettiği gibi, “paraya olan sürekli ihtiyaç, Trustees’nin daimi olarak İngiliz Parlamentosu’na bağımlı olması sonucunu doğurdu; bu destek olmaksızın sömürgelerinin varlığı sürdürülemezdi.” Britanya İmparatorluğu, ağlarının amaçlarını yerine getirmek için yeterince kaynaktan faydalanmasına –ancak hiçbir zaman bağımsız olmamalarına- yönelik olarak titiz bir dengeleme politikası güttü. Mali politika, emperyal standartlara uygun düşüyordu; yerel politika ise, yerel yöneticiler tarafından belirlenmekteydi. Yerel yöneticiler ise, Londra’da ticari kurullarla iç içe çalışmaktaydı; tıpkı yerel STK’ların, uluslar arası örgütler tarafından tanımlanan kural ve normlara uygun olarak hareket etmeleri gibi…

Bölüm III: 21.yüzyıl için Emperyalizmin Yeniden Tasavvur Edilmesi Emperyalizmin halen ne kadar kanlı ve canlı olduğuna dair bazı örnekler gördük. Ayrıca, emperyalizmin İngiltere tarafından uygulandığına da tanıklık ettik. Peki, emperyalizm bugün tam olarak nasıl uygulanıyor? Ve insanlar niçin bile bile emperyalizmin yolundan ilerliyor? “Sistem yöneticileri” kelimesi, Amerikalı askeri strateji uzmanı Thomas Barnett tarafından 2008 yılında “Pentagon’un Savaş ve Barışa yönelik Yeni Haritası” başlıklı bir konferans sırasında kullanılmıştı. Yaklaşık 18 dakika süren konuşmada, Barnett, ordunun iki ayrı güç çerçevesinde yeniden reforma tabi tutulması kavramını açıklayarak söze başlamıştı.

Bu güçlerden birisi, hava saldırıları, özel operasyonlar, baskınlar yoluyla hedefteki ulusların mevcut ağlarının çökertilmesi ve bu süreçte askeri varlıkların kullanılmasıyken; diğer güç ise yabancı-destekli istikrarsızlaştırmanın yarattığı kaosun küllerinin üzerinden yükselen sistem yöneticileridir. Sistem yöneticileri dahilinde, STK’lardan, uluslararası örgütlere, sivil yöneticilere dek birçok aktör söz konusudur ve gerektiğinde askerler ve donanma görevlileri de devreye girebilir. Barnett’in uyarısına göre, eğer herhangi birisi Batı’nın “sistem yöneticisi” ağlarının inşa sürecine müdahil olmaya kalkışırsa, “donanma kuvvetleri oraya gelir ve derhal o kişiyi öldürür.” Tıpkı İngiliz garnizonlarının sömürgelerindeki huzursuzluğu bastırmak için zamanında yaptığı gibi… Bu konuşma 2008 yılında yapılmıştı; ama daha şimdiden bu gücü kullanmak ve yaymak üzere atılan somut adımlarla karşılaşıyoruz. Daha kısa süre önce, Corbett Report ve Media Monarchy adlı yayın organları tarafından aktarıldığına göre, “elit” askeri güçlere daha fazla rol verilmek isteniyor. Özel Operasyonlar Kumandanlığı’ndan Amiral William McRaven, “istihbarat ve küresel gelişmeler ışığında en fazla ihtiyaç duyulan noktalara savaş ekipmanlarını ve askeri güçlerini konuşlandırmak üzere daha fazla otonomi talep ettiğini” söylemişti. Buna ek olarak, Arap Baharı’nın patlak vermesinden önce, 2008-2011 yılları arasında, Amerikan Dışişleri Bakanlığı ve onun küresel kolaylaştırıcılar ağı, hükümetleri devirmeye başlamak ve küresel bir yönetim ağı kurmak üzere STK’lardan ve muhalif gruplardan oluşan bir ordu kurmak üzere kampanya başlatmışlardı. “Büyük İş Çevrelerinin Finanse Ettiği Soros Büyük İş Çevrelerinin Hesap Verebilirliği Projesi” çerçevesinde, çok kısa süre önce ortaya çıktı ki, hedefteki ulusların kaynaklarını yönetmek üzere sistem yöneticilerini oluşturmaya dönük benzer bir STK ordusu harekete geçirilmişti. Şurası oldukça net ki, Barnett’in önerisi, hedefteki ağları yerle bir etmek üzere mutlaka “Amerika’nın harekete geçirdiği bir Leviathan güce” ihtiyaç duymuyor. Amerika’nın finansörlüğündeki Arap Baharı, bunun en yakın örneği. Ayaklanmaları kışkırtırken aslında bariz bir askeri müdahalede bulunulmuyor ve “tetikçi”liğe dayanan özel operasyonlar, sivil birimler, STK’lar ve sistem yönetimi alanındaki taşeronlar kullanılıyor. Örneğin Libya’da STK’lar ve sivil işler yöneticileri, 2011 Şubat’ında ayaklanma başlattılar; bu sırada silahlar ise, Kaddafi hükümetini devirmek için gizlice silahlı kuvvetlere kaydırıldı. ICC gibi uluslar arası örgütler, Libya hükümetine karşı kamuoyunu zehirlemek üzere kullanıldı. Onlara da bu süreçteki bilgiler ve istihbarat, STK’lar tarafından sağlandı. NATO ise, bir yandan, tam teşekküllü bir hava tatbikatı başlattı. Dolayısıyla, Leviathan’ın güçleri ve sistem yöneticileri, eşgüdüm içinde çalıştılar; bir yandan eskiye dair izleri silerken, bir yandan da uzun zamandır ABD’de yaşayan ve Petroleum Institute’ün yönetim kurulu başkanı Abdürrahim el-Keib’i Başbakan olarak yerleştirmeyi kolaylaştıracak yeni ağlar inşa etmeye yöneldiler.

Emperyalizmin halen ne kadar kanlı ve canlı olduğuna dair bazı örnekler gördük. Ayrıca, emperyalizmin İngiltere tarafından uygulandığına da tanıklık ettik. Peki, emperyalizm bugün tam olarak nasıl uygulanıyor? Ve insanlar niçin bile bile emperyalizmin yolundan ilerliyor? Bunun gibi askeri seçeneklerin bir “seçenek” olmadığı ve meşrulaştırılmasının imkansız olmasa da zor olduğu uluslarda (örneğin Tayland), Wall Street’in ağırlığı ve Londra’nın desteği, sistem yöneticileri tarafından vargücüyle destekleniyor ve eğer hedefteki egemen ağlar yok edilebilecek gibiyse, uygun muhalif hareketler yaratılarak, bunlar birer “vekil” olarak kullanılıyor. Tayland’ın durumunda, “vekil” olarak atanan kişi Thaksin Shinawatra idi; kendisi Carlyle Grup’un eski danışmanıydı ve Amerika’nın yoğun bir desteğini almıştı. Thaksin’in göreve başladığı 2001 yılından 2006 yılındaki darbe sonucu devrildiği güne kadar, Amerika’nın Irak işgalinde Taylandlı askerleri görevlendirmiş, CIA’in Tayland’ı tiksindirici icra programları için kullanmasına izin vermişti. Öte yandan, Tayland’daki egemen yerli ağları bozmak ve devirmek üzere çabaları desteklemek için kullanılan bazı akademik çevreler de söz konusu. Bunun yanı sıra, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’ndan her yıl yüz binlerce dolar alan propaganda amaçlı STK’lar da bulunuyor. Bu STK’lara, Ulusal Demokrasi Fonu, Soros’un Açık Toplum Vakfı ve USAID aracılığıyla fon veriliyor. Her ne kadar bu STK’ların misyon beyanatlarında, “özgürlüğü, demokrasiyi, insan haklarını” savunmak gibi ibareler yer alsa da, sponsorlarının


10 ve “uluslararası” örgütlerin arka planlarıyla yürüttükleri iş arasında nasıl bir uzlaşı sağladıkları meçhul. Ancak, tek bir umutları var: Tayland’ın yerli ağlarının etkisini ve gücünü azaltmak, bunun için de Wall Street & Londra’nın sistem yöneticilerinin kapasitesini aşamalı olarak artırmak. Georgia örneğinden de anımsanacağı gibi, cehalet ve iyiniyet, bu ağların güçlendirilmesini sağlıyor ve özellikle de yabancı desteğe sürekli bağımlı kalınıyor; çünkü yerel katkılar genellikle pek bir işe yaramıyor. her ne kadar birçok insan, bu STK’ların “yüce bir dava” uğruna sorumluluk yüklendiklerini düşünseler de, aslında yüzyıllardır deneme ve yanılma yöntemleriyle mükemmelliğe ulaşan bir emperyal sistem içinde bu STK’lar da “farklı türden birer asker”dirler. Sahadaki aktivistler iyi niyetli olabilirler; ancak aralarında mutlaka birileri de şunu düşünüyorlardır: “Bizim beyan ettiğimiz misyonumuz ile bizi yurtdışında fonlayan kişilerin samimi olmayan niyetleri arasında bir çatışma var mı?” Tıpkı orduda olduğu gibi, STK’ların sistemi de, kendilerini ebedileştirmek için, halkın genelinin cehaletinden yararlanıyor. Halk, bu ağların yeryüzünün geneline yayıldığını görüyor; ancak gerçek amaçlarının ne olduğuna dair fazla fikirleri olmuyor. Trevor Reese, bugün de oldukça geçerli olan, 18.yüzyıldaki emperyalizmin durumuna dair önemli bir gözlemini daha paylaşıyor: “On sekizinci yüzyılda, sömürge meseleleri, İngiltere’nin siyasi yaşantısında ikincil önemdeki meselelerdi. İmparatorluğun yayılması, halkın pek fazla ilgisini çekmedi. Anti-emperyalist duygular ifade eden ve imparatorluk dünyasının son kertede ana-karanın denetiminden çıkacağından korkulan ülkede elbette bir nebze eleştiri yapıldı, ancak bu eleştiriler sadece küçük bir azınlığı temsil ediyordu. Genel anlamda bakıldığında, insanlar “sömürge”lere ılımlı bir yaklaşımla, onaylarcasına bakıyorlardı; ve her ne kadar sömürgeler hakkında pek fazla şey bilmeseler de, bunun imparatorluğun yararına olduğunu düşünüyorlardı.” Benzer şekilde, bugün birçok insan, Wall Street & Londra’nın denizaşırı bölgelerde yarattığı karanlıkta yaşamayı sürdürüyorlar. Her ne kadar askeri müdahaleler manşetleri süslese ve birçok kişi için kafa karıştırıcı bir oyalama ortamı yaratsa da, STK kavramından artık insanlar haberdarlar. Ve bu STK’ların, Tunus’tan Tayland’a dek her yerde savaş aygıtıyla nasıl birlikte çalıştıklarının ayyuka çıkması da cabası. Günümüz medyası “STK’nın ne anlama geldiği”ne dair algılarımızla oynayabilse de (örneğin ellerinde USAID’in dağıttığı pirinç heybeleriyle objektiflere gülümseyen Afrikalılar), alsında eski dünyayı yıkmak ve yerine yenisini geçirmek üzere ortaya konmuş, merkezi bir operasyondan söz ediyoruz. Bu yeni düzen, söz konusu ülkede yaşayan halkın taleplerine değil, bu ülkeyi yönetecek halkın –yani paralı elit kesimin- taleplerine yanıt veriyor.

Bölüm IV: İmparatorluğun Zayıflığı, Bağımsızlıktır İmparatorlukların, tebaaya ihtiyacı vardır. Tebaa olmaksızın imparatorluk da olmaz. Filo olmazsa, donanma kuvvetleri olmazsa, emperyal

www.dunyaveislam.com

Bu, Noam Chomsky’nin 1993 yılında yaptığı bir konuşmada da teyit edilir. Chomsky şöyle demişti: “Zenginlerin ve güçlülerin yönetimi anlamına gelen demokrasiyi dayatmak üzere bir girişim söz konusu. Halk, bu sisteme dahil edilmiyor ve tüm bunlar resmi düzeydeki seçim usulleri çerçevesinde gerçekleştiriliyor.”

yöneticiler olmazsa, bir araya getirilecek işçi de olmaz ve muhtemelen bu işçilerin ihraç ettikleri hammaddeleri işleyerek onlara geri gönderecek kişiler de olmaz. İmparatorluk, tebaasının tercihen “cahil” olmasını ister; kolaylıkla onları manipüle etmek, beyinlerini yıkamak, böylelikle imparatorluk içinde sadakatini koruyarak gerekli işlevleri yerine getirmeleri için onları motive etmek ister. İmparatorluğa inanan tebaa ister. Daha da önemlisi, imparatorluğa umutsuzca bağımlı tebaalara ihtiyacı vardır. Dolayısıyla, ulusların özgürlük peşinde koşarak İngiltere’den “bağımsızlıklarını” ilan etmeleri, bir tesadüf değildir. Amerikan Devrimi’ne dair büyük muharebeler başlamadan ve zafer kazanılmadan önce, Kurucu Babalar, sadece yazılı olarak değil eylem düzeyinde de bağımsızlıklarını ilan etme yoluna girmişlerdir. Kurucu Babalarımız, İngiliz mallarının ithal edilmesine son noktayı koyup, kendi para sistemlerini yaratmışlar, kendi milislerini bir araya getirmişler ve her şeyden önemlisi de kendi değerlerini –yani Kral George’un kendi çıkarlarını değil- temel alan bir hükümet kurmuşlardır. Bu ölçülebilir bağımsızlık hali, bu sömürgelerin başarısında bir anahtar rol üstlenmiştir. Özgürlük için bağımsızlık, zafer için de tiranlıktan özgürlük kazanmak gerekiyordu. Uğruna savaştıkları dava, kendilerini özgürleştirmek için değildi. Daha ziyade, daha önceden kurdukları Britanya sisteminden özgürlüklerini kazanmak için mücadele vermişlerdi. “İsimleri İsimlendirmek: Sizin Gerçek Hükümetiniz” isimli makalede, en çok bilinen kurumsal-finansörlerin çıkarları ve bu finansörlerin politikalarını oluşturmak, teşvik etmek, yaymak ve uygulamak üzere kullandıkları düşünce kuruluşlarının bir listesi yer alır. Makale, şu bölümle sonlandırılır: “Bu örgütler, yeryüzü üzerindeki en büyük şirketlerin kolektif çıkarlarını temsil eder. Bu

şirketler, gündemlerini uygulamak ve ülke içinde bir uzlaşı yaratmak üzere araştırmacılar ve politika “kurtları”ndan oluşan bir ordu bulundurmakla kalmıyorlar; aynı zamanda medya, endüstri ve finans dünyası üzerindeki etkilerini kullanıp, uluslararası çapta kendi kendine hizmet eden bir uzlaşı tesis ediyorlar. Bu kurumsal-finansör oligarşinin kendi gündemini ve kaderini, seçmen kitlelerine dayatacağına inanmak, en iyi tabiriyle “saflık” olur. Öyle ki, silahlar, petrol, refah ve güç, hangi ülkede olursa olsun zaten sürekli olarak bu oligarşinin avucuna düşüyor.” Bu, Noam Chomsky’nin 1993 yılında yaptığı bir konuşmada da teyit edilir. Chomsky şöyle demişti: “Zenginlerin ve güçlülerin yönetimi anlamına gelen demokrasiyi dayatmak üzere bir girişim söz konusu. Halk, bu sisteme dahil edilmiyor ve tüm bunlar resmi düzeydeki seçim usulleri çerçevesinde gerçekleştiriliyor.” Eğer dünya kurumsal-finansçı çıkarlar tarafından yönetilirse ve seçimler sadece halka sahte bir güvenlik duygusu kazandırırsa, modern imparatorluktan bağımsızlığımızı ilan etmek üzere elimizden ne gelir?” Yeryüzünde her gün milyarlarca insan, bu imparatorluğa para kazandırıyor: mallarını satın alıyor; TV, radyo ve sinemalarda bu imparatorluğun varlığına dikkat kesiliyor; sistemlere, örgütlenmelere ve ortak davalara iştirak ediyor. Böylelikle, son kertede imparatorluğun eline sömürmesi için yeni bir koloni vermiş oluyor. Bu sistemi yok etmek üzere geniş çaplı kampanyalara, seçimlere, gruplaşmalara, protestolara gerek olmadığı kesin; keza bu seçenekler gerekli ve kalıcı seçenekler değil. Onun yerine, günlük yaşantımızda alacağımız kararlar, asıl etkiyi gösterecektir. Örneğin, bu imparatorluğa bağlı şirketlerin boykot edilmesi, TV programlarının izlenmemesi, sinema salonlarının boş bırakılması, ulusal ve uluslara-

rası düzeylerde kurumsal destekli kuruluşların ve örgütlerin meşruiyetinin reddedilmesi gibi… Yerel çözümler bulun; kendi kendinize yeterli olun; bugün söz konusu kurumların üzerimizde yarattığı bağımlılığı yarın sonlandırabilmek üzere teknolojiden yararlanın. Tüm bunlara bugün başlayabiliriz. Bunun için de yerel yöneticileri kendimiz desteklemeliyiz; Hollywood yerine gerçekten bağımsız bir medyayı izlemeliyiz; BBC’deki profesyonel yalancılara kulağımızı tıkamalıyız; yanlı haberlere inanmamalıyız. Daha iyi şeyler yapabileceğini çoktan kanıtlayan ve günbegün gelişen, alternatif bir medya duruyor elimizin altında.

“Gerçek Devrim”in sonuç bölümünde belirtildiği gibi: “Onların bize ihtiyacı var; bizim onlara değil. İşte, büyük sır buradan kaynaklanıyor. Gıda, su, güvenlik, para sistemi, güç ve imalat konusunda sorumluluklarımızı geri kazanır kazanmaz, özgürlüğe de kavuşacağız. Bağımsızlık özgürlük demek, özgürlük bağımsızlık demek. Bekamızı sağlamak için Fortune 500’e bağımlı olduğumuz sürece özgür sayılmayız.” Denizaşırı ülkelerde süregiden bu sorunları çözmek, kendi arka bahçemizdeki sorunları çözmekle başlar. Küreselcilerin boykot edilmesi, onların desteğinin kesilmesi, sistemin altını oyar; onların da uyguladıkları vahşete devam etme yeteneklerini ellerinden alır. Bu gerçek bir devrim olacak ve bu devrim bugün başlayabilir. Ellerinde bayraklar sallayan maskeli isyancılara veya kentleri yakıp yıkmaya gerek yok; onun yerine artık yolsuz ve kokuşmuş bir sistemi besleyen toplulukların sonlanması yeterlidir.” * Global Research, Kaynak: http://www.globalresearch. ca/index.php?context=va&aid=29297


11

www.dunyaveislam.com

Çağımızın Beş Büyük Krizi:

Finansal, Enerji, Siyasi, Ahlaki ve Demografik Krizler Bugünden 2050 yılına dek, 60 yaş ve üstü nüfusun oranının, dünyanın neredeyse her ülkesinde artması bekleniyor. Gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ülkeler, bu demografik değişimden farklı şekillerle de olsa etkilenecekler. Kalkınmakta olan dünyada doğurganlık oranlarının halen yüksek olduğu düşünüldüğünde, krizin kaynağını, birçok işsiz genç ve sefalet içinde yaşayan birçok yaşlı teşkil edecek

PROF. RODRIGUE TREMBLAY*

“İnsanlar, sadece gerekli olduğunda değişimi kabul ederler ve bir gereği sadece kriz zamanında görürler.” Jean Monnet, Fransız siyaset ekonomisti ve devlet adamı (1888-1979) “İki büyük düşmanım var: Karşıma çıkan güney ordusu ve geri planda da mali kurumlar. Geri planda kalanı, en tehlikeli olanı. Yakın gelecekte yaklaşan ve beni sinirlendiren bir krizi öngörüyorum ve ülkemin geleceği açısından endişe duyuyorum. Şirketler tahta oturdular; yüksek rütbelerde yolsuzluk çığ gibi büyüyor. Ülkemin güvenliği için hiç olmadığı kadar endişeliyim. Savaş zamanında bile bu kadar endişe duymamıştım.” Abraham Lincoln, 16. Amerika Devlet Başkanı (1861-65) “Derin gelir ve refah bölünmeleriyle tanınan toplumlar –örneğin üçüncü dünya toplumlarının çoğuortak mülk duygusu fazla gelişmemiş, yaralı toplumlar. Amerika bu yöne doğru kaydığı için, yoksulluğun sona erdirilmesi ve gelirin yeniden dağıtılması, ulusal gündemin en üst sırasında yer almalı.” Charles Derber, Corporation Nation (s. 203) “Amerika’nın siyasi yaşamında etkili olmanın üç yolu var: siyasi partilere bağış yapmak, düşünce kuruluşları kurmak ve medya organlarını kontrol etmek.” Haim Saban, İsrail yanlısı milyarder (2009)

D

ünyamız oldukça karmaşık bir hal aldı; bunun sonucunda da büyük çaplı makro krizlere giderek daha açık hale geliyor. Çağımızı bu denli tehlikeli kılan şey ise, bence, eş zamanlı olarak dünya çapında en az beş adet krizle karşılaşmamız ve bu krizlerin çözülmesi için yıllar boyu beklemek zorunda oluşumuz. Sonlanması en az yirmi sene alacak olan finansal kriz, yakın gelecekte ufukta ciddi bir risk olarak duran ve son elli yılın ekonomik refah temellerini tehdit eden enerji krizi, insanoğlunun geçmişte hiç rastlamadığı boyutlarda ve çift-yönlü bir demografik kriz, toplumların sorunlarını çözmede hükümetlerin acizliğinden kaynaklanan bir siyasi kriz, ve kurumları yolsuzluğa sürükleyen ve ortak iyiliği geliştirmede etkisiz kalmalarına neden olan bir ahlaki kriz.

1- Finansal Kriz Herhangi bir hükümet düzenlemesi kapsamına girmeyen, yeni suni finansal enstrümanların başrol oynadığı, yanlış yola saptırılmış deneyim, dünya ekonomisi açısından oldukça felaket sonuçlar doğurmaya aday görünüyor. Söz konusu araçlar, 2008 sonbaharında bankacılık ve kredi sisteminin neredeyse tamamen çökmesine yol açtı ve bugün de Euro bölgesinin ve dünyanın en büyük ekonomisi olan Avrupa ekonomisinin istikrarının bozulmasında katkıları var. Aslında, bu yeni mali araçlar, Avrupa ve Amerikan ekonomilerini geriletmede de merkezi bir rol üstleniyor. Gerçekten de mali “yenilik” olarak adlandırılan bu araçlar, dünya çapındaki mali sektörü devasa bir kumarhaneye çevirdi ve burada uluslararası bankerlerin ve spekülatörlerin dediği oluyor. Kumarhaneye benzer bir mali kapitalizmin gelişmesinin nasıl mümkün olduğu sorulabilir. Özellikle de 1930’lardaki Büyük Buhran’da öğrenilen derslerin ardından… ABD Başkanı Bill Clinton, 1933 Glass-Steagall Yasası’nın içeriğini değiştiren, yatırım ve ticari bankacılığın düzenlenmesine yönelik Cumhuriyetçilerin yasa teklifini (GLBA) kabul ettiğinde, bu yasanın altına attığı tek bir imzanın nelere gebe olabileceği hakkında hiçbir fikri yoktu. Hele ki on yıldan kısa süre sonra tarihi boyutlarda bir mali krizin patlak vereceğini bilemezdi. Bu deregülasyon hamlesiyle ve uzun zamandır uygulanan diğer mali korumaların kaldırılmasıyla birlikte, uluslararası bankerlerin yatırım bankacılığı ve ticari bankacılık faaliyetlerini ortaklaştırması ve birçok geleneksel bankacılık kuralını hiçe sayması mümkün hale geldi. Yeni bir varlık seküritizasyonu modeli benimsediler ve bu model aracılığıy-

la büyük bankalar fiili olarak aracılık yapmaya son verdiler. İsimleri hayli tanıdık: Varlık temelli kıymetler (ABS), teminatlı tahvil aracı (CBO), teminatlandırılmış borç yükümlülükleri (CDO), kredi riski swapları (CDS). Finans uzmanı Warren Buffet’in ifadeleriyle, gerçek birer “mali kitle imha silahı”na dönüştüler ve politikacıların aşırı mali spekülasyonlara bir son vermeyi reddetmesinden dolayı da etrafı kasıp kavurmaya devam ediyorlar.

2- Enerji Krizi Son yarım yüzyıldır yaşanan ekonomik refah ve nüfus artışının sürdürülebilir kılınmasında önemli bir pay, görece olarak ucuz enerjiye erişim ve gıda üretiminde artan kapasiteye atfediliyor. Ancak, ucuz enerji çağı sona ermek üzere. Eğer şu ana dek keşfedilmemiş ucuz petrol kaynakları yardımımıza koşmaz ise, ekonomik büyüme için gereken temel kaynak yok olacak. Eğer ucuz enerji çağı sona ererse, dünya ekonomisi bu denli hızlı bir nüfus büyümesini desteklemeyi sürdürebilir mi? Pek mümkün görünmüyor. Daha şimdiden dünyanın bazı bölgelerinde petrol ve kaynakları ele geçirmek üzere hegemon savaşlarının yeniden canlandığını gözlemiyoruz. Bunun sebeplerinden biri, ufukta görünen enerji krizi. Dünya nüfusunun %5’inden azına sahip olup, dünyanın günlük petrol üretiminin yaklaşık dörtte birini tüketen ABD’nin bu krizin tam merkezinde yer alması şaşırtıcı olmasa gerek. Bush-Cheney’nin 2003 baharında Irak’a karşı sebepsiz yere savaş başlatma kararının ardında, Amerika’nın denetimi altında petrole erişimin sağlanması önemli bir rol oynadı. Benzer şekilde, İngiliz ve Fransızların Libya’ya “NATO” paravanı ardından müdahil olması da, Libya’daki petrol zenginlikleriyle ilintili. Küreselleşmiş ve daralan bir dünyada, jeopolitik ve yaklaşan enerji krizi giderek iç içe geçiyorlar.

