EMEĞİN SANATI E-DERGİ 182. SAYI

Page 1

Aylık Sosyalist Sanat E-Dergisi Yıl: 11 Sayı: 182 Ocak / 2017



EMEK VERENLER / İÇİNDEKİLER ABDULLAH KARABAĞ ABUZER YALÇIN ADNAN DURMAZ ALPER SANCAR ASIM GÖNEN B.KORKANKORKMAZ

BEKİR KOÇAK BEKTAŞ ÇAĞDAŞ BURCU TÜRKER BÜLENT AYDINEL CEM EREN ERCAN CENGİZ

ÖN KAPAK 1 ÖN İÇ KAPAK Görsel ADNAN DURMAZ 2 EMEK VERENLER İÇİNDEKİLER 3 182. MERHABA EMEĞİN SANATI SUNU YAZISI 4 BU SAYININ SAVSÖZü NERMİ UYGUR 5 Ölüm Kadar Sessiz ADNAN DURMAZ ŞİİR 6 Yaşam ASIM GÖNEN ŞİİR 10 Ki FEYYAZ KADRİ GÜL ŞİİR 12 Reddediyoruz - III ABUZER YALÇIN ÖYKÜ 13 Karikatür MUSTAFA ÖZGÜR 18 Su Küstü BÜLENT AYDINEL ŞİİR 19 Guguk Kuşu CEM EREN ŞİİR 21 Gözle Yürek Arası Susmak BEKİR KOÇAK ŞİİR 22

FEYYAZ KADRİ GÜL HASAN ÇAPİK HAYDAR DOĞAN MUAMMER ERTURAN MUSTAFA ÖZGÜR MUZAFFER GÜL

Katil Ekmek, Yitik Anne.... ÖZLEM KESKİN ÖYKÜ 23 Aristofanes barışı HASAN ÇAPİK ŞİİR 24 Acıtır suskunluk HAYDAR DOĞAN ŞİİR 25 Kurtuluşa Övgü TEMEL KURT ŞİİR 26 Prıltılar-1 SEMAHAT ÜNAL ÖYKÜ 27 Ağır Hiciv SEMA LALE ŞİİR 30 Bahar BEKTAŞ ÇAĞDAŞ ŞİİR 31 Uğruna Kavgalı Sevdam A. KARABAĞ ŞİİR 32 Evîna Min Şervan e A. KARABAĞ çEVİRİ şİİR 33 Şiire Ne Yaptınız Lan! ADNAN DURMAZ ELEŞTİRİ 34 Dağ Olun VEDAT KOPARAN ŞİİR 37

NECİP TIRPAN OĞUZ ATEŞOĞLU ÖZER GENÇ ÖZLEM KESKİN SEMAHAT ÜNAL SEMA LALE

Harman BURCU TÜRKER ŞİİR 38 Rahat Uyu MUAMMER ERTURAN ŞİİR 39 Şiirimi.TopL. başkaldırılar – 7 ALİ ZİYA ÇAMUR ARAŞTIRMA 40 Yerçekimi ÖZER GENÇ ŞİİR 47 Kaçıncı Yılın İzidir ERCAN CENGİZ ŞİİR 49 Toplanın Vaktidir NECİP TIRPAN ŞİİR 52 Tinsel Söyleşiler BEDRİYE KORKANKORKMAZ KİTAP TANITMA 50 Kardelen MUZAFFER GÜL ŞİİR 54 Asker YAVUZ AKÖZEL ŞİİR 55 Resim “Süs” Ya Da “Aksesuar”... TEMEL DEMİRER MAKALE 57 Karikatür MUSTAFA ÖZGÜR 63

TEMEL DEMİRER TEMEL KURT VEDAT KOPARAN YAVUZ AKÖZEL ALİ ZİYA ÇAMUR

Uçurumlu Binbir Ah OĞUZ ATEŞOĞLU ŞİİR 64 Kederden ALPER SANCAR ŞİİR 65 Dizelerde “Şiir ve Şair” A.Z.ÇAMUR SEÇKİ 66 Yaşam ve Sanatta Bir Ayın İzdüşümü 67 Ocak Ayında Önemli Günler 75 DÜNYA EMEK-BARIŞ-DEMOKRASİ Ş. 99 Gündüz fabrika caddesi PAUL ZECH(Almanya) ÇEVİRİ ŞİİR 100 Bir Düşünce Beni Üzüyor SANDOR PETÖFİ(Macaristan) ÇEVİRİ ŞİİR 101 Proleterler LUİS MUNOZ MARİN(Porto Riko) ÇEVİRİ ŞİİR 102 Gözlemevi MİLTOS SAHTURİS(Yunanistan) ÇEVİRİ ŞİİR 103 Dünya ŞairleriKısa Biyografi DERGİ KÜNYESİ 104 ARKA İÇ KAPAK Görsel ADNAN DURMAZ 105 Daha MEHMET ÇAĞLIKASAP KONUK ŞİİR 106


EMEĞİN SANATI’NDAN 182. MERHABA Merhaba, Görüyoruz ki, 2017, 2016’dan çok da farklı olmayacak. Kapağa da taşıdığımız dileğimiz, demokrasi güçlerinin ataletlerini bir yana bırakarak 2017’yi diktatörlüğe karşı mücadelenin yükseldiği yapabilmek.... Kitle katliamları dolu dizgin devam ediyor, iş cinayetleri devam ediyor, işten çıkarmalar ve KHK ile keyfî ihraçlar giderek çoğalmaya başladı. Üniversitelerdeki yaşadıkları çağa duyarsız kalmayan bilim insanları uyduruk gerekçelerle bir bir ihraç ediliyor. Tüm bunlara karşın tekil çabaların dışında kitlesel bir hareket gelişemedi henüz. Gezi Direnişindeki umuda kaldı işimiz. Artık , fransız devriminin ünlü sloganını yüksek sesle haykırmanın zamanı gelmedi mi hâlâ: "ONLAR; DİZLERİNİZİN ÜSTÜNE ÇÖKMÜŞ OLDUĞUNUZ İÇİN SİZE BÜYÜK GÖRÜNÜYORLAR, AYAĞA KALKIN!... “ Devrimci yazarlara, şairlere bugün, eskisinden daha fazla sorumluluk düşmektedir. Adnan Durmaz dostun deyişiyle: “Devrimci yazarın, şairin böyle karanlık zamanlarda görevi umudu, aşkı büyütmek ve güç vermektir, karanlıkta kalan dostlara uzaktan bir kibrit yakabilmektir.” Varsın, isteyen imge labirentlerinde kendi benlerinin gergeflerini dokusun dursunlar. Varsın dergi goygoycuları internet ortamına yazan çizenleri küçümseye dursun, biz her olanağı devrimci çabalarımız için kulllanarak sesimizi yükseltecek; onları kendi dergi sayfalarına hapsedeceğiz. Sesimizi her köşe bucağa yükselterek Nermi Uygur’un belirttiği gibi sanatı, edebiyatı düzenin ezdiği insanları kitleselleştirmede kullanacağız: “En küçük yaşama çevrelerinde tutun da en geniş ulus ve devlet ilişkilerine değin güvenilir bir insan birleştiricisidir edebiyat.“ Sabahattin Ali’nin vurguladığı gibi, edebiyat, hiçbir zaman yüksek ruhlu yazarların “gönül eğlencesi” değildir, bir “hizmet ve mücadele” dir. Varsın bilinçaltı bir sakınışla zamana ve ortama uyarlanan edebiyatçılar, sıkı dönemlerde biçim özelliklerine eğilmeyi yeğleyerek oyalansın; özgürlükler verildiği zaman da toplumsal öze dokunsunlar. Ama her zaman bizler için edebiyat; refahın, alışkanlığın, gevezeliğin, kendinden memnun olmanın karşısında olacaktır, asıl ödevimiz de budur. Kısacası, bizler için edebiyat, sanat; dalavere, dolap, yaldız karıştırmak değil, tehdit edicide, kıyıcıda, ezicide, yaygın mutsuzlukta, belirsizlikte gedikler açmaktır

EMEĞİN SANATI


BU SAYININ SAVSÖZÜ İnsanı insana yaklaştırır edebiyat. Edebiyatın insanı türdaşlarına yabancılaştırdığını söylemek, geçersiz bir genellemenin tuzağına düşmektir. “Kötü” insandan da söz etse, insanı insana tanıtır; insanı ülküleştirerek de açıklasa, insan varoluşununnasıllığına aydınlık getirir edebiyat. Okuyucunun anlayış ve duygudaşlıkla kendi tekbenine özgü çevreyi aşmasına, insan olanaklarının çeşitliliğine ilişkin bir bilinç elde etmesine yol açar edebiyat. Böylece edebiyatın, en azından, bir hoşgörü aşıladığı söylenebilir. Hoşgörüyle yetinmez ama insan. Aslında gönülden sevilmeyene, hak akıl gerekçelerinin zoruyla katlanmaktır hoşgörü. Güzel şeydir bu, —En güzel şey değildir gene de. İstemeye istemeye katlanmak dizginlese, geciktirse de çatışmayıhoşgörünün baskısından sıyıran karşı— gerçekler arar bilinçaltı, bulur da ergeç. Hoşgörüden de üstün bir şeydir başkalarını sevmek, anlayışla, saygıyla duygudaşlıkla. Bunu en iyi gerçekleştiren edebiyattır. En küçük yaşama çevrelerinde tutun da en geniş ulus ve devlet ilişkilerine değin güvenilir bir insan birleştiricisidir edebiyat. Edebiyatça içli dışlı olduğumuz bir ülkeye düşman kesilebilir misiniz? Yeryüzünden düşmanlığın kalkmasını isteyen, kalkmayacağını bilse de azalmasına yardım etmek isteyen, edebiyatın gelişip yayılmasını engellememelidir. İnsan sevgisi sağlayan bir kaynak durumundadır edebiyat. Düşmanlık körükleyen yapıtlar n’oluyor diyeceksiniz? Edebiyat mı bunlar, sözlü-yazılı sanat başarısı mı, sanmıyorum. Belli ki tartışmaya açık bir sav bu benimkisi, kestirmeden bir kanıtla yetineceğim burda: İnsanların arasında düşmanlık salan, ya da düşmanlık arttıranklasik bir yapıt, yani zaman değişikliklerine oldukça sağlam karşı koymuş bir yapıt tanımıyorum ben. Korkmamalı edebiyattan. Belli inanışı yeriyor ya da benimsemiyor diye yazarı susturmaya kalkışmamalı.

NERMİ UYGUR

İnsan Açısından Edebiyat, İst. Üniv. Edebiyat Fak. Yayınları, 1977


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

ÖLÜM KADAR SESSİZ alacakaranlık sisten geldiler yoksulluk mahşerinin azabından açlık kıyametlerinin gazabından dudaklarında kararan ayetlerle bütün dertlere deva olacak gibi boynundaki urgana bıçak vuracak gibi kainatı nura boğacak gibi geldiler toprağa süzülen su gibi değil bedene yayılan virüs gibi geldiler çıkartıp gömütlerinden kahraman yaptılar katilleri meydanlara astılar halk savaşçılarının cesedini düşman topraklarına girmiş vahşet gibi geldiler bütün özgürlükleri kullanarak bütün özgürlükleri çarmıhladılar parsel parsel sattılar ülkeyi babalar gibi kanla yurt olmuş toprakları yağmalayıp bir öğün verdiler dilenciye dönmüş kalabalıklara bir hırka bağışladılar kurtuluş harbinde düşenin torununa bilimi kovalamaya başladılar sonra

Adnan DURMAZ


sonra sanatı ne varsa aydınlık avlandı sürek avlarında hayata tecavüz edildi açık açığa sefil kalabalıkların alkışlarıyla yargıçlar yargılandı evcilleştirildi muhalefet ve geniş kalabalıkların onurlarına tecavüz edildi… çürümüş kafataslarından binlerce yıllık karanlıktan geldiler birer mezarlık örümceği gibi sessiz din iman Allah kitap tellallığıyla bütün inançları katlettiler yüzyıldır evden ekmek çalanları evin eski farelerini yediler sonra kenti köyü işgal ettiler ormanlara tecavüz edildi dağlara ovalara tecavüz edildi kentlere ırmaklara denizlere tecavüz edildi ve kalabalıklara kurtarıcı yeminleri ederek ellerinde kutsal kitaplarla dillerinde dualarla ve gözyaşlarıyla söylediler yalanlarını alkışladınız zifiri mağaralardan çıktılar, içinden çıktılar gece sislerinin devrimin aydınlık yüreğine çarptı karanlıkları onüç yaşında çocuklarınızı vurdular sokak ortasında terörist diye inandınız kadınlarınızı çırılçıplak fırlattılar panzerlerin altına namusa namussuzluk dediler inandınız çoktan tarihin gerisine çoktan karanlığın içine bırakılmıştınız mil çekilmişti gözlerinize bu yüzden karanlığa şükrettiniz evlerinizi bastılar sustunuz ve ergen kızlarınızı infaz ettiler yok yere namusa tecavüz edildi namusa sustunuz kan kusa kusa ağaçlarınızı söktüler emperyal binalar dikmek için

Sayfa 7


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

alçaklığı alkışladınız uygarlık diye mezarlık yılanıydılar yobaz kafataslarına çöreklenmiş tüylü tüylüydü gülüşleri kıllı kıllı bakışları vardı din iman Allah kitap sandınız manevi değerlerinize alevsiz ateş verdiler göynük göynük yandınız yırttılar yüzünüzün ar perdesini türkülerinize ağıtlarınıza tecavüz edildi alay ettiler şehitlerinizle ve meydanlarda birbirinizi kırın diye kuduz itler gibi kapı komşunuzla hırlaşın diye savaşın dalaşın kan dökün diye yaptılar ellerinden geleni anlamadınız kuduz karanlıklardan geldiler ellerinde kutsal metinlerle yeni bir din ürettiler ayağı baş yaptılar kıçı beyin kasabı doktor imamı vali kıçlarına kıl yaptılar ulan sizi peygamberlik tasladılar bütün aymazlıklarıyla pustunuz ananızı size oğlunuzu ölüme sattılar sattılar da parasına kondular ilkellik dediler çağdaşlığa namusa namussuzluk buna da inandınız sahi siz “korkak bir karanlık içindeki akreplerdiniz” yaralı şehirler yatıyor ortalıkta beli kırılmış ırmakların boynu vuruk dağlar suskun ve kör kalmış ocaklar evler dilsiz iğfal edilmiş bir ay doğup batıyor utanarak kirli bir güneş ne anlatır körlere sağırlara ne söyler kanadı kırık rüzgar oysa onlar daha güzel bir dünya dediler yürüdüler ateşlere tüm öncülleri gibi haberiniz yok birer birer vuruldular ülkenin tutsak düşmüş meydanlarında yatıyorlar siz ki hırsızdan hayından gammazdan alçaktan yana başınızı gömmüş kuma


Sayfa 9

ki kadim bir ulustunuz herkes birbirine kardeş namuslu onurlu yurtsever dürüst ne güzel insanların çocuklarıydınız siz ay kirlenmeden önceydi yıldız çarmıhlanmadan güneşin gülerek açıldığı zamanlarda bilmediniz emperyalizmin kanlı elleri ekmeğinize zulum kattı emeğinize gözyaşı nasıl sessiz kaldınız onca zaman ahraz ve kör alçak ve onursuz bir duruş giydirdiler sırtınıza sustunuz AuschwitzBirkenau’dan, Maly Trostinets’e kadar bütün ölüm kamplarında Kardeşlerin yakılırken cayır cayır Hitlerin saflarında haykırıyordun Sieg Heil! Heil Hitler! Yezid’in yanındaydın Kerbela’da Gözlerinin önünde dikilen insanlık onurunun Kellesiyle alay edenlerin safında Ve bütün işgal ordularının peşisıra Öz çocuklarını katleden avcıdan yana Korkaksuspus ve namussuz “korkak bir karanlıkta yaşayan akrepten” farksız Bütün hainler senin içinden çıktı İbni Mülcem de senden Şimr bin Zi'l Cevşen’de Bütün zulum simsarları kafatasından beslenir Spartaküsü çarıha geren cellat kimden Oradır yurtları yuvaları beynini kemirirler Derviş Mehmed’in ardında koşan ahali susarsın Denizlerin Mahirlerin ihbarcısı kimdi ve çocuklarınıza tecavüz ediliyor artık Kısır bir orman sessizliğinde suskun buna da susuyorsunuz Ve yürüyen vahşete tapan siz ki sustukça alçak Ve karanlığa secde edip sustukça namussuz Onurunu hiçe satan kalabalık ve biz zındanlarda meydanlarda kan içinde yaralıysak yıkılacaksa yaşadığınız dünya başınıza varsın yıkılsın ulan böyle onursuzca yaşamaktansa

ADNAN DURMAZ


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

YAŞAM /

Asım GÖNEN

çölleri hep beraber fethetmek kadar kolay tek tek fethedilmek kadar acı çıkarmış kınından çatal dilli kılıcı akıyor su birleşip yıkıyor birleşip yapıyor varıp menziline bizde yaşam gökte yıldız yıldızda gök gibi uçsuz bucaksızdır diyor dize gelip çöller işin insana insanın işe hasreti dize gelip bu akışa memeleri ağzına kadar dolu bir yaşamı emziriyor kavuşmak kadar güzeldi ummanlar kadar derin cemre düşmüş toprak kadar doğurgandı yağmur yüklü bulutlar kadar doluydu gözlerin ve seni haketmek alın teriyle sulanmış bahçelerde en kırmızı gülücükler emzirmesiydi en cömert memelerin seni haketmek ummanlarda en mavi kavuşmasıydı


Sayfa

11

üretenle üretilenin sevmek ki en saf ayarda karşılığıdır sevilmenin sevilmek ki kavuşmanın en lezzetli iksiridir gönüllere sığmaz bu mutluluk bu aşk bu muhabbet emeğini asmalarda salkım saçak sevenlerin fabrika bacalarında tüten dumanla kartellerin defterini dürdükleri gün haramilerin hesap verdiği o köprüden dört nala geçecektir özgürlüğü emeğini maddeye yudum yudum emzirenlerin akıyor su akıyor vurup başını kayalara en koyu karanlıkları en parlak ışıklarla geçiyor ter kan içinde varıp menzile bizde yaşam çiçekte arı kovanda bal ve gülücüğüne kavuşmuş yüzlerde öpücükler yüzdürmenin sevincidir diyor

ASIM GÖNEN


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

Kİ Acı yeni değil ki evet faşizm var Ne yapalım zulüm var diye yılgınlığa mı düşelim Günler yeniliğe gebe bir yeni gömlek bir yeni ayakkabı say her doğan günü Acı yeni değil ki örgütlenmeye bakalım

FEYYAZ KADRİ GÜL


Sayfa 13

REDDEDİYORUZ - III Abuzer YALÇIN

a

Güneş yolunu tamamlamak üzereydi. Gündüz vardiyası üretiminin sonuna gelmiş, artık üretime gece vardiyası devam edecekti. İşçiler yorulmuş, patronlar daha çok kazanmıştı. Abuzer, tüm öğleden sonra yaşananları düşündü. “Bizi kim ispiyonladı?” sorusu gün boyu zihnini meşgul etti. Öğleden önceki molada Abuzer, Kemal, Özgür, Yasin ve Ahmet Usta sendikalar üzerine konuşmuştu. Özgür ile Kemal sendikayı savunurken Ahmet Usta sendikaların işçilerin hakkını savunmadığından bahsetti. Öğlen yemekte Ustabaşı Necmi gelip de Ahmet Usta’ya sendikaya üye işçilerin isimlerini sorunca -orda olmayan Yasin hariçherkesin morali bozulmuştu. Gün boyu bir yandan makinedeki ipliğin dokuduğu kumaşı takip ederken bir yandan da Necmi Usta’ya kimin öttüğünü düşünmüştü. Aklına bir tek Yasin geliyordu. Çünkü öğleden önceki sohbet sırasında üstüne vazifeymiş gibi patronları savunmuş bir de mola bitiminde iş başı yapılırken Necmi ile bir şeyler konuşmuştu. İspiyonlayan yoksa Yasin miydi?


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

Vardiyanın bitiş zili ile kendine geldi. Kendi kendine “Bu işin sonu yok arkadaş gidip soracağım. Sen misin ispiyonlayan?” diye. “Eğer o çıkarsa andım olsun ağzını burnunu kıracağım.” Bu düşünceler arasında Necmi Usta’nın sesini işitti öteden. “Sabah vardiyasından mesaiye kalacak isimler: Osman, Cuma, Ali, Abuzer, Salih, Yasin…” Necmi Usta isimleri okumaya devam ediyordu. Abuzer Yasin’in ismini duyunca içten içe sevindi. Çünkü mesai çıkışında yumruğu suratına indirebilecekti. “Al sana ispiyoncu pezevenk” diyerek ardı ardına vuracağım diye söyleniyordu. Ama sonra “Arkadaş ya değilse? O zaman vurmadan önce sormalı ‘Sen misin?’ diye düşünüyordu. Haziran ayı her ilde olduğu gibi bu şehirde de sıcakların bastırmaya başladığı vakitti. Fabrika ise makinelerin sıcağı ile yaşanmaz bir hal alıyordu. Nihayet mesai vardiyasının da bitiş sireni çaldı. Tüm işçiler posası çıkmış bir şekilde artık evinin yolunu tutabilirdi. Abuzer, gün boyu planını kurduğu işi gerçekleştirmek için harekete geçti. Ama fabrikanın içinin bu sorgu için uygun olmadığını düşünerek vazgeçti. En iyisi servisten beraber inmek ve ilk fırsatta yumruğu suratına yapıştırmaktı.

a

Vardiyası biten tüm işçilerle beraber Yasin ve Abuzer de servise yöneldiler. Bir grup gider iken bir başka grup çalışmaya devam ediyordu. Çağdaş kölelik misali işçiler istedikleri futbol takımını tutabiliyor, istedikleri kredi kartını cebinde taşıyabiliyor, hatta istedikleri partiye oy verebiliyorlardı. Ancak kendilerine biçilen ölünceye kadar çalışmaktı ve başka çareleri de yoktu. Abuzer az ötede olan Yasin’e ulaştı. Yasin Abuzer’e göre daha ufak tefek bir işçiydi. İçinden “Bir yumrukla yere sererim. Hele bir fabrikadan çıkalım. Alçak ispiyoncu pezevenk” diye geçirdi. Selamlaştıktan sonra sessizce servise kadar beraber yürüdüler.

Servis yine balık istifi gibiydi. Gün boyu çalışan emekçilerin ter kokuları sıcakla da birleşince çekilmez bir hal alıyordu. Ancak belli bir süre sonra her eziyete katlanan işçi sonunda kendi ter kokusuna da alışıyordu. Abuzer servisten inmeyi bekleyemedi. “Ne var ne yok Yasin, hiç sesin çıkmıyor?” “Yorgunum Abuzer’im valla kolumu kaldıramıyorum kaldı ki konuşmak.”


Sayfa 15

İçinden ‘Bizi ispiyonlarken yorulmuyordun ama’ diye geçirdi. Sözü bir an önce öğleden önce Necmi ile ne konuştuklarına getirmek istiyordu. “Hepimiz yorgunuz Yasin, canım çıktı valla bugün.” “Ben dünden de yorgunum kardeş, annemi tıp fakültesi hastanesine yatıracaktık ama almadılar. Yeşil kartlı hastaları fakülteye almak için önce aile hekimliği ardından devlet hastanesi sevki lazımmış. Ya da özel yatak bölümüne alabilirlermiş ki onun da günlüğü 60 lira.” “Allah şifa versin kardeş. Keşke mesaiye kalmasıydın.”

