kitap fikir
Sayı: 4 - Şubat - Mart
www.kitapfikir.com
Dünya Ve İslam Gazetesi’nin Ücretsiz Eki
Küreselleşme sürecinde Türkiye’de İslam
İhtilaf: Uzlaşmazlık Hastalığı
Dar Geçitleri Aşmak
CANER TASLAMAN
Dr. TAHA CABİR ALVANİ
ASIM ÖZ
6
10
18
2
www.kitapfikir.com
kitap fikir
CEVDET DOKSANLARIN İYİMSERLİĞİ, ASIM ÖZ
C
evdet Said’in eserlerinde yansıttığı görüş açısının siyasi olarak, düşünsel olarak sorun addedildiğini, çoğu zaman olmasa da ara sıra şiddetli tartışmalara yol açtığını biliyoruz. Sözgelişi yakın geçmişte Hilal TV’de söyledikleri üstüne politik içerikleri bakımından çelişik yorumlar yapıldı; suskun, kaçak, zalimin ekmeğine yağ süren, haklı… Bazıları onun yaklaşımında Suriye yönetiminin işine yarayan ifadeler buldular. Bazıları da direniş karşıtı bir şeyler bulmanın sevincini yaşadılar. Öyleyse sadece buradaki yaklaşımlardan yola çıkılarak şöyle denilebilir: Cevdet Said bir söylem üretir bu söylem az yada çok içeriktir, örtüktür ve onun hakikatini ele alanlar son tahlilde farklı yorumlamışlardır. Bu yaklaşımın değişik yorumlara yol açması çift anlamlılık, belirsizlik ve arada olmakla öne çıkan her eser/
konuşma/metin için geçerlidir. Yani çoğu eserin içinde yüzdüğü bir öğedir. O yüzden düşünceleri okunaklı kılmak, bir görüş açısını ortaya çıkarma girişimidir. Cevdet Said’in sohbetlerinde tabii bir şekilde söylediklerinin montajından oluşan Değişim Rüzgarları’nın içeriğini belli açılardan irdelemek gerekir. Anlattıklarının tümün içeriğini sunmak gibi bir niyetim yok. Ama Değişim Rüzgarları’ndaki anlatılarının pragmatiğinde örnek bir yaklaşımın minyatürünü buluruz. Nedir anlatılarının pragmatiği? Anlatan ile sözünü ettiği, anlatan ile sözü dinleyen, dinleyen ile anlatıcının sözünü ettiği hikâye arasındaki çok karmaşık bağların tümüdür. Hayatının altmış küsur yılını bildiği doğruları söyleyen bir yaklaşımın gelişimine, yorum ve yayımına adamış olmanın tevazusu vardır. Sadece bunu seviyorsak bile az bir şey değildir bu, dikkate alınması gereken bir mizaç meselesidir. Aslında esas uğraş alanları sadece iktidar sorunsalı etrafında belirginlik kazanan yaklaşımların kavrayamayacağı başka bir düşünsel
tasarımdır. Sohbet havasında Allah’ın kitabından anladıklarını söyleyen Cevdet Said’in konuşmaları belli nosyonlar etrafında döner. Fakat bunların kesin doğrular değil yorumlardan biri olduğunu eklemeyi unutmaz. Doğru olduğunu düşündüğü kanaatler olduğunu belirtir. Sözlerinin üstünde veya sözlerindeki eğrileri düzeltecek yaklaşımlar olduğu takdirde bu yorumlarından vazgeçeceğini her sohbet sonunda vurgular. Onun düşüncelerini bir şekilde gündeme almak gerekir; ama buna vakit var mı, diye de düşünülebilir. Çünkü günümüzde fikirler üzerinde düşünülmez, onlar sadece algılanır. Tedirgin edici olabilir bu tespit ama gerçek böyle.
Bocalama ve Geçiş Dönemine Dair Kitabın adını bir ayetten aldığını belirtelim Araf suresinin 57. ayetinden ona rehberlik etmiştir: “ Yaklaşan rahmetinin önünde müjdeleyici olarak rüzgârları gönderen Odur; yağ-
kitap fikir mur yüklü bulutlar toplandıklarında, onları çorak bölgeye doğru sürükleyip bu yolla su indirelim ve böylece her türlü ürünün yeşerip boy vermesini sağlayalım diye. Ölüleri de işte böyle dirilteceğiz; belki düşünür ders alırsınız.” Değişim Rüzgarları, büyük sorunların, geri kalmışlığın sınırlarının, kambur edici geleneklerin etkisinin yoğun olduğu bir zaman diliminden değişim rüzgarlarının Müslüman dünyada esmeye başladığı bir zaman dilimine geçildiğini ve ümmetin uzun zamandır yitirdiği kimliğini yeniden kazanacağına ilişkin umudun dile getirildiği bir kitaptır. Altı dersten oluşan kitap Cevdet Said’in Bir’-i Acem köyünde yapmış olduğu sohbetlerin ikincisini içermektedir. Kitabın editörlüğünü Muhammed Nefise yapmıştır. İlk sohbeti 17 Mayıs 1993 tarihli olan kitap genel olarak doksanlı yılların genel iyimserliğini yansıtır. O yıllardaki diyalog, hoşgörü, kanun hâkimiyeti, çoğulculuk, silahlı mücadelenin tenkidi, Batının üstünlüğünün kabulü vb kavramlar öne çıkar: “İnsanları hoşgörüye çağırmalı ve affetme kültürü üzerine eğitmeliyiz” sözü bunun en bariz göstergelerindendir. Bir bakıma bocalama ve geçiş dönemine dair okumalarla karşı karşıya olduğumuzu ifade edebiliriz. Öte yandan içinde bulunulan çağın sunduğu imkânlar bilişim çağı olarak olumlanır. İnsanın ilkel hayattan endüstri çağına oradan da bilgi çağına geçtiği söylenirken Kuran’daki
www.kitapfikir.com
İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani’nin terör hakkında yapmış olduğu açıklamalardan yola çıkan Cevdet Said, İran’ın Salman Rüşdi’yi sıkıştırmaktan vazgeçme yönündeki niyetini takdirle karşılamakta ve şu genel yargıya ulaşmaktadır: “İslâm âlemi daha iyiye gidiyor. Bunun için uzun bir zaman dilimine ihtiyacımız olabilir. Çünkü bize çok yalanlar söylendi. Bunun gibi her gün söylenen laflara şüpheyle yaklaşıyoruz.
pernicus diğerinin Muhammed İkbal oluşu manidardır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünü Ad ve Semud kavimlerinin çöküşünden daha büyük bir çöküş olarak değerlendirir. Bunun sebebi olarak da Sovyetler Birliği’nin yer küreyi yıkacak nükleer silahları elinde bulundurmasını görür. ABD’nin ise bu çöküşten gerekli dersleri çıkardığını, Amerikan yüzyılını devam ettirdiğini belirtir. Şiddetli savaşlar isteğinin sonuna gelindiğini düşünür. Bosna savaşında birbirleri katleden insanların mevcut durumların değişebileceğini birbirlerini sevebileceğini söyler ve buna
“Bizler camileri kullanmamız gereken şekliyle kullanmıyoruz. Bilâkis onları fitnenin çıkış merkezi ve illegal kimselerin sığınağı haline dönüştürmüşüz. Oysa camiler yoluyla insanların kalplerine girebilir onlara dinlerini ve dünya işlerini anlatabilirdik.” Cevdet Said genel olarak devrimci değişim stratejilerine mesafelidir. Nasır eleştirisinin yapıldığı şu satırlar bakımdan önemlidir. Ayrıca bu satırlar onun Malik Bin Nebi’den farklılaştığı konuların olduğunu da dikkate almamız gerektiğini hissettir: “ Bizler hala kurtuluşumuzu ihtilalle gerçekleştirebileceğimizi düşünüyoruz. Ancak
DÜŞÜNCELER VE ELEŞTİRİLER kadınla ilgili ayetler bu çerçevede tarihselleştirilerek yorumlanır, kültürel çevreye bağlı iyiliğin örflerle ilişkili olduğu ifade edilir. Müslüman kadınların ehli kitapla evlenmesinin yasaklanmasını, adalet ve iyiliğin egemen olmayışına bağlar. Eğer bu iki değer egemen olursa hüküm konularına giren mevzuların değişeceğini ifade eder: “Kadın sorunu, laf kalabalığıyla çözümlenemez. Ancak uygun şartlar oluştuğunda kendiliğinden çözümlenecektir. Maalesef şimdiye dek bu şartlara ulaşmış değiliz” sözü bu konudaki en net cümlesi olması bakımından önemlidir. Kız çocuğuyla müjdelenen bazı insanların erkek çocukla müjdelendiklerinde yaşadıkları duygunun aynısını yaşamadıkları tenkit edilerek aktarılır. Allah’ın kelamını okuyanların bu tür cahili yaklaşımları hâlâ sürdürüyor oluşları İslâm âleminin olumsuzlukları arasında zikredilir. İslam’ın bilim çağından önce ortaya çıktığı fakat ilim çağını haber verdiği şeklindeki ilerlemeci yorum devreye girer. Bu bağlamda adı anılan düşünürlerden birinin Co-
inanmayanların böyle düşünmelerinin Allah’ın kitabını hakkıyla anlamadıklarından kaynaklandığını ifade eder. Rüşdün yolunun ilim olduğunu söylemesinin akabinde “Müslümanların çoğu, gücü ellerine geçirdikleri vakit, kendilerine muhalif olanların bertaraf edilmesi gerektiğine inanırlar.(…) Bu, o kimselerin cehaletlerinin derinliğine ve marifete ne kadar uzak kaldıklarına işaret eder. Hariciler de aynı tavrı sergilediler.(…) Ali bin Ebi Talip’i öldürmek suretiyle haram işlediler. İşte cahil toplumların raşid halifelere karşı tavırları böyleydi. Ümmet raşid olmadıkça başında bulunan raşid halifeden faydalanmaz. Bunun için yapılacak ilk şey, ümmeti eğitmek ve bilinçlendirmektir.”
Düşünsel Konumların Farklılığı Dünyanın değişmesiyle mücadele araçlarının da değiştiğini fakat Müslüman dünyanın bunun idrakinde olmadığını söyler. Silahla zafere ulaşma düşüncesini olumsuzladıktan sonra şiddet eleştirisi şöyle devam eder:
ben diyorum ki kurtuluşumuz ancak ilimle olacaktır. Cemal Abdunnasır’ın 22 Haziran 1952’de Kral Faruk’a karşı gerçekleştirdiği ihtilal döneminde ben Kahire’deydim. EL-Kütübü’lMısriyye (Mısır Kitapları) yayınevinde oturmuş bir şeyler okuyordum. Görevlilerin kendi aralarındaki fısıldaşmalarından şunları anladım: Krala karşı bir inkılap gerçekleşti.. ve… Ben kendime burada kaç kitap vardır, sorunlarımızı çözebilmemiz için kaç kitap okumalıyız?...diyordum. Ben o zamandan gerçeğimizi değiştirmek ve sorunlarımızı çözebilmek için ilmin gerekliliğine inanıyordum. Ama insanlar Abdunnasır’ın gelmesine sevindiler ve ona iyimser gözle baktılar. Hatta ondan tüm hayatı değiştirmesini beklediler ama hiçbir şey değiştirmeden gelip geçti. Bundan da öte darağaçları kurup birçok insanı sallandırmış ve Yemen’le faydasız bir savaşa girişmişti.(..) Görülüyor ki ihtilal bir sonuç vermemiştir. Ama ilmi ve marifeti emreden Kur’an’ın yöntemleri takip edilseydi kalıcı ve faydalı sonuçlara
3
4 ulaşılabilirdi.” Geleceğin yüce anlamlara gebe olduğu şeklindeki kanaatini, Kur’an’ın “Bekleyedurun”( Enam 168) hitabı çerçevesinde anlamlandırır. İlimden yoksun olma hâlini neredeyse modern eğitimle eş değer gören Cevdet Said ilimden yoksunlukla cahiliye devri arasında doğrudan bir bağ kurar ve bu yorumuyla Seyyid Kutub’tan farklı bir cahiliye kavramı geliştirir. Hatta buradan hareketle şunu söylememiz de mümkündür: Cevdet Said Seyyid Kutub’tan etkilenmiş olsa bile- ki bu yönde kanaatler var- bu belirgin bir hat oluşturacak bir etki değildir. Türkçede belli oranda karşılık bulan selefilik eleştirisi de yapılır. Çağa Müslümanlar olarak girmek istiyorsak selefi düşünceleri aşmamız gerektiğini ve meseleleri onların anladıkları kalıplardan çıkarmamız gerektiğini çünkü onların Allah’ın enfüsi ve afaki ayetlerini anlayacak bilinç seviyesinde olmadıklarını düşünür. İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani’nin terör hakkında yapmış olduğu açıklamalardan yola çıkan Cevdet Said, İran’ın Salman Rüşdi’yi sıkıştırmaktan vazgeçme yönündeki niyetini takdirle karşılamakta ve şu genel yargıya ulaşmaktadır: “İslâm âlemi daha iyiye gidiyor. Bunun için uzun bir zaman dilimine ihtiyacımız olabilir. Çünkü bize çok yalanlar söylendi. Bunun gibi her gün söylenen laflara şüpheyle yaklaşıyoruz. Ta ki bunları söyleyenlerin, söylediklerini, yapan kimseler oldukları belli olsun. Her şeyden evvel doğruyu söylemeli ve söylediklerimizi yapmalıyız. İşte o an Allah’ın ve insanların saygısını kazanacak, yapmadıklarını söyleyenlere karşı muzaffer olacağız.” Dünyanın değişimi ile birlikte Müslümanların hatalarından vazgeçmeye başladıklarını inanma emaresi göstermesi aslında bir yönüyle onun uzun soluklu fikri mücadele anlayışının bazı güncel gelişmeler tarafından sekteye uğratıldığını da anlamamızı sağlar.
Kuranı Anlama, Yayma ve Yaşama Hakikat hakkında ve gerçek hakkında kendi küçük fikrine sahiptir. Allah’ın kitabını gönül ferahlığı ve açık bir zihinle görmeyi önerir. Yaratılışla alakalı ayetleri evren, hayat ve teshir konularını göz önünde bulundurarak okunmasını tavsiye eder. Allah’ı tanımanın zatını düşünmekle değil yarattığı evreni düşünmekle, derinlemesine incelemekle olabileceğini düşünür. Yeryüzünde fesadın yayılmasını dengenin bozulması olarak ele alır ve bunu çevre sorunları açısından düşünür: “Dünyada meydana gelen felaketler, insanların yaptıklarının sonucudur. Özellikle bu musibetlere maruz kalan Müslümanlar yaptıklarından ötürü aşağılanmış ve tüm dünya onları küçümsemiştir.” Kuran’ın konularını Allah, evren, insan, ahret günü, sorumluluk ve hesap günü olmak üzere altı kategoride ele alan Cevdet Said bu konuları işlerken
www.kitapfikir.com
tesbih ve teshir konularına değinir. Kuranı anlama, yayma ve yaşama sorumluluğuna sürekli vurgu yapar. Bunun yanında hadis konusunda eleğinin oldukça geniş olduğunu kendi görüşlerini desteklemek için zayıf rivayetlere bile itibar ettiği görülmektedir. Kuran’ın eski yani geleneksel anlamının dışına çıkılmasının elzem olduğuna değinirken eski müfessirlerin kıyametin yakında kopacağını düşünmelerinden ötürü geçmişin içinde bulunulan bir sonraki günden daha hayırlı gördükleri ve bu konudaki geçersiz rivayetleri sıkça başvurmaktan çekinmediklerini belirtir. Bilimin dinle çeliştiği kabulünün hurafeleri savunmayı beraberinde getirdiğini ve bizi trajik çelişkiler içinde bıraktığını düşünür. Hayata açık bir düşünür olmasından dolayı endişe ve şüphelerin üzerine cesaretle gidilmesini ister: “Dünya Müslümanları, düşünmeyen kimseler olarak bilmektedir. Gerçekten de akıldan yoksunuz. Çünkü çoğu şeyleri anlamıyor, gözlerimizi ve kulaklarımızı kapadığımızdan etrafımızda gelişen olaylara kayıtsız kalıyoruz.” Zulmü ortadan kaldırmak için belli şartlarda far kılınan cihad ve savaş konularına da değindiği satırlar düşünce dünyasının şiddetsizlik boyutu dikkate alındığında ayrıca önemsenmelidir. Şu hemen ifade edilmelidir; Cevdet Said Müslümanların bu konudaki anlayışını İslam’dan tamamen uzak bulur. Silahlı cihad kararının ancak karar mekanizmasına yani devlete sahip olan toplulukların görevi olduğuna işaret eder. Gücümüzün yetmediği şeyleri yapmakla/yapmaya çalışmakla bir çıkış yolu bulamayacağımızı düşünen Cevdet Said, doksanlı yıllarda Afganistan’da insanların birbirlerini öldürmelerini gündeme getirerek görüşlerini somutun eleştirisi üzerinden kurmaktadır. Bunun yanında sözlerinin ulaştığı kişilerden sözlerine cansız ve uyuşuk bir şekilde yaklaşmamalarını istemekte ve iki yüzlülükten uzak davranışlar içinde olmayı önemsemeleri uyarısında bulunmaktadır. Müslümanlara ve inançlarına saldırmayan ve fikirlerini dikte etmeyen kafirlerin yaşama hakkına sahip olduklarına ve onlara kötülük yapmanın doğru olmadığına işaret eder. Ne var ki, açıklayabildiklerini açıklama gayreti içinde olmasına karşın mesele hakkında bilinen yaklaşımların ötesine geçen bir bakışı yoktur. Hele anlattığı satırlar düşünüldüğünde Müslümanların bunlara uzak olduğu düşünülemez. Bazen genellemelerinin kurbanı olduğunu ifade edebiliriz. Müslüman toplumlara gelen kâfirlerin zor kullanmadıkları sürece
kitap fikir
Değişim Rüzgarları Cevdet Said, Türkçesi: Muzaffer Marangazoğlu, Pınar Yayınları,2005,160 sayfa. Değişim Rüzgarları, büyük sorunların, geri kalmışlığın sınırlarının, kambur edici geleneklerin etkisinin yoğun olduğu bir zaman diliminden değişim rüzgarlarının Müslüman dünyada esmeye başladığı bir zaman dilimine geçildiğini ve ümmetin uzun zamandır yitirdiği kimliğini yeniden kazanacağına ilişkin umudun dile getirildiği bir kitaptır. Altı dersten oluşan kitap Cevdet Said’in Bir’-i Acem köyünde yapmış olduğu sohbetlerin ikincisini içermektedir. Kitabın editörlüğünü Muhammed Nefise yapmıştır. İlk sohbeti 17 Mayıs 1993 tarihli olan kitap genel olarak doksanlı yılların genel iyimserliğini yansıtır.
inançlarının propagandasını yapmasında sakınca görmeyen Cevdet Said bu konuda ana izleğinin doğrultusunda hareket ederek Müslümanları eleştirir; onların Kuran’ı öğretme görevini ihmal ederek toplumu cehalete sürüklemiş olmalarını gündeme getirir. Durum bu vaziyetteyken Müslüman toplumlara gelen misyonerlerden şikâyetçi olmanın pek bir değeri yoktur ona göre. Farklı ideolojilere daveti yasaklamak yerine, Müslümanları Kuran ve ilim öğrenmekten alıkoyan engelleri kaldırmak için uğraşılmalı dolayısıyla öncelikli hedef misyonerler değil Müslümanlar arasında ilmi yaygınlaştırmak olmalıdır. İlim ve marifetten uzaklık ümmetin mustazaf konumunu pekiştirmekte, onu dünyadan uzaklaştırmaktadır. Peki sadece Kurana bakmak yeterli midir? Bu soruya olumlu cevap vermez Cevdet Said. Zaten onun selefilerden ayıran yanı da burasıdır. O, insan, evren ve ahreti tanımak için İlahi Kelamla birlikte realiteyi de göz önünde bulundurmanın lüzumlu olduğuna inanır. Netameli konularda konuşurken sergilediği netlik ise sanırım şu hassasiyetinden kaynaklanmaktadır: “Konuştuğumuz şeylerden sorumlu olduğumuzu ve sorulduğumuz zaman inkâr etmeyip sorumluluğunu üstlenmemiz gerektiğini unutmamalıyız. Sorumluluğunu taşıyamayacağımız şeyleri söylemekten çekinmeliyiz. Konuşmadan önce sözlerimden ötürü sorumlu olacağımı düşünmeliyim. Konuşacağım şeyleri savunacak mıyım yoksa onlar için pişman mı olacağım? Eğer söyleyeceğim şeyleri savunabileceksem, onları söylemeli, yoksa onlardan kaçınmalıyım.” Pek çok yazsında ilim üzerinde duran Cevdet Said Müslümanların ilmi öncelemek yerine şiddeti kutsadıkları düşüncesindedir. Bunun içindir ki Müslümanlar ilme değil zulme boyun eğmiş durundadırlar. Kuran ve ilimle başımızı yüksekte tutma sorumluluğunu yerine getiremememize karşın bazı ilim adamlarının-mesela Roger Garaudy- İslam’ı seçmelerinden duyduğu memnuniyeti dile getirmesi farklı anlamalara sebep olabilecek bir yaklaşım tarzıdır. Bir yanıyla kendini haklı kılma diğer yanıyla ezikliğin telafisi. Şu satırlar onun yaklaşımlarını daha da belirgin kılması açısından önemli: “İnsanların kendi inançlarını açıklamalarını ve yaymalarını yasaklayan kimseler, başkalarının fikirlerini kendi fikirlerinden daha güçlü olduğunu sanırlar. Bu da onların kendi dinlerine güvenmediklerini gösterir. Aynı şekilde başkalarının akıllarına da güvenleri yok demektir. Onlar sanıyorlar ki insanlar karşı düşünceyi duydukları an kabul edeceklerdir. Bu da onların peşin yenildiklerinin bir kanıtıdır. Aynı zamanda da dinimize karşı işlenen bir kötülüktür. Bir Müslüman bu dinin yayılmayacağı ve bunu insanların kabul edemeyeceği gibi zanlara kapılmışsa kendi dinine haksızlık yapmış ve güvenini yitirmiş sayılır. İslâm’ın müşriklere kendi yurtlarında galip geldiğini bildiğimiz
kitap fikir halde, İslâm diyarında küfrün İslâm’a durulmaz. Bir program mahiyetinde galip gelmesinden niçin endişeleni- değildir yaklaşımları, tekillik içinden yoruz.” Cevdet Said, Müslümanların söz alır her zaman. Acil değişim strayenilgisinin neticesinde hâlâ sürdür- tejilerine düzenlenmiş olsa bile burun dükleri yersiz güvenlerini gözden kıvırır. Güce yaslanmanın her yerde geçirmeleri gerektiğini düşünür. ciddi ölçüde adaletsiz etkiler doğurYenilginin sadece askerî bir yenilgi duğunu düşünür. Kendi adıma onu olmadığını bunun her şeyden evvel bu konudaki ümitsiz yaklaşımlarının fikir ve davet bakımından İslâm’ı büyük ölçüde Nasır’ın onun politikayaygınlaştıramamaktan kaynaklanan larının peşinden gidenlerin uygulabüyük bir yenilgi olduğunu düşünen malarına dayandığını söyleyebilirim. Cevdet Said, bütün dünyada Müs- Görüşlerini ağzına tıkamak isteyenlümanların horlanmış olmasını da bununla ilişkilendirir. İslâm’ı Müslümanlara anlatmak gerektiği konusunda Sultan Abdülhamit ve Cemalettin Afganî arasında geçen bir diyalogu aktarır. Rivayete göre günlerden Cemalettin bir gün Sultan Abdülhamit CeAfganî malettin Afganî’ye şu soruyu sormuş: ‘İslâm’ı, İslâm ülkeleri yerine niçin Japonya veya başka ülkelerde yaymıyorsun?’ Cemalettin Afganî Sultan Abdülhamit’in bu sorusuna şöyle cevap vermiş: “Eğer onlar bana ‘Senin milletin bu fikirlere bizden daha muhtaçtır derslerse ben ne diyebilirim” demiş. Cevdet Said bu diyalogta geçen durumun vahametini idrak ettiğimiz zaman gelecekten umutlu olabileceğimiz kanaatindedir. Partizan tutkunun taraf tutuculuğu her zaman bir miktar körlük bahşeder ki, bu da hiçbir şeyi çözmez.
Hem Toparlama Hem de İleri Taşıma Kaybolmuş anlamı yeniden hatırlatarak onu kurtarmak olan teorisyenlik mesleğine göz kırptığı konular da yok değil. Fakat onun söylediklerini doğrulamak için daha az entelektüel olduğu da bir başka gerçek. Malik Bin Nebi düşüncesini hem toparlama hem de daha ileri taşıma yetisini kendi içinde taşır. Medeniyetlerin sadece haklı olmalarından değil bu konuda gerekli olan ilmi faaliyetleri yürüterek başarılı olabildiklerini ifade etmesi bunun bir örneği olarak anılabilir. Fakat buna karşın kendisi düşünsel etkileri bakımından azınlıktır ve sahip olduğu argümanlar özellikle Filistin ve son aylarda da Suriye konusundaki yaklaşımlarından ötürü hiçe indirgendiklerinden daha da ‘itibarsız’ bir hale gelmiştir. Vasat perspektiflere teslim olunmamasına ilişkin yapmış olduğu açıklamalar bir yönüyle seçkinci görülebilecektir. Eğer bir çıkış yolu bulunacaksa, kendimizi afaki ve enfüsi ayetleri okuma konusunda donanımlı kılmamız gerekir vurgusu tekrarlanır. Fakat bunun mahiyeti üzerinde pek
lerin bunu dikkate alması lâzım. Cevdet Said’in, yaklaşımlarının teke indirgenerek sürekli eleştiri konusu haline getirilmesinin hayra alamet olup olmadığı bir yana Malik Bin Nebi anlatısına sahip çıktıklarını ifade eden çevreleri bile çok etkilemediği veya onlar tarafından dikkate alınmadığı görülüyor. Yani okurlar sadece semptomlara değer veriyor ve içeriği büyük ölçüde hafife alıyor. Nitekim Hilal TV’de yapmış olduğu açıklamalar bir yanıyla da şunu ortaya koydu: Televizyona duyulan ilgi kitaplardan daha fazla. Bir yorum tahakkümünün sinizmine maruz kalmıştır. Anlaşıldığı çerçeve susturu/ yorum çerçevesindedir. Zaten süpermarkete dönüşmüş pek çok kitapçıda bulunmaz onun eserleri. En iyisi onun sözleriyle devam etmek: “Hayatta
www.kitapfikir.com
edindiğim deneyimlerden ve günlük okumalarımdan hareketle, Kitabın ayetleriyle bu asırdaki ufukların ve nefislerin ayetlerini bir arada kavramaya çalıştım. Sözlerimi ve fikirlerimi reddetseniz dahi dediklerimi anlamanız beni mutlu kılmaktadır. Beni anlayın sonra reddedin. Fakat asıl sorun anlamadan reddetmektir.Her insanın iyi yanları olduğu gibi kötü yanları da mevcuttur.” Değişim Rüzgarları’nda hoşgörüyü, kardeşliği, şefkati, merhameti yitirme ve unutma halinden söz ederken bunları ihya ederek insanlara hatırlatan kişilerden biri olarak kendisinin “aptallık ve ahmaklıkla” itham edildiğini belirtmesi esasında onun düşüncelerine ilişkin tenkitlerin oldukça eski olduğunu gösterir. Mezhebinin Ademoğlunun mezhebi olduğunu belirttiğinde karşılaştığı eleştirileri şöyle savuşturur. Kalgı ki, bu onun temel tezlerini açıkladığı kitabının adıdır aynı zamanda: “(…) sanki Allah Ademoğlunu affetmeyi ve bağışlamayı zikretmemiş, kini, yalanı ve ihaneti, haram kılmamış gibi bu insanlar söylediklerimi kabul etmeyip bana da cılız, zayıf ve korkak birisi olarak bakıyorlar. Şüphesiz başlangıç biraz zordur. Ancak yönelişimizde sadık olursak ve kendimizi değiştirirsek karşımızdaki kişi samimi bir dosta dönüşüverecek ve kendisine imanın ışığı ulaşacaktır.” Politik yorumu liberal demokrat etiğin sınırlarının ötesine geçmez. Batılı araçların sadece insanları bir yerden başka yere taşımak için icat edilmediğini; bilakis yönetimi bir başkasından devralmak için demokrasiyi ürettiğini düşünür. Paha biçilmez bir değer olarak yöneticileri seçme ve düşürme mekanizmasının insanlar arasında yönetimden dolayı meydana gelen kan dökücülüğü engellediğini, başkanın belirlenmesinde halka seçim hakkı tanındığını söyler. Kitabını şu cümlelerle bağlar: “Demokrasi mükemmel bir sistem olmamakla birlikte içinde bulunduğumuz ayrılık çekişme ve kan dökmekten çok daha faziletlidir.” Oldukça iyimser bir demokrasi tarihi yorumu bu. Yazının girişinde bahsettiğim soğuk savaş sonrası konjonktürü veya doksanların iyimserliği meselesini yeniden hatırlamalı. Her halde önümüzdeki yıllarda demokrasi meselesi Ortadoğu’da gerçek bir soruya dönüşecek ve bunun üzerinden gerekli cevaplar üretilecektir.
5
Müslüman toplumlara gelen kâfirlerin zor kullanmadıkları sürece inançlarının propagandasını yapmasında sakınca görmeyen Cevdet Said bu konuda ana izleğinin doğrultusunda hareket ederek Müslümanları eleştirir; onların Kuran’ı öğretme görevini ihmal ederek toplumu cehalete sürüklemiş olmalarını gündeme getirir.
6
M
ardin -daha önce değinildiği gibiOsmanlı’da, tarikatlar gibi dini kurumların, halkın maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılayarak, sivil toplum kurumlarının vazifelerini kısmen karşıladıklarına; fakat Batı’da olduğu gibi merkezle halk arasında aracılık eden bir ara tabaka vazifesini -Montesquieu’nun sivil toplum tanımına karşılık gelen- göremediklerine dikkat çekmiştir.396 1946 ile başlayan ve 1980’lerde hızlanan süreçle ise İslami kesimin cemaatleri, tarikatları gibi grupları, bu kesimin isteklerini merkeze ileterek merkezin politikalarını etkileyebilecek güce kavuştular. Sonuçta İslami kesimin örgütlenmeleri, Batılı anlamda sivil toplumun fonksiyonlarını karşıladıkça sistemin içinde daha çok güç odakları oldular. Batı’da doğrusal bir tarzda sivil toplumun gücünü arttırmasıyla paralel olarak ilerleyen sekülerleşmeye karşı; Türkiye’de, Batılı anlamda kurumların kurulduğu Cumhuriyet’in başlangıcında, İslam’ın devletin ideolojisinden çıkartılmasıyla İslami kesim güç kaybetti, kurumların Batılı tarza daha çok yakınlaştırılmasıyla ise İslami kesim güç arttırımına geçti. Sonuçta Türkiye’deki modernleşme ve küreselleşme süreçleriyle, İslami kesimin güç kaybetme ve arttırma grafiği paralel değildir; bu süreç Batı’dakinden farklıdır. Modernleşme sürecini evrensel görenler (Batı’daki sürecin her yerde aynı şekilde olacağını bekleyenler); Gadamerci şekilde tekrar ifade edersek, bu “engelleyici önyargı”ya sahip olanlar; Poppercı şekilde ifade edersek “tarihsici” anlayışla evrensel tarih yasalarının varlığına inananlar; Türkiye’nin sosyal-siyasi yapısıyla –demokrasinin ve sivil toplumun gücünün artmasıyla- Batı’ya benzedikçe, İslami kesimin gücünü arttıracağını -aslında İslam ülkelerinin birçoğunda olan demokrasi ve sekülerleşme arasındaki bu paradoksu
www.kitapfikir.com
kitap fikir
Küreselleşme Sürecinde
Türkiye’de
İslam
Şerif Mardin: “Caner Taslaman’ın bu çalışmasını –baştan aşağı okumuş biri olarak- kitap olarak çıkmasını sevinçle karşıladım. Bence bu kitabın en önemli katkısı; İslam’ı sadece bir iman konusu olarak ele almayıp, konuyu geniş bir interaktif iletişim çerçevesi içinde okuyucuya sunmasıdır. Bu konu, nadiren bu kadar geniş bir çerçeve içinde irdelenmiştir. Kitapta, felsefeden sosyal bilimlerin siyaset, sosyoloji ve iletişim gibi dallarına kadar geniş bir alanda çok başarıyla mekik dokunmaktadır.” göremediler. Tam da bu noktada, kendileriyle benzer şekilde “yukarıdan aşağı” değişimden “aşağıdan-yukarı” değişime geçildiğine dair terminolojiyi kullandığım bazı sosyal bilimcilerle farklı olduğum bir hususun -yanlış anlaşılmalardan çekinerek- altını çizmekte yarar görüyorum. Gilles Kepel 1980’lerden önce İslamcı hareketlerin siyasi iktidarı çatışarak, doğrudan ele geçirme yoluyla(Göle bu stratejiyi “devrimci İslam” ve “devletçi İslamcılık” olarak adlandırır), toplumu, sistemi değiştirerek “yukarıdan-aşağı” düzenleme stratejisini benimsedikle-
rini belirtir. Kepel, 1980’lerden sonra ise İslamcı hareketlerin siyasi iktidarı ele geçirmekten çok, karşı cemaatler oluşturarak, bireylerin iç dünyalarını dönüştürme yoluyla (Göle bu stratejiyi “kültürel İslam” ve “sivil İslamcılık” olarak adlandırır), kültürel boyutu ağır basan “aşağıdan yukarı” İslamileştirme stratejisi benimsediklerini belirtir. Bu kültürel ağırlıklı yaklaşımın siyasi bir yanı da olduğu kabul edilir, fakat öncelik devleti ele geçirmek değil, bireyleri dönüştürmektir.397 Oysa ben, Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde siyaset ve bü-
rokrasinin içinde olduğu merkezin toplumu belirlediği yukarıdan aşağı dönemden 1946’dan başlayarak 1980’lerde hızlanarak aşağıdan-yukarı değişim dönemlerine geçildiğini söylüyorum. Bu söylediğim genel sosyal-siyasi tabloyu vermektedir; hiçbir şekildebu yaklaşımımla İslami kesimin, 1980’lerden sonra, “devrimci yukarıdan-aşağı” bir stratejiden “kültürel aşağıdan-yukarı” bir stratejiye evirildiğini söylemiş olmuyorum. Devleti çatışarak ele geçirmeye ve toplumu “yukarıdan-aşağı” düzenlemeye yönelik eğilim, Türkiye’deki İslami kesimin içinde hiçbir zaman
Caner Taslaman Caner Taslaman, ilk, orta ve lise eğitimini doğduğu şehir olan İstanbul’da bitirdi. Kimya mühendisi bir annenin ve doktor bir babanın oğlu olarak küçük yaşlardan itibaren doğa bilimleri ile ilgilendi. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde üniversite eğitimini tamamladı. Üniversite eğitimi sırasında antropoloji, din sosyolojisi, bilgi sosyolojisi gibi alanlarla ilgi-
lendi. Marmara Üniversitesi Felsefe ve Din Bilimleri bölümünde, Big Bang Teorisi‘nin felsefe ve teoloji ile bağlantısı üzerine yaptığı teziyle yüksek lisans, Evrim Teorisi’nin felsefe ve teoloji ile bağlantısı üzerine yaptığı teziyle doktora derecesini kazandı. Daha sonra ise Kuantum Teorisi’nin felsefe ve teoloji ile bağlantısı üzerine yazdığı kitapla doçent oldu. Ayrıca “Kü-
kitap fikir
www.kitapfikir.com
Ebü’l-Alâ el-Mevdûdî
ciddi bir taraftar kitlesi bulamamıştır. Bu yönde eğilim gösteren örgütler olmuşsa da bunların etkisi çok sınırlı olmuştur. Bunun nedenlerini; (a) bu yaklaşımın gelenekten miras alınmaması, (b) dışarıdan ithal edilen bu yöndeki fikri üretimin Türkiye’de ciddi bir etkiye sahip olamaması ve (c) içeride etkili hiçbir grubun bu yönde bir strateji üretmemeleri ve uygulamamaları şeklinde üç maddede özetleyebilirim. Şimdi bu üç maddeyi kısaca değerlendirelim: a. “Devrimci İslam” ve Gelenek Öncelikle “devrimci İslami” hare-
ketlerin Türkiye coğrafyasında tarihsel kökü yoktur. Osmanlı’daki tarikatlar temelde bireyleri dönüştürecek bir sosyal yapıya, geleneğe ve eylem planına sahiptiler. “Nefis terbiyesi”ni merkeze alan bu tarikatlar, devleti yönetecek bir organizasyondan ve söylemden uzaktılar. Devlette etkin olmaya çalıştıkları bazı örnekler olsa da bu hiçbir zaman için sistemi devrimci bir şekilde ele geçirmek yönünde ciddi bir girişime dönüşmedi. Tarikatların söylem ve eylem planı; bir şeyhten kendi halefi olacak yeni şeyhe -eski müride- sözlü gelenekle aktarılmaktaydı. Türki-
Kimdir? reselleşme Sürecinde Türkiye’deki İslam” çalışmasıyla ikinci doktorasını İstanbul Üniversitesi Siyasi Bilimler Fakultesi’nde tamaladı. Oxford’da post-doktora calışmasını yaptı. İngiltere’de Cambridge Üniversitesi’nde bilim-din ilişkisi üzerine seminerlere katılan ve Japonya Tokyo Üniversitesi’nde “misafir akademisyen” olarak bulunan Caner Taslaman’ın, Türkçe, İngiliz-
ce ve Boşnakça olarak yayımlanmış kitapları ve makaleleri bulunmaktadır. Şu anda “modern bilim, felsefe ve din ilişkisi” ile “küreselleşme ve İslam” konuları üzerinde çalışmalarda bulunmakta ve özellikle “Küreselleşme ve İslam”, “Kuran ve bilim”, “modern fiziğin felsefi ve teolojik sonuçları”, ”din felsefesi”, ”bilim felsefesi” “biyoloji felsefesi” gibi konularla ilgilenmektedir.
ye’deki tarikat ve gruplarca aktarılan bu gelenekte ise devleti devrimci bir şekilde değiştirecek söylem ile eylem planı ve buna uygun bir örgütlenme yoktu. İran’da da 1979’da yaşanan devrimin Şiilik’te tarihsel bir kökeni olmadığı söylenebilir; fakat İran’da, bütün halkın etrafında toplanabileceği tek bir otorite (Humeyni) vardı; -“velayet-i fakih”398 teorisinin de desteğiyle- onun bu yöndeki yorumu ve geniş kitlelerdeki etkisi sayesinde devrimi gerçekleştirdi. Oysa Osmanlı ve Türkiye’deki Ehli Sünnet yapının dini grupları açısından olaylara bakarsak; her grubun kendi liderine/ şeyhine bağlı olduğu çok-merkezli toplumsal bir yapı olduğunu görürüz, mürid kazanarak güç elde etmek için birbirlerine rakip de olan bu grupların hepsi ayrı bir güç odağıydı/ odağıdır, bunları merkezi bir güç etrafında toplayacak hiçbir teori/yapı yoktu(r). Tarikat geleneğiyle terbiyesinin ve tarikattaki hiyerarşik yapının bir gereği olarak, birçok tarikatın müridi, kendisini şeyhine “ölünün ölü yıkayıcısına bıraktığı” gibi bırakır ve şeyhini, yaşayan insanların en üstünü, hayatını yönlendirecek en önemli otorite olarak görür(dü). Osmanlı döneminde, merkezi tek dini otorite olan halifenin, bireyler üzerindeki etkisi de tarikatın bağlısı için şeyhinkine göre ikinci plandaydı. Üstelik Cumhuriyet başlangıcında halifelik kaldırılarak, Ehli Sünnet kesim için merkezi konumu olabilecek tek dini otorite yok edilmiş oldu. (Bu kesime ise devletin kontrolündeki bir İslam anlayışını savunan Diyanet gibi kurumlarla nüfuz edilmeye çalışıldı.)
