CİHAT LEVENT
YAZI: SEDAT İLTER @sedatilter
“GENÇLERİ KÖTÜ ALIŞKANLIKLARDAN KURTARACAĞIZ” Kalbi Galatasaray için atan, 1980’li yıllarda fırtına gibi esen, “Yenilmez Armanın” unutulmaz kadrosunda şampiyonluklar yaşayan ve adını Sarı Kırmızılı tarihe altın harflerle kazıyan bir basketbol aşığı Cihat Levent. 9 Eylül 1965 tarihinde Kızıltoprak’ta dünyaya gözlerini açan Cihat Levent, abisi sayesinde basketbol sevgisi kazanır ve başarılı bir kariyere ilk adımını atar. Saint Joseph Erkek Lisesinde eğitimine devam ederken okul takımında basketbol oynamaya başlar. Levent, kısa sürede yıldız ve genç milli takımların formasını giyer. Galatasaray’da oynarken talihsiz bir kaza ile profesyonel sporculuk yaşamı erken sonlanan Levent, basketbola hakem ve yönetici olarak hizmet etmeye başlar. Peşinden basketbolcu yetiştirmekten çok; iyi sporcu yetiştirmeyi hedefler ve bu hedef doğrultusunda spor okulları açar. Ama Cihat Levent bununla yetinmez ve kötü ortamın düzelmesi için EDER’i (Ebedi Dostluk Ezeli Rekabet Derneği) kurar. Levent, basketbol kariyerini noktaladıktan 2
EFOR- ÖZEL SAYI
sonra birçok profesyonel sporcunun yaptığı gibi oyuncu menajer ya da antrenör olmak istemez. Bunların yerine spor yöneticisi olmaya karar verir. Bu konuyla ilgili konuşan Levent, “O dönemde gördüğüm eksik bir nokta vardı ve o da Türk sporunda var olan spor yöneticiliği boşluğuydu. Ülkemizde sporcu ve tesis sayısı fazla ancak sporu doğru yöneten yönetici sayısı çok az. Bu eksikliği gördükten sonra spor yöneticisi olmaya karar verdim’’ sözlerini kullanıyordu. Levent, ilk iş olarak bir basketbol okulu açar. Bu okul kısa sürede 9 ilde 17 şubeye ulaşır. Binlerce çocuk okula gelir, basketbol oynar. Levent, kariyeri boyunca 6-17 yaş aralığında 40 bin çocukla çalışır. Bu çocuklar arasında 4 kişi profesyonel sporcu olur. Diğer çocuklardan da bahseden Levent: “Sporla ilgilendikleri ve takım oyunu oynadıkları için hayata dopdolu hazırlandılar ve aynı amaç uğruna hareket etmeyi öğrendiler. Şu an çalıştığım çocukların her biri iş hayatında başarılı birer birey haline geldi. Hepsi sporun
faydalarını iş hayatına taşıdılar. Ayrıca içlerinden birçok antrenör, hakem ve spor yöneticisi çıktı. Bu gurur tablosunu gördükten sonra o gün yaptığım işlerin karşılığını bugün aldığımı görüyorum’’ diyerek ne kadar doğru bir plan içinde çalıştıklarını belirtiyordu.
SPORDA ŞİDDETE HAYIR DERNEĞİ! Levent, bir sonraki aşama olarak özellikle sporun marka değerini korumayı amaçlayan, fair-play ruhuna uygun yeni nesil sporcuları çıkarmayı hayal eden, ülke ve dünya gençliğine olimpik ruhu aşılamak isteyen, sporda şiddete ve ırkçılığa cephe alan bir sivil toplum örgütünü kurar. Ebedi Dostluk Ezeli Rekabet Derneği (EDER) olarak adlandırılan bu yeni oluşumun kurucusu ve başkanı olan Levent, derneğin kuruluşunu ve yaptıkları çalışmaları ise şu cümlelerle açıklıyor: ’’Rakip takımlara çamur atmak, rakipleri aşağılayarak onların üstüne çıkmak ve bir Galatasaraylı olarak hem tuttuğum takıma hem de diğer takımlara karşı yapılan haksızlıkları kabul etmiyorum. Bu haksızlıklara karşı sosyal medya aracılığıyla bir yazı paylaştım. Kısa süre içinde binlerce kişi tarafından beğenildi ve bu yolda yalnız olmadığımı fark ettim. Toplumu-
muzda genellikle birey kendisini tam olarak ifade edemiyor ve sürü psikolojisi ile hareket ediyor. Ülkemizde hemen hemen herkesin bir projesi var. İnsanlar artık proje dinlemek yerine faaliyet görmek istiyor. Ben de bunun farkındaydım ve çok fazla göz önünde olmayıp amacımı tabana yaymağı hedefledim. EDER neredeyse 1 senedir faaliyet göstermekte ve artık emekleme aşamasını çoktan geçti. Çok kısa bir zaman içinde koşmaya başlayacak. En büyük destekçimiz de üniversiteli gençler olacak.’’
“TÜRKİYEDE HER ŞEY ÇATIDAN KURULUYOR” Levent yapılan projelerle ilgili ise ’’Türkiye de projeler genellikle uzun soluklu olmuyor. Her şeyi çatıdan kurmaya çalışıyorlar ve bu da kısa zaman içinde çökmeye neden oluyor. Önce temelin sağlamlaşması lazım. Bizlerde EDER ailesi olarak bunun farkındayız. Hem günümüz insanlarına hem de gelecek nesillere rehber olan altyapısı güçlü, sporda bizlere çağ atlatacak projeler sunmak istiyoruz. Yani en büyük amacımız önce spor sevgisi yaratmak” kelimelerini kullanıyor.
EFOR - ÖZEL SAYI
3
“İNSANLAR ÖLÜM ANINDA BİLE YAŞAMA GÜCÜ İLE AYAKTA KALABİLİYOR” Röportajımızı yarılamışken söz arasında kitap çıkaracağını söyleyen Levent: ’’1989 senesinde bir trafik kazası geçirdim. Kazanın etkisiyle bir süre nefes alamadım ve kalbim atmadı. Hatta benim için bir müddet öldü denildi ve adeta bilimkurgu filmlerini aratmayan bir olay yaşadım. Bu olay beni çok etkiledi ve bana farklı bir hayat deneyimi kazandırdı. Ölüm anında bile insanlar yaşam gücüyle ayakta kalabiliyor. Kitabım önce o ölüm deneyimiyle başlıyor sonrasında ise spor tecrübemi ve yaşamımı birleştiren bir yaşam felsefe kitabı olacak’’ sözlerini kullanıyor.
“YAPILMASI GEREKEN SEYİRCİYİ EĞİTMEK” Günümüzde var olan passolig uygulamasını ve seyirci sayısının azlığı ile birlikte, kulüplerin aldığı cezaların nedenini sorduğumda, ’’Türkiye futbolunda marka adeta şiddete dönüştü. Bu sebeple maçlara ne seyirci gidiyor ne de sporcu yetişiyor. Başarıda devamlılık bu yüzden sağlanamıyor. Dünya üçüncüsü ülkeden eser yok şimdi. Tribün hareketlerine baktığımızda passolig uygulamasını çok doğru buluyorum. Herkes ‘Acaba fişleniyor muyuz?’ diye düşünüyor ancak böyle bir şey söz konusu değil. Çünkü herhangi bir yere başvuru yaptığınızda veya bir yerde hesap açtığınızda TC kimlik numaranız orada kayıt altına alınır, ki bu da bilgilerinize ulaşma imkânı verir. Bu nedenle herhangi bir fişlenme söz konusu değil. Passolige gerek duyulmasının nedeni ise provokatörler ve futbola zarar kişileri tespit edip engellemek. Ancak seyircileri kulüplerle ve passoligle belli bir yere kadar kontrol edebilirsiniz. Yapılması gereken ise seyirciyi eğitmek ve tribünde otokontrolü sağlamak’’ cevabını alıyorum.
“SPOR KÜLTÜRÜNÜN GELİŞMESİ LAZIM” Kendisine spor kültürü hakkındaki düşüncelerini sorduğumda, ’’Spor kültürünün çok küçük 4 EFOR- ÖZEL SAYI
yaşlardan itibaren anlatılması lazım. Çocuklara en baştan spor müsabakası izletilmeli. Maçlardan keyif alınması sağlanmalı. Çocuklara bu oyunu kazanmak üzerinden değil de bir oyun olarak bakmalarını sağlamalıyız ve sporun farklı branşları ile çocukları tanıştırmalıyız. Çünkü bizim toplumumuz sporu futbol merkezli görüyor. Bunu yıllardır beden eğitimi derslerinde görmekteyiz. En önemlisi ise Olimpik sporları sevdirmeliyiz. Örnek vermek gerekirse ülke olarak olimpiyatlara katıldığımızı varsayalım. Ancak atletizm, cirit, disk atma gibi spor dallarına ülke halkı ilgi duymuyor. Bu da bizim spor kültüründen yoksun olduğumuzu göstermekte. Sonuç olarak bütün sporların ana malzemesi insandır. Eğer insana yatırım yapmazsanız, eğitim vermezseniz ne kadar çok tesis yaparsanız yapın hep bir eksiklik hissedilir’’ yanıtını alıyorum.
“ GÜÇLÜ BİR SPOR HAREKETİ BAŞLATACAĞIZ” Keyifle yaptığım röportajın son anına gelinirken Cihat Levent’e EDER olarak hayal ettiği noktayı sordum. ’’Bunun için gençlere yönelik bir spor hareketi başlatmayı düşünüyoruz. Bu adımı ilk olarak Güneydoğu Anadolu Bölgesinde başlatmak istiyoruz. Hem gençleri kötü alışkanlıklardan kurtarmak hem de oralarda bulunan tesislere bir hareketlilik getirmek amacındayız’’ cevabını alarak sohbetimizi sonlandırdık.
ESİN HANDAL
YAZI: SALİH ARAS MAİL: saliharas37@gmail.com
GENEL MÜDÜRLÜKTEN KAZBEK DAĞINA UZANAN BİR ÖYKÜ Bir kadın düşünün ki genel müdürlükten dağcılığa, dağcılıktan latin danslarına, danstan tiyatro oyunculuğuna, organizatörlüğe kadar her şeyi başarabilsin. Kazbek Dağı’nın zirvesine tırmanan ilk Türk kadın dağcımız Esin Handal Marmara Üniversitesi işletme Fakültesi mezunu. Henüz ikinci sınıftayken ünlü bir firmada stajyer olarak işe başlayan Esin Handal, işinin ikinci ayında genel müdürlük kadrosuna alınıyor ve okulunu sadece sınavlarına giderek bitiriyor. Aslında her şey çalıştığı firmanın 29 Ekim gününde çalışanlarını tatile götürmesiyle başlıyor: “Çalıştığım firma tatil amaçlı çalışanlarını Ilgaz Dağı’na götürüyordu. Biz de gittik. Orada isteyenlere ufak bir tırmanış eğitimi verip dağa tırmandırıyorlardı. İlk tırmanışım o gün Ilgaz Dağı’na oldu. ‘Böyle güzel bir hayat da varmış.’ dedim kendi kendime. İş yerine döndüğümde istifamı verdim.”
İlk istifasıydı Esin Handal’ın ama bundan sonra istifalar peşini bırakmayacaktı. İstifa ettikten sonra: “Bizi Ilgaz Dağı’na götüren turizm şirketinde tur rehberi oldum ve bir GAP turu düzenledim. Turun gerçekleşebilmesi için en az 10 katılımcı gerekiyordu ve ben 9 kişi bulabilmiştim. Bu yüzden şirketin patronu turu iptal etti. Sinirlenip oradan da istifa ettim! Ve GAP turunu tek başıma yaptım.”
HUZURU DAĞDA BULDU Turdan döndükten sonra dansçılık ve tiyatro oyunculuğu yapan Handal, Yelken sporu ve tırmanış hakemliği de yapmış. Hatta bir süre kafe bile işletmiş: “Bir süre sonra ciddi anlamda para kazanmam gerekti ve bir otomobil firmasında işe başladım. Ancak bu işi yapmak istemiyordum. Uzun zamandır aklımda olan bir kafe işletme isteği vardı. Epeyce para biriktirdikten sonra EFOR- ÖZEL SAYI
5
işten istifa ederek bir arkadaşımla İstanbul’un Maltepe ilçesinde kafe açtım. 2 yıl kafeyi işlettikten sonra ortağımla anlaşamadım ve kafeyi ona bırakarak işten ayrıldım.” 22 yaşında dağcılığa başlayan ve hangi işi yaparsa yapsın aradığı huzuru dağda bulduğunu belirten Esin Handal, bu istifadan sonra koyun ve arı besleyerek geçimini sağlıyor, kendini tamamen dağcılığa ve gezmeye adıyor: “14 senedir dağcılık yapıyorum. Kafe işletirken de dağa tırmanıyordum fakat ilk ciddi tırmanışım 3000 metre üstü yükseklikte olan Aladağlar’aydı.”
BABASINI İKNA ETTİ Bir kadın olarak Türkiye’de dağcılık yapmak nasıl bir duygudur diye soruyorum; önce kendime daha sonra ona: “Dağcılık sporu yaptığım için insanlar kötü gözle bakıyor ve ‘Ne işin var dağda, dağa çıkıyorsun da ne oluyor?’ gibi ters tepkiler alıyorum. Bu tür tepkilerin aksine ailemden olumlu yönde eleştiriler alıyorum ve beni destekliyorlar. Aslında babam da başlarda ‘Artık yaşın geçti, düzgün bir işe gir ve çalış.’ gibi 6
EFOR - ÖZEL SAYI
söylemlerde bulunuyordu. Matterhorn Dağı’nın zirvesine çıktığım zaman aileme bir sürpriz yaptım. ‘Esin ailesi sizi çok seviyorum.’ yazılı bir pankart açtım. Bu pankart ve zirve tırmanışımı basından takip eden babam, benimle çok gururlandığını ve sonuna kadar arkamda olduğunu söyledi.” Dağcılık bedensel güç isteyen bir spor. Bir kadın olarak dağcılık yapmak zor olsa gerek: “Elbette kolay değil. Fakat dağcılık erkeklere özel bir spor değil. Kadınlar da çok rahat yapabilir. Şimdi
kadınlar bana kızabilir ama özellikle Türk kadınları çok mızmız. Çantası biraz ağır olsun hemen size taşıttırır. Veya arabadan inerken kapıyı açmanızı bekler. Sonra da ben güçsüzüm diye oturup ağlar!”
“DAĞCILIK BAĞIMLILIK YAPIYOR” Elimde olmadan gülmeye başlıyorum, Esin Hanım da gülüyor: “Öyle ama. Dağ insana neler yapabileceğini gösteriyor. Orada bir çantan var
ve senden başkası taşımayacak. Tek başınasın ve kendi hayatından kendin sorumlusun. Dağda bir kadın olarak kendi gücünü görebiliyorsun. Tamam, erkekler bedensel olarak bizden daha güçlü. Ama bu bizim küçük işler yapacağımızı göstermez. Kadınlar da en az erkekler kadar güçlü fakat farkında değiller. Bu sebeple dağa çıkan insan kendi gücünün farkına varıyor diyebilirim.” Bugüne kadar 80 ile 100 arasında tırmanış gerçekleştirdiğini belirtiyor Handal. İyi de bu işin olumsuzluğu yok mu? “Dağ insanın dizlerini çok yıpratıyor. Dağa çıkan bir insan er ya da geç menisküs olur veya dizinden rahatsızlanır. Benim de belimin iki tarafında fıtık var. Sonuçta ağır çantalar taşıyorsunuz ve bunun zararı oluyor. Ama bu spor bağımlılık yapıyor ve ben bu işten vazgeçmeyeceğim.”
“YA ÖLÜMÜ BEKLEYCEKSİN YA DA YOLUNA DEVAM EDECEKSİN” Gözlerimi büyütüp soruyorum: Ayağınıza kramp falan girerse? “Değil kramp ayağın dahi kırılsa tek başınasın, ya orada ölümü bekleyeceksin ya da yoluna devam edeceksin! İşin sevdiğim kısmı da bu! Vücuduna söz geçirebiliyorsun ve dağcılık sana kendi gücünü gösteriyor.” Bu kadının cesaretine hayran kalıyorum. Fakat belli başlı önlemler alıyorsunuzdur: “Dağa çıkarken 28 kiloluk çanta taşıyoruz. Kışın çantada kartuş ve benzin bulunduruyoruz çünkü hem benzinli ocak götürüyoruz hem kartuş götürüyoruz. En az iki ocakla gidiyoruz ki ocak bozulursa ne yemek yapabiliriz ne soğuğa dayanabiliriz. Yiyecek olarak bulgur, peynir, zeytin ve makarna bulunduruyoruz. Ayrıca kıyafetler oluyor ama
yedek kıyafet taşımıyoruz çantada, yalnızca yedek çorap ve kaz tüyü montumuz oluyor.”
“ERCİYES’TEKİ DAĞ EVİNİ KAFE GİBİ İŞLETİYORLAR” Zirvedeyken birçok fotoğrafınız var, siz donma tehlikesi geçirirken teknolojik aletleriniz donmuyor mu? “Telefon ve fotoğraf makinelerimizi vücudumuzla temas halinde tutuyoruz. Eğer vücut ısısı olmazsa donuyorlar ve zirveye çıktığımız zaman bir fotoğraf çekip tekrar vücudumuza koyuyoruz. 15 dakika bekledikten sonra bir daha çıkartıp çekim yapıyoruz. Aksi halde makinelerimiz donuyor.” Her röportajın sonu gibi son olarak diye giriyorum cümleye. Henüz Türkiye demişken açıyor ağzını yumuyor gözünü: “Ülkemizde dağcılık spor olarak görülmüyor. Çünkü bu sporun seyircisi yok. Ülkemizle karşılaştırdığımızda Avrupa’da dağcılık çok gelişmiş durumda. Dağ evlerine rezervasyon yaptırıp gidiyorsunuz. Otel kalitesinde hizmet veriyorlar. Ayrıca orada tırmanış gerçekleştirirken bir sorun yaşayacak olursanız elinizi kaldırmanız yeterli. Helikopterle gelip sizi kurtarıyorlar. Ülkemize döndüğünüzde Erciyes’te dağ evi gibi bir şey var. Ancak rotanın üzerinde bile değil. Kafe gibi işletiyorlar. Ağrı Dağı’na da dağ evi yaptılar. Ancak ne penceresi var ne de kapısı! Hava patladı, fırtına koptu girip sığın diye yapmışlar. Bu durum çok üzücü.” Neyse ki umutlu bitiriyoruz röportajı: “Fakat Dağcılık sporuna Üniversite gençleri sahip çıkıyor; ODTÜ dağcıları meşhurdur. Yıldız Teknik Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi de dağcılık faaliyeti yapan üniversitelerden. Gençler gümbür gümbür geliyor.”