“Para lazım Abuzer para hem de çok para. Hastalık yaman, ana tatlı. Çoğu ilacı devlet veriyor. Allah razı olsun ama hastaneye git gel masraf kardeş” Bu sohbet sırasında şehir merkezine gelmişlerdi. Yasin bugün şehir merkezinde inmesi gerektiğini, annesinin bir ilacını alacağını ve mahalle eczanelerinde bulunmadığını söyleyerek inmek için servis aracının kapısına yöneldi. Abuzer Yasin’i elinden kaçırmamak için “Bena de iddaa bayisine gideceğim beraber inelim.” dedi. Beraber servisten Atatürk Parkı durağında indiler. Atatürk Parkı her zamankine göre daha kalabalıktı. Bir yanda halk diğer yanda bir şekilde ezilen ancak ezildiğinin farkına varmak şöyle dursun ezenin değneğini elinde tutan polis vardı. Yasin ve Abuzer kalabalığa bir anlam veremediler. Polisin dağılın anonsuna direnişçiler “Her yer taksim, her yer direniş!” diye cevap veriyorlardı. Olaylar nedeniyle polis yolu kapatmıştı. Bu nedenle Yasin ile Abuzer Atatürk Parkı’nın aşağısından Öğretmen Evi’nin önünden yürümeye karar verdiler. Kalabalıktan yeterince uzaklaşmışlardı ki Abuzer Yasin’e dönüp yakasına yapıştı. “Konuş lan alçak bizi niye ispiyonladın?” Yasin fiziksel olarak Abuzer’e güç yetiremiyordu.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

“Abuzer ne ispiyonu? Ben kimseyi gammazlamam!” sözünü tamamlamadan Abuzer’den okkalı bir tokat yedi. Abuzer ikinciyi vuracaktı ki bir anlık boşluktan faydalanıp elinden kurtuldu. Bir iki adım geri attı. Yüzünde yediği tokadın izi duruyordu. “Ne diyon lan sen? Ben kimseyi satmadım oğlum. Gücün bana mı yetiyor?” Abuzer Yasin’in ağlamaklı sözleri karşısında biraz yumuşadı. “Bak adammış ayağına yatma, senin ne mal olduğunu bir ben biliyorum, Allah’tan arkadaşlara söylemedim. Lan sen neden Necmi’ye Kemal ile Özgür’ün sendikalı olduğunu söyledin?” Yasin’in suratında şaşkın ve acı karışımı bir ifade vardı. “Ben kimseye söylemedim!” “Nerden biliyor ya? Ve bize gelip ‘sendikalı işçilerin ismini verin, vermeseniz ben zaten biliyorum onlara söyle istifa dilekçelerini a getirmezlerse işten atılacaklar.’ Diyor. “Ha sen demedin de kim söyledi? Hem sen öğleden önceki moladan dönüşte Necmi ile gizli gizli ne konuşuyordun?” “Kardeş etme tutma. Ben Usta ile başka bir şey konuşuyordum. Hem ben niye ispiyonlayayım? Üstelik bilmez misin gıybet haramdır kardeş.” “Oğlum sen ispiyonlamadın da kim yaptı?” “Bilmiyorum.” “O zaman söyle bakalım ne konuşuyordunuz?” “Hiç…!” “Hiç ile elimden kurtulamazsın. Allah’ıma bu sefer tokat yerine yumrukla dalarım, suratını dağıtırım.” Yasin çok sinirlenmişti: “Birader, annemi doktora götürüp getiriyorum üç aydır. Elde avuçta kalmadı. Geçen hafta Necmi Abi’den borç istedim. O da sağ olsun verdi. Ben de bugün ondan bana mesai yazmasını istedim. Çünkü borçlu kalmak istemiyorum.”


Sayfa 17 “İyi uydurdun ha!” “Uydurmadım. Git ona sor istersen, benim sendika olayından haberim bile yok. Ama haksızsın kardeş ayıp ettin vurmakla.” Abuzer biraz mahcuplaştı. Ancak Yasin’in doğru söylediğini nerden bilebilirdi! Gidip Necmi’ye de soramazdı. Olay büyüse bu sefer Necmi Abuzer’in bu sendikalı işçileri bildiğini anlar ve üstüne gelirdi. ‘En iyisi şimdilik Yasin’e inanmak’ diye düşündü. Yasin’den özür dileyip beraber eczaneye gittiler. Abuzer inanmıyordu ama şimdilik yapacak pek bir şey yoktu. Yasin olanları unutacağını söyleyip Abuzer’in yanından ayrıldı. Yasin uzaklaşırken Abuzer tekrar Atatürk Parkı’na doğru yöneldi. Çünkü en yakın iddaa bayisi ordaydı. Ancak park artık iyice karışmıştı. Değil iddaa bayisine girmek orda bulunmak bile imkânsızdı. Polis eylemcilerin dağılmayacağını anlayınca müdahale kararı almış ve ortalık savaş yerine dönmüştü. Sıkılan biber gazları ile parkın içinde göz gözü görmüyordu. İnsanlar bir yandan dumandan etkilenen gözleri yüzünden çığlık atarken bir yandan da kaçışıyorlardı.

a

Abuzer iddaa bayisine gidemeyeceğini anladı. ‘En iyisi eve gitmek’ diye düşündü. Çarşıdan bir paket sigara iki ekmek arası döner alıp evin yolunu tuttu. Eve vardığında kolunu kaldıracak mecali yoktu. Sanki bedeni artık emirlerine cevap vermiyordu. Beyni ise ikiye bölünmüştü; bir tarafı Yasin’in doğru söylediğini düşünüyordu. Diğer tarafı ise Yalan. Aldıklarını televizyon sehpasına bıraktı. Elini yüzünü yıkadı. Vakit epey geç olmuştu. Hem mesaiye kalmış hem de Yasin ile hesaplaşmak için servisten çarşıda inmişti. Üstünü değişip televizyonun karşısına geçti. Televizyonda genelde spor kanalı açık olurdu. Kumandaya bastı. Televizyonun açılmasını beklerken bir yandan da aldığı dürümlerden bir tanesinin paketini yırtıp yemeye başladı. Kocaman bir ısırık aldı. Ardından küçük bir süs biberi attı ağzına ve çiğnemeye başladı. Televizyon açılmış ve ekranda bir kanalın logosu ve bir dizi film boy göstermeye başlamıştı. Abuzer kanalı değiştirdi. Şimdi ekranda haber kanalı olarak adlandırılan büyük kanallardan biri vardı. Ancak garip bir durum vardı. Her zaman bu saatlerde bu kanalda ya bir tartışma programı olur ya da haber bülteni olurdu. Kanalda bugün belgesel yayınlanıyordu. Abuzer anlam veremedi ve dürümünden bir ısırık daha alıp kanalı değiştirdi.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

Bu sefer ekranda yine bir haber kanalı vardı. Ancak bu kanalda haberler yayınlanıyordu. Ekrandaki çatışma ortamı bir yandan akarken muhabir de bir yandan haberi anlatıyordu: ”Gezi parkına yapılmak istenen Topçu Kışlası’na karşı halkın giriştiği direniş bugün beşinci gününe girerken direnişin tüm Türkiye’ye yayılmaya başladığı ve diğer şehirlerde de polis ile halkın karşı karşıya geldiği bilgileri geliyor.” Ekrandaki muhabir olayı ruhsuz bir ses tonu ile anlatırken ekrana gelen görüntüler hiç de iç açıcı değildi. Abuzer biraz evvel Atatürk Parkı’ndaki olayların da televizyonda anlatılan olaylarla ilgili olduğunu düşündü. Lokması bitmişti. a ve kanalı değiştirdi. Sonunda nihayet Dürümünden kocaman bir ısırık daha aldı seyredeceği bir kanal bulmuştu. Ekranda şu an en meşhur spor kanallarından biri vardı. Spor kanalı her zaman Abuzer’in ilk tercihi olmuştu. Kumandayı yanına bıraktı. Aldığı acı biberden büyük bir tanesini ağzına attı ve ikinci dürümü açıp koca bir ısırık alıp çiğnemeye başladı. İşçiler evlerine çekilmiş, akşama kadar çalışmanın yorgunluğunu tek eğlenceleri olan televizyonla atmaya çalışıyorlardı. Güneş çoktan öte diyarlara gitmişti.

ABUZER YALÇIN KARİKATÜR: MUSTAFA ÖZGÜR


Sayfa 19

SU KÜSTÜ Bülent AYDINEL Çaresizlik gelir oturur eskimeyen duyarlılığınıza Günleriniz hep meşgul, ömrünüz hep feda üstünedir Bu iklimi susuz serüvenlerden güneşledik göç zamanında Lacivert karanlıklarda ve dağ başlarında Siz o zamanlar çizgisiz dosya kağıtlarına ödev yapıyordunuz Tam o an tahliye olduk gönüllü hapishanemizden Yurdumuz uzaktı, parasızdık, çevresizdik Yürüyerek tükettik gurbeti Geç kalmışlığımızdan şikayet etmeyiniz Ne iyi etmişsiniz ki bizi beklediniz İstasyonların bir sonuç olmadığını okullarda öğretmiyor eksik öğretmenleriniz Bilimsizlik bir çeşit kestane şekeridir, aç kalsanız da yemeyiniz Biz külhanbeyi ve pehlivan tefrikalarını kemiriyorduk siz küçükken Son dizesine mahrumiyet yazarken bu şiirin,duymadık sesinizi, ne demiştiniz Kuytu bir kayalığında en ıssız adanızın ateşler yakmadaydınız Hava bulutlanmadaydı, yağmurluk getirdik size neredeydiniz Sessizce çatlar kaya,dağ eskir, nasıl üşürsünüz bilemezsiniz Gözden düşmüş bir ağrıdır iç geçirmeleriniz eksik saatlerde Aklımızdan geçenleri söylesek bir dert ama anlarımızı bilseniz delirirdiniz Gündüzü kundakta geçiren gece gezgincisi yalancı tarih yazıcıları Dün bu çataktan geçtik dağınızı keşfetmeye neredeydiniz Kerem’den Ferhat’tan söz ettiniz ya terennüm nöbetlerinizde Kan fırtınasıdır aşk demediniz bir gün Anlamadık neydi derdiniz


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

Kanadında karanfil taşıyan kartallar vardır bizim köylerimizde Güz zamanı kahverengi uçarlar Biz onlarla kül biçimi yaşardık Siz bir kez bile görmediniz Adınıza türkü devrinden uyaklar ürettik bu cenk meydanından giderken Göz yaşlarınız utandı, akmaz oldu, bir kez bile ölmediniz Aşkı duvarlara yazdınız elbet Elbet lütufla doğruldu yalnızlığınız Ay ışığına kor düşler yakıştırdınız ama sevgilinizi bir kez bile öpmediniz Şeftali, nar, üzüm getirmiştik tersine büyüyen ağaçlarımızdan Göğsünde çiçekler açan şahinlerin sarp yuvalarında sunduk size Niçin yiyemediniz Su küstü gülüşünüze kurban kestiğiniz kitaplarda Bu öykü çaresizdir, kütüphaneleri kirlettik demediniz Meçhul ve metruk kulaklarınız vardı Bağıra çağıra bir dağ geçti yanınızdan işitmediniz Kırda küçük kendine büyüyen dallar olur ya ağaç diplerinde Denk gelirseniz kırmayın Kimi zaman kaşları çatık bir gemiciyle uyanırsanız Denizleri vardır, çok rüzgarlı aldırmayın

BÜLENT AYDINEL


Sayfa

21

GUGUK KUŞU keder taşır işçi elleri acılar,büyütür yalnızlıkları büyürdük dizlerinin dibinde hayatın ... kuşlar palazlanmış Nihat kalfanın bacasında kuşpalazı yitik çocukluğumda boğmaca olur düşlerim sokakların dizleri kanar ... intihar yalnızlıklarının ipine kış sermiş Nuriye abla morarır patlıcanlar,pıhtılaşır biberler... Nigar teyzenin singer dikiş makinesinde bir ömür yırtığı ... Kundura tamircisi göçmen Eminin dükkanında ilk şarap tadı... Arnavut Recebin bahçesinde Bıçak ölüsü plastik toplar... Zengin şevkinin oğlu Şahmettin'in apartmanın tabelasına asılı ölüm severliği.. sen bu satırları okurken, anam evde bekler beni ''nerede kaldı bu çocuk '' gözleri cemin diyerek... usulca sokul üstünü ört ve okşa saçlarını bir öpüşlük canım var sevgili... dirilt içimdeki ölü kuşları...

CEM EREN


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

GÖZLE YÜREK ARASI SUSMAK 1 Gözle yürek arası susmak Bırak zulada kalsın küfründen uzak gem vurulmaz sesim sesine küheylan düş gizinde taylar yelesi kıvılcım hırçın toynak sırtında ne var deseni nedir gömleğin el emeği sağır olmaz ter zamana geçer tırrmandıkça merdivenleri uyanır aydınlık ufukta bizi bekler ülkesi yok ki muradın çokça hüzün var çöktükçe eskitir yüzü gönül alevlenir geçer iklimden iklime ustünde gözleri narın toprak kokusu havada oyuncakları çocukların çiçek mi kurşun mu buna ne denir

lepiska sarısı muş Bitlis ki türkülü dere Tütünü hasret giderir Yarasında ince bir sızı Umudun yüzü tebessüm Bir adım ötesi zorba çıkmazı 2 İnka güzelliği düş Uygarlığı yitik maya Hesabın içinde onlar Kübalı Venezüellalı dünya Şekerkamışı purosu havana'nın Ürünlerin en güzeli Vardiya saati EI üstünde el Karanfil sevdalısı sabahlar Onur hastası fidel Petrol isyanı karakas Türküsüne katar okyanusu Keskin bıçak Kör bıçak Üstünde oynar karıncalar Erkeği kadın kadını erkek Özgürlük sancısı dalgalar Arıtır tuzundan suyu Su biter deniz biter Sınır tanımaz emek

BEKİR KOÇAK


Sayfa 23

KATİL EKMEK, YİTİK ANNE VE ÇİÇEKLİ BASMALAR-I Nankördür bizim oralarda toprak. Dağdır, bayırdır. Geçit vermez dağlar. Toprak sert, inatçıdır. Oralarda hâlâ öküzün yanına kendilerini koşuyor kadınlar . Dağdan odun kesiyorlar . Odunu sırtlarında taşıyorlar . Elleri toprağın çorak yüzü. Yaşlarınca çatlıyorlar . Sanki ihtiyar doğar bizim orada kadınlar. Sanki hep ak saçlı. Toprağa yeniktir onlar. Toprak cimridir. Toprak felaket . Bizim oralarda kadınlar ; on bir yaşlarındaki çocuklarını ekmek parasının ardına yollarken gizli , iğrenç , korkunç , utangaç bir mutluk duyarlar . Henüz memelerinde çocuklarının sıcağı soğumadan hasretleri burunlarını sızlatır . a Küçücük küçücük kalır çocuklar. Uzamaz boyları; kısacık, ezik, bakımsız kalırlar. Yavan ekmek, yamalı don, yitik anne büyüyüp, itilirler büyük şehirlerin savruk kalabalığına. Ekmek boğazını yırtar bizim orada kadınların. Her lokma memleketteki yitik anneye armağandır; gurbetteki küçük adamdan. Her lokma uzaktır, her lokma memleket. Çünkü her anne sımsıkı bilincindedir ekmeğin çocuklarının en çılgın düşü yalama şekerine yeğlendiğinin. Doğarlar; tırnaklarlar dağı, taşı, toprağı ve ölürler bizim orada kadınlar. Kaydı yoktur onların bir ömürlük emeğinin. Hiçbir kadın dergisi yazmaz onları. Kimse yazmadı; bizim oraların al peştamal kuşanan, yeşil naylon pabuçlu kadınlarını. Kimse anlatmadı. Onlar gözden ıraktırlar kimseye ilişmezler. Onların öyküsü de kimseyi ilgilendirmez.

ÖZLEM KESKİN


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

ARİSTOFANES BARIŞI Burunları bile siperde Kin kırmızı askerler Bekleşirken sınırda Sinekler dokundu sessizliklerine Köpürdüler kaşındılar dökündüler Gülüştüler bir süre birbirlerine Sonra utandılar savaşmaktan

HASAN ÇAPİK

RESİM: Mariusz Lewandowski


Sayfa

25

ACITIR SUSKUNLUK

yok olmaya çalışmak bakarak gözlere acıtır, dirhem dirhem eritir içini acıtır, gün boyu biriken söz acıtır dilini, gözü acıtır boynu bükük her görüntüyü, acıtır suskunluk. silinmiş bir görüntüsün buğulu camda parmakların üşüyor... belki sen yoksun belki hiç olmadın, ama varmış gibi yaşatırsın içinde, sen var edersin seni yok sayanı yok olmak acıtır.

ekmek biz de güzel bizde su berrak damlar avuçlara, su güzel toprak en çok bizi sever, toprak bizde güzel alın çatımızda iz, kirpiklerimizde yaş bizimle güzel. gülmek bizim işimiz sevda bizde güzel. hangi gün var ki, kolları bir edayla açılmış sokaklarda vakitsiz göğü tutan, gözlerden arındırılmış bir yalnızlık an meselesi biten mevsimi bırakıp ardına el sallayan kırlangıç uçan... suskun yaralar çoğalıyor gül teninde boynu vurulmuş bir ışık akıyor. sen düşünü bitirmeden gelirim.

bazen duymak istediğin bir söz olur belki de diyeceği yoktur, kalırsın eski kitaplara koklayıp yerine bırakırsın, her yazılanda kendini görürsün. hiç yalanı yok, abartısı yok en güzel sevmeler bizden sorulur hasretleri biz biliriz özlemler bizim gözlerimizdir suskunluğumuz titretir, sığmaz göğüs kafesimize bizden olan elimiz değeceği yeri bilir bir hesabımız olmaz giden ile kendimizden biliriz bütün ayrılıkları gece bizimle güzel, olmasa da ay kendimizden biliriz bütün karanlık düşleri bizimle dağ güzel, yel güzel kırık daldan sızan yaşam güzel kum tanesinin sızısı bizim sızımızdır

HAYDAR DOĞAN


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

KURTULUŞA ÖVGÜ günün üzerine devriliyor gri bakışları ufkun sanırsın şafağın saltanatını da tüketmiş hayatının en büyük kumarında zaman kafasında olmayacak bi yığın iş tek kurtuluşu tükenmekte ya o da zor mecburiyetten kovalıyor işte yelkovan akrebi şu yaşadığımız ölümsüzlük işkencesinde...

TEMEL KURT


Sayfa 27

FISILTILAR-1 / Semahat ÜNAL RESİM: SEMAHAT ÜNAL

a

Karanlık bir gecede aydınlanan her pencere, bir hayatın varlığının işaretidir. Küçüklü büyüklü pencerelerden, gecenin karanlığına akan ışık kümeleri, bana ayrı öyküler anlatır. Bazen susar, pencerelerden akan ışık kümesinin de dilinin tutulduğu olur o yaşamları fısıldarken. Tanıklık ettiği yaşamların bazı anlarını anlatamaz. O andan itibaren, düş dünyam yardım eder ona. Devam ederim fısıltılarını bıraktığı yerden anlatmaya, hiç itiraz ettiğini görmedim. Araya girer kimi vakit, doğruyu bilen odur çünkü. Ben susarım. ***

Ahşap evlerin sıra sıra dizildiği sokağın gece karanlığında, yaşam erken uykuya dalar. Bir kaç tane belli belirsiz ışık kümesi de, daha pencereden yansımadan karanlığa gömülür. Çiçekli döşeme kumaşlı perdeleri olan, lamba ışığının hafifçe dışarı yansıdığı, kandil* odanın penceresinden yansıyan ışığın, karanlığa gömülmeden kulağıma fısıldadığıdır, bu öykü. Zeliha, dikiş makinasının kolunu eliyle çevirdikçe, iğne kumaşı delip alttaki mekikle buluşuyor,oradan aldığı düğümü çekerek tekrar yukarı çıkıyordu. Makinanın kolu döndükçe ritmik bir ezgiye dönüşen tıkırtı önce kulaklarda gezinir, sonra fısıltı olur kandil odanın penceresindeki çiçekli döşeme kumaşı perdeden süzülen lamba ışığında karanlığa yayılıyordu. Döşeme kumaşın aynı deseninden minderlerin de sıralandığı sedirin, baş köşesinde oturmuş,sırtını ahşap giysi dolabına yaslamıştı Halil. Lamba ışığında hafif aydınlanan yüzünde, günün yorgunluğunun izleri vardı. Mehmet ocak başına oturmuş, elindeki maşayla ocağın altını eşeledikçe havalanan kıvılcımlar bacaya yukarı uçuşup gecenin karanlığında kayboluyordu.Bir kıvılcım daha yanan odunların


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

arasından havalandı bacaya yukarı. Mehmet takip etti kıvılcımı, inatla havalandı kıvılcım, "Çıkacak bacadan yukarı "diye düşündü. Başını hafif uzattı, görmeliydi uçuşunu kıvılcımın, kıvılcım kayboldu karanlığın içinde. Mehmet maşayı ocağın önüne hışımla attı, ayağa kalktı.: "Okula göndermeseniz de durmam bu köyde, askerliğimi yaptığım gibi giderim İstanbul'a, durmam!“ Anası umursamaz Mehmet’in sözlerini; bir taraftan bir hafta sonra düğünü olacak köyün genç kızlarından Esma’nın çeyizinin son parçasını teyelliyor, bir taraftan da: "İmam olacaksın köye işe güce de devam edeceğiz." "Hoca olacaksın köye." "Ben biraz avluya ineceğim, ahıra bir bakayım." "Ne işin var bu saatte oğlum?Ahırda ne yapacaksın şimdi." Mehmet, babasını duymadı ya da duymazdan geldi, çardağa çıktı. Ekmek kilerinin üzerindeki gaz fenerini aldı, fenerin kapağını açtı, cebinden çıkardığı kibriti çaktı, fenerin fitilini tutuşturdu, kapağı kapattı. Fenerin cılız ışığı, çardağın zifiri karanlığında Mehmet ile birlikte yol aldı.

a

Anası tedirgindi. Sert çıkmıştı oğlana. Ne yapabilirdi ki başka? Babası üzgün, ne söyleyeceğini bilemedi. Tabakasını açtı bir sigara sardı. Dikiş makinasının tıkırtısı durdu, odanın kulağıma: "Bekle!"

içindeki sessizlik, karanlığa fısıldadı

Mehmet, ilkokulu bitirdikten sonra abisi Ali gibi öğretmen okuluna gitmek istemişti. Ancak ikisi de öğretmen olur da çeker giderlerse, ocağımız tütmez deyip Kuran kursuna yazdırmışlardı Mehmet’i. Mehmet, Kuran kursuna devam etti bir yıl ama aklı öğretmen okuluna gitmek ve öğretmen olmaktaydı. Mehmet ilkokul öğretmeninden yardım istedi, öğretmen okulu sınavlarına girdi ve kazandı. Ancak anası, nuh der, peygamber demez; babası kararsızdır. Ahırda iki çift öküz var, bir çiftini kendisi koşar, diğer çiftini kim koşacak? Kim sürecek çifti? Baba kararsızdır.

