Aylık Sosyalist Sanat E-Dergisi Yıl: 11 Sayı: 185 Nisan / 2017
EMEK VERENLER / İÇİNDEKİLER ABDULLAH KARABAĞ ADNAN DURMAZ ALPER SANCAR ASIM GÖNEN B.KORKANKORKMAZ BEKİR KOÇAK
BEKTAŞ ÇAĞDAŞ BURCU TÜRKER BÜLENT AYDINEL CEM EREN ERCAN CENGİZ FEYYAZ KADRİ GÜL
ÖN KAPAK 1 ÖN İÇ KAPAK GÜLTEN AKIN 2 EMEK VERENLER İÇİNDEKİLER 3 EMEĞİN SANATI’NDAN 185. MERHABA EMEĞİN SANATI SUNU YAZISI 4 BU SAYININ SAVSÖZÜ AFŞAR TİMUÇİN 5 Akkor Zamanı ADNAN DURMAZ ŞİİR 6 Akordeon / Türkü FEYYAZ KADRİ GÜL ŞİİR 7 Gece Yarısı Depreşimleri ASIM GÖNEN ŞİİR 8 Küçük Dalgacık SEMAHAT ÜNAL ÖYKÜ 9 Sen Bir Gül Tutuşturursun... BÜLENT AYDINEL ŞİİR 11 Aşk Çıkmazı HASAN ÇAPİK ŞİİR 12 Öfkenin Suları Yine Hırçın BEKİR KOÇAK ŞİİR 13 Bir Şiirin Öyküsü HAYDAR DOĞAN ŞİİR-ÖYKÜ 14
GALİP ÖZDEMİR HALDUN HAKMAN HASAN ÇAPİK HAYDAR DOĞAN HIZIR İRFAN ÖNDER MEHMET GİRGİN
MERİÇ AYDIN MUAMMER ERTURAN MUSTAFA ÖZGÜR MUZAFFER GÜL NECİP TIRPAN OĞUZ ATEŞOĞLU
Adı Siyahidir Kadının Rüzgârsız Mevsimler A. KARABAĞ VEDAT KOPARAN ŞİİR ŞİİR 17 38 Bozkırın Sankülotları Rüzgâr Öğüdü-3 GALİP ÖZDEMİR MEHMET GİRGİN ŞİİR Aforizmalar 18 39 Firari Yürek Dik Duran Nikbinlik: Sabahattin Ali BEKTAŞ ÇAĞDAŞ TEMEL DEMİRER ŞİİR DENEME 19 40 Ben İşte Oradayım Karikatür ADNAN DURMAZ MUSTAFA ÖZGÜR DENEME 49 20 Kuyu Aşk Mektubu Görülmüştür TEMEL KURT SEMA LALE ŞİİR ŞİİR 50 25 Yüreğini Eline Al Unutamadığı Yüzleri HALDUN HAKMAN CEM EREN ŞİİR ŞİİR 51 26 Şeker Panzehir BURCU TÜRKER MUAMMER ERTURAN ŞİİR şiir 52 27 Umut Göçebe Kuşlar Frekansı ERCAN CENGİZ YAŞAR DOĞAN ŞİİR ŞİİR 47 28 Edebiyatın Ölümsüz Şövalyesi: Şiirimizde TopL. Başkaldırılar – Puşkin-3 10 BEDRİYE KORKANKORKMAZ ALİ ZİYA ÇAMUR MAKALE ARAŞTIRMA 53 29 Ah Be Bahar Karikatür MUZAFFER GÜL MUSTAFA ÖZGÜR ŞİİR 35 64 Sanma ki Aşktan Öte Yalnızlık HIZIR İRFAN ÖNDER MERİÇ AYDIN ŞİİR ŞİİR 36 65 Yeniden Serseri Bir Çıldırış Üzerine Monolog NECİP TIRPAN OĞUZ ATEŞOĞLU ŞİİR ŞİİR 37
SEMAHAT ÜNAL SEMA LALE TEMEL DEMİRER TEMEL KURT VEDAT KOPARAN YAŞAR DOĞAN ALİ ZİYA ÇAMUR
Öylece Benden ALPER SANCAR ŞİİR 67 Dizelerde “Şiir ve Şair” A.Z.ÇAMUR SEÇKİ 68 Yaşam ve Sanatta Bir Ayın İzdüşümü 69 Nisan Ayında Önemli Günler 77 DÜNYA EMEK-BARIŞ- DEMOKRASİ ŞİİRLERİ 113 Devrim Türküleri YEVGENİ YEVTUŞENKO(SSCB) ÇEVİRİ ŞİİR 114 Bir Avuç Fransız Aydını Düşmana Hizmet Etti PAUL ELUARD(FRANSA) ÇEVİRİ ŞİİR 115 Aldatma STANİSLAV K. NEUMANN(ÇEK CUMHURİYETİ) ÇEVİRİ ŞİİR 116 şİİR SANDOR PETÖFİ(MACARİSTAN) ÇEVİRİ ŞİİR 117 Dünya ŞairleriKısa Biyografi DERGİ KÜNYESİ 118 GÖRSEL/METİN OKTAY RIFAT 119 Olsaydım N. OĞUZ. B. DAĞLIYAN KONUK ŞİİR 120
EMEĞİN SANATI’NDAN 185. MERHABA Merhaba, Yalanın, onursuzluğun, ahlâksızlığın din adına yükselişe geçirildiği günlerdeyiz. Kendilerini kurtarmak isteyen diktatör, her türlü yetkiyi eline geçirebilmek amacıyla şimdi de ucube bir başkanlık hayalleri peşinde her yolu mubah görerek kendi sonunu hazırlarken kendinden başka kimseyi umursamıyordu. Anadolu halklarının yükselen, gürleyen “Hayır” çağrısı, YSK + AKP ortaklığıyla yok sayıldı. İki milyon hırsızlık oyuyla diktatör cephesi halkın umutlarını bir kez daha gasp etti. Ancak bu sahte zafer, onlar için bir Pirus zaferi olacaktır: Çünkü Anadolu halkları, Artık ak sarayın sırça bir köşk olduğunu bir kez daha gördü. Bizler için biten hiçbir şey yoktur. Mücadele katmerlenerek yükselecek, demokrasi ve özgürlük mücadelesi içinde, sırça sarayları başlarında tuzla buz edilecektir. 17 Nisan 2017, onlar için çöküşün başlangıç günü olacaktır. Elbette diktatör ve yalakaları da boş durmayacaktır. Toplumsal çatışmaları körükleyecekler, kendilerine sonsuz bir iktidar yolu arayabilmek için, iç savaş dahil, her yolu deneyeceklerdir. Ama elbette başaramayacaklar.... Bütün planlarını, bütün tasarılarını boşa çıkaracağız.... 17 Nisan sabahı diktatörün oyunlarına rağmen yeni bir mücadele günü başlayacak. Keyfi işten çıkarmalara, KHK’lara karşı mevzi mevzi direnilecektir... Bu süreçte gözü pek, yürekli, korku bilmez devrimci sanatçılara da önemli görevler düşmektedir. Bu bağlamda söz Adnan Durmaz’ın: Sınıflı toplum ve her aşamadaki kapitalist toplumda eğitim, bir cıvata, bobin, anahtar, çivi vb üretme işidir, sistemin çalışması için. Anahtarlar ayar verir: polis, yandaş medya, gammaz, yalaka, yalama... Sanatçı ayar tutmaz, madeni öyledir ki, insan kalır; zindanlara, dar ağaçlarına karşı… Zulümle ayar verilmeye çalışılmıştır bin yıllardır sanatçıya —tabii benim sözünü ettiğim muhalif devrimci sanatçıya— ama o ölmüş, ipe boynunu uzatmış; insan kalmıştır. Devrimci aydın da aynı kategoridedir. Ona da ayar veremezsiniz. Sistemin her türlü zulmü ve sunduğu nimetiyle ayar verilemeyen insan türüne sanatçı ve devrimci denir… Bir de zenginlerin duvarlarını süslemek için zamanın gelip geçici beğenilerine göre çizen ressam; kahvaltıdan sonra güne hoş başlama yazıları yazan kalem erbabı, bu zulüm ikliminde son çözümlemede gericiliğe hizmet eder. Akşam yemeğinden sonra sindirimi kolaylaştırmak için kalemini kullanarak hoş ve ancak küçükburjuva havsalasına uygun imge labirentleri kuran, böylece şair olduğunu sanan şair de, sadece sistemin alçaklığını unutturan, insanları olmayan hayallerle oyalayan, filmler üreten sinemacı tayfası da onlara, sistemin devasa uyutma-uyuşturma makinasına yağ üreten birer yağdanlık ve yalakadan başka bir şey değillerdir Söz NizarKabbani’nin: “Dostlarım/ başkaldırmıyorsa, nedir ki şiir? / azgınları ve azışları devirmiyorsa, nedir ki şiir? / zamanda ve mekânda/ sarsıntı yapmıyorsa, nedir ki şiir? / kisranuşirevan’ın başındaki tacı / yere çalmıyorsa, nedir ki şiir?”
EMEĞİN SANATI
BU SAYININ SAVSÖZÜ Gerçek bir sanat yapıtı başka yapıtlarla yerde ve zamanda özdeşleşmek istercesine kendi dışına taşar.gerçekte her kişi kendini başkalarıyla, her ülke kendini başka ülkelerle, her çağ kendini başka çağlarla tanır, öğrenir. Bunun gibi her sanat yapıtı da uzamda ve zamanda kendisine şu ya da bu uzaklıkta duran başka yapıtlarla doğrulanır. İnsanın bilinçli bir varlık oluşuonu uzamlılık ve zamanlılık içine yerleştirmiştir. Bilinçli olmak demek, belli bir belleği, belli bir yargılama gücü olmak, izlenimlerini imgelere imgelerini kavramlara, kavramlarını fikirlere dönüştürebiliyor olmak demektir. Yalnız belleği olanın bilinci vardır. Bu da bizi zorunlu olarak uzamlılığa ve zamanlılığa bağlar. Her sanat yapıtı uzamlılık ve zamanlılık içinde en geniş ve en yetkin yansıtıcılığı gerçekleştirmeye çalışır. En güçlü sanat yapıtları insanı ve evreni en doğru biçimde hem de uzam ve zaman boyutlarında en geniş açılmalarla yansıtabilen yapıtlardır. Hiçbir yetkin sanat yapıtı yoktur ki gününü yansıtmasın, geçmişi tartışıp eleştirmesin, geleceği tasarlamasın. Yetkin olmayan sanatçı yapıtlarıyla insanlık tarihine önemli katkılarda bulunamayan sanatçıdır. Böyle bir sanatçı çok zaman bir bilgi eksikliğinden, bazen bir bakış sakatlığından, genellikle de birbirini tamamlayan şeyler olan her ikisinden ötürübir çok şeyi, bu arada toplumu içinde kendini, evreni içinde toplumunu, geçmişle gelecek ilişkileri içinde şimdiyi doğru ya da bütünsel olarak kavrayamamış adamdır. Onda zamanlılık olanakları da uzmanlılık olanakları da çok kötü kullanılmıştır. Bunda elbette başlıca sakatlık, kültür eksikliğinden doğan sakatlıktır. Kültür insanı dünyaya bağlayan şeydir, insan evrensellik boyutuna ancak kültürle ulaşabilir. Kıscasıher sanat yapıtı, her güçlü sanat yapıtı belli bir yetkin bilinçlilikten beslenmiştir. Bu bilinç de en yetkin anlamıyla yaşam bilincidir. Bilmek, daha doğrusu yaşamı bilmek sanat yapmanın ilk koşulu gibi görünüyor. Belli bir yaşam bilinciyle gerçekleştirilmişyapıtlarda biz bütün bir evrene bütün insana ulaşırız. Onlarla insana giden yolları buluruz, bütün bir evrene açılan yolları buluruz. Onlarda bir insanlık sorunundan ya da birkaç insanlık sorunundan bütün insanlık sorunlarına varırız. Onlar insanı oyalamaktan, eğlendirmekten, öfkelendirmekten , inandırmaktan, güldürüp ağlatmaktan ötede düşündürme ve bilinçlendirme işlevini yerine getirirler.
AFŞAR TİMUÇİN (Yaşam ve Sanat) Yazko Edebiyat, Sayı 2, Aralık 1980
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
AKKOR ZAMANI “Şimdi akkor zamanıdır ve yakında yalnız ışık görülecektir.” Jose Marti
sarı başaklı tarlalar karıncanın da hakkı var dağı taşı kim yağmalar zulme köstek vuran gelir karanlıkta uyur köyler ne söylesen kabul eyler saltanatı kanlı beyler soyunuza kıran gelir sürünürler karın karın haberi olmaz bayların harcı kanlı sarayların ahir ömrü viran gelir bomba- gaz- kurşun yağmuru acıyla karar hamuru öfke eritir demiri etten kale ören gelir darağacında üç fidan her meydanda olmuş orman dirilir aldığın her can karşınıza duran gelir kelepçe pranga emir kimi tutsak edebilir zındanın kapısı demir bir tekmede kıran gelir meydanda koşan bir çocuk gözleri ışıktan boncuk yarına büyür tomurcuk zulme hesap soran gelir
ADNAN DURMAZ
AKORDEON Bir akordeon gibi açılır gün körükle zamanın ateşini
TÜRKÜ Sessizliğinden çaldığım çığlık kuş tufanıdır Onlar ki anlamazlar bizim hangi kan ve denizle aşka çılgınca nakışlandığımızı Sis içinde görünsek de şafağa adanmıştır türkümüz
FEYYAZ KADRİ GÜL
Siyah beyaz tuşlarında yüreğinin ezgisi yoldaş olsun seher yeline Pencereyi aç güneş girsin içeri umudunu sürdür şiire ve aşka
FEYYAZ KADRİ GÜL
Sayfa 7
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
GECE YARISI DEPREŞİMLERİ ‘biz hiç coşkuyu yaşamadık ki onun için hep mey dinler sessizci ağlarız yumup gözlerimizi başını bulutlarla bağlamış pare pare dağlara bakarız'' viranelerde baykuşlar öten bir akşamdım güneş batarken gökyüzünün karardığı kanatları kırık bir gurbet kuşuydum keskin dağların yolları kurt sesleriyle bağladığı kendine akan bir hasret suyuydum kül yağıyordu üzerine çiçeklerin ben gözlerimi oyuyordum ay ışığından kefenler biçtiğim bulutları çırılçıplak yavrularıma meçhul bir cinayet gibi giydiriyordum bu muydu diyorum yıldızlara ayın on dördüne bu muydu diyorum kan damlalarından kıpırtılarını gökyüzünün ve mezarını bağrıma kazıdığım çığlıkların adresini dağların karanlık ardına soruyorum nerdesin diyorum elleri gül tutana yüreği mavzer tutana nerdesin diyorum çıkarıp gözlerimi kör kuyularda salaca yatanlara kendini tüketen bir kandil gibi veriyorum
ASIM GÖNEN
Sayfa 9
KÜÇÜK DALGACIK Semahat ÜNAL RESİM: SEMAHAT ÜNAL
Küçük dalgacık, çırpındı kayalıkların kenarında, sonra, dağıldı Akdeniz'in mavi sularında. Arkasından bir dalga daha çarptı kayalıklara.Biraz daha büyükçe idi,aştı küçük kaya parçalarını.Daha büyük kayalar karşıladı dalgayı,dalga dağıldı, kayaların arasından aktı denize. Bir dalga,bir dalga daha...Yedinci dalgayı bekliyordu Suna. Yedinci dalga en büyüğü olurmuş dalgaların.Balıkçılar denizde takip ederlermiş yedinci a dalgayı. Hışımla geldi yedinci dalga, küçük kayalar duramadı karşısında eridiler, kayboldular denizin içinde. Sonra büyük kayalar karşıladı cesur dalgayı, aştı büyük kayaları. Sonra ... Beton duvarlar çıktı karşısına. Çarptı beton duvara hırsla. Dalgadan kopan parçalar, aştı beton duvarın arkasına. Akdeniz'in temmuz sıcağında yanmıştı beton duvar,emdi küçük dalga parçacıklarını çekti içine. Dağıldı dev kayaların arasına dalga, aktı denize doğru. Küçük kaya parçalarını aldı içine, denizin derinliklerine sürükledi, Deniz, verdiğini geri alırmış.İnsanoğlu ne kadar büyük setler oluştursa da denizden aldığı na, o kadar yıkıcı olurmuş intikamı denizin. İçi ürperdi Suna’nın: "Abla, mısır alırmısın?" Satıcı çocuğun sesiyle irkildi Suna. "Mısır alır mısın abla?”
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
Çocuğa yüzünü döndü, göz göze geldiler. “Hocamm!..."Gözlerini kaçırdı bir an,sonra gülümsedi. "Hocam siz miydiniz?" Suna gülümsedi çocuğa, "Hangi şubedeydin oğlum sen?" "5- F Hocam." "Aferin oğlum, sen ikinci değerlendirmede kaç almıştın?“ Çocuk,yere baktı önce, sonra Suna’nın gözlerine değdi gözleri. "Dosya getiremedim hocam, tamamlayamadım." Suna gülümsedi çocuğa: "Hadi git sat mısırlarını,yarında dosyanda ne varsa getir, bakayım.“ Çocuk koşarcasına ayrıldı Sunanın yanından. Suna, arkasından seslendi: "Oğlum, sana benden,artı on beş puan." Çocuk duraksadı önce, sonra Suna’ya döndü, gülümsedi. Daha yavaş adımlarla, parkın içinde gözden kayboldu.Kaybolmak mı? Çakıldı gözlerine, çocuğun kara gözleri, kaldı öylece.
a
"Bazı çocuklar, sadece okulda çocuk oluyor. Kim bilir, kaç zamandır büyük adamların yükünü taşıyor omuzlarında. Kim bilir, kaç zamandır, okul çantasında saklıyor çocukluğunu, hem de, en gizli köşesinde. Onun için oyun oluyor sınıfa ilk girdiğinde düşündüğü. Öğrenmek mi? Öğretmiş zaten yaşam ona güzelce dünyanın bucağını köşesini. Güzel resim yapmak mı? Sıcak renkler, soğuk renkler hangileridir? Öyle mi? Hangi rengi, hangi renkle birleştirirsen hangi renk çıkar? Ellinin körü çıkar.” diye Suna, söylendi kendi kendine: "Elinin körü çıkar" Sahile daldı yeniden gözleri. Küçük dalgacık, didişmekteydi büyük kayalarla. Kayalığın sahile değen uçları kayganlaşmış, pürüzsüzleşmişti. Usanmaz ki dalgacık, yorulmaz. Belki on, belki yüz, belki de bin yıl sonra Toroslar'ın eteğinde, Toros dağlarına kafa tutar dalgacık. Kim bilir? Çocuk büyür...
SEMAHAT ÜNAL
Sayfa
11
SEN BİR GÜL TUTUŞTURURSUN BİZ TANIRIZ ÖYKÜSÜNÜ Bir kışı eskitirsin uzun mevsime çıkarsın Trenlerden kıvılcım düşer ardında bir gar kalır Dağ seni terk etmemiştir sen ondan gitmişsindir Doruklarda bunun tanığı masmavi bir kar kalır Su bulanır dize yanar bir kafiyeyi öpersin Öptüğün yer kızarır utangaç bir bahar kalır Silahtan mülteci şehir şehirden iltica kahır Çatışılmış bahçelerden yarına bir nar kalır Sen bir gül tutuşturursun biz tanırız öyküsünü Karadeniz yıkılır ejderha takalar kalır Ey çılgın saldırısı kahrolası zulümlerin Yürek deriz destursuzdur tavrı yadigar kalır
BÜLENT AYDINEL
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
AŞK ÇIKMAZI bakışların sözcüklere vurulmaz aşk bağ bozumu senin fırtınadan bakmışım gönlüne hep çöle çalışmışım çekilme sularında anlamak geri getirmeye yeter mi kara delikteki güneşimi kulak ver yine de denizin yitirir bu martıya akış değiştiren aşka kalsın karar.
HASAN ÇAPİK
Sayfa 13
ÖFKENİN SULARI YİNE HIRÇIN sen benim küçük harflerime taktın anlaşılan onlar korkmuyor kentlerin vurulmuş seslerinden onlar uykusuzluğa yuvasızlığa sızı bak avuçlarına orta yerinde gözgöze tarih dipnotlu kitaplarda belgesiz fısıltılar keser iflahını iyi niyetin ufkunu bekler sessiz bir ihtirasla bildik bir mevsime dair zirveyi tutmuş borsa menkulü misafir önünde resimli tepsilerin hazzı fincan fincan kahve yeni değil ki bir kere telvesi bir çocuk çığlığı oluyor bir alaza kesmiş küheylan çaprazda fişeklikler onları nasıl tanısın şimdi kocaman kocaman caddeler bak bak tam işte şurda fal işi tanı seni çağırmıyor mu bu uğultu kuşlar varla yok arası bulutlar fukara maskarası kuşlar dalıyor suların buharına güzellikler saklıyor ötüşleri yıldızlar kaçamak kanatlarında kış bitti diyorsun lodos kendine yakışanı yapıyor köprü altı sokaklar soluğu buz barınaksız sakladığı düşleri ortaya bırakıyor haberi bu yarının kan sızıntılı donuk dudaklarının
BEKİR KOÇAK
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
BİR ŞİİRİN ÖYKÜSÜ...
Haydar DOĞAN
a
Aralık 2016'nın başlarıydı. İstasyon'da taksi sırasında bekliyordum. Soğuktu. Biranda güneş yüzünü göstermişti. Boş duvara sırtımı dayayıp kış güneşinin sıcaklığını yüzümde hissetmiştim. Güzel bir güneşti. İranlı bir arkadaş uzaktan bakarak gülümsedi. Cep telefonunu çıkarıp duvar dibine tünemiş olan görüntümü aldı. Anında bana da yolladı. Ankara'da kar yağıyordu o sırada. Nuriye Gülmen, İnsan Hakları Anıtı önünde açıklama yaparken gözaltına alınıyordu. Arkadaşın çektiği fotoğrafın altına "alkışla, alkışla soğuk ellerinle, bahar gelsin kara kışta" diye not düşmüştüm. O fotoğrafı gören Nazlı Düşgün taa uzaklardan karakalemle çizerek yollamıştı bana. Sevmiştim beyaz duvar dibindeki kara çizilen beni. Eve varıp biraz daha uğraştım o ilk dizelerle. Bir şiirin ilk dizeleri elime geçmişti artık. Ne edip edip bunu geliştirmeliydim. Ama olmuyor. Yazmak için oturduğunda
Sayfa 15 yazılmıyor. Kendiliğinden akıp gelen diziler bir yerden sonra tıkanıyordu. Aylarca o ilk dizeler öylece kala kaldılar. Semih Özakça anıtın yanında "Turnam gidersen Mardin'e" adlı türküyü söylerken bir anda baygınlık geçiriyordu. Öğretmen olan eşi Esra Özkan Özakça da khk faşizmi ile işinden edilmişti o anda. Haber Anıtın oraya gelmişti. Mehmet Özer hep direnişçilerin yanında. Makinası yanında eksik olmaz. Esra öğretmenin de ihraç haberine Nuriye Gülmen göz yaşı dökmüştü. Mehmet ağabey o anı görüntülemişti. Kırmızı önlük üzerine bir damla düşmüştü. Diğeri daha gözde bekliyordu. Düştü düşecek. Herkesin ohal faşizmine sustuğu bugünlerde; bitti, bitirdik dedikleri anda küllerimizden yeniden doğan anka kuşu olduğumuzu Nuriye Gülmen Akademisyenin o gözyaşlarında gördüm. "Bu damla küle can verecek" diye yazdım o anda bir kağıda. Katlayıp cebime koydum. "Bir damla göğsüne, bir damla yere inecek, Bahar böyle gelecek sokağa". Soğuktu yaşadığım yer. Ankara soğuktu. Ve kar biriktiriyordu bulutlar. Hep baharı özlüyorduk. Yüksel Caddesinin sağında, solunda kafeteryalar dizilidir. Bir kere görmüştüm sadece. Çay içmişliğim de vardı o caddede. Anıtın üstü o zamanlar karla kaplıydı. Şair Nevin Koçoğlu ile kitapçıları dolaşıyorduk. Sonra Mülkiyeler Birliği Lokali'ne kendimizi zor atmıştık. aSoğuktu. Beyazdı Ankara, beyazdı İnsan Hakları Anıtı ve Kardelen Sokağının başında duran levhanın altında Ahmet Arif okumuştum Nevin'e. Baharı o günlerde de düşünmüştük. İki yıl önceydi Nevin Koçoğlu'na "bahar gelir mi buraya ?" diye sorduğumda. Duvarın dibinden kalkıp taksiye doğru gittim. Durgun bir iş günüydü. Kimsenin göremeyeceği bir durağa çekilip arabayı çalışır bıraktım. Isınmıştı artık arabanın içi. Isınmıştı ellerim. Sürükleyip götürüyorlardı Nuriye'yi ogün de. Acun öğretmen kalp ameliyatı geçirmişti. Veli Saçılık'ı omuz altlarından tutarak götürüyorlardı. Semih öğretmen'in başına üşüşmüşlerdi. "Bu sokaktan bir bahar geçecek. Kökü toprakta, gövdesi kabuk bağlamış, taptaze bir bahar düşecek" diyerek çoğaldı ilk dizelerle. Yazıp bir köşeye ya da Şair Nevin Koçoğlu'na mail ile atıyorum. Bütün yazdıklarım elinde. Emeği çoktur. Sağolsun. Bazen burada yazıp bırakıyorum. Sayfam birkaç kere Facebook tarafından kapatıldı. Yazdıklarımı bir daha bulamadım. Artık anında yazılanları maile
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
atıyorum. Avusturya'dan Armağan Uludağ dostuma bu dizeler bir vesileyle ulaştığında, seveceğini biliyordum. Bir gece vakti gitarına döşeyip yollayacağını çok iyi biliyordum. Gece, çünkü çalışan insanlarız. Gündüzümüzde birçok şeye kapalıyız. Sabah eline ulaşan dizeler gece bestelenmiş olarak bana geri döndü. Bu bizim için çok önemli. Direniş 130'lu günlere gelmişti ve arkadaşlarımız açlık grevindeydiler. Zafere kadar da aç kalacaklarını biliyoruz. Malatya'da, Aydın'da, Düzce'de, Kadıköy'de, Mecidiyeköy cevahir önünde, Tübingen'de, Bodrum ve Didim'de direnişler devam ediyordu. Direnişçiler direnemeyenler için de direniyorlardı. Direniyorlar hâlâ. Güzel bir müzik ile direnişlere destek vermek, dünyanın farklı noktalarında olsak bile içimizdeki özgür vatan özlemini ve devrimci duruşumuzun aynı olduğunu göstermek istedik. Ankara'da "çiçekler safını belli etti"(mehmet özer).
a
Bu sırada Karınca'yı da unutmayalım. O da su taşıdı yangına. Yeri belli.
bu sokaktan bir bahar geçecek kökü toprakta gövdesi kabuk bağlamış taptaze bir bahar düşecek bir damla göğsüne bir damla yere inecek bahar böyle gelecek sokağa bu damla küle can verecek alkışla soğuk ellerinle, alkışla bahar gelsin kara kışta bu sokaktan bir bahar geçecek direnişte alkışlarınla eli kulağında bir zafer gelecek direnişte alkışlarınla.
HAYDAR DOĞAN
Sayfa 17
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
BOZKIRIN SANKÜLOTLARI metruk evlerin çatırdayan sırlarını mütevekkil susuşlarda yorgun ellerin olduğunu bir ben bilirim bir de karınca -kararıncaben işitirim ritmini bozkırda kırık kalpli toprağın, bilge ağaçların tınısını. ve seherlerin kanat kanat uyanışını…. vakitlerin en ıslık geçirmez yorgunluğunda; yatsıda, tüm canlı hayat emniyete, koynuna alanda koncasını… başı okşanıp kayrılmayan çocuğun hüznünü; kirpiklerine asılan ve kalbine akıp giden hiç anlatılmamış pır pır masalları ben duyarım. bir de ateş böcekleri…
GALİP ÖZDEMİR
FİRARİ YÜREK firaridir yüregim daglar başında sokak ortasında barikatta... özgürlüge hasret, sokak çıglıgı elden ele dolaşan mavzer karanfil güzelliginde sevgiliye uzatılmış son nefeste... bir yanım ölüm çıglıgı bir yanım isyan ... sevda türküleri söyler düşmeden önce topraga....