3- Demografik Kriz Dünya üzerinde; beslenmesi ve gündelik yaşam ihtiyaçlarının karşılanması gereken yaklaşık 7 milyar kişi var. Ve bu nüfusun önemli bir bölümü, 21.yüzyılda daha da yaşlanacak. Bugünden 2050 yılına dek, 60 yaş ve üstü nüfusun oranının, dünyanın neredeyse her ülkesinde artması bekleniyor. Gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ülkeler, bu demografik değişimden farklı şekillerle de olsa etkilenecekler. Kalkınmakta olan dünyada doğurganlık oranlarının halen yüksek olduğu düşünüldüğünde, krizin kaynağını, birçok işsiz genç ve sefalet içinde yaşayan birçok yaşlı teşkil edecek. Gelişmiş ekonomilerde kriz; ekonomik durgunluk ve mali kemer sıkma dönemlerinde daha fazla sağlık harcaması ve sosyal hizmet talep eden yaşlıların “hücum”undan kaynaklanacaktır. Nüfusun yaşlanmasının toplum üzerinde büyük bir etkisi olacak. Kimilerine göre, önümüzdeki yirmi yıl içinde ekonomiyi derinden etkileyecek; keza “baby boomer” döneminde doğanlar (ABD’de 1946-1964 arasında, Kanada’da ise 19461966 arasında), artık emeklilik çağına geldiler ve yaşlılar arasındaki ölüm oranı giderek azalıyor. Amerika’da 75 milyon kişi ve nüfusun yaklaşık dörtte biri, doğum oranlarının en yüksek olduğu dönemde doğdular. Bu kişiler arasında her yıl 3 ila 4 milyon kişinin emekliye ayrılması ise, ekonomik yapının temelinin yeniden tanımlanmasına neden olurken, yeni ekonomik, sosyal ve mali sorunlar da doğuracak. Halihazırda Amerika’da her emekliyi desteklemek üzere 3,3 işçi var. Ancak 2030 yılı itibariyle, bu sayı sadece “2”ye düşecek. Amerikalıların

yüzde yirmisinin 2050 yılı itibariyle 65 yaş üstü olacağı da düşünülmeli. 2005’te 65 yaş üstü oranı sadece yüzde on ikiydi. Bunun sonucunda, vergi oranlarının artırılması gerekecek; bu da ekonomik büyüme üzerinde önemli bir engel teşkil edecek. Önümüzdeki yıllarda ciddi bir emeklilik aylığı krizinin patlak vermesi şaşırtmayacaktır. Bu durum, ya kontrolsüz enflasyondan, ya da sermaye üzerinde reel karların azalmasından kaynaklanacak. Her iki durumda da, emeklilik aylıklarının erozyona uğraması söz konusu olacak. İkinci olarak, imalat gibi bazı temel endüstri dalları daralacak; sosyal hizmetler ve sağlık ile ilgili diğer endüstriler ise genişleyecek. Genel tasarruf oranının da azalması bekleniyor; dolayısıyla yeni üretken yatırımları destekleyecek finansman havuzu da daralacak. Bunun sonucunda ekonomi, asli olarak mal üretiminden uzaklaşarak, giderek hizmet ve bilgitemelli bir ekonomi halini alacak. Bu yapısal değişimle birlikte, eğer işçi başına düşen üretkenlik önemli oranda gelişmez ise, hizmet endüstrilerindeki üretkenliğin daha düşük olması nedeniyle ekonomik büyümenin gitgide azalması beklenir. Örneğin 1977-2010 yılları arasında yıllık ortalama küresel ekonomik büyüme, %2,8 civarındaydı. Ancak, 2011-2086 arasında, özellikle demografik değişimlerden ötürü, ekonomik büyümenin yıllık ortalama %1,6 düzeyine gerilemesi mümkün görülüyor. Daha yavaş bir ekonomik büyüme, kamu hizmetlerine yönelik talebin artması beklenen bir dönemde daha az hükümet geliri anlamına geliyor. İşte bu yüzden de hükümetlerin yaşlı vatandaşlarının daha fazla sağlık hizmeti talep etmesine hazırlıklı olmalı; keza bu talepler pek de uzak bir gelecekte görülmüyor.

4- Siyasi Kriz Birçok demokratik ülkede, hükümetler, kendi menfaatleri için onları dilediğince kullanan özel çıkar çevrelerinin münhasır aracına dönüştü. Amaç belli: Medyaya –özellikle de elektronik medyaya- erişmek için çuvallar dolusu paraya sahip olma gereksinimi… Sonuç ise her yerde aynı: İnsanlar, son kertede parayla satın alınabilecek iyi politikacılara dönüşüyorlar. Politikadaki yolsuzluğun kaynağı, politikada paranın giderek daha büyük bir nüfuz sahibi olması. Amerika’da, 21 Ocak 2010 tarihinde Amerikan Anayasa Mahkemesi, Amerikan anayasasını ve Amerikan demokrasisini temelden değiştirecek bir karar aldığında (“Şirketler ve sendikalar gibi yasal birimlerin de, tıpkı bireyler gibi ifade özgürlüğüne yönelik hakları vardır; dolayısıyla istedikleri kamu görevlisini seçmek için istedikleri kadar para kullanabilirler”), işler kötüden daha da kötüye dönüştü. Amerikan Anayasa Mahkemesi, bu kararı ala-

rak, bireylerin oy kullanma hakkının değerinin düşmesine neden oldu ve gelecekte oy kullanmak isteyen insanların da oranındaki azalışa katkıda bulundu. 2010 Amerikan ara-dönem federal seçimlerinde seçmen katılımının, kayıtlı seçmenlerin sadece %42’si olduğunu hesaba katmak gerekiyor. Çoğunluğun oy kullanmaya gerek bile duymaması durumunda, demokrasinin “hasta” olduğu bir ortamdan söz etmiş oluruz. Amerikan başkanlık seçimlerinde seçmen oranı ara-dönem seçimlerinden yüksek olsa da, 1960 başkanlık seçimlerinde (Nixon vs. Kennedy) %60,1, 1996’da da (Clinton vs Dole) %49,1 olduğu hatırlardan çıkmamalı. Bu noktada ortaya şu soru atılmalı: Demokrasinin ölümünden en çok kim nemalanır?

5- Ahlaki Kriz Makyavelciliğin yükselişine tanıklık ediyoruz. Bu ideolojiye göre, politika ve iş dünyası, herhangi bir ahlaki ilke benimsememeli; onun yerine adımlarını kendi siyasi çıkarları ve kar amaçlı faaliyetleriyle yönlendirmeli. Bu noktada önem taşıyan yegane ilke, “hedef, araçları meşrulaştırır”. Dolayısıyla, hilekarlık, açgözlülük ve kurnazlık, siyasi güç veya ekonomik kaynak arayışında kabul edilir davranışlardır. Makro ölçekli diğer birçok krizin, bu moral boşluğun sonucu olduğuna dair derin bir inancım var. Tarihte geriye doğru dönüp baktığımızda, geçmişteki büyük mali krizlerin (1873-1880 ve 19291939 örneğin), bugün deneyimlediğimizle benzer sebeplerin gündemde olduğunu fark ediyoruz. Söz konusu krizlerin temel nedeni, kamusal ve özel kesimlerdeki temel ahlaki değerlerin genel bir çöküş yaşamasıydı ve bu ortamda bir avuç elit kesim, kamu kurumlarını kendi isteklerine göre idare ediyorlardı. Bu elit açısından öyle bir zaman gelir ki, tüm araçlar, toplumun geri kalanı aleyhine kendilerini zenginleştirmek gibi yüce bir hedefi gerekçelendirmeye başlar. “Piyasa her şeyin iyisini bilir”, “Ekonomi büyürse fakirler de zenginleşecektir,” ve “Bu parayı bizim avucumuza Tanrı yerleştiriyor; dolayısıyla bazı hayır işleri yapmalıyım” gibi ideolojik – dindar sloganlar ardında her şey kabul edilir ve meşrulaştırılır bir hal alır. Bu tür bir düşünce çerçevesi ön plana çıktığı anda, artık medeniyetin bir çöküş yaşadığından korkulmaya başlanmalı. Ne yazık ki bugün tam da bu noktada bulunuyoruz.

* Ekonomist Dr. Rodrigue Tremblay, “The Code for Global Ethics, Ten Humanist Principles” (Küresel Etik Kodu: On İnsancıl İlke) başlıklı kitabın yazarıdır. http://www.globalresearch.ca/index. php?context=va&aid=26983


12

www.dunyaveislam.com

İsrail’de İktidar Partilerinin Temel Yapıları ve

Dilenen Özrün Gerçekliği ALİ ÖNER alioner71@hotmail.com

İ

srail’de 22 Ocak 2012’de parlamento seçimleri yapılmıştı. Daha önceki hükümette sayısal ağırlığı olan Likud ve Yisrael Beitenu’na (Evimiz İsrail) oy kaybetmekle birlikte yine ittifak halinde birinci parti olarak seçimden çıktı. Şimon Peres, hükümeti kurmakla Benyamin Netanyahu’yu görevlendirdi. Netenyahu, üçü yeni kurulan partilerle koalisyon hükümeti kurmayı başardı. Bunda Barack Obama’nın İsrail’e yapacağı ziyaretin -eğer hükümet kurulmayacaksa iptali tehdidinin- de etkisi olduğu birçok siyasi analizci tarafından da dillendirildi. Bu seçimde 32 parti yarışmıştı ancak İsrail parlamentosuna ancak 12 parti milletvekili göndermeyi başardı. Zaten İsrail’in kuruluşundan beri iktidar hiçbir zaman tek parti tarafından yürütülememiştir. İktidar, genellikle üç ve daha fazla partinin bir araya gelerek kurduğu koalisyon şeklinde iktidarı sürdürebilmiştir. Bu seçimlerde de bundan farklı bir durum beklenmiyordu. İsrail seçimlerine giren partiler; aşırı sağcı, sağcı, işçi, solcu olarak nitelendirmeleri içerden bakıldığında anlamlı bir karşılık bulsa da dışarıdan bakıldığında ve seçim beyanatları, Filistinlilere bakışı, İsrail sınırlarının nereye kadar olduğu sorusu karşısında çok anlamlı farklılıkların olmadığı görülecektir. Çünkü herkes güvenlik eksenli düşünmek zorunda kendini hissetmektedir. Bunun sebebini İsrail toplumunu oluşturan insanların yüzde 92’i dışarıdan buraya göç eden insanlardan oluşmasında kaynaklanmaktadır. İsrail toplumunu oluşturan bu çoğunluk Avrupa ve Rusya’dan buraya göçen insanlardan oluşuyor. Onun için İsrail toplumu heterojen bir topluluğu ifade eder. Neredeyse Arapların içinde yer aldığı birkaç parti dışında hepsi de Siyonist bir anlayışa sahiptir. Parti liderlerinin de dahil olduğu birçok lider ya da milletvekili rahat şekilde parti değiştirebilmekte ya da parti kurmaktadır. Bu durum İsrail halkı için doğal bir durum olarak görülmektedir. Dünya basınına yansıyan haberlere bakıldığında son yıllarda İsrail’de kurulan ve aşırı dinci partilerin yer almadığı bir hükümet olarak nitelendirilen bu iktidar, aynı şekilde Siyonist düşüncenin zirve yaptığı, güvenlik politikaların patolojik bir durum yarattığı bir iktidar olarak da nitelendirmek gerekir. Netanyahu’nun da dediği gibi: “güvenlik ve diplomasi alanında zorlanacakları” muhakkaktır. Kabine içinde işgal topraklarında yeni yerleşim alanlar açılması gerektiği düşüncesinde olan milletvekilleri ağırlıkta olması, Obama’nın “mutlak barış” düşüncesini gerçekleştirmenin zorluğunu ortaya koymaktadır. Beş partinin oluşturduğu kabineye bakıldığında İsrail’in gelecek politikası ve Filistin Barışına yaklaşımları da anlaşılacaktır. Irgun ve Stern çeteleri tarafından kurulan Likud Partisi, güvenlikçi ve saldırgan politikasında hiçbir şey kaybetmeden yoluna devam etmektedir. Başbakanlık görevini Likud’un lideri olan Benyamin Netanyahu sürdürecektir. Aynı şekilde seçime birlikte girdiği Yisrael Beitenu’nın (Evimiz İsrail) lideri Avigdor Liberman Dışişleri Bakanlığı koltuğuna suçlamalardan arındırılarak oturtulacaktır. Eski bir pavyon kabadayısı olan Lieberman’ın aşı-

İsrail, şartlar yerine getirilmediği için üç yıldır askıya alınan ilişkileri neden bir anda normale döndürme ihtiyacı duydu. İsrail tarihinde gerçekleşen bir ilkin mutlaka ciddi arka planının olmasını gerektirmektedir. İsrail’in yeni hükümetinde Başbakan ve Dışişleri Bakanı değişmediği halde Türkiye’nin şartlarının kabul edilmesi dış etkenlerde aramak gerektiğine bizi götürmektedir. rı Siyonist tutumları aklı başında İsraillileri bile rahatsız etmektedir. Kendisi şuanda bile uluslararası hukukun işgal bölgesi olarak kabul ettiği ve İsrail’in yine uluslararası hukuku yok sayarak inşa ettiği bir yerleşim yerinde kalıyor. Türkiye’ye Mavi Marmara saldırısından dolayı özür dilenmeyi de Liberman’ın engellediği herkes tarafından bilinmektedir. Bu seçimlerde kimsenin beklemediği bir çıkış gerçekleştiren ve sol olarak tanımlanan aslında Cumhuriyet Halk Partisi’nin solculuğunu geçmeyen yani ulusal sol diye nitelendirebileceğimiz Yeş Atid Partisi (Gelecek Var Partisi) ve Medyatik lideri Yair Lapid üzerinden estirilen fırtınalar gerçeklikten uzak ve popülist bir siyasetçidir. Seçim beyanlarında İsrail- Filistin arasındaki sorunları konuşmayan tamamen iç seçmene ve laik Siyonizm diyebileceğimiz bir anlayış temsilcisi olarak daha dindar ve askere gitmeyen Yahudileri askere alma vurgusu en dikkat çekici olanıydı. Bütün bunlar bile Lapid’in Siyonist tutumunda ve düşüncesinde diğerlerinde farklı bir anlayışa sahip olmadığını bu koalisyonda yer alarak göstermiş oldu. Tzipi Livni, Ha Tnua Partisi lideri olarak bu koalisyonda yerini adalet bakanı olarak aldı. Daha önceki koalisyonlarda da Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturmuş birisidir. Livni, Kudüs’ü büyük bir Yahudi yerleşimi olarak İsrail’in bir parçası olarak kabul eder. Ayrıca İsrail’de Yahudi çoğunluğunun mutlaka sağlanması gerektiğini düşünür. Peki, bunu nasıl gerçekleştirecektir. İşgal bölgesinde ve İsrail devletinin vatandaşı Araplara baskı yaparak onları göçe zorlamayla yapabileceğine inanır. İktidarın diğer ortağı ise İsrail’de ilk kez seçimlere katılıp ciddi başarı sağlayan aşırı sağ diye nitelendirilen Siyonist düşünceyi açıkça ortaya koyan Habayit Ha Yehudi (Yahudi Evi/Ocağı) Partisi’dir. Bu Parti’nin liderliğini dolar milyoneri olarak da ün yapan Netanyahu’nun eski özel kalem müdürü Naftali Bennett’tir. Bennett; “İsrail toprakları Şeria nehrinin batısından Akdeniz’e kadar olan topraklardır” diyerek seçimlerde açıkça düşüncesini ortaya koydu. Her platformda iki devletli çözüme karşı olduğunu söylemekten çekinmedi. Onun için işgal topraklarındaki yerleşim yerlerinde en fazla oy alan parti oldu. Şimdi İsrail koalisyonundaki partilere kısaca bir bakalım.

Likud Partisi İsrail’deki en önemli sağ partidir. 1973 yılında Gahal ve Herut’un kontrol ettiği küçük grupların bir araya gelmesiyle kurulmuştur. Herut ise 1948 yılında Menachem Begin (dünyada İngiltere tarafından şimdiye kadar başına en büyük ödül konan terörist olarak tarihe geçmiştir) tarafından kurulan radikal sağ görüşlü Revizyonist Siyonist partidir. Temelini İrgun terör örgütünden almaktadır. Herut özgürlük manasına gelmektedir. 1965

yılına kadar seçimlere tek başına katılmıştır. Bundan sonra Liberal Blokla birlikte kurduğu ittifaktan Gahal ittifakı çıkmıştır. 1973 yılına kadar iki parti olarak kalmışlardır. 1973 yılında Likud ittifakına dönüşmüştür. Uzun yıllar Likud’un ana partisi olma konumunu sürdürmüştür. Oluşumunda emekli bir general olan “Şabra ve Şatilla Kasabı” unvanı sahibi Ariel Şaron öncü olmuştur. 1977, 1981 ve 1984 seçimlerinden sonra kurulan hükümetlerin büyük ortağı olmuştur. Bu parti sırasıyla Menachem Begin (Irgun Terör Örgütünün kurucusu), Yıtzhak Shamir, Benyamin Netanyahu ve Ariel Şaron ve şimdi de Benyamin Netanyahu tarafından yönetildi. Parti temel prensip olarak Batı Şeria ve Gazze şeridi üzerindeki Yahudi idaresinden taviz vermemeyi esas almıştır. Buna rağmen 1993’te başlayan Oslo sürecine katılmıştır. Fakat Netanyahu’nun “güvenli barış” tezi çerçevesinde fazla bir yol katedememiştir. Netanyahu’nun seçimi kaybetmesinden sonra 2001 yılında Ariel Şaron’un liderliği altında radikalliğini sürdürmüştür. Likud ülkenin Sefarad ve Mizrahi (Doğu Yahudiliği) tabanından destek bulmuştur. 28 Ocak 2001 tarihinde yapılan seçimlerde birinci parti olarak çıkmış ve o tarihten sonra yükselen bir çizgi yakalamıştır. Likud’un ana düşüncesini, kurucu ve vekillerinin açıklamalarında görebilmekteyiz. Filistin topraklarının İsrail ordusu tarafından kuşatılıp ve şiddetin doruğa tırmandığı bir dönemde yaptığı açıklamada, Ariel Şaron; “Kayıplarını artırmalıyız ki bu yolla bir şey kazanamayacaklarını anlasınlar… Onları vurmalıyız, bir daha bir daha vurmalıyız, bunu iyice anladıklarına kanaatimiz gelene kadar” yorumunu yapmaktan çekinmemiştir. Likud Partisi üyesi Meir Sheetrit ise Parlamento’da yaptığı konuşmada, İsrail ordusunun Filistin topraklarında uyguladığı şiddeti desteklediğini söylemiş ve “Filistinliler barış istiyoruz diye can havliyle bağırıncaya kadar vurulması gerektiğini” savunmuştur. O dönemdeki Likud lideri Şaron’un Filistinlilere karşı izlemiş olduğu politika ve daha öncesinde Filistinlilerin zihninde yer almış olduğu konumu itibariyle bir katil olarak görülmektedir. Bu nedenle Şaron ile Mahmut Abbas arasında başlayan Yol Haritası barış görüşmeleri, Şaron’un açıklamalarıyla sekteye uğramıştır. Çünkü Şaron dünyadaki Yahudilerini İsrail’e davet etmekte ve bu toprakların Tevrat’ta geçtiği gibi İsrailoğullarına ait olduğuna inanmaktadır. Yapılan görüşmeler ise uluslararası arenada zor duruma düşen İsrail’in barışın karşısında değil yanında olduğunu göstermek içindir. Onun içindir ki yapılan görüşmeler hiçbir sonuç vermemiştir. Şaron’un Likud’dan ayrılmasından sonra Parti’nin başına Benyamin Netanyahu geçmiştir. Kişilerin değişimi Likud Partisi’nin kurucu anlayışını değiştirmemiş aynen sürdürmeye devam etmiştir. Yöntemlerde değişime gidenler ise Likud Partisi’nden ayrılmak zorunda kalmışlardır. Siyonist aşırı sağ olarak da nitelenen Likud, İsrail içinde en geniş tabana sahip olduğunu ve

diğer sağ partilerin başını çekerek göstermiştir. Kitab-ı Mukaddes bu anlayışın merkezine sadece düşüncelerini aktarma aracı olarak bir değer ifade eder. Yoksa Kitab-ı Mukaddes’in kurallarının bir bütün olarak hayatlarında bir karşılığı yoktur. Siyonizm ise Kitab-ı Mukaddes’in ve bununla beraber Yahudiliğin siyasallaştırılmasıdır. Bunu en güzel biçimde İsrail’in kurucu paradigmasında görürüz.

Yısrael Beytenu (Evimiz İsrail) Partisi Avigdor Liberman tarafında 1999 yılında kuruldu. Liberman Kişinev’de doğdu. Yirmi yaşında İsrail’e göç etti. Politikaya Likud Partisi’nde 1993 yılında başladı. Sovyet Yahudileri Siyonist Forumu’nu kurdu. 1999 seçimlerinde Knesset’e seçildi. Şaron’un Gazze’den çekilmesine şiddetle karşı çıktı. Bu karşı çıkış onu ulaştırma bakanlığından etti. Liberman sağcı bir siyaset üretiyor. Ama bu tam İsrail sağına uymuyor. Katı laik ve Siyonisttir. Daha çok dindar olmayan Siyonistlere hitap etmektedir. Eşcinsellerin hakkını, domuz ürünlerinin satışının serbest bırakılması gerektiğini savunmaktadır. Ama diğer tarafta İsrail’in Filistin ile yapacağı barışta toprak tavizini asla kabul etmemektedir. Büyük İsrail’e bağlılığını her ortamda dillendirmektedir. Batı Şeria’daki bir İsrail yerleşim yerinde yaşıyor. Liberman’ı, Likud’u oluşturan geleneksel Revizyonist Siyonistlerden ayıran şey şu: Onun hedefi azami miktarda toprak elde tutmak değil, asgari sayıda Arap’ı yönetmek. Liberman’ı böylesine zehirli bir güç kılan şey fikirleridir. Seçim kampanyasının üzerine kurduğu slogan: “Sadakat yoksa vatandaşlık yok.” Bütün İsraillilerin, bir Yahudi devleti olarak İsrail’e sadakat yemini etmesinde ısrarlıdır. Etmeyenlerse vatandaşlıklarını kaybedecek. Evimiz İsrail bunun ırkçılık olduğunu reddediyor ve sadakat yemininin Yahudi veya Arap bütün İsrailliler için zorunluluk olacağını savunmaktadır. Böylece İsrail’deki 1.45 milyon Arap’ın sadakatini ölçmüş olacak. Lieberman’ın yardımcısı Uzi Landau, sadakat yemini etmezlerse, “Arapların ikamet hakları olacağını, fakat oy kullanamayacaklarını veya Knesset’e seçilemeyeceklerini” söylemektedir.

Yeş Atid Partisi (Gelecek Var) Yeş Atid Partisi Ocak 2012 yılında kuruldu. Her ne kadar sol olduğu basına aktarılsa da liberal, Siyonist bir partidir. Yesh Atid’in seçim kampanyası, ekonomik meselelere ve eğitim sisteminin yeniden gözden geçirilmesine odaklanmıştı. Eğitim sisteminin daha seküler bir görünüm kazanmasını isteyen ve dini okullarda eğitim gören vatandaşların askerlik başta olmak üzere çeşitli zorunlu hizmetlerden muaf tutulmasını öngören uygulamalara karşı çıkan Yesh Atid, dış politika ve savunma hususlarına ise hemen hiç atıf yapmamıştı. Yesh Atid lideri Yair Lapid, yeni kurulan hükümette maliye bakanlığı koltuğuna oturdu. Ayrıca Yesh Atid 5 bakanlığı kendi bünyesine aldı. Yesh Atid’in maliye ve eğitim bakanlığını bünyesine alması, bu partinin seçim döneminde ortaya koyduğu politikalara da uygun düşmektedir. Daha çok orta ve üst sınıfa yönelik geliş-


13

www.dunyaveislam.com

tirmeye çalıştığı politikası, İsrail içinde esilecek havaya göre değişebilir. Çünkü bu durum İsrail seçmeni ve partileri için doğaldır.