Zeliha ana, o yıllarda çevredeki köyler de dâhil olmak üzere tüm erkek ve kadınların giysilerini dikerdi. Çeyiz kasabadan alınır, at sırtında getirilirdi Zeliha ananın avlusuna. Gelinin bedeni evdeki gelin ve kızların bedenleri ile karşılaştırılır tarif edilir, bu tarife göre çeyiz kumaşları kesilir ve dikilirdi. Dikilen


Sayfa 29 kıyafetlerin gelin kızın üzerine kusursuzca uyduğu söylenirdi. "Hanife kızım, ocaktan bir kömür ver, yakayım sigaramı." Hanife sesiz kalktı, maşayı aldı sobanın yanından ocağa döndü. Kara bakır tencerenin altında artık küllenmek üzere olan ocaktan en kızgın olan kömürü aldı, babasına uzattı. Babası sigarayı kömüre değdirdi ve derin bir nefes çekti, sigara tutuştu. İkinci bir derin soluk çekti sigarayı eline aldı. Hanife kömürü geri ocağa attı, maşayı sobanın yanına koydu. Babasının kendisine dikkatle baktığını fark etti. Şefkatle bakıyordu babası. O da babasına baktı: "Baba, ben sürerim çifti…" Babasının gözleri doldu, sigarasından bir soluk daha çekti, öyle çekti ki içine sigaranın dumanını, burnundan azıcık bir duman odanın boşluğuna dağıldı. Hanife on iki yaşında idi, Yapabilir mi gerçekten gücü yeter mi çift sürmeye? İçi burkuldu babasının. Aslında Hanife’nin öz babası değildi. Anne ve babasının ölümüyle kimsesiz kalan Hanife’yi velayetini almıştı mahkeme kararıyla. Onu büyütüp gelin alacaktı oğluna. Yedi yaşından beri yanına almış kendi çocuklarından hiç ayırmamıştı Hanife’yi. a Hanife de biliyordu öz babası olmadığını, Mehmet’le evleneceğini de biliyordu. Herkes biliyordu o da duymuştu konu komşudan. Mehmet öğretmen olursa onun da yaşamı değişecekti. Yıllar sonra o günleri anımsadığında: "Altı yıl çift sürdüm dedenizle," derdi, hiç şikâyet etmeden, sitem etmeden. Geç vakit olmuştu, kandil odanın penceresi, lambaya savrulan bir solukla uykuya daldı. Karanlık oda da uykuya daldı pencereyle birlikte. Pencere son kez fısıldadı kulağına: "Odanın içinde huzurun uykusu var, bir kişi hariç… O da hayalleriyle kucaklaşıp derya olmuş düşlerinde…"

SEMAHAT ÜNAL


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

AĞIR HİCİV

Eline meşrutiyet dikenleri batmış Saçları Nazım ağarmış Fuzuli söylemli biri Anlaşılmamışlıkların şiirini yazdığını söylüyor Düşleri yarım öyküsü bunalım bir adam Yani tam anlamıyla Türk İslam ve Batı sentezi Mümkünsüzlük edebiyatının yüksek mühendisi Güneş güneşliğini beceremez Ay yeterince ay değildir İnsanla konuşulmaması kaydıyla Üç dil bilir Dünyaya ilişkin tutarlı tek cümlesi görülmemiştir Sabah kahvaltıya çağırdı bizi Sofrada Fransız peyniri Brüksel lahanası Macar salamı O an anladık ki Güne sağlıklı başlıyor Her düzenin adamı

SEMA LALE


Sayfa 31

BAHAR uzun bir yürüyüş, zemheri ayazında, kar boran fırtına, ellerimizdeki çakar alamaz, yüreklerimizde filinta var... umut dedigin şey görünmeyen dagın ardındaki Bahar...!

BEKTAŞ ÇAĞDAŞ


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

UĞRUNA KAVGALI SEVDAM Vurgun, kırım ve yıkım kararları onların Sanki bir kaderdir, fakirlik ve yokluklar; Bankalar, fabrikalar, gökdelenler onların Elbet her saltanatın bir maraz sonu vardır Döner dünya, bu devran onlara da kalmaz.

Aymazlığına isyan hecemde kırgın dolaşır Ve sinedeki öfke matemdeyse ağıt yakınlaşır. Çayını, sigarasını, kahvesini bölüştüğüm, Sevincini, kaygısını, kederini paylaştığım Savaş, sürgün ve infaz fermanları onların Türküsünü, şarkısını yüreğine çağırdığım, Uğurlar olsun kardeşim, dostum, yolcum, Kız alıp verdiğimiz ve halaya durduğumuz. Şehit, gazilik ve yas tutma payeleri bizim Ve sözümüz, görülecek hesabımız vardır! Uğruna kavgalıdır sevda, günler kaynaşır Sabrına davalı ağır gecede yıldız kamaşır Ve şafakla firar eder, doğan güneş yanaşır.

Ve bir yığın acıyladır kavga, özlemle barışır.

Bir dileğim olmaz dileyenden dilek ağacına Bir umudum var... göğsüne sığmaz umudun Daha sıra sana gelmeden, ismin okunmadan Kaldır başını, yeter de, bu zulme, bu savaşa!

ABDULLAH KARABAĞ


Sayfa 33

EVÎNA MİN ŞERVAN E Biryarên qiran, talan û rûxandinan ên wan in Wek bibêjin ku çarenûs in ew tunetî û xizanî; Banka, karxane, seray û balaxane yên wan in Helbet seltenat jî bi dem in û tên hilweşandin Dinê dizivire, ew dewran ji wan re jî namîne. Li nehişyariyê raperîna peyvî bi dilêş digere Û heger hêrs di zik de bi zêmar bin, lobandin nêzik dibin. Şer, mişextî û fermanên kuştinan, yên wan in, Ji we re oxir be, bira, nas, hemî rêwiyên hêjar Şehîdî, xazîtî, payeyên şîngirêdanan ên me ne Bêşik, soz û bersên me yên ku bên dîtin hene! Stêrk didin delandin li şeva giran ya ku li semaxa xwe dozbar Bi berbangê re direve, roja hiltê bi cih de tê. Yên ku çay, cixare, qehweyên xwe parî dikin Dilgeşî, şayîş, kerbên xwe li hev par ve dikin Kilam û stranên wan, bi dil digirim û dibêjim Em in ku li hevdû dizewicin, radibin govendê. Di ber de şervan e evîn, roj, bi hev re dikelin Gelek bi êş û cangor dibin berxwedan, bi ked û hêviyan li hev tên. Niyaza min nabe ji yên diçin bin dara mirazan Hêviyeke min heye, di dilê hêviyan de hilnayê Hîn dor nehatiye te û navê te nehatiye xwendin Rabe ser piyan û bêje: bes e, ev zordarî, ev şer!

A. KARABAĞ


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

ŞİİRE NE YAPTINIZ LAN! Adnan DURMAZ Şiir niçin yazılır? Sevgilinin yüreğini okşamak için mi? Dergilerin baş köşesine kurulmak ve kimse tarafından anlaşılamayarak derin bir birikimin söze dökülmüş tezahürü olarak görünmek için mi? Sözcüklerden labirentler kurmak, abuk ve ne anlama geldiği veya hangi duygunun izi olduğu anlaşılamayan imgelere çift kale maç yaptırmak için mi? Rötuşlu fotoğrafların cinsi amacının altına yazıp, birbirine “yürek öptürmek” a için mi, AMANIN NE GÜZEL ŞİYİR OKUTTUNUS” dedirtmek için mi.. Bütün bunlara evet yanıtı verecek sayısız örnek var ortalıkta; her ne kadar yazanlar itiraz etse de , her şey ayan beyan ortada.. Karısına kocasına bir kez günaydın demeyenlerin her sabah birbirinin kırpıntılarının, ciklet manilerinin altında miyavlaşması bizi alakadar etmiyor. Yalnızca kafamızı çöplüğe döndürmelerinden mustaribiz.. ASIL SÖYLEMEK İSTEDİĞİMİZ; YAŞADIĞIMIZ BU KAN BULANIK GÜNLERDE, BUNCA VAHŞETE, DEHŞETE, AYMAZLIĞA KARŞILIK HER YARIŞMADA CÜRİ OLAN, İSTEDİĞİ KİŞİYE EDEBİYAT ÖDÜLÜ VEREN , DEVRİMCİLİĞİ HİÇ KİMSELERE BIRAKMAYANLARIN, BU ZAMANA VE VAHŞETE , BUNCA HAYVANCA SÖMÜRÜYE KARŞILIK HANGİ DİZELERLE KALABALIKLARIN YÜREĞİNİN SESİ OLABİLDİLER.. UZUN YILLARDIR HEP BAKTIK BABA GEÇİNEN DERGİLERE, GÖRDÜĞÜMÜZ: YALNIZCA ÜÇ BEŞ KİŞİLİK EDEBİYAT MAFYALARININ GAYRİ ŞİİR İCRAATLARI OLDU. ARADA ŞİİR YAZAN BİRİLERİ VARSA ADI SANI ANILMADI, İTİLDİLER ADETA.. ERGENEKON BALYOZ SÜRECİNDE , ULUSAL KANAL’DA HABER SAPİKERİ ,HÜSEYİN HAYDAR’IN DOĞU TABLETLERİNİ OKUDU..NEDİR BURADAKİ DOĞU, ASYA MI,GÜNEY DOĞU –DOĞU ANADOLU MU? Konu Ergenekon balyoz olunca , Doğu Perinçek’ten başkası olacak değil..


Sayfa 35 ATAOL BEHRAMOĞLU, 70 li yıllardan sonra şiir adına hangi karşı çıkışı yaptı, en azından benden kat kat fazla bir birikime sahip Ataol Behramoğlu’nun sisteme devrimci karşı çıkışlarını merak ediyorum. Özellikle Rus şiir çevirileriyle yazdıklarından kat kat fazla şiire katkısı olduğunu düşünmüşümdür hep. Behramoğlu denince Nihat Behram bana göre , her anlamda çok daha şair ve devrimcidir.. Ama iş orada kalmıyor: Onur Behramoğlu İle Edebiyat Atölyesi Başlıyor. Zamanımızda atölye olur da Onur Behramoğlu olmaz mı, iki amcası da şair olunca , Onur kaç çıta yukardan başlıyor bu işe.. GÜNEY Çin’de yapılan İkiz Nehirler Uluslararası Şiir Festivalini Onur Behramoğlu onurlandırmış Türkiye’den.. İyi de bu yazıyı okuyan sıradan okur, Onur Behramoğlu’nun tek bir şiirini biliyor mu?.. Bütün bu organizasyonlar kimin elinden geçiyor acaba. Yoksa Onur, Türkiye’de tanınmayıp, Çin’de ünlü mü oldu. Ataol Behramoğlu sözkonusu olunca , aklımıza ilk gelen, her yarışmada jüri olduğu.Yarışmalara uzak biriyim ancak, Cumhuriyet gazetesi de dahil, hangi yarışmada bir şaire ödül verildi.. Hani şair gibi şair, Attila İlhan gibi, Ahmed Arif gibi, Nazım gibi bir adam çıkarttılar bu yarışmalardan.. Yoksa ülkede şiir yazan hiç mi yok.. Hiç yoksa neden hiç yoka ödül veriliyor.. Son birkaç yıldır, internette dolaşan Yunus Emre imzalı bir dörtlük var: a EMEKSİZ ZENGİN OLANIN, KİTAPSIZ BİLGİN OLANIN, SERMAYESİ DİN OLANIN; REHBERİ "ŞEYTAN" OLMUŞTUR... (YUNUS EMRE) Bu dörtlük, olmuştur redifli Ataol Behramoğlu şiiridir.. Nasıl oluyor da Yunus Emre’ye mal ediliyor. Bunu da Ataol Abiye sormak gerekir.. Okuyunca 1200’lerde yaşamış Yunus’un söylemine, biçemine birebir örtüşen bu dörtlük, tamıtamına bir taklittir. Yunus Emre taklidi, hesaplanarak yazılmış,uyakları bulunup eklenmiş bir şiir. Türkiye’de en büyük şiir birikimine sahip bir ustanın değil, Kadim Ozan Yunus’un sesi.. AMA ASIL SORUMUZ HEP ASILI KALACAK.. ŞİİRİN ELEBAŞI GEÇİNEN KİM VARSA, SİSTEME KARŞI HANGİ ŞİİRİ YAZDI.. HALK ONLARI NE KADAR TANIYOR.. ORDÖVR TABAKLI, ŞİİRİN MEZE YAPILDIĞI, ARAÇ YAPILDIĞI BAR GECELERİNDEN ÜLKEYİ KUCAKLAYAN ŞİİRLER ÇIKACAK DEĞİL.. VE UTANMADAN BU MEYDANDA GEZENLER, DERGİLER ÇIKARTANLAR, KAFALARINA CHE GUAVERA ŞAPKASI TAKIP, ATELYELERİNDE MERAKLI EV HANIMLARINI TAVLAMA DERDİNDE OLANLAR, KENDİLERİNİ ŞAİR VE DEVRİMCİ SAYMAYA DEVAM EDİYOR.. ŞİİRİN VE DEVRİMCİLİĞİN İNTİKAMI, ONLARI ADAMDAN SAYMAMAK OLACAKTIR..


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

NOT: FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA ŞİİR ÖDÜLÜ seçici kuruldaki isimler :Arife Kalender,Ataol Behramoğlu, Doğan Hızlan, Enver Ercan, Ertan Mısırlı, Haydar Ergülen, Tarık Günersel... Bu isimlerden iki üç insanı al çık, diğerlerinin bu coğrafya edebiyatına dair tek bir faydası olmamış tipler. Bunlar seçici kurul... ATAOL BEHRAMOĞLU gibi bir usta ENVER ERCAN, TARIK GÜNERSEL GİBİ ŞİİRLE ALAKASI OLMAYAN TİPLERLE AYNI KAREYE NASIL GİRİYOR?.. AYRICA FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA, KENDİ ADINA ÖDÜL VERİLMEMESİNİ VASİYET ETMİŞKEN..... Dağlarca'nın vasiyetnamesi şöyle: “Bu zamana kadar yayımlanmış ve bundan sonra yayımlanacak bütün kitaplarımdan hesabıma intikal edecek paraların yatırıldığı bankada birikerek bu paranın yıllık faiziyle benim adıma müze kuran Çamlıca Bilfen Okulu'nda indirimli, maddi durumu iyi olmayan öğrencilerin okutulmasını vasiyet ediyorum. Fazıl Hüsnü Dağlarca sokakta bulunan evimi vefatımdan sonra hiçbir siyasi ve dini amaç ile kullanılmamak, sadece Fazıl Hüsnü Dağlarca Müzesi olarak kullanılmak ve gençlere Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda çağdaş a müze yapılması kaydı ile Kadıköy eğitim vermek üzere içindekilerle birlikte Belediye Başkanlığı'na bırakıyor ve vasiyet ediyorum. Ayrıca müteveffa murisim annem Kadriye Dağlarca'nın vefatı ile bana intikal eden Konya ili hudutları dâhilindeki bilcümle gayrı menkullerden hisseme düşen miras payımı da Mehmetçik Vakfı'na bırakıyorum. Vasiyetimin amacının Türk çocuklarına Atatürk yolunu göstermek olduğunu beyan eder son arzu ve isteklerimi içeren vasiyetimin bunlardan ibaret olduğunu bu vasiyetnamenin hiç kimsenin herhangi bir etki, tesir, cebir baskı yönlendirmesi altından kalmadan hür irademle imzaladığımı noter huzurunda beyan ve ikrar ederim.”.... BU MUDUR?

ADNAN DURMAZ


DAĞ OLUN (“Dağ dağa kavuşmaz “ Gün olur biz bize kavuşuruz) Dağ olalım Yılmayan yıkılmayan Yaman mı yaman Düşman için el aman Cana can zor olmayan Sularımız karpuz çatlatan Sessizliğimiz uğranılmayan Eser kar boranlarımız Yoksunlarımız bağrı yakan Yazdan değil yanmışlığımız Serapla görünür aykız Gecenin kısrak saçlarında Bir sevda türküsü yankımız Dağ olalım mevsim sürgününde Gecenin gözleri ne söyler gözlerinde Bakınca derinden kaybolur giderim Sessizliği kovalayan zaman tünelinde Bitmedi…

VEDAT KOPARAN

Sayfa 37


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

HARMAN

Özgür türküler Dillenir kızıl kıyamet Yerler ve yollar Sevdaya düşer Ezip geçer öğretileri Sıcaktır yiğit harmanı gibi Aşklar...

BURCU TÜRKER


Sayfa

RESİM AVNİ MEMEDOĞLU

RAHAT UYU Rahat uyu aslanım! Rahat uyu... Bir dipsiz kuyu ki düştüğü ömrü billah çıkamaz içinden kahpenin dölü bilecek ki ensesindedir her an her yerde fabrikalarca tarlalarca meydanlarca Metin bilecek ki sittin sene silinmeyecek bu kan karabasanından...

Rahat uyu aslanım! Rahat uyu... Çok sürmez bu kirli saltanat kat kat çıkar bu acılar o günden korkuyorlar asıl o günden hep ve hep korkacaklar ve rahat uyuyamayacaklar senin kadar asla... Rahat uyu aslanım! Rahat uyu... Hep böyle dömöez bu devran it uluduğuyla kalır varacağı yere varır kervan....

MUAMMER ERTURAN

39


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

ŞİİRİMİZDE DÜN VE BUGÜN TOPLUMSAL BAŞKALDIRILAR – 7 A. Ziya ÇAMUR

KÖROĞLU AYAKLANMASI: a

Pir Sultan’dan farklı olarak dinsel yönü olmayan, derebeylerine başkaldırmış halk ozanları da olmuştur. Bunlardan en önemlisi Köroğlu’nun derebeylerine başkaldırısıdır. İki yüz atlı ile dağa çıkan Köroğlu Ruşen Ali, derebeylerine, kadılara ve diğer varlıklı kişilere saldırmış ve halkın bu üçlüye karşı duyduğu tepkinin canlı bir örneği olarak çok sevilmiş, ünü Ortaasya’dan, Balkanlara dek uzanmıştır. Köroğlu’nun bunca sevilmesinin en önemli nedeni, yalnız kendini ve çevresini düşünen bir kişi değil, hangi koşullarda olursa olsun, güçlünün ve varlıklının karşısında, yoksul halkın yanında olmasıdır. Bu yiğitçe davranışlarının üstüne ozanlığı da eklenince halkların belleğine silinmemecesine yerleşmiştir.

Benden selam olsun Bolu Beyi’ne Benim ile uğraşmaya dev gerek Ünvan para etmez harp meydanında Doğrar eğri kılıç bilek zor gerek


Sayfa 41

Alçaklarda olur atından inme Er geç yiğitsen sözünden dönme Çokluk para etmez, mala güvenme Kurnaz adam iflah olmaz bön gerek Toplumcu olduğu ilk dönemlerinde, İlhan Berk, 1955’te Köroğlu üzerine bir destan çalışması yapar: “Köroğlu Destanı”

Önümüzde dağlar, önümüzde Arkot, Sündürce, Seben Benli Ovası, Yünlü, Kızık Yaylası Yanımızda kestane, kayın .... 1500 tezgâh, bez, çarşaf, heybe, çuval, kilim Hepsinden önce buğday gerimizde. Bizimle ovalar, gökyüzü, pirinç, orman, sapan demiri, örs, balta, çekiç bizimle. En önde Köroğlu’nun atı, Kiziroğlu a Mustafa, Koca Arap, Tekeli Bey, Bıyıklı Yusuf. 700 at, 366 bey, en önde En önde Mudurnulu köylünün dört ölçek kendiri, yensiz gömleği Dul yetim hakkı En önde Bahattin Çakılkaya, Köroğlu’na bir selam çakarak, bugün beylere baş kaldıranların işlerinin daha zor oklduğunu, yeni egemenlerin, Bolu Beyi’ne rahmet okuttuğunu dile getiriyor:

Gözün aydın Köroğlu Gözün aydın Delikli demir bozuldu Meydan, meydan milyonlara Çılgınca mavra sıkıyor

Dipçik kırık Tetik tutuk Mermi uzak menzilli İnanmazsan kıyasla Bir melekmiş Bolu Beyi


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

KALENDEROĞLU PİRİ MEHMET AYAKLANMASI:

a 1603’te 1. Ahmet devrinde Karayazıcı ayaklanmasında sağ kalan Kalenderoğlu Piri Mehmet 1604’te isyan bayrağını açar. Gelin Kalenderoğlu’nun ayaklanmasını Ozan Telli’nin Kalenderoğlu Piri Mehmet Destanından izleyelim:

birinci ahmet devrindeyiz çekilmez zahmet devrindeyiz anadolu yangın yeri odaları halayıklı sarayların sofrası soytarılı sultanları devran sürmekteler gizli ölüm buyrukları vermekteler baş indirip bağır basmayanlara haykırıp susmayanlara bundandır osmanlı’nın haksızlığın karşısında alnımıza kara çalması

kitabı yasak kılması üstümüze paşalar salması


Sayfa 43 Ozan Telli başkaldırının koşullarını böyle koyduktan sonra Kalenderoğlu’nu anlatmaya:

tarih 1592

kalenderoğlu pirî seksen yoldaşıyla birlik kırkı sol yanında sağ yanında kırkı kavgaları sevgilileri rüzgârlı bir türkü esmekte celâlîce delice hanların ban evlerini başlarına yıkmaya su başının devlerini deryala dökmeye şimdi dağların öteleri saklar sinesinde çeteleri korkutur kalenderoğlu’nun adı dört bucakta kötüleri

a

Devam eder Ozan Telli: kalenderoğlu pîrî mehmet ilkin karayazıcıyla birlik sonra kimi beylerin yanında çavuşluk kethüdalık mütesellimlik eyledi doğu serdarı ciğalazade sinan paşa’nın verdiği sancak beyliğini tutamayınca elde kından kılıç sıyırdı kalenderoğlu yine tarih 1604 deniz duvaklı ırmak telli yurt selam durdu doğan güne ırgalandı selviler

başlar


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

Serüvenin gerisini Çetin Yetkin’den öğrenelim: Kuyucu Murat Paşa, Güney’de baş kaldıran Canbuladoğlu’nun ayaklanmasına giderken Kalenderoğlu’yla anlaşma yapar, Kalenderoğlu’na Ankara sancak beyliği verilir. Burada ara verip Canbuladoğlu başkaldırısına da bir bakalım:

CANBULADOĞLU AYAKLANMASI: CANBULAT, Kilis Ve Haleb taraflarında yerleşmiş büyük bir KÜRT ailesi olup, ismini (Canbulad bin Kasım el-Kurd'den) almıştır. Suriye'de Canbuladiye denilen bu ailenin menşei rivayete göre Eyyûbiler'e kadar çıkmaktadır. Bu aileden olan Canbulatoğlu Hüseyin Paşa'ya Haleb Beylerbeyliği verilerek Çağalazade Sinan Paşa maiyetinde İran seferine memur edilmişti. Çağalazade, 1605'te İranlılara mağlup olarak Van'a çekilmiş ve orduya geç gelip mağlubiyete sebep olmasından dolayı Hüseyin Paşa'yı da orada idam ettirmişti.

a

Bu hadise üzerine Hüseyin Paşa'nın kardeşinin oğlu ve Haleb'deki vekili olan Ali Paşa etrafına topladığı kuvvetlerle büyük bir isyan çıkardı. Ali Paşa, Trablusşam hakimi Seyf oğlu Emir Yusufu sonra da Şam askerlerini mağlup ederek çok miktarda ganimetle Haleb'e döndü. Canbulatoğlu Ali Paşa, bağımsızlığını ilan ettiği gibi, kendi adına hutbe okutup para bastırmış, hatta 2 Ekim 1607 tarihinde Toskana hükümdarı Arşidük Ferdinand ile bir antlaşma yaptığı gibi, diğer devletlerle de münasebete girişmeye teşebbüs etmişti. Celalilerle yapılan mücadelelerde Kuyucu lakabını almış olan Vezir-i azam Murat Paşa, Avusturya seferinden döndükten sonra gerekli hazırlıklannı yaparak 15 Haziran 1607 tarihinde şark seferine çıktı. Onun asıl hedefi Canbulatoğlu olduğu için, yolu üzerindeki yerlerde güvenliği sağlayabilmek maksadıyla gerekli tertibatı altıktan sonra Haleb taraflanna geldi. Nihayet, iki taraf arasında Oruç ovasında 24 Ekim 1607 tarihinde kanlı bir muharebe meydana geldi ve Ali Paşa mağlup olarak önce doğduğu yer olan Kilis'e sonra da Haleb'e kaçtı. Fakat, Haleb halkı Ali Paşa'ya ve Haleb'de kalmış olan yandaşlanna ağır hakaretler yağdırarak onların bir kısmını öldürdüler, bir kısmını da kaleye sığınmaya mecbur


Sayfa 45 bıraktılar. Neticede, Canbulatoğlu gizlice Haleb'den kaçmak zorunda kaldı. Haleb'e gelen Murad Paşa Kilis Kalesine sığınmış olan Canbulatoğlu'nun bölükbaşılarına aman vererek onların kaleden çıkmasını sağladıktan sonra sekbanları katlettirdi. Bir daha kimse buraya sığınmasın diye kaleyi yıktırdı. Kilis kalesinin kalıntıları halen bulunmaktadır. Canbulatoğlu ise kendisine sığınacak emin bir yer bulamayınca Eskişehir yakınlarına kadar geldi ve affedilmesi için amcası Haydar Bey'i İstanbul'a aracı olarak gönderdi. Ali Paşa'ya Temişvar Beylerbeyiliği ihsan olunarak serhadde gönderildi. Daha sonra da Vezir-i azam Murad Paşa'nın emriyle orada katledildi. Bu olaydan sonra Canbuladoğlu aşireti ikiye bölündü. Sayıca az olan kol, daha sonra Dürzi Canbulat ailesi olarak yeniden ortaya çıkacakları ve sonraları devlet yönetiminde yer alacakları Lübnan'a gitti. Ailenin diğer kısmı, bugünkü Türkiye-Suriye sınırının iki tarafında yer alan Kürt dağında kaldılar. Canbuladoğlu ayaklanması, Osmanlı adönemindeki ilk Kürt ayaklanması olması açısından önemlidir. Ama ne sınıfsal ne de ulusal bir özü vardır.