BEKTAŞ ÇAGDAŞ
Sayfa 19
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
BEN İŞTE ORADAYIM
Adnan DURMAZ Bir gün rüzgârda kangala döndüm şiirden ve yanan akşam bulutları bana günün şiiri ödülünde mansiyon verince yaptığım konuşmadan:
Yaşadığım yerlerde bana önem ve değer veren az sayıda insan vardır. Yaşamımın her döneminde de herkesin sevdiği bir insan olamadım. Ha bunu umursuyor muyum? “Umurumda değil dera sem” ne kadar doğru söylemiş olurum, ”umurumda” dersem o da doğru değil. Soruların net ve kesin cevapları yoktur çoğu zaman. Biz ortama göre bir yanıt vererek durumu idare ederiz. Verdiğimiz yanıt doğru değildir; ama bütünüyle yanlış da değildir. Biri bize “nasılsın? ” diye sorduğunda verdiğimiz her yanıt aslında tam anlatamaz durumumuzu. Coşku içinde “ben iyiyim” diyenle üzüntüden mahvolmuş, ”kötüyüm” diyen, doğruya en yakın yanıtları vermişlerdir. Mutlak iyi ve kötü durum yoktur, demek istiyorum. En azından en berbat durumda bile bir başkası bu berbat durumdan bir çıkış bulabilir. Saçmaladığımın farkına mı vardınız. Yani, ”ölecek olan bir hasta,idam olacak biri için nasıl olur da bir başkası umutlu bir manzara çizebilir“, itirazınızdan bahsediyorum. Çoğunluk ölür işte, korksa da ürkse de ölür ve gider. Ama imanı kavi bir mümin için ölüm tozlu yoldur; veya inançları için asılan biri celladının suratına tükürerek dimdik gider. Konuyu dağıtmayayım. Yıllardır bozkırlarda yaşayan birisi olarak bozkırların dilini iyi bilirim. Yakup Kadri’nin Yaban’ındaki okumuş Ahmet Celal, sık sık aklıma geliyor yaşadığım ıssızlarda. Yaban 2008 diyeceğim geliyor ama diyemiyorum. Diyemem,
Sayfa 21 çünkü Ahmet Cemil’in geldiği yerden gelmedim buralara. Hamurumun karıldığı topraklardayım. Vardır öyle insanlar değil mi; herkes sever onları. Onlar gelirken ayağa kalkılır, saygı gösterilir, çevresinde pervane olunur. Vardır evet, ama genel olarak bakılınca statülerine de bir bakmakta fayda vardır. Şimdi şöyle oluyor: adam köye öğretmen olarak gidiyor, merakla çevresine toplanıp hoş beş edenler, biraz sonra o civarda görevli ormancıyı görünce, onu okulun duvarının dibinde, akşam karanlığında tek başına bırakıp ormancının çevresine toplanıyor. Rağbetin kalıcılığı ve geçiciliği belli nedenlere bağlı. Kişilerin birbirine verdiği önemin ölçütleri, yer zaman ve koşullara göre değişiyor. Gecenin bir vakti arabası ıssız yolda bozulan kişi için en önemli insan elbette tamircidir. Zamanımızda biraz da buna benziyor günlük yaşamda önemsenip önemsenmemek. İşi varsa seninle,önemlisin, işi bitince önemin de bitiyor. Adam milletvekiliyse önemli kişidir. Çünkü iş yaptırmak, torpil olmak açısından önemlidir. Adam varlıklıysa, kariyer sahibiyse önemlidir. Bunları kaybedince önemsizleşir. Bu tür insanların bir kısmı sahip oldukları kariyer ve servete hak ederek ulaşmamıştır. Bu nedenle de sahip oldukları her neyse ona sahip oldukları sürece önemlidirler. Ayıya köprüyü geçene kadar dayı demek, yalakalığa çanak tutan bir halk söyleyişi. Malum bizde yalakalık kurumua yeni bir şey değil, Osmanlıdan bu yana var olan bir kavram. Belki de asıl olan, çevremizdekilerin bizi ne denli sevip önem vermesinden çok, kendimizin kendimize verdiğimiz önemdir. Attığımız her adımda hayat bize seçimler sunuyor. Kalabalık samimiyetsiz samimiyetler yerine yalnızlığı tercih edebilirsin. Kolay değildir yalnızlık ve onun zor yollarında kendi kendini sürdürmek; geliştirmek. Güzel bir laf var Anadolu’da; ”Eşek demiş ki,dişim başına tek arpa düşsün; ama anırışanların arasında olayım”. İnsan bu, her şeyi ver ama çevresinden kopartma, yalnızlıkta bırakma. Yalnızlık yamandır. Ama yoz ve samimiyetsiz her tür beraberliğe tercih etmek de adam kârıdır yalnızlığı. Tabii, bozkırların yabanı olunca, çevreni güzelleştirmek ve değiştirmek geliştirmek ve insanlarla bir bağ oluşturmak gibi düşünceler gelir geçer. Bunu düşünen, mutlaka denemelidir. Hani bir söz vardı Rady Fiş’in bir kitabında geçiyordu, ”küçük bir çiçeği salla, yıldızların ve yeryüzünün temeli sallanır.” Her güzellik evrensel güzelliğe bir katkıdır, her çirkinlik de evrensel çirkinliğe… Akşam kızıllığında bulutlara saplanırcasına büyümüş kangallar,kaba yelin önünde huşu içinde ağır ağır sallanır.. Mor çiçeklerin sinesine ışıltılı böcekler gömülür.. Uzaklardan çan sesleri gelir, bir çocuk türkü söyler tarla yolunda.. iki kız saklı saklı bir şeyler fısıldar bir kerpiç duvarın kuytusunda.. Ben işte oradayım..
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
Sürüye katılmak veya katılmamak; işte asıl mesele bu benim çağımda. To be or not to be değil Cogito ergo sum hiç değil Herkes dünyanın merkezine kendi yaşamını ve acılarını ve elbette kendisini koyarak bakıyor. Siz nasıl canı yanan birine canının yanmasını bir yana atmasını söyleyebilirsiniz. Herkesin gelecek kaygısı ekonomik kaygı vb taşımadan yaşadığı bir yer değil bura. Asıl sorun da zaten hanı hamamı işi aşı fazlasıyla olanın ekonomik kaygılarının ve aç gözlülüğünün bizi boğması.. Bizim insani taleplerimizin olamaması. Derviş gibi bakmalı hayata, bir lokma bir hırka felsefesi insana huzur verir, ne güzel; ama bu felsefe aç bırakılmış kalabalıkları açlığa alıştırmak için ortaya atılmış değildir. Bu felsefe toklara hayatın nasıl olsa biticiliğini anımsattığı oranda güzeldir. Ama birileri için kalabalıkları açlığa alıştırmada sonuna kadar kullanılmıştır. Gece bir ay doğar eriklerin arasından, çakırkeyif sanmayın, baharın coşkusundan sarhoştur; salına salına girer çıkar ipek bulutlara.. Ben işte oradayım.. Zaman kara sabanla çift sürer alnında bir ırgadın, ben oradayım.. Işıltılı salonları a yadsımıyorum ve oralarda söylenecek sözüm var.. O söz yüreğimin kütüklüğünde çoğalıyor, büyüyor.. Satırlar arasında dolaşan Süleyman’ın karıncasıyım ben.. Şuara her daim vardı Dersaadet gecelerinde. Lale devrinin tumturaklı safalarında bir araya gelen şairler ve gülendam serv-i revan hatunlar ve onlardan bir gülüş çalabilmek için Osmanlı inceliğinin haddelerinden geçirilen söz ve söz sarrafları vardı her zaman. Kayık sandal âlemlerinden birer alev dili gibi açmış lâleli kıyılara çarpan şuh kahkahalar ve meşk vardı. O şairler ki halkının Osmanlı coğrafyasına yayılmış halkların farkında bile değillerdi. Osmanlı halkları dağlarda yaşamaya tutuklanmış büyük “kaçkunluklar“ yaşamışlardı yüzyılların akışı içinde. Padişah hazretlerinin görkemli seferlerine eşlik edip, uzak diyarlarda söz nakşediyorlardı ama padişahın ve yüksek komutanlarının vereceği caize hatırına. Tut ki Karacoğlan’ın bozkırlarda dolaştığı zamanlardı. E varıp sormalı onları hâlâ savunanlara; Karacoğlan,Yunus ve daha binlerce ozandan hangisi padişahı öven şiirler yazdı. Yazmadıysa neden yazmadı. Yalakalığı kurumlaştıranlar, bunu da şiir adına yapanlar sahiden şair midir? Kendi ruhlarının karanlık girdaplarında söz şaklabanlığı yapanlar, halkından uzak olanlar ne kadar şair sayılır? Onlar her zaman farkında değillerdi, hatta “orda bir köy var uzakta“ derken bile “gitmesek de gelmesek de” demeden edemiyorlardı. İnsanımız her zaman bu bozkırlara terkedilmişti.
Sayfa 23 Buralarda her türlü güvenceden uzakta korunaksız bırakıldı insanımız. Hormonlu sebzeleri sattıkları kalabalıklar, hâlâ bakımsızlıktan ölenler. Bin yıllardır savaşlarda etten kale diye öne sürülenler, hâlâ aynı kara talihten bilerek başına gelenleri, yaşamadan ölenler diyarı buralar. Her gün hasta çığlıkları arasındayım: her insanın, neredeyse karşısına çıkan herkese hastalığını ağrısını anlattığı yerdeyim.. Ölecek olanların yanında onlara bakmaktayım.. Her iklim kendi otunu ağacını çiçeğini büyütür. Ben de kendim seçmedim, hayat beni buraya getirdi. Bu kıraçta açmak kısmetim oldu. Bu kayaların altında, bu dikenlerin arasında yazmaktan söylemekten, öfkeyle bağırmaktan başka çarem olmadı.. Elbette ki yüzde yüz seçme şansım olsa burayı seçerdim. Yazdıklarımın hiçbir değeri olmayabilir.. Kimse o dizeleri sevmeyebilir.. Belki zamanın şiir kurallarına terstir.. Ama ben elimden geleni yapıyorum.. Çünkü içimden yeni bir yarayı sökmek gibi her yazdığım.. Nasıl elimden geleni yapmam ben.. Canım acıyor.. Çünkü bozkır yollarında yürürken, ülkemi ve dünyayı dinliyorum.. Bütün zamanları bir anda yaşadığım zamanlarım var.. Bin yıl önce de bir hüzünbaz, kangallara bakıp, o kadaraadaletsiz dünyadaki çaresizliğine ağlamış olmalıdır.. Aynı toprağın külü kaçtı genzime, aynı yerde büyüyen çiçeği kokluyorum buradan geçen ve geri dönmeyen atlılarla.. Bir zamanlar nasıl saray ve çevresinden beslenen şuara var idiyse, şimdi de Burjuvaziden beslenen yazar çizer takımı var. Yalakalık kurumu içinde, birbirini pohpohlayan, saçma sapan yazılarına alkış tutan, ahbap ilişkileri, danışıklı ödüller, kapılmış köşeler, kesilmiş su başları hâlâ var. Şiir yazmak bu kadar kolay mıydı, ne dediğini kendinin de bilmediği sayıklamalarına sayısız alkış sesi gelince kendini yazar veya şair saymakla yazar ve şair olunabilir mi? Diyorum ki; ”Ey adam gibi adam, kadın gibi kadın geçinenler! (Gerçi bu yaygın laflar ne anlama geliyor tam anlamak mümkün değil.) Adamlar ve kadınlar adamakıllı adamlar ve kadınakıllı kadınlar, sizin yüreğinizi kıpırdatmayan kelime topluluğuna övgü düzmekten vazgeçin. Aşık karga için sevgilisinin, ana karga için yavrusunun sesi güzel olabilir ama bülbüllerin sesine kör kalmamalıyız. Onların taklidi olmayın, onların yazdıklarının şiirle alakası yok.. Kim mi, medyanın allayıp pulladığı kim varsa.”
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
Hayat kendini her gün üretiyor.. Birileri için ilk gündür her gün, birileri için son gün. Birileri yeni başlangıçlar yapmaktadır bir yerlerde, umut ve coşkuyla, birileri bitişlerdedir. Nerede olursan ol, orada hayatını üretiyorsun; oranın verilerinden kendini üretiyorsun. Değişen zaman ve koşullarda kendinle yarışmaktasın ancak. Birisi pasifize oluyor dört duvar arasında, birisi dört duvar arasını bir tutsaklık cenderesi olmaktan çıkartıyor. Sayısız yazar düşünür direnişçi ve sıradan insan hapishanelerin duvarları ardında insanlığa dersler verdi. Bize istediğimiz gibi sunulmayan dünyalardayız ve orada da kendi seçimlerimizi az çok yapma gücümüz var. Herkes kendine göre arkadaş seçer, dost seçer. Kazancını nasıl harcadığı bir seçim meselesidir. Ben ne arttırırsam kitaba ve ıssız köydeki kerpiç evimin önündeki boş araziyi yeşertmeye harcadım. Oradan istediğim gibi su çıksın diye üç kez artezyen vurdurup ne arttırdımsa ona harcandım; sonra da ağaç dikmeye. Her yıl gücüm oranında meyve ağacı, çam, ardıç, servi ve çiçek ağaçları diktim. Çalışmak ve onlara emek harcamak kolay değildi; hâlâ da değil.. Her sabah bilmediğim kuşlar geliyor artık.. Birkaç üyeli bir kirpi ailesi var canlı olarak, birkaç tane kaplumbağa, bir hayli köstebek ve sayısız böcek. Bir de artık yürümesi iyiden iyiye güçleşmiş anam ve ben. Anrışanların arasında değilim. Çapa çapalıyor ve şiir yazıyorum. Her gece sabah sekize kadar ayaklarım ağrıyor, hayatımın en berbat yanı. Yazdıklarım şiir olsun olmasın diye bir kaygım yok, ben a bana dair olanı yazıyorum; benim yüreğimden akan dünyayı. Her gün dünyada ne olup bittiğini izliyorum. Filistinli, Iraklı, Afganistanlı kurbanlar için sessiz gözyaşsız sözcüksüz ağlıyorum. Ağlamak için höykürmek gerekmiyor.. Sövmek, ağlamanın bir biçimidir çoğu zaman. Bazan sövmek ağlama veren duygunun isyanlaşmış halidir. Kaypak yollarla, hırsızlıklarla, eş dost ahbapçavuş ilişkileriyle, medya şişirmeleriyle, birilerinin torpiliyle şair falan olunmayacağını biliyorum.. Bozkırlarda bir toz zerresi ömrüm ve her şeyin akıp gideceğini biliyorum zamanda.. Kendim için isteklerim, halkım için istediklerimden başka değil.. Yalnızlıklara dayanıklı olmayı öğrendim.. Aşksızlıklarda aşk olarak yanmayı öğrendim.. Yanmaktan öte dilim kalmadığı zamanlar oldu.. Büyük kentlerden geçtim—içimden büyük kentler aktı geçti Şimdi kerpiç bir damın saçağındaki kuru kamışım Şimdi bir kangal dikeniyim acıda öfkede sevdada Söylediklerim sadece rüzgarın bana dokunduğunda çıkan çığlıktan başkası değil
ADNAN DURMAZ
Sayfa
AŞK MEKTUBU GÖRÜLMÜŞTÜR Çekirdek çitlerken kırılan kalbi İlmi bir tefekkürle muhatap edilmese de Ayasofya'da görüşe sunulmuştur 'Aşk mektubu görülmüştür' ifadesi yasa dışıdır Malum lugatlerde çokça tartışılmıştır Yarın bir gezi gereği kediler cehennemine gideceğiz Mümkünler yok sayılmıştır Edilgen fiillerin ağladığı bu şiir Tarih öncesine hatıra kalmıştır Bilcümle ahalice biline İradesi mülk edinilmiş bir milletin şiiri Meşruiyyetsiz bırakılmıştır Evvel hükümdür ki Bırakılamaz
SEMA LALE
25
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
UNUTAMADIĞI YÜZLERİ Unutamadığı yüzleri Kerpiç bir duvarda sarartmış, Tren kompartmanlarında sürgüne gönderilmiş , yoksul ve boynu eğik, Ve en kadim dostu hüznü, Bir şark Çıbanı gibi yüzünde taşıyan bu halkın çocuğunu ; ----"Leylaklar açmış gördün mü ? Dağlardan bahar inmiş duydun mu ?" Mevsimlik bir tarım işçisinin çadırındaki yer sofrasında Sımsıcak bir çorba gibi Huzura erdirir Sesin... Ve ardından telvin eden gülüşün ...
CEM EREN
Sayfa
PANZEHİR Ama gecenin bi’ vakti ama sabahın erkeni ama ikindi suları selam selamı açar kelam kelamı sonrası derya deniz mavi mi mavi asi mi asi biz mi biz demezsin ki bir bomba var içinde infilak etmeye hazır kim bilir nerden kalma bir aforizma
ne kadar öte gitse o kadar iyiymiş güya şair şuara… Kendinden emin bir ece gizemince bir eda gidişata dair saklı bir hüzün gelişata dair haklı bir umut kıvamında gel de döktürme harf harf hece hece gel de dizgin vur dizelere aforizma şöyle dursun panzehiri böyle ne kadar beri gelse o kadar iyi…
MUAMMER ERTURAN
27
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
GÖÇEBE KUŞLAR FREKANSI Göç eşiğinde göçebe kanatlılar Yürek yaprak-yaprak katır çiçeği Yarın bu sokaklardan eriyince karlar İzlerimiz de kaybolacak… Göz kırpmak kadar göz yummak kolay değil! Gülüşün öptüğüm şu yusufçuk Aklımdan hiç çıkmayacak Bir ayrılık piramididir şimdi Koynumuzda ki zaman geçidi Bulutlar içinde kaybolan ay ışığında! Bu tü-mör şu mor-fin Canımızın zarsız kandı Acıları umursamamak için Düştü içimize umma inadı… Yarın kim top oynayacak bu ağılda! Bırakıp gidersen bizi Kim tutacak çaresizlere uzattığım eli Bu ütopyanın ortasında Kırık kapı / yarın bırakamazsın beni Biliyorum bir tanem Acılara katlanmamın da bir sınırı var Bırak o masmavi gözyaşların Sadece İrislerimde çalkalansın… Yerine her ay alyuvarlarını veren biri de çıkar!
YAŞAR DOĞAN / Lolan
Sayfa 29
ŞİİRİMİZDE DÜN VE BUGÜN TOPLUMSAL BAŞKALDIRILAR – 10
Ali Ziya ÇAMUR
a 19. YÜZYILDAN BUGÜNE KÜRT AYAKLANMALARI İBRAHİM TALU BAŞKALDIRISI Kürt başkaldırıları da tarihimizde önemli yer tutar. Osmanlı dönemindeki önemli Kürt ayaklanmalarından biri 1894’te oldu. İbrahim Talu ayaklanmasının nedeninin altında Abdülhamit’in doğudaki alevi aşiretlerini baskı altında tutmak amacıyla Hamidiye Alaylarının kurulması oldu. Cibran aşiretinden oluşturulan bu alaylar, gaddarca talanla, yol kesip adam soyarak, köyleri yakıp yıkıp alevi Kürtleri katlederek Doğu bölgesine yılgınlık ve korku saldılar. Alevi Hormek aşiretinin reisi İbrahim Talu, bu alaylara karşı yıllarca sürdürdüğü başarılı direnişten sonra 1893’de kuşatıldı, köyü ateşe verildi, arkadaşlarıyla birlikte öldürüldü. Gelin bu ayaklanmanın izini Hilmi Yavuz’un 1977’de yayınlanan Doğu Şiirleri kitabından aktaralım: işte akşam ve işte çapakçur ve çapakçur’da akşam bir divânıharp gibi kurulur
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
ağır giden bulut müfrezeleri hem bulanık, hem firarî
yağmur
ve bir vur emri gibi ansızın bir akar suya doğrulur hınıs’tan kopan süvari: ibrahim talu işte caneseran köyü ve kar kar, palandöken dağlarında bir isyan bastırır gibidir işte hormek köyleri çevrilmiş
duvar
bir kurt yüzüdür, ince
sivrilmiş
cibran ovası sanki mevzi almış hem başıbozuk, hem seferî hormek’ten inmiş iniş ölümü savuran süvari: ibrahim talu
a
gibi kar
Şiirin sonunda İbrahim Talu’nun sonu şöyle anlatılır: Binüçyüzondu ve sen İbrahim talu Ağıtlardan bir kış Ölümü sürmeli bir tüfek Gibi omzuna asmış O sürmeli tüfek ki tetiği kartal namlusu aşiret
Solgun ve mücerret
kabzası yanmış
Sayfa 31
KOÇGİRİ AYAKLANMASI: Cumhuriyet Dönemine de Kürt başkaldırıları damgasına vurmuştur. 1921 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'ne karşı Koçgiri ve diğer Kürt aşiretleri birleşerek Koçgiri Başkaldırısını başlatırlar. Koçgiri, ulusal özellikleri ağır basan bir ayaklanmadır. 1920 başlarında Baytar Nuri, Yellice nahiyesinde Hüseyin Abdal tekkesinde Cangaben ve Kurmeşan gibi aşiretlerin reisleriyle birlikte toplantı düzenleyerek Sevr Antlaşması'nın uygulanmasını ve Diyarbakır, Van, Bitlis, Elazığ, Dersim ve Koçgiri'den oluşan bağımsız Kürt devleti kurulmasını kararlaştırmıştır. İsyancılar Temmuz ayında Zara'nın Çulfa Ali karakoluna ve Şadan aşiret reisi Paşo da Refahiye'ye saldırmışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi HükÜmeti Sakallı Nurettin Paşanın Merkez a Ordusu'nun emrinde Topal Osman Ağanın bizzat komuta ettiği 42. ve 47. Giresun Alaylarını isyanı bastırmakla görevlendirmiştir. Topal Osman’ın hem alevi, hem kürt düşmanı olduğu halkın sözlü öykülerinden aktarılmaktadır. Koçgiri aşireti’ne bağlı onlarca köy yağmalanarak yakılır, binlerce insan öldürülür. kadın ve kızlara tecavüz edilir. İşte o günlerden kalma Kürtçe bir ağıtın Türkçe sözleri: Yıl bin dokuz yüz yirmi bir Halk kalmadı hepsi çıktı tepe ve dağlara Aç olanlar susuz kalanlar kırıma uğradılar Yıl bin dokuz yüz yirmi bir Kalkın, kalkın ey halk, aşiretler Allah müminlere izin versin de Harp eyleyelim bütün aşiretler içinde... Ayaklanmanın önderlerinden Alişir’in yazdığı koçgiri isyanını konu alan bu türkü bugün de dillerde gezmektedir:
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
Koçgiri başladı harba Sesi gitti şarka garba İki ordu asker geldi Dayanamadı bu darba Here dılo yemman yemman Çiyan gırtı berfu duman Mera bişin şahı merdan Ew dermane hemu derdan
Here dılo yemman yemman Çiyan gırtı berfu duman Mera bişin şahı merdan Ew dermane hemu derdan
Ovacığın aşireti Zapteyledi memleketi Geriden imdat gelmedi Hozat çekmedi gayreti
İkrar verenler elmaya Zülfikâr-ı murteza’ya Geriden teller çektiler Biz uymayız eşkıyaya"
DERSİM AYAKLANMASI Koçgiri ayaklanmasından sonra 1938’de a Erzincan ve çevresinde dek yayılan Dersim halkına —tırnak içinde— medeniyet taşımak, onları Cumhuriyetin Türkiyesinin istediği kalıplara sokmak için çalışmalar başlar. Hukukçu yazar Hüseyin Aygün, “Dersim 1938 ve Zorunlu İskân” adlı kitabında “isyanın açıkça kışkırtılarak çıkarıldığını, Cumhuriyet dönemi ayaklanmaları içerisinde sivillere yönelik eziyetin ve kıyımın en şiddetlisine uğradığını, ardından da isyancılarla beraber aileleri ve hatta isyana iştirak etmeyenlerin eziyete ve kıyıma maruz kaldığını, binlerce sivil vatandaşın öldürülmüş ve kalan on binlercesinin de sürgün edilmiş olduğunu belirtmiştir. Bölgeden Ankara'ya gönderilen raporlarda kadın ve çocuklar dahil olmak üzere insanların zehirli gaz ve yangın bombaları kullanılarak imha edildiği yazılmaktadır. 30 Mart 1937'de, Tunceli Valisi Abdullah Alpdoğan'ın Başbakanlığa yazdığı yazının 2. maddesinde şu yazı geçmektedir: "Tayyare Alay Kumandanından yangın ve Milli Müdafaa'dan yakıcı ve boğucu gaz bombaları istedim” Askerî harekât, her ne kadar bazı aşiretleri sürgün etse de, harekât 1938 yılının sonuna doğru sona ermiştir. Harekât sonucunda 13.160 ile 50.000
Sayfa 33 arasında sivil ölürken, 2248 hane, 11.818 kişi başka yerlere sürgün edilmiştir. Bu sürgün olayını çocuk yaşlarında yaşayan Cemal Süreya, şöyle aktarır: bizi bir kamyona doldurdular tüfekli iki erin nezaretinde sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar tarih öncesi köpekler havlıyordu. Dersim halkı 1938 Laç Deresi ağıdında bu kıyımı Ermeni kıyımına benzeterek şöyle aktarır: Nıka ke teseliya ho mara gurete Peniya sıma peniya Hermenano Nıkake teseliya ho mara gurete Cereno ra kaf u koke sıma ano.
a Türkçesi: Bizi bertaraf (kıyım) ettikten sonra Akibetiniz Ermeni akibetine döner Bizi bertaraf ettikten sonra Döner soyunuzu keser Dersimli şair Kemal Burkay, Dersim adını taşıyan şiir kitabında, dersimle ilgili şu dizeleri yazar: Bir eski öyküdür bileceksiniz Masallardan kalmıştır Dersim Ülkemin ortasında gizli Yanık bir türküdür Dersim Yıl otuzsekizdi dağlarda İri ceviz ağaçları ve atım vardı Bir arpa ekmeği kadar sıcaktı Toprağım, karım ve çocuklarım
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
Oysa soğuk bir kuştur Parıldar süngü Bir başka Dersimli şair Ercan Cengiz de Dersim’i şöyle anlatır: bu kaçıncı sancındır Dersim söyle bu kimin rüzgarıdır ki Munzur'un sesine bıraktığın senin gülüşündedir gözü dağlarına vurunca dönen bu kaçıncı sancın bu kaçıncı rüzgar Ozan Telli’de Dersim Destanı adlı kitabında: bebeler uykularda mutlu düşler görürlerdi sonra onlar geldiler atları kuyruğu düğümlü kılıçları eğri çakmaklıydı tüfekleri
deprem yerine döndürüp ülkemi kıtlığa kırıma kıyıma uğrattılar halkımı
a
Dersim isyanıyla ilgili olarak Kemal Bilbaşar’ın Cemo ve Memo romanları, öze dokunmasa da ilginçtir... Muzaffer Oruçoğlu, halk ayaklanmaları üzerinde araştırma, roman ve şiirler yazmıştır. Dersim ayaklanması ile ilgili “Dersim” adlı bir romanı bulunmaktadır. GÜNÜMÜZDE KÜRT İSYANLARI 1982’de başlayan ve bugüne dek aralıklarla süren Kürt ulusal ayaklanması konusunda da epey yazıldı, çizildi, hâlâ da yazılmaya devam edilmektedir. Bu ayaklanmanın neden ve etkilerini Şükrü Erbaş, “Dicle Üstü Ay Bulanık kitabındaki “Edip’ Yanıtı Bilinen Sorular” şiirinde dile getirir: Yıldızların ülkesi var mıdır Edip Dicle aktığı toprakları seçer mi? Kasrik Boğazı’ndan esen karlı zemheti Yalnız Kasrik’te mi üşütür insanı?
Sayfa
35
Herkes türküsünü elbet kendi sesiyle söyler İnsanın dili boynuna kement olur mu? Öldürmeye ekinlerden başlayan adamlar Eşiklere nasıl bir zulümle gelirler? Kimsenin kalmadığı darmadağın köylerde “Önce Vatan” yazısı bir hüzün değil midir? Bir Kürt gerillasının duyuşunu da Orhan Kotan şu dizelerle aktarır:
a
korku ihanetle bütünleşir ben silahımla yani silahıma nişanlıdır istiklal ve köz kömürde tavlanan demir ve çığlık çığlık girdapların ihtilali çatırdayarak göğeren bir orduyum ki, aşiret halklarından destanlar getirir çağın yürek ağrılarına kavgam...
Devamı var...
ALİ ZİYA ÇAMUR
KARİKATÜR: MUSTAFA ÖZGÜR
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
SANMA Kİ Gün görmemiş gece Öfke biriktirirken yarına Sanma ki güleceğim!.. Güneşe hasret dünya Kan kusarken boyuna Sanma ki eğleneceğim!.. Sevgiye aç zamanın Yüreği ha bire kanarken Sanma ki sevineceğim!.. Umut kangren olmuşken Nefret vicdanı boğarken Sanma ki düşünmeyeceğim!.. Saatli bir bombadır kin Patladı patlayacakken Sanma ki sevmeyeceğim!..
HIZIR İRFAN ÖNDER
Sayfa 37
YENİDEN Yaşamın dinamiğinde Vardır Yenilgiler. Ve / düştük birer birer Ateşlerden geçip Eytişimi süzüp Zamanın kapısını kırdık. Yeniden yollara düştük. Emek değerine ilişen, Yaralarımdır yaran. Her dem, Kanlı giysiler biçilen ülkem Yükün ağır değil bize…
NECİP TIRPAN
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
RÜZGÂRSIZ MEVSİMLER yaprak kımıldamazken yangın sarısında çimenler rüzgârsız mevsimler yaşanır canım bu ellerde bu eller ki suskunun koynunda kan damarları çekili akmaz pınarları susuz kalan ülkem durgun don ağıtında ağrılar büyütürken yüreğimiz söylenir kırk yaşamların türküsü bir biz bizi duyar anlarız aczin girdaplarında ne çok not düşer geleceği örmek adına yaşanmış tarihten bu güne her biri yankılanır sulandırılmışlığın çarpık sarnıçlarında çankaya ışıl ışıl göz kamaştırırken sessizliği büyüten köyüm karartma gecelerinde bitmedi…
VEDAT KOPARAN
Sayfa
39
RÜZGÂR ÖĞÜDÜ - 3 11 Şiir sızıyor güzden, kovanı doldur şair. 12 Kalbim kuş olduğunda yazabildim şiirlerimi. 13 Kurtlanmışsa toprak, bileytaşı kemiriyorsa boşluğu, dönmüyorsa günebakanlar şiire, ey insan cilasını dök medeniyetin, dön ilke. 14 Sadece insan olmak yetmez ki şaire. 15 Şair kendini assa, şiirlerinin ayağı yere değer mi?- değer.