Habayit Ha Yehudi (Yahudi Evi/Ocağı) Habayit Hayehudi (Yahudi Evi/Ocağı Partisi) radikal sağ partidir. 12 sandalye kazanmayı başardı. Bu parti, Filistin’in Batı Şeria bölgesinin büyük bölümünün ilhakını savunuyor ve Filistin sorununa ‘iki devletli’ çözümü reddediyor. Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerinin sayısının arttırılmasını ve Filistinli Araplara çok daha sert bir tutum izlenmesini istemektedir. 3 bakan ile iktidar ortağı oldu. Habayit Hayehudi, milyarder bir işadamı olan ve bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulmasına şiddetle karşı çıkan Naftali Bennett tarafından kuruldu. Naftali Bennett, Ekonomi ve Ticaret Bakanlığı koltuğuna oturdu. Bennett’in dışişleri, içişleri ve savunma gibi bakanlıklardan uzak tutulması, Netanyahu’nun Bennett’in dış politika ve Filistin Meselesi gibi konulardan uzak tutmaya çalıştığını göstermektedir. Nitekim Bennett, Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerinin sayısının arttırılmasını seçim çalışmalarında sürekli dillendirdi. Netanyahu, tecrübesiz ve güvenlikçi tutumu ile bilinen Bennett’i Ekonomi ve Ticaret Bakanlığı’na vererek, ABD’nin Filistin konusunda atmayı hedeflediği adımlara da engel olmayacağını göstermeye çalıştı. Zaten koalisyonun küçük ortağı Hatnuah’ın lideri Tzipi Livni’ye adalet bakanlığının yanı sıra Filistin ile sürdürülecek barış görüşmelerinde baş müzakereci görevinin verilmesi de Netanyahu’nun bu yönde attığı önemli bir adım olarak değerlendirilmektedir. Bunun ne kadar gerçekleşeceği ise tartışılır. Daha önce yapılan çalışmalar bu durumun şimdilik çözülemeyeceği gerçeğini ortaya koymaktadır.

Ha Tnua (Hareket) Partisi Ha Tnua Partisi, Tzipi Livni tarafından kuruldu ve partinin liderliğini yapıyor. Tzipi Livni eski bir Mossad ajanıdır. Beyrut Kasabı Ariel Şaron’un Likud’dan ayrılıp Kadima Partisi kurduğunda

Livni’de oradaydı. Sonra partinin başına geçti. Shaul Mofaz karşısında parti başkanlığı seçimini kaybedince Ha Tnua (Hareket) Partisi’ni kurup başına geçmişti. Livni, Kudüs büyük bir Yahudi yerleşimi olarak İsrail’in bir parçası olarak kabul eder ayrıca İsrail’de Yahudi çoğunluğunun mutlaka sağlanması gerektiğini düşünür. İki devletli çözümü, İsrail-Filistin Sorununun çözümü olarak görmekte, bunun içinde Filistin kesiminin “terörle” arasına mesafe koyması, Filistin halkının silahlarının toplanması ve saldırıların sona erdirilmesine bağlar. Tzipi Livni’ye adalet bakanlığının yanı sıra Filistin ile sürdürülecek barış görüşmelerinde baş müzakereci görevinin verilmesi de Netanyahu’nun bu yönde attığı önemli bir adımdır. Nitekim Livni, “iki devletli çözüm” yanlısı bir isimdir ve özellikle Mahmud Abbas ile iyi ilişkilere sahip olması, Kudüs gibi uzlaşılması zor meselelerin iki taraf arasındaki yaklaşım farkı sorunu içinde çıkılmaz kılmaktadır. Onun için Barack Obama’nın İsrail’e yaptığı ziyaret ve sonrasında Abbas’la görüşmeleri Filistin’e dair bir çözüm beklentisi içinde olması gerçekçi görünmemektedir. İktidar yeni gibi görünse de anlayışın eski ve uzlaşmaz tutumu Filistin sorununun uzun yıllar alacağı kesindir. Arap ülkelerindeki değişimin ve Suriye’de ulaşılacak sonda bunda belirleyici olacaktır.

İsrail’i Özür Dilemeye Zorlayan Sebepler Mavi Marmara saldırısından sonra Türk-İsrail ilişkileri, Türkiye’nin şartları yerine getirilmediği için kopmuştu. İsrail bölgedeki en önemli müttefikini böylece kaybetmişti. Türkiye, Mavi Marmara saldırısından sonra İsrail’den üç talepte bulunmuştu. Özür dilenmesi, şehid edilenler için tazminat ödenmesi ve Gazze ambargosu kaldırılmasıydı. İsrail özür kelimesi yerine birçok farklı kavram kullanmayı istediyse de Başbakan Erdoğan, bunların hiçbirini kabul etmedi. Çünkü diğer kavramların her biri sorumluluktan kaçınmak anlamına geliyordu. Nihayet geçen ay hem de tüm Türkiye halkı kendi iç gündemine odaklanmışken, Barack

Obama’nın İsrail’de olduğu bir günde Benyamin Netanyahu, Erdoğan’ı arayarak özür diledi ve diğer şartları kabul ettiğine dair beyanda bulundu Obama’nın tanıklığında. Böylece Mavi Marmara saldırısının sorumluluğunu resmen kabul etmiş oldu. Bu özür Siyonist devlet için bir ilk olarak tarihe geçti. Çünkü Siyonist devletin Filistinlilere yönelik katliamları BM tarafından kabul edilmiş ve buna yönelik olarak kararlar almış olmasına rağmen geri adım atmamış olmasına bakıldığında bu bir başarı olarak görülebilir. İsrail, şartlar yerine getirilmediği için üç yıldır askıya alınan ilişkileri neden bir anda normale döndürme ihtiyacı duydu. İsrail tarihinde gerçekleşen bir ilkin mutlaka ciddi arka planının olmasını gerektirmektedir. İsrail’in yeni hükümetinde Başbakan ve Dışişleri Bakanı değişmediği halde Türkiye’nin şartlarının kabul edilmesi dış etkenlerde aramak gerektiğine bizi götürmektedir. Ortadoğu’daki yeni gelişmeler İsrail’in beklemediği ve giderek yalnızlaştığı bir çerçeve oluşturdu. En iyi müttefiklerinden Türkiye’nin kaybıyla birlikte Mısır’daki değişim İsrail’i oldukça zorladı. Bu yeni konjonktür İsrail’i yalnızlaştırdığı gibi yeni tehditlerle de karşı karşıya getirdi. Özellikle Suriye’deki gelişmeler İsrail’in tedirginliğini artırdı. Erdoğan’ın bölgedeki ağırlığı göz önüne alındığında İsrail Türkiye’ye mecbur oldu. İsrail’in özür dilemekten başka seçeneği de kalmadı. Etrafı giderek İhvan iktidarlarıyla kuşatılıyordu. Suriye direnişinde en etkin harekette İhvan görünüyordu. İçeride de zaten savaştığı tek güç Hamas da İhvan hareketinin Filistin kolu olması İsrail’in işini zorlaştırmaktadır. Böylece İsrail’in yıllarca egosu yüksek davranışlardan vazgeçmek zorunda kaldı. Türkiye’nin bölgede ekonomik ve siyasi olarak yükselen bir güç olması göz ardı edilmemelidir. ABD’nin ve İsrail’in İran’a yönelik tehditleri, Türkiye olmadan sonuçlanacak veya başarılacak sonuçlar doğurmayacaktır. Suriye ve Irak üzerinden İran-Türkiye ilişkilerinde eski sıcaklığın olmadığı gerçeği ve olabilecek bir mezhep kavgasında Türkiye ve İran’ı karşı karşıya getirme isteğide de bu özrü getirme ihtimali yüksektir. Öteden beri Washington Türkiye-İsrail ilişkisinin bu noktaya getirilmesinden rahatsızdı. Bu ilişkiler ABD’yi de etkiliyordu. ABD için bölge istikrarının devamı

iki ülke ilişkisinin normalleşmesinde geçiyordu. Onun için Obama bizzat kendisi aracı oldu, nihayetinde Netanyahu’yu ikna etti. Başbakan Erdoğan’ın geri adım atmayacağını her platformda belirtmesi ve Viyana’daki Hofburg Sarayı’nda düzenlenen, Birleşmiş Milletler Medeniyetler İttifakı 5. Küresel Forumu’nun açılış oturumunda yaptığı konuşmada, “Tıpkı siyonizm gibi, antisemitizm, faşizm gibi, İslamofobinin de bir insanlık suçu olarak görülmesi kaçınılmaz hal almıştır” söylemesi, İsrail’e yönelik politikasında daha ileri gidebileceğini de gösterdi. İsrail ve ABD’den tepki gelmesine rağmen geri adım atmaması ve sözün arkasında durması İsrail iktidarının geri adım atmaya itmiş olması ihtimaldir. İsrail’in kabul ettiğini söylediği bu şartların ilk ikisinde ciddi sorunlar yaşanabileceği ihtimali görünmemektedir. Gazze ablukasını kaldırılması eğer bazı şartlara bağlanırsa bu Türkiye’nin geri adım attığı anlamına gelecektir. Çünkü basına yansıyan yorumlara bakılırsa ve İsrail yetkililerin açıklamalarında cümle aralarında böyle bir durum söz konusudur. Çünkü iki tarafın açıklamalarında da ambargo ve abluka kelimeleri yer almıyor. “Başbakan Netanyahu İsrail’in sivil halkın kullanacağı malların Gazze dâhil Filistin topraklarına girişine ilişkin kısıtlamaların esas itibariyle kalktığını ve sükûnet devam ettikçe bu durumun devam edeceğini ifade etmiştir. İki lider, Filistin topraklarındaki insani durumun iyileştirilmesi için birlikte çalışmak konusunda mutabık kalmıştır” ifadeleri bunu göstermektedir. Türkiye’de devam eden mahkeme sürecinin durdurulması da geri adım atmanın ifadesidir. Gazze ablukasının kaldırılmasının şartlara bağlanması ve mahkeme sürecinin dondurulması söz konusu olursa Türkiye masadan istediğini alarak kalkmış sayılmayacaktır. Kuru bir özür ve biraz tazminat Mavi Marmara’nın asli vazifesine gölge düşürecektir. Kamuoyu, Siyonist oyunlara dikkat edilmelidir. Özellikle iki durum (abluka ve İsrail sorumluların yargılanması) tam gerçekleşip gerçekleşmediğinde özrün sonuçlarını görebilirler. Eğer bu iki durumdan geri adım atılırsa, özür İsrail tarafından değil, Türkiye tarafından dilenmiş sayılacaktır. Asıl başarı bu iki durumun istendiği şekilde sonuçlandırılmasıdır.

GAZETESİ Sayı: 5 - Nisan / Mayıs 2013 - Yayın Türü: 2 Aylık Yerel, Süreli - 10 ¨ İmtiyaz Sahibi EGM Lojistik ve Dış Tic. Ltd. Şti. Genel Yayın Yönetmeni Yasin Demir

Kültür&Sanat Adil Kalkan kultursanat@dunyaveislam.com

Siyah Sanat Editör Aşkın Yıldız info@siyahsanat.com.tr

Katkıda Bulunanlar: Asım Öz, Vahdettin Işık, Bülent Şahin Erdeğer, Osman Atalay, Turan Kışlakçı, Ali Öner, Engin Dinç, İsmail Kaya, Erdal Kurgan, Gökhan Küzeci, Süleyman Ceran, Yunus E. Tozal, Yusuf Ensar Çalışkan, Fatih Kahya, Abdulgani Bozkurt, Muhammed Uyar, Hasan Hız

Kitap Fikir Editör Kamil Ergenç

Adres: Darcan Sok. No: 18/1 Mecidiyeköy / İst.

Derin Yorum Editör Ayhan Yıldırım

Cep: 0537 276 62 00 - info@dunyaveislam.com

editor@dunyaveislam.com

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ömer Deniz Görsel Yönetmen Hüseyin Kızılay

info@kitapfikir.com

info@derinyorum.com

Jeopolitik-Ekonomi Murat Erat jeopolitik@dunyaveislam.com

Tel: 0212 212 03 06 - Faks: 0212 355 77 49

DÜNYA VE İSLAM GAZETESİ’NE

ABONE OLUN

Basım Yeri: Akademi Matbaacılık Davutpaşa Caddesi Güven Sanayi Sitesi C Blok No:230 Topkapı / İst. Tel: 0212 493 24 67

Reklam Sorumlusu Uğur Bahçe - 0532 670 88 19 - reklam@dunyaveislam.com

Ad:

Dağıtım Sorumlusu A.Tarık Parlakışık - 0541 780 14 89 - irtibat@dunyaveislam.com

Soyad:

Dünya ve İslam Gazetesi Dünya ve İslam, mesleki kurumsal makalelere, bağımsız düşünce ve dış politika değerlendirme yazılarına açıktır. Gazetemizde yer alacak yazılar çoğunlukla değişik kaynaklardan, kimlik ve yaklaşımlardan olacaktır. Dünya ve İslam olarak yayınladığımız yazıların içeriğine; aktarılan bilgilerin gerçeklik değerine yaklaşım tarzına, yapılan analizlere ve çıkan sonuçlara tümüyle katılmamız söz konusu değildir. İslami sorumluluk bilinciyle ortaya konmamış her eserde, birçok olumsuzlukların bulunması tabiidir. Bizim bu tür yazılar yayınlamaktan maksadımız; İslami çevrelerdeki durağanlık ve düşünsel tıkanıklığının aşılmasına bir nebze de olsa fayda sağlamaktır. Dünya ve İslam Gazete’si İslam düşünce geleneğini bir bütün olarak görür ve sahiplenir. Hassaten İslam düşünce geleneği içerisindeki kaynaklara dönüş hareketi çerçevesinde ıslah, ihya ve tecdit gayesini amaçlayan ittihad-ı İslam düşüncesini savunur ve yaygınlaştırmayı amaçlar.

Gazetemizi temin edebileceğiniz yerler: Genel Dağıtım: Yeni Zamanlar / İz Yayıncılık / Mephisto Kitabevi İstiklal Cad. ve Kadıköy / Kitabevi Yayınları Cağaloğlu / Ağaç Kitabevi / İnkilab Kitabevi, İnsan Kitap / Eylül Kitabevi / Özgün Yayıncılık / Madve yayınları / Ankara Orient Kitabevi, Ankara Kurtuba Kitabevi, Ankara Birleşik Kitabevi, Ankara İhtiyar Kitabevi, Samsun Ebabil Kitabevi, Trabzon Yolcu Kitabevi, Trabzon Beşikçi Kitabevi, Trabzon Çağrı Kitabevi, Van Vakıf Kitabevi, Adana Alfabe Kitabevi, Adana Şadırvan Kitabevi, Bursa Gaye Kitabevi, Bursa Seriyye Kitabevi, Konya Nüve Kültür Sanat, Konya Hüner Kitabevi, Kayseri Akabe, Sivas İstanbul Kitap, Adıyaman Çağrı Kitabevi, Erzurum Birey Üniversite Kitabevi, Malatya Fidan Kitabevi, Rize Önce Kitap, Sakarya Değişim Kitabevi

internet satış: www.kidap.com.tr

İlçe: Şehir: Telefon: Mail: Adres:

1 yıllık Abone Olmak İçin PTT Bank Yasin Demir - 05938727 Hesap Numarasına 60 TL. yatırıp, dekont fotokopisini, abone formuyla faks numaramıza veya mail adresimize gönderiniz.

ABONE SORUMLUSU: Ali Tarık Parlakışık G: 0541 780 14 89 İletişim Adresi: Darcan Sokak No: 18/1 Mecidiyeköy / İstanbul T: 0212 212 03 06 - F: 0212 355 77 49 Mail: abone@dunyaveislam.com

www. dunyaveislam.com twitter.com/dunyaveislam facebook.com/Dunyaveislam


14

www.dunyaveislam.com

OLASI SENARYO:

‘Suriye’de Nusayri, Sünni HÜSEYİN KULAOĞLU huseyinkulaoglu@gmail.com

A

rap Baharı’nın etkisiyle Suriye’de başlayan halk ayaklanması, ikinci yılını doldurdu. Tunus, Libya ve Mısır’da gerçekleşen ayaklanmalarda, diktatörlerin devrilmesi üzerine bu durumdan etkilenen yaşları 15 civarındaki çocuklar, Suriye’nin Dera şehrinde duvarlara özgürlük taleplerini yazdı. 50 yıldır olağanüstü hal ile yönetilen ülkede, yazıları yazan çocuklar gözaltına alındı ve işkenceye maruz kaldı. Aşiret bölgesi olan Dera’da aileler çocuklarını güvenlik güçlerinden geri istedi. Güvenlik güçleri tarafından, ailelere çocuklarının geri verilmeyeceği söylendi.

Vali’nin çirkin tutumu ayaklanmayı başlattı Aşiret liderleri ise bu durumdan dolayı Dera Valisi Ahmet Kulsum’a giderek, olayı anlattılar ve Arap adetlerine göre başlarına taktıkları başlıkları çıkarıp, Vali’nin masasına koydular. Bu durum Araplarda, insani şahsiyetlerin, şereflerin çiğnendiği anlamına geliyordu ve şehrin idarecisi olan Vali’den iade-i itibar beklendiğini sembolize ediyordu. Vali, adetlere göre başlıkları masanın üzerinden alarak, aşiret liderlerinin başlarına takar ve halkın şahsiyetine, haysiyetine helal getirmeyeceğini göstermiş olurdu. Dera Valisi Ahmet Kulsum ise böyle yapmak yerine başlıkları masadan alıp, çöpe atarak, çocukları ailelere vermeyeceklerini, yeni çocuk yapmaları gerektiğini, eğer aralarında yeni çocuk yapamayacak olanlar olursa eşlerini kendisine getirmelerini söyledi. İnsanlığa ve vicdana sığmayacak olan bu sözlerden dolayı şehirde elektriklenme oldu ve 15 Mart 2011 tarihinde halk ayaklanması başladı. Dera’da başlayan ayaklanmada, tutuklanan çocukların serbest bırakılması ve reform talep edildi. Barışçıl ve insancıl olarak gerçekleşen eylem-

Suriye’de bugüne kadar 70 bin insan katledilirken, bir milyondan fazla insanda Türkiye, Lübnan, Irak ve Ürdün’e sığınmak zorunda kaldı. 100 binden fazla kayıp, 400 bine yakına tutuklu ve 5 milyon insan evsiz kaldı. Dış ülkelerin tutumunun değişmemesi üzerine bir süre daha bu durum devam edecektir. İlerde ise Suriye bölünmeye gidebilir. Suriye’de Nusayri, Sünni ve Kürt bölgesi oluşabilir.

lerde, halkın ellerinde zeytin dalları bulunuyordu.

Suriye rejimi, zeytin dalı uzatan halka silahla cevap verdi Suriye rejimi ise zeytin dalı uzatan halka silah ile cevap verdi. Bunun sonucunda ayaklanma şehrin her tarafına yayıldı. Rejim ise halka haklarını vermek yerine her geçen gün daha sert bir müdahalede bulundu. Dera’da ölümler, yaralanmalar ve tutuklanmalar olurken, şehir dünyaya kapatıldı. Bunun sonucunda ayaklanma Dera şehrini de aşarak, Şam, Halep ve Hama gibi şehirlere sıçradı. Suriye’nin bütün şehirlerinde, Cuma namazının ardından gösteriler gerçekleşirken, rejim ise halkını katletmeye başladı. Şehirler havadan, karadan bombalandı. Rejim yanlısı milisler olan Şebbiha güçleri tarafından da insanlar vahşice öldürüldü. Halk; kadın, çocuk, yaşlı, genç denmeden öldürülüyordu. Tutuklananlar ise akıl almaz işkencelere maruz kalıyorlardı. Birçok insan ise katliamdan kaçarak, Türkiye, Lübnan, Irak veya Ürdün’e sığınmak zorunda kaldı.

Esed talepleri görmezlikten geldi Barışçıl gösterilerde bulunan halkın taleplerini Suriye diktatörü Beşşar Esed ise karşılamadı. Esed yaptığı açıklamalarda, halkın arkasında dış güçlerin olduğunu ve teröristlerle savaştığını iddia etti ve halkın taleplerini görmezlikten geldi. Reform talebi bekleyen halk, taleplerinin karşılanmayacağı nı gördükten sonra Esed’den ümidini kesti ve bir adım daha atarak, rejimin devrilmesini istedi. Suriye’de bütün bu olaylar yaşanırken, dünya ise şimdiki gibi sadece izlemekle yetindi. Suriye halkı ayaklanmanın 8. ayında, rejimin katliamlarına karşı kendilerini savunmak mecburiyetinde kalarak, silahlı direnişe geçti. Suriye direnişi artık başka bir safhada yer alıyordu. Suriye’deki ayaklanma bir iç savaşa dönüşmüştü. Halk artık silaha sarılmaya başladı. Her şehirde, her mahallede farklı direniş grupları kuruldu. Dış güçlerden hiçbir şekilde destek gelmediği için insanlar, arabalarını ve değerli eşyalarını satarak, kaçakçılardan silah temin etti. Daha sonra ise karakollar ve istihbarat merkezleri

gibi yerlere düzenledikleri baskınlar sonucunda elde ettikleri silah ganimetleri ile mücadelelerine devam etti. Bu mücadeleler farklı gelişmeler şeklinde bugüne kadar varlığını koruyor.

İran’ın Suriye rejimine desteği kesilmeyecektir Suriye’deki durumun bu hale gelmesinde İran’ın çok büyük bir payı vardır. İran, Suriye meselesine ideolojik yaklaşarak, Esed’in yanında yer aldı. Suriye’yi dünyaya açılmak için bir kapı olarak gören İran, asker göndermek başta olmak üzere farklı şekillerde Baas rejimini destekledi. Suriye’den sonra kendisinin karışacağını düşünen İran’ın bu yüzden Baas rejimine olan desteği hiçbir şekilde azalmayacak ve kesilmeyecektir. İran’dan dolayı Lübnan Hizbullah’ı ve Irak’ın Mehdi Ordusu da rejimi destekledi. Şu bir gerçek ki, Baas rejimi devrilse bile İran, Suriye’deki irtibatını kesmeyecektir. İran, kendine yakın gördüğü grupları destekleyecek ve bu yönde bir politika geliştirecektir.

Rusya’nın Suriye rejimine olan desteği sürekli ve kalıcı değildir Rusya’nın ise Suriye rejimine desteğinin birçok nedeni var. Birincisi; Rusya, yıllardır Akdeniz’de deniz üssü olarak kullandığı Tartus limanını kaybetmek istemiyor. İkincisi ise Rusya, Suriye sayesinde Ortadoğu’daki güç dengesinde söz sahibi bir ülke konumunda bulunuyor. Suriye rejimi devrilirse, Rusya’nın tekrar Ortadoğu’ya açılması kolay olmayacaktır. Bu konuda şuna da dikkat etmek gerekir ki, Rusya’nın Baas rejimine olan desteği sürekli ve kalıcı değildir. Rusya’ya, Suriye nezdinde bir, iki konuda garanti verilmesi durumunda, rejime olan desteğini kesmesi mümkündür. Rusya ayrıca ayaklanma döneminde rejime sattığı silahlarla da kasasını doldurmuş durumdadır. Çin ise tamamıyla ekonomik olarak Suriye’yi destekliyor. Rejimin düşmesinin belirlenmesi durumunda Çin’in desteği biter. Rusya


15

www.dunyaveislam.com

ve Kürt bölgesi oluşabilir’ ve Çin’in Suriye rejimine olan desteklerinin en belirgin özelliği ise Birleşmiş Milletler’de (BM) görüldü. Rusya ve Çin, BM’de Suriye rejimine karşı yaptırımları öngören tasarıları veto ederek, bir bakıma rejimin ayakta kalmasına neden oldu.

Amerika’nın politikası İsrail’in güvenliğidir Amerika, Suriye meselesine İsrail’in güvenliği açısından bakıyor. Amerika’nın, kamuoyunda Suriye halkını desteklediği şeklinde bir algı oluşsa da bu gerçeği yansıtmıyor. Amerika Başkanı Barack Obama’nın seçimlerden önce yeni bir macera olmaması için Suriye’ye müdahale etmediği gündeme gelirken, seçimlerden sonra ise söz konusu politika “cihatçı grupların eline silah geçmemesi” şeklinde değişti. Amerika’nın Suriye muhalefeti ile yaptığı görüşmelerdeki söylemleri çözüme yönelik değil süreci uzatmaya yönelik oldu. Diğer açıdan bakarsak, İsrail için şu anda Suriye’nin karışık olması en iyisidir. Ülkedeki karışıklık devam ettiği sürece İsrail’e yönelik bir tehdit oluşturmayacaktır. Amerika ve İsrail’in aleyhine olacak olan kırmızıçizgi ise Beşşar Esed’in kimyasal silah kullanması veya bu silahların başka grupların eline geçmesidir.

Türkiye, insani değerler açısından bakıyor Türkiye ise Suriye’ye diğer dış ülkeler gibi ulusal çıkarlar açısından bakmak yerine insani değerler açısından bakmayı tercih etti. Türkiye, Beşşar Esed’in Zeynel Abidin bin Ali ve Hüsnü Mübarek gibi hemen devrileceğini düşündü. Bu politika üzerine halka destek verilirken, diğer ülkelerin kaçamak politikaları nedeniyle yalnız kaldı. Türkiye, İran’ın ve Rusya’nın rolünü iyi he-

saplayamadığı için şu anda halkı desteklemekle beraber gelişen olaylara göre dış politikasını şekillendiriyor. Türkiye’den bahsetmişken, ayaklanma konusunda yaşanan kafa karışıklığına da dikkat çekmek gerekiyor. Ülkemizde, İslamcılar arasında bir kesim direk Suriye halkını savunurken, diğer kesim ise İran’ın politikaları doğrultusunda ayaklanmanın Amerika ve İsrail’in planı olduğu şeklinde bir yol izleyerek, dolaylı olarak Esed destekçiliği yapıyor. İslamcıların bu konuda ikiye bölünmesi ilerleyen günlerde daha da çok açığa çıkacaktır.

Suriye diasporasının geçici hükümet kurması bir başarıdır Suriye diasporası ise ayaklanmanın başından bugüne kadar elinden gelen her şeyi yapıyor. Suriye’deki ayaklanma ilk başladığı andan itibaren süreci takip eden farklı ülkelerdeki Suriyeliler, mücadelenin dış dünyaya iyi bir şekilde anlatıl-

ması için örgütlenerek, Suriye Ulusal Konseyi’ni kurdu. Kürt, Türkmen ve Müslüman Kardeşler gibi farklı kesimlerden ve aşiretlerden insanları bir araya getirmeye çalışan Konsey, çalışmalarını bir üst çatı kuruluş olarak nitelendirdiği Suriye Ulusal Koalisyonu’na (SUKO) dönüştürdü. Koalisyon ise Suriye Geçici Hükümetini kurdu ve Gassan Hito’yu da başkan olarak seçti. Öncelikle Suriye diasporasının, geçici hükümet kurması çok önemlidir. Çünkü Suriye diasporası diplomatik çalışmalarda Türkiye haricindeki diğer ülkelerin kaypak tutumları nedeniyle pek verimli olamıyordu. Dış güçler; Kahire, Doha ve Roma gibi şehirlerde yapılan toplantılarda, Suriye muhalefetine insani yardımın ötesinde tabir-i caizse ağza bir parmak bal çalmaktan başka bir şey yapmadı. Bu şekilde bir gidiş gerçekleşirken, diasporanın bütün zorluklara rağmen geçici hükümeti kurması hiç şüphesiz bir başarıdır. Arap Birliği’nin, 26 Mart’ta Katar’ın başkenti Doha’daki zirveye Suriye’yi temsilen geçici hükümeti tanıması da bu başarının bir göstergesidir.

Suriye’deki gidişat ne olur? Suriye’de bugüne kadar 70 bin insan katledilirken, bir milyondan fazla insanda Türkiye, Lübnan, Irak ve Ürdün’e sığınmak zorunda kaldı. 100 binden fazla kayıp, 400 bine yakın tutuklu ve 5 milyon insan evsiz kaldı. Dış ülkelerin tutumunun değişmemesi üzerine bir süre daha bu durum devam edecektir. İleride ise Suriye bölünmeye gidebilir. Suriye’nin sahil kesimi olan Lazkiye, şu anda Rus filosu ile rejim güçleri tarafından çok iyi bir şekilde korunuyor. Suriye’deki direniş gruplarının Şam’da başarılı olması durumunda Beşşar Esed ve ailesi Lazkiye’ye sığınacaktır ve burada geçmişte olduğu gibi bir Nusayri devleti kuracaktır. Suriye’nin diğer yerlerinde ise Sünni bölgesi ku-

rulması öngörülebilir. Sünni bölgesinde hangi grubun hükümet kuracağı ve Müslüman Kardeşler’in hükümete etkisi tartışılacaktır. Bu konuda ayrıca direnişçiler ile diaspora arasında da hükümetteki görevlendirmeler konusunda tartışma olacaktır. Suriye’nin kuzeyi olan Kamışlı ve civarında ise Kürt bölgesi kurulması tamamıyla Kürtlerin ülkenin bölünmesi döneminde gerçekleştireceği politikaya göre şekillenecektir. Burada PYD’nin Kürt gruplarının üzerindeki etkisi çok önemli bir yer tutacaktır. Bu arada Kürtlerin kendi aralarında oluşturduğu konseyin SUKO’ya bugüne kadar katılmamış olması ve Gassan Hito’yu tanımamaları da önemli bir noktadır.


16

www.dunyaveislam.com

RABİA KADER: MÜSLÜMAN ÜLKELER ÇİN HÜKÜMETİNE DUR DEMELİ *

Çin hükümeti onlarca yıldır mazlum Uygur Müslümanlarına asimilasyondan, şiddete bir çok baskı uyguluyor. Baskıların temel gerekçesi ise Uygurların dini hassasiyetleri ve müslüman kimlikleridir. Kasıtlı ahlaki dejenerasyon faaliyetlerinden, yargısız infazlara kadar uzanan bilinçli imha hareketinden sonra dünyanın farklı bölgelerine göç eden Uygurlar ise gittikleri yerlerde değişik sıkıntılarla mücadele ediyorlar.

Memleketimizde meşhur bir din adamı vardı, Oblikim Maksum, onun liderliğinde 4000 talebe 15 yıl çalıştı. Maksum ve talebeleri hükümet tarafından tutuklandılar. Onlar kendi dinlerini öğrendikleri ve insanlara tebliğ ettikleri için tutuklandılar. Çin hükümetinin temel politikası bölgemizde İslam’ın kökünü kazımaktır. Yıllardır bunun için mücadele ediyor.

İSLAM UYGUR KİMLİĞİNİN BİR PARÇASIDIR

Çin otoritesi İslam’ı Uygur kimliğinin bir parçası olarak gördüğü için mi ayrılıkçı faaliyetleri tahrik ediyor? Bir parça böyle düşünmüş olabilirler fakat Çin ateist bir hükümettir, onların bir numaralı düşmanı dindir. Bunun için de dini kökten yok etmek istiyorlar. Onlar ateizmi yaydılar ve 60 yıldır temel hedefleri sadece İslam’ın kökünü kazımak çünkü Uygurlar müslümandırlar. Aslında Çin otoritesi insanların dinine düşmanlık etmese Uygurların Çin hükümeti ile hiç bir sorunu olmaz ve beraber barış içerisinde yaşayabilirler. Dinimize karşı düşmanca tutumlarından ve de İslam’ı kökünden kazımayı hedeflediklerinden dolayı onlarla kavgalıyız ve bu kavga onlar vaz geçmedikçe ilelebet sürecektir. Ben hapiste 6 yıl kaldım. Çin otoritesinin hapiste istediği ilk şey Allah’ı inkar etmeyi kabul etmektir. Eğer kabul edersen cezaevinde tedavi ederler; eğer reddedersen, seni cezalandırırlar. Elini kolunu kelepçeliyorlar. Şemsi Nur isminde çok samimi bir Müslüman vardı Çin otoritesi tarafından hapse atıldı. Nur namaz kılmak istiyor, teyemmüm ederek abdest alıyor, sesizce ezberden Kur’an’dan ayetler okuyor namaz boyunca. Buna rağmen Çin otoritesi onun gizli Kur’an okuduğundan şüphe ediyor; ona 24 saat hiçbir yiyecek vermeyerek cezalandırıyorlar. Eğer Müslüman dünya tüm cezaevlerini araştırsa, görecekler ki mahkumların % 25’i Doğu Türkistanlı dindarlardır. Çin otoritesi alkol ve uyuşturucu bağımlılarını hapsetmiyor. Eğer başörtülü değilsen Doğu Türkistan’da iyi yaşarsın. Bütün yaşlı insanlar bu durumda yaşıyorlar onların çocuklarını ciddi problem sarmış, ahlaki değerlerini kaybediyorlar.

Çeviri: Mehmet Beyhan

D

iasporada yaşayan Uygurların manevi lideri Rabia Kader Çin hükümetinin uyguladığı zulümler dahil, dışarıda yaşamak zorunda kalan Uygurların sıkıntılarını dünya gündemine taşıyabilen önemli bir figür. Kader bir kaç yıl önce onislam.net sitesi tarafından kendisiyle yapılan röportajında Çin hükümetinin Doğu Türkistan Müslümanlarına karşı uygulamış olduğu acımasız baskı politikalarını ve sistemli asimilasyon çabalarını açıkça ortaya koyuyor.

OBAMA YÖNETİMİ ÇİN ZULMÜNE KARŞI DUYARSIZ Obama yönetimi Çin’de insan hakları ihlallerine ilgi gösteriyor mu? Amerika ne yapmalı sizce? Çin her gün insanları öldürüyor ve tutukluyor. Obama yönetimi aslında bizi hayal kırıklığına uğrattı. 5 haziran 2009’da Doğu Türkistan’ın başkenti Urimçi’de, huzursuzluk başladı ve Çin hükümeti insanlarımıza baskı uyguladı. Baskılar bugüne kadar sürüyor, insanları öldürüyorlar tutukluyorlar. Yüzlercesini öldürdüler, binlercesini tutukladılar. Yakın zamanda Çin otoritesine seslendim Urimçi olayları başladıktan sonra binlerce insanı tutukladınız, onbinlercesi kayboldu. Soykırım anavatanımızda devam ediyor, Obama yönetimi bunu iyi biliyor, fakat hala sesiz duruyor ve bu trajediyi durdurun demedi. Çin otoritesi her gün insanları tutukluyor ve öldürüyor. Her gün insanların ölüm, tutuklama ve kaybolma haberleri ve bilgileri alıyoruz. Dünya orada neler olduğunu bilmiyor. Doğu Türkistan’ın, Güney kısmı dindar müslümanlardır, Çin otoritesi dindar insanları tutukladı bu bölgede. Başörtülü kadınları ve sakallı erkekleri dinle ilgili olan herkesi tutukluyorlar. Şubat 1997’de Ghulja şehrinde tedirginlik vardı, dini değerlere karşı tutuklamalar protesto edildi. İnsanlar caddelere çıkıp hükümete seslendiler Ramazan’ın 27’sinden beri tutuklu olan bu liderleri bırakın diye... Söz konusu dini figürler hükümete karşı hiç bir şey demediler, İslam’ı insanlara tebliğ ettiler. Onlar insanlara, diğer insanlara karşı iyi olun, alkol ve uyuşturucudan kaçının diyorlardı. Hükümet Uygur gençlerin uyuşturucu kullanmasını önlemek için hiç bir şey yapmadı.

AHLAKİ DEJENERASYON BİLİNÇİ BİR POLİTİKA Hükümet Uygurları uyuşturucuya sevk etmek istiyor ya da genel olarak uyuşturucunun yayılmasına karşı önlem almıyor, öyle mi? Bugün Çin Doğu Türkistan’ı, Sincan’ı içine almıştır. Ben fotoğrafı bütün detaylarıyla açıklamak istiyorum. 1987’den önce seks ticaretini hiç bir zaman Doğu Türkistan bilmezdi. Daha önce duymamıştık. Örneğin tarihimizde seks dükkanları diye bir şeye rastlanmaz. Ama şimdilerde yavaş yavaş şahit oluyoruz. Hatta Uygurlar uyuşturucuyu bile hiç duymamışlardı. Uyuşturucu Çin’in anakarasından geldi. 1987 yılına kadar, uyuşturucu ve alkol bağımlılığını insanlar bilmezdi. Dinimiz alkol kulanmayı yasaklamıştır ve ona karşı (alkole) sert tutum gösterirlerdi. Elbette alkol kullanan insanlar vardı bu tip insanlar ateisttirler ve Çin komi-

RADİKALİZM YAFTASIYLA ZULMÜ MEŞRULAŞTIRMAYA ÇALIŞIYORLAR

nist partisinin üyeleridirler. Birden baktık ki 1987 sonrasında ülkemizde uyuşturucu görünmeye başladı. Çin anakarasından uyuşturucu akmaya başladı. Uygur gençleri bu tür şeyleri kullanmaya başladılar. Bunun ne olduğunu bilmiyorlardı; hakkında bir çok söylenti dolaşmaya başladı. Çin iş adamları tarafından yeni genelev açıldı; kendi kızlarını bizim bölgelere getirdiler. Bazı Uygur Üniversite kızlarını finanse ederek bu ticarete teşvik ettiler. Fuhuşa alıştırmak için çok büyük propagandalar yapıldı, insanlarımız bu propagandalardan etkilendiler. O zaman parlemento üyesiydim, alkol ve uyuşturucunun yükselmesini önlemek için hükümete çağrıda bulunarak bilgi verdim. Fakat hükümet hiç bir şey yapmadı ya da televizyon, radyo ya da gazetelerle uyuşturucu ve alkole karşı mücadele etme yoluna gitmedi. Hükümet alkol ve uyuşturucuya karşı gerekli tedbirleri almadığı için binlerce Uygur genci alkol ve uyuşturucu bağımlısı oldu. Sonuç olarak dindarlarımız kendi kendilerine organize olup insanları bilinçlendirmeye başladılar. Camileri kullandılar ve toplantılar tertiplediler bir platform olarak alkole ve uyuşturucaya karşı insanları bilinçlendirmeye çalıştılar. Fakat Çin hükümeti alkol ve uyuşturucunun yayılmasına karşı çıkan, bu yönde faaliyette bulunan bütün dini figürleri tutukladı. 5 Şubat 1997’de öğrenciler sokaklara çıkıp dini liderlerinin bırakılması için protesto yürüyüşleri yaptılar. Protestolara hükümet vahşice

Çin ateist bir hükümettir, onların bir numaralı düşmanı dindir. Bunun için de dini kökten yok etmek istiyorlar. Onlar ateizmi yaydılar ve 60 yıldır temel hedefleri sadece İslam’ın kökünü kazımak çünkü Uygurlar müslümandırlar.

karşılık verdi, yüzlerce genç öğrenciyi öldürdüler. Gençler protestolarını yılmadan sürdürdüler. Buna karşılık Çinli yetkililer gösteriye katılanların akrabalarını tutuklamaya devam ettiler. Tutuklamalar bir yıl devam etti. Bu hadiselerden sonra, yüzlerce öğrenci Çin otoritesi tarafından infaz edildi. İnfazlar her gün devam etti ve insanları sokağa çıkıp alkışlamaya zorladılar. Hükümet dini liderleri niçin tutukladı? Çin hükümeti bölgede müslümanlara karşı sistematik asimilasyon politikası mı uyguluyor? Onlar bizim dinimizi yok etmek istiyorlar biz ise dinimizi korumak istiyoruz kavgamız buna dayanıyor. Elbette, 60 yıldır Çin otoritesi İslam’ı kökünden sökmek için uğraşıyor.

Niçin Çin otoritesi böyle sert politikalar uyguluyor? Şimdi, Çin hükümeti sert politikalara sözde karşı. Ne zaman Uygurların insan hakları sorunu diğer herhangi bir ülkeden yükselse Çin otoritesi bu üç kötü şeyle kavga ettiğini söylüyor. Birincisi “Radikal Müslümanlar” fakat, ülkemizde hiç radikal Müslüman yok; onlar temiz Müslümanlar radikalizmle ilgili hiç bir şey yapmadılar. Çin otoritesinin belirlediğine göre İslam’ı tebliğ etmek dışında hiç bir suç işlemediler. Kimseyi öldürmek istemiyorlar, İslam’ı tebliğden başka temel hedefleri yok. Eğer Çin otoritesi onların dinlerini yaşama hakkı verse, hükümetle hiç bir problemleri olmayacak. Onları radikal Müslüman olmakla itham ediyorlar. Çin otoritesi dünyayı aldatıyor. Bazı insanların Müslüman ülkelere gitmelerine izin verdiler, Mısır, Suudi Arabistan, Türkiye gibi ülkelerden İslami eğitim alıp geri döndüklerinde Çin otoritesi tarafından hepsi tutuklandı. İkincisi; Çin otoritesi teröristle kavga ediyor, terörist dedikleri tüm Müslümanlar hoş görülü Müslümanlardır. Terörizmin ne olduğunu kimin terörist olduğunu bile bilmiyorlar sadece onlar sadık müslümanlardır. Üçüncü iddia ise “ayrılıkçı”larla kavga ediyorlar. O da benim tabii. Çin benim ayrılıkçı bir Müslüman olduğumu düşünüyor. Bana radikal diyemiyorlar çünkü başörtüm yok bana ayrılıkçı diyorlar. Genel olarak sadık Müslümanlara terörist ve radikal diyorlar. İslam ve Müslümanlarla savaşıyorlar Müslüman dünyanın bundan haberi yok. Çin otoritesi geçmişte yapamıyordu ama şimdi bir başörtülüyü sokakta görse askerler hemen başörtüsünü zorla çıkartıp hapsediyor. Bunlar normal şeylerdir Doğu Türkistan’da. Urumçi’de, Müslüman bayanlar tarafından gerçekleştirilen protestoları belki gördünüz, hepsi başörtülüydü. Bayanlar sokaklara çıkmak


17

www.dunyaveislam.com

zorundalar çünkü tüm erkekleri tutuklandılar. Siz İslam’ın Uygurların kimliğinin parçası olduğunu söylüyorsunuz, Çin bunu hazmedemiyor mu?, Çin hükümetinden insan haklarına saygılı olmalarını bekliyor musunuz? Çin otoritesine bir kaç kez, dinimizi yok etmeyin dedim, saldırmayın ona (İslam’a) çünkü insanlarımız için din çok önemlidir. Onlar çok samimi insanlar. Tabi bunları dikkate almayarak dine ve müslümanlara saygısızca muamele etmeye başlayınca problemler de ortaya çıktı. Çin otoritesi ne yapması gerektiğini çok iyi biliyor, dine saldırdıklarında insanların ayaklanacağını biliyorlardı. Onun için de hep dine karşı saygısız davranışlarda bulundular ve böylelikle insanlara baskı uygulamanın bahanesini oluşturdular. Geçmişte inanılmaz şeyler oldu bölgemizde. Camileri ahıra, domuz ahırına çevirdiler. Din adamlarına Kur’an’ı sokakta yakmaları için baskı yaptılar. Uluslar arası baskılar sonucu şimdi evinde Kuran bulundurabilirsin ama hadis, İslam Tarihi, Peygamber (s.a.v.) hayatıyla ilgili kitap bulunursa tutuklayıp hapse koyarlar. 18 yaşının altındaki Uygur gençlere İslam’ı vaaz etmek yasaktır. İnsanlar çocuklarını özel okullara gizlice gönderiyorlar. Yakaladıklarında ağır cezalar veriyorlar, hatta bazılarını idam ediyorlar. Onların anne babalarını üç ile altı yıla mahkum ediyorlar eğer bu hareketlerden vazgeçerlerse altı aya indirebilirler. 18 Haziran 2008’de Çin mahkemesinin yargıç şefi açıkladığına göre 5 yıl içinde 15.000 radikal Müslüman tutuklandı, bu insanların belirli sayıdakileri idam edildi. Ama idam edilenlerin tamamı dindar insanlardı, radikal değillerdi.

İSLAM VE ARAP DÜNYASI DUYARSIZ Nasıl bir tepki aldınız Müslüman ve Arap dünyasından? Müslüman dünyasından beklentimiz İslami kimliğimizi kendi bölgemizde yaşamamıza yardımcı olsunlar. Müslüman ülkelerinden ve de İslam Konferansı’ndan yeterli ilgi görmedik. İslam Konferansı dünyada BM’den sonra ikinci büyük uluslararası organizasyondur ki 57 üyeli Müslüman ülkedir. Çin hükümeti göz boyamada çok başarılıdır. Biz ne bu ülkelere ne de İslam konferansına derdimizi anlatabildik. Ama Çin çok başarılı şekilde ülkeleri yanıltabildi. 5 Haziran’da hadiseler olunca Türkiye’nin tepkisi İslam dünyasını biraz hareketlendirdi ve Uygurların durumunu anladılar. İslam Birliği Teşkilatı’ndan açıklamalar geldi. Peşinden gözlem ve incelemede bulunmaları için Çin’e delegeler gönderdiler. Çin böylesi bir tepkiden dolayı büyük bir şok yaşadı; Müslüman dünyadan böyle bir tepki beklemiyordu. İslam dünyasının tepkisi etkiledi. Böylece Çin başbakanı Kasım 2009’da Mısır’a acil bir ziyarette bulundu. Arap Ligi karşısında İslam’a karşı yürüttüğü politikalarını açıklamadı. Durumumuzu dünyaya İslami organizasyonlar ve medya anlatabilir, devletler değil. Ancak ondan sonra bilinçlenen insanlar Müslüman Uygurlara yardım yapmaları için hükümetlerine baskı yaparlar. Müslüman dünyasında beklentimiz İslami kimliğimizi kendi bölgemizde yaşamamıza yardımcı olmalarıdır. Din adamlarımız hala hapisteler. Onların serbest bırakılması için Çin hükümetine baskıda bulunabilirler. Çünkü din adamlarımız gerçekten masumlar. Sırf Müslüman oldukları için onlar tutuklanmış durumdalar. Çin hükümeti uluslararası toplumu yanıltmak için sadece Uygurlar üzerine baskı

Müslüman ülkelere söylüyorum, Pakistan, Dubai, Sudan, Sudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelere hiçbir Uygurluyu geri göndermeyin kim onları ülkenizde sığınmacı yaptı? Müslüman ülkeler arasında sadece Türkiye bügüne kadar hiçbir Uygurlu aktivisti geri göndermedi, batı dünyasını da eklemeliyim. uygulamıyor aynı zamanda kısmen Çinliler üzerinde de uyguluyor. Eğer sadece Uygurlara baskı uygulasaydı, uluslar arası toplumda tepki olurdu; bu şekilde uluslararası toplumu yanıltıyorlar. Ayrıca basında da izlediğiniz gibi bir Çinlinin işlediği suç açıkça belliydi, herkes bunu biliyordu. O, 5 Uyguru öldürmüştü, Çin otoriteleri onu gizleyemedi ya da başka bir seçenek yoktu. Ayrıca 6 ve 7 Haziran’da Çinli çeteler sokaklara çıkıp bir çok Uyguru öldürdüler ve böylece uluslararası toplum izledi bunu. Çinli otoriteler, uluslararası topluma adalet peşinde olduklarını göstermek için bir şeyler yapmak zorunda kaldılar. 5 Haziran’da olan bitenin bilgisi bize ulaştı. Aldığımız haberler bize 36 Uygurun cesedinin su kanalında bulunduğunu söylüyordu. Özellikle Urumçi ve Doğu Türkistan’da böyle olaylardan sonra, Çin otoriteleri çetelerle birlikte ciddi suçlar işlediler. Benim İslam dünyasından beklentim Çin hükümetine baskı yapmalarıdır. Çinli yetkililer Uygur gençlerin dinlerini öğrenmelerine müsade etsinler, din eğitimi alsınlar, ne istiyorlarsa yapsınlar. Çin otoritesi tüm camileri sahtekar din adamlarından temizleyip gerçek din adamları koysunlar. Televizyonda izlemiştim Doğu Türkistan’ın meşhur camilerinden birinde imamın biri insanlara Müslümanlar, Çin Komünist Partisi’nin prensiplerini takip etsinler diye vaazda bulunmuştu.

MEDYA ÇİN’DEN YANA Çin’in medyayı kullanarak kamuoyunu manipüle etmede başarılı olduğunu düşünüyor musunuz, özellikle Arap TV ve internet web sitesiyle? Evet, yeni bir imaj yaratarak bir çok ülkede başarılı oldu, Suudi Arabistan, Mısır ve Pakistan gibi. Tüm bu İslam ülkeleri Çin’deki Müslümanların özgürce dinlerini yaşadığını ve Çin’in Müslümanlara saygı gösterdiğini düşünüyorlar. Çin otoritesinin niyetini anlamak çok zordur çünkü çok kurnazlar; bir yandan dünyaya İslam’a saygı gösterdiklerini gösterirken diğer yandan da küstahça Müslümanlara baskı uygularlar. 2009 yılında Suudi Arabistan’ın Çin hü-

kümetiyle 1.8 milyar dolarlık demir yolu anlaşması yaptığını duyduğumda çok şaşırmıştım. Sizce Çin, Arap ve Müslüman ülkeleri ticari bağlantılara zorluyor mu? Elbette, Çin ekonomik gücünü kullanıyor. Aslında Çin’in menfaati Müslüman dünya ile birliktedir; bütün imal ettiği herşeyi Müslüman dünyaya ihraç ediyor. Müslüman dünyanın kanını emiyor. Çin’in Müslüman dünyayla çok sıkı ticari bağları var. Binlerce uzman ve işçi binlerce insanını Müslüman dünyaya gönderiyor, örneğin Suudi Arabistan ve Dubai’ye. Çin hükümeti Müslüman dünyanın hükümetlerine baskı yapmaya başarılı olunca Uygurları kendi ülkelerinde üstüne gidiyorlar. Çinliler aynı Müslüman ülkede huzur içinde yaşarken, Uygur Müslümanlarına huzur içinde yaşamalarına izin vermezler. Bir çok Müslüman ülke Çin hükümeti baskısı altında Uygur aktivistleri Çin’e geri gönderdiler. Bu aktivistler Çin’e ulaşınca idam edildiler. Dikkatle baktığın zaman bu ülkeler, Pakistan, Suudi Arabistan, Dubai, Sudan ve Mısır. Uygur din adamlarımız Çin’den Müslüman ülkelere firar ediyorlar ve Müslüman ülkelerde, eğer başarılı olurlarsa Türkiye’ye veya Avrupa ülkelerine gidiyorlar. Bütün Müslüman ülkelerde aktivistler problemlerle karşı karşıyadırlar, terörist ya da suçlu muamelesi görüyorlar, hapse atılıyorlar. Uygurların kurdukları teşekküllerin tamamı Müslüman ülkelerle problemli, bütün Uygur aktivistlerin bu ülkelerle başı dertte. Müslüman ülkelere çağrı yapıyoruz (aktivistleri) geri göndermeyin, hepimiz Müslümanız, niçin Çinlilerin onlar teröristtir iddialarına kulak veriyorsunuz ki? Bir çok Müslüman ülke bize sizi Çin’e geri göndermeyeceğiz ama bizim ülkemizi terketmelisiniz diyorlar. Bu yüzden Uygurlu aktivistler başka ülkeler araştırıyorlar Türkiye ya da Avrupa ülkeleri gibi. Sizin çağrınız sanırım sadece Müslüman ülkelerde yaşayan müslüman toplumlara, oralardaki hükümetlerle ilişkiniz pek iç açıcı değil, öyle mi? Benim ilk çağrım Müslüman hükümetlere; gerçek durumu bilmiyorlar çünkü biz onlara gerçekleri anlatamadık. Sonraki çağrım İslam entelektüellerine, Müslüman kamuoyuna durumumuzu anlatmak için önemli bir rol oynayabilirler. Müslüman ülkelerin yardımı çok önemlidir; eğer bazı Müslüman ülkeler açıkça söylerse, Çin durur çünkü Çin otoritelerinin Müslüman dünyayla büyük ekonomik çıkarları var dikkatli olurlar, Müslüman dünyayı üzerek rahatsız etmek istemezler. Müslüman ülkelere söylüyorum, Pakistan, Dubai, Sudan, Sudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelere hiçbir Uygurluyu geri göndermeyin kim onları ülkenizde sığınmacı yaptı? Müslüman ülkeler arasında sadece Türkiye bügüne kadar hiçbir Uygurlu aktivisti geri göndermedi, batı dünyasını da eklemeliyim. Son olarak Islam.net aracılığıyla Müslüman dünyaya söylemek istediğiniz bir şey var mı? Evet. Müslüman ülkeler Çin hükümetine baskı yapsınlar Uygurların kendi kaderlerini tayin hakkına saygı göstersinler Çin otoritesi 1955’te Doğu Türkistan’a özerklik statüsü vermiş bari kendi sözlerine saygı göstersinler. • www.onislam.net


18

www.dunyaveislam.com

“Arap Baharı” Neden Diğer Ülkelere Uğramadı? dit değil yardımcı olarak görülmektedir. Emirliğin kuruluş ve gelişim sürecinde özellikle ülkenin eğitim kurumlarının İhvan tarafından inşa edilmiş olması gibi faktörleri de hatırlatmak gerek.

BÜLENT ŞAHİN ERDEĞER bulentsahin3@hotmail.com

O

rtadoğu İntifadası, Arap Baharı, Arap Uyanışı vb. isimlerle adlandırılan 2 yıllık süreci anlamaya çalışmaktan, empati kurmaktan uzak komplo teorisyenlerinin iddialarına göre süreç kendi iç dinamiklerinden değil ABD’nin planları çerçevesinde sahneye konmuş bir senaryodan ibarettir. İddia o ki, bu sebepledir ki süreç bazı ülkelerde devrim yaptırırken özellikle Arap şeyhliklerinde Arap Baharı yaşanmamaktadır. Bu senaryoya göre “Arap Baharı” ABD’nin istemediği(!) iktidarları devirmek için sahnelenmişti. Onun için de ABD’nin istediği iktidarlar sarsılmamıştı… Gelin Fas’tan Ummân’a şöyle bir göz atalım ve “‘Arap Baharı’ Neden Diğer Ülkelere Uğramadı?” sorusuna komplosuz ve empati eksenli cevap arayalım…

UMMÂN

2.650.000 kişinin yaşadığı Umman’da 600.000’lik kesim Pakistan, Hindistan, Bangladeş gibi Güneydoğu Asya ülkelerinden çalışmaya gelmiş göçmenlerden oluşturuyor. Sultan Kâbus döneminde, siyasal alandaki toplumsal uzlaşıyı güçlendirmek ve halkın rejime olan desteğini artırmak için bazı reformlar gerçekleştirilmiştir. Sultan Kâbus, Umman siyasi sisteminde ve dış politikasında siyasi otoriteyi elinde bulundurmasına karşın ülke yönetiminde geleneksel ve modern kurumların kurulmasına öncelik vermiştir. 1981 yılında savunma ve dış politika alanları hariç, sosyal, ekonomik ve eğitim konularında kendisine danışmanlık yapması amacıyla bir danışma kurulu oluşturmuştur. 1990’de oluşturulan Danışma Konseyi’nde tüm vilayetlerden temsilcilere yer verilmiştir. Danışma Konseyi 1992 tarihinde resmen açılmış ve iç politika konularında Sultan’a aktif danışmanlık yaparak öneriler getirmiştir. 6 Kasım 1996 tarihinde Sultan Kâbus tarafından yayınlanan kararnameyle anayasa niteliğindeki Temel Yasa ilan edilmiş ve Devlet Meclisi ve Şura Meclisi’nden oluşan iki kanatlı Meclis ile Umman hukuksal olarak meşruti monarşiye dönüşmüştür. Son yapılan değişikliklerle 21 yaşını doldurmuş Ummanlılara oy kullanma hakkı tanınmasına karşın Sultan seçimlerin ardından farklı kişileri parlamentoya atama hakkını elinde tutmaya devam etmektedir. Öte yandan kadınların siyasal alanda temsil edilmesine önem veren Sultan Kâbus, Danışma Şurasına 4 bayan atamıştır.

FAS:

Tunus’ta Aralık 2010’da başlayan gösteriler, Fas’a da sıçradı. Fas’ta Ocak sonunda başlayan gösteriler, 20 Şubat’ta kitleselleşmeye çalıştı. 20 Şubat gösterilerine katılanlar, anayasal reform istedi. Sonuç olarak Fas rejimi Ortadoğu İntifadasından en az zararla etkilenmek için bir dizi reforma imza attı. Rejimin şiddete değil reforma başvurması da ülkede “yumuşak bir geçiş”in önünü açmış oldu. Hatırlatalım Fas kralı ABD’nin ve İsrail’in müttefiği iken iktidara gelen İslamcılar tam tersi bir tutum içinde… Fas kralının yetkilerinin sınırlanması ya da devrilmesine ABD ya da İsrail sevinmez…

CEZAYİR:

Cezayir’de 2010’un Aralık ayından beridir devam eden protesto gösterileri aralıklarla sürüyor. Ancak Cezayir Türkiye’deki 28 Şubat sürecine benzer bir kıskaç içinde. Bu sebeple kitlesel gösteri ya da devrim Cezayir şartlarında çok zor ihtimaller. Hatırlatalım, Cezayir rejimini de ABD ve özellikle Fransa destekliyor…

FİLİSTİN:

Özellikle Mahmud Abbas rejimi ve ona bağlı Batı Şeria’daki Filistin Hükümeti ABD’nin tüm desteğine rağmen yolsuzluklar ve rejim karşıtı Filistinli hareketlere karşı işlenen insan hakları ihlalleri ve ekonomik sıkıntılar sebebiyle hemen hemen her gün protesto gösterilerine muhatap oluyor.

LÜBNAN:

Lübnan yaşadığı iç savaş sonrası mezhep ve din eksenli bir bölünmüşlüğün üzerine dengeler demokrasisi tesis etmiştir. İnce dengeler üzerine konumlanan taraflar halkın parçalı yapısını karşılıklı taviz ve uzlaşmaya göre ayarlamışlardır. Esed işgalinin son bulması sonrası Lübnan’da Hizbullah’ın başını çektiği Direnişe Vefa Bloğu ile Müstakbel Hareketi’nin başını çektiği 14 Mart Bloğu arasındaki rekabet siyaseti belirliyor. Bu sebeple Lübnan halkının çoğunluğunun rejime karşı isyan etmesi gibi bir durum Lübnan bağlamında “mümkün değildir.” Lübnan’da meydana gelebilecek bir iç karışıklık iç savaşa gider devrime değil…

ÜRDÜN:

Çevre ülkelerde yaşanan devrim dalgası Fas Kralı’ndan sonra Ürdün Kralı Abdullah’ı da harekete geçirdi. Kral Abdullah, sınırlı anayasal reformlara onay verdi. Buna rağmen Kral Abdullah meclisi feshetti. Ülkedeki en güçlü muhalefeti Müslüman Kardeşler ise reform için başkent Amman’da büyük bir gösteri düzenledi. İhvan merkezli muhalif hareketlere yönelik kısıtlamaların artması Ürdün’de yakın zamanda bir Devrim dalgasının başlayabileceğini gösteriyor. Bu yüzden olsa gerek İsrail’den Kral Hüseyin’in muhalefete karşı destek açıklamaları geliyor…

SUDAN:

Sudan’da Ömer El Beşir rejimi zor günler geçiriyor. Ekonomik dar boğazdaki ülkede halkın dayanacak gücünün kalmadığı çok açık. Kızgın halk tepkisini artık sokağa çıkarak gösteriyor. Öğrencilerin tepkisine Hasan Turabi ve Sadık El Mehdi gibi muhalif liderlerin, sendikaların, meslek birliklerinin de destek vermesiyle gösteriler büyüdü…

IRAK:

Irak’ta işgalin başladığı 2003 yılından bu yana süren şiddetin ortasında gerçekleşen Gösterilerde 6 kişi öldü, 140 kişi yaralandı. Ülkede ABD-İran ortak desteğinde bir rejimin tesis edilmiş olması ve halen dengelerin oturmamış olması Irak’ta yekvücut bir halk hareketinin doğmama nedenleri olarak sayılabilir. Ülke nüfusunun %60’ını oluşturan Şii-

SONUÇ:

lerin blok halinde hareket etmeleri ve rejimin yanında durmaları olayı izah ediyor. Sonuçta ülkede ne diktatörlük ne de demokrasi var. Irak’a mezhep eksenli bir bölünmüşlük hakim. Tüm bu tabloya rağmen Maliki hükümetine yani İşgalin tesis ettiği rejime karşı her Cuma namazı sonrası haftalardır Sünniler protesto gösterileri düzenliyorlar. Gösterilere az da olsa Maliki yönetiminden rahatsız kimi Şii gruplar da destek veriyor.

SUUDİ ARABİSTAN:

2011 yılında başlamış protestolar bastırılıyor. Göstericiler, reform talebiyle protesto yürüyüşleri ve mitingleri düzenlemiştir. Kadınlar ise yine reform talebiyle “sürücülük” istemişlerdir. Hicaz’da üç ana muhalefet damarından bahsedilebilir. 1) Kuzey’deki Katif bölgesinde yoğunlaşan Şii muhalefet, 2) Selim Avva gibi alimlerin öncülük ettiği Mutedil Selefilerden oluşan reformist İslami muhalefet. Suud rejimi, özellikle İhvan hareketinin bu grubu etkilediği ve yönlendirdiğini iddia etmekte. Rejimin İhvan rahatsızlığı son süreçte İhvan’ın Mısır’da iktidara gelmesinden bu yana daha da artmıştır. 3) Şiddet eksenli Cihadçı Selefiler/el-Kaide Bu üç damarın da önümüzdeki günlerde Suud hanedanlığını zorlayacağı açık. Bunun yanısıra apolitik halk kesimlerinin içinde sosyal adaletsizlikten dolayı oluşan rahatsızlıklar da hesaba katılırsa Suud Krallığı’nın baskıcı ve kapalı yapısının enformasyon olarak bölgeyi perdelemesi oradaki diğer muhalif unsurları ve güçlerini anlamamızı zorlaştırıyor… Tüm bu faktörlere Suud ailesi içerisindeki taht rekabeti ve kavgaları da katılırsa krallığın karşı karşıya olduğu tehditlerin azımsanmayacak ölçüde olduğu söylenebilir.

KUVEYT:

Kuveyt Emiri anayasa mahkemesi tarafından yeniden kurulmasından sadece 3 ay sonra 2009 parlamentosunu feshetti. Yaklaşık 2,7 milyon nüfuslu ülke’de düşünce özgürlüğü konusunda işkence vb. ciddi bir sıkıntı yaşanmıyor. Son reformlarla birlikte kadınlar da oy kullanma hakkına sahip olmuş ve seçmen sayısı 139 bin’den 339 bin’e çıkmıştır. Kuveyt 2011 yılının Ocak ayından aynı yılın Kasım ayına kadar çok ciddi bir siyasi kriz geçirmiştir. Bu krizin ana tarafları başbakan Şeyh Nasır El-Muhammed’in hükümeti ile muhalefet gruplarına mensup millet meclisindeki bazı milletvekilleri ve “El-Sur El-Hamis”, “Nehc” ve “Kafi” gibi gençlik grupları idi. Protestocuların ileri sürdükleri talepler

Kuveyt’in başbakanının halk tarafından seçildiği bir Anayasal Emirlik haline gelmesi, başbakanın düşürülmesi ve yolsuzlukla mücadele edilmesi konuları üzerinde odaklanmaktaydı. Kuveyt’te İslami kimliğe yoğun bir baskı gözlemlenmemekte. Ekonomik açıdan da bakıldığında kişi başına düşen gelirin 55 bin Dolar olduğu ülkede halkın rejime kitleler halinde isyan etmesi için çok sebebi bulunmuyor. Zaten Kuveyt diye bir ülke de petrol bulunana kadar mevcut değildi. Ancak tüm bunlara rağmen düşünce özgürlüğü ve halk iktidarı talepleri ABD-İngiltere Dostu Kuveyt Emiri’nin koltuğunu sallıyor.

BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ

BAE istihbaratçıları, üç siyasi aktivisti tutukladıktan sonra Davetul-Islah Partisi’nin Başkanı Şeyh Sultan Bin Kait el-Kasimi’ye da tutukladı. Ras el-Hayme Emirliği’nde hüküm süren aile mensubundan olan Şeyh Sultan Bin Kait el-Kasimi , hükümeti eleştirdiği ve reform talebinde bulunduğu için tutuklandı. BAE’de siyasi aktivistler defalarca, Al-i Nahyan Hanedanından siyasi reform talebinde bulunarak, ülkede adalet ve özgürlük istiyor, ancak Al-i Nahyan rejimi halkın talepleri gözardı ederek, siyasi aktivistleri ya tutukluyor yada sürgün ediyor. 6 milyonluk ülkenin Yüzde 16.5’ini yerli halkın, yüzde 83.5’ini ise Hint ve Güneydoğu Asya kökenli işçilerin oluşturduğu ülkede kişi başına milli gelir 47 bin dolar. Yüzde 83.5’in düşük gelirle çalıştırılan kesimin olması bu milli gelirin yüzde 16.5’lik kesime çok daha fazlasıyla dağıtıldığını gösteriyor. Dolayısıyla düşünce özgürlüğü konusunda eksilerde dolaşan BAE, bu açığı ekonomik refah ile kapatıyor. Bundan dolayı BAE’nin “azınlıktaki efendileri” bireysel dini yaşantıya da karışılmayan ülkede kitlesel isyan görüntülerine rastlanmıyor. Buna rağmen BAE Yönetimi “İhvan çizgisinin Körfez ülkelerini tehdit ettiği” açıklaması yaparak en azından geniş vadeli endişesini dile getiriyor.

KATAR

1 Milyon 700 bin kişinin yaşadığı Katar’da ülkede genellikle Filipinler, Nepal, Hindistan gibi ülkelerden yaklaşık 1,5 milyona yakın işçi çalışmaktadır. Yani 200 bin “yerli efendi”ye 1,5 milyon işçi… Kişi başına 90 bin dolar’ın düştüğü ülkede BAE’deki gibi bir durum var. Bu milli gelirin yüzde 200 bin kişide çok daha fazla toplandığı aşikar. Katar Monarşisi’nin İslami kimliğe, bireysel dini yaşantıya baskı yapmıyor oluşu, baskının aksine devletin siyasal olarak bölgede etkin olmak için Filistin’i destekliyor oluşu ve ekonomik müreffehliğin oldukça yükseklerde seyretmesi, Katar’da siyasal bir devrim dalgası oluşmamasını mantıklı kılmaktadır. Diğer Arap emirliklerinin aksine İhvan ülkede teh-

Sosyolojik olarak “devrim” ya da şiddet içerikli ayaklanmalar için bölgede 4 temel şart var: 1- Rejimin baskı politikalarını kitleye yayması/reform ümidinin tükenmesi 2- Düşünce özgürlüğünün kısıtlanması 3- Sınıf uçurumunun olması-Ekonomik sıkıntıların kitleye yayılması 4- İslami Kimliğe baskıların gözle görülür biçimde artması Bu 4 temel şarttan birisinin olmaması o ülkede kitlesel ayaklanmalara sebep olmaktadır. Tunus’ta, Libya’da, Mısır’da, Yemen, Bahreyn ve Suriye’de bu unsurların hepsi mevcuttu ve kendi bağlamlarında olgunlaşıyorlardı. Bu sebeple devrime en uygun ülkeler olarak “önce” buralarda başladı. Ayrıca hatırlatalım ki Özellikle Libya ve Suriye’de diğerlerine nazaran devrimin şiddetli oluşunun nedeni bu iki ülkedeki rejimlerin kitlesel katliamlara imza atmış olmalarından kaynaklanıyor. Cezayir’de bu şartlar kısmen mevcut iken Sudan’da 4, Fas’ta 1-3 ve 4 mevcut değil. Filistin/ Batı Şeria’da tüm şartlar mevcut ve Abbas rejimi hızla eceline doğru ilerliyor. Ürdün’de 3 ve 4. Şartlar yokken 1 ve 2. şartlar gittikçe olgunlaşmakta. Irak’ta ise ana kitle şimdilik mezhep eksenli biçimde rejime destek oluyor. Lübnan’da ise tam tersi biçimde çok parçalı mezhep-din bloklaşması ülkede bir devrimi imkansız kılmaktadır. Bu sebeple Irak ve Lübnan’ı Ortadoğu’da istisna kılabiliriz. Suudi Arabistan’da ise 1-2.şartlar mevcutken 3 ve 4. Şartlar olgunlaşıyor. Kuveyt’te ise 2. Şart mevcutken 1-3 ve 4. Şartlar zayıf. Birleşik Arap Emirlikleri’nde ise 2. Şart mevcut iken 1-3 ve 4. Şartlar mevcut değil. Katar’da ve Umman’da 1-2-3 ve 4. Şartlar mevcut değil. Yukarıdaki genel değerlendirmemizde de görüldüğü üzere Ortadoğu’daki toplumsal gelişmeleri ABD ekseninde okumak yanıltıcı olacaktır. Çünkü Tunus, Libya, Yemen, Bahreyn ve Mısır rejimleri ABD ve Batı destekli rejimlerdi. ABD-İsrail destekli Ürdün yönetiminin koltuğunun sallanıyor oluşu bir yana toplumsal değişim ve dönüşümler küresel güçlerin sahnelediği oyunlar değildir. En azından bu insan zekasına hakarettir… Sonuç olarak sürecin öncesinde ve en başında ne dediysek bugün de onu söylüyoruz. Gelişmelere herhangi bir devletin, grubun ya da mezhebin çıkarı ile değil ilkeler bazında okumak ve eğer taraf olunacaksa mezhep ayrımı yapmaksızın o ilkeler çerçevesinde taraf olmak gerekiyor. 1- Rejimin baskı politikalarına karşı halkın yanında yer almak ve reform sürecini desteklemek, reform mümkün değilse devrim seçeneğine evet demek… 2- Düşünce özgürlüğünün yanında yer almak 3- Sınıf uçurumunun olmaması için Ekonomik sıkıntılara karşı sosyal adaleti talep etmek 4- İslami Kimliğe baskılara karşı İslami Hareketlerin yanında olmak.


19

www.dunyaveislam.com

SURİYE DİRENİŞİ OSMAN ATALAY o.atalay34@gmail.com

S

uriye direnişi iki yılını geride bırakırken İslam dünyasında çok büyük hayal kırıklıklarına ve aynı oranda umutlara sahne oldu. Suriye direnişi siyasi ve sosyal açıdan başlangıcı ve gelişimi ne Tunus Mısır ne de, Libya ile benzerlik teşkil etmiyordu. 7 Mart 2011 tarihinde Dera kentinde gençlerin sokak duvarına yazdıkları; sıra sende ey Beşşar sloganı Suriye direnişinin ilk kıvılcımı olarak tarihe geçti. Suriye halkı yıllardır siyasi kültürel ticari dini anlamda asla örgütlenme hakkına sahip değillerdi. Suriye halkı Azınlık Nusayri diktatör bir rejimin 45 yıllık baskı yönetimi altında adeta açık hava hapishanesinde yaşayan ülke konumunda idi. Dera da 15 mart da başlayan sivil gösteriler mayıs ayına kadar Suriye’nin sadece birkaç şehrinde devam ediyordu. Suriye halkı yılların baskı ve zulmü altında çekimser kararsız ve 1982 Hama katliamı tecrübesi ile ağır ve temkinli bir şekilde sivil gösterilerle Beşşar’dan reform yapmasını talep ederek sokaklarda yürümeye başladı. Her Cuma yapılan sivil gösteriler sonucunda Baas rejimi halkın üzerine ateşli silahlara karşılık vermeye başlayınca Mayıs ayından sonra Suriye’nin bir çok kentine gösteriler yayılmaya başladı. Halk artık Beşşar’dan reform değil defol diye söz etmeye başladı. Gösteriler büyüdükçe rejim halka karşı şiddetin boyutunu da arttırmaya başladı. Halk kararını vermiş ve sokaklardan evlere geri dönüş olmayacaktı. Cuma namazlarından sonra yapılan gösterilere Suriye polisi halka karşı silah, bomba ve tanklarla karşı koymaya başladı. Bu süreç de Beşşar Esad 3 kez ulusa sesleniş konuşması yaparak reform sözü vermesine karşın maalesef reformları şiddet politikası üzerinden götürmeyi planladığı anlaşılmış oldu. Suriye halkı kendi rejimini çok iyi tanıyordu. Bu süre içerisinde Arap Birliği, BM gibi uluslararası kurumların arabulucu girişimleri maalesef sonuçsuz kaldı. Suriye direnişçilerinin tek isteği şehirlerden tankların çekilmesi, hapishanelerdeki tutukluların bırakılması ve özgür seçimlerin yapılması idi. Baas rejimi bu isteğe ısrarla karşı çıktı bunun tek sebebi özgür seçimlerden galip çıkmasının mümkün olamayacağını bilmesi idi. BM daimi üyelerinden beklenen katliamların durmasına yönelik yaptırım uygulamaları Rusya ve Çin engeline takılınca Suriye direnişi kendi kaderini çizme iradesinde kararlı ve inançlı bir direniş sergilemekten başka sansı yoktu. Bir yandan İran, Irak ve Hizbullah’ın Suriye’deki ulusal çıkar siyaseti, diğer yandan Rusya’nın ulusal çıkar siyaseti Beşşar Esad rejimine destek vermesi Suriye halkının direnişinin önündeki en büyük engel oldu. Suriye direnişi ve siyasi muhalefeti tüm dünyadan katliamların önüne geçilmesi noktasında Baas rejimine siyasi ekonomik baskılar yapılmasını ister-

… n e k r e ir g a ın ıl y . 3

ken, NATO, BM gibi yapıların suriyeye müdahalae etmesine de karşı çıktı. Direniş unsurları sadece kendini koruyacak silahlara sahip olma hakkının engellenmemesini vurguladı. Beşşar direnişin Suriye’nin şehirlerine yayılması ile katliamların dozajını arttırdı, önceleri halka karşı küçük silahlar kullanan rejim alanda güç kaybettikçe tank top ve uçaklarla havadan saldırılar yaparak şehirleri hastaneleri, fırınları camileri vurmaya başladı, direnişin 2. yılı dolarken Scud füzesi kullanması savaşın geldiği boyutu anlamamız açısından çok önemlidir. Rejim Suriye’nin yüzde 70’inin kontrolünü kaybederken agresifleşerek ve her geçen gün katliamlarının dozajını yükseltmektedir. Suriye direnişi ve Muhalefetinin kendini uçaklara, tanklara ve füzelere karşı koruyacak silahlara sahip olma isteği Batı dünyası tarafından engellenmektedir. ABD Beşşar sonrasında İslamcı siyasetin iktidara geleceği endişesinden ötürü asla direnişin silaha sahip olmasını istemiyor.. İngiltere, Fransa ABD, İsrail ve Rusya Suriye’nin geleceğinde İslamcıların iktidara gelmemesi noktasında fikir ve eylem birliği içerisinde olmaları direnişin ağır ve yavaş ilerlemesine Beşşar’ın zaman kazanmasına sebep oldu. Suriye halkı ve direnişçileri İslam dünyası tarafından yalnız bırakılması ayrı bir tartışma konusudur. Afganistan, Bosna ve Gazze’de yaşanan katliamlar karşısında yalnız bırakılmayan halklar, Suriye’de madden ve manen yalnız bırakılmıştır. Bu

gün Suriye’de yaşanan katliamlar, tecavüzler göçe zorlanan Müslüman halkların kaderi Bosna halkının kaderine benzemektedir. Suriye direnişi bin bir türlü imkansızlıklar içersinde kararlı bir mücadele yürütmektedir. İki yıl içersinde 75 bin insan hayatını kaybederken, 1,5 milyon dış göç, 2,5 milyon iç göç, 100 binlerce kayıp ve tutuklu ve 3 milyon binanın kullanılmaz durumda olduğuna şahit oluyoruz. Suriye Direnişi’nin bu gün geldiği nokta gerek direniş cepheleri gerekse ulusal koalisyonun her geçen gün derlenip toparlanarak özgür Suriye’nin temelini oluşturma gayretine kilitlenmiştir. ABD ve Rusya direnişin bu kadar imkansızlıklar içerisinde beşşar’ı ülkenin büyük bölümünden söküp atacağının hesabını yapmamış idi. Suriye muhalefeti sürekli İslamcı unsurlardan oluştuğu gerekçesi ile silaha sahip olması sürekli engellenmiştir. Bugün BM, AB, ABD ve Rusya; Suriye direnişinin nasıl İslamcı grupların elinden kurtaracağının hesabını yapmakta ve tek endişelerinin Beşşar sonrası Müslüman Kardeşler ve İslamcı gurupların etkisizleştirilme çabası içerisindedirler. Suriye’de iki yıl içerisinde direnişin fulu olan fotoğrafı artık netleşmeye doğru gidiyor, Suriye direnişi ilerlerken Baas rejimi ülkenin batısı başta Humus ve Lazkiye, Banyas, Tartus sahil bölgelerinde doğru çekilme planınıa dönerek özer bir Nusayri bölgesi oluşturarak Suriye’yi bölme fikrine yaslanmaya başladığını görüyoruz. Suriye direnişi iki yılda çok büyük kazanımlar elde ederken İslam

ülkeleri Suriye direnişine gereken önemi ve desteği maalesef verememiştir. Körfez Ülkleri ve bir çok Arap krallıkları Suriye direnişi başarıya ulaştığında bu sürecin örneklik teşkil etmesinden rahatsızdırlar. Bosna, Çeçenistan Afganistan ve Filistin de katliamlar yaşanırken ilahiyatçı, aydın ve STK’larımız Ayetler hadisler ışığında durum değerlendirmesi yaparak ve İslami kelime ve kavramlar ile konuşurlardı. Bu gün ise Suriye de yaşanan olaylar ise jeopolitik stratejik kavramlar ışığında değerlendirilmekte ve insani ahlaki bakış yerini siyasi söyleme bırakmıştır bu Türkiye’de İslamcı düşüncenin içinde bulunduğu tezat durumu göstermektedir. Türkiye’de laik aydınların Arap İslam düşmanlığının oluşturduğu bilinç altı travmalarını anlıyoruz, fakat İslami camiada son 10 yıl içersinde AK Parti hükümetinin Ortadoğu açılımına rağmen İslamcı aydın ve STK’ların Arap Devrimleri ve Suriye direnişine olan, ilgisizliği, iletişimsizliği, tembelliği ve örtülü kibrini sorgulamak gerekiyor. Arap devrimleri ve Suriye direnişine oryantalist gözlemlerle yaklaşma eğilimi Suriye’de yaşanan . Katliamlara seyirci kalınması Türkiye’de İslamcı düşüncenin aşırı seküler politik eğilime sürüklendiğini göstermektedir. Suriye direnişi 3. yılına girerken ulusal muhalefet koalisyonu, geçici hükümetini ilan ederek Gassam Hito adlı Kürt bir ismi başbakan olarak ilan etmiştir. Direnişin geldiği nokta Özgür Suriye Ordusu ve hükümet başkanlığı ilanı ile birlikte en önemli kritik bir sürece girmiş bulunuyor. Artık önümüzde iki hükümet var. Rejimin ve direnişin hükümeti, Bu tablo Suriye’de bundan sonraki sürecin çok daha çetin ve hızla ilerleyeceğini gösteriyor. Suriye Baas rejiminin sahil bölgesinde bir Nusayri devleti kurma fikri rejimi destekleyen ülkler için bir B planı olduğunuda unutmamak gerekiyor.Direniş hükümetinin ilk Başbakan’ı Gassam Hito basın açıklmasında Suriye’ye asla batıdan bir yardım gelmediği ve İslam ülklerinden devlet bazında doğru dürüst bir yardım almadıkları gibi bazı ülkelerin Suriye direnişini kendi siyasi çıkarları için kullanmaya çalıştıkları siteminde bulunarak.. Suriye halkının sonuna kadar savaşacağını Allah’tan başka yardımcılarının olmadığını. Eli kana bulaşmış tüm yöneticilerden adaletle hesap soracaklarını açıkladı. Suriye direnişi kendi dinamikleri ve kendine özgü koşullarıyla bir yandan Baas diğer yandan ise ABD, Rusya, İsrail ve Arap ülkelerinin engellerine karşın çetin bir mücadele vermektedir. Uluslararası konjonktörün Suriye direnişi karşısında asla başarılı olamayacakları artık gün yüzüne çıkmıştır. Gelinen noktada yeni bir Suriye sürecine doğru hızla ilerlemekteyiz. Batı ve Doğu dünyası kendi çıkarları açısından Suriye’de yanılmış ve kaybetmiştir. Ortadoğu’da arap devrimleri ile birlikte yeni bir süreç yaşanmaktadır. Türkiye Müslümanları bu süreci yakından ve yerinden izlemek zorundadır.


20 KAMİL ERGENÇ

T

unus’la başlayan ardından Mısır ve Libya’ya sıçrayan ve yaklaşık iki yıldır da Suriye’de devam eden sosyal patlamaların tarihi arka planını anlamak, yaşadığı döneme şahitlik yapma mükellefiyetiyle karşı karşıya bulunan bizler için oldukça büyük bir önem arz ediyor. Arap Coğrafyası olarak tarif edilen bu beldelerdeki sosyal patlamaların, 20. Yüzyılın sonunda dillendirilen medeniyetler çatışması ve tarihin sonu argümanlarıyla, basmakalıplaştırılmış/tekdüzen/homojen bir dünya ve insan vaadinin yegâneliği üzerine mutabık kalmış modern anlayışlara bir reddiye olup olmadığının da ayrıca sorgulanması gerekiyor. Adı geçen beldelerde cereyan eden olayların öncülerinin -aksi iddialar olsa da- İslami hareketler olması ve cari diktatörlüklerin devrilmesinin ardından ortaya çıkacak yeni süreçte -eğer bir yol kazası olmazsaözne pozisyonunda bulunacak olanların İslamcı damardan geliyor olması, bu hareketlerin tarihi arka planlarının anlaşılmasını daha bir gerekli kılıyor. 18. Asrın sonlarında Avrupa kıtasında cereyan eden ulusçuluk akımının yaklaşık bir buçuk asır sonra Osmanlı hinterlandında etkisini göstermesiyle birlikte 20. Yüzyıl, Osmanlı coğrafyasında ulus devletlerin mantar gibi üre(til)diği bir dönem oldu. Kur(dur)ulan her bir devlet kendi ulusal kimliğini bayraklaştırarak maiyetindeki topluluklara bu kimliği dayattı ve/veya bu kimliğe uygun bir toplumsal yapı teşekkül ettirdi. Etnik unsurlar mezhebi farklılıklar ile birlikte ,ufukta şayet var ise bir birleşme fikriyatının dinamitlenmesi için, sürekli olarak canlı tutuldu ve tutulmaya devam ediyor. Bugün son on yılda İslam milletinin yaşadığı travmalar objektif olarak analiz edildiğinde, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız etnik ve mezhebi unsurların nasıl İslam üst kimliğinin fevkinde bir pozisyona oturtulduğu görülebilir. Arap beldelerinde 1967 Altı Gün Savaşı’yla yaşanan travma, Baas ideolojisinden yani Arap ulusçuluğundan bir kopuş sürecini de beraberinde getirmiştir. Ulus devlet yapılanması ile birlikte yeni bir kimlik dayatılan Arap halkı, Arapçılık etrafındaki kümelenme idealinin ne kadar kof olduğunu altı gün savaşlarında yakinen müşahede etmiştir. Mısır, Suriye, Ürdün ve bu ittifaka destek veren diğer önemli Arap ülkeleri bu savaşta İsrail karşısında hezimete uğramıştır. Yıllar içerisinde halka enjekte edilen Arap milliyetçiliği/ basçılık böylesine önemli bir savaşta hiçbir etkinlik gösterememiştir. Kudüs’ün işgaliyle içten içe buhran yaşayan Arap dünyasının onuru bu savaşta iyice ayaklar altına alınmış ve bu durum İslami hareketlerin Arap dünyasındaki etkinliklerinin artmasını da beraberinde getirmiştir. Yöneliş Yayınları tarafından M. Ali Demirci’nin çevirisiyle Türkçeye kazandırılan “İslami Hareketin Entelektüel Kökenleri’’ adlı kitap, bugün Arap Dünyasında cereyan eden olayların tarihi ve entelektüel arka planının anlaşılması açısından oldukça önemli. İslami hareketlerin bugünkü süreçte oynadıkları etkin rol göz önüne alındığında ,bu hareketlerin entelektüel alt yapısının incelenmesi mühimdir. Dolayısıyla Hasan El-Benna, Seyyid Kutub gibi İhvan Hareketinin teorisyenlerinin -burada teorisyen kavramını bu kişilerin hayatın dışında yani fildişi kulelerinde oturan ve mücadeleden bigane anlamında değil, hareketin entelektüel ve ilmi müktesebatını oluşturmaları açısından kullanıyoruz- mücadele süreci, fikriyatlarının oluşum evreleri ve metotları iyi anlaşılmadan bugünkü yaşananları sağlıklı bir şekilde analiz etmek mümkün değildir. Ve yine Şii dünyasından M. Hüseyin Fadlullah gibi entelektüel/ulema çizgisinin fikir dünyasına vakıf olunmadan, Lübnan Hizbullah’ını anlamak ta mümkün görünmemektedir. Kitap bu üç simanın -Hasan El Benna, Seyyid Kutub ve M. Hüseyin Fadlullah- anlaşılması noktasında önemli bir işlev görüyor.

19.YÜZYILDAN GÜNÜMÜZE ARAP DÜŞÜNCESİ’NİN DOĞASI 20. Yüzyıl boyunca Arap entelijansiyası özellikle üç kavram üzerinde -ki bu kavramlar aslında Arap düşüncesinin moderniteyle birlikte doğasını da teşkil eder- duruyor. Bunlar: Nahda (Rönesans), Sevre (devrim) ve Avdet (kaynaklara dönüş) kavramlarıdır. Bu kavramlara yüklenen anlamların batılı tahakkümün zirvede olduğu ve batı medeniyeti karşısında yenilginin kabul edildiği bir kesite denk geldiğini ifade etmekte

www.dunyaveislam.com

HASAN EL-BENNA, SEYYİD KUTUB VE M. HÜSEYİN FADLULLAH ÖZELİNDE

İSLAMİ

HAREKETİN

ENTELEKTÜEL KÖKENLERİ

18. Asrın sonlarında Avrupa kıtasında cereyan eden ulusçuluk akımının yaklaşık bir buçuk asır sonra Osmanlı hinterlandında etkisini göstermesiyle birlikte 20. Yüzyıl, Osmanlı coğrafyasında ulus devletlerin mantar gibi üre(til)diği bir dönem oldu. Kur(dur)ulan her bir devlet kendi ulusal kimliğini bayraklaştırarak maiyetindeki topluluklara bu kimliği dayattı ve/veya bu kimliğe uygun bir toplumsal yapı teşekkül ettirdi.

jedi yaşamış ve bu trajediden kurtuluş yollarını ararken, maruz bırakıldığı ıstırapların yegane müsebbibi olarak gördüğü din/kilise olgusunu mümkün olduğunca hayatın dışına itmeye yani sekülerleştirmeye gayret etmiştir. Dinin bir müessese olarak temsil edildiği Batı’da akıl, dini temsil iddiasındaki kilise karşısında işlevselliğini yitirdiğinden yeni süreçte rasyonalist bir bakış merkeze alınmıştır. Dinin müesses hale getirilmesi ve anlaşılmasının ancak belli bir zümrenin uhdesinde olması; Bu zümrenin de dini dünyevi menfaatleri için araçsallaştırması neticesinde meydana gelen dinde deformasyon sürecinin pratik hayattaki yansımaları genelde “zulüm’’ olarak nitelendirilebilecek eylemler şeklinde olduğundan, bu sürecin Batılı insanda oluşturduğu korku ve nefreti anlamak mümkündür. Ancak bu tarz bir yeniden doğuş sürecinin Müslüman dünyada da cereyan etmesini beklemek ya da ancak böylesine bir yenilenme ile zilletten kurtuluşun mümkün olduğuna dair beklentinin sıhhatini de sorgulamak gerekiyor. Geleneğe ve gelenek tarafından şekillendirilen akla yönelik yapılan eleştirilerin yalnızca oryantalist bir çaba olmadığını Cabiri, Abdullah Lauri ve Hichem Dejait gibi Arap entelektüellerinin da bu yönde tenkitleri olduğunu da belirtmemiz gerekiyor. Cabiri’nin Arap aklının oluşumu ile ilgili olarak ortaya koyduğu Arap dilinin mumyalaştırıldığı yani dondurulduğu; fakat toplumsal hayatın ne mumyalaştığı ve ne de dondurulduğuna ilişkin kanaati ve modern Arap düşüncesinin geçmişin dil ve fıkhından kurtulmasının entelektüel sağlamlık ve özgürlük için gerekli olduğu ifadesi burada önem arz ediyor. Ayrıca Tunuslu filozof Hichem Dejait’in düşüşün, İslam’ın oluşturduğu homojen toplum yapısının bozulmasından sonra gerçekleştiğini ve ulemanın seküler bilginin yükselmesine karşın teolojik bilgiyi üretememelerinden kaynaklandığına ilişkin kanaati, Cabiri’nin dinamik fıkıh anlayışı ile paralel okunduğunda sağlam bir özeleştiri geçmişimizin olduğuna delalet eder. Dikkat edilirse tartışmaların odağında sürekli olarak düşüş, gerileme ve mağlubiyet gibi daha çok zafiyet ve edilgenlik ifade eden kavramlar bulunmaktadır. Dolayısıyla kalkış noktası itibariyle Batı medeniyetinin argümanları olan ilerleme, modernite, rasyonalite gibi kavramların “özne’’liği kabul edildiğinden önerilen çözüm yolları da bir tür edilgenlik barındırmaktadır. Bu edilgen bakışın netameli oluşu hakkında bugün bizlerin elinde çok fazla veri var. Ancak unutmamak gerekir ki bu kanaatlerin dillendirildiği yıllarda modernite ve rasyonalist bakışın zaafiyetleri toplumsal alanda henüz tebarüz etmemişti. Dolayısıyla bugünden bakarak o dönemleri değerlendirirken bu farkı da ifade etmek gerek diye düşünüyoruz. Ancak bu tartışmada Cabiri’yi farklı değerlendirmek gerektiğini ifade etmeliyiz. Zira o meselenin bize bakan yönünü yani vahyi anlama ve pratize etmede yaşadığımız zihni kırılmaya ve donuklaşmaya işaret etmektedir.

HASAN EL BENNA VE İHVAN’IN KURULUŞU

yarar var. Ulus devlet yapılanmasının ete kemiğe bürünmeye başladığı zaman sürecinde batılı entelektüel çevrelerden ciddi saldırılara maruz kalan Arap aklı ve entelijansiyası, nihayetinde kendisini ifade etmenin en işlevsel yöntemi olarak vahiy tarafından inşa edilen zihninin modern argümanları anlayamayacağı düşüncesi ile, Hamilton Gibb benzeri entelektüellerin kışkırtmalarıyla dinde yeni bir sürecin başlatılabileceğine ikna edildiler. Oryantalist düşünürlerin özelde Arap aklına genelde ise Müslüman dünyaya kendilerini dinin geri bıraktığı düşüncesini kabul ettirmek için çok ciddi çabalar içerisinde olduklarını ifade etmek gerek. Mesela yukarıda adını verdiğimiz ve yazarımızın da batılılaşmanın tarifi noktasında kendisine başvurduğu Hamilton

Gibb batılılaşmayı şöyle tarif eder: 1- Batılılaşma, Batı askeri ve levazım tekniğinin yani ilerlemenin harici ve somut bilimsel araçlarının kabulüdür. 2- Batılılaşma, bir dünya görüşü ve bir rasyonalizasyon sürecidir 3- Batılılaşma, felsefi ve eğitimle ilgili genel bir görü(nü)ştür. Gibb’in bu ifadeleri zımnen Arap coğrafyasındaki geleneksel eğitim anlayışının kökten değişmesini ve Batı tarzı bir rasyonalizasyon sürecinin bir benzerinin bu coğrafyada yaşanması demektir. Bilindiği üzere batı, Orta Çağ olarak adlandırdığı tarihsel dönemde tam anlamıyla bir tra-

Yazarın ifadesiyle İhvan’ın kuruluşu ve bugüne gelişinde dört isim önemlidir. Bunlar; Hasan El Benna, Abdulkadir Udeh, Seyyid Kutub ve Muhammet Gazali dir.Kuruluş döneminde İhvan Hasan El Benna ile anılır durumdadır. Hayatını Mısır toplumunun sömürgecilikten kaynaklanan düşüşünü İslam nokta-i nazarından yeniden canlandırmaya adayan Hasan El- Benna, maruz kalınan problemlerin baş sorumlusu olarak her zaman batıyı görmüştür. Fethi Yeken’in ifadesiyle Hasan El-Benna hem İngiliz emperyalizmi hem de laik ve rasyonel bakış açısıyla zayıf düşürülmüş feodal Mısır toplumunda doğmuştu. Aldığı sufi eğitim -ki kendisi Hasafi tarikat ekolüne mensuptu- onun gerek duygusal olgunluğu ve gerekse zihinsel yapısı üzerinde ciddi etkiler bırakmıştı.Ele aldığı sorunlar ise; İslami düşüş ve Rönesans/batılılaşma ve sömürgecilik/sosyal, ekonomik ve politik şartlar/bir hayat ve düşünce sistemi olarak İslam/ulemanın fonksiyonu gibi Arap entelektüel tarihinin omurgasını teşkil eden konulardı. 1930’lar da İslami söylem Mısır’da dört eğilimi kapsıyordu. 1- Ulema söylemi 2- Modernist söylem 3- Sekülerleşmiş Müslüman söylemi ve 4- Müslüman Kardeşler söylemi. Bu akımların ilk üçünde -burada ulema söylemiyle Ezher’in devlete bağımlı olmasından ve dini yalnızca ritüele indirgemesinden kaynaklanan siniklik ifade edilmektedirbir tür nesneleşme söz konusu iken, Müslüman


21

www.dunyaveislam.com

Kardeşler’in tutumu İslam’ın bir sistem olarak yeniden hayat sahnesine çıkmasını içermektedir. Ulemanın bu süreçte etliye sütlüye karışmayan tavrı Hasan El Benna’yı en fazla üzen husus olmuştur. Bu çerçevede Ezher şeyhi Decavi’ye Mısır toplumundaki bozulmadan şikayet ettiğinde aldığı, beladan uzak durması ve kendini koruması tavsiyesine çok içerler ve şeyhe oldukça ağır bir cevap yazar. Hasan El-Benna’nın şerrin kaynağı olarak belirlediği: sömürgecilik; siyasi, şahsi ve mezhebi farklılık ve bölünmeler; çıkarcılık; yabancı ortaklıklar; Batı’yı taklit; laik kanunlar; ateizm ve entelektüel kaos; Aşırı arzular ve iffetsizlik ile söylem ve tahlillerdeki bilimsel metot eksikliği, bugün dahi İslam ümmetinin ortak problemleri olarak karşımızda durmaktadır. Hasan El-Benna’nın çağrısını yaptığı dönem her anlamda bir bozulmanın yaşandığı ve bir kurtuluş ideolojisinin beklendiği bir dönem olma özelliği taşır. Dolayısıyla değerlerine sıkı sıkıya bağlı ve nefsinin arzularına ve güç odaklarının ayartmalarına karşın oldukça vakur bir duruş sergileyen Benna’nın çağrısı zaten bir beklenti içinde olan kitleleri harekete geçirmekte etkili olmuştur. Tam bu noktada yazarımız, Benna’nın liderlik yönüyle ilgili olarak Eric Hoffer’in kitle hareketlerinin yükselişi kavramından hareketle ihvan hareketinin kısa sürede elde ettiği başarıların Hasan el-Benna’nın liderlik yönünden ziyade kaos içerisinde yaşayan ve adeta bir kurtarıcı bekleyen Mısır toplumunun içinde yaşadığı durumdan kaynaklandığını ileri sürer. Eric Hoffer, liderin bir hareketin yükselmesine imkan verecek şartları oluşturamayacağının altını çizer ve mevcut durumdan şiddetli bir memnuniyetsizlik olmadan güçlü ve kabiliyetli bir liderliğin taraftarsız kalacağını ifade eder. Bir tür determinizm/ zorunluluk barındıran bu yaklaşımın ekonomik ve sosyal buhranlar için geçerli olacağını varsaysak bile itikadi ve ideolojik argümanlarla ortaya çıkan hareketler için geçerli olduğunu söylemek zordur. Mısır’ın bütününde ideolojisini yayma çabasında olan İhvan’ın laikleşmiş yerli sınıflar ve müesses ulema sınıfını, yazarın ifadesiyle, asimile ve Gramsci’nin ifadesiyle feth edemeyişi ihvan hareketinin tüm Mısır’ı kapsayacak bir sistem kurmasını zorlaştırmıştır. Bu yönünden dolayı yazar ihvanın ideolojisini ütopik bulur. Ütopya düşüncesini ise Karl Mannheim’in ‘İdeoloji Ve Ütopya’ adlı eserinden mülhem, “realitenin meydana geldiği durumla bağdaşmayan zihin hali’’ olarak tarif eder. Dolayısıyla yazara göre İhvan hareketi emperyalizm, laiklik ve milliyetçilikten gelen saldırılara karşı duracak bir İslam devleti fikrine sahip olmakla, bu ütopik bakış açısını sergilemektedir.

SEYYİD KUTUB Seyyid Kutub İhvan Hareketi’nin Benna’dan sonra entelektüel zeminini billurlaştıran ve yerli yerine oturtan önemli bir simadır. Kutub’un entelektüel dünyası iki bölüme ayrılır; Birincisi İhvan öncesi dönem, ki bu dönem Seyyid Kutub’un İslam’ı ve Arap dilini Mısır zihnine uzak gördüğü dönemdir. İkinci dönem ise İhvana katılması ve sonrasını ifade eder. Seyyid Kutub 1938’de yayınladığı iki makalede İslam ve gelenek karşıtlığı üzerinde durarak Mısırcılık akımının etkisi altında kaldığını faş eder. Kutub bu dönemde, dilin canlı bir organizma olarak sürekli kendini yenileyen yönüne vurgu yaparak, Arap dilinin bugünü anlamlandırmada sıkıntılar çektiğine işaret eder ve modernistler tarafındaki yerini alır. Bir Arap yada müslüman olmaktan çok bir Mısırlı gibi konuşan Kutub’a göre, Arap dili tarihi gerçeklere olduğu kadar Mısır milletinin eşsiz tabiatı ile sosyal ve tarihi ihtiyaçlarına da tabi olmalıdır. Gelenekçiler ve modernistler arasındaki kavgayı ele aldığı makalesinde Kutub Arap dilinin; modernist ekolün geniş duygu dünyası, zengin psikolojik birikimi ve mevcut tecrübesiyle karşılaştırıldığında; eski ekolün duyguda sığ, bilinçte ilkel ve hem psikolojik hem de tecrübi olarak pekte iyi sayılmayacak durumda olduğunu söyler. Kutub’daki değişim 1940’lar da Kur’an’ın estetik ve sanatsal vurgusunu ifadelendirmeye başladığı döneme rastlar. Bu dönem boyunca Kutub Kur’an’ın orijinal saflığını ve imgelerindeki büyüleyiciliği keşfeder. Kur’an’ın 7. Asır Arap yarımadasını sosyal, siyasal ve ideolojik olarak değiştirdiğini söyleyerek 1950 ve 1960’lar da sistematiğini Kur’an merkezli olarak metafizik ve teolojik doktrin, cemiyet veya ümmet ve hukuki/sosyal düzenleme ve davranışlar olarak teşekkül ettirir. ‘İslam’da Sosyal Adalet’ isimli kitabıyla içinde yaşadığı toplumun sosyal ve ekonomik sorunlarına dikkat çeken Kutub, karınları boş olanların yüksek sesli vaatleri dinleyemeyeceğini ifade ederek, sağlam bir ekonomik yapısı olmayan ve çoğunluğun azınlık tarafından sömürüldüğü toplumların sosyal adaleti sağlayamayacağına vurgu yapar ve her müslüman şahsiyetin içinde yaşadığı toplumda

bu bilinçle hareket etmesini savunur. Bu çerçevede Kutub, zayıf kitlelerin sömürgeleştirilmesinde gerçek düşman olarak yerli kapitalistler, gazeteciler, İngilizler veya beyaz zihniyetli Mısırlılar, politikacılar ve dünya için dinlerini satan ulemayı görür. Dış düşman ise emperyalistler, haçlılar, kapitalistler ve misyonerlerdir. Bu dönemde Kutub bozuk sosyal düzeni Orta Çağ feodalizmine ve ona eşlik eden sefil çoğunluk ile elit azınlık arasındaki sosyal ve ekonomik kutuplaşmaya benzetir. Özellikle ulemanın sosyal ve ekonomik açıdan böylesine buhranlı bir dönemde susması Kutub’u oldukça etkiler. Yazdığı Me’areketü’l-İslam makalesinde din adamlarını İslam’ın gerçek imajını temsil etmeye Allah’ın en uzak kulları olarak niteler. ‘İslam’ın Kapitalizmle Savaşı’ adlı eserinde Kutub’un İhvan Hareketi’ne teslimiyeti aşikar bir boyut kazanır. Artık akide kavramı Kutub’un düşüncesindeki en merkezi kavramlardan biri olur.Ona göre akide kişiyi devrimci bir vizyona sahip kılan, hareketi teşvik eden ve Tanrı ile iletişimi her daim canlı tutarak aciz insanı harekete geçiren en önemli amildir. ‘İslam ve Evrensel Barış’ adlı çalışmasında ise Kutub; karşılaşılan bütün siyasi, ekonomik ve ahlaki bunalımların aşılması için Müslümanların güçlerini birleştirici olarak akide kavramına değinir. Tüm bu çalışmalar Kutub’un İhvan sonrası dönemde akide kavramını merkezileştireceğini ve İhvan hareketinin entelektüel zeminini inşa ederken akide kavramından oldukça fazla istifade edeceğinin göstergesidir. 1951 ve 1953 arasında Diraset İslamiye’de yazılan bir dizi makaleyle Kutub’un İhvan’ı benimseyişi belirginlik kazanır. O artık siyasal mücadele geleneği olan bir hareketin müntesibi durumundadır. Diraset İslamiye’de Kutub kendini Müslüman olarak isimlendiren ve fakat farklı zulüm türleriyle savaşmayan, mazlumların haklarını savunmayan ve diktatörlere rağmen haykırmayanları ya hatalı, ya ikiyüzlü yada İslam’ın hükümlerinden habersiz olarak niteler. Bu dönemde ve sonrasında Kutub’un üslubundaki sertlik aşikar bir şekilde görülür. ‘Özgür Dünyanın İlkeleri’ başlıklı makalesinde Batı’nın özgürlük anlayışını sert bir şekilde eleştirerek batınının özgürlükten anladığının insan, zaman ve özgürlüğün ilerlemesine karşı duran İngiliz, Amerikan ve Fransız bloğunun tanımlanması olarak ifadelendirir.Emperyalist blok olarak adlandırdığı bu yapının Kuzey Afrika, Vietnam ve Filistin’de yaptıklarının örneğini vererek aynı bloğun insanların zihinlerini kontrol etmek için milyon dolarlar harcadığını ifşa eder. 1952 ile 1962’de Kur’an yorumu üzerine yoğunlaşan Kutub dinamik akide vurgusu ve bir bütün olarak İslam’ın yeni bir sistem sunduğuna ilişkin vurgularını güçlendirir. İslam akidesinin nasıl ki 7. Asırda eli kolu bağlı olmayan bir şekilde dönüştürücü ve yeniden yapılandırıcı/ devrimci bir yönü vardıysa, modern dünyadaki Müslümanların evvela bu hakikati kavramaları ve içinde bulundukları süreçlerle buna göre mücadele etmeleri gerektiğini ifade eder. Kutub, pratiğe dönüşmeyen bilginin faydasızlığını sık sık vurgulayarak, şayet pratiği yoksa bugün kitaplıkları yeni kitaplarla yada zihinleri bilgiyle doldurmanın gereksizliğine vurgu yapar. Modern insanın çıkmazları ile cahiliye olarak adlandırılan dönem arasında paralellikler görmesine rağmen bugünün daha karmaşık olduğunu düşünür. Temel sorunu modernitenin tüm unsurlarıyla yerinden sökülüp yerine islam’ın gelmesidir. Bu nedenle o İslam mesajının temel anlam ve karakterini yitirmeden modern dünyaya uydurulabilir mi, sorusunu hiç sormaz. Çünkü bu durum kendi içerisinde bir tür entegrizmi barındırır. Modern düşüncenin aydınlanma ve rasyonalite temelli olduğunu ifade eden Kutub, bilgi teorisinin batı dünyasında sadece deney ve gözleme dayalı yani rasyonel bir mecraya oturtulduğuna işaret ederek bu durumun bilginin sekülerleşmesine neden olduğunu bu nedenle modernitenin batıl bir zemin üzerinde yükseldiğine işaret eder.