KALENDEROĞLU: (Devam...) Dönelim Kalenderoğlu’na, Canbuladoğlu ayaklanmasını halleden Kuyucu Murat Paşa, Kalenderoğlu ve adamlarından hoşnut olmayan Ankara kadısına mektup göndererek, üzerine asker göndermiş olduğunu, birkaç gün oyalanmaya çalışmasını buyurur. Ama mektup Kalenderoğlu’nun eline geçer. Yine Osmanlı’nın oyununa geldiğini anlar. “Osmanlı’da oyun çoktur” Anadolu’daki bütün halkların dilinde atasözü olmuştur zaten. Kalenderoğlu Ankara’yı kuşatır. Bir Osmanlı ordusunun yaklaştığını duyunca kuşatmayı kaldırır. Kuyucu Murat Paşa’nın güney illerinde bulunmasından yararlanarak Bursa önlerine gelerek kenti kuşatır. Dış mahalleler ele geçirildiyse de kale alınamaz. Osmanlı, karadan ve denizden üstüne ordu gönderir. Çekilme sırasında Dalkılıç Mimar Ahmet Paşa kuvvetlerini yenerek Ahmet Paşa’yı öldürür.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

Kuyucu Murat Paşa, Araplardan topladığı askerler ve yeniçerilerden oluşan ordu ile ilerlemeye başlar. Göksun yöresinde Osmanlı ordusuyla karşılaşırlar ve yenilirler. Kalenderoğlu ve sağ kalanlar İran’a sığınırlar. Olayın devamını Ozan Telli’den dinleyelim:

peşimizde paşalar yol aldık vuruşarak rüzgârla yarışarak aştık karlı dağları ölenleri gömdük gönüllerimize kattık kervana sağları .... Vardık şah abbas’a yakın Bölük bölük akın akın al eyledik sarıkları

a

damlada deniz olduk denizde damla bir araya geldik cemle döndük pirin aşkına isyan zincirine yeni bir halka ekledik anı olsun elbet kurtulacak ülke hele bir günü gelsin

Bu başkaldırı hareketlerinde dini söylemler ön planda olsa da ayaklanmanın temeli sınıfsaldı. Engels, söz konusu köylü ayaklanmalarını şöyle değerlendiriyor: “16. Yüzyılın dini sanılan savaşları bile öncelikle maddi sınıf çıkarlarıyla ilgiliydi. İngiltere ve Fransa’nın sonraki iç savaşları gibi, Almanyadakiler de sınıf savaşıydılar... Gerçi o günlerin sınıf çatışmaları dini parolalarla sürdürülüyordu, istekler dini bir perdenin altında gizliydi., ama bütün bunlar sorunun özünü değiştirmez ve o zamanın koşullarıyla açıklanır.(Almanya’da Köylü Savaşı) Batılılaşma döneminde Osmanlı’daki ayaklanmalardan Patrona Halil ve Kabakçı Mustafa ayaklanmaları; lümpenlerin öncülüğünde başlamaları, , daha çok çıkar amaçlı bir öz taşımaları nedeniyle üzerlerinde durulmamıştır.

Devam edecek.......

ALİ ZİYA ÇAMUR


Sayfa 47

YERÇEKİMİ eski saflığımızdan mı sence dayanma gücümüzün yüksekliği baksana nasıl acımasızlaşıyor yıllar biriktikçe insafsız yerçekimi havanın toprağın kirlenmediği suyun zehirlenmediği naif günlerdi aklımız biraz da cahil sevdalarımız acemi yıllar geçip gitti öylece zaman omuzumuzda birikti

ÖZER GENÇ


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

KAÇINCI YILIN İZİDİR söz vurdu duvara beton bıraktı demiri hangi yürek hangi çırpınış çekip alabilir gözünü cehennem dedikleri, o tezgahtaki adamın yalnızlığa oynamasıydı yılların izine imzasını atarken yürek bu yaşanılası bir rüya değil cehennem dedikleri, karanlıktı her yer ararken kendini kaybedecek kadar yine de yeşermektir aldırma acının özlemin derinliğinde sevgiyle örtünmüşsen eğer kaynağı bozulur suyun küllenmiş yürek bir kuş için neyse ağacın dalı ağacınsa sancısıydı öz kurdu mezarlıklar koç başlarından kimi tarih deyip geçer kimi katar taş duvara bu cehennemde kurşun mu erir.

ERCAN CENGİZ


Sayfa

TOPLANIN, VAKTİDİR! Yavaşça bırak koynuna toprağın karışsın hücrelerim yağmurlar yıkasın karışayım yeniden doğayım damarlarında(rahminden) toprağın. Dönüşeyim yeniden, yeniyi, sarmaşıklar olup sarayım. Devrim uyuşuğu buruşmuş sokaklarına dalayım tek tek kapılarına haykırayım, -bırakın ay kalsın karanlığın omzunda, -yıkın korkunun tapınaklarını -gömün sunakları toprağa, -sarın gökkuşağını boynunuza -toplanın/vaktidir -barikatlardan geçip -büyük meydanda...

NECİP TIRPAN

49


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

TİNSEL SÖYLEŞİLER

Bedriye KORKANKORKMAZ

a İnsanın ruhsal, duygusal, ille de düşünsel bilinmezliğini bilinir yapmak hiç kuşkusuz ki imkânsız. Çocukluğumdan kalan bir merakla bu imkânsız duygunun peşinden koşuyorum soluk almadan. Pope'nin "İnsanlığı incelemenin en uygun yolu insanı incelemektir" düsturundan yola çıkarak yazın tarihine altın harflerle adlarını yazdıran düşünürlerin, yazarların, şairlerin biyografilerini, eserlerini okuyorum. Okuduklarımdan yazın’a yazıyabakışlarındaki farklılıkları algılamayaçalıyorum. Biyografiler, derinlemesine tanımak istediğim düşünürlerin, yazarların, şairlerin psikolojik portrelerini, yazın dehalarını daha yakından tanımama yardımcı oluyor.TİNSEL SÖYLEŞİ” adlı yapıtımda biyografilerini okuduğum, eserlerini incelediğim düşünürlere dair ruhsal analizler yaparak onların insan yanına ulaşmaya çalıştım. Bir yazarı ve bir düşünürü yakından tanıma isteği, onun eserlerini gereği gibi algılamaktan geçiyor. Başka başka çağlarda yaşamış olmalarına rağmen onlarla hâlâ ortak düşünce ile ortak sevme biçimi geliştiriyor olmaktan tarif edilmez bir mutluluk duyuyorum. “TİNSEL SÖYLEŞİLER” adlı yapıtımı yazarken bir kez daha algıladım ki, kendi gerçeklerine dilin gerçekleri kadar sadık olan her düşünür, yazar ve şairden öğrenece-


Sayfa 51 ğim çok şey var. Anılarını, günlüklerini, itiraflarını… Gerçek bir sanat yapıtı ile gerçek bir sanatçıyı sahtesinden ayırmayı da öğreniyorum bu sayede. Gerçek bir sanatçı, sanatını yaratırken aklını ruhunu ve düşüncelerini bir noktaya yoğunlaştırıyor. Doğal olarak içinde bulunduğu anda yaşıyor kendini unutarak. Anın dışına çıkmıyor sadece dünyasının/ dünyanın dışına çıkarak evresel sanatı eseriyle yaratıyor. “TİNSEL SÖYLEŞİ” adlı yapıtımda irdelediğim şair, filozof, yazar ve düşünürlerin yapıtlarına yansıyan insan yönleri yaratım biçimleri bakımından özünde evrenseldir. Yazınımızın yüz akı olan sayılı yazar, şair düşünür de aynı yoğunluk aynı sabır ve aynı birikimle yaratmış eserlerini. En önemlisi de gerçek bir sanat yapıtının anlaşılmak için hiç mi hiç acelesi olmadığını ve sabretmenin erdemine ermenin, bir edebiyatçı için önemini kavradım bir kez daha TİNSEL SÖYLEŞİLER’İ yazarken. Sorumluluk duygusu ve yazın sevdası içerisinde, kılı kırk yararak yabancı eserleri bizlere kazandıran çevirmenler sayesinde kavrıyorum edebiyatın evrensel rolünü. Bu vesile ile çeşitli dünya edebiyatı ürünlerini dilimize kazandıran çevirmenlerin çok önemli bir iş yaptığını vurgulamak istiyorum. Yaratıcı kişi, düşünce düzeyini sürekli yükseltmeli yaratacağı nitelikli eserler için. Bir sanatçının sanatçı dehasına ulaşmak ne kadar zorsa, o sanatçının insan yanına a ulaşmak da o kadar zor; hatta imkânsızdır. Kendi çağdaşım olmayan bu düşünür yazar ve şairlerin eserlerini okumak düşün zenginliğinin kapılarını açıyor bana. Tinsel Söyleşi yapıtımı yazarken öğrendim bir sanatçıyla okur arasında geliştirilen gerçek dostluğun paha biçilmez kıymetini. Sanatçının gerçekte bir lider olma derdi olmadığı gibi, arkasında devletin olanakları da yoktur. Onlar yaşadıklarından ve sözcüklerle olan akrabalığından yola çıkarak hayat ve bilgi birikimini yazıya aktarırlar. Bu yolla tanımadıkları birçok insanın duygu ve düşün dünyasına nasihat etmeden ışık yakıyorlar. Yaktıkları ışık sayesinde iç karanlığından kurtulanokuyucu hayatınve kendisinin çıplak gerçeğiyle daha erken tanışıyor. İnsanın nesilden nesile aktardığı temel sorun, insan onuruna yakışır bir hayatı idame ettirmesi gerektiğinin tartışılmazlığıdır. Her şeyin geçici ve kaypak olduğu günümüzde, insanı içten içe zorlayan temel içgüdü kendi gerçeğini kavramak ve yaşadıklarıyla kendisini tamamlamak olmalıdır. İnsanın varlığıyla hayata artı değerler kazandırmayı yaşama nedeni olarak algılaması her insanın birinci dereceden sorumluluğu olmalıdır. İnsanın hayatta varlığıyla kapladığı alan düşündüğünü yaşama geçirdiğiyle sınırlıdır. Bilinçli her okurun arayışı bu duyguyla besleniyor. Nitelikli ve bireysel paylaşımların toplamında hayatın kalite çıtası yükselir. Tinsel Söyleşiler yapıtımda ben de yazım kalite çıtamı yükseltmek istedim. Ne kadar başardığımı bilmiyorum.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

Yaşadıklarımızdan biliyorum; insan her koşulda kendisini aldatmaya meyillidir. Aldatmanın biçimlerine göre değişiyor insan hayatındaki yansıması. İnsanın en büyük açmazı bu masum aldatmalarla başlıyor ve zamanla bir birikime dönüşüyor içinde. Bu tehlikeli birikim, zamanla bir iç savaşın başlamasına neden oluyor. Bu kaçınılmaz savaşın karşısında kimliğimizi korumamız için zırhlara ihtiyacımız var. Yazdıklarıyla içten içe bizi kuşatanlar, içimizdeki içten uyanışı kavramamıza yardımcı olanlar ve bize tünelin ucundaki ışığı gösterenlerdir zırhlarımız. İnsanın benliğine ulaşmasının öneminden söz edip duruyoruz, ama bu bilinç uyanışının insan ruhunda yarattığı tehlikeleri göz ardı ediyoruz diye düşünüyorum.Ben bu farkı Tinsel Söyleşiler yapıtımda göz ardı etmemeye özen gösterdim. Düşünürlerin, yazarların, şairlerin, hayatımıza kattığı en önemli kazanımların başında bizi bilinç uyanışındaki kâbuslardan korumak geliyor. Her koşulda üstesinden gelemediğimiz sorunlardan dolayı kendimizi bir uçurumunun tepesinden aşağı bırakmak istediğimiz anlar oluyor. Yakınlarımızdan önce bu tehlikenin farkına varan da onlardır. Onlardır bize bilinç uyanışımızı doğru kavrama yetisini kazandıran ve yeni kurtuluşumuzu doğru sahiplenmemizi bize öğreten. Gerçek sanatçı sadece içinde yaşadığı çağın a değil, kendisinden önceki çağın sosyal tabakasındaki sınıfsal adaletsizliğini, siyasal mekanizmalarının çarpıklığının insan ruhu üzerindeki etkilerini, insan ruhunu parçalara ayırarak bir büyüteç altında psikologlara iş bırakmayacak değin derinlemesine inceler. Bu bağlamda sorumluluk bilinci derinleştikçe insana yaklaşımı da derinleşiyor gerçek sanatçının. Dostoyevski'yi anlamamız yeterli. O ki, bitip tükenmeyen bir kaynaktır ruhbiliminde. İnsanın aklı ile tutkuları arasındaki savaş, yaşadığı sürece bitmiyor. Yüreğini, o bitip tükenmeyen güçlü savaşın götürdüğü yere götürenler ruhun bu yöntemle daha yükseklere çıkabileceğini biliyor. Yükseklerde gözü olan ruhum soruyor bana: “Neyi başarmak istiyorsun? Okuduklarını yaşamına geçiriyor musun?” diye. Söz konusu insansa tüm söylenenlerin, yazılanların eksik kaldığını biliyorum. Yazdığım Tinsel Söyleşiler adlı yapıtımdan biliyorum, insanın kendi özünden bir kaç damlasının yabancı damarlara aktarmasının zamanının ve sınırının olmadığını. Daha ben doğmadan yaşam serüvenlerini noktalamış yazarların, şairlerin ve düşünürlerin eserleri sayesinde onlarla tutkulu bir ilişkiyi aratmayacak değin dolu dolu saatler geçirdiğim için mutluyum. Düşünüyorum da dünyamın oluştuğu tek tek izlenimlerimin çoğunu Tinsel Söyleşiler adlı yapıtıma borçluyum. İnsanlığın hayat serüvenlerine tanıklık etmeyi, dünyayı sayısız insanın ruhsal bakışlarıyla görmeyi, bu yolun henüz başında olduğumu öğrenmeyi okuduğum kitaplara borçluyum.


Sayfa 53 “Eski Eser Karanfiller” adlı şiir kitabım “Yaşamak Çocuğum”’dan sonra yazdığım ikinci yapıt. “Eski Eser Karanfiller” de kalıcı ve sorgulayan şiirlerimin okuyucuya beni unutturmasını istiyorum. Şiir, şairinin unutturduğu sürece okuyucunun yüreğinde şairini ölümsüzleştirir. Şiirimin anlamı ve çekirdeği sayılan imgeye tutkuyla bağlandım ve aynı tutkuyla şiirinin, daha iyi bir dünya kurma özleminin heyecanını da duyumsatmasını isteim okuruna. Şiir, şairin günah çıkarttığı, Tanrı’sıdır. Şiirlerimin, genel duygulardan, ayrıcalıklı duyguları imgelem zenginliği, düşünce ve bilgi derinliğiyle ön plana çıkarmasını önemsedim. İnsan kendisi olduğu sürece insanlığın bir parçasıdır. Bir sanatçının yaşarken ölmesi kendisini tüketmesiyle başlayan bir süreçtir. Kendini tüketen bir sanatçı (kişilik olarak) yaşayan eser yaratamaz. Kişiliğimle kendimi kazanan bir sanatçı olma özlemiyle her koşulda gerçeka sanat eseri/ eserleri yaratmayı başarmak istedim. Ben, şiire ebeveyn rolü çizmiyorum, şiirin ödüllendiren ya da cezalandıran bir sözcükler jürisi olduğundan da söz etmiyorum. Ben, şiirin insan sevgisi ile şiir sorumluluğun bir sentezi olduğunu anlatmaya çalışıyorum sadece. Korkunun sınırladığı, kişisel hırsların zirveye taşındığı sevgiden söz etmiyorum. Asla! Doğru ve güzel olanı yapmak için şairin ihtiyacı olan emeğe dayalı gerçek sevgiden ve gerçek şiir işçiliğinden söz ediyorum. Şiirlerim, kendi sesiyle konuşuyor benimle. Aklımı da duygularını da bu aşamada huzura kavuşturuyor benim. Şiir, şairine ne yapmak istiyorsa onu yapmasını öğretir. Hayatımızı belli beklentilere boğmadan, her koşulda belli sonuçlar almaya kendimizi şartlandırmadan yaşamakla ancak ve ancak kendimizi özgürleştirebileceğimizi bize söyleyen en önemlisi bizi bu gerçeğin bir parçası yapandır şiir. Yani: “Eski Eser Karanfiller” de, yer alan şiirlerimin okuyucusunu, özgürleştirmesini ve şiirlerimin büyüklüğüve yaşamkarşısındaki toplamgücü olmasını yürekten temenni ederim.

BEDRİYE KORKANKORKMAZ


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

KARDELEN

Hava da nem ve soğuk İçim üşüyor Kar altına saklanan Canlılar Toprağı ısıtır Bahara gün sayar Hele içlerinde biri var ki Aksi mi aksi Üzerindeki beyaz Örtüye kafa tutar İsyana başladımı Yürür özğürlüğüne Tek başına salar dalını çiçeğini Adını yazar beyaza Efsane bu ya Eriyen karlara Kardelen göz yaşı derler Gelinliğini kaybetmenin Hüznünü yaşar

MUZAFFER GÜL


ASKER Ben tutmam bu silahı Ellerim doğru ve yalansızdır söyledi memed Götürdüler askere ta Şemdinli’nin kışlasına Şimdi tüfek Korkan ve ağlayan ellerinde memed’in Bir mecburiyet Sen oradasın Ve silahını uzatmışsın Kabaran hiddetini Ve gönlünü uzatmışsın. Ben buradayım Kimsesizliğimi Ve yumruğumu uzatmışım . O orada Ellerinin nasırını Yaşamının karanlığını Ve yırtık postallarını uzatmış. Ve sen ve ben ve o Ve gözlerinin çapağını silen insanlarımız İşte bu kutsal isyanı uzatmışız. Sabah Memleket türküleri dinledim radyodan Neler geçmiyor ki aklımdan Bu ezik insanlara birer birer sarılmak Haykırmak ! Haykırmak ! Haykırmak !

“Sabahtan uğradım ben bir güzele Güzel güldürmedi ağlattı beni “

Sayfa 55

Yavuz AKÖZEL

Oy beni ! Sabah memleket türküleri dinledim radyodan Bu hasret Bu kölelik Bu sevda Ağlattı beni. Sabah o koyu karanlığa saplanmış Güneş ülkesinin surlarını yıktı insanlarımız İnsanlarımız Campanella’yı zindana atmış. imdi Diken gibi Paslı zincirler gıcırdıyor ! Sabah.... Benim istediğim sabah Sevgilinin ak gerdanı gibidir Sabah... Benim istediğim sabah Dağları Denizleri Ak ovaları Ve salkım saçak söğütleri Kırık bir sazdan dinleten Türkü gibidir.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

Bir yanda ağır ve dayanılmaz yükü var sefaletin Bir yanda yıldızlara uzatırlar kadehlerini Bakır bakraçlardan oluk gibi akar şarap Sen yumruğunu uzatmazsan Ben yumruğumu uzatmazsam Uzatmazsa yumruğunu insanlarımız Terimiz ve kanımız Şarabı ve sarayı olur onların. Şeytan deresinde yağmur yağıyor Memed cephanede nöbet tutuyor Ve sırılsıklam Titriyor. Olanca nefretleriyle suratımıza tükürdüler balgamlarını Onların şehvetle coşan geceleri Bizim nöbetlerimizdi Onların kahkahalarında bizim titreyişlerimiz vardı. Ve sen ve ben ve o Vursan,vursam,vursak Bir solukta Yıkıp geçecektik Şeh-vet-le co-şan ge-ce-lerini. Ben tutmam bu silahı Ellerim doğru ve yalansızdır söyledi memed

YAVUZ AKÖZEL


Sayfa 57

RESİM “SÜS” YA DA “AKSESUAR” DEĞİLDİR, OLAMAZ![*] TEMEL DEMİRER

RESİM: RUYMAN BANOT

Resim sadece resim değildir; içinde müzik, şiir, acı, mücadele ve isyan vardır. Ve o, bu zenginliğiyle tarih boyunca akar gider. Böyle olması, resmin önemini ortaya koyarken; bu önem postmodern zamanlarda daha da artmıştır. Kolay mı? Post-modern milenyum insan(lar)ı yapısökümcü (ve nihai kertede a-politik) özellikleriyle interaktif ile hiperaktif arasında salınan belirsizliktir.

a betimlenen; fırsatçılığıyla tanınan postAnı yaşadığını zanneden; ortalamaya uyumuyla modern milenyum insan(lar)ı, az üretip çok kazanan fast food kültür(süzlüğ)ünün abideleridir. Direniş, itiraz ve eleştiriye yabancılaş(tırıl)mış bu tipoloji için resim (sanatı) bir “duvar süsü” ya da “aksesuar”dır. Oysa John Berger’in, “Bir çizim, ad yerine geçebilir mi?”[2] sorusuyla betimlenen resim için “Sadece tek bir hakikât olsaydı, aynı tema üzerine yüz tual yapılamazdı,” notunu düşen Pablo Picasso onun bir “süs” veya “aksesuar” olmadığını anımsatırken; resim sanatında eleştirel üslubuyla bilinen sanatçı Burhan Kum ekler: “Ressamların cevabı olmalıdır. Bir Alman ressamın dediği gibi; resim bir direniş aracıdır, çünkü yeraltında başlamıştır”! Bunun böyle olduğunu; “Benim açımdan resim bir yaşam biçimi hatta yaşam nedenidir,” sözlerini hep anımsayacağımız 91 yaşında aramızdan ayrılan ressam Naile Akıncı; “Güzel çizgi çizmek bana fazla kolay geliyor, özü gizliyor,” vurgusuyla (“ressamlık, yazarlık, seramik ve heykel sanatçılığı, yapımcılık vasıflarını isminin önüne koymayı başarmış”![3] Abidin Dino ve şunları diyen Fernando Botero kanıtlar: “Sanattagüzel olan ile doğada güzel olan farklı şeylerdir… Ben, bir sanatçının sağlaminançları olması gerektiğini düşünen ressamlardanım… Beni resim veya heykel yapmaktan daha çok heyecanlandıran bir şey bulamadım…” ** * **


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

Evet, ressamhakikâtin, büyük hesaplaşmaların, itirazın sözcüsüdür. Mesela… XVI. yüzyıl sonu, XVII. yüzyıl başında eserler vermiş, müthiş bir deha; resimde, “modern çağı” başlatan insan Caravaggio gibi… Caravaggio’nun farkı; kavgacı, kumarbaz, düelloların gaddar savaşçısı, kibirli, öfke ve nefret dolu; hatta katil olması değildi elbet… Caravaggio’nun Malta’da resmettiği, Vaftizci Yahya’nın ölüm sahnesi tablosu, yine zaman ve mekân ötesinde şeyler söylüyordu: Yahya’nın çevresinde toplanan soğukkanlı katiller... Masum ve güzel yüzlü, ancak Yahya’nın kesilen kafasının konacağı altın tabağı hazırlayan genç kadın... “Devletli gücü” temsil eden, ölüm emrini veren yaşlı adam... Emri, tereddütsüz yerine getiren zindeliğin, gençliğin kuvvetini taşıyan, yaptığının vahametini bir an bile aklına getirmediği belli bir cellât... Olayın korkunçluğunun ayırtında olanlar sadece, çığlık atmak üzere olan zayıf, titrek bir yaşlı kadın... Ve hapishane penceresinden, infazı izleyen, durdurma olanakları olmayan mahkûmlar... Caravaggio’nun son eserlerinden birinde, canavar Goliath’ı alt eden genç Davut canlandırılırken; Goliath, Caravaggio’dan başkası değil. Davut’un elindeki kılıçtaysa, şu harfler vardı: “H-AS OS”; yani Latince, “Humilitas occidit superbiam/ Alçakgönüllülük, kibiri yener.” Caravaggio, kendi kusurları, yetersizlikleri ve kısıtlılığının farkında tüm insanlar gibi, en büyük hesaplaşmayı kendiyle yaşıyordu. Ve tabii, çevresiyle, “düzenle” de! Sanata ve yeteneğe yatırım yaparken aynı zamanda sanatı sömüren ihtişamlı, ikiyüzlü a ezilen sıradan insanların, zafiyetlerini, Roma’nın, tarihe yansıtılmak istemeyen yüzünü, acılarını resmediyordu; İncil’den hikâyeleri “canlandırırken”... Caravaggio’nun derdi, fakirlerin hayal ve umutlarını gücüne güç katmak için uğraşan Katolik din devleti, müthiş bir iktidar kavgası içindeki zengin aileler ve tüm bu düzenin, tutarsızlıkları, adaletsizlikleriyleydi![4] ** * **

Tıpkı, 21 Şubat 1944 tarihinde ‘Günlükler’ine, “Her savaş, kendisine cevap verecek başka bir savaşı içinde taşır. Her savaşa yeni bir savaş cevap verir, ta ki her şey paramparça oluncaya dek. İşte bu yüzden bu deliliğin son bulmasını bu kadar candan destekliyorum ve bu yüzden tek umudum dünya sosyalizmi,” notunudüşen Kathe Kollwitz gibi… Gözde Kazaz’ın, “Yüze yaslanmış, alna dayanmış güçlü ve sert eller. Bir derdi, bir kaybı, bir düşünceyi gizliyor. Bunlar Kathe Kollwitz’in elleri; hem otoportrelerinde, hem de yıllar boyunca anlattığı proletaryanın hikâyelerinde sıkça görürüz bu elleri. Dışarı açılıp bizi Kollwitz’in dünyasına çekerler. Acının, savaşın ve ölümün kol gezdiği bir dünyaya... XX. yüzyılın mihenk taşı olmuş


Sayfa 59 sanatçılarından biri için başka türlü bir dünya nasıl mümkün olur?” diye betimlediği ressam, oymabaskı sanatçısı ve heykeltraş Kathe Schmidt (Kollwitz) 1867’de Doğu Prusya’da, Konigsberg’de doğar. Sosyalist ve Hıristiyan bir aileden gelen sanatçının işçi sınıfına duyduğu ilgi ilk gençlik çağlarında başlar. Önce duvar ustası olan babasının ofisine gelen çiftçileri ve denizcileri, sonra 17 yaşında evlendiği genç doktor Karl Kollwitz’in, Berlin’de işçi sınıfının yaşadığı Prenzlauer Berg’deki muayenehanesine gelen hastaları çizmeye başlar. “İşçilerin yaşamında basit ve samimi bir şekilde bana güzel gelen bir şey var,” vurgusuyla Kollwitz, “Ama vurgulamam gerekir ki proletarya hayatının temsiline beni çeken merhamet ya da şefkat değildi; bu hayatı basitçe güzel bulmuştum,” diyordu… Kathe Kollwitz’in yoksulluk, isyan ve acıyla örülmüş, artık oymabaskı ve resmin yanına heykelin de eklendiği çalışmalarına Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte savaş ve ölüm de katılır. İkinci oğlu Peter ise 1914’te, gönüllü olarak gittiği savaşta ölür. Aynı isimli torunu Peter 1942’de gittiği İkinci Dünya Savaşı’nda ölecektir. Hitler’in başa geldiği 1933’te, Kollwitz önce Prusya sanat akademisindeki profesörlük görevini kaybeder, üç sene sonunda sergi açmasına yasak getirilir, müze ve galerilerdeki tüm işleri kaldırılır. Gestapo’nun kendisi ve kocasını toplama kamplarına gönderme tehditlerine rağmen Almanya’dan ayrılmaz. 70. doğum günü şerefine dünyanın pek çok yerinden kendisine telgraf gönderen 150’den fazla sanatçı diktatörlüğe engel olmuştur belki. Yine de 1943’te Berlin’i ve yıllarca a kocasıyla yaşadığı evini terk etmek zorunda kalır. Bu ev bir süre sonra bombalanacak ve Kollwitz’in çoğu çalışmasıyla birlikte yerle bir olacaktır. Kathe Kollwitz, 78 yaşında, İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesini göremeden öldü. Ardında yoksulluğunve savaşın acısını anlatanonlarca resimve heykel bırakarak… Amerikalı şair ve aktivist Muriel Rukeyser, 1968’de Kathe Kollwitz’e ithaf ettiği şiirinde şöyle diyordu: “Eğer bir kadın hayatıyla ilgili hakikâti anlatırsa ne olur?/ Gerçek dünya ortaya saçılır”![5] ** * ** Gerçek dünya, onun bilgisine vakıf olanlarım mücadelesiyle ortaya saçılıp, anlamlanırken; buna örnek olarak Joan Miro’nun hayat öyküsüne baktığımızda, yaşadığı olayların yarattığı farklı duygulanımların dışa vurumlarını görürüz. Franko diktatörlüğünü ve Hitler faşizmini yaşamış Joan Miro’nun resimleri yaşadığı toplumdaki grinin tüm tonlarına rağmen umudu, kaçış çizgisini sezdiriyor bize. En karanlık zamanlarda, umudun dibe vurduğu anlarda bile sevincin, neşenin renklerini, çizgilerini, göğe uzanan kaçış merdivenlerine dönüştürmüş; kurşundehlizlerin


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

içinde fareler gibi koşuşturduğumuz şimdiki zamana rağmen, kırlangıçlar gibi gökyüzünde neşeli çığlıklar atabileceğimiz zamanları ve mekânları yeryüzünde de yaratabileceğimizi biliyoruz. Gerçekten de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Kemal İskender’in, “Resmin en saf hâli” olarak nitelediği ve “Resimleriyle şiir yazıyor. Onun şiirselliğinde çocuğun saflığı, çocuk ön yargısızlığı vardır,” saptaması; Miro’nun “Resim mağara adamlarının çizimlerinden beri çöküş içerisindedir,” sözlerindeki içtenliğine yaslanıyordu. Evet, tamda bu hâliyle XX. yüzyılın etkin sanatçılarından Joan Miro “Özgürlüğün dili”ydi. Çünkü “Sabahları çalışırım. Öğleden sonra çalışırım. Çalışmadığım zaman çalışmayı düşünürüm. Uyurken bile, farkında olmadan işlerimi düşünmeyi sürdürürüm,” diye Miro’nun bütün özellikleri sanki bir cümlede toplanmıştır: “Onun sanatı atalarından kalmadır; İberya Yarımadası’nın tarihöncesi halkıyla bağlantılıdır.”[6] Ve ‘Miro Vakfı’ müdürü Rosa Maria Malet’nin, Miro’nun kendine ait bir dil oluşturduğu, özgürlüğün dilini ve söylemini yaratmış bir kişilik olduğu vurgusu da boşuna değildi; Canan Mengül, “Miro’nun Penceresi”nin[7] önemini dile getirirken buna vurgu yapmaz mı? ** * ** Ve başka bir İberya’lı ya da “Yapabileceğini düşünen yapabilir, yapamayacağını düşünen ise a yapamaz. Bu tartışmasız, değişmez kuraldır...” “Herkes resimleri anlamaya çalışır. Neden kuşların cıvıltısını anlamaya çalışmazlar? Neden bir geceyi, bir çiçeği, kendilerini kuşatan her şeyi, hiç anlamaya çalışmadan severler? Oysa konu bir resim olduğunda anlamak isterler...” “Başkalarını taklit etmek gereklidir, fakat kendini taklit etmek acınası bir durumdur...” “Yalnızca tek bir gerçek olsaydı aynı tema üzerine yüzlerce tuvali boyayamazdınız...” “Her söylediğime inanmamalısınız. Sorular sizi yalan söylemeye kışkırtır, özellikle bir cevap olmadığında...” “Hayal edebildiğiniz, her şey gerçektir...” diyen Pablo Picasso için “Bir sanatçının ne olduğunu sanıyorsunuz? Yeryüzünde olup biten yürekler acısı, heyecanlı ya da zevkli şeylerin bilincinde olan ve kendini tamamen onların yansımasında şekillendiren bir politik varlıktır. Resimevleri dekore etmek için yapılmaz. O bir savaş aracıdır...”


Sayfa 61 Evet Mario Virgilio Montanez Arroyo’nun ifadesiyle, “Picasso’nun en çok atıfta bulunulan sözü şudur: ‘Ben aramıyorum, rastlıyorum’… Bu arayış kendini yüzlerce yıllık bir geleneğin içine yerleştiren sanatçının, sanat tarihinde çıktığı üslupsal yolculuğa denk geliyor.” Bu yolculuk hiç durmayacak. Çünkü Guernica’nın “yaratıcısı” Picasso için resim “bir savaş aracı”dır…

**** *

Savaş, göç ve hastalıkların içinde -ana-babasının mesleği sebebiyle- müzikle büyümüş bir sanatçı Paul Klee. Savaştan hemen önce a gittiği Tunus’un ışığına âşık oluyor ve buranın aydınlığı yeni tablolarında ‘renk’ ile ortaya çıkıyor. Burada yazdığı bir notta: “Renk bana sahip oldu, bundan sonra onu takip edeceğim. Renk ve ben, bundan sonra biriz” diyor… Küçük yaşlardan itibaren müzik eğitimi alıp, 16 yaşında resme, 18 yaşında da düzenli olarak günlük tutmaya başlayan Klee böylece kayıt altına almaya başlar yaşamı. İsviçre’den İtalya’ya, Almanya’ya, İngiltere’ye, Tunus’a ve Mısır’a uzanan ömründe yaptığı her resme bir numara verir ve külliyatına katar. Pastoral İsviçre’de tevazu içinde doğmuş, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Weimar’ı, bir Yahudi olarak Nazi baskısını yaşamış bir adamın, resim ve renk arayışından savaşa, sistematik nefrete ve parçalanışlara geniş bir his skalasında gerçekleştiği aşikâr seyahatlerinde yazdıkları ve resmettiklerini düşünüyoruz. İlhamı, hocalık yaptığı Bauhaus’tan dost kübistlere, ekspresyonistlere ve sürreelistlere etki etti. Formlar, imgeler ve renkler gibi, teknik ve zaman ile ilişkisi de onun ziyadesiyle özgün ve yenilikçi olarak anılmasını sağladı. Bu özellikleriyle Klee resim yapmak için “Bir çizgiyi yürüyüşe çıkarmak” diyor günlüğünde… “Çizgiyi yürüyüşe çıkaran” Klee de, Henri Matisse (1869-1954) gibi unutulmayanı/ unutulması mümkün olmayanı yarattı… ** * *


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

İbrahimBalaban da onlardan biriydi… Bursa Mahpushanesinde yattığı sırada Nâzım Hikmet’i tanıdı, aynı yıl hapisten çıktı. Cezaevinden çıktıktan sonra evlendiği gün düğün evini basan hasmını öldürdü ve yeniden cezaevine girdi. 1942 ila 1944 ve 1947 ila 1950 yılları arasını Bursa Cezaevinde geçirdi. Kendisinden 20 yaş büyük NâzımUsta’ya çırak oldu. Nâzım Hikmet, aynı dönemde mahpus yatan Orhan Kemal’i hikâyeci, Balaban’ı ise ressam olarak yetiştirmek istiyordu. Balaban cezaevinde resmin yanı sıra felsefe, sosyoloji, ekonomi ve politika konularında bilgiler edindi. Onun desteği ve ilgisi sayesinde resim yeteneği ortaya çıktı. Bu dersler ileride onu çok bilinir bir ressam yapacaktı. Balaban, yedi yıl süren Hikmet’li kesite dair “O günleri Nâzım Hikmet ile mahpushanede kaldığımız sürelerde, çektiğimiz çilelerin ve dertlerin baskısına rağmen: Nâzım ile el ele verip, öğretmen ve öğrenci olgularının becerileriyle, a mahpushaneyi “okul” eyledik,” der. 1950 affıyla, Nâzım’la birlikte mapushaneden çıkan İbrahim Balaban’ın, resimlerinde komünizm propagandası yaptığı “gerekçe”siyle sergileri basıldı, davalar açıldı, yasaklandı. Ve o günün birinde öyle bir isyan etti ki, geçmişten bugüne pek fazla şeyin değişmediğini, bugün bize tekrar öğretti: “Evet ülkede demokrasi var: Benim, güzel sanatlarla uğraşma özgürlüğümün yanında, onların hırsızlık yapma, tuzak kurma, iftira atma özgürlükleri var.”[8]


Sayfa 63

TEMEL DEMİRER NO TL AR [*] Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi, No:2, Nisan-Mayıs 2015… [1] Bernard Shaw. a [2] John Berger, Bento’nun Eskiz Defteri, Metis Yay., 2012, s.73. [3] Serpil Güvenç, “Abidin Dino”, Sol, 7 Aralık 2013, s.6. [4] Sezin Öney, “Caravaggio”, Taraf, 1 Şubat 2014, s.2. [5] Gözde Kazaz, “Ölümün Kıyısındakilere Selam Eden: Kathe Kollwitz”, Birgün, 27 Kasım 2013, s.20. [6] Doğan Hızlan, “Bir Şair Olarak Miro”, Hürriyet, 23 Eylül 2014, s.21. [7] Canan Mengül, “Miro’nun Penceresinden Seyretmek!”, İşçilerin Sesi, No:32, Kasım 2014, s.16. [8] M. Berat Saymadi, “Mapushane Kapısı”, Evrensel, 11 Şubat 2014, s.12.

KARİKATÜR: MUSTAFA ÖZGÜR


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

UÇURUMLU BİNBİR AH

o dikenli telçekilmiş betonlarda;katatonik sürüngenin zehriyle katranlıyım; saçlarına sürgünlüğün sarp uçurumunda; haşarısağnaklarla dağlanırdı anılar; hüznün tahakkümünde kıllarla sarmalanıp; tımarhane şoklarıyla ucubedir azgınlık günahın kördüğüm saçları sinsi uçurumlarda; uğuldayan fırtınadır zulamda kıllarla sarmalanmış kırçıllı sakallar kadınlığının kuyusuna sarkardı; enjektör pençesinde marazlanmış intiharla, tenhanda zuladır canavarlık intihariğneleri damarıma hayvanlar zerkederken; Hayvanatça ulurdu sanrılar kadınlığının hormonuyla kırbaçlayıp yüzümü; yıkıntılı şehirler bırakırdın ardında… kanatan aşkın girdabında;elektroşokla damgalandı hicranlar.. mahpusluk çığlığıyla mühürlendi bağrına;seksapel çarmıhına gerilmiş acılarım şizofren salgılar sıçratılan aşk; korsan yağmaların işgalinde zindanda.. Zincirlenmiş zindanında travmatik ahım; tımarhane sanrısında telörgüler yırtar Kafatası hücresinde katliam fermanımdı damarıma dağılan frapan sevdan Göğsündeki iletler mağluplüğumu biçerken;azgın depremlerdir kasığında infilak ıssız çığlıkların kayalığında çağıldayıp,öpüşünle kışkırttığın şakağımda hatırat granitin hacminde tırpanlanırken sabrım; düşlerimde patlıyordu volkanik bir dağ! şarki yaralarım kırbasında kanarken;ciğerimde kundaklanır yangınlar dikenlitellerde meczupluğum çarpılırken; marazi fısıltılar saçacak karabasan kasatura şiirler ömrümün kanyonunda hacamatlı yaralar dağlardı façalarla ya kirli damarlarda günahkardır ızdırap;ya müntehir şiirler gömülür ıssızlığıma kasvetli çığlıklarla fısıldardı hicranın..travmatik hatıramla kanardı kadınlığın.. zincirleyen zindanında yokluğun prangaydı.. sakallarım sarkardı azgınlığın kuyusuna elektroşoklarda voltajla çarpılıp; anarşist hayvanların azgınlığını kusardım.. deliliğimin avlusunda hüzünkar esvabıydı;bileğimde fırtınalar koparttıran acılar o dikenli telçekilmiş betonlarda;yıkıntılı enkazlar bırakırdın sanrımda… kanatan saçların bu şehri terkederken; ardından uğuldardı uçurumlu binbir ah!

OĞUZ ATEŞOĞLU


Sayfa 65

KEDERDEN Ne zaman dara düşsem bir güneş siner içime, Elçeği bozuk kırık masamdan, Vurur karanlık satırlarım ardına, Ve ben, seni düşlerim. Dışarda kar vardır olasılıkla, Ve henüz çam yaprakları, Solumamıştır havayı, Acı bir inilti sürerken şehirler, Ben, seni isterim. Bitti dediğimde başlar, Yamasına kustuğum deli yüreğim, Ve ben, her gece, Geleceğini düşlerim. Gelip tutarsın yanağımdan sevinçle, Aşk perileri ağlar ardından gizlice, Ve ben, her gün, Her gece, Seni…

ALPER SANCAR FOTOĞRAF: ADNAN DURMAZ


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

ŞİİR-ŞAİR

POETİKA Tan sökümünde bekle beni sessiz suların yalımı şiir F.KADRİ GÜL küçük bir sesteki çığlık benzemez hiçbir çığlığa. SABAHATTİN KUDRET AKSAL Erkeklerimiz var elmanın bir yarısı biraz sabır biraz öfke biraz sarmaşık sorusu sorulmamış yanıt boynu Pir Sultan ÖZDEMİR İNCE

Sen gideli İmgeler korkuya battı Sözcükler çiçek açmıyor Gülmeyi unuttu dizeler Bakıyorlar yüzüme bön bön Sana sesleniyorum şiir Hava kararmadan evine dön ALİ YÜCE Ah ben doktor yerine şiirlere gittim de Diyalogsuz bir bahçe monolog gül doğurdu ABDÜLKADİR BUDAK Şiir karınca ordusu Şiir bir efsunlu su

Şiir mi aşkın çocuğu sevgilim aşk mı şiirin?

OLCAY YAZICI

İSMAİL UYAROĞLU kilidin bir ucunda sen olmayan sen öbür ucunda bencil kalem-kağıt AHMET NECDET Şiirin rengi Bahar cümbüşü Şair imge işçisi

sevginin elinin değmediği yere şiir değer al eline bir şiir yan yana yürürsün insanlığınla FEVZİ KÖK

BABÜR PINAR

Şair, şiirin dilinden şairse kırılmaya örgülenir. ABDULLAH KARABAĞ Şiirin kendi aynasına dönmesi, Sisli puslu havalarda Yorgan-döşek sızması İhanettir hem kendisine, hem şiire. ALİ ZİYA ÇAMUR

Şiir bu, Özenirsin birine Has bahçene ekersin Kimi ne kızıl karanfil olur kavgada Kimine zehirli çiçek… (Şiir)Halkın ışığıdır görür her şeyi Gezer gönüllerde örer sevgiyi

NECİP TIRPAN

MEHMET SARI

(Şiir)Dolaptaki güve otu Bellekteki bir koku L. ARAGON

DERLEYEN:A.Z.ÇAMUR


Sayfa 67

YAŞAM VE SANATTA

AYIN İZDÜŞÜMÜ ŞAİR ABDULLAH NEYZAR KARAHAN YAŞAMINI YİTİRDİ... Şair ve Yazar a Abdullah Neyzar Karahan, 23 Ekim 1939’da Samsun’da dünyaya geldi… İzmir Namık Kemal Lisesi ve Yabancı Diller Yüksek Okulunu bitirdi. Bir süre gazetecilik ve gazetelerde köşe yazarlığı yaptı… Özleşim adlı bir şiir gazetesi çıkardı… Çeşitli şiir yarışmalarında jüri üyesi olarak görev yapan Karahan, 60 kuşağının kendine özgü bir şiir biçemi yaratabilmiş ender şairlerindendir… Abdullah Neyzar Karahan’ın “Yorgun Yaşayana, Çıplak Ateş, Yabanistan, Boşlukta Biri, Körfez Solgunu, Savaşa Yalnız Gidilmez, Mavi Aydınlık, Çiçek Güzellemesi, Gece Bin Çağdır, Uzak Kıyısında Sevdanın, Gizli Su, Gözlerimde Saklı Sonbahar, Dalgın Şarkı” adlı kitapları yayınlandı. A.N. Karahan’ın şiir, inceleme, ve çocuk kitaplarından oluşan 20 kitabı bulunmaktadır.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

ŞAİR MEHMET ÇAĞLIKASAP SONSUZLUĞA YÜRÜDÜ... Kayserili şair, öykücü ve matbaacı Mehmet Çağlıkasap 72 yaşında hayatını kaybetti. 1945 doğumlu Mehmet Çağlıkasap yaşamını yitirdi Aslında matbaa işçisi olan Çağlıkasap, 80’lerde kurduğu Aday Kitapları Yayınevi ile Kayseri’de çok sayıda yazar ve şairin kitabının çıkarılmasını a sağlamıştır. Bu yazar ve şairlerden bazıları, Ahmet Ada, Abdülkadir Budak, Ayhan Gülsoy, Bedrettin Aykın’dır. Mehmet Çağlıkasap bunun yanı sıra, şiirleri ve öyküleri ile de bilinmektedir. İlk şiiri Çınar dergisinde yayımlanan Çağlıkasap’ın, Bir Sevda’ya Yürümek (Şiir), İçimdeki Şeytan (Deneme) ve Yorgun (Öykü) adlı kitapları bulunmaktadır. Kayseri’de dergiciliğin de mihenk taşlarından olan Mehmet Çağlıkasap, Ozanca, Hakimiyet Sanat ve Sanat Eki dergilerininçıkarılmasındaönemli katkılar sunmuştur.


Sayfa 69

JOHN BERGER, 90 YAŞINDA YAŞAMINI YİTİRDİ... Daima bizleri yurtsuzluğa, sömürüye ve ezilmişliğe karşı dayanışmaya çağıran, çağımızın aydını John Berger’ı 90 yaşında kaybettik.

Türkçe'deyayımlanmıştı.