EFOR- ÖZEL SAYI
7
YAZI: EMRULLAH ECER @emrullahecer
Sistem, program, organizasyon ve rekorların birleşimi ile oluşan spor tanımı kimi zaman yanına amatör kavramını alır. Amatör, dendiğinde akıllara hemen toprak sahada oynanan sahalar, üstü başı çamurda kalmış futbolcular, paranın arka planda olduğu, sahada sadece ruhuyla mücadele eden sporcu topluluğu gelebilir. Bu kavramlar genelde futbol için kullanılıyor. Ama öteki tarafa geçtiğimizde amatör sporlar karşımıza çıkıyor. Bu sporcuların da kazanmak için mücadele verdiklerini, yaptıkları sporlarda farklı bir felsefe kazandıklarını, psikolojik olarak gelişim kaydettiklerini bilmek gerekiyor. İnsanlar da burada mücadele ediyorlar, yeri geliyor terliyor, yeri geliyor kazanıp mutlu oluyor, yeri geldiğinde ise kaybedip üzülüyorlar. Çünkü onlar da mücadele ettikleri spor branşında hedeflerini gerçekleştirmek için ellerinden gelenin fazlasını yapmaya çalışıyorlar. Ama ne yaparsa yapsınlar ne başarı kazanırsa kazansınlar genelde görmezden geliniyorlar. Bizde genel olarak amatör spor kavramını incelemek üzere uzun ince bir yola çıkıyor ve Ahmet Gülümseyen ile buluşuyoruz. Röportajın sonunda anlıyoruz ki ne kadar çok amatör spor branşları gelişirse ülkede o kadar spor kültürü üst seviyeye çıkar. 1969 senesinde Bayburt’ta dünyaya geldi, Gülümseyen. Çocukluktan itibaren sporla iç içe 8 EFOR- ÖZEL SAYI
bir yaşam sürmüş, öğrenim hayatını İstanbul’da geçirmişti. Lise yıllarında basketbol oynayan Gülümseyen spor muhabiri olmak isterken bir anda kendini Topkapı’da ticaretle uğraşırken bulmuştu. Yazgısı değişmiş, ama içinde bir ukde kalmıştı. Spor muhabiri olmak istiyordu. Hayalleri uğruna istediğini elde etmek isteyen Gülümseyen, ticaretle uğraşırken ayrıca Fotomaç Gazetesi’nde muhabirlik yapmaya başlamıştı. Muhabirliği döneminde Zeytinburnu, Bakırköy ve Kasımpaşa gibi kulüpleri izlemek için yoğun çaba harcayan Gülümseyen, bu sırada spora bilimsel olarak yaklaşması gerektiğini anlamıştı.
BİRÇOK BRANŞTA HAKEMLİK YAPTI Bu nedenle gazeteden hocası Necmi Perekli vasıtası ile Marmara Üniversitesi’nde Beden Eğitimi Yüksek Okulu Bölümü’nde öğrenimine devam eden Gülümseyen, ayrıca hentbol, masa tenisi, izcilik, tenis, basketbol, badminton ve squash gibi branşların eğitimlerine katılmış ve antrenörlük belgeleri almıştı. Antrenörlük ile beraber hakemlik kurslarına da katılmıştı, Gülümseyen. Futbol, masa tenisi, atletizm, çim hokeyi, halter, hentbol, goalball gibi spor branşlarında hakemlik eğitimi almıştı. “ Eskiden sporla ilgilenen fazla kimse yoktu. Futbol hakemliği kursuna katıldığım dönemde
İl Müdürlüğü Bayburt’tan 10-15 kişi toplamıştı. Ben o dönemler lise mezunu olmama rağmen B Kursuna katılmıştım. Hentbolda ise 2, atletizmde ve masa tenisinde 10 yıllık hakemlik yaptım. Bu bir kültür, gazeteci isek sporun tüm alanlarının kurallarına hâkim olmalıyız.”
GARDİYANLARLA KURSA KATILDI Gülümseyen, spor kültürünü geliştirmek, sporcuların psikolojilerini öğrenmek için farklı branşlarla ilgilenmişti ama aralarında yer alan squash ilgimi daha çok çekmişti. “Üniversitede raket sporlarını sevdim. Teniste bütün vücut, masa tenisinde bilek, badmintonda dirsek, squashda da bedenin tamamı çalışıyor. Ben gardiyanlarla squash kurslarına katıldım. Çünkü gardiyanların mahkûmlarla etkileşimi, squash sayesinde artıyor ve mahkumlar böylelikle rehabilite edilebiliyor. Squash Avrupa’da ise çok yaygın. Orada doğayı sevdiren bir spor olarak görülüyor.” Gülümseyen, sporu bilimsel olarak öğrendikten sonra özel okullarda beden eğitimi öğretmenliği yapmıştı. Türkiye’de beden eğitimi dersine farklı yaklaşıldığı için beden eğitimi dersinin düzenli işlenmesi için neler yapılması gerekiyor? Sorusuna aldığım yanıt şöyleydi: “insanların öncelikle beden eğitimi dersinin faydalı olup olmadıklarını bilmeleri lazım. Zaten öğrenciler diğer derslerde yeterince teorik bilgiler kazanıyorlar. Yoğun ders programı arasında beden eğitimi dersleri çikolata etkisi gösteriyor ve mutluluk hormonu salgılıyor. Bunun için de tesisleşmek önemli. Okullara, spor salonları yapılmalı. Bunun için çalışmalar devam ediyor ama spor salonlarının sayısı daha da artmalı.”
AİLELERE BÜYÜK İŞ DÜŞÜYOR Röportajın ortasına gelinirken amatör sporlar ve tesisleşme konusunu yarıda bırakıp spor kültürünü konuşmaya başlıyoruz. “Spor kültürü, ailelerin çocuklarına sporu sevdirmesi ile oluşur. Benim çocuğum henüz küçük olmasına rağmen tenis oynamasına teşvik ediyorum. Böylelikle oğlum ileride çocuğuna sporu sevdirecek. Sonuç olarak da spor kültürü gelişecek.” Spor kültürünün gelişmesi için aile fertlerine önemli işler düşüyor. Çocuklara farklı spor branşlarını tanıtmaları, onlarla farklı spor branşlarından oyunlar oynamaları galiba burada kilit nokta. “Öğretmenlik yaparken ilkokul 4’e giden bir kız çocuğu vardı. Ona, hentbol topunu attığımda kaçıyordu. Annesini çağırdım. Çocuğunun durumunu anlattım. Ondan sonra birkaç kez daha çocuğa hentbol topunu attım ve o günden sonra küçük kız hentbolu sevdi. Kızın ilk önce çekingen olma sebebi de hem annesi hem babası doktor olduğu için çocuklarını bakıcıya bırakıyorlardı. Kız ailenin tek çocuğu olduğu için de yorulmamasını istiyorlardı ve spor yaptırmıyorlardı. O günden sonra annesi yanıma geldi ve ‘Kızıma ne yaptınız?’ dedi. Biz de ‘İçindeki cevheri ortaya çıkardık’ diye yanıtladık. Kızın kişiliği üzerinde bu çok olumlu etkiler bıraktı. İşte spor kültürü bu şekilde gelişir.”
“AVRUPA’DAKİ SPOR OKULLARI EĞİTİMLİ HOCALARA EMANET” Türkiye’de bir diğer problemde spor okullarında yaşanıyor. Ülkede her geçen gün spor okulu açılmasına rağmen aynı oranda ne kaliteli antrenörler ne de kaliteli sporcular çıkıyor. EFOR - ÖZEL SAYI
9
“DEVŞİRME SPORCULAR ÖRNEK OLMALI” Türkiye’de bir diğer sorun da devşirme sporcularda görülüyor. Özellikle masa tenisi ve atletizmde sıkça Türk olmayan simalar gözümüze görünüyor ya da farklı isimler karşımıza çıkıyor. Oysaki 70 milyonluk nüfusumuzdan neden sporcu çıkmıyor ya da devşirme sporcular bir sorun yaratıyor mu?
“Avrupa’daki spor okullarında eğitim veren hocalar genelde çok iyi eğitim almış kişiler oluyorlar. Ayrıca çocuklara güvenli bir ortam yaratıyorlar. Bizde ise durum biraz daha farklı işliyor. Aileler, çocuklarını futbolcu ve basketbolcu görmek istiyorlar. Bu nedenle çocuklarını büyük kulüplerin okullarına gönderiyorlar.”
SOSYAL MEDYA BAŞARI GETİRDİ Türkiye’de son günlerde engelli sporunun geldiği nokta göz kamaştırıcı. Şu an ayrıca Görme Engelliler Federasyonu Kurul Üyesi olan Gülümseyen, bu soruyu yanıtlayacakken bulunduğumuz yere Kerem Arda gelmişti. Arda da Bedensel Engelliler Federasyonunda çalışıyor ve bu soruya o, cevap veriyordu: “Öncelikle insanlar arasında bir farkındalık yarattık. Sosyal medyada bir etkileşim sağladık. Örneğin Finlandiya’daki engelli körling takımını görüp Erzurum’da körling takımı kurduk. Ya da Sırbistan’da bir engelli yüzücü görüp, o modelde sporcular yetiştirdik. Ayrıca engelliler, haklarını savunmaya başladılar. Evlerinden çıktılar. Başarılar gelince de antrenörlerin seviyesi arttı. Böylece sponsorlar işin içine girdi. Sporcular da başarıya aç oldukları için büyük başarılar geldi.” Arda engelli sporcuların gelişimini bu cümlelerle anlatırken, araya tekrar Gülümseyen giriyordu: “Muhammet Ali Aydın adında bir sporcumuz var. Bir ayağı ve bir kolu yoktu ama antrenörlerimiz onu keşfettiler. Muhammet de 5 ay sonra yüzmede Avrupa barajını geçti. Şimdi de uluslararası alanda yarışıyor.” 10 EFOR- ÖZEL SAYI
“Ülkemize devşirme sporcular gelebilir. Ancak bu sporcular hem özel hayatlarında hem de sporculuk yaşamlarında alt yapıdan gelenlere rol model olmalılar. Alt yapıdaki sporcular, devşirme sporculardan çok şey öğrenmeliler. Bunun için alt yapıya önem vermek gerek. Aksi halde sadece günü kurtarırız. Bunun da bir değeri olmaz.”
YAZI: GÜLÇİN ŞİMŞEK gulcinn.simsek@gmail.com
DÜNYANIN EN ZOR TAKIM OYUNU A yaklarına keskin bıçaklar takmış 12 kişinin, buz üstünde mücadele
ettiği bir takım oyunu hayal edin; üstelik bu oyun, dünyanın en hızlı takım oyunu... Buz Hokeyi, ülkemizde hak ettiği ilgiyi göremese de takdir edilmesi gereken bir çabayı içinde barındırıyor. Buz Hokeyi’ni, ‘çim hokeyinin buz üzerinde oynanan versiyonu’ şeklindeki kabaca bir tanıma sığdıramayız. Zira hokey gibi sert bir oyunu, buz üstünde oynamaya çalışmak bile oldukça büyük bir efor gerektiriyor. Bu oyunda gol; kıvrık uçlu bir sopayla, sert bir lastikten üretilen ve puck (pak) denilen diski rakip takımın kalesine sürüp, kaleye sokmakla gerçekleşir. Oyun her biri 20 dakika olmak üzere üç devreden oluşur. Her devre sonunda takımlar kale değiştirir.
54
Oyunda her iki takımda biri kaleci olmak üzere 6’şar oyuncudan oluşur. Takımlar bir kaleci, iki savunma oyuncusu ve üç ileri alan oyuncusu düzeninde oynar. Aşırı yorucu bir oyun olduğu için, her birkaç dakikada bir oyuncu değiştirilir. Bir oyuncunun buz üzerinde iki dakikadan fazla kaldığı pek görülmez. Oyuncular; özel patenler, kalın eldivenler ve yastıklarla beslenmiş koruyucu özel formalar giyer ve koruyucu başlık takarlar. EFOR- ÖZEL SAYI
OFFSİDE SADECE FUTBOLA ÖZGÜ DEĞİL
4000 YIL ÖNCESİNE DAYANAN BİR TARİH
Buz hokeyinin oynandığı 61 metre uzunluğundaki ve 30 metre genişliğindeki dikdörtgen sahaya “rink’’ denir. Oyun alanında, alanı iki eşit parçaya bölen kırmızı bir orta çizgi ve üç eşit parçaya bölen iki mavi çizgi, bir orta yuvarlak ve her iki yarı alanda ikişer başlama yuvarlağı çizilidir. İki mavi çizgi arasındaki alan tarafsız bölge, kaleyle önündeki mavi çizgi arasındaki alan savunma bölgesi, öbür mavi çizgiyle rakip kale arasındaki alan da saldırı bölgesi olarak adlandırılır.
Tarihine baktığımızda; eğimli sopalarla bir nesneye vurularak oynanan oyunların tarihinin, çok eski çağlara dayandığını görüyoruz. Mısır’daki dev tapınaklarda bulunan 4000 yıllık çizimler hokeye benzeyen bir sporu anlatmıştır. İrlanda’da çıkarılan 1527 Galway Kanunları’nda, küçük bir top ve sopa ile oynanan bir oyundan söz edilmiştir. Fransızca “hoquet” (çoban değneği) kelimesinden türediği sanılan hokeyi, Amerika kıtasına getirenler de Avrupalılar olmuştur.
Öte yandan buz hokeyinde de futboldaki offside kuralının bir benzeri vardır. Hücum eden takımın oyuncuları paktan önce hücum sahasına giremezler. Pak kale sahasının içinde değilse, hiçbir hücum oyuncusu kale sahasının içinde veya kale sahası çizgisi üzerinde duramaz veya sopasını bu sahanın içine sokamaz. Eğer bu durumlardan biri varsa; pakın kaleye girmesi ile gol olmaz ve oyuna tarafsız sahada, bu kuralı ihlal eden takımın hücum sahasına en yakın başlama noktalarından birinde başlanır.
Birçok kaynak, bize buz hokeyinin modern anlamda 17.yy’dan itibaren oynandığını gösteriyor. Ancak kayda geçen ilk hokey maçları, Kingston’da İngiliz subayları arasında 1850’li yılların ortalarında oynanmıştır. 1870’lerin başında, bilinen ilk buz hokeyi kuralları da Montreal’deki McGill Üniversitesi öğrencileri tarafından yazılmış ve bunlar tarihe geçen ilk 7 kural olmuştur. Bu kurallar oyuncu sayısını takım başına 9 kişi olarak belirlerken, top yerine kare şeklinde bir pak getirmiştir.
EFOR - ÖZEL SAYI
55
İlk buz hokeyi kulübü de McGill Üniversitesi Buz Hokeyi Kulübü adıyla 1877 yılında kuruldu. Oyun ilk başta öyle popülerleşti ki buz hokeyinin ilk şampiyonası Montreal’de her yıl düzenlenen Kış Festivali’nde düzenlendi ve McGill takımı “Festival Kupası”nı kazandı. Dünyanın en iyi ligi, buz hokeyi oyuncularının oynamak için can attığı, NHL’in kuruluş öyküsü de o tarihlerde başlıyor. 1888 yılında Kanada Devlet Başkanı Lord Stanley, Montreal Kış Festivali’ne katılır. Stanley’nin oğulları ve kızı, bu festivalden sonra hokeyi çok severler ve Stanley de hokey oyunundan çok etkilenir. 1892 yılında Kanada’da en iyi takımı belirlemek için herhangi bir organizasyon olmadığını da göz önünde bulunduran Stanley, bu amaçla kâse şeklinde bir kupa alır. Daha sonra Stanley Cup olarak üne kavuşan “The Dominion Hockey Challenge Cup” ilk defa 1893 yılında AHAC şampiyonu olan Montreal Hokey Kulübü’ne verilir. Bu kupa günümüze kadar verilmeye devam etmiş, günümüzde ise NHL’de (National Hockey League) şampiyon olan takımlara verilmektedir. ABD ve Kanada takımlarının yer aldığı NHL’de Doğu Konferansı(Eastern Conference) ve Batı Konferansı (Western Conference) adlarıyla 15’er takımlık iki alt lig vardır.
İLK MAÇI 200 KİŞİ İZLEDİ Buz hokeyinin Türk sporcular tarafından oynanmaya başlanması; 1980’li yılların başlarında Ankara’da Atatürk Buz Pisti’nde, Gençlik Parkı’nın donmuş havuzlarında ve İstanbul’da Korukent Buz Pisti’nde olmuştur.
56
EFOR- ÖZEL SAYI
Ankara’da Amerikalı Subay Glenn Brown’un ve İstanbul’ da Sinisha Tomic’in antrenörlüğünde, son derece kısıtlı malzeme imkânlarıyla buz hokeyi oynamaya başlayan Ankaralı ve İstanbullu iki grup genç, ilk kez 9 Ocak 1988 tarihinde, Ankara Atatürk Buz Pistinde, yaklaşık 200 seyirci önünde, -15 derece sıcaklıkta karşı karşıya gelerek, buz hokeyi maçı yapmışlardır. Buz hokeyi branşı 1991 yılında Türkiye Buz Sporları Federasyonu’nun kurulmasıyla, Türkiye Kayak Federasyonu’ndan ayrıldı ve artistik patinaj branşı ile birlikte yeni kurulan federasyonun çatısı altında toplandı. Türkiye aynı yıl Uluslararası Buz Hokeyi Federasyonu’na (IIHF) üye oldu. Türkiye Buz Hokeyi Süper Ligi, Türkiye’nin en üst düzeydeki buz hokeyi ligidir. Süper Lig, Türkiye Buz Hokeyi Federasyonu’na bağlıdır. Bu ligde; Ankara, İzmit, İstanbul, İzmir ve Erzurum olmak üzere beş şehrin takımlarının üstünlüğü söz konusudur.
UMUT VAR Buz Hokeyi Dünya Şampiyonası 3’üncü Klasman maçları, bu yıl İzmir’in ev sahipliğinde düzenlendi. Şampiyonada, buz hokeyi konusundaki başarımızı ortaya koyan milli takımımız, final maçında Kuzey Kore’ye yenilerek 2.’likle yetinmek zorunda kaldı. Ancak Türkiye’nin böyle bir organizasyona kapılarını açması bile, buz hokeyinin ülkemizdeki gelişimi için umut verici niteliktedir. Öte yandan, medyanın da şampiyonayı canlı olarak vermesi Buz Hokeyi’ne ilgiyi arttırmıştır. Medya, futbol dışındaki sporlara yer verdikçe, ülkemizin de başka sporlara yönlenerek spor ufkunu genişletmesi sağlanabilir.
YAZI: EDİPCAN ERTUĞRUL @ edipcanertugrul
İŞ DÜNYASININ SPORU B ir spor düşünün, tarihi 1000 yıl öncesine dayansın ve bu 1000 yılın sonunda dünyada en fazla oynandığı yer, ilk oynandığı gün varlığı bilinmeyen bir kıta olsun. Hatta ilk defa kimler tarafından, tam olarak ne zaman oynandığı bilinmesin. Bahsettiğimiz sporun adı, Latince kökenli ‘’çöküntü’’ anlamındaki ‘’colpus’’ kelimesinden türeyen golf. Golf, 1100’lü yıllarda ilk kez İngiltere’nin yönetimindeki İskoçlar tarafından oynandı. Golf hakkındaki ilk yazılı belge de yine İskoç Krallığı’na aitti. 1457 yılında İskoç Kralı II. James, krallık koruyucularının okçuluk çalışmalarını aksattığı gerekçesiyle yayınlattığı bildiride futbolla birlikte golfü de yasaklamıştı. Golf, 1600’lü yılların ortasına kadar sadece Avrupa’da oynanıyordu. Amerika kıtasının keşfinin ardından yeni kıtaya götürülen kültürlerden biri de golf oldu. 1659’da Amerika kıtasına ilk adımını atan bu spor, aradan geçen yüzyılların ardından bugün 60 milyondan fazla oyuncuya sahip. Ve bu oyuncuların yarısından fazlası ABD’li.
PATRONLAR GOLFÜ SEVDİ İlk yazılı kuralları 1754 yılında belirlenen golfün günümüze olan yolculuğunda hitap ettiği kitlenin standardı giderek yükseldi. Bugün iş dünyası tarafından en çok tercih edilen spor konumundaki golf, Japonya’da yöneticilikte terfi etmeye dahi etki ediyor. 57
EFOR- ÖZEL SAYI
ABD’de de iş dünyası için büyük bir yer edinen golfün bu kadar önemli görülmesinde iş ilişkileri üzerine kurulu bir dal olmasının etkileri öne sürülüyor. Ünlü CEO’ların bulunduğu gruba göre golf oynayabilme kabiliyeti, oyunun doğasında bulunan etiği anlayarak ve oyunun geleneğine saygı göstererek bir kariyeri geliştirebilir. Golf, rahatlatıcı, huzur dolu bir ortamda oynanır. İş dünyasındaki yoğun temponun yorgunluğunu doğa ile barışık bir ortamda beceri ile buluşturmak isteyen iş adamları, bir taraftan stres atarken diğer taraftan aynı anda sahada yarıştıkları rakiplerinin riske, strese, başarıya ve başarısızlığa karşı nasıl bir tutum sergilediklerine dair fikir edinebilirler.
SADECE SPOR DEĞİL AYNI ZAMANDA TURİZM İş dünyasından birçok iş adamını kendisine çeken bu sporun, spor turizmi açısından ülkelere katkısı da şüphesiz farklı bir profil çizer. Golf turistlerinin yapmış oldukları ortalama turizm harcamaları, genel turistlerin ortalama harcamasından daha yüksektir. Türkiye’de golfün yükselişe geçmesinde, işte bu turizm fırsatlarını değerlendirmek amacı öne çıktı.
TURİSTLERİ ÜLKEYE ÇEKEMİYORUZ Türkiye’de golfe yapılan yatırımla öne çıkan Antalya Belek Bölgesi, uygun şartlarıyla Amerika haricinde hiçbir ülkede olmadığı kadar yoğun golf sahalarına sahip. Belek, uygun ikliminin yanı sıra, havalimanına yakınlığı ve çevredeki otellerin yeterliliğiyle spor turizmi için büyük fırsatları içinde barındırıyor. Tüm bunlara rağmen Türkiye’nin üst düzey gelir seviyesine sahip turistleri ülkeye çekmek konusunda yetersiz kalıyor. Bunun sebepleri olarak da ulaşımdaki sıkıntılar öne çıkıyor. Eylül-Ocak ve Şubat-Haziran aylarındaki golf sezonunda Antalya’ya direk uçak seferinin azalması, Antalya’ya ulaşımın İstanbul aktarmalı olmasına sebep oluyor. Bu durumun yüksek gelirli turistlerin bölgeye gelmesini engellediği düşünülüyor. Böylesine uygun imkanlara sahip Türkiye’nin bu gibi sorunları çözmesi halinde, önümüzdeki yıllarda golfün Avrupa’daki merkezi haline dönüşebileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
İLK GOLF KULÜBÜ ÜÇ BÜYÜKLERDEN ÖNCE KURULDU Bugün golfte söz sahibi olan birçok ülkeden çok daha eskilere dayanan bir golf tarihi olan Türkiye’de ilk golf kulübü 1895’te ‘’Costantinopole Golf Club’’ adıyla kuruldu ve bugün İstanbul Golf Kulübü adıyla faaliyetlerini hâla sürdürüyor. Böylesine eski bir tarihe sahip olan Türkiye golfü, 1980’lerde çöküşe uğradı. 1990’larda Türkiye Golf Federasyonu’nun kurulmasıyla düşüşüne son veren spor, 2000’lerde turizmdeki atılımlar ve kanunlarla birlikte golf turizminin ekonomideki yarattığı etkilerin fark edilmesiyle Türkiye’de hatırı sayılır noktalara geldi. Öyle ki Uluslararası Golf Tur Operatörleri Birliği Belek Bölgesi’ni 2008 yılının Avrupa’daki en iyi golf bölgesi seçti. Ayrıca Türkiye, 2012 Dünya Amatör Golf Şampiyonası’na ev sahipliği yapma hakkını da kazanarak yabancıların Türkiye’deki turnuvalara gösterdiği ilginin arttığını gösterdi. EFOR - ÖZEL SAYI
58
YAZI: SEDAT İLTER @sedatilter
DÜNYANIN EN İYİ YÜZÜCÜSÜ O,22 Olimpiyat Madalyası ile tüm zamanların en çok olimpiyat
madalyası sahibi sporcusu. O, Olimpiyat tarihinin en çok altın madalya kazanan sporcusu. O, 2008 yılında Pekin’de kazandığı sekiz altın madalya ile bir olimpiyatta en fazla birincilik kazanan sporcu. O, üç olimpiyatta üst üste en başarılı olan sporcu. O, aynı gün içinde iki dünya rekoru kıran ilk yüzücü. O, altı kez dünyanın en iyi yüzücüsü ve sekiz kez Amerika’da yılın yüzücüsü seçilen sporcu. O dünyanın en çok kazanan yüzücüsü. Etkileyici ve tekrarı zor bir başarı! Evet, bahsettiğimiz kişi yüzmek için yaratılmış bir insan; Michael Fred Phelps. Lafı daha fazla uzatmadan gelin hep beraber dünyanın en büyük yüzücüsü ‘’Balık adam’’ lakaplı Michael Phelps’in yaşamında zaman yolculuğuna çıkalım. Antrenörü Bowman’ın da belirttiği gibi; Michael Phelps’in bir Su Vücudu (Aquatic Body) var. Bacakları kısa, gövdesi iri. Boyu 1,93 metre. Kol açıklığı tam 2,10 metre. Elleri büyük. Ayak numarası ise 48,5. Böylece az ama etkili kulaç atabiliyor. Eklemleri çok esnek. Bu sayede yarış başlangıcında ve dönüşlerinde o bildiğimiz yunus yüzüşünü yapabiliyor. Ama en önemli avantajı hiç şüphesiz kardiyovasküler kapasitesi. Kalbi vücuduna dakikada 30 litre kan pompalıyor, yani bu durum normal insanınkinden üç kat fazla. Vücudu çok az laktik asit salgılıyor. Oksijenin yanmasından sonra kanda oluşan laktik asit oranı bir
76
EFOR- ÖZEL SAYI
yarıştan sonra bile gramda 5 milimol çıkıyor. Bu, normal bir yüzücünün ikide biri, belki üçte biri düzeyinde. Kısacası Phelps rakiplerinden daha geç yoruluyor. Sudan çıkınca ise esnek eklemleri nedeniyle sık sık düşen Phelps’in, havuzdan çıkınca koşması bu yüzden yasak...
babasıyla konuşup; “Geleceğin olimpiyat şampiyonunu yetiştirebiliriz” dedi ve Michael’ın Amerikan futbolu, lakros ve beyzbolu bırakmasını sağladı. Sonraki yıl haftalık antrenman günlerine pazarı da ekledi. Michael, artık neredeyse 365 gün havuzdaydı ve haftada 80 kilometre yüzüyordu. 2004’ten sonra antrenman sayısı haftada altıya indi. Yılın üç haftasını, yine Bowman yönetiminde ve 10 takım arkadaşıyla Colorado Springs’te, ABD Olimpiyat Antrenman Merkezi’nde geçiriyordu. 1.800 metre rakımlı merkezde 24 günde 70 antrenmana çıkıyordu. Her gün, üçü havuzda biri havuz dışında dört antrenman seansı vardı.
BİLİMİN NİMETLERİNDEN FAYDALANIYOR
OTORİTER BABA FİGÜRÜ Bob Bowman; son derece otoriter, titiz ve çalışma delisi bir antrenör. Her akşam 21.00’de yatıyor. Sabah 4.30’da kalkıp 5.15’te havuza varıyor. Aynı zamanda akşam 19.30’a kadar havuzda olmasına bakılırsa, Phelps’in başarısına şaşırmamak lazım. Florida Üniversitesi’nde müzik eğitimi görürken yüzme takımında kulaç sallıyor, bir yandan da gelişim psikolojisi okuyordu.
Böylesine büyük bir şampiyonu yetiştirmek için elbette bilimin nimetlerinden çok iyi faydalanmak gerekir. Antrenör Bowman, işi sıkı tutarak ABD’deki en nitelikli uzmanlarla işbirliği yapıyor ve şampiyon yüzücüsünü sürekli denetliyordu. ABD Yüzme Federasyonu Bilim Direktörü Genadijus Sokolovas kendi geliştirdiği bir cihazla, yıl boyunca Phelps’e swim-power testi uyguluyordu. Antrenman sırasında Michael’in göğüs çevresine bir elektronik kuşak takılıyordu. Bu kuşak, saniyede 60 kez veri gönderiyordu. Ayrıca havuzun kenarındaki ve dibindeki iki kamerayla onun her hareketi saniye saniye kaydediliyordu. Çıkan sonuçlarla birlikte Phelps’in kollarının ve bacaklarının hareketlerini daha da mükemmelleştirmek için uğraşıyorlardı.
11 yılda yedi yerde yüzme antrenörlüğü yaptıktan sonra 1996’da Phelps’in çalıştığı NBAC’ye geçti. 2004’te Michigan Üniversitesi’ne başantrenör oldu. Ama bu görevini Mayıs 2012’de bıraktı. Yoğun antrenmanları ve sert tutumuyla biliniyordu. Çocukluğundan beri babasından ayrı yaşayan Michael için tam bir baba figürüydü.
HAFTADA YEDİ GÜN ANTRENMAN YAPIYOR Micheal Phelps, 11 yaşından beri Bob Bowman’la çalışıyor. 1996’da Bowman genç öğrencisinin ergenlik öncesi aerobik kapasitesini artırmak için yüklü bir antrenman programı yaptı. 1997’de anne EFOR - ÖZEL SAYI
77
10 YAŞINDA REKOR KIRDI Michael Phelps, 30 Haziran 1985’te polis memuru bir baba ve öğretmen bir annenin üçüncü çocuğu olarak Baltimore’da dünyaya geldi. Hillary ve Whitney adında iki ablası vardı. İlkokulda hiperaktifti. Bir öğretmeni, annesine; “Üzgünüm Debbie! Hayatında hiçbir işe yoğunlaşamayacak” demişti. Annesi ve yüzücü ablalarının da desteğiyle hiperaktiflik tedavisine yardımcı olması amacıyla yedi yaşında havuzlara gidip gelmeye başladı Phelps. Ancak dokuz yaşındayken anne ve babası boşandı. O günden sonra babasıyla arası açıldı. Antrenörü Bob Bowman, yıllarca baba rolünü de üstlendi. Kısa sürede içinde kavradığı yüzme tekniğiyle, 10 yaşında kendi yaş kategorisinde ABD rekoru kırdı.
SAYISIZ REKOR KIRDI Yüzme otoriteleri tarafından ‘’Dünyanın en büyük yüzücüsü’’ olarak görülen Phelps, olimpiyatlarda toplam 16 altın madalya kazanarak, tarihe geçti. Pekin 2008’de kazandığı sekiz altın madalya ile ‘’tek bir olimpiyatta en fazla altın madalya alan sporcu’’ unvanına ulaşan Phelps, vatandaşı ve aynı zamanda yüzücü olan Mark Spitz’in yedi altın madalyalık (Münih-1972) rekorunu da geliştirmiş oldu. Yaptığı basın toplantısında; ‘’Annem bize suda ne kadar güvenli olabileceğimizi öğretti ve bakın şimdi nerelere geldik’’ demiştir. 6 altın, iki bronz Atina 2004′de; sekiz altın Pekin 2008′de; dört altın ve iki gümüş Londra 2012′de olmak
78
EFOR- ÖZEL SAYI
üzere toplamda 22 madalyayı boynuna takarak ‘’oyunlar tarihinde en çok madalya kazanan erkek sporcu’’ unvanını elde etti. Tüm bu olimpik başarıların yanı sıra ülkesindeki ve çeşitli uluslararası mecralardaki kurumlar tarafından defalarca yılın yüzücüsü ve yılın sporcusu seçildi. Bunlardan birkaç örnek verirsek; altı kez dünyanın en iyi yüzücüsü ve sekiz kez Amerika’da yılın yüzücüsü seçildi.
PHELPS ZAFERLE DÖNDÜ Genç yüzücü Michael Phelps, başarılarının yanında zaman zaman hatalarıyla da gündeme geldi. Geçtiğimiz yıl eylül ayında otomobilini alkollü kullanırken yakalanan olimpiyat şampiyonu Phelps, altı ay spordan men cezasına çarptırılmıştı. Cezası sona eren ve geçtiğimiz günlerde 100 metre kelebekte mücadele eden olimpiyat ve dünya şampiyonu yüzücü, 52.38 saniye ile zafere ulaştı. Geçen yıllara oranla daha yavaş yüzmesine karşın bir diğer olimpiyat şampiyonu yüzücü Ryan Lochte’yi geride bırakarak aldığı cezanın ardından ilk kez katıldığı yarışmada birinci oldu. 2012 Londra Olimpiyat Oyunları’ndan sonra emekliye ayrılan Phelps, daha sonra kararından vazgeçip 2016 Rio Olimpiyat Oyunları’nda mücadele etmek istediğini söylemişti. Biz de kendisinin bir daha bu tür olaylarla değil alışık olduğumuz şekilde başarı ve rekorlarıyla gündeme gelmesini dileyerek yazımızı noktalayalım.
“SU ONDAN KORKAR” Michael Phelps buzda bile yüzer. Michael Phelps balığa benzemez, balık Michael Phelps’e benzer. Michael suya girdiğinde ıslanmaz, su Michael’lenir. Michael Phelps suyu yokuş yukarı akıtmayı başarır. “Kimse mükemmel değildir.” dediğinizde, Michael Phelps bunu bir hakaret olarak algılar. Michael Phelps yağmura tutulmaz ve yağmur onu ıslatmaz, çünkü su ondan korkar. Michael Phelps aynaya baktığında hiçbir şey göremez, ikinci bir Michael Phelps yoktur çünkü.
BAŞARI SIRRI Hayallerine sınır çizme: “Hayallerine ve rüyalarına sınır çizgisi çekmek, seni başarıya yaklaştırmaz. Hayalleriniz ne kadar büyürse, gerçek yaşamda da başarılarınız da o kadar büyük olur.” Her şey düşünceyle başlar: “Bence aklına koyduğun, emek harcadığın ve zamanını verdiğin takdirde her şey mümkündür. Zihnin her şeyi kontrol eder.” Konsantrasyonunu hedeflediğin şey üzerinde yoğunlaştır, bir an bile dikkatini ondan ayırma: “Hedeflediğim başarıya ulaşmak için onun hakkında düşünmekten bir an bile vazgeçmem.” Başına gelenleri kabul et ve onlardan ders çıkar: “Her geçen gün yeni engeller ve bunun karşılığında yeni duygular bekliyor bizi. Bu durumda benim önem verdiğim, hatalarımdan ne ders çıkardığım ve bunu başarım adına nasıl kullanacağım…” “Eğer bir yerde yüzmeyi tercih etmem gerekirse, bu okyanus olur.’’ (Bir gün İstanbul Boğazı’nda yüzmek ister misin sorusu üzerine).
EFOR - ÖZEL SAYI
79
YAZI: KASIM BALTACI @ KasimBaltaci
MAGIC JOHNSON NBA’NİN SİHİRLİ YILDIZI
N
BA içinde barındırdığı hikâyelerle ve yetiştirdiği büyük yeteneklerle her zaman dünya basketbolunun zirvesinde olmuştur. Her dönemde büyük bir yetenek ortaya çıkmıştır. 1950’lerde Bob Cousy, 60’larda Oscar Robertson, 70’lerde Julius Erving 90’larda Micheal Jordan 2000’lerde de Kobe Bryant, Lebron James ve diğerleri deyince akla basketbol geliyorsa, 80 lerde de Magic Johnson, basketbol demekti. Saha içindeki liderliği, kazanma hırsı, akıl almaz istatistikleri ve sıra dışı hayatıyla Magic Johnson sporseverlerin hafızalarında kalıcı bir iz bıraktı. Basketbolda hemen hemen bütün pozisyonlarda oynayabilen Johnson, saha dışında ise ölümcül bir hastalığa karşı verdiği savaşla herkesin takdirini kazanmış ve tüm dünyada AIDS’nin yüzünü değiştiren bir simge haline gelmiştir. Gelin şimdi de Magic Johnson’ın hayatının kilometre taşlarına bakalım. 14 Ağustos 1959’ta doğdu ve dokuz kardeşiyle Lansing, Michigan’da büyüdü, Johnson. 15 yaşında Everett Lisesi’nde oynarken 36 sayı, 16 ribaund, 16 asistlik muhteşem bir performans gösterince maçı izlemeye gelen Lansing State gazetesinin spor yazarlarından Fred Stabley, ona “Magic” diye hitap etmiş ve lakabı artık Magic olmuştu. Earvin Johnson’un annesi dindar bir Hıristiyan’dı ve annesi oğlunun böyle çağrılmasından hoşnut değildi. Magic Johnson lise kariyeri80
EFOR- ÖZEL SAYI
ni 28.8 sayı, 16.8 ribaund ile tamamlarken son yılında takımını Michigan Eyalet şampiyonu yaptı. Artık Magic, Michigan Eyaleti’nde iyice tanınmaya başlanmıştı. Hal böyle olunca da birçok NCAA takımı Magic’in peşine düşmüş, ancak Magic evine ve ailesine yakın olan Michigan State Üniversitesi’ne gitmeyi kabul etmişti. MSU’da çaylak sezonunda 17.0 sayı, 7.9 ribaund, 7.4 asistlik performansıyla takımına Big Ten şampiyonluğunu kazandırmıştı. Sophomore sezonunda ise Magic, patlayarak NCAA finallerinde tüm zamanların en çok seyredilen NCAA maçı olarak tarihe geçen maçta Larry Bird’lü Indiana State’i 75–64 yenerek ilk ve tek NCAA şampiyonluğuna gitmişti. Bu maç, daha sonra ezeli rakibi olacağı Larry Bird’le yaptığı, yani bir anlamda Magic–Bird düellosunun ilk maçı olmasından ötürü mazide ayrı bir yere ve öneme sahip. Magic için artık NBA’e geçme vakti gelmişti.
de Divac ile Lakers durdurulamaz bir takım haline gelmişti. Magic Johnson sezonu biri normal diğeri de NBA finalleri olmak üzere iki MVP ve de bir şampiyonlukla kapatmıştı. 1987-1988 sezonunda ise Lakers yedi kere üst üste Pasifik’i lider bitirmişti. Karşılarında Isiah Thomas, Dennis Rodman, Bill Laimber ve Joe Dumars’lı Bad Boys’lar vardı. Yani rakip Detroit’ti. 7. maça kadar uzayan seri sonucunda finalde Detroit’i yenen Lakers’ta Magic Johnson 19.9 sayı ve 12.6 asistle oynamıştı. Fakat bu sefer finalin MVP’si o değildi. 7. maçta 36 sayı, 16 ribaund ve 10 asistlik performans gösteren James Worthy’tı. Böylelikle ilk kez bir takım 1968’den bu yana iki defa arka arkaya şampiyonluk kazanıyordu.
ÇAYLAK SEZONUNDA MVP SEÇİLDİ 1970 senesinde normal sezon, play-off derken sıra unutulmazlar arasına giren NBA Finalleri’ne gelmişti. Finalde Lakers’ın rakibi Julius Erving’li Philadelphia 76ers’dı. Lakers seride 3-1 öndeyken takımın pivotu ve bir numaralı opsiyonu Kareem son oynanan maçta sakatlanınca, Philadelphia’daki maça Magic Johnson mecburi bir şekilde pivot olarak çıkmak zorunda kalmıştı. Savunmada pivot, hücumda ise oyun kurucu olarak oynayan Magic Johnson 42 sayı, 15 ribaund, 7 asist, 3 top çalma gibi inanılmaz bir istatistikle maçı tamamlayıp takımına şampiyonluğu getirmişti. Magic böylece finallerin MVP’si seçilerek bunu çaylak sezonunda başaran ilk ve tek oyuncu olmuştu. Ayrıca Doğu’nun 144-136 kazandığı All-Star maçında ilk beşte başlayarak hem 20 yaşında en genç All-Star hem de 11 yıl aradan sonra çaylak sezonunda All-Star forması giyerek bunu Evlin Hayes’den sonra başaran ilk oyuncu olmuştu.
NBA’İ TEK BAŞINA DOMİNE ETTİ Seneler geçtikçe Magic Johnson NBA’i tek başına domine etmişti. Johnson, yaşlı kurt Kareem, James Worthy, savunmacı Cooper ve takıma yeni monte edilen genç oyuncular; Byron Scott ve VlaEFOR - ÖZEL SAYI
81
JOHN
KİŞİSEL BAŞARILARI Kendisi Lakers’ın ortaklarındandır ve Staples Center’ da bronzdan yapılmış dev bir heykeli bulunmaktadır. Los Angeles Lakers takımı ile geçirdiği 13 yıllık büyülü kariyerinde 5 NBA şampiyonluğu yaşadı ve 32 numaralı forması Los Angeles Lakers tarafından emekli edildi. 905 NBA maçında forma giyen Johnson, bu karşılaşmalarda 17.707 sayı, 6.559 rebound ve 10.141 asist üretti (Ortalama 19.5 sayı, 7.2 rebound ve 11.2 asist) Normal sezonda dört kez asist lideri oldu ve maç başına 11.2 asist ortalaması ile tüm zamanların asist lideri oldu. Yaptığı triple-double’larla da bu alandaki en üstün oyuncuların arasına girdi. Wilt Chamberlain’in ardından tüm zamanların en çok triple-double yapan oyuncusudur.
“TANRININ GARİP BİR ŞAKASIYDI” Gazeteci: “Sizce NBA tarihinin gelmiş geçmiş en iyi point guardı kim?” C.Barkley: “John Stockton” Gazeteci: “Neden Magic değil?” C.Barkley: “Magic mi? Magic point guard falan değildi, o Tanrının garip bir şakasıydı.” Larry Bird: “Hayatımda gördüğüm en iyi oyuncu Magic Johnson’dır.” Michael Jordon: “Ben basketbolu Dr.J. Magic Johnson ve Larry Bird’den öğrendim ve artık diğer süperstarlara bırakıyorum.” Eski takım arkadaşı Michael Cooper: “Pas attığında topun ve kendini hangi yöne gittiğini çıkaramadığım, birçok zaman olmuştur. Sonra bir bakardım bizim takımdan biri o çılgın paslardan birini yakalayıp sayıya çevirmiş. Geri savunmaya dönerken bu sefer gerçekten top birinin içinden geçmiş olmalı diye düşünürdüm.”
82
EFOR- ÖZEL SAYI
NBA’i bir dün hesiz 1980’le son 70’lerin sonl oyuncusu ki kişisel rekabet ve uzun yıllar
Daha sonra La şınan bu kişise
NSON-BİRD REKABETİ
nya ligine dönüştüren rekabet şüpere damgasını vuran Magic Johnn-Larry Bird rekabetiydi. larında “Amerika’nın en iyi kolej im?” tartışmalarıyla başlayan bu t, 1979 kolej finaliyle tavan yapmış kırılmayan bir reyting rekoru elde etmiştir. akers-Celtics özelinde NBA’e de tael rekabet basketbolun altın çağını yaşatmıştı.
EFOR - ÖZEL SAYI
83
‘HIV’ SONRASI KARİYERİ BİTTİ 1991 finallerinde Michael Jordan ilk üçlemesini başlatırken, Lakers’ta bir ismin de belki de son şampiyonluk şansını elinden alıyordu. 1991-92 sezonu öncesi yapılan testlerde Magic Johnson’dan HIV tespit edilmişti. Dünya spor basınına bomba gibi düşen haberin ardından Magic, 7 Kasım 1991’de basın toplantısı düzenledi. Sözlerine “HIV tespit edildiği için Lakers kariyerimin sonuna geldim” diyerek başlayan Magic, o yıllarda HIV ve AIDS’in toplumdan, dışlanma nedeni olduğunu biliyordu. Hatta konuşmasının bir bölümünde AIDS olmadığını sadece AIDS’e neden olan virüsün vücudunda bulunduğunu vurgulamak zorunda kalmıştı. Ayrıca HIV’in eşcinsel ilişki sonucunda bulaştığı, bu yüzden de Johnson’ın eşcinsel olduğu bile iddia edilmişti. Magic bu dedikoduların kaynağı olarak Isiah Thomas’ı gösterse de, Thomas kesin bir dille bu iddiaları yalanlamıştı.
HASTA HALİYLE RÜYA TAKIMA GİRDİ “Show Time” basketbolunun son temsilcilerindendi Magic. 1992 All-Star karşılaşması için taraftarlar onu ilk beşe yerleştirmişti bile. İçlerinde eski takım arkadaşları olanlar bile onunla aynı sahada olmaktan çekiniyordu. Hatta Karl Malone, eğer kanamalı bir yaralanma olursa hastalık bulaşabileceğini söyleyip kendilerini riske atmak istemediklerini ifade ediyordu. Sonuç mu? Eh belli bir süre emeklilik yaramış olacak ki, 25 sayı, 9 asist ve 5 ribaund ile karşılaşmanın en değerli oyuncusu olurken, onun üçlüğü maçın bitişini ilan ediyordu. HIV sonrası basketbol kariyeri yalnız bununla sınırlı değil Magic’in. 1992 Barcelona’da Rüya Takım’ın bir parçası da oldu yıldız guard. Her ne kadar dizindeki sakatlık nedeniyle çok süre almasa da böyle bir hastalığa sahip insanların hayatta neler başarabileceğini göstermişti. Dream Team ile Olimpiyat şampiyonluğuna yürüdü. İki kere daha profesyonel olarak basketbol oynadı Magic. Hatta o iki dönem arasında koçluk bile yaptı fakat her zaman asıl işi HIV için toplumsal bilinç oluşturmak oldu. Kurduğu sivil toplum örgütüyle pek çok insana hayat ışığı olmayı başardı. 84 EFOR- ÖZEL SAYI
YAZI: BARAN GÜVEN @ molosztash
VİTAS GERULAİTİS GRAND SLAM ŞAMPİYONUNUN TALİHSİZ YAŞAMI
Tenis raketlerinin tahtadan yapıldığı, televizyonlarda tenisi Wimb-
ledon’dan Wimbledon’a ancak izleyebildiğimiz günlerdi. 1972 yılındaki ilk karşılaşmalarında 18 yaşındaki sarışın uzun saçlı tenisçi, 20 yaşındaki rakibi Jimmy Connors’ı mağlup etmiş, fakat ilerleyen yıllarda 1 numaraya kadar yükselip uzun süre erkekler tenisini domine eden rakibine sonraki 16 maç boyunca mağlup olmuştu. Bu seri 1980 Ocak ayında oynanan, şimdiki yıl sonu turnuvasına eşdeğer Masters Grand Prix turnuvasında bozuldu (Yılsonu turnuvalarının yılbaşında oynandığı garip yıllarmış aynı zamanda). Rakibini 7-5 ve 6-2 ile deviren sarışın, uzun saçlı tenisçi, basın toplantısında son derece ciddi şekilde “Bu size ders olmalı. Hiç kimse Vitas Gerulaitis’i 17 defa üst üste yenemez!” dedi. Kahkahaya boğulan basın odasındaki gazeteciler, bu kalıbın 2015 yılında bile hâlâ kullanılmaya devam edeceğini akıllarından bile geçirmediler muhtemelen. Ama kullanıldı, bugün herhangi bir tenisçi iki basamaklı sayılara ulaşan bir yenilgi serisine son verdiğinde, dünya basınında Vitas Gerulaitis’in en az bir kez anıldığına şahit olacaksınız. Şarapova Serena Williams’ı yendiğinde mesela. (Yenebilirse tabi)
86
EFOR- ÖZEL SAYI
Litvanyalı ebeveynlerin New York’ta doğan oğlu Vitas, “VITAS”
plakalı sarı Rolls Royse’uyla Andy Warhol, Björn Borg, John McEnroe gibi isimleri de içeren arkadaşları ve kız kardeşi Ruta’yla New York gece hayatının değişmez isimlerinden oldu. Herkesin neşe kaynağı olarak hatırladığı “Litvanya Aslanı”, Connors ve Borg’un gölgesinde geçirdiği tenis hayatında 1977 yılında ilk Grand Slam finalini yakalamayı başardı. İki hafta boyunca birlikte antrenman yaptığı John Lloyd, kariyerlerindeki ilk Grand Slam finallerinin sabah kahvaltısında tereddütle sordu, çünkü finalde birbirlerine rakip olacaklardı: “Ee, bugün de mi beraber antrenman yapacağız?” Vitas’ın tavrı net oldu: “Ben senin tenisin hakkında ne s… öğrenebilirim? Peki, sen benim tenisim hakkında daha fazla ne öğrenebilirsin? Tabii ki birlikte antrenman yapacağız” Yaptılar. Akşamında da Vitas Gerulaitis hayatının ilk ve tek Slam şampiyonluğunu 5 setlik finalle kazandı. 1979 ABD ve 1980 Fransa Açık finallerine de yükselecek, ama finallerde kaybedecekti. O günkü rakibi ve antrenman arkadaşı John Lloyd ise bir daha final göremeyecekti. Yakın arkadaşı Borg’e göre kortta çok hızlıydı. Hem forehand hem de backhand voleleri turun en iyilerindendi. Fakat ikinci servisleri iyi değildi, çok çift hata yapardı.
TENİS KÜLTÜRÜ ADINA ÇALIŞTI Kort dışında ise çok hata yapmadı. Binlerce New York’lu çocuğa raket dağıttı. 1979 yılında Vitas Gerulaitis Gençlik Fonu’nu kurdu. New York’un fakir mahallelerine tenisçi arkadaşlarını götürdü, çocuklarla vakit geçirmelerini sağladı.
odasına gitti, ayakkabılarını çıkarmasına yardım etti, sırtına kuru bir tişört koydu, raketlerini topladı, onun nasıl hissettiğini anladığını söyledi, teselli etti. O genç, Pete Sampras, o günü hep hatırladı. İki hafta kadar sonra, 14 Eylül 1994’te onu 17 maç üst üste yenemeyeceğini anlayan Connors’la eş oldu, yakın arkadaşı Borg ve birlikte antrenman yapıp, Slam finalinde mağlup ederek ilk şampiyonluğunu kazandığı Lloyd ile çiftler maçı oynadı. 6-4 ve 7-6 ile kazandılar. Kariyerinin önemli anlarında karşısına çıkan bu adamlarla neredeyse kariyerinin bir özetini çıkardı. Güldüler, çok eğlendiler, espri yaptılar, Seattle’daki seyircilere güzel bir gece yaşattılar. Bundan iki gün sonra, bir tenis kulübünde yardım etkinliğine katıldı. Bir arkadaşının havuzlu evine gitti, sandviç söyledi, sandviçini yerken televizyonda golf izledi. Ertesi gün, 17 Eylül’de öğleden sonra 3’te eve gelen bir hizmetçi cesedini buldu. Evdeki ısıtıcı bozulmuştu. Uyurken karbon monoksit zehirlenmesiyle hayatını kaybetmişti. 40 yaşındaydı. Lloyd hala Seattle’daydı, inanamadı. Yemek yemekte olan Borg’ü buldu. Acı haberi verdi, ağladılar. Davis Cup için İsveç’te olan Sampras haberi soyunma odasında aldı. Takım olarak o hafta boyunca “V” şeklinde yama yaptılar kıyafetlerine. Öyle oynadılar. Vitas Gerulaitis. Hayatta olmayan Grand Slam şampiyonlarının en son üyesi. Litvanya Aslanı. New York’lu. Hiç kimsenin 17 kez üst üste yenemeyeceği adam.
6 kez yılı ilk 10’da tamamladıktan, 1979’da 3 numaraya kadar yükseldikten sonra, son maçını Novak Djokovic’in koçu olarak tanıdığımız Marian Vajda ile oynadı ve raketini astı. Bir süre golf oynadı. 1993’te büyükler turunda arkadaşları Connors ve McEnroe’ya katıldı. ESPN ve CBS Sports gibi TV kanallarında yorumculuk yaptı. Stresten uzak, güzel ve erken bir emeklilik geçirdi.
ERKEN YAŞTA VEFAT ETTİ 1994 ABD Açık’ta dördüncü tur maçını beş sette kaybeden genç bir ABD’li şampiyon tenisçinin
EFOR - ÖZEL SAYI
87