7 Mevdudi ve Kutub’un eserleri bir dönem Türkiyesi’nde büyük yankılar uyandırmışsa da, bu etki hiçbir zaman için Nurculuk ve Süleymancılık gibi Türkiye çapında yaygın-organize bir taraftar kitlesine dönüşmemiştir. Bu düşünürlerin tercüme edilen kitaplarını okuyanlar etkili, devrimle iktidarı ele geçirip “yukarıdanaşağı” düzenleme yapacak bir organizasyon kur(a) mamışlardır. Kısacası miras alınan gelenekte, ne devleti ele geçirmeye yönelik bir eylem planı ve sosyal örgütlenme biçimi ne de devleti ele geçirecek gücü etrafında toplayabilecek merkezi bir otorite vardı(r). Türkiye’deki dini grupların “çok-merkezli dağınık-güçlü” sosyal yapısını analizlerinde göz önünde bulundur(a)mayanların; bir gün Türkiye’de, İran’daki gibi bir devrimin oluşabileceğine dair yanlış kanaatler beyan ettikleri kanısındayım. b. “Devrimci İslam” ve İthal Fikirler: Mevdudi ve Seyyid Kutub** Sonuçta geleneğinden “devrimci İslam” yönünde bir sosyal yapılanma, söylem ve eylem planı devralmayan İslami kesimin; devleti devrimci bir şekilde değiştirebilmesi için bunun için gerekli olanları, Cumhuriyet döneminde bir yerden ithal etmesi veya kendisinin üretmesi gerekliydi. Aslında Mevdudi ve ondan etkilenen –fikirleri hapis döneminde sertleşen- Seyyid Kutub’la dışarıdan gelen bir etki olmuştur.399 Kutub’a göre demokrasi İslam’la uzlaşması mümkün olmayan yabancı bir ideolojidir; fikirleriyle o, İslam’ın beyat ve şûra kavramlarıyla demokrasi arasında olumlu ilişki kuran İslami kesimden düşünürlerden, örneğin Kutub’dan önce Mısır’da yaşamış etkin bir düşünür olan -birinci bölümde incelenen- Abduh’tan ayrılır400 Kutub, Abduh’u, dini anlayışta akılcılığa yaptı vurgu sebebiyle eleştirmiştir.401 Kutub, savaş anlamına gelen “cihad”ın, ancak karşı tarafın saldırıyı başlatması sonucu meşru olabileceğini savunan din bilginlerini eleştirmiş; Müslümanları kendilerinden olmayanlara -hem yabancı düşmana hem “Müslüman görüntü-
8
www.kitapfikir.com
kitap fikir
Bediüzzaman Said Nursi
“Nefis terbiyesi”ni merkeze alan bu tarikatlar, devleti yönetecek bir organizasyondan ve söylemden uzaktılar. Devlette etkin olmaya çalıştıkları bazı örnekler olsa da bu hiçbir zaman için sistemi devrimci bir şekilde ele geçirmek yönünde ciddi bir girişime dönüşmedi.
Süleyman Hilmi Tunahan
Mehmet Zahid Kotku
sündeki” idarecilere- karşı bir savaşın içinde oldukları ruh halini aşılamış ve “devrimci İslam” olarak nitelenen zihniyeti yaygınlaştırmıştır. Bu yaklaşım, toplum seviyesinde yüz yüze görüşerek ve yayınlar yaparak İslam’ı yaymayı çalışan bir strateji benimseyen ve bunu daha sonraki bir devrimin basamağı olarak da görmeyen/sunmayan cemaatlerin, örneğin bir önceki bölümde detaylıca incelenen Nursi’nin yaklaşımlarından tamamen farklıdır.(Nitekim Kutub’un sempatizanları Nurcu grupları toplumu pasifize etmekle suçlamışlardır.) Kutub, ünlü eseri Fizilâl-il Kur’an’da (Kuran’ın Gölgesi’nde) şöyle demektedir:Adlarından başka bir şeyleri Müslüman olmayan, İslam’ı dış görünüşüyle anlayan, yabancı fikirlerin aklen ve ruhen tesiri altında kalanlar İslam’ın güya savunmak için cihad ettiğini, cihadın bir müdafaa harbi olduğunu ileri sürerler. İslam’daki cihadı gerçek manasından çıkarmakla güya İslam’a iyilik yaptıklarını sanıyorlar. 402 Mevdudi ve Kutub’un eserleri bir dönem Türkiyesi’nde büyük yankılar uyandırmışsa da, bu etki hiçbir zaman için Nurculuk ve Süleymancılık gibi Türkiye çapında yaygın-organize bir taraftar kitlesine dönüşmemiştir. Bu
düşünürlerin tercüme edilen kitaplarını okuyanlar etkili, devrimle iktidarı ele geçirip “yukarıdanaşağı” düzenleme yapacak bir organizasyon kur(a) mamışlardır. Türkiye’de, Seyyid Kutub’un ünlü Kuran tefsiri Fizilâl-il Kur’an gibi eserleri birçok kişinin zihninde önemli izler bırakmıştır, fakat bu birçok cilt kalınlığındaki tefsiri çok beğendiğini beyan eden kişilerin çoğu bile “cihadı” Kutub’tan farklı anlamışlardır. Örneğin bu tefsiri tercüme edenlerden biri olan Bekir Karlığa, diyalog yanlısı Abant Platformu’nda yer almış ve devleti ele geçirmeye yönelik çizgideki hareketleri eleştiren bir ilahiyatçı/ İslam felsefecisi olmuştur.403 Mevdudi ve ondan daha güçlü şekilde Kutub çizgisi, 20. yüzyılda modernleşmeye ve modernizme karşı modern fenomenler olarak kendilerini göstermişlerdir; Türkiye’de bu çizginin etkisi sistem için ciddi bir tehdit oluşturmamışsa da Mısır gibi ülkelerde “yukarıdan-aşağı İslamileş(tir)meyle” ilgili bu proje, Mısır’ın rejimi için önemli bir tehdit olmuştur.404 Kutub, İslami olmayan tüm idarelerin “cahiliye” (genelde İslam öncesi putperestleri ifade etmek için kullanılan bu deyimi Kutub; hem Batı için hem de Müslümanları yöneten
İslam’dan uzak bulduğu yönetimler için kullanmıştır) olduğunu söyleyerek, bunlarla yapılan savaşın “cihad” olduğunu savunmuştur.405 Mısır iktidarını ve toplumdaki –kendilerini Müslüman olarak niteleyen- destekçilerini “kâfir/cahiliye” olarak niteleyen Kutub’un yaklaşımı, Mısır’ın kendini Müslüman olarak niteleyen halkı içinde “Müslümanlar” ve “kâfirler” gibi kutuplaşmalara sebep olmuştur.406 c. “Devrimci İslam” ve Türkiye’deki Etkin Cemaatler: Nurcular, Süleymancılar ve Nakşibendi-Kotku Cemaati İçeride ise Türkiye çapında bilinen etkili hiçbir İslami grup, devrimci -şiddet kullanarak- bir şekilde merkezi ele geçirerek, halkı “yukarıdan-aşağı İslamileştirme” stratejisi benimsememiş ve uygulamamıştır. Aslında birçok ilde taraftarı ve önemli ölçüde etkisi bulunan Türkiye çapında etkili olan/olmuş gruplar bellidir. Bunlar teker teker incelenerek de bahsettiğim görüş teyit edilebilir. 1- Nurcular: Bahsedilen grupların en yaygın ve en etkin olanı Nurcu gruplardır; Türkiye’nin tartışmasız en çok taraftara sahip ve en etkin grubu olan Gülen Cemaati de bu kategoriye girmektedir. Nurculuğun kollarının temel stratejisi bireyleri yüz yüze görüşerek; kitap, dergi ve gazete
gibi yayınlarını okutarak Ehli Sünnet İslami görüşe ve kendi gruplarına yakınlaştırmak olmuştur. 407 Devleti şiddet vasıtasıyla ele geçirerek, toplumu, yukarıdan-aşağı İslamileştirmeyi düşünen “radikal/devrimci çözümcüler”, İslami kesimi kendi taraflarına çekerek gelişmelerini engelleyen Nurcu stratejiyi şu örnekteki gibi eleştirmişlerdir: “Fethullah Hoca ve diğer Nurcular… tabandan gelerek İslami bir sisteme sahip olamayacaklarını anlamayacak kadar cahiller. Önce devleti kontrol etmek ve sonra onu yukarıdan-aşağıya yaratmak zorundasınız.”408 2- Süleymancılar: İkinci büyük grup Nakşibendi ekolünden olan ve bu ekolün diğer mensuplarına göre kendisine has özellikler ihtiva eden Süleymancılar’dır; bunların eylem planı ise özellikle açtıkları Kuran kurslarında ders verdikleri yüz binlerce genci Ehli Sünnet İslam görüşüne ve cemaatlerine yakınlaştırmak olmuş, fakat devletin merkezini şiddet kullanarak ele geçirerek “yukarıdanaşağı” düzenleme yapmak şeklinde bir strateji ve eylemleri gözlenmemiştir.409 Nurculuk ve Süleymancılık dışında bağlılarının sayısı milyonlara ulaşmış başka bir İslami grup göstermek mümkün değildir.
kitap fikir
9
www.kitapfikir.com
3- Nakşibendi-Kotku Cemaati: Siyasal İslam’daki etkisinin önemi sebebiyle Gümüşhanevi-Nakşibendi tarikatını da değerlendirmemize katabiliriz.410 Bu tarikatın şeyhi Abdülaziz Bekkine’nin 1952’deki ölümünden sonra başa geçen Mehmet Zahid Kotku (1897-1980)411 Erbakan’ın lideri olduğu MNP ve MSP’nin kuruluşunda rol oynadı. Başbakan ve cumhurbaşkanı olmuş Turgut Özal’ın, başbakan olmuş Necmettin Erbakan’ın, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ve daha ünlü birçok ismin bu tarikattan etkilenmesi; ayrıca İslami kesimin siyasete olduğu kadar ekonomik hayata girmesinde de bu tarikatın teşvikleri önemlidir.412 Bu tarikatın hedefi de toplumu “yukarıdan-aşağı şiddet kullanarak” değiştirmek olmamış; fakat Ehli Sünnet İslami görüşü vaazlarıyla, yayınlarıyla ve yüz yüze görüşerek yaygınlaştırmak ve cemaatin halkasını genişletmek olmuştur. Burada, bu tarikatın kuruluşunda rol oynadığı MNP ve MSP çizgisinin; Kepel’in, 1980’lerden önce İslam dünyasında var gördüğü, merkezi ele geçirerek “yukarıdan-aşağı” düzenleme yapmaya çalışan eğilime karşılık gelip gelmediği sorulabilir.
Kepel’in “yukarıdan-aşağı” düzenleme ile kastı devrimci, şiddet kullanarak (İran’da 1979’da olduğu gibi) sistem değişikliğidir. Eğer gizli niyetlere atıf yapan bir söylemle hareket edilmez ve bu partilerin tüzel kişiliklerine ve eylemlerine bakılırsa; bu partilerin, anayasa çerçevesinde kurulmuş, sistem içerisinde demokra-
sinin kurallarıyla dönüşüm yapmaya çalışan, kendi taraftarlarına sivil toplumda daha fazla güç aktarımında bulunma ve onları devletin baskısından bağımsızlaştırma hedefleri güden, kurucu ideolojiye zıt bir konumda olmalarına rağmen -bu partilerin kapatılma sebebi budur- legalitelerini muhafaza etmeye ve şiddet kullanımından uzak durmaya çalışmış olan kurumlar oldukları anlaşılır. Sonuçta, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki İslami kesimin yaygın ve önemli hareketlerinin hiçbiri; Kepel ve Göle’nin “devrimci İslam” olarak gördükleri, 1980’lerden önce oldukları var sayılan hareketlere karşılık gelmemektedir. Türkiye’de, 1980’lerden hem sonra hem de önce “yukarıdan-aşağı” şiddetle devleti ele geçirmeye yönelik devrimci bir strateji benimsemiş önemli/etkili hiçbir hareket yoktur; devrimci söylemi benimsemiş gruplar ve bireyler marjinal kalmışlardır. Türkiye’deki önemli İslami hareketlerin temel stratejisi ve eylem pratiği; yüz yüze, vaazlarla ve yayınlarla bireyleri dönüştürmek yönünde gerçekleşmiştir. Bu grupların benimsedikleri temel strateji “yukarıdan-aşağı devrimci
değiştirme” değil, “aşağının içinde çalışarak aşağıyı değiştirme” ve “aşağıdaki güçle yukarıyı yapılandırma” şeklinde olmuştur. Fakat bu gruplar için devletin yukarıdan-aşağı belirleyici gücünün azalması; devletin ideolojisine aykırı “aşağının içindeki faaliyetleri” devlet baskısıyla engellendiği için, önemli olmuştur. Bu gruplar, önceden bahsedilen süreçlerin sonunda, kendi dünya görüşlerine zıt devletin seküler ideolojisinden bağımsızlaşarak ve yeni fırsat alanlarının sunduğu imkânlarla holdingler, finans kuruluşları, radyolar ve televizyonlar gibi araçlara sahip olarak etkilerini ve güçlerini arttırmışlar; sivil toplum kuruluşlarının, temsil ettikleri kitlenin sözcüsü olma fonksiyonunu, etkin biçimde gerçekleştirmeye başlamışlardır. “Aşağıdanyukarı etkinin” (çevrenin de merkezi belirlediği/etkilediği) yeni oluşan siyasi, sosyal ve ekonomik ortamın belirgin bir unsuru olarak ortaya çıktığı günümüzdeki yapıda; çevrenin önemli bir unsuru olan İslami kesimin gücü, merkezin politikalarının ve yapısının belirlenmesinde ciddi derecede etkide bulunabileceği/bulunduğu bir seviyeye -devrimci ve şiddet temelli bir strateji uygulanmadan- ulaşmıştır. www.canertaslaman.com
Dipnotlar:
yığınları arasındaki mesafenin açılması ve halkın bu elitin liderliğini reddetmesidir. Abubaker A. Bagader, “Contemporary Islamic Movements in the Arab World”, Islam, Globalization and Postmodernity, Ed. Akbar S. Ahmed ve Hastings Donnan, London, Routledge, 1994, s. 117-118. 400- Azam Tamimi, “Çağdaş Arap Dünyasında Demokrasiye Geçişin Önündeki Engeller”, Çev. Recep Şentürk, İslam ve Demokrasi, İstanbul, Ensar Neşriyat, 2000, s. 216. 401 - Leonard Binder, Islamic Liberalism, Chicago, The University of Chicago Press,s. 196. 402- Seyyid Kutub, Fizilâl-il Kur’an, 7. cilt, Çev. Hakkı Şengüler, Emin Saraç ve Bekir Karlığa, İstanbul, Hikmet Yayınevi, t.y., s. 141. 403- Karlığa’nın Kutub çizgisine uzak fikirleri için bir örnek: Bekir Karlığa, “Cihad ve Terör”, Karizma, Mart 2002. 404 - Mohammed Ayoob, The Many Faces of Political Islam, Ann Arbor, The University of Michigan Press, 2008, s. 66-74. 405- Leonard Binder, Islamic Liberalism, s. 177-181. 406 - Tarık Ramadan, İslami Yenilenmenin Kökenleri, s. 442. 407- Nurculuğun bu yaklaşımı, daha önce alıntılar yaptığım Nursi’nin ve Gülen’in kitaplarından, ayrıca Gülen Cemaati’nin yayınlarından bellidir. Gülen Cemaati’nin idaresindeki Samanyolu televizyonu ve Zaman gazetesinin yayınları da bunu teyit
etmektedir. Daha da önemlisi, bu grupların bugüne kadarki eylem pratiğini incelediğimizde de hep bireyleri kendi cemaatlerine çekmeye çalıştıklarına, fakat devletin merkezini şiddet içeren eylemlerle ele geçirerek yukarıdan-aşağı düzenleme yapma yönünde bir girişimleri olmadıklarına tanıklık etmekteyiz. Ayrı ca bakınız: John O. Voll, “Fethullah Gülen: Yeni İslami Söylemde Modernitenin Aşılması”, Çev. İbrahim Kapaklıkaya, Laik Devlet ve Fethullah Gülen Hareketi,İstanbul Gelenek Yayıncılık, 2004, s. 290-298. 408- Bunu, Sezgin Koçak, Hakan Yavuz’a, Konya’da yaptıkları görüşmede beyan etmiştir: Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar, s. 272. 409- Süleymancılar; -Ruşen Çakır’ın kitabının ilk baskısının tarihi olan 1990’dan önceki tespitlerine göre- binin üstünde özel binada yüz binden fazla gence kurs vermekte, Avrupa’yı ağ gibi saran 215 İslam Kültür Merkezi’ni bünyelerinde barındırmaktadırlar: Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, s. 125-138. Hakan Yavuz’a göre Süleymancılar dört milyonluk mürid sayısıyla ikinci büyük cemaattir. (Bence bu tahmin abartılı olsa da Süleymancılar’ın tahmin edilen gücü hakkında bir kanaat verebilir.): Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar, s. 196-202. 410 - Ayrıca Nakşibendiliğin önemli kolları olan Erenköy Cemaati, İsmail
Ağa Cemaati ve Menzil Cemaati sayılabilir. Ele alınanlardan sonraki en geniş taraftar kitlesine sahip cemaatler bunlardır. Bu cemaatlerin de söylem ve yayınları; devletin merkezini şiddet kullanarak ele geçirmeye yönelik bir strateji benimsemediklerini, bireylerin “nefsini terbiye” suretiyle maneviyatlarını ilerletme ve vaazlar, yayınlar, yüz yüze görüşme suretiyle bağlılarını arttırma stratejilerini benimsediklerini göstermektedir: Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, s.56-72. 411- Şerif Mardin, “Türk Tarihinde Nakşibendi Tarikatı”, Çağdaş Türkiye’de İslam, Ed. Richard Tapper, İstanbul, Sarmal Yayınevi, 1991, s. 86-87. 412- Hakan Yavuz, a.g.e., s. 191-192.
396 - Ali Bayramoğlu, “Şerif Mardin’le Din ve Devlet Sosyolojisi Konusunda Söyleşi”, s. 107-113; Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, s. 86-87. 397 - Gilles Kepel, La Revanche de Dieu, Paris, Seuil, 1991, bu kaynaktan aktaran Nilüfer Göle, Modern Mahrem, s. 144-146; Gilles Kepel, Muslim Extremism in Egypt, Berkeley, University of California Press, 1985, bu kaynaktan aktaran Nilüfer Göle, Melez Desenler, s. 71-72. 398- Geleneksel Şii anlayışında dini otoritelere dini cepheyle sınırlı otorite atfedilirken, Humeyni’nin bunu “velayet-i fakih” teorisiyle siyasi alana da taşıması, bu teorinin tanımı ve Şiilik’te dinsel otoritenin gücüyle ilgili bakınız: Mazlum Uyar, Şii Ulemanın Otoritesinin Temelleri, İstanbul, Kaknüs Yayınları, 2004. 399 - Abubaker Bagader; Mevdudi ve Kutub’dan etkilenen İslami hareketlerin Arap dünyada yaygınlaşmasının sebeplerini dört maddede açıklamaktadır: Birincisi, Müslüman Kardeşler ve İran Devrimi’nin başarısıyla alakalıdır. İkincisi, Arap milliyetçiliği 1967 İsrail savaşından sonra düşüşe geçmiş ve 1970’lerdeki ekonomik-sosyal sorunlar, gençleri yeni alternatif arayışlarına itmiştir. Üçüncüsü, modernizasyon ile ortaya çıkan yeni orta sınıfın, yönetime daha rahat karşı koyabilecek olmasıdır. Sonuncusu ise Batılılaşan ve sekülerleşen elitle halk
* Caner Taslaman - Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de İslam İstanbul Yayınevi **Kitap Fikir: Değerli ilim adamı Caner Taslaman Hoca’nın hoşgörüsüne sığınarak “İthal Fikirler” kısmına katılmadığımızı belirtmek isteriz. Konuyla ilgili Seyyid Kutub’un düşüncelerinin köklerinin, Mustafa Sabri Efendi, İskilipli Atıf Efendi’nin de içinde yer aldığı Cemiyet-i Müderrisin ve yayın organı Beyan’ül Hak Mecmusı içerinde mevcut olduğuyla ilgili kapsamlı bir makale İslâm’ın Siyasallaşma Sürecinde Cemiyet-i Müderrisin’den Teâli-i İslâm’a Kemal Gurulkan Köprü Dergisi sayı 72.
10
www.kitapfikir.com
kitap fikir
TASAVVUFA GİRİŞ
Üzerine Bazı Notlar Mahmut Erol Kılıç’ın tasavvuf nedir, nasıl bir ilimdir ve hatta bir ilim midir, bugünün insanına neler söyler, sorularının cevaplarını arayan Tasavvufa Giriş kitabı günümüzden bir bakışla tasavvufa dair çeşitli konuları işlemektedir. ASIM ÖZ
T
asavvuf meselesi gerek Müslümanların ilim ve kültür geleneğinde gerekse oryantalist literatürde farklı şekillerde ele alınan netameli bir meseledir. Bilgi anlayışı, kavramsal örgüsü, dünyaya bakış biçimi gibi konularda yoğunlaşan tartışma alanlarında tasavvufa içerden bakanlarla dışarıdan bakanlar arasında büyük farklılıklar vardır. Kültür dünyasının yerleşik bilgi ve algı kalıpları düşünüldüğünde içerden bakanların, bakmaya çalışanların oluşturduğu devasa literatür karşısında dışarıdan bakanların bir elin parmaklarını geçmeyecek derecede az olduğu görülür. Tasavvufla ilgili metinlerin, kitapların temas ettiği belli başlı konular vardır. Klasik metinlerin yayımlanması bir yana bırakılırsa günümüzde yayımlanan tasavvuf kitaplarının, bu ekolün temel metinlerindeki içeriğin, tarih ve kültür dikkate alınarak yapılan özetlerden bazen de tartışma ve çözümlemelerden oluştuğu görülür. Mahmut Erol Kılıç’ın tasavvuf nedir, nasıl bir ilimdir ve hatta bir ilim midir, bugünün insanına neler söyler, sorularının cevaplarını arayan Tasavvufa Giriş kitabı günümüzden bir bakışla tasavvufa dair çeşitli konuları işlemektedir. Şunu hemen söylemeliyim: Tasavvufi bilginin mahiyeti nedir, seyrü sülûk nasıldır, mürşid kimdir, ledünnî bilgi nedir gibi, tasavvufun ana konularını ele alan çalışmaların hemen tümü zannî veya ahad haberler üzerinden temellendirildiği bilinir. Kılıç’ın tasavvufu tasavvuf yapan bu hususlara ilişkin gerekçelendirme biçimi de bunun bir göstergesi. Onun farkı, Niyazi-i Mısrî’den bahsederken, aynı hızla kuantum fiziğine geçebilen, psikiyatriden dem vururken fenâ makamını söz konusu edebilen bir bakışa sahip olmasında ortaya çıkar.
Kurucu Rivayetler İlk Madde (Prima Materia) Hakikati Muhammediye’den Osmanlı Müslümanlığının tasavvufi bir İslam olduğu önermesine, “Ene’l-Hakk”tan simyaya kadar pek çok meseleye değinen kitabı tasavvufî bilgilenmenin yol açabileceği problemler metni olarak okumak mümkün. Tasavvuf penceresinden, yaratılışın, hadis
Mahmut Erol Kılıç
naklinin, ruh meselesinin vs. nasıl göründüğünü mesela Muhammed Esed’in Kuran Mesajı ile karşılaştırmalı olarak okumak gerekir bazı problemleri görmek için. Tabii bunun için “rivayet senedinde kalma” suçlamasını göze almak gerekir önce. Kılıç’ın tasavvuf anlayışını kaynaklarını eleştirirken onun yaratılışla ilgili Batınî yorumlarının Son İlahi Mesajın bildirimleri ile test edilmesi gerekir. İlk yaratılan maddenin Son Elçi Hz. Muhammed(sav) olduğuna ilişkin rivayetlerin usûl ölçütleri bakımından güvenilir olmadığı bilinmektedir. Bu yüzden gaybtan haber veren, sınırdan taşarak sınır ötesine geçen rüya ve keşf kaynaklı temelsiz rivayetler üzerine itikat bina etmekten mutlak surette uzak durulması gerekmektedir. Kılıç’ın, Son Allah Elçisinden yüzyıllar sonra yaşayan insanların bile hadis nakledebileceğini söylüyor oluşunun da müphemliğe kapı araladığını düşünüyorum. Şunu söyleyerek bu bahsi kapatmak istiyorum: Kılıç’ın tasavvuf meselesinde nasıl yol aldığını anlamak için ilk önce anlayışını temellendirdiği rivayetlere dikkat etmek gerekir.
Yakınlaştırma Denemesi İçin Yol Önerisi Kitapta yer alan metinlerde yaza-
rın tasavvufu Müslümanlar arasındaki ihtilafları çözebilecek yegane üst çerçeve olarak sunması yanında İran’da bulunduğu yıllara ilişkin izlenimler de var. Tasavvufu her şeyi çözebilecek bir üst çerçeve olarak sunan Kılıç, Şii ve Sünni ihtilafının “irfan sofrasıyla” çözüleceğini düşünmektedir. Mezhepler arasında yakınlaşma sağlamada tasavvufun kilit rol oynayacağını şöyle ifade eder: “Bir dönem Şia ve Sünni âlimleri daha çok fıkıh ağırlıklı bir “dârü’t-takrib” denemesi, yani mezhebleri yakınlaştırma denemesi yaptılar ama bu proje etkili olmadı. Bize göre gerek İmamiyye Şiasını ve gerekse Alevîliği Sünnilikle yakınlaştırabileceğiniz tek bir alan vardır ki bunun adı tasavvuftur. Zaten Alevîliğin -tarihî ve siyasi tesirleri bir tarafa- tamamıyla bir tasavvuf problemi olduğunu söyleyen yaklaşımlar vardır ki bendeniz de bu kanaate iştirak etmekteyim.” Yazarın iyi niyetli bu yorumları oldukça hoş ama İlahi Hitapta ve Veda Hutbesinde yer alan ilkelerin sağlayamadığı birliği tasavvufun sağlayabileceğini düşünmenin ne kadar anlamlı olduğunu sorgulamak gerekir. İyi niyetli beklentiler karşısında söylenenler bazılarına ters gelebilir. Eğer ters geliyorsa şöyle düşünelim: Tasavvufa kaldıramayacağı kadar ağır yük yüklemek değil midir bu öneri? Hele rivayet savaş-
larının oluşturduğu devasa külliyat elden geldiğince bir yana bırakılmadan müşterek noktaların arttırılması mümkün olabilir mi? Genişleterek ve derinleştirerek sorabileceğimiz bu ve benzeri sorular Müslüman dünyanın ayrılıklarının giderilmesi düşüncesinin oturtulabileceği çerçeveyi de gösterecektir. Yazar, tasavvufun sembolik dilini örneklemek için Ayetullah Humeyni’nin şiirleri yayımlandığında başına gelenleri şu şekilde anıyor: “Humeynî medrese ehlidir, yani müderris; ama aynı zamanda tasavvuf konulara da meraklıdır, bu konuda da eserleri vardır. Füsûsu’lHikem’e notlar yazmıştır. Bu zat öldükten sonra birtakım şiirleri bulundu; yayımlandı ve Aşk Yolu adıyla Türkçeye de çevrildi onlar. O şiirlere baktığınız zaman “Bıktım şu soğuk medrese duvarlarından meyhane istiyorum meyhane” diyen bir Humeyni görüyorsunuz. İran’da Humeynî’nin çizgisine muhalif olan Vahhabî-Selefî Şia vardır. Hiçbir zaman “Kahrolsun Humeynî!” diyemeyen bu grup, Humeynî’nin şiirleri yayımlandığı zaman “Kahrolsun meyhaneciler!” diye gösteri yaptı.” Humeynî’nin 1989’da Sovyetler Birliği lideri Mihail Gorbaçov’a yazmış olduğu mektupta, Gorbaçov’a İbn Arabi metafiziği üzerinden varlık soru ve sorununa cevap
kitap fikir bulmayı önermesi Türkiye’de de bazı tartışmalara sebep olmuştu. Hatta Ali Bulaç, bu mektubu Kutsala, Tarihe ve Hayata Dönüş(1995) kitabına almıştı. Tasavvufun İbn Arabî kanadına yakın duran Mahmut Erol Kılıç’ın “Akıllarda da anlayışlarda da bir merâtib var. Merâtibü’l-fuhûm ve merâtibü’l-ukûl denir bunlara. İnsanlar arasındaki ihtilafların ortaya çıkmasının kaynağı da budur. İhtilâfü’l-akvâl ve ihtilafü’lahvâl diye iki kavram vardır; yani görüşlerin farklı olması, tavırların farklı olmasındandır” ifadelerinin tasavvufa dair çatışmalı noktaları anlamak bakımından dikkate alınması gerekir.
Olumsuzlamanın Ötesi ve Postmodernizm René Guénon ve Frithjof Schuon gibi tradisyonel düşünürlere yaslanan Mahmut Erol Kılıç, pozitivist olarak andığı ilahiyatçıları ve Vahhabiliği sürekli olarak eleştiriyor. Üstelik bu eleştirilerin Osmanlılardan günümüze Vahhabilik konusunda kalem oynatan muhafazakâr üsluptan herhangi bir farkı yok. Fakat tasavvufu “dinî ilimler metodolojisi” olarak gören yazar, kimi hangi yönleriyle pozitivist olarak tanımladığına ilişkin herhangi bir bilgi sunmadığı gibi düşünce bakımından Selefilik ve Vahhabilik konusunda da klişeleşmiş olumsuzlamanın ötesine geçen bir yorum ortaya koy(a)mamaktadır. Bu kavramlar öyle kullanılıyor ki, sanki Müslüman dünyanın yaşadığı çoraklığın yegâne sorumlusu bunlar, dolayısıyla bunlar olmasa veya geri çekilse büyük bir İslâmî yanlışlıktan dönülmüş olacak. Vahhabîlik için bir şey diyemem ama, Selef metinlerinin daimi okuyucusu olarak bana biraz sert ve ters geldiğini söylemeliyim bu bakışın. Hele İbn Arabî’nin Vahhabî yorumun yüzeyselliğine karşı orta-
11
www.kitapfikir.com
Yazar, “İslâmî dünya görüşü” olarak tasvir ettiği tasavvufu nedense Batı düşünce tarihi üzerinden temellendirmeye çalışıyor. Hâl böyle olunca metodoloji kısmında Platon, Aristo, Descartes, Pascal, Dilthey ve Popper isimleri anılırken Müslümanların bilincini biçimlendiren temel kaynak, sahih nebevî bildirimler ve kültürel gelenekte yer edinen hiçbir isim anılmıyor. Yani onun metodolojisinde öncelikli yer Batılılara aittir. ya çıktığını belirttiği yerler yazarın Vahhabilik meselesini bir klişe olarak kullandığını düşündürtüyor insana. Yine tasavvufa köken arama arayışında geriye doğru gidişin Hz. Âdem’e kadar uzanması başlangıçlar aramanın kanser ediciliğinin müstesna bir örneği olarak görülebilir. Öte yandan tasavvufu dinin aktif, dinamik yönü olarak tanımlamak fıkıh ve içtihadın yerini belirlemeyi güçleştiren bir tanımlama gayretidir. Tasavvuf üstüne şu sıralar yayımlanan yeni incelemelerin, değini yazılarının postmodernizmin hakikatsizliğinden medet ummaları dikkatlerden kaçmamaktadır. Tasavvufa Giriş kitabının bazı bölümlerinde bunu görmek mümkündür. Mesela bir yerde şunları ifade ediyor yazar: “ Modernitenin katı rasyonalist, pozitivist, materyalist ve anti-tradisyonel yapısı artık ciddi eleştiriler almaktadır ve tahtı sallanmaya başlanmıştır. Post-modern insan artık anlam arayışına girmiş, kaybettiği geleneği yeniden aramaya koyulmuştur. Düşüncede, inançta, eylemde, hayatta, kısacası bütün beşerî planlarda hep bir anlam arayışı ve derine inme çabasının öne çıktığı gözlenmektedir.” Oysa post-modern insanın anlam arayışı yönelecek kıbleden yoksun
bir arayış olmasından dolayı melez kimliğin eklektik dünyasından öteye geçebilecek bir donanımdan yoksundur. Bu yoksunluk hâlinden dolayı new age dinleri dünya ölçeğinde yükselişe geçmektedir. Şunu da belirtmeden geçmeyelim: Yazarın vasat ümmete yapmış olduğu vurgu oldukça önemli: “Günümüzde, Amerika’dan Japonya’ya kadar bütün dünyada, artık materyalizmden, maddeden, kapitalizmin insanlığa sağladığı maddesel refahtan spiritüel alana doğru meyil var. Bu meyil beraberinde bazı problemler de getirmiyor değil. Bir sarkaca dönüşmemeli, yani aşırı materyalizasyondan aşırı spiritüalizasyona bir kaçış olması engellenmeli. Vasat ümmet (ümmeten vasata) diye bir tabir vardır. Ortasının bulunması lazım.” Beni bir okuyucu olarak Mahmut Erol Kılıç’a en çok yaklaştıran ifadelerin buna benzer vurguların olduğu bölümler olduğunu belirtmeliyim. Bu tarz bölümler, aynı zamanda tasavvufun psikolojisi kadar sosyolojisine de dikkat çekmesi bakımından önemli. Tasavvufu bir “dünya görüşü” olarak tasvir eden Mahmut Erol Kılıç’ın bilhassa tasavvufu temellendirme biçimine değinmek gerekir. Yazar, “İslâmî dünya görüşü” olarak
tasvir ettiği tasavvufu nedense Batı düşünce tarihi üzerinden temellendirmeye çalışıyor. Hâl böyle olunca metodoloji kısmında Platon, Aristo, Descartes, Pascal, Dilthey ve Popper isimleri anılırken Müslümanların bilincini biçimlendiren temel kaynak, sahih nebevî bildirimler ve kültürel gelenekte yer edinen hiçbir isim anılmıyor. Yani onun metodolojisinde öncelikli yer Batılılara aittir. Tasavvufun şiirle iç içe geçmiş, hatta Osmanlı coğrafyasındaki edebî muhayyile üzerinde büyük bir etki bırakmış olmasından dolayı, gerek sûfîler tarafından gerekse o dönemlerin diğer şairleri tarafından kaleme alınmış edebî örnekler tasavvufun bilgi ve hayat anlayışının tespitinde mutlaka üzerinde durulması gereken kültürel unsurlardır. Tasavvufa Giriş’in hem şiir bahsinde söyledikleri hem de Osmanlı şairlerinin otorite olarak kabul ettikleri İbn Arabî(ö.1240), Mevlânâ(ö.1273) ve Yunus Emre(ö. 1320-21)’nin anılması yazarın Sûfi ve Şiir(2004) kitabının temel düşüncesinin tekrarından ibarettir. Kitabın temel yaklaşımlarından sonra şunu mutlaka ifade etmeliyim: Tasavvuf günümüzde de tartışılmaya devam etmektedir. Fakat tasavvufun şimdiki zamandaki hâkim tartışma biçimi bir hayat/yaşam tarzı olmaktan ziyade başkalarını yerme şeklindedir. Denebilir ki; tasavvufun epistemolojisine aşina olanların çoğu bu epistemolojinin pratikleri içinde ikamet etme niyetinde değildir. Bundan dolayı tasavvufa alçakgönüllülük kapısından girenlerin sayısı oldukça azdır. Bir bakıma Yücel Balku’nun “Koza’nın Kapıları” denemesindeki dördüncü kapı gibidir tasavvuf. Hem girişi hem de çıkışı ehil olmayan gözlerden gizlenmiş gibidir. Dolayısıyla tasavvufu müdafaa eden çoğu isim bir sûfî olmaktan uzaktır.
Bir Doktrin ve Kültür Olarak Tasavvuf Tasavvufa Giriş yazarın “sonsöz” yazısında belirttiği üzere adının çağrıştırdığı bir giriş kitabı olmaktan uzak. Kitap, yazarın daha çok İstanbul Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde 2002 – 2008 yılları arasında “Bir Doktrin ve Kültür Olarak Tasavvuf” adıyla vermiş olduğu derslerin notlarından ve bant çözümlerinden oluşturulmuş. Bu yüzden tanım ve köken eksenli bir vurguyla bir bütün olarak tasavvufun tarihi seyrini takip etmek mümkün değil bu “giriş” metninden. Konuşmanın doğası gereği daha çok polemik yönü baskın olan metnin ara kı-
sımlarında ve şiir çözümlemelerinde tasavvuf klasiklerindeki irşâd üslubu öne çıkmaktadır. Takva, tevbe, murakabe, muhâsebe, sıdk, ihlâs, sabır, rızâ, fakr, istikâmet, zühd ve benzeri ıstılahlara dair değiniler de bulunmaktadır. Keşke belli bir disiplini olmayan kitabın adı Tasavvufa Giriş değil de sözgelimi “Tasavvuf Üzerine Konuşmalar” olsaydı. Bu veya buna yakın bir adlandırma en azından William Chittick’in TasavvufKısa Bir Giriş-(2008) adını taşıyan metni düşünüldüğünde daha mütevazı bir adlandırma olabilirdi.
12
www.kitapfikir.com
kitap fikir
Şehidin Başucunda “Fuat’ım yiğidim Kurban yoluna Çok canlar feda ettik Sevdan uğruna...”
S
abahın erken saatlerinde tarihî Hayber geçidindeyim. Geçidin heybeti, Pakistan tarafından seyrediliyor. Afganistan tarafına doğru uzanıp giden derin vadinin yamaçlarından aşağı kıvrıla kıvrıla inen yolun virajları inen ve çıkan araçlarla dolu. Bu yolların en önemli ulaşım araçlarından birisi de küçük, kasalı kamyonetler. Kasada karşılıklı iki tahta oturak var. Bir sıra kadınlara, diğeri erkeklere ait. Ortada yolculara ait eşyalar yığılı. Ayakta ve kasanın dışında sarkarak duran kalabalık bir yolcu grubuyla seyahat ediyoruz. Nihayet sınırdayız. Pakistan tarafı çok kalabalık. Muhacir Afganlılar, ülkelerine dönüyorlar. Pasaport işlemlerimi yaptırdım. Sınırı kapatan demir kapıların açılmasını bekleyen insan ve araç kalabalığını gören bir kahvenin önüne oturdum. Masaya dökülmüş sütlü çay artıklarına dalmış sinekleri rahatsız etmemeye dikkat ettim. “Orada durmaları, uçmalarından daha iyidir” diye düşündüm. Gelen çayımı yudumladım ve kalktım. Pakistanlı görevliler kapıya yaklaşanları sopayla kovuyorlardı. Onlardan birine pasaportumu gösterdim. “Kapının açılmasını bekleyeceksin” dedi. Sonra razı olunca demir parmaklıkları tırmanıp Afganistan tarafına atladım. Afgan topraklarına basınca birden duygularımda değişmeler olduğunu hissettim. Uzayıp giden yola, yıpranmış dağ yamaçlarına, bu taraftaki Afganlılara, gönderdeki bayrağa, savaştan arta kalan yanmış araç ve tanklara sırayla baktım. Esselâmü Aleyküm Torham. Esselâmü Aleyküm Gülağa. Gülağa; işte cihad yıllarından önce senin kamyon muavinliği yaptığın, bana sık sık maceralarını anlattığın Torham’dayım. Ne kadar neşeliydin, cana yakındın. Bacağın iyileşecekti ve evlenecektin. Beni düğününe davet edecektin. Söz vermiştim, gelecektim. Sana gönderdiğim hediyen için “O vefat etti. Gönderdiğini ne yapalım?” dediklerinde, senin de şehidler kervanına katıldığını öğrenmiştim. Afganistan, müslümanların önemli bir cihad yurdu ve şehidler merkezi. İşte burda; Torham’da, Afganistan dı-
şından gelip şehid olanlar için yapılan bir şehidlik vardı. İlk işim orayı sorup bulmak oldu. Bu şehidlikte bizim de bir şehidimiz vardı: İstanbul İlahiyat Fakültesi’ndeki Müslüman Gençliğin eski reislerinden ve yiğit öncülerinden Tacikistan şehidimiz Fuat, burada yatıyordu. İki Afganlıyla beraber şehidliğe yürüdük. Etrafı yüksek demir çitle çevrili olan şehidliğin kapısı kilitli olduğu için parmakların üzerinden aşıp içeri girdik. Bütün şehidler, üzerleri çakılla örtülmüş, toprak bir kabrin bağrında yatıyorlar. Her birinin başında bir taş dikili. Sadece Fuat’ınkinde, bir arkadaşının yazdığı, cihadda kullandığı ismi: “Abdullah Harun” yazısı var. İşte şehidimiz, işte yiğidimiz. Seksen sonrası Üniversiteli Müslüman Gençlik oluşumuna emek veren, cihad yolunda can veren Fuat, burda yatıyordu. Selam vererek başucuna oturdum. Duygularım ve düşüncelerim karıştı. Afganlılar beni yalnız bırakarak gittiler. Önce gözlerini görüyorum. Malta çarşısında restore edilen bir cami avlusunda... Sıcak sıcak gülen, utangaç utangaç bakan o kara gözlerini... Hatırladığım bütün şehid gözleri ve gülümsemeleri gibi. — Ağabey size bir selâm verelim dedik. — Allah razı olsun. İlahiyat Fakültesi’nde, alt kantinin önündeki bahçede, ağaçların altında yirmi otuz kişilik bir halkaya Fuat oturak yetiştirtip, çay dağıtıyor. Bu bir çay toplantısı değil. Biz verilen selama bilmukabele buradayız. İşte, gönül gönüleyiz. Güneş yakmadan ısıtıyor, ağaçlar yine de şefkatle gölgeliyor ve oturanların halkası genişliyordu. İstanbul’da Üniversite öğrencisi olmanın tadı bir başkaydı. İstanbul’da öğrenci olanlar, eğer iyi bir öğrenciyse birkaç avantajı birden devşirirdi. Tabiatın, tarihin ve her devrin en canlı kültürünün içinde öğrenci olmak... Bütün ders yılı boyunca dersler, okuldaki sosyal etkinlikler... Haftanın birkaç günü öğrencileri eve çağırıp yaptıkları sohbetler... Diğer okullardaki öğrenci arkadaşlarını ekip halinde ziyaret... Cuma çıkışından sonra Beyazıt Camii’nin önünde yapı-
GÜLLERİN VEDASI Bahattin Yıldız Özgün Yayıncılık - 0212 631 43 55
İşte şehidimiz, işte yiğidimiz. Seksen sonrası Üniversiteli Müslüman Gençlik oluşumuna emek veren, cihad yolunda can veren Fuat, burda yatıyordu. Selam vererek başucuna oturdum. Duygularım ve düşüncelerim karıştı. Afganlılar beni yalnız bırakarak gittiler. Önce gözlerini görüyorum. Malta çarşısında restore edilen bir cami avlusunda...
lan gösteriler ve çoğu zaman Fuat’ın elinde yanan bir İsrail veya Amerikan bayrağı... Kimi zaman meydan güvenliği, slogan idaresi onun elindedir. Meydandan caddeye inip yürüyüş yapılacaksa; Fuat kortejin en önünde ve polis barikatına ilk çarpan ekiptedir. Bunun ilki ve en şanlısı Sultanahmet Camii’nden çıktıktan sonra yapılanıydı. Üniversitelerde başörtülü kız öğreniler okullara alınmıyorlardı. Her üç şehirde de başörtülülerin oturma eylemi sürüyordu. Ankara’daki mağdurlara polisin baskısı da vardı. Onları desteklemek için İstanbul’da gösteriler yapılıyordu. Ve bir Cuma sonrası Sultanahmet meydanı sloganlarla şahlanıyordu. Başörtülü, çarşaflı kadın ve kızlar, camiden çıkan genç ve yaşlılar hep meydandaydı. Kasklı, uzun sopalı ve kalkanlı polisler de meydanı kuşatmıştı. Bu halleriyle eski zaman şövalyelerine benziyordu, polisler. İki taraf birbirine girdiğinde polis jopuna karşı kollar, kalkana karşı göğüsler karşı karşıya gelmişti. Polisler bazı gençleri yakalamıştı. Kalabalığın önünden onları çekip almak istiyordu. Fuat polisin çektiği bir arkadaşını iki eliyle tutmuş çekiyor, polisin göğsüne dayadığı ayağıyla da onu itiyordu. Ertesi gün çıkan gazetelerin birinci sayfaları Sultanahmet meydanındaki polis ve başörtü eylemcilerinin çekişmesinin resimleriyle boy boy doluydu. Haziran ayında okullar tatile girince Fuat, bir grup arkadaşıyla beraber cihadın sürdüğü, Rus işgalinin devam ettiği Afganistan’a doğru yola çıktı. On günlük bir yolculuktan sonra Peşaver’e ulaştılar. Bu şehir, Afganlı mücahidlerle buluşma ve cepheye geçiş noktasıydı. Doğu Celalabad’a doğru yola çıktılar. Afganistan topraklarına geçince Ruslar’dan ganimet alınmış bir jiple yola devam ettiler. Yol toprak ve bozuk, arazi ağaçsız ve çıplaktı. Jip kalabalık yolcusuyla tozu dumana katarak gidiyordu. Mücahidler gülerek, şakalaşarak, bütün güçleriyle bağırarak konuşuyorlardı. Fuat’ın kalbi pır pır ediyordu. İşte nihayet Afganistan’daydı. Üzerine yazılar okuyup, anlatılar dinlediği, Bilal ve Tekiner’in şehid olduğu Afganistan’daydı... Önce jipin gidişi bozuldu. Sonra mücahidle-
kitap fikir rin seslerinin tonu değişti. Keleşlerin ağızlarına mermiler verildi. Açık jipin üzerinde ayağa kalkıp ateşe başladılar. Hava saldırısına uğramışlardı. Kuru dere yatağındaki bir köprünün üzerindeydiler. Helikopter tekrar dönüp üzerlerine yönelmişti. Mücahid şoför direksiyonu köprüden aşağı kırdı. Jip, kumlu sel yatağına düşmüştü. Mücahidler kendilerini köprünün altına attılar. Helikopter bombalarını atarken kurşunlarını da yağmur gibi yağdırıyordu. Ortalık sessizleştiğinde mücahidler ayağa kalktılar. — Peder morde Şurevi! İki mücahidin kolu kırılmıştı. Fuat’ın bir şeyi yoktu. Bir mücahid onu tuttu. — Hey sen yaralanmışsın. Fuat gülerek: — Hayır, ne yaralanması? — Baksana, şalvarın hep kan olmuş. Fuat’ın bacağına bir parça isabet etmişti. Ve acısını duymadığı bir yara almıştı. Şalvarının paçasını yukarı sıyırdı. Bir bezi yaranın üzerine bağladılar. Kanın akıntısı kesilmişti. Diğer yaralılarla beraber Peşaver’e dönerek bir mücahid hastahanesinde tedaviye alındı. Pakistan’ın değişik yerlerinde okuyan üniversite öğrencileri Fuat’ı ziyarete geliyorlardı. İki hafta sonra Fuat hastahaneden çıktı. Cepheye gitmek için gelen İmam Hatip’ten sınıf arkadaşı Atilla’nın yanında Selami ve Recep adlı iki genç daha vardı. Bu defaki yolculuk Kuzey Afganistan’daki vilayetlerden Kunduz’a doğruydu. Yüksek sınır dağlarını, türkü söyleyen çamlı yamaçları, gece gündüz yürüyorlardı. Kâbil yakınında çatışma olduğu için yol kapalıydı. Mevlevi Halis’in mücahidleri onları misafir etti. Çatışma bitince tekrar yola çıktılar. Zaman zaman yolları kesildi. Kurşunların altında, bombaların içinde kaldılar. BağlanKunduz arasında bataklıklar, azgın sular geçtiler. Üç hafta sonra Kunduz vilayeti, Şehid Harun cephesine ulaştılar. Cephede silah kullanışını öğrenip, ilk atışlarını yaptılar. Sıcak savaşla tanışmaları uzun sürmedi. Atilla’yla Selami gerilla havanının başına verilmişti. Koordinat ayarlarını bir mücahid yaptıktan sonra Selami havanın içine mermiyi bırakıyordu. Aynı anda parmaklarıyla kulaklarını tıkıyorlardı. Havan mermisi büyük bir gürültüyle düşman üstüne doğru uçuyordu. Fuat’ın içinde bulunduğu taarruz grubu üç askeri aracı vurmuş, bir de helikopter düşürmüştü. Grubun Mevlevisiyle her sabah namazından sonra tefsir dersi yapmaya karar verdiler ve başladılar. Bir sabah dersi esnasında Mevlevi: — Fuat, Recep, rüyada sizi şehid olurken gördüm, dedi. Okulların açılma tarihi yaklaştığı için Fuat ve Atilla izin isteyerek dönüş için yola çıktılar. Recep ve Selami cephede kalmıştı. Bir süre sonra Recep’in şehadet haberini aldılar. Bosna’da Sırp saldırısı artmıştı. Bütün İslâm coğrafyasından olduğu gibi Türkiye’den de cepheye savaşa gidenler, bunların içinde şehid olan-
lar vardı. Selami Yurdan’dan sonra Ali Pınarbaşı da şehid olmuştu. İlahiyat Fakültesi kantininde şehidler için bir program yapılmasına karar verilmişti. Programda dia film gösterimi de yapılacaktı. Fuat, Yusuf’u aradı. — Hocam her şey hazır, senin yerin boş. Makinanı al gel, bekliyoruz. Yusuf, fotoğraf makinası ve filmlerle gelmişti. Mevcut dökümanlara bakınca: — Yahu Fuat hocam, siz beni kanser edeceksiniz. Hani ne hazır burada? Şu resimlerle insan karşısına çıkılır mı? Makinaya taktığı dia filmle gazetelerdeki şehid resimlerini, kullanılabilecek dökümanları çekmeye başladı. En son bir kaç poz kaldığında: — Başka çekecek
www.kitapfikir.com
şey de kalmadı. Sen, sen Fuat, ne sırıtıp duruyorsun, benim kızdığım bir zamanda? — Kızmayı bile beceremiyorsun be Yusuf hocam! — Geç bakayım karşıma, sen çok dolaşıp duruyorsun. Şehid falan olursan bir de senin resmini aramayalım. Elde hazır olsun. Çabuk, çabuk geç karşıma. Fuat gülerek Yusuf’un karşısına geçti. — Aman Yusuf ağabey, yakışıklı olsun ha! Kantinin duvarları şehid posterleriyle süslendi. Slayt makinası kuruldu. Kantin hınca hınç öğrencilerle doldu. Yıldız Üniversitesi’nde havanın gergin olduğu haberi, tam bu sırada geldi.
SENİ İLKİN BEN KISKANDIM Bizim için bitmedi cihad bitmeyecek zaman inkılaba gebe duruyor kıyama mektep olmuş özgürlüğün dağlarında tacikistanda nice güller kurşunlanacak ve mevsimler açacak bu kahır bu zulüm inkılap doğuracak Hep sancılıdır iman erleri sevgiyle ölüm bir tutulur sevdası kan lekesi ve peşinde avcı köpekleri cellatlardan bir manga olsa da bir tebessüm olur yiğidin gözlerinde hayatın özeti sevmek neymiş gösterir öderde bedelini uzun sürecek bu savaş mavzerlere dost sarılıp
gözlerimi yatırıyorum uzaklara cennetin kokusu bir şarapnel parçasında sanki şu dağın arkasında ve yüzünde akıntılar kevsere doğru Çağrılar yükseliyor dört bir yandan sonsuzluğa vurgun çağrılar mezar taşlarına değil duvarlara yazsın rüzgarlar ölüm nedeni: şahdamarından yakın olana ödedi sevgisinin bedelini Umarsızlığı kayıtsızlığı karagözlerinin ateşiyle erittin seni ilkin ben kıskandım gözlerimi uçurup gittin. (Şehit Fuat Çağlara ithafen) Bünyamin Doğruer
13 — Arkadaşlar ben yanıma iki kişi alıp Yıldız’a gideyim, siz programı sürdürün. Fuat yanında iki arkadaşıyla beraber kantinden dışarı çıktı. Dış kapıya vardıklarında; — Fuat ağabey, Fuat ağabey! — Ne oldu? — Sen çıkınca dekan geldi. Toplantının usulsüz olduğunu, dağıtılmasını söyledi. Şimdi içeride... Gülen gözlerinden şimşekler çakmıştı. Hızla geri döndü. Dekan bey öğrenci topluluğuna karşı konuşmasını sürdürüyordu. Fuat adamın önüne dikilip: — Usulsüz olan neymiş? Senin bir toplantıya böyle apansız gelip konuşman usulsüz değil mi? — Fuatçığım sakin ol. Ben seni severim ama her şeyin bir prosedürü var. — Beni sevme, prosedürün senin olsun. İzleyeceksen talebelerin içine otur. — Fuat beni sert tedbirler almaya başvurdurma. — Biz de sert tedbirlere başvururuz. Bizi tehdit etme. Programı sabote etme hoca, git odanda otur. Bak, bu resimlere iyi bak! Sen odanda otururken onlar müslümanların izzeti ve şerefi için Afganistan’da, Bosna’da şehid oldular. Biz de onların yolundayız ve tehditler bize sökmez. Olay istemiyorsan odana git hoca. Dekan geldiği gibi geri gitti. Fuat ve iki arkadaşı tekrar otobüs durağına çıktılar. Yıldız Üniversitesi’nin kantinine girdiler. Kantinin bir köşesini tutmuş ve masaları çevirmiş olan arkadaşlarının yanına her zamanki neşeli haliyle oturdu. Bir süre sohbet ettiler. Kantinin diğer köşesinde de kızlı erkekli solcular oturuyordu. — Ben size bir marş söyliyeyim, diyerek: “Şehidem men, şehidem men” adlı Farsça marşı söylemeye başladı. Kantindeki bütün konuşmalar durmuştu. Fuat’ın güzel sesiyle söylediği duygulu marşı dinliyordu herkes. Fatih’te bir çay ocağından çıkınca polislerce çevrilmişlerdi. Karakola götürüldüler. İçerde on üç kişi daha vardı. Moralleri bozuktu. Ne olacaklarının tartışmasını yapıyorlardı. — Arkadaşlar sakin olun ve korkmayın. Şu anda hücredeyiz ve yapacak fazla şey yok. Size bir kaç marş ve ilahi okuyayım, moraliniz düzelsin. Sudan ve Bosna milli marşları da dahil pek çok marşı arka arkaya söyledi. Nöbetçi polislerden biri: — Nerelisin sen delikanlı? — Tokat’lıyım. — Ben de Tokat’lıyım. Polisle muhabbeti koyulaştırınca: — Bizi niye tutukladınız? Biz terörist veya anarşist miyiz? — Niçin alındığınızı bilmiyorum. Fakat, sizi sokakta görsem inanın ben de çevirirdim tipiniz kurtarmıyor..! * * * Afganistan’da bir bozkırda yabancılar için kurulan şehidlikte Fuat’ın bendeki karelerini bir kere daha yaşadım. Fuat! Canım kardeşim, şehidimiz. İşte başucundayım. Seni ve bendeki hatıralarını düşünüyorum. Senden sonra ilahiyat fakultesine bir kez daha gittim. Kantine, salkım söğütlerin altına, camiye uğradım. Sen yoktun ve sanki okulda can yoktu. Heyacan yoktu. Çantamı omuzuma attığımda sessiz yatan Fuat’ın başından zorla ayrılıyorudum. Vesselamü aleyküm ey şehidan.
14
www.kitapfikir.com
kitap fikir
ARAP AYAKLANMALARI,
ASIM ÖZ
Y
İSLAMCILIK VE YENİ DURUM
irmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde Ortadoğu’daki başlayan ayaklanmalarda şu yada bu şekilde İslami muhalefet hareketleri gündeme geldi. Seküler muhalefet hareketleri de olsa süreç içinde öne çıkan ve belirleyici olan büyük ölçüde İslami muhalefet hareketleridir. İslamcı muhalefetin mevcut rejimlerin devrilmesi sürecinde ve sonrasında neler yaşayacağı konusunda farklı g ve çatışmalı gelecek kurguları gündeme geliyor. Ortadoğu’daki ayaklanmalara dair kaleme alınan eserlerin neredeyse tümü yayınlanmadan önce tadilata muhtaç hale geliyor. Fakat eserler tadilata muhtaç halde yayımlanıyor. Hareketler üzerinden teorik bir yaklaşımı inşa etmeye çalışan ve olayları pek dikkate almayan birkaç eseri istisna edebiliriz belki ama genel olarak bu yargı doğru. Türkiye’de yaklaşık yirmi yıldır Ortadoğu’yu takip eden gazetecilerden Mete Çubukçu ayaklanmaların devam ettiği süreçte kaleme aldığı yazıları Yıkılsın Bu Düzen adıyla kitaplaştırdı. Geçen yılın Kasım ayında yayımlanan kitap temelde Tunus’ta başlayan süreçte etkili olan dinamikleri ve bu dinamiklerin oluşmasına sebep olan toplumsal koşullar üzerinden hareket ediyor. Bu şekilde hareket ettiği için de süreci sadece “emperyalizmin bölgeyi yeniden düzenlemesi” anlayışı ile yaklaşmıyor. Aynı zamanda Ortadoğu’da yakın dönemde
yaşanan gelişmeleri daha iyi anlamak bakımından önemli bir katkı sunan tarihsel arka plana da yer verilmesi kitabın tarihten güncelliğe uzanmasını sağlamış.
İslamcılığın Yükselişi ve Tereddütler Bu bağlamda en dikkat çekici olan husus 1967’deki Arap İsrail savaşı sonrasındaki travmanın Arap dünyasında milliyetçi tutumu çökerttiği ve bu ideolojinin 1980’lerden sonra yerini İslamcılık hareketine bıraktığı şeklindeki yorum olduğunu belirtmeliyim. Bazı analizcilerin itiraz ettiği bu yorum bir yönüyle İslamcılıktan söz edildiğinde uzak bir geçmişten değil yakın bir geçmişten söz edildiğini fark etmek bakımından dikkate değer. Esasında yirminci yüzyıl başlarında şekillenen İslamcılığın Müslüman toplumların bir iç dinamiği olarak ama aynı zamanda siyasi bir özne olarak öne çıkması milliyetçi ideolojinin sunmuş olduğu umudun tükenmesinden sonra kolaylaşmıştır. Çubukçu’nun kitabını oluşturan yazıların genel havasının Arap ayaklanmalarında emperyalizmi göz ardı etmemek fakat olup biten her şeyi bir kuru olarak ele almamak şeklinde özetlenebilir. Bu yüzden yazar bölgede gerçekleşenin bahar değil ayaklanma olduğunu düşünüyor ve Arap baharı tanımlamasından özellikle kaçınıyor. Bahar tanımının hem bir şablon hem de geleceği ifade etmek açısından sorunlu oluşunu da eklemeli bu uzak durma tercihine. Ortadoğu’da İslamcı hareketlerin
iktidara geleceği gibi kaygı ve önyar- rını ileride anlayacaklar. Zira İslami gılarla yaşanan dönüşümün tam ma- hareketler de değişiyor, değişmek nasıyla kavranamayacağını düşünen zorunda kalıyor. Arap ayaklanmaları Çubukçu, demokrasi perspektifin- ile birçok ülkede iktidar ya da iktidar den yaklaşıyor sürece. Ayaklanmalar ortağı olan Müslüman Kardeşler hasonrasında ayaklanmaların meydana reketi bu tarihsel sürecin bir gerçeği. geldiği ülkelerde ne tür rejimlerin Bu dönemde yükselmeleri de eşyanın inşa edileceğinin görüleceğini yani tabiatına uygun. Hatta bu dönem onkitlelerin gelecekleri ile ilgili kararla- lar için de bir sınav niteliğinde. Gerrını kendilerinin vereceklerini ifade çek bir demokrasiyi mi yoksa ‘eski ediyor. Arap dünyasında gerçekleşen rejim’in farklı bir versiyonunu mu terher şeyi olumlamasa da diktatörlükle- cih edeceklerini zaman gösterecek.” Çubukçu Birikim’in 285. sayısınrin yıkılmış olmasını önemsiyor. Eleştirel yaklaşımlarında sol liberal bakış da yazdığı yazıda bu konudaki teredaçısı etkili olduğunu ifade etmemiz dütlerini, beklentilerini daha açık lazım. İslami yükselişi unutmadan bir şekilde ifade ediyor: “Geçtiğimiz demokrasi, özgürlük, insan ve kadın ay gerçekleşen iki turlu anayasa referandumu, hakları, ifade özMısır için oldugürlüğü, adil bir ğu kadar Arap gelir bölüşümü ayaklanmalarını ve ezilenleri öne ruhunu sadece çıkarmış olması “Müslümanlık” bunun bir gösterüzerinden okugesi. Oryantalistmaya çalışanlerin düştüğü yalar, demokratik nılgılardan uzak ilkeleri sadece olmayı öne çıkasandığa bağlararak kendi yaklayanlar açısından şımını şöyle ifade turnusol işlevi ediyor: “ İslam, görmüştür.(..) bölgenin dinsel, Mısır ayaklansosyolojik ve külması öncesinde türel bir gerçeği. Müslüman KarAncak insanların deşler harekesorunu sadece tinin gücü bilidinsel yada mezniyor ve gücün hepsel baskılar sandığa tahvil değil, özgürlük. edileceği tahBu ayaklanmalaYıkılsın Bu Düzen! min ediliyordu. ra sadece İslami Arap Ayaklanmaları ve Sonrası, (…)Demokratik, açıdan yaklaşanMete Çubukçu, çoğulcu, insan lar da yanıldıklaİletişim Yayınları, 216 sayfa.
kitap fikir
haklarına ve kamusal hayattaki yaşam tarzlarına saygılı, seküler, farklılıkları kabul eden ve azınlık haklarına duyarlı bir sistemi tercih ettikleri oranda daha inandırıcı olacaklar ve insanların kafalarındaki soru işaretlerine yanıt verebilecekler. Aksi halde sadece İslami bir yaşam tarzını empoze eden eski anlayıştan yola çıkacak olurlarsa birçok sorunla karşılaşmaları muhtemeldir.”
İslamcı Partilerin İktidara Gelişi Ayaklanmalar sürecinde inançtan ziyade sınıfsal hususların öne çıktığını belirtmesi ve tabanda sol mücadelenin etkili olduğunu dile getirmesi bildik sol okumanın iyi bir örneği. Bir taraftan kitlelerin İslam’ı dile getirmeden ayaklanmalarını ve radikal dini tavırlar içinde olmamalarından ve İslami yapılarının ön planda olmayışlarından duyduğu memnuniyetini belirtiyor diğer taraftansa bunu fırsatçılık olarak değerlendiriyor: “O günlerde ön saflarda olmaları halinde, rejimin bu durumu toplumun belli kesimlerine karşı “İslamcı tehdit” olarak sunarak, ayaklanmaların aleyhine kullanacağını düşünüyorlardı. Akılcı ama bir o kadar fırsatçı bir yaklaşımdı bu.” Seçim sonucunda sandıktan İslamcı partilerin güçlü çıkmasını tarihsel ve sosyolojik açıdan yorumlamak gerektiğini düşünen Çubukçu, İslami hareketlerin öne çıkışını bazı güçlerle izah etmenin yanlışlığını birkaç yerde belirtiyor. İslami kökenli parti ve hareketlerin öne çıkışını anlama sürecinde şu hususlara özellikle dikkat çekiyor: “ (…) yıllar boyu birçok baskıya rağmen yatay bir örgütlenme gerçekleştiren, özellikle yoksul kitlelerle yakın bağı olan ve en organize hareketlerin İslami kökenli hareketler olduğunu da kabul etmek gerekir. Dolayısıyla ayaklanma sonrasında önceki dönemin en organize ve en fazla kitle desteğine sahip grupların öne çıkmalarının sürpriz ya da kurgulanmış bir senaryo olduğunu düşünmek ayakları yere basmayan bir yaklaşımdır.” Çubukçu, İslami hareket dışı oluşumların örgütsüz ve lidersiz oluşlarının dezavantajlarını yaşadıkları tespitinin ardından İslami hareketler içindeki farklılaşmalara dikkat kesiliyor. Sanırım onun bu dikkatine ileriki
yıllarda daha çok ihtiyaç duyulacaktır: “ (…) ayaklanmalar sürecinin Batı için şaşırtıcı yanı (…) sadece Müslüman Kardeşler ya da Nahda gibi hareketlerin değil ( üstelik bu hareketler kendi içinde de sorunlar yaşayıp yeni döneme adapte olmanın sancılarını yaşarken, geleneksel yanlarını törpüleyip kendilerini yenilemeye çalışmaktadır.), Selefilerin ortaya çıkmış olmasıdır. Selefiler, bilindiği gibi İslam’ı en tutucu biçimde yorumlayan, Müslüman Kardeşler hareketini bile zorlayacak arkaik niteliklere sahip bir hareket olarak ele alınabilir. (…) Bu Arap ayaklanmalarının en çok uğraşacağı ve gelecekte nasıl baş edileceği bilinmeyen noktasıdır. Bu, demokratik çerçevede çözülmesi gereken bir sorun olmakla birlikte, Selefi hareketin demokrasinin prensiplerine uymaması halinde ne yapılacağı bilinmiyor.” Arap ayaklanmaları sürecinde meydana gelecek olan demokrasi tartışmaları önümüzdeki dönemlerde İslamcılığın siyasal ufku konusunda da önemli ipuçları sunacaktır.
“Başka Bir Demokrasi” Mümkün mü? Müslüman Kardeşler içindeki görüş ayrılıkları bir yana bir dönem
15
www.kitapfikir.com
Seyyid Kutup’tan etkilenen Raşid Gannuşi’nin Türkiye’deki siyasal süreci model olarak görmesi hatırlanabilir. Elbette b u hareket Türkiye’yi yakından izlese de kendi ülkelerinin şartlarının farklı olduğunun bilincindeler. Her ülkenin siyasi ve kültürel geçmişinin farklılıklar taşıması bir yana devrim süreci sonunda yapılan seçimler yönetim tecrübeleri olmayan İslamcı hareketleri hayatın zorlukları ile karşı karşıya bıraktı. Suriyeli Müslüman Kardeşler sözcüsünün herkesin temsil edildiği demokratik bir sisteme vurgu yapması bir yönüyle egemen olana teslimiyet bir yönüyle “başka bir demokrasi” olarak yorumlanmaktadır. Riyad Shakfa’nın son kertede İslami yönetimi savunduklarını, İslam’ın adalet ve eşitlik içerdiğini ama demokratik koşullara da uyacaklarını belirtmesi İslamcılık içerisinde/ekseninde yaşanmakta olan tartışmaların dünyanın her yerinde büyük benzerlikler taşıdığını gösteriyor. Mete Çubukçu sahip olduğu sol liberal bakış açısıyla Müslüman Kardeşler üzerinden şu yorumları yapıyor: “Arap ayaklanmaları ile bölge İslami muhalefetle tanıştı.(…) Ama İslami muhalefet ya da Müslüman Kardeşler’in siyasi rengini; toplum-
sal hayata ne kadar müdahale edip biçimlendirmeye çalışacaklarını; çoğulcu mu, çoğunlukçu mu olduklarını zaman gösterecek. Diğer yandan bugün Mısır, Tunus ve Fas gibi ülkelerde İslami kökenli partiler seçimlerden galip çıkarken başta Amerika olmak üzere birçok Batılı ülkenin daha önce düşman olarak gördükleri yeni güç sahipleri ile masaya oturması şaşırtıcı değil.(…) Batı medyası şimdi Müslüman Kardeşler-Selefiler ayrımı yaparak ‘iyi Müslüman- kötü Müslüman’ üzerinden bir siyaseti zorluyor. Tersten bir oryantalizmle Müslüman Kardeşler de kendilerini daha az tehlikeli göstermek için çabalamakta. ” Farklı ülkelerdeki ayaklanmaların kaderi ve gidişatı, tıpkı tarihsel süreç içinde olduğu gibi bu iki ülkedeki mevcut süreçlere bağlı olarak da gelişecek gibi. Esasında ne yandan bakılırsa bakılsın yaşanmakta olan süreç göründüğünden daha karmaşık. Müslüman Kardeşler, Nahda ve diğer İslami yapıların yönetimde ortaya koyacakları siyaset tarzı amacı “Müslüman toplumları tezkiye etmek ve Müslüman dünyanın asli bütünlüğünü tesis etmek” olan fakat bu konuda henüz bir model ortaya koyamayan İslamcılık düşüncesini ve hareketini derinden etkileyecek.
Türkiye’de yaklaşık yirmi yıldır Ortadoğu’yu takip ed en gazetecilerden Mete Çubu kçu ayaklanmaların devam ett iği süreçte kaleme aldığı yazıl arı Yıkılsın Bu Düzen adıyla kitaplaştırdı. Geçen yılın Ka sım ayında yayımlanan kitap temelde Tunus’ta başlayan süreçte etkili olan dinamikl eri ve bu dinamiklerin oluşmas ına sebep olan toplumsal koşu llar üzerinden hareket ediyor.
16
www.kitapfikir.com
MAĞRUR ÖFKE:
NURŞEN ALDI
M
odern Türkiye’nin en önemli isimleri arasında sayabileceğimiz Necip Fazıl adını duymayan bilmeyen okuryazar yoktur. Büyük Doğu, Tek parti devri, Çile, Çöle İnen Nur, Adnan Menderes, İman ve Aksiyon ifadelerini duyan ve bunlardan yola çıkarak bir miktar farkındalık geliştiren herkesin yolu mutlaka Necip Fazıl’a çıkacaktır. Ne var ki, yakın devrin pek çok siması gibi onu da tam anlamıyla tanıyamadık daha. Gerekli mi omu tanımak, diye soranlar olabilir. Elbette gereklidir. Fakat bu gereklilik onu tanımak için tanımaktan, kuru ve bağlamsız yaklaşımların ortalıkta dolaşmasından yana olmayı gerektirmez. Son yıllarda sol Kemalist çevrelerde Necip Fazıl’ı ele alma ve bütünüyle mahkûm etme eğilimi boy gösteriyor. Muhafazakâr çevrelerde ise vesayetçi sistemle hesaplaşma sürecinde nostaljik fakat dirençli bir Necip Fazıl imgesi dolaşıma giriyor. Ne var ki, al birini vur ötekine babında bir paylaştırma siyaseti aslında bu. 1983 yılında vefat eden Necip Fazıl vefatının otuzuncu yılında hararetli tartışmalara konu oldu. Demokrat Parti ile ilişkileri üzerinden yapılan tartışmalar Necip Fazıl’ın eserlerinin okunmadığını da gösterdi aslında. Sözgelimi konferanslarından oluşan Hesaplaşma kitabının başında yer alan yazısı okunsaydı onun Demokrat Parti dolayısıyla Adnan Menderes’le ilişkisi konusunda daha sağlıklı ve adaletli sonuçlara ulaşılabilirdi. Tabii bu gündeme getirme tavrında, ırmağın yatağını kendi tarlalarına çevirme işgüzarlığı da yok değil. Vefatının otuzuncu yılında Necip Fazıl’ı ele alan bir kitap yayımlandı. Mağrur Öfke adlı kitabın yazarı Metin Önal Mengüşoğlu. Bilindiği üzere Mengüşoğlu, sahih ve tevhidi bir Müslümanlık idrakinin peşinde olan
bir isim. Bu yüzden onun kanaatleri alışıldık Üstad yorumlarından önemli ölçüde farklılık taşır. Çünkü, Necip Fazıl’ın bu konulardaki yaklaşımlarını biçimlendiren geleneksel yorumlara mesafelidir Mengüşoğlu. Onun kitabı bahsettiğim çerçevede okunursa iyice değer kazanacaktır. Kitabın bugüne kadar çıkan Necip Fazıl yorumlarından farklı bir yerde durduğunu ısrarla belirtmemiz lazım. Bir bakıma bütüncül bir Necip Fazıl değerlendirmelerinin abecesi bu kitap. Necip Fazıl’ın Türkiye Cumhuriyetinin jakoben laikliğine karşı sergilemiş olduğu cesaretli mücadelesi başta olmak üzere hakkını teslim eden fakat aynı zamanda ona ilişkin eleştirilerini söylemekten/hatırlatmaktan geri durmayan bir tarzı oluşturmaya gayret eden Mengüşoğlu’un kitabının arka kapağında yer alan ifadeler kitap hakkında ipuçları sunacak nitelikte.
İslâmcılık ve Necip Fazıl Her kitabın önce arka kapak yazısı okunur ya, bizde öyle yapalım: “Cumhuriyet devri İslâmcılığının en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilen Necip Fazıl, yalnızca düşünce ve sanatıyla değil, aynı zamanda pek çok siyasi tartışmaya zemin hazırlamasından dolayı hâlâ günceldir. Necip Fazıl, Büyük Doğu dergisi ile özdeşleşti ve Büyük Doğu düşüncesi ile ünlendi, çeşitli sıfatlarla övüldü ve yaftalandı ama aslında gerçek boyutlarıyla henüz kritiğe tabi tutulmuş değil. Kendisiyle hayli hatırası bulunan birisi sıfatıyla Metin Önal Mengüşoğlu, bu zihin açıcı çalışmasında Büyük Doğu idealinin kurucusu, öncüsü, üstadı olan Necip Fazıl’la tanışmasından başlayarak onun şiirine, düşünce dünyasına, öfkesine, siyasi mücadelesine ve Müslümanlık anlayışına odaklanıyor. Çile, İdeolocya Örgüsü, O ve Ben, Bir Adam Yaratmak, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu gibi ünlü, ama aslında okundukça keşfedilen yapıtla-
kitap fikir
kitap fikir
www.kitapfikir.com
rını yorumluyor. Yeni bakışlar, anlayış akrabalıkları ve uzaklıkları üzerinden Üstadı nasıl anlayabileceğimizi gösteriyor. Düşüncenin, edebiyatın ve elbette kavganın ne olduğunu ve ne olmadığını bu metinlerden yola çıkarak kendi üslubuyla sorgularken eğri tutulan adalet terazisini de sorgulatıyor.” Kitabın içinde pek çok hatırat var. Özellikle Malatya merkezli hatıralar oldukça önemli. Necip Fazıl’la Malatya’da tanışan Mengüşoğlu Vahiy ve Sanat adlı eserini kaleme alışında onu cesaretlendiren en önemli eserlerden birisinin Bir Adam Yaratmak olduğunu da söylüyor.
Necip Fazıl’ın Cesareti
17 ve aynı şiirdir. Bir tek Necip Fazıl şiiri vardır ve edebiyatımızda eşi emsali mevcut değildir.” Bugün Necip Fazıl’ın en çok eleştirildiği Türklük konusu hakkında yapılan yorum da yabana atılmamalı: “Onun Türklük adı altında dile getirdiği söylemi dönemin dili bakımından değerlendirmek gerektiğinde belki İsmet Özel’den biraz daha masum bulabiliriz. Çünkü Türk kelimesi faşist devlet tarafından İslam kelimesi kadar tepki çekmez. Hatta bir açıdan bakıldığında devleti okşayan bir yanı da vardır bu dilin. Onun arkasına saklanarak kimi hakikatleri anlatmak maksadı güdülebilirdi. Necip Fazıl bu kadarcık bir hüsnü zannı hak ediyor mu; bence ediyor.”
Arka kapaktan sonra önsöze gelir sıra. Mengüşoğlu kitabının sunuş yaBiyografi Çalışması Değil zısında hem Necip Fazıl’ın güncelliğine dikkat çekmekte hem de ona ilişkin Nedense, Mağrur Öfke kitabının eleştirel fakat insaflı bakışını ortaya türü biyografi olarak belirtilmiş. Oysa koymaktadır: “Bir insanı, hele ki üzeri- kitap biyografi kitabı değil, bir yorum mizde şöyle veya böyle hakkı bulunan hatta eleştiri kitabıdır. Kaldı ki mevzubir üstadı anarken, onu yeni kuşaklara ya ortadan dalan böyle bir çalışmada tanıtırken, onun söylem ve eylemleri- biyografiye de gerek yoktur. Bu deni analiz ederken, başka nasıl bir tavır mek değildir ki, Necip Fazıl’ın biyogdaha isabetli olurdu? Kimi eksiklerini, rafisi gereksizdir, önemsizdir. Hayır, yanlışlarını, hatalarını ona önemlidir ve gereklidir vefakâr davranacağım diama bu Mengüşoğlu’nun yerek görmezden gelmek, yazma biçimine uygun ne ölçüde vefa kavramıdüşmez. Mengüşoğlu’nun nın ulviyetine uygun düşMüstesnâ Şair: Mehmed mektedir; bunu doğrusu Âkif, Bilge Terzi: M. Sad okuyucuların vicdanlarına Çekmegil kitaplarını bibırakmalıdır. lenler ne demek istediğimi Bu eser, bende her zadaha iyi anlayacaktır. Soman bir karşılığı bulunan, mut durumlardan ziyade ömrüm oldukça bu karşıdüşünsel süreçleri izah lığın devam edeceğini düve ifade eden eserin son şündüğüm Necip Fazıl’ın, tahlilde bir Necip Fazıl yoMağrur Öfke adlı zihnimin aynasındaki yan- kitabın yazarı Metin rumu olduğu aşikâr. Zaten sımasıdır. Birilerine göre yazar kitabının sunuşunda Önal Mengüşoğlu bu eserdeki Necip Fazıl yer alan “Bu kitap, bilinen portresi, gerçek Necip Fazıl portre- anlamda bir biyografi çalışması değilsine benzememiş yahut az benzemiş dir” sözüyle ve akabinde de “Elbette görünebilir. O görüntüye saygı duy- yalnızca bir hatıra kitabı olsun için de makla birlikte, bendeki görüntüsüne kaleme alınmamıştır. Vefatının otude saygı beklemek hakkım vardır diye zuncu yılına girdiğimiz şu tarihlerde, düşünüyorum. Kitabı ilk okuyunca en az yaşadığı dönemler kadar eserlegöze çarpan Türkçesinin güzelliği ve ri, hatıraları ve söylemleriyle gündemi ilmek ilmek hatıralarla örülmüş olma- meşgul eden Necip Fazıl üzerine, kim sı. Arı duru ve konuşur gibi yazıyor bilir daha nice çalışmalar yapılacaktır. Metin Önal Mengüşoğlu. Çok yönlü Herkesin baktığı belki de görmek isyada geniş bir yelpazeye yayılan bir tediği açıdan kendini sahneleyen bir katkıdır bu. Ancak merkezinde tenkid Necip Fazıl portresi bulunacaktır şüpve insaf bulunur, bütün yorumlar bu hesiz. Böyle de olması doğaldır” diyor hassasiyet doğrultusunda yapılır. Be- oluşu eserin türü hakkındaki tespitilirtilmemiş olsa da, kuşbakışı üç farklı mizi doğrulamaktadır. bölümü var kitabın: Hatıralar, edebiMağrur Öfke’yi okuduktan sonra yat ve düşünce. Necip Fazıl’ın şiirleri Necip Fazıl’ı adamakıllı okumak geüzerine yapılan yorumların bundan rektiğini düşündüm. İslâmcı çevreler sonraki şiir çözümlemeleri için ufuk Necip Fazıl’ı mutlaka göz önüne almak açıcı tespitler barındırdığı okundu- zorundadırlar. Gönül ister ki, bundan ğunda görülecektir. Şu satırlarda di- sonra yeniden ele alınsın Necip Fazıl. legelen düşünceyi okuyalım: “Necip Sadece belli kalıp yargılara hapsedilFazıl şiiri üzerinde düşünürken, onun mesin. Okunmadan ve tanınmadan sanat telakkisini dönemlere ayırarak sevilmesin de yargılanmasın da. anlama çabasını pek münasip bulmuUmarız Mağrur Öfke gibi eserlerin, yorum. İçerisinden, sonraki dönem- kütüphane raflarına katılmaktan öte lerde ahlaki kaygılarla kullanmaktan işlevleri olur. Mengüşoğlu’nun kaleme imtina edeceğini düşündüğünüz kimi aldığı kitabın ardından yeni çalışmakelimeleri çıkartın, görülecektir ki o, lar gelirse düşünce hayatımızın ufku her vakit aynı şiiri, kendi şiirini teren- genişleyecek en önemlisi de geçmişi nüm etmiş ve yazmıştır. Her vakit aynı hatırlama tarzında esaslı farklılaşmasüreç üzerinde gelişerek olgunlaşmış lar yaşanacaktır.