İngiliz yazar, sanat eleştirmeni John Berger, 90 yaşında yaşamını yitirdi.1926 Londra doğumlu Berger, İngilizce yazan en etkili sanat eleştirmenlerinden biri olarak biliniyor, çok sayıda senaryo, roman ve belgesel metni de bulunuyordu. Berger'ın Metis Yayınları'ndan çıkan Görme Biçimleri'nin (1986) yanı sıra, Picasso'nun Başarısı ve Başarısızlığı (1988), Düğüne (1997), Alain Tanner ile birlikte yazdığı 2000 Yılında 25 Yaşına Basacak Olan Yunus (1997), Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar (1999) ve Fotokopiler (1999) adlı kitaplarıyla, özellikle görsellik üzerine denemelerini bir araya getiren OAna Adanmış (1988) adlı seçkisi

John Berger, mesleki kariyerine ressam olarak a başladı. 1940'lı yılların sonlarına doğru Londra'da birçok sergiye katıldı. 1948-1955 yılları arasında sanat eleştirmenliğinin yanı sıra, resim dersleri de verdi. İngilizce yazan en etkili sanat eleştirmenlerinden biri olarak tanınır. Senaryo yazarlığı ve belgesel yazarı olarak da tanınır. Bunun yanı sıra, romancı kimliği de vardır. 1972’de G romanıyla “Booker” ödülünü alan Berger ödül töreninde 5 bin sterlinlik bu ödülün yarısını Karayiplerdeki Kara Panter adlı devrimci harekete bağışlayacağını, öbür yarısını da Avrupa’daki göçmen işçilerle ilgili kitabının hazırlanması için kullanacağını açıkladı. G, şaşırtıcı anlatım tekniğiyle birçok eleştirmenin saldırısına uğramasına karşın, kısa sürede uluslararası edebiyat dünyasında modern roman türünün bir başyapıtı olarak karşılandı. Onun roman, deneme, senaryo vb. türlerde yazdıkları gibi, şiirleri de daha çok ezilenlerin, yenik düşenlerin, ölümcül hastalıklarla boğuşanların çektiklerini ele alsa da, doğanın kendini yenileyen gücüne ve insanın dayanıklılığına duyduğu inanç aynı zamanda daha insanca bir dünyanın yaratılabileceğininumudunu aşılar okurlarına. Kendisi şiirin gücünü şu sözlerle açıklıyor: “Şiir her şey arasında yakınlık kurarak dilin yaşantıya ilgi duymasını sağlar. Bu yakınlık şiirin çabasının bir sonucu, şiirin yöneldiği her eylem, ad, olay ve bakış açısını bunlar arasında kurduğu yakınlıkla bir araya getirmesinin bir sonucudur. Çoğu zaman dünyanın acımasızlığına ve umursamazlığına karşı çıkarılabilecek şiirinyaşantıyaduyduğubu ilgiden daha dayanıklı bir şey yoktur.”


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

Şiirin Saati kitabındaki aynı adlı denemesinde böyle tanımlıyordu şiirin önemini: “Olayları sözcüklerle anlatmak o sözcüklerin duyulacağı ve anlattıkları olayların yargılanacağı umudunu da birlikte getirir. Tanrı tarafından ya da tarih tarafından yargılanacağı umudunu. Her iki durumda da yargı uzak gibi görünür. Oysa hemen yanı başımızda olan ve bazen yanlışlıkla yalnızca bir araç sanılan dil, kendisine şiirin seslenmesiyle, inatçı ve gizemli bir biçimde, yargısını verir. Bu yargı herhangi bir ahlak yasasından açıkça farklıdır, ama duydukları karşısında iyilik ve kötülük arasında önemli bir gösterge olur. Öyle ki şiir yoluyla dilin yalnızca bu ayrımı yapmak ve korumak için yaratıldığını görürüz. İşte bu yüzden, günümüzde zenginlerin haksız yere elde ettiklerini korumak için yaptıkları korkunç canavarlıklara karşı dünyada en kesin biçimde karşı duran güç şiirdir. İşte bu yüzden, fırınlarınsaati aynı zamanda şiirinde saatidir.” (EVRENSEL)

B.KORKANKORKMAZ’DAN İKİ YENİ KİTAP Emeğin Sanatı dostlarından Bedriye Korkan Korkmaz, bir süredir dergimizde de yer alan; dünyaya damgasını vurmuş, sonsuzluğa göçmüş yazar ve düşünürlerle tinsel sohbetleri,a “Tinsel Söyleşiler” başlığı altında İnsancıl yayınları tarafından yayınlandı. Ölü yazarlarla konuştunuz mu hiç? Gelip yanı başınıza oturup dertleştiler mi sizinle? Hayatlarını, kitaplarını, acılarını anlattılar mı? Bir biyografiye sığdırılmış hayatın ötesine geçerek, yüreklerini açtılar mı size? Bedriye Korkankorkmaz, kâh bir ağacın altında, kâh bir uçak koltuğunda, kâh bir hastanenin bekleme salonunda karşılaştığı yazarlarla, şairlerle, filozoflarla bugünün dünyasında söyleşiyor. Goethe'den Thomas Hardy'ye, dünya edebiyatının isimleri yaşamlarının ve yapıtlarının gizlerini fısıldıyorlar bize. Yazarı ve şairi fildişi kulesinden çıkarıp en insan haliyle dünyamıza konuk eden, eşsiz bir yapıt Tinsel Söyleşiler. B. Korkankormaz’ın “Eski Eser Karanfiller” adlı yeni şiir kitabı da İnsancıl yayınlarından yayınlandı. “Yaşamak Çocuğum”’dan sonraki ikinci yapıtı. B. Korkankorkmaz, yapıtını şöyle anlatıyor: “Eski Eser Karanfiller’de kalıcı ve sorgulayan şiirlerimin okuyucuya beni unutturmasını istiyorum.


Sayfa 71 . Şiir, şairinin unutturduğu sürece okuyucunun yüreğinde şairini ölümsüzleştirir. Şiirimin anlamı ve çekirdeği sayılan imgeye tutkuyla bağlandım ve aynı tutkuyla şiirinin, daha iyi bir dünya kurma özleminin heyecanını da duyumsatmasını istedim okuruna. Ben, şiirin insan sevgisi ile şiir sorumluluğun bir sentezi olduğunu anlatmaya çalışıyorum sadece. Korkunun sınırladığı, kişisel hırsların zirveye taşındığı sevgiden söz etmiyorum. Asla! Doğru ve güzel olanı yapmak için şairin ihtiyacı olan emeğe dayalı gerçek sevgiden ve gerçek şiir işçiliğinden söz ediyorum. “Eski Eser Karanfiller” de, yer alan şiirlerimin okuyucusunu, özgürleştirmesini ve şiirlerimin büyüklüğü ve yaşam karşısındaki toplam gücü olmasını yürekten temenni ederim.” B.Korkankorkmaz, 1965 yılında Bingöl ’de doğdu. Şiirleri, öyküleri, kitap tanıtım yazıları, şiir üzerine yazdığı yazılar ile söyleşilerçeşitli dergilerde yayımlandı. Yazarın diğer yapıtları: Vecihi Timuroğlu Kitabı(ortak çalışma), Yaşamak Çocuğum (Şiir), Kitaplarla Söyleşi (Deneme/ İnceleme), Ruhlarla Söyleşi ( Deneme/ İnceleme/ Biyografi)

a

MAHMUT ALINAK’IN, YENİ ROMANI, ŞIRNAKLI ÇOCUKLAR İÇİN... Mahmut Alınak, “Aşk Hicran Ve İsyan” romanında, bir Ermeni gencinin bir Türk kızına duyduğu aşkın çerçevesinde yaşamımıza damgasını vurmuş acıları roman dokusu içinde anlatıyor. Bu kitabın tüm geliri, “Çocuklar üşümesin” dileğiyle Şırnaklı çocuklara verilecektir. Karape't'in Türk kızı Lale'ye duyduğu ölmez aşkın işlendiği “Aşk Hicran Ve İsyan”, Şırnaklı çocuklara umut olacak. Romandan bir paragraf: “Karapét, aşk böyle bir deliliktir, dedi, işte Buzdan dağ dorukları gibi aşılmaz olsa da engeller. Görmez ayağının dibindeki karanlık uçurumu gözleri. Yorulmadan yürüyebilir âşıklar. Çıplak ayaklarla bir uçtan bir uca dünyayı. Korkutmaz ne ölüm ne de zindan karanlığı onları. Aşk kadehinden zehir bile içseler, bunu sevgilinin sunduğu bir hayat iksiri diye kabul ederler. Ama kapalıysa kendilerine sevdiğinin kalbi ürkek ve tabansız olurlar, tıpkı bir tavşan gibi. Karapet anlatırken aşkın zincire vurulmuş bu hâlini alnındaki derin yara izine gitti titreyen eli. Gençlik aşkının damgasıydı, yılların silemediği o yara izi yüreğinde bir volkanla yanarak düşündü acı acı Lale’yi. Öksüz, zavallı ve boynu büküktü aşkı. Kendisi yaşlanmış ama aşkı genç kalmıştı ilk günkü gibi.”


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

NECATİ CUMALI EDEBİYAT ÖDÜLÜ HABİB BEKTAS'IN... Urla Belediyesi ve Cumalı- Seferis Gökyüzü Kültür ve Sanat Derneği'nin işbirliği ile düzenlenen Necati Cumalı Edebiyat Ödülü'nün sonuçları belli oldu. Bu yıl "oyun" dalında düzenlenen yarışmada “Terör" adlı oyunuyla yazarımız Habib Bektaş ödüle layık görüldü. 74 oyunun başvurduğu yarışmanın seçici kurulunu ise Tayfun Eraslan, Semih Çelenk, Behiç Ak, Bilgesu Erenus ve Özen Yula oluşturdu.

2017 YILI NECATİGİL ŞİİR ÖDÜLÜ İÇİN BAŞVURULAR BAŞLADI.. Behçet Necatigil'in anısına ailesi tarafından a 1980’den bu yana düzenlenmekte olan Necatigil Şiir Ödülü, 2017 yılında da şairin doğum günü olan 16 Nisan’da verilecektir. Ödüle Mart 2015 ile Şubat 2017 arasında yayımlanan şiir kitapları aday olabilir. Seçiciler kurulunda Eray Canberk, Cevat Çapan, Refik Durbaş, Turgay Fişekçi ve Doğan Hızlan yer almaktadır. Ödüle başvurmak isteyenler altı adet kitabı, iletişim bilgileriyle birlikte 14 Mart 2017 tarihine kadar Necatigil Şiir Ödülü Seçiciler Kurulu Sekreterliği P.K. 109, 34349 Beşiktaş-İstanbul adresine gönderebilirler Ödül tutarı, Kabataş Erkek Lisesi Eğitim Vakfı’nın da katkılarıyla dört bin liradır. İletişim için: info@aysesarisayin.com


Sayfa 73

2017 T. T. B BEHÇET AYSAN ŞİİR ÖDÜLÜ’NE BAŞVURULAR BAŞLADI... Türk Tabipleri Birliği’nce düzenlenen Behçet Aysan Şiir Ödülü başvuruları başladı. Başvuru koşulları TTB Merkez Konseyi tarafından yapılan basın açıklaması ile duyuruldu. Türk Tabipleri Birliği 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta yitirdiğimiz Şair Dr. Behçet Aysan ve 36 insanımızın anısına Şiir Ödülü vermektedir. Türk Tabipleri Birliği Behçet Aysan Şiir Ödülü 21. kez düzenlenecektir. Ödül Seçici Kurulu, Doğan Hızlan, Cevat Çapan, Ahmet Telli, Orhan Koçak, Semih Gümüş, Ali Cengizkan, Turgay Fişekçi’den oluşmaktadır. Ödül için başvuru koşulları şöyledir:

a

Ödüle 2016 yılı Ocak ayından sonra yayımlanmış bir kitap ya da yayına hazır bir kitap dosyası ile aday olunabilir. (Yayımlanmamış yapıtların A4 dosya kâğıdına çift aralıklı yazılmış olması gereklidir.) Ödüle son katılma tarihi 1 Nisan 2017’dir. Ödüle kişiler kitap ve dosya ile kendileri doğrudan katılabilir ya da yayımlanmış şiir kitaplarını sivil toplum örgütleri, yayınevleri ve üçüncü kişiler, şairin onayı alınmak koşuluylaönerebilirler. Ödüle aday olacak şairler; adı, açık adresi ve kısa yaşam öyküsüyle birlikte kitaplarını (8 adet) ya da şiir dosyalarını (8 adet) TTB Merkez Konseyi GMK Bulvarı Şehit Daniş Tunalıgil Sok. No:2 Kat:4, 06570 Maltepe-ANKARA adresine göndermeleri gerekmektedir. Ödül için gönderilen yapıtlar açıklanmaz, yalnızca ödül kazanan duyurulur. Ödül kazanan yapıt 2017 yılı Mayıs ayında açıklanır. Ödül tek yapıta verilecektir. Seçici Kurul uygun görürse ödül paylaştırılabilir.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

ARTSHOP YAYINCILIK, 2017 MUAMMER HACIOĞLU ŞİİR ÖDÜLÜ DÜZENLİYOR... Artshop Yayıncılık tarafından, bu yıl ilki düzenlenen, ‘2017 Muammer Hacıoğlu Şiir Ödülü’ başvuruları başlamıştır. ÖDÜL

BAŞVURU

KOŞULLARI:

1) Ödül Seçici Kurulu; Ayten Mutlu, Oğuz Özdem, Volkan Hacıoğlu, Turgut Toygar ve Vedat Akdamar’dan oluşmaktadır. 2) Ödüle 2016 yılı Ocak ayından sonra yayımlanmış bir kitap ya da yayına hazır bir dosya ile aday olunabilir. Kitap kategorisindeki başvurularda yaş sınırlaması yoktur. Dosya kategorisinde ise 35 ve 35 yaş altı şairler katılabilir. 3) Ödüle kişiler kendileri doğrudan katılabilir; kitap kategorisinde ise, yayınevleri şairin onayını a almak koşuluyla da katılabilir. 4) Ödül katılımındaki kitap ya da dosyanın daha önce herhangi bir ödül almamış olması gerekmektedir. 5) Ödüle son katılma tarihi 31 Mart 2017’dir. 6) Kitap dalında birincilik ödülü olarak plaket verilecek; dosya dalında birinci olan şairin dosyası iseArtshopYayıncılık tarafından yayınlanacaktır. 7) Ödüle aday olacak şairler; adı, açık adresi ve kısa yaşam öyküsüyle birlikte kitaplarını yada şiir dosyalarını (5 adet olarak)aşağıdaki adrese (ödül sekreterliğine) gönderecektir. İSMAİLBİÇER; Kartaltepe Mah. Atalar Cad. Cami Arkası sok. TRT Basın Sitesi, B Blok D.2 Kartal/ İSTANBUL 8.Ödül için gönderilen yapıtlar açıklanmaz, yalnızca mödül kazananlar duyurulur. 9.Ödül kazanan yapıtlar, 2017 yılı Nisan ayında Muammer Hacıoğlu anısına düzenlenecek bir törenle açıklanır. 10.Ödüle başvuranlar ilan edilen tüm koşulları kabul etmiş sayılır. 1.Ödül, her iki kategoride de tek yapıta verilecektir.


Sayfa 75

OCAK AYINDA ÖNEMLİ GÜNLER EDEBİYATIMIZDA AŞKIN VE ATEŞİN SÖZCÜSÜ: BURHAN GÜNEL "Şiir benim ilk aşkımdır; vazgeçemediğim aşkım" diyen ve doğruluktan ve güzellikten ödün vermeyen, genç kuşakların yanında olan, elinden tutan, "Şiiri düzyazıyla kuşatan yazar" güzel insan Burhan Günel’i 22 Aralık 2012’de sonsuzluğa uğurlaymışyık. 1947'de Antakya’da doğan Burhan Günel, ortaöğrenim hayatını parasız yatılı okullarda tamamladıktan sonra 1967'de Hava Harp Okulu’ndan mezun oldu. Havacılık mesleğinin deneyimlerini Baraka (1991) adlı romanında ustaca kullanan ve ABD’nin İncirlik üssündeki dümenlerini roman diliyle deşifre eden Burhan Günel, 1971'den itibaren öyküyle başlayan yayın hayatını da birkaç ay önce hastalığınınaağırlaşmasına kadar sürdürdü. İlk romanı Ökse 1972'de, ilk öykü kitabı Sevgi Bağı ise 1974'te yayımlanan Burhan Günel’in yapıtları arasında, Antakya’nın Fransızlar tarafından işgal sürecini ve buna karşı yerel yurtsever güçlerin direnişini konu edinen Acının Askerleri(1981 Mehmet Ali Yalçın Roman Ödülü), 12 Mart darbesinin aydınlara ve ilerici askerlere uyguladığı baskıyı konu edinen Ahtapot ve Sivas katliamını anlattığı Ateş Uykusu (1996 Yunus Nadi Roman Ödülü) romanları, onun aynı zamanda politik duruşunu da yansıtan yapıtlarıdır. Çok sayıda öykü ve romanı yanında “Benzer Romanlar” (1986) ve “Karşı Yazılar” (1995) adlı inceleme kitaplarıyla çok sayıda çocuklarla ilgili kitapları bulunan Burhan Günel uzun süre Karşı Edebiyat adıyla bir dergi de çıkarmıştı. Bir süredir dergilerde ressamlar ve resim sergileriyle ilgili yazılar da kaleme alan Burhan Günel, resim de yapıyordu. Merkezi Ankara’da bulunan Edebiyatçılar Derneği’nin iki dönem Genel Başkanlığını da yapan Burhan Günel’in en verimli döneminde ölümü, Türk edebiyatı açısından büyük kayıp olarak görülmektedir. İnci Aral, onu şu sözlerle anlatıyordu:Tutkulu, üretken bir yazardı. Elliye yakın kitabı yayımlandı. Şiir, öykü, roman, deneme, eleştiri her türde yazdı. Duyarlılığı ve sağlam diliyle hayatın ve sistemin savurduğu insanları konu ediyordu. Dilsiz acıları, ilişkilerin açtığı görünmez yaraları anlatıyor, her koşulda insanı savunuyordu. Kitapları birçok kez ödüllendirildi


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

YANIK KIRLARA DOĞRU Azık torbam boynumda gidiyorum uzaklara bu yolculuk da biter eskidir özlemin tortusu katık olsun diye doldurdum içinde uzaklık duygusu adsız denizler yeni doğan adalar Gidiyorum yelkenimde korkular çözülmekte acının buz uykusu yakılmış buğdaylardan bağlardan kanımı donduran ateş bozumu şiirlerle şairlerle tutuşan o uzak Anadolu torbama doluştular ihanet dikenleri isli beyaz kuğular Gidiyorum yalın ayak yalın yürek yanık imgeler esmişti çölden şiirin prensleri geçmişti filiz mavisi çocuklar kelebeğin semahı bal ağızlı çiçekten uçup gelen Gidiyorum yıldızsız göğün yorgunu çam sakızı son kıyımdan armağan yeniden tutuşturdum dirimi gidiyorum İki Temmuz'a doğru biri onmaz kırığı bileğimin öteki onur göçüren Öfkeliyim başkaldırı çağrısı nice zaman susmuştu parlattım acıyı gözlerim buğulu gidiyorum yeniden yanık kırlara doğru

BURHAN GÜNEL


Sayfa 77

UNUTULMAZ YİĞİT BASIN EMEKÇİSİ: METİN GÖKTEPE UNUTULMAYACAK! Metin Göktepe'nin 8 Ocak 1996 günü "faili malûm" bir cinayete kurban gitmesi olayı, onun Ümraniye Cezaevi olaylarında öldürülen Rıza Boydaş ile Orhan Özen adlı iki tutuklunun cenaze töreni ile başlar. Töreni izlemeye giden Metin Göktepe, ertesi gün ölü olarak bulunan Metin Göktepe için devlet adına İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar, Göktepe'nin sandalyeden düşerek öldüğünü açıklar.

a

İçişleri Bakanı Teoman Ünüsan ise sandalyenin yüksekliği konusunda kuşku duyduğundan olsa gerek, "Metin Göktepe duvardan düşerek öldü, bize gelen bilgiler bu şekilde" diyordu. Metin Göktepe'yi döverek öldürenler, "Kastı aşan müessir fiil"den yani istemeden öldürmekten yargılandılar. Bir de öldürücü darbe hangi polisin elindeki kalastan çıktığı belirlenemedi. Oysa her şey avukat Fikret İlkiz'in Afyon Ağır Ceza Mahkemesi'nde söylediği gibi netti: "Eğer istemiyorsanız, bir kere vurduktan sonra geri çekilirsiniz. İstemeden bir insanın kafasına kalasla 40 kere vurmazsınız! Metin Göktepe seçilerek alınmış, Evrensel muhabiri olması nedeniyle bilinçli olarak dövülmüş ve isteyerek öldürülmüştür.« Sanık polislerin yargılanacakları yer sorun oldu. Adalet Bakanı Mehmet Ağar, güvenlik gerekçesiyle Göktepe Davası'nı 25 bin polisin görev yaptığı İstanbul'dan Aydın'a aldırttı Sonuçta gerçeği sanık polis avukatlarından Ahmet Ülger, ilk duruşmada şöyle diyordu: "Bu dava, basınla devlet arasındadır!"


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E BİR EDEBİYAT EMEKÇİSİ: OSMAN CEMAL KAYGILI Osman Cemal Kaygılı, Türk Edebiyatının ismi, ancak yapıtlarından uyarlanan film ve dizilerle anımsanan gerçek bir edebiyat emekçisidir. Öykü ve romanlarında İstanbul’un kenar mahallelerinde, sur dışında yaşayan halkın günlük hayatına yer verdi. O, yaşadığı dönemde de belirli bir çevrede ilgi görmüştü. Sait Faik, bir sohbet esnasında, onun için “En beğendiğim yazar” demişti. Sait Faik, kısa zamanda bu romanın yüzüncü baskısını yapacağını ummuştu. 10 Ocak 1945’te yitirdiğimiz Osman Cemal'in ve yapıtlarının layık olduğu yere ulaşamaması ya da yıllar sonra ulaşacak olmasının bir nedeni de, Sait Faik'in tanımıyla “yarı meçhul”lüğünden gelmekte. olmasına karşın Osman Cemal, “matbuat alemi” için yarı meçhul birisidir. Matbuat ve edebiyat âleminin dışında bir hayat sürmek zorunda kalmıştır. Döneminin ünlü yazarları, gündüzleri Cağaloğlu'nda, akşamları Beyoğlu'nda bir araya gelirken, o gündüzleri bambaşka işler yapmıştır: İnekçilik, sütçülük, tuluatçılık, öğretmenlik gibi, her biri ayrı bir yaşam biçimi gerektiren mesleklerle uğraşmış, hatta bir dönem bu işlerin hepsini birlikte yürütmüştür. Geceleri de kafayı Fener'deki Rum meyhanelerinde, Vidos köyündeki çingene çadırlarında çekmiştir. Matbuat ve edebiyat âleminin gözü önünde yaşamayan yazarın bu “dışarıda” duruşu, bu âlemi daha farklı görmesini sağlamıştır. Gazete ve dergilerinde kalmış yazılarında bu entelektüel ve siyasi âlemle uğraşmış, ama roman ve öykülerinde başka bir âlemi anlatmıştır. Osman Cemal, bambaşka bir âlemin insanıdır ve o âlemi yazmıştır. Çingeneler, Sur dışındaki hayat gibi o yıllarda edebiyata konu olmayan yaşam biçimlerini kaleme almış, döneminin giderek yok olmakta olan sözlü kültürünün öğelerini, semai kahvelerini, tuluatçıları, meddahları, İstanbul argosunu tanımış ve yazılı kültüre geçirmiştir. Bu yanıyla, tam bir “dışarıdan” bakış kazanmıştır. Eserlerindeki sivri cümleleri yazarkenki cesaretini de bu dışarlıklığından almıştır. Onun dışarlıklığı, bir anlamdaki “lanetliliği” gençliğinde başlamış bir şeydir. 1912'de, 22 yaşındayken İttihat ve Terakki aleyhine Tepebaşı Tiyatrosunda yapılan bir gösteriye katıldığı için 1913'te, Sinop'a sürgüne gönderilir. Osman Cemal, bir arkadaşına gönderdiği fotoğrafın arkasına, “siyaset mezarlığına destursuz abdest bozduğu” için sürgüne gönderildiği yazmıştır. Bu alaylı ve alaycı yazar, yalnız siyaset mezarlığına değil, matbuat ve edebiyat âlemine de destursuz abdest bozmuştur. Cumhuriyet'in İttihat ve Terakki ideolojisinden pek de uzak olmadığını o zaman vurgulama cesaretini göstermiştir. Cumhuriyet aydınının resmi ideolojiden kopamadığı dikkate alındığında hem İttihat ve Terakki'ye karşı çıkmış, hem Cumhuriyet'in gösterdiği “muasır medeni” yaşam biçimi yerine, eski İstanbul'un kenar mahal-


Sayfa 79 lelerini, alt tabakalarını, Çingeneler gibi modernizmin görüldüğü yerde yok etmekten çekinmediği bir kesimi anlatmış yazarın “lanetliliği” daha iyi anlaşılabilir. Eserleri: Roman; Çingeneler (1939), Aygır Fatma (1944), Bekri Mustafa (1944); Öykü; Eşkıya Güzeli (1925), Sandalım Geliyor Varda (1938), Altın Babası (1923), Bir Kış Gecesi (1923), Çingene Kavgası (1925), Goncanın İntiharı (1925), Oyun; Mezarlık Kızı (1927), Üfürükçü (1925), İstanbul Revüsü (1925), ARAŞTIRMA-FOLKLOR: İstanbul’un Semai Kahveleri Meydan Şairleri (1937),Argo Lügati...

“Osman Cemal’in Çingâneler’i muhakkak bir şaheserdir. Osman Cemal şimdiden sonra bir tek yazı yazmasa, Türk edebiyatına kazandırdığı bu şaheserle gene mahzun ve gene yarı meçhul aramızda dolaşsa, bu, hiçbir zaman değeri birdenbire, bir çığlık halinde meydana çıkarmayı unutmayan edebiyat denilen şey ona bu şaheserinin layık olduğu mevkii vermekte gecikmeyecektir. Okudukça şaşırıyorum. Sayfaları çevirdikçe içim hüzün, sevinç ile dolu karmakarışık bir âleme giriyor. Gâvur Etem kitaptan fırlıyor, karşımda Apokor Çorbacı’nın kim olduğunu izah ediyor. Akman Baba’yı arabasını sürerken, yaz yağmurlarını, çadırı, böğürtlen dolu sepeti, ayaklarını köpekler dalamış tirşe gözlü Gülüzar’ı, Büyükdere köylerine giden musiki ve avantür delisi delikanlıyı, yılanları, Nazlı’yı görüyorum, duyuyorum. Bir reel âlemini bu kadar masala ve destana yakın şekilde bir de Alain Fournier’de okudum. Osman Cemil’in bu kitabı için biraz röportaj kokuyor demişlerdi. Kokladım. Mis gibi bir şaheser, bir hakiki roman davantaj avantür romanı kokuyor. Fazla olarak bir de hakiki bir örf ve âdet romanı. Bu iki janrı birleştirerek bize Türk edebiyatının en güzel eserini veren Osman Cemal’e, beni okuyanlar birer tane o kitaptan edinerek hayran olsunlar. Ben o kadar yakın bir istikbalde Osman Cemal’in bu kitabının yüzüncü tab’ı yapılacağına ve Türk edebiyatının ilk avantür roman tarzının bir şaheser numunesi olduğu anlaşılacağına yüzde yüz eminim.” (Vakit gazetesi, 23 Haziran 1939/ Sait Faik Abasıyanık)


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

EDEBİYATIMIZIN ÇOK YÖNLÜ EMEKÇİSİ: NECATİ CUMALI 10 Ocak 2001’de yitirdiğimiz Necati Cumalı, edebiyatın birçok dalında ustalıkla önemli yapıtlar vermiş üretken bir yazardı. Onun en belirleyici özellikleri, dili çok sade ama çok etkileyici kullanabilmesi, hayatı ve gerçek insanları eserlerinin içine oldukları gibi yansıtabilmesiydi. Necati Cumalı, Garip şairleriyle aynı yıllarda şiire başlamasına ve Garipçilerle yakın dost olmasına karşın, şiirde onlardan farklı bir yönde ilerledi. Şiirlerinde duruluk ve hayata içten ve sıcak bakış öne çıktı. Sürekli umudu besleyen insanlık çizgisi ekseninde, Garip ve 1940 kuşağı etkilerini yalın ve aydınlık bir duyarlık potasında eriterek kendine özgü lirik şiirler yazdı. Şiirlerindeki konular bireyin güncel kaygıları, sevileri, sevinç ve özlemleri, ayrılık ve acıları, barış, doğa sevgisi ile birlikte çağın sorunları oldu. Necati Cumalı, gerek tek insanın(yalnızlık) gerek ikili ilişkilerin (aşk, dostluk), gerek toplum içindeki insanın çeşitli durum ve konumunu şiirde başarıyla işlemiş, konularında renkli, dilini canlı, işlek tutabilmiştir. Üretken bir yazar olan Cumalı’nın öykü ve romanlarında Roman ve öykülerinde çoğunlukla Ege Bölgesi'ndeki kasaba ve kırsal kesim insanlarının sorunlarını, çıplak gerçekliği öne çıkarmadan işledi. Yoksul, köylü insanları idealize ederek öne çıkardı. Sonraları kadın-erkek ilişkilerini işlediği öyküleri yazmaya başladı. Bunların dışında çocukluk yıllarında Rumeli göçmeni büyüklerinden duyduklarına ve araştırmalarına dayanarak Makedonya kökenlerine dönüp epik bir romancılık anlayışıyla “Makedonya 1900” ve “Viran Dağlar” romanlarını yazdı. arayışına yaklaştığı, kendini aralarından biri olarak gördüğü oranda ulusallaşır” diyen Necati Cumalı, diğer eserlerinde olduğu gibi oyunlarını yazarken de bu anlayışa bağlı kaldı. Konularını yerli kaynaklardan alarak tamamen yerli unsurları kullandı.. Tiyatromuzda yabancı oyunların egemenliği karşısında durarak tiyatromuzun gelişimine emek verdi.

Cumalı’nınşiir üzerine görüşleri: “Geçmişten günümüze ulaşmış hangi şiiri alırsanız alın o şiiri kalıcı kılan, tazeliğini yitirmeden ayakta tutan öğelerin başında yalınlığı göreceksiniz. “ “Her şiir, hem şairin olanaklarının bir parçasıdır hem de o tüm olanaklardan kopmuş, kendi bilimsel kuruluşu içinde bağımsız bir bütündür. Bu bütün de bir olanaktır.”


Sayfa

81


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

ONAT KUTLAR’IN KÜLTÜRÜMÜZE VE SANATIMIZA KATKILARI UNUTULMAYACAK!... ini temelden eleştiren bu sanat ve düşün adamını ölümünün 16. yılında bir kez daha saygı ve sevgiyle selamlıyoruz. Bir yaşam boyu, yılmadan, yabancılaşmadan edebiyatın hemen her alanında birbirinden nitelikli ürünler verdi Onat Kutlar. Şiir, öykü, sinema, deneme alanlarında günümüzde önemi giderek artan yapıtlar üretti. Her yapıtında, savunduğu insanlığın yok edilemeyen kültür birikimine dayandı. Kendi kültürüne, dünya uygarlığına katkı yapmış aydın, sanatçı, bilim adamlarına sırtını dönüp yaygınlık, çok satmak ve izlenmek üzerinden oluşturulmaya çalışılan yeni değerler sistemini temelden eleştirdi. Anadolu insanına bakışı o imbikten süzülen ince duyarlılıklarının ve algılarının ürünüdür. Popüler ve yaygın olana itirazı, tekelleşmeyi reddetme, emperyalizmin kültürsüzleştirme ve tek tipleştirme operasyonuna bir karşı çıkış niteliğindedir. Bu değerli kültür adamı, bütün ömrünü sahteliklere, ikiyüzlülüklere, halkı kültürsüzleştirici, ortalama beğeniye hapseden tekelli medyaya karşı çıkmaya adamıştı. Ne yazık tekelli düzenin ve yarattığı insanın en tiksindirici ürünlerinden terör bu yetişmesi güç aydını çok zamansız şekilde bizden alır. Son yazılarından birinde «Herkesin kaybettiği tek oyundur “biz ölümlü insanlarız. yaşamayı ve baharı bu yüzden severiz. doğan herşeye inanırız. çocuklara, güneşe, bize düşler sunan ay ışığına. sevdiğimiz kadınların boynunu okşamak isteriz ve çocuklarımızın. günü kızarmış bir ekmek gibi tazeyken bölüşürüz ve akşamın kızıl tüyleriyle gelip sabahın yumurtaları üstüne oturmasını severiz. Karız şarabı acılarla da mayalanmış olsa, sarhoş eder bizi. ve çocuklarımıza ekilmiş toprak kadar gerçek bir gelecek bırakmak isteriz. O sonsuz düşü... " diyen ve doğu-batı ikilemini imbikten süzülen bir tat olarak önümüze koyan şair yazardır Onat Kutlar.. Demir Özlü onu şu sözlerle anlatır. “Aşılmaz hikâyeler, çok güzel denemeler, görkemli şiirler yazdı. Türk yazınında bıraktığı iz kalıcıdır. Türk modernizminin ve büyülü gerçekçi yazının kurucularındandır. Bugün ortada dolaşanlara bakıyorum da, kimsenin kendi yüzeyselliği kendisini ilgilendirmiyor. Kendi alanında derinleşme ve hakiki olma (sahihlik) dönemi değil de yaldız dönemidir bu.” Ali Özgentürk’de şöyle anlatır: “Onat inançlı, çok iyi bir kültür adamıydı, Feridüddin-i Attar’dan Sartre’a kadar, anladıklarını memlekete anlatırdı. Onat, çok iyi bir sinemacıydı, Parajanov’dan Godard’a dünya sinemasını memlekete tanıttı. Hepimiz onun ‘Sinematek’inden çıktık. Onat çok iyi bir sosyalistti, Aydınlar Dilekçesi’nden işçi eylemlerine kadar memleket mücadelesinde yer aldı. Onat çok iyi bir aydındı, kendini yakarak yaşayan aydınlar soyundandı. Ölümü de öyle oldu, “memleket” onu öldürdü.”


Sayfa 83

MART İÇİN HOYRAT Sabah erken kalktım dereler buz Tanrı bilir ne zaman döner avcılar Kör Süleyman gece gündüz sayıklar Çadırı yıkılsın da bozulsun bağı Kan izlerini sildi götürdü acı kırağı Dolandım durdum uzun yollarda yalnız Severim gözünü şu halime bak Yaramı saran gümüş telli kavak

Uyudum uyandım bir uzun gece Ay karanlık devir puşt hava dumanlı Sırtımda bir hançer söğüt yaprağı Düşte gördüm dökülmüş odamın beyaz Kireci bahar gelmeden geçip gitmiş yaz Kimse sormaz aç mıyım susuz mu halim nice

Döner durur göğün dibinde bir yabana Kartal mı desem peşinde bir alıcı kuş Hakkari Oramar yaylası Van gölü Muş Genç ömrüm bir kürt kilimiydi geçti gitti İnsan yüreği pas tutar derdi babam rahmetli Gözünü severim sen söyle kiraz Başında bir solgun poşu ayağında çarpana Ağacından doğan gümüş telli saz Gözünü severim bir haber salsana Yüreğimden uçan gümüş telli turna

Kar üstüne açmış yaz delisiydi Erken öttü gönlümün çapar horozu Korkarım silerler defterden bizi Götürür ayrılığa bir tahtadan at Tarih dokuz yüz seksen gün yirmi üç mart Biri hasret gömleğini bir daha giydi

ONAT KUTLAR


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

ÇAĞDAŞ ŞİİRİMİZİN YAPI USTALARINDAN CEMAL SÜREYA ŞİİRLERİYLE ARAMIZDA... İkinci yeni şiirinin en önemli adlarından olan Cemal Süreya’yı 9 Ocak 1990’da yitirmiştik. Kendine özgü söyleyiş biçimi ve şaşırtıcı buluşlarıyla, zengin birikimi ile duyarlı, çarpıcı, yoğun, diri imgeleriyle şiirimize yeni soluk aldıran bir şairdi Cemal Süreya. Geleneğe karşı olmasına rağmen geleneği şiirinde en güzel kullandı. Şiiri bütün fazlalıklardan kurtararak, aklın özgürlüğünden ne güzellikler doğabileceğini göstermeyi amaçladı. Bu özellikleriyle bireysel bir “kaçış” şairi olarak görülse de, şiir duyarlığımıza kattığı tatlarla ve şiir dışındaki toplumsal duruşuyla bizim için önem taşımaktadır. Cemal Süreya’yı iyi tanınmak için yaşamına göz atmak gerekir. Cemal Süreya, sürgünün acı tadını çocukluğunda tatmıştır. Bir gece yarısı ailesiyle birlikte Bilecik tren istasyonuna indirilmişti. Nereye gideceklerini bilmeden vagonlara yüklenmişlerdi. Çaresizdiler. Bilecikliler onlara sahip çıktılar. Yemekler getirdiler. 20 yıl Bilecik dışına çıkmaları yasaktı. Annesini bu ilk sürgün günlerinde yitirdi. Okumak istiyordu. Babası da kız kardeşlerini alarak İstanbul’a çalışmaya geldi. “Sürgün” kararı peşlerindeydi. Evleri polis tarafından basıldı. Dönemin işkenceleriyle ünlü İstanbul’un Sansaryan Hanı’nda gözaltına alınıp ailecek yeniden “paket halinde” Bilecik’e geri gönderildiler. Cemal Süreya, henüz 11 yaşındaydı. Kendi anadili serüvenine iki defa soyunur Süreya. İlkinde 12 Eylül gelir, ikincisinde ölüm. İnsanın anadilini bilememesine acı sayıklamalarıyla anadili acısını içinde taşıyarak ölür. Gerçek yaşamında Kürtlüğünü ön plana alacaktır. Bazil Nikitin'in “Kürtler” adlı kitabını Türkçe’ye çevirir. Her yerde Kürt ve sürgün olduğunu anımsatacak, oğlunun nüfus kaydında adı ''Memo'' olarak yazılan tek Kürt olmasıyla övünecektir. Şöyle anlatır sürgün olmanın acısını, şiirindeki yerini: “Gülümsemeyle hüzün yan yana gider benim şiirimde. Özgürlük ve kendine güven durumu beni hep lirizme, sıkıntı ve bunalım ise hep humor’a atmış.” Ölümü de humour’la tiye almıştı şair: “Ölüyorum tanrım/Bu da oldu işte/Her ölüm erken ölümdür/Biliyorum tanrım/Ama, ayrıca, aldığın şu hayat/Fena değildir./Üstü kalsın...” Haydar Ergülen O’nu şöyle anlatıyor: “Şiirleri kadar şairinin de, derin alınganlıklarda değilse de,mevsimlik küsmelerde, ama bilhassa ince sitemlerde gezdiği bilinir. Çok sevdiği kızkardeşine sitem eden bir abi gibi.Şiirini de onun kızkardeşi gibi düşünürüm nedense. Belki asıl sürgünler çocuklardır diye, abiler, ablalar, kardeşler, kızlar, oğlanlar. Eskiden trendi sürgünlerin, göçmenlerin, mültecilerin evi, şimdi deniz. “



Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

SOSYALİST GERÇEKÇİ ROMANIN ÖNCÜSÜ REŞAT ENİS AYGEN EMEĞİN SAFLARINDA YAŞAYACAK HEP! Sosyalist gerçekçi edebiyatın romandaki ilk öncülerindendir Reşat Enis. 1940 kuşağının romanda öne çıkan adıdır. Unutulmaz sosyalist gerçekçi romanlar yazmış ve 1980'lerin başından günümüze kadar birçok önemli eserlerinin yeni baskılarının mevcut olmadığı, adeta suskunluk komplosuna maruz kalan, unutturulmaya çalışılan, görmezden gelinen, mütevaziliği, çalışkanlığı, aydın sorumluluğu ve cesaretiyle birbirinden değerli toplumcu eserlere imza atmış büyük bir yazarımızdır. Ünlü şairimiz Nazım Hikmet tarafından “Türk edebiyatının temel taşı" olarak takdir edilen Afrodit Buhurdanında Bir Kadın (1939) genel ahlaka aykırı olduğu iddiasıyla basıldıktan kısa bir süre sonra toplatılmıştır. Bu eserinde yazar, çalışan ve yoksul bir kadının yaşadığı çifte sömürüyü çarpıcı bir şekilde tasvir etmiştir. En önemli eserlerinden biri sayılan ve yayınlanır yayınlanmaz toprak ağalarının yoğun baskısı nedeniyle toplatılan Toprak Kokusu (1944) adlı başyapıtı, daha sonra ancak 1969'da o da bazı bölümleri sansürlenerek “Kara Toprak” adıyla tekrar yayınlanabilecektir. Reşat Enis'in romanlarında her zaman ekonomik olarak görünmeyen çelişkiler, fiziksel güçler arasındaki uyumsuzluklar ağır basar. Kadının sömürülmesi sorununu da ilk ele alan romancıdır Reşat Enis. 1996 yılında Mavi Dergisi'nde yayınlanan söyleşisinde Yazarın oğlu Gökçe Enis şu değerli bilgileri verir: “Babamın vefatından sonra Milliyet Sanat’ta Yaşar Kemal’in övgülerle dolu güzel bir yazısı çıkmıştı. Fakat bir sürü övgünün içinde bir de eleştirisi vardı Yaşar Kemal’in: Reşat Enis’i gazetenin önünden her geçişimizde camın önünde oturur görürdük. Sonra da kitap (Toprak Kokusu) çıkınca şaşırmışlar. Bu nasıl oturduğu yerden Çukurova romanı yazar ki, bize sorsaydı biz onu bazı yerlere götürür, birtakım insanlarla tanıştırırdık. Oysa o oturduğu yerden yazmamış ki. Onun çalıştığı gazete, ağanın gazetesi ve oraya işçiler, topraksız köylüler, yoksul, çaresiz insanlar geliyor. Babam bir gazeteci gibi onlarla konuşup malzeme topluyor. Gezmesine gerek kalmıyor, yazacağı her şey bir bakıma ayağına geliyor. Gerçektende romanlarına bakarsanız, insanın oturduğu yerden yazacağı şeyler değil. Tarzı da öyleydi zaten. Balıkçıları anlatmak için (Ekmek Kavgamız) teknelerle Karadeniz’e açılmıştır. O insanlarla fırtınada, yağmurda ölümle burun buruna yaşamıştır. Keza Sendikacıları anlattığı “Sarı İt”te gene öyle. Sendikacıların içine girip çıkmış, yani insanların içine girip, malzemeyi bizzat onların içinden toplamış.” [ Unutturamadıkları Romancı Reşat


Sayfa 87 Enis (Dosya) - Hazırlayan:Aydan Gündüz, Mavi Dergisi s.7, İstanbul (Kasım 1996).] 1947'de yayınlanan Ekmek Kavgamız adlı eserinde balıkçıların hayatını yansıtmıştır. 1949'da Ağlama Duvarı ile yazar 2.Dünya Savaşı İstanbul'unda birçok çevreyi, olayı ve kişiyi okuyucuya aktarır. 1951'de yayınlanan Yolgeçen Hanı ise okurun Anadolu'yu karış karış dolaşan gezici tiyatrolar vasıtasıyla, politikacılar ve ağalar tarafından sömürülen, aşağılanan köylülerle yüzleşmesini sağlar. 1957'de yayınlanan Despot adlı bir diğer şaheserinde ise Kurtuluş Savaşı döneminde kendi çıkarlarını korumak için düşmanla bile işbirliği yapan Davut Ağa'nın öyküsü anlatılır. Roman yayınlanmadan önce Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilirken, roman aleyhine açılan dava beraatla sonuçlanmasına rağmen Cumhuriyet gazetesi işine son verir. 1968'de Anadolu Ajansı'nın İstanbul Bürosu yazı işleri sekreterliğinden emekli oldu. Aynı yıl yayınlanan Sarı İt ise Türk Edebiyatında işçi-sendika ilişkilerini ele alan ilk romandır. Sarı sendikacılık olarak tarif edilen ve işçi sınıfına düşman bir anlayış bu romanın eleştiri konusunu meydana getirir. Bu önemli sosyalist gerçekçi yazarımız 1968’den sonra herhangi bir üretimde bulunmaz, yazmaktan vazgeçer. Bu susuşu, “ona yönelik baskılara nedeniyle küstü” olarak algılanır. Son romanı olan 1981'de tamamladığı ve vasiyetinde yayınlanmasını arzuladığı Kırmızı Karanfil ise ancak ölümünden 25 yıl sonra Yordam Kitap'ın desteğiyle gün ışığına çıkabilecektir. Tıpkı Emile Zola, Maksim Gorki ve Orhan Kemal gibi Reşat Enis de keskin gözlem gücüyle kenar mahallelerdeki yoksul ve dışlanmış insanları, onların gündelik ayakta kalma mücadelelerini eserlerinde işlemiştir. Romanlarında fabrikalarda ve madenlerde yaşanan vahşi ve gaddar sömürü bütün açıklığıyla dile getirilir. Eserleri, yaşadığı döneme çarpıcı bir tanıklık olarak her zaman güncelliğini, anlam ve önemini muhafaza edecektir. Eserlerinde İstanbul’un kenar mahalleleri, gecekonduları, Beyoğlu ve Galata’nın fuhuş ve sefahat âlemleri realist bir biçimde anlatılır. İyi bir gözlemcidir. Olaylar arasında bağların gevşekliği, kahramanlarını iyi işleyemeyişi tasvire fazla yer vermesi gibi kusurlarından dolayı ikinci sınıf bir sanatkâr olmuştur. Son romanlarında Anadolu insanının problemleri le işçi meselelerini işlemiştir. Halkın üzerindeki dinin uyuşturucu gerçekliğini en zor zamanlarda açıkça dile getirir. Bugünün de en önemli gerçekliğinin saptamasını yapar:

"Kahramanlıklara, cü'retlere sevkeden din, insanların damarlarına enjekte edilmiş, coşturan, taşıran bir kimyevi formüldür öyleyse... Uğrunda canlarını fedaya kışkırttığı insanlara cennet vaat ettiğine göre, işin içine menfaat de karışıyor! Sürünürcesine yaşadığı bir dünyaya karşı huriler gılmanlarla türlü yiyecek ve içecekle dolu bir başka âlem!”


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

HRANT DİNK’TEN BİZE KALAN ‘KARDEŞLİK İDEALİ’NE BUGÜN DAHA ÇOK BAĞLIYIZ!... Acısı taptaze içimizde kanamakta… Gülüşlerinde faşizme karşı umut saçan bir bahar kan içinde hâlâ. “Su Çatlağını buldu” diyen sesi kulaklarımızda çınlıyor. Ve onun sesinde yiten bir düş şahlanıyor. Grileşen renklerimiz buluyor yeniden nüanslarını. Acısı kor gibi dururken içimizde çok sözü de gereksiz buluyoruz. Şimdi dostları şu seslenişle çağırıyor Hrant’ı anmaya, diğer dostlarını. Gelin birlikte bu sese kulak verelim. “19 Ocak'ta, Saat Üçte, Aynı Yerde... “ Hrant Dink aramızdan ayrılalı tam beş yıl oldu. O’nun devlet görevlilerince ya da onların gözetimi altında katledildiği oraya çıktı. Deliller karartıldı. Yakalananbu kanlı cinayetin ortağı sustular. Kimileri ise terfi ettirildi. Şurası gerçek ki, bizler bu ülkenin yurttaşları olarak, güvercin tedirginliğinde, gerçek failleri bulunmamış suikastlarla bir arada yaşamaya alışmak istemiyoruz. Bu akıl almaz cinayetten nefret üretmeyen onurlu kalabalıklar olarak, bebeklerden katil yaratan karanlığa ışık düşürmek için, ülkemizin aydınlık geleceğine sahip çıkmak için, adalet için, barış için, kardeşlik için, Hrant Dink davasının mağdurları ve takipçileri olarak her 19 Ocak‘ta onun halkların kardeşliğini anlatan sesini çınlatmaya devam edeceğiz. “Sivas’ın bir kazasından yaşlı bir bey telefonla aradı. Dedi ki 'Oğul aradık seni bulduk, burada bir yaşlı kadın var, herhalde sizden. Kadın Allah’ın rahmetine kavuştu. Yakınını falan bulursan gönder, gelip alsınlar ya da biz burada namazımızı kılıp gömelim. 'Peki amca ararım' dedim. Verdi adını soyadını; Beatris Hanım diye biriydi, 70 yaşında. Fransa’dan oraya tatile gitmiş. Aradım, 10 dakika içinde buldum yakınlarını, sonuçta biz birbirimizi biliriz, çok azız çünkü. Gittim dükkanlarına sordum 'Böyle birini tanır mısınız? ' Dükkandaki orta yaşlı kadın döndü, 'O benim anam' dedi. Sordum 'Annen nerede? ' Fransa’da yaşadığını senede 3-4 kere Türkiye’ye geldiğini ama İstanbul’a ya uğradığını ya uğramadığını, doğrudan terkettiği köyüne gittiğini anlattı. Anlattım kızına durumu. O da kalktı gitti. Ertesi gün telefon açtı. Bulmuş ve tespit etmişti anası olduğunu, ama ağladı birden. Ağlamamasını istedim, naaşı getirip getirmeyeceğini sordum. 'Abi' dedi 'Ben getirecem ama burada bir amca var bişeyler diyor' dedi ve telefonu ağlayarak amcaya verdi. Kızdım amcaya 'Neden ağlatıyosun kızı' dedim. 'Oğlum' dedi 'Bir şey demedim... Kızım anandır, malındır ama bana sorarsan bırak kalsın, burada gömülsün... Su çatlağını buldu' dedim. Ben işte o anda döküldüm. Anadolu insanının ürettiği bu deyişten, bu algılamadan döküldüm. Evet, su çatlağını bulmuştu. 'Evet biz Ermenilerin bu topraklarda gözü var çünkü kökümüz burada ama merak etmeyin bu toprakları alıp gitmek için değil bu toprakların gelip dibine girmek için…'


Sayfa 89

ŞİİRİMİZİN İNCE KUYUMCUSU: ÖZDEMİR ASAF… Çağdaş edebiyatımızın kendine özgü şairlerinden Özdemir Asaf’ı yitireli 32 yıl oldu. 28 ocak 1981’de sonsuzluğa uğurladığımız şairin gerçek adı Halit Özdemir Arun’dur. Şiirleri genel olarak dörtlük ve ikiliklerden oluşur. Yoğun ve kısa bir söyleyiş özelliği vardır. Düşünce ile duygu yoğunluğuyla beraber, taşlama ve alay şiirine egemen olan etmenlerdir. En çok kullandığı ayrılık, sevgi ve ölüm temaları son dönemde şiirlerinde yerini kaçış ve umutsuzluğun tedirginliğine dönüşmüştür. Onun inandığı şiirde bir anlam ve görüşün yansatılmasının gerekliliğidir. Geleneksel Türk şiiri ve batı şiirinin harmanlamasıyla son derece zengin bir sanat değeri oluşturmuştur. Şükran Kurdakul, onun şiire üzerine yaptığı değerlendirmede şunları söyler: " Özdemir Asaf şiiri, temelde doğaya, insanlara, yakın çevre oldubittilerine açılarak yeni yorumlarla donanır. Yer yer keyifli, bıyık altından gülen bir şair vardır. Ama “insanın ömrüyle devam edecek bir oyun”da acılarını hafife almaktan yorgun düştüğünü sezersiniz. Dikkat edilirse, kendisini ve dış dünyayı yorumlamaya çalışırken bizim uzağında olduğumuz bişeyleri göz ucuyla izlediği görülür bu şairin.” İnsana aykırı pisliklerin biriktirdiği tepkiler, Özdemir Asaf şiirinde çoğunlukla ince yergi öğeleriyle çıkar karşımıza. Yer yer acıya ve öfkeye dönüşür:

BİLDİRİ Bizler savaş ölüleriyiz, Bundan böyle karşı karşıya değiliz; Bildiririz.

ÖZDEMİR ASAF


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

ROMANDA SOSYALİST GERÇEKÇİLİĞİN ÖNCÜ ADLARINDAN KEMAL BİLBAŞAR ESERLERİYLE YAŞIYOR! 21 Ocak 1983’de yitirdiğimiz Kemal Bilbaşar, Anadolu’nun feodal yapısını ele alan ve sinemayav da uyarlanan romanları “Cemo” ve “Memo” ile ünlendi ama o, daha 1943 yılında "Denizin Çağrısı" adlı ilk romanıyla Türk yazınında yabancılaşma olgusunun ilk örneğini verdi. Çeşitli yörelerinde öğretmenlik yaptığı Anadolu’yu iyi tanıyan Bilbaşar, öyküleriyle de öne çıktı. II. Dünya Savaşı sonrası Doğu Anadolu köylüsünün geri kalmışlığını da dile getiren yazarın eserlerini Doğan Hızlan, "Kasaba olgusu değerlendirilmesinde edebiyat ve toplumbilim açısından paha biçilmez belgeler taşır." şeklinde yorumladı. Kemal Bilbaşar, sanat anlayışını şöyle belirtiyor: "Yapıtlarımı genellikle küçük kasaba ve köylerde yaşayan, çok çalışan, az mutlu olan insanların hayatını yansıtmak, onların belli bir bilince varmaları amacıyla kaleme aldım. Fikirde toplumcu, sanatta gerçekçi, görüşe bağlı kaldım. Memleketimiz insanlarının dertlerini, toplum gerçeklerini ancak bu edebiyat tekniğiyle gün ışığına çıkarmak, onlara çözüm yolunu göstermek mümkün olacağına inandım. Yapıtlarımda halk masal ve öykü deyişlerine de yer veriyordum. Bununla yapıtlarımı halkıma daha rahat okutacağım, sanatımda geleneksel bağlantıyı sağlıyacağım kanısındaydım.” Bir başka röportajında da kendini şöyle ifade eder: “Fikirde toplumcu, sanatta gerçekçi görüşe bağlı idim. Memleketimiz insanlarının dertlerini, toplum gerçeklerini ancak bu edebiyat tekniğiyle gün ışığına çıkarmak, onlara çözüm yolunu göstermek mümkün olacağına inanıyordum. Eserlerimde meddah taklitlerine, halk masal ve hikaye deyişlerine de yer veriyordum. Bununla eserimi halkıma daha rahat okutacağım, sanatımda geleneksel bağlantıyı sağlayacağım kanısındaydım. Batı mükemmelliğine ulaşabilmek için eski sanat değerlerimizin tümünü inkar etmek, geleneksel bağlardan arınmak gereğini savunanlara katılmıyorum. Bizim halk edebiyatımız zengin bir dil ve sanat hazinesine dayanır, ölü değil, yaşayan bir dil hazinesidir bu. Olanakları geniştir. Halk için yazan bir sanatçı, bu hazineyi görmezlikten gelir, ondan faydalanmazsa, ister istemez halkla arasına mesafe koyar. Bu hazineden faydalandıkça yapıtın milli yanının güçleneceğini ve halklara daha rahat ulaşacağını CEMO ispatlamıştır.” Kemal Bilbaşar, Cemo adlı romanıyla 1967 Türk Dil Kurumu Roman Ödülünü, Yeşil Gölge romanıyla da 1969 May Roman Ödülünü kazanmıştı.


Sayfa 91

SOSYALİST GERÇEKÇİ TİYATROMUZUN ÖNCÜ SESlERİNDEN OKTAY ARAYICI UNUTULMAYACAK… Türk Tiyatrosu'nun sosyalist gerçekçi çizgideki önemli oyun yazarlarından olan Oktay Arayıcı, 12 Şubat 1936’da Rize’de doğar. İlk ve orta öğretimini Rize ve Malatya’da gerçekleştiren Arayıcı, 1956 yılında İstanbul Üniversitesi’ne girer. 1959 yılında ilk senaryosunu yazar. Sansüre takılan “Gel Nişanlanalım” adlı bu senaryonun ardından, ertesi yıl “Dışarda Yağmur Var” adlı ilk oyununu yazar ve sahneler. Arayıcı’nın bundan sonraki tiyatro yaşantısı epeyce hareketli, bol ödüllü ve politik açıdan hareketli geçer. 1964’te İzmit’te Good-Year lastik fabrikasındaki grevi konu aldığı “Kondulu Hayriye” adlı oyunu valilikçe yasaklanır. 1969 yılında yazdığı “Seferi Ramazan Beyin Nafile Dünyası” (Nafile Dünya) adlı oyunu 1971’de AST’ta sahnelenir ve yasaklanır. Bir oyun yazarı olarak artık dikkat çekmeyi başarmış olan Arayıcı, 1974–1976 yılları arasında “Bir Ölümün Toplumsal Anatomisi” adlı, kendisinin önde gelen eserlerinden biri sayılan oyunu yazar. Bu oyunla Türk Dil Kurumu ve Avni Dilligil ödüllerini kazanır. 1977’de yine en bilinen oyunlarından olan “Rumuz Goncagül”ü yazar; Rutkay Aziz’in rejisiyle sahnelenen oyun 1981–1982 tiyatro sezonunda “Yılın Oyunu” ödülünü alır. Bu oyun daha sonra İrfan Tözüm’ün yönetmenliğinde sinemaya da aktarılır. 1978’de TRT için “At Gözlüğü” adlı senaryoyu yazar. Film TRT Muhabirleri Derneği tarafından yılın en başarılı yerli yapımı seçilir. 1978–1979 yılında “Geçit” (Tanilli Dosyası) adlı oyununu yazar. Oyunda Server Tanilli’nin hayatı ekseninde, bir dönem irdelemesi yapılmaktadır. Yazar 1982’de “Babalar” adlı kabare oyununu yazar. Toplumsal sorunlara getirdiği çarpıcı yaklaşımlarla 1970’lerdeki “toplumcu dalga”nın en etkili isimleri arasında yer alan oyun yazarı Oktay Arayıcı, 21 Ocak 1985 tarihinde de hayata gözlerini yumar. Tiyatro eleştirmeni Ayşegül Yüksel'in "1970'lerdeki tiyatromuzun devinimini, rengini, dokusunu belirleyen birkaç oyun yazarından biridir" diye nitelendirdiği Türk tiyatrosunun erken yaşta yitirdiği kayıplarından biridir Oktay Arayıcı. Tiyatromuza sosyalist gerçekçi çizgide seyreden nitelikli eserler kazandıran Arayıcı'nın yapıtlarında üzerinde durup irdelediği sorunların çok daha ağır bir biçiminin yaşamımızı da ele geçirdiğini görüyoruz. Can Gürzap'a göre oyunlarının en dikkat çekici yanı dilindedir: "Oyun kuyumcu titizliğiyle yazılmış. Oktay kılı kırk yaran bir yazardı. Diğer oyunları da öyleydi. Tiyatro yazarlığına bir değişiklik getirebilmiş ender yazarlarımızdan olan Oktay kendi öz üslubumuzdan yani Anadolu'da yüzyıllardır yapılmakta olan köy seyirlik oyunlarından yola çıkmıştır." Oktay Arayıcı, “Nafile Dünya” oyununda şöyle konuşturur kahramanını: “Kime ne düşüyorsa, herkes payını alsın” diyerek… Sıcak bir somunu tutar gibi elinde, Sevmek, sevilmek hakkı, Isınabilmeli, doyabilmeli. Sarılabilmeli insan sevdiğine, Neden yoksun bundan peki ya, onca insan?”


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

BİREYSELDEN TOPLUMSALA UZANAN İZ BIRAKAN ÖYKÜLERİN YAZARI MUZAFFER HACIHASANOĞLU… Kasaba insanının bireysel sorunlarını, aile ve toplum ilişkilerinin sağlıksız yanlarını işleyen öyküleriyle edebiyatımızda sessiz ama kalıcı bir iz bırakan Muzaffer Hacıhasanoğlu, 1943’lerde Büyük Doğu dergisinde Muzaffer Doluca imzasıyla yayınladığı şiirlerle yazın alanında görünmeye başladı. 1947 ve sonrasında daha çok öyküleriyle tanındı. Öykülerinde Anadolu insanının yaşantısını, sokaklardan çıkardığı tipleri ve çevre ilişkilerini başarılı bir biçimde betimledi. 70’li yıllarda, işçilerin kahramanları olduğu öykülere de ağırlık verdi. 19 Ocak 1985’te öldü Muzaffer Hacıhasanoğlu'nun öykülerinde, yazarın gerçeklik anlayışı çerçevesinde inancını ve yaşamın anlamını yakalama çabalarını yansır. Feridun Andaç onun öykülerini Türk öykücülüğü kategorisinde modernleşme yolunda öyküler sınıfına koyar. Selim İleri’de “Enstitülü yazarların dışında olmakla birlikte, kasaba insanını içli bir sesle anlatan Muzaffer Hacıhasanoglu'nu da anmak istiyorum. Hacıhasanoglu kasaba insanlarının acılı, üzünçlü serüvenlerini işliyor. Sessiz, durgun, dönüp baktığımızda aynı tadı veren öyküler bunlar” demektedir onun öyküleri için. Adnan Özyalçıner'e göre de Muzaffer Hacıhasanoğlu, Anadolu kasabalarının yaşantısından gündeme yansıyan olayları gündemin insanların yaşamlarını etkileyen olumsuzlukları çelişkileri anlatır.

“Ellerime baktım. İri, nasırlı, yaba gibi. Bu eller benim ellerim. Elimizle görürüz her işi. Elsiz düşünemiyorum insanı. Orak tutar, masra sarar, tüfeğin tetiğindedir. Dostumuz mu, düşmanımız mı biri gelir karşımızdan, elini sıkarız. Neden? Korkumuzdan belki de. Elleridir bize her şeyi yapacak olan; tokat atabilir, tabancasına sarılabilir. Eller vardır, sert, kuru, kemikli; eller vardır yumuşak, pamuk gibi bembeyaz. Paralar elden ele geçer. Kumaşlar elle yoklanır. Kıllarla kaplı kiminin üstü, damarlar iyice belirgin bazılarında. Zar da tutar, kalem de, telefonda…”


Sayfa 93

SOSYALİZMİN İKİ KARTALINI SAYGIYLA ANIYORUZ: LUXEMBURG VE LİEBKNECHT Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht Komünist Enternasyonal'in katledilmiş ilk komünist militanları olarak, 92. ölüm yıldönümlerinde bütün dünyada anılıyor. Lenin’in “O, bir kartaldı, hâlâ da bir kartaldır.” dediği Rosa Luxemburg ve yoldaşı Karl Liebknecht, 15 Ocak 1919’da Berlin’de daha sonra Alman faşizmin ünlü isimlerini içinden çıkaracak olan Freikorps [Gönüllü Kıta] tarafından tutuklandılar. Eden Hotel’e getirilen iki devrimci, kendilerinden geçene kadar acımasızca dövüldüler. Karl Liebknecht başından vurularak morga kimliği bilinmeyenler arasına yollanırken, Rosa Luxemburg ise Landwehr kanalına atıldı. 25 Ocak 1919’da Friedrichsfelde Mezarlığı’nda toprağa verilen Liebknecht’in yanına Rosa için boş bir tabut gömüldü. Rosa’nın cansız vücudu 31 Mayıs 1919’da Berlin’de su bentlerinin birinde bulundu ve 13 Haziran 1919’da Liebknecht’in yanına gömüldü… Alman sol hareketinin iki önemli ismi olan 1871 Polonya doğumlu Rosa Luxemburg ile 1871 Almanya doğumlu Karl Liebknecht, I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da kurulan Spartaküs Birliği’nin önderleri olarak tarihe geçtiler. 1 Ocak 1916’da kurulan ve adını Rosa Luxemburg’un yayınlanan program broşüründe kullandığı “Spartaküs” isminden alan “Spartaküs Birliği”, 1 Ocak 1919’da toplanan kongrede ismini Almanya Komünist Partisi (KPD) olarak değiştirdi. I. Dünya Savaşı boyunca savaş karşıtlığı ile öne çıkan, Alman işçi sınıfı hareketinin örgütleyicilerinden olan Luxemburg ve Liebknecht savaş boyunca süregelen grevlerin, direnişlerin öncüsü oldular. Alman işçi hareketi tarihine Ocak ayaklanması olarak geçen olaylar, 4 Ocak 1919’da sola yakınlığı ile tanınan polis müdürünün görevden alınmasıyla başladı. Spartaküslerin yenilmesiyle sonuçlanan ayaklanma 15 Ocak’ta iki önderin öldürülmesiyle sonlandı. Geriye, Rosa Luxemburg’un ölümünden bir gün önce, 14 Ocak 1919’da “Die Rote Fahne” (Kızıl Bayrak) gazetesinde yayınlanan “Berlin’de Düzen Hüküm Sürüyor” başlıklı yazısının son satırları kaldı: “Berlin’de düzen hüküm sürüyor! Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin ‘düzeniniz’. Devrim daha yarın olmadan, ‘zincir şakırtıları içinde yeniden doğrulacaktır!’ ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri arasında şunu bildirecektir: Vardım. Varım, Varolacağım!”


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı Karl Liebknecht’in öldürüldüğü gün, geriye “Die Rote Fahne” de yayınlanan son yazısının son satırları kaldı: “Sıkı durun. Kaçmadık. Yenilmedik. Çünkü Spartaküs –ateş ve ruh demektir, yürek ve can demektir, proleter devrimin iradesi ve eylemi demektir. Çünkü Spartaküs zafer özlemini, sınıf-bilinçli proletaryanın mücadele azmini temsil etmektedir… bunlar elde edildiği zaman, biz ister yaşayalım, ister yaşamayalım, programımız yaşayacaktır ve kurtulan halkların dünyasına egemen olacaktır. He rşeye rağmen!” Ölümlerinin 93. yıldönümünde işçi sınıfına olan sarsılmaz inançlarının bizlerce de paylaşıldığı iki büyük önderi saygıyla anıyoruz… Onlar’dan bize kalan sloganı en gür sesimizle haykırıyoruz:

“Ya barbarlık, ya sosyalizm!” MUSTAFA SUPHİ VE YOLDAŞLARININ SOSYALİZM İDEALİ, DEVRİMCİ MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR! Türkiye komünist mücadele tarihinin ilk önemli öncülerinden Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, bundan 91 yıl önce, Karadeniz’de katledildiler. 28 Ocak 1921, Türkiye devrimci hareketinin tarihinde önemli dönemeç noktalarından biridir. Türkiye komünist hareketinin Ekim DevrimiKızılordu pratiği içinde yetişmiş en değerli kadrolarını kaybettiği Karadeniz katliamı, aynı zamanda aslında TKP tarihinde bir gerilemenin başlangıcı olmuştur. 10 Eylül 1920’de Bakü’de Sovyetler Birliği’nden, Anadolu’nun değişik yörelerinden ve İstanbul’dan gelen 74 delegeyle toplanan TKP’nin kuruluş kongresi, her şeyden önce o dönemde Anadolu’da Halk İştirakiyun Fırkası, İstanbul’da Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası ve Sovyetler’deki komünistler olmak üzere üç koldan gelişen komünist hareketi birleştirmek amacını güdüyordu ve bunu da büyük ölçüde başarmıştı. Bütün bu gelişmeleri bir program etrafında gerçekleştiren Kongre’nin en önemli kararlarından biri de Anadolu’da gelişen işgale karşı mücadelenin içine girmek, sıcak mücadelenin orta yerine atılarak önderliğe soyunmaktı. Kongre’de yapılan konuşmalar, alınan kararlar, ortaya konulan tüzük ve program Ekim Devrimi’nin ve 3. Enternasyonal’in devrimci ruhunun damgasını taşıyordu. Örgütlü çalışmanın ağırlık merkezini Anadolu’ya kaydırma kararı alan Kongre, genel başkanlığa Mustafa Suphi’yi, genel sekreterliğe Ethem Nejat’ı ve bunlarla birlikte toplam 7 kişilik bir Merkez Komitesini seçerek tamamlandı..


Sayfa 95 Kongreden yaklaşık 4 ay sonra, 1921’in başında, Ankara ile iletişim kuran Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve kalabalık bir komünist topluluk Türkiye’ye geçmeye karar verdi. Hedef Ankara’ya, Anadolu ayaklanmasının kalbine ulaşmaktı. Bu yüzden tarihçi Cemal Kutay’ın sözleriyle, “Onları Ankara’ya sokmamak Yunan’ı denize dökmek kadar önemliydi!” Bu yüzden törenlerle karşılandıkları Kars’tan sonra provokasyonlar birbirini izledi. Erzurum’da kışkırtılmış halk tarafından şehre sokulmadılar. Batum üzerinden Bakü’ya geri yollanmak üzere Trabzon’a yollandılar. Yol boyu düzmece gösteriler sürdü. Trabzon yakınlarında da kayıkçılar kahyası Yahya kaptanın adamlarının saldırısına uğradılar. Şehre girmelerine izin verilmedi ve bir iskeleden bindirildikleri takayla denize açıldılar. Arkalarından yetişen Yahya kaptanın adamları silahları alınmış olan Mustafa Suphi ve ondört yoldaşını bıçak, kurşun ve süngülerle delik deşik edip denize attılar. 28 Ocak’ı 29 ‘una bağlayan gece Onbeşler, Karadeniz’e gömüldü. O zamanlar, yeni kurulmaya başlayan derin devletin ilk önemli operasyonudur on beşlerin katli. Daha sonra bu olayda aktif rol alan Topal Osman ve onun adamı Yahya Kahya da teker teker öldürüldüler. Bu olay, Batı emperyalizmine karşı mücadele edip devrimi gerçekleştirme ideali uğruna canını veren Mustafa Suphi’nin ve 14 yoldaşının saygınlığını; bu coğrafya halklarının ve proletaryanın sosyalist öncü lideri olmalarını önleyemedi. Mustafa Suphi ve 15’lerin açtığı çığırdan Türkiye devrimcileri ölüm pahasına da olsa devrime yürümeye devam etti ve devam ediyor.

NAZIM HİKMET


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

Devrimci şair Yeğişe Çarents; Mustafa Suphiler 'in Karadeniz 'de öldürülmelerinden üç yıl sonra İstanbul’da şu şiiri kaleme almıştı: IV İşte böyle bugünkü gibi Aynen böyle loş ışıklar içindeymiş Pera , Bir ağaçtan taka üstünde Götürülürken onlar Trabzon 'a ... Tabi zevk -ü safa Ve ziyafet varmış Pera 'da Yedi başlı bir sarı canavar Suphiler 'i boğduğu an orada ... Tıklım tıklım Taksim sineması Kayramoda Sptendit ,Tokatlıyan , Oysa orda boğazlanmış yirmi can; Çalkalanmış kara sularda . Ne de kolay kabarmış gün Efendinin keyfi fokstrotla , Havai müzik ve ninni Beşik gibi sallarken ağır havayı Kendi ruhu o gün , Ah o gün , Ne tatlı düşlere dalmış . Sanırsın kestane saklı bir Elienora Götürmüş O 'nu sinemaya ... İşte böyle bugünkü gibi Aynen böyle Loş ışıklar içindeydi Pera; Götürüldüklerinde onlar Trabzon 'a Ama duyuyor musunuz beyler - Onlar ölmedi ,hayır;

- Yaşıyor Onlar !... Duyuyor musunuz ,efendiler ,paşalar , Haykırıyorum buradan Bitlis 'e: - Daha gelir kızıl rövanşın günü - Daha gelir arkadaş Suphi !... Anlıyor musunuz O 'nu , Ki buradan sürmüştü dün Antant ' ın güçlerini: Bugün yarın , Sabredin , Sizi de sürer efendi ... Sanır mısınız o Antant 'lı İzmir 'den uçuruldu ve Boğazlar 'dan Ki buralarda efendi siz; Fokstrot oynayıp eğlenesiniz ?... Daha çok oynar yumuşak etleriniz . Şimdi fokstrot içinde yüzen , Daha hisseder hürmetimizi ve özel iltifatlarımızı bizim . Nice ki dayanacağız , bu devran sizin !... Gün gelir lakin Kayıkcı Ali , Geçer bu düzeni bozuk İstanbul 'dan; Yağlı gerdanlarınızın üzerine oturup Yeni yaşamı kurmak için ... Biçer o lanetli ürününüzü sizin Kökenden koparıp atar Ki yerine yeşertsin yenisini Ve kan damlayan ülkenin alnından Kazır elinin izini sultanın , Genç Türkiye Komünistleri !...

YEĞİŞE ÇARENTS


Sayfa 97

İŞÇİ SINIFININ BAŞ ÖĞRETMENİ LENİN, ÖĞRETMEYE DEVAM EDİYOR!..

Ekim devriminin 90. yılı üzerine dünyanın her bir yanında yazılı ve sözlü görüşler yayınlanmaktadır. İnsanlık tarihinin en böyük devrimi üzerinde konuşup düşünce bildirmