Kitap Fikir Sayı 2

Page 1

kitap fikir

www.kitapfikir.com

Dünya Ve İslam Gazetesi’nin Ücretsiz Eki

Müslüman Zihninde Krizin Belirleyicileri

Kur’an’ı Anlamada Usul

Moda ve Zihniyet

TAHA CABİR ALVANİ

VEYSEL CAMGÖZ

YUSUF BAYRAM KARABOYUN

4

19

22


2 Her üç ülkedeki modernleşmenin halka rağmen gerçekleştirildiğine vurgu yapan kitap, aynı zamanda bu ülkelerdeki modernleşmenin, Cezayir’de olduğu gibi doğrudan sömürgeci ve işgalci güçler tarafından değil, bizzat o ülkenin insanı olan, dışarıda okumuş ve toplumu içerden dönüştürmek isteyen yabancılaşmış aydınlar tarafından gerçekleştirildiği vurgulamaktadır.

www.kitapfikir.com

kitap fikir

Hasan el Benna

YAHYA MACİT

T

ürkiye’de Şubat rüzgârlarının estiği zamanlarda çok trajik ve trajikomik olaylar yaşandı. Norveçli yazar Jostein Gaarder’in “Sofinin Dünyası” adlı eseri, 2000 yılının bahar aylarında Malatya İnönü Üniversitesi rektörlüğüne, bir yardımcı doçent tarafından irticai yayın diye ihbar edildi. Çünkü kitabın içeriğine bakılmadan sadece başlığına bakılarak ve “Sufinin Dünyası” zannedilerek, irticai yayın kapsamına alınıp kütüphaneden atılmak istenmişti. Neyse ki rektörlüğün incelemesi sonucunda, “zanlı kitap” kütüphaneden atılmaktan son anda kurtulmuştu. 2000 yılının güz aylarında ise başka bir trajedi yaşandı. Bu kez bir kitap değil ama bir kitabın yazarı üniversiteden atıldı. 1997-2000 yılları arasında Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi sosyoloji bölümünde yardımca doçent olarak görev yapan Alev Erkilet Başer bir doktora tezi hazırladı. Tezinin, “Orta Doğuda Modernleşme Alev Erkilet Başer ve İslami Hareketler” adıyla kitap olarak basılması üzerine, Devrim Kanunları ve İrtica ile Mücadele Yasa ve Yönetmeliklerine aykırı yayında bulunmakla suçlandı ve 20.09.200 tarihli YÖK kararı ile kamu görevinden çıkarıldı. Doktora tezi olarak hazırlanmış, daha sonra 2010 yılında kitap olarak basılmış (Hece Yayınları, İstanbul-2010, 5. Baskı) olan bu eser, sosyoloji alanında yapılmış bir çalışmadır. Bunun için, ilk 130 sayfasında, sosyolojik açıdan toplumsal hareketler, din/ideoloji, modernleşme ve devrim olgusu ele alınmıştır. Kitapta bilimsel bir dil kullanılmıştır. “Orta Doğuda Modernleşme ve İslami

Ortadoğuda Modernleşme ve

İslami Hareketler Hareketler” başlığı altında yazar, İslam dünyasından üç model ülkeyi ele almış, Türkiye, Mısır ve İran’daki modernleşme hareketlerini ve buna tepki ve alternatif olarak doğan İslami hareket(lenme) leri incelenmiştir. Ancak bu ülkelerdeki İslami hareketlerin hepsini de ele almamış birçoğuna yeri geldikçe değinmekle birlikte, sistem karşıtı radikal hareketlere öncelik tanımıştır. Türkiye’den Hizbu’t-Tahrir bağlamında, bu örgütten ayrıldıktan sonra da İslam Partisi ve İktibas dergisiyle ilgili olarak Ercüment Özkan’ın çalışmaları ele alınmıştır. Mısır’dan, Hasan el Benna dönemindeki İhvan-ı Müslimin hareketi incelenmiş, İran’dan ise Ali Şeriati’nin, laik okullarda eğitim görmüş öğrenci ve akademisyenleri; İmam Humeyni’ninse ulema ve halkı yönlendirmesiyle gerçekleşen İran İslam Devrimi ele alınmıştır.

Yazar, öncelikle İslami hareketlerin, batılı sosyologların kendi iç dinamiklerinden beslenmiş teorileriyle anlaşılamayacağını söyler. Örneğin sosyolojik teorilerden birisine göre, “kaybedecek bir şeyleri olmayanlar toplumsal hareketlere katılır”. Ancak yazar bunun, bir toplumsal hareket olan İslami hareketler için geçerli olmadığını, İslami hareketleri, “kaybedecek bir şeyleri olanların” yüklenip götürdüklerini ifade eder. Yazar, batılı sosyologların bu yanılgılarını bir temele dayandırmakta ve oryantalistlerin İslam bilgisinden beslenen bu sosyologların İslam hakkında temel yanlışlara düştüklerini ve İslami hareketler hakkında sağlam değerlendirme yapamadıklarını ileri sürer. Hâlbuki İslam, dolayısıyla İslami hareketler kendi içerisinde ayrı bir gerçekliğe sahiptirler. Bu gerçeklikler göz ardı edilerek İslami hareketler hakkında isabetli görüşler

ortaya konulamaz. Her üç ülkedeki modernleşmenin halka rağmen gerçekleştirildiğine vurgu yapan kitap, aynı zamanda bu ülkelerdeki modernleşmenin, Cezayir’de olduğu gibi doğrudan sömürgeci ve işgalci güçler tarafından değil, bizzat o ülkenin insanı olan, dışarıda okumuş ve toplumu içerden dönüştürmek isteyen yabancılaşmış aydınlar tarafından gerçekleştirildiği vurgulamaktadır. Her üç ülkede de modernleşmenin paralellikler arz ettiği, özellikle Türkiye ve İrandaki modernleşme macerasının hem zaman hem de yöntem açısından çarpıcı bir şekilde benzerlik gösterdiği örneklerle ortaya konulmaktadır.Nasır, Atatürk ve Şah Rıza Pehlevi, Mısır, Türkiye ve İran modernleşmesinin sembol isimleri olarak sayılmaktadır. Modernleşme sürecinde her üç ülkedeki aydınların ve devlet adamlarının İslam öncesi uygarlıklarına dönüşü savunduklarına işaret edilmektedir. Yazar bunlara somut örnekler de vermiştir. Örneğin Şah, hanedanına Pehlevi adını sonradan koymuştur. Zira “Pehlevi”, İslam öncesi İran’ında konuşulan dilin adıdır. Aynı şekilde Mustafa Kemal de kendisine soy isim olarak “Atatürk” ismini seçmiş, İslam’dan ziyade ulusalcı damara dönüşe işaret etmiştir. Yazar bu üç ülkeden hangisini inceliyorsa önce o ülkenin modernleşme sürecini sonra orada doğan İslami hareketleri ele alıyor. Zira İslami hareketleri doğuran faktörlerden biri dayatılan modernleşme hareketleridir. Bu modernleşme İslami olana karşı olduğu için ilk fırsatta karşı devrimini de doğurmuştur. Yazar eserinde bahsi geçen ülkelerdeki belli İslami hareketleri incelemiş, bu hareketlerin liderleri, fikirleri, yöntemleri ve eylemleriyle ilgili çok değerli bilgiler vermiş, bu bilgileri sosyolojik tahliller eşliğinde ele alıp değerlendirmiştir. Yazarın, birçok İslami hareketi inceledikten sonra, “Halkın desteği olmadan hiç bir hareket başarılı olamaz” tespiti önemlidir. Kitabın cevabını bulmak istediği temel sorulardan birisi de, bu üç ülkede İslami hareketler yoğun olmasına rağmen neden İslam devriminin İran’da gerçekleştiğidir. Yazar diğer ülkelerdeki İslami hareketleri, bir anlamda bu soruya da cevap bulmak amacıyla incelemiş, devrimin İran’da gerçekleşmiş olmasını özetle şöyle değerlendirmiştir: 1-Ulemanın özerk bir statüsü vardı ve devrime öncülük ettiler. 2-Ulema, halkın geleneksel yaşam biçimlerini sorgulamadan onları devrime kanalize etmesini becerebilmiştir. 3-İran devriminin başarıya ulaşmasındaki en önemli etkenlerden biri, sistemin kullandığı tüm askeri yöntemlere “şehadet” temasıyla karşılık verilmesi ve karşışiddete yönelinmemesi olmuştur. Yazar özellikle İran İslam devriminde Humeyni faktörünün altını kalın çizgilerle çizmiş, Humeyni’nin, Şia düşünce yapısının içinde önemli değişimler yaptıktan sonra ancak devrimi gerçekleştirdiğini söylemiştir. Yerli ve yabancı zengin bir kaynak listesi olan bu çalışmanın, geleceğimizi anlamak adına okunması gerekir diye düşünüyorum. İyi okumalar..


kitap fikir

3

www.kitapfikir.com

Eş-Şa’b Yurid İskate’n Nizâm

Halk rejimin düşmesini istiyor

2

YIKILSIN BU DÜZEN MEHMET MERAL

T

uran Kışlakçının kaleme aldığı kitap 245 sayfa ve 6 bölümden oluşmuş ve Mana Yayınları tarafından yayına hazırlanmış. Kitap isminden de anlaşılacağı gibi monarşik ve baskıcı yönetimlerle idare edilen Arapların son 2 yıldır mevcut düzenlere karşı baş kaldırışlarını konu alıyor. Bu halk hareketlerinin etrafındaki kuşkuların dağılması açısından yazar şu ifadelere yer veriyor: 1982 ‘de ‘Dünya Siyonist Örgütü’nün yayınladığı ‘Ortadoğu İçin Siyonist Plan’ isimli raporda Müslüman ülkelerin bölünerek daha küçük devletcikler haline getirilmesi öneriliyor. ABD’nin batının ve israilin bu projeleri çerçevesinde bugün Sudan ikiye bölündü. Şimdi de Irak Libya ve Yemen’i bölmek istiyorlar. Bu planın yıllardan beri masada olduğunu herkes biliyor. Ancak yeni arap halkları eskiye nazaran daha bilinçli.Artık en ufak bir oyunu sezdiklerinde tıpkı Mısırlılar gibi sokaklara döküleceklerdir. Arap isyanları sonrası korku yer değiştirdi ve hali hazırda korkan ABD ve İsrail’dir. Bu arap devrimlerinin yakında İsrail’de de ciddi değişmelere yol açacağı düşünülmektedir. Ayrıca ABD yönetimi Tunus ve Mısır’da olaylar patlak verdiğinde ne yapacağını şaşırmıştı. Barak Obama bazen yöneticileri bazen de halkı ve gençleri destekleyen konuşmalar yaptı. Olayın nereye varacağı bilinmiyordu. Hatta olayın çıkışını tahmin edemedikleri için Amerikan istihbarat birimleri arasında kavgalar yaşandı. Tunus ve Mısır devrimleri yaşandıktan sonra ABD’nin Libya’ya destek verip vermeyeceği ile ilgili olarak ABD dışişleri bakanı Hillary Clinton, Mısır’a ziyaretinden sonra karar vereceğini açıkladı. Clinton Mısır’a gittiğinde ne gençler tarafından ne de sivil toplum temsilcileri tarafından karşılandı. Mısır ziyareti sonrası ülkesine dönen Clinton Arap halklarını kaybetmek üzere olduklarını, bunun için acil olarak halkların desteklenmesi noktasında çalışma

yapılması gerektiğini vurguladı. Yine 1979 da İran halkı Şah’ın gitmesi için sokaklara dökülürken ve ülke uzun zamandır kaynarken CIA Washington’a ´Şah’ın Ortadoğu’daki en güçlü ve sevilen liderlerden biri ´’ olduğuna dair raporlar geçmişti. Amerikan istihbaratı Şah’ın devrilebileceğini hiçbir şekilde ihtimal dahilinde görmediği ortaya çıkmıştı. Arap isyanları genel olarak bakıldığında ideolojisiz ve lidersiz devrimler olarak değerlendirilebilir. Çünkü isyanlara katılan insanlar toplumun her kesimini temsil etmektedir. Solcusundan İslamcısına kadar hemen her taraftan insanlar ayaklandılar. Bu isyan bir anda ortaya çıkmadı. Onlarca yılın birikimi sonucu bir patlama olarak meydana geldi. Yıllardır bu coğrafyada adalet ve hukuksuzluk hüküm sürmekte idi. Petrol bölgesi olmasına rağmen gelirler sadece belli aileler arasında pay ediliyor, toplumun diğer kesimleri yokluk ve sefalet içinde kırılıyordu. Gözaltına alınan herhangi bir kişiden bir daha haber alınamıyordu. Bütün bu birikimle birlikte Tunus’da üniversite mezunu işsiz ve yetim bir delikanlı olan Muhammed Buazizi sebze satmak için kullandığı seyyar el arabasına el konulması sonucu kendini yakınca bombanın fitili çekilmiş oldu. Tunus’ta halk ayaklandı. 23 yıllık Zeynel Abidin Bin Ali yönetimi yıkıldı. Bundan sonra isyan hareketleri bütün bir Arap dünyasına yayıldı. İsyanlara bakıldığında Tunus ve Mısır tam bir halk ayaklanması olarak değerlendirilebilir. Diğerleri bu iki ülkeye göre daha az halk kesiminin katılımıyla oluşan isyanlardır. Dikta Arap rejimlerinin ve liderlerinin ne kadar Müslümanların yanında, ne kadar kafirlerden taraf olduklarını kitaptaki şu örnek çok güzel açıklamaktadır: 30 Mart 1949’da Suriye’de ilk askeri darbeyi yapan General Hüsnü Zaim Şam’daki Amerikan elçiliği ve elçilikteki CIA ajanlarının desteğiyle harekete geçmişti. Zaim darbe karşılığında batıya şu sözü vermişti: ‘Yeni kurulan İsrail’e karşı halkımın gönlünü celbetmek için karşıymış gibi görüneceğim ama size söz veriyorum bu topraklardan İsrail’e ne bir kurşun ne bir mermi atılacaktır’. Yine 1967 de Golan tepelerinin İsrail’e Hafız Esad tarafından teslim edilmesi de böyle bir ihanetin sonucudur.

010 yılının sonu ile 2011’in başında Tunus ve Mısır’da başlayan ve çok kısa bir süre içerisinde tüm bölgeyi etkisi altına alan halk hareketleri kitlesel protesto gösterilerine dönüştü. Meydanlarda toplanan halklar, “Eş-Şa’b Yurid İskate’n Nizâm / Halk rejimin düşmesini istiyor” ve “EşŞa’b Yurid İskate’r Reis / Halk başkanın düşmesini istiyor” gibi sloganların etrafında birleşmeye başladı. Bu iki slogan, Arap dünyasında yeni bir siyaset dilinin doğduğunun açık bir kanıtı oldu. Bu yeni dil aynı zamanda eylemci kitlelerin hareket noktasını oluşturan devrimdeki ısrarı, yani ne tür fedakârlıklar gerektirirse gerektirsin ve ne kadar zaman alırsa alsın gerçekleşinceye kadar geri adım atmamayı vurgulamaktaydı. Devrimin öncülüğünü yapan gençler kendilerini yakma pahasına taleplerini dile getirmekten kaçınmadı. Bu eylem tarzı, Müslüman Arap toplumunda ilk kez görülüyordu. Arap dünyasında gürül gürül yükselen sesler özelde Arap dünyasının genelde dünyanın büyük bir değişimin eşiğinde olduğunungöstergesiydi. Arap dünyası (Batılıların kavramıyla Ortadoğu) dünyanın kalbi mesabesindedir; burada meydana gelebilecek herhangi bir değişim ya da olay tüm dünyayı etkisi altına almaya müsaittir...

kitap fikir Dünya ve İslam Gazetesi’nin Ücretsiz Eki

Sayı: 3 - Aralık / Ocak - 2 Aylık Yerel, Süreli İmtiyaz Sahibi EGM Lojistik ve Dış Ticaret Ltd. Şti. Genel Yayın Yönetmeni Yasin Demir, Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ömer Deniz, Görsel Yönetmen Hüseyin Kızılay Adres: Darcan Sokak No: 18/1 Mecidiyeköy / İstanbul Tel: 0212 212 03 06 Faks: 0212 355 77 49 web: www.kitapfikir.com - Mail: kitapfikir@gmail.com İrtibat: 0537 276 62 00 Basım Yeri: Özdemir Matbaacılık ve Cilt Evi Davutpaşa Caddesi Güven Sanayi Sitesi C Blok No:242 Topkapı / İstanbul - Tel: 0212 577 54 92


4

www.kitapfikir.com

kitap fikir

Müslüman Zihninde* Krizin Belirleyicileri TAHA CABİR ALVANİ

T

arihî ve kültürel gâyelerle yola çıkan İslâmî hareketler zihinlerini ve görüş açılarını İslâmî geçmişle kayıtlamakta ve bu yüzden özellikle kriz ve emniyetsizlik zamanlarında günümüzün gerçeklerinden kaçmaktadırlar. İslâmî mirası kendilerinin günümüzdeki durumlarına yansıttıklarında bunu Kur’ân metninin husûsiyetlerine ve zamandan münezzeh umûmî beyânâtına çok az dikkat gösteren durgun bir zihniyetle yaparlar. O yüzden, Kur’ân ve Sünnet’i belli usûl ve epistemolojik baskılar altında ve hattâ zaman zaman ancak çok kısıtlı miktarda yazılı malzeme ile çalışabilen önceki ulemâ nesillerinin tasnif ettiği sınırlı bir çerçeveye hapsederler. Bu yaklaşım söz konusu sınırlamalar üzerinde beşerî et-

Batı’nın krizi Allah, aşkınlık ve vahiy mefhumlarını dışlaması sebebiyle yeniden inşa yapamayan ayrıştırmacı tarzın bir neticesidir. Müslüman dünyasındaki kriz ise hakikaten kapsamlı mahiyetteki mirası ele alma usûlünde, durgun bir zihniyetle yorumlamaya kalkışmakta ortaya çıkmaktadır.

kileşim ile tesirde bulunabilecek müthiş değişiklikleri ya da tarihî değişim yasaları ile birlikte zaman ve mekân değişkenlerini fark etmek veya hesaplamak üzere o sınırlamaları ve mükemmeliyetsizlikleri tahlil etmeye çalışmaz. Halbûki öyle bir tahlil bölgesel ve uluslararası alışverişin

değerine ve hacmine serbest ve tutarlı bir ortamda derinlik kazandıracaktır. Batı’nın krizi Allah, aşkınlık ve vahiy mefhumlarını dışlaması sebebiyle yeniden inşa yapamayan ayrıştırmacı tarzın bir neticesidir. Müslüman dünyasındaki kriz ise hakikaten kapsamlı mahiyetteki mirası ele alma usûlünde, durgun bir zihniyetle yorumlamaya kalkışmakta ortaya çıkmaktadır. Bu usûlün günümüzün hızlı dünyasının kavram ve usûlleriyle muhatap olabilmesi mümkün değildir. İslâmî hareketler bir İslâmî bilgi kuramı usûlü vasıtası ile değişimi gerçekleştirmek yerine diğerlerini “mürted” olarak yaftalama şeklinde ahlâkî bir şiddete başvuruyorlar; erken dönem İslâm tarihinin muzaffer unsurlarına sarılıyorlar ve dünya, beşeriyet ve kâinat arasında etkileşimi kabûl eden İslâmî usûlü göz ardı ederek meseleleri Gayb âlemine erteliyorlar. Ya da alternatif olarak, değişimi gerçekleştirmek için siyasî gücü ele geçirerek ilâhî gözetim


kitap fikir altında idâreci olarak bir din adamı tayin edebilirler ve Allah Azîmüşşân’ı teskîn etmek için İslâm ceza hukukunu uygulayabilirler. İslâm’ın bu sûrette aşırı basitleştirilmesi -esasen bayağılaştırılmasıortamında söz konusu hareketler İslâm adına konuştukları, temsil ve beyanda bulundukları iddiasını desteklemek için siyasî programlar ortaya koyarlar. Dünya bu tür İslâmî hareketleri bünyesinde faaliyet gösterdikleri ülkelerdekiler de dahil olmak üzere ve siyasî meşrûiyetlerinin İslâm hukukundan türeyip türemediğine bakmaksızın tüm hükümet biçimlerini ve tüm rejimleri değiştirmeye çalıştığı kanaatindedir. Bununla birlikte söz konusu İslâmî hareketler de kendi aralarında hangisinin en meşrû olduğuna dâir didişirler. Diğer hareketleri ve sistemleri İslâmî anlayış ve uygulamaları sebebiyle utandırmaya ve sahne dışına itmeye çalışırlar. Liberal çoğulculuğa tavizsiz muhalefete yeminli olduklarından, böyle bir niteliği olan veya diğerlerine böyle bir anlayış imkânı sağlayan sistem ve rejimleri gayrimeşrû ilân ederler. Buna uygun olarak, iktidar elde etme düşlerinin sihirli tesiri altında evrensellik anlayışını ve bunun başarılması için gereken araç ve metodolojileri de göz ardı ederler. Böylelikle İslâmî tebliğin temel bir yönünü gözden uzak tutmuş olurlar. Dar siyasî hedeflere olan tutkuları, ne ölçekte olursa olsun elde edilen herhangi bir siyasî güç ile başarıyı özdeşleştirmelerine yol açar. Kimileri bunun evrensellik için bir sıçrama tahtası olduğunu savunur, ancak bu sebep-sonuç münasebetlerini göz ardı eden oldukça düşüncesizce bir yaklaşımdır. Birçok İslâmî hareket bazı İslâmî hedeflere ulaştı, ne var ki bu hedefleri sosyal değişim kanunları ve yollarına bağlayacak bir model inşâ edemediler. Ardından, yeni mensuplar kazanarak yatay genişleme yapmayı tercih eder oldular, zira kendilerinin değişim telakkisi sayıca büyük bir cemaat oluşturmaktan ibaretti. Sosyal ve tarihî ilerleme, değişimin kanunları ve normları, yanı sıra kültürel ve entelektüel gelişmeler ve bunların evrensel yönelimlerine bakacak olursak bunların hepsi söz konusu hareketlerin ilgi alanı dışındadır, çünkü düşünce ve bilimi kendi şerefleriyle mütenasip saymadıkları gibi bunları imâna da aykırı kabul ederler. Bununla birlikte, bu çıkmazı aşmak ve Müslüman zihnini söz konusu kısır döngülerden kurtarmak için şimdiye dek muhtelif teşebbüsler de olmadı değil. Ne var ki söz konusu teşebbüsler krizi aşmak için yeterli muharrik gücü henüz sağlayabilmiş değiller. Usûl-ü fıkh (hukuk kaynaklarını) veya bizatihi fıkhın kendisini ıslâh etmeye, ilm-i kelâm (skolastik felsefe) gibi disiplinleri canlandırmaya ve modernize etmeye yönelik hamleler ilâhî metindeki kati beyânatla tarihî değişimin kânunları ve zaman ve mekânın özgünlükleri arasındaki bağlantıyı kurabilmiş değiller. Ismarlama fetvaların ne gevşek ve ne de katı oluşları bu çerçevede bir fayda sağlayabilmekte olup, sadece karmaşa ve uydurmayı artırmaktadır. İşler bu safhaya geldiğinde, siyasî gücü ele geçirme fikri entelektüel metodolojilerin hitap edemediği bir krizden çıkış

İslam Düşüncesinin Bugünkü Meseleleri Taha Cabir el-Alvani İNKILAB YAYINLARI Bu tebliğler demeti, her Müslüman aydına bugün İslâmî düşünceyi baskı altında tutan krizin büyüklüğünü anlatmayı, öte yandan da ümmetin âdeta tamamını uyandırmayı amaçlamaktadır. Böyle bir proje, Müslümanların dünyadaki rolünü güçlendirmek için bur krizi çözmeye dâvet eden yeni bir girişimdir. Okuyucu bu eserde entelektüel krizi ele alan bir dizi makale bulacaktır. İçtihadın rolü ve tarihi üzerine bir makale bunlar arasındadır, makale mühimdir. Çünkü entelektüel problemlerimizin âlimlerin bağımsız muhakemesi ve yaratıcılığı olmaksızın çözülmesi mümkün değildir. Taklidi tartışan bir diğer makale Müslüman âlimler ve aydınlara taklidi terk etmeleri ve modern problemleri çözmeye çalışırken geçmişi bugüne tercih etmeyi durdurmaları çağrısında bulunmaktadır. Bir başka makale ise insan haklarını ele almaktadır.

www.kitapfikir.com

için bir yol veya çekici bir çözüm olur. Söz konusu fikir tüm çabaların ulaşılması için odaklandığı bir hedef ve ulaşıldığında da yine tüm çabaların korunmasına odaklandığı bir mevzi olur. Burada faraziyenin temelini oluşturan: “Eğer düşünce başarısız olmuşsa, niye sopa kullanmayalım?” anlayışıdır. İnsanlığı muhatap alan ilâhî tebliğ Muhammedi vazifeden önce de tutarlıydı, zorlukları göğüslüyordu ve beşeri toplumların tarihî gelişiminin ardında kalmıyordu. Şimdi eğer beşeriyet evrenselliğe doğru hızla ilerliyorsa, nihâî evrensel mesajın söylemi nasıl olur da bölgecilik, ulusçuluk veya diğer dar ilgilere geri çekilebilir? Ne bu olabilir, ne de arzu edilen evrensel birlik ilâhî kanunlar ve kalıplarla ilgili bir şuur olmaksızın hayat bulabilir. Muhammed b. Ömer Fahreddîn erRâzî (öl. 1210) tefsirinde Abdullah b. Ahmed Ebû Bekr el-Kaffâl el-Marrûzî (öl. 1027)’ye dayanarak fakihlerin dünyayı dârü’l-İslâm (İslâm ülkesi), dârü’I-harb (savaş bölgesi) ve dârü’l-ahd (anlaşma bölgesi) olarak tasnif ve taksim etmelerinin artık kabûl edilebilir olmadığını belirtir. Kendisine göre artık dünyayı dârü’lİslâm ve dârü’d-dâvet (dâvet ehli) olarak değerlendirmek tercih edilmelidir. Biz de şimdi dünyayı Müslüman ümmet ve gayrimüslim uluslar olarak ayırma yerine ikâme olarak insanlığı ümmet-i icâbet (İslâm’ı sahiplenmiş toplum) ve ümmet-i dâvet (İslâm’a davet edilmesi gereken toplum) olarak sınıflandırabiliriz. Râzî, Kaffâl ve el-Kâsım b. Muhammed Ebû’l-Hasan el-Kaffâl eş-Şâşî (öl. 1010) gibi âlimlerin, İslâm’ın evrenselliğini göz ardı ettiğinden veya habersiz olduğundan İslâm’ı mahdut coğrafi alanlarla sınırlayan birçok günümüz İslâmî hareket liderine kıyasla, İslâm’ın öğretileri ve kaynaklarıyla, yanı sıra gerçek evrensellik anlayışıyla daha uyumlu oldukları anlaşılıyor. Şimdikiler “Doğu ve Batı” gibi etiketleri kullanarak bütün bir imkânlar dünyasını kapatmaktadır. Bu evrensel boyutun eksikliği Müslüman zihni üzerinde çok büyük bir tahribat yapmış durumdadır. Eğer İslâmî hareketler bu eksik boyutu daha önce dikkate almış olsalardı, birçok zayıf ve bilgisiz düşüncenin önüne geçilmiş olurdu. Bu arada laikler de Yeni Dünya Düzeni çerçevesinde evrensellik çağrısı yapmaktalar. Bu çağrı da maalesef kör taklit ve tâbî olma zihniyetine aşağılık bir teslimiyeti, yanı sıra tümüyle asimile olmaya hazır oluşu temsil etmektedir. Daha dengeli İslâmî evrensellik ise bilgi patlaması ve gelişen teknolojinin daha sıhhî boyutları da dahil olmak üzere beşerî zekânın yakın dönemdeki meyvelerine yatırım yapma gayreti içinde olacaktır. Müslümanlar küreselleşmeye doğru istikrarlı hareketin ve buna eşlik eden tartışmaların içinde olmalıdırlar ki, bunu tatbikin en iyi yolunu keşfedebilsinler. Modern teknoloji, beşer medeniyetinin yaratılıştan gelen ve Allah vergisi kabiliyetlerin bir ifâdesi olarak kadim zamanlardan beri üreterek geldiği uzun tarihî bir gelişim sürecinin ürünüdür. İslâm’daki evrensel eğilim (ve tecrübe) söz konusu yaratılıştan gelen eğilimlerin tahakkukunu kesinlikle teşvik etmiştir.

5

Biz de şimdi dünyayı Müslüman ümmet ve gayrimüslim uluslar olarak ayırma yerine ikâme olarak insanlığı ümmet-i icâbet (İslâm’ı sahiplenmiş toplum) ve ümmet-i dâvet (İslâm’a davet edilmesi gereken toplum) olarak sınıflandırabiliriz.


6

www.kitapfikir.com

kitap fikir Samuel P. Huntington

Beşer medeniyetine İslâmî katkının çekirdeğinde bu vardır. Sahip olduğu tarihî güvenilirlikle İslâmî evrenselliğin Batılı merkeziyetçilik tarafından alt edilebileceğine dair herhangi bir korkusu olamaz, zira ikincisi zaten gerçek anlamda bir evrensellik de değildir. Aksine, insanlığı eşitlikçi ve organik olarak birleştirmek için gerekli olan bütünleşme hâlini üretemeyen bir merkeziyetçiliktir. Batı tabiat biliminin metodolojilerini evrensel hudutlarına ve felsefî gayelerine uzatmadığı için krizi ısrarla sürmektedir. Batı medeniyeti, tabiat bilimlerinin perisini en görünür biçimde serbest bıraktığı halde, onunla meşguliyetini sadece sınırlı ve pozitivist felsefelerle yapmaktadır. Marksizm, Batı düşüncesine felsefî gayeler kazandırmaya çalıştı; ne var ki Marksizm’in kendi buhranının ölçeği, sunmak ister göründüğü çözümden daha büyüktü. Marksizm’in çöküşünün ve buhrânın çok daha büyük bir ölçekte devam etmesinin sebebi budur. Batı’nın mevcut kültürel düzeni kötü durumunun girdabından kurtulamaz. Sovyetler Birliği çöküp de ölüm senedi ilân olunduğunda kapitalist Batı, gelişmeyi kendi düşünce ve metodolojisinin bir zaferi olarak gördüğünden, coşkulu biçimde kutlama yaptı, ne var ki krizin orijinali kendisinden neşet ediyor olmasa idi Marksizm’in zaten hiç ortaya çıkmayacağını unutuyordu. Allah’ı devre dışı bırakmaya çalışan herhangi bir pozitivistik yaklaşımın aynı sona mahkûm olduğunu kavrayamadı. Kâinat ve ilâhî irade ile uyum içinde olan beşerî diyalektiğin, tarihî gelişimine karşılık veremeyen herhangi bir sistemi sona erdirme doğrultusunda çalıştığını da teşhis edemediler. Bu, sistemin tabiatı ister kâinatın yasalarını göz ardı eden ruhbanlık mâhiyetli olsun,

Artık meşhur olan “Medeniyetler Çatışması” makalesinde Samuel P. Huntington medeniyetler arası çatışma problemi üzerinde yazdı ve önümüzdeki on yılların modern dünyada çatışmaların ortaya çıkması ve gelişmesi bakımından son safhaya şahitlik edeceğini öngördü

isterse insanlığı üretim makinesinde bir dişli çarka dönüştüren seçici pozitivistik nitelikli olsun, doğrudur. Dünyadaki muhtelif krizlerin diğerleriyle olan etkileşimleri göz önüne alındığında, evrensel çözümlerin araştırılması ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Herhangi bir krize sadece mahallî veya bölgesel faktörlerin sebep olması çok nâdirdir. Bilgi patlamasının meydana getirdiği iktisâdi, ekolojik, stratejik, siyasî ve kültürel etkileşim muayyen kültür sistemlerini evrensel global bir yapı oluşturmak üzere bir araya getirdi. Bu kesişme, ister insanların irâde ve arzularıyla, isterse hiçbir bölge ya da halkı çevrede olup bitenlerden tecrit edilmiş hâlde bırakmayan diyalektik tesirin amansız mantığı ile meydana gelsin, bir şey fark etmemektedir. Medeniyetler Çatışması Artık meşhur olan “Medeniyetler Çatışması” makalesinde1 Samuel P. Huntington medeniyetler arası çatışma problemi üzerinde yazdı ve önümüzdeki on yılların modern dünyada çatışmaların ortaya çıkması ve gelişmesi bakımından son safhaya şahitlik edeceğini öngördü. Batılı emperyal hırsların hedefi olmaktan başka bir şey teşkil etmeyen kimi Batılı-olmayan ulusların da şimdi Batı ile birlikte muharrik bir güç olduğuna da işâret eder. Huntington yaptığı projeksiyonlarda geleceğin dünyasının yedi medeniyet arası karşılıklı etkileşim ile oluşabileceğini ifâde eder ki bunlar: Batılı, Konfüçyen, Japon, İslâmi, Hindû, Yunan Ortodoks ve Latin Amerika medeniyetleri olup, Afrika medeniyeti de muhtemelen bu diziye katılabilir. İslâm medeniyetinin alt sınıflamasında ise Arap, Türk ve Malay boyutlarını belirtirken İran, Hint ve diğer bazı ulusları göz ardı eder. Batı medeniyetini Avrupa ve Ameri-

ka diye ikiye ayırırken, tüm medeniyetler arasındaki temel farklılıkları da vurgular. Bunlar arasında çatışmaya en fazla zemin hazırlayanın din farklılığı olduğunu savunur. Ayrıca incelemeye değer teklifte muhtelif kültürel vakaları da tartışır. Huntington’un makalede atladığı unsurlar kendisinin İslâm, İslâm kültürü ve medeniyeti hakkında bilgisizliğini, gafletini ve kavrayış noksanlığını ortaya koyar. Üzülerek belirtelim ki, bu durum Huntington’u geleneksel bir müsteşrik çerçevesine yerleştirerek medeniyetin ve dinin müsteşrikleri çeken hasmâne ve egzotik unsurlar dışındaki yönlerini görmekten mahrum eder. Bir de bu medeniyetlere ilişkin tarihî haritaları okumasından sanki on altıncı yüzyılda yaşayan biri izlenimi vermektedir. Kendisinin günümüz (ve gelecek) bilgi ve diğer teknolojinin insanlığa sunduğu çok geniş faydaları kullanma noktasında pek özenli olmadığı görülüyor. Huntington iktisâdi ve ekolojik faktörlerle ilgili derin analizler yapma hususunda veya gezegenimizin yüzleştiği ortak ekolojik problemleri müzakere etmek üzere toplanan Yeryüzü Zirvesi’nin ehemmiyetini dikkate alma noktasında da zaaf göstermektedir. Batılı değerler sisteminin dünyanın geri kalanı üzerinde artan tesirini dahi dikkate almamaktadır. Basitçe (ve dürüst olmayan bir sûrette) İslâm ve Batı arasındaki ihtilâfa odaklanmakta, Batı’nın İslâm karşısında gelecekteki muharebeyi nasıl kazanacağına ve müttefikleri nasıl harekete geçireceğine ilişkin ipuçları sunmaktadır. Maalesef Huntington medya ve müsteşrik kaynaklarından derleme çarpıtılmış bir imajın dışında İslâm hakkında çok az bir şey bilmektedir. Bu kaynaklar daha ihtiyatlı bir eleştiriye tabi tutulmuş olsaydı, bayağı açıkları bulunan bu analiz farklı sonuçlara ulaşabilirdi. Eğer dünya tekel olmaktan ziyade bir câzibe direği olarak duran, ticârî veya kavmi çıkarlarla şartlanmak yerine geniş değerleri evrensel olarak paylaşılan açık bir medeniyetin çevresinde birlik için uygun zemini bulamazsa işte o zaman Huntington’un projeksiyonu gerçek olur. Kur’ân’ın ve İslâm’ın değerleri içlerindeki iyiliği izlemelerine ve iyilik kapasitesini kullanmalarına imkân vermek üzere insanlara hak olanı (hayırlı olanı) yapmayı ve şer olandan kaçınmayı ilham eder. Yine insanlara temiz ve helâl olan şeylerden nasiplenmeye izin verirken kötü ve haram şeyleri de onlara yasaklar; bu arada onları şirkin yüklerinden ve boyunduruğundan kurtarır. Bu yolla beşeriyet, Allah’ın kutlu evi yeryüzünde (O’nun halifesi olur ve tüm insanlar kardeşlik bağıyla ve ortak kader telâkkisiyle birbirine bağlanır. İslâm’ı derinliğine çalışmış ve husûsiyetlerini anlamış bulunan Roger Garaudy, medeniyetler arasında evrensel anlayışa zemin hazırlamak için bir diyalog öngörür. Kendisinin Pour un Dialogue Des Civilisations (Medeniyetler Diyalogu) isimli eserinin girişinde, bugün, “Batı” tabiriyle ifâde edilen oluşumun esâsen binlerce yıl önce Mezopotamya ve kadim Mısır’da doğduğunu belirtir. Batı’yı da, özelde İslâm medeniyeti, genelde de diğer medeniyetlerin özellikleri ve mâhiyeti konusunda câhillikle eleştirir. Kendi yap-


kitap fikir

tığı gibi, Batı’yı da kendi çıkarı için İslâm medeniyetinin evsâfını keşfetmeye çağırır. İslâm’a girmezden önce kendi ferdî krizinin (mikro anlamda) Batı’nın krizine benzediğine ve büyük çapta da ondan kaynaklandığına açıkça işaret eder. Buradan yola çıkarak söyleyebiliriz ki, hakîki İslâm’ı keşfetmek Batı’nın krizlerinin halli doğrultusunda bir girizgâh oluşturabilir. Garaudy aynı zamanda muhtemel küresel kültürel devrim içeren bir vizyonu (esâsen programı) şöyle özetler: Batı üniversiteleri ve okullarının müfredâtında Batılı-olmayan medeniyetler Batı medeniyetiyle eşit biçimde yer almalıdır; felsefî düşünce yeniden incelenmeli ve bu çerçevede teorik ve felsefî çalışmalar bilimsel ve teknolojik çalışmalara kıyasla alt derecede değerlendirilmemelidir; estetiğe bir bilim olarak özen gösterilmelidir; geleceğe yönelik çalışmalara daha fazla önem verilmeli ve bu çalışmalar sırasında cihan tarihine sürekli müracaat edilmelidir. Burada Şafii’nin Bağdat’ta kaleme aldığı el-Hüccet adlı eserini Ahmed b. Hanbel (ö. 855), İbrâhim b. Hâlid Ebû Sevr elKelbî (ö. 854) ve el-Hüseyn b. Alî b. Yezîd el-Karâbisî (ö.862) gibi Bağdat âlimlerine okuduğunu hatırlamamız yerinde olacaktır. Kahire’ye gittiğinde ise fıkhî çalışmalarını ve görüşlerini on üç mesele dışında tümüyle yeniden gözden geçirdi. Diğer bir ifâde ile iki farklı fıkıh versiyonu üretmiş oldu. Bu, sadece elli sene yaşayan bir âlimin tecrübesi idi? O zamanlar Bağdat ve Kahire arasındaki kültürel farklılık şimdi diyelim günümüzün Çin ve Amerika’sı arasındaki fark kadar belirgin olamazdı. Ne var ki, günümüzün fıkıh âlimleri Müslümanları hicrî ikinci yüzyılda Hicaz ve Kufe okullarında formüle edilen fıkha dayalı kültürel bir düzene uygun olarak yaşatmak için uğraşıyorlar. Bunun neticesi olarak ortaya çıkan sıkıntılar kendilerinin İslâm’ın evrenselliğini, fantezi ve önyargılarla şekillenen değerler değil de, hakikî ebedî değerler çerçevesinde muhtelif kültürel düzenleri bünyesine alabilme kapasitesini yeteri kadar anlayamamalarından ileri gelmektedir. İslâm’ın evrenselliği salt slogan olarak kullanılacak bir mefhumdan çok daha derin ve önemlidir. Ehemmiyetli ve çok etkili metodolojik bir giriş olup, mirasımızı oldukça eleştirel, ciddî biçimde ve tam olarak gözden geçirmemize; söz konusu mirası metodoloji ve epistemolojiye uygun olarak okumamıza; değer dizilerini ayırt etmemize, bizi, Kur’ân ve Sünnet ve bunların usûlleri ve maddî dünyaya yansıtılmış hâlleri ışığında yeniden sınıflamaya ve değerlendirmeye sevk eder. Bu vazifenin yüzlerce kurum ve üniversite bünyesinde veya paralelinde çalışacak, Kur’ân’ın bilgi nazariyesi ve Sünnet’in uygulamalı metodolojileri ile aydınlanmış binlerce zeki, becerikli ve gayretli zihne

ihtiyacı vardır. Bu sağlandığında Müslümanlar miras olarak devraldıkları ilimlerin birçok cephesinin yenilenmesi, ıslah edilmesi veya güncellenmesi, günümüz ve istikbaldeki zorluklarla başa çıkmak için bu sapasağlam mirasın üzerine yeni şeyler inşâ edilmesi ve genişletilmesi gerektiğini göreceklerdir. Kimileri sorabilir: “Niye bunu dert edineceğiz?” Bunun cevabı basitçe şudur: Bu, ümmetin kaderi ve sorumluluğu, varlık sebebi ve beşeriyete yönelik şerefli misyonudur. Hz. Muhammed, nebilerin mührü (sonuncusu) ve Zât-ı Zülcelâl’in bir elçi göndermeksizin kimseye azap

7

www.kitapfikir.com

etmeyeceğine dair va’di olduğundan (17:15) bu ümmet beşeriyet için bir sorumluluk yüklenmiş bulunuyor. Âlimleri ve aydınları, kadîm İbrâni peygamberleri gibi, Allah’ın mesajını gaflet içindeki bir dünyaya ulaştırma emânetini üstlenmiş bulunuyorlar. Bu mesajı taşımak (ve ihya etmek) bir tercih hakkı değildir, zira Müslümanlar İslâmî üslûbu sürekli gözden geçirmek ve herkes için anlaşılır kılmak zorundadır. Bunu yapmazlarsa vazifesini terk eden resulün başına gelene (bkz. 7:175-77) mâruz kalırlar. Allah’ın lütfu ile “yükseltilebilecek” iken “dünyaya eğilim gösteren ve kendi Roger Garaudy

Roger Garaudy, medeniyetler arasında evrensel anlayışa zemin hazırlamak için bir diyalog öngörür. Kendisinin ‘Medeniyetler Diyalogu’ isimli eserinin girişinde, bugün, “Batı” tabiriyle ifâde edilen oluşumun esâsen binlerce yıl önce Mezopotamya ve kadim Mısır’da doğduğunu belirtir.

hevalarının, boş arzularının peşinde koşan” kişi, Allah’ın âyetlerini alan fakat onları terk eden bir kavmin sembolü olabilir. Bu öyle bir kavim ki, dünyanın ahlâkî zirvesi ve modeli olmak yerine dünyevî menfaatler ve maddî rahat tercihinden dolayı kendi kendini alt sıralara itmiştir. Şu iki ilâhî kanunun çok iyi şuurunda olmaları Müslümanlara anlatılmalıdır, bunlar: “... Eğer O’ndan yüz çevirirseniz sizi ortadan kaldırır, sizin gibi olmayacak bir milleti yerinize getirir (yestebdil)” (47:38) âyetinde işâret olunan istibdâl (bir kişi ya da topluluğu diğeriyle değiştirme); ve “... bu günleri bazen lehe, bazen de aleyhe döndürüp duruyoruz (fcüdâvilüha)...” (3:140) âyetinde işâret olunan tidvâl (sırayı değiştirme, vardiya)’dır. Kur’ân’ın zikrettiği gibi, söz konusu yasaların ilâhî tatbîki önceki kavimlerin Muhammed ümmeti ile değiştirilmesine yol açmıştır ki insanlık evrenselliğe doğru harekete başlayabilsin. Bu, “topluluk” mefhumunun yerini alan “dünya milleti” mefhumu ile bir “mihver ümmet” inşâsı ve “tüm insanlık için rahmet” olarak gönderilen Rasûl ile başladı. Bununla birlikte değişik gelişim kademelerinde insanlığa hizmet edecek yeterlilikte akılcı, geniş ve müsamahalı bir yasama sistemi sunuldu; doğrudan ilâhî cezalandırma “hesap günü”ne dek ertelendi; Allah’ın doğrudan müdahalesi ile yönetimin yerine de Kur’ân’ın otoritesi kondu. Gökyüzünden yiyecek indirme ve Kızıldeniz’i yarma gibi şuurunun belli bir büyüme döneminde insanlık üzerinde tesiri olan mucizeler yerine şimdi insanlık Kur’ân’a ve Hz. Muhammed’in Sünneti’ne itimat eden akıllı bir varlık ve Allah’ın halifesi olarak evrensel nizam içinde yerini ve mutluluğu bulmak üzere yaratılışın merkezine konmuştur. O yüzden insanlığın Kur’ân’ı ve Kur’ân’ın tüm kâinata muhatap oluşunu yeniden keşfetmesi zaruridir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, kâinatı ve hareketlerini kontrol eden kurallara benzer bir epistemolojik usûl ihtiva etmektedir. İnsanlık bu modelin ekseni olup, çabası da uygulamanın temelidir. İnsanlık hem Kur’ân’ın hem de kâinatın okuyucusudur. O yüzden bizim Kur’ân’ın yüce otoritesini ve beşerî uygulamasını anlamamız hayâtî derecede önemlidir. Bu anlamda, müctehid eğer içtihâdında isâbetli ise iki defa, hatalı ise bir defa (Allah tarafından) mükâfatlandırılır. Yine, İslâm insanlığı halifelik vazifesi ile şereflendirir, bu süreçte insanoğlu tüm fertleri ile kaynaşır ve barış bulur. İnsanlığın yeryüzündeki rolünün bu boyutu ancak insanlığın kendi aleyhine olarak göz ardı edilebilir. [1] Samuel P. Huntington, “The Clash of Civilizations?” Foreign Affairs (Summer 1993) s. 22-49. * İslam Düşüncesinin Bugünkü Meseleleri, Taha Cabir Alvani, İnklab Yayınları


8

www.kitapfikir.com

kitap fikir

Abdulvahhab el-Efendi ve kitabı

‘Nasıl Bir Devlet?’ “İslam devleti” ideali kendisine asla sağlıklı bir uygulama imkânı bulamadı. İşte bu tartışmaların yapıldığı ortamda Abdulvahab elEfendi “İslam devleti” fikrini “şok” bir tesirle eleştirmek için bu kitabını yazdı.

ZAKİR AYDIN

Y

üzyılın sonuna doğru (1991) Abdulvahhab el-Efendi ‘İslam devleti’ kavramı etrafında 20.yüzyıl boyunca sürdürülen tartışmalara dönük Türkçeye ‘Nasıl Bir devlet?’ adıyla çevrilen kitabıyla katıldı.”. Bu yazıda el-Efendi’nin bu kitabı yazdığı ortamı, kitabı yazma amacını, ortaya koyduğu tez ve düşünceleri, aldığı tepkileri ve kitabın oluşturduğu etkileri ortaya koymaya çalışacağız. Kitabın Yazıldığı Ortam El-Efendi’nin kitabını yazdığı dönem (1991) hilafet tartışmalarının ikinci plana düştüğü ve tartışmanın daha çok “İslam devleti” kavramı çerçevesinde yürütüldüğü bir dönemdir. “Hilafet”ten ümitlerini kesen Müslümanlar, yeni şekillenen Dünya coğrafyasının “ulus devlet” çerçevesindeki oluşumunun da etkisiyle İslam-siyaset ilişkisini veya devlet talebini “İslam devleti” kavramı üzerinden devam ettirdiler. Bu tartışmaların da etkisiyle sömürge sonrasında kurulan ve “İslam devleti” kavramını kurucu ideolojisi haline getiren kimi devletler (Pakistan, İran, Sudan gibi), modern ulus devlete ait argümanların dışına çıkamadılar. Üstelik bunların İslami oluşları ve altına imza attıkları uygulamalar da hep tartışma konusu oldu. “İslam devleti” ideali kendisine asla sağlıklı bir uygulama imkânı bulamadı. İşte bu tartışmaların yapıldığı ortamda el-Efendi “İslam devleti” fikrini “şok” bir tesirle eleştirmek için bu kitabını yazdı. Neyi Amaçlıyor? El-Efendi’nin bu kitabı yazmadaki öncelikli amacı; özellikle İslami çevrede var olagelen İslam tarihi ve ilkeleri hakkında


kitap fikir bazı ciddi yanlış anlaşılmalar bulunan “İslam liderliği” konusunu hak ettiği anlayışa kavuşturmaktır. Kitabında ikili bir hedefle hareket eder. Bir yandan “İslami bir yönetim hakkındaki tartışmadan yeni anlayışlar ortaya çıkararak, sosyal bilimi geliştirmek” isterken, diğer yandan “modern sosyal bilimden yeni anlayışlar çıkararak, Müslüman’ca tartışmanın seviyesini yükseltmek” ister. Bunu da “şu ana kadar İslam muhaliflerinin tekelinde bulunan eleştirel bakış açısını, İslam idealiyle samimi bir bağlılıkla bütünleştirerek” yapmak istemektedir. “Müslümanlar şimdi kendi İslami miraslarına yönelik, tamamen kendilerine ait eleştirel bir yaklaşım geliştirmek mecburiyetindedirler.” “Biz Müslümanlar” der el-Efendi “kendimizin ve tarihimizin en katı eleştirmenleri olmalıyız. Müslümanların bulundukları konumun eleştirisinde, pek çok kimseyi düşüncelerini yeniden gözden geçirmeleri için şok etmeyi ümit ederek acımasız oldum.” El-Efendi arzu ettiği şok etkiyi “İslam devleti” fikrinin kökenlerini ve gelişimini eleştirel bir bakış açısıyla bu kitabında inceleyerek gerçekleştirmek istemektedir. Kitabıyla “düşünen Müslümanları” hedef kitlesi olarak seçmiştir. Ancak bizim dışımızdakilere söylediklerimizde de ikna edici ve güven verici olmamız gerektiğini ısrarla belirtir.

Bu bakış açısı özgürlük kavramına şüpheyle yaklaşan ve halkın özgür iradesine karşı son derece güvensiz olan “İslam devleti” taraftarlarınca miras alındı ve çareyi, halkı doğru yolda tutacağını ümit ettikleri katı otoriterlikte aramalarına yol açtı. Oysa bu otoritelik ve yukarıdan yapılan baskıyla halkı İslam’ı yaşatmaya zorlamak, daha İslami bir hayatın ortaya çıkmasına yol açmayacak, tersine gizli ahlaksızlık ve ikiyüzlülük teşvik edilmiş olacaktır. Bugün şeriatın yürürlükte olduğu İran bu meselenin tipik bir örneğidir. Görüntüde şeriatın kuralları yürürlüktedir, ama gizli ahlaksızlık hat safhadadır. Çünkü “şeriat empoze edilemez. Empoze edilirse o artık şeriat olmaktan çıkar. Şeriat baskıyla gelirse, ikiyüzlülük halini alır.” Bu otoriter bakış açısının kaynağı “İslam devleti” fikrinin modern devlet kavramından esinlenerek ortaya atılmış olmasıdır. “Modern devlet” kavramı “İslam devleti” kavramına kaynaklık eden bir sınırlama ilkesidir. İslamcılar modern devlet kavramını otoriterlik yönüyle farkında olmadan kabul etmişler ve bunu çok kolay bir biçimde İslam’a mal edebilmişlerdir. Oysa yine kaynağı Batı olan devletin sınırlanması ve halk tarafından denetlenmesi esasına dayalı diğer görüş ve kavramların benimsenmesi ve içselleştirilmesi hiç de kolay olmamaktadır.

Tezleri ve Düşünceleri

Klasik İslami Siyaset Teorisinin Eleştirisi

El-Efendi’nin kitabı boyunca ortaya koymaya çalıştığı görüş ve tezlerini kitaptaki sistematiği dikkate almadan maddeler halinde şu şekilde ortaya koyabiliriz: 1- Temel Tezi: “İslam devleti” idealinin reddi El-Efendi’ye göre “İslami siyaset tartışmalarının tutarlılık kazanabilmesi için, ‘İslami devlet’ kavramından tamamen vazgeçilmesi gereklidir.” Kitap boyunca ortaya konmaya çalışılan en temel tez budur. Bunun başta gelen nedeni, “İslam devleti” ile kastedilenin özünü, otoriter yönetim taraftarlığının oluşturmasıdır. Ziyaüddin Serdar’ın ifadesiyle: “İster Taliban ve el-Kaide gibi ‘aşırı’ gruplardan, isterse İran ve Lübnan’daki Şii cemaatlerden veya İslami hareketin muhafazakâr üyelerinden gelsin, ideoloji olarak İslam hemen her zaman zorbalık ve despotizm örtüsüne bürünmüştür. Bir ideolojiyi bir ulus devlet çerçevesine koyun, merkezine de ilahi vasıflara sahip şeriatı ekleyin, işte size totaliter bir ‘İslam devleti’nin formülü.” Günümüz İslami siyasi düşüncesi, İslam devletinin halkı İslam’a göre yaşamaya zorlama hakkına sahip bir devlet olduğu gibi çok önemli bir yanılgı üzerine bina edilmiştir. Geçmiş dönemlerde İslam toplumunun liderleri ve âlimler, çok fazla özgürlüğün Müslümanların doğru yoldan sapmalarına neden olacağından endişelendiklerinden kötümser bir çizgide hareket ettiler ve halkı İslam’a göre yaşatmak için İslami eğilimli despotlara destek verdiler. Kaos çıkar endişesi otoriter yönetimlerin asgari özelliklere sahip olması şartıyla desteklenmelerine yol açtı.

“İslam devleti” kavramının “modern devlet” kavramıyla bu sorunlu ilişkisinin yanı sıra, klasik İslami siyasi teorinin bütün muğlâklıklarını ve zihin karmaşalarını da üzerinde taşıyor olmak gibi sorunsal bir yönü daha vardır. “İslam devleti idealini taşıyanlar” der el-Efendi “kendilerinden öncekiler gibi, Peygamberî görüşü ilahi baskı ve yardımla yeniden oluşturacak ve kuracak, eşi benzeri bulunmayan erdemde müstebitin, bir çeşit Mehdi’nin çıkmasını arzuluyorlar.” Bu Mehdi’nin mitolojik bir mehdi olmasıyla, günümüz şartlarında ortaya çıkması mümkün olmayan, her yönüyle mükemmel ve tam donanımlı bir lider olması veya onlarca yıldır oluşturulmaya çalışıldığı halde bir türlü oluşturulamayan “öncü cemaat” olması arasında bir fark yoktur. “Bu tavır mevcut (İslamcı) despotlara çok büyük fayda sağlıyor, İslam rüyasının günün birinde gerçekleşmesine değil.” El-Efendi’ye göre “İslam devleti” kavramından niçin vazgeçilmesi gerektiğinin bir diğer gerekçesi de bunun oldukça ütopik bir model olmasıdır. “İslam devleti” savunucuları “olması gereken” kısmına takılıp kaldıkları için “olan şey” den bihaber kaldılar. Herkesin gözünü diktiği peygamber dönemi ve Raşit halifeler döneminde ortaya çıkan model ancak kendi tarihi koşullarında düşünülürse uygulanabilir modellerdir. Bu dönem özellikle peygamberin hayatta olduğu dönemle Ebu Bekir’in halifeliğiyle Ömer’in halifeliğinin ilk dönemleri ancak bir şehir devletinin koşullarına uygun bir modele sahipti. Koşullar değişip topraklar genişleyince yeni sosyolojik koşullarda bu model yetersiz kaldı. İşaretlerini Ömer

www.kitapfikir.com

döneminde verip kendisini Osman döneminde gösteren problemlerin geri planında aslında bu gerçek yatmaktadır. İlk dönem için bile yetersiz kalan bu modeli “İslam devleti” savunucuları bugüne uyarlamaya çalışmaktadırlar. Oysa bu mümkün değildir. “Hilafet ideali bir serap değil, yeterince gerçek bir idealdir. Ama onun gerçekliği, onu mümkün kılan şartlardan ayırt edilemez. Hilafet ideali, cumhuriyetçi şehir-devlet kategorisine ve onun vatandaş anlayışına aittir; bu da onu çoklu etnik imparatorluklarda işlemez hale getirir. Bu ideal aynı zamanda hem idare edilenlerin hem idare edenlerin üzerinde son derece ağır ahlaki taleplerde bulunur.” İş daha öte, tüm dünyanın iç içe girdiği günümüze gelince konu imparatorluklar çağından çok daha karmaşık hale gelmekte ve “hilafet” idealiyle yoğrulan “İslam devleti” fikri hepten ütopik bir fikir haline dönüşmektedir. “Müslüman düşünürler Raşit Hilafet idealini, ümmetin son nefesine kadar peşinde koşması gereken bir miras olarak lanse ettiler. Aynı zamanda bu düşünürler iki tezat kabulle hareket ettiler. Bir yandan, bu dünyanın iflah olmaz olduğunu varsayıyorlar ve bırakın peygamberi, Hz. Ebu Bekir ya da Hz. Ömer gibi insanlarla dahi karşılaşılmayacağını ileri sürüyorlardı. Öte yanda, ancak bir peygamber ya da veli olabilecek bir yöneticinin detaylı tasvirini yapıyorlardı.” Raşit hilafet idealiyle bezenmiş “İslam devleti” idealinin en büyük açmazı hükümet kurallarının ancak azizler için düzenlenmesi yanlışıydı. Diğer bir problem de Raşit halifelerin icraatlarının izolasyon içinde yorumlama görüntüsüdür. Bu nedenle dönem içi farklılıkların doyurucu bir izahı yapılamadı. Çünkü hepsi altın çağın uygulamalarıydı. Klasik teorinin en büyük eksiği koyduğu yüksek standartlarla imkânsız gerçeği aşmaya çağıran bir idealizme sahip oluşudur. Kötümser bir şekilde buna ulaşmanın imkânsızlığı da itiraf ediliyordu. Oysa “imkansızlığı talep eden ahlaki teşvik, ahlaksızlığı teşviktir.” Bu yüzden “siyasette İslam ahlakının gerekliliklerini pratik terimlerle açıklamalı ve pratik, bu taleplerle uymazsa hiçbir bahane kabul etmemeliyiz.” Geleneksel teori, toplumsal sorumlulukları farz-ı ayn ve farz-ı kifaye olarak ikiye ayırdı. Siyaset alanını da farz-ı kifaye olarak kabul etti. Yani yönetme işini birileri üstlendikleri anda tüm ümmet sorumluluktan kurtuluyordu. Bu nedenle tarihte ümmet çoğunlukla depolitik davrandı. Ancak hilafetin kaldırılmasıyla Müslümanlar adına yönetme işini üstlenen kimse kalmayınca tüm ümmet sorumluluk ve günah altına girdi. İşte çağdaş İslamcı gruplar bu temelde gelişti. Yerdeki sancağı kaldırmak için harekete geçtiler. Oysa yeni ortaya çıkan koşullarda toplumsal sorumluluk farz-ı ayn ve farz-ı kifaye terimleriyle ifade edilemeyecek kadar farklılık arz etmektedir. Yeni dönemde farz-ı kifaye terimi “farz-ı cemai” terimi ile yer değiştirmelidir. Toplumsal vazife tüm ümmetin her daim sorumlu olması gereken bir alan olmalıdır. Birilerinin vazifeyi üstlenmesiyle toplum

9


10

www.kitapfikir.com

kitap fikir

Nasıl Bir Devlet Abdulvahhab el-Efendi İLKE YAYINLARI

depolitize olmamalıdır. Hobbes’cu düşünce kadar klasik İslami siyasi düşünce de “İslam devleti” idealinin totaliter bir anlayışla gelişmesine yol açtı. “Bazı Müslümanlar” der el-Efendi “halifeye, toplumu bilinçlerine karşı gelmeye zorlama hakkını vererek, hilafetle Tanrı’yı aynileştirdiler. Bu, halifeyi bir aziz, toplumu da bu hikmetli azizin güdümünde yeteneksiz ve günahkar bir raiye (sürü) olarak gören anlayışın bir ürünüydü. Sürüden esirgenen hürriyet, çobana tanındı ve çobanlar giderek bir kurt haline geldiler.” İşte el-Efendi “İslam devleti” kavramının bu sorunlu yönlerini ortaya çıkartmak için eserine modern Batı’da ve İslam tarihinde görülen devlet anlayışlarının analiziyle başlıyor. “İslam devleti” kavramıyla ilgili birinci temel problemin mutlakıyetçi devlet anlayışı olduğunu göstermek için modern devletin ortaya çıkışını Machiavelli, Hobbes, Locke, Bentham, Mill, Hegel, Roussea, Marx, Weber gibi düşünürlerin görüşleri çerçevesinde ele alıyor. İbni Haldun, Makyavel ve Hobbes’un savunduğu görüş; devletin düzen sağlamak adına ahlaki sınırları çiğneyebileceği, baskı yapabileceği görüşüdür. Çünkü baskıcı bir düzen olmazsa kaos kaçınılmazdır. Oysa Locke, Bentham, Mill gibi liberallere göre ise kötülüğün kaynağı toplum değil devlettir. Bu nedenle devlet minimize edilmeli, kontrol altında tutulmalı ve halk tarafından denetlenmelidir. “İslam devleti” savunucuları Hobbes’cu paradigmaya meyillidir ve vesayet peşindedirler. Kitleleri sınırlamak ve kontrol altına almak istemektedirler. El-Efendi’ye göre İslami teorisyenler “devletin önemsizleşmesini ve faziletli topluma dayanılmasını savun-

maktan çok, fıtraten fazilet konusunda imtihan olunan kitleleri sınırlayacak vesayet planları geliştirmeye kafa yormuşlardır.” El-Efendi ardından İslam tarihindeki devlet anlayışlarını Raşit hilafet döneminden başlamak üzere hilafetin kaldırılması dönemine kadar inceliyor. Daha sonra Mustafa Kemal, Efgani, Reşit Rıza, Abdurrazık, Azad, el-Benna, Kutup, Mevdudi, Humeyni, Şeriati, Turabi ve Gannuşi gibi isimlerin görüşleri çerçevesinde çağdaş dönem İslam siyaset düşüncesi tartışmalarını değerlendiriyor. Bununla da klasik dönem İslam siyaset anlayışının “İslam devleti” kavramının ortaya çıkmasındaki etkilerini ortaya çıkartmaya çalışıyor. “İslam devleti” kavramı yerine “Müslümanlar İçin Devlet” kavramı önerisi El-Efendi’ye göre bireyin Müslüman olması için bir devlete ihtiyacı yoktur. “Birey bir Müslüman olarak devleti yaratır ve İslam’ı daha iyi yaşayabilmek için onu gönüllü olarak kendisi oluşturur.” “Devlet, İslami parti, dini cemaat ve ekonomik yapı belli bir amaca dönük araçlardır.” “Pek çok İslami parti ve grup kendi içlerine kapanarak ve Allah’ın yerine kendilerine tapmaya başlayarak varlık nedenlerini hızla kaybediyorlar. Onlar için varlıklarının ve statülerinin güvencesi bir öncelik haline gelirken, İslam’ın ahlak ilkeleri bu önceliğe tabi kılınıyor.” Kişinin iradesini ve İslam’ı yaşamasını devletin varlığıyla mümkün kılan “İslam devleti” kavramı yerine el-Efendi “Müslümanlar için devlet” kavramını yani, “İslami siyasi toplum” deyimini önermektedir. Aradaki fark ise “Müslümanlar için devlet kavramında” devlet bir araçken

Müslümanlar şimdi kendi İslami miraslarına yönelik tamamen kendilerine ait bir yaklaşım geliştirmek mecburiyetindedirler. Müslümanlar her şeyden önce yöneticilerinin faziletli olmaları gerektiği fikrinden vazgeçmelidirler. İslami hükümet fikrini destekleyen herkes bir erdem misali değildir ve İslam tarihi çoğunlukla, Allah adına yönetme iddiasındaki külhanbeylerin tarihidir. İslami bir bölge, bir arada ancak bağımsız toplumların idaresinde çoğulcu bir devlet tarafından yönetilmelidir. Bu devleti, anayasa değil bir sözleşme idare etmelidir. Sahifet ül-Medineye benzer bir tarzda, bu sözleşmeler bir arada var olabilmeyi garanti altına alacak bir şekilde hak ve vazifeleri tespit etmelidir. Devlet kavramıyla günlük hayatlarında haşır neşir olanlar, diplomatlar, politikacılar ve sosyal bilimciler için okunması gereken bir eser.

“İslam devleti” kavramında devlet bir amaçtır. Bu sakıncanın önüne geçmek için tanımlama ve ifade bu şekilde değiştirilmelidir. “Müslümanlar için devlet” şu özelliklere sahip olmak zorundadır: k Bu devlette Müslüman ferdin hürriyet ve şerefinin temel kabul edilmesi elzemdir ve bu devlet demokratik olmak zorundadır. Bunun anlamı devletin vatandaşlarının özgür iradesine dayanmak zorunda olmasıdır. Eğer o toplumun özgür iradesi şeriatı öngörüyorsa o devlet de zorunlu olarak şeriata dayalı bir devlet olacaktır. Şayet bir İslam toplumu şeriatı reddediyorsa zaten o toplum tanım gereği zaten İslami değildir. Toplumda demokrasi hâkimse Müslümanlar iradelerini şeriat yönünde kullanarak İslam’ı hâkim kılma şansına her zaman sahiptirler. k Bu devlet öncelikle, toplumda bireyin sorumluluk ve aktif rolüne güvenmelidir. Bireyciliğe kaçmadan bireyciliğin değeri vurgulanmalıdır. k Bu devlet aynı zamanda bağımsız ve kendine yeterli olmalıdır. Saldırgan ve yıkıcı olmamalıdır. k Bu devlet dışa açık olmalıdır. Global Müslüman toplum için bir odak noktası olmalıdır. Birlik zor kullanarak sağlanmamalı, ancak uluslararası düzenin nasıl işleyeceğine ilişkin Müslümanların ortak bir bakış açısı olmalıdır. k Bu devlet çoğulcu olmalıdır. Çoğulculuk, gayri Müslimleri ikinci sınıf vatandaşlar haline getirmeden idare etmek anlamına gelmektedir. Müslümanlar için devlet, çoğulculuğa dayalı bir özgürleştirme prensibi olmalıdır. k Bu devleti anayasa değil bir sözleşme idare etmelidir. Bu devlette toplumlar, her şeyden güçlü hâkim bir devlete tebaa olarak değil, kendi gönülleriyle birleşen ve her biri tam özgürlük içinde kendi hayat tarzını takip eden toplumların üyeleri olarak bir araya gelmelidir. Güvenliği sağlamada baskı yolları tamamen kapatılmamakla birlikte, baskı devletin temelini oluşturmamalıdır. Bir şahıs, toplum ya da devlete kendi tercihiyle katılabilir ya da ondan serbestçe ayrılır, bir başkasına katılabilir. k Bu modelde devlet katı bir biçimde bölgesel değildir. Siyasi kurumlar, üyelerine, üyelik haklarını kaybetmeksizin serbestçe hareket etme hakkı vermelidir. Bu özellik ulus-devlet mantığını aşan (ulus devlet sınırlarını aşındıran) bir uluslararası düzen kavramını getirmektedir. k Siyasetin asıl amacı insanları barış içinde bir arada yaşatmak olduğuna göre bu devlet barışın temelleri olan eşitlik ve adalete dayanmalıdır. k Devlet özel normlar ve hayat tarzları empoze etmeye çalışan baskıcı, mütecaviz bir kurum değil, aksine insanlara özgürlük ve serbestliğini sağlayan bir işbirliği kurumu olmalıdır. k Bu devlet, ışığını dışa yansıtmalı ve bir ikram felsefesi geliştirmelidir. Sistemden ne koparabilirim diye birbirleriyle çatışan “çıkar grupları” olmamalıdır. Rekabet, ne kadar alınabileceğiyle değil ne kadar verilebileceğiyle ilgili olmalıdır. El-Efendi bu özelliklere sahip bir devletin Batı’da ABD’nin oynadığı role benzer rol oynayacağını iddia etmektedir. Ona göre bu şekilde kurulan devlet/


kitap fikir ler İslam topluluklarının AB tarzı bir birlik inşa etmesine önayak olacaktır. El-Efendi’nin böylesi bir rol için iki aday devleti vardır: Malezya ve Türkiye. Kitaba Getirilen Eleştiriler Kitaba dönük getirilen en dikkate değer eleştiri, el-Efendi’nin düşüncelerini yeterince teorize etmemesi üzerinedir. Aslında iyi bir çıkış noktası yakalamıştır. “İslam devleti” kavramına getirdiği eleştirilerde de büyük ölçüde haklıdır. Ancak bu kavrama alternatif olarak öne sürdüğü “Müslümanlar için devlet” kavramının içini doldurmakta zorlanmaktadır. Zaman zaman kavramı kullanmakta kendisi bile hassasiyet göstermemekte ve önerdiği kavramın yerine “İslam devleti” kavramını kullanıvermektedir. “Müslümanlar için devlet”in nasıl olması gerektiğine ilişkin getirdiği öneriler dikkate değer öneriler olmasına rağmen, aslında “İslam devleti” kavramıyla ortaya çıkan olumsuz yönlere bir tür cevap niteliğindedir. “İslam devleti” bireyi ihmal eder, o önerdiği devlette bireyin hürriyet ve şerefini merkeze oturtur. “İslam devleti” bir amaç olarak görülmektedir, bu devlet olmadan İslami yaşamın gerçekleşmesinin mümkün olmadığına dair bir kanaat vardır. O ise devleti bir amaç olarak değil bir araç olarak görür ve devlet olmadan da İslam’ın yaşanabileceğini savunur. “İslam devleti” despotik yönüyle ortaya çıkar. O ise özgürlükleri savunur. Devletin baskısıyla ahlaklı olunamayacağını söyler. “İslam devleti” tek adamın tüm yetkilere sahip olduğu bir yönetimdir. O ise demokrasiyi ve devletin halk tarafından denetlenmesi gerektiğini savunur. “İslam devleti” vatandaşlarına dinlerine göre farklı statülerde görür. O ise dinlerine bakmaksızın herkesin eşit olması gerektiğini söyler. “İslam devleti” kendi dışındaki devletlerle çatışmacıdır. O ise barış temelli global uluslararası bir düzen önerisi yapar. “İslam devleti” şeriata dayalı normatif/anayasal bir devlettir. O ise sözleşme esasına dayalı bir devleti savunur. “İslam devleti” sınırları belli bir devlettir. O, sınırlara karşı çıkar. İnsanların özgürce dolaşmasına ve dilediği devletin vatandaşı olmasına taraftardır. Görüldüğü gibi el-Efendi’nin getirdiği öneriler aslında “İslam devleti” idealinin olumsuz özelliklerinin karşısında konumlandırılmıştır. Bu nedenle önerileri bir devlet teorisi veya siyaset felsefesi oluşturulmasında yararlanılabilecek fikirler olmasına rağmen yetersizdir. El-Efendi, İslam’ın altın çağı olarak görülen ilk dönemlerin uygulamalarını ancak bir şehir devletinde uygulanabilecek modeller olarak gördüğü ve büyük ölçekli toplumlarda uygulanmasının imkânsız olduğunu söylemesine rağmen, yaptığı önerilerde Medine Vesikası’ndan yararlanmış ve anayasa esasına dayalı bir devlet yerine sözleşme esasına dayalı bir devlet önerisi getirmiştir. Sadece sözleşmelerle yürütülen bir devlet modelinin ayrıntıları muğlâk bırakılmıştır. Bu nedenle okuyucunun zihninde oldukça ütopik bir model canlanmaktadır. Medine türü bir şehirde farklı kesimlerin kendi aralarında bir sözleşme yapmaları müm-

künken (ki o bile uzun sürmemiştir) karmaşık ve içice geçmiş geniş toplumlarda kimlerin kimlerle sözleşme yapacağının belirlenmesi dahi büyük bir sorun teşkil edecektir. El-Efendi yaptığı eleştirinin tuzağına kendisi düşmüştür. El-Efendi “Medine Vesikası”na çokça referans gösterirken en az onun kadar önemli “Veda hutbesi”, “Hılf’ul-Fudul” tecrübesi, Kur’an’daki adalet ve siyasi/ toplumsal amaçlarla ilgili ayetleri hiç dikkate almamıştır. Bu da kitapta görülen eksikliklerden birisidir. El-Efendi ideal-gerçek geriliminde gerçekliğe bir adım yakın durmaktadır. Oysa gerçek adına feda edemeyeceğimiz temel ideallerimizi çok fazla dile getirmemekte, hatta feda edilemeyecek idealleri özgürlük ve demokrasiyle sınırlamaktadır. Kitabında zaman zaman İbni Haldun’un insanın sadece ideallerle de-

www.kitapfikir.com

taşıyan bir yaklaşımdır. Kitabın sonunda 2. baskıya ek olarak konulan bölümde el-Efendi, Enis Ahmed tarafından kitaba getirilen eleştirilere cevap vermektedir. Enis Ahmed’in getirdiği eleştiriler şunlardır: El-Efendi liberal geleneğe ait “özgürlük” kavramından fazlaca etkilenmiştir. İkinci olarak el-Efendi Şiiliğe ve onun “devrimci” karakterine hayranlık duymaktadır. Üçüncü olarak elEfendi İslam tarihine ilişkin yaptığı bazı yorumlara yeterli delilleri getirmemiştir. Dikkate değer dördüncü eleştiri de elEfendi bazı İslamcıları (örn. Mevdudi) bir tür faşist ve komünist devlet sistemi öngörmekle suçlamaktadır. El-Efendi bu eleştirileri tek tek cevaplandırmaktadır. Yeteri kadar doyurucu ve kapsamlı öneriler getirmemiş olsa da el-Efendi’nin kitabında ortaya koyduğu fikirleri dikkate değerdir. Eleştirel bir bakış açısıyla orta-

Abdulvahhab el-Efendi

ğil, aynı zamanda ve temel olarak iktidar siyasetinin gerekleriyle de hareket etmesi gerektiğine dair görüşlerine yaklaşmaktadır. Bunu da biraz klasik İslam düşüncesindeki halife için şart koşulan ideal özelliklerin ortaya çıkardığı sorunlara parmak basmak için yapmaktadır. Okuyanı kuşkuya düşüren bu muğlak yaklaşımına rağmen el-Efendi’nin bu konudaki esas yaklaşımının aşağıdaki alıntıdaki gibi olduğunu temenni etmek gerekiyor: “İnsan iradesinin mükemmeli bulmadaki sınırsız kabiliyetine güvenmek esastır. Geçmişte insanlar, sadece sosyal kanunlara meydan okumakla kalmadılar, onları oluşturabildiler ve yıkabildiler. İslam tarihi bu engin beşeri yeteneğin en somut delilidir. Gerçeklik kabul edilmelidir, ancak hiç eleştirisiz değil… İçinde yaşadığımız toplumlar tıpkı yerçekimi gibi bizi sınırlıyorsa bile, ufkun ötesine bakabilme imkânımız hala var. Müslüman’ın imanı, dar realizmin duvarlarını aşabilmek için üzerinde yürünecek bir merdiven gibidir.” Bu yaklaşım, kaderci sosyal değişim anlayışını yıkan ve aynı zamanda idealist bir ümidi de içinde

ya konulması bile bu kitabı yeteri kadar değerli kılmaktadır. 90’lı yıllardan beri bu kitapta ortaya konan düşünceler sınırlı da olsa belli çevrelerde tartışılmaktadır. Önemli olan eleştirel bakış açısını ve pozitif tartışma kültürünü olabildiğince yerleştirerek daha doyurucu, daha faydalı ve işe yarar öneriler ve tezler ortaya çıkartabilmektir. Etkileri bakımından düşündüğümüzde el-Efendi’nin 2. baskının önsözünde ima ettiği gibi, kitapta ortaya konan düşünceler üzerine yapılan tartışmalar Türkiye’de AK Parti’nin oluşumunda tesiri olmuştur. Bu anlamda önerdiği devlet veya uluslararası sistemin lideri olarak Malezya veya Türkiye’yi görmek istemesi de manidardır. Aynı şekilde Ali Bulaç’ın kitabın yayınlandığı yıllarda “Asr-ı Saadet’te bir arada yaşama projesi: Medine Vesikası” adıyla başlattığı tartışmalarda bu kitabın tesiri açıkça gözlemlenmektedir. Umarız kitapta ortaya konan düşünceler yeni fikirler ve projeler üretilmesi bazında tüm çevrelerde her açıdan tartışılmaya devam eder.

11

El-Efendi “Medine Vesikası”na çokça referans gösterirken en az onun kadar önemli “Veda hutbesi”, “Hılf ’ulFudul” tecrübesi, Kur’an’daki adalet ve siyasi/toplumsal amaçlarla ilgili ayetleri hiç dikkate almamıştır. Bu da kitapta görülen eksikliklerden birisidir.


12

www.kitapfikir.com

kitap fikir

“Ne yiyeceğimizi şaşırdık” diyenlere ‘tertemiz’ bir kitap:

ŞEYTAN YE DİYOR!

Çağımızda şifa kaynağı ‘temiz’ gıdalar hemen herkes için hayati önem taşıyor. Doğallığıyla oynanmış, kimyasallarla ‘zehirli’ hale getirilmiş, katkı maddeleriyle kirletilmiş sağlıksız gıdaları tüketenler de er ya da geç sağlığını kaybediyor. Müslümanlar için ‘temiz’ gıda bir kat daha önemli çünkü Allah, bizlere Kur’an-ı Kerim vasıtasıyla seslenerek yiyeceklerin ‘temiz’ olanlarından yememizi öğütlüyor.

P

eki ama hangi gıdalar temiz? Temizden kasıt tam olarak ne? Bir gıdanın temiz (ve helal) olup olmadığını nasıl anlarız? Sözgelimi kalsiyum fosfatla beyazlatılmış, kimyasal yapıştırıcılarla şekillendirilmiş bir kesme şeker temiz olabilir mi? Ya işkence altında, hayatı boyunca gün ışığı görmeyen bir tavuğun et ve yumurtası? Ticari glikoz ve fruktoz şurubuna, aroma ve boya ilâvesi ile arısız üretilen yapay bal sizce temiz mi? GDO’lu mısırla beslenen, antibiyotik delisi olmuş sığırların eti caiz olabilir mi? Çocuklara bolca yedirdiğiniz hidrojenize bitkisel yağlı ve hatta DDT’li çikolatalar, gofretler? İçinde onlarca zararlı katkı maddesi bulunan beyaz ekmek sizce temiz kapsamına girer mi? İftar sofralarından bile eksik edilmeyen kolalı ve aromalı içeceklerde alkol olduğunu biliyor musunuz? liste uzadıkça, hayatlarımızın kısaldığının farkında mısınız? Gıda Güvenliği Hareketi Lideri Kemal Özer, Şeytan Ye Diyor! kitabında Kur’an-ı Kerim’de zikredilen ‘temiz gıda’nın gerçek anlamını arıyor. Yıllardır gönül rahatlığıyla tükettiğimiz ‘şüpheli’ gıdaların ipliğini tek tek pazara çıkarırken; sağlığı kaybetmemek için tertemiz öneriler getiriyor. Dayatılan hazcı ve tüketim endeksli yaşam tarzını reddediyor, bizleri geleneksel ve tabiî olanla yeniden buluşturuyor.“Ne yiyeceğimizi şaşırdık” diyenlere ‘dosdoğru’ yolu gösteriyor. “Hangi gıdalar temiz, hangileri şüpheli, hangileri haram?” sorusuna yanıt arayan Kemal Özer bakın kitabın giriş bölümünde ne diyor: “Peki, şimdi soralım. Hayatınız size verilen bir emanet mi? Hesap gününe iman ediyor musunuz? İnandığınız dinin bir mutfağı var mı? Varsa, siz bu inancın mutfak kurallarına uyuyor musunuz? Her nefsin ölümü tadacağını ve her nefsin hesaba çekileceğini bilmiyor musunuz? İmkânı olduğu halde tepkisiz kalanların, ‘atın ölümü arpadan olsun’ kabilinden bir safsata ile nefsine zulmedenlerin de ‘suç ortağı’ olduğunu unuttunuz mu? Hâlâ ‘yapacak bir şey yok’ gibi bir safsatadan yana mısınız? Yoksa ‘bismillah’ deyip harekete geçenlerden yana mı olacaksınız? Aslında herkesin kendi kendine yönelteceği sayısız soru var. Elbette asıl mesele, gecikmiş bile olsa doğru soruları sormak ve Allah’ın ‘bak’ dediği zaviyeden cevap üretebilmektir. Elbette cevap üretmek de yeterli gelmeyecektir; önemli

olan, tatbike başlamaktır. Şimdi ruh ve bedenimizi saran bu kanserlerden kurtulmanın tam zamanı! O halde haydin eyleme!” Evet, Şeytan Ye Diyor! hepimizi temiz yiyeceği bulana kadar savaşmak için eyleme çağırıyor! Anlaşılır, samimi bir dille, ikna ederek. Korkutmadan, güzel örneklerle. İşte kitapta bölüm sonlarında geçen ‘özet nasihat’ mahiyetindeki diyaloglardan biri. Aldığımız örnek şeker ve tatlılarla ilgili: Günlük ne kadar şekere ihtiyacım var? İnsanların günlük 15 gr. şekere ihtiyacı var. Bunu nasıl karşılarım? Sarımsaktan hurmaya, nohuttan üzüme kadar meyve ve sebzelerde farklı oranlarda olsa da bulunur. Meyve sebzeleri düzenli tüketmek günlük şeker ihtiyacını karşılar. Ekstra şeker tüketmeyecek miyiz? Hayır! Dışarıdan şeker almaya gerek yok. Bal da mı yemeyeceğiz? Elbette yiyeceğiz. Arı, balı bitkilerden yaptığından, zaten şeker içerir ve tatlıdır. Ama sahte olmayanını tüketmeliyiz. Çay tiryakisiyim ve şekersiz içemem! Hiç denedin mi ki bu kanaate vardın. Şekersiz çay içmeyi denediğin zaman, çay yerine şerbet içtiğini göreceksin. Ama ben asla şekersiz çay içemem... Bu doğru değil. Şekersiz çay içilir ama illa tatlandırmak istiyorsanız bal, pekmez veya rafine edilmemiş şekerlerden ilâve edebilirsiniz. Ben zaten şeker hastasıyım ama dokto-

‘Şeytan Ye Diyor!’ Kemal Özer Hayykitap Sağlık – Beslenme 400 Sayfa

Kemal Özer kimdir? 1968’de Konya Bozkır ilçesinin Armutlu köyünde doğdu. İlkokul Armutlu’da, liseyi Konya İmam Hatip Lisesi’nde okudu. Ardından işletme ve gazetecilik eğitimi aldı. Çeşitli gazetelerde muhabirlik, sayfa editörlüğü yaptı; muhtelif radyolarda programlar hazırlayıp sundu. Televizyon kanallarında haber müdürlüğü görevlerinde bulundu. Araştırma ve bilişim şirketlerinde, çeşitli sivil toplum kuruluşlarında yöneticilik yaptı. Birçok dergide makaleleri yayımlandı. İnternet Üst Kurulu ve İnsan Hakları Kurulu’nda üyelik yaptı. Hâlen Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Derneği Genel Başkanlığı’nı yürüten yazar, gazeteciliğe devam ediyor. Özer, imza attığı gıda ve insan sağlığı haberleri nedeniyle Medya Etik Konseyi tarafından Medya Etik Ödülü’ne layık görüldü. 2010 Yılı İnternet Özel Belgesel Haber Etik Ödülü’nün sahibi oldu. Yazarın daha önce Hayykitap’tan yayımlanan Deccal Tabakta adlı bir kitabı bulunuyor.

rum tatlandırıcı yazdı, onu kullanıyorum. Bu sizin şeker tüketmediğiniz anlamına gelmediği gibi, şekerden daha tehlikeli kimyasallar tüketiyorsunuz demektir. Bu nedenle tatlandırıcı konusunda doktorunuzu dinlememelisiniz. Şeker yasaksa baklava da mı yasak? Şeker ve tatlandırıcı içeren şeylerin hiçbiri tüketilmemeli. İlla şeker ilâve edilmesi gerekiyorsa, şeker yerine bal veya pekmez ilâve edilebilir. İyi de rengi bozuluyor... Sizin derdiniz renk mi yoksa sağlıklılık mı? Rengi güzel olsun ama sağlıksız olsun mu istiyorsunuz. Bu doğru değil, zaten siz de böyle olsun istemezsiniz. Ben reçelsiz kahvaltı yapamam, hanımsa şekersiz reçel yapamıyor ne olacak? Reçellik malzemeye, pekmez ilâve ederek reçel yapabilirsiniz. Eşiniz şekersiz reçel yapabilir. Hiç denemediği için böyle düşünüyor. Birkaç kez denediği zaman, ne kadar güzel olduğunu o da, siz de göreceksiniz. Bal alırken meselâ bir balın kilosu 10 TL, bir başkasınınki 50 TL. Ama benim 50 TL verecek gücüm yok. Ne yapacağım? 10 TL’ye satılanın bal olmadığı kesin. Ancak 50 liraya satılanın da kaliteli olduğundan emin değiliz. Bal hileleri ve doğru seçim konusunda bilgi sahibi olmalıyız. 50 TL’lik bal kaliteli ise, 1 kg. değil paramızın yettiği kadar alacağız. Kötü mal alacak kadar zengin ve sağlıksız gıda tüketecek kadar akılsız değilsiniz. Meyve sularında da şeker var diyorsunuz? Evet. Kola, gazoz, meyve suları, meyve nektarları gibi içeceklerde de çok miktarda şeker var. Hem başka nedenlerle, hem de şeker ve tatlandırıcı içerdikleri için bu ürünler tüketilmemeli. Ama çocukları ikna edemiyorum... Aslında ikna edebilirsiniz. Siz bu güne kadar kötü örnek oldunuz ama artık iyi örnek olabilirsiz. Bunun için yapmanız gereken; meyve almak ve meyve sıkacağı veya blenderde meyve suyu hazırlamak olacaktır. İçine bir miktar su ve bir adet buz ekleyip içtiğiniz zaman, çocuklarınıza da örnek olmuş olacaksınız. Bunlar zor şeyler ama neyse devam edelim. Hayır. Denediğinizde zor olmadığını, şimdiye kadar uyguladıklarınızın sıradan ve kalitesiz alışkanlıklar olduğunu göreceksiniz. Yemekten zevk almaya başlayacaksınız ve gıdaların şifası artacak. Çocuklarınız sağlıklı büyüyecek. Kanser oldu, kısır kaldı derdi azalacak. Zihnen de rahata ereceksiniz, psikolojiniz bozulmayacak.



14

www.kitapfikir.com

kitap fikir

MEDYANIN İKTİDARINDA

OKUMANIN DİRENİŞİ VE KUR’AN RUKİYE ÇETİN

D Okurluk bizde ‘boş adam’ işi sanılmaktadır. Nitekim okuma alışkanlığı bulunmayan kimselere sorduğunuzda genelde bu tek tip cevabı alacaksınız: ‘Okumaya fırsat bulamıyorum’, Vaktim olmuyor’, ‘boş zamanım yok’ kabilinden cevaplar, hep bu kümede yer alan ve başka şeyleri okumadan daha önemli sayan kişiler tarafından verilecektir.

inimiz “kitaplı bir din’dir, medeniyetimiz de kitap medeniyetidir. Geçmişte Müslümanların kurduğu medeniyetler, hep kitap medeniyeti olmuştur. Kitaba dayanmayan, İlahî kitaptan nasibi olmayan bütün medeniyetler de aslında “deniyyet”, “bedeviyyet” ve bir yönüyle “vahşet”tir. İnsanlığın vahşet ve ilkellik dönemleri genellikle kitaptan uzaklaştığı dönemler olmuştur. Zaman içinde insan kitaptan uzaklaştıkça medeniyetten de uzaklaşmış, yalın ve vahşî bir madde uygarlığından ibaret kalmıştır. Bunun için Yüce Yaratıcı, insanı sürekli bir peygamber ve kitapla uyardı. İlk yaratılışta da, hakikatten uzaklaşıp manen ölü duruma düştüğü zamanlarda da kitapla diriltti, ihya etti insanı. Balçıktan yaratılan bedenine ruh üfleyerek onu dirilten Allah, manevî yönünü de kitapla besledi; böylece onun varlığına anlam kattı. Yani asıl diriliş böyle başladı. Kitapla gelen, şayet insana gelmemiş olsaydı, gerçek İnsanî niteliklerden hiçbirini taşımayacaktı insanoğlu. Ve sonunda insanlığa “Mutlak Kitap” mefhumu Kur’an’la geldi. Aziz ve Celîl olan Allah onu çoğu kez “kitap” olarak anıyor. Bazen Kur’an, bazen “Kur’anun Kerîmun” olarak bildiriyor kullarına. Bu bakımdan dilimizde kitap denilince önce Kur’an anlaşılır, çünkü asıl kitap Kur’an’dır. (Sağıroğlu, 37-38) Ve Kur’an, “OKU” emriyle başlamıştır: Kendisinin okunmasını isteyen bir kitap Kur’an... “Bir Müslüman da okuma faaliyetine, ilmî çalışmasına Kur’an’la başlama- Jı. Hatta hayatının tek gayesi Kur’an’ı anlamak ve ona göre bir hayat tarzı kurmak olmalı. Ve diğer bütün kitapları da onu anlamak için okumalıdır.” (Sağıroğlu, 136) Ancak Kur’an okumak için de insanın okuma alışkanlığı olmalı değil mi? Öyle ya, iki sayfa kitap okuyunca sıkılan, okumayı değil izlemeyi tercih eden, medyanın çektiği yöne kayıtsızca tabi olan günümüz insanı, nasıl Kur’an’ı ve Kur ‘ani mesajlı kitapları okumaya, anlamaya çalışıp, o yolda gayret gösterecek? Okumak bilgi edinmenin hâlâ en geçerli yöntemidir. Elbette okumanın nesnesi sadece kitap değildir. Kitap belki

okumaya konu olan nesnelerden sadece biridir. Kitap dışında Allah’ın ayetlerinden birer ayet olan olaylar, eşya, kâinat ve insanın kendisi de okumaya konu olan şeylerin başında gelir. (İslamoğlu, 12) Fakat biz makalemizde özellikle yazılı ürünlerin (kitap, dergi, gazete) okunmaması üzerinde durmak istiyoruz. Zira Türkiye’nin % 44,9’u hiç kitap okumuyor. ‘Uzun zamandır kitap okumayan’ % 23,2’lik kesim ise cabası... Peki, neden okumuyoruz? E. Yüksel, ‘Kitap Okumanın Zararları’ adlı kitabına şunları kaydetmiş: Ülkemizde neden kitap okuyanlar azdır? Bu soruya verilebilecek cevaplar*: 1- Kitap fiyatları ülkemiz koşullarına göre pahalıdır. 2- Kitap okuyucuları genellikle sınırlı bütçeye sahip öğrencilerden oluşmaktadır. 3- Eğitim sistemi araştırmaya teşvik etmemekte, sadece ders kitaplarına yöneltmektedir. 4- Televizyon ve magazin basın gibi görsel iletişim araçları halkı fazla meşgul etmektedir. 5- Ekonomik sıkıntılardan dolayı stres içinde bunalan halk, bedava kitap bile bulsa okuyacak huzuru bulamamaktadır. 6- Orijinal ve yeni bilgiler veren kitaplar azdır. Kitaplar genellikle değişik kombinezonlarla yapılan alıntılardan, yahut usandırıcı tekrarlardan oluşmaktadır. 7- Yazarların fikirlerinden dolayı suçlanarak mahkûm edilişi, kitapların yasaklanması ve bazen kitap okuyanların cezaevlerine düşmesi okuyucuları tedirgin etmektedir. 8- Tarihinde bilimden çok savaşla meşgul olmuş bir ulusun mirasyedi torunları, kitap okumak yerine futbol statlarında bol küfürlü naralar atmayı yahut kahve köşelerinde palavralar atmayı tercih etmektedir. Yukarıdaki cevaplar yeterli mi? Hayır! Hatta soruya dikkat edersek kitabın muhtevasıyla ilgili birkaç cevap daha ekleyebiliriz. Dikkat ederseniz kitapların neden az satıldığını değil, neden az okunduğunu sormuştuk. O halde yukarıdaki sekiz cevaba şunları da ilave edebiliriz: 9- Türkiye’de yayıncılık birçok kuruluş gibi ‘az gelişmiş’tir. Birçok kitap, harf karakterleri,

puntoları, sayfa mizanpajı yahut cilt ve baskı yönünden kusurludur. 10- Telif ve özellikle tercüme eserler, dil bakımından yeterli bir özeniyle hazırlanmamaktadır. 11- Türk dilindeki istikrarsızlıktan dolayı bugünün kitabı yarın anlaşılmayabilmektedir. 12- Kaliteli kitaplar, genellikle uzun ve pahalı bir araştırmayla ortaya çıkar. Günlük geçimini temin etmekte bile sıkıntıya düşen birçok yazar, kapasite ve enerjilerinin çok az bir bölümünü kitaplara harcamaktadır. (Yüksel, 10-1 1) Yukarıda kaydedilen sebeplerin etkinliği bir tarafa, Rasim Özdenören’e göre asıl mesele “okuma ilgisinin ciddiye alınmamasıdır: Okurluk bizde ‘boş adam’ işi sanılmaktadır. Nitekim okuma alışkanlığı bulunmayan kimselere sorduğunuzda genelde bu tek tip cevabı alacaksınız: ‘Okumaya fırsat bulamıyorum’, Vaktim olmuyor’, ‘boş zamanım yok’ kabilinden cevaplar, hep bu kümede yer alan ve başka şeyleri okumadan daha önemli sayan kişiler tarafından verilecektir. Oysa siz zamanınızın bir kısmını özel olarak okumaya ayırmadıkça, okuma fırsatınız ve zamanınız ömür boyunca bulunmayacaktır. Türkiye’de televizyon yokken de bu kimseler size aynı cevabı veriyordu. Fakat bunlar şimdi televizyon seyretmek için bütün gecelerini ayırabiliyorlar. Demek ki mesele zaman yokluğu, fırsat kıtlığı değil, okuma ilgisinin ciddiye alınıp alınmaması keyfiyetidir... Ülkemizde acaba hangi meslek grubundan, hangi yaş grubundan insanlar okuyor? Bunu da şöyle sıralamak mümkündür: 1 - Yazarlar, 2- Öğrenciler, 3- Memurlar. Türkiye’de her yazarın aynı zamanda bir okuyucu olmadığı şakasını bir yana bırakırsak denebilir ki, oran olarak en yüksek okuyucu kitlesi yazarların arasında barınmaktadır. İkinci olarak öğrenciler geliyor sırada. Üçüncü olarak da öğrenciliğin-


kitap fikir de kitap okuma alışkanlığı edinmiş, meslek hayatına atıldıktan sonra da bu alışkanlıklarını sürdüren memurlar geliyor (üniversite mezuniyeti gerektiren serbest meslek erbabını da bu kategoriye alıyoruz.) Bütün bunların toplamı ise üç bin dolaylarındadır. (Özdenören, 269) Türk toplumunun okuyup okumadığına gelince, İsmail Kazdal da Özdenören’i teyit ediyor: “Bu, tiraj istatistikçilerine sorulması gereken bir sorudur. Ama kitap olarak ortalama basım sayısı 3000 olduğuna göre, bu toplumun okuduğunu söylemek, kitap okuyan toplumlara hakaret olur. Çünkü mesela Japonya’da kişi başına yılda 51 kitap düşerken, bizde ancak 51 kişiye 1 kitap düşmektedir.” (Kazdal, 4) Jerzy Kosinsky’ye göre bir ABD vatandaşı ise sadece 5 kitap okuyor, ancak yılda 1200 saat TV izliyor. (Akdoğan, 49) RTÜK tarafından yaptırılan anket, bu konuda bizlere bir fikir verebilir sanıyoruz: “25 bin kişiye ulaşılan ankette hafta içinde günde ortalama 3 saat 19 dk., hafta sonunda ise 3 saat 44 dk.’larını TV’ye ayıran yetişkinler haftada toplam 24 saati TV izleyerek geçirirken, çocuklar günde ortalama 3 saat 10 dk. Televizyon izliyor.” (Sabah, 1 1 Ağustos 1997) Gelin şimdi “Okumaya vaktim yok” diyen bu insanlara hak vermeyin! Tabii ya, okumaya ayıracak vakit mi kaldı? Onlar okuyunca kim günde 3 saat TV izleyecek... Albert Camus, 20. yy. insanını tanımlamak maksadıyla: ‘Onlar yer-içerler ve gazete okurlar” nitelemesini yapmış, o toplumun seviyesizliğini belirtmek istemiş. İlginçtir ki şimdi şu toplumda o ikinci şık da yok oldu. Yani insanlar gazete bile okumuyorlar; yiyorlar, içiyorlar, çokça da televizyon seyrediyorlar, koltuklarına kurularak... Huşu içinde ve fındık fıstık yiyerek. (Sağıroğlu, 71) Peki, büyük-küçük demeden insanımızı kendine adeta hipnotize ederek bağlayan televizyonu neden bu kadar benimsedi Türk halkı? Araştırmacılar bunu şöyle açıklıyorlar: Televizyon, görsel-işitsel özelliği nedeniyle çekicilik oranı ve algılanabil me kolaylığı yüksek olduğundan Türkiye toplumunda yaygınlık ve etkinlik kazanmıştır. (Akdoğan, 76) Televizyon, gazete, dergi, radyo gibi iletişim araçlarından farklı olarak, sesi ve görüntüyü birlikte sunan bir araçtır. Özellikle görüntünün ön planda olması, sunulanın daha kolay algılanabilmesini sağlamış; bu yönüyle televizyon, gazete gibi sadece okunarak algılanabilen, radyo gibi sadece dinlenerek anlaşılabilen iletişim araçlarından

www.kitapfikir.com

çok daha fazla ilgi çekmiştir. Televizyonun görüntülü yapısı, onu psikolojik açıdan da insanlara yakınlaştırmış, insanlar televizyonu içtenlikle benimsemişlerdir. Fiziksel boyutları nedeniyle televizyon, insanların içinde yaşadıkları mekânlarda, işyerlerinde, hatta taşıtlarda izlenebilme özelliğine sahiptir. İçeriği kadar bu özelliği de onu insanların yaşamlarının vazgeçilmez bir parçası haline getirmiş, önemini artırmıştır. (Cereci, 33-34) Bugünün toplumları televizyonsuz yaşayamayan, televizyonla uyuyan, televizyonla hareket eden, televizyonun dilini konuşan bir yapıyla gelişmektedir. Televizyon bir yaşam kültürü oluşturmuştur. (Cereci, 55) TV çağının insanı vaktinin büyük bir kısmını TV önünde geçiriyor ve durmamacasına akan programları kaçırmamaya özen gösteriyor. Saatlerce TV yayınına açık olan bireyin bilgisiz kalabilmesi ise, bilgi çağında televizyonun paradoksal durumudur. TV’ye yöneltilen eleştirilerin en büyüklerinden biri, bireyi yüzeysel bir bakışla yetinme alışkanlığına götürmesidir. IV çağının insanı hangi ulustan olursa olsun birçok şeyi görüyor, birçok şey hakkında fikri var, ama bunların hepsi eksik. (Akdoğan, 49) Bu minval üzere seyreden görsel basının etkisiyle dünyanın her yerinde yazılı basının zor durumda kaldığını görüyoruz: 1- Medya, insanların bilinçli davranmalarını istememekte; irrasyonel olanı ön plana çıkarmaktadır. İzleyici ve dinleyiciler, araçlardan yayılan mesajları rasyonel düşünce ya da bilinçlilikle değil, hissiyat ve bilinçsizlikle kabul veya reddetmektedir. Medyada bireylerin katılımları programlara aksetmez, katılımları tecrübe niteliğindedir. Oysa

15


16

Medya yazılı kültürün değerini düşürüp, okuma faaliyetini seyretme faaliyetine dönüştürmektedir. Buna bağlı olarak da okuyucu kitlesi gittikçe yaşlanmaktadır. Çünkü gençler, TV izleyicisi olmaktan bir türlü okur hâle gelememektedir.

www.kitapfikir.com

yazılı kültür rasyonelliğe vurgu yapmaktadır. ‘Okuma’da fikirler ve fikrî kaynaklara eleştirel bir yaklaşım hâkimdir. Rasyonellik ve bilinçlilik, dışa yansıtma ve entelektüelleşmeyi beraberinde getirir. Ferdiyet ve özgürlük, bilinçliliğin bir kazanımı olarak ortaya çıkar. (Sözen, 70, 74- 75) 2- Medya yazılı kültürün değerini düşürüp, okuma faaliyetini seyretme faaliyetine dönüştürmektedir. (Sözen, 70, 75) Buna bağlı olarak da okuyucu kitlesi gittikçe yaşlanmaktadır. Çünkü gençler, TV izleyicisi olmaktan bir türlü okur hâle gelememektedir. (Sağıroğlu, 85) 3- Görsel iktidar, yazılı kültürün (gazete, dergi ve kitapların) ‘muhteva’ ve ‘sunuşlarını etkilemektedir. Mesela yazarlar artık kamusal konular hakkında değil, daha popülist yaklaşımlar içinde yazma faaliyetinde bulunmaktadır. Okuma da bu sürece bağlı olarak daha popülist olan üzerinedir. Ekonomik anlamda bu durum piyasanın belirlediği bir süreç olarak değerlendirilir. Medya dünyasından bakıldığında ise, medya ile yaygınlık kazanan popülerleşme trendine uygun bir yazma ve okuma faaliyetinin geliştiği söylenebilir. Yazılı kültür ‘sunuş’ da ise görselliğe dayalı değişimler geçirmiş, renkli ve resimli basın, çizgi romanlar, resimli kitaplar vs. üretilmiştir. (Sözen, 70-71) Cevdet Said ‘İslâmî Mücadelede Bilginin Gücü’ adlı eserine, ilmin ve ilim için okuma-yazma faaliyetinin (yani ‘yazılı kültürün’) ehemmiyetine dair şunları kaydetmiştir: Hedef ilimdir. Ancak ilim okumaya bağlıdır. Okumak, ilmin artıp geliştiği bir rahimdir... İnsanlar okumaya ve yazmaya başladığı günden itibaren ilim de gelişme-

kitap fikir

ye başlamıştır. İlmin gelişmesi ve artması şüphesiz oku-mayla olmuştur ve bu durum yine böyle devam edecektir... Son mesajın ilk kelimesi, geleneksel ibadet veya ahlâk kelimelerinden birisi değil de ‘oku’ kelimesi olmuştur. Bize nakledildiğine göre İncil’in ilk kelimesi de, haberleri ve ilmi -yazıyı öğrenerek- nakletmenin önemine işaret etmekteydi. Bu ayet [“Oku Rabbin en büyük kerem sahibidir” ayeti] şüphesiz okumayı emretmekte, peşinden de Rabbin en büyük kerem sahibi olduğunu belirtmektedir. Yani okumak ile Allah’ın lütfu bir yerde yakınlaşmışlardır. Dünyaya coğrafi -mekân- açısından baktığımızda bu yakınlığın devamlı birliktelik özelliği taşıdığını görürüz. Yani, Allah’ın lütfuna ve zenginliğine erişenlerin hep okuyanlar veya insanların en çok okuyanları olduğunu görüyoruz... Peygamber’in okur-yazar olmamasının anlamı ise şudur: İnsanlar okur-yazar olmadan hiçbir şey meydana getiremezler. Allah’ın okur-yazar olmayan bir peygambere ‘okumayı’ emretmesi, ümmiliğin kaldırıldığı ve yeni bir devrin başladığının bir işaretidir. Bu yeni devir, “Oku” (Alak, 1), “Kalemle öğretti” {Kak, 4), “Nun. Kaleme ve yazdıklarına yemin olsun” (Kalem, 1) ve “İnce deri üzerine satır satır yazılmış kitaba yemin olsun” (Tur, 2-3) devridir. Bu kelimeler ilmi, okumaya, yazma ya, kaleme ve yazdıklarına bağlamıştır. İlmin (varlığının) delili, onun vardığı sonuçtur. İlim ve onun sonucu, ancak kalem vasıtasıyla korunur ve çoğalırlar. İlmin kalemle gerçekleştirildiği şu ayette ne kadar açıktır: “Kalemle öğretti” (Alak,

4) O halde ilim, kalem vasıtasıyla, yazıyla ve beşerî tecrübelerin kaydedilip onların dikkatle gözetilmesiyle oluşur. İlim ancak böyle ortaya çıkar. (Said, 13-30) Dünya meşgaleleri bitmiyor, ömür ise tükeniyor. Bu hengâmede okumayı unutan insan da yitip gidiyor farkında dahi olmadan... Ancak kitaba sarılan mü’münler bu ziyan oluştan, tükenişten etkilenmeyecekler inşallah... Müslüman’ın gündeminin ilk maddesi Kur’an’ı anlamak olmalı ve diğer bütün kitapları da onu anlamak için okumalıdır demiştik. Uyanık olmalı, dikkatle, titizlikle okumalı, kitapla beslenmeli, kitapla ihya olmalı Müslüman... Eskiler “Oku da adam ol” derlerdi; okuyup “âdem” olmalı...

Akdoğan, Yalçın. Görsel İktidar İstanbul: İnsan Yay., 1995 Cereci, Sedat. Büyülü Kutu Büyülenmiş Toplum. İstanbul: Şule Yay., 1992 İslamoğlu, Mustafa. Tavsiyeler. İstanbul: Denge Yay., 1997 Kazdal, İsmail. “Okumak İnsan Olmaya Götüren Tek Araçtır,” Kitap Dergisi. Temmuz 1996 Özdenören, Rasim. Ruhun Malzemeleri. 2. bs. İstanbul: İz Yay., 1997 Sağıroğlu, Ekrem. Bilgi Bilinci. İstanbul: Denge Yay., 1998 Said, Cevdet. İslâmî Mücadelede Bilginin Gücü. İstanbul: Pınar Yay., 1997 Sözen, Edibe. Medyatik Hafıza. İst: Timaş Yay. 1997 YükselEdip. Kitap Okumanın Zararları. İstanbul: Beyan Yayınları 1988 * Kitap okumama sebeplerine dair verilen bu cevapla’, aynı zamanda okumak için yapılması gerekenlere dair ip uçlarıdır. (R.Ç.)


kitap fikir

Bilgi KAMİL ERGENÇ kamilergenc@hotmail.com

İ

nsan, dünya sürgünü başladığından beri, gerek kendi çaba ve gayretiyle(kesbi), gerekse de ilahi yönlendirmeyle(vahyi) sürekli bir bilgilenme içerisinde olmuştur. Bilgilenmesinin amacı kısaca, varoluşunu anlamlı kılacak bir hayat yaşamaktır. Çünkü varoluş sancısı düşünen her insanın beynini kemiren en önemli sancıdır.Ben kimim?, Aslında neyim? Niçin varım? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Varoluşumun gayesi nedir? gibi sorular insan dünya sahnesine çıktığından beri kafasını meşgul etmiştir. Aklın tek başına insana kılavuzluk yapıp yapamayacağı sorusuna verilecek cevap, aslında yukarıda belirttiğimiz, varoluş sancısı çeken insanın sorularına bir karşılık olabilir. Ama eksik bir karşılık hiç şüphesiz. Çünkü yukarıdaki sorulara vahyin kılavuzluğu olmadan verilen cevaplar nakıs kalmaya mahkumdur. Vahyin verdiği cevaplarda, selim bir kalp ve önyargılarından arındırılmış bir akılla kavranabilir. Bugünkü batı medeniyetinin terakki seviyesine bakıp artık bu soruların anlamsız olduğu söylenebilir.Bu söylem yersizdir. Çünkü gelinen noktada insan tutkularının esiri olmuş, sadece tüketen ve haz merkezli yaşayan bir pozisyona itilmiş, alabildiğine bireyselleşerek kendisini dünyanın merkezine koymuş ve doyumsuzlaşmıştır. Bu hal, onu fıtratı değiştirmeye, ekini ve nesli ifsad etmeye kadar götürmüş ve kendi sonunu hazırlayan kaotik bir durumla karşı karşıya bırakmıştır. Dolayısıyla vahyin kılavuzluğuna her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktadır. Aşağıya kısa değerlendirmesini alacağımız kitabın amacı da yazarının ifadesiyle; bilgi felsefesinin insan ve toplum hayatındaki rolünü, dünya görüşü açısından vurgulamaktadır. Eserin bizce en önemli yanı bilginin ‘ne’liği, ‘nasıl’lığı ve ‘niçin’liği üzerine söyledikleridir. Bugünkü batı düşüncesine esin kaynağı olan filozofların bilgi hakkında söylediklerininde eserde yer alması en azından karşılaştırmalı okumayı mümkün kılmaktadır. Bu bölümde şunu anlıyoruz ki bilginin herkesçe kabul edilen bir tanımı yok. Bizzat güzel ve iyi olarak tanımlanabildiği gibi, hakikat olarak ta tanımlanabilmektedir. Şüphesiz bu tanımlamaların tanımlamayı yapanların kendi dönemleriyle olan ilgisini yadsı-

www.kitapfikir.com

17

Felsefesi mamak lazım. Batının tarihi tecrübesinde kilise dogmatizminin hakim olduğu dönemlerin felsefi tartışmalarına bakıldığında bu söylediğimiz husus daha iyi anlaşılacaktır. Bilgi, genel çerçeve bağlamı içerisinde bilimsel disiplinlerin ortaya koyduğu birikim olarak tanımlanarak, ‘bilimsel’ kavramı ‘ilmi’ anlamında kullanılmıştır. Bu kullanım yazarın müdafa etmek istediği düşüncesine önemli bir temel teşkil etmiştir. Çünkü sadece tabiat bilimleri çerçevesinde değil, insan bilimleri olan felsefe, ahlak, pisikoloji ve İslami bilimler olan tefsir, hadis, kelam ve fıkıh da bu kavram içerisinde değerlendirilme imkanı kazanmıştır. Yani ilmilik tüm bu sayılan alanları ihata ettiğinden, bilginin bizim dünyamızdaki yeri daha bir anlam kazanmaktadır. Bilginin İslami çerçeve açısında değerlendirilmesi bizce meselenin nirengi noktasıdır. Zaten kitabın geneli göz önüne alındığında İslam nokta-i nazarından bir bilgi kuramının nasıl geliştirileceği üzerine önemli veriler sunulmuştur. Burada yazar, Nakıp el-Attas ve Fazlurrahman örneği üzerinden bir değerlendirme yaparak mevzunun ehemmiyetine dikkatlerimizi çekmektedir. Özellikle Attas’ın İslamileşme kavramına yüklediği anlam son derece önemlidir. Onun ‘Müslüman kişinin aklı ve dili sihir, mitoloji, animizm ve islamla çelişen milli ve kültürel değerleri ve sekülerizm tarafından denetlenemeyen kişidir’ ifadesi bugünkü Müslümanların üzerinde dikkatle durması gereken bir husustur. Çünkü küreselleşme denen realite, sadece sınırların ve folklorik değerlerin ortadan kalkması değil, ama aynı zamanda batının tasallutunda ortak kavram havuzunun oluşumudur. Bu durum uzun vadede Müslümanların kendi kavramlarına yaban(cı)laşmalarını ve biganeleşmelerini beraberinde getirecektir. Bu nedenle bu çağın Müslümanlarının oldukça uyanık olmak ve Rasul(a.s)’ün belirttiği mü’min aynı delikten iki kez ısırılmaz hadisindeki basiret kıvamını yakalamak gibi esaslı bir vazifesi bulunmaktadır. Yazar belli bir bilim anlayışı geliştirmek için belli bazı bilimlerden –özellikle anlayış geliştiren bir bilim olan felsefeden- yararlanmanın zorunluluğunu belirtmektedir. Bu zorunluluğu ifa ederken Kur’anın bir felsefe kitabı olmadığı rezervini koyarak ve fakat yeni bir anlayışın geliştirilmesinde ilkeler sunduğunu belirterek bir yol da göstermiş olmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz Fazlurrahman örnekliğini yazar burada şu şekilde förmüle

ediyor: ‘Kuran-ı bir bütün halinde esas alarak, oradan hareketle diğer bilimlerin ışığında bir anlayış geliştirmek’. Bu yöntemin Kur’an-ı temel aldığı için İslami bir yöntem olduğu fakat İslamilik ve Kur’aniliğin birbirine karıştırılmaması gerektiği hususu belirtilerek ayrıca dikkatimiz çekilmiş oluyor. İslamilik ve Kur’anilik ayrımı ilk bakışta kulağa pek hoş gelmese de yazara göre yeni bir anlayışın geliştirilmesi için gereklidir. Yazar burada Kur’an’ın nazil olduğu günden beri tek bir harfinin dahi değişmemesine rağmen, ayetlerin anlaşılmasındaki farklılıkları gündeme getirip ‘esas hakikat’ ve ‘türev hakikat’ kavramsallaştırmasını yapmaktadır. Esas hakikatin; tek olan, değişmeyen ve bütün değişik anlayışlara kaynaklık eden Kur’an-i hakikate, türev hakikatin ise bu esas hakikatten çıkarılan, her zaman ve zeminde değişiklik arz edebilen (ille de değişiklik arz etmesi gerekmez) anlayışlara denilebileceği ifadesini kullanıyor... Bu anlamda yazara göre Kur’anilik eşittir esas hakikat, İslamilik eşittir türev hakikat önermesi ortaya çıkmış oluyor. Eserde İslam dünya görüşünün ‘mutlak alem olgusal alanda aşkın olarak tezahür eder ‘şeklinde tanımlanması, yeni bir anlayışın öncelikli olarak iman eksenli gelişmesi gerektiği fikrini deklare ediyor. Buradaki iman, aklı zail eden bir iman değil elbette. Akla yol ve yön gösteren, kısaca akla kılavuzluk yapan bir iman.Çünkü ‘Tevhidi’ dünya görüşünde hayat bir bütündür. O bütünün her zerresine vahiy müdahildir. Yani mü’minin hayatının kamusal-özel, maddi-manevi, dünyevi-uhrevi şeklinde parçalanması mümkün değildir. Hayatı bu şekilde parçalamak uzun vadede seküler din anlayışının oluşumuna katkı sağlar. Çünkü dinden bağımsız alanlar ihdas etmek zorunlu olarak o alanlara dinin müdahil olamadığı/olamayacağı anlayışını tazammun eder. Dolayısıyla öncelikli olarak mü’min zihnin böyle bir ayrımın olmadığına kendisini inandırması gerekmektedir. Eğer mü’min zihin kendisini buna ikna edebilirse o zaman mutlak olan hakikatin, olgular aleminde aşkınlık üzerinden görünür olmasının, İslam dünya görüşüne temel teşkil ettiğini de kavrayacaktır. Sonuç olarak; seküler batı medeniyetinin insan merkezli anlayışının aksine, İslamın dünya görüşünde hayatın merkezinde mutlak olan hakikatin yani vahyin bizzat kendisi vardır. Bu hakikat kendisini, yazarın ifadesiyle olgular aleminde aşkın olarak tezahür ettirir. Dolayısıyla aklın kılavuzu vahiydir. Kılavuzu vahiy olmayan aklın geleceği nokta her halükarda hüsran olacaktır. Bunun örneklerini bugün gördüğümüz gibi gelecekte de göreceğiz. Bugünün müslümanına düşen aklını güncelliğin anaforundan ve seküler batı medeniyetinin iğvasından kurtararak vahyin kılavuzluğuna teslim etmektir. Erdemli bir gelecek ancak böyle Müslümanların sayısının artmasıyla mümkün olacaktır.

İnsan, dünya sürgünü başladığından beri, gerek kendi çaba ve gayretiyle(kesbi), gerekse de ilahi yönlendirmeyle (vahyi) sürekli bir bilgilenme içerisinde olmuştur. Bilgilenmesinin amacı kısaca, varoluşunu anlamlı kılacak bir hayat yaşamaktır.


18

www.kitapfikir.com

kitap fikir

DÜŞÜNME PROF. DR. NEVZAT TARHAN Psikiyatrist

D

inlerin sekülerleşmesi ve psikolojinin spritüelleşmesi konularını merak edenler için önemli bir kitapla karşı karşıya olduklarını söylemek isterim. Tefekkürün psikolojik araştırma alanı olup olmadığı konusuna son dönem psikoloji tezlerinden bilişsel davranışçı görüşler (cognitive behavioral) önemli açılımlar getirdi. Psikanalitik teorilerin bulanık kavramları yerini daha ölçülebilir kavramlara terk etti. Biyolojik indirgeyicilik içinde olanlar insanın her davranışının beyindeki bir molekülden kaynaklandığını savunurken dini indirgeyicilik içinde olanlar da her davranışı ruhani varlıklarla açıklıyorlardı. İnsanın iradesinin, zihninin, ken-

dilik hissinin ve ruhun tanımlamaları tam olarak yapılamıyordu. Felsefede yeni akım “nörofelsefe” iken duyguların “beyin”de fiziksel kanıtlarının bulunması karşısında felsefeciler yeni duruma uyum sağlama çabasına girdiler. Diğer taraftan din bilimciler daha dogmatik davranarak “nöroteoloji mi, neoteoloji mi?” tartışması yapmaya başladılar. Psikolojiyi dini açıdan değerlendirirken din psikolojisi bakışı ile değerlendirmek eksik kalmaktaydı. İnanç psikolojisini anlamadan din psikolojisini anlamamız mümkün değildi. Genetik bilimin gelişmeleri birçok eski soruya yeni cevaplar verecek gibi gözüküyor. İnanma ihtiyacının genetik korelatları, insan beyninin çalışması ile davranış ilişkisi artık nörogörüntüleme teknikleri ile ölçülebiliyor. Ruh gerçeğini akla yaklaştıran kuantum dinamiğinin, enerji tabanlı bir evrenin ruh programını anlamamızı kolaylaştırdığını söyleyebiliriz. Bediüzzaman’ın “Görünmemek olmamaya delil olamaz.” sözü ile ifade ettiği deneyüstü gerçeklik olan ve akıl gözü ile görülen ruh gerçeğini anlamaya çalışmalıydık. Cenab-ı Hak “Bilinmiyordum bilinmek istedim.” derken, bizim onu anlama çabamız ve bunun için pozitif bilimi kullanmamız marifetullah yolunda ilerlemek olarak düşünülmeliydi. Hz. Peygamber’in davranış modellerinin analizinin yapılması ile aslında insanoğlunun mutluluk sırlarının analizinin yapıldığı bir gerçekti. Bu konuda Malik Bedri, Gazali gibi pek çok kaynaktan örnekler vererek Batı düşünce sistemini Freud, Beck gibi psikoloji bilimini nasıl etkilediklerini anlatıyor. Tefekkür yani derin düşünce ile zihin beden ilişkisinin daha iyi anlaşılması tıpta devrim niteliğinde değişiklik yaptı. Cerrahinin bulunması, penisilinin bulunması ve zihnin bedeni etkilemesinin bulunması tıpta üç devrimsel olaydır. Böylece tefekkürün, yazarın ifadesi ile hem “sınırlanmamış” masıbir ibadet olarak tanımlan hem de insanın bu dünyada saadetine veya şekavetine vesile olmasının anlaşılması İslam kaynakları ile örtüşüyordu. Yazar modernizmin reddettiği dini değerlerin yeniden keşfedilmesine katkı sağlayacak bu eseri yazmakla önemli bir ihtiyacı karşıladı. Sekülarizme indirgenmiş dünyevilikle dünyayı fiilen terk ettiren mistisizmin, aslında birbirine ihtiyaçları olduğunun ortaya çıkmasına hizmet ettiği için sayın yazara teşekkür ediyorum. Bu kitabı “İnanç Psikolojisi” isimli kitabımla ilgilenenler için yeni açılım getirmesi nedeniyle tavsiye ettiğimi belirtmek isterim. Allah’a yabancılaşmanın kötü sonuçlarını yaşayan ve varoluş bunalımını aşamayan çağımız insanına nefes aldıracak bu kitabı hararetle tavsiye ederim.

‘Hakikatin yolunu ve yönünü şaşırdığı bir dehlizden sizi tutup çıkaran nedir? ERTAN HALİT AKSAKAL

B

u sorunun cevabı çokta kolay olmasa gerek veya verilebilecek ne kadar çok cevap var diye düşünmeli. Bizi bu meçhul gidişattan tutup alan bize yön veren gerçeklik nedir? Bizim hakikat avcılığımız mı yoksa sıradan olmayışımız mı? Belki de hiçbiri; toplumsal tesadüf yada hakiki manada bir tevafuk bizi gerçeğe, bir olana çeken. Her ne olursa olsun insanın (bizlerin) hakikat karşısında duruşu asıl olan gerçeklik. Buradan yola çıkarak hakikati arama ve bulmaya çalışma olarak çıkıyor karşımıza kitap. Dışarıda akıp giden başı ve sonu birbirine karışan bir dünya ve insanoğlunun evrene, eşyaya bakışı, algılaması ve yorumlaması. Bu gerçeklik üzerinden kurgulanan roman dili, anlatımı, bakış açısıyla farklı bir pencere açıyor okuyucuya. Yazarın yaklaşık yirmi beş yıl önce adını koyduğu ama yazmanın çok sonraları gerçekleştiği bir roman yada en doğru biçimiyle deneme. Eski ile yeni çatışmasını birinci ağızdan okuyucuya anlatıyor. Yazar yeniyi, batılılaşmayı temsil ettiği edebiyat öğretmeninin karşısına doğulu bir o kadar gelenekçi Ozan’ı çıkarıyor. Kitap çatışmalar düş kırıklıkları üzerine kuruluyor. Özellikle eski ve yeni. Bu en çok kişilerin yazılı eserlere olan bakışında ortaya çıkıyor. Edebiyat öğretmeni batının kötü bir kopyası Romeo-Juliet’le çıkıyor karşımıza. Ona göre çağdaşlığın simgesidir. Yenidir, popülerdir, en güzeldir. Dahası eskiye ait ne varsa bir kenara bırakılmalı yeni olan alınmalıdır. Dinsel bayramlar mı o da ne? Tekdüze, sıradan ve sıkıcı. Hâlbuki balolar özellikle Cumhuriyet Baloları tam bir çağdaşlık vesikasıdır. Olması gerekende budur. Diğerleri ise olsa olsa geri kalmışlığın bağnazlığın simgesi olabilir. Ozan’ın düşünceleri ise tam aksine ne varsa eskide, gelenekte vardır. Sevginin en soylusu ve yakışanı Mecnun’da vardır, Mevlana’da vardır, Yunus’ta vardır. Fuzuli varken Shakespeare okunmamalıdır. Çünkü ahlak ve erdemlilik gerçek egemenlere özgü değerlerdir. Egemenliklerini ruh asaletlerini yitirenlerin kendilerine özgü bir değerleri de olamaz. Birer maymun gibi efendilerinin taklitçisi ve oyuncağı olmaktan başka bir şey yapamazlar. Bu yüzden kopya, taklitçi bir eserdense hakiki eser en güzelidir. Bir defa içinde aşk vardır. Her şeyde ve her yerde olduğu gibi. Ama nasıl bir aşk. İçinde cinselliği barındıran bir aşk mı yoksa İlahi huzurda boynu bükük, dermansız dizlerle kapına geldim bunca günahla bağışlanmamı dilerim mi demektir. Güneş ve ay gibi her şey Allah’ı tesbih eder. İnsanı yola getiren ona şekil veren yegane şey aşktır. Mecnun’da Leyla, Kerem’de Aslı, olursa da Romeo’da Juliet olmalıdır. Ama en önemlisi tüm bunların anlatmak istediği İlahi aşk olmalıdır. Yani Allah aşkıdır, baki olanın sevgisidir. Bir ölümlünün değil ölümü de varlığı da yaratanın sevgisidir. Tüm bunların sonunda yukarıdaki sorunun cevabını düşünmeden edemiyor insan. Bunların hepsi bir rastlantısal mı yoksa bir yazgının ürünü mü? Yada arayanlar bulamazlar lakin bulanlar arayanlardır mı demeliyiz. Ve son olarak her ne kadar yeni karşısında tutunmaya çalışsa da yazarın sözü, son sözümüz olsun: ‘Özünde cevher olanın izhara(reklama) ihtiyacı yoktur.’


kitap fikir VEYSEL CAMGÖZ

İ

zzet Derveze’nin II. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’de (Bursa) kaleme aldığı Kur’an’ı Anlamada Usûl (el-Kur’anûl-Mecid) adlı eser ülkemizde ilk olarak Haziran 1997’de (İstanbul) Ekin Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabın ikinci baskısı (tahlil ettiğimiz) Nisan 2008’de yapıldı. Kitabı Arapça aslından çeviren Vahdettin İNCE. Kitap, yazarın kısa biyografisi, yazarın kendi sunuşu, asıl bölüm ve sonuç kısmıyla toplam 251 sayfa. Kitabın amacı aslında kitabın adından anlaşılıyor: Kur’an’ı anlamada usûl... Yazar Kur’an’ı doğru şekilde anlamak için kendince bir yöntem oluşturmaya çalışmış. Daha çok yazılan tefsirlerin eksikliklerini veya hatalarını göz önüne vererek bunu yapmış. Bir nevi tefsir usulü denemesi... İzzet Derveze, kitabın sonunda da özetlediği ideal tefsir taslağını kitap boyunca örneklerle çok güzel bir şekilde açıklamış. Bununla birlikte kitap yalnızca tefsir usulü taslağını barındırıyor. Okuduğumuz kitabın zihnimizde tamamlanması için taslağını verdiği tefsir usulüne uygun yazdığı Et-Tefsir-ul Hadis’i okumamız gerekir. İzzet Derveze, kitapta neredeyse okuyan herkesin anlayabileceği bir dil kullanmış. Akademik bir lisan yok kitapta. Bu da geniş okuyucu kitlesine ulaşmasına vesile oluyor. Bununla birlikte bu kitaptan bir şeyler alabilmek için okuyucunun en azından Kur’an’ın mealine vakıf olması gerekir. En az bir tefsir okunmuşsa kitabın daha anlaşılır olacağına eminim. Kitabın içeriğiyle ilgili olarak şunları söyleyebiliriz: Eser dört ana bölümden ve onların alt bölümlerinden oluşuyor. Birinci bölüm, Kur’an’ın Üslubu, Vahyedilişi ve Tefsiri; ikinci bölüm, Kur’an’ın Cem’i, Tedvini, Okunuşu, Mushafların İmlası ve Düzenlenmesi; Kur’an’ı Anlamanın ve Tefsir Etmenin İdeal Yöntemi; dördüncü bölüm, Müfessirlerin Kitaplarına ve Metodlarına İlişkin Yorum ve Görüşler. Bu ana başlıkların da en az 8-10 alt başlığı var. İlk bölümde Kur’an ve Müslümanların etkileşimi, Kur’an’ın çağrısı, üslubu, belagati, manevi etkisi gibi konular üzerinde durulmuş. Kur’an’ın çağrısının akıllara ve kalplere yönelik olduğu, Kur’anî mesajın hak esaslı oluşu ve doğruluğunun kanıtlanmasında mucize ve olağanüstülüklere ihtiyacı olmadığı, Kur’an’a kendine özgü bir üslup gözüyle bakılması gerektiği, Kur’an’ın etkileyiciliğinin sadece belagatiyle olmadığı onun manevi etkileyiciliğinin de olduğu, yine fetihlerin sadece güç ve kuvvetle olmadığı Kur’an’ın kendi etkileyiciliğiyle olduğu, fetihlerin asıl amacının İslami davetin özgürce yürütülmesi için uygun bir ortamın hazırlanmasına yönelik olduğu Kur’an’dan sureler ve hadislerle açıklanmaya çalışılmış. İkinci bölümde daha çok Kur’an’la

Kur’an’ı Anlamada Usul ilgili teknik bilgiler tarihi gelişimi içinde verilmiş. Kur’an’ın toplanması, toplanmasındaki tarihi gerçekler, ihtilaflar, sonrasında söylenenler; Kur’an surelerinin sıralanışı, okunuşu, imlası, besmelenin yeri gibi... Bu bölümde Kur’an’ın indirilmeye başlanmasından günümüze kadar Kur’an’la ilgili ileri sürülen farklı görüşlerin hepsi özetlenmeye çalışılmış. Üçüncü bölümde eserin amacı ortaya çıkıyor: Kur’an’ı anlamanın ve tefsir etmenin ideal yöntemi. Birinci ve ikinci bölümler aslında hazırlık aşamasıdır. Kur’an’ı şeklen ve içerik olarak tanıma girişimidir. Bu bölümde ise yazar ideal tefsirin temellerini atmıştır. Kur’an’ın en iyi şekilde tefsir edilebilmesi için peygamberimizin hayatını ve yaşadığı çevreyi, Kur’an’ın dilini ve özelliklerini iyi bilmemiz gerektiği söylenir. Özellikle “Kur’an’ın Dili” bölümünde yazar “... Kur’an’ın dili Peygamberimizin yaşadığı toplumun diliydi. / ... Kur’an’, hitap ettiği toplumun anlayışının ötesinde bir takım şifreler ve muammalar içermiyordu.” diyerek sair müfessirlerin Kur’an’ın dili üzerine uzun uzun olağanüstülükler atfetmelerini, onu anlaşılmaz kılarak yüceltmeye çalışmalarını eleştirmiştir.

19

www.kitapfikir.com

Çünkü Kur’an kendisinin apaçık bir dille indirildiğini söyler. Yine bu bölümde yazar Kur’an kıssaları, melekler ve cinler, ahiret hayatı, Kur’an’da evrensel sahneler ve yasalar, Allah’ın zatı, Kur’an bölümlerinin sürekliliği ve akışı son olarak da ideal tefsirin de temelini oluşturan Kur’an’ın Kur’an’dan anlaşılmasını ele almıştır. Dördüncü bölümde yazar bazı müfessirlerin eserlerine ve tefsir usullerine dair yorumlar yapmış. Aslında bu bölüm bir Kur’an tefsirinin nasıl olmaması gerektiğiyle ilgilidir. Birçok farklı müfessirin ayet ve surelerin nüzul sebebini farklı farklı naklettiği, bu nüzul sebeplerinin tam olarak bir eleştiriden, arındırmadan geçirilmediği için de birçok kez ayetlerin ruhuna aykırı unsurlar taşıdığı, böylelikle maksadı aştığını söylenir. İkincisi önceki dönemlerde yapılan tefsirlerde rivayetlerin büyük bir yekün tutması meselesidir. Nüzul sebepleri gibi ayetler yorumlanırken aslı esası tam olarak belirlenmemiş hatta cerh edilmiş rivayetlerin çok rahat bir şekilde tefsirlerde yer aldığı örnekleriyle birlikte bildirilmiş. Daha sonra yine müfessirlerin Kur’an’da anlatılan kıssaları hiçbir kati delile dayandırmadan yorumladıkça yorumladıklarını, ne Kur’an’da ne hadislerde olmayan birçok bilgiyle şerh etmeye çalışmalarının okuyucuların zihinlerinde açtığı yaraları yine delilleriyle ortaya koymuştur. Üçüncü mevzu cinler ve melekler üzerine müfessirlerin yorumlarıdır. “Adem cennetten indirilirken yanında demirden yapılmış beş şey vardı: Örs, kerpeten, çekiç, iğne ve yüksük. Bir görüşe göre, yanında ustura ve ip de vardı.” Bu ve buna benzer bir sürü mesnetsiz ve akla sığmayan yorumlarla cinler ve melekler Kur’an ve sünnette olmayan şeylerle yorumlanmaya çalışılmış. Dördüncü sorun belki de en büyük sorun yazılan tefsirlerin mezheplere göre farklılık göstermesi. Müslümanlar kendi fikir dünyalarına Kur’an’ı uydurmaya çalışarak İslam’a vermiş oldukları zararın farkına bile varmamışlardır.

Beşinci önemli mesele de Kur’an’ın birtakım sembolleri, sırları, batıni anlamlarının oldukları düşüncesidir. Yazar bunu kesin bir dille reddeder. İzzet Derveze “Kur’an’ın zahiri anlamından farklı ve ona ters düşen bir de batıni anlamının olduğu safsatasını yaymak, böylece insanları Kur’an’dan soğutmaktır.” diyerek Müslümanların Kur’an üzerine düşünme ve anlama uğraşılarının sekteye uğratıldığını söyler. Yine bu bölümde müfessirlerin ayrıntılara ve tekrara dalmaları, Kur’an’ın bir kerede indiğine ilişkin görüşleri, Kur’an’ın sadece anlamının vahiy olduğuna ilişkin görüşleri, Kur’an’ın mahluk olduğuna ilişkin görüşleri ve bu görüşlerin ortaya çıkardığı ihtilaf ve etkilerin neler olduğu yine örneklerle ortaya konulmuştur. Sonuç bölümünde yazar, özellikle kitabın 3. ve 4. bölümlerinde tefsir kitaplarında gördüğü eksikliklere binaen yapılması gereken ideal tefsirin ana başlıklarını 10 maddede özetlemiş. Her ilmin kendine has bir usulü vardır. Bu usulü bilmeden o ilme dalmak kılavuzsuz, bilmediğin bir yola çıkmak gibi olur. İzzet Derveze elimizdeki kitapla bize ideal bir tefsirin usulünü, olması gereken şeklini vermeye çalışmış. Eğer bu alanda okumalar yapılacaksa muhakkak bu kitabın okunması gerekir. Yanımıza samimi bir kılavuz almış oluruz tefsir deryasına dalarken.

Yenİ Zamanlar Yayın - Dağıtım

Tel-Faks: 0212 511 37 86 Alemdar Mah. Himaye-i Etfal Sok. Aydoğmuş Han 7/G Cağaloğlu - İst.


20

www.kitapfikir.com

NASIL

NECİP EKENEL

İ

nsanlar dünyaya ilk geldikleri andan itibaren bir şeyler öğrenmeye başlarlar. Bu öğrenme süreci, hayat ölümle bulununcaya kadar -hatta ahirette de- devam eder. Öğrenmenin iki yolu vardır: Birincisi, deneme-yanılma yöntemiyle bir şeyin ne olduğunun, nasıl olduğunun, niçin olduğunun öğrenilmesi; İkincisi ise, daha önce deneme-yanılma yöntemi kullanılarak elde edilmiş bilgilerin devşirilmesidir. İnsan hayatı tetkik edildiğinde, devşirilen bilgilerin bir hayli çok olduğu gözlenir. Bu devşirme işlemi gerek görüp taklit etme, gerek sözlü iletişim, gerekse de okuma ile oluşur. İnsanlık tarihinin tecrübelerinin günümüz insanına en iyi şekilde ulaştığı kaynaklar kitaplardır. Bu veri göz önüne alındığında, öğrenmede okumanın önemi kendiliğinden ortaya çıkar. Okuma yoluyla alınan bilgileri, sadece kitaplardan alınanlarla sınırlamak da doğru değildir. Muhammed Esed, okumayı: “Okumak, bir dış kaynaktan alınan sözleri veya düşünceleri, yüksek sesle olsun veya olmasın, ama anlamak niyetiyle bilinçli olarak zihnine nakşetmeyi ifade eder” şeklinde tarif eder.* Okumak eylemi, etrafta var olan sembollerin çözümlenmesi ve bu çözümlemelerden anlam çıkarmak olarak tanımlanabilir. Bu makalede incelenecek olan okuma türü, yazılı simgelerin çözümlenmesi ve bu çözümlemelerden anlam çıkarma şeklinde tanımlanabilecek olan metin okumalarıdır. Birinci kısımda, okuma hızına göre, ikinci kısımda ise okuyucunun amaçlarına göre okuma çeşitleri incelenmiştir. Üçüncü kısımda, etkili bir okumanın nasıl yapılabileceği sorusuna cevap aranmıştır. Bu çalışmadan beklentimiz, Rahman’ın kitabını daha iyi anlamaya vesile olması için, iyi bir okuyucu olmanın yollarını aramaktır. Rabbimizin bizi bu hedefe ulaştırmasını dileriz. OKUMA HIZINA GÖRE OKUMA ÇEŞİTLERİ Okuma hızı göz önüne alındığında okuma, göz gezdirme, ağır okuma, normal okuma ve hızlı okuma olmak üzere dört çeşittir. Şimdi bunları inceleyelim: Göz Gezdirme: En hızlı okuma şekli olup, bir kitabın içinde aranılan konunun mevcut olup olmadığını anlamak veya yazının plânını ve ana hatlarını bulup çıkarmak yahut da kitabın kıymet ve faydalılık derecesini tespit etmek amacıyla yapılan okumadır. Kaynakların göz gezdirme usulü ile taranması, hem o an üzerinde çalışılan konu için daha etkin bir okuma olanağı sağlar, hem de daha sonraki okumalar için hangi kitapta ne olduğunun kabaca bilinmesi gibi bir kazanım oluşturur. Tanımdan da kolayca anlaşılacağı üzere, bu tür okumalarda somut bilgi edinmek birincil amaç değildir. Ağır Okuma: Kelime ve ibareler üzerinde durup düşünerek okuma olup, zor ve anlaşılmaz bir konuyu okumak, yazılan bir yazıyı eleştirmek, konuya ait yeni bir fikir, bir çözüm metodu bulmak gerektiğinde kullanılmalıdır. Okumanın ağırlaş-

kitap fikir

?

OKUMALI İnsanlar dünyaya ilk geldikleri andan itibaren bir şeyler öğrenmeye başlarlar Bu öğrenme süreci, hayat ölümle bulununcaya kadar -hatta ahirette dedevam eder.

ması, kavramlar üzerinde düşünmek, bilinmeyen kavramları anlamaya çalışmak, gerektiğinde not almak, diğer kaynaklara bakmak vb. sebeplerden kaynaklanır. Bu tür okumada somut bilgi toplama birincil amaç olduğu için, sonuçta bilgiye ulaşılır. Ulaşılan bilgi, salt başta ulaşılmak istenen hedef bilgi değil, birçok yeni bilgidir. Normal Okuma: Metinde atlamadan, bir mevzuu tam olarak anlamak, bilgi toplamak, özet çıkarmak vb. amaçlar için yapılan okumadır. Ağır okumadan farkı, okuma yapılırken tek bir kaynağın üzerinde fazla düşünülmeksizin ve yardımcı kaynakları kullanmak- sızın yapılan okuma olmasıdır. Genelde okumalarımız bu tarzdadır. Hızlı Okuma: Metinde atlama yaparak süratle okumaktır. Teferruatın önemli olmadığı, bilinen bir konuda bilginin tazelenmek istendiği veya bir soruya cevap arandığında bu tür okuma yapılır Okunan eserin hafif olması durumu veya haber alma amaçlı mecmua okumalarında da bu yöntem kullanılır. Hızlı okumada, somut bilgiye ulaşmaktan çok, haberdar olmak, bilgi tazelemek hedeflenir. Bu hedeften yola çıkıldığı için de, sonuçta var olan bilginin tazelenmesi önemli bir kazanımdır. Göz gezdirmekten farklı olarak eserden daha fazla bölüm okunur ve salt ‘ne var?’,

‘ne yok?’ sorularına cevap aranmaz. OKUYUCUNUN AMACINA GÖRE OKUMA ÇEŞİTLERİ Okuma eylemi için farklı bir sınıflandırma da, okuyucunun amacı esas alınarak yapılabilir. Böyle bir sınıflama şu alt başlıklardan oluşur: Hastalık olan okuma, zevk için okuma, çalışma için okuma. Şimdi bu başlıkları biraz irdeleyelim. Hastalık Olan Okuma: Okuyucunun amacı, bir şey öğrenmek ya da haberdar olmaktan çok, okumaktır. Bu tür okuyucu için ne okuduğunun bir kıymeti yoktur. Okumayı, kendisini kurtaran bir afyon gibi algılar ve önüne çıkan her şeyi okur. Kendi düşünceleriyle bir an olsun ilgilenmez; yazarın düşündüğü gibi düşünür. Okuduklarını yorumlamaz, düşüncelerinde yer vermez, bilgiyi kendine mal edemez. Bütün bu anlatılanlardan sonra şu rahatça söylenebilir: “Böyle bir okuma yapacağına hiç okuma daha iyi!” Bir bilgisayarın hafızasındaki bilgi, bilgisayara fayda vermese de en azından insanlara bir şeyler verdiği hâlde, bu insanlardaki bilginin hiçbir insana faydası yoktur. Bu hastalık, iyi bir okuyucu olma uğraşı veren her insanın yakalanabileceği bir marazdır. Bundan sakınmak için, oku-

nan kitaplardan sonra ‘bana ne var?’ sorusuna cevap aranmalı ve eğer cevap ‘hiç’ ise, o kitabın etkisinden kurtulunmalı, yeni ve faydalı olacağı umulan bir okumaya geçilmelidir. Zevk İçin Okuma: Başlıktan da anlaşılacağı üzere, gaye, okunan şeyden zevk almaktır. Kendisinden zevk alınabilecek her şey okunabilir. Farklı bir serüven, farklı bir yaşam standardı, gülmek, hüzün, heyecan arayanların yaptığı okumalardır. Bu tür okumada insanın en azından bir hedefi vardır ve o hedefi gerçekler. İyi bir okuyucu olma arzusu taşıyanların, zevk için okumaktan çok, okumaktan, yeni bilgiler edinmekten zevk almayı öğrenmesi gerekir. Bunun yolu da, okuduklarımızın bize ait olmaları için devşirdiğimiz bilgileri yaşama ve insanlara ulaştırma gayreti içinde olmamızdan geçer. Çalışma İçin Okuma: Bu, okumanın asıl gayesi okunandan bir şeyler almak olduğunda ulaşılan noktadır. Eğer niyet gerçekten çalışmak ise, bunun belirli ilke ve hedefleri olmalıdır. Ancak iyi belirlenmiş hedefler ve sağlam ilkeler etkin bir okumayı meydana getirir. Etkin okumanın ilkeleri bir sonraki bölümde inceleneceğinden, bu bölümde, çalışma için okumanın hedeflerinin neler olabileceğine kısaca değinilecektir.


kitap fikir k Belirli Bir Bilgiyi Bulmak İçin Okumak. Böyle bir hedefi olan insan, daha ziyade hızlı okuma ya da göz atma yöntemlerinden birini kullanır. Amaç, ya aranan bir kavram, tanım, formül, tarih gibi olguları bulmak ya da eserin ana fikri hakkında bir bilgi sahibi olmaktır. Bu tür okumada içindekiler, indeks, giriş, ön söz, sonuç, değerlendirme yazıları, bölüm girişleri önemli birer araçtırlar. k Anlamak ya da Ders Çalışmak İçin Okumak. Bir sonraki bölümde üzerinde duracağımız etkin okumanın ilkeleri bu tür okumaya hitap eder. Burada eser, kendisinden bir şeyler almak, bazı soruları cevaplamak için okunur. Normal okuma ya da ağır okuma yapılır. k Yönergeleri Anlamak İçin Okumak. Bir şeyin nasıl yapıldığını veya nasıl kullanılacağını öğrenmek için yapılan okumadır. Ağır okuma yapılır. Gerektiğinde uygulamalarla desteklenir. Okunan her şey anlaşılmalı ve hafızada kalmalıdır. Bir kullanım kılavuzunu okumak bu türdendir. k Eleştirmek İçin Okumak. Eserin tenkit veya taltifini yapabilmek üzere yapılan okumalar bu türdendir. Bu tür okuma, anlamak için yapılan okumaya göre daha çok zihinsel çaba gerektirir. Eleştirmek için okumanın sıkça yapılması, eleştirel düşüncenin gelişmesini sağlar. Yalnız, eleştirel okumak ile eserde yanlış aramak asla birbirine karıştırılmamalıdır. Bir metnin eleştirisini yapabilmek için, öncelikle metnin iyi anlaşılması gerekir. Bir sonraki aşamada yazarın iddialarının delilleri belirlenmeli ve varsayımları tespit edilmelidir. En son olarak okuyucu, kendi görüşünü delilleriyle belirlemelidir. Bu görüşün yazarınki ile aynı veya farklı olması gerekmez.

ETKİN OKUMA Her insan, yaptığı işten yüksek verim almak için yenilikleri takip etmeye çalışır. Okuma eyleminin veriminin artması için herkes kendine bir yol çizmiştir. Burada anlatılanlar genel itibarıyla bir hatırlatma şeklinde olacaktır. Etkin okuma ilkelerinin daha iyi anlaşılması için, başlıkları madde madde incelemeyi tercih ediyoruz. k Sürekli İlgi ve Okumada Süreklilik: Etkin bir okuma için süreklilik çok önemlidir. Kesintilerle yapılan okumalar her zaman bu kesintilerin izini taşır. Okumanın sürekli olabilmesi, ilginin sürekli olmasıyla sağlanır. İlginin azaldığı anlarda başlangıçtaki hedeflerin hatırlanması, ilginin tazelenmesi için iyi bir yardımcıdır. Eğer okuma eylemi için zaman aranıyorsa, mutlaka kesintiler yapılacaktır. Etkin bir okuma yapmak isteniyorsa, kesinlikle okumaya zaman ayrılmalıdır. Ayrılan zaman günün belli bir vakti olabileceği gibi, herhangi bir saatte fakat belirli bir miktarda da olabilir. En meşgul insan dahi günde en az 30-40 sayfayı rahatlıkla okuyabilir. Bu yüzden Vakit bulamıyorum’ sözü bir mazeret değildir. Sürekliliği sağlayan önemli bir etken de, okunanların hayatta oluşturduğu değişimlerdir. Şu unutulmamalıdır ki, okuduklarıyla medeniyetin gelişmesine katkıda bulunanlar, bilgiyi hafızalarında taşıyanlar değil, bir hedefi gerçekleştirmek için kullananlardır. Kullanan insan mutlaka yenisini isteyecektir. Bu tıpkı gün boyu çalışan insanın iştahının

İyi! bir okuyucu, okuma süreci boyunca zihni aktif tutmalı ve anlamayı kontrol etmelidir. Anlaşılmayan bir kelime, düşünce veya kavram üzerinde anlamayı sağlayacak çeşitli teknikler kullanılmalıdır. Ama şundan kesinlikle kaçınılmalıdır: “Anlamasam da olur!”

21

www.kitapfikir.com

gün boyu yatan insanın iştahından daha fazla olması gibidir. İnsanların en çok tat aldığı yiyecekler, yorgun ve aç olduklarında yedikleridir. Şu şekilde belirlenmiş bir hedefin, sürekliliği sağlamaya faydalı olacağını düşünüyorum: “Âlim görünmek için değil, kâmil olmak için oku!” k Ön İnceleme: Ön inceleme, aslında etkili okumaya ön hazırlıktır. Ön inceleme için çeşitli tavsiyeler vardır. Bu tavsiyelerden bir kısmını aşağıda aktaracağız. Şu bir vakıadır ki bir işe başlamadan önce ne kadar iyi hazırlık yapılmışsa, sonuca q kadar kolay ulaşılır. Ön incelemeler asla fuzulî uğraş olarak değerlendirilmemelidir. Tıpkı iş kurmak isteyen insanın yaptığı ön araştırmalar gibi bu hazırlıklar da çok kıymetlidir. a- İlk olarak başlık sayfası okunmalıdır. Bu sayfada, kitabın başlığı ve eğer varsa alt başlık yer alır. Böylece kitabın içeriği hakkında genel bir bilgi edinilebilir. b- Kitabın basım tarihine bakılmalıdır. Böylece verilerin eski mi yeni mi oldukları hakkında bilgi edinilir. Önemli olan kitabın hazırlanma tarihidir. En son basım tarihi bu manada çok bir bilgi sunamaz. c- Kitabın niçin, kimler için yazıldığı ve hangi bölümlerden oluştuğuna dair bilgi verilen ön söz ya da giriş bölümü okunmalıdır. d- İçindekiler kısmını incelemek, içerik hakkında genel bilgiler sunar. Ayrıca, okuma esnasında okunan yerin bütün içerisindeki yerinin tespiti de bu inceleme sonucunda kolayca yapılabilir. e- Varsa indeksin incelenmesi, kitap için önemli olan kavramların hangileri olduğu hakkında iyi bir malûmat sunar. f- Kaynakçanın incelenmesi de ön hazırlık için önemli bir adımdır, Buradan yeni kaynaklara ulaşılabileceği gibi, eserin hazırlanış ciddiyeti hakkında da bilgi elde edilebilir. Bu inceleme belli oranda bir güvenilirlik kıstası da sunar. g- Kitabın arkasındaki yayın evi notu, her ne kadar objektif olmasa da, kitap hakkında özet bilgi almak için başvurulabilecek bir araçtır. h- Yazar hakkında bilgi edinmek de kitabın anlaşılmasına olumlu yönde tesir edebilir. Eğer yazar bir ömrünü kitabın konusu hakkında yaptığı çalışmalara harcamışsa bunu bilmek kitabın etkileyiciliğini artırır. k Okurken Zihinde Anlamayı Kontrol Etme: Tüm kelimeleri? Gözleriyle takip ederek okuyan ve sonuçta kendiliğinden bir anlama oluşacağını düşünen okuyuculara “pasif okuyucu” denir. İyi! bir okuyucu, okuma süreci boyunca zihni aktif tutmalı ve anlamayı kontrol etmelidir. Anlaşılmayan bir kelime, düşünce veya kavram üzerinde anlamayı sağlayacak çeşitli teknikler kullanılmalıdır. Bir sözlüğe bakmak, bütün içinden çıkarım yapmak, başka bir eserden istifade etmek ilk akla gelen tekniklerdendir. Ama şundan kesinlikle kaçınılmalıdır: “Anlamasam da olur!” k Metin Hakkında Soru Sorma ve Cevaplandırma: Anlama sürecinin kontrol edilmesi için uygun sorular oluşturup bunlara kitabın zihinde kalan kısmı ile cevap vermek, verimi artıran faktörlerden biridir. Bu tür sorular cevaplanamıyorsa bunlara cevap verecek şekilde tekrar incelemeler yapılmalı, eğer cevap verilebili-

yorsa bu cevaplar net olmalıdır. Böylelikle bilginin sahiplenilmesi hızlanmış olur. Şunu hatırlatmakta fayda var; sorulan sorulardan bir kısmı mutlaka baştaki hedeflerle alâkalı olmalıdır. k Alt Çizme-Not Alma-Özet Çıkarma: Bu üç unsurun hepsi eserdeki önemli verilere tekrar ulaşmayı kolaylaştıran faktörlerdir. Böylece, bir kitabı tekrar tekrar okumak yerine sadece önemli görülmüş olan bölümlere bakılarak zaman kazanılır. Etkin bir okuma, kalem kullanılarak yapılan okumadır. Okurken önemli görülen yerlerin altının çizilmesi veya sayfa boşluklarına notlar alınması okuyucuyu aktif kılar. Bir cümleyi okur okumaz altını çizmek yerine, bir bütün içindeki yerini algıladıktan sonra çizmek daha etkilidir. Ayrıca alt çizmede aşırılık bu aracın etkinliğini azaltır. Not alan okuyucu, yazarla konuşuyormuşçasına olgulara daha çok yaklaşır ve anlaması daha da artar. Bu yüzden fişlere, deftere veya sayfa boşluklarına not almak, hem okuyucuyu aktif kılacak, hem anlamayı artıracak, hem de tekrarı kolaylaştıracaktır. Özetlemek ise not almak ve alt çizmekten daha ciddi bir çalışmadır. Eser okunduktan sonra ondan bize kalanların kaydedilmesi çalışmasına ‘özet çıkarma’ denir. Cümlelerin okuyucuya ait olması önemlidir. Başlangıç aşamasında alt çizmelerden ve alınan notlardan istifade etmek, özet çıkarmaya alışmayı kolaylaştırabilir. k Belirli Yazarları Tercih Etmek: Birçok yazarı üstünkörü tanımak- tansa birkaç yazar ve birkaç konuyu tercih etmek, etkili okuma için önemli bir. İlkedir. Kitaplar âleminde dolaşılmalı ve oradan dostlar seçilmeli. Seçim yapıldıktan sonra da onlarla kucaklaşılmalıdır. k Kaynak Eserleri Okumak: Tarih sürecinde elemelerden geçerek günümüze kadar etkisini korumuş eserleri okumak, doğru bilgiye ulaşmayı kolaylaştırır. Günümüz yazarlarını okumanın da kendine göre avantajları vardır. Örneğin, meselelerimizin aynı oluşu ve aynı şartlarda yaşıyor oluşumuz birer avantajdır. Ama bu okumalar, bizi asla kaynak eserleri okumaktan alıkoymamalıdır. k Son olarak şu söylenebilir: Başkalarının elindekiler her zaman caziptir. Ama siz kendi elinizdekilere, yani belirlemiş olduğunuz ilgi alanlarınıza, yazarlara, eserlere ve yöntemlere sadık olunuz. Diğerlerininkine özenmek, dağınık bir okuma serüvenini ve sonuçta hüsranı doğurur. Sonuç Daha etkili okuyabilir miyiz? İşte bu sorudan yola çıktık ve bazı cevaplara ulaştık. Bu cevapların içinde gerek bizim tecrübelerimiz gerekse de eserlerinden istifade ettiğimiz insanların tecrübeleri bulunmaktadır. Bu tespitler, okuyucunun kendi tecrübeleri ile çelişip tenkit görebilir. Ama şu bir gerçektir ki, bir işi yapıyorsak verimi artırmanın yollarını aramalıyız. İşte bu gerçeğin anlaşılması, bu çalışmayı asıl hedefine ulaştırmış olacaktır. Kişilere düşen ise, sürekli olarak etkili bir okuma yapma ve aktif bir okuyucu olma aşkını taşımalarıdır. * Muhammed Esed, Kur’an, Mesajı, İstanbul: İşaret Yay., 1997, Alak Suresi


22

www.kitapfikir.com

kitap fikir

Moda ve Zihniyet YUSUF BAYRAM KARABOYUN karaboyun18@gmail.com

Y

azar Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun bu kitabı moda-zihniyet ilişkisini anlatmaktadır. Yazar, modernleşme sürecinde moda-zihniyet ilişkisini konu edinen çalışmasında öncelikle modanın sosyolojik ve psikolojik özelliklerine temas ediyor ve daha sonra Osmanlı cemiyetinin Modernleşme macerasını, moda çerçevesi içinde değerlendirerek, geleneksel zihniyetin modayı kavrayış özelliklerinin üzerinde duruyor. Bu özelliklerin tespit edilebilmesi için devrin edebi eserleri gazete ve mecmuaları gözden geçirilmiş; modaya dair bulunan vesikalar çalışmanın boyutunu kaybetmemek için moda eleştirilerinin zihniyete tekabül edenleri arasından bir seçmeye tabi tutulmuş; konu özellikle kadın giyim kuşamı etrafında incelenmiş. Modanın güzelleştirici bir unsur olup olmadığının sorgulanmadığının tespitini yapan yazar, sorgulanmayışının kitle kültürü ile bağlantılı olduğu kadar aynı zamanda modayı oluşturanların toplumun tercihlerini, moda-demode zıtlığı içinde yönlendirilebilmeleriyle bağlantılı olduğunu tespit edip konunun bu yönünü sosyal değişme ve moda ile modanın psikolojik boyutu içerisinde değerlendirmiştir. Kitap dört bölümden oluşmuş. Modernleşme, Zaman-Zihniyet ilişkilerine genel yaklaşım Modanın psikolojik boyutu Sosyal değişme ve moda ilişkisi Osmanlı sosyal hayatında zihniyet değişimini etkileyen bir faktör olarak moda

emeğine aktarılamadığı zaman, dış güzelliğe olan ilgi doruk noktasına çıkmıştır. Kitap da en genel tanımıyla toplum hayatına girmiş geçici yenilik olarak ifadelendirilen modanın yaygın olarak kıyafet alanında kullanılmakla birlikte çok çeşitli sahalarda ortaya çıktığı teslim edilmektedir: Resim, müzik, ev dekorasyonu, felsefe, psikolojik ve sosyal ilimler, politik doktrinler vs.Bu bölümde zaman-zihniyet ilişkileri değerlendirildiğinden modanın çıkış serüveni zihniyet oluşumunu anlatmıştır. İkinci bölümde; Yazar, modanın ulaşmış olduğu yaygınlık, kitle kültürü ile yakından alakalıdır tespitinde bulunmuş. Ferdin tek başına yapamayacağı pek çok şeyi kitle içerisinde kolaylıkla benimsemesi alt kültürün kitle kültürü içersinde kaybolmasıyla bağlantılı olarak gerçekleştiğini ifade etmiştir. Kitle içerisinde fertlerin zihni seviyelerinin üstünlüğünün pek bir anlamı yoktur. Moda, tüketiciye ulaşana kadar pek

Birinci bölümde; Modernizasyon süreci yalnızca sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yapıları değiştirmekle kalmamış aynı zamanda, bireyin bilincinde epistemolojik ve psikolojik oluşumunda da büyük değişiklikler ortay çıkardığını işleyen yazar; kişilerin giyim anlayışı estetik zevk ve beğenilerini, ekonomik durumlarını, mensubu oldukları ve olmak istedikleri sınıfın ipuçlarını verdiğini belirtip özellik kıyaslaması da yapmış. Geleneksel kıyafetin özelliklerinde kıyafetin statüyü belirlediğini iklim şartlarına göre farklılıklar olduğunu,uzun yıllar tarzda bir değişiklik olmadığını, el işçiliğiyle hazırlandığını ve ahlak kurallarını yansıttığını belirtmektedir. Buna mukabil modern kıyafetlerde; halkın elit giyimini taklit ettiğini, iklim şartlarına göre pek değişkenlik olmadığını, kısa periyotlarla değişiklikler olduğunu, konfeksiyonlarda seri üretim yapıldığını, ahlak kaidelerine uygun olmayıp protestocu tavrın olduğunu belirtmiştir. Modanın sayesinde içsel güzellik el

Modayı giyim tarihinden bağımsız olamayacağını, sanayi devrimi ile Fransız ihtilali’nin kesiştiği noktada başlatmak gerektiğini onun günümüzdeki karakteristik özelliğinin ortaya konması bakımından ehemmiyetli görmektedir.

çok merhaleden geçer. Kitap bu merhaleleri örneklerle ve zihin dünyalarıyla tanımlamıştır. Modayı oluşturanların devamlı yenilikler sunmak zorunda olduklarını, Modayı kitlelere sunan kadroların kitlelerde o yeninin elde edilmesi konusunda suni bir ihtiyaç oluşturulabilmesi için bir dizi organizasyonlar düzenlediğini, Yeni modayı anında takip eden ve kendini seçkinler sınıfında olarak adlandıran sosyete, artist ve sanatçıların her türlü yeniliği anında benimsemeye talip olduklarını, Halk arasında sınıf atlama eğilimi olanlarla alternatifsizlikten dolayı moda olanı giyen gruplar anlatılmıştır. Üçüncü bölümde; Sosyal statü ve moda ilişkisi bağlamında yazar, modernleşme ile birlikte modanın toplumun bütün kesimlerinde görülmeye başlaması büyük ölçüde modern toplumun özelliklerine bağlı bulunduğunu söyler. Modern toplum anlayışı öncelikle endüstrileşmiş toplum olma ile yakından alakalı olduğunu, endüstrileşmiş toplumun özellikleri ise, ulusal pazar oluşturma, iletişimin yaygınlaştırılması, okur-yazar oranının artması, kentleşme ile doğrudan bağlantılı olduğunu tespitini yapmıştır. Modayı giyim tarihinden bağımsız olamayacağını, sanayi devrimi ile Fransız ihtilali’nin kesiştiği noktada başlatmak gerektiğini onun günümüzdeki karakteristik özelliğinin ortaya konması bakımından ehemmiyetli görmektedir. Kırsal kesimden şehre göçün modanın yayılmasına sebep olduğunu nüfus yapısının modanın yayılmasına tesiri başlığı altında işleyen yazar ayrıca teknolojik gelişmelerin, kadının çalışma hayatında yer almasının, turizm hareketinin yaygınlaşmasının moda üzerindeki etkilerinden bahsetmiştir. Dördüncü bölümde; Osmanlı toplumunun kadınları haricinde giyim-kuşamı sınıfsal farklılar içerdiğini olumlu bir şekilde belirten yazar, giysilerin şekilleri üzerinde durmuştur. II.Mahmut döneminde Batılılaşma hareketiyle birlikte Saray teşkilat ve teşrifatı yeniden düzenlenir. Saray mensuplarının, askerlerin, halkın kıyafetinde değişiklikler yapılır. II.Mahmut yarı şarklı yarı garplı bir kıyafet giyer. Halkın başındaki sarığı çıkartıp fes giymesi mecbur tutulur. İlk defa II.Mahmut resmi dairelerde şarap içilmesine müsaade eder. II.Mahmut döneminde Avrupai kılık kıyafet ve ya-

şam tarzının benimsenmesi devlet politikası olarak Batı’nın üstünlüğünün kabul edildiği tespiti yapılıyor. II. Mahmud döneminden sonra geleneksel Osmanlı kıyafeti ile Batı kıyafeti birlikte kullanılırken Meşrutiyetten (1876) sonra daha çok Batı tarzı kıyafetler tercih edilir olmuştur. Erkekler daha çok Tanzimattan sonra Batılı kıyafetlere ilgi gösterirken kadınlar ise daha sonra, Batılı kıyafetleri içeren dergilerin etkisinde kalmışlardır. Artık Osmanlı kendi tarzını kaybetmiştir. Yüzyıllar boyu teferruatlar çerçevesinde değişen Osmanlı kadın kıyafetleri Osmanlı tarzını devam ettirirken 19.asırdan itibaren bu tarz hızla kaybolmaya başlamıştır. II.Mahmut döneminde erkek kıyafetlerinde uyulması mecburi değişiklikler yapılmış fakat kadın kıyafetleri üzerinde doğrudan bir müdahale söz konusu olmamıştı. Buna rağmen kadın kıyafetleri hızla değişmiştir. Abdulmecit’in sarayda kurdurmuş olduğu kadın orkestrası alafranga hayatın boyutlarını kadınlar arasına taşıması bakımından dikkat çekmektedir. Tanzimat ile başlayıp Meşrutiyet dönemlerinde hız kazanmış olan Avrupa modalarına uyma bir milletin kendine has giyim tarzlarını bırakması anlamına geldiğinin tespiti yapılmıştır. Modanın zihniyete tekabül eden yansımasını dönemin romanlarında ve yazarlarının eleştirel tutumlarında da görmek mümkündür. Batılı hayat tarzının yaygınlaşmasıyla bağlantılı olarak yüzeysel bir batılılaşmaya dayanan giyim-kuşam taklidinden öteye gidemeyen davranışların ortaya konması bakımından Ahmet Mithat efendi’nin Felatun bey ve Rakım efendi adlı romanı ve Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba sevdası moda düşkünü erkekleri hicvetmesi bakımından önemlidir. Modaya uyma merkezden çevreye yayılma eğilimini Cumhuriyet rejiminde pekiştirmiştir. Çünkü modanın özel kimliklere tekabül etmeyen beynelmilel havası kıyafet inkılabında Cumhuriyetin aradığı bir güç olmuştur. Bu bakımdan modaya uymak muasır medeniyetler seviyesine çıkmakla bir tutulmuştur. Velhasıl... Zevkler ve renkler, modanın şemsiyesi altına girdiğinde zevkler ve renkler tartışılmaz payesine yükseliyor. Her şey eleştirilirken moda sarsılmayan otoritesini neye borçlu? Belki de bu, modanın tanımlanamamış olmasından kaynaklanıyor. Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun bu kitabı modanın eleştirilebilirliğine ve tanımlanmasına kapı aralamış.


kitap fikir

23

www.kitapfikir.com

Ya Tahammül Ya Sefer! MEHMET GÖZÜTOK memetgozutok@hotmail.com

T

ürk Edebiyatı’na yeni bir soluk kazandıran Mustafa Kutlu’nun Şark Edebiyatı’ndan izler taşıyan (Tasavvufi izler )köylü ve şehirli yaşamından kesitler sunduğu eserlerinden biridir Ya Tahammül Ya sefer... Kutlu, bu eserde inandığı dava uğruna bir araya gelen, aynı fikirleri savunan arkadaşların zaman tünelindeki yolculuğunu içkin anlatımıyla fotoğraflar. Davaya tam anlamıyla adanmış yüreklerin; memlekete sahip çıkacak çilekeş insanların, şu toprakları yeşertecek nesilleri ortaya çıkaracağına hikâyenin kahramanları aracılığıyla değinir. Kutlu, bu eserinde İlhan adlı bir delikanlının hayat serüvenini hikâyeleştirir. Kitapta yetmiş seksenli yıllardaki dava erlerinin hayat serüvenlerini gözler önüne serer. Yetmişlerde davalarına sımsıkı bağlı olanların seksenlerden sonra neler yaptıklarını anlatır. Hikâyenin kahramanı İlhan, babasının bir zamanlar nasıl bir düşünceye sahip olduğunu, kütüphanelerinin tozlu raflarındaki dergilerleri incelerken şahit olur. Babası ve dava arkadaşlarını yazılarından bir bir tanır. Davası için her türlü fedakarlıkları yapan Murat’ı, Kerim’i.

SABAHATTİN NAYİR sebahattinnayir@gmail.com

M

üslümanlığın doğuş öyküsünü Yesrib’de Bahar adlı romanla okuyucuya sunan Ahmed Abd Al Waliyy Vincenzo, Peygamberimizin hayatının merkezine vahyi koyarak Kur’an’ın nazil oluşunu, ayetlerin yazışını ve nihayet Mushaf haline getirilişini olaylar örgüsü içerisinde anlatıyor. Vincenzo, peygamberimizin Mekke’deki davetiyle ilgili haberleri Medine’den hem de heyecanla onu bekleyen küçük bir çocuk olan Zeyd’in gözünden anlatıyor. Allah tarafından peygamberimizin peygamberliğe hazırlandığı gibi Zeyd’de çocukluktan itibaren Vahiy katipliğine hazırlanıyor. Peygamberimizin Medine’ye gelişini okuyucu da Zeyd’le birlikte bekliyor. Klasik siyerlerimizdeki kronolojik anlatım bu kitapta yoktur. Ama

Diğer taraftan doktor Ayhan, bakan Yunus ve babası Asım gibi bir zamanlar ki davalarının tam tersini yapan herkesi. Hayatın gerçeklerinden köşe bucak kaçan insancıkları da tanır. Oysa bu dava arkadaşlarının hepsi gençken davalarını şöyle tanımlarlarmış: “Bizim hareketimiz mesuliyet hareketidir. Davamız hayata uymak değil, hayatımızı hakka uydurmaktır.’’ Yayınladıkları her dergide bir emeğin bir adanmışlığın, bir fedakarlığın izi olduğu yazılardaki paragraflardan, cümlelerden, kelimelerden hatta hecelerden hissedilir. Fakat Murat ve Kerim dışındaki davadaşlar hayatın dişlileri arasında -kendilerinden kaçarak- ezilmiş/ezilmeye devam etmektedirler. Bir de Veysel vardır. İlhan’ın hayatındaki değişimlere sebep olan, davet yolunda dökülenleri eleştiren. Murat‘ın etrafında toplanmak gerektiğini savunan bir üniversite öğrencisidir. Zaman onun aleyhine de işler. Yaşlılık bir gün onun da kapısını çalar. Bir zamanlar eleştirdiği, dama çıkıp merdiveni kaldıranların yolundan yavaş yavaş ilerlemeye başlar. İlhan’ın deyimiyle, “Bilinç altında olan gün gün sivrilip,

patlatılan hayat tarzıdır.’’ bu. Fakat İlhan bu çarkın dişlileri arasında ezilmemek için kendi deyimiyle kelimelerin saltanat kurduğu, kitaplara bile dost olamayan üniversitede öğretim üyesi olma olasılığını da elinin tersiyle iter. Sonuç olarak, sindirilmemiş, hazmedilmemiş bir dava, ne kadar savunulursa savunulsun zamanla bireyi terk edeceğini, bu terk ediş neticesinde dünyanın kölesi olan insanların civanmert dava erlerine her zaman özendiklerini ve yaşam boyu mutsuzluk motifli ‘keşkelerle’ yaşadıklarını bu hikâye ile adeta temaşa ediyoruz. Yazar amacına ulaşmış, hikâyenin ana fikri açık ve anlaşılırdır. Fakat hikâyedeki geçişler, anlatılan karakterler okuyucuda, acaba bir şey mi kaçırdım şüphesine yol açıyor. Sayfalar ilerledikçe bu şüphe bulutu kaybolur. Bazen de kendinizi hikayeyi okumanın zevkinin doruğuna anlatımın güzelliğine kaptırdığınız anda hikaye bitiyor gibi oluyor. Tabiri caizse her bölümde karşınıza çıkan cümleler sizi içine çekebildiği gibi umutlarınızı boşa çıkarıp hikayenin başka bir bölümüne geçirebiliyor...

Yesrib'de Bahar bazen Zeyd rüyasında bazen hayalinde bezen de bizzat yaşayarak siyerin birçok konusuna sahih rivayetlerde karşılaştığımız şekliyle değiniyor. Bunun yanında Zeyd’in hayatını tamamlayan kurgular da roman havasına uygun olarak karşımıza çıkıyor. Yazar bu bölümleri zaten kitabın sonunda belirtiyor. Olaylar çok canlı, yerler bir fotoğraf gibi sunuluyor okuyucuya. Hz. Ömer’in Kudüs’e girişi, oradaki uygulamaları, Peygamberimizin miraca yükseldiği taşın bulunuşu, İsa (as) doğduğu yerin ziyaret edilişi Mescid-i Aksa... Bu olaylar anlatılırken konuya denk düşen ayetlerde beraber veriliyor. Ayrıca yazar, Zeyd’in Kudüs’ten Medine’ye dönerken hüzünle “Ah Kudüs! Ah Kudüs!” deyişini aktararak sanki bu günkü duruma bir telmihte bulunuyor. Romandaki konuş-

malar çok taze ve güncel olarak sunuluyor. Sanki bu sene, bu ay, bu gün yaşanmış gibi. Akıcı bir anlatım, duygulu ayrıntılar... Eşi “Üstelik dahasını yapabilirsin” diye ekledi. Zeyd nazikçe “Ne gibi?” diye sordu. “Hac seferi sırasındaki her bir anı yazıya dök!” “Hiçbir ayrıntıyı atlamadan sana her şeyi anlatacağımı biliyorsun.” “Yaz! Böylelikle yazdıklarını sen yokken de, hatta oğlumuza bile okuyabilirim.” Yazı eylemdir. Hem de kıyamete kadar devam edecek bir eylem. Zeyd’in zekiliği, merakı, duygusallığı, peygamberimize olan sevgisi bütün bunlar onu Kuran’ın Mushaf haline getirilmesinde başrolü oynayan bir konuma yükseltmiştir. Yetişkinlerin mutlaka okuması gerekir. Bununla birlikte liseli gençlerin hem peygamberimizin hayatı hem de Kur’an tarihi açısından zevkle okuyabileceği bu kitap Ahmet Yüksel Özemre Hocamızın çevirisiyle Timaş yayınları arasında yer alıyor.

Bir Adam Girdi Şehre Koşarak MERYEM AKTAŞ

Y

akasına yapışan cümleleri yazmış bu kitaba, Tarık Tufan. Elinden bir türlü kurtulamadığı , içini yiyip bitiren ve belkide yazdıkça yakasını bırakacağı sandığı cümleler kurmuş. Kapitalizmin yüreğinde açtığı derin yaraların acısını anlatmış, hiç geçmeyeceğini düşündüğü acılarını. Naif ve nazik dilini önce gündelikçi kadınlara giydirmiş, sonra da pazar yerlerinden artık toplayanlara. Bunları yazarken birşeylerden rahatsız olmuş yazar. Ve yine birşeylerin yolunda olmadığı kanaatinde. ''Bu ülkenin dününe ait ne varsa bir an için unutsak '' derken bile aslında kastettiği şey işte bu rahatsızlığı. Belki dünyanın belki de insanların bu denli vurdumduymaz oluşu. Yazdıklarının ilkiydi Anna... Pervasızca “Gidelim buralardan Anna.” deyişleri bile bundandı. Kudüs de var! Kudüs sokaklarında koşuşturan çocukların nefessiz kalıp bir kenara yığılması. Aslında sadece Kudüs değil bir çok şey var. Anna'dan tarhana çorbasına, Sartre'dan Paul Virilio'ya, pazardan alış veriş merkezine, Zinnureyn'den Hattab’ın oğluna, kış gecelerinden yazın kavurucu sıcaklarına, anneden babaya kadar bir çok şey. Dar bir yolu yok bu kitabın. Alabildiğine enli, alabildiğine kapsamlı. Amacını kendisinin de belirttiği gibi “En çok tekrarladıklarım en çok ihtiyaç duyduklarımdır. Bir küçük gazete haberini, bir film sahnesini, yolda gördüğüm insanları yazdım.” Sıcak tarhana çorbasını hatırlatıyor sık sık. Tarhana çorbası tadındaki bu kitap...



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.