İktidar-Cemaat-Menfaat-Rüşvet... Devlet bildiğimiz hep aynı devlet!
EMEK VERENLER ERCAN CENGİZ ABDULLAH KARABAĞ ERDEN ERDEMER ADNAN DURMAZ HAKAN KAYA AHMET YILMAZ TUNCER HALDUN HAKMAN AHMET TAHSİN ÇINAR HIDIR KARAKUŞ BEKİR KOÇAK HIZIR İRFAN ÖNDER BÜLENT AYDINEL LÜTFİYE BOZDAĞ CEM EREN
MEHMET RAYMAN SERKAN ENGİN MUSA SU TAN DOĞAN NECİP TIRPAN VİLDAN SEVİL NİSA LEYLA YAŞARDOĞAN ÖZER GENÇ YAVUZ AKÖZEL ÖZLEM KESKİN ALİ ZİYA ÇAMUR SEMA LALE
Aylık Sosyalist Sanat E-Dergisi Yıl:8 Sayı: 153 Şubat 2014
İÇİNDEKİLER Emeğin Sanatı’ndan 153. Merhaba EMEĞİN SANATI SUNU 3 Bu Sayının Savsözü AHMET CEMAL ALINTI 4
İntikamın Alfabesi SERKAN ENGİN ELEŞTİRİ 13 Ailem(!) ve Diyalektik SERKAN ENGİN ŞİİR 15
Son Şaki ADNAN DURMAZ ŞİİR 5
Mıhemede Benli ABDULLAH KARABAĞ ŞİİR 16
Çentik ALİ ZİYA ÇAMUR ŞİİR 6
Kafka YAVUZ AKÖZEL ARAŞTIRMA 18
Bana Aydınlık Dile TAN DOĞAN ŞİİR 7
O Yoksulluk O Aşk HAKAN KAYA ŞİİR 20
Asansör ÖZLEM KESKİN ÖYKÜ 8 Yer Yatağı MEHMET RAYMAN ŞİİR 10 Kutu Tvist YAŞAR DOĞAN ŞİİR 10 Aşk Sosyalisttir BÜLENT AYDINEL ŞİİR 11
Kaç Kez NECİP TIRPAN ŞİİR 22
İzleri Kaldı Gözlerimizde AHMET YILMAZ TUNCER ŞİİR 29 Şiir İçmek İstiyorum SEMA LALE ŞİİR 32 Geçer ÖZER GENÇ ŞİİR 34 Zamana Tutsak HIZIR İRFAN ÖNCER ŞİİR 36 Yalanı Bağışlamayın Sahibine BEKİR KOÇAK ŞİİR 41 İlk Kıyım HALDUN HAKMAN ŞİİR 44
Yaşamak Lazım Hiçleşmek Lazım Anlıyorsun Değil mi NİSA LEYLA AHMET TAHSİN ÇINAR ŞİİR ŞİİR 24 46 Laylon Leğen Olsun CEM EREN ŞİİR 26 Kil Tabletin Şifresi MUSA SU ŞİİR 27
Tenim Kar Yanığı ERCAN CENGİZ ŞİİR 49
Seninle Birlikte Yürümek İstiyoruz... LÜTFİYE BOZDAĞ DENEME 50 Yıldızım HIDIR KARAKUŞ ŞİİR 53 Ölü Kuşlar Tragedyası ENDER ERDEMER ŞİİR 54 Tekinsiz Bir Gece, Dört İdam VİLDAN SEVİL YAZI 56 Dizlelerde Şiir ve Şair DERLEME 61 Yaşam Ve Sanatta BİR AYIN İZDÜŞÜMÜ HABERLER 62 Komünizme Övgü/Çağrı BERTOLT BRECHT ŞİİR 81 Duraksayana BERTOLT BRECHT ŞİİR 82 Buğdayın Türküsü PABLO NERUDA ŞİİR 83
KAFKA: Sessizliğin Devi – II İntikamın Alfabesi Seninle Birlikte Yürümek İstiyoruz Tekinsiz Bir Gece, Dört İdam
Sayfa 3
EMEĞİN SANATI’NDAN 153. MERHABA Merhaba, Bildiğiniz gibi ülkemizde, yaşanan acayip, trajikomik, artık pek de şaşırtıcı olmayan olgularla birlikte menfaat, devlet ve cemaat üçgeni içinde ülkede baskı, soygun düzeni artarak devam ediyor. Yavuz hırsız ev sahibini suçlu çıkarır örneği bir türlü maskeleyemeseler de soyguna değil, soygun haberlerine yasaklar, sansürler geliyor. Üstüne üstlük, sosyal medyaya egemen olma adına yoğun bir sansür düzenini işletmeye koyuldular... Bu olan biten içinde, günümüz burjuva sanat dergilerine baktığımızda, tek dertlerinin, şiir geliştirip, boyutlarını genişletmek değil şiirde anlamı tartışmak olduğunu görüyoruz. Her şeyi çözümlemişler, şiiri hayatın can suyuyla buluşturmuşlar, sıra anlamı ele almaya gelmiş gibi… Şiirle anlamın serüveni bitip tükenecek bir serüven değil. Bir uçta, anlamla sürekli başı dertte şairler bulunuyor. Uyuyup uyanıp onunla uğraşıyorlar. Şiirde anlam rastlantısal diyenlerden, anlam düzyazıya özgüdür, şiire aykırıdır diyenlere kadar uzanan oldukça geniş bir yelpaze. Aslında dertleri anlamla değil de doğrudan içerikle ilgili. “Şiirin içerikle ilgisi olamaz” diyecekler, ama karşılarına dikilecek dağı göze alamıyorlar. Aslında salt biçimciliğin tedavülden kalktığını onlar da iyi biliyorlar. Biçimci görünmeyi yürekleri kaldırsa anlama laf dokundurmaya çalışmak yerine içeriği bombalayacaklar. Amaçları, şiirin anlamsal temelinden birkaç çivi oynatabilmek... Ya da bulundukları sırça köşkten, genç şairlerin, şiir heveslilerinin gözlerini alarak, kendilerinin cesaret edemediklerine gençleri yöneltebilmek… İş cinayetleriyle katledilen ne maden işçileri ne Tuzla tersane işçileri ne fabrika önlerinde direnenler ne de HESlere direnen köylüler onların imge haritalarına girer. Onların haritalarında ne gerçek aşk, ne hayat, ne umut, ne özlem vardır. Onların haritalarında benliklerinin karanlık köşelerindeki labirentler vardır, umutsuzluk vardır, boyun eğmek vardır, eğilmek vardır… Bugün burjuva şairlerin büyük çoğunluğu konformizmin etkisinde kalarak, kendisini öteleyerek, kendine yabancı “uysal” şiirler yazıyorlar. Bunun içinde anlamsızlığın kalesine sığınıyorlar. Yalnızca kendilerini ve kendilerine biat eden azıcık okuru tatmin edebiliyorlar. Sonra da “şiir kitapları neden satmıyor” diye feryat edegeliyorlar. Muhalif ve müdahil olamazlar. Çünkü muhalif ve müdahil şairler düzene karşı “suç işleyen” şiirler yazmaktadırlar. Onlar, iktidarın dayatmalarından ve onların verebileceği acılardan korkmazlar. Egemen edebiyat ortamının tüm olanakları sanal bir elmadır. Bu elmayı yiyerek varlığını sürdüren ve şiir damıtan “uslu şairler”, “elma kurdu” olarak hâllerine şükredip duracaklardır. Diğerleri ise hayatın ve kavganın içinde olacaklar, inançla, hırsla ve aşkla! EMEĞİN SANATI
Emeğin Sanatı 153. Sayı
BU SAYININ SAVSÖZÜ “Her yazarın ve şairin en doğal anayurdu ve toprağı, içinde yaşadığı zamanın ve mekânın koşullarıdır. Özellikle bu olgu, edebiyatın boynuna takılan bir zincir değil, fakat sözü edilen koşulları insanca bir hayat ve dünya adına değiştirme savaşımının ön koşuludur. Ya da en sağlıklı çıkış noktasıdır. Özetle; kurgularını verili koşulların tümüyle dışında kalarak oluşturan bir yazar ve bir şair, edebiyatın özgürlüğüne değil, fakat ancak gerçek dışılığından ötürü özgür olup olmaması da hiçbir önem taşımayan, insandan ve insanca bir dünyadan yana hiçbir katkıyı somutlaştıramayacak bir ucubenin doğumuna yol açabilir. Çünkü toplumsal-tarihsel bağlamda kimi gerçeklerin şu ya da bu biçimde değiştirilmesi gerekiyorsa, o zaman bu işin militanca önderliğini üstlenecek bir edebiyat için en sağlıklı ve en gerçekçi çıkış noktası, değiştirilmesi öngörülen gerçeklerin yadsınması veya yok sayılması değil, fakat ilk aşamadan onların olanca çıplaklığı ile gözler önüne serilmesi olabilir. Kafka’nın “Dava”sında ve “Dönüşüm”ünde olup bitenler, görünüşte, ama sadece görünüşte sanki gerçek dışı bir dünyada cereyan eder. Oysa bu görünüş’ü sanki gerçek dışıymış gibi kılan tek bir gerçek vardır, o da her iki romanda da insanların içinde yaşadıkları gerçek dünyanın ve yaşamın gerçekliğini artık insana ait veya insanca diye adlandırılamayacak ölçüde yitirmiş oluşudur. Kafka, bu durumu bize var olan gerçekliği yadsıyarak, yok sayarak değil, fakat tam aksine, o gerçekliğin gerçekliğini damardan girercesine güçlü bir biçimde tasvir ederek gösterir. Kafka bağlamında özetleyecek olursak eğer, şöyle diyebiliriz: bütün eserleri göz önünde tutulduğunda Kafka’nın gerçekliği, gücünün tamamını bir zamanlar gerçek niteliği taşımış durumların, hallerin vb. Artık bu nitelik ile bağdaştırılması olanaksız ölçülerde gerçekliğini yitirmiş olmasından gelir. Bir başka deyişle Kafka, var olan somutları, onca gerçeklikleri içerisinde betimliyebildiği içindir ki, insan açısından gerçek dışı bir niteliğe bir dünyaya ilişkin bu kadar yetkin soyutlamaların düzeyine çıkabilmiştir. “
AHMET CEMAL SOL Gazetesi Kitap Eki / 8 Ocak 2014
SON ŞAKİ
Sayfa 5
Dünyanın tüm yolları belki de onu arardı…
zirvelerde erimez kar ama döner gelir bahar çiçek sağnağıdır kuşlar sevdadan doğar her selim
dağlardan aşan bir yolum heyelanlar iner zalım ne yana dönsem uçurum aman bilmez sağım solum
aşıklar geldi ilime gözyaşı aktı külüme her ayrılıkta ölüme ben de gittim budur halım
kayalar inmiş başıma bir yolcu girmez düşüme yıldırım yağar döşüme kırılmış kanadım kolum
son şakiyim zirvelerde kaç mecnun gördüm çöllerde bir çığlığım tipilerde isyan haykırışı dilim
kolum çöllerden aşardı denizin saçını okşardı kan ve gözyaşı dolardı yoksulluğa varan elim
umudu ben saklıyorum çağları ben ekliyorum destanları bekliyorum karanlıkta yalım yalım
nice meydanlara vardım savaş alanları gördüm aşılmaz kayalar yardım bin yıllardır ulur zulum
ADNAN DURMAZ FOTOĞRAF: ADNAN DURMAZ
Emeğin Sanatı 153. Sayı
ÇENTİK Hangi kandil gönenmiş güneşle hısımlıktan? Bir şimşek yırtığı var sağanak gökte. Kırlangıç ıslığında narın kızıl soluğu, Çiğnenmiş çilelerden çığlar deriyor, Dil değmemiş sevincimde yürek yangın alazı.
Balçığı mermere üşürüyor sapsız kör hançer, Duvarlar örülüyor ardım sıra gölgelerime. Koşuyorum göçebe sularına denizlerin, Sabrın yatağında varsın demlensin umut, Sürülüyor sessizlik şimdi dağlardan.
Günlerimiz bir silinmez diş iziyle döşeli, Korkuluklar açmış iki yana suskunlukları. Uyutulmuş sokaklarda ürkek ayak izleri, Gizliyor eğri sivrileri yüzsüz sığlıklar, Kum açıyor sabırla kabuğunu yaranın.
İstemlerin savrulduğu noktalarda gün Tutuşmuş yanıyor, gökyüzü sus pus... Biz hergele güneşin mevsimsiz hercaileri, Taşıdığımız, olancası bir seklemlik can, Kervankıranlara inat, Kahra çentik atıyoruz ardı ardına...
ALİ ZİYA ÇAMUR FOTOĞRAF: A.Z.ÇAMUR
tan doğan
Sayfa 7
bana aydınlık dile “ışık / biraz daha ışık” goethe
1 iki yorgun gözde bir kirli ışığı taşımak güç en az üç hörgüçlü bir deve gerek çölde bedevîye ey gece: çabuk gel ve kal -bak ölü anneme söylerim yoksa öksüz çocuğudur karanlığın gölge sığınak değil ki rü’yâ -kâbûsa sor en çok afrika’ya yakın ‘rûhum’ külün dumanında unutulur köz korku tünelidir ‘hayat’: ne çıkarsa bahtına dehlizlerin ermişi: sırladığın ne 2 ‘kara ormanların çocuğu’ brecht: kardeşimsin -bil mandela: siyah bir sayfaya ‘özgürlük’ diye yazdım -anlasana ‘sâdık yârin’e selâm ola veysel 3 şimdi tel tel dolanırken irmik gel: ne arıyorsun kör kuyunun dibinde dilini yutmuş ay 4 daha mı ‘iyi’ yoksa “platon’un mağarası” ey ‘karanlık herakleitos’ : akmasın gayr bir şey önce görmen mi kayboldu aklın mı nietzsche 5 imdi yüreğim yangın yeri: acıyı açlığı ve savaşı gördüm -gömdüm ölüleri bir bir tesellî olamaz tebessüm: ömr gamm yarı akıllı târumâr bir hâfıza diyor ki “bunları yaz -unutursun sonra” dilim dönmüyor ki yaz’a
Emeğin Sanatı 153. Sayı
ASANSÖR / Özlem KESKİN Dikkatli bir şekilde önce sağa sonra sola baktı büyük olan. Araba geliyordu uzaktan, beklediler. Büyük temkinliydi, küçük heyecanlı. Öyle ki; sürekli sorular soruyordu küçük. Büyüğün sabrını zorlayacak kadar çok soru. Büyüğün yüzünden belli; çoktan pişman olmuştu verdiği sözden. Nereden de demişti. Öylesine çıkıvermişti ağzından. Demişti de kötü mü etmişti; o heyecanı kardeşi de yaşasın istemişti. Bir daha yaşasın… Onu ilk götürdüğünde yaşadığı mutluluk unutulmazdı. Araba gelmediğinden emin olunca koşturarak geçtiler karşıya. Girecekleri siteye kestirmeden varabilmeleri için kısa bir merdiven çıkmaları gerekiyordu. Merdiven kısaydı. Küçüğün bacakları da kısa… Merdivenlerde abisi belinden kavrayarak yardımcı oldu ona. Yabancı değildi gittikleri yer. Apartmanların birinin üçüncü katında büyüğün arkadaşı oturuyordu. Onu çağıracaklardı beraber. Sonra… Sonrası yok. Onu çağıracaklardı. Günlerdir uykuya yatmadan önce sordu küçük abisine. “Yarın gider miyiz?” Bir türlü dinmedi yağmurlar. Yağmurda da dışarıda oynamak için arkadaş çağrılmaz ki. Heyecan sabırsızlığa karıştı. Her sabah okula uğurlarken bıkmadan, yorulmadan yine sordu aynı soruyu. “Bu gün gider miyiz?” Sonunda güneş göründü de düşt üler yola. Uzak değildi gidecekleri yer. Mahallelerinin üstünde kalan bir anayolu geçince dizi dizi evleriyle site görünüyordu. Çok katlı apartmanların gölgesi onların evlerine düşüyor, gündüzü bile karanlık ediyordu. Bir şikâyetleri yoktu ama… Bahçe kapısından girince çakmaklar çaktı küçüğün gözlerinde. Ayakları kendi kendine çırpınmaya başladı. Tutuştukları eli abisinin elini sıktıkça sıkıyordu. O farkında değildi sıktığının. Ellerinin terden ıslandığını da fark etmiyordu. Çırpınan ayaklarına bir sekmece tutturdu, diline de bir şarkı… Gözünü apartmanın kapısına dikip sürüklemeye başladı abisini. Apartmanın içinde panayır, oyun parkı filan kurulmamıştı. Hatta palyaçolar da yoktu. Uçuşan balonlar görünmüyordu ama çok az kalmıştı. Mutluluğa, o doyulmaz eğlenceye artık saniyeler vardı. Geçmek bilmeyen saniyeler…
Sayfa 9 Saniyeler yerinde sayadursun, küçüğün yüzüne yapışmış ağız dolusu gülmeye benzemeyen bir gülümseme çöktü büyüğün yüzüne. Ya da bir hüzün… Bir alt üst oluş. Küçük ne olup bittiğini anlamamış, devam ediyordu mutlu olmaya. Verdiği sözü tutamayacak olmanın utancı, kardeşine yaşatamayacağı mutluluğun üzüntüsüyle selamladı arkadaşını büyük. Apartmanın içine girmelerine gerek kalmamıştı. Arkadaşı aşağıya inmiş, onları bekliyordu. Küçük, mutluluğa devamda, büyük, yıkılmaya… Öyle bir yıkım ki; kızarmış kulakları duymuyor hiçbir şeyi. Az sonra gelecek çığlığa hazırlık yapmakta. Konuşuyor arkadaşı, bir şeyler söylüyor ama ne fayda… Elini sıkıştıran ele vereceği hesabı tutuyor büyük. Arkadaşının sitenin içinde bulunan oyun parkına yönelip, apartman kapısından uzaklaştığı an iki kardeşin yüzleşme vakti. —İçeriye girmemize gerek kalmadı kardeşim. Bak inmiş aşağıya. Hadi gidip oynayalım. Yetişkin bir erkek gibi, olgun bir adam gibi kurdu bu cümleyi sekiz yaşındaki büyük. İşte o an; kocaman bir lunapark gürültüyle devrildi küçüğün üst üne. Dil çıkardı karşısına geçip milyon tane palyaço. Birer köşe bulup sindi utancından dünyanın bütün oyuncakları. Kepenk indirdi oyuncakçılar. Elinde olmadan fışkırdı gözünden yaşlar. Tüm oyunları ürkütecek şiddette sancılı bir bağırmak fırlattı iki yaşındaki küçük. —Hani bindirecektin. Asansöre bineceğim. Önce arkadaşına hissettirmemeye çalıştı büyük. Sonra dayanamadı. —Tamam, söz yarın yine geleceğiz. O zaman bineceğiz. Aklı, bir düğmeyle inip çıkan asansörde kaldı küçüğün. İşin aslı; büyük de sırrını çözememişti işin. Bir de; halt etmişti o gün oynanan tüm oyunlar. İçi çocuksuzdu çünkü. İki kardeşin çocukluğu asansörle inip çıkıyordu. Gözleri geride vedalaşıp indiler evlerine. Arkadaşları merdivenleri tırmanarak çıktı evine. Dönüp bakmadı bile asansörea
ÖZLEM KESKİN
Emeğin Sanatı 153. Sayı
YER YATAĞI
KUTU TWİST Yalanmamış mürekkep sancısı Afak rengi yürek acısı Kutu kutu giden şimdi Hayatlarımızın en derin parçası Hey gidi günler ne tez Ne Tez Gömlek değiştirdiniz Karanlık içinler Önünde nü dizleriniz Koptu iz ize Kutu Kutu Vur Vur Vur Krizi krize Mahşer koptu Her karanlığın sonu ışık Her son bir başlangıç Çık artık kabuğundan çık Yüreğin en ulu yargıç
ilklerinizi söyleyin birbirinize içtiğiniz su yediğiniz ekmek başlı başına bir bilmece beşikten düştüğünüz gün yer yatağını sermiştir ananız belki bir dönüm ötede analık çarpanları buluşur
MEHMET RAYMAN
Yalansın mürekkep Uyusun kahpe ak/rep Tep Tep Tep Yek bir yürek hep Aşkım! İnsanım\
YAŞARDOĞAN/Lolan 29/12/2013
Sayfa 11
FOTOĞRAF:A. Z. Çamur
AŞK SOSYALİSTTİR 1
2
Yalnızdı bulutun yağmurla yalnız kaldığı kadar Issızdı sözcükte harfin durduğu kadar Bir selamın odada asılı kaldığı kadar sakindi Bir gece yarısı özlemek gibi geldi Hala duruyor tuttuğu bardakta elleri Kasette sesi odada gülüşü bal rengi Düşünmek asi bir nehirdir Anlamak sevdalandığın şehirdir Yaşamak o en özgür ebem kuşağı Sevda yüzündeki renktir İnadına ağlamaz ya sevilmeyen çocuklar Gün onlarla büyüyecektir Aşk sosyalisttir
Diken gülün isyanıysa eğer Gün gelir diken de isyan eder Çünkü her isyan aşkın kendisidir Doğasında uçurumlar olmayanın üstünde kartallar dolaşmaz çünkü Çünkü şahinin baktığı her gök yenidir Bizim öykümüz kimsenin ad koyamayacağı o sonsuz ülkeden gelir Aşk sosyalisttir
BÜLENT AYDINEL
Emeğin Sanatı 153. Sayı
3
5
Bir bahçede fotoğrafı çekilmiştir,kucağında bir çocuk
Bir ışık düşer Bir dal yeşerir Bir rüzgardır polenlerini toplar gelir Gözlerini sana sunar senden oluşan şiir Aşk sosyalisttir
Goethe okumaktadır sığınakta Ernesto Che Guevara Fidel ne derse desin O Bolivyaya gidecektir Tüfek patlamaları bir an durduğunda Sevgilisini düşünecektir
6
Kuş gibi olmayı değil, kuş olmanın anlamını bilecektir
Aşk göçebe değildir, Gelir ve orda kalır Yurdunu aramaz coğrafyasını bilen şiir Aşk sosyalisttir.
Sözcükler kirlenirken teker teker O direnecektir Bir şiir okunsa dünyanın bir ucunda İnanın duyabilir
7
Cehennem ateşlerine mahkum edilirken dünya Che bir kucak çiçektir Hiçbir şiir Okula giden kız çocuğunuzun saçına Yaşamın kendisi kadar güzel değildir takılabilir Yaşam aşkın şiiridir Ve aşk sosyalisttir Aşk sosyalisttir DEVAM EDECEK
4 Bir kuytuda dalların içinden süzülen ışık siz çağırmasanız da gelir yüzünüzde binlerce yaprak yeşilleniverir aşk sosyalisttir
BÜLENT AYDINEL
Sayfa 13
İNTİKAMIN ALFABESİ/Serkan ENGİN
Hani "intikam soğuk yenen bir yemektir" denir ya, beni defalarca sokaklara atan, zorla askeri okulda okutup ilk gençliğimi harcayan, ömrüm boyu hiçbir konuda bir kez olsun arkamda durmamış olan ailem(!)den aldığım intikam da böyle bi' şey işte. "Ailem(!) ve Diyalektik" adlı şiirim, 2007'de Damar Dergisi'nde yayımlanmış ve akabinde Deliler Teknesi Dergisi'nin şiir yıllığına alınmıştı. Şimdi ise İngilizce çevirisiyle Amerika'da faaliyet gösteren uluslararası edebiyat dergisi "Split Infinitive"de yer alıyor. Ne diyordu Attila İlhan: "şarabın gazabından kork/ çünkü fena kırmızıdır" Doğrusu, kolay kolay kin gütmem vara yoğa, ama bana yapılan iyiliği de kötülüğü de asla unutmam ve er geç her ikisinin de hakkını veririm, bin sene geçse de üstünden. "Aman canım kaç sene önceki mevzu" tavrı aptalcadır, çünkü kişi sadece hesaplaşmaktan korkar ya da üşenir, bu kadardır kendisine saygısı. Çünkü geçen zaman yaşanmış olanı "yok hükmünde" bırakmaz, yaşanmıştır bir kere siz yok saysanız da, üst ünden yıllar, asırlar geçse de. İnsanın kendine yapabileceği en büyük hakaret, kendisine haksızlık edeni, zulmedeni, karşıdan samimi bir pişmanlık ve yapılmış olan çirkinliğin itirafı, içtenlikle af dileme yaklaşımı olmadan, tek taraflı olarak "affetmeye" kalkmasıdır. Kendinize yapabileceğiniz en büyük haksızlık budur ve bu durumda onurunuz sizi asla "affetmez". Dedim ya, vara yoğa kin gütmem kolay kolay, ama bir kez kin güdersem o kişi mezara girse de bitmez kinim. Misal, annenim babası, dedem olacak şahıs, bir kez olsun ne bana ne diğer torunlarına sıcak bir bakış atmadı, bir içten tebessümde bulunmadı, başımızı okşamadı. Dini imanı para olan, şerefsiz bir tefeciydi. Şimdi ben bu pisliği neden "affedeyim" öldü diye, neden kinim sönsün ki.
Emeğin Sanatı 153. Sayı
"Kin insana yakışmaz, insana yüktür, kişi yıpratır, hödöhödö" şeklindeki sikindirik Guru söylemlerine itibar etmeyin. Bunları diyen o "gurucuklar" yüzlük dolarları almadan sizi uyduruk konferanslarına bile almazlar, sizi "ışığa ulaştırmazlar". Osho'sundan bilmemne anasının örekesine kadar hepsi sahtekardır, kapitalizmin yabancılaştırmasına karşı ne yapacağını bilemeyen salakların ruhsal açlığını sömürürler sadece. Leo Buscaglia gibi dilinden "sevgi" sözcüğünü düşürmeyip bu kavramın içini boşaltan, ucuzlatan, yapaylaştıran sahtekarlara da yüz vermeyin. Kendisi o kadar sevgi doluydu ki "intihar ederek" öldü ve cenazesinde hiç kimse yoktu, yani kendisini hiç "sevdirememiş", dost edinememiş, sevgili-eş edinememiş, Marx'ın deyişiyle "insan olarak yaşamsal etkinliğiyle kendisini sevilen kişi durumuna dönüştürememiş" bir zavallıydı. Dandik kitaplarıyla, sahte sevgi kelebeği modundaki söylemleriyle aptalları sömürdü ve bir hiç olarak geçip gitti bu gezegenden. Demem o ki a dostlar, insanın öfkesi-kini de sevgisi-aşkı da "sahici" olmalı ve hepsinin hakkını eylemleriyle vermeli. Erdemli birey, başkalarına olduğu kadar kendisine de haksızlık etmemeli ve "kin gütmekten", akabinde "intikam almaktan" tatlı su Guru'larının sözüne kanıp kaçınmamalı, zamanın acıyı pörsüten etkisine kapılıp boş vermemeli, umursamazlık etmemeli, üşenmemelidir, yoksa kendisine en büyük haksızlığı ve hakareti yapar böylece. Sadece kendi bireysel varlığınıza değil, ait olduğunuz sınıfa, savunduğunuz ideolojiye, içine doğduğunuz etnisiteye ve diğer tüm etnisitelere, cinsiyetinize, cinsel yöneliminize ve diğer tüm cinsel yönelimlere, anadilinize ve diğer tüm anadillere, dinsizliğinize ya da herhangi bir dine dair inancınıza karşı yapılmış hiçbir zulmü asla unutmayın ve affetmeyin. Hele ki çocuklara zulmedenleri asla ama asla bağışlamayın! "Çocuklara işkence yapılan bu dünyayı sevmeyi, ölene kadar reddedeceğim." Albert Camus Bireysel, sınıfsal ve ontolojik kininiz kavi olsun ve intikamınızı er ya da geç almaya dair azimli olun. Nesnel koşullar nedeniyle bunu başaramasınız bile, "o yolda ölmek bile güzel" şiarıyla erdemli yaşar ve ölürsünüz.
SERKAN ENGİN
Sayfa 15
AİLEM(!) VE DİYALEKTİK kendime koştukça azaldığımdır babam donanıp tepeden tırnağa güneş çiçekleriyle kıvrımsız beyninde serbest salınım yapan meşin yuvarlak ve bira polis’ten ve allah’tan eşdeğer korkulu kendini hiçliğe büyüttüğünü bile bilmeyen
RESİM:Angel Delgado
-ulan burası Nasıra mı yoksa İzmit -gençliğimi çarmıha geren babam ve pragmatizm mor bir dikendir annem batan ömrüme buruşuk kalbinde yatan mülkiyet oburluğu ve pusulasız öfke para’ya allah’tan daha çok imanlı kendini hiçliğe büyüttüğü bile bilmeyen - ulan burası Nasıra mı yoksa İzmit gençliğimi çarmıha geren annem ve kapitalizm
SERKAN ENGİN Damar Ocak 2007 2007 Şiir Yıllığı (Deliler Teknesi)
MY FAMİLY(!) AND DİALECTİC
My father is what I reduce from as I run to myself While dressing up from head to foot with sun flowers Football and beer are making free oscillation In his brain having no curl He has equivalent fear from police and God Never knew that he grew himself to nihility – Hey buddy, where is here, Nazareth or Izmit My father and pragmatism crucified my youth My mother was a purple thorn pricking in my life Property greed and anger Without compass lie on her heart She has more faith in money than God Never knew that she grew herself to nihility – Hey buddy, where is here, Nazareth or Izmit My mother and capitalism crucified my youth
Emeğin Sanatı 153. Sayı
MIHEMEDÊ BENLÎ / Abdullah KARABAĞ -bu Memed nasıl kurtulur- Mustafa Bey’in makamı I. Tanıktır Bilge Fırat tanık İsyan besler koynunda Yerin yedi katına tutsak Tarihi ayaklandırarak Sanıktır Koca Fırat sanık Dalında şahin yuvasıdır Şikefta Bûk û Zavan Dersanesi Can yoldaşların Oniki Eyül öncesi II. Yıl Bindokuzyüz seksenyedi Mevsimlerden yaz Yine geldik sana Şen ola Kemerli Mezrası III. Kimdi Neciydi Ne gerek var Sual etmeye Güne Gün gözüyle bakmayınca Namı diyarı Diyarından aşırı Bir adı Mihemedê Benlî Bir adı Benli Memed IV. Avcundaydı yüreği Daha da avuçladı Vardı köy odasına
İkramı bol Hürmeti sinsi Bey’in silik turası Kahya Mehmet Ali’nin
Aymazlığın kör neferleri Memedlerin mehmetçiği Biri durur Beşi vurur Zalimin cümlesine Duaya sayılır işkenceleri
Çullandı üzerine Rayber ruhlu Birkaç köylü Bağlandı eli kolu Haber salındı karakola
Kırılan Koldu ayaktı Süngülerde dokunan Umuttu yürekti Benli Memed’in
V. Potin dipçik Darbeleriyle indirildi Taş yığma toprak dama
Yoluna toy Uzun yolun yolcusu Yunusça dingin Nesimice direngen Mem û Zîn gibi sevdazar Kızıldağ’ın Benli Memed’i
VI. Osmanlı kırma’sı Bezirgân başı Vehbi Efendi’nin Tutmasıydı biçare anası Sivilinde Sığır güderdi Ankaralı Çopur Memed Gözde askeriydi komutanın Zulüm kusarken Köy baskınlarında Tutmalığın Fukarılığın Baş sebebiydi bu köyler kürt köyleri Böyle bellemişti Ankaralı Memed Çavuş VII. Derken rivayeten Rivayeten denilir ki Balkanlar’dan Yemen’e Yemen’den Magrib’e Kara kalpak-yalın kılıç
VIII. Memed’im Yaşarım her şeyi yeniden Bir yanım Mihemedê Benlî Bir yanım Benli Memed Birlikte türküler söyledik Emek üstüne Berdar edilen ‘Üç fidan’ üstüne Şartel indirdik Halay çektik Deste gül olduk zindanlara Kefen gömlek Eyledik biz yaşamı Çabuk tut ellerini Benim kavga’m Seninle değil Deli Memed Divane Memed
IX. Takat kalmayınca Mehmetçik memedlerin Ateşe verdiler Taş yığma toprak damı Ve kurşun yağmuru
XII. Memed’im Yaşarım her şeyi yeniden Bir gönlüm Mihemedê Benlî Bir gönlüm Benli Memed
Vay li min Ferman eski ferman Aman’ı yok yaman’ı yok Ankaralı Memed Çavuş’un
Yalnız değilim Bütün sevdam ayakta
X. Memed’im Yaşarım her şeyi yeniden Bir elim Mihemedê Benlî Bir elim Benli Memed Yalnız değilim Bütün sevdam başucumda Damla damladır belleğim Ak benekli nar çiçekleri Dalında kuş cıvıltıları Gölgesinde çocukluğum Elim varmaz yaş’a Türkü söyler dilim Tepemdeki yavru kuşa Ey güzel ülke’m Sırmalı güneş ülke’m Yaz yağmuru Toprak kokmuyor Kan-karanfil kokan ülke’m XI. Duman Dumana dolanır Dam Dumana boğulur Üç çöp kibrit ışıldar Tenli duman ortasından Dirilişidir mazlumlar’ın Çarpar kanat Kollarındayım dörtler’in Dörtler bir şiir Onsekiz mayıs ezgisiyle
Bayırında Oğlak-kuzu güdüşümüz Düzünde Çelik-çomak tutuşumuz Doruklarında Silah çatışımız Bir düş mü dersin Yaralı düşler kaçağı Bir şeyler düğümlenir şuramda Zagros eli’nden Kemerli Mezrası’na Hawarlaşan halepçe türküsü Bu Kaçıncı Enfal’dır Başımıza yağan Ve Binlerin Ve Yüzbinlerin kaçışı XIII. Yeşil alevlerle Sarsılırken taş yığma dam Yanık sesinden Mihemedê Benlî’nin Meze olacaksa Dostlar sofrasına sözüm Kavlinden evvel paslanacaksa silahım Kırmayacaksa ölü kabuğunu Toprağa düşen cemre kanım
Sayfa 17 Garip anam nazlı anam Mezarıma Çiçek konulmasın Adıma Türkü yakılmasın XIV. Derken rivayeten Rivayeten denilir ki Çıkageldi savcı hakim Divan kuruldu Divana alındı Kömür bedeni Mihemedê Benlî’nin “Maktüle ait bombanın infilâkından vak’a hasıl olmuştur” dedi Hipokrat yeminli Memed XV. Son defa yokladı Ankaralı Memed Çavuş Bir muska Göğsünde Mihemedê Benlî’nin Muska içinde bir muska Yeşil çuha içinde Şalın altın rengine Gülen gelincik alıyla işlenmişti Sarı çiğdem perçemli dotmam Sen ve Ben Nişanlıyız bu topraklara Serxwebûn’dur düğünümüz Hayli zaman oldu görmeyeli Öp benim için Ellerinden anamın An neman an Kurdistan!
ABDULLAH KARABAĞ
Emeğin Sanatı 153. Sayı
FRANZ KAFKA / Yavuz Aközel KLİDAS (SESSİZLİĞİN DEVİ) -II
Johann Wolfgang Von Goethe , Kafka ve Dönüşüm Kafka, Goethe’yi kapsamlı okuyup etkisinde kalıyor ve onu en büyük yazar olarak görüyor. Goethe’nin ilk romanı olan ‘Genç Werther’in Acıları’, Kafka’nın etkisinde kaldığı, beğendiği bir roman. 1911’de yeniden okuyor. Bu roman üzerine Lukacs’ın da uzun bir değerlendirmesi vardır. Alman aydınlanmasının bir ürünü olan roman, yayınlanır yayınlanmaz dünya çapında ünlenmesiyle, diğer Avrupa uluslarından geri kalmış Almanya’yı bir anda aydınlanmanın en ön safına ulaştırmıştır. Bireysel özgürleşme ve aydınlanma sürecinin bir romanı olan Genç Werther’in Acıları yazarı Goethe, devrimci olmamasına karşın Schiller tarafından Büyük Fransız Burjuva Devriminin ideolojik hazırlayıcılarından biri olarak değerlendirilmiştir. Roman, Werner’e yazılmış günlük mektuplardan oluşmaktadır. Bir ‘günlük’ şeklinde tarih belirtilerek kaleme alınmıştır. Goethe’nin de tıpkı Kafka gibi günlük tuttuğu bilinmektedir. ‘Genç Werther’in Acıları’, büyük şehirden kaçıp doğayla uyumlu yaşayabileceği küçük kırsal bir bölgeye gelen Werther’in ‘Lotte’ adlı nişanlı bir bayana aşık olmasını konu almaktadır. Ümitsiz bir aşkın pençesinde acı çeken Werther sonunda intihar etmektedir. Roman, toplum ve önemle gençlik üzerinde oldukça etkili olmuş, intihar vak’aları da oldukça artmıştır. Kilise Goethe’nin romanını bunun için yermiş, okunmaması gerektiği yargısını gündeme getirmiştir. Goethe de yazdığı bu ilk romanından şikayetçidir. Çünkü bu roman öylesine önemsenmiş ve aktüel olmuştur ki, Goethe’nin diğer yazdıkları çok az okunur olmuştur. Goethe’nin şikayeti de işte diğer yazdıklarının artık önemsenmemesinedir.
Sayfa 19 Kafka Günlüklerinde şu notu düşüyor : 25 Aralık 1911: “Goethe,yapıtlarının gücüyle Alman dilini belki de geliştirmekten alıkoyuyor. 7 Ocak 1912: “Yağmurlu sessiz Pazar işte böyle geçiyor benim için;yattığım odada oturuyorum, huzur içindeyim;ama karar verip de yazı yazmaya koyulacakken—oysa önceki gün tüm varlığımla yazılardan içeri dalmayı istemiştim—hanidir gözlerimi dikmiş parmaklarıma bakıyorum. Sanırım bu hafta düpedüz Goethe’nin etkisi altında yaşadım ve söz konusu etkinin gücünü harcayıp tükettim artık,dolayısıyla işe yaramaz duruma geldim.(Kafka-Günlükler, Birinci defter) Kafka,Goethe’nin ‘Genç Werther’in Acıları’ romanından öylesine etkilenmiştir ki dillere destan öyküsü Dönüşüm’de töz olarak işlediği ‘Böcek’, Genç Werther’in Acıları’nda da tıpkı Gregor Samsa’nın dev bir böceğe dönüşmesi gibi Werther de kendisini mayıs böceğine dönüşmüş olarak hayal eder: “4 mayıs 1771 …..Burada aslında keyfim pekala yerinde,bu cennet köşede yalnızlık kalbime merhem ve bu gençlik mevsimi,sıkça ürperen yüreğimi bütün gürlüğüyle ısıtıyor.Her ağaç,her çalı bir çiçek demeti ve insan,bu güzel kokular denizinde süzülmek ve bütün besinini oradan toplamak için,mayıs böceği(a.b.ç.)olmak istiyor. “(Genç Werther’in Acıları,Goethe) Burada odak noktası Werther’in sadece mayısböceğine dönüşme hayali değildir.Neden böceğe dönüşmek istediğidir.Werther, insanlara nasib olmayan ,insanlara özgü olmayan öz besinleri(Nahrung) kolayca bulabilmek için maikfer(mayıs böceği) olmak istemektedir. Dönüşümde de Gregor Samsa böceğe dönüşerek kokuşmuş bataklığında adeta boğulduğu anlamını yitirmiş yaşamının birçok sorununu çözümlemektedir. Öncelikle nefret ettiği ve sırf ailesi için aldığı ödünç parayı ödeyebilmek için gittiği işine artık gitme mecburiyetinden kurtulmaktadır. Sabahın köründe başlıyan iş yaşantısı, gecelere kadar sürdüğü için özel bir yaşantısı olmamakta sadece bir metaya dönüşmekte, adeta insanlığını yitirmektedir. Bu hengame Samsa’yı hem kendisine hem ailesine hem de çevresine yabancılaştırmaktadır. İnsana özgü edebiyat, müzik, estetik, gezinti, evlilik, çocuk sahibi olma gibi tüm gereksinimler yaşamından uçup gitmiştir. Bunun için de bu insancıl yönleri artık körelmiş, duyarsızlaşmış, duyamaz, algılayamaz olmuştur. Böceğe dönüştükten sonradır ki, bu insansal duyguların farkına varabilmiş, etkilenebilmiştir. Kızkardeşi Grete keman çalmaya başladığında kiracılarının çok geçmeden tavırlarından dinlemek istemedikleri ancak nezaketen dinler gibi göründükleri anlaşılıyordu. Oysa Samsa kız kardeşinin çok güzel çaldığını duyumsuyordu. “Oysa kız kardeşi bir güzel çalıyordu ki! Başı yana eğilmiş, gözleri, yoklayarak ve mahzun, nota çizgilerini izliyordu.Gregor sürünerek biraz daha ilerledi, belki kızkardeşiyle göz göze geleceğini umarak başını yere yakın tutuyordu. Müzik onu bu kadar duygulandırdığına göre, kendisine bir hayvan gözüyle bakılabilir miydi? “(Değişim,Kafka.S.58) Dönüşüm öyküsü üzerine abartısız binlerce sayfa yorum yapılmıştır ve hâlâ da yapılmaktadır. Biz burada estetiksel alegorilerle motiflenen öykünün toplum eleştirisi açısından neyi anlatmış olduğunu açımlamaya çalışalım.
Emeğin Sanatı 153. Sayı Gregor Samsa’nın böcek olduktan sonra artık yeniden dönüşüme uğrayıp da üretime iştirak edip gelir sağlıyacağı ümidi tam olarak yok olunca durum tamamen değişiyor. Çıkar ilişkileri, feodal toplumdan miras olarak kalmış diğer tüm duygusal ilişkilerin o kutsal titreyişlerin vb.önüne geçiyor… Samsa aileye artık bir yük, süpürülüp atılması gerekli bir çöp olarak görünüyor. “ İktidara geldiği her yerde burjuvazi, tüm feodal, babaerkil, kırsal ilişkileri darmadağın etmiştir. İnsanları doğal efendilerine düğümleyen cicili bicili feodal kordonları acımasızca koparıp atmış ve insan ile insan arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz “nakit ödeme” dışında, hiçbir bağ bırakmamıştır.” (K.Marx,F.Engels.Kom.Manifesto.S.24) Samsa, anne, baba ve kız kardeşine güzel, rahat bir yaşam sağlamıştır. Ancak o böceğe dönüşt ükten sonra para kazanamaz duruma düşünce, olayların akışı tamamen ters yüz olmuşt ur. Başta baba ve kız kardeş olmak üzere artık para kazanamaz duruma düşen Samsa’yı evden def etmenin yollarını aramakta, ayrıca yine eskiden olduğu gibi rahatlarını sağlayabilmek için çıkış yolları aramaktadırlar. Baba bir bankaya memur olarak girer. Greta bir mağazada tezgâhtar olarak iş bulurken anne de evde bir konfeksiyon mağazası için dikiş dikmeye başlar. Önceden Samsa’ya ekonomik bağımlıklarından ötürü kendilerini bir nevi köle durumunda duyumsayan ve Samsa’ya oldukca saygılı davranan aile Samsa böcek olduktan sonra başlarının çaresine bakarak kendilerine iş bulurlar.Ekonomik bağımsızlıklarını her biri ayrı ayrı kazandıktan sonra özgür olduklarını duyumsayarak kendilerine olan öz güvenleri de artar, geleceğe ilişkin ümitle programlar yapmaya başlarlar. Greta ilerde daha iyi bir işe girebilmek umuduyla iş sonrası evde Fransızca ve stenografi çalışır,baba evde dahi üniformalarını çıkarmayıp amirlerinin direktiflerini bekliyormuş gibi oturduğu yerde uyuklar Anne ise gece yarılarına kadar dikiş dikmeye devam eder. Artık evde egemen olan şey huzurdur. Aynı durum Gregor Samsa için de geçerlidir. Böcek olduktan sonra sırf ödemek zorunda kaldığı babasına
RESİM: ADNAN DURMAZ
O YOKSULLUK O AŞK Sen geceye karışmayacaktın ama o gece seni bulacaktı Adını bağırmayacaktın sokaklar da ama bir köşe başın da kanayacaktın. Seni alıp götürürlerse sen o dişlerini sıkmayacaksın ah o gece o yoksulluk o aşk görmesem ellerini Bir aptal gibi nasıl yaşayacaktım.
HAKAN KAYA
Sayfa 21 ait borç için hiç sevmediği işine sabahın köründe kalkıp gitmek yükümlülüğü artık son bulmuştur. Bir bakıma bu köleliğinin, sömürülmesinin de son bulmasıdır. Etrafını dinlemeye kendi iç sesini dinlemeye, düşünmeye artık zamanı da vardır. Bir bakıma dünyayı şimdi gerçek anlamda görebilmekte, anlayabilmektedir. Yaşamak onun için artık bir anlam kazanmıştır. Bu onun böcek olduktan sonradır ki dünyaya yabancılaşmasının da sonudur. Samsa’nın değişime uğraması onun özgürlüğü yakalayabilmek ,kölelikten kurtulabilmek için alternatifi olmayan bir gerekliliktir. Ama Samsa’nın ölümü de aile bireylerinin maddiyata dayalı bir huzuru, rahatlığı yakalayabilmeleri için yine alternatifi olmayan bir gerekliliktir. Modern insan ve toplumun ulaştığı bencilliğin, egoismin ve kişiliksizleşmenin ulaştığı bir aşamadır bu. Yabancılaşmış insanın tragedya’sıdır. Kafka öyküde zıt yönlerdeki iç çelişkiyi grotesk öğeler kullanarak metamorfoz yoluyla anlatıyor böylece. Kafka’nın başardığı bir şey var burada: Metaforların sis perdesinden hareketle gerçeği yakalıyabilmiş olması! Kafka’da Otoriteye Başkaldırının oluşum süreci Büroda da kendisini tutsaklanmış duyumsuyordu. Ailesinin yanındaki tutsaklık duyumsamasına benzeş bir şeydi bu. İçinden şöyle geçiriyordu: “Bu dünya bir hapishane adeta bir panaptikon’u andırıyor.” Kafka’nın dünyası Prag’dı. Kısa ömründeki kısa süreli senatoryum ve kurları , bir de son dönem(1923 Eylül sonundan 1924 mart başına kadar ) Dora Diamant ile Berlin’de yaşamında ilk kez bağımsız olarak geçirdiği 6 ay’ı hesaba katmazsak yaşamının neredeyse tamamı bu kentte geçmişti.Friedrich Thieberger’ Franz Kafka’dan Anılar’ında şöyle bahseder : “Kafka tüm yaşamı boyunca -ömrünün son yıllarında hastalığı onu bir senatoryuma yatmak zorunda bıraktığı zamanın dışında- Prag’ın eski kenti(Altstadt) semtinden çok seyrek ayrılmıştır. O günleri yaşıyan bir tanığa göre: “Bir kezinde pencereden Ring alanına baktığımızda, binaları göstererek şöyle demişti Kafka: Lisem işte buradaydı; orada, karşı tarafa düşen şu binada da üniversite ve biraz ilerde solda bürom. Tüm yaşamım bu küçük çemberin içine -bir yandan da küçük çemberler çiziyordu havada- -hapsedilmiştir.” (Klaus Waegnbach,Kafka,S.19) Aile içerisindeki Baba otoritesi ölümüne kadar hep onun bir parçası oldu. Kafka babasından belki de fiziki şiddet görmedi ama konuşmaları yılan zehiri gibiydi. Babası, oldukça güçlü ve sağlıklı bir kişiydi. Buna karşın Kafka, kendisini dünyanın en zayıf, en güçsüz bireyi olarak görüyordu. Güçlünün güçsüzü hırpalaması, ezmesi, yutması söz konusuydu. Babası güçlü oluşunu acımasızca değerlendiriyor her vesileyle küçümseyen eleştirilerini oğluna yöneltiyordu. Aile içerisindeki bu totaliter otorite, Kafka’da daha küçük yaşta otoriteye karşı bir antipati oluşturdu. Ufku genişledikçe, otoritenin de boyutları genişledi. Sonra gördü ki, bu totaliterya
Emeğin Sanatı 153. Sayı
KAÇ KEZ
kapitalizmin sunduğu özgürlük ve demokrasi aldatmacasının otoritenin (erk’in) en küçük birimi olan ‘modern aile’ içerisindeki yansımasından başka bir şey değil. Kafka’yı anarşizme yönelten de işte bu otoriteye duyduğu nefret oldu. Gustaf Janouch ile Kafka arasında şöyle bir konuşma geçer:
Kaç kez vurulmuş sokaklardan geliyoruz kaç kez yandı yürekler, hangimiz biliyoruz serseri olmuş puşt gecelerden miras sabahın koynuna bırakan bizi, kaç yıldızı öptüm bizden gecelerde serseri şafaklara sardım düşlerimi, kaç kez, sakladım uzak bulutlarda, kaç kez vurulmuş sokaklarda öptüğüm geliyor aklıma kimse bilmiyor. Kimse bilmiyor, ütopyalarıma dümen kırar mı gemi, kim bilecek ki, puşt pusularda alnıma konan, serseri bir mermiyle seviştiğimi…
NECİP TIRPAN
“Franz Kafka, ben de Michael Mares’in şiirlerini görünce güldü. ‘Kendisini tanırım’ dedi. ‘Yaman bir anarşisttir; Prager Tagblatt’ta merak konusu bir şey olarak katlanırlar ona.’ ‘Çek anarşistlerini ciddiye almıyor musunuz ?’ Kafka, özür dilercesine gülümsedi. ‘Çok güç. Kendilerine anarşist diyen bu insanlar, öyle hoş, öyle cana yakın oluyorlar ki, kişi söyledikleri her şeye inanmak zorunda kalıyor. Aynı zamanda –ve aynı niteliklerden dolayı – onların böyle, ileri sürdükleri gibi, gerçekten dünyayı yıkacak kişiler olduklarına inanamıyor kişi.’ ‘ Demek onları tanıyorsunuz?? ‘Biraz çok hoş, çok tatlı insanlar.’ ” (G.Janouch,Kafka Üzerine Konuşmalar. S.36) Bu konuşma 1920’lerde gerçekleşiyor. Yani Kafka’nın ölümüne 4 yıl kalmışken. Not: G.Janouch’un yazdığı bu anılar Max Brot’un katkılarıyla ve desteğiyle yazılmıştır. Okuyucu yazılanların abartılı olabileceğini de hesaba katmalıdır. Max Brot’un da Kafka üzerine yaptığı değerlendirmelerin bazılarının da gerçeğe uymadığı bilinmektedir. Bu olguyu makalenin bir başka sayfasında da açımladım, kaynak belirttim.
Sayfa 23 Kâğıttan Zincirler “Eğer insanlar özgür doğuyorlarsa, neden her yerde zincirlere vurulmuşlardır?” (J.J.Rousseau) Kafkanın evreni tek boyutluluğa indirgenemiyecek zenginlikte karmaşık ve rengarenktir. Onun yapıtları politiklikten öte eleştirici öğelerlerle donatılmış zamana ayarlı bombalara benzemektedir. Onun sistemin baskıcı gücünü eleştirisinde kurduğu imaj şudur: “İşkence çeken insanlığın Zincirleri büro kâğıtlarındandır” Burada Kafka’nın birden fazla şey anlattığı muhakkak. Birinci olarak büro kağıtları yani resmi evraklarla bireyleri köleleştiren bürokratik sistemin baskıcı niteliğini ortaya koyuyor. İkinci olarak da insanlar kurtulmak isterlerse, kolayca yırtılabilen bu zincirlerin kofluğunu, güçsüzlüğünü kölelere usulcacık fısıldıyor. Aile’de, modern devletin ideolojik aygıtı kategorisine girer. Burjuva düşüncelerle donatılmış ebeveynler aracılığıyla ideolojik şırıngalama daha okul ve dini kuruluşlardan önce (Okul,ibadet haneler de devletin ideolojik aygıtlarıdır) çocuğun evrilmesinde önemli rol alır. Bu aygıtlar aynı zamanda gizli baskı araçlarıdır da. Özgür doğan insanın özgürsüzleşmeye doğru attığı ilk dramatik adım böylece ailenin şevkatli kollarında başlıyor. Devlet, otoriteyi temsil eder. Bu otoriteyi ataerkil toplumun gereği en küçük birim olan ailede ‘baba’ üstlenmiştir. Bu hak baba’nın hakkıdır. 21.y.yılda dahi, medeni yasalarda ne kadar düzeltmeler yapılırsa yapılsın, bu hak adeta insan genine kopyalanmış gibi baki kalmakta, sürüp gitmektedir. Kapitalizm varolduğu sürece de mutfağın ve doğurduğu çocuğun kölesi konumuna düşürülmüş kadının erkeğe olan öncelikle ekonomik gereksinimi dolayısiyle bu statü devam edecektir. Baskının olduğu yerde insanın doğal yetişme ve yaşama serüveni bölünüyor. ‘Özgürlük” sözcüğü sadece bir özlemi ve olması gereken bir yaşam tarzını ifade ediyor. Baskı ve korkunun zincirine vurulmuş insan özgür olduğunu düşündüğünde sadece bir yanılsama yaşıyor. Kafka, baş yapıtlarında önemle bu baskıyı, özgürlük yanılsamasını ve onların bir tümlük içerisindeki ifadesi olan yabancılaşmayı kendi yaşam gerçeğinden hareketle dile getiriyor. Gerçeğin değişik motiflerini çiziyor.Klasik anlamdaki bir ‘gerçekçiliğin’ dışına çıkıyor. Onun gerçekte olmayan ve olması da olanaksız olan bazı fantazilerinin içerisinde dahi ‘gerçekçilik’değil ama gerçek yakalanıyor. Onun yapıtlarında okuyucu bir gerçeğe değil aynı zamanda birkaç gerçeğe doğru yol alışın kurgusunu yaşıyor.O kurulmuş güçlü imajlar yok oluyor ve kapitalist sistemin insan ruhuna şırıngaladığı bilinmezliğin, yenilmişliğin, kaçışın gerçek dansı başlıyor ! Sonra İnsan, yabancılaşmanın doruk noktasına daha kapitalizm son sözünü henüz söylemeden gelip oturuyor.Kafka, işte kapitalizm son soluğunu verinceye kadar,son sözünü söyleyinceye kadar bizim bir parçamızolarak var olacak.Ondan müthiş hazduyaca- ğız,onugayet iyianlıyacağız. Kafka, insanın gerçeği yakalayabilme dürtüsünü harekete geçirmek için ona düşünme(kafa yorma), gerçeğin şifreleriniçözebilmek için araştırıp didinme ve sanalbir evrenden gerçek bir evrene geçişin anekdotlarınıfısıldıyor.
Emeğin Sanatı 153. Sayı Kafka’nın karamsarlığı ve geleceğe ilişkin umut-suzluğu dile getiriliyor. Bunu kritikerlerimizin ezici çoğunluğu, yapıtlarını derinlemesine irdele-me gereği görmemecesine dile getiriyor. Oysa Kafka gerçeğine daha objektif yaklaşma cesaretini gösteren kritikerler onda döneminin hiçbir yazarında olmayan bir derinliği görebilmekte ve bunu türlü yönleriyle yansıtabilmektedirler. Yabancılaşma, modern toplum insanının önüne geçilemiyen bir gerçeğidir. Ernst Ficher’in 1963 Liblice’deki Kafka Konferasında söylediği gibi, sosyalist dünyada da yabancılaşma, aşılmış değildir. Ve aşılamadı da... Bürokrasi, insanların özgürleşmesi yolunda sadece yardımcı bir işlev yüklenmesi ve giderek yok olması gerekirken, bırakın kapitalist ülkeleri bir zamanların sosyalist ülkelerinde de ancak insanlara işkence uygulayan, var olan özgürlüklerini de dişlilerinin ara-sında acımasızca öğüten bir aygıta dönüştü. Bertolt Brecht Kafka’daki bu anarşizmin (özgürlükçü sosyalizm’in)(liberty sosyalizm’in) etkisindeki düşüncelerinin yansımalarını “Hayatı gönül gözüyle gören bir sanatçı olarak Kafka, yaklaşan şeyi, yaklaşanın gerçekte ne olduğunu görmeden görmüş-tü.” demektedir. Kafka’nın ‘görmeden gördüğü’ şey ise: “Karıncalar imparatorluğu düşüncesi, insanların toplumdaki yaşama biçimleriyle kendilerine yabancılaşması düşüncesi, Kafka’yı yıldırmıştı. Bu yabancılaşmanın belirli biçimlerini, örneğin GPU (S.Birliği siyasi polisi) yöntemlerini görebilmişti. Ama Kafka hiçbir zaman bir çözüme varmadığı gibi, gördüğü karabasandan da hiç uyanmadı. Brecht, Kafka’nın gerçeğini, gerçeği görmeyen, düş gören bir insanın gerçeği olarak niteliyor.” (Estetik ve Politika -Brecht’le söyleşiler ,W.Benjamin S.176)
YAŞAMAK LAZIM HİÇLEŞMEK İÇİN 1 hiç gördünüz mü hiçlikten var’a geçememiş birini intihar, sonra can çekişini… maya mı çalmalı biraz daha bu hayata, hayat ki…ya tutarsa? 2 kalmadı “yaşamak” “imge’’ alır mısınız? 3 hayatım, duvarların natürmort olduğu dizelerde görünmeye çalışıyor 4 gecede gizlenen var’ın şerefine hem var olan hiç’in: bağlayıp yıldızları ahlat ağacına niyet ettim: 5 nice sözlükle parlattım nesneleri dünyadaki imalathaneden hiçlik’e mal göndermek için 6 darülacezeye bıraktım şiirlerimi Tanrım çekebilirsin ipimi!