18
www.kitapfikir.com
kitap fikir
ASIM ÖZ
A
li Behcet Efendi’nin Büyüyen Ay Yayınlarından çıkan Ubeydiye Risalesi’ni okudum. Risaleyi Yusuf Turan Günyadın yayına hazırlamış. Başına mufassal bir biyografi de eklemiş. Matbaa-i Âmire, İstanbul, 1260’da yayımlanan bu eser, bir yüksek lisans tezine ve birkaç makaleye konu olmuş. Hem çeviriyazı metin hem sadeleştirilmiş hâli hem de Osmanlıcası bir arada olan eserin, günümüz tasavvuf yayıncılığından farklı bir yerde durduğunu hemen söylemeliyim. Aslında ‘üç kitap’ bir arada yayımlanmıştır. Büyüyen Ay Yayınları bu yönüyle yayın dünyasının alıştığı, bildiği tarzın dışında bir tarz kurmakta. Gelgelelim, risaleden yapacağım alıntıların anlaşılır olmasını önemsediğim için sadeleştirilmiş metne müracaat edeceğim. Ubeydiye Risalesi’nin müellifi Ali Behcet Efendi âlim ve şair sufilerden. 1727’de Konya’da dünyaya gelmiş farklı şehirlerde kadılık yaptıktan sonra ‘kendisinde meydana gelen bazı hâlât ve tecelliyât-ı mâneviye üzerine” bu görevinden ayrılmış ve tasavvuf yoluna girmiştir. Önce Mevlevi erkânı üzerine eğitim almış daha sonra Nakşibendilik’te karar kılmış, bu yönüyle farklı bir yerde durduğunu düşünüyorum. Bilindiği üzere bu iki tarikat tasavvuf tarihinde birbirlerine zıt temayüllere sahip addedilir. II. Mahmud tarafından İstanbul’a davet edilişi ve Üsküdar’daki Selîmiye Nakşibendî Dergâhı şeyliğine tayin oluşu siyasi otorite ile tasavvuf ilişkilerini anlamak açısından önemli bir ayrıntı. Hüseyin Vassaf’ın naklettiğine göre, Ali Behcet Efendi, II. Mahmud’un “pek ziyâde hürmet ve muhabet”ine mazhar olmuştur. Üsküdar’da Selimiye Dergâhında oluşan irfanî muhit, kadar bu muhitin devlet aygıtı içindeki nüfuzuna da dikkat edilmesi gerekir fakat bu başka bir mevzu olduğu için bu konuda fazla bir şey söylemeyeceğim. Eserin kurduğu dünyaya girmeden evvel birkaç anekdot aktarmak istiyorum: Gençlik yıllarımı hatırladım. O vakitler müellifin bahsettiği tarikatla içli dışlı idim. Merak ve korkuyla şeyh efendi ile ilk karşılaştığım anı hatırlamadan edemedim. Hele sohbet adabını anlattığı satırlar beni tamamen doksanlı yıllara götürdü. Sufi meşrep olanların göremeyeceği ama başkalarının görebileceği ayrıntılar var risalede. Abartmak istemem ama Ubeydiye Risalesi’ni okurken, Nakşibendiliğin çağrısı yanında başka meseleleri de işitir gibi oldum.
Suskunluk Üzerinden Gelişen “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” gibi sözler üzerinden gelişen kalıplaşmış bir tasavvuf eleştirisi yapmayacağım burada. Bu eleştiri kimilerini rahatlatır belki. Ne ki, böyle yapılırsa
DAR İ R E L T İ Ç GE K A M AŞ
Osmanlının son dönemlerinde öne çıkan sufî kişiliklerden birisi olan Ali Behcet Efendi’nin Ubeydiye Risalesi’ni okudunuz mu? Bazen bir küçük eser bir ekolün dünyasını tek bir parçada ele verir ya, o türden bir risaledir bu. Tabii olarak bu yargıya varabilmek için bahse konu olan ekol hakkında malumat sahibi olmak gerekir.
kitap fikir tasavvuf içindeki farklılıkları ıskalamış oluruz. Doğrusu ‘kör ruhlu’ tasavvuf pazarının hâkim eğilimleri ile bu tür risalelerin dünyası arasındaki mesafe esere iyi yönünden bakmanın daha önemli olduğunu düşündürttü bana. Türkiye’de son yıllarda tasavvuf üzerine söz acımasız bir sel gibi akıyor. En materyalistlerdeki hermetik görünümlerden yola çıkılarak tasavvuf keşfediliyor. Muhammed İkbal’den mülhem “Kaç tasavvuf piyasasından, sığın risalelere” diyesim bile geliyor. Risale, uyum yolu olarak nitelenen Nakşibendiliğin itikatlarını açıklayarak başlıyor: “(…) kulluğa devam şartıyla ve daima Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerine karşı sürekli kalp uyanıklığıyla Ehlisünnet ve’l Cemât üzeredir. Zira gafletle ibadet etmenin emrin şanına uymaktan başka faydası yoktur. Hele bir de riyakârca olursa…Fakat ihlas ile olursa ecrini verirler. Ama asıl istenen faydası olmaz.” Sonra nefs, kalp ve ruh kavramları üzerinde duruluyor ve sohbet konusuna geliniyor. Zaten müellif Ali Behcet Efendi, sohbeti hak yolunun en kestirme yolu olarak görüyor. Şeyhler içinde sohbet şeyhini, cümleden daha eksiksiz, daha üstün ve yüce görüyor. Fakat hakkına, şartına ve adabına uymak kaydıyla. Şayet bu üç hususa muhalif hareketler olursa o kişiyi sohbet ortamından kovup uzaklaştırmak gerekir. Aksi takdirde feyiz kesilecektir. Aslında bu konular Ali Behcet Efendi’nin şahsında tasavvuf dünyasının ana dinamiklerini açıkça göstermektedir. Belki müridin mürşidin gönlüne girmesini sağlayan- zira mürşid gönlüne girmek gayet zordur- sohbet edeplerinden birkaçını sıralamaya çalışmakta yarar vardır: Her şeyden önce risalede dikkatimi çeken husus, konuşmanın ‘edepsizlik’ olarak telakki edilmesi oldu. Suskunluk üzerinden gelişen bir beliriş sanki tasavvuf. O yüzden dedim ya günümüzdeki tasavvuf pazarından ayrışıyor bu risalelerin dünyası. “Zerre kadar güceniklikten ve itirazdan kaçınmalısın.” “Şeyh söz açmadıkça konuşmamalı ve sohbetini kestirmemelisin. Sadakatle dinleyicilerden olmalısın.” “Meclisteyken başkasına kızarsa, banadır, demeli ve ondan türlü türlü ibretler almalısın.” “Kendi dizinden başka yere zaruret dışında bakmamalısın. Şeyhin elbiselerine, sakallarına ve yüzüne de bakmamalısın.” “Giderken arkanı şeyhe dönmemelisin.” “Yanında fazîlet gösterişinde bu-
UBEYDİYE RİSALESİ DAR GEÇİTLERİ AŞMAK
Ali Behcet Efendi Yusuf Turan Günaydın Ali Behcet Efendi 18. ve 19. yüzyıl tasavvuf tarihinde Nakşîlik, Mevlevîlik ve Melâmet gibi üç tasavvufî anlayışı şahsında temsil eden bir şahsiyettir. Ubeydiye Risalesi, tasavvuf erbabı için bir el kitabı hüviyeti taşımaktadır. Nitekim hakikat yolcuları için uyulması gereken ilkeler ve temel kaidelere yer verilen ilk bölüm mana erleri için rehber niteliğindedir. Nefis, kalp, ruh, gönül, kulluk çeşitleri, tevhitvahdet, benlikten kurtuluş ile benliğe kapılma, sefer gibi tasavvufun temel kavramları, mana yolcularının geçirdikleri tüm süreçler bu yolun yolcuları için kolay ve anlaşılır bir üslûpla ele alınmıştır. Kitapta yer alan ünlü sûfî Hâce Abdülhâlık Gucdüvânî’nin Kelimât-ı Kudsiyye’sinin şerhi ise oldukça kısa ve anlaşılması kolay bir şerhtir. Şerhin peşinden açlık, namaz, istiğfar, nefisle savaş ve ihlâs kavramlarını ele alır. Ana metin tevhit ve çeşitlerini konu alan bir bölümcükle sona erer. Kitapta Ali Behçet Efendi’nin iki de na’t-ı şerîfi yer almıştır. Eserin bir özelliği de Osmanlı devrinde nadir olarak tâlik harflerle matbû bir eser olmasıdır.
19
www.kitapfikir.com
lunmamalı, mektebe yeni başlamış çocuk gibi olmalısın.” “Şeyhinden kimseye şikâyet etmemelisin.” Günümüzde Ali Behçet Efendi’nin sohbet geleneğini sürdüren var mıdır? Bunu bilemiyorum. Ancak, sohbet denildiğinde akla gelen söze ilişkin hemen her şeyin melanet babında zikredilmiş oluşu gerçekten dikkat çekiyor. Anlatılanlara bu açıdan bakıldığında konuşma fikriyle acımasız bir savaşın sürdürüldüğü görülür. Sanki insanın fıtratındaki kötü yönler konuşma ile aşikâr olmaktadır. “Konuşmayın!” demektedir sohbetin edepleri içinden gelen baskın ses. Öte yandan bu sessizlik tavsiyesi ile bugünün konuşkan tasavvuf söylemi arasındaki uçurum üzerinde de durulması lazım. Sessizlik düzleminden konuşma düzlemine geçilmesiyle üstelik bir de herhangi bir silsileye bağlı olmaksın bunun yapılmakta oluşu tasavvufun bambaşka bir hâle dönüştüğünü anlamayı mümkün kılar. Şimdilik en az üzerinde durulan bu yeni hâlin üzerinde daha derinlikli olarak durulmalıdır.
Bakışa Dünya Düşerse Anlayışına yakınlık duyamadığım Ali Behcet Efendi’nin ibadet, niyet, kalp, tevhid bahislerinde yazdıklarının bir kısmını önemsedim. İbadeti kendilikle yapılan kulluk olarak tanımlayan Ali Behcet Efendi kalbin işinin niyet olduğunu söyler. Herhangi bir işe başlanıldığında Allah için bir niyet tedarik edilmediğinde yapılan iş ve harcanan emek boşuna gider. Doğru ve geçerli niyet olmadıkça yapılan amel kabul edilmez. Tevhidi ise şöyle tanımlıyor: “Kalbin ihlasa kavuşturulması ve Allah’ın dışındaki şeylerden haberdar olmaktan soyutlanmasıdır.” Zikirden muradın kalbin daima muhabbet vasfıyla Hakk ile hâzır olması ve gafleti kovmak olduğunu belirtmesi de kayda değer. Nazar ber- kadem’i tanımlarken zikrettikleri günümüzdeki egemen hırgürlü sufiliğinin tasavvufun esaslarından ne kadar uzak olduğunu kavratacak nitelikte: “ Yani dünyaya dalmaktan kaçınmaktır. Zira bakışa dünya düşerse kalbe de düşer. Huzûr ve cemiyete hiçbir şekilde zarar vermemeli demektir. Bir çeşit aşağılık ve yoksunluğu da ima eder.” Bir de vukûf-i zamâni’yi anmalıyım: “Amellerin başı şudur: Hak’tan haberdar olduğun hâlde mi akşam oldu, yoksa gafletle mi? Birine şükür, birine pişmanlık ve yine niyet etmeli ki, Allah Teâlâ’nın başarılı kılmasıyla bundan böyle kalp uyanıklığı ile gün geçireyim demelidir mânâsına gelir.”satırları bu dünyanın, bugünün içinden çıkarır. Hâsılı kelâm biri içe, fakra diğeri ekrana, şöhrete koşan tasavvufun iki yönü. Başkaları bu risaleyi niçin okur bilemem. Ben derim ki; Od/un ruhluların dünyasına itiraz için okunmalı bu özlü kitap.
Ubeydiye Risalesi’nin müellifi Ali Behcet Efendi âlim ve şair sufilerden. 1727’de Konya’da dünyaya gelmiş farklı şehirlerde kadılık yaptıktan sonra ‘kendisinde meydana gelen bazı hâlât ve tecelliyât-ı mâneviye üzerine” bu görevinden ayrılmış ve tasavvuf yoluna girmiştir.
Yenİ Zamanlar Yayın - Dağıtım
Tel-Faks: 0212 511 37 86 Alemdar Mah. Himaye-i Etfal Sok. Aydoğmuş Han 7/G Cağaloğlu - İst.
20 Prof. Dr. TAHA CABİR ALVANİ
B
izi ihtilaf konusunda yazmaya yönelten neden, İslam dünyasındaki birçok grubun siyasi baskılar altında bölünmesi, bölünen tarafların muhalif gruplara dönüşerek kendi içlerinde sayısız İslami parti, dernek ve hizipler oluşturmalarıydı. Bu grupların kendilerine özgü gündemlerinin yanı sıra, her bir grubun hedefi; kitlelerin desteğini kazanabilmek için diğerlerini devre dışı bırakmaktan başka bir şey değildi. Kendilerini İslami olarak nitelendiren partilerin iktidara gelmesiyle sorunlarının çözüleceğini zanneden samimi ve sade müslümanlar bu gelişmeler karşısında şaşkına dönmüştü. Bu hiziplerin ümmetin yüksek amaçları ve maksatlarını tamamen unutarak önemsiz fıkıh ve ilahiyat konularında kendi aralarında anlaşmazlığa düşmeye başladıklarını gördüklerinde, kitlelerin içine düştüğü hayal kırıklığını düşünebiliyor musunuz? Çağdaş İslam dünyası, salgın halini almış sayısız hastalıklara bağımlı hale gelmiştir. Ahlaki uyuşukluk ve entelektüel felç, içeride yıkıcı hareketler, dışarıdan boyunduruk altına alma çabaları, adaletin ve adil muamelenin yokluğu, sömürü ve yozlaşma, cehalet, hastalık ve yoksulluğun aşırı boyutlara ulaşması, israf, bağımlılık, güvensizlik, uzlaşmazlık ve öldürücü mücadelelerle uzayıp giden liste çok uzun ve acı vericidir. Bu hastalıkların çokluğu ve şiddeti, doğal ve ekonomik zenginliklere sahip olanlar da dâhil bütün ulusları ve insanları yeryüzünden silip atabilecek niteliktedir. Böylesine öldürücü hastalıklarla kuşatılmış bir haldeyken, İslam ümmetinin nasıl hayatta kaldığını merak etmemek mümkün değildir. Bu ümmetin bugüne kadar korunmuş ve halen de varlığını sürdürebiliyor olmasının nedeni; hem Kur’an mirasına hem de Resulullah’ın Sünnet’ine hâlâ tutunuyor olmasıdır. Ayrıca bu ümmet içinde Allah’a dayanmaya devam eden ve O’nun rehberliği ve affını samimiyetle isteyen bazı doğruluk timsali insanların hâlâ varlığıdır. Bu durum, sırf resulü aralarında olduğu için Allah’ın, kâfirleri bile cezalandırmadığını ve hâlâ tövbe etme olasılıklarının bulunduğunu açıklayan ayetten de anlaşılabilir.1 Günümüzde İslam ümmetinin başındaki en tehlikeli hastalık, uzlaşmazlık ve ihtilaftır. Bu hastalık her bölgeyi, her şehri, her toplumu etkileyecek hale geldi. Zararlı etkisi fikirlere, inançlara, ahlaka ve davranışa, konuşma ve etkileşim biçimlerine nüfuz etti. Hem kısa hem de uzun dönem hedefleri ve maksatları etkileyerek dönüştürdü. Tıpkı karanlık bir hayalet gibi, insanların ruhunu kuşatıyor, atmosferi zehirliyor ve sonunda kalpleri kısır ve ıssız yerlere dönüştürüyor. Birçok insan birbiriyle ihtilaf içinde. Bu durum tüm İslam esasları, emirleri ve yasaklarının, yalnızca in-
www.kitapfikir.com
kitap fikir
İHTİLAF: Uzlaşmazlık Hastalığı li ki en tehlike tinin başında e m r üm he m la lık İs sta Günümüzde tilaftır. Bu ha şmazlık ve ih cek hale ye ile tk e hastalık, uzla u her toplum i, hr şe aka ve r a he , , bölgeyi ançlara hl isi fikirlere, in tk e nüfuz e rlı rin le ra im Za i. iç geld etkileşim b ve a ve şm nu fle m hede ri davranışa, ko de uzun döne m he sa ü. kı d nüştür etti. Hem tkileyerek dö maksatları e
sanları uzlaşmazlığa sevk ettiği ve onları öldürücü bir çatışmaya sürüklediği izlenimini doğuruyor. Bu eğilim Kur’an ve Sünnet esaslarına tamamen aykırıdır. Kur’an ve Sünnet’te, Allah’ın birliğini (tevhid) ikrar etme esas görevine vurgu yapıldıktan hemen sonra, tek bir husus öne çıkarılmaktadır: İslam ümmetinin birliği (ittihad). Bu emirlerin hedefi; Müslümanlar arasında barış ve uyumu bozan, müminlerin kardeşliğini mahveden her türlü ihtilafı ortadan kaldırmaktır. Ayrıca İslam esaslarında, Allah’a ortak koşmanın (şirk) yasaklanmasından sonra, ümmet içinde uzlaşmazlıktan daha çok kötülenen bir davranış yoktur. Allah’ın ve Resulullah’ın emirleri, Müslümanları birliğe ve dayanışmaya, kalplerini birleştirmeye ve çabalarını
tek bir davada uzlaştırmaya çağıran sözlerle doludur. Müslümanlar yalnızca Allah’a iman edip ibadet ettiklerinden, peygamberleri, kitapları, namazda yöneldikleri kıbleleri ve varlık nedenleri tek ve aynı olduğundan, ortak bir davada birleşmeleri gerekir: Doğrusu tevhid dini olan Müslümanlık, bir tek din olarak sizin dininizdir ve Ben de Rabbinizim, artık Bana kulluk edin.2 Maalesef buna rağmen Müslümanlar, tartışmasız bir şekilde, yalnızca Allah’a iman ve ibadet inancını unuttular ve birbirleriyle güçlerini birleştirme çağrısını terk ettiler. Bu durumun doğuracağı tehlikelerin tamamen bilincinde olmalı ve İslam dünyasındaki bölünmüşlük krizinin köklerine inmeye çalışmalıyız. Başlangıç olarak, Müslümanların kalbindeki
“iman boyutu”nu yeniden canlandırmalıyız. Bu boyut Müslümanların birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen ana faktör olmaktan neredeyse tamamen çıktı. Bu durum İslam anlayışının bozulmasının, zararlı uygulamaların ve gayrimüslim toplumların baskıları ve dayatmalarının bir sonucudur. İman boyutunun yeniden canlandırılması ve doğru İslam anlayışı, ilişkilerimizi pekiştirmenin, farklılıklarımızı anlamanın ve bu farklılıkların kalplerimizde pas tutan tüm kötü izlerini silmenin tek garantisidir. Böyle bir yenilenme ne kadar rahatlatıcı ve ne kadar da huzur verici olurdu! İslam’ı doğru öğrenmek ve anlamak, bize çeşitli eylem kategorilerini doğru dürüst takdir etme fırsatı verecektir: Neyin tavsiye edilir veya izin verilir olduğunu, neyin zorunlu veya yükümlülük olduğunu vs. Böylelikle davamızın yüksek hedeflerini göz önünde bulundurabilecek, uzlaşmazlık ve tartışma yoluyla sürekli itişip kakışmaktan kurtulacağız. Ancak ahlaki emirlere olan saygımızı, İslami davranış etiği ve normlarını da kaybettik. Bu yüzden kolaylıkla ayrılığa ve ölümcül çatışmaların tuzağına düştük. İşte Kur’an’ın “dar ve sınırlı bir varoluş” ve bir başarısız yaşam olarak adlandırdığı miras budur. Bu miras yüzünden sonunda acizlik ve yıkım içinde kalakaldık. Gerçekten de Rabbimizin uyarısı bu yöndeydi: Allah’a ve Peygamber’ine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider. Sabredin, doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.3 Kur’an bize peygamberlerin ümmetlerinin tarihini anlatarak onlardan ders çıkarmamızı istiyor. Bu tarih bize ulusların yükselişini, medeniyetlerin kuruluşunu ve gelişimini açıkça gösteriyor. Ayrıca nasıl gerilediklerini de anlatıyor. Gerileme ve çöküşün; dar görüşlü hizipçiliğin, ihtilafın ve uzlaşmazlık hastalığının doğrudan sonucu olduğu konusunda bizleri uyarıyor: Allah’a yönelerek O’na karşı gelmekten sakınınız, namaz kılınız, dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka olan, her fırkanın da kendisinde bulunanla sevindiği müşriklerden olmayınız.4 Ayrılığa ve bölünmeye yol açan anlaşmazlıklar, Resulullah’ın rehberliğini terk etme ve O’na yabancılaşma anlamına gelmektedir. Allah, Kur’an’da Resulullah’a “dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar”a ilişkin olarak şöyle diyor: Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz.5 Bu ayet insanların hoşgörüsüz, diğerlerini dışlayıcı, “ilahi vahyin tek gerçek sahipleri” olma iddiasından doğan bütün hizipçilikleri lanetlemektedir. Bu ayet Kur’an’dan önceki dönemlerin ehl-i kitabına da uygulanabilir: Onların sorunları yalnızca çok az bilgiye sahip olmaları ya da bilgilerinin onları yanıltması değildi; bu bilgileri adaletsizlik yapmak ve karşılıklı husumet tohumları ekmek için kullanmalarıydı: “Kitap ve-
kitap fikir rilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler.6 Bu ayetin ışığında Müslümanların, gerçekten son hakiki dinin ve bu dinin içerdiği hakiki ilim ve rehberliğin doğru emanetçileri mi oldukları, yoksa önceki dinlerin mensuplarının zayıflıklarının ve onların karşılıklı kıskançlık ve nefretlerinin ve diğer yıkıcı davranışlarının mı mirasçıları oldukları sorulabilir. İhtilaf, karşılıklı kıskançlık ve dini hizipçilik İslam öncesi dönemde Yahudi ve Hıristiyanların felaketine ve dinlerinin geçersiz kılınmasına doğrudan etki eden faktörler oldu. Onların tarihi, sahih kitabın (Kur’an) ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine tutunanlar için açık ve kalıcı bir derstir. Kur’an’ın yerini alacak başka bir kitap olmayacağını ve Kur’an’ın hükmünün ebediyen geçerli olacağı idrak edilirse, bu ders daha da etkileyici olacaktır. Bu hakikat, İslam ümmetinin başında şu an bulunan hastalıkların ölümcül olmadığı yönünde biraz iyimserlik veriyor. Bu hastalıklar, ümmetin bu acziyette ısrar etmesi halinde iltihap üretmeye devam edebileceği gibi, tedavi de edilebilir. Bu sonuç birçok kimsenin arzuladığı bir sonuçtur. Eğer bu hastalıklar atlatılabilirse, bölünmeler duracak ve ümmet yeniden doğru yola, sağlıklı ve hayat dolu yola girecektir. Son ilahi mesajın sunduğu bu imkânlar, İslam ümmetine önemli sorumluluklar yüklemiştir. Peki, bu sonucu nasıl elde edeceğiz? İlk olarak insanlar arasında olaylara bakış açıları ve işlerini yürütme tarzlarında doğal farklılıkların bulunduğunu kabul etmeliyiz. Her bireyde toplumu inşa etmek için zorunlu olan çeşitliliğe büyük ölçüde katkıda bulunan doğal bir benzersizlik vardır. Hepsi birbirinin aynısı olan ve aynı kapasitelere sahip insanlar arasında sosyal ilişkiler kurmak imkânsız olurdu. Bu durumda karşılıklı etkileşim, ne vericilik ne de gelişim imkânı sağlanırdı. Hâlbuki yetenek ve beceri çeşitliliği bireyin zihinsel ve işlevsel becerilerindeki çeşitlilikten doğar. Bu doğuştan ve sonradan kazanılmış farklılıklar birleştiğinde, insanın gelişimine ortam oluştururlar. Bütün bunlarda Allah’ın kudret ve hikmetinin yansımalarını görüyoruz. Eğer görüş farklılıkları sağlıklı bir çerçevede işletilirse, aklı zenginleştirir, entelektüel gelişimi hareketlendirir ve bakış açılarının genişletilmesine yardım edebilir. Böylece sorunlara, konulara geniş ve derin etkileri çerçevesinde, daha doğru ve daha ayrıntılı olarak bakabiliriz. Maalesef gittikçe zayıflayan bir ümmet ile böyle bir şey mümkün değildir. Sağlıklı farklılıklardan kaynaklanan olumlu avantajların tümü, yerini kronik uzlaşmazlık hastalığı ve ölümcül zehrine bırakmıştır. Bunlar da ruhlarımızı zayıflatıp, eritmekte ve bizi, intihar sürecine itmektedir. Durum, farklı görüşlere sahip olanlardan bazılarının fiziksel varlıkları itibariyle yok oluşa sürüklenmesine, bir kısmının ise İslam düşmanlarını kendilerine, aynı temel inançları paylaşan Müslüman kar-
deşlerinden daha yakın görmelerine yol açmaktadır. Eski ve yakın dönem İslam tarihi, ümmetin düşmanlarının uzlaşmazlık, mücadele ve iç savaş ateşini beslemeye devam ettiği zaman ortaya çıkan birçok üzücü ve acılı sahneyle doludur. Bu durum her geçen gün yoğunluğunu arttırarak sürmektedir. İnsanlar çoğu zaman meselelere dengeli ve bütüncül bir şekilde bakamıyor ve sorunun çeşitli boyutlarını göremiyor. Dar bakış açıları onların, yalnızca küçük bir yönü görmelerine neden oluyor. Bu yön her açıdan şişirilip büyütülüyor ve diğer tüm yönlerin veya sorunun tamamının dışlanmasına yol açıyor. Başkalarını yargılama, reddetme veya kabul etmenin temeli haline geliyor. Bu yönü güçlendirmek için, farklı görüşe sahip Müslümanlara karşı din düşmanlarından bile yardım alınabiliyor. Rivayete göre Vasıl bin Ata7 bir grup Müslüman ile birlikteydi. Harici8 olarak bildikleri bazı kimselere rastladılar. Vasıl ve beraberindekiler, kendi görüşlerinden olmayan Müslümanların öldürülmesi gerektiğine inanan bu hariciler tarafından öldürülme riskiyle karşı karşıyaydılar. Vasıl, yanındakilerden sorunu çözmeyi kendisine bırakmalarını istedi. Hariciler yanına gelerek tehditkâr bir ifadeyle sordular: “Beraberinizdekiler kimdir?” Vasıl cevap verdi: “Onlar müşriktir; Allah’ın kelamını dinleyip şeriatını öğrenmek için koruma istiyorlar.” Hariciler “Size koruma veriyoruz” dediler. Vasıl da haricilerden, beraberindekileri eğitmelerini istedi. Onlar da kendi görüşlerine göre anlattılar. Sonunda Vasıl şöyle dedi: “Ben ve beraberimdekiler sizin bize öğrettiklerinizi kabul ediyoruz.” Bunun üzerine hariciler şöyle dedi: “Haydi birlikte gidin, zira din kardeşisiniz.” Vasıl “söylemeniz gereken bu değil” dedi ve şu ayeti okudu: Puta tapanlardan biri sana sığınırsa, onu güvene al; ta ki Allah’ın sözünü dinlesin. Sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilgisiz bir topluluktur.9 Vasıl, “Bu yüzden bizi, güven içinde olacağımız yere götürün” diye devam etti. Hariciler birbirlerine baktılar ve şöyle dediler: “Haklısın, öyle olsun.” Daha sonra Vasıl ve grubunun yollarına devam etmelerine ve hepsinin evlerine güven içinde varmalarına yardım ettiler.10 Bu kıssa görüş ayrılıklarının, basit konularda farklı görüşlere sahip bir Müslüman’ın, yalnızca kendisinin sahih, bozulmamış hakikate sahip olduğunu düşünen aykırı bir Müslüman grubun terörüne ve katline maruz kalmamak için gayrimüslim gibi davranmaktan başka şansının kalmadığı bir aşamaya ulaştığını göstermektedir. Gayrimüslimler bu aykırı fikir sahiplerinin elinde Müslümanlara göre daha fazla güven içindeydiler. Şiddetli uzlaşmazlık (ihtilaf), bencilce arzu ve istekler (heva) sürekli gelişme ve büyüme eğilimine sahiptir. Kişinin ruhunun derinliklerine nüfuz etmekte, aklını, tavırlarını ve duygularını kontrol altına almaktadır. Sonunda o kişi,
www.kitapfikir.com
olayların genel ve bütüncül görüntüsünü kaybetmektedir. Süreç içinde İslam’ın ortak, yüce amaçlarını ve temel esaslarını görmezden gelmektedir. Böyle bir kişi hikmet ve uzak görüşlülükten yoksun kalmakta, İslami ahlakın temel ilkelerini unutmaktadır. Tüm denge ve öncelik duygusunu kaybetmektedir. Bilgiye dayanmadan konuşma, ilim sahibi olmadan hüküm verme ve destekleyici kanıt olmaksızın uygulama böyle bir kişiye kolay gelmektedir. Bu gibi kimselerin sayısı arttığında, suçlamalar yayılmakta, insanlar haksız yere sapkın, günahkâr ve hatta kâfir olarak yaftalanmaktadır. Bu kusurlara sahip bir kişinin dünyasına karanlık, bakışına karamsarlık hâkim olur ve kolayca fanatizmin kucağına düşebilir. Aslında bu durum ilim, hikmet ve ihtiyat nuruyla aydınlanmayan sefil nefsin bir yansımasıdır: Allah’ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz.11 Körü körüne takipçilerin ve deneyimsiz kimselerin eline düşen fıkıh ekolleri, hikmet ve yetenek sahiplerinin verdiği fıkhi hükümler ve görüşler, bir tür yarı entelektüel hizipçilik ve siyasal fanatizm halinde yozlaştırılmaktadır. Şu ya da bu görüşü desteklemek için Kur’an ayetleri ve hadisler seçici bir şekilde kullanılmakta ve belli bir hizbin görüşüne uymayan her ayet ya da hadis geçersiz veya neshedilmiş olarak değerlendirilmektedir. Bu durumun net sonucu; fanatizmin artmasıdır ve böylelikle yaygın söylemin; “Rabia Kabilesinin yalancısı, Mudar kabilesinin doğru söyleyeninden daha iyidir” -bir başka ifadeyle, ister yanlış isterse doğru olsunlar onlar benim insanlarım- olduğu İslam öncesi cehalet dönemine dönülmektedir. İlk Müslümanların arasında ihtilaf yoktu. Onların görüş farklılıkları vardı ve bunlar yâdsıma ve hizipçiliğe neden oluşturmuyordu. Fikir ayrılığı yaşıyor, ama birbirlerinden kopmuyorlardı. Çünkü gönül ve amaç birliği onlar için nefsi değerlendirmelerden çok daha önemliydi. Kişisel zaaflarından kurtulmaya, işledikleri hataları düzeltmeye istekliydiler. Resulullah, ashabın içinden en iyilerden olan birini haber verdi ve o sahabenin cennetlik olduğunu müjdeledi. Sahabe, bu övgünün nedenini anlamak için o kişinin davranışlarını ve yaptıklarını incelemeye koyuldu. Sonunda Resulullah bu kimsenin başarısının nedeninin, hiçbir zaman kalbinde herhangi bir Müslüman’a karşı kin izi bulunarak yatağına yatmaması olduğunu söyledi. Görünüş itibariyle birbirimizden çok farklı görünmeyebiliriz. Bununla birlikte başımızdaki felaketin kaynağı, içimizde, kalplerimizdedir. Birbirimizden kopuk yaşama eğilimimiz, yalnızca kendimize ihanetin ifadesidir. Allah şöyle buyuruyor: Günahın açığını da gizlisini de bırakın.12 Geriye baktığımızda İslam dünyasının ümmet bağlamında Kur’an ve Sünnet’e olan bağlılığına dayandırdığı meşruiyetle bir zamanlar tek bir devlet olduğunu görürüz. Günümüzde ise kendi
21
Kur’an bize peygamberlerin ümmetlerinin tarihini anlatarak onlardan ders çıkarmamızı istiyor. Bu tarih bize ulusların yükselişini, medeniyetlerin kuruluşunu ve gelişimini açıkça gösteriyor. Ayrıca nasıl gerilediklerini de anlatıyor. Gerileme ve çöküşün; dar görüşlü hizipçiliğin, ihtilafın ve uzlaşmazlık hastalığının doğrudan sonucu olduğu konusunda bizleri uyarıyor
22
kitap fikir
Dünya ve İslam Gazetesi’nin Ücretsiz Eki Sayı: 4 - Şubat / Mart - 2 Aylık Yerel, Süreli İmtiyaz Sahibi EGM Lojistik ve Dış Ticaret Ltd. Şti. Genel Yayın Yönetmeni Yasin Demir, Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ömer Deniz, Editör Kamil Ergenç - kamil@kitapfikir.com Görsel Yönetmen Hüseyin Kızılay Adres: Darcan Sokak No: 18/1 Mecidiyeköy / İstanbul Tel: 0212 212 03 06 Faks: 0212 355 77 49 web: www.kitapfikir.com mail: info@kitapfikir.com İrtibat: 0537 276 62 00 Basım Yeri: Akademi Matbaacılık Davutpaşa Caddesi Güven Sanayi Sitesi C Blok No:230 Topkapı / İstanbul Tel: 0212 493 24 67
www.kitapfikir.com
aralarında sayısız ve şiddetli uzlaşmazlıklar bulunan birçok küçük devlet haline gelmiştir. Bu devletlerin her biri birlik ve bütünlük içinde olduklarını seslendirseler de, her devlet birbiriyle çatışan farklı oluşumlara sahne olmaktadır. Aslında bizim krizimiz entelektüel bir krizdir ve çok ağır bir sorundur. İslam dünyasının entelektüel faaliyetleri ve üretimi güçlü olduğunda, İslam ümmeti yeniden varoluşunun temel ve en yüksek meşruiyetini Kur’an ve Sünnet’e bağlılıktan aldığında; işte o zaman İslam’ın mesajını yüceltebilecek, maddi şartların ağırlığına ve önümüzdeki engellere rağmen bir medeniyet inşa edilebilecektir. Elbette güçlükle beraber şüphesiz bir kolaylık vardır.13 Kur’an ve Sünnet’ten sapmamız bizi ihtilafa ve yıkıma götürdü: Allah’a ve Peygamber’ine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider.14 İslam, her kabile ya da grubun kendi ilahının bulunduğu Arabistan’daki bu bölünmüşlüğe son verdi. Bütün bu sahte ilahları hükümsüz kıldı. Ekonomik açıdan ve düşünce yönünden yalnızca tüketen toplumlar haline dönüşen günümüz müslümanlarının maddi kaynakların yetersizliğinden veya şartların zorluğundan şikâyet etmeye hakları yoktur. Zira asıl hastalığımız, imanımızın kuşatıcılığını, bir ve ortak hedefler bilincini yitirmemizdir. Yaşamımızdaki daha yüce maksat ve meşruiyet bilincinin de kaybolup gitmesiyle İslam toplumlarının hem azmi hem de istikrarlı entelektüel çabaları felç olmuştur. Aklımızı etkisi altına alan bu entelektüel felçle, davranışlarımızı etkileyen ahlaki krizden kurtulmak için entelektüel formasyona ve önceliklerin yeniden belirlenmesine önem vermeliyiz. Bunlar, yeni kuşakların eğitimini şekillendiren özellikler olmalıdır. Bu hedeflere ulaşmamız için, Kur’an ve Sünnet’e sarsılmaz bağlılıklarıyla dikkat çeken örnek neslin (Asr-ı Saadet Müslümanlarının) mirasına dönmekten başka bir yol yoktur. Bu mirasın ilkelerinden olan, hakiki ilim arayışını ve bu ilmin uygulamaya konulmasını yorulmaksızın sürdürmektir. Bu araştırma ruhunu yeniden yakalamaya ve bu ruhun devamını sağlayacak güvenceler oluşturmaya İhtiyacımız var. İlim ile ahlak arasındaki bağlantı yeniden kurulmalıdır. İçtihat yapma işlevini düzenlemek için hüküm çıkarma, sonuca varma ilke ve kurallarının uygulamaya konulması gerekir. Ümmetin birliğini sağlamak üzere araştırmalar yapılmalı ve İslami dayanışmayı gerçekleştirme maksadıyla işbirliği alanları belirlenmelidir. Bütün bunların, Allah’ın inayetiyle, açık ve sistematik bir yöntem-
kitap fikir
İhtilaf - Farkın Farkındalığı Taha Cabir Alvani Mahya Yayınları İslam dünyasında Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıkları uzlaştırma ve İslam medeniyetini yeniden canlandırma çabalarının filizlendiği bir dönemde karşımıza çıkan en büyük engelin, genellikle dini ve siyasi ihtilaflar olduğu bilinmektedir. Bu ihtilaflar giderilmedikçe arzulanan hedeflere ulaşılması bir hayal olmaktan öteye geçemeyecektir. Asırlardır neden olduğu acıların, ümmetin hafızasındaki tazeliğini hâlâ koruduğunu düşündüğümüzde, ihtilafın zihinlerimizdeki yeri hiç de iyi değildir. Alvani, ihtilafın İslam’ın ilk dönemlerinde nasıl algılandığını ve toplumdaki yansımalarını değerlendirerek ihtilafın bizatihi kötü olmadığını, ancak alçak gönüllülük, samimi düşünce ve ciddi çalışma esasına dayanması gerektiği mesajını veriyor. Olumlu yönlerine ışık tutuyor ve ilk Müslüman nesillerin, ihtilafı ümmete bereket ve canlılık getirmekte nasıl değerlendirdiklerini gösteriyor. İslam medeniyetinin ihyası için, Müslümanların ihtilafta uzlaşma becerisini ve ahlakını yeniden öğrenmeleri ve ayrılıkçı sorunlarla başa çıkmada daha yetkin hale gelmeleri gerektiğinin altını çiziyor.
facebook.com/fikirkitap
le yapılması ve sürdürülmesi gerekir. Bu kitap önümüzdeki yol haritasını çıkarmaya yönelik küçük bir adımdır. Bizi kuşatan derin trajedinin bilincinde olarak, bazı kimseler böyle bir kitabın İslam dünyasının günümüzdeki objektif durumunu ele alması ve tek bir ülkede bulunan, birbirinden bağımsız doksan üç örgütten oluşan İslami hareketin çağdaş farklılıkları ve tartışmalarına çözümler getirmesini önerdiler. Ancak fanatiklerin saldırganca cesaretleri ve kibirli iddialarına, dik kafalı, entrikacı ve plancı işbirlikçilerin sorunlu ve kavgacı yapılarına dikkat etmek gerekir. Bütün bu eğilimleri doğrudan çürütmek ve çeşitli İslami grupların görüşleri ve çıkarlarını açıkça ve dürüstçe ifşa etmek, bana göre İslam dünyasına barış, huzur ve işbirliği getirmeyecektir. Ancak Allah’ın izniyle, Müslümanları, özellikle de gençleri, İslam ahlakı ve adabına yönelik açık bir ilim ve kavrayışla donatmak, böyle bir barış, uyum ve işbirliğini başarmanın ön şartı ve güvencesidir. Ümmet içinde çatışan çeşitli grupların, farklılıkları ele alırken İslam ahlakı ve ilkelerini bilmeleri, bu ilkeleri bütün işlerinde dikkate almaları, gençlerin bu ilkelere göre yaşamak üzere eğitilmeleri, kuşkusuz ümmetin enerjisinin büyük bir kısmını açığa çıkaracaktır. Bu enerji şimdi faydasız iç çatışma alanlarında boşa harcanmaktadır. Müslüman akıl kendi medeni rolünün bilincine vardığında, ümmete ait olmasına karşın yadsınanları geri kazanmayı hedefleyecektir. İslami mücadelenin neferleri, ümmetin birlik ve sağlığının yeniden onarımını, sonunda İslam medeniyetini yeniden inşa etmek için güçlü ve istikrarlı bir temel inşa etme acil görevini üstlenmelidir. Ölümle yaşam arasında tek bir an vardır. Eğer kararlılığımızda samimi isek, Müslümanları İslam karşıtı etkilerden kurtarmamızı engelleyecek hiçbir şey yoktur. Allah’ın yardımıyla müminlerin birleşecekleri gün gelecek ve o gün kaybedenler, anlayamadıkları hakikatleri yok sayanlar olacaktır. 1 Enfal, 8/33. 2 Enbiya, 21/92 3 Enfal,8/46 4 Rum, 30/31-32 5 Enam, 6/159 6 Al-i İmran, 3/19 7 Vasıl bin Ata, mutezile fikir ekolünün kurucusu olarak bilinir. H.131 yılında Basra’da vefat etmiştir. Mutezile konusunda daha fazla bilgi için 5. Bölüm, 10. dipnota bkz. 8 Hariciler konusunda 5. Bölüm, 11. dipnota bkz. 9 Tevbe, 9/6 10 El-Müberrid, el-Kamil fi’l-Luga ve’lAdab, 2/122. 11 Nur, 24/40 12 Enam, 6/120 13 İnşirah, 94/5 14 Enfal, 8/46
twitter.com/kitapfikir