DİRENİŞÇİ ULEMA ÖRNEĞİ: M. HÜSEYİN FADLULLAH Irak’ta doğan ve 1966’dan beri Lübnan’da yaşayan M. Hüseyin Fadlullah’ı tanımak İbrahim M. Abu-Rabi ye göre bugünün Müslümanlarına 1- Çağdaş Arap Düşüncesi’nde sivil toplumun bunalımı 2- Geçici politik durumdaki şiddetin anlamı 3- Şiddetle kutsal arasındaki ilişki 4- Ulemanın rolü 5- İsrail örneğinde olduğu gibi ani sömürgeciliğe karşı yerli ve bu durumda dini kültürün yeniden yapılandırılması başlıklarında çok değerli imkanlar sunabilir. Arap dünyasında Seyyid Kutub’un düşüncesini sistematik olarak bazı yönleriyle geliştiren ulema simasından olan Fadlullah; Humeyni, Muntezari, Şeraiti, Benna, Kutub’tan olduğu kadar Frantz Fanon ,Fierre ve Marks’tan da etkilenmiştir. Seyyid Kutub’ta gördüğümüz pratiği olmayan bilginin gereksiz-

liği kanaatini Fadlullah’ta paylaşır ve özellikle İslam dünyasında kitleleri yönlendirici pozisyonda olması gereken ulemanın içinde bulunduğu acıklı durumu sorgular. Bu sorgulama onu tıpkı Gazali’de olduğu gibi konuşmaya yani meseleleri vukufiyetle ele alarak dönemine layıkıyla şahitlik yapma noktasına götürür. İlmin eleştirel bir eylem teorisine dönüşmesi gerektiği Fadlullah’ın en önemli mücadele sahasıdır. O İslami entelektüel havzanın 1- İlim (kutsal bilgi) 2- Marifet 3- Va’y (bilinç) 4- Hiss (anlayış) ile kendisini donatması gerektiğini düşünür. Kapitalizmin müslüman toplumların zihinsel köleleştirilmesindeki rolünü ciddiye alan Fadlullah, modern müslümanın en önemli çıkmazının ilmi, üretken teori ve sürekli eyleme çevirme yeteneksizliği olduğunu vurgular. Lübnan gibi çok kültürlü bir coğrafyada İslami bir eylem teorisi geliştirmek gibi esaslı bir vazifeyi üzerine alan Fadlullah’ın bunu yaparken Kutub ve Benna’da olduğu gibi batıyı karşısına alması ve suçlu ilan etmesi manidardır. Oryantalizmin Müslüman halklar üzerindeki etkisinin farkında olan Fadlullah Batı’nın resmi İslam’ın değil Kur’an’i İslam’ın karşısında olduğuna dikkat çeker. Resmi İslam olarak adlandırdığı sultanların gölgesinde kalan ve bir manada yalnızca manevi tatmin vasıtası olarak adlandırılabilecek ve bizim bugün Protestanlaştırılan İslam olarak ifadelendirdiğimiz İslamdır. Kur’an’i İslam ise insanı özgür kılar. Yalnızca Allah’a kul olmayı emrederek onun dışındaki tüm maddi ve manevi diktatörlükleri ortadan kaldırır. Ve bundan dolayı da batı tarafından radikallik ve fundamentalistlikle suçlanır. Fadlullah İslam’i bir devletin tesisine kadar Müslümanların bireysel ve kolektif olarak İslami bir yaşamı gerçekleştiremeyecekleri fikrine katılmaz ve İslami siyasal yapıyı gerçek anlamda müslümanca yaşamanın gereği saymaz. Bu düşünce içerisinde sürekli hareketi ve dinamizmi barındırır. Çünkü atalet asla kabul edilemez bir hastalıklı tutumdur. Güney Lübnan’ın İsrail tarafından işgalinden sonra seçimini direnişten yana yapan Fadlullah bu seçiminde topraktan ziyade insan vurgusuyla öne çıkar. Ona göre insan vatan ve milletten önemlidir. Çünkü insanların zihni rezil edilip köleleştirildikten ve düşman insanın ruhunu ve duygularını işgal ettikten sonra vatanın hiçbir önemi yoktur. Dolayısıyla direniş, toprağı müdafaa etmekten çok insanın zihnen, duygu ve düşünceleriyle işgale uğrayıp rezil ve zelil olmasını önlemek içindir. Bundan dolayı Fadlullah, zulmü Kur’an tarafından insana verilen hürriyetin inkarı ve böylece insanlıktan çıkarılma eylemi olarak görür. Zihni sömürgeleştirmeyi izah ederken, müslüman topluluklardaki entelektüel manzaraya dikkat çeken Fadlullah, insanın gerçeği görmesini sağlayacak bir entelektüel zeminin olması gerektiğine dikkat çeker ve emperyalizmin, bugün insanların içinde bulundukları zelil durumun farkında bile olmadan yaşamasından memnuniyet duyacağını ifade eder. O halde entelektüelin vazifesi hitap ettiği insanların hakikati görmesine yardımcı olacak argümanları geliştirmesidir. Fadlullah’ın Seyyid Kutub’la ayrıldığı nokta Kutub’un bugün Müslümanların cahiliyede yaşıyor olduğuna dair inancında belirginleşir. Fadlullah bu düşünceye katılmaz ve Müslümanların tarihi süreçte maruz kaldıkları zulümlere dikkat çeker. Değişimin tedrici olması gerektiğine inanan Fadlullah, davet öncülerinin ümmetin içinde bulunduğu durumun -sosyal ve ekonomik durumun- üzerinde düşünmeleri ve uygun gelen çözümleri sunmaları gerektiğini belirtir. Ayrıca davetçilerin içinde bulundukları somut durumun bilgisini edinmeleri gerektiğine işaret ederek, zihni atalet ve boş retoriklerden kaçınma çağrısında bulunur. Fadlullah modern Müslümanlara; 1- İslami fikirlerin tedricen yayılması 2- Statükonun öfkesini kazanmaksızın ,yumuşak başlı bir yayılma metodu izlenmesi 3- Kişisel bir yayılma metodu uygulanması 4- Dinin saldırı ve kuşatma halinde olması durumunda göç/hicret edilmesi ve 5- Sabır ve bilgi çokluğuna sahip tayin edilmiş bir tavır önerilerinde bulunur. Bugün Ortadoğu ve Kuzey Afrika olarak adlandırılan beldelerdeki İslami hareketlerin nevzuhur bir hareket olmadığı; 19. Yüzyıl’dan beri devam eden bir kurtuluş ve yeniden diriliş arayışının neticesinde neşvünema bulduğu ve entelektüel anlamda sağlam dayanaklara sahip olduğu artık inkarı mümkün olmayan bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Bu damar kendisini sürekli olarak güncelleyerek bugünün ve yarının umudu olmayı sürdürmeye devam edecektir/etmelidir. Küreselleşme olgusunun içinde barındırdığı homojenleştirme ve basmakalıplaştırma tehditlerine ancak yukarıda ifade etmeye çalıştığımız bu İslamcı damar karşı durabilecektir. Bugünün Müslümanlarına düşen kendilerine kalan bu entelektüel mirası daha ilerilere taşıyarak kendi dönemlerinin şahitleri olmaktır. Vesselam…

www.dunyaveislam.com

Seyyid Kutub İhvan Hareketi’nin Benna’dan sonra entelektüel zeminini billurlaştıran ve yerli yerine oturtan önemli bir simadır. Kutub’un entelektüel dünyası iki bölüme ayrılır; Birincisi İhvan öncesi dönem, ki bu dönem Seyyid Kutub’un İslam’ı ve Arap dilini Mısır zihnine uzak gördüğü dönemdir. İkinci dönem ise İhvana katılması ve sonrasını ifade eder. Seyyid Kutub 1938’de yayınladığı iki makalede İslam ve gelenek karşıtlığı üzerinde durarak Mısırcılık akımının etkisi altında kaldığını faş eder.

/dunyaveislam /Dunyaveislam


22

www.dunyaveislam.com

Sigorta-Din İlişkisi ve Osmanlı Son Döneminde Sigortacılık Tartışmaları

Osmanlı Son Döneminde Sigortacılık Bazı kaynaklarda 1870 Pera yangını sonrasında Şeyhülislamlıktan sigortanın caiz olduğuna dair fetva alındığı ifade edilir. Bu fetvada “her ferdin Allah’ın kendisine verdiği malı muhafaza ile mükellef olduğu” belirtilmiştir. FATİH KAHYA* fatihkahya@gmail.com

O

smanlı döneminde sigortacılığın başlamasında dış ticaret hacminin artması ve yaşam tarzının değişmesi en önemli etkenlerdir. Osmanlı Devleti’nde sigortaya müracaat 18. yüzyılın son çeyreğine kadar uzanır. Öncelikle devlete ait malzemelerin naklinde müracaat edilen sigortacılık 19. yüzyılın ilk yarısında tüccarlarla yapılan mukavelelerle gerçekleşiyordu. Sonraki süreçte yabancı sigorta şirketleri Osmanlı topraklarında görevlendirdikleri acentelerle işlem yapmaya başladı. 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı şehirleri, özellikle İstanbul, sigorta şirketleri için cazip merkezler oldu. 1870 Beyoğlu Yangını yangın sigortası yapan şirketlerin sayısını arttırdı. 1894 yılına gelindiğinde İstanbul’da nakliyat, yangın ve hayat branşlarında 76 değişik sigorta şirketi faaliyet gösteriyordu. 20. yüzyılda bu sayı yüzü aşmıştı. Osmanlı döneminde sigorta yaptıranların çoğunluğunu gayrimüslimler oluştursa da Müslümanlar da evlerini ve mallarını sigortalatıyorlardı. Müslümanlar arasında sigortaya müracaat edenler genelde yöneticiler ve toplum içerisindeki elit kesimdi. Gayrimüslimlere kıyasla Müslüman kesimin sigortaya müracaatı daha mesafeliydi. Bunda zenginlik kadar dini kaygılar da belirleyiciydi.

Sigorta Caiz midir? Tartışmaları İslam hukukçusu İbn-i Abidin (ö.1252/1836) Reddü’l Muhtar isimli eserinde, “Kanaatime göre tacirin helak olan malının bedelini alması helal olmaz. Çünkü bu borçlu olmadığı şeyi borçlanmak kabilindendir.” diyerek sigorta konusuna olumlu yaklaşmadığını göstermiştir. Mecmuatü’r-Resail eserinde de Hanefi mezhebinden delil getirerek sigortanın caiz olmadığını belirtmiştir. Sigortayı fasit akitlerden sayan İbn-i Abidin akit; düşman ülkesinde o ülkenin vatandaşıyla Müslüman arasında olursa sigorta tazminatını almanın helal olacağını ifade etmiştir. Mısır müftüsü Muhammed Bahit el Mutii’ye Anadolu’dan sigorta konusu sorulmuş, verdiği 1324/1906 tarihli cevabında sigortayı fasit akit olarak değerlendirmiş ve İslam ülkesinde sigorta akdedilmesine karşı çıkmıştır. İbn-i Hazim Ferid, akdin yabancı ülkede yapılması, bedelin yabancı ülkede alınması ya da yabancının kendi rızası ile vermesi halinde sigortanın caiz olacağını iddia etmiştir. Ayrıca sigortanın maddi zararının, toplum hayatına temin edeceği faydadan çok olacağını düşünmüştür. Bu görüşlerden farklı olarak sigortacılığa daha esnek bakanlar da olmuştur. Mısır müftüsü Muhammed Abduh, Amerikan The Mutual Life Insurance Şirketi Müdürü’nün sorusuna; “…Zikredildiği şekilde bu şahsın bu şirket ile bir meblağ vermek hususundaki anlaşması zımni şirketin bir çeşidini husule getirir. Bu ise caizdir. Bu şahıs için ticarette hâsıl olan kâr ile birlikte malını almasına bir engel yoktur. Şayet bu adam tespit edilen müddet içinde ölürse, şirket de onun verdiği parayı işletmişse, mirasçılarının veya malında tasarruf hakkı olana mevcut ödeme borcunu ifa etmişse, ticaretten elde edilen kârı ile birlikte zikredildiği şekilde meblağı öderler.” şeklinde cevap vermiştir. Vakanüvis, Mecelle’nin hazırlayıcısı Ahmet Cevdet Paşa sigortanın dinen caiz olduğunu ve sigorta kavramının Osmanlı’da henüz tanınmadığını düşünür. Paşa, Avrupa’daki bazı uygulamalardan örnekle; Londra gibi Avrupa’nın bazı gelişmiş şehirlerinde yangınlar sebebiyle ortaya çıkan hususi zararların, güven içinde yaşamayı arzu eden insanlar arasında bölüştürüldüğü, bu usulün, İstanbul’da ekmekçi esnafı arasında uygulanan sisteme benzediği, ekmekçi esnafından birinin mevcut zahiresinin yanması durumunda zararın, diğer fırınlara bölüştürülüp yerine sağlam zahire verildiği, böylece zarar, ortaklaşa karşılanarak esnafların birbirlerini korudukları, ancak geneli içine alan yangınlar sebebiyle ortaya çıkan zararlar için henüz böyle bir uygulama olmadığını ifade eder.

Fetvalar ve Yorumlar Bazı kaynaklarda 1870 Pera yangını sonrasında Şeyhülislamlıktan sigortanın caiz olduğuna dair fetva alındığı ifade edilir. Bu fetvada “her ferdin Allah’ın kendisine verdiği malı muhafaza ile mü-

kellef olduğu” belirtilmiştir. Halil Mirat Yenel’in ğimiz gibi bazı Müslümanlar özellikle yangın ve çalışmasında da bu fetvaya yer verilmiştir. Union nakliye sigortası yaptırmışlardır. Hayat sigortası Sigorta Kumpanyası ile Osmanlı Umum Sigorta Müslümanların daha mesafeli durduğu bir branş Şirketi’nin bu konuda kayda değer çalışmalarının gibi görünmektedir. Şirketlerin müşterilerini Şeyolduğu ifade edilir. “Bu şirketler, her fert Allah’ın hülislamlığa yönlendirerek fetva alma isteği daha kendisine bahşetmiş olduğu emvali muhafaza ile çok Müslüman kesim içinde hayat sigortasının mükelleftir düsturuna müstenit bir fetva istihsaliyaygınlaşmasını sağlama amaçlıdır. ne muvaffak olmuşlar ve bu fetva hükmünü sigorta Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, yangın simefhumu lehine tefsir ettirerek kökleşmiş olan bagortası yaptıran kişinin evini koruma konusunda tıl kanaatleri sarsmağa ve düzeltmeye çalışmışlargereken özeni göstermeyeceğini, malın kıymetidır.” Ancak Turgut Akpınar böyle bir fetva metnine nin takdirinde zorluklarla karşılaşılacağını, insanrastlayamadıklarını, vaktiyle çıkan bir yangın nedeları sigortaya sevk eden güven ihtiyacının karşıniyle müftülükte yaptıkları çalışmanın da sonuçsuz lıklı yardımlaşma sandıkları ile giderilebileceğini, kaldığını ifade etmektedir. Bu ifadeler 1870’te sigorböylece hem sigortalı hem de sigortacının daha ta konusunda alındığı söylenen fetvanın doğrudan dikkatli davranacağını, primli sigortanın kumar sigorta ile ilgili olmadığını, kişinin malını koruması özelliği taşıdığını belirtmiştir. gerektiğine dair alınan bir fetvanın sigorta lehine Mustafa Avcı, İslam’a Göre Sigortacılık adlı çatefsir edildiğini göstermektedir. lışmasında İslam âlimlerinin sigorta kumar ilişkiHayat sigortası hakkında daha sonralar verilsi hakkındaki görüşlerine yer verir ve “Sigortada miş iki fetva bilinmektedir. tazminat ile prim arasında Birincisi, 1911 tarihli bir denge kurulmaya fetvadır. Union Sigorçalışılır. Sigorta ettita Şirketi, Müslümanrenin umduğu kazanç ların sigortaya rağuğrayacağı zararın betini artırmak için, izalesidir. Bunun için Sultanahmet’te Kapıgöze aldığı risk tehlikeağası Mahallesinde nin adem-i vukuunda 3 numarada yaşayan, primlerin yanmasıdır Mahmut Celaleddin ki bu kazançla müisminde bir müşterisitenasiptir. Neticeten ni hayat sigortası kosigortanın özünde bir nusunda fetva aldırma kumar özelliğinin mevamacıyla Şeyhülislamcudiyetini belirtmekle lığa yönlendirmiştir. yetineceğiz.”der. Fetva Emini’nin 14 Yine Avcı, “UluslaraKasım 1911 tarihinde rası ticari münasebetverdiği cevap şöyledir: lerde bulunan Müslü“Havale buyurulan manlar harbîlerle olan işbu arzuhal mütalaa ilişkilerinde sigorta akolundu. Derunu arzudetmek mecburiyetinhalde muharrer akd-i de bırakılırlarsa artık mezkûr dâr-ı İslam’da zaruret prensibi devreolmayıp da ber vech-i ye girebilir. Ancak İsmeşrut memâlik-i lam ülkesinde bu prenecnebiyede kâin bir sibi işletmeye gerek sigorta şirketiyle yoktur. Müslümanların icra edildiği takdirde caiz ve meşru müesseşirket-i mezkure rızaseler vücuda getirme sıyla vereceği ziyadeyi imkânları varken onŞeyhülislam Mustafa yani maksudunaleyh lara bu yolun açılması, Sabri Efendi sigorta bedeli ne mikhiç olmazsa İslam’ın tar meblağ ise onu ahz müesseseler planında helal olur...” zayıflaması ve uygulaŞeyhülislam Mustafa Sabri Bu fetvada sigorta ma imkânı bulamaması şirketi ile yapılacak sonucunu doğurur.” ve Efendi, yangın sigortası yapakdin İslam toprakla“…hususi sigortalardan rında olmayıp ecnetıran kişinin evini koruma koyardımlaşma sigortalabi diyarında olan bir rının caiz, primli sigornusunda gereken özeni gösterşirketle yapılması ve taların ise haram olduherhangi bir kaza duğu kanaatine ulaşmış meyeceğini, malın kıymetinin rumunda şirketin ödebulunuyoruz.” der. takdirinde zorluklarla karşılayeceği tazminatı rızaOsman Nuri sıyla vermesi şartıyla Ergin’in Mecelle-i şılacağını, insanları sigortaya sigortanın caiz olacağı Umûr-u Belediye adlı ifade edilmiştir. sevk eden güven ihtiyacının eserinde Müslüman teİkincisi; The Conbaanın içinde bulundukarşılıklı yardımlaşma sansolidated Life Insuğu durum ve yangınlar rance Company Of karşısında büsbütün dıkları ile giderilebileceğini, London fetva makkayıtsız kalmayışları şu böylece hem sigortalı hem de sadıyla Giritli Dava şekilde yer bulur: Yeni Vekili Hasan Rıfat’ı bir ev yapıldığında busigortacının daha dikkatli davŞeyhülislamlığa sevk nun en göze çarpacak etmiştir. Bu müracaat ranacağını, primli sigortanın yerine eski bir pabuç sonrası Şeyhülislamile mavi boncuklar ve kumar özelliği taşıdığını belıktan fetva alınmıştır. saçağın altına da “MaBir önceki fetvadan şallah” “Ya Hâfız” “Telirtmiştir. pek farklı olmayan ve vekkeltü alallah” “Ya yaklaşık iki yıl sonra 2 malikel mülk” “Fallahu Kasım 1913 tarihinde verilen fetva şöyledir: “Bu huhayrun Hafızen ve hüve erhamürrahimin” gibi sus hakkında mukaddema Mahmut Celaleddin’in kelimeleri içeren levhalar asarak tehlikelere karmührünü havi 22 Teşrinievvel 1327 tarihli istidaya şı Allah’ın himayesine havale edilmiştir. Hâlbuki 22 Zilkade 1329 tarihinde havale buyurulan işbu pabuç, levha vs. asarak mülkün yanmamasını istearzuhal mütalaa olundu: Derunu arzuhalde mumek İslam dininin esasına aykırıdır. Çünkü pabuç harrer akd-i mezkur dâr-ı İslam’da bervech-i meşve boncuk âdeti batıl dinlere inanan milletlerden rut, Memâlik-i ecnebiyede kain bir sigorta şirketi Türklere geçmiştir. Hakiki bir Müslüman’ın bu ile icra edildiği takdirde şirket-i mezkure rızasıyla hurafelerden medet umacağı şüphelidir. Levhalara vereceği ziyadeyi yani maksudunaleyh sigorta begelince, Allah’ın yanma özelliği verdiği ahşaba bir deli ne miktar meblağ ise o meblağın gerek akdi levha asmakla aksini istemek sünnetullaha muhamezbur ve gerek veresesi tarafından ahzı helal lefet etmektir. Müslümanlar ne zaman taş, tuğla, olur deyu tahrir kılınmıştır…” çimento ve demirden bina yaparlar ve üzerlerine Bu iki fetvanın da hayat sigortasına dair olmade bu levhaları asarlar işte asıl Allah’a tevekkül ve sı düşündürücüdür. Bu çalışmada örneklendirdikadere iman o zaman doğru olur. Ayrıca yangının

şiddetle devam ettiği sırada söndürmek için su yetiştirmek ya da maddi tedbir almak yerine bazı kimseler üzerinde çeşitli dualar yazılı olduğu levhalarla evin damına çıkıp yangına karşı çıkmışlardır. Müslümanlar böyle yanlış yollara gidip günaha gireceklerine sigorta günah olsa bile ki buna ihtimal veremiyorum hiç olmazsa günaha girmeyi seçerek maddeten zarardan korunmaları gerektir. Bunun şer’i ciheti ulemaya, iktisadi cihetinin teemmülü milli servetin muhafaza ve artırmasıyla alakadar olması lazım gelenlere terettüp eder. Ergin işte bu ifadelerle Müslüman halkın da malını koruma güdüsüyle hareket ettiğini ancak dini kaygılarla sigortadan çok, farklı metotlara müracaat ettiğini belirtmektedir. Ergin, her ne kadar işin şer’i cihetinin ulemaya terettüp ettiğini söylese de kendi kanaatini ifadeden çekinmemiştir.

Sigortacıların Görüşleri Din adamlarının sigortacılık konusuna mesafeli yaklaşımı karşısında sektör temsilcileri eleştirirel bir tutum izlemişlerdir. Zira halkın sigortanın caiz olup olmaması konusundaki tereddütleri ve din adamlarının bu tereddütleri tamamen izale edecek bir söylemlerinin olmaması, hatta tereddütleri güçlendirmeleri, sektör temsilcileri tarafından şiddetle eleştirilmiştir. 12.11.1991 tarihinde Dünya Gazetesi’nden Zuhal Özoktay’la yapılan söyleşide “Dini inançların hayat sigortalarının gereği gibi gelişmemiş olmasında büyük etkisi olduğu söylenir, siz ne dersiniz?” sorusuna Bedi Yazıcı, “Bu tutarsız iddiayı senelerdir duyarım. Her defasında da 1911 tarihli bir fetvadan söz edilir. Halbuki, dikkatle okunursa görülür ki, fetva emininin din açısından yasak saydığı -çoğunun sandığının aksine- Müslümanların hayat sigortası yaptırmalarının değil, bunu milli sigorta şirketlerinden satın almalarıdır. Şaşılacak şey değil mi? Ama gerçek bu. Öyle olmasa Müslüman Türklerin yabancı kökenli şirketlerden sigorta satın almalarında dini bir sakınca olmadığı hatta “Ey ümmet-i Muhammed, hayat sigortalarınızı Kayseriliyan Efendi’nin, merkezi Paris’te bulunan Fransız Union şirketine yaptırınız” der gibi fetva verir miydi Molla! Ne demiştim. Haçlı ordularının beşinci kolu.” Halim Külünk ise Allah’ın takdirine karşı alınacak tedbirlerin küfürden sayıldığı, hikmetin Allah’ın tecellisinde olduğu, tevekkülün her Müslüman için en büyük servet ve teselli noktasına sokulduğu, bir Müslüman’ın hayatını sigorta ettirmesinin gayretullaha dokunacağına inanıldığını söyler.

Avrupa’da da Tartışılmıştı Sanayileşmeye paralel olarak sigortaya duyulan ihtiyaç erken olmasına rağmen Avrupa’da da dini inançlar sigortacılığın gelişmesini geciktirmiştir. Dini makamlar uzun süre sigortanın kilise hukukuna uymadığını savunmuş ve sigorta akdinin gayrı meşru olduğunu ilan etmişlerdir. Bizde de Şeyhülislamlığın sigortacılık konusundaki negatif fetvası halk üzerinde tesirli olmuş, sigorta yaptırmanın teslimiyet ve tevekkül anlayışına ters bir tutum olduğuna inanılmıştır. İslam tarihi kaynaklarında riski aza indirme veya riski dağıtma gayretleri bir sigorta modeli olarak okunmuş ve İslam devletlerinde de sigortacılığın uygulandığına hükmedilmiştir. İslam devletlerinde uygulanan bu sistemde karşılıklılık esastır. Tek taraflı risk anlayışı görülmez. İslam devletlerinde sigorta yapıldığına hükmedilen Hz. Muhammed döneminde “Ma’akıl” adı altında vücut bulan uygulamaya göre, kabileler veya diğer topluluklar mensuplarının merkezî bir elde belirli hisselerle bir sermaye oluşturmaları, kabile mensuplarından biri fidye-i necat borcu veya bir kan diyeti ödemek zorunda kalırsa tazminatların bu merkezi hazine tarafından ödenmesi prensibi benimsenmiştir. Türk-İslam devletlerinde lonca teşkilatlarındaki “orta sandıkları” da bu uygulamanın devamıdır.

*Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Anabilim Dalı İktisat Tarihi Bilim Dalı’ndaki yüksek lisans eğitimini “Osmanlı Devleti’nde Sigortacılığın Ortaya Çıkış ve Gelişimi” adlı teziyle tamamladı. Tez “Osmanlı Devleti’nde Sigortacılık” ismiyle Libra Yayınları’nca yayımlandı.


23

www.dunyaveislam.com

Ortadoğu Ülkelerinin Gelişiminin Önünde Engel Olarak

Kurumsallaşma ve Liyakat Eksikliği ABDULGANİ BOZKURT abdulganibozkurt@gmail.com

K

urumsallaşma ve liyakat kavramından hareketle Müslüman ülkelerin geri kalmışlığını tartışırken, liyakat kavramının ehliyet, emanet ve adalet gibi önemli mefhumları da ihtiva ettiğini belirtmek gerekmektedir. Zira bir göreve layık olan kimse, bir sorumluluğu layıkıyla yerine getiren kimse, o işte ehil, emin ve adil olduğu için işe layıktır. Herhangi bir işe layık olan kimsenin diğer üç önemli özelliği zatında barındır(a)maması da pek tabi ihtimal dâhilindedir. Ancak bu yazıda liyakat üzerine bina edilenler, liyakatin diğer üç mefhumu da barındırdığı kabulü ile bina edilecektir. Müslüman ülkelerin bugün yaşadıkları ve önümüzdeki on yıllar boyunca muhtemelen yaşayacakları en büyük sorunlardan biri bu ülkelerdeki kurumsallaşma kültürünün ve liyakat mefhumunun gelişmemiş olmasıyla yakından ilgilidir. Ortadoğu’da hangi ülke ele alınırsa alınsın bu ülkeler bir isimlerle özdeşleşmiştir. O ülkelerden isimler çıkarıldığında karışıklık ve düzensizlik bu ülkelere hâkim olmuştur/olmaktadır. Yıllardır belirli isimler ve liderler üzerinden geliştirilen siyasetler, Müslüman ülkelerde halka hizmet için var olması gereken kurumların kurumsallaşmasına mani olmuştur. Kurumlar yerleş(e)meyince, o kurumlarda iş başına getirilen kişiler de liderlerin yakınları ve tanıdıkları olmuştur/olmaktadır. Kadrolaşma olarak adlandırılan bu hareket, -iş ne olursa olsun- işi bihakkın yerine getirme kabiliyetine sahip olana verilmesinin önündeki en büyük engeldir. Ortadoğu’da Türkiye dâhil hangi ülke ele alınırsa alınsın bu eksiklikleri görmek mümkündür. Kurumsallaşmanın ve liyakatin gelişmesi ile ülkelerin gelişmişliği arasındaki orantının doğruluğunu görmek de aynı şekilde mümkündür. Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan gibi petrol zengini ülkelerin zenginlikleri ve gelişmişlikleri ilk bakışta mezkûr senetleri çürüten bir zenginlik ve gelişmişlik gibi algılanabilir. Ancak bu gelişmişlik ve zenginlik sunidir. Doğal kaynaklarının sağladığı zenginlik doğal değildir ve belirli bir zümreyi bir başka zümreden tamamen ayırmaktadır. Zenginlik adına ayrılan zümre, idarelere ve sistemlere yakın olan zümredir. Bugün zenginliklerini ve gelişmişliklerini –neredeyse- tamamen doğal kaynaklardan alan ülkeler, kaynakları bittiklerinde Ortadoğu’daki sıradan bir ülke haline dönüşebilirler. Kısaca, gelişmiş ülkelerin gelişmişlikleri, o ülkelerin kurumlarının oturmasından ve kurumların başına birileri seçilirken de liyakat ilkesine göre seçilmesinden kaynaklanmamaktadır. Ortadoğu’daki ülkelerin liderlerle özdeşleşmesi ve bu ülkelerdeki önemli mevkilere birileri getirilirken liyakatin aranmadığının görülmesi için sırasıyla ve özetle Irak’a, Suriye’ye, Lübnan’a, Ürdün’e hatta zengin ve göreceli gelişmiş bir ülke olan Suudi Arabistan’a bakmak yeterlidir. Irak gibi pek çok Arap ülkesinde de durum aynıdır. Bu ülkelerdeki liderler ülke ile özdeşleşmiş ve ülkedeki kurumlar liderlerin aile efradının veya etrafının elinde olmuştur. Örneğin Suriye’nin hemen her şehrinde devasa büyüklükte Hafız Esed ve Beşar Esed posterleri bulunmaktadır. Özellikle 1982 yılında büyük bir katliamın yapıldığı Hama şehrinde Suriye’deki olaylar başlamadan önce Hafız Esed posterleri adeta tehditkâr bir şekilde hemen her yerdeydi. Beşar Esed zamanında başbakanın Nusayrilerden değil Sünnilerden olması ise tamamen liyakatten uzak bir anlayışla, sisteme sadakatle açıklanacak bir durumdu. Muhtemel yeni Suriye’de liyakatin önceleneceği bir düzenden ziyade yine güçlü olanın öne çıkacağı ve kendi taraftarlarını devletin önemli kademelerine yerleştireceği bir sistemin geleceği öngörülebilir. Ortadoğu’nun minyatürü olarak ifade edilebilecek Lübnan’daki durum ise aslında tek başına her şeyi anlatmaktadır. Lübnan Dağları’ndan Beyrut’a girerken 2005’te suikasta kurban giden eski başbakanlardan Refik Hariri’nin posterlerini her yerde görmek mümkündür. Beyrut’tan 45–50 kilometre güneye inince bir Sünni şehri olan Sayda’da ise Şeyh Ahmed Yasin, Abdulaziz Rantisi, Yaser Arafat gibi liderlerin posterleri şehrin her tarafına asılmış vaziyettedir. Yine Akdeniz boyunca Sayda’dan 45– 50 kilometre daha güneye inince, İsrail’e çok yakın mesafede olan Şii Sur şehrinde, İmam Musa Sadr, İmam Humeyni, İmam Hamaney ve Hasan Nasrallah gibi liderlerin posterlerini şehrin her tarafında görmek mümkündür. Lübnan’daki her mezhebin ve ideolojinin kendini var etme ve gücü elinde bulundurma gayretinin bir yansıması olarak ülkedeki

önemli mevkilerin dağılımı da bir teamül haline gelmiştir. Cumhurbaşkanı Marunîlerden, Başbakan Sünnilerden, Meclis Başkanı ise Şiilerden seçilmektedir. Dağılım bununla da sınırlı kalmamaktadır. Meclis Başkanı ve Başbakan yardımcısı Hıristiyan Ortodokslardan olmaktadır. Ordu Komutanı Marunî olurken polis müdürü Dürzîlerden seçilmektedir. Ürdün’e bakıldığında da durumun farklı olmadığı görülmektedir. Kral Abdullah yaklaşık elli yıl krallık yapan babasından aldığı görevi on dört yıldır yürütmektedir ve ülkedeki en önemli kurumların başına Ürdünlüleri getirmektedir. Ülke nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan Filistinlilerden çok önemli görevlere getirilen kişi sayısı yok denecek kadar azdır. Buradaki amaç çok açıktır: Ürdün’deki Kraliyet ailesinin sahip olduğu gücün el değişmemesi. Zengin bir ülke olan Suudi Arabistan’da da duruma derinlemesine bakıldığında kurumların ve gücün dağılımının aynı mantık üzerine bina edildiği görülecektir. Geniş Suud ailesinin fertleri ülkedeki en önemli kurumların başına sadece aidi oldukları ailenin bir ferdi oldukları için geçerken ülkede 400–500 Suud riyaline çalışan milyonlarca Bangladeşli, Pakistanlı hiçbir hakka sahip olamamakta hatta insanca bir hayat dahi sürdürememektedir. Elinde bulundurduğu güç ile yabancı uyruklu çalışanlar üzerinde otorite ve baskı kuran Suud yönetimi, kendi vatandaşları üzerinde de varlığını her daim hissettirmektedir. Hicaz bölgesi dışında kalan bölgelerde, örneğin Teyme’de, Tebük’te, kraliyet ailesinin posterlerini, gücünü ve büyüklüğünü caddelerde, sokaklarda görmek mümkündür. Yukarıdaki ülkelere ilaveten Tunus, Mısır ve Libya’ya bakıldığında da manzaranın farklı olmadığı görülecektir. Bütün bu ülkelerin ortak noktaları, yakın tarihlerinde bir diktatör tarafından yönetilmiş olmalarıdır. Bu diktatörlerin kendi sultaları altında yakınlarını ayrıcalıklı kıldıkları da yine ortak noktalardandır. Bu ülkelerin hiç birinde liyakate bakılmamıştır/bakılmamaktadır. Yakın zamanda mezkûr ülkelerden bazılarında uzun süredir mukim olan rejimler değişmiştir; bazılarında da değişmeye namzettir. Bu ülkelerden rejimin ilk değiştiği ülke olan Irak’ta on yıldır meydana gelenler, diğer ülkelerde neler yaşanabileceğinin tahmini ve tahlili açısından önemlidir. Her ülkenin kendine has ve farklı iç dinamikleri vardır. Bu ülkeleri etkileyen dış dinamikler de farklıdır. Bu sebepten toptancı bir yaklaşımla rejimin değiştiği

ve muhtemel değişeceği hemen her ülkede aynı sonucun çıkmasını beklemek doğru bir neticeye götürmeyebilir. Ancak görmek gerekiyor ki, düzeni ve istikrarı yakalayabilen ülkelerin sahip olduğu müesseselere sahip olamayan ve liyakat üzerinden değil de adam kayırma üzerinden görev tevdi edilen ülkelerde “öteki” veya “diğeri” algısı, “düşman” mefhumuna paralel gelişmektedir. Böyle bir ortamda diğerine güven duygusu gelişmeyecek ve seçimle dahi herhangi bir görüşü savunanlar başa geçse, muhalifleri tarafından başa geçenlerin iktidarları kolay kolay içselleştirilemeyecektir. Bu da kısır bir döngü ile ülkelerdeki enerjinin, güce talip ve hâkim olma mücadelesinde harcanmasına sebep olacaktır. Ortaya çıkan böyle bir enerjinin besleyeceği tek şey kaçınılmaz olarak kargaşa ve karmaşa olacaktır. Kurumsallaşma kültürünün oluştuğu ülkelerde görev başına gelen kişiler liyakat esasına göre gelir ya da getirilir. Böyle ülkelerde adam kayırmacılık, rüşvet, haksız kazanç gibi olaylar alt seviyelerdedir. Liyakat ilkesine göre göreve getirilenler, toplumda “ötekine güven” duygusunun oluşmasına vesile olurlar. Liderler, isimler her ülke için elbette önemlidir. Ancak kurumsallaşmanın yüksek seviyede olduğu ülkelerde mezkûr sebeplerden dolayı daha az önemlidir. Liyakata verilen önemi ve “öteki”ne duyulan güveni örneklendirmek için ABD’ye bakmak kıyas imkânı vermesi açısından mühimdir. ABD’de birbirine taban tabana zıt olan cumhuriyetçiler ve demokratlardan hangisi iktidara gelirse gelsin ülkede kargaşa oluşmuyorsa bu, seçmenin kendi fikirlerini yansıtmasa da, “ötekinin” de kendi ülkeleri için çalıştığı inancındandır. Liyakate dair önemli bir örnek de Almanya’dan -Bundestag’dan- gösterilebilir. 2005 yılından itibaren Almanya Eğitim Bakanlığı görevini yürüten Prof. Schavan, 1995–2005 yılları arasında da BadenWürttemberg bölgesi Eğitim Bakanlığı görevini icra etmiştir. Bir insanın 18 yıldır eğitim bakanlığı yapabiliyor olması ancak liyakat prensibi ile açıklanabilir. Aynı zamanda demokrasilerde bu kadar süre bir bakanın başta kalıyor olması o kişinin başarılı olduğunu da göstermektedir. Kurumsallaşma kültürünün yüksek olduğu ve liyakatin, ehliyetin öncelendiği ülkelerde, ülkeyi yöneten ideolojiler değişse de başarılı insanlar görevlerine devam etmektedir. Ortadoğu’nun en demokratik ve en fazla kurumsallaşmış ülkesi olan Türkiye’de 1920’de bu

görevi ilk defa icra eden Rıza Nur’dan itibaren altmıştan fazla eğitim bakanı göreve gelmiştir. Bu da yaklaşık olarak her bir buçuk yıla bir bakan düştüğünü göstermektedir. On yılı aşkın süredir iktidarı tek başına elinde tutan AK Parti zamanında bile dört farklı eğitim bakanı kabinede görev yapmıştır. Her biri farklı bir programla gelip selefinin uygulamalarını devam ettirmemiştir. Bu değişkenliği diğer kurumlarda gözlemlemekte mümkündür. İstikrarlı ve eğitimli insanların sayıca çok olduğu bir yönetimde dahi liyakat sahibi bir bakan bulmakta zorluk çekiliyorsa, Ortadoğu gibi eğitim düzeyinin yüksek olmadığı ve adam kayırmaların fazla olduğu bir coğrafyada liyakat sahibi insanların çıkması ve göreve getirilebilmesi zor görünmektedir. İnsan kaynaklarındaki yetersizliğe, mezkûr ülkelerdeki kurumlara duyulan güvensizlik de eklenince Ortadoğu’nun yakın ve orta geleceğinin pek parlak olmayacağı sonucu çıkarılabilir. Ancak unutmamak gerekir ki bugün bilimde, saygıda, hoşgörüde göreceli terakki eden Avrupa, bu terakkiyi tarihinde kanlı savaşlardan çıkardığı derslere ve bu süreçte elde ettiği müktesebata borçludur. Arap ülkeleri Avrupa’da meydana gelen Yüzyıl Savaşı, Otuz Yıl Savaşları (örnekleri çoğaltmak mümkündür) gibi uzun ve kanlı mücadelelerin yaşandığı bir tarihe sahip değildir. Avrupa’nın ulaştığı seviyeye süreç içerisinde, biraz da mecburen ulaştığı göz önünde bulundurulursa Doğu toplumlarının yaşadığı sancıları “anlamak” hiç de zor olmamaktadır. Çünkü ilerlemenin olduğu her yerde bir gerilik mevcuttur. Avrupa bugün ileride ise dün geride olduğu için ileridedir. Ve ilerlemek bir süreç işidir.

1- Ahmet Bağlıoğlu, “Lübnan’ın Tarihsel Dokusu ve Yönetim Anlayışındaki Mezhebi Etkiler”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, s.30, Cilt: 13, Sayı: 1, 2008, ss. 13–36 2- 400–500 Suud Riyali yaklaşık olarak 200–250 Türk Lirası yapmaktadır. 3- Tebuk ve Teyme şehirlerinde yapılan gözlemler ve görüşmeler, 30.07.2012 4- Almanya Federal Eğitim ve Araştırma Bakanlığı Resmi İnternet Sitesi, http://www.bmbf. de/en/555.php, Erişim Tarihi: 24.12.2012 5- Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı Resmi İnternet Sitesi, http://www.meb.gov.tr/meb/, Erişim Tarihi: 24.12.2012


www.dunyaveislam.com

SÖMÜRGECİ BATIYA RAĞMEN TÜRKİYELİ YATIRIMCILARIN GÖZÜ

AFRİKA’DA

Batı ülkelerinde süren ve aşılması yıllar alacak ekonomik krizin farkına varan yatırımcılar alternatif pazar arayışlarına girdi. Keşfedilmemiş farklı özellikleri ve büyük nüfus yoğunluğu ile Afrika pazarı bu bağlamda yatırımcının yeni gözdesi haline geldi.

24

MURAT ERAT* muraterat@gmail.com

T

ürkiyeli yatırımcılar da Afrika’daki bu potansiyelin farkında. Birkaç yıldır küçük ve orta ölçekli işletmeler tarafından keşfedilen Afrika pazarına bugünlerde büyük holdingler de yatırım hazırlığında. Özellikle Nijerya, Uganda, Cezayir, Tunus, Kamerun, Gana ve Demokratik Kongo gibi ülkelerin enerji rezervlerinin ortaya çıkmasıyla ekonomilerinin hızla büyümesi dev şirketlerin ilgisini buralara çekti. Türkiyeli yatırımcının Afrika pazarına açılmasında hükümetin yaptığı ekonomik işbirliği anlaşmalarının ve iş forumlarının da önemli bir katkısı bulunuyor. Özellikle TUSKON’un ve Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın bölge ticari ilişkilerinin iyileştirilmesine yönelik gayretleri takdire şayan. Birkaç yıl önce küçük ve orta büyüklükteki Türk firmalarının akınına uğrayan Afrika’da şimdi dev firmalar yatırım yapmak için sıraya girdi. Türkiye’nin beyaz eşya devlerinden olan Arçelik önceki ay Afrika’nın en büyük beyaz eşya üreticisi olan Defy markasını satın aldı. TAV Holding ise Güney Afrika ve Kenya pazarlarına girmek için çalışmalara başlarken, Kolin İnşaat Uganda’da yol ve altyapı yatırımları için imzalar attı. Afrika pazarının dünya standartlarının gerisinde olduğu mobilya ve dekorasyon sektöründe ise Türkiye’de zenginlerin mobilyacısı olarak bilinen ve yaptığı lüks klasik mobilyalar ile adından söz ettiren Asortie Mobilya, Nijerya ve Gana’ya üs kurdu. Birçok Afrika ülkesi liderinin sarayını da dekore eden Asortie Mobilya, bölgeye bir üretim tesisi açma hazırlığında.

Sömürgeci Ülkelere Rağmen Afrika İhracatta Yeni Bir Umut Avrupa ülkelerine ürün ve hizmet ihracatında rekabet gücü zayıf olan Türkiyeli işletmeler, fiyat ve kalite argümanlarını kullanarak halen ihtiyaçlarının büyük bir kısmını Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi sömürgeci ülkelerinden almak zorunda bırakılan Afrika pazarına girmek istiyor. Afrika pazarını elinde bulunduran sömürgeci Batı ülkeleri, bu pazara girmek isteyen yabancı firmalara yasal ve yapısal engeller koyarak zorluk çıkarıyor. Sömürgeci Batı ülkelerinin güdümünde olan çoğu Afrika ülkesi yöneticileri, kendi pazarlarının gelişimi için maalesef söz sahibi değiller. Batı, bu ülkelerdeki ekonomik sistemini elinde tutmak ve pazarın kaymağını almak için sömürdüğü ülkelerde bir takım yasal düzenlemeler yapıyor. Bu durum ile rekabet gücü azalan Türkiyeli yatırımcı Afrika pazarına girerken, ya sömürgeci Batı ülkelerinin tercih etmediği ticari alanları tercih etmek zorunda kalıyor ya da çok cazip fiyat ve yüksek kalite kozunu kullanıyor. Türkiyeli firmalar bu gerçekle mücadele ederek Afrika pazarına girmek için çok çaba sarf ediyor. Buna rağmen özellikle Kayseri, Denizli ve Gaziantep gibi Anadolu ekonomisinin lokomotifi olan illerdeki KOBİ’ler Afrika pazarında iyi yerlere geldiler.

Türk Firmaları Avrupa’dan Daha Ucuz Mal Satıyor. Türkiyeli firmaların ürettiği malların fiyatı, Sömürgeci Batı ülkelerinin Afrika’ya sunduğu malların fiyatlarının yarısı kadar. Bu fiyat avantajına bir de kalite eklendiğinde Türkiyeli firmalar için Afrika’da önemli bir gelecek olarak görülüyor. Türkiyeli firmaların, Afrika’da, Çin fiyatına Avrupa kalitesinde makine-ekipman satabilme kabiliyetleri ise gerçek anlamda dikkat çekiyor. Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın “Afrika Ülkeleri ile Ekonomik ve Ticari ilişkilerin Geliştirilmesi Strateji” kapsamında bu pazara yönelik önemli açılımlar sağlandı. Libya ile 15 yılı aşkın süre devam eden soğuk ilişkiler düzeltilirken, Sudan ile 5 yıl öncesine kadar donma noktasına gelen ekonomik ilişkiler 800 milyon dolara yaklaşan ticaret ile yeniden canlandı. Cezayir, Afrika kıtası için adeta bir üs olarak görülürken, son dönemde bu ülkede yapılan fuarlar ve üst düzey ticari ziyaretler ülkenin de çok önemli bir potansiyel olduğunu ortaya koydu. Bununla birlikte Tunus ve Fas ile de son dönemdeki ilişkiler önemli ölçüde hız kazandı. Dış Ticaret Müsteşarlığı yeni stratejisinde tüm Afrika’yı hedef seçerken diğer ülkelerle ekonomik ilişkileri dikkate alarak Senegal, Kamerun, Kongo, Güney Afrika, Gana, Nijerya, Angola, Sudan, Cibuti, Etiyopya, Kenya, Tanzanya’da da çalışmalarını yoğunlaştırıyor. Türkiye’nin bu pazarda önemli işler yapabileceği öngörüsünden hareket eden Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu tarafından da son aylarda Afrika ülkeleriyle ilgili çok sayıda ayrıntılı rapor hazırlandı. Afrika ülkeleri ile yapılan ticari ilişkiler sonucu ihracat oranlarının artması bu ülkelere yönelik yapılan çalışmaların meyvesini verdiğinin bir göstergesi olarak yorumlanmalıdır. * Ekonomist, İşadamı


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.