NİSA LEYLA
Sayfa 25 Modern Çekoslovakya Edebiyatı Ben şahsen genelinde modern Çekoslovak edebiyatını diğer tüm halk edebiyatlarından önce tercih ederim. Çekoslovak edebiyatında aklıma gelen ilk isimler Haŝek, Kafka ve Bezruĉ’tur. Bu yazarların bir bölümü kolay okunup hemen akılda kalıcıdır. Ama Kafka özel bir çalışma gerektirir. Onda şayan-ı dikkate değer göze çarpan olgu, üstü örtülü cümleler ve önsezileridir. Kitapları yayınlandığında çok az okur tarafından anlaşılmıştır. Faşist dikta, sanki halk demokrasisinin kanındaydı ve Kafka olağanüstü hayal gücüyle gelmekte olan toplama kamplarını (Konzentrationlager), yasal güvencenin yok oluşunu, devlet aygıtının mutlakiyetleşmesini , ulaşılmaz güçlerin bireylerin yaşamlarını sessizce kontrol(denetim) altına almalarını betimledi. Sanki her şey bir kâbustu, karışık ve ulaşılmaz. Ve aynı zamanda hep zihnim karışır(Kafka bana hep Dante’ciğin Cehennemi yazıtını anımsatır*: (“Biz şimdi geldik o ülkenin (cehennemin-ben-) kapısının önüne / Her şeyin çaresiz olduğu, bilgelik mirasının çar çur edildiği o yere”, ne kadar zor olsa da, umutsuz ruh durumu çok güçlü olsa da ve sanki gizli bir yazıymış gibi her satır için bir anahtara gereksinim duyulsa da Alman yazarlar bu çalışmayı mutlaka okumalıdır. Görüyorum ki, bu kısacık dizelerde bir sürü olumsuzluk(kusur) saydım, ve gerçekten düşüncelerim Bir idol(model) önermekten çok uzak. Ama ben bu yazarı eksiklerine karşın kara listeye (Index’e) koymak istemiyorum. Yazarlar çoğu kez donuk, karanlık ve zor anlaşılır yapıtlarıyla bize ulaşmak isterler. Bu yapıtları bir sanat ruhuyla ve uyanık olarak okumak zorundayız, sanki yasa dışı bir yazıyı okuyor gibi. Ve aslında değişik içeriğe, hatalara sahip yapıtlar kişiye güvensizlik aşılar. Ama bu yapıtların yararları göz önünde tutularak okunmaları gerekir. Güvensizlik okumayı yok etmez, hatta güvensizliği eksiltir. (Bertolt Brecht,Gesammelte Werke 19(Scriften zur Literatur und Kunst 2,S.447-448) *Brecht, Dante Alighieri(1265-Florenz,1321-Revenna) nin İlahi Komedya’sından örnek veriyor. İlahi Komedya,cehennem(inferno), araf (purgatorio), cennet (paradiso) isimlerindeki her biri 33 kıta olan 14.233 satırdan oluşmuştur. Dünyanın en uzun manzum yapıtıdır ve bugün dahi ilgi ile okunmaktadır. B.Brecht, böyle değerlendiriyor. Oysa Kafka bir ideolojiyi, hayranlık duyduğu Herzen, Peter Kropotkin, Bakunin, Jaroslav Haŝek gibi anarşist önderlerin, Bezruĉ(2) gibi sosyalizme meyletmiş halk şairlerinin düşüncelerini yaşama taşımaktadır. İşin esası budur. O özgürlükçü sosyalist olarak bir yandan “Klidas”lığını sürdürürken, diğer yandan da ideolojisini yapıtlarında sentez-lemektedir. Gustav Janouch, Kafka ile aralarında geçen konuşmayı şöyle aktarıyor : “Bayraklar sancaklarla mitinge giden büyük bir işçi topluluğuyla karşılaşmıştık. Kafka dedi ki: ‘Bunlar öylesine kendini tutabilen, kendine güvenen, iyi huylu insanlar ki. Sokaklarda egemenlik sürmekle, bütün dünyaya egemen olduklarını sanıyorlar. Gerçekte yanılıyorlar. Yazmanlar, görevliler, siyaset meslek edinmiş kişiler ve bütün yeni çağ sultanları ve arkalarında, onlara iktidar yolunu hazırlıyorlar.’ ‘Yığınların gücüne inanmıyor musunuz?’ ‘Ben bu yığınlar gücünü, biçimlenip düzene sokulmak isteyen, biçimsiz, apaçık bir kargaşa olarak ğörüyorum. Her gerçek devrimci gelişme sonunda, bir Napoleon Bonaparte çıkar ortaya. ‘ Rus Devriminin daha geniş çapta yayılacağına inanmıyor musunuz ?’ Kafka bir an sustu, sonra dedi ki:
LAYLON LEĞEN... OLSUN !!!
Emeğin Sanatı 153. Sayı ‘Sel yayıldıkça, su sığlaşır, kirlenir. Devrim buharlaşarak, sadece yeni bir kırtasiyeciliğin çamurunu bırakır geride. İşkence çeken insanlığın zincirleri, daire kağıtlarından yapılır.’ “(Gustav Janouch,Kafka ile Konuşmalar,S.51)
naylon leğenin içindeki tahtadan bir taburede oturuyorum gözlerim sabun yakıcılığına ağlamaklı anamın bilezikleri soyunca derimi her kese atışında herkese rezil oluyorum gittiğinde ... gittiğinde çok çocuk kalıyorum sonra naylon leğende damdan akan yağmur damlalarını birikitiriyorum sana ulaşmak için yaptığım kağıttan gemilere deniz olsun diye ... annem bu işte deniz olunca üstüne döküyor tuvaletteki farelerin... -terk etsinler diye kağıt gemimi .. çok çocuk seviyorum annemi ve seni gittiğinde... çok çocuk ölüyorum ve naylon leğen fesleğen tarlası oluyor en son kokunu hatırlatan... ve ne çok seni ölüyorum okul teneffüslerinde teneffüs-süz ...
CEM EREN
Onun devrim üzerine olan negatif, hayal kırıklığına uğramış düşünceleri o güne kadar olan devrimlerin (devrim başarıya ulaşsın-ulaşmasın) eski otoritenin yerine yeni bir otorite yaratmış olmasından, anarşizmin etkisindeki Kafka’nın ise otoritenin her türlüsünü reddetmesinden kaynaklanmaktadır. Anarşizmin komünizme giden yolda ileri sürdüğü ütopik düşünceler, Kafka’nın devrimlere, devrimci otoriteye olan güvencini de iyice sarsmıştır. Çünkü her devrim sonrası yeni bir Napoleon Bonaparte’in ortaya çıkacağının ürküntüsünü yaşamaktadır. Kafka öne çıkan yapıtlarını işte bu ideolojik bakış açısıyla yazmıştır. Elbetteki bu düşüncelerinde döneminin etkin Anarşist düşünürlerinin etkisi vardı. Önemle Bakunin, Kropotkin ve Haşek’i, Emma Goldman’ı hem okuyor hem de beğeniyordu. Kropotkin şöyle yazıyordu: “Devlet ile ne devrim ne de gelecek mümkündür. O sadece özgür insanın önünde duran bir barikattır.” Ve yine Kropotkin şöyle yazıyordu: “Ne var ki, yıkmak yeterli değildir. İnşa etmeyi de bilmek gerekir. Halkın, kendi yaptığı devrimlerinin tümünde hep aldatılmış olması, bunun üzerinde yeterince düşünülmemiş olmasından kaynaklanır. (Anarşi,PyotrKropotkin,S.38) Yazdığı romanların asıl teması yine ideolojik entelijasyonunun bir yankısıydı. Günlüklerinde ‘Kropotkin’i unutma’ diye yazıyordu. Kropotkin ise şöyle yazıyordu: “Yurttaşlarımızla gündelik ilişkilerimizde, toplum karşıtı davranışların artmasını engelliyenin Gerçekten de yargıçlar, gardiyanlar ve jandarmalar olduğuna inanıyor musunuz? Yasa manyağı olduğundan her zaman acımasız olan yargıç, hafiye, muhbir, polis,
Sayfa 27 adalet sarayı denen -şaka yollu böyle denir- binaların çevresinde düşe kalka hayatlarını sündüren tüm bu karanlık işler çevirenler güruhu, topluma bol bol ahlaksızlık saçmıyor mu? Okuyun mahkeme haberlerini, perde arkasına şöyle bir göz atın, analizi dış görünüşün ötesine yöneltin, mideniz bulanacaktır. İnsanın tüm iradesini ve karakter gücünü öldüren, gezegenin hiçbir yerinde rastlanmayacak kadar çok erdemsizliği duvarları içine kapatan hapishane, her zaman için bir suç üniversitesi olmamış mıdır? Mahkeme salonu bir acımasızlık okulu değil midir? Bu sorular çoğaltılabilir. Devletin ve tüm organlarının ortadan kaldırılmasını talep ettiğimizde, gerçekte olmadıkları kadar mükemmel insanlardan oluşan bir toplum hayal ettiğimiz söyleniyor bize. Hayır, bin kere hayır! Tek istediğimiz, bu tür kurumların, insanları gerçekte olduklarından daha kötü kılmamasıdır! ” (Anarşi,PyotrKropotkin,S.33-34 ) İşte Kafka’nın Dava’sı olsun, Şato’su olsun, Kropotkin’in yukarda aktardığımız tezleri ışığında irdelendiğinde bu tezlerin Kafka’nın dünyasında nasıl da sanal alemi aşarak gerçek dünyaya, dokunulabilir dünyaya gelip ulaştığını görürüz. Rus devrimi üzerine öne sürdükleri 1917 Ekim Devriminin ‘el değiştirmiş bir diktatorya’ olmasından , devrimin devleti yok edeceği yerde onu devrimi hazırlayan ve başaran sınıfların erki durumuna getirmiş olmasına dayanmaktadır. (Anarşist görüşe göre:) İnsanlık bu yeni erkin bürokrasiyi yok edemeyen diktatöryasında, bu kez emirlerin ve zorunlulukların tutsağı olarak köleleşmektedirler. Bu anlamda çektikleri manevi işkencelerin, bu bürokrasi ağının zincirleri insanın o hep yakalamak, ulaşmak istediği özgürlüğü yok edip, onları denetim ve gözetleme altına almasıdır. Anarşizmin büyüleyici ütopyasından böylesine etkilenmiş bir kişinin Lenin önderliğindeki 1917 ekim devrimini ve proletarya diktatörlüğünü coşkuyla karşılaması ilginçtir. 1920 yılında Milenaya şöyle yazmaktadır: “Bugüne kadar Rusya ile ilgili olarak okuduğum genellemelerden, eklediğim makale beni çok etkiledi. Ya da daha doğrusu, bedenimi, sinirlerimi, kanımı etkiledi. Tam yazıldığı gibi algılamadığım, ama ilk önce orkestram için düzenlediğim doğru. (Makalenin sonunu yırttım. Bu kapsama girmeyen Komünistlerle ilgili suçlamalar içeriyordu. Zaten bütün de yalnızca bir parça.)”(Sevgili Milena’ya Mektuplar.S.238) Kafka’nın ‘yırttım’ dediği makalenin bir parçası, Bertrand Russel’in(4) Bolşevik Devrim ile ilgili yazdığı makalede (Bolşevizmin Uygulama ve Teorisi )Bolşevikleri(Kafka, Komünistler diye yazıyor) ‘despotizm’ uyarısında bulunduğu bölümü makaslıyor(yırtıyor), Milenaya göndermiyor Kafka’da anarşist düşünceler yerleşik, sistemleşmiş düşünceler değildir. Prag’ın dar çevresinde aktif olarak çalışma yürüten birkaç devrimci dernek ve kişilerle ilişkilidir ve onların toplantılarına katılmaktadır. Bu dernek ve kişiler de ya anarşist düşüncelere haiz ya da anarşist düşüncelere sempati duymaktadırlar. Yine de Öyle bir ortamda Kafka’nın devrimci hareketle ilgilenmesi, birçok ileri düşüncelerini de benimsemiş olması olumlu şeylerdir ve yapıtlarının ana çerçevesini oluşturması da ayrıca onun yazı sanatını güçlü kılmaktadır.
Emeğin Sanatı 153. Sayı
Sayfa 29 Bu başkaldırıya Kiştuş veya Kitos savaşı da deniliyor. İlk başta diğer ülkeler göç etmek zorunda kalan Diaspora Yahudileri tarafından başlatılmış Roma vatandaşları ile Yahudi asileri katledilmiştir. Yahudi Diasporası tarafından, bu isyanda yüzbinlerce Romalı ve Yunanlı vahşice öldürülüyor. Ama yine sonunda Romalılar bu isyanı da bastırıyorlar. Yani her üç isyan da Yahudilerin bir takım başarılar elde etmiş, hatta geçici devlet kurup, para dahi basmış olmalarına karşın Romalılara yenilmeleriyle sonuçlanıyor. Bu üç isyanın sonunda Yahudi halkı nüfus olarak çok azalıyor ve dünyanın dört bir yanına hallaç pamuğu gibi dağılıyor. B. Russell, Bolşevik devrimini Yahudilerin yenilgilerle sonuçlanmış isyanlarına benzetip karakter vermesi acaba böyle bir olasılığı mı gündeme getirmek istiyordu: Bir ümitsizliği ve kapkaranlık bir geleceği! Devrimin nihayetinde çözülüp yenileceğini ayrıca bolşevik devrimin de tıpkı yahudilerin kutsal başkaldırılarında olduğu gibi ruhani bir mesele olduğunu ima etmesi gibi ! Üçüncü başkaldırı Bar Kohba İsyanı. MS. 132-136 yılları arasında oluyor. Bar Kohba önderliğinde başlatılan isyan, Kudüs’teki Roma garnizonunu püskürtüp tüm yurda yayılıyor. Yahudiler 2,5 yıl süren bağımsız bir devlet kurmayı başarıyorlar. Ama sonunda yine Romalılar 580.000 yahudiyi öldürüyor, 50 kale, 985 köy yerle bir ediliyor. Romalılar, bölgenin adını da, Yahudiye’den, zamanında Yahudilerin azılı düşmanı olan Filistlerden esinlenerek Suriye Filistini koyuyorlar. İşte Filistin adı bugüne kadar devam ediyor. Kudüs’ü de Pagan şehrine dönüştürüp Yahudilerin bu kente girmelerini yasaklıyorlar. Bu isyan ve sonuçları, Yahudi tarihini derinden etkilemiştir.(Yahudiler daha tutucu ve milliyetçi olmuşlardır, dini öğretilerinde değişiklikler görülmeye başlanmıştır vb.) B. Russell, Bolşevik Devrim ile sonuçsuz kalmış ‘kutsal’ Yahudi başkaldırışlarıyla paralellikler kurarak acaba böyle bir olasılığı mı fısıldamak istiyordu? Bir ümitsizliği ve kapkaranlık bir geleceğini mi yeni Rusya’nın? Kafka B.Russell’in bu benzetmesinden etkilenmiş olmalı. konuşma geçiyor:
G.Janouch ile aralarında şöyle bir
“Franz Kafka, yazıhanesine götürdüğüm, Alfons Paquet’nin Rus Devriminin Ruhu adlı kitabının sayfalarını çeviriyordu. ‘Okumak ister misiniz?’ diye sordum. ‘Hayır, eksik olmayın’ dedi Kafka, kitabı masanın üzerinden uzattı. ‘Şu sıra vaktim yok.’ Yazık, Rusya’da insanlar, bütünüyle hakka uygun bir dünya kurmaya çalışıyorlar. Dinsel bir sorun bu.’ ‘Ama Bolşeviklik dine karşı.’ ‘Kendisi din olduğu için karşı. Bu araya girmeler, ayaklanmalar, ablukalar, ne demek bunlar? Bunlar dünyayı silip süpürecek büyük, amansız din savaşları için birer küçük ön oyun.’ ” ( Gustav Janouch,Kafka ile Konuşmalar S.51) Bir Köy hekimi, Ceza sömürgesi, Akbaba, Avcı Gracchus, Bir açlık Sanatçısı, Çakallar ve Araplar vb. okuduğunuzda gerçekle hiç de bağdaşmayan olgularla karşı karşıya kalırsınız. Renkli bir tansıklar evrenidir içine daldığınız. Ama bu tansıklar, öykü okuyup bittikten sonra yok olur, geri-
Emeğin Sanatı 153. Sayı ye kalın bir çerçevenin içerisinde bu gün dahi anlamından bir şey yitirmeyen evrensel diyebileceğimiz gerçekler kalır. Bu bakımdan Kafka’nın roman ve öyküleri aynı düzlemde, fantastik bir dil, imaj ve betimlemelerle işlenmiş başarılı birer allegorie’dir. Yukarda Kafka’nın ‘gerçeklerinden’ söz ettik. Bunun içini biraz daha açmak gerekiyor. Yeni Roman anlayışının öncülerinden A.Robbe- Grillet’nin bununla ilgili düşüncelerinden yola çıkalım. Çünkü Grillet olsun Nathalie Sarraute olsun, yeni romanın bu öncü yazarları başta Kafka olmak üzere Dostoyevski, A.Camus, Joyce, Proust gibi yazarları Yeni Roman’ın öncüleri olarak değerlendirmektedirler. A.Robbe –Grillet’ye göre, gerçekçilik, günümüz romancılarının -hepsinin olmasa bile- büyük çoğunluğunun altında toplandığı bir bayraktır. Bu bayrak altında toplanan gerçekçileri ilgilendiren gerçek dünyadır. Hepsi de gerçeği yaratmaya çabalar. Gerçekçilik, romantiklerin klasiklere, doğalcıların(natüralislerin) romantiklere karşı başvurduğu bir paroladır. Gerçeküstücüler(surrealistler) dahi gerçek dünyayla ilgilenmekten başka bir şey yapmadıklarını ileri sürmüşlerdir. Grillet’ye göre, kendilerini gerçekçi olarak tanımlayan bu değişik akımların yazarları gerçekçilik konusunda anlaşamıyorlarsa, bunun nedeni her birinin gerçeklik üzerine ayrı düşüncelere sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Klasikler gerçeğin klasik, romantikler romantik, gerçeküstücüler ise gerçeküstü, Claudel’e göre tanrısal, Camus’ya göre saçma olduğunu düşünürler. Yani her biri dünyayı kendinin gördüğü gibi gösterir, ama hiçbiri aynı biçimde görmez.(Bak.A.RobbeGrillet,Yeni Roman.S.107-108) Herkes kendi zihninde aynı şeyi daha değişik biçimlerde şekillendirir. Kendine göre bir gerçek oluşturur. Dış gerçeği aşmış, imgelerle varolmuş öteki gerçektir bu. Kafka işte bu öteki gerçeği yapıtlarında betimleme yoluna gitmiştir. Bunu yaparken de, yarattığı yeni biçim tekniği ile de modern edebiyatın öncülerinden biri olmuştur. Onu 19.yüzyılın gerçekçilerinden (Balzac ve Tolstoy başta olmak üzere) ayıran temel özellik de budur. Eski yazış biçimi eskiyip de birçok yönüyle(teknik,sosyal vb.) değişen yüzyılın gereksinimlerine, anlayışına, uymayınca, yeni arayışlar kaçınılmaz olur. Yaşamın her alanında olduğu gibi sanatta da yeni biçimler giderek eskinin yerini doldurur, öne çıkar. Ama ‘gerçeklik’, dış dünyadaki gerçeklerin zihinde geçirdiği değişim ve evrim neticesinde oluşan imgelerdir. Yani gerçeklik dış dünyadaki gerçekliği kopya etmek değil, yeniden kurmaktır. Onun yapıtlarında, saçma gibi görünen bir takım düşünce ve anlatılar ‘saçma’ gibi görünse de, o düşündükleriyle imgelere dayanarak gerçeği kurmak peşindedir. Bu anlamda Kafka, gerçekçi bir yazardır; çünkü imgesel bir görüngünün ardında maddesel bir dünya yaratmayı başarmıştır. Onun için Kafka’nın yapıtlarından gereksiz gibi görünen, saçma izlenimini veren tek kelime dahi çıkarılıp atılamaz.(1) Çıkarılıp atıldığında Kafkanın coşkuyla akan ırmağının taşkınlık anlarında kıyılara bıraktığı çakıl taşları, kum silsilesi ve sürükleyip getirdiği bir sürü şey yok olur gider... Bu
Sayfa 31
Bugün Kafka, hâlâ en çok okunan, estetiği ve yaşamı üzerine en çok araştırma yapılan bir yazar ise, bunun nedeni onun burjuvazinin işine yarıyan ve kişilere karamsarlığı taşıyan nedenselliklerle açıklanamaz. Önce Kafka üzerine Hitler döneminden beri kurulmuş ön yargıları yıkmak gerekiyor. Çünkü Kafka’nın kitapları Nazi Almanyasında kara listeye alınmış kitaplardır ve ele geçirilen tüm Kafka kitapları yakılmıştır. Kafka’nın el konulan birçok mektup ve yazıları da maalesef Naziler tarafından yok edildiğinden, öncelikle 1917 Ekim Devrimine ilişkin Lenin’e ilişkin kapsamlı bilgiye ulaşamıyoruz. Kafka’nın Lenin’e özel bir ilgi duyduğu da birçok yazısından bilinmektedir. Üstelik Ekim Devrimine yaklaşımı eleştirisiz, anarşistce bir yaklaşım da değildir. Olgu bu yönüyle de değerlendirilmelidir. Kafka, Gustav Janouch ile 1920’de tanışıyor. Yine o tarihte Milena ile mektuplaşıyor ve Bertrand Russell’in makalesinde ki beğenmediği, onaylamadığı küçük bir bölümü yırtıyor, (Makalenin yırtıp da göndermediği bölümünde B. Russel Bolşevik devrime ‘despotizm’ değerlendirmesi yapmaktadır.) Milenaya göndermiyor. Ayrıca makalede Bertrand Russel, Bolşevik devrimini 1. yüzyılda ortaya çıkan ve Kutsal Toprakları, Filistin’i Roma İmparatorluğunun esaretinden kurtarmak için politik, silahlı bir (ilkel) başkaldırıyı temsil eden fanatik yahudi mezhebi olan ‘Zealotry’(Yahudilerin ikinci tapınağı)ye benzeterek ayrıca Bolşevizme ve Marksizme bir dinsel elbise giydirmektedir. Makalenin bu bölümü Kafka’nın düşünceleriyle uyum içerisinde olduğu için hoşuna gidiyor. Çünkü Kafka’ya göre insanlığın daha adil bir dünya yaratma çabası ruhani bir meseledir. Kafka’nın Bolşevik devrimine’de dinsel bir elbise giydirmesi de bunun içindir. Romalılara karşı bu ilkel politik, silahlı başkaldırının ilki M.S. 66-76 yılları arasında gerçekleşiyor ve Yahudilerin katledilmesi, köle olarak satılması ile sonuçlanıyor. İkinci başkaldırı M.S. 115-117 yılları arasında gerçekleştiriliyor..
İZLERİ KALDI GÖZLERİMİZDE
Gözlerimiz de sorgularınızın İzi kaldı Sizi çok özledik Gelin İşkence odalarınıza Gelin Sorgu odalarınıza Neredesiniz Gelsenize Filistin askılarınıza Biz sizi bekliyoruz Kaçmayın Korkmayın bizlerden Biz halkımız için İlâhi bir adaletiz Gözlerimizde sorgularınızın İzi kaldı Sizi çok özledik İşkenceleriniz işkence odalarınız Sirkeci’de ki şubeniz Özledik Gayrettepe’deki Hallerinizi Nerdesiniz Biz Bıraktığınız yerde Değiliz Hep bir adım önde öndeyiz Siz Nerdesiniz
AHMET YILMAZ TUNCER
Emeğin Sanatı 153. Sayı ırmak artık gerçek bir ırmak olmaktan çıkar, sanal bir evrenin dümdüz sathında donuk bir fırçadan çıkmış, akmıyan, sahte, ölü bir ırmağın sopsoğuk bir tablosuna dönüşür..
ŞİİR İÇMEK İSTİYORUM
Kafka yapıtlarında bunu yapmıştır. Yani: “imgesel bir görüngünün ardında maddesel bir dünya yaratmayı başarmıştır.” Onun imge-lerinde yarattığı ırmaklar gerçektir ve coş-kuyla akıp dururlar.” Ama, yaptığı şey sosyalist dönemin gerçekçilik anlayışına ters düşmekte, 1934 Sovyet Yazarları Kongresi’nin genel anlayışına uymamaktadır. Dolayısiyle, dönemin sosyalist gerçekçileri tarafından eleştirilmiş, sosyalizmin henüz yıkılmadığı, –sadece ad olarak da olsa- var olduğu dönemler-de başta Sovyetler Birliği olmak üzere tüm Doğu Bloku ülkelerinde, 28 mayıs 1963’de Doğu Blok’ undan Çekoslovakya’nın başkenti Prag yakınların-daki Liblice’de yapılan Kafka Kongresi’ne kadar, neredeyse hiç okunmamış, yapıtları basılmamıştır. Oysa Kafka hayranlığı, Batı Avrupa’nın kapitalist ülkelerinde ikinci emperyalist paylaşım savaşının getirdiği korkunç yıkımların ardı sıra daha da doruklaşmakta, bir idol konumuna gelmektedir. Kafka’ya ilgi, 21. YY. dünyasında da aynı şekilde devam ediyor, insanlar, Kafka’nın anlatımlarında kendi gerçeklerini yakalıyorlar. Bu gerçekler ise aslında insanın yabancılaşmasından başka bir şey değildir. Yabancılaşma, edebiyatta en sağlam anlatım ve ifadesini Kafka’nın yapıtla-rında buluyor. Kapitalizmin genel çerçevesini ve bu çerçevenin içerisindeki insanın yazgısını bir kara mizah gerçeği ile olağanüstü bir sezi ve anlatımla dile getirebilmiştir. Libilice’de düzenlenen Kafka Kongresi’nde Avusturyalı yazar, eleştirmen Ernst Fischer özellikle Doğu Almanya Cumhuriyeti’nden gelen eleştirmenlerce Kafka için: “Yalnızca tarihsel bir olgu” diye yaptıkları değerlendirmelere karşı çıkar ve kongre’de şöyle konuşur:
Şiir içmek istiyorum ateş sarmaşık dizelerden Akrostiş getiriyor Fransız Klasisizminden sızan bir eleştirmen Şükranlarımı sunuyorum Ben içerken yemem Diline vurmuş bir Ortaçağ tarihçisi Bir dörtlük hicvi hececilerden Süleymaniye yanıyor güneşin altında Sözcük çay kıvamına da gelse demleyemem Terk etti düzyazıların tümü Öykü buraya kadarmış ne diyeyim İçinde üç imge bulunsun Her biri atom bombası O şiirden içmeliyim Biliyorum Fukara telmihlerin Galata Köprüsü burası Birazdan iyi bir lodos eser Başlar şiirin macerası Beni anca o keser
SEMA LALE
Sayfa 33 “Önce Kafka’nın yalnızca tarih açısından değer taşıyan bir olgu olduğu, yaratısının geçmişe ait bulunduğu yolundaki sava karşı çıkmak istiyorum. Kafka, hepimizi ilgilendiren bir yazardır. Kafka’nın düşünülebilecek en yoğun düzeyde sergilemiş olduğu yabancılaşma korkunç boyutlara vardı. Ama bu yabancılaşma, sosyalist dünyada da henüz kesinlikle aşılmış değil. Bu yabancılaşmayı dogmatizme karşı yürütülen savaşta… adım adım aşmak, uzun bir süreç ve büyük bir görevdir. ‘Dava’ ve ‘Şato’ gibi yapıtların okunması, bu görevin yerine getirilmesine katkıda buluna-bilmek açısından elverişlidir. Sosyalist okur, bu romanlarda kendi sorunsalının bazı çizgilerini bulacaktır; bu ülkelerdeki görevliler de bazı konular üzerinde daha esaslı düşünmek zorunluluğunu duyarlar. Kafka’yı eskimiş saymak ya da önünde korkuya kapılmak yerine yapılması gereken şey; kitaplarını basmak ve böylece de yüksek düzeyde bir tartışmaya olanak hazırlamaktır. Kafka son derece güncel olan bir yazardır. “(Ernst Fischer, Kafka, S.10) Kafka’da Kadın ve Üç Baş yapıt :Şato, Dava, Amerika Kafka önemli yapıtlarında ele aldığı ‘kadın’ kahramanları hep fahişelerden seçmiştir. Aslında kendi özel yaşamında da fahişelerin önemli bir yeri vardır. Dolayısiyle yapıtlarında kurguladığı sahneler, yarattığı fahişeler kendi gerçeğinin birer parçasıdır. Prag’ın genelev kadınlarına, sokak fahişelerine özel bir ilgi duymuştur. Bunların yanı sıra kadına karşı Kafka’da özel bir zaaf vardır. İki kez nişanlanıp ayrıldığı Felice Bauer’in arkadaşı (Felice ile henüz nişanlıyken) İsviçreli Grete Bloch ile ilişkisi, Weimar’a Max Brot ile Goethe evini ziyarete gittiklerinde, (29 Haziran 1912) Goethe evinin(Müze) sorumlusunun 16 yaşındaki kızı Margarethe Kirchner’i ayartıp hemen ilişkiye geçmesi, öykülerini Almancadan Çek diline çeviren ve evli olan Milena’ya(1896-1944) Ravensbrück toplama kampında böbrek rahatsızlığından ölüyor-öldürülüyor-) âşık olup ayartması, ’Babaya mektup’u yazmaya vesile olan Julie Wohryzek (1891-1944 Auschwitz ‘de Konssentrationslager’de Yahudi olduğu için katledildi.) ile nişanlanlanması, ölümüne yakın günlerinde ise kendisinden 15 yaş küçük Dora Diamant (1898-1952) ile birlikteliği… 1908’de Kafka Max Brod’a şöyle yazmaktadır: “Dün bir otelde bir fahişeyle birlikte oldum. Hemen bana sevecenlikle dokunacak birisini aramam gerekiyor. Hâlâ melankolik, olabilmek için çok yaşlı birisiydi.” (K.Wagenbach,Kafka,S 88) Kafka yakın ilgi ve yabancılaşmamış ögeler aramaktadır kadında. Onun için esas olan kadının fahişeliği değil kişiyle ne dereceye kadar neyi paylaşabildiği sorunudur. Yabancılaşmış bir şehirde bu meselde bakir kalmış bir kadın arayışı içerisindedir. Bu kadınlar, yazdığı öykü ve romanlarında vardır. Şato’da Frieda, Klamm adındaki bir bürokratın(Şato görevlisi) metresi. Ama K. ilk görüşte Frieda ile ilişkiye geçiyor ve ayartıyor! Ki.. K’nın Friedayı ayartması, Şato’nun görevlisi olan Klamm’ı karşısına alması ve yapmak istediği görevinin de böylece askıya alınması anlamına geliyor. Tıpkı Dava romanında olduğu gibi. “K..: ‘Aklımdan neler geçirdiğimi iyi anladınız,’ dedi. ‘Benim niyetim de buydu! Klamm’ı terkedip benim sevgilim olmanızı istiyorum. Bitti artık gidebilirim.” Sonra: Olga!” diye bağırdı. “Eve gidiyoruz!” Fıçıdan uysalca indi Olga; ama etrafını alan tanıdıklarından kendini hemen kurtaramadı.
Emeğin Sanatı 153. Sayı Bu sırada Frieda tehdit edercesine K.’yı süzüp: ‘Sizinle ne zaman konuşabilirim’ dedi yavaşça. ‘Burada gecelemem olası mı?’ diye sordu K. ‘Evet!’ dedi Frieda. ‘O halde şimdi gitmeyip kalsam?’ ‘Şimdilik Olga’yla gidin, ben de buradakileri göndereyim. Sonra tekrar gelirsiniz.’ ‘Pekala!’ diyen K.. Olga’yı beklemeye başladı sabırsızca. Ancak köylüler bir türlü rahat bırakmıyorlardı kızı; onu aralarına alıp bir dans tutturmuşlar, çember gibi dönüp duruyorlardı. …..‘Böylelerini de hep benim başıma bela ederler!’ dedi Frieda dudaklarını kanatırcasına ısırıp. ‘Bunlar kim ?’ diye sordu K. ‘Klamm’ın hizmetçileri!’ dedi beriki. ‘Bunları sürekli yanında dolaştırır, benim de canımı çıkarırlar.’ ….Defalarca bu adamları getirmemesini rica ettim Klamm’dan. Bu heriflere katlanmaya mecbur muyum? …Klamm’ın gelmesine yarım saat kala, bir bakarım bu adamlar sığır sürüsü gibi sökün eder. Ama şu hallerine bakın, yal-nızca ahıra yaraşırlar. ….‘Klamm seslerini duymuyor mu bunların?’ diye sordu K. ‘Nerede!..’ dedi beriki. ‘O uyuyor.’ “Uyuyor mu?’ dedi bağırırcasına K. ‘Delikten baktığımda masada oturuyordu ve uyanıktı.’ ‘Yine öyle,’ dedi Frieda. ‘Siz baktığınızda da uyuyordu, öyle olmasaydı sizi baktırır mıydım? Onun uyuması böyledir. Ağalar o kadar çok uyurlar ki, inanmazsınız. Hem o uyumazsa bu adamlarla nasıl bir arada olabilirdi? ……Otelci henüz salondan çıkmamıştı ki, elektrik düğmesini kapatan Frieda hemen K.’nın yanına geldi. ‘Canım sevgilim!’ dedi fısıltıyla. Fakat K.’ya dokunmadı hiç; sevgiden sarhoş gibi, sırtüstü uzanıp kollarını açtı. Mutluluk yüklü sevgisi gözüne zaman zaman bitimsiz görünüyordu.” (Şato,S.43)11
GEÇER
ne zaman çağırırsa seni sonsuz ve karanlık ülke akasyaların gölgesine uzan sevda kokusuyla uyu geceleri yıldızlara dal uzaklıklarını düşün ya da bir türkü tuttur deniz kıyısında eski sevdalardan bahseden sonra al bayrağını yürüyenlerin peşine takıl Geçer
ÖZER GENÇ
Sayfa 35 Kafka’nın kadın kahramanlarının bir özelliği de, hem açık sözlü hem de oldukça isterik ve şuh olmalarıdır. Sözgelimi Leni, Avukatın yanına gelen tüm suçluları yakışıklı bulmakta ve onlarla ilişkiye girmektedir. Frieda ise K. ile daha ilk buluşmalarında onunla hemen sevişmekte, Klamm’ın onu çağırmasına ‘K.i le beraberim’ yanıtını umursamaz bir edayla vermektedir. Dava’da nasıl ki yargının üst organlarına ulaşmak olanak dışıysa, Şato’da da hem Şato’ya hem de üst yöneticilere ulaşabilmek olanak dışıdır. Bırakın üst yöneticileri sıradan görevlilere dahi ulaşmak oldukça zor ve sıradışıdır. Şato sıradan gösterişsiz bir binadır ama gizemli bir görünüşü vardır. Tüm köy halkı Şato’nun hizmetinde ve görevlilerinden hem çekinmekte hem de onlara karşı derin bir saygı duymaktadırlar. Çünkü Şato’nun bürokratik totaliter yönetimi Köy halkını hem korkaklaştırmış hem de kişiliksizleştirmiştir. Tüm köy halkı kendilerini şato’nun birer hizmetçisi(Siz kölesi anlayın) olarak duyumsamakta sadık bir köpek gibi hizmet etmektedirler. Köy halkı içerisinde Şato’nun kurmuş olduğu itaatkâr düzene ve köleliğe baş kaldıran yine Şato’nun yetkili görevlisi Klamm’ın yavuklusu Frieda olmuştur. Dava’da olsun Şato’da olsun, K., çözümlemesi gerekli yaşamsal öneme haiz meseleleri bir kenara itip kadınlara yöneliyor. Burada aslında yine sistemin ahlaksal anlayışına karşı bir direniş, başkaldırı var. Sistem, bireylerin tek tek herşeyini olduğu gibi (tin de bunun içerisinde) ahlaklarını da denetim altına almak istemesine inat Kafka’nın bu ahlaksal denetim surlarının dışına çıkması, adeta sistemin oldukça hassas bir konudaki feodal dogmalarıyla alay etmesi olarak da yorumlanabilir. Kafka, Havva’nın edep yerindeki incir yaprağını hiç düşünmeden çekip atmıştır. Dava’da, Josef, K. Amcasıyla birlikte gittiği avukatın bürosunda kendisiyle ilgili can alıcı sorun konuşulurken, onun tamamen ilgisi ve odayı terkederek avukatın bakıcısı kız Leni’nin yanına gidiyor. Sonra ? “…...Leni onun başını kendine çekti, üzerinden eğildi, boynunu ısırdı. ‘Beni onunla değiştiniz,’ diye bağırıyordu zaman zaman, sonunda yine de beni onunla değiştiniz!’ O sırada dizi kaydı ve atarak halının üstüne düştü, K. Onu tutmak için sarıldı ve Leni’ye bana aitsin,’ dedi kız.(Dava,S.104,105)
öptü, saçlarını bile ‘Görüyorsunuz işte, kız küçük bir çığlık doğru çekildi. ‘Artık
Tabii ki Dava, kadın sorunsalı değildir. Bu sorun romanın içerisinde göze batan bir diğer olgudur. Dava’da vurgulanan ana tema yine kapitalist devlet sisteminin ve onun bir kurumu olan yargı organının olağanüstü eleştirisi, bunun karşısında çaresiz kalan insanın düzen tarafından nasıl köpekleştirildiği (yasalar karşısında nasıl uysallaştırıldığı) ve tükenmişliğidir. Romanda Kafka, “İktidar sadece suçlar ve ceza verir. İnsanlar tabii ki kendini savunabilir ama insan kendini ne kadar kusursuz savunursa savunsun mahkum olmaktan kurtulamaz.” diye yazar. Aslında K. suçsuzdur ve yargı tarafından ne ile suçlandığını bile bilmemektedir. Ama egemen güçler egemenliklerini sürdürebilmek için suçlular yaratmak ve ceza vermek zorundadırlar. Buna gereksinimleri vardır.
Emeğin Sanatı 153. Sayı Kafka’nın şöyle bir aforizması vardır: “Kafesin biri bir kuş aramaya çıktı.” (Aforizmalar.S.20)
ZAMANA TUTSAK
İktidar elindeki kafese tıkacak bir insan avına çıkmıştır. İktidarlar ceza vermek için suçu icat etmişlerdir. İnsanların suç işlemeleri için de şeytanın dahi aklına gelmeyecek yöntemler bulup çıkarır. Suçu icat eden egemen güçler insanları sindirebilmek için de ‘islah etme’ ‘düzeltme’ kisvesi altında idam, işkence, tutsak etme, göz hapsinde tutma, sürgün, zorunlu çalışma gibi her türden ‘ceza’ icat etmişlerdir. Bütün mesele, insanları düşünmeyen, uyuşuk, aptal, itaatkâr birer köleye dönüştürmektir. Görünüyor ki, bunda da oldukça başarılıdır. Bunun içindir ki, Kafka’nın gözlemleri ve imgeleri doğrudur, gerçektir diyoruz. Kafka’nın Dava’daki yargı organları neyse, George Orwell’in 1984 adlı yapıtındaki Büyük Birader de odur. Her iki yazar da sanal bir iktidarın insanlar üzerindeki korkunç baskısını kara bir mizahla dile getirirler. Baskının insansal yaşamın her yönüne ilişkin kural ve yöntemleri geliştirilmiştir. 1948’lerde bu tema üzerine G.Orwell’in yazdığı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört gerçekten ilginçtir. 1984 yapıtını Türkçeye kazandıran Celal Üster’in kapsamlı açıklamasından sadece bir bölümünü yazmakla yetineceğim: “Çoğunluk ne der ?” “Burada ilginç olan, Orwell’in Büyük Birader’in gözünün hep insanların üstünde olduğu bir toplum düzenini anlatırken, bize bugün yaşadığımız toplumda hep duyduğumuz bir kaygıyı da anımsatmasıdır: İktidarı ellerinde tutanlar, uyguladıkları baskıların da ötesinde, ‘başkaları ne der?’ kaygısı…
Sığındığım düşlerim Zamana tutsak Yüzümde derin gam izleri!.. Yüreğime dokunma Kabuk bağlayamıyor Hiç bir yaram!.. Maviliğini yitirmiş gökyüzü Bulutlar hoyrat mı hoyrat Yetim kalır içimdeki çocuk!.. Mendireği yok acılarımın Kırılır tutunduğum bütün dallar Sahiplenir beni yalnızlık!..
HIZIR İRFAN ÖNDER
Sayfa 37 Düşünmenin, yerleşik anlayışa karşı düşüncelerimizi dile getirmenin, alışılmış davranışlara aykırı davranışlarda bulunmanın, dahası egemen ahlaka ters düşen aşklara kapılmanın eşiğine geldiğimizde, ‘Çoğunluk ne der?’ sorusunu aklımıza düşüren kaygı... Okyanusya’da simgeleşen egemen toplum düzeni, bir anlamda, mahalle baskısı’nın siyasal iktidarı ele geçirmiş bir yansıması, sistemleştirilmiş bir biçimidir belki de… İnsanların Okyanusya’daki yaşamlarına bir karabasan gibi çöken korku, kaygı ve tedirginlik, benim aklıma hep Franz Kafka’nın Dava adlı romanını getirmiştir. Banka memuru Joseph K.’nın bir sabah tanımadığı kişilerce uyandırılarak bilmediği bir suçtan tutuklanmasıyla başlayan, gizlerle dolu bir yargı düzeneğinin içinde yitip gitmesiyle süren Dava’nın satırlarında dile getirilen elle tutulmaz, gözle görülmez korkulu düş, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün sayfalarında tüm bir toplumun yaşamak zorunda kaldığı somut bir düzene dönüşmüştür sanki.(Celal Üster, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, S.18-19) Amerika : Kafka, bitmemiş Amerika(Yitik) romanı nın ilk yedi bölümünü 1913’de yazıyor. Son bölümünü de 1914’de bitiriyor. Yine de roman bitmiyor, yarım kalıyor. Roman bitmemiş olmasına karşın Kafka’nın bence önemli bir romanıdır. Romanda 1912’lerin Amerika’sının makyajsız yüzünü gerçekçi bir bakış açısıyla yansıtırken yine düşündürücü ve çarpıcı bir metafor denklemi kuruyor ve ironik bir anlatımla Şöyle yazıyor : “Hizmetçinin birini ayartıp, hamile bıraktığı için, yaşama koşulları elverişsiz ailesinin Amerika’ya gönderdiği on altı yaşındaki Karl Roosman, hızını düşürmüş bir gemiyle New York limanına yanaştığı anda, kaç vakittir seyrettiği Özgürlük Tanrıçası’nı yoğunlaşmış gün ışığında gördü. Anıtın kılıçlı eli daha da tepelere uzanıyor, bedeni-nin çevresinde özgür rüzgarlar esiyordu. ‘Ne kadar da yüksek!’ dedi kendi kendine Karl.”(Kafka, Amerika, S.5) Kafka daha romanın başında Amerika’nın kandırmacacı özgürlüğünün ve demokrasisinin ne olduğunu kendine özgü bir ironi ile olağanüstü betimliyor. Sayfalar dolu yazı yazılsa Kafkanın bu tek dizeyle ulaştığı açımlamaya ulaşılamaz. Kafka ironisinin karakteristik özelliğidir bu. Özgürlük heykeli ile simgelenen Amerika demokrasisinin gizini heykelin elinde tuttuğu meşaleyi kılıca dönüştürerek burjuvazinin bu özgürlük ve demokrasi aldatmacasına son verir. Roman’da işçi mahalleleri ve bu insanların otoritenin kolluk güçlerine karşı olan nefretleri dile getirilir. Bu Amerika’nın geleceğine ilişkin de önemli bir ip ucudur aslında: Ezilen halkın yönetenlere olan güvençsizliği ve nefretinin varacağı nokta! “Sere serpe giden boş sokaktan aşağı: ‘Yakalayın!’ diye bağıran polis, bu sözü düzenli aralarla yineliyor, zinde ve formda olduğunu belli ederek koşuyordu. Buraların işçi mahallesi olması Karl için şanstı, işçiler polislerden pek hoşlanmazdı çünkü. Kaldırımlarda işçilerin ara ara durup kendisini izlediğini fark etti Karl. Polis de bu arada:‘Yakalayın! Bırakmayın!’ diyerek işçilere de sesleniyor, copunu sürekli elinde tutuyordu.”(Ay.Yap.S.141
Emeğin Sanatı 153. Sayı Amerikada’ki halkın içinde bulunduğu sefalet, yabancılaşma, çığ gibi büyüyen işsizlik, Kapitalist ilişkilerin insanları nasıl ötekileştirdiği, acımasız, duyarsız ve giderek barbarlaşan bir toplum durumuna getirdiği çarpıcı betimlemelerle anlatılırken bu batağın içerisinde bu kişiliksizleştirilmiş, yabancılaştırılmış toplum içerisinde filiz veren savaşım içerisindeki olumlu insan portreleri de bize yeniden geleceğe ilişkin umut kaynağı oluyor. Kadınlı erkekli milyonlarca sefalet içerisindeki insanın kapitalizmin sermaye sahiplerine kendi çıkardıkları yasalara dayanarak ayrıcalıklı bir hak olarak verdiği kişisel tiranlıklarının altında nasıl hor görüldüklerini,köle olarak kullanıldıklarını, dışlandıklarını, sömürüldüklerini ironik bir dille anlatmaktadır. En önemlisi de hiçbir sosyal güvence olmadan halkın bu silüetsiz tiranlarca nasıl ölüme terkedildikleridir. “Gayri meşru bir çocuk olarak doğmuştu.(Therese) Babası inşaatlarda çalışıyordu, ilkin babası Amerikaya gitmiş, sonra karısıyla kızını da getirmişti, fakat gelenler yorucu işlerden çökmüş bir kadınla bakımsız bir çocuk değil, apayrı kişilermiş gibi, hiçbir açıklama yapmadan Kanada’ya göçmen olarak gitmiş, ondan bir daha haber alamamışlardı. Bu da olağandı, çünkü annesiyle kendisi Doğu New York’ta insanların yığınlar halinde yaşadığı viranelerdeydiler, izleri bulunamıyacak kadar kaybolup gitmişlerdi. Therese bir gün, Karl yanıbaşında dikilmiş caddeyi izlerken, annesinin ölümünden konu açılmıştı. Annesiyle bir kış gecesi (yaklaşık beş yaşındaymış o günlerde) ellerinde çıkınları, barınacak bir yer aranıp durmuşlar. Önceleri elinden tutuyormuş annesi, tipi varmış ve ilerlemek hiç de kolay değilmiş o yollarda; bir an gelmiş annesinin elleri tutmaz olmuş… …..Annesi o sırada iki gündür işsizmiş, metelik bile kazanamamış, bu yüzden boğazlarından hiçbir şey geçmeden bütün günü üç geçirmişler.. ….Ancak ertesi sabah bir inşaatta iş verileceğine dair vaatte bulunulmuş annesine; annesi ise gün boyu kendisine açıklamaya çalıştığı üzere, bu fırsatı tepeceğinden korkuyormuş, çünkü epeyce dermansız hissediyormuş kendini; sabah vakitlerinde avuç dolusu kan kusup, gelip geçenlerin dikkatini çekmiş; istediği tek şey sıcak bir yer bulup başını sokmakmış. Fakat aynı gece, aradıkları hiçbir yerde bu isteklerine kavuşamamışlar. Apartman kapıcıları bu berbat havada kısa süreyle de olsa sığınabilecekleri kapı girişlerinden onları kovarak uzaklaştırmamışsa, buz kesilmiş daracık koridorlardan hızlı adımlarla geçmiş, yüksek katlara tırmanmış, avluyu gören küçük terasları dolanmış, önlerine çıkan kapıları çalmış, kimileyin hiç kimseye bir şey söyleyecek cesareti bulamamış, kimileyin de önlerine çıkan herkese yalvarıp yakarmışlar; annesi birkaç kez dermansız kalıp boş bulduğu merdivenlere çökmüş, ondan uzak kalmak ister gibi görünen Therese’yi çekip kucağına almış, canını acıtacak kadar bağrına basmış onu. ……Yanından geçtikleri odaların kapıları içerdeki kasvetli havayı salmak için aralanmış gibi duruyor, bir yangın dumanını andıran sisler arasından bir insan karartısı beliriyor, kapıda durup hiç konuşmuyor ya da birkaç kelimeyle defolup gitmelerini buyuruyormuş.”(ay.yap.S.102-103)
Sayfa 39 Kafka bu gerçekleri oldukça yalın bir dille motiflerken, yeni umut pencereleri de açıyor ama her umut penceresinin arkasında korku ve karasızlığın kepenkleri odaya saçılan aydınlığı aniden zifir karanlığa boğuyor. Kafka’da olan bu ikilem onun açmazıydı ve bu açmaz onu karamsarlığa doğru iteleyip durdu. Durum böyle olunca da varoluş onun için bir ilerleme değil hep aynılaşma olarak diyalektiğin yadsınmasına dek ulaştı.Yeni şeylerin doğabileceğinin düşünü hiç kurmadı. O’nun tek eksikliği buydu. Ceza sömürgesi Kafka, Ceza sömürgesi’nde öyküsünü 1914’de Amerika’nın hemen ardı sıra yazmıştır. Emperyalist devlet aygıtının görünmeyen cani yüzünü ve artık barbarlığa gelip dayanmış adalet anlayışını oldukça anlamlı imajlarla anlatıyor. Öykü, Fransızca konuşulan bir sömürgede geçmektedir. Hükümlü üstlerine saygısızlıktan ve hakaretten ölüme mahkum edilmiştir. Ölümü gerçekleştirecek olan bir makinedir. Makine çölde etrafı kayalarla çevrili bir çukur alana kurulmuştur. Burada aptal görünümlü saçı başı darmadağınık olan elleri ayakları, boynu zincire vurulmuş hükümlü, hükümlünün zincirlerini taşıyan bir asker, makineyi gözlemlemeye gelen görevli(araştırmacı) ile makineyi kullanacak olan o makinenin de yapılışında bizzat bulunmuş ve yapılışında emeği geçmiş bir subay vardır. Hükümlü öylesine aptal görünüşlüdür ki “sanki etraftaki dağlarda koşması için özgür bırakılırsa, infaz başlamadan yalnızca ıslıkla çağırmanın yeterli olacağı itaatkâr bir köpeğe benziyordu. (Kafka, Bütün Öyküler, S.124 –Sürgün Kolonisinde) Hükümlü ve asker tek kelime Fransızca bilmemektedir. Demek oluyor ki, hükümlü de, hükümlünün zincirlerini taşımakla görevli asker de Fransanın sömürgesi olan ülkeden devşirilmiş o ülkenin özgürlük savaşımına karşı, kendi halkına karşı kullanılmaktadır. Kafka onun içindir ki, bu hükümlüye bir ‘aptal’ ve ‘uysal köpek’ görüngüsü vermiştir. Subay araştırmacıya makinenin özelliklerini anlatır. Önceleri ilgisiz olan araştırmacı (Araştırmacı makine üzerine rapor verecek olan yetkili kişidir), subayın anlatılarına giderek ilgi göstermeye başlıyor, çünkü bu ölüm makinesi gerçekten ilgiyi çekecek özelliklere sahiptir. Subay makineyi icat eden komutanın kendi elleriyle çizdiği makineye ilişkin teknik resimleri çıkarıp araştırmacıya gösteriyor. “Araştırmacı, ‘Komutanın kendi çizimleri mi’ diye sordu. ‘O zaman, herşeyi o mu birleştirdi? O bir asker mi, hakim mi, teknisyen mi, kimyager mi, yoksa teknik ressam mıydı ?’ Subay uzak ve donuk bakışlarla başıyla onaylıyarak, ‘Aslında hepsiydi’ dedi. (ay.yap.S.128) “Aslında hepsiydi!” Makineyi (Otoriteyi) oluşturan karmaşıklığın bir tarifini vermiyor mu? Burjuva otorite aslında senin, benim, onun oluşturduğu ama oluştuktan sonra denetimini yitirerek oluşturanları da aşmış, görünmeyen gizli bir güç’e; yaratanını yiyen bir canavara dönüşmüş şey değil mi? Sonra subay makinenin mahkumun işlediği suçun mahiyetine göre 12 gün süren bir işkence sonucu ölümü gerçekleştirirken suçlunun bedenine de suçla ilgili iğneler batırılarak yazı yazmaktadır. Bu hükümlünün bedenine de üstlerinize saygı gösterin diye yazılacaktır. Tüm burjuva iktidarların halktan istediği yegane şey itaat, boyun eğme, isteneni koşulsuz kabul etme ve saygı değil midir? Ve burjuva otoritenin kurduğu adalete ilişkin tüm organlar bu istemleri gerçekleştirmek için yok mudur ?
Emeğin Sanatı 153. Sayı İşkence ise bir barbarlık olan emperyalizmin asla vazgeçemiyeceği bir özelliğidir. Öykü’de sömürge halklarına da önemli bir eleştiri yöneltilmekte onlar sistemi, sistemin görüngüsü olan otoriteyi öylesine içselleştirmiş, benimsemişlerdir ki, sistemin dışına çıkılabileceğini, bu esaretten kurtulmak için bir şeyler yapılabileceğini hayal bile edememektedirler. Hükümlü’nün zincirlerini taşıyan asker de Fransızca bilmemekte, o da tıpkı hükümlü gibi sömürge halkındandır, o da tıpkı hükümlü gibi itaatkâr ve otoriteyi oldukça benimsemiş bir tip olarak yansıtılıyor. Sömürgede insanların acımasız işkenceler çektirildiğine ilişkin hoşnutsuzluklar var. Araştırmacının asıl geliş nedeni de bu işkencelerin,bu öldürüş biçiminin sömürge halkını haklı çıkaracak oranda aşırı olup olmadığına ilişkin. Yani hükümlü öldürülürken ona aşırı rahatsızlık vermiyecek şekilde bir yönteme başvurulmalıdır. Sorun budur. Yani öldürmenin yöntemi hususunda yenilikler. Subay statükodan yanadır.. Ama araştırmacı sömürge halkının hoşnutsuzluğunu dikkate alarak (Sömürge halkı hoşnutsuz olursa ne yapar? Olasılıkla isyan eder!) Bu işkence yönteminden vazgeçilmesi, bu işkence yönteminin iptal edilmesi için rapor hazırlamayı düşünmektedir. Buna gönlü razı olmayan subay hükümlüyü serbest bırakmakta, makinenin altına kendisi yatmaktadır ve makine aniden bozulup hükümlü ve askerde hayranlık uyandıran(meta fetişizmi) dişlilerinin her biri tek tek dökülürken makine 12 gün sürecek olan işkence seansını atlayarak infazı gerçekleştirip subayı öldürüyor. Otorite için önemli olan av’dır. Bugün ben olurum ama unutmayınız yarın sıra size gelecektir. Çünkü, kafesin biri bir kuş aramaya çıktı. (1)- Walter Benjamin Berthol Brecht’le yaptığı konuşmada tam da bu mesel gündeme geliyor ve Benjamin’e şöyle bir yanıt veriyor Brecht: “Biliyorsun Kafka’yı onaylamıyorum.” Bir Çin filozofunun ‘işe yaramanın belaları’ konulu bir meselini anlatıyor sonra. Bir ormanda çok çeşitli ağaç gövdeleri vardır. En kalınlarından gemi kaburgası yaparlar. Onlar kadar dayanıklı ama daha az kalın olanlarından sandık, tabut kapağı, en incelerinden de kırbaç yaparlar; ama kurumuş olanlarından hiçbir şey yapmazlar: Onlar bir işe yaramanın belalarından kurtulurlar. “Kafka’nın yazdıklarına bir ormandaki ağaçlara bakıyormuş gibi bakmalısın. O zaman bir yığın yararlı şey bulacaksın. İmgeler iyidir, şüphesiz. Ama geri kalan tam anlamıyla gizemleme, saçmalık.... Bunları bir kenara atman gerekir. Derinlik seni bir yere götürmez. Derinlik ayrı bir boyuttur, sadece derinliktir; içinde görülecek bir şey de yoktur.(a.b.ç) (Brecht’le Söyleşiler,Walter Benjamin) Aynı şekilde derinliğin bir ‘hiç’ olduğuna atıfta bulunan Brecht, Kafka’nın en kısa öyküsü olan (The Nex Village) (Das nichste Dorf) (Bitişikteki köy) veya başka bir çeviride (En Yakın Köy) için değerli bir öykü olmadığını söyliyen Hans Eisler’in görüşüne karşı çıkıyor. Benjamin şöyle yazıyor: “Özgül nitelikler taşıyan eserleri yorumlarken, Brecht’in yaklaşımının sınırlandırılması gerektiğini söyledim. ‘Bitişik Köy’ hikayesini örnek gösterdim. Bu örneğin Brecht’i içine düşürdüğü çelişkiyi açıkça görüyordum.(a.b.ç) Şimdi bu kısa öyküye ve Brecht’in ve Benjamin’in bu öykü üzerine getirdikleri yorumlara bakalım: En Yakın Köy:
YALANI BAĞIŞLAMAYIN SAHİBİNE
istediğin kadar doğ demek ki gözlerin kapalı ne güvercinlerdeki hüznü ne sokaktaki acıyı görebiliyorsun üzüntüleri bırakalım bir uçuruma yaşam için cennet kuralım yazalım bir kaç satır yarınlar için kalbimizin güneşini besleyelim yorgunsa bakışmaktan sevgililer başlatalım günü pembemsi dağıtıp gökyüzündeki sisi kırılmış ne varsa gönülden taşa kadar onaralım sevginin dudağında varlığını göstererek güzelliklerin haydi el ele verin unutun gitsin sütün zehrini yalanı bağışlamayın sahibine yazın yüzünde kaybolmasın ağzında küfsü sözcükler sabah yalnızlığından akşam kalabalığına çiçekler açmadan bulunmalı
Sayfa 41
yağmurdan kaçan tanık tanrı kocaman tanrı o bile korkutamadı kitaplar gerçeğin en tepesi yalanları aşamadı sen değer biç kendine ister öl ister yeniden doğ iştahın kabardıkça şehvetten yana bulabilirsen ortak bul günahına en yakınındaki yola düş adım adım yaklaş sevgiline camlarına yansıyan ay saklansın saksılara tadı bozuldu tavsiyelerin elbisen kadar soluk ağlamana gerek yok bir namlu yalazı yakınımızda ateş topuna döndü dünyamız kollarımızı sarmadan vicdan karası kelepçe ne kadar harf varsa ünlü ünsüz konuşturmak için müsade beyler müsade
BEKİR KOÇAK
Emeğin Sanatı 153. Sayı En Yakın Köy Dedem hep anlatırdı: “Yaşam, şaşkınlık verecek denli kısa. Belleğimi zorluyorum, örneğin bir ata atlayan bir delikanlının, kötü rastlantıları hiç hesaba katmasak da, mutlu bir akışla ilerliyecek sıradan bir yaşamın yetersiz kalabileceğinden korkmadan, en yakın köye gitme kararını nasıl alabildiğine şaşırıyorum şimdi.”(Franz Kafka, Bir Köy Hekimi,S.49) Bertolt Brecht ‘Derinlik sadece derinliktir, içinde görülecek bir şey de yoktur” dediği zaman W.Benjamin’in de işaret ettiği gibi kendisi ile çelişkiye düşüyor. İşte Kafka’nın beş satırdan oluşan bu kısacık öyküsü üzerine yorum yapabilmek için çok derinliklere dalması, Kafkanın hiç de küçümsenemiyecek derin sularında kulaç atması gerekiyor. O şöyle bir yorumda bulunuyor (W.Benjamin aktarıyor): “Brecht bu hikayenin Akhilleus ile kaplumbağa hikayesinin bir benzeri olduğunu söylüyor. Bir kimse bu yolculuğu, bazı rastlansal durumları saymadan en küçük parçalarına ayırırsa, o kimse hiçbir zaman bitişik köye ulaşamıyacaktır. Bu durumda, sözkonusu yolculuk için hayat çok kısadır. Ne var ki, yanlışlık “bir kimse” sözündedir. Çünkü yolculuk parçalara ayrıldığında, yolcu da parçalara ayrılmış olacaktır. Hayatın birliği yok edilince kısalığı da yok edilecektir. Hayat istediği kadar kısa olsun. Bu önemli değildir, çünkü bitişik köye ulaşan insan, o köye gitmek üzere yola çıkmış olan insan değil, bir başkasıdır artık. –Ben kendi payıma şu yorumu öneriyorum: (W.Benjamin öneriyor,Y.A.) Hayatın gerçek ölçüsü hatırlamadır. Bellek, geçmişe bakınca büt ün bir hayatı şimşek gibi bir hızla yeniden insana yaşatır. Geriye doğru birkaç sayfa çevirebildiğimiz anda, bitişik köyden yolcunun yola çıkmağa karar verdiği yere kadar gelmiştir bellek. Hayatı okudukları kitaplarda bulan kimselerse, kitapları ancak tersinden okuyabilirler. Kendileriyle karşılaşabilecekleri tek yol budur, hayatı da ancak bu şekilde –bugünden kaçarakanlayabilirler.(Estetik Ve Politika( W.Benjamin,Brecht’le söyleşiler)S.180-182) Aslında ‘En Yakın Köy’ öyküsü, aynı süreçte yazılmış yine kısa bir öykü olan ‘İmparatorun Haberi’ öyküsü ile de ilintili olduğu ve bu her iki öykünün birbirine bağıntılı olarak değerlendirilmesi gerektiği de düşünülebilir. Ben böyle bir denemede bulunacağım. Bunu yapmak için ise önce öyküyü buraya aktarmam gerekecek: “İmparatorun Haberi Şöyle anlatılır: İmparator sana, tek başına sana, sen zavallı bendesine, imparator güneşinden çok ama çok uzaklara kaçmak zorunda kalan minicik gölgeye, doğrudan sana, yattığı ölüm döşeğinden bir haber yollamıştır. Yatağının başucunda diz çöken ulağın kulağına fısıldamıştır bu haberi, onun anladığına emin olmak için, yeniden kendi kulağına fısıldatmıştır sonra, en sonunda, başını sallayarak anlaşılanın doğruluğunu onaylamıştır. Çevredeki duvarlar yıkılıp, sarayı çepeçevre saran merdivenlere toplanıp ölümünü izleyen ekabir sınıfla arasında tek engel bırakılmayan imparator, ulağı haberi ulaştırması için salmıştır. Ulak hemen yola düşer, gücü kuvveti yerinde, yorulmak bilmez bir adamdır; bir bu kolunu bir diğerini kaldırıp kalabalığı yarar geçer. Karşılaştığı direnişleri aşmak için göğsüne işlenmiş güneş armasını göstermesi yeterlidir, kimseye gösterilmeyecek kolaylıklar ona gösterilir. Fakat kalabalık öyle büyüktür, geçilen odalar öyle çoktur ki, bir türlü kurtulamaz. Kurtulabilse kuş gibi uçup gelecek, sen onun yumruğunun sesini kapında işiteceksin, ne yazık ki, boşuna uğraşıyor, hâlâ sarayın en içindeki odaları aşmaya çabalıyor. Ne yaparsa yapsın, bu odaları geçemeyecek, geçse de başarmış olmayacak, bu kez
Sayfa 43 merdivenleri aşması gerekecek, merdivenleri inse de başaramayacak, bu kez avluları kat etmesi gerekecek, diyelim bunu da başardı, birinci sarayı da içeren ikinci sarayın duvarları çıkacak karşısına, yine merdivenler, yine avlular, bin yıl sürecek bir koşturma. En sonunda, kendini en dıştaki kapıdan da kurtarabilirse, bunu asla yapamasa da yapabildiğini varsayalım, bir bakacak ki, karşısında koca başkent dikiliyor, dünyanın merkezinde duran, tortusu bile dağ gibi büyük başkent; başkentin içinden bir yol bulup geçmek olanaksızdır, hele elinizde bir ölünün haberini taşırken! Ya sen? Pencerenin önünde akşama dek oturur, İmparatorun haberini hayal edersin. (Franz Kafka, Bir köy hekimi, S.53-54) “ Kafka, “İmparatorun Haberi” kısa öyküsünü 1917’de yazıyor; ancak 1919’da haftalık Yahudi dergisi olan ‘Selbst Wehr’ de yayınlanıyor. En Yakın Köy’ü ise 1920’de yazıyor. Bu iki kısa öykücüğün kesiştiği nokta kanaatimce bilinmezlik ve umutsuzluk değil, yanlış başlangıçların ve uygulamaların sonucunun telafi edilemez kötü sonuçlara neden olacağıdır. Sarayı bombalayın ‘İmparatorun Haberi’nden başlıyoruz. Ölüm döşeğindeki imparator, vermek istediği haberi etrafını sarmış bürokrat takımı, yağcılar, parazitler, dalkavuklar ve İmparatorluğun güneşinden doyasıya yararlanan artık yığınlaşmış elit takım duymasın diye, habercinin kulağına usulcacık fısıldıyor. Yine imparator verdiği önemli haberin haberci tarafından tam anlaşılıp anlaşılmadığını anlamak için kulağını eğerek söylediklerini tekrarlatıyor. Peki İmparator’un, O etrafını kuşatmış hain ve döneklerin duymaması için habercinin kulağına fısıldadığı şey ne olabilir? İmparatorun güneşinden yararlanamıyan aldatılmış halka nasıl bir haber ulaştırmak isteyebilir ki? Ölüm döşeğinde olan imparator geç de olsa gerçeklerin farkına varmış olamaz mı ? (İmparator ölüm döşeğinde çok gizli haberi hiç kimsenin duymaması için habercinin kulağına fısıldıyor. Bu çok önemli haberin haberci tarafından anlaşılıp anlaşılmadığını anlamak için de kulağını eğip kimsenin duymayacağı şekilde tekrarlatıp öyle gönderiyor.) İmparatorun böylesine önemli gizli haberi şu olamaz mı: “Sarayı Bombalayın!” Ama bu haber o imparatorun gölgesinden çok uzakta kalmış kişiye nasıl ulaşacak ki.. Ulak oldukça atik ve güçlü olmasına karşın sarayın henüz odalarını geçmeye çalışıyor. Burayı Geçmeyi başarsa bile önüne daha çok şeyler çıkacak.. Sözün kısası haber yerine asla ulaşamıyacak; ulak ömrünü koynundaki haber elindeki imparatorluk armasıyla yollarda bitirecek. Devlette görevlilerin namuslu ve çalışkan olanları da tüm benlikleriyle canla başla çalışmaya gayret etseler dahi bir örümcek ağına, çözümsüz bir bulmacaya dönüşmüş bürokrasinin içerisinde halka asla hizmet götüremezler. İyi duygular, yetenekler devletin karanlık odalarında yok olur. Kafka, otoritenin her türlüsüne karşı, özgürlükçü sosyalist düşüncelere(anarşizme) meyilli bir kişilik. Otoriteyi kıyasıya irdelediği başyapıtları Dava, Şato, Dönüşüm ve bir çok öyküsünde de bu meseleyi ele alıp irdelemiyor mu? Bu yapıtlarda da ne yapmak gerektiğini okuyucunun algılamasına bırakıyor ama bu algılamada fazla bir seçenek olasılığı da yok! Okuyucu kitlesinin düşüncelerini bir tek noktaya yönlendirebilmek için sessiz ama güçlü bir çaba harcıyor. Yapıtları
Emeğin Sanatı 153. Sayı bazı yönleriyle sürrealist bir resim gibi ürkütücü kalem darbeleriyle başkaldırının yoruma karmaşık motiflerini çiziyor. Okuyucu Kafka’nın renkli ve sessiz karamsarlığının zindanımsı tünelinde ilerlerken tünelin çok uzaklardaki o çıkış noktasında görüleşen ışık tayfı şölenini, ümitsizliğin müthiş bir ümide evrilişini yakalıyabiliyor. Ümitsizliğin ümide evrilişi! Kafka bir ümitten bahsetmiyor.. Hayır... Asla bunu yapmıyor. Gerçi bunu yapmaya gerek de yok.. Çünkü Sarayın bombalanması gerekiyor! Bertholt Brecht, Kafka’yı Walter Benjamin ile 1934 yılında bu ahval üzerine tartışıyor. Aslında 1934 yılında Kafka’nın bir takım bilinmezleri henüz aydınlığa çıkmamış. Max Brot’un Kafka üzerine yaklaşımı ise tam güvenilir olmaktan uzak. Hatta Reiner Stach, Kafka üzerine yaptığı 1300 sayfalık araştırma çalışmasında, 1920 yılında Kafka ile tanışan 18 yaşındaki Gustav Janouch’un da Kafka üzerine yazdıklarının abartılı olduğu ve tam gerçekleri yansıtmadığı kanaatinde! Şöyle yazıyor R.Stach, G.Janouch için: “Adı kötüye çıkan Janouch’un yıllar sonra iki çeşit metinle ve Max Brod’un yardımıyla yayınladığı Kafka ile Konuşmalar, o özgün, yarı gerçek, stilize ve açıkça özgür uydurulmuş konuşma fragmanlarından oluşan derlemedeki yalan ve doğrunun anlaşılmaz sıklığı bile, Kafka’nın kendi mahrem varoluşunun genç dostlara karşı korumasının savunmaya yönelik manevranın belli izlerini taşır. Özellikle Kafka’nın o ‘bugüne kalan’açıklamaları, kendini karakterize etmenin hamleleri ya da itiraflar olarak okunsalar bile -yani “ben” ile başlayan cümleler- en az güvenilirdirler ve onun sözlü anlatımını zaman zaman gülünç biçimde hatalı sunarlar. Ottla adı bu konuşmalarda asla geçmez, Julie Wohryzek adı da, hatta Milena Jesenka’yı bile Janouch sadece çevirmen olarak tanıyora benziyo. Herhalde burada ona tüm geçitler kapalı kalmıştır. Kafka o sıralarda yayınlanmış olan yapıtlarıyla ilgili tartışmalara da pek girmemiştir, olsa olsa yaşam ve edebiyat arasında mesafeli görüş ilişkisinden söz etmiş ve Janouch fazla ısrar ettiğinde sohbeti kestirip atmıştır. (R.Stach,Kafka-Kavrama Yılları-2,S.306-307)”
İLK KIYIM
Uzakta boğazlanan gün Sesi buraya dek uzadı Duyulmaz acıları çarptı yüzüme İki yanlı uzadı Uzandı, çoğaldı, bilendi bıçaklar O en güzel dişinin ak gerdanına... Kalleş aniden yanaştı gün batımına Sinsi çelik pırıltısı susatıcı serinlik sundu Söğüt yaprağı hışırdadı sanki Doyumsuz güzel ılık bedenini gerdi istekle... O'na dogurganlığı fısıldıyan sabah rüzgârıdır Yaklaşan pırıltılar sevgilinindir Ve gebe kalınacaktır birazdan Acele yorgun bir sevişmenin ardından... Ürpererek uzandi gün'ün ak boynu Sögüt yaprağının yanına Ve incecik çizildi, incecik bir al sızdı Sabah alacasının alı boyadı gün'ü... Bir kez daha kandırıldı gün Bir kez daha istek bastırıldı Ilık beden gergin kaldı, soğudu Kaskatı kesildi... Benim atam bıçaklar yaptı Söğüt yaprağını andıran Ve ben hep sabah alacasina uyandım Bu ilk kıyıma...
1979 Ankara
HALDUN HAKMAN
Sayfa 45
(2) Petr Bezruc (1867-1958) Asıl adı Vladimir Vasek’dir.Çek’lerin milli şairidir. 1.Emp. Paylaşım Savaşında Arşidük Frederick’i hicvettiğinden dolayı tutsaklanmıştır. Silezya Şarkıları adını taşıyan tek şiir kitabında Çeklerin Silezya’da katlanmak zorunda kaldıkları acıları ve Beskid maden işçilerinin sefaletini şiirlerinde oldukça başarılı bir şekilde betimlemiştir. Avusturya İmparatorluğu’nun Çek halkı üzerindeki korkunç baskısını, Alman kapitalizminin emekçileri korkunç sömürüsünü şiirlerine konu edinen Bezruc, sosyalist düşüncelerinden ötürü halk kitlelerini ve sömürülen emekçileri derinden etkilemiştir. (3) Chaluz hareketi: Filistinde sosyalist kolhozlar temeline dayalı bir yahudi hareketi. (4) Bertrand Russell Bolşevik Devrimin ardından 1920 (bak int sitesi.Bertrand Russell’s views on Society) Çevirdiğim bölüm: Rusya’daki komünist denemeye Russell oldukça büyük bir ümit besliyordu. Doğrusu ne zaman ki 1920 yılında Lenin’i ziyaret ettikten sonra yürürlükteki yönetim (sistem) Russell’i olumsuz etkiledi. Rusyadan döndükten sonra Sovyetler’deki sistemi eleştiren ‘Bolşevizmin teori ve Pratiği’ başlığını taşıyan bir makale yazdı. Faydacı yaklaşımların Sovyetlerdeki atmosferi sonsuz derecede mutsuz olarak yansıttığı, onun aşka ve güzelliğe karşı olan içtepisel kayıtsızlığı 1.yüzyılda Roma imparatorluğuna karşı ilkel silahlı ve politik bir fanatik yahudi asi hareketi olan ‘zealotry’e benzetmektedir. Kaynaklar: Reiner Stach Reiner Stach Klaus Wagenbach Gustav Janouch Ernst Fischer Bertolt Brecht Max Brod Yeni Roman Pyotr Kropotkin E.Bloch,G.Lukacs,Brecht J.Wolfgang Von Goethe Franz Kafka Franz Kafka Franz Kafka Franz Kafka
Kafka(Karar Yılları)1 Sel.yay. Kafka(Kavrama yılları)2 Sel.yay Kafka Alan.yay Kafka ile Konuşmalar İz.yay J.Austen,C.Dickens,G.Flaubert J.Joyce, F.Kafka, M.Proust, R.L.Stevenson Kafka Bilim/Felsefe/Sanat Yay. Gesammelte Werke 19 Suhrkamp (Schriften zur Literatur und Kunst 2) (Toplu yapıtlar,Ed .ve Sanat üzerine yazılar 2) Kafka’da İnanç ve Umutsuzluk Cem Yay. A.Robbe-Grıllet Yazko Yay. Anarşi (Felsefesi-İdeali) Kaos Yay. Estetik Ve Politika Alkım Yay. W. Benjamin,T. Adorno Genç Werther’in Acıları E.Kitap(Çev.Yüksel Pazarkaya) Günlükler Cem Yay. Değişim Cem Yay. Dava Alter Yay Aforizmalar Altıkırkbeş Yay.
Emeğin Sanatı 153. Sayı Franz Kafka Franz Kafka Franz Kafka Franz Kafka Franz Kafka Franz Kafka Franz Kafka Franz Kafka Franz Kafka K.Marx,F.Engels K.Marx George Orwell
Amerika Oda Yay. Sevgili Felice’ye Mektuplar Gün Yay. Sevgili Milena’ya Mektuplar Gün Yay Şato Oda Yay. Bütün Öyküler Gün Yay. Mavi Oktav Defterleri Babil Yay. Die Werwandlung Philipp Reclam jun.Stuttgart Bir Köy Hekimi Altıkırkbeş Yay. Babaya Mektup Can Yay. Komünist Manifesto Eriş Yay. 1844 El Yazmaları Sol.Yay. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört Can.Yay.
SON YAVUZ AKÖZEL ANLIYORSUN DEĞİLMİ? /Ahmet TAHSİN
Seni düşünmeden bir, düşünebilsem Ocak'ı Netamelidir, soguktur. Beyazdır, tenin gibi. Ellerin saçaklarda buz salkımları. Ayazın kırmızısı yanaklarında. Hasretimse; Çatır çatır, yüreğimde ocak ateşi.
Sayfa 47 Seni düşünmeden bir, Düşünebilsem Şubat'ı. Tanrıça İnanna kırk beş gün daha say gelecektir dedi; En pembe giysisiyle, seninkiyle benimki. Dallarda davetsiz misafir gibi pişkin kar kümeleri, Anımsatır, beyazlığı göğüslerini, Soğuğu hasretimi. Seni düşünmeden bir, düşünebilsem Mart'ı. Yarısı ayrılık, yarısı sevda. Ortaya kadar beyaz, sonrası pembe. Seni düşünmeden bir, düşünebilsem Nisan'ı. Yirmisine kadar ölüm, sonrası dirim. Ellerin saçaklardan damlar saçlarıma. Ilıklığın tenime değer mintanımın üstünden. Bir arı gibi alırım kokunu her yerde, Bir arı gibi balına aşina. Saçlarına bir papatya tak, Bir yay eğrisi ver kaşına, Taç yaprakların uçuşsun, düşsün fistanın üstünden, Unuttuğun sevgi sözcüklerini de anımsa. Ne mi olmalı sonra? Artık kapıma gelmeli, rüyalarına yattığım kadın, Saçlarında rüzgar, dudaklarında bal, Memesinde yetişkin bir erkek için sütler. Seni düşünmeden bir, Düşünebilsem Mayıs'ı. Çilekler artık dudaklarındadır. Gözlerinde üzümlerin karası, Kiraza çalar meme uçların. Ben hala yağmur altındayım Ve sevdalara kök salmaktayım Kelebeklerle uçup, arılarla konuyorum çiçeklerine. Meyveye duruyorum aşk için. Tüm yağmurlar köküme düşmeli, Ballı incirlere gebe dilin, Bir şeftali gibi dişlemeliyim tenini, Mürdüm erikleri gözlerinde, Bir tutam buğday başağı ellerin. Ortanca kokusu saçlarında, Ihlamur ağacı bedenin, bin derdime deva.
Emeğin Sanatı 153. Sayı
Daha ne mi olmalı sonra; Seni düşünmeden düşünebilmeliyim. İlk yaz yağmurları ile gelmeli Haziran. Step otları ile birlikte sararmalıyım. Bıldırcınlar yuvasında yavru beslemekte. Milyarlarca yumurta bırakmalıyım, sazanla beraber. Harmanına dönen yılkıda ki, sevdanın vahşi atını Beraber sakinleştirmeliyiz, kâh rahvan, kâh dörtnal. Alt alta, üst üste, kan ter içinde. Temmuz, ah Temmuz. Yâre kavuşmanın yarattığı bedenimdeki yangın. Çekirge sürüleriyle coşuyorum, uçuyorum kırlangıçlarla. Milet'te ılık denizlere dalıyor gibi dalıyorum bedenine. Ben terliyorum, sen siliyorsun. Pamuğumun bir ucu dokumada, Tütünümün bir ucu keder. Ayrılmak korkusu ağır nemli bir sıcak gibi çökmüş yüreğime. Temmuz, ah temmuz, hasretliklere gebe. Ağustos, Çam ağaçlarında böcek türküleri. Durulup rakı içiyorum, ne yaman özlemişim. Ne yaman zanaatmış sevda, Bir yudum rakıya vakit yok, ayrılık yakın. İlk yağmurda mı olacak, ilk rüzgarla mı, İlk karla mı başlayacak gidişin? Ege' ye kar yağmaz ama Benim de suyumu Ağustos'ta balta kesmez, Bilirsin; Aksilik bu ya, bakarsın Eylül başında yağar kar, Dondurur çeşmelerini sevdanın. Seni düşünmeden eylül'ü düşünmek. Peş peşe giriyoruz denize. Gölgede uyuyoruz. Zeytin kokuyor saçların, nefesin kekik. Karadeniz ormanı gözlerin. Ellerin serin bir rüzgar, dinginleşmiş yüreğime. Ayrılık yaraları kabuk bağlamış, Sevdanın ateşi, kendiliğinden yanıyor. Dilek Dağı'nın atları yeni taylarla. Bulaşmış ada çayı poyraza, kırk yıl yıkasan çıkmaz. Hangi dağa kaçırsam seni gitmene yakın; Selçuk'ta Meryem Dağını ister misin? Belki bir İsa daha kim bilir, Çocuklar, ah çocuklar, Onlar yıkacak zulmü.
Sayfa 49 Ekim. Güz yaprakları dallarda. Aceleci göçmen kuşlar. Hüzünlü türküler söylüyorsun. Ve artık hiç konuşmuyorsun. Daha uzun duruyor, ellerin ellerimde, Daha uzun bir vakit dudakların ağzımda, Dilinde güz balı tadı, Çiçek gibi, çilek gibi, üzüm gibi, Güzel bir şey olmalıydı ayrılığın adı. Beni korkutmuyor suskunluğun, Alıştım yok zamanlarına. Kasım. Ayrılık, Olsun. Her baharda yine gel. Ben dayanırım, beni tanırsın. Anamdan toprak üstüne doğdum. Köy Enstitüsü kaderinde kaderim. Aç, yalınayak koca kentlerde. Hapislik, işkence kaç sefer, Kaç sefer sevdayı öldürmek tehditleri. Biliyorum baharda geleceksin, Bana dayanmak yazılmış ezel. Tez günde gel. Aralık, Seni düşünmeden bir düşünebilsem. Dayanamam satılmalara, Bileklerimde zincir kırılır, Çözülür dilimin kilidi. Bozulur sözlerdeki ayar. Ağıra kaçar yumruklarımın ağırlığı. Rakının okkası bozulur. Yanı; Devrilir terazisi hayatın. Ne kelepçe kalır, ne kol demiri. Ölümü hazırlamak gibi bir şey. Anlıyorsun değil mi?
AHMET TAHSİN ÇINAR
TENİM KAR YANIĞI doğmuşum bir Xızır orucundan sonra dilimi sökmüş kafa tutmuşum haksıza önümde bilinmedik yollar uzadıkça uzamış dağ görmüşüm bu ara şehir, ülke nehir görmüşüm, kıvrım kıvrım kendi yolunu yapan diyeceğim o ki önünü kesememiş sınırlar doğmuşum yetim bir ana - babadan saklamış anlatmamışlar yetimliği dahası yoksulluğu, kahrolası tenim kar yanığı ses çıkarsam donacak sevdiğim olmuş elbet sarı, esmer, kumral sevmediğim de bir yığın biraz yoksulluk biraz yetimlik mirası dememişim kimseye ağaç dikmişim mesela yaşıtımı göreyim diye budamışlığım olmuş bir gün, köküne vurup baltayı keserlerken ağacı ağaç inlemiş annem, duymuş sesimi adak adamış ki oğlu yaşıyor hâlâ
ERCAN CENGİZ
Emeğin Sanatı 153. Sayı
SENİNLE BİRLİKTE YÜRÜMEK İSTİYORUZ, GÜNEŞE VE MAVİLİKLERE…. /Lütfiye BOZDAĞ
Duyduk ki hastalanmışsın, yataklara düşmüş, derin uykulara dalmışsın. Gümüşlük’te merdivenleri gökkuşağı renklerine boyayan adam, hastalık yakışır mı sana, kalk gel, fırçayı al eline ve gökyüzünü tekrar boya gökkuşağına… Gümüşlük’te dostlarınla birlikte Gezi Parkı direnişine destek veren cesur yürekli adam, sen uyurken Kazova İşçileri kendi ürettikleri mağazayı açtılar, kalk gel, emekçiler senin desteğini bekliyorlar. “Mülkiyet hırsızlık gibi bir şey, sevmiyorum işte” diyen koca yürekli adam. “Biz kuşak olarak böyleyiz. Bize sevmeyi, bir şeylere bağlanmayı öğretmediler. O tarafımız gelişmedi. Ben dünyanın bir parçasıyım. Şurayla ve bedenimle sınırlı değilim. Bir şeyler yanlış gidiyor, birileri acı çekiyor. Ben de çekiyorum aynı acıyı” diyen insan evladı, öyle sessizce uyunur mu? Uyan da gel, konuş bizimle.
Sayfa 51 “Bizim kuşak”, hayata çok değer verse de, sanki yaşıyor olmaktan dolayı gizli bir utancı da taşıyordu içinde diyen devrimci, cesur yürekli adam, kalk gel. Hep beraber kızlı erkekli haramilerin saltanatına kafa tuttuk, direndik, direnmeye devam ediyoruz, kalk gel, hayatı savunmak için, adalet istemek için, sömürüye başkaldırmak için kalk gel. Daha çok işimiz var, kalk gel bir ucundan da sen tut. “Müşfik Kenter hocamdır, bize en çok söylediği laf şuydu; “İyi insan olmazsan iyi iş çıkaramazsın.” Derdin. Nejat, sen hep iyi işler çıkardın. Yılmaz Güney’in yakın arkadaşı senin de yakın dostun Tuncel Kurtiz’in söylediklerini hatırla; "Apolitik diye bilinen gençlerimizin haklarına sahip çıkmak için verdikleri mücadeleyi yürekten destekliyorum. Onların üzerindeki ölü toprağının kalkması ile artık bir şeylerin daha güzel olacağı umudunu taşıyorum. Diren Gezi Parkı diren. Çok güzelsiniz. Çok güzelsiniz çocuklar" Kalk gel Nejat, kalk da gel, bizimle direnmeye gel. "Ortada yine bir öfke ve nefret kokusu var. Sanatı ve sanatçıyı değersizleştirme, hedef gösterme, itibarsızlaştırma, suçlama, baskı altına alma girişimleri olanca hızıyla sürüp gidiyor.” diyenlerin arasındaydın. “Toplumda yeni mağduriyetler yaşanmaması için nefret dilinin sona ermesini, sanatçıların ve sanat eserlerinin hedef gösterilmemesini ve toplum üzerindeki baskıların kaldırılmasını istiyoruz." diyen bildirgenin altına imza atanlardın. Oynadığın tiyatro oyunları ve çektiğin filmlerle umutları diri tuttun, yaşadığın coğrafyanın acılarına sahip çıktın, değerlerine sahip çıktın bak şimdi de onlar sana sahip çıkıyor, kalk da gel iyi yürekli adam, dostlar seni bekliyor kalk da gel. Yeri geldi serserice gezdin, dudağında bir ıslık tüm şekillere ve şekillendirmelere karşı çıktın, gülüp geçtin. Ey anarşist ruhlu, deli çocuk, asi ve dik başlı.. Her zaman doğru bildiğini yaptın, içinden geldiği gibi yaşadın Sinemada, tiyatroda rol aldın ama gerçekte hep kendin oldun.. Aşk olsun sana çocuk aşk olsun Haydi kalk gel, yine umarsızca özgürlük ıslığını çal. Nerdeyse kış bitiyor, bahar geliyor, haydi sen de çık gel.
Emeğin Sanatı 153. Sayı
Seni sevenler her gün uyanıp iyi haberlerini duymak istiyorlar. Işık Yenersu’nun evinin balkon demirlerine konan martılar her sabah Nejat ağabey Nejat ağabey diye kanat çırpıyor. Su gibi berrak bakışlı, tiyatronun narin emekçisi, güzel yürekli Işık, dostların ve seni sevenler, her sabah martılarla konuşup, rüzgarla sana iyi dilekler gönderiyorlar. Haydi kalk gel…. Boşuna çekilmedi bunca acılar Sokaklarda, meydanlarda, Gezi parkında, Gümüşlükte Sen ne güzel, ne güzelsin Ey kavgamızın neferi… Haramilerin saltanatını yıkacağız Güzel güneşli günlere… Bisikletleri maviliklere süreceğiz Sen ne güzel ne güzelsin Ey kavgamızın neferi.. Kapitalist sömürü düzenin kol gezdiği, yoksulluğa, savaşa, sömürüye maruz kalanlar için insanlığın kötü sınav verdiği şu günlerde en önemli şey; iyi insanların, vicdanlı insanların biraraya gelerek mücadele etmesidir. Sen bizim mücadelemizin bir neferisin. Seni bizden ayıran duvarların arkasından çık gel, aramıza dön. Birbirimize kenetlenelim ve mücadeleye kaldığımız yerden devam edelim. “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” diye tüm dünyaya haykıralım. Hayatın anlamı bu mücadelede göstereceğimiz çaba ve alacağımız yoldur. Haydi arkadaş kalk gel, seninle yürümek istiyoruz birlikte ve kol kola, güneşe ve maviliklere….
LÜTFİYE BOZDAĞ
Sayfa 53
YILDIZIM
sen en parlak yıldızımdın binlerce yıllık uzaktan sana bakardım denizlerin mas mavi, suların duruydu yıkanmaya,arınmaya geldim, sen yoksun. gözlerimi kamaştıran yıldızım ta uzaklardan hayran olduğum saman yolunda hayalini kurduğum, binlerce meteorla çarpıştım yara bere içinde geldim sen yoksun.
karı delip açan çiçeklerini gördüm fırtınaya direnen dağ ardıçlarını, kayaları oyan hırçın ırmaklarını vadiler yaratan coşkulu derelerini bir yanı çiçek açmış bahar, buz tutmuş himalayalarını gördüm direnmeye, dövüşmeye geldim sen yoksun. sende hayat buldum da geldim sevdalandım, aşık oldum bir çok çarpışmada yenildim bir çok zafer kazandım da geldim bu yıldız deryasında yalnız mı kalayım hayalini kurduğum sevgili ben geldim,sen yoksun!.
HIDIR KARAKUŞ
Emeğin Sanatı 153. Sayı
ÖLÜ KUŞLAR TRAGEDYASI ERDEN ERDEMER
Bu gece kasıklarının çok kalibre namlusuyla vur beni Çünkü kasıkların; mezarlık otoritesinden sertifika almış mekansız bakterinin anatominin rahmine ibranice armoniyle tersinden gömülmesi Kasıkların testosteron hormonuyla uçurumda bungeejumping yapan dalgakıran spermlerin dölyollarında soykırımla katledilmesi… Metaforuyla açılıyor irrasyonelleşen şiir kayalıklarında beyin hücrelerinin Bugün İrrasyonelleşmenin rasyonellikle simetrik şekilde çarpılması; enfeksiyonuna çarpan antitoksinlerin dezanfektesiz ölmesine eşittir bugun seni zırhlanan bir tarantulanın sagıladığı zehirle öldürebilirim sevgilim ve otopsi raporlarını tragedya mezarlığının nüfuskütüğünden silip failimeçhul cinayetini yazgımın tragedyasına neşterlerle nakşeyleyip bu kanunsuzluk konseptini balistikraporlarında sümenaltı edebilirim sevgilim yüzün organizmadaki tetanoslu enfeksiyonları sinirhücrelerinden soykırımla katleden ilüzyonist antitoksinlerin şekildeğişmesidir yüzün bilinçaltımda minimalist felsefeyle çektiğim içorganlarımın röntgen filmleridir yüzün;şeytan dokuma fabrikasında tezgahlanan minimalist şeytanların; soykırımdaki katedralde istavrozlarla parçalanmasının simetrisidir sen içorganlarını ultrasonogrofi tabutunda üstüne ser cesedimin nefretin intikama kancalarla inişi gibi genital organında solucan kemiklerim dezanfekte et enfeksiyon şehvetim rafinerimde kirlenmesin beni trajikomik hançerenin rahminden enjektörlü kürtajlarla geri getir intihar metoforuyla açıldı paragraflarda irasyonelleşmiş bu şiir İntiharlar kurgula majör depresyonlarıma pornografik Müntehir damarımdan boşanan jiletlenmiş kısrakları enjektörle çekip Şahdamarıma zerket metabolizmam ölü hayvan sanrısı ve git Hayvanmezarlığının depresyonuna intihar tragedyasını İlikle ve git satanist bir konseptle diyalektik Materyalist Şeytanları metafizik sanrılarla anarşistçe çiftleştir failimeçcul sabotajlarla örgütlen cinayette asimetrik kurşunlara falso ver defansif örgütlenmede forvetleşen kurşunları deplasman tatbikatına al gövdemin kordinasyonlarını verip efkarımın doksanımdan vur beni! mekansızlığımı tersinden kurgusallıkla kurgula trajedisinde aşkın öyle ki hiçbir mekansızlık rövaşatasız kemiklerime mezarlık etmeye kalkışmasın bir kontrgerilla tatbikatı ol gerilla stratejime gladio örgütlenmesinde istihbarat örgütlerinin sansaryan ideolojisinde damarıma elektrik ver yılanları şırıngala ideolojik dehlizinde mitralyözle sustur beni Bir mitralyöz kurşununun şahdamardaki uçurumlara iniş Katsayısıyla Şahdamardaki kayalıklardan çıkışkatsayısı arasındaki farkı Fiziğin dinamikleşen doktrinleriyle açıkla akademisyen aşka yırtılmış dilinin sansaryan zindanında şahdamarımda elektirik ol gez topardamarımla atardamarmın çarpıştığı muhitlerde düşeyim oportinist tabutluğuna paramparça yılanlarla anarşist kadavradan aşklar biç otopside morglara frapan kesim neşter biç çünkü acilservislerin gırtlağında otobanın otokontrolsüz ambulansları serumlarla damarımdan zerkedemiyor enjektörlerden çekilen aşkı..
Sayfa 55
şimdi bir intihar tragedyası şehvet; dilimize pelesenk oratoryolarda şimdi efkarımın metabolizmasına akan yırtılmış dilindeki acı.. şimdi müntehir mahkemelerde otoriter makamlarca imzalanan bir intihar mazbatası şehvet; jiletlenmiş bilek tregedyasında bunları bilinçaltımınkanalizasyonundan devsıçanlarla yazıorum bilinçaltı dehlizindeki kanalizasyonlarla majördepresyonunun çarpıştığı yerde yani netameli bir infilağın gövdelendiği yerden doğdum ben Parçalanmış bir ruhun psikopatolojik zehrinin kanalizasyona zehri zerk ettiği yerde doğdu şiirim o halde ideolojik dehlizinde mitralyözle sustur beni çünkü kasıkların; mezarlık otoritesinden sertifika almış mekansız bakterinin anatominin rahmine ibranice armoniyle tersinden gömülmesi Kasıkların testosteron hormonuyla uçurumda bungeejumping yapan dalgakıran spermlerin dölyollarında soykırımla katledilmesi o halde yırtılmış dilinin efsunlu mağarasında uyut beni efkarın esrarından manyetizma alanı yont beyindehlizlerine anatominin esrarlı manyetizmasından Sentetik haplar; dizelerin dumanlı esvabından marihuanna imal etsin yetkinliğin.. bu gece gözkapaklarının çok kalibre namlusuyla vur beni körüklenmiş bir yangın kundaklasın gözbebeklerin vur beni körüklenmiş yangınlarda alevalev yanarken ölelim küllerinden doğacak gamlı bir phoenix gibi..
ERDEN ERDEMER
Emeğin Sanatı 153. Sayı
TEKİNSİZ BİR GECE, DÖRT İDAM / Vildan SEVİL Bir Akşamüstü, Bir Tekinsiz Gece İzmit Kapalı Cezaevi’nin, upuzun, hep loş, ne kadar havalandırılırsa havalandırılsın, temiz havadan gelince öğürten kokusundan kaçılamayan kadın koğuşu. Olağan bir akşamüstü… Çift katlı ranzaların alt ve üst katlarında ikili, üçlü, dörtlü gruplaşmış kadınlar… Şarkı, türkü tutturanlar, sohbet edenler, kavga edenler… Gürültü, gürültü, uğultu… Epeydir tencerelerin, tavaların uçuştuğu büyük kavgalar yok. Hapisanelerin vazgeçilmezi, oraları ikinci mesken edinmiş, yılda birkaç kez girip çıkan çingene kadınlardan biri, ters çevrilmiş bir tencerede ritim tutarak açık saçık manilerini kendine özgü bir ezgiyle söylüyor. Bir memesi dışarda, çukulata renkli bebek pörsümüş memeyi somurmaya çalışıyor. Süt kıt, sinirleniyor, başını sağa sola atıp ağlıyor, meme bebenin ağzına hırsla, azarlayarak tekrar tıkılıyor, manilere davam… Yürüyen çukulatalar ise ranza aralarında dolaşıp sevgi, ilgi aramakta.
Sayfa 57 O patırda, bir ranzanın alt katında, elinde kalemi, çiziktire çiziktire kitap okuyan, yanındaki sarı kâğıtlı defterine notlar almaya çalışan genç bir kadın. Oysa okurken sessizliği seven, hatta yalnız okurken değil, her zaman sessizliği seven bir kadın. Üst ranzadayken ışığı daha rahat alıyor, rahat okuyordu. Alt ranza hayli loş. Üst ranzada da gece sönmeyen ışıklara katlanmak zor. Ayrıca uyumayan çukulata bebeleri “Abam, yine huysuzlandı be bu, uyutursan sen uyutursun” diye kucağına attıklarında, üst ranza tehlikeli oluyor. Çocukla birlikte, sürekli uykusuzluğun getirdiği denetimsizlik nedeniyle, kucağa kucağa sızıp kalınabiliyor. Alt ranzada ise geceleri, mahkumlar uykudayken koğuş ziyaretinde bulunan koca lağım farelerinden korunmak gerekiyorsa da yukardan düşmekten daha az tehlikeli. Çünkü farelerin, bütün dikkatlerine karşın, yüzünüze değdiklerinde nemlerini, minicik adımlarını hissediyorsunuz. Vardiya değişmiş, akşam nöbetçisi gardiyan, koğuşu turluyor. Kadın, gardiyanı askeri cezaevinden de tanıyor. Lise mezunu. Gazete, roman okuyan biri. Siyasi mahkumlarla arkadaşlık ilişkileri geliştirmeye çalışıyor, onlara nasıl davranacağını biliyor. Gardiyan, genç kadının yanında durdu, hal hatır sordu, ranzanın ayak ucuna ilişti. Hep yapar bunu. Karavana saati yaklaşınca da kalktı, gitti. Gardiyanlar, istedikleri saatte ve sıklıkta koğuşta dolaşırlar. O gece biraz sık dolaştı. Gece yarısına doğru tekrar kitabına gömülmüş kadının yanına gelip oturdu. Sohbet ettiler. Okunan kitaplar, Güllübahçe’deki durum, ailesindeki sorunlar, geçim derdi falan… Siyasi mahkumlar, hem adli hükümlülerin hem de kendilerine saygılı davranan gardiyanların dert anasıdır, Marko Paşa’dırlar. O sıralar kadın, kadınlar koğuşunun tek siyasi mahkumuydu ve yükü hafif sayılmazdı bu nedenle. Sohbet uzadı da uzadı. Gün ha doğdu ha doğacak. “Hay Allah, seni de uykusuz bıraktım.” dedi ve gitti gardiyan. Gardiyanın dertleriyle iyice ağırlaşan gözkapakları kapandı, uykunun şefkatli kolları sardı bedenini. ………………………………………… (Ertesi Gece) “O gece yarısı, hemen hemen aynı saatlerde Ankara'da bir, İstanbul'da üç evin kapısı çalındı. Kapıyı açanlara aynı cümleler kuruldu: Oğlunuz infaz edildi, cenazelerini alacak mısınız? Cenazeler aynı günün bitim saatlerinde ailelerine verildi. Yeni güne başlanan saatlerde dört ayrı mezarlıkta, dört mezar kazıldı. Askeri battaniyeler içindeki dört genç beden en yakınlarının gözyaşları içinde mezara bırakıldı. Yakınlardan iki kadın gözaltına alınıp sorguya götürüldü, biri anne, diğeri kız kardeşti. Suç, acının içinden çıkan ama gerçeği bütün çıplaklığıyla sunan sözcüklerdeydi: "Katiller.” Anne on dört gün, kız kardeş bir buçuk yıl hapis yattı. Hem idamlar, hem idam edilenlerin yakınlarının hapisliği 12 Eylül darbesinin aynasıydı. Dört gencin; Ömer Yazgan, Ramazan Yukarıgöz, Erdoğan Yazgan ve Mehmet Kanbur'un da aralarında bulunduğu kırk dokuz kişi idam edilmişti.
Emeğin Sanatı 153. Sayı Tarih 29 Ocak 1983'tü. (…………..) Aralarında sadece soyadı benzerliği bulunan iki Yazgan ile Yukarıgöz ve Kanbur'u idama götüren süreç 17 Ocak 1981'de başladı. Darbenin olanca ağırlığına, binlerce insanın gözaltına alınmasına, işkence görmesine, işkencede yaşamını yitirmesine ve tutuklanmasına rağmen bir avuç genç bir araya gelip eylem kararı aldı. Siyasal düşünceleri değişik örgütlerde biçimlenmiş, sonunda daha çok askeri okullarda kendisine yandaş bulan "Sanayi Dev Genç"de karar kılınmıştı. Bu isim daha sonraları Nikaragua'dan esinlenerek, Dev-Sol, Dev-Yol ayrımına bir eleştiri anlamında "Üçüncü Yol" olarak mimlenecekti. Eylemin ismi konulmuştu, Akyazı'da iki kuyumcu soyulacaktı. Elde edilen altın ve para silah alınmasında ve hâlâ ayakta olduklarını gösterecek yeni eylemlerin hazırlıklarında kullanılacaktı. Yedi kişiydiler. İki gruba ayrılıp, aynı anda iki kuyumcuya daldılar. Bir grup sorunsuz çıktı altınlarla dışarı, diğerinde ise kuyumcu direndi, üst katta oturan oğlu, seslerden olup biteni kavrayıp polise telefon ettikten sonra silahına sarıldı. Kuyumcunun önündeki arabada bekleyen ve içlerinde otomobil kullanmasını bilen tek kişi olan Ali Aktürk'e ateş etti. Bir kurşun da kuyumculardan Hasan Kahveci'ye isabet etti. Aktürk ve Kahveci öldü. Çatışma saatler sürdü. Metin Adil Toraman vuruldu. Arkadaşları bir süre kollarında taşıdılar, ama yapılacak bir şey yoktu, o da ölmüştü. Mehmet Kanbur kalçasından vurulmuş, çevresi sarılmıştı. Erdoğan Yazgan da uzun süre kaçamadı. Ramazan Yukarıgöz ile İsmail Gökalp, yaralı olan Teğmen Ömer Yazgan'ı da beraberlerinde sürükleyerek izlerini kaybettirdiler. Bir köyün girişindeki inşaata sığındılar, ama sabaha karşı çevreleri kuşatılmıştı. Bu çatışmada ise polis Mustafa Kılıç yaşamını yitirdi, Ramazan ağır yaralandı. Askeri hastanede kısa süreli tedaviden sonra Gayrettepe'ye götürüldüler. Yaraları henüz kapanmamıştı, bir ay işkencede tutuldular. Selimiye'de tutuklandılar, Gölcük Askeri Cezaevi'ne (Gölcük Güllübahçe Askeri Cezaevi. V.Sevil) konuldular. 30 Mart'ta iddianame hazırlandı, 20 Nisan'da karar açıklandı: İdam. İsmail Gökalp'in cezası yaşının küçüklüğü nedeniyle yirmi yıl ağır hapse çevrildi. 25 Kasım günü Askeri Yargıtay kararı onayladı. Bu arada idam kararını veren hâkim yine bir siyasi davada rüşvet alırken suçüstü yakalanacak, buna rağmen dört arkadaşın avukatlarının davanın yeniden görülmesi istemi kabul edilmeyecekti. 3 Mayıs'ta Danışma Meclisi de Askeri Yargıtay'ın onayına katıldı. Asılacaklardı. Yanlarında ne kadar para varsa diğer koğuşlara ziyafet verildi, vedalaşıldı. Vasiyetler yazıldı, organlar Organ Nakli Kurumu'na bağışlandı. Her gece gün ışıyana kadar biri nöbet tuttu. Geldiklerinde diğerlerini uyandıracaktı. Gelmediler. Her şey normal seyrine dönmüş gibiydi, ölüm giderek uzaklaşan bir ihtimaldi. 28 Ocak, Ömer Yazgan'ın doğum günüydü. Gardiyanlarla voleybol maçı yaptılar, yorgun düştüler. Nöbetten de vazgeçilmişti artık ama Mehmet'in mide ağrısı tutmuş, koğuşta volta atıyordu.
Sayfa 59 Geldiler. İzmit Kapalı Cezaevi'nde yapılan infaz ne yakınlarına haber verildi ne de avukatlarına. Gömüldüler. ” 10 Eylül 2000/ Cumhuriyet Dergi/ Berat Günçıkan …………………. Berat Günçıkan’ın kaleminden, yaşı otuzu bulmamış dört genç insanın, İzmit Kapalı Cezaevi’nde, bir gecenin sabaha yakın karanlığında, gencecik ve dimdik boyunlarına, yağlı bir urganın geçirilişine yürüyen süreç böyle anlatıldı yedi yıl sonra. Karıma Mektup’ta “zavallı bir çingenenin kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli geçirecekse eğer ipi boğazıma, mavi gözlerimde korkuyu görmek için boşuna bakacaklar Nazıma!” diyordu Nazım. İnfazı gerçekleştirenler, bekçi Mehmet Kambur’un, teğmen Ömer Yazgan’ın, Ramazan Yukarıgöz’ün, Erdoğan Yazgan’ın gencecik gözlerinde korkuyu görmediler. Kardeşi Yılmaz Yukarıgöz “Ailemize mektup yazıldığını biliyorduk. Yalnız organ bağışı ile ilgili olması gereken bir tane daha mektup yazılmıştı. Cenazeleri almaya gittiğimizde bu mektup babamın önünde bir albay tarafından yırtılıp atıldı. Mektubu aldığımızda özlem yaşadık, bunun yanında orada da 12 Eylül Cuntası’na karşı nefretimiz biraz daha büyüdü, daha da arttı. Onların yargılanmasını talep ediyoruz.” diye anlattı esirgenen mektupların öyküsünü. Ramazan Yukarıgöz, “Okumadan ölmeyeceğim” diyerek annesinin peşini bırakmadığı ve tam yirmi altı yıl sonra ailenin eline geçen son mektubunda, “Biz tarihi görevimizi yerine getirirken en azından seni görmek isterdim. Öyle sanıyorum ki hiç haber verilmedi. (...) Ben hayatım sürecinde özellikle birlikte olduğumuz zamanlarda gerçek anlamda bir şeyler anlatmaya çalıştım. Son olarak da ülkemin özgürlüğü uğruna canımı severek feda ediyorum.” diyordu. “ülkemin özgürlüğü uğruna canımı severek feda ediyorum” ……………………………………… Tekinsiz, Unutulmaz Bir Sabah Kadın, uykuya doymamışlığın ağırlığıyla kahvaltı gürültüsüne uyandı. Musluk başında kuyruğa girip elini yüzünü yıkadı, ayılmaya çalıştı. Ranzasına dönerken, dostluk kurduğu yaşlı, mahpusane kıdemlisi bir mahkum teyze, yavaşça kenara çekti. “Duydun mu, akşam, dört infaz varmış, kimsenin haberi olmamış” dedi.
Emeğin Sanatı 153. Sayı Kadın sendeledi. Yaşlı teyze yakaladı, kolundan tutup çekti, ranzaya oturttu. Koğuşun gürültüsü, uğultusu birden dindi. Koğuş, kapkaranlıktı. Demir parmaklıklı pencereler yoktu. Günışığı yoktu. Elektrik ışığı yoktu. Çukulata bebekler, çukulata çocuklar, kadınlar yoktu. Ranzalar yoktu. Karanlık, kapkaranlık, kapkaranlık... Yoğun kolonya kokusuyla gözlerini araladı. Bulanık, gri, kirli bir günışığı. Güllübahçe... İki kadın koğuşu, iki erkek koğuşu ve bir hücrenin ağır demir kapılarının, havalandırma, mahkemeye sevkler, sayım zamanları ve ancak özel durumlarda açıldığı kare biçiminde Malta denen geniş hol. Dört yakışıklı genç, neşeyle, şakalaşarak hücreye dönüyor. İdamla yargılanıyorlar. Olaylarında ölüm var ama kimin silahından çıkan kurşun kimi öldürmüş kesin belli değil. Kendileri de yaralanmış, arkadaşları ölmüş. Bir de bir kuyumcu, bir polis ölmüş. Taammüden öldürme yok. Çok işkence görmüşler yaralı halde. Hukuksal açıdan delil denen şeyler çok yetersiz. Ama idamla yargılanıyorlar. Delil arayan kim? El insaf! Bu delillerle ölüm cezası vermeleri imkânsız. Ne kendileri inanıyor ne de diğer tutsaklar inanıyor bu hükmün verileceğine. Ama idamla yargılanıyorlar. İşte yine, neşeyle, şakalaşarak, gülerek dönüyorlar havalandırmadan. Ya voleybol ya da basket oynamışlardır. Herhalde ısınma voltası da atmışlardır önceden. “Oturtalım” diyor bir ses. Kolonya kokusu, bardak, su... Su göğsüne doğru akıyor kadının, soğuk, soğuk bir su... Yaşlı dost teyzenin elleri dolaşıyor yanaklarında. Onu görüyor, sonra başka kadınları ve gardiyanı. Gardiyanı... “Onlar mı?” diyor kadın birden. Gardiyan ağlamaklı, başını önüne eğiyor. “Beni oyaladın, oyaladın beni!” diye haykırıyor kadın. Gardiyan başını yana çeviriyor. “Görev mi verdiler sana, söyle, görev mi verdiler ha?” diyor kadın. Gardiyan, kadının elini sıkıyor, kalkıp gidiyor. Yaşlı dost teyze, “İsyan çıkartırsın diye korkmuşlardır” diyor. “Siyasilerin her şeyden haberi olduğunu bilir onlar. Duyulurdu ama bu sefer, ne erkek ne de çocuk koğuşunun haberi olmuş. Sessizce, gizlice görmüşler işlerini namussuzlar.” Yoktu ki... Onun da haberi yoktu. ………………………………….. Mahpusane söylencesi, sonra şöyle dolaştı susturulmuşlar…”
dillerde
“Slogan atmışlar, susturulmuşlar;
atmışlar,
İnfazı gerçekleştirenler, bekçi Mehmet ‘in, teğmen Ömer ‘in, Ramazan’ın, Erdoğan’ın gencecik gözlerinde korkuyu görmediler. Yurt sevgisinin, adaletsizliğe ve sömürüye, ülkeyi ve insanlığı boğan uğursuzluklara duyulan hıncın, kişisel mutluluktan, kişisel çıkarlardan vazgeçişin öyküsünü, isyanın onurunu gördüler. 28.01.2014
VİLDAN SEVİL
Sayfa 61
DİZELERDE “ŞİİR VE ŞAİR” Koklanmayan gül üşür. ABDÜLKADİR BUDAK
Ölümsüzdür, dünyada özgür yaşayan kişi. RİBHİ HALLUM
Aşk yaşayanlar içindir.
Yüreğe benzer kandil; Yanması için yakılması gerekir. RESUL HAMZATOV
NECATİ CUMALI
anladım ki asla yenemez gülen insanı ölüm. NEVZAT ÇELİK Sevda ile patlarken tohum yeni aydınlıklar doğurur şafak. SALİM ÇELİMLİ Andığın bir anıysa, umduğun bin düştür.
derin bir mevsimdir aşk cennet ne ki ya hırsızlama güzellikler cehennem ne ki!... UĞUR HACIHANEFİOĞLU Ne taşız biz ne de toprak
MUSTAFA DERTLİ
Pulu acıyla mühürlü, sevdaya yazılı yüreğim. REFİK DURBAŞ
bir tohumuz karanlıkta yürürüz eğri büğrü yürürüz yoklayarak çıkarız aydınlığa. HASAN HÜSEYİN
Ölümdür bekleriz hükmü, dünya bir duruşmadır sürer.
Her acının sonunda Açık bir pencere vardır.
PAUL ELUARD/ (ÇEVİREN:A. KADİR-A.BEZİRCİ)
Gece, yalnızlığımıza çekilen gökperdeyse Şiir içerdeki aydınlığımızdır. ŞÜKRÜ ERBAŞ
ATTİLA İLHAN
Hasretini çekenin hasretiyle yanar hasret çeken. ÖZDEMİR İNCE Hafifim akıttığım ter kadar.
ALİ RIZA KARS
hüzün, dinmiş bir coşkudur TURGAY GÖNENÇ Yolcu yolun özgürlüğüyse kapını açık tut şair gözüne. Kartalın görkemine olduğu kadar yağmur kuşuna da pay ver aşkından. Ümrana bakarken mi başında dönen dünya. BÜLENT GÜLDAL DERLEYEN:A.Z.ÇAMUR
Emeğin Sanatı 153. Sayı
YAŞAM VE SANATTA
1 AYIN İZDÜŞÜMÜ ÜMÜŞ EYLÜL KÜLTÜR VE SANAT DERGİSİNİN 10. SAYISI ÇIKTI... Tekirdağ Cezaevinde devrimci tutsaklar tarafından 3 ayda bir yayınlanan, elle hazırlanıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür Sanat Dergisinin 2013 Ocak-Şubat-Mart 10. sayısı yayınlandı. Ümüş Eylül Kültür Sanat Dergisi; “Ölüm Orucu Direnişi”ne Ümraniye Cezaevi'nde 1. ekiple başlayan, 19 Aralık katliamından sonra direnişini Kartal Özel Tip Cezaevi'nde sürdüren, daha sonra Kartal Devlet Hastanesi'ne kaldırılan, direnişine hastanede de devam eden, durumunun ağırlaşması üzerine tahliye edilen, tahliye edildikten sonra direnişini Küçük Armutlu'daki direniş evinde sürdürürken 14 Eylül 2001’de orucun 330. gününde sonsuzluğa göçen Ümüş Şahingöz’ün anısını yaşatmak amacıyla yayınlanmaktadır. Hasan Şahingöz’ün hazırladığı dergide, ana konu olarak hasta ve tutuklu ve hükümlüler konu ediliyor. Dergide: Hasan Şahingöz’ün “Hasta Tutuklu ve Hükümlüler Milletvekillerini Göreve Çağırıyor” yazısı, 1 No’lu F Tipi Hapishaneden Fırat Deniz’in başlıkszı şiiri, tahliye edilmesi gereken hasta tutuklu ve hükümlülerin listesi, Tekirdağ 2 No’lu T Tipi Cezaevinden Metin Aydemir’in “Sevebileceğin Her Şeyi Sev” şiiri, Sincan 2 No’lu F Tipi Hapishaneden Hacı Nehsan’ın “Bir Gidiş İzi” adlı denemesi, Zeynep Uzunbay’ın “Kuşlar Şaşırsın” ve “Merhaba” şiirleri, Kırıkkale F Tipi Hapishaneden Yılmaz Demir’in Kazım Koyuncu’ya ithaf ettiği “Kanattun Yüreğumuzu” şiiri, Adil Okay’ın “Ay’la Denizin Serenadı ve Temmuza Ağıt” öyküsü, Sincan Kadın Kapalı Cezaevinden Zeynep Avcı’nın katledien Ceylan Önkol’u anlattığı “Ceylanke” yazısı, İzmir Şakran 2 No’lu T Tipi Hapishanden Hasan Koç’un “Aforizmalar”ı, Gaziantep H Tipi Kapalı Hapishaneden İdris Özdemir’in yazdığı “Roboski” şiiri, Ümüş Eylül tarafından kaleme alınan türkü sözleri, Tekirdağ Saray Kapalı Cezaevinden Wahap İlhan’ın “Neredesin Ey İnsanlık Şiiri”, Edip Cansever’in “Tragedyalar III”ten “Korobaşı” şiiri, Mersin Silifke M Tipi Cezaevinden Mustafa Ağcakaya’nın “Hikaye” şiiri ve çeşitli cezaevlerinden devrimci tutsakların karikatür ve çizimleri yer almaktadır. Ümüş Eylül’ün 10. Sayısına online olarak aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz: http://issuu.com/umuseyluldergisi/docs/__m_____eyl__l_k__lt__rsanat_derg_?e=6265001%2F6367551
Sayfa 63
EMEĞİN SANATI ONLİNE YAYINEVİNDEN İKİ KİTAP DAHA! DİREN/ Özer Genç Özer Genç’in Emeğin Sanatı EYayınevinden yayınladığı 2. E-kitabı Diren, şairin deyişiyle, “Ülkemin onurlu insanlarına, çapulculara” adanmıştır. Gezi Direnişi eksenli şiirlerin öne çıktığı “Diren”de, devrimci bir duyuş ve bakışla yaşadıklarımıza kimi zaman ironiyle bakan çarpıcı, etkileyici şiirleri yer almaktadır. Bu e-kitaba, aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz: http://issuu.com/emeginsanati/docs/ __zer_gen__-k__tapd__ren?e=4110317%2F6213885 KALP ÖRSÜNDE KARANFİL/A.Ziya Çamur Bu e-kitap,Ali Ziya Çamur’un on bin tıklanma oranını geçen şiir kitabının genişletilmiş 2. Baskısıdır. Bu kitapta yer alan şiirlerde, devrimci mücadeleden süzülmüş, estetik bakış açısından ayrışmamış bir biçem, toplumsal, insanî konular öne çıkmaktadır. Şair, şiir anlayışını şu sözlerle ortaya koymaktadır: “Biz, tılsımları kıran, şahlanan atların bukağısını çözen, kasırgaları arzumuza bent eden, aşkla kavgayı iç içe yaşayan bir şiirin, edebiyatın, sanatın yolları ve yolcularıyız. Kayalık yüreklere kuşların taşıdığı tohumdan filizlenmez bizim şiirimiz, öykümüz… Biz, iğreti kristal ikonların değil, gökle yer arasında bilinci ve gücüyle var olanların kalıp kıranların, yol açanların farklı renkler ve sesler dokuyan izcisiyiz.” Bu e-kitaba aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz: http://issuu.com/emeginsanati/docs/k__tap_2._baski_kalp___rs__nde_kara?e=4110317%2F621 3868 Bu kitaplarla birlikte Emeğin Sanatı Online Kitaplığı 49 E-kitaba ulaştı. Dileyenler, issuu.com’a üye olarak bu kitapları “share” linkinden sonra aşağıda çıkan “download” yazısına tıklayarak indirebilir.
ÜNLÜ ARJANTİNLİ GERİLLA ŞAİR JUAN GELMAN ÖLDÜ Arjantinli şair Juan Gelman 83 yaşında Mexico City'de hayatını kaybetti. 2007 yılında prestijli Cervantes Ödülü'ne layık görülen Gelman, İspanyolca'nın en büyük şairlerinden biri olarak kabul ediliyordu. Arjantin'de 1960 ve 1970'li yıllarda bir sol kanat aktivist ve gerilla olan Gelman 20 yıldır Meksika'da yaşıyordu. 20'den fazla kitap ve çeşitli gazetelerde düzenli köşe yazıları yazdı. Gelman'ın oğlu ve hamile olan gelini 1970'lerde askeri hükümet tara-
Emeğin Sanatı 153. Sayı fından kaçırılmış ve öldürülmüşlerdi. Resmi rakamlara göre Arjantin'de 1976-1983 arasındaki askeri rejim döneminde yaklaşık 20 bin kişi kayboldu. Ancak insan hakları grupları bu rakamın en az 30 bin olduğunu söylüyorlar. Juan Gelman, 1990 yılında oğlunun cesedini teşhis etti. Oğlu öldürüldükten sonra kum ve çimento ile dolu bir varilin içine gömülmüştü. Gelini Maria Claudia'nın kalıntılarını bulmak ise mümkün olmadı. Fakat 2000 yılında, Maria Claudia'nın kızını, yani öldürüldüğünü sandığı torununu bulmayı başardı. Çocuk Uruguay'da hükümet yanlısı bir aileye teslim edilmişti. Tüm acılarına karşın, Juan Gelman'ın eserlerinde hayat sevgisinin ön plana çıktığı söylenebilir. Ancak Gelman, aynı zamanda ülkesinin siyaseti ile kendi acı deneyimlerini yansıtan, sosyal ve siyasi eleştirilere de eserlerinde geniş yer vermiş bir yazar olarak biliniyor.
TİYATRO SANATÇISI VE YAZAR KEMAL BEKİR’İ YİTİRDİK Tiyatrocu, öykücü, romancı Kemal Bekir(Manav), 13 Ocak 2014 Pazartesi günü, saat 21:00’de tedavi gördüğü hastanede yaşama veda etti. Kemal Bekir, 1924 yılında Denizli-Çivril'de doğdu. İlk ve ortaokulu Denizli ve İzmir'de okudu. 1949'da Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümünü bitirdi. Devlet Tiyatrosunda oynadı. Yazar Kemal Bekir, 1951 Komünist Tevkifatı Davası’nın sanıklarından ve o zamanın işkenceleriyle adını duyurmuş, birçok ünlü ismi de bir güzel ‘ağırlamış’ yaygın ismi ‘tabutluk’ olan Sansaryan Han’ın bir hücresinde geçirir kendisine biçilen süreyi.(Hücre anılarından yola çıkar5ak daha sonra Hücre roımanını yazmıştı.) Hapisten çıktıktan sonra muhasebeci olarak çalıştı. 1959'da İstanbul Şehir Tiyatroları'na geçti; oyunculuk ve yönetmenlik yaptı. 1980'den sonra İstanbul Devlet Tiyatrosunda görev aldı. 1989'da emekliye ayrıldıktan sonra 1995'e kadar Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sannatlar Fakültesinde ders verdi. İlk şiiri İstanbul dergisinde çıktı (1944). Sonra romanlar ve oyunlar yazdı. Yerli ve yabancı birçok romanı oyunlaştırdı. İzmir'de yayınlanan Fikirler dergisinin hemen her sayısında hikâyeleri çıktı (1947-1950, 36 sayı). Hikâyeleri: Fatma Hanımın Erik Ağacı (1970), Bayrama Yakın (1975). Romanları: Hücre (1952), Yabancılar (1958), Kaçaklar (1961), Kanlı Düğün (1997). Oyunlarından Utanmaz Adam'ı Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın aynı adlı romanından, Düşüş'ü Nahit Sırrı Örik'in Abdülhamid Düşerken adlı romanından oyunlaştırdı.
Sayfa 65 Toplu oyunları Mitos-Boyut Yayınları’nca yayınlanmakta olan yazarın ölümünden önce yayınlanan son kitabı Unutmamak, Kasım 2013’te Remzi Kitabevi’nce basıldı. Unutmamak kitabının sunuşunda şöyle seslenir Kemal Bekir; “Amacım, kronolojik bir anılar bütünü oluşturmak değil. Yaşamöykümü yüreğinden vuran o “unutmadıklarım”ı yeniden zihin imbiğimden geçirmek. Yeni bir yüzyıla ulaşabilmiş varlık olarak “unutmadıklarım” sayesinde ya da “unutmadıklarım”a rağmen bir özeleştiri platformuna ulaşmak. Belleğimin sakladıklarını yazarak biçimlendirmek, sorgulamak, paylaşmak… Paylaşmak… belki de bir şeyleri anımsatmak… unutmamak… unutturmamak adına…” (www.evrensel.net)
ŞAİR ADNAN AZAR’I SONSUZLUĞA UĞURLADIK! Sosyalist şair, yazar, sinemacı Adnan Azar'ı, 10 Ocak Cuma günü geçirdiği bir rahatsızlık sonucu kaybettik. Mücadelesi, mücadelemizde yaşayacak! 1956 yılında Rize'de doğan, 1976 yılından bu yana kimi edebiyat ve sanat dergilerinde şiirleri yayımlanan şairin, bir de Uçurumlar adını verdiği öykü kitabı bulunmakta. 1991 yılında çektiği İstanbul 24 saat ve Batık Aşklar Müzesi (Altın Koza En iyi kurgu ödülü) filmlerinin yanı sıra kimi dizilerin de yönetmenliğini yaptı.
ELELE GİTTİĞİMİZ biliyor musunuz giderek azalıyoruz böyle sen bir susuşa doğru kırılarak ben senin susuşunun ardında nereye gitsek orada olmuyoruz biliyor musun giderek azalıyoruz muyuz böyle akmaktadır günler belki bunlar son rüzgârlardır çünkü neye değsek ellerimiz yanıyor yaz kimliksiz bir gülle orda kalakalmış yaz kalsın orda çocukluğum ağlasın burada bakışlarımızı sular bağmaktadır ADNAN AZAR
Emeğin Sanatı 153. Sayı
#YAĞMUR KONULU YİTİK ÜLKE ÖYKÜ YAZMA YARIŞMASI Yarışmaya en çok 2 kısa öyküyle katılabilinir. Öyküler için yazım sınırı en fazla 1 sayfadır. Word dosyası halinde özgeçmiş/yazar adı/iletişim bilgileri (açık adres-telefon-sosyal medya adresleri [Bu, güvenlik içindir ve gerektiğinde yazara ulaşmak için iletişimsel olarak kullanılacaktır]) topluca iletilmelidir. Mahlasla yazılan öyküler kabul edilmeyecektir. Yazılacak öykü, anahtar sözcükle ilgili olmalı, onu anlatmalı, öykünün içinde o olmalı, yazım tarzında yazarlar özgürdür Katılmak için, Twitter üzerinde @yitikulkeyayin adresini takip edilmeli. www.yitikulke.com sitesinden detaylı bilgi alınabilir. Yazılan öyküler yitikulke@yandex.com adresine gönderilecektir.. Bu adrese iletilmeyen öyküler yarışma dışıdır. "Yağmur" konulu öykü yarışmasına son katılım tarihi 10 Şubat 2014’tür.
Yitik Ülke kitap seti her hafta, öyküsü seçilip Yitik Ülke sitesinde (www.yitikulke.com) yayımlanan yazara/yazarlara hediye edilecektir. Kitap setleri Yitik Ülke Yayınları'nca belirlenir ve kazanan yarışmacıya kargo ile, ulaşımı alıcıya ait olarak 10 gün içinde yazarın belirttiği adrese gönderilir.
SERKAN ENGİN’İN ŞİİRLERİ DÜNYA DERGİLERİNDE! Serkan Engin'in iki şiiri, A.B.D.'nin Portland şehrinde faaliyet gösteren uluslararası edebiyat dergisi “Spilt Infinitive”de yayınlandı. Pasifik Üniv. Yüksek Lisans Bölümü çıkışlı beş editörün yönetiminde iki ayda bir yayımlanan “Spilt Infinitive”, son sayısında Serkan Engin'e ait “Broken Apprentice” (Kırık Çırak) ve “My Family(!) and Dialectic” (Ailem(!) ve Diyalektik) adlı şiirlere yer verdi. Türkiyedeki dergicilik politikalarını protesto etmek amacıyla dergilere artık şiir göndermeyen Serkan Engin, kendi şiirlerini; kendisi ya da dostları aracılığıyla çevirerek dünya edebiyat dergilerine göndermeye devam ediyor. Şiirleri, dünya dergilerinde de büyük ilgi görüyor.
Sayfa 67
2013’TE KİTAP ÜRETİMİ YÜZDE 12 ARTTI Türkiye Yayıncılar Birliği’nden yapılan açıklamada, toplam kitap sayısının nüfusa oranına göre, 2013 yılında kişi başına 7,1 kitap düştü. Kitap üretimi yüzde 12 arttı: “Türkiye Yayıncılar Birliği’nin Kültür ve Turizm Bakanlığı ISBN Ajansı, Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü ve Yayımcı Meslek Birlikleri Federasyonu’ndan (YAYFED) edindiği bilgilere göre; 2013 yılında Türkiye’de 47.352 çeşit (başlık) kitap yayınlandı 2013’te toplam 536.259.040 adet kitap üretildi (MEB tarafından okullara ücretsiz dağıtılan ders kitapları dahil). Bu kitaplar için 330.017.405 adet bandrol satın alındı. Böylece, 2012’de 293 milyon adet olan bandrol satışı 2013 yılında yaklaşık 40 milyon adetlik bir artış göstermiş oldu. En fazla bandrol alınan ay, 39 milyonla Eylül ayı oldu. En fazla bandrol kullanılan iller ise İstanbul (217.294.601 adet), Ankara (77.561.189 adet) ve İzmir (20.769.368) şeklinde sıralandı. Kitap türlerine göre yaklaşık değerlerdeki bandrol satışları ise şöyle: Eğitim kitapları 90 milyonla ilk sırada, çocuk kitapları 63 milyon adetle ikinci sırada, inanç türündeki kitaplar 62 milyon ile üçüncü sırada. Yetişkin kurgu türündeki kitaplarda bandrol satışları 60 milyon adede ulaşırken yetişkin kurgu dışı kitaplarda 35 milyon bandrol satıldı. Akademik yayınlarda bandrol satış rakamı 20 milyona ulaştı. TÜİK rakamlarına göre Türkiye’nin nüfusu (02.01.2014 itibariyle) 75.627.384. Toplam kitap sayısının nüfusa oranına göre, 2013 yılında kişi başına 7,1 kitap düştü. 2012'de Türkiye'de 42.337 çeşit (başlık) kitap yayınlanmış, 480.257.824 adet kitap üretilmişti. Kişi başına düşen kitap sayısı 6,4’tü. 2013 verileri göz önüne alındığında, geçen yıla göre yayınlanan kitap çeşidinde % 11,6, üretilen kitap adedinde % 12 artış olduğu görülüyor. UNESCO verilerine göre Türkiye 2013 yılında 42.337 çeşit (başlık) kitapla dünyada 13. sırada. Uluslararası Yayıncılar Birliği’nin (IPA) 2013 araştırmasına göreyse Türkiye 1 Milyar 682 milyon Euro ciro ile dünyanın en büyük 13. yayıncılık sektörüne sahip.”
BABÜR PINAR’DAN ÖNEMLİ BİR YENİ KİTAP: ALLAH İNANCINI KULLANMA PRATİĞİ Allah inancını, dini politikada, borsada ve hayatın her anında kişisel çıkarlar için kullananların her köşede karşımıza çıktığı bu günlerde, Babür Pınar’ın kitabı bu gerçekliği sorguluyor, ayrıntılarıyla dini kullanma pratiğini gözlerimiz önüne seriveriyor.. Nitelik Kitap’tan yayınlanan kitapla ilgili olarak tanıtım bülteninde şu sözlere yer veriliyor:
Emeğin Sanatı 153. Sayı “Medyumlar, insanların duymak istediklerini algılayarak, bu isteklerini kullandılar ve onlara duymak istediklerini söylediler. Din referansınıpratiğin öznesi kılan siyasetçiler ve din adamları da "dinin toplumsal meşruyetine" sırtını yaslayan medyumlardı. Aynı iddianın toplumsal kabul edilirliğini kullanıp, medyumun sahtekar, din adamının " normal olduğunu söylemek; dine resmiyet atfederek, daha etkili kullanımının yolunu açtı.”
DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ ÇEŞİTLİ ETKİNLİKLERLE KUTLANIYOR 14 Şubat kutlanıyor.
Dünya Öykü Günü çeşitli etkinliklerle
Ankara’da dünya öykücülerinin katılımıyla düzenlenecek etkinlikte, soruşturma ve tartışmaların yanı sıra bir de 2 aylık bir dergi çıkarılıyor. Etkinlikte, katılan yazarlar arasından, 80 Sonrası Öykü ve Roman konulu bir soruşturma yapılacaktır.
KÜRT EDEBİYATINDA YENİ BİR SAYFA: WÊJE Û REXNE Kürtçe edebiyatın gelişimiyle birlikte ortaya çıkan, edebiyat eleştirisi açığını kapatmaya aday Wêje û Rexne dergisi, yayın hayatına başladı Diyarbakır, Mardin ve Kızıltepe’de bir grup Kürt edebiyatı öğrencisi tarafından yayın hayatına başlayan Wêje û Rexne (Edebiyat ve Eleştiri) dergisi edebiyat eleştirisi yapan ilk Kürtçe dergi. Diyarbakır Okuma Kulübü ile Qoser (Kızıltepe) Okuma Grubu’nun öncülüğü ve işbirliği ile ortaya çıkan bu dergi yeni yılın ilk günlerinde raflardaki yerini alarak Kürt edebiyatı için adeta bir yeni yıl hediyesi oldu.
Sayfa 69 Hem Kürt edebiyatından hem de dünya edebiyatından ciddi çalışmaların yer aldığı dergide eleştirmen Haşim Ahmedzade ile yapılmış geniş çaplı bir röportaj yer alıyor. Toplum, edebiyat ve Kürt romanı üzerine, uzun soluklu yapılan röportajda, farklı yaklaşımlarla karşılaştırmalı bir Kürt edebiyatı analizi bulunuyor. Röportaj dışında dergi bu sayısını özel olarak “Edebiyatta Yersiz Yurtsuzluk” konusuna ayırmış. Dosya konusu dışında, klasik ve modern Kürt edebiyatı üzerine de yazılar mevcut. Derginin Kürt edebiyatına getirdiği bir başka yenilik de çeviri makalelerin çokluğu. Îngilizce, Fransızca ve Türkçe’den toplamda yedi makale çevrilmiş. Bu makalelerin çevrilmesi de tamamıyle Kürt edebiyatında eleştiri geleneğinin oluşturulmasına yardımcı olacak nitelikte. Bunun dışında da dergide son bölüm olarak, edebi eleştiri geleneğinin oluşturulmasına hizmet etmek için edebi eleştiri klasiklerine ve Kürt edebiyatında eleştiri klasiklerine yer verilmiş. Hem çeviri metinlere yer verilmesi hem de klasik metinlerin dergide yer alması, bir anlamda derginin bir eleştiri laboratuarı görünümü kazanmasını da sağlamış. Derginin editörü Davut Yeşilmen, Kürtçe’nin, üzerinde bilimsel analiz ve araştırmaların yapılan bir laboratuvar olduğunu belirtiyor. Yeşilmen’e göre günümüze kadar yapılan çalışmalarla günden güne artan Kürtçe kitap ve yayınevleri bunun en büyük göstergesi. Yeşilmen, bu niceliksel ve niteliksel artış sonucunda hem Kürt edebiyatının edebi seviyesinin hem de okurların ‘iyi’ edebiyat beklentisinin arttığını söylüyor: “Bu ihtiyaç nedeniyle iki yıldan daha fazla süredir Kürt edebiyatı üzerine çalışmalarımızı yürüttüğümüz okuma gruplarımızın çalışmaları sonucu bir araya gelerek sadece edebi eleştiri, araştırma ve analizlerin yapıldığı bu dergiyi yayınlama gereksinimi duyduk.” Günümüze kadar bir çok Kürtçe edebi derginin çıktığını ve Wêje û Rexne dergisinin bu dergilerin mirası üzerine kurulduğunu yalnız bir yönüyle diğer dergilerden farklı olduğunu ifade eden Yeşilmen, dergide edebi eleştiri, teori, analiz ve araştırmalarına dönük çalışmalar yaptıklarını ve yayınlanan her şeyin belli bir program ve ihtiyaç çerçevesinde yayınlandığını belirtiyor. Kürt edebiyatında yeni bir kapı açacak gibi görünen dergi, dört ayda bir yayınlanacak. Mayıs Sayısı’nın içeriğine de değinen Yeşilmen, Di Wêjeyê de Avakirina Qerekter û Tîpan (Edebiyatta Karakter ve Tiplerin Yaratımı) özel dosya konusu dışında, Kürt ve Dünya edebiyatı üzerine her türlü edebi eleştiri, analiz ve araştırmalara da yer verileceğini söylüyor. Aynı zamanda Kürtçe’nin Kurmancî lehçesi dışındaki diğer lehçelerde de yazılar bulunuyor ve bulunmaya da devam edilecek.(DEMOKRAT HABER)
OSMAN COŞKUN 4. KİTABI “ÇARE” ÇIKTI Emeğin Sanatı dostlarından Şair Osman Coşkun’un 4. Şiir kitabı “ÇARE” yayınlandı. Çıngı Yayıncılıktan yayınlanan “Çare” adlı yeni kitabında “Çare” sözcüğünü “ellerin, gözlerin, sözlerin, dillerin, saçların ve dizlerindir” sözleriyle tamamlayan Osman Coşkun bu kitabında Birey, aşk, varlık-yokluk ve insan çerçevesi içinde ince duyarlığa dayanan şiirleri yer almaktadır.
Emeğin Sanatı 153. Sayı
Osman Coşkun’un şiirlerinde, yalnızlığı ömrüne perde gibi çeken, ayaklarını ayın serin sularına daldıran, aydınlık yarınlar adına akşamları ateşe veren ince, titiz bir işçilikl vardır. Gündelik yaşamın maddeye dayalı kalın söylemlerini farklı bağdaştırmalarloa inceltir, soyutlar; sevimli ve biraz da ironili bir bakışla oturtur şiirine.. “Benim adım Senin adından sonra yazılsın Adın adımın yanına kazılsın Havva ile Adem gibi Dünya durdukça Adın adımla beraber anılsın”
ADNAN SATICI’NIN DİZELERİ BAM TELLERİMİZİ TİTRETİYOR HÂLÂ... Yeni Türkü ve Behçet Aysan şiir ödülleri sahibi şair Adnan Satıcı’yı, 13 Şubat 2007 günü, 45 yaşında yitirmiştik. Diyarbakır'da 1962 yılında doğan Satıcı, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Edebiyat öğretmenliğinin yanı sıra yazarlık da yapan Satıcı'nın şiirleri, Edebiyat ve Eleştiri, Evrensel Kültür, Papirüs, Sanat Rehberi, Yarın, Yaşam İçin Şiir, Yeni Düşün, Yeni Olgu gibi dergilerde yayınlandı. 1983 Yeni Türkü Şiir Ödülü ve 1995 Behçet Aysan Şiir Ödülü sahibi Satıcı'nın 1985'te Ülkesiz Şarkılar, 1994'te Yerçekimine Uyan Portakal Çiçeği, 1996'da Dokuzuncu Blues, 1999'da ise Hep Unutur Uzaklardaki adlı kitapları yayımlandı. Yazar Aydın Çubukçu, Adnan Satıcı’nın ardından acısını dile getirerek, “En çok isyan kaldı ondan geriye. İsyanı, başeğmemesi, hiçbir aşağılık insanla uyuşmazlığı kaldı. Bol bol toplayalım onları. Sadece kendimize değil diğer insanlara da, emekçilere, yoksullara, çocuklara da dağıtalım. Bir türkü ölürse eğer ancak, ona da ‘öldü’ diyebiliriz” diye konuştu. Şair Şükrü Erbaş ise Satıcı’nın bugün mazlum halkların, kültürlerin, kimliklerin özgürlüğüne dair bir türkü okuduğunu anlatarak, “Yalancı bir öfkeydi Adnan” diye konuştu. Yazar Hicri İzgören ise ona iyi bakamadığını üzüntüyle ifade ederek, ona sadece Diyarbakır’dan bir avuç toprak getirebildiğini söyledi. Namık Kuyumcu da O’nun çok iyi bir insan, çok iyi bir şair ve devrimci olduğunu dile getirerek, özgür bir dilin özgün şiirlerini yazdığını söyledi.
Sayfa 71 Adnan Satıcı kendini şu satırlarla anlatıyordu: “Yazıyorum ya,ha ben ha pişmiş tavuk! Gerçi tüylerin yolunmadan da mutlu bir hayat sürdüğüm söylenemezdi.Belki de aklına her geleni Kılçığını ayıklamadan söyleme cüreti , mutsuz hayatımın aramağınıdır bana.Belki de sırf bu yüzden müthiş bir gevezeyim.Belki de ağaçlarının her biri çatlamış kalın kabuklarla kaplı , güvenliğinin üstüne tir tir titreyen bir mırıltı ormanında yaşamak tad vermiyor bana.Durup durup beklenmedik sesler çıkarışım , ya yanlış anlaşılmam ya da hiç anlaşılmamam bu yüzden." Tutarlı bir dünya görüşü ve yaşama bakışıyla, lirikliği ve dokunaklılığı kırılma noktalarından yakalayan şiir tarzı, yeni bir soluk olarak 80’li yıllarda başlayan serüveni 2007’de bitiverdi. Satıcı, “...boşluğa asılan Ferhad kandili zamanın fanusunda/balkıyan çığlık ister ki, ölmekle de sönmesin...” dizelerinde dediği gibi, şiirleriyle hiç unutulmayacak, sönmeyecek. URUK ÇAĞ sürpriz yok, özgelik sizlere ömür alışverişte gram kaçırmıyor dijital teraziler birebir ölçekli aşk kuramına göre yargılıyorlar oracıkta asıveriyorlar itiraz edenleri şaşılası bir incelikle çözülüyor sorunlar kültür sülünleri salınıyor yapma ormana avlıyorlar ve fakat şimdilik yemiyorlar tanımamazlıktan geliyorlar sorulduğunda yarışılmaz bir şeydir oysa, kanıt gerekmez o odur, durmadan su verir güzelliğine bir daha solmaz bir kere yeşeren çiçek öteki de öteki, ne olmuş yani gülü sevmek için niye menekşeden nefret etmeli ADNAN SATICI
ŞAİR DİNÇER SEZGİN ÖLÜMÜNÜN 3. YILINDA ŞİİRLERİYLE HEP ARAMIZDA!.. 19 Ocak 2010 günü sonsuzluğa uğurladığımız Dinçer Sezgin’i yitireli üç yıl oldu. Torbalı'da 1939 yılında doğan Dinçer Sezgin, Çanakkale Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsünü bitirdi. Bir süre öğretmenlik yapan Dinçer, TRT sınavlarını kazanarak bu kuruma geçti. TRT'de 28 yıl boyunca bir çok kademede görev alan Sezgin, emekli olduktan sonra Radikal Gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Sezgin'in 30'un üzerinde şiir, roman ve hikaye türlerinde yazılmış kitapları bulunuyor: Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisinin kendisiyle yaptığı bir söyleşide, şiire
Emeğin Sanatı 153. Sayı
bakışını şöyle ortaya koymuştu: “Aşksız bir şiir olabileceğine de inanmıyorum. İster kavga şiiri yazın, ister slogan şiiri içerisinde ya umut vardır ya da umutsuzluk. Yani içerisinde bizi hüzne götüren bir yan mutlaka vardır. O nedenle de benim şiirlerimde bunlar hep ön planda yer tutar. Ne var ki az önce de söyleyecektim unuttum: Benim şiirimde hüzün, acı ve yalnızlığın yanında umut da vardır. Benim şiirim umutsuz bir şiir değildir. Umutsuzlukla biten ve tümüyle karamsarlıktan yana olan, içerisinde barış, sevgi ve umut olmayan şiir yazmamaya çalışıyorum. Sevgi acı verir ama tatlıdır. Ben bu gizli umutlu yanı şiirlerime saklamaya çalışıyorum. Açık açık söylemem belki ama birazcık dizeler ve sözcüklerin derinliğine inildiğinde bunu yakalayabilir insan. Başarabildiysem ne mutlu bana…” Onu şu dizeleriyle selamlıyoruz:
ÇAĞRI Artık bu kent seni çağırıyor biliyor musun? Kuşların dilinden düşmeyen bir şarkısın bu sevdanın neresinden bakılırsa bakılsın kentimin talihi kanatlarında uçuyor. Ne zaman kalemi elime alsam bir şiir gibi sayfalarıma uçar gelirsin
artık bu kent seni çağırıyor haydi kalk, gel. alnının yokuşundan okunuyor zulme başkaldırmanın güzelliği sürdüm yanına geldim, anla işte bir parça daha verdim kanımdan
DİNÇER SEZGİN KIRK KUŞAĞI ŞAİRLERİNDEN AKINCIOĞLU ŞİİRLER, HÜZÜN VE UMUT KOKUYOR HÂLÂ... Şubat 1979 yılında yitirdiğimiz 1940 kuşağının şiirleri hüzün ve umut kokan şairlerinden NiyazıAkıncıoğlu’nu saygıyla anıyoruz. İlk şiirlerini "Haykırışlar" adlı kitapta toplayan Akıncıoğlu, daha sonra dönemin önemli dergilerinde İnsan, Ses, Yeni Edebiyat ve Yürüyüş gibi dergilerde şiirleri yayımlandı. 1950 yılında Kırklareli'nde "komünistlik" suçlamasıyla yargılandı, iki yıl tutuklu kaldı ve aklandı. Genç yaşına karşın Kırklı yılların en ünlü şairleri arasına giren, adı Nazım Hikmetlerle, Orhan Şaik Gökyaylarla, Attila İlhanlarla, Faruk Nafiz’lerle birlikte anılan, şiire yeni bir tat, yeni bir hava getirdiği kabul edilen Niyazi Akıncıoğlu birden sustu. Cezaevinden çıktıktan sonra içine kapandı. Münzevi bir yaşama yöneldi. Ölümünden sonra tüm yapıtları “Umut Şiirleri” adıyla yayınlandı.
Sayfa 73
Niyazi Akıncıoğlu şiirlerinde divan ve halk şiiri motiflerinden ustaca yararlanmasını bildi. Halk şiirinin söyleyiş özelliklerini ve sesini başarılı bir şekilde kullandı. Asım Bezirci onun için, "Akıncıoğlu -Nâzım Hikmet'ten sonra, ama Enver Gökçe ve Ahmet Arif'ten önce- halk şiirinden yararlanan ilk toplumcu şairdir" demekte. Kuşaktaşı ve arkadaşı Mehmed Kemal, onun için şunları söylüyordu: “Edebiyat alanına çıkarken büyük şairlerin tavrı ile çıkmıştı. Çıkışında yücelik, şairlik vardı. Birkaç dize yazmış, kendini kabul ettirmişti. Onunla aynı büyük şiir yazanlar anılırken, dergilerde yazılar çıkarken; cezaevi sonrası şiirden uzaklaşır gibi olduğunda unuttular ve unutturdular…. Bir şiir dili kurmayı becermişti. Ama dili geliştirmek, daha çok işlemek direncini gösteremedi, gösterebilme fırsatı vermediler…” Ölümünden sonra tüm yapıtları, Hacan Yayınlarınca “Umut Şiirleri” adıyla yayınlandı. Akıncıoğlu, karamsarlığa yer vermeyen, gelecekten umutlu şiirler bırakmıştır gelecek kuşaklara. O, kendi şiirini olgunlaştırmasına, demlenmesine fırsat verilmeyen bir kuşağın şairi olarak şiirleriyle belleğimizde yaşayacaktır hep.
"Nakışında bülbül ötmüyor, Çiçek açmıyor kumaşların. Çatlamış arından kanter içinde: Toprağın derdi büyük, Başağın yükü ağır Silâh çatmış ifritler harman yerinde; Kulakları sağır, Gözleri kör.
Görmüyorlar güneşi, Bu sesi duymuyorlar; Nankör, nankör insanlar. Bu ses ki pervaz-pervaz, Bu ses ki şehir-şehir, Ve köy köy ve dağ dağ, İnsanın sesidir; insanı arar." (Vatanlar Masalı şiirinden)
PUŞKİN YAPITLARIYLA YOL GÖSTERİYOR BİZE... Rus ve Dünya Edebiyatının en büyük şair-yazarlarından Puşkin’i 10 şubat 1837’de yitirmiştik. 38 yıllık yaşamında verdiği yapıtlarla Dünya Edebiyatında silinmez bir iz bırakan Puşkin, ölümsüz yapıtlar üretmesinin yanında özgürlükçü, korku bilmez ve atılgan kişiliğiyle de şairlere, yazarlara yol göstermeye devam etmektedir Puşkin, çağdaş Rus Edebiyatı’nın oluşmasına en çok katkıda bulunan yazın ve düşün adamıdır. Puşkin, klasik Batı edebiyatını ve Rus halk ruhunu sentezleyerek, Rus Edebiyatı’nda gerçekçilik akımını başlatan sanatçıdır. Belinski'nin sözleriyle Puşkin'in şiiri; “fantastik, düşsel, yalancı ve hayali denecek kadar ideal olana yabancıdır. Gerçekliğe bütünüyle nüfuz eder; Puşkin, yaşamı toz
Emeğin Sanatı 153. Sayı pembe göstermez, ancak onu doğal, gerçek güzelliğiyle ortaya koyar.'' Şairin sanatsal gelişimindeki bu yeni yönelimi ve bunun niteliğini ilk farkedenlerden biri Gogol’dur. ''Puşkin Üzerine Birkaç Söz''adlı makalesinde: “Puşkin, olağanüstü bir olaydır” der. Dostoyevski ise, “Bana kalırsa aynı zamanda bize gelecekten bir haberdi Puşkin. Evet, biz Rusların arasına tıpkı bir peygamber gibi geldi. Petro’nun devrimleri üzerinden koca bir yüzyıl geçmişti, kendi gerçek benliğimizi yeni yeni kavramaya başlamıştık. Puşkin’in gelişi önümüzdeki karanlık yola yeni bir ışık saçtı, bize yardımcı oldu. Bu anlamda Puşkin bize gelecekten haberler getiren peygamberimizdir” demişti. Gerçekçilik, Puşkin'in 1830’lu yılları sanatsal yaratıcılının temel bileşenidir. Şair, yaşamının en zor dönemlerinde bile gerçekliği büyük bir dikkatle izlemekten vazgeçmez. Gerçek dünyadan, toplumsal yaşayıştan, insana özgü özlemlerden ve duygulardan sapan her şeyi kararlı bir biçimde reddeder.' Puşkin, her şeyden önce şairdir. Ona asıl ün kazandıran yapıtları, Rus ve Dünya edebiyatına bıraktığı ölümsüz şiir mirasıdır. Ama öykü ve romanlarıyla da dünya ölçüsünde ünlü ve önemlidir. Rus Edebiyatının öncü şair ve yazarlarından Puşkin’i, 10 şubat 1837’de yitirdik. 38 yıllık yaşamında verdiği yapıtlarla Dünya Edebiyatında silinmez bir iz bırakan Puşkin, ölümsüz yapıtlar üretmesinin yanında özgürlükçü, korku bilmez ve atılgan kişiliğiyle de şairlere, yazarlara yol göstermeye devam etmektedir.
TUTSAK Zindandayım, nemli bir karanlıkta Beslediğim genç kartal, avluda, Altında parmaklıkların çırpıyor kanatlarını Gagalarken kanlı bir yiyecek parçasını, Gagalıyor ve fırlatıyor, gözleri pencerede, Sanki aynı arzuyu taşıyor benimle. Bakışı ve çığlığıyla diyor ki tutsaklık yoldaşım: “Vakit geldi artık, uçalım dostum, uçalım!” Bizler özgür kuşlarız, hadi davran! O beyaz dağa doğru, daha öteye bulutlardan, Denizin gökyüzüyle buluştuğu maviliklere, Sadece rüzgârın ve benim gidebildiğimiz o yerlere... PUŞKİN (1822 / Türkçesi: Ataol Behramoğlu)
Sayfa 75
21 ŞUBAT ANA DİL GÜNÜNDE DİLLER YOK OLMAYA YA DA YOK SAYILMAYA DEVAM EDİYOR... Günümüzde egemen dillerin azınlık dilleri üzerindeki baskıları sürüyor. Ülkemizde Başta Kürtçe olmak üzere diğer azınlıktaki halkların dilleri de var olma kavgası veriyorlar. Her yıl, dünyada bir dil son kullananı ile birlikte ölüyor. Kürtçe gibi kimi diller yok sayılarak “bilinmeyen dil” gibi acayip sıfatlarla görmezden gelinmektedir. Her ne kadar, görünürde Kürtçe’nin üstündeki baskılar kaldırılmış gibi görünse de yaşanılanlar, durumun hiç de böyle olmadığını gösteriyor. Kürtçe, belli bir mücadele ile sıfırın üstüne çıkmış ve çabalarını sürdürmekte ise de, diğer diller yerel ağız durumuna ötelenmektedirler. Çerkezce ve Lazca’da yeni başlayan uyanış ve çalışmalar, şovenbaskılarla durdurulmak istenmektedir. UNESCO’nun yayınladığı atlasa göre Dünyada 2500 dil tehlikede. Türkiye’de tehlikede olan (100 yıl içinde bir dili konuşacak çocuk kalmayacak ise dil tehlikede kabul edilir-bir dili konuşan hiç çocuk kalmamışsa dil ölü kabul edilir) dil sayısı ise 18: “...kaybolma tehlikesini en az hisseden diller “güvensiz” (unsafe) olarak nitelendiriliyor. Bir dilin bu kategoride yer alması “çocuklar tarafından da konuşulmasına rağmen bazı alanlarda kısıtlanması” anlamına geliyor. UNESCO’nun çalışmasında Abhazca, Adığece, Çerkesçe (Kabartayca) ve Zazaca Türkiye’de “güvensiz” olarak nitelendirilen diller; “Açıkça tehlikede” (definitely endangered) seviyesinde değerlendirilen ikinci grupta Abazaca, Hemşince, Lazca, Pontus Yunancası, Romanca, Süryanice ve Ermenice (Batı) yer alıyor. Bu dillerin kaybolma tehlikesine gerekçe olarak “çocuklar tarafından anadili olarak öğrenilmemesi” gösteriliyor; “Ciddi anlamda tehlikede” (severely endangered) kategorisi genelde toplumun en yaşlı nesli tarafından konuşulan, orta nesil tarafından anlaşılabilen ancak kullanılmayan ve çocuklara öğretilmeyen dilleri içeriyor. Gagauzca, Ladino ve Turoyo bu kategoride değerlendiriliyor; “Son derece tehlikede” (critically endangered) kategorisine Türkiye’den giren tek dil Hertevin. Bu dilin sadece en yaşlılar tarafından, nadiren kullanıldığı kabul ediliyor; “Kaybolmuş” (extinct) diller Kapadokya Yunancası ve Ubıhça, adı üzerinde, dünyada tek bir kişi tarafından bile konuşulmuyor” Dilbilimciler, bugün dünyada 5 bin ile 6700 arasında dilin konuşulduğunu söylüyor. Bunların en az yarısı, belki de daha çoğu gelecek yüzyılda ortadan kalkmış olacak. UNESCO yöneticisi Koichiro Matsuura "Bir dilin kaybı birçok kültürel kayba da yol açar, şiirlerden efsanelere, özdeyişlerden fıkralara kadar. Dillerin kaybı insanlık için biyoçeşitliliğin de kaybıdır, çünkü diller doğa ve evren hakkında birçok bilgi taşır" diyor. Diller, onu konuşan insanlarla yaşar. Bugün dünyada egemen güçlerin insanlar ve diller üzerindeki baskısı sürüyor. Zorunlu göçler, katliamlar, yasaklamalar, insanlarla birlikte dilleri de susturuyor. Gelecek yıllarda kim bilir kaç dilin daha yok oluşuna tanık olacağız. Bu yok oluşlar karşısında dünyadan toplu bir çığlık yükselmedikçe gezegenimizden daha çok sesler eksilecek
Emeğin Sanatı 153. Sayı
UMUDUMUZUN VE KAVGAMIZIN ŞAİRİ: HASAN HÜSEYİN… Edebiyatımızda 1940 kuşağı sonrası sosyalist gerçekçi edebiyatımızın önemli gür seslerinden olan Hasan Hüseyin Korkmazgil’i, 26 Şubat 1984’te yitirmiştik. 28 yıl sonra da, çağımızın dayattığı ve pompaladığı bütün ezilmişlik, bütün tükenmişlik, bütün siniklik, bütün döneklik bombardımanlarına karşın onun şiirleri, dağlardan okyanuslara, kırlardan kentlere bir çağlayan gibi gürlemekte, yankılanmakta..... Hasan Hüseyin, 1940 kuşağı ile 1960 kuşağı arasında şiir yazmaya, yayınlamaya başladı. Ama o dönemin parlak akımı 2.Yeniye bulaşmadı Buna karşın 2. Yeniyle gelen dilin kullanım özgürlüğünü, anlamın akışını daraltmadan işledi... Şiirleri çok sesli bir koronun haykırışı gibidir. Şiirlerindeki bu nitelikler, onu çağdaş ve daha eskilerin içinde öne sürükledi... Bir dönem, Nâzımdan sonra en fazla satılan şiir kitapları onun kitapları oldu. Kitapları toplatıldı. Şair, zindanlarda kelepçelerinin karasında ak güvercinler gibi şiirler yazmaya devam etti. Edebiyatımız bugün de çelik mengeneye alan fildişi kule baronları önce onu görmezden geldiler... Ama baktılar ki, bir sel gibi önüne dikilen burjuva eleştirmenlerin bentlerini yara yara geliyor... O zaman yarı buçuk, Hasan Hüseyin’i kaale alma zorunluluğu duydular.... Artık kendileri eleştirmeye çekindiler.. Ama yanlarına çekerek özlerini boşalttıkları fildişi kule solcularına eleştiri yazdırdılar Hasan Hüseyin için. Bugün de Hasan Hüseyin’in şiirlerine dudak bükenler, onun ölümü üzerinde geçen bunca zamana karşın şiirlerinin gençliğinden hiçbir şey yitirmeyişi karşısında şaşalamaktan başka bir şey yapamıyorlar. Onun şiirleri dünyanın bütün nehirlerinde “kızılırmak kızılırmak” akmayı sürdürüyor. Eşi Azime Korkmazgil’in şu sözleri onu daha iyi anlatıyor: “Bu seslenişte, asla bezginlik yoktur, bunalmışlık yoktur; herhangi bir inancın yitirilişi ve davaya boşvermişlik yoktur. Umut, bir noktada öfkeye yenilirse, öte yandan çıkar günışığına. Ozan kendini, yaşamın orta yerinde bir görev yüklenmiş olarak bulmuştur; bundan caymak, buna sırt çevirmek, ölümle yenilgiyle yokoluşla eşanlamlıdır. O buna, ürettiği hiçbir yapıtta geçit vermez. Gözünün değdiği her alanda eleştirmen, düzeltmen ve eğiticidir. Şu yandan bakınca karanlık gördüğünü evirir çevirir, ışıklara yöneltir ve okuruna öyle sunar. Hem halk çocuğudur, hem de halkçıdır. Günün 24 saati ona yetmez; bir çığır, bir ipucu bir yolak bulmuştur, atlar zıplar gerilir atılır engeli aşar, gözünü diktiği ışığa kavuşturur bilinci. Yenik düşse, kanter içinde kalsa, kolu kanadı kırılsa da vazgeçmez: Onun için vargı bellidir, silkelenir, işini sürdürür. Felsefesi bu; mutluluk yorulmamakta, üretmekte, güzel bir şey yapmakta, yaptığını savunmaktadır. insancıdır; hem birey önemlidir
Sayfa 77 onun şiirinde, hem toplum; ikisinde de gerçekçi, fakat kıyasıya eleştiricidir. Israr, en büyük özelliği; ozan ve yazar, halkın gözü ve kulağı olmalı, umut ve dayanıklılık aşılamalıdır. Züppelikten, çıtkırıldımlıktan ve gevezelikten tiksinir; onun gözünde aydın, aydın olmanın ciddiyetini ve sorumluluğunu taşımalıdır; değerleri, estetik beğençten süzmelidir, seçtiğine sahip çıkmalıdır. Kötümserlik, karamsarlık aşılamaya hakkı yoktur aydının!.." Hasan Hüseyin şiiri, şiirin gereklerini düşünceye feda ediş yanlışlarını düzeltmiş, böylece şiirin gereklerini yalnızca şairane söylemde arayan; teknik sonuçları, o tekniğin taşıdığı yüke göre değerlendiren ve bunun sonucu olarak da, beğeniyi kısırlıktan kurtaran bir şiir anlayışını ortaya çıkarmıştır. Hasan Hüseyin, şiiri; derin duyarlılığı, gür sesi, geniş soluğu, renkli hayali, işlek Türkçesiyle diyalektik bir görüş ve insancıl bir bakışa yaslanan hayat ve tabiat sevgisi, barış ve özgürlük tutkusu, devrim ve bağımsızlık özlemiyle kaynaşan bir şiir düzeyine yükseltmeyi başardı. Dün Kavel Direnişini dalgalandıran şiirleri, bugün de grevci işçilerin, direnişçilerinin ağzında, bağlamanın, gitarın tellerinde daha güzel bir dünya özlemiyle çınlamaktadır.
GÖRSEL ÇALIŞMA: ADNAN DURMAZ
Emeğin Sanatı 153. Sayı
FAŞİZME KARŞI DİRENİŞİN ÖLÜMSÜZ ŞAİRİ: RENÉ CHAR... Fransız şair René Char 14 Haziran 1907'de L'Îsle-en-Sorgue'da doğdu, 19 Şubat 1988'de Paris'te öldü. Avignon Lisesi ve d'Aix-en-Provence Üniversitesi'nde öğrenim gördü.İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi işgaline karşı Direniş Hareketi'nde görev alarak Provence bölgesinde 'Yüzbaşı Alexander' takma adıyla bir taşra çetesinin komutanlığını yaptı. Savaştan sonra doğduğu yer olan L'Îsle-en-Sorgue'a yerleşti. René Char kendinden sonraki kuşakları hem biçem hem de içerik açısından etkilemiştir. Başlangıçta Gerçeküstücülüğü benimsemiş, sonradan uzaklaşmış; özdeyişler ve yoğun imgelerle gelişen kısa ve özlü şiirler yaratmış, mağrur ama gösterişsiz bir alay içeren, yer yer ahlaksal bir boyut taşıyan ekonomik ve son derece içe dönük kavramsal şiire yönelmiştir. Düzyazı şiirler de yazan Char, karşıt düşünceleri iç içe geçirişiyle Heraklitos-Heidegger esintileri de barındıran farklı ve özgün bir söyleyiş elde etmiştir. 1966'da tüm yapıtları için Eleştirmenler Ödülü'nü (Prix des Critiques) almıştır. Şiire bakışını bir yazısında şöyle anlatır: “Ozanım ben, ey aşkım, senin ufkunun doldurduğu kurumuş kuyuların yöneticisi. Yaşamın yalanladığı, ozanın yeğlediği deneyim. Şiirin merkezinde, bir çelişki bekliyor seni. Hükümdarındır o senin. Dürüstçe savaş onunla. Şiirde, dönüşmek uzlaştırmaktır. Ozan gerçeği söylemez, onu yaşar; ve onu yaşayarak, yalana dönüşür. Musaların çelişkisi: şiirin doğruluğu. Şiirin dokusundaki gizli tünellerin, uyum odalarının, aynı zamanda da gelecek öğelerinin, güneş siperlerinin, aldatıcı yolların ve birbirlerine seslenen varlıkların sayısı eşit olmalıdır. Ozan bir düzen oluşturan tüm bunların salcısıdır. Ve başkaldıran bir düzendir bu. Ozanlar, alarm çanlarının çocukları. Şiir ölümümü çalacak benden. İnsanın kendisiyle ve dünyayla ilgili bir parçacık hata olmadan, ilk sözcüklerde bir tutam saflık olmadan şiire başlanamaz. Şiir büyük bir sevinçle elimizde tuttuğumuz, bize göründüğü anda, kırağıyla kaplı sapının üstünde, çiçeğin çeneğinde, geleceği belirsizleşiveren o olgunlaşmış meyvedir. Bak işte yine baş başayız, ey Şiir. Geri döndünse, bir kez daha seninle, genç düşmanlığınla, dingin uzam susuzluğunla boy ölçüşmem ve sahip olduğum o denge sağlayıcı yabancıyı senin sevincin için hazır etmem gerekiyor demek.”
Sayfa 79
RED TÜRKÜSÜ __Partizanın işe başlaması__ Şair, uzun yıllar için babanın hiçliğine döndü Onu seven sizler ne olur çağırmayın. Eğer kırlangıç kanadının toprakta bir aynası kalmadı diye düşünüyorsanız biraz unutun bu mutluluğu. Acıyı tasarlayan artık kızaran ölgünlüğün içinde görümez oldu. Ah, güzellik ve gerçek öyle kılsın ki kalabalıkça varolun kurtuluş salvolarında! RENE CHAR (Türkçesi: Okay Gönensin) AYDINLIĞIN ÖNCÜSÜ GİARDANO BRUNO KARANLIĞA KARŞI MÜCADELEDE YOL GÖSTERİYOR… "Pişmanlık duyacağım hiçbir düşünceyi benimsemedim. Siz karar verirken korkuyorsunuz. Ama ben onu dinlerken korkmuyorum." Bu sözlerin sahibi Giardano Bruno, 17 Şubat 1600 günü odun yığınlarına doğru ilerlerken donuk ve solgundu, işkenceler yüzünden çok kan kaybetmişti. Güçsüz ve zayıftı. Etleri bazı yerlerden kemiğine kadar parçalanmıştı. Eklemleri tekerlek işkencesinden yırtılmıştı. Odun yığınına götürüldüğünde yüzüne öpmesi için İsa'nın çarmıhtaki yontusu tutuldu. O, küçümseyen bakışla kafasını çevirdi. Yüzlerce Romalının toplandığı çiçek meydanında odunlar tutuşturuldu. Yel ateşi körükledi. Alevler Bruno'nun ayaklarına yaklaştı. Elbisesini sardı. Papazlar dikkat kesilmişti. Bruno hiç olmazsa bu son dakikada pişman olup fikirlerinden döner miydi? Umutları boşunaydı, Bruno'nun ağzından ne bir söz, ne bir inilti çıkacaktı... İnsanlık tarihi, özgürlük yürüyüşüdür. İnsan bilinçlendikçe özgürleşmiş, özgürleştikçe bilinçlenmiştir. Tarih boyunca mutluluğu ve özgürlüğü arayan insanoğlu, karşısında hep zorbalığı
Emeğin Sanatı 153. Sayı bulmuş, işkencelerle, ölümlerle, baskılarla dolu yolda ilerlemiştir. "Başkaldırıyoruz o halde varız" diye haykırıldığı zaman insanlık tarihi başlatılmış ve özgürlük yolu açılmıştır. Ölüm kararını Bruno'ya bildiren yargıç, ondan şu cevabı almıştır: "Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz". Bruno’dan bize kalan önemli bir miras da şu sözde saklıdır: "Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım."
BERTOLT BRECHT FAŞİZME KARŞI KAVGAYA OMUZ VERİYOR HÂLÂ... Faşizme karşı ürettiği yapıtlarıyla meydan okuyan şair, yazar düşünür Bertolt Brecht’in doğumunun 115. Doğum yıldönümünü kutluyor; mücadelesini sürdürmeye devam ediyoruz. Büyük insan Brecht, 10 Şubat 1898 yılında doğmuştu. Brecht, 1. ve 2. paylaşım savaşları, Hitler faşizminin vahşeti ile birlikte yaşadığı dönemde edebiyattan şiire, sinemadan tiyatroya kadar değişik alanlarda birçok eserler verdi. 50’yi aşkın oyun, yüzlerce şiir, film senaryoları, radyo oyunları… “Sanat üretimdir” diyordu. Yaklaşık otuz yıl boyunca kılı kırk yararak, önüne çıkan birçok zorluğu devirerek, yaratıcılığın sınırlarını zorlayarak soluk soluğa geçen bir yaşam. Tiyatroda çığır açan “epik tiyatro”… Diyalektiği sanatına uygulamak, Brecht’in epik tiyatrosunun çıkış noktasıdır. Sanatı sınıf savaşına hizmet etmeli, onun üreten bir parçası olmalı, düşündürtmeli, kavratmalı, ateşlemeli… seyirci, sınıf savaşımının aynasında kendini görür gibi izlemeleri tiyatroyu, şartlarını görebilmeli. Başka türlü de olabileceğinin kıvılcımları çakmalı beyninde. Brecht’in sınıf mücadelesine sanatsal cepheden sunduğu katkılar ve eserlerinde burjuvazinin çıbanbaşlarını delmesi, ölümünden sonra bile burjuvazinin ona yönelik saldırılarını sürdürmesine neden oldu. Şurasını biliyoruz ki, Brecht’te temel olan, eserlerindeki devrimci öz, devrimci dönüştürücülüktür. Bugünün devrimci sanatçılarının da Brecht’ten alacakları şey, bu olmalıdır: 0
Sayfa 81
KOMÜNİZME ÖVGÜ/BERTOLT BRECHT Akılcıdır o, anlar herkes. Kolaydır. Sen sömürücü değilsin, onu anlayabilirsin. Senin için iyidir o. Sor ve ara onu. Aptallar aptalca der ona. Ve pislik içinde yüzerler. Ona pis derler.
Sömürücüler onun suç olduğunu söyler. Fakat biz şunu biliriz, O sonudur suçun, O çılgınlık değil sonudur çılgınlığın O bilmece değil Tersine çözümdür O basittir. Fakat güçtür gerçekleştirilmesi…
ÇAĞRI / BERTOLT BRECHT Doğrudur yıldırımın düştüğü, yağdığı yağmurun, Bulutların rüzgarla sökün ettiği. Ama savaş öyle değil, savaş rüzgarla gelmez; Onu bulup getiren insanlardır. Duman tüten topraktan bahar boyunca, Dökülüp yükselir birden gökyüzü. Ama barış ağaç değil, ot değil ki yeşersin: Sen istersen olur barış, istersen çiçeklenir. Sizsiniz uluslar, kaderi dünyanın. Bilin kuvvetinizi. Bir tabiat kanunu değildir savaş, Barışsa bir armağan gibi verilmez insana: Savaşa karşı Barış için Katillerin önüne dikilmek gerek, ” Hayır yaşayacağız!” demek. İndirin yumruğunuzu suratlarına!
Böylece mümkün olacak savaşı önlemek. Onlar demir çeliği elinde tutan birkaç kişidir, Yoktur karabasandan bir çıkarları Dünyaya bakıp “ne küçük” derler, Bir şeylerle yetinmezler acunda, Para hesap eder gibi hesaplıyorlar bizi, Savaş da bu hesabın ucunda. Ürkmeyin tutmuşlar diye suyun başını: Korkunç oyunları, davranın, bitsin. Söz konusu olan çocuğundur, ana: Koru onu, dikil karşılarına, Biz milyonlarca kişi Savaşı yener miyiz? Bunu sen bileceksin. Bunu biz bilecek, biz seçeceğiz. Bir de düşün “Yok!” dediğini: Düşün ki savaş geçmişin malı ve barış taşıyor gelecekten.
ÇEVİRİ : ATTİLÂ TOKATLI
Emeğin Sanatı 153. Sayı
DURAKSAYANA
Diyorsun ki, davamıza hayrı yok bu gidişin. Karanlık gitgide, diyorsun, derinleşiyor. Güçler azalıyor, diyorsun, gitgide. Bunca yıl, diyorsun, çalış çabala, sonunda ilk günden daha güç bir duruma düş. Oysa işte düşman her zamankinden daha kuvvetli. Yenilmez gibi de görünür. Biz de hatalar yaptık, bu inkar edilmez. Sayımız yavaş yavaş azalmada. Sloganlarımız orda burda dağınık. Düşman sözcüklerimizin bir kesimini çarpıttı. Bugüne dek söylediklerimizden hangisi yanlış şimdi? Bir kısmı mı, yoksa hepsi mi? Güveneceğimiz kim var artık? Arta kalanlar mıyız bizler yaşayan bir ırmaktan fırlatılmış? Geride mi kalacağız kimseyi anlamadan ve hiç anlaşılmadan? Yoksa şans mı gerek bize? İşte senin sordukların bunlar. Ama kimseden bir yanıt bekleme, yanıtını da kendin ver.
BERTOLT BRECHT Çeviri : A. KADİR - Gülen AKTAŞ
EMEĞİN SANATI E-DERGİ
Aylık Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi Yıl: 8 Sayı: 153
Yayınlayan: Emeğin Sanatı Kolektifi © Dergide yayınlanan eserlerin her türlü hakkı şair ve yazarlarına aittir. Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir. Yayın, Tasarım, Düzenleme: Ali Ziya Çamur
Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler. Facebook grup adresi: https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Twitter adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati
UNUTULMUŞ ŞAİRLERDEN UNUTULMAZ ŞİİRLER-82
GÜZEL HABER / Mehmet Karabulut Doğrulanırsa haber Göllerden yeni çıkmış İçi güneş dolu Irmaklar gibi çamların arasından Denize akarım dosdoğru. Doğrulanırsa haber Sabahı beklemem Kaptığım gibi Davulla geçerim işçi mahallesinden. Doğrulanırsa haber Ben bu ovaya Bir halı sererim her yanı çiçek Çeker uzatırım öteki ovalara İşçiler de tutarsa bir ucundan.
Doğrulanırsa haber Harmanlara koşarım ivedi Güneydeki o geniş ovalara Güzel haber geç gider Sivas ötesinde kara batarım. Doğrulanırsa haber Tez çıkarım kardan Süphan eteklerinde gün güneş olurum El olur sevgi memesinden Süt sağarım gül kokulu.
TÜRK DİLİ DERGİSİ, Sayı:281, Şubat 1975