MEHMET GİRGİN
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
DİK DURAN NİKBİNLİK: SABAHATTİN ALİ[*] TEMEL DEMİRER “Non segnis stat remeatque dies.”[1] Cumhuriyet tarihinin -bilinen- ilk “faili (belli) meçhul”üdür Sabahattin Ali; elbette bilinmeyenler hariç. Kafası taşla ezildi; başka bir rivayete göre bir polis amirinin elinde kaldı. Sabahattin Ali cinayeti, elbette “faili meçhul” bir cinayet değildir. Devlet, Ali Ertekin’i kullanmıştır. Ancak işin içinde devlet olduğu için cinayet hep “meçhul” kalmış/ bırakılmıştır. Cinayeti üstlenip, “milli duygularla” Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü söyleyen Ali Ertekin, hırsızlık a nedeniyle ordudan atılan, bir süre Milli Emniyet’te çalışmış bir kişidir. 1950’dr hüküm giyer, aynı yıl çıkarılan Af Kanunu’yla serbest kalır.[2] 1948’de Kırklareli’nde katledildiğinde 41 yaşındaydı Sabahattin Ali ve yanında, kırık piposu, gözlüğü ile yırtık not defteri, bir de dolmakalemi vardı. O günden beri hep 41 yaşında kaldı... ***** Of’lu bir baba ve Bandırmalı bir anneden 1907’de Gümülçine’de doğdu. Subay olan babası Osmanlı döneminde, bugünkü adıyla Kırcali’ye bağlı olan, Ardino’ya (Bulgaristan) atanır. Sabahattin Ali 1907 Şubat’ının yirmi beşinde dünyaya gelir. Babasının tayini İzmir tarafına çıkınca Balıkesir’in Edremit ilçesine yerleşirler. Okumaya meraklı bir çocuktur. Yüzündeki pırıltıdan dolayı komşuları ‘Sabah Yıldızı’ lakabını takar. Balıkesir Muallim Mektebi’nde okur. Bir gün okulda bir disiplin suçu işleyince okuldan atılması istenir. Zeki bir çocuğu kaybetmeyi kabullenemeyen bir hocasının yardımıyla İstanbul Erkek Muallim Mektebi’ne geçişi yapılır. Buradan mezun olur. İlk şiir ve öykülerini ‘Çağlayan’ dergisine verir ve yayımlanır. 1927 yılında Yozgat Cumhuriyet İlköğretim Okulu’na öğretmen olarak atanır. 1928 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın bursunu kazanır ve dört yıllığına Almanya’ya Almanca eğitimi almaya gider. Berlin’de kaldığı pansiyonu işleten Florence Puder’e âşık olduğunu Ayşe Sıtkı’ya yazdığı mektuptan öğreniriz.
Sayfa 41 Sabahattin Ali, Templin’deki okula geçiş yapar. Burada bir Alman öğrencinin hakaretine maruz kalır. Alman öğrenci “Pis Türk, Alman hükümetinin parasıyla burada parazit gibi yaşıyorsunuz,” deyince Sabahattin Ali özür dilemesini ister. Çocuk özür dilemeyince bir tokat atar. Alman hükümeti Sabahattin Ali’nin bursunu yarıda keser ve Türkiye’ye gönderir. Almanya dönüşünden sonra bir gün ‘Resimli Ay’ dergisinin kapısını çalar ve Nâzım Hikmet’in odasına girer, Nâzım ile tanışır. Elindeki öyküyü verir, oradan ayrılır. Öykünün adı ‘Bir Orman Hikâyesi’dir. Nâzım, Sabahattin Ali çıktıktan sonra Zekeriya Sertel’in odasına gider ve şöyle söyler: “Bu gençte çok iş var. Bana Mozart ile Beethoven’ın buluşmasını hatırlattı.” Almanya’ya giderken trende bir kitap okur. Kitap komünizm üzerinedir. Siyasal çizgisine bu kitap ile tanışır. 1930 yılında Aydın Ortaokulu’na Almanca öğretmeni olarak atanır. Çocuklarla çok ilgilenir. Onu çekemeyen öğretmen arkadaşları şikâyet eder komünizm propagandası yapıyor diye. Ve ilk cezaevi ile tanışıklığı burada başlar. İlk romanı ‘Kuyucaklı Yusuf’un kahramanı ile bu cezaevinde tanışır. Mert delikanlı Kuyucaklı Yusuf’un üzerinden Edremit’i ve ailesini işler romanda. Üç ay sonra tahliye edilir. 1931’de Konya’ya atanır. Cemal Kutay ile tanışır. Kutay’ın çıkardığı ‘Yeni Anadolu’ gazetesine makaleler yazar. Ve ilk romanı olan ‘Kuyucaklı Yusuf’ tefrika hâlinde bu gazetede yayımlanmaya başlar. Telif hakkını a alamayınca ‘Kuyucaklı Yusuf’u yazmayı bırakır. Kutay ile fikir ayrılığı da bu kararını tetikler. Kutay ve arkadaşı Remzi (soyadı bilinmiyor) bu durumu kabullenemezler. Bir fırsatını bulup Sabahattin Ali’nin bir şiirindeki dizelerde “Atatürk’e hakaret”ten şikâyet ederler. Evet, yazdığı bir şiirle tutukluluk hayatı yeniden başlayacaktır Sabahattin Ali’nin, yıl 1932, “Gerekçe” ise, “Atatürk’e hakaret”tir! Sabahattin Ali tutuklanır. On dört ay ceza alır. Mayıs 1933’te Sinop Cezaevi’ne gönderilir. Bugün dilimizden düşürmediğimiz ‘Hapishane Şarkıları’ şiirlerini yazar. En başta gelen ‘Aldırma Gönül Aldırma’dır. Cumhuriyetin onuncu yılında genel af ile tahliye edilir. Ankara’da Devlet Konservatuvarı’nda tiyatro yönetmeni Carl Ebert’in çevirmenliğini yapar. Milli Eğitim Bakanlığı Neşriyat (Yayın) bölümünde çalışır. Hasan Âli Yücel’in başlatmış olduğu dünya klasiklerini Türkçeye kazandırma girişiminde yer alır. Alman klasiklerini çevirir. İkinci romanı ‘İçimizdeki Şeytan’ı 1940’ta çıkardığında Nihal Atsız bu romanı kendisine hakaret kabul eder ve dava açar. Sabahattin Ali davayı kazanır. Herkesin yıllardır hayranlıkla okuduğu, herkesin zihninde farklı bir Maria Puder oluşturduğu ‘Kürk Mantolu Madonna’yı 1943 yılında yayımlatır. Nihal Atsız, Sabahattin Ali’yi sindiremez. 1944’te kendi çıkardığı ‘Orhun Dergisi’nde Başbakan Şükrü Saracoğlu’na ‘Açık Mektup’ ile şikâyet eder. Mektupta şunları yazar: “Bugün Maarif Vekâleti’ne bağlı dil kurumu azasından ve Ankara Devlet Konservatuvarı’nın öğretmenlerinden bir Sabahattin Ali vardır. Hemen hemen kendisini tanıyanların komünistliğini bildiği Sabahattin Ali, 1932’de Konya’da on dört ay hapse mahkûm edilmiştir. Sabahattin Ali, bugün kültür işlerinin bir mühim mevkiinde, Maarif Vekili
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı Hasan Âli Yücel’in şahsi sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır. Maarif sahasının bu mikroplara nasıl bulaşmış olduğunu gösteriyor. Bağlılığın ispatı için bunların vazifelerine derhâl son verilmelidir.” Zekeriya Sertel’in çıkarmış olduğu ‘Tan’ gazetesine yazılar yazar ‘A. Metin’ takma adıyla. 4 Aralık 1945’te üniversite öğrencileri bilinçli olarak örgütlendirilir. İstanbul’da o yıl sıkıyönetim vardır. Tan gazetesine saldırırlar ve gazete kapanır. Halet Çambel o günlere dair şunu anlatır: “Tan gazetesine saldırıların olduğu sırada, Zekeriya Sertel, İstanbul Emniyet Müdürü’nü telefon ile arar ama o pek oralı olmaz. Eşim Nail Çakırhan o gün gazetede, üst kattaki gayrimüslim esnaf tarafından kurtarılıyor.” Sabahattin Ali, Aziz Nesin’in fikriyle ‘Markopaşa’ dergisini çıkarır. Tek partili CHP iktidarını sert yazılarıyla eleştirir. Dergi defalarca kapatılır. Ve 1947’de artık işsiz kalmıştır. Son yazısını 1 Şubat 1948 yılında M. Ali Aybar’ın çıkardığı ‘Zincirli Hürriyet’ gazetesinde yazar. Yazı ne kadar M. Ali Aybar tarafından sansürlense de gazete kapanır ve Aybar tutuklanır. En son Paşakapısı Cezaevi’nden çıkar, kamyonculuk yapmaya başlar. Avukatı M. Ali Cimcoz’un bir yakınının desteğiyle... Sabahattin Ali’yi yıldırmaya çalışmışlardır. Artık Türkiye’de ona yaşamayı çok görürler. Kaçmaya karar verir. 1948 Mart’ının sonunda Paşakapısı Cezaevi’nde tanıştığı berber Hasan’ın ayarladığı Ali Ertekin ile birlikte Trakya’dan kaçış yolculuğuna çıkar. Yakın arkadaşı Rasih Nuri İleri birkaç hafta sonra berber Hasan’aagider. Rasih Nuri İleri ve Sabahattin Ali kaçmadan önce aralarında haberleşme aracı olarak ‘yeşil mürekkepli dolmakalem ile imza atılmış kartvizit’ kullanırlar. Rasih Nuri birkaç hafta sonra Edirnekapı’da bulunan berber Hasan’a gider ve kartviziti alır. Karta göre Sabahattin Ali yurtdışına çıkmıştır. Aylar sonra Sabahattin Ali’nin cesedi Istranca Ormanı’nda bir çoban tarafından bulunur. Jandarmalar oraya gömer. Yakın köylerden Beypınar Köyü’nde bir adam kaybolmuştur. Jandarma, bu adama ait olabilir şüphesiyle Sabahattin Ali’nin cesedini yerinden çıkarıp köye, adamın karısına götürür. Kadın “Benim kocam uzun boyluydu, kısa boylu değildi” der ve ceset köyün merasına gömülür. Ali Ertekin yakalanır, Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü itiraf eder. Ceset Kırklareli’ndeki devlet hastanesine götürülür ve otopsiden sonra Sabahattin Ali’nin kemikleri kaybolur. Sabahattin Ali için ne kadar faili meçhul desek de 17.000 kayıp insandan biridir hâlâ![(3] **** Satın alınamamanın, namuslu, dürüst yani insan olmanın ve kalmanın onurundan, dik duruşundan asla vazgeçmeyen Sabahattin Ali, çıkardığı ‘Ali Baba’ isimli mizah dergisindeki ‘Ne Zor Şeymiş’ başlıklı yazısında “Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmak, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman ola-
Sayfa 43 cak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Nerdeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar! ‘Görüyor musunuz şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor’ Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi!”[4] diye haykırırken; yaşa(tıl)dıklarını da özetler sanki. Bütün toplumcular, muhalifler, dik duranlar gibi, devlet Sabahattin Ali’nin de peşine düşmüştür. Örneğin 1947’de yayımladığı ‘Sırça Köşk’ kitabı, 1948’de Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılırken; Fransa’ya gitmek isteyen Ona, pasaport verilmez. Cezaevleri, davalar, baskılar ve işsizlik sarmalında çıkışsız bırakılan Sabahattin Ali, devletin cepheden saldırıyla yüz yüzedir. Mesela Sabahattin Ali, İtalyan komünist yazar Ignazio Silone’nin ‘Fontamara’ adlı yapıtını 1944’te çevirmiştir. Sabahattin Ali’nin bu çevirisi 14 Şubat 1949’da Meclis gündemine gelir. CHP Maraş Milletvekili Emin Soysal’ın “ihtilalci fikir ve hisleri taşıyan bir kitabı hararetle telkin ve propaganda amacıyla tavsiye eden müdür” hakkındaki sorusu üzerine Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu “Sözü geçen kitap budur” diye “Fontamara”yı gösterir ve “Bu kitabın bir ara Köy Enstitülerine sokulduğu işitilmişti. Hâlen böyle bir şey vakı değildir. Bu kitabı tavsiye eden kimdir?” diye sorar. Emin Soysal kürsüye çıkar: “Kitabı, bu kitabı tercüme eden meşhur Sabahattin Ali’dir. (Lanet olsun, sesleri) 17 sene evvel Atatürk, Konya’da vatanı kurtardığı zaman bu a adam aynı sene de vatanı kurtaranlar aleyhine yazdığı şiirle ve bu arada yaptığı hareketleriyle, bu hareketlerinin, biz vatan için tehlikeli olduğunu ifade ettiğimiz zaman, o zaman münevver geçinen birçok kimse bizi adeta başka şeylerle telin etmek yolunu tutmuştu. Yüce Tanrı’nın işine bakınız ki, tam 17 sene sonra bütün kötülüklerin, gafletlerin kara perdesi sıyrılarak kendi eliyle iddialarımızı komünistliğin ve komünistliği hiyaneti vataniyeye götürecek kadar kati olduğunu kendileri de ispat etti. İşte bu adam bu çeşitli kitapları tercüme eder ve yazardı. Bu kitaplardan birisi İtalyancadan tercüme edilen sözde faşist aleyhtarı, mükemmel faşistlik ve ihtilalcilik hazırlayan ve telkin eden Fontamara adlı kitaptır. Bu kitabı tercüme ettikleri ve enstitüye soktukları sıralarda Sabahattin Ali sureti mahsusa da Köy Enstitülerine tetkik ve adeta teftişe gönderiliyordu.” DP’li Şevket Mocan, 20 Aralık 1950 tarihinde komünizm tehlikesi üzerinde dururken “Hududu geçerken geberen Sabahattin Ali’ler, mekteplerimize kadar sokulmuş, vazife verilmiştir. Nâzım Hikmet şiirleri mektep kiraat kitapları hâline getirilmiştir. Sanki dört serserinin kafası ezilirse bize ilanı harp edilecek, böyle taviz verilirse vatana tevcih edilmiş emperyalist emeller değişecek” der. 23 Mart 1966 tarihinde AP’li Osman Zeki Efeoğlu, komünizm tehlikesine dikkat çekerken bazı kitapları kürsüden gösterir: “Bakınız. Lenin, Karl Marx, Karl Marx’ın eseri Kapital, Lenin’den Seçme Yazılar, Ücret, Emek ve Sermaye, yine Lenin’den, yine Engels’in, yine Kapital, yine Nâzım Hikmet’in... Biliyorsunuz Nâzım Hikmet Türkiye’den Moskova’ya kaçmış, ‘Ben Moskova’nın çocuğuyum, beni Stalin yarattı’ diye beyanat vermiş, soyadını değiştir-
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı miş, komünist olduğunu bütün dünyaya ilan etmiştir. (...) Bunun dışında yine Moskova’ya kaçarken öldürülen Sabahattin Ali’nin sekiz tane eseri neşredilmiş ve piyasaya çıkmıştır.”[5] Özetle bir şiirinde, “Göklerde kartal gibiydim,/ Kanatlarımdan vuruldum;/ Mor çiçekli dal gibiydim,/ Bahar vaktinde kırıldım” diyen Ona kıyılmış ve kırılmıştır! ***** Gözü pek, kararlı mücadeleci kişiliğiyle O; Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la beraber çıkardığı ‘Marko Paşa’, sansüre uğrayıp kapatılınca aynı kadroyla ‘Malum Paşa’ isimli dergiyi çıkardı. ‘Malum Paşa’ da sansüre uğrayıp kapatılınca ısrarcı bir tavır sergileyen kadro ‘Merhum Paşa’yı çıkarmıştır. ‘Merhum Paşa’ da sansürlenip kapatılınca, derginin ismini değiştirip ‘Ali Baba’ koymuşlardır. Mücadelesinde geri adım atmayan gözü pek, özü sözü bir Sabahattin Ali’nin Aydın Ortaokulu’nda Almanca öğretmenliği yaptığı dönemde, İstanbul’dan dönüşlerinden birinde trenden inmiş, bir de bakmış, istasyondaki sivil polis kendisini izliyor. Sabahattin Ali’nin elinde iki valiz varmış, hava da sıcak mı sıcak, polis de peşinden geliyor. Ali biraz yürüdükten sonra, durup polis memuruna, “Nasıl olsa eve kadar peşimden geleceksin. Hava da sıcak, bari şu valizin birini de sen taşıyıver,” demiş; polis de bir an şaşırıp durakladıktan sonra, “Pekâlâ, insanlık öldü mü?” deyip, bavulun birini yüklenmiş, iki eski dost gibi ahbaplık ede ede eve kadar gitmişlerdir. Böylesine bir yaşamda; “Biz demişiz ki: bu a memleketin istiklali her şeyden üstündür. Milletin oluk gibi kan akıtarak kazandığı bu istiklali, siyasi oyunlara alet edip, elden kaçırmayalım. Sömürücü devletlerin elinde oyuncak olmayalım Cevap vermişler: Hain, satılmış, Bolşevik ajanı! Biz demişiz ki: halkın selametini temin ile vazifelendirilmiş olanların siyaset oyunlarına katılmağa, halka zulmetmeğe, onu dövmeğe ve halkın sırtına binmeğe, onu tabutluklarla kapatmağa hakları yoktur. Bunun önüne geçilsin. Cevap vermişler: Bozguncu, devlet düşmanı, anarşist! Biz demişiz ki: yıllardan beri arkası gelmeyen dalavereler, arsa oyunları, memleket dışına para kaçırma rezaletleri, esrarı çözülmeyen cinayetler, millet malı soygunculukları alıp yürümüştür. Öte yanda, millet karasabanın arkasında donsuz didiniyor. Bu gidişatın sonu hayra çıkmaz. Cevap vermişler: Müfsid, tezvirci, komünist! Biz bir fikir ortaya atmışız onlar bize cevap yerine, küfür savurmuşlar. Bu tür bir mücadelenin zevkli olmadığı meydanda... Lâkin, yüreğimizi ferahlatan cihet şu ki, halk, o iyiyi kötüden, doğruyu eğriden ayırmakta hiç şaşmayan varlık, hep bizim tarafımızı tutuyor. Var olsun...” diyen O; hep dik durmuş ve bu konumuyla yazmıştır. Bu öylesine net bir dik duruştur ki, “Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu,”[6] notuyla O; “Hayatın bir değişmeler silsilesi ve her değişmenin bir tekamül olduğunu anlamayanlar yobaz kafalı insanlardır…” “Doğrusu, dünyada rahat yaşamak için aptal olmak lazım. Fakat aptal olmaktansa biraz daha rahatsız yaşamak daha iyidir bence,” diye eklerdi yüksek sesle ve kuşkusuzca…
Sayfa 45 Örnek çok… Mesela, Aydın Erkek Ortaokulu’nda öğretmenlik yaparken, öğrencilerin dolaplarında, Türkiye gizli Komünist Partisi’nin ‘Kızıl İstanbul’ adlı gazetesi bulunur. Tanıklar, öğrencilerin Sabahattin Ali’nin etkisiyle bu gazeteyi edindiklerini söylerler ve tutuklanır. Sonra konuya ilişkin olarak tutuklandığı mahkemede şunları söyledikleri: “Ben bir kafa taşıyorum. Bu kafa yalnız karın doyurmak ve giyinmek için olanakları araştıran bir makine değildir. İnsan beyninin ekmek parası dışında ilgilenmesi gereken sorunları vardır. Bunların gündelik yaşamla ilgisi yoktur... Bana suç atmalarının nedeni benim kendi çevremden ayrı yaşayışım, hatta onlara biraz da tepeden bakışımdır. Bu çok doğaldır. Çevrem beni tatmin etmediği sürece onlardan uzaklaşmaya ve beni doyuran kitaplara dönmeye mecburum... Onlara benzemeyişim ve doğanın beni bunların üstünde yaratmış olması benim suçum değildir. Bunları övünmek için yazmıyorum. Ben düşünen ve kendini bilen bir insanın başka türlü yapacağını düşünmüyorum...” ***** Dönemindeki mücadelenin doğrudan etkilediği ve Sabahattin Ali’nin de bunlara bigane kalmadığı açıktır. Mesela Nâzım Hikmet, Onun ile tanışmalarını: “Bir gün dergi idarehanesine kısa boylu, gözlüklü bir genç geldi. Almanca bildiğini, hikâyeler yazdığını ve isminin Sabahattin Ali olduğunu söyledi. Hikâyelerinden birini bıraktı çıktı. Bu hikâye orman a sanayinde çalışan işçilerin hayatına aitti. Alman romantizminin tesir altında yazılmış olmasına rağmen, konu ve muhteva bakımından Türk edebiyatında bir yenilik teşkil ediyordu. Genç adamın istidatlı bir yazar olduğu daha ilk satırlarından hissediliyordu. Hikâye basıldı (…) İlk yazısını bize getirişi Sabahattin’in antiemperyalist, demokratik temayülünü gösteriyordu. Gerek dostluğumuz, gerekse Resimli Ay’ın o zamanki çevresine girişi, gerekse sonraları Sinop Cezaevi’nde parti üyelerinden bazılarıyla tanışması Sabahattin Ali’nin sosyalist idealleri benimsemesinde tesirli oldu,”[7] diye aktarırken; Sabiha Sertel de ekler: “Sabahattin Ali Almanya’da ilerici edebiyatla temas etmiş, sosyalist eğilimleri olan bir gençti. Fakat kafasında sosyalizm henüz belirli bir şekil almamıştı. Nâzım onu yalnız realist sanata değil sosyalizme de çekmeye çalışıyordu. Sabahattin’i roman yazmaya teşvik eden Nâzım oldu.”[8] Zekeriya Sertel de, Sabahattin Ali için “Az zamanda hepimizin sevgisini kazanmıştı. Çok zeki, çok canlı, kabına sığamayan cıva gibi bir adamdı. Onu tanıyıp da sevmemek olanaksızdı. Matbaaya daima elinde bir kitapla gelirdi. O zaman en çok sevdiği adam, büyük Alman şairi Goethe ve Alman romancısı Thomas Mann’dı. Onların yapıtları elinden düşmezdi. Nâzım Hikmet, bu gençte yeni ve büyük bir cevher görmüştü, onu bir yandan kazanmaya, öte yandan da sanat hayatında yetiştirmeye başlamıştı,”[9] saptamasında bulunur. ***** Ayrıca anti-faşist demokratlığıyla maruftur O…
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı 1930’lardan itibaren Almanya ile İtalya’da baş gösteren ve giderek Japonya’ya kadar uzanan faşist dalga, Türkiye’deki Sovyet yakınlaşmasını kırarak tersine çevirmiş, Osmanlıcı yayılmacılık düşleri hortlamış, yöneticisinden yazarına kadar Turancılık baş tacı edilirmiş, Nazizm taraftar toplamaya başlamıştı. Sabahattin Ali, 1939’da ‘İçimizdeki Şeytan’ başlıklı romanını Ulus gazetesinde yayımladığında, Turancılar ayağa kalkar. Nihal Atsız, Rum olmakla suçladığı Sabahattin Ali’ye, iftiralar atarak, hakaretlerde bulunup şunları der: “Ben de ırkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için -Evet, övünerek söylüyorum ve tekrar ediyorum: Irkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için’ tanımlamasıyla başlayan yazı: ‘Biz Türkçülerle siz komünistlerin, fikir sahasında anlaşmamıza imkân olmadığı için, toplu bir hâlde, yumruklarımızın hakkını vererek çarpışmamız pek hoş olurdu. Çünkü fikirlerin hâlledemediği davaları kan hâlleder. Gerçi komünistler bu yiğitliği gösteremez. Fakat benim sana gayet samimi ve erkekçe bir teklifim var: Sen yedek subay olduğun için süngü kullanmasını bilmen icap eder. Bu davayı kökünden hâlledebilmek için benimle, şehirlerden çok uzak bir yerde süngü ve kılıçla bir ölümdirim çarpışmasını göze alacak kadar yüreğin var mı? Biz birbirimize ölüme kadar düşmanlık güdecek olan iki zümreyiz. Fikir savaşından bir sonuç çıkmadığını biliyorsun”![10] Kışkırtıcı yayımların devam etmesi üzerine hakaret davası açan Sabahattin Ali, Nihat Atsız’ı mahkûm ettirir ettirmesine ama, duruşma sırasında çıkan gösteriler nedeniyle, a mahkeme binasının birinci katından atlayarak, canını zor kurtarır. O günlerde ülkeye egemen olan tek şey korkudur. Bu dönemde lisede okuyan bir öğrencinin çantasından çıkan mektuplar, öğretmenlerini polise götürecek derecede körleştirir. Gencin adı, Attilâ İlhan’dır. Tüm suçu, Nâzım Hikmet’i sevmesi ve bu şiirleri arkadaşlarıyla bölüşüyor olmasıdır. Attilâ İlhan, kırk kuşağını, “Sanki kuşatılmış bir fedailer mangasıydı bu, umutsuz olduğunu önceden bildiği çetin bir savaş veriyor; teker teker eksiliyor, tuz parça oluyor, yine de özgürlüğün şarkısını söylemekten vazgeçmiyordu. Diktanın baskı aygıtı mükemmeldi. Siyasi polis, işi gücü bırakmış, şairlerin peşine düşmüştü” diye betimler.[11] ***** Sevilen, sayılan dikkate alınan bir kişilik, isyancı bir âşıktı O… “Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül edemeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir” sözleriyle aşkı tanımlayan Sabahattin Ali; ‘Değirmen’ başlıklı hikâyesinde, “Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekâlâ, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o? Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?” diyerek de sevdanın yerine yalanı ikame edenleri deşifre etmişti... Sabahattin Ali, eşi Aliye Hanım’a 1935 senesinde henüz evlenmedikleri ancak hazırlıkların sürdüğü dönemde başlayan mektuplarından birinde, “Şimdi ömrümün tek bir gayesi var: Bir gün evvel sana kavuşmak, seni kollarımın arasına almak, güzel, temiz yüzüne saatlerce, senelerce hiç doymadan bakmak. Ancak o zaman tam
Sayfa 47 neşeli, senin istediğin gibi neşeli olabileceğim. Senden ayrı, senden uzak bulunurken benden nasıl neşeli şeyler istiyorsun?”[12] diye sorduğu aşkına yazdığı mektubu ile birlikte ‘Değirmen, Dağlar ve Rüzgâr’ kitabını gönderir Sabahattin Ali, Aliye Hanım ise, “Bu şiirleri ve hikâyeleri okuyunca Ona kör kütük âşık oldum,”[13] diyecektir… ***** Kızı Filiz Ali’nin,[14] “Babamın öğretmen olması, çok önemliydi. Daha 20’li yaşlarından itibaren öğretmenlik yapmış bir insandı. Üstelik çok da seviyordu mesleği. Son yıllarda, eski evraklarını elden geçirirken, öğrencilerinden sayısız, mektup aldığını gördüm. Çok sevilen de bir öğretmenmiş,”[15] diye betimlediği Sabahattin Ali ilginç bir insandır; bir alay da örneği vardır bunun… Sabahattin Ali ve içinde Aliye Hanım’ın da olduğu bir arkadaş grubu İçerenköy’de yapılan bir sünnet düğününe gider. Aliye Hanım ile evli değillerdir henüz. Düğünde bir iki saat kalınır, dönmek istediklerinde Sabahattin Ali’nin yanlarında olmadığını fark ederler. Onu, lüks lamba fenerle bir ağaç altında kitap okurken bulurlar… Fikir suçundan hapse girdiğinde hücre cezası alır. Küçücük bu yerde kitap da verilmez. Cama mı yoksa duvara mı yapıştırılmış bir gazete parçasını yüzlerce kez okur, ezberler. Sağdan sola, aşağıdan yukarı da okur. Bunu hatırladıkça “Her ne pahasına olursa olsun bir daha hapse girmeyeceğim,” der. Konuşmadığı anlarda cebinden bir kitap çıkarır okumaya başlar. Evde, misafirlikte, a ödünç verdiği herkese temiz tutulmasını otobüste ayaktayken... Hep okur. Kitaplarını muhakkak söyler, küçük defterine kime, hangi kitabı verdiğini yazar ve geri getirildiğinde derhâl siler… Dakikalarca vitrinlerde, kitabevlerinde kitapları inceler. Aybaşında, maaşını alır almaz ilk iş Ulus’taki Akba Kitabevi’ne gitmektir. Ara sıra kızı Filiz’i de götürür. Onu çocuk kitapları bölümüne salar, “Sen istediklerini seçedur,” der ve kendi hâline bırakır. Sonra da kızının seçtiği kitapları gözden geçirir, işe yarayan ve yaramayanları ayırır, yine de çoğuna peki deyip alır. Bu kitapçı serüveni en azından bir iki saat sürer… Ankara’da Necati Bey İlkokulu karşısında, bir apartmanın çatı katında otururken bu evin bir adam boyundan kısa sandık odasını kendine kitap odası yapar. Eğri tavana ve iki yan duvara dünya yazarlarının resimlerini yapıştırır. Yerde dikine, yan yana sıralanmış kitapları durur. Bu odaya girer tozlarını alır, kapıdan bakar, güzel oldu değil mi der. Tavana yapıştırılmış yazarlarının resminin hizasına o yazarın bütün eserlerini dizer. “Böylece bulmak kolay oluyor,” der… Süheyla Conkman ağabeyini şöyle anlatıyor: “Onu asık suratlı hiç görmemişimdir. Bazen de kendi kendine söylediği şarkılar vardır ki, hiç aklımdan çıkmaz, duydukça onu anımsarım: ‘Ata binesim geldi, hay dah dah, yâre gidesim geldi.’ Bir de ondan başka hiçbir yerde duymadığım bir şeyler mırıldanır, yengem de ‘Yeter Sabahattin, kes bu ne biçim şarkı’ dedikçe şaka yollu tekrarlardı: Tabutumun altı çatlak, beni vuran benden alçak, sol böğrüme girdi pıçak, yâr yâr aman... Meğer kaderinin şarkısı imiş, bilemezdik”…
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı Mediha Esenel de onu şöyle tarif eder: “Çoğu kez kapıdan içeri bomba gibi girer, dehşet bir havadis patlatırdı. Son derece hazırcevaptı. Karşısındaki ne kadar hazırlıklı olursa olsun, bir lafın altında kaldığını görmemişimdir. Şakacılığı, muzipliği, zekâsı çarpıcıydı.” Dost meclislerinde içinden geldiği gibi davranır. Sevdiği oyun Othello birden gözünün önünde canlanır yerinden kalkar, acemi aktörleri taklit ederek gördüğü oyundan bir sahne canlandırır... Sevgi Sanlı, yazarın kitaplarını okuduktan sonra ona hayranlığını bildirdiğinde Ali’den şöyle bir karşılık gelir: “Eserlerini beğendiğiniz bir yazarı sakın gözünüzde büyütmeyin. Sanatçı içinde bir avuç altın bulunan çamura benzer. Altınını süzüp aldınız mı geriye tonla kum, çakıl kalır. Sakın yazarı gözünüzde tanrılaştırmayın”…[16] ***** Hepimize örnekti ve hâlâ da örnektir.[17] “Görmesen bile denizi/ yukarıya çevir gözü/ deniz gibidir gökyüzü/ aldırma gönül aldırma,” dizelerindeki[18] nikbinlikle Sabahattin Ali…
TEMEL DEMİRER a
NOTLAR [*] Arasöz Dergisi, Nisan 2016… [1] “Gün yerinde durmaz; geri de dönmez.” [2] Ali Yıldız, “Genç Yaşında Kırılan Kalem: Sabahattin Ali”, Cumhuriyet Kitap, No:1167, 28 Haziran 2012, s.10-11. [3] Metin Avdaç, “O Hâlâ ‘Sabah Yıldızı’…”, Radikal, 4 Nisan 2013, s.17. [4] Sabahattin Ali, Asım Bezirci, Amaç Yay., 3. Basım, 1987, s.68-69. Kaynak: Ali Baba, 25 Kasım 1947. [5] Türey Köse, “Hududu Geçerken Geberen Sabahattin Ali”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2012, s.8. [6] Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna, YKY, 2016. [7] Nâzım Hikmet, “Sabahattin Ali Üstüne”, Sanat Emeği Dergisi, Nisan 1978. [8] Sabiha Sertel, Roman Gibi, Ant Yay., 1969, s.133. [9] Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, Gözlem Yay., 1977, s.276. [10] 19 Temmuz 1940 İstanbul, www.bilgicik.com [11] 1940 Toplumcuları değince de yaş sıralamasına göre, İlhami Bekir (Tez), Mustafa Seyit Sutüven, Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, İlhan Berk, Cahit Irgat, Niyazi Akıncıoğlu, A. Kadir, Fethi Giray, Suat Taşer, Vedat Türkali, Mehmet Kemal, Enver Gökçe, Ömer Faruk Toprak, Ahmet Arif, Attilâ İlhan, Arif Damar, Şükran Yurdakul anlaşılmalıdır. (1940 Kuşağı’nın Ulu Çınarı Rıfat Ilgaz, Hikmet Altınkaynak, Rıfat Ilgaz Sempozyumu, Çınar Yay., 2007, s.415.) [12] Bahar Çelik Omur, “Canım Aliye Ruhum Filiz”, Evrensel, 25 Ocak 2014, s.12. [13] Burcu Aktaş, “Sabahattin Ali Tuhaf Bir Şarkı Mırıldanırdı”, Radikal Kitap, Yıl:13, No:699, 8 Ağustos 2014, s.8. [14] Piyanist, müzikolog, müzik eleştirmeni ve yazar Sab ahattin Ali’nin kızı Prof. Dr. Filiz Ali, “Kararımı verdim, kendi yaşımdakilerle pek görüşmüyorum. Gençlerden ümidim var. Türkiye’nin önünde atması gereken bir adım var ve bunu ancak gençlerle atabilir,”
Sayfa 49 (Ömür Şahin, “Filiz Ali: Sabahattin Ali’nin Kızı Filiz Ali: Habire Düşünüyorum; ‘Nerede Acaba!’…”, Birgün, 16 Şubat 2015, s.13.) der… [15] Deniz Ülkütekin, “Gençler Sabahattin Ali’nin Edebiyatını Daha İyi Anlıyor”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 2015, s.9. [16] Sabahattin Ali: Anılar, İncelemeler, Eleştiriler, Hazırlayanlar: Filiz Ali-Atilla Özkırımlı-Sevengül Sönmez, Yapı Kredi Yay., 2014. [17] Haldun Taner, ‘Karşılıklı’ başlıklı öyküsünün sonlarında şöyle der: “Korkunun kalemine yapışması ölüm demektir yazar takımına. Yazar dediğin yazacak. Açık sözlü ve yürekli olacak.” (Haldun Taner, Yalıda Sabah, YKY, 2015, s.56-57.) Sabahattin Ali, hem açık sözlü hem de yürekli olmayı başardığından yıllardır en sevilen, en çok okunan yazarlarımızdan birisidir. (Ali Turgay Karayel, “Sabahattin Ali’nin Ardından”, Cumhuriyet, 26 Şubat 2016, s.18.) [18] ‘Dağlar ve Rüzgâr’daki şiirleri için Mart 1973 tarihli ‘Yansıma’da, “Benim için sağlam bir biçimcilik içinde, taze bir tekdüzeliği getiren şiirlerdir bunlar. Bir bağlama ezgisi gibiydiler... Bu sıcaklık vardır o şiirlerde. Özgün bir duyarlığın kav ateşiyle tutuşturulmuş Alevî değilse de o şiirler, Türkçe’nin içindeki geleneksel çoban ateşini getirirler. Sözcüklerin biçimci ellerini ısıtabiliriz o şiirlerde. Ozandan çok, Türkçe’nin ocağından sözcüklerin korlu demirini çıkaran bir geleneksel halk demircisi gibidir, şiirlerin işliğinde Sabahattin Ali,” der Ceyhun Atıf Kansu…
a
KARİKATÜR: MUSTAFA ÖZGÜR
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
KUYU Kafamın içinde bir yer var Oraya gidince geri dönemiyorum Günlerce süren acılı bir tutsaklık bu Gecenin karanlığına benziyor Ama şafağı müjdelemiyor orada ışık Velhasıl insanı kurtaracak hiçbir şey yok İnsan kendi kör kuyusuna düştüğünde anlıyor bunu…
TEMEL KURT
Sayfa
YÜREĞİNİ ELİNE AL 'Bir rüya görüyorum' diyordu Martin Luther King milyonlarca Amerika'lı Afrikaner'in köklerindeki ışıltıyı parıldatan bir rüya.. 'İki üç daha fazla Vietnam' diyordu Ernesto Che Guavera ezilmiş ve yoksul milyarlarca insanın umudunu bileyerek.. 'Ya sosyalizm ya barbarlık ' diyordu Rosa Luxemburg Spartaküs hareketinin bayrağını tüm ülkelerin işçilerine sallıyarak..
'Non pasaran' diyordu İspanya İç Savaşında uluslararası brigadalar Faşizme geçit vermeyen yüreklerin içinde sıcacık izlerle dolaşıp.. 'Sürekli devrim' diyordu beynindeki bir kazmayla Trotsky Devrimci Marxist çiçekler serperek gözlerine insanlığın.. ... Yüreğini eline al ve bilincine çıkana dek çiğne diyorum burada bir başıma.. tüm zamanların tüm yoldaşlığının ışığıyla aydınlanan karanlığımda..
HALDUN HAKMAN
51
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
ŞEKER
O sadece bir çiçek gülmeyi anlatan. kanar ve sızar. uslanmaz sevda; büyüklerin arasındaki çocuk. eriyen şekerdir incecik izlerse heves...
BURCU TÜRKER
Sayfa 53
UMUT kendimi bildiğimden beri seni de bildim can-ciger olduk seninle çalıştım, emek verdim bir ömür düştüğüm de oldu arada sen vardın, bir yerlerde hoş elimden tutmadın değil seni eskitmeden bugüne getirdim iki elimi açıp yalvarmadım demir kapıları zorladığım oldu avaz avaz bağırdığım da zamanı geldi gidiyorum gözü açık haydi doğrul yerinden
ERCAN CENGİZ
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
EDEBİYATIN ÖLÜMSÜZ ŞÖVALYESİ: PUŞKİN -3-
Bedriye KORKANKORKMAZ
“Mihaylovskoye’de neler ürettiğini bilmek istiyorum.” “Sevgili Bedriye, Mihaylovskoye’de Yevgeni Onyegin’e devam ettim. Kont Nulin’in yanı sıra birçok uçarı şiir yazdım. Bu yılların en belirgin göstergesi romantiklere Shakespeare’e olan bağımlılığım ve çağımın diğer şiirlerinde gördüğün tiyatro oyunlarıdır. Kişinef’deyken buna benzer başarısız bir girişimim olmuştu. O dönemde Rusya belli bir süreçten geçiyordu. Tahta korkunç İvan’ın oğlu Feodor vardı. Oğlu Çareviç Dimitri Boyar Boris Godunof’un kışkırtmasıyla öldürüldü. Feodor’ dan sonraki Çar Boris Godunof oldu. Boris’in ani ölümü ve oğlu Feodor’un boyarlarca boğdurulması sonucu Dimitri tahta geçti. Polonyalı Marina ile evlendiğinin a ertesi günü Vasili Şuiski’nin adamları tarafından öldürüldü. Buna benzer bir dizi olaylar birbirini izledi. Ruslarda trajedi türü o sıralarda pek yaygın olmadığı için konuyla ilgili tek yapıt Sumarokof’un 1757’de yazdığı “Yalancı Dimitri” idi. Avrupalılar Rusya’yı tanımadıklarından dolayı konuyla ilgili bir şey yazmadılar. Aradığım konuyu bulduğumda benim romantik dramla tanışmam Shakespeare’den öteye gitmiyordu. Yazdığım oyunu Güller Savaşı gibi bir üçleme üzerinde kurmayı düşünüyordum. Oyun tahtı zorla ele geçiren Boris’in taç giyme töreniyle başlar pişmanlıklarıyla sürer, ölümü karısı ve çocuklarının da öldürülmesiyle biter. Oyunda izleyicinin dikkatini çekmesi için bazı sürprizlerim de vardı. Oyunda olan biten tüm kötülüklerden Boris’i sorumlu tutuyorum. Ölüm döşeğinde oğluna öğütler verirken Boris’i hoca rolünde izler izleyici. Bu sahne hem Athalie’yi, hem de Shakespeare’in IV. Henry’sini anımsatır. Boris’te söze IV. Henry gibi tahtı nasıl ele geçirdiğini anlatmakla başlar. Boris oğluna erdemi ve iyiliği öğütler. “Sevgili oğlum, senin yaşında /Kadınların güzelliği insanın kanını kaynatır/ Kutsal namusunu, soylu temizliğini koru/ Genç yaşta şehvet bataklığına sapanlar/Karanlık ve gaddar adamlar olurlar.” (s.92) Dimitri tahtı zorbalıkla ele geçirirdi. Ben Schiller gibi kahramanımın iyi niyetli olduğunu ileri sürerek onu savunmaya kalkmam. Ben oyun uzunca açıklamalara girmeyip sadece ipucu vermekle yetindim. Bütün karakterlerimi sevimli renkli tipler olarak buluyorum. Sadece Margaret’i tek düze buluyorum; çünkü sövüp saymaktan başka bir şey yapmıyor. Bütün kişiler arasında en önemlisi Peder Pimen’dir. Peder’in şefkatli uysallığını, hem çocuksu hem uyanık sadeliğini Çar’ın kudretine olan sarsılmaz inan-
Sayfa 55 cını büyüleyici bulurum. Boris Godunof’un gerçek bir tiyatro eseri olmadığını sende anlamışsındır. Klasik kurguların dışına çıkmak isterken, sınıflandırılması güç bir hilkat garibesi yaratığımı sonradan anladım. Veuillot ”Dramatik, şiirden anladığım, oynamak üzere yazılmış manzum konuşmalardır diyor oyunum için. Bu manzum konuşmaların bir kısmında ben ince nükteli bir şair olduğumu kanıtlıyorum. Ayrıca belli bir dönemin, bir halkın ruhunu yakalayıp, evrensel çizgilerini de korumayı başardığımı düşünüyorum. Benim diğer yapıtlarımın arasında Boris Godunof’a ayrı bir yer açmak gerektiğini düşünüyorum. Sahnede başarılı olmamasına rağmen şiirle nesnel sanat eşine az rastlanır bir uyum içindedir.” “Sevgili dostum, Mihaylovskoye’de yazdığın şiirlerden söz eder misin?” “Sevgili Bedriye, Mihaylovskoye döneminin diğer yapıtlarının önemli bir kısmı André Chenier ve başka şairlerin taklit ve çevirileridir. Bir kısmı da benim yaşantımdan kaynaklanarak yazdığım şiirlerdir. Tılsım’da benim gizemli Odesa anılarıma rastlayabilirsin. Adsız iki oyunda da Madam Rizniç’le karşılaşır ve genç yaşta ölmesinin benim üzerimde yarattığı duygulara tanıklık edebilirsin. Kış şiirimde konağımda yalnız başına sıkılan bir soyluyla bir gün yaşatırım hepinize. Uzun şiirlerimden biri olan Kont Nulin’de başlangıç noktanız Rusya olmamalı. “Elinde dördüncü cildi/Pek duygusal bir roman/ Elise ve Armand’ın aşkı/ Ya da İki Ailenin Mektupları/ Sonsuz uzunluğuyla/ Baştanbaşa ahlak kokan” (s. 101). Hanım sonunda kitabı bırakır pencereden dışarısını seyretmeye a başlar. Bir araba sesi duyulur herkes mutluluk içinde konuğu karşılaya koşar. Gelen ziyaretçi Kont Nulin’dir. İyi bir aileden gelen her Rus gibi seçkin hediyeler getirmiştir yanında. Paris’ten getirdiği arabası Rusya’nın bozuk yollarına dayanamamıştır. Arabayı onarana kadar şato sahibinin konukseverliğine sığınmıştır. Ev sahibesi konuğunu öyle güzel ağırlamıştır ki, Kont buna karşılık akşam olunca terk edilmiş hanımefendiyi teselli etmesi gerektiğine inanır. Hanım efendinin tepkisi ise Lükres’in Tarken’e aşk etmediği tokadı patlatmak olur. Evin efendisi gelir. Bozulan Kont, tüm ısrarlara rağmen Petersburg yolunu tutar. “Kont Nulin” bundan ibarettir ama şiirine az rastlanır canlı nükteli anlatımı ve Rusların yaşayışını sergilemesi açısından önemlidir. Ben ilk kez bu şiirimle başlayarak günlük yaşamı, gündelik olaylara sokmayı başardım.” Yevgeni Onyegin” tamamıyla Mihaylovskoye ürünü değildir. İlk olarak 1820’de Byron’ın Don Juan’ını okuduktan sonra Kırım’da atılmış, Odessa’da yazılmaya başlanmış ve Niji Novgorod yakınlarındaki Boldino’da 1830’da tamamlanmıştır. Buna karşı önemli bölümleri 18251826’da Mihaylovskoye’de yazılmıştır. Şiirin konusu Don Juan’dan daha basittir. Bütün servetini kaybeden bir züppe olan Yevgeni Onyegin amcasının ölümüyle yeniden zengin olur. Mirasa konmak için bir süreliğine çiftlikte yaşamak zorundadır. Orada şair Lenski ve Larin aileleriyle dostluk kurar. Ailenin büyük kızı Tatyana ona âşık olur. Ama Onyegin kıza yüz vermez. Salt Lenski’yi kızdırmak için Tatyana’nın küçük kız kardeşi Olga’ya kur yapar. Lenski ölür ve Onyegin yolculuğa çıkar. Moskova’ya döndüğünde Tatyana ile karşılaşır. Bir zamanlar red ettiği köylü kızı evlenmiş aristokrat bir çevreye girmiştir. Bu kez onu Tatyana red eder. “Beni unutun yalvarırım
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı size/ Artık bir zamanların/Mutlu özgür genç kızı değilim/ Evli bir kadınım beni unutun/ Sizi seviyorum. Evet/ Ama bir başkasına aittim/ Asla göstermeyeceğim/Sadakatta kusur etme saygısızlığını” (s. 103) “Ben Tatyana hakkında şöyle düşünüyorum: Tatyana Rus olmakla birlikte kendi birey olma kişiliğine erişmiş bir insandır. O her şeyden önce Rus ovalarının kızıdır Yevgeni Onegin eserinde canlandırdığı Tatyana tiplemesiyle Rus kadınının kişiliğini ortaya koymuştur. Rus kadını için erdem, bağlılık, her türlü konfor ve şatafattan daha önemlidir. Bir Rus kadını, içinden geldiği kültüre yabancılaşmaz ve soyağacının köklerine derinden bağımlıdır. “ Bir başkasına bağlandım, ölene dek/ ona sadık kalmam gerek.” Tatyana’nın asıl aşkı ilkeleri ve onurudur. Sevmediği yaşlı bir adamla evlenmiştir Tatyana. Evlendiği adamın erkeklik gururunun, namusunun ve şerefinin sorumluluğu Tatyana’ya aittir. Eşinin onurunu, şerefini, erkeklik haysiyeti ile insanlara olan güvenini ayaklar altına alan davranışlardan şiddetle kaçmak/ kaçınmak zorundadır. Tatyana’nın yükü bizim bildiğimiz bir eşin sorumluluğu değildir. Tam tersine… Bir insan kendisine sıkılan bir kurşunla değil; sevdiğinin, sevgisine layık olmadığını anladığı an ölür. Biyolojik değil, duygusal ve düşünsel ölümdür aslolan Tatyana için. Tatyana eşinin duygusal ve düşünsel olarak öldürmektense kendi canına, kendi duygularına, kendi aşkına kıymakta bir an bile tereddüt etmiyor. Tatyana tiplemesine ilişkin Dostoyevski’nin düşünceleri ise şöyle: “Tatyana, yüreğinin ta derinlerinde ıstırabın dik alasını bilen aTatyana başka türlü davranamazdı. Hayır. Kendini bilen kişi, bir Rus, kararını şöyle verir: mutluluktan nasibim olmasın benim. Çektiğim acı bu ihtiyarın çektiklerinin yüz katı, bin katı olsun. Kimse bilmesin, bu ihtiyar adam da bilmesin benim nelere katlandığımı. Kimseler bilmesin benim neyi göze aldığımı. Başkasını paralamakla olacaksa, ben mutluluğu istemiyorum!” “Evet, Bedriye, ileride ben karımda olmasını istediğim tüm erdemleri Tatyana’da topladım. Tatyana aynı zamanda Fransa kültürüyle yetişmiş bir Rus kadınıdır. Ben daha 1823’te Kişinef’teyken namuslu aşkın özlemiyle dolup taşıyordu yüreğim. Onegin’de insanları şaşırtmayı başarır. Herkes onu hayal kırıklığıyla yoğrulmuş, acı, alaycı herkesi küçümseyen birisi olmasını beklerken bir de bakarsınız ki, yalnızca şampanyadan ve sosyetik kadınlardan bıkmış bir adamdır. Arkadaşları komşu çiftliklerin sahipleridir onlara şiirler okur. Ben bu sadece konuşmaya canlılık getirsin diye yaptığımı açıkladım. Onegin, burjuva değerlerine karşı çıkmasına rağmen davranışları bu değerlerin üzerinde kuruludur. Romantik kahramanlar yaratmakta pek başarılı olduğumu söyleyemem. Bunun nedeni de onur ve başkaldırı eğilimin Rus gerçeğiyle bağdaşmamasında buluyorum. Bu yüzden de ne Tatyana ne de Onegin bunalımlı aristokrat olmaktan öteye gidemezler. Ben kahramanlarımda kendimi çizdim.” Sizin benim gibi/ Namuslu bir adamcağız” (S. 104 )dizesinde olduğu gibi. Hem kendimin hem de o dönemin aydınları hakkında hatırı sayılır ipuçları veriyorum. Lenski’nin Onegin kurşunuyla karlara serildiği sahne öylesine duygusaldır ki, birçok insan benim bu sahnede kaçınılmaz sonumu bildiğimi düşünmeden edemez. Köy yaşantısından manzara resimleri çizdim okuyucuya gezip gördüğüm kadarıyla. Birçok
Sayfa 57 insan benim esin perilerime ihanet ettiğimi düşünüyordu. Esin perilerimin tepelerde, deniz kıyılarında dolaşmak için yaratılmıştı. Nevski’de şık lokantalarda, çiftliklerde, kabarelerde ne işi vardı benim esin perilerimin? Bana hem klasikler hem de romantikler saldırıyordu. Kendimi savunmak için anıların ve pişmanlıkların akışına kapıldığımı ileri sürdüm. Viazemski’ye yazdığım mektupta “ Zevkim için çalıştım, eleştirmenler için değil diye yazdım.(S.108) Eleştirmenler bu açıklamalarımla yetinmeyince bu seferde sosyete mensuplarının da şiirlerde yer alma hakkında söz ettim:” Sosyetik ve hafif olan her şeyi şiirden atmaya kalkışırsanız Yemyeşil ve Genç kız gibi başyapıtları da yakmanız gerekir.” (s. 108) Ben zamanımdan daha ileriydim. Şair Baratinski şunları yazdı bana:” Yapıtlarında alışılmışı arıyorlar ve bulamıyorlar haliyle… Dizelerinin son derece basit oluşu bu ahmaklara yaratıcılığındaki bir eksiklik gibi geliyor, gözlerinin önüne eski ve yeni Rusya’yı serginin farkında değiller”.( S.108109) Gerçekte Yevgeni Onyegin Rusya’yı paylaşmış olan uygarlıkların bir tablosudur, bir yandan Petersburg salonları diğer yanda serflerin karanlık karalığı” Bu kültürün tarihi ilk kez Yevgeni Onyegin’de edebiyata girer.” Sevgili dostum nasıl evlendiğini anlatır mısın?” “Sevgili Bedriye, sürgünde dönüşümde mutlu bir yaşam sürdürdüm. Ünlü olmuştum. Herkes imzamı almak için sıraya giriyordu. Yayıncılar Boris Godunof’u basmak için yarışıyordu. Madam Osipova’ya mektupta şunları yazmıştım:” İki başkentimizde, aynı ölçüde yavan ve aptal. Eğer seçim hakkımaolsaydı kesinlikle Trigorskoye’yi seçerdim.” (s.110) Çar bana kendisinden başka hiç kimsenin beni gözetlemeyeceğini söylemesine rağmen mutsuzdum. Gerçekteyse sansürcülük görevini Çar’ın adına Emniyet Müdürü yapıyordu. Müdürün benim hakkımdaki düşünceleri çok katıydı. Çok sıkı takip altındaydım. Eskiden tanıdığım aydınlık çevre değildi. Aydın düşünenleri acımasızca sindirmiştiler. Diğer aydın kesimde korkusundan dolayı konuşmuyordu. Sniyegiref 1828’de benim bir anda halkın gözünden düşüşümle ilgili şöyle yazıyordu:” Eskiden onu göklere çıkaranlar şimdi yerin dibine sokuyorlar” (s. 113). Bende gözde şairler kategorisinde kendi isteğimle ayrılıyor, on yıl boyunca naçizane denemelerime gösterdiği yakın ilgiden dolayı moda’ya teşekkürü borç biliyorum diye yazdım”(S.113.) Şu dizelerimi o dönemde yazdım:” Nereye götürüyor bu şair bizi/ Nedir bu uyumlu ezgiler?/ Niçin kaprisli bir sihirbaz gibi başımızı döndürüyor” (s.113) Eski değerimi yitirdiğimi düşünüyordum. Oysaki halkın alıştığı farklı türlerde ürün vermenin doğal bir sonucuydu bu. Artık yazdıklarımı kendime saklıyordum. Birçok şiirlerim ben öldükten sonra yayımlandı. Kimi şiirlerim deli dolu gençliğime yakılan ağıtlardır. Kimi şiirlerim de yakamı bırakmayan ölüm korkusundan yazdığım şiirlerdir. Yaşadıklarım ile hissettiklerimi, unutmak için dolaştım kentten kente. Kalıcı bir aşkın özlemiyle yanıp tutuşuyordum. Bir yandan da burjuva kurumuna karşı çıkıyordum. Moskova’ya döndüğümde Gonçarof’lar kızlarıyla evlenmeme razı oldular. İlk başta bir aşk evliliği olan bu evlilik bir anda mantık evliliğine dönüştü. Tüm arayışlarımda mutluluğu bulamamıştı şimdi de klasik yoldan mutluluğu bulma umudu içindeydim. Yaşım otuzu geçmişti. On altı yaşındaki nişanlımın beni çılgınca sevemeyeceğini gele-
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı neğim için de bir güvence olmadığını düşünüyordum. Onu genç yaşında dul bırakma duygusu bana cehennem azabı veriyordu. Evlilik formaliteleri canımı sıkıyordu. Çocukluk arkadaşım Delvig’in ölümü de aynı günlere rastlayınca canım daha da çok sıkıldı. Sonunda evlendim. İlk günlerde geçim sıkıntısını düşünmedim. Sonra kendime bir iş aradım ve Kamer Yunker’de, mabeyinci yardımcısı oldum. Altı ay sonra eşime hediye ettiğim pırlantaları rehine vermek zorunda kaldım. Ardından ailesinin iflası ile bebekler dünyaya geldi. On yıl geçmeden ölürsem Şaşka, Moşka ve Grişka ne olur diye düşünüyordum. Eşime yazdığım mektuplarda hep aynı şeyleri yazıyordum. Şaşa’nın dişleri aklıma takılıyor. En büyük kaygım Natali’ydi. Eşimin kültürünü artırmaktan vaz geçmiştim. Onun sağlığıyla yakından ilgileniyordum. At gezintileri endişelendiriyordu beni. Çok ilgilendiğim konuysa eşimin ilişkileriydi. Petersburg’dan ayrılmam gerektiğinde meraktan hastalanıyordum. Her gün yazıyordum eşime mektuplarımın okunduğunu bilsem de. Natali beni rahatlatmak yerine beni kıskandırmak için sosyetik çevrelerde gördüğü ilgiden söz ediyordu. Çektiğim acıları ona belli etmiyordum ona gençliğini yaşamasını güzelliğinin sefasını sürmesini söylüyordum. Eşime soyluluğu, kibarlığı aşılamak konusunda gösterdiğim tüm çabalar boşunaydı. O bir çocuktu ve çocuk kalacaktı. “Kulağını çeker, bir şey olmamış gibi öperim” (s.119) diye bitirmek zorunda kalıyordum mektuplarımı. Güzelliği için evlenmiştim onunla. Biraz uçarıydı ama dürüsttü. Beni anlamıyordu ama seviyordu. Eşimi seviyordum. “Sensiz a yaşamım boyunca bedbaht olacağım”( s.119) diyordum eşime. “Ailem büyüyüp genişliyor, çocuklarım etrafımda dört dönüyordu. Yaşlılıktan korkmama gerek yok” diye düşünüyordum.” “Son yılların şiirlerinden söz eder misin bana” “Gözden düştükten sonra daha çok yazdım. O budalalara haz vermek için değil sadece kendi keyfim için yazıyor para için de yayımlıyordum. Salt sanat kaygısıyla yazdığım şiirler var. Rusya‘yla Ruslarla ilgili konulara olan yakınlığımı yansıttığım şiirlerim var. Bunun dışındaki şiirlerimin bir kısmı, yine geçmişteki gibi yabancı yapıtlardır. Bir fark vardı artık eskisi gibi Fransız şairlerin peşinden gitmiyordum. En fazla Mikyeviçz bazen de Byron üzerinde çalışıyordum. “Taştan Konuk”ta hem Moliére’in hem Moliére’in rakibi Villiers’nin hem de Almanların Don Juan’ından esinlendim. Benim Don Juan’ım sadece bana özgüdür. Her zaman söylemeye çalıştıklarımı doğruda söylemeye gerek duymadan okuyucuya hissettirmeyi başaran ben Mazeppa’yı şöyle anlattım: “Mocazı nasıl da özgürdür/ Açıkça ya da belli etmeden / Nasılda baş eder düşmanlarıyla/ Doğduğu andan beri hiçbir/ Hakareti nasıl da unutmamıştır/ Gururuna kapılıp nasıl da/ İleri götürür canice tasarılarını/ Kutsal olan her şeyi nasıl da çiğneyip geçer/ Nasıl sevgisizdir her şeye ve herkese/ Nasıl su gibi kan döker/ Özgürlüğü nasıl hor görür/ Nasıl da hiçe sayar ülkesini” (s.128). Benim nyanya’sının (dadısının) masallarından esinlenerek yazdığım öyküleri ele almak istiyorum. Bu masalların dekoru Rusya’dır ama Avrupalılar peri masallarından pek farklı değildirler. Benim çarlarım da uçarı, unutkan ve saftır. Bir anda öfkelenir ve
Sayfa 59 bir boyarın sözüne inanıp karısıyla oğlunu boğdurur diğer yandan da her şeyini borçlu olduğu arkadaşını öldürür. Benim cariyelerim sevgi dolu ve sadıktır. Masallarımdaki ayrıntıların gizli bir ustalıkla karışık sadeliği, halk dilinin canlı anlatımı beni etkilediği kadar öykülerimi okuyanları da etkilesin istiyorum. Masalları anlatırken onları fazla değiştirmedim yalnız kişiler üzerinde yaptığım değişiklikler onları daha canlı ve özgün kılmak içindi. Ben çökmekte olan bir şair değildim... Yazdıklarımda inceliğim sürekliliğini korumuştur. Batılı tiyatro yazarlarından tutun Rus izbalarında iplik eğiren kızlara çeşitli anlatıcıların katkılarına yer verdiğim için esin perimin beni terk ettiğini düşünüyorlardı herkes. Bazen ben de bu düşünceye katılıyordum.” “Düz yazıların hakkında neler söylemek istersin?” “Sevgili Bedriye, ben düz yazıya oldukça geç başladım. İlk öykümü 1827’de, diğerlerini de 1830’dan sonra yazdım. Efnemof’un yayımladığı yedi ciltten dördünü düzyazılar oluşturur. Fransızca yazdığım mektupların bir gün çevrilip yayımlanacağını düşünmemiştim. “Geri kalan üç ciltten biri, Pugaçof İsyanının Tarihi, ikincisi öyküleri, üçüncüsü de başta kendi çıkardığım Çağdaş dergi olmak üzere çeşitli dergilere yazdığım makale ve yazılardan oluşmaktadır.”( S.131) Bu yapıta salt konuları açısında olduğu kadar önemleri açısından da birbirinden farklıdır. Pugaçof üzerine yazılan kalın cildin geçerli nedeni benim resmi tarih yazarlığı görevini haklı çıkarmamdır. Makalelerimin birçoğunu Çağdaş akımı yaşatmak için yazdım. Bütün makalelerim şiirden düzyazıya kaymamla ilgili uğraşılarımla ilgilidir. Makalelerinim büyük bir a bölümünde Rusya’nın gelişmesine katkıları olan Batılılar, bir kısmında da, bu gelişimin aşamalarını irdeledim. Öykülerde XVIII. ve XIX. yüzyılın Rus toplumu anlatılır. Bir kaçında sadece köylü sınıfını ele aldım. İlk önemli yazım 1822’de Rus edebiyatı konusundaki bir incelememdir. Yazımda Rus edebiyatının Fransız etkisine kadar olan gelişmesini ele aldım. Daha sonraları Fransız edebiyatının tarihi ve önemi üzerinde durdum. Bu düz yazılarımı edebiyatta milliyetçilik sorunu Batı edebiyatların büyük ustaları Byron, Shakespeare, Walter Scott, Mme de Stael, Chénier ve Chateaubriand’ın yorumlarını izleyen makaleler izledi. Ben daima klasik oldum Batılıların da klasik kalmasını istiyordum. Örneğin Victor Hugo’ya şaşardım, Lamartine’den sıkılırdım, nasıl olur da Byron’la karşılaştırdıklarını anlayamazdım. Musset beni her zaman büyülerdi. Bir türlü vazgeçemediğim XVIII. yüzyıl ustalarının canlılığını bulurdum Musset’de. Nikola devri Ruslardan özellikle de çağdaşlardan söz etmek kolay değildir bu yüzden XIX. yüzyıl yazarların eleştirileri kısadır. Benim “Petersburg’dan Moskova’ya Yolculuk” başlıklı bir makalem var.” Yüzbaşının Kızı”ında keyfi tablolara yer yoktur. “Griyof’un ailesinin tek düze yaşantısı kahramanları önce yaşlı serf Savelyef, sonra da Fransız Beaupré tarafından eğitilmesi, askere gidişi atlattığı güçlükler, bütün bunlar kusursuz bir doğrulukla işlenmiştir. Zaten taşra soyluları o dönemde neyse, benim yaşadığım dönemde odur” (s.134) Kitabımda tarihe aykırı ne bir olay ne de bir duyguya rastlanır. Bu yapıtımda gerçeğe sıkı sıkıya bağlı kaldım. Bu bağlılık yapıtımın ilginç olmasına engel değil. Kahramanlarımın sevme alışkanlıkları konusunda çok fazla iyimser davrandım. Kahramanlarımın her
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı biri canlıdır bu da başarmak istediğim bir şeydi. Diğer dönemleri konu alan öykülerim “Yüzbaşının Kızı” kadar önemli değildir üstelik birçoğu da tamamlanmamıştır. “Dubrovski” benim ölümümden sonra yayımlanmıştır. Öykü XIX. Yüzyılın başlarında geçen gerçek bir olaydan alınmıştır. 1812’de geçen “Rozlavlef” de tamamlanmış bir öyküdür. Yirmili yılların Rusya’sı anlatılmaktadır Ben sadece bir giriş yazdım bu konuda. Aralık Olayları’na karışanların yakın dostum olması nedeniyle o dönemi yazmam gerçekten de zordu. İçimden geldiği gibi yazsaydın sansüre takılırdı yapıt yayımlanmazdı. Bu sansürcü kısıtlamalar benim yazmamı her geçen gün yavaşlatıyordu bir dönem sonra da tamamen ara verdim yazmaya. Genç yaşta ölmemiş olsaydım kesinlikle Rus klasiklerinde bir başyapıt olabilecek bir roman yazabilirdim. Benim diğer tüm öykülerim tüm Rusların yaşadığı bazı olayları olduğu gibi aktardığım için tarihsel sayılabilir. 1813-1814’te zaferden dönen orduların Rusya’ya girişinin anlatıldığı “Kasırga” bunlardan biridir. Bu tür öykülerin değeri aktardığım olaylardan anlatım canlılığından kaynaklanıyor. Kadın kahramanlarım yine köylü kızlardan biridir. “Maça Kızı” acıklı bir öyküdür mesela. Yevgeni Onyegin’den şu dizeleri anımsatmak istiyorum sana: “Bir gün Apollon’a sırt çevirip/ Utanmadan alçalacak/ Düz yazılar yazacağım/ Geveze bir moruk gibi/ Neşeli öyküler anlatacağım/ Aşkın, kıskançlığın/ Acılarını anlatmaktan vazgeçip/ Keyifle aktaracağım/ Aile öykülerini/ Ve ah! O eski zaman adetlerini.” Erken ölmemiş olsaydım çok daha farklı ürünlerle insanlığın a kütüphanesine katkım olurdu.”(s. 138) “Sevgili dostum, ölümüne kadar geçen süreci bana anlatır mısın?” “Sevgili Bedriye, Öncelikle eşimin başıboş davranışları, evliliğimden dolayı içinde bulunduğum ekonomik sıkıntı yetmiyormuş gibi bir de polislerle giriştiğim kavgalar beni tüketmişti. Benim üretmem için huzurlu bir ortama ihtiyacım vardı. Bende sosyete yaşamına düşkündüm ama sosyeteyi ve aristokrasiyi kaygı verici bir şekilde anlamakla yetinmiyordum. Benim gözümde kökleri tarihin derinliklerine uzanan ailelerin çocuk ve torunları soyluydu. Ruslardan çok Almanlardan oluşan bu topluluk ellerindeki paraları gönlünce harcıyorlardı. Onların içinde ben tam bir haydut görüntüsü içindeydim. Tavırlarım, dostluğa bağlılığa ve değerlerime bağlılığımla onlardan çok farklıydım. Onlara göre ben gereksiz atalarını öven işe yaramaz bir yazardım. Belki de bir casustum! Onların beni aşağılamalarına karşı taşlamalarımla yanıt veriyordum. “Uşaklara yaltaklanmayacağım günler gelsin artık!/ Gelsin artık Cumhuriyet hırsızlığından kurtulacağım günler!” (s.141) Eşim tuttum ve davranışlarıyla bana yöneltilen saldırılara çanak tutuyordu. Eşim kendisine kur yapılmasından hoşlanıyordu. Onun bu serbest davranışları giderek eşimin beni aldattığı benim de buna göz yumduğum söylentileri ortalıkta dolaşmaya başladı. Dantes’in ortaya çıkışıyla da bu söylentiler ayyuka çıktı. Bir Fransız’dı Dantes. Eğitimliydi. Kral Louis-Philippe’in hizmetine girmeyi ret etmiş, yakın akrabası Hollanda’nın Rusya büyükelçisi olan Heeckeren baronunun çağrısı üzerine Petersburg’a gelmiş yarı sürgün sosyetenin iyi karşıladığı yakışıklı birisiydi. İmparatordan aylık alan Muhafız Alayı’na subay olarak atanmıştı. Baron Heeckeren
Sayfa 61 evlat edindi onu kendisine. Çok geçmeden başkent salonlarının paylaşılamayan bir sevgili haline geldi. Eşime kur yaptığını söylediler bana ben de Dantes’yi düelloya çağırdım. Dantes, sevdiği kadının eşim değil, eşimin kız kardeşi olduğunu söyledi. Sözünü kanıtlaması için baldızımla evlenmesini söyledim, o da evlendi. Baldızım ne güzeldi, ne gençti, ne de zengindi. Evliliklerinin on beşinci gününde bacanağını evinden kovdu. Çok geçmeden bana gelen bir pakette Boynuzlular Derneği tarafından yollanmış onur diploması çıktı içinden. Diplomanın Heeckere’ler tarafından düzenlendiği ortaya çıkınca ben de şu mektubu yazdım baba Heeckeren’e: Koskoca bir hükümdarın temsilcisi olan siz, piçinizin düpedüz pezevenkliğini yaptınız. O iğrenç çöpçatan kocakarılar gibi köşe bucak aradınız karımı ve onu adice ayartmaya çalıştınız.” (s. 142). Yanıt oğuldan geldi meydan okuyordu bana. Hemen düellonun saat ve yerini belirledik. Düellonun şartları da netleşti. Danzas’la birlikte düellonun yapılacağı yere gittik. Dantes yanında tanıdığı Archiac Vikontu’la beraber bizleri bekliyordu. Yerlerimizi aldıktan sonra hiç kımıldamaksızın ateş etti bana Dantes. Ona “Kasığım Parçalandı!” dedim. O halde hısımıma ateş ettim o da yuvarlandı. O an şöyle dedim: “Bana bir doyum sağlayacağını düşünmüştüm bu işin. Oysa şimdi neredeyse azap duymaktayım…” (s.143). Dantes’in yarası hafifti. Beni evime götürdüler. Doktor geldi, gerekli müdahaleyi yaptı. Eşimin bu olaydan haberinin olmamasını istedim. Duyan dostlar akın etmeye başladı evime. Daha sonra acı dolu saatler başladı. Tüm acılarıma karşı direndim. Acılarımın hafiflediği anlarda eşim a üzerime titrer benim hiçbir kabahatim olmadığını söyleyerek beni teselli etmeye çalışıyordu. Dostum Puşkin yanında niye değil o yanında olsaydı daha rahat ölürdüm dedim. Düellonun ertesi günü 29 0cak 1837 sabahı ortalık ağarırken can çekişmeye başladım birkaç dakika sonra da öldüm. Bir anda ortalık karıştı ölümümle. Herkes gelmişti. Polis de gelmişti. Dışarıda halk birikmişti. Bu acıya belli salonlar katılmadı. Onlar Dantes’i yüceltmekle meşguldüler. Vitrinlerini benim kitaplarımla dolduran kitapevleri ve benim büyük bir insan olduğumu söylemelerine Ulusal Eğitim Bakanı Uvarof şöyle açıklıyordu öfkesini: “Nasıl olur da devlet adamı ya da general olmayan bir kimseye büyük insan denilebilir?” (s. 144). Çar ölümümden büyük üzüntü duyduğunu ayrıca eşime ve çocuklarıma yardım edeceğini bildirmişti. Hep şüpheli güvenilmez en önemlisi de korkulu bir kimse olarak kaldım onların gözünde. Resimlerin vitrinlerden kaldırıldı. Benim cenaze törenime üniversitenin tam kadro katılması için tören günü derslerin tatil etme isteğini hükümet kabul etmedi. Çar Nikolay I. olayı çıkaran Heeckeren baronuna bundan böyle persona non grata olmadığını haber verdi, Georges Dantes de, ordudan atılarak Rusya’yı terk edinceye kadar askeri cezaevine kapatıldı. 30 Ocak gecesi naaşım hükümetçe seçilen kiliseye taşındı. Taşınmaya birkaç dostum ile polis ve jandarmada hazır bulundu. Ertesi gün Rus törenlerine uygun olarak tabutta açık bekletilen naaşımın önünden büyük bir kalabalık geçti. Eski bir frank giydirmişlerdi bana. Daima tiksindiğimi söylediğim Kammer Junker üniformasıyla gömülmek istemediğimi açıklamıştım. Bu isteğim yönetici çevrelerde çok ters tepkilere yol açtı. Polis kilisenin önündeki muazzam kala-
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı balığın kilisenin kapısına yaklaşmasını engelliyordu. Trigorskoye yakınlarındaki dağ manastırının bahçesine gömülmeyi vasiyet etmiştim. İsteğim yerine getirildi. Otuz yedi yaşında dünyadan ayrıldım. Dul eşim çok geçmeden bakanlığa atanan yüksek bir memurla evlendi. Çocuklarım da saray okullarında eğitim gördüler. Ne yazık ki her zaman silik kaldılar. Heeckeren Petersburg’u terk etmek zorunda kaldı. Rusya’dan konulan Dantes, Fransa’da İkinci İmparatorluk devrinin sıradan senatörlerinden biri oldu. O mektupların yazarları hiçbir araştırmaya ve ya kovuşturmaya tabi tutulmadılar. Yaptığım yanlış evliliğin kurbanı oldum anlayacağın.” “Ölümünden sonra neler olduğunu kısaca anlatır mısın?” “Ölümümle birlikte şöhret oldum. Ulusal şair katına yükseldim. Bu yükselişim karşısında eleştirmenler sustular. Benim derinliğim yok suçlamalarında bulunan Rus Hegelciler bile sustular. Birçok şair beni taklit ediyordu. Başta Gogol olmak üzere bütün gerçekçiler beni büyük öncü sayıyorlardı. 1860’lı yıllarda gözden düşmeme halk yığınları hakkında küçültücü sözlerim neden oldu. “Aşağılanan ve ezilenleri savunma tutkusu biricik edebiyat türü haline gelince ben de en tiksindirici aristokratlardan biri durumuna düşecektim” (s. 149). Yaşamın bir gençlik hatası üzerine kurulu sıradan dalkavuğun yaşamından başka bir şey değildi onların gözünde. Ölümümse salon akımının aklımı başımdan aldığı bir yüksek sosyete mensubunun ahmakça ölümünden başka bir şey değildi. Yapıtlarımsa halkın yaşadığı sefalete karşı kayıtsız kalan bir saray maskarasının yazdıklarıydı. Yapıtlarım resmi a ideologlar tarafından hazırlanan okul kitaplarında adım övgüyle geçse de aydın Rusların gözünde pul kadar değeri yoktu. Zamanla benim en çok saldırdığım kesimin ayak takımı değil de, saray takımı olduğu anlaşıldı. Yeniden yazdığım dizelerin güzelliği ortaya çıktı. Ölümümün ellinci yıl dönümünde Rus fikir ve edebiyat yaşamının en önde gelen temsilcilerin övgüleri arasında Moskova’da dikilen heykelimin açılışı yapıldı. Benin insan yanımı irdelemek isteyenler gençliğimden ziyade olgunluk dönemlerimi değerlendirmeye almaları gerektiğini düşünüyorum. Olgunluk dönemim benim tamamıyla hüzne gömülmüş olduğum dönemdir. İçimde hiç kimseye karşı herhangi bir art niyet gözetmeksizin yaşadım. Bana edebiyattan tarihten çağdaşlarımın yapıtları hakkında söz açıldığın anlarda hemen canlanırdım ve içimden geçenleri tüm çıplaklığıyla anlatırdım orada bulunanlara. Bir genç kız ziyaretime gelmeye görsün yüzümde güller açardı. Hemen o kızın portresini çizerdim ve etrafı neşeye boğardım. Tek başıma kaldığımda çocuklarımı, ödenmemiş faturalar ile eşimin hoppalıklarını anımsar hüzünlenirdim. Uykusuz bir gecenin sabahında başımı dik tutarak işimde çalışıyordum. En sık kullandığım sözcüklerin başında “şövalye” geliyordu. Bu sözcük atalarımın dolayısıyla da çocuklarımın taşıyacağı onurunu korumak ve gözetmek sorumluluğunu anımsatıyordu durmadan bana. İşte bu onura duyduğum sorumluluktan ötürü kendimi feda ettim. Benim gözümde şairin ödevidir. Gereksiz esin perisinin beni terk ettiğini düşünerek üzüldüm. Hayatım arzu duymadan, gelecekten korkmadan şakıyan bir şair olarak geçti. “Benim yaşantım bir dramdan çok bir ağıtı andırır” demiştim bir keresinde. Eşimin güzelliği bu dramı çekil-
Sayfa 63 mez kılmasına rağmen dostlarıma sonuna kadar sadık kaldım. Benin en büyük gerçeğim gerçek bir Rus aşığı olmamdır. Rus devletine hayranlık beslemiyordum. Ama ülkemin köklerine tarihsel geçmişine hayranlık duyuyordum. Gençlik çağımda yaşayarak tanık olmuştum Rusya’nın karşılaştığı tehlikelere, kazandığı zaferlere. İçinde yaşadığım dünyanın hem güçlü hem de güçsüz yanlarını çok iyi biliyordum. Rus ruhunun değerini hem ürettiklerimle hem de yaşadıklarımla kanıtlamıştım. Şimdi herkes benim Rus edebiyatının babası olduğumdan şüphe etmiyor. Turgenyev “O, hepimizin ustasıdır” diyordu benim için. Gerçekten gerek beni izleyen şairlere gerekse Gogol başta olmak üzere gerçekçi yazarlara yol gösterdiğime inanıyorum. Yapıtlarım zamanla halk yığınlarına mal oldu. Popüler bir şair değildim. Dizelerim halkın yüreğinde yankı buldu, daha ne isterim. Şu dizelerimi sana anımsatmak istiyorum: Halkın gözünde yıllar boyunca aziz kalacaktır adım/ Çünkü bu zincire vurulu yüzyılda/ “Özgürlüğü yücelttim sadece ben/ Ve özgürlüğün kurbanları için ağladım” (s. 152). “Sevgili dostum verdiğin bilgiler için sana yürekten teşekkür ederim. Bir sonraki görüşmemizde görüşmek dileğiyle esen kal. Bilmeni istiyorum ki, yapıtların günümüzde de sevilerek okunuyor. İçin rahat olsun. Sevgilerimle.” “Ben de seni tanımaktan son derece mutlu oldum. Görüşmek üzere, esen kal. En içten sevgilerimle.”
a Kaynak: Puşkin. Emile Haumant. Türkçesi: Atilla Tokatlı. Düşün Yayıncılık. İstanbul. s.152
- SON -
BEDRİYE KORKANKORKMAZ
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
AH BE BAHAR Ah be bahar Ne iyi ettinde geldin Kirazı gördüm beyaz bir gelinlik içinde Papatyalar açmış dibinde Ellerim toprağa değdi Okşadım hassas bir tende Cıvıl cıvıl kuş sesleri Elma dalında tomurcuğa durmuş Bu kış bizim bir yanımızı don vurmuş Nisan'ı ortalayıp geçersek o bir yana Ya kurban edeceğiz geleceği bu bahara Ya da sereceğiz postu kumsala Titrek ellerimiz suçlu Düşürdüğümüz hayatın kırılan parçalarından Korkularımızı okuturlar oturduğumuz sıralarda Öğretiler kıştan kalma, ayaz vurmuş Bahar hocam bizi anla.... Karanlığın bu yüzünden çok çektik Öte yüzündeki aydınlık korkutur bizi
MUZAFFER GÜL
AŞKTAN ÖTE YALNIZLIK
Her ayrılıktan sonra İçine biraz aşk karıştırılmış O yalnızlık benim Her aşktan geriye biraz yalnızlık kalır Her aşktan geriye kalan O yalnızlık benim Nedir ki bir aşkı bir yalnızlığın anlamından öte kılan Yalnızlığın da anlamından öte olan O aşk benim Yalnızlığın da ötesinde bir yalnızlık var aşk gibi Aşktan da öte olan O yalnızlık benim
MERİÇ AYDIN
Sayfa 65
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
SERSERİ BİR ÇILDIRIŞ ÜZERİNE MONOLOG Damarımda kan basıncı artıyor alkol komasında odalarda Alkolle nişanlıyorum bazukayı betonarme efkarlarla hala depresyon esrikliği bu ama, çarmıhların krallığı da var karantinaya alıyorum damarımda zehirliböcekleri anasonla; tımarhane hücresinde sanrılardan örülmüş akbabalar; yani şizofrenik semptomlar, tarantulanın kanat değiştirmesi de var karadulun ağusundan kraliçe haşaratlar çıkıyormuş ağladım çığlıkların koğuşunda kapsüllerdir vuruyor akrepleri.. şşt sana diyorum güllabici gergedanlar sarsıyor gömlekleri Gömleğimde kanatlanan çıyanların çıldırmış cinayeti; ki çıldırmak intihar biçimidir orakçekiçli demirlerin bam! Şimdi romalarda kan; kamplarda hayvanat, auschwitz’de senkimim? şizoid ciğerinden soyuluyorçekirdeği tımarhane yüreğin; Yüreğin ki payitahttır saltanataçıkan sevdama duyuyormusun? Saçmalıorum yeraltında çıldırtıcı sağnaklar ağlıyormusun? Dörtayaklı kuşlardan kanatlanmış ejderhalar uçuruorum negüzel Postalların mantarlı pisliğinden karasinek çıkıorum nasıl da? Bunu köpekbaşlıejderlerin ağzından fısıldıyorum sevgilim Sevda ki kırbaçlanan damarımdır çift başlı haşarat kim? Evetbölükpörçük hücrelerde monologbudiyologdeğil Evet hücrelerde monoloğa mecburiyim sevgilim Gözlerini şakağıma çevirince kurşunların patladı bom! Kurşunlar patladığında çekirdeğii dağıldı kaburgama he mi? Paranoyak şizofreni, şizoid mi? katatonik şairler mi hangisi? Akciğer hücresine döşenen mezarlıkda çığlıklarla delirim mii? sapıtma dehlizinde kirlenmiş sıkıntım foseptikle uzatılır koğuşda ki sapıtmak intihar biçimidir orakçekiçli devrimlerin bam!! Birden kellelere giyotin indi auschwitz kampında azınlıklar gibi it! Mekansal sıçramayla değişiyor mekan işte;şizofrenik hayal piç Karasinek çıkar güllabici salyasından hamamböceği sonra hiç? Saçmalıyorum;zehir kapsülünden granit tımarhane uluyorum şer kapsüllerinden böcekleri koğuşlarda kırbaçlıyorum Şimdi giyotinde kan, sokaklarda isyan, hücrelerde sen kimim? faşizm krallığında yıldırımlışoklarla çarpılmanın kiniyim evet kopukkurgusallıkşizofrenikörüntü ve yabaniyim sevgilim Birden giyotinde kir, çarmıhlarda kibir,elektrik şoklarında hain; Birden, auschwitzde isyan, giyotinde kan; çarmıhlarda Eli Eli lama sabachthani?! Haşa! ben ilaçlarımı alim sevgilim!
OĞUZ ATEŞOĞLU
Sayfa 67
ÖYLECE BENDEN
Boş bir bedenin havada asılı kalmış sancı düşleri, Es geçiyorum, yaptığın iyilikler için. Çoğulsuz çağrılarla biat ederken, Kapatıyorum bazen siyah, kara, sivri, ulu günleri… Bilirsin yazgısız olmaz hayat! Ne bir ulu çınar altı, nede gölge bir yer gerek sana. Kaçışın içinde, hissediyorsun. Biraz ilerlesen varacak gibi oluyorsun. Kim dokunur bilinmez sakladığın düşlerin parmak aralarına, Kim yakar ateşin soysuzunu, bağrının mühürlü ahşabına doğru, Bilinmez, bilirsin. Ne bir taşın ahenkli süzülüşüdür suda sırayla iz bırakan, Ne bir sevdanın karabiberimsi tadı. Kimsin, nesin ve ne istiyorsun hayattan, Uzun ve kibirli satırlara yazma kendini. Kısa ve öz olsun şairlerin yeri.
ALPER SANCAR
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
ŞİİR-ŞAİR
POETİKA Sönmüş lambayı yakın yeniden Yine ses gelsin boşalan kadehlerden ARAGON Acının yalvacı akşamın hüzün kovalayıcısı şair F.KADRİ GÜL şiir, tarihinden bu yana pek değişmedi insan yüzleri gibi tıpkı o denli benzer o denli başka. SABAHATTİN KUDRET AKSAL Şiir, kapatmalarla dolu bir haremi elegüne açmak gibi.
BEHÇET NECATİGİL
HİLMİ YAVUZ
Şairlik biraz Seçilmiş yalnızlıktır Aşk sorgulanmaz
CARL SANDBURG
şiir hırsızdır aşkın koma haline güler BÜRRAN SAKA Kırların çiçeğidir şiir yaşamın sevinci
ERCAN AKBAY
Şiir soylu bir pazar Şiir: o safâ-nazar OLCAY YAZICI
Şiirin tarihi, kopmalarla belirlenir. Kimse bakamaz Şairler gibi Mahzun, kederli Ama diri
Şiir, duruk hecelerin devingen düzenidir.
İSMAİL UYAROĞLU
BABÜR PINAR
hangi sevgiliye şiir yazılmadı çölde çiçek olmaz su yok/ kup kuru şiirin var ya/ aç kapısını gönlünün şiir ver iki mısra FEVZİ KÖK Aman iyi koruyun/onu sakladığınız dolabın üstüne şöyle bir not yazın özenerek her harfini biiir bir YANGINDA İLK KURTARILACAK ŞEYDİR: ŞİİR… FEVZİ GÜNENÇ
Şiirinin rüzgârlarında savrulsun gönlümün harmanları. Toplardamarımızdan gelen esin Fışkırsın yüreklerimizden, Dilimiz baş kaldırsın düşlerimize. ALİ ZİYA ÇAMUR
DERLEYEN:A.Z.ÇAMUR
Sayfa 69
YAŞAM VE SANATTA
AYIN İZDÜŞÜMÜ TEKİRDAĞ CEZAEVİNDEKİ DEVRİMCİ TUTSAKLARCA YAYINLANAN ÜMÜŞ EYLÜL 23. SAYIYA ULAŞTI... Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül KültürSanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2017 tarihli 23. sayısı elle yazılıp mektuplarla okurlarına ulaştırıldı. Şu bağlantılardan e-dergi biçimine erişebilirsiniz: https://drive.google.com/file/d/0B0Oa5Qdo a okmlOWVRTVI4ZXluVkU/view http://issuu.com/gorulmuturamacozulmemit ir/docs/23_-___m_____eyl__l Önceki sayılar için de şu bağlantıları ziyaret edebilirsiniz: https://drive.google.com/drive/folders/0B0O a5QdookmlN3hxTW1iMk5hUTg http://issuu.com/gorulmuturamacozulmemit ir
İletişim için, ürün ve mektup göndermek isteyenler için, dergiyi hazırlayan Hasan Şahingöz’ün İletişim Adresi: 1 Nolu F Tipi Hapishane C tek 55 TEKİRDAĞ
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
ŞİİR BİR USTASINI KAYBETTİ YEVTUŞENKO SONSUZLUĞA UĞURLANDI... Rus şiirinin önemli adlarından şair Yevgeni Yevtuşenko, uzun zamandır yaşadığı ABD’de geçirdiği kalp yetmezliği nedeniyle 4 Nisan’da hayatını kaybetti 18 Temmuz 1933'te Zima'da doğdu. Stalin sonrası şairler kuşağının önde gelen temsilcisi oldu. Bu kuşağın sanatsal özgürlüklerin genişletilmesi ve edebiyatın siyasal ölçütler yerine estetik değerlere dayandırılması için mücadele veren sanatçılarındandır. Moskova'da ve Trans-Sibirya Demiryolu üzerindeki küçük bir kasabada geçen Yevtuşenko ilk önemli öykülü şiir yapıtı “Stantsiya Zima” (Zima Kavşağı, 1956)'da bu kasabayı betimledi. Moskova'daki Gorkia Edebiyat Enstitüsü'nde öğrenim gördü. Yayımlanmasına Stalin'in ölümünden sonra izin verilen şiirleriyle halkın sevdiği bir şair oldu. İlk devrimci şairlerden Mayakovski ve Yesenin'in taşkın, yer yer argo yüklü şiir dilini yeniden canlandırdı; ayrıca aşk, kişisel sorunlar gibi Stalin döneminde ele alınması hoş karşılanmayan konularda şiirler yazdı. Yaklaşık 34 bin Ukraynalı Yahudi'nin Nazilerce katledilişini konu alan Baby Yar (Babi Yar, 1961) adlı şiir kitabında SSCB'deki Yahudi düşmanlığını da eleştirdi. ABD ve Avrupa'ya geziler yaptı, bu gezileri sırasında şiirilerini topluluklar önünde okudu. 1963'te Paris'te otobiyografik nitelikteki Yaşantım/Erken Yazılmış Bir Yaşam Öyküsü (1968) adlı yapıtını yayımlanmasından sonra ülkesinde baskıya uğradı. Ama SSCB'ne ışık sağlayan bir elektrik santralinin kurulduğu Sibirya simgesiyle Rusya tarihi boyunca bir sürgün yeri sayılan Sibirya simgesini karşılaştırdığı son derece coşkulu bir dizi şiirden oluşan Bratskaya GES (Bratsk İstasyonu, 1965) adlı yapıtını yayımlanmasının ardından saygınlığını yeniden kazandı. ABD üzerine ilk şiirlerinden derlenen Özgürlük Heykelinin Derisinin Altında adlı oyunu 1972'de Moskova'da sahnelendi. 1978'de tiyatro oyunculuğuna başladı, 1981'de fotoğraflardan oluşan kitabını, ertesi yıl da ilk romanını yayımladı. 1984'te Ardabiola adlı bir kısa roman yazdı. SSCB'nin dağılmasıyla Yevtuşenko, ABD'nin Oklahoma eyaletindeki Tulsa üniversitesiyle kontrat imzalayarak ailesiyle birlikte ABD'ye gitti. Üniversitede edebi-
Sayfa 71 yat dersleri veren Yevtuşenko, şimdiye kadar ABD'de yaşadı, ancak bu süre boyunca Rus hayranlarını da unutmadı. Ünlü şair, ‘Nerede olursam olayım, okurlarımın yüzlerini görmeyi seviyorum' demişti. 'YEVTUŞENKO'NUN ÖLÜMÜYLE BİR ÇAĞ SONA ERDİ' Rusya Devlet Edebiyat Müzesi Müdürü Dmitriy Bak, Sputnik'e verdiği mülakatta "Yevgeni Yevtuşenko'nun aramızdan ayrışmasıyla bir çağ sona erdi. 1960'lı yılların ya özgürlüğün en çok geliştiği zaman, ya da ülkemizin totaliterlikten kurtulmaya yönelik tam adım yerine yarım adım atmış olduğu yıllar olarak hatırlanıyor. Şöyle veya böyle, Yevgeni Yevtuşenko, sonsuza kadar o zamanların canlı örneği olarak kalanların arasındaydı. Bu dönem, edebiyatın ve şiir sanatının muazzam etkisinin olduğu bir dönem olarak hafızalarımıza kazındı. Yevtuşenko, kendi zamanının ve edebiyat tarihimizin insanıdır" ifadelerini kullandı
M. SUNULLAH ARISOY 2017 ŞİİR ÖDÜLÜ HÜSEYİN ATABAŞ'IN.. a Kuşadası Eğitim ve Geliştirme Vakfı tarafından düzenlenen M. Sunullah Arısoy 2017 Şiir Ödülü "YAŞAYIP GİDERKEN" adlı dosyasıyla Hüseyin Atabaş’a verildi. Ayrıca Emin Kaya’nın"BENİ O UYSAL KUYUDA UNUTMAYACAKTIN" kitabı KEGEV Özel Ödülüne değer bulundu. Ödülün seçici kurulunda Hidayet Karakuş, Ayten Mutlu, Ahmet Özer, Çiğdem Sezer ve Halim Yazıcı yer aldı.
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
1. MUAMMER HACIOĞLU ÖDÜLÜ MEHMET HAMEŞ’İN Artshop Yayıncılık tarafından Muammer Hacıoğlu'nun 25. ölüm yıldönümü anısına verilecek olan, bu yıl ilki düzenlenen "2017 muammer hacıoğlu şiir ödülü" seçiciler kurulu; Ayten Mutlu, Oğuz Özdem, Turgut Toygar, Volkan Hacıoğlu Ve Vedat Akdamar’ın değerlendirmesi sonucunda birincilik ödülüne "Uçarak Uyur Ebabil" kitabıyla Mehmet Hameş layık görüldü. Jüri özel ödülü'ne ise "Yer Dediğin Göğün İçinde" kitabıyla Salih Mercanoğlu değer görüldü.
CEYHUN ATUF KANSU ÖDÜLÜ ÖZGE SÖNMEZ’İN...
a
Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü, bu yıl için “Derine Gömdüler Sabahı” adlı kitabıyla Ozge Sonmez kazandı. Cengiz Bektaş, Adnan Binyazar, Bahar Gökler, Emin Özdemir, Ahmet Özer, Cigdem Sezer ve Ferruh Tunç’tan oluşan seçici kurul, Ozge Sonmez’in yapıtını oy çokluğu ile ödüle uygun gördü. 1982 Ankara doğumlu olan Ozge Sonmez, Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili Eğitimi Bölümü’nü birincilikle bitirdi. Fransa Nantes Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptı. Sönmez, Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Fransız Dili Eğitimi Anabilim Dalı’nda doçent olarak görev yapıyor. Şiir, öykü ve yazıları Mühür, Kıyı, Patika, Ege Sanat, Yaba, Afrodisyas Sanat, Kurşun Kalem, Berfin Bahar gibi çeşitli dergilerde yayımlanan Sönmez’in “Derine Gömdüler Sabahı “ adlı şiir dosyası, geçen yıl da 20. Ali Rıza Ertan yarışmasında birincilik ödülü almıştı.
Sayfa 73 2016 VEDAT GÜNYOL DENEME ÖDÜLÜ ÖNER YAĞCI’NIN OLDU 2016 yılı Vedat Günyol Deneme Ödülü sahibi, Anadolu’nun Umudu: Aydınlık isimli yayımlanmamış eseri ile ÖNER YAĞCI olmuştur. Seçici Kurul ayrıca Kirpinin Dansı yayımlanmış eseriyle HAMDİ TOPÇU ve Aklımın Söz Kanatları yayımlanmamış eseriyle AYŞE YAMAÇ’ı Seçici Kurul Özel Ödülü’ne layık görüldü.
VAHİTTİN BOZGEYİK 2017 ŞİİR ÖDÜLÜ SONUÇLANDI...
a
Gaziantep’in ünlü şairlerinden Vahittin Bozgeyik 2017 şiir ödülünü kazananlar belli oldu. Fevzi Günenç, Filiz Punar, Hüseyin Toprak, İbrahim Halil Aycan Mehmet Kara, Meral Can, Nurettin Bozgeyik’ten oluşan seçici kurul dereceye giren şiirleri ve şairleri saptadı. Buna göre, ödülün birinciliğine “Göç Türküsü” adlı şiiriyle Celalettin Kurt, ikinciliğe “İnsan Doğar, Büyür ve Ağrır” adlı şiiriyle Yusuf Korkutan, üçüncülüğe “Lâ mekân” adlı şiiriyle Erdal Erçin layık görüldü. Mansiyon alan şair ve şiirlerin adları ise şöyle: “Gel İstanbul Olalım” adlı şiiriyle Nazım Köyce, “Sabahın Çocukları” adlı şiiriyle Bülent Ovalı, “Çürüme” adlı şiiriyle Özkan Köse, ve “Enin-i Ruh” adlı şiiriyle Perihan Tunadede.
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
İYİ Kİ DOĞDUN YILMAZ GÜNEY! 1 Nisan 1937’de doğan Yılmaz Güney’in 80. Doğum günü çeşitli etkinliklerle kutlandı. Yaşamını devrim ve sosyalizm davasına adayan , “halkın sanatçısı, halkın savaşçısıdır” şiarı temelinde yaptığı devrimci sanatla Türkiye halklarının gönlünde taht kurdu. Bıraktığı eserler aramızda O. Yılmaz Güney’in doğum gününde, arkadaşları, Yılmaz Güney’in tespitlerinden yola çıkarak “Devrimin Sorunları” adıyla Güney Yayınlarından bir kitap yayınladılar. Yılmaz Güney’i 80. doğum gününde, kendisinin 1977’de “doğum günü” avesilesiyle yaptığı konuşmayla anıyoruz. O devrim ve sosyalizm mücadelemizde bizimle! TOPLUMSAL DEVRİM SÜREKLİ BİR DEĞİŞME VE DEĞİŞTİRME HAREKETİDİR Arkadaşlarım, Toplumsal devrim, sınıfsal temelleri olan, kesintisiz bir değişme ve değiştirme hareketidir. Çeşitli zorluklarla dolu, uzun, sancılı bir tarihi dönemi kapsar. Acıları, sevinçleri, başarıları, yenilgileri, yükseliş ve düşüş devrelerini içerir. Toplumsal devrimleri zorunlu kılan, uzlaşmaz boyutlara ulaşan toplumsal çelişmelerdir. Sınıflı her toplum, uzlaşmaz sınıf çelişmelerini bağrında taşır. İşte devrimleri gündeme getiren bu çelişmeler, çelişmelerin çözümü için gerekli olan sınıf güçlerini, bütün mücadele silahlarıyla karşı karşıya getirir. Sınıf siyasetlerini, ideolojilerini, taktik tavır ve davranışlarını da bu süreç içerisinde biçimler. Toplumumuz da, günden güne berraklaşan bu saflaşma süreci içindedir. Biliyoruz ki, insanlık tarihi sınıfların mücadeleleri tarihidir. Tarihin itici gücü halklardır. Yani, tarihi gelişmeler, üstün yetenekli insanların eseri değil, üstün özelliklere sahip insanlar toplumsal çelişmelerin ve gelişmelerin eseridir. Toplumsal gelişmelerin nesnel yasalarını ve halkların tarihi eğilimlerini özünden kavrayan insanlar, nesnel koşullara uygun düşen doğru önerileri,
Sayfa 75 fedakârlıkları ve cesaretleriyle kitlelerin bilinçlenmelerinde, devrim hedeflerine yönelmelerinde önemli roller oynamışlar ve tarih, onları layık oldukları yerlere oturtmuştur. Tarihi akışa ve toplumsal eğilimlere ters düşen, toplumsal gerçeklikten kopar ve halkın devrimci eğilimlerini çiğneyen insanlar ise, bir zamanlar halk tarafından nasıl yüceltilmişlerse, yine halk tarafından alaşağı edilmişlerdir, edilmektedirler ve edileceklerdir. İşte bu tarihi ve evrensel gerçeklerden hareketle, sınıf saflaşmalarının yoğunlaştığı günümüzde kendi yerimizi saptamak göreviyle karşı karşıyayız. Kimin saflarında olacağız? Bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük isteyen; insanın insana kulluğuna son verilmesini isteyen halkların devrimci saflarında mı, yoksa bağımsızlığa ve demokrasiye karşı çıkan, sömürüyü bir tasma gibi halkların boğazına geçirip onları köleleştiren ve düzeni korumak için her türlü baskı ve zulmü “meşru” gören halk düşmanı saflarda mı? Hangi safları seçersek seçelim, seçtiğimiz saflar bize çeşitli görevler yükler. Bu görevlerin yerine getirilmesi, bizi sınıfsal değerlere göre adlandırır. Ya ezilen halkların ve sınıfların fedakâr, yiğit, bilinçli, unutulmaz savaşçıları olarak, bilinen-bilinmeyen kahramanları olarak tarihe geçeriz… ya da halk düşmanları olarak, nefretle anılarak tarihin kara sayfalarına, tarihin çöplüğüne. Ya anamıza, babamıza, karımıza ve çocuklarımıza, bizden sonraki kuşaklara a şerefli insanların mirasını bırakırız… ya da onların, yakınlarımızın, uzun bir süre utanacakları, hatırladıkça yüzlerini kızartacak acı bir miras. Biz, çocuklarımıza şerefli, onurlu bir miras bırakmalıyız. Arkadaşlarım, Şerefli bir miras bırakmanın birinci koşulu, ezilenlerin yanında bilinçli bir biçimde saf tutmak ve kendimizi, ezen sınıfların gerici ideoloji ve kültürel etkilenmelerinden, düşünce biçimlerinden, alışkanlıklarından kurtarmak için sabırlı çaba sarfetmektir. Safımız, her türlü sahteliği, grupçuluğu aşarak, başta işçi sınıfı olmak üzere, ezilen, sömürülen bütün emekçi kitlelerin birliği doğrultusunda, devrimci proletaryanın mücadele safları olmalıdır. Bu safı içtenlikle ve inanarak seçmişsek, bu saflara karşı olan bütün gerici güçlere ve bu güçlerin ideolojik, siyasi, kültürel ve toplumsal etkilerine karşı, bilimsel sosyalizmin ilkeleri temelinde savaşmalıyız. Bu görev, kendimizi ve çevremizi değiştirmeyi emreder. Bu görev, devrimci fedakârlığı, bilgi edinmeyi, yiğitliği ve alçakgönüllü olmayı emreder. Bu görev, devrim saflarını seçmiş insanların, eleştiri, özeleştiri temelinde birliğini emreder. Bu görev, devrim yolunu seçmiş insanların kardeşliğini, kitlelerle birleşmesini emreder.
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı Arkadaşlarım, Yeni bir yaşa girdiğim bu gün, gerek bana gerekse sizlere, geçmişe eleştirici bir gözle bakmanın, hatalarımızın sınıfsal köklerini araştırmanın, bizi halka güvensiz, bireyci, tembel yapan ana nedenlerin araştırılmasının vesilesi olsun. Gerçekten devrim istiyorsak, devrimin çıkarlarını birinci plana almalıyız. Gerek kendi, gerekse arkadaşlarımızın zaaflarına, yapıcı ve arındırıcı bir biçimde, bu açıdan bakmalıyız. Bizi zor görevler bekliyor. Başarılı olmak, en küçük ayrıntının bile doğru sınıfsal ilkeler ışığında titizlikle irdelenmesini zorunlu kılar. Sizlere, önümüzdeki çeşitli engellerin aşılmasında gücüm oranında yardımcı olmak için çalışacağım; olumlu yanlarımızın vazgeçilmez dostu, zaaflarımızın amansız düşmanı olarak her zaman yanınızda olacağım. Bütün eksiklik ve yetmezliklerinize karşın sizlere inanıyorum ve güveniyorum. Bu inancım, kaynağını halkıma duyduğum güvenden alıyor. Devrimin gerektirdiği bilgiler ve yetenekler kazanılabilir şeylerdir. Halkımız mutlaka başarıya ulaşacaktır. Bağımsızlığın, mutluluğun ve özgürlüğün düşmanı emperyalizm ve sosyal emperyalizm yenilecektir. İnsanlık düşmanı faşizm yenilecektir! Reformizm ve revizyonizm yenilecektir! Her türlü sağ ve “sol” sapmalar aşılacaktır! Ve halkımız kendi eseri olacak Demokratik Halk Devrimini ve buradan geçerek sosyalizmi kesin zafere ulaştıracaktır. Bu, a tarihin yazgısıdır. Yaşasın devrim!.. (Yılmaz Güney, bu konuşmayı, Kayseri Cezaevi’nde, 1 Nisan 1977’de “doğum günü” dolayısıyla Komün Arkadaşları önünde yaptı, daha sonra Güney Dergisi’nde yayınlandı.) (Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, sayfa 9-12, Güney Yayınları)
Sayfa 77
NİSAN AYINDA ÖNEMLİ GÜNLER KALEMİNDEN IŞIK DAMITAN ŞAİR MEHMET AYDIN SONSUZLUĞA YÜRÜDÜ Şiirimizin özgün kaynaklarından eğitimci şair Mehmet Aydın’ı 30 Mart 2016 günü sonsuzluğa uğurladık. Mehmet Aydın, yoksul bir yaşamın ortasına doğmasına karşın, ileriki yıllarda edineceği sonsuz ayrıntılarla, yoksunluğunu gönül varsıllığına dönüştürecek; ülkemizin ta doğusundaki Kars’tan batısındaki Çanakkale’ye, en güneydeki Dörtyol’dan başkente uzanan günlerine, Batının iki ülkesinin iki ışıltılı kenti Paris ve Belgrad’ı katarak, sekiz şiir kitabını oluşturan bir aydınlık düzleme ulaşacaktı. 1923 yılında Afyonkarahisar'ın Bayat Bucağı'nda doğdu. İlkokulu Bayat'ta, ortaokul ve liseyi Bayat'da okudu. 1948 İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve a Pulur Köy Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Pazarören, Cılavuz, Enstitüleri ve Çanakkale Öğretmen Okulu’yla; Bursa, Konya Selçuk ve Ankara Gazi Eğitim Enstitüleri'nde öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. Bursa Eğitim Enstitüsü'nde bulunduğu sırada görgü ve bilgisini artırmak amacıyla bir yıl Paris'de kalıp, üç yıl da Türk Dili okutmanı olarak Belgrad Üniversitesi'nde görev yaptı. Daha sonra MEB’de görevlerde bulundu. Şair Ahmet Özer, “Yaşamı Şiire Dönüştüren Şair” olarak tanımladığı Mehmet Aydın hakkında şu saptamalarda bulunuyor: “Günün yirmi dört saati edebiyatla yoğrulan, yüreği şiire ayarlı bir şair. Çalışkan, üretken, yazmayı görev bilen bir eğitimci. Yaşamın her alanını yazıya dökmeyi, sorumluluk olarak benimseyen bir araştırmacı. Her kesimden insanla dostluk kurabilen bir gönül âşığı.” Mehmet Aydın’ın ilk şiir kitabı, 1970 TRT Büyük Ödülü’nü alan Özgürlüğe Açılan Eller olur. Kitap, ödülün ardından 1971’de yayımlanır. I984’te ikinci basımı yapılan kitapta, şairin 28 şiiri yer alır. Yurdu çiğnenmişlerden, ağrılı sevilere, mavileşen gökyüzünden alacakaranlığın yırtılışına uzanan bir düzlemde “aydın”ın dünyaya bakışı sergilenir. Halkın Soluğu, ikinci şiir kitabı olur. Toplumsallığın ağır bastığı, yaşanmışın kuşattığı bir yapı egemen olur dizelere. Jurnalciler, Yunanistan’da yasakçı düzen, Uzak Doğu’daki kurt yasası, halkça yaşamak70’li yılların Türkiye’sinde, ışığı kafasında taşıyan bir promete olmanın kavgasıdır amaçlanan. Işığın Kavgası hem bir üçüncü kitap, hem de taşıdığı adla bir şairin kimliğine gönderme yapan önemli bir yapıt olur. Kitap bir babanın çocuklarına olan şefkatine benzer duygularla, bir şairin yurduna olan sevgisini yansıtır. Umutları umutsuzlukları iç içe geçen bir
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı yurtseverin yaşamına, şiirin büyük ustası Nâzım’ın bütün kimliğiyle eklendiğini görürüz. Yeryüzü Sancısı’nı dizelerinde dile getiren şairin, özgürlüğe yürürken sevgi ve acılara yönelen bakışları, onu ışığın kavgasına götürür. Yürekte Yanan Dünya’da “kadınlar” da öne çıkar. Cezayirli bir direnişçiden Şili’de insan manzaralarına, şafağın yolcularından kara derililerin türkülerine bir uzun yolculuktur başlatılan. Mavi Ter... Çilenin demircisi olan şair, kimi zaman doğduğu toprağı, kimi zaman yurdunun güzelliklerini sergiler dizelerinde. Sevgi güneşi Yunus’tan, çağın Nasrettin’i Aziz Nesin’in eylemine göndermeler yapılır. Anadolu toprağının geniş ufku, insancıl bir yüreğin sonsuz duyarlığıyla birleşir bu kitapta. Işıltılar, yayımlanan son şiir kitabı olur Aydın’ın. Şairin bu kitabında hayatın karmaşası içinde umutlarla hüzünler iç içedir. Dünyanın bilmek tükenmek bilmeyen acıları gelir oturur şairin yüreğine, 35 canın yakıldığı Sivas, artık “kanlı bir kilim”dir ufkumuzdan hiç kalkmayacak. Bosna’da, Kafkaslarda yaşananlar da Işıltılar’a dolar boylu boyunca. Toprağın ölülere doymadığını belirten şair, dünyanın barış özlemiyle tutuştuğunu öne sürerek, insanların üzerine silahların gölgesinin düştüğünü vurgular. Bir soruşturmaya şu cevabı verir: “Dünya insanlığı 20. yy.’de sömürgecilik, petrol, ırkçılık ve ideoloji yüzünden iki büyük savaş yaşamış; bundan da sınırsız acılar çekmiştir. Milyonlarca ölümün yanında her a ırktan insanlar; açlık, hastalık, işsizlik ve baskılar altında inim inim inlemişlerdir. Bu olayları, kitle iletişim araçlarıyla her insan, yakından tanıdı. Hele şair yüreği bu tür olaylara asla yabancı kalamazdı, işte ben de yalnızca bunu yaptım. / Alabildiğine yaşamla bağı olan sözcük ve izlek varsıllığına yer veririm. Bu da hem yatay hem de dikey açılımlar kazandırır bana. Eğer yakından incelenirse şiirlerimin çok farklı izleklerden kurulduğu görülecektir. Çocuk, kadın ve yaşlının yanı sıra insanlık durumunu da sergilemek amacını güderim. Dolgular ve yığmalardan şiddetle kaçınırım. Bunun için şiirlerim dağınık değil, merkezsel bir kompozisyon birliği taşır. Şiirde düzyazı mantığına asla düştüğümü sanmıyorum. Yaşantılara yaslanmanın yanında düş, sezgi ve sezilere de ağırlık veririm. Yaşam ve insan, şiirlerimin temel sorunlarıdır. Özellikle insansal bütüne yönelmeye çok dikkat ederim.” Mustafa Kademoğlu, onun bu yönü için şunları söyler: “Yerel, ulusal, evrensel temaları işlediği toplumcu gerçekçi şiirlerinin, kimilerince göz ardı edilmesine karşın inatla sürdürüyor şiir sevgisini” “Güneşi Paylaşmak” adıyla 2009’da yayınlanan toplu şiirler kitabının arkasında şu sözlerle tanıtılır: “Mehmet Aydın, Anadolu’nun bozkırlarından sözcükler devşirir. Dağ başında sessiz sedasız açan kır çiçekleri gibi unutulmaya yüz tutmuş sözcükleri yapıtlarına taşır. Yalın anlatımı, özenle seçilmiş sözcükleri ve dil işçiliği ile Türkçenin
Sayfa 79 yüz akıdır. Söylencelerden, türkülerden, masal ve kültürel değerlerden yararlanarak şiirini kurar. Toplumun hemen her kesimini, geniş bir izlek yelpazesiyle birlikte ele alır. Toplumsal çelişkileri vurgulayarak bunları okurla paylaşır. Ezilen,
sömürülen yoksul köylülerin ve emekçilerin yanında şiirleriyle saf tutar. Şiirlerinde hem duygu hem düşünce lirizmi hakimdir. Kentten seslenir, ancak sesi köylerden yankılanır. Yapıtlarıyla, yaşamıyla örnek bir eğitimci ve mücadele adamıdır. Kalemiyle köprü kurabilmeyi başaranlardandır.” 2017 DÜNYA ŞİİR GÜNÜ BİLDİRİSİNİ EGEMEN BERKÖZ HAZIRLADI... Egemen Berköz'in Dünya Şiir Günü sebebiyle yazdığı bildiri şöyle: Şiir Doğruyu Söyler Günümüzde insanlık sömürgeci kapitalizmin elinde usunu yitirmiş görünüyor. Alevler arasında kalmış bir akrep gibi kendini sokup öldürmek üzere. Üstündeayaşadığımız gezegenin tüm varlıkları, varsıllıkları yağmalanıyor. Doğanın dengesi bozuluyor doymayan mideleri doyurmak için. İnsanlar açlıktan ölüyor yoksul ülkelerde, halklar aldatılıyor, birbirine düşürülüyor. Ve yalan bulutları yayılıyor milyarlar olan biteni görmesin, anlamasın diye. Ülkemiz de payını aldı, alıyor elbet bu şeytansı kurgudan. Kurtuluş Savaşı’yla, kurduğu Cumhuriyet’le tüm sömürge ulusların umudu olan ülkemiz bir büyük yalanın tuzağında kıvranıyorsa bugün, ondan. İşte, bu karabasan ortamında tek umut şiirdedir. Çünkü bir gezgindir şiir, bir araştırmacıdır. İnsanın ve toplumun kılcal damarlarında gezinir, en eski çağlardan uzak geleceğe uzanır. Gerçeği arar. Bir büyücüdür şiir. İnsanlığın en büyük varsıllığı dillerin sözcükleriyle güzellikler yaratır. Çirkinliklere, kötülüklere karşı direnme gücü verir. Bir bilicidir şiir. İnsanlara gerçeği gösterir. Şiir doğruyu söyler. Yalan bulutları arasından bir ışık parlıyorsa, Bilinsin ki o şiirdir.
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
SONSUZLUKTA BİR YAŞAMI UMUDA UYARLAMA USTASI: GÜNGÖR GENÇAY Sosyalizm mücadelesinde örgütlü olarak yerini almış olan, sosyalist gerçekçi şiirin önemli temsilcilerin-den Güngör Gençay, 22 Nisan 2012’de sonsuzluğa uğurlamıştık. Güngör Gençay, 24 Temmuz 1934'te İstanbul'da doğdu. Tavşanlı İlkokulu, Uşak Lisesi (1955) ve İstanbul Matbaacılık Okulunu bitirdi. Çeşitli işler (1957-60) yaptıktan sonra, Yapı ve Kredi Bankası Asmaaltı ve Beyazıt şubelerinde müdür yardımcısı olarak çalıştı (1960-72). Özel bir şirkette yöneticilik yaptıktan sonra emekli oldu. Gerçek Sanat Yayınlarını yönetti. Şiir ve yazıları Yeditepe, Türk Düşüncesi, Yaba Edebiyat, A. Kadir, Rıfat Ilgaz ile a çıkardığı Gelecek dergilerinde yayımlandı. İlk kez 1960’da “Gelecek” adlı sanat dergisinin sorumlu yazı işleri müdürü olmaktan, ikinci kez 1971’de ise aynı dergide çıkan bir şiiri nedeniyle sıkıyönetim mahkemesi önüne çıktı. 1986’da Gerçek Sanat Dergisi’nde çıkan bir yazısı nedeniyle DGM’de 142. maddeden , İst. 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde de basın kanununa muhalefetten yargılandı. Halen devam eden davaları bulunmaktadır. G. Gençay şairliğin yanı sıra genel yayın yönetmenliğini üstlendiği Gerçek Sanat Yayınları’yla sanat alanındaki kuşatmaya karşı da bir direnme mevzisi oluşturdu, toplumcu şair ve yazarlara olanaklar sunsu.Gerçek Sanat Yayınları bugüne kadar iki yüzü aşkın kitabı okuruyla buluşturarak (çocuk edebiyatı, öykü, roman, şiir, oyun, inceleme, çeviri, gezi, anı, mektup) kültür sanat alanında önemli bir hizmette bulunmuştur. Güngör Gençay şiir kitaplarının yanında edebiyatın öykü, deneme, inceleme, araştırma, söyleşi, anı, seçki gibi diğer alanlarındaki üretimleriyle de bir zenginliktir. Örneğin, Buruk Anmalar Defteri’nde bugün birçoğumuzun ismini bilmediğimiz, bizlere unutturulmaya çalışılan toplumcu gerçekçi yazar ve şairler anısına yazdığı yazıları bir araya getirerek gelecek nesillerin onları tanımasını sağlamaya çalışmıştır. Ayrıca çocuk kitaplarıyla geleceğin umut çiçekleri çocuklarımızın dünyalarına özgürlüğün kalıplara sığmayan bakışını getirebilmek için çabalamıştır. Üç Kapıdan’da ise edebiyat, resim ve politika üzerine çeşitli aydın ve sanatçılarla yapılan söyleşiler yer almaktadır
Sayfa 81 Ayrıca Güngör Gençay’ın son dönemde hazırladığı dört adet şiir antolojisi de bulunmaktadır. Bunlar grev ve direniş şiirlerini içeren Şalterler İnince, 1 Mayıs Şiirleri, emekçi kadınlara yazılan şiirlerden oluşan Hayatı Dokuyanlara ve deprem şiirlerinden oluşan Zalim Titreme’dir. Şiirde gelecek kuşaklara bir sesleniş var. Bu kirli düzenin, mücadele eden insanlara uyguladığı baskıyı ikinci ve üçüncü kıta bize göstermekte. Üstelik mücadele eden ve bedel ödeyen insanları ilahlaştırmamamız gerektiği, onların da bizim gibi insan olduğu, insan yanıyla ele alınması gerektiği vurgusu da yapılmıştır. Dördüncü kıtada ise insanlar arasındaki sınıf ayrımı, ezen ve ezilen üzerinden ortaya konmaktadır. Bir yanda namuslu yaşamak, ezilenlerin mücadelesine yürek ve bilek gücünü vermek, bir yanda namussuz yaşamak ezenin yanında olmak vardır. Yılmaz Odabaşı, onun hakkında şu sözleri yazıyor: “Bir sevdayı, iliklerinize, atardamarlarınıza kadar duyumsayarak, gerçek bir kararlılık ve inançla ve zorlamasız yazdığınız şiirlerdeki ideolojik perspektifi bu aşamada bir başka güzel kazanım olarak niteliyor, sizi bir kavganın-sevdanın şairi olarak selâmlıyorum.” Güngör Gençay; şair, yazar ve yayıncı olmasının yanında bir mücadele adamıydı. a Onun şair ve yazar kişiliği, edebiyat tarihi açısından incelenip değerlendirilecektir. Yaşarken onu hazırladıkları antolojilerin kıyısına köşesine sıkıştıranları, zamanın şaşmaz ölçütü utandıracaktır. Yaşamı boyunca verdiği emek ve özgürlük savaşımı ise devrimcilerin mücadelesinde yaşayacaktır. Şair Aziz Kemal Hızıroğlu, “Emek Kayalarında Bir Kızılderili:Güngör Gençay” şiirinde Onu şöyle anlatıyor: “emekçi kabilelere akıttı zamanını/masalsız çocuklara, yaralı umutlara/ömrünü kitaplara verdi de gitti/biraz okuduk çokça kitlendik///varsıl sahafları soktu yorgun usuna/yabani çiçekleri, kalemuçlu çığlığı/çıkınındaki acıları örttü de gitti/biraz fark ettik çokça görmedik Hayata verdiği anlamı, Anlam şiirinde şöyle anlatır:
Neye yarar ölmek, Yaşamak neye? Yürek kovanımızdan Binlerce işçi arı Uçuramadıktan sonra.
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
Sayfa 83 EDEBİYATIMIZDA İLK MADEN VE MADENCİ EMEĞİNİN YAZARI: AHMET NAİM (ÇILADIR) Edebiyatımızda ilk sosyalist gerçekçi tavırla maden öykülerinin yazarı Ahmet Naim’i 24 Kasım 1967’de yitirmiştik. Edebiyat tarihçilerimizce görmezden gelinen bu değerli yazarımızı 48. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz. Gazeteci, araştırmacı ve öykü yazarı olan Ahmet Naim Çıladır ya da dostlarının deyimiyle “Kanca Ahmet” 1904 yılında İstanbul’da doğdu. Eyüpsultan Reşadiye İlkokulu'nu bitirdikten sonra, liseyi Konya Sultanisi’nde okudu. Çok genç yaşta yaşamını sürdürebilmek için çalışmaya başladı. Ağır beden işlerine karşın kendi kendini yetiştirerek ayakta kalmasını bildi. Bu süreçte kendi çabasıyla iyi düzeyde Fransızca öğrendi. Askerlik görevini bitirdikten sonra, Zonguldak Ticaret Odası’na memur olarak girdi. a Daha sonra Ereğli Kömürleri İşletmesi’nde (EKİ) çalıştı. Maden İşçileri Sendikası’nın ilk kuruluş çalışmalarına katıldı. İstatistik Servis Şefi iken 1957 yılında emekli oldu. Ahmet Naim, Zonguldak Kömür Havzası ve kömür işçilerinin yaşamları ile ilgili ilk öyküleri yazmıştır. Bunlardan bir bölümü, 1935-1944 yılları arasında Yedigün, Yurt ve Dünya dergilerinde yayımlanmıştır. 1934-1938 yılları arası onun yazarlığı bakımından en verimli yıllar olmuş, bu süre içinde, “Bir Müstemleke Harbinin Tarihi” ile “Zonguldak Kömür Havzası” adlı, ekonomik konulara değinen iki inceleme kitabından başka, “Define” ve “Uzun Mehmet” adlarında iki de oyunu yayımlanmıştır. Ahmet Naim, daha sonraki yıllarda, İstanbul’daki başka dergi ve gazetelere arada bir yazılar yollamıştır. Bu yazılar onun Zonguldak ve çevresinde ününü yaygınlaştırmış, ama yurt çapında tanınmasını bir türlü sağlayamamıştır. Hele öykülerinin kitaplaşamayışı, Türkiye’nin büyük bir üretim bölgesinde emeğin ne yollardan sömürüldüğünü anlatan “sanatla işlenmiş belgelerin zamanında okunmasını engelleyerek, edebiyatımızda Zonguldak gerçeğinin de ortaya çıkmasını geciktirmiştir.” Bunun yanı sıra halkın batıl inançlarını ele alan öyküler de yazdı. Ahmet Naim, yeraltındaki madenci yaşamı ile yöre köylerinde yaşayan insanların doğal yaşamını sosyalist gerçekçi bir anlayışla bütün çıplaklığı ile gözler önüne seren öyküler yazmıştır.Edebiyatımızda, Zonguldak Kömür Havzası işçilerinin yaşamlarını sergileyen ilk öyküleri onun kalemiyle hayat buldu. Yaşadığı dönemin çok zor koşullarına, tüm olumsuzluk ve yoksunluklara karşın büyük bir özveriyle Zonguldak tarihi ve kömür havzasına ilişkin ilk çalışmaları Ahmet Naim gerçekleştirmiştir.
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı Ahmet Naim, Doğan ŞADILLIOĞLU’nun kendisiyle 1967 yılında yaptığı ve Yeditepe Dergisi’nde yayımlanan röportajda, Maksim Gorki’den etkilendiğini söyleyen Ahmet Naim, öykülerini şöyle değerlendirir:“...Ben toprak ve yeraltı insanlarını iyi tanırım, özellikle yeraltı insanlarını. Çalışma koşullarını, yaşantılarını öz hayatım gibi bilirim. Onun için yıllar önce belli başlı sanat dergilerinde yazdığım hikâyelerde köy, tarla, ağa saltanatı ve yeraltı konuları işlenmiştir. Diyebilirim ki Türk hikâyeciliğine gerçek niteliğiyle maden hikâyelerini sokan ilk yazarım... Basılmış olan kitaplarımın çoğu sosyal konular üzerine etütlerdir. Hikâyeci tanındığım halde ve yayınlanmış yüzü aşkın hikâyeme karşı, tek hikâye kitabım yoktur. Bu eksikliği gidermek için on beş hikâyemi kitap halinde yayınlamak üzereyim.” Yazar İrfan Yalçın, Ahmet Naim’i ve sanatını şöyle yorumlar: “Ahmet Naim, kendi kendini yetiştirmiş, Zonguldak’ın dar koşulları içinde bile, Türkiye ölçüsünde bir üne erişebilmiştir. Kömür ocaklarında da çalışan Ahmet Naim, ocağı, kömürü, yeraltı işçisinin dramını çok iyi bilir. Bunu onun hikâyelerini okuyunca hemen anlıyoruz. O, Türk hikâyesinde ilk olarak yeraltı işçisini ele alan, bu işçinin serüvenini yazan kişidir.” Mehmet Ergün ise Ahmet Naim’in kendi yöresini yansıtan özelliğinin yanında, kendi özgün sanatçılığını da vurgular: “Ahmet Naim için söylenecek ilk söz onun hayat mektebinden yetişme bir öykücü olduğudur. Bir yörenin öykücüsüdür her şeyden önce. Konu a tarihi ve ekonomik araştırmalar yaptığı olarak çok yakından tanıdığı, hatta üzerinde bir yöreyi; inanış, yaşayış ve geleneksel yapısıyla somut, sıcacık bir yöreyi seçmiştir: Zonguldak yöresini. Ahmet Naim, giderek artan bir ustalık içerisinde hep aynı yöreyi ve hep aynı yörenin insanını kendi kendini tekrarlamadan (edebiyatın o yoz batağına yuvarlanmadan) verebilmiş bir sanatçıdır.” Kemal ANADOL’un şu tespitleri de çok önemlidir: “Kazmacısı, domuzdamcısı, lağımcısı ile Ahmet Naim'e kadar Türk edebiyatında iş kazası, göçük, grizu yoktur. Yerin altından çıkartılan cesetleri, saniyede yıkılan umutları, çıkıp giden canları, dağılan aileleri bize o tanıtmıştır.” Ahmet Naim, kuşkusuz "Yerel"dir. Çünkü ekmek parasını Zonguldak'ta kazanmış, başı burada belaya girmiş, acı ve tatlıyı bu kentte yaşamıştır. Birikiminde, deneyiminde, gözlemlerinde, insan ilişkilerinde hep Zonguldak ve Zonguldaklılar vardır.Ahmet Naim "ulusaldır. Çünkü ulusal yazınımızda ilklere imza atmıştır. Yukarıda söylediğim gibi edebiyatımıza ilk kez işçi öykülerini o sokmuş, Zonguldak maden işçilerini, kıvırcıkları, lâzları, başçavuşları, mühendisleri ülkeye o tanıtmıştır. Abartmadan söylüyorum, Ahmet Naim "evrensel" dir. Çünkü öykülerinde sınıf çelişkileri, emekçilerin yaşam biçimi, alışkanlıkları, acıları ve az da olsa umutları vardır. Bunların hepsi evrenseldir. Somut bir örnek vereyim. Alın Çıladır'ın "Ateş Nefes" hikâyesini, çevirin İngilizce ve Fransızcaya. Oradaki okurlar da bu çarpıcı grizu öyküsünü rahatlıkla okuyacak, okumak bir yana etkilenecek, ürpereceklerdir!
Sayfa 85 KAYNAKÇA : 1.GÜRDALÖZÇAKIR-http://kdzereglifutbol.blogspot.com.tr/2012/01/madenci-edebiyatindasimge-isim-ahmet.html 2.HAMİT KALYONCU-http://kdzereglifutbol.blogspot.com.tr/2009/11/atesnefes.html
FAŞİZME VE FAŞİSTLERE İNAT, ÜMİT KAFTANCIOĞLU YAPITLARIYLA YAŞIYOR... Faşizmin katlettiği değerlerimizden biridir Ümit Kaftancıoğlu. Destansı okuma savaşımının izlerini daha sonra yapıtlarına destansı üslubuyla yansıttı. Onun yüreğinde halk ve insan sevgisinden daha üstün bir sevgi yoktur. Yapıtları incelendiğinde, Anadolu’dan ve halkından kopmadığı görülür. Dili halkın dilidir, yaşamı halkın yaşamıdır. O’nun gözünde insansız bir ortamda yaşam yoktur, sönüktür: "Dünya'nın atmosferi, kabuğu, magması, ekvatoru insan bana göre. İnsan yığınları, toplum, topluluk... İnsansız, ıssız bir lokantada yemek yiyemedim, üç beş kişiyle sinema seyredemedim. Üst üste ağzına kadar dolu belediye otobüsü, korsan bir minibüs bana yaşamı vurgulamıştır.“
a
Fakir Baykurt, Kaftancıoğlu'nu şöyle anlatmaktadır: "... Kaftancıoğlu'nun dikkati çeken başlıca özelliklerinden biri, dilindeki zenginliktir. Doğu Anadolu, bütün başka yoksunlukların tersine, bir kültür ve dil hazinesidir. Orada kat kat uygarlıklar, her uygarlığın zamanımıza kadar birikip gelen katılımları bir dil coşkunluğu, bugün doğu halkında renkli, sanatlı bir anlatımı adeta gelenek haline getirmiştir. Her türlü dil ve anlatım sanatını kendi kişiliğinde toplamış pek çok insan, her biri birer bilge gibi köylerin tozu toprağı içinde ömür sürmektedir. Ümit Kaftancıoğlu, bu kültürü çok iyi özümsemiş, kendine mal etmiş, üstelik gördüğü eğitim ve kendini yetiştirme çabasıyla aydınlanmış umut verici bir yazarımızdır." Tehditler alıyordu faşist çevrelerden. Ölmeden önce çocuklarına seslendiği bant kaydında onlara şöyle sesleniyordu: Ölüm hiç önemli değil / Yaşam var dağ gibi / Yaşam var, gökyüzü, deniz / O insana şaşarım / Binbir meyva yüklü / Ağacın altında yere düşen / Sararmış bir yaprağa üzülsün / Selam olsun hepinize / Herkese, yaşama, yaşam sevincine / Selam..." 11 Nisan 1980’de evinin önünde faşistlerce katledildi. Yapıtları ve yaşamı, Anadolu’nun bağrından çıkacak Yiğit ve aydınlık düşünceli nice insanlara maya olacaktır.
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
Sayfa 87 İNSANLIK HALLERİNİN İNCE ŞAİRİ: ORHON MURAT ARIBURNU… Çok yönlü bir sanat insanı olan Orhan Murat Arıburnu’nu 1 Nisan 1989’da 71 yaşında sonsuzluğa uğurlamıştık. O, komple sanatçı denilen türden bir insandı: şair, sinema ve tiyatro yönetmeni, oyuncu, senarist ve yapımcı… Dilsel ya da kurumsal tuhaflığı çarpıcı bir biçimde yansıttığı şiirleriyle ün kazanan Arıburnu’nun İlk şiiri 1936'da Edebiyat Dergisi’nde yayınlandı. Ardından Gün, Varlık, Genç Nesil, Yeditepe, Küçük Dergi, Yenilik, Gelecek gibi dergilerde şiirleri çıktı. 1947'de Türkiye'de ilk kez şiir sergisi açtı. Gündelik dille yazdığı genellikle kısa şiirleri, şaşırtıcılığı, alay ve yergi öğelerine dayanır. Biçim denemeleriyle Garip Şiir'e, konularıyla toplumcu şiire yakındır. Toplumsal bozuklukları taşlayan şiirleri Gariple toplumcu şiirin bileşkesi görünümdedir. Örgütçü yapısıyla öne çıkan Arıburnu, 1970 yılında üstlendiği Türk Sanatçılar Birliği genel a sekreterliği görevlerini iki yıl yürüttükten başkanlığı ve Türkiye Edebiyatçılar Birliği genel sonra Türkiye Yazarlar Sendikası kurucu üyesi oldu. Ölümünden sonra adına sinema ve şiir konulu Orhon MuratArıburnu Ödülleri düzenlendi. 1946'da Şadan Kamil'in "Gençlik Günahı" filmiyle sinemaya girdi. 1951'de kendisinin oynayıp yönettiği ilk filmi "Yüzbaşı Tahsin"de Kurtuluş Savaşı'nı konu aldı. 1952'de çektiği "Sürgün" filminde yine Kurtuluş Savaşı'nda düşmanla işbirliği yapıp sürgüne gönderilenlerin öyküsünü anlattı. 1953'te çektiği "Kanlı Para" filmiyle 1'inci Türk Film Festivali'nde yönetmen, senaryo yazarı ve oyuncu olarak ödül aldı. 1954'te büyük ticari başarı kazanan "Beklenen Şarkı" filmini Cahide Sonku ve Sami Ayanoğlu ile birlikte yönetti. 1959'daki "Tütün Zamanı" filminde Yılmaz Güney'e şans tanıyan yönetmenlerden biri oldu. Yaşamının son yıllarını Almanya Berlin’de geçirdi. 11 Nisan 1989’da Berlin’de yaşamını yitirdi. Şiir kitapları: Kovan(1940), Bu Yürek Sizin(Almanya'da hazırladı, 1982) Buruk Dünya(şiirlerinden seçmeler, 1985) Oyun Kitabı: İnsan Gürültüye Gitmese (1972)
Sayfa 89 EMEĞİN VE KAVGANIN UNUTTURULMA ZİNCİRİNİ KIRAN ŞAİRİ: MUAMMER HACIOĞLU Unutulmak kıskacına terk edilen, çağdaş edebiyatımızda adı bile anılmayan, insandan ve emekten yana şiirler dokuyan Muammer Hacıoğlu; altmış sekizlerden on iki eylüle geçen süreç içinde ve sonrasında dokuz şiir kitabı yayınlamış, kitaplarında kurtuluşun sosyalizmde olduğu görmüş, göstermiş bir şairdi. Muammer Hacıoğlu, şiirlerinde ağırlıklı olarak toplumsal sorunları, emekçileri, ülkemiz ve dünya halklarının yaşadığı trajedileri ve sosyalizm umudunu işledi hep. Edebiyatımızı inceleyen kitaplarda adı geçmeyen, şiiri moda gibi tüketenlerin haberleri bile olmayan protest bir şairdir O. 1980 öncesi ve sonrası iktidar karşıtı tavrından ötürü defalarca gözaltına alındı. Şiirlerinde burjuvaziyi kıyasıya eleştirdi ve bedelini ağır ödedi. “yüreğimin yangınından aklımın a şiirlerini insanlığa miras bırakarak 4 Nisan çengeliyle çıkardım” dediği basılmış basılmamış 1992’de kanserden öldü. Yapıtları: Altın Mısralar(1969), Susun Ağlayacağım(1971), Beni Sokaklar Çağırıyor(1972), Öfke Kında Durmaz(1973), Şafaklar Kana Bulandı(1975), Kelepçe(1976), Uğultu(1976), Bir Yumruk Büyüyor(1977), Ateş Benzin Emiyor(1979), Mayın Tarlasında Büyüyen Çiçek (1991), PK. 690 Beyoğlu (Bütün Şiirleri–2006) “Bir şairin ölümü, eşittir bir ordunun dağılmışlığına” diyen Muammer Hacıoğlu’nun şiirlerindeki sesi sokaklarda sloganlarımızda yankılanmaya devam ediyor:
“açılsın artık kilitlenmiş ağzınız dünya halkları bağırın sesiniz birer alev gibi yansın boşlukta kopsun damarları gökyüzünün bağırın dünya halkları bağırın bağırın bağırın daha bağırdıkça siz devrimin atları kalkıyor şaha”
Sayfa 91 SABAHATTİN ALİ, FAŞİZME İNAT HÂLÂ ARAMIZDA YAPITLARIYLA UMUT SAÇIYOR! Sabahattin Ali, Türk Edebiyatında, Nâzım’ın şiir alanındaki baş kaldırıcı sesini anlatıda sürdüren ilk yazarlarımızdandır. Kırk bir yıllık yaşamına baktığımızda, 1928’lerde Mustafa Kemal’i eleştiren bir şiir yazabilen, doğru bildiğini anlatmaktan yılmayan bir insandır. Bu tavrı nedeniyle çeşitli defalar devlet memurluğundan alındı... Sonra tekrar göreve başlatıldı. İnönü diktasının son dönemlerinde Hasan Ali Yücel’in görevden alınmasıyla birlikte, gene ona yol göründü. 1945’ten ölümüne dek, Aziz Nesin’le birlikte İnönü’nün döneminin baskıcı faşist politikalarına karşı daha sonra adı defalarca değişerek tekrar yayınlanacak olan Marko Paşa mizah gazetesini çıkardılar. 2. Dünya Savaşı sonrası tırmanışa geçen faşizm, sosyalist yazarlar, şairler, aydınlar üzerinde baskı fırtınası estiriyordu. Mahkemelerden, polis baskısından bunalmıştı: "Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi a bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek kadar tehlikeli mi olmalı idi?” Bu dönemde yurt dışına kaçmak isteyen Sabahattin Ali, 2 Nisan 1948 günü kendisini kaçıracak olan kontrgerilla görevlisi Ali Ertekin tarafından katledildi. Edebiyatımızda orta sınıfların, köylünün, yoksulların hayatlarını bize anlatan ilk yazar Sabahattin Ali değildi. Ama bunu büyük bir ustalıkla, devrimci ve gerçekçi bir görüşle yapan ilk hikâyecimiz, romancımız O’dur. Sabahattin Ali’nin Resimli Ay'da yayımlanan (30 Eylül 1930) ilk öyküsü "Bir Orman Hikâyesi”ni Nazım Hikmet, şu sözlerle okurlara sunmuştur: "Bu yazı bizde örneğine az tesadüf edilen cinsten bir eserdir. Köylü ruhiyatının bütün muhafazakâr ve ileri taraflarını, iptidaî sermaye terakümünü yapan sermayedarlığın inkişaf yolunda köylülüğü nasıl dağıttığını ve en nihayet, tabiatın deniz kadar muazzam bir unsuru olan ormanın muğlak, ihtiraslı hayatını, kımıldanışların zeki bir aydınlık içinde görüyoruz.” Sabahattin Ali kişilik olarak da, olgun, bilinçli, sözünü esirgemez biriydi. Hatta dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu'nun da ağzının payını verdiği anlatılır: Başbakan Şükrü Saraçoğlu'nun yanına giden Sabahattin Ali, ütülü pantolonu ceketi ve paltosuyla makama girer. Saraçoğlu, “Bir proleter böyle mi giyinir Sayın Ali?” deyince Sabahattin Ali, taşı gediğine oturtur: “Bizim davamız tüm proletaryayı böyle giyindirmektir.” Sabahattin Ali öyküleri kör cehaleti, saf şiddeti, gerçek kötülüğü anlatır. Sabahattin Ali, konuştuğu herkesin, gittiği her yerin, gördüğü her şeyin hikâyesini öğrenip yazmak tutkusu
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı tüm öykülerinde açıkça görülür. Zamanının ötesinde olacak olayları hikâyelemiş öngörülü bir yazardır. Sabahattin Ali, birey-toplum, yurttaş-devlet, kır-kent, işçi-patron, kadın-erkek karşıtlıklarına bakışı akılcılıktan öte bir tarih ve toplum bilincini öngörüyordu. Yazısına içkin olan bu bilinç, didaktik değil, anlatıda erimiş organik bir bilinçti. Romanın, öykünün doğuş nedeni olan "gerçeklik" kavramı ile organik bağını asla ihlal etmedi. Bireysel sanılanın toplumsal yüzünü, toplumsalın içinde bireyinairadesini yansıttı. Bu açıdan Sabahattin Ali'yi farklı kılan işte bu köy ve kasaba yaşantısını ilk kez toplumcu bir anlayış içinde yorumlamış olmasıdır, yani yerel rengin ötesine geçişidir. Şiirlerinde gözlem vardır onun, tecrübe edilmiş yalnızlıklar, kırlangıç tüyüne sarınmış hayaller, özlemler, gerçeği şiirler içselleştirmiş, yani ki kahvesine süt tozu katılmış kaynar sular vardır onun şiirinde. Onun şiiri; dopdolu, canlıdır, gerçekle örülü bir balıkçı ağıtıdır. Türkçenin içindeki geleneksel çoban ateşini getirir. Türkçenin ocağından sözcüklerin korlu demirini çıkaran bir geleneksel halk demircisi gibidir, şiirlerin işliğinde Sabahattin Ali.
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
SOSYALİZMİN BAĞLAMANIN BAĞRINDAN YANKILANAN GÜR SESİ: ÂŞIK İHSANİ 68’lerden 78’lere sesi her devrimcinin nabzında atan Âşık İhsani’yi, 77 yaşında, 21 Nisan 2009’da sonsuzluğa uğurlamıştık. Bir dönem, gökkubbeyi sosyalizm şiarıyla sarsan İhsani'nin sesi eylemlerimizde çınlamaya devam ediyor. Âşık İhsani, 1963 yılına kadar geleneksel halk türlülerini okumayı tercih etti. 1968"li yıllarla birlikte devrimci rüzgârdan etkilenen İhsani, Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldu. Âşık İhsanı bu bilinci ve inancı ile halk şiirine çok yenilikler kattı. En başta devlete ve düzene hiçbir dönemde uşaklık etmedi. Ölümüne dek yoksuldu, yoksullardan yanaydı… Her dönem de sazıyla, sözüyle, haksızlığa, baskı ve zulme baş kaldırdı, ona sus dendikçe susmayıp sesini daha da yükseltti. Sosyalist bir düzen özlemiyle yazdığı, bestelediği türkülerle devrimcilerin direnç ve sınıf bilincini a şiir "Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar pekiştirdi. Âşık İhsani'nin ilk yazdığı devrimci Geliyoruz, geleceğiz, yakındır" şiiri oldu. Dönemin gençlik hareketiyle birlikte birçok protesto gösterisine katılan Âşık İhsani, Türkiye ve ülke dışında birçok konser verdi. Âşık İhsanı'nın sosyalist bilinçle gürleyen şiirleri, binlerce yıllık halk şiirinin en modern, en güçlü sesi oldu.. İlhan Başgöz, “Âşık İhsani köy kültürünün soyut aşk şiiri temasından, kent kültürünün yazılı, eleştiri kültürüne geçişin en önemli ismidir. Âşık İhsani’nin şiiri ve hayat hikâyesi toplumun 1940’lardan beri geçirdiği, iyili kötülü sosyal değişimin hikâyesidir ve öğreticidir” diye betimler onu. Temel Demirer’e göre de o bir filozoftur aynı zamanda: “Onun dizelerine baktığımızda herhangi bir Anadolulu saz şairiyle değil, kelimenin tam anlamıyla bir filozofla karşı karşıya olduğumuzu görürüz.” Bir ara serbest ölçüyle de şiirler yazmayı denedi. Onun sesi ve sazından bütün Anadolu’da yankılanan “Mektup” şiiri 12 Mart’ın simgelerinden biri olmuştu. Mısralarını çuvallar dolusu dertle dolduran, noktalarını birer mızrak başı gibi sert vuran İhsani’nin şiirleri kalıcı değildir denildi. Şu şiiri bugünde hâlâ geçerli değil midir?
Yani “Duydun mu bilmem? O kıç koklayıp yer kapanlar… ‘Etkin az’mış Varsın desinler be! ‘Senden bir şey olmaz’mış… Ne çıkar… Böyle diyor ‘sanatı sanat için’ yapanlar.
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
GERÇEKÇİ ŞİİRİMİZİN İNCE ŞAİRİ: YAZAR VE GAZETECİ RUŞEN HAKKI Ruşen Hakkı’yı üç yıl önce 11 Nisan günü sonsuzluğa uğurlamıştık. Ruşen Hakkı, 21 Temmuz 1936 günü Kütahya’da doğdu. Kütahya Erkek Sanat Enstitüsü Demircilik Bölümünü bitirene dek türlü işlerde çıraklık ve kalfalık yaptı. 1956–82 yılları arasında kadastro teknisyeni ve fen memuru olarak çalışıp emekliye ayrıldı. 1964 yılından beri İzmit’te yaşıyor ve 1971’de Işık gazetesinde “Günce” başlığı altında günlük yazılar yayınlıyordu. Emekçi kökenli sosyalist gerçekçi şairlerimizden olan Ruşen Hakkı, kendisinin de şiire, öyküye ustaların öncülüğünde başlayıp yön verdiğini belirtti. Kocaeli Kitap Fuarı’ndaki söyleşisinde yazılar yazmaya başlamadan önce sürekli okuduğunu ifade etmiş, günümüzde çırakların, ustalarının üstüne çıktığını vurgulamış, çırak denilen şair ve yazarların, Türk edebiyatına emeği geçmiş kişileri okumadıklarını, bu nedenle yazarların iyi yazamadıklarını, topluma bir şeyler kazandıracak cümleler kuramadıklarını a belirtmişti. Sennur Sezer, ölümünden kısa bir süre önce Evrensel gazetesinden Ruşen Hakkı’ya yazdığı mektup’ta, ona şöyle sesleniyordu: "Merhaba Ruşen, insan yaş aldıkça incinir oluyor, esen yelden, uçan kuştan. Zor hayatların bir armağanı bu elbet. Sonra arkadaşlara bir hoşça kal diyemeden helallaşıveriyoruz dünyayla. Dostlar sıcacık anıyorlar bizi. Ne var ki duymuyoruz. Oysa ardımızdan söylenenleri hastayken duysak iyi gelirdi belki. Bu yüzden genç arkadaşlardan biri, Kadir İncesu hastalığını duyurduğu arkadaşlarımızdan selamlar da toplamış. Hepsini sıcak sıcak sana iletiyorum. Şifa niyetine. Dostluk yaşasın diyorum sonra. Çünkü senin yüzün dostluğun yüzüdür.” Yazar Afşar Timuçin, ölümünün ardından şu değerlendirmeyi yaptı:“Ruşen Hakkı Türk şiirinin önemli bir adıdır. O, hem bir halk adamıydı hem de derinlemesine düşünen bir aydındı. Genç insanlar, onun şiirinden de kişiliğinden de çok şeyler öğrendiler ve öğrenecekler. Ölümü erken oldu ama buna ölüm demek pek uygun düşmese gerek.” Özkan Mert, ona yönelttiği şiirinde şöyle tanımlıyordu Ruşen Hakkı’yı: “Ruşen Hakkı ki, / gözünü kırpmadan yakmıştır kalbini / 45 / yıldır / sözcüklerin içinde. / ve / yıkamamıştır insan yüzlerini / okyanuslarda. / bir köprü olmuştur şiirleri / bizi bize /ulaştıran.”
Sayfa 97
HÜZNÜN DALGIN KUŞLARI Bir türküyü dinliyorum sırtımda duvar Adımlarından anlıyorum saçları panayırlı Geçip gidiyordu - Ardından güz çiçekleri. Bir kumsalı akşamlıyorum sırtımda eli Duruşundan anlıyorum ucundayız sevişmenin Usulca uzanıyor - Gözleri menevişli. Bir döşeği atıyorum gerildikçe kollarım Soluğundan anlıyorum tükendi tükenecek Köprü olsa - Altından ırmaklarım. Ürkek ama hep ürkek Hüznün dalgın kuşları.
RUŞEN HAKKI
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
OKTAY RİFAT GERGEFÇE ÖRDÜĞÜ ŞİİRLERİYLE DALGALANDIRMAYA DEVAM EDİYOR HAYATIMIZI… Şiirimizde değişimin değişmezliğe varan çizgisinde Garip şiirinden 80’lere uzun yol kat eden şiirleriyle, romanlarıyla, tiyatro yapıtlarıyla edebiyatımıza damgasını vuran Oktay Rifat’ı 18 Nisan 1988’te yitirdik. Sürekli akışkan bir şiir anlayışı içinde sürekli farklı deneyimlerle sürdürdü şiirini. Çıkış çizgisinde toplumcu eğilimler taşısa da a etkileri ile birlikte toplumcu bakışını kapalı çevrenin ve dönemin şiirin içine hapsetti. O dönemde hepsi sosyalist olan Fransız sürrealistlerinden etkilenir gibi olmuşsa da onlardan farklı olarak anlamı yoğunlaştırarak vermek yerine anlamı buharlaştırmayı yeğledi.. Şiire yalınlıkla başlamış ve sonlara doğru bir anlam kapalılığına gitmiştir. Bütün bunlara karşın, kendisi bir yazısında sanatla ilgili şunları söyler: "Edebiyatçı olarak uyanık, bilgili, hiç olmazsa bir politikacı kadar cesaretli olmak zorundayız. Sanat eserinin sürümüne, gelişimine set çeken kanunların kalkmasını sanat derneklerimiz istemeli. İktidar hükümetlerinin milli eğitim politikası bizi en az bir şiir, bir roman kadar ilgilendirmeli.”
Sayfa 99
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
ŞİİRDE HALKIN DAMARINI EN İYİ YAKALAYAN ŞAİR ALİ YÜCE YAŞAMAYA DEVAM EDİYOR... Adnan Binyazar’ın “Türkiye’de bugün şiir yazanlar arasında en etkili, en verimli, toplumu en iyi biçimde yönlendirici şairlerin başında gelir,” dediği Ali Yüce, 29 Nisan 2015’te sonsuzluğa göçtü. Mekânı, gülistan olsun. Köy Enstitü kökenli şair, lk şiiri 1956’da Yücel dergisinde yayımlandı. Daha sonraki şiirleri Yeditepe, Türk Dili, Soyut, Sanat Rehberi dergilerinde çıktı.. Yüce, çocuklar için de şiirler yazmıştı. Toplum gerçeklerini etkin bir eğleni anlatımı ve İkinci Yeni tekniği ile veren şairin ilk kitabı Şiirin Dili, Yapısı, İşlevi (1975) Antakya'da verdiği bir konferansın metnidir ve daha çok kendi yazdığı şiirlerin açıklanmasına yöneliktir. Şairin ilk şiirlerinin Edip Cansever etkisinde olduğu veabu şiirlerde, benzeşme, niteleme, tamlama bolluğu, aşırı soyutlamalar ve dil oyunları, aşırı bir konuşkanlık etkin olduğu gözlenmektedir. Olgunluk dönemi şiirlerinde ise Metin Eloğlu ve Can Yücel şiirinin etkin olduğu dikkat çekmektedir. Şair bu döneminde sözcüklerin yan yana dizilmesiyle izlenimler yaratma diye tanımlanabilecek bir teknik kullanır. Bu evresinde şair farklı ritimler, konuşma dili ve sesleniş özellikleri kullanarak şiirini geliştirmişti. Şair, genellikle yaşadığı çevreyi, toplumsal sorunları yansıtan, yer yer taşlamaya yönelen, yergi ve eleştirinin ağır bastığı sosyalist şiirleriyle tanınmıştı. Bağımsızlık, özgürlük ve sömürgenlerin zulmüne başkaldırı temalarına ağırlık veren Ali Yüce, boncuk şiir tekniğini ustaca uyguladı. Yaşamının ilk dönemini dizelerinde şöyle anlatıyor: “Yıl 1946/ Düziçi Köy Enstitüsünde/ Bu dünyaya ayak bastım ben/ Ekmeğime ışık sürdü Tonguç/ Eşitlik özgürlük sürdü/ Sevgi doldurdu gönlüme/ Bin yıllık uykudan uyandım/ Bir gramcık bilgi için/ Tırmanmadık yokuş koymadım ben/ Saç döktüm ömür tükettim/ Öğrenmeye doymadım ben.”
Sayfa 101
Ali Yüce, 1980’de Nevzat Üstün Şiir Ödülü, 1982’de Yeditepe Şiir Armağanı yine 1982’de Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü,1985’de Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü, 1994’de ise Akdeniz Şiir Ödülü'ne (İtalya), Evrensel Kültür Merkezi 1996 Emeğe Saygı Ödülü'ne ve Damar 1997 Şiir Ödülü'ne layık görülmüştü. Adına TYS’ce hazırlanan kitapta, Tuncer Uçarol, Ali Yüce için şunları söylemişti: “Yüce, şiirlerinde doğup büyüdüğü köyünden, daha sonra yerleşip kaldığı Antakya’dan, giderek çevre yerlerden de sık sık söz eder. Böylece Yüce, Hatay yöresi insanının sorunlarını, beğenilerini, söyleyişlerini edebiyat coğrafyamıza kesinlikle yapıştırır. Şiirini böyle sürekli Anadolu içinden alıp vererek, yazdığından da, en çok yoksul halktan, halka karanlığın serbest edilip ışığın yasaklanmasından, uygarlığın bile halkı ısırmasından, büyük kentlerin imrenilen ve tiksinilen yaşamından, bir gerçeğin bin düşü eskitmesinden, demokrasiden söz eder… Bu anlamda Yüce’ye ‘gerçek halk ozanı’ ya da ‘doğal milletvekili’de diyebiliriz.” Necati Güngör’de onun için şunöları yazmıştı: “Ali Yüce, Güney’in sıcak ortamından ülke geneline, oradan da evrensel davalara varan bir şiir rüzgarı estiriyor. Bunu yaparken hayatın candamarını elinde tutmasını da biliyor. Şiirini bu ‘candamar’dan besliyor boyuna. Söyleyişindeki rahatlık da buradan kaynaklanıyor kuşkusuz.” Ali Yüce şiirinin niteliğini şöyle ortaya koyar:a“Şiirimin toprağı, nesnel ve öznel koşullarımın alaşımıdır.” Şiirindeki öz ve biçim ustaklığını da şu sözlerle açıklar: “Ben yetkin bir ozanın bir tek dizesinin işlevini binlerce politikacının bir ömür boyu sıktığı palavraya değişmem.” Şiir yazma amacını da şu dizelerle açıklar:
“Tartar ozan Gerçeğin tohumlarını Şiirin tartacında... Eker özgür bir toprağa Çoğaltır ışığın boyutlarını Dizeler uzatır dağdan dağa Çağını sırtında taşır o Çatlasa da yokuşlar. “
Sayfa 103 ŞİİRİMİZDE DERİNLİK VE YOĞUNLUĞUN USTASI: SABAHATTİN KUDRET AKSAL 19 Nisan 1993’te yitirdiğimiz Sabahattin Kudret Aksal, derinlikle yoğunluk arasında gidip gelen, biçimsel titizliği öne çıkaran şiirleriyle edebiyatımızda özgün bir yere sahip şairlerimizdendir. Başlangıçta Garip şiirinin etkisindeki şiiri, zamanla felsefi bir boyut kazanarak, İkinci Yeni şiirinden de yararlanarak, dile yeni olanaklar kazandırmayıadüşünen, kentli sıradan insanın tutum ve davranışlarını, nesnelere ve doğaya bakışını irdeleyen, zamanı sorgulayan, simge ve soyutlamalarla büyüleyici yalınlıkta ve biçimci ilginçlikler de taşıyan bir yapıdadır. Başlangıçta Garip akımının etkisinde, gündelik yaşamın bireysel sevinç ve umutlarını dile getirdi; 1960'tan sonra, bir ölçüde gizemci, insanın, evrenin ve zamanın sorgulandığı, genellikle ölçülü ve uyaklı şiirler yazdı Aksal, şiirlerinin yanı sıra öykü ve oyunlar da yazdı. Öykü ve oyunlarında, psikolojik öğeleri ve biçim arayışlarını öne çıkardı; "küçük insan"ların yaşamlarını, aile bireyleri arasındaki çatışmaları konu edindi.
Emeğin Sanatı 10. Yıl 176. Sayı
KÖY ENSTİTÜLERİ GÜNEŞİ AYDINLATMAYA DEVAM EDİYOR 17 Nisan, yalnızca eğitim tarihine değil, toplumsal tarihimize de damgasını vuran Köy Enstitülerinin kuruluş yıldönümünüdür. 1940’dan bugüne, hakkında binlerce yazı, tez ve kitaplar yazılan köy enstitüleri, emekçi halk çocuklarının okuma, öğrenme ve bilinçlenme sürecini başlattı. Anadolu’nun adört bir yanında köylerden gelen çocuklar, dünyayı tüm boyutlarıyla öğrenmeye başladılar. İçlerinden geldikleri yoksul ya da orta gelirli köylüler için birer ışık kaynağı oldular. Böylece Köy Enstitüleri, yoksul halkın demokratik eğitime kavuşunca nasıl dinamik bir güç olacağını gösterdi. Enstitülerin yaklaşık yirmi bin mezunu, gittikleri köylerde birer halk önderi oldular. Öğretmen örgütlenmesinin öncüsü oldular. Köyü incelemeye, dünya edebiyatının başyapıtlarını okumaya giriştiler. Ve kendileri de özgün yapıtlar vermeye başladılar. Altı yılda Türk Edebiyatı Tarihine “Köy Enstitülü Yazarlar Kuşağı” diye damgasını vuran altmışı aşkın ozan, yazar ve bunların yanında araştırmacı, bilim adamı, müzisyen, ressam, yontucu yetiştiren Köy Enstitüleri, yalnızca eğitim tarihimizde değil, sanatsal ve toplumsal tarihimizde de hak ettiği yeri aldı.
Sayfa 105
SHAKESPEARE , İNSANLIĞA PERDELER AÇMAYA DEVAM EDİYOR… Dünya Edebiyatı’nın en önemli şair ve tiyatro yazarı Shakespeare; 23 Nisan 1616’da sonsuzluğa göçtüğünden bu yana yapıtlarıyla insanoğlunun imgelemindeki kin, nefret, acı, pişmanlık duygularını yeniden biçimlendiriyor; insanoğlunun içsel gelişimine katkı sunmaya devam ediyor.
a
Kendisinden sonra gelen şair, yazar, oyuncu, yönetmen, sinema yönetmeni gibi sanat adamlarının her zaman harmanladığı bir hazine oldu Shakespeare’nin yapıtları. Shakespeare, tarih boyunca en çok okunmuş yazar olma özelliğini hiç kaybetmedi. Eserleri 100'ü aşkın dile çevrildi. Sinemaya en çok uyarlanan oyunlar da yine Shakespeare'e ait. Şiirleri ise 400 yıl öncesinden insanlığın umutlarını, aşklarını, kırıklıklarını ince ama zaman zaman ironik bir biçemle anlattı. İnsanlığın Bu Büyük Ustası, bugün de İnsanlığa seslenmeyi sürdürmektedir. Günümüzün Makbethlerine ve diğer zalimlerine karşı koymanın yollarını göstermektedir…
66. SONE Vazgeçtim bu dünyadan Tek ölüm paklar beni Değmez bu yangın yeri Avuç açmaya değmez Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz Ezilmiş hor görülmüş el emeği göz nuru Ödlekler gecmiş başa derken mertlik bozulmuş Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın Değil mi ki kötüler kadı olmuş yemen'e Vazgeçtim bu dünyadan Dünyamdan geçtim ama Seni yalnız komak var O koyuyor adama...
SHAKESPEARE (Can Yücel Çevirisiyle)
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
MAYAKOVSKİ’NİN ŞİİRİ , DEVRİMİN ÖRSÜNDE ÇEKİÇTİR HÂLÂ!.. Büyük ekim devrimini örse çekiç indirir gibi yazan şairi Mayakovski’yi 83. ölüm yıldönümünde saygıyla selamlıyoruz. Mayakovski'nin yenilikçi şiirinde sözcük, dil, yapıt üzerinde çalışma deneyi Rus şiir dilinin gelişmesi için büyük önem taşır. Aynı zamanda onun şiir dili Rus edebiyatının zengin klasik mirasına, Rus dilinin kaynaklarına dayanıyor. Onun yenilikçiliği, şiirin gelişmesinde oynadığı rol ulusal ortamda sonraki şair kuşakları için kalıtının önemini belirliyor.
a
“Büyük kitlelerin iş, eğlence ve isyanının şarkısını söyleyeceğiz. Modern başkentlerde yükselen devrimin çok sesli ve çok renkli dalgalanmasının şarkısını söyleyeceğiz: madeni seslerin ve gemi tezgâhlarında gecelerin sıcağını ve şiddetle açgözlü duman içen
yılanlarıyla alev alev parlayan rıhtımların, dumanlarının izlerinin kıvrılarak tehdit ettiği bulutlara asılı fabrikalarınşarkısını söyleyeceğiz”diyerek dünyada sosyalist gerçekçi edebiyat akımının önemli isimlerinden birisi olan Mayakovski, ABD emperyalizmiyle kol kola girmiş gericilerin saflarında meclise giren yayınevi patronlarına onay veren platonik solcu edebiyatçıların aşık attığı bir ortamda dahi, Mayakovski ve temsil ettiği edebiyat akımı devrimci şiir uğraşımıza ışık tutmaktadır: MARŞIMIZ Şiirinden İsyanın ayak sesi, alanları döv! Yukarı, gururlu başlar dizisi! Biz, ikinci Nuh tufanıyla Yeniden yıkayacağız dünyanın tüm kentlerini. Günlerin öküzü hantal, Yılların kağnısı ağır, Tanrımız koşudur bizim Yüreğimizse davul.
Altınımızdan daha yücesi var mı? Kurşun vızıltısı mı bizi sindirir? Çınlayan sesimizdir o altın; Silahımızsa türkülerimizdir.
Sayfa 107
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
1 MAYIS 2015 GENE DİRENCİN VE DİRENİŞİN, BOYUN EĞMEYİŞİN ZAFER GÜNÜ OLDU!
1 Mayıs, geçmişle gelecek arasında insan emeğinin ve insanlığın değerini, emeğin ve insanın yenilmez gücünü ortaya koyan tarihsel bir gündür.
a
1 Mayıs, sefalet çekenlerin, sefahat sürenlerin tahtını salladıkları, egemenliklerini kırdıkları bir gündür. 1 Mayıs, damlalarca buluştuklarında emeğinin selleşen gücünü ortaya çıkaran bir gündür. 1 Mayıs, dünyanın gelirlerini paylaşan birkaç yüz kişiye karşı, birleşerek devleşen emekçilerin, onların yüreğine korku saldığı gündür. 1 Mayıs, geçmişten bugüne kazanımlar için bir zafer günü, gelecekteki kazanımlar için birlik ve mücadele günüdür. 1 Mayıs, bir heyecandır; ya yeleleri rüzgârda uçuşan bir at, ya sevgimizi tutuşturan bir murat. 1 Mayıs bir özlemdir; ya barışın saçaklandığı kırmızının yalnızca gül, karanfil ve gelincikte renk bulduğu bir dünya, ya kirletilmemiş, yeşilin yeşil, mavinin mavi, karanın ancak sobamızdaki kömürde renk bulduğu bir doğa. 1 Mayıs bir rüzgârdır; ya bahar kokan bir meltem, ya da esen, savuran bir bora... Boraya göğüs germeli, bahar basılmalı bağra.
Sayfa 1 Mayıs bir çığlıktır; ya denizlerin ak köpüklü ufuklarından, ya karlı dağ doruklarından yüreğimizde yankısını bulur. Ya barış kokar ya çile. Barış kokanı bizim olsun! 1 Mayıs güneşi, umudu ve öfkeyi taş duvarların ardında yiğitçe koruyanların; 126 yıl önce kurulan darağaçlarına karşın birlik, mücadele ve dayanışmayı elden bırakmayanları unutturmama, yaşama, yaşatma günüdür. Selam 1 Mayıs’a, 1 Mayıs’ta alanlara koşanlara!.. Selam meydanlarda özgürlük ve barış türküleri söyleyenlere!.. Alınterinin yüceliğine selam duranlara selam!.. a Emperyalizme, sömürüye, yoksunluğa ve yoksulluğa karşı, nasırlı elleriyle dik duranlara selam!.. Kabuk çatlıyor, paslı zincirler ağır ağır sarsılmaya başlıyor. 1 Mayıs güneşi, kapkara bulutları aralayıp aydınlatıyor dünyayı. 1927 yılında Amele Teali Cemiyeti’nin merkezinde yapılan kutlamalarda, “Bir Mayıs, Bir Mayıs ilk dileğimiz / Yaşatacak seni tunç bileğimiz” diye biten ilk 1 Mayıs marşından 1976’dan bugüne gelen “1 Mayıs 1 Mayıs işçinin, emekçinin bayramı” sözleriyle başlayan 1 Mayıs marşı alanlardan alanlara hep bir ağızdan gür seslerle çınlatsın evreni. Yaşasın 1 Mayıs!
109
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
EY İŞÇİ
ey işçi... bugün hür yaşamak hakkı seninken patronlar o hakkı senin almışlar elinden. sa'yınla edersin de "tufeyli"leri zengin kalbinde niçin yok ona karşı yine bir kin? rahat yaşıyor, işçi onun emrine münkâd; lakin seni fakr etmede günden güne berbâd. zenginlere pay verme, yazıktır emeğinden. azm et de esaret bağı kopsun bileğinden, sen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün. bir parça da evlatlarının çehresi gülsün. ey işçi... mayıs birde; bu birleşme gününde bişüphe bugün kalmadı bir mani önünde... FOTO: LEWİS HİNE
Sayfa 111
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
İDAM EDİLİŞLERİNİN 40. YILDÖNÜMÜNDE DEVRİMCİ YAŞANTIMIZA KATTIKLARI BİLİNÇ VE COŞKUYLA HER ALTI MAYISLARDA ONLARI YAŞAMAYI VE YAŞATMAYI SÜRDÜRECEĞİZ!
a
Sayfa 113
DÜNYA EMEK - BARIŞ - DEMOKRASİ ŞİİRLERİ
SSCB (YEVGENİ YEVTUŞENKO) FRANSA (PAUL ELUARD) ÇEK CUMHURİYETİ (STANİSLAV K. NEUMANN) MACARİSTAN (SANDOR PETÖFİ)
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
DEVRİM TÜRKÜLERİ Zamanın yapmacık ve yalancı marşlarına değil Daha sık söyleyin devrim türkülerini. onlar Onları az söylüyorsunuz kendi kutsal türkülerine inanıyorlardı. ve benim yaptığım da bu. O türküleri söylüyorlardı, Fazlaca mı doyumlusunuz? gizlice, Size hiçbir şey heyecan vermiyor mu? usul sesle. Söyleyin o türküleri. Yüksek sesle söyleyememenin acısını Yardım edeceklerdir size. duyarak yüreklerinde. Kitaplar alın. Biricik ve unutulmaz bir kanla O türküleri içeren. bağlıyız onlara biz. Okuyun bıkmadan, usanmadan. Şimdi o türküleri Söyleyin kendi kendinize yüksek sesle söylemeliyiz! sesli ya da içinizden. Yaşamınız pek mi tekdüze? Söyleyin çocuklarınıza da, Pek mi kıpırtısız? tabii çocuklarınız varsa. İnsanlara Duyacaksınız ve sözlere uzak ve acılı artık kalmadı mı güveniniz? ağır pranga şangırtlarını, Ama devrim türküleri var Göreceksiniz tutuklanmışları, yeryüzünde. kıskıvrak bağlanmışları, Söyleyin onları. dövülmüşleri, Size yardım edeceklerdir, göreceksiniz. kurşuna dizilmişleri, hurdahaş edilmişleri.
YEVGENİ YEVTUŞENKO Çeviri : Ataol Behramoğlu
Sayfa
RESİM: RUPERT GARCİA
115
BİR AVUÇ FRANSIZ AYDINI DÜŞMANA HİZMET ETTİ Korkmuş olanlardan korkulacak olanlardan Hesap sormanın sırası geldi Saltanatları sona erdi çünkü onların Nazi cellatlarını övüp baştacı ettiler onlar Kalkıştılar bize kötülüğü yutturmaya Tek şey söylemediler iyi güzel doğru Anlaşma gibi dayanışma gibi güzelim sözleri Gizlediler hasıraltı ettiler O şom ağızlılarhep ölüm kustular dört bir yana Ama şimdi sırasıdır artık El ele vermenin sevişmenin sırası Onların haklarından gelmek için Analarını ağlatmak için onların
PAUL ELUARD
(Çeviri: A. Kadir-Asım Bezirci)
Emeğin Sanatı 11. Yıl 185. Sayı
ALDATMA Halkım benim, halkım benim. bir sen varsın, bağlandığım bir sen, aldatma sakın! Bir uğursuz renk çöker yurdumun üstüne, tükenmez kaynağını aldatırsın ışığın kendini, çocuklarını, yaşamı aldatırsın, uğursuzluk, ey halkım, oyunudur zamanın, uğursuz renk bir olgudur, havanın, ışığın, suyun kaynağı yaşamakta, yeşermekte tohum, ürünler ambarları dolduracak, çarpmakta milyonlarca yürek gibi mayıs ayı, aldatma sakın, halkım benim, söndü yüzey, düşlerim kaypak yüzeyi, tanımadın bitmez tükenmez zenginliklerini ilkbaharın, tanımadın ama her kış yeşerirsin gene de bir ağaç gibi, dallı budaklı. Umutsuzluğu bırak, koyverme kendini, aldatma sakın!
STANİSLAV KOTSKA NEUMANN (Çeviri: A. Kadir-Asım Tanış)
Sayfa
ŞİİR Hiç bilmezler kadrini senin, ey kutsal şiir! Soysuzlaştıralım şunu, derler, alırlar ayak altına seni, bir güzel çiğnerler. Kulak ver şu imansız papazların çığlıklarına: Yokmuş farkın bir beyzadenin salonundan, yaldızlı, göz kamaştıran, baktıkça bakılan. Ama o salona kimler girer? Yalnız cilalı ayakkabısı olan. Yalancı dudaklar susun! Kesin sesinizi, yalancı peygamberler! Şiir hiç de bir salon değil, kibar takımının çene çalmaya geldiği. Bütün insanlara açık bir kapı o, mutlulara, mutsuzlara açık bir kapı. Yani kutsal bir tapınak, yalınayakların da girebileceği.
SANDOR PETÖFİ (Çeviri:A. Kadir-Şerif Hulûsi)
117
DÜNYA ŞAİRLERİNİN KISA ÖZGEÇMİŞLERİ: DÜNYA ŞAİRLERİNİN KISA ÖZGEÇMİŞLERİ: AGOSTİNHO NETO:Angola'nın ünlü şairi ve Angola Devlet Başkanı (1975-1979) Ülkesinin kurtuluş savaşına
YEVGENİ YEVTUŞENKO(1933- 2017): Stalin sonrası şairler kuşağının önde gelen temsilcisidir. Bu kuşağın sanatsal önderlik eden Neto’nun Angola halkının kurtuluş kavgasıyla şiiri sıkı sıkıya ilişkilidir. Angola Kurtuluş İçin Halk özgürlüklerin genişletilmesi ve edebiyatın siyasal ölçütler yerine estetik değerlere dayandırılması için mücadele veren Hareketi’nin başkanlığını yaptı. Tıp Eğitiminden sonra 1960'da liderlik etmeye başladı ve olaylar sanatçılarındandır. Moskova'daki Gorki Edebiyat Enstitüsü'nde öğrenim harekete gördü. Yayımlanmasına Stalin'in ölümünden sonra esnasında Portekizlilerce 30 sivil öldürüldü, yaklaşık 200 kişi yaralandı. Neto; Portekiz koloni makamlarınca aynı izin verilen şiirleriyle halkın sevdiği bir şair oldu. İlk devrimci şairlerden Mayakovski ve Yesenin'in taşkın, yer yer argo yüklü yıldilini tutuklanarak Lizbon'da ayrıca hapse aşk, atıldı. Hapisten kaçan Fas'a ele sonra da Zaire'ye gitti. 1962 yılında şiir yeniden canlandırdı; kişisel sorunlar gibiNeto; Stalin önce döneminde alınması hoş karşılanmayan konularda kurtuluş şiirler yazdı.savaşına devam etmek üzere ülkesine döndü. Angola halkının Portekiz sömürgeciliğine karşı verdiği kurtuluş savaşı, şair1952): Neto'nun önderliğinde başarıya Afrika Yazarlar Birliği'nden Lotus PAUL ÉLUARD (1895Yoksunluklarla, acılarla doluulaştı. savaş1969-1970 ve askerlikAsya yılları Éluard'ın üzerinde derin izler bıraktı. Ödülü'nü yılında Lenin Ödülü'nü kazandı. Kanserbirtedavisi sürerken çıktı; Moskova'da Barış özlemialdı. dolu(1975-1976) şiirlerin ardından DadaBarış hareketine katıldı. 1924 yılında dünya gezisine dönüşünde hastanede sonsuzluğa yürüdü. Gerçeküstücü hareketin kurucularından biri oldu.1936 yılından İspanya'ya gitti, İspanya İç Savaşı'nda Cumhuriyetçilerin JORGEkatıldı.1938'de REBELO:1940 doğumlu Jorge Rebelo,ilişkisini MOZAMBİKli şair, avukat, . PortekizeÉluard karşı Mozambikli safında gerçeküstücü hareketle kesti. İkinci Dünya gazeteci Savaşı patlayınca yeniden askere gerilla Fransa, grubu ile direnişinişgaline öncülerinden oldu. Şiirlerinde Mozambik özgürlükmücadelesini, için1942 çağrıldı. Almanların uğrayınca, "direniş" hareketine katıldı. Yurdunun kurtuluşu için bağımsızlık yiğitçe savaştı. yılından sonradireniş Éluard çağrıları komünistöne partisine üye olarak siyasetesavaşını katıldI.Éluard, çağımızın en önemli Fransız şairlerinden mücadele, çıkmaktadır. Özgürlük ve savaşanları över, yoldaşlarını motive ederbiridir. , Çok kısa birçağırır. süredeBu ve şiir, sağlam bir tarzda kendi üslubunu bulmuş, ancak çağdaş şiirin çok yönlü etkilerine ya da geleneğe kavgaya Mozambik özgürlük mücadelesininen şiddetli günlerinde, kendisiyle gizlice görüşmeye kapalı 'ın şiiri, acıyı ve yoksulluğu dayanışmacı bir ruhla aşmak isteyen, derin sonra bir insanlık duygusuyla gelenkalmamıştır. iki İsveçli Éluard gazeteciye verilmişti. Rebelo, 1975 yılında ülkenin bağımsızlığını hemen Mozambik'in doludur; birlikteliği ve mutluluğu çabalayan yenilmez bir isteği açığa vurur, gerçek bir dünyada kendini doğrulamak enformasyon bakanı ve ülkedeki en güçlü adamlarından biri oldu. zorunda şairi,KOMEY:(1816-1887) sonunda siyasal mücadeleye yönlendirir. geçirmiş olduğuvegelişim süreci boyunca ustaca ELLİS olan AYİTEY Proletaryanın sesini,Éluard, sosyalizmi türküleri şiirleriyle dünayaya yayan bir saydamlık ve yalınlık içeren bir şiir diline ulaşmıştır. şairdir. Enternasyonal’ın sözünü yazan şairdir. Önceleri işçi olarak çalıştı. 1848’de barikatlarda dövüştü. 1871 STANİSLAV KOTSKA NEUMANN (1875-1947): Prag’da doğdu. Gazetecilik yaptı. O dönemin en önemli dergilerinden Paris Komünü’nde milletvekili seçildi. Komün yıkılınca ABD’ye sığınmak zorunda kaldı. Gıyaben ölüm cezasına bazılarının sahibi ya da başyazarı idi. Yüzyılın bütün ilk yarısı boyunca Çek şiirinin yenileşmesinde hep ön sıralarda yer aldı. çarptırıldı. Sürgünde kaldığı sürece türkülerini yazmaya devam etti. 1880’de aftan yararlanarak Fransa’ya Komünist Parti üyesi olarak proleterlere yönelen şiirler yazdı. . Marksist-Leninist teorik denemeler yazdı. Bu bağlamda döndü. İlk şiir kitabını o yıl yazdı. 2. kitabı «Devrim Türküleri» ölümünden sonra yayınlandı. Yoksulluk içinde Proleter Kültür ( 1921 ) ve Propaganda Sanatları (1923) kitaplarını yayınladı. Eserlerinde küçük burjuvaziye karşı mücadele öldü ama yazdıklarıyla arkasında ölmeyecek bir anıt bıraktı. etti. Direnç aşılayan şiirler yazdı. 1945’te kendisine ulusal sanatçı ünvanı verildi. DENNISPETÖFİ BRUTUS: (1924-2009) Zimbabweli spor yöneticisi, özgürlük 1960 SANDOR (1823-1849): Macar lirik şair, ulusalsporcu, kahramanı Sándor Petofi Köylü kökenlisavaşçısı, bir aileden şair. geliyordu; annesi olimpiyatlarına hak ettiği halde siyah tenli olduğu için seçilmeyince bu kararda egemen olan Anti-CAD’a (Siyahî hizmetçi, babası kasaptı. Başarısız aktörlük deneyiminin ardından orduya gönüllü yazıldı, sağlığı bozulunca ordudan ayrılıp Karşıtıaktörlüğe İşler Dairesi Başkanlığı direnir sonunda ilk kezadaletsizliğe hapse atılır. ay hapisten yeniden dönerek gezici birorganizasyonu) tiyatro topluluğuna katıldı.bunun Ülkesindeki toplumsal ve18 Habsburg hanedanı çıktıktan sonra da mücadelesini sürdürdü Güney Afrika’da siyahların yazması ve yayınlaması yasakken o illegal egemenliğine başkaldırdı. 15 Mart 1848 ayaklanmasına Peşte gençliğinin önderi olarak katıldı. "Talpra, magyar!" (Haydi yollardan buadlı yasağı deldi. Devrimi'nin Asma sonunda tekrar Nijerya hapiste iken askerleriyle MBARI Şiirsavaşmak Ödülü'nü için alanyeniden ilk Macar, Uyan!) şiiri Macar simgesi oldu.tutuklandı. Petofi, Macaristan'a giren Çarlık siyah döndü, şair oldu. Ancak Brutus, ırkçılığı savaşırken protesto etmek amacıyla geribulunamadı, çevirdi. 14 başka şiir kitabı olanbirlikte Brutus,ortak orduya binbaşı rütbesi ile ödülü Segesvár'da şehit düştü, ölüsü ölülerle Daha gömüldüğü sonra yurtanlaşıldı. dışına çıktı. Denver Üniversitesi, Northwestern Üniversitesi ve Pittsburgh Üniversitesi ‘nde çukura
Afrika edebiyat tarihi üzerine dersler verdi. Buradan emekli oldu. Amerika’da öğretim üyeliğini sürdürdüğü Apartheid bittikten sonra Güney Afrika'ya döndü. 2008 yılında sanat ve kültüre katkıları, ömür boyu gösterdiği özverili mücadelesi nedeniyle Güney Afrika Lifetime Onur Ödülüne layık görüldü. Brutus, tüm zamanların dünyanın en iyi şairleri arasında yer aldı. Korkusuz bir adalet savunucusu, ve büyük bir hümanist ve öğretmen oldu.
KAYNAK:Dünya Halk veApartheid Demokrasikarşıtı Şiirleri-2/A.Kadir Şiir.Gen.tr kamuoyu oluşturmaya çalıştı. yıllarda da ABD’de gösterile /düzenledi,
EMEĞİN SANATI E-DERGİ Kaynak: Yansıma Dergisi Sayı 30, 1974, Kültür/Sanat Kurtuluş Hareketleri Ve Direnen Şiir Özel Sayısı Aylık Sosyalist E-Dergisi EMEĞİN SANATI E-DERGİ Nisan /2017 Yıl: 11 Sayı: 185 Aylık Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi 15.12.2014 9 Sayı: 163 Yayınlayan: Emeğin SanatıYıl: Kolektifi Emeğin Sanatı Kolektifi ©Yayınlayan: Dergide yayınlanan eserlerin her türlü hakkı © Dergide yayınlanan eserlerin her türlü aittir. hakkı şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir. Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir
Yayın,Tasarım, Düzenleme: A. Z. ÇAMUR Görsel Tasarım Düzenleme: ADNAN DURMAZ Ön Kapak, Ön İç , Arka İç Kapak: ADNAN DURMAZ Arka Kapak Anonim
Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostları, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler. Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen Facebook grup adresi: dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler. https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Facebook grup adresi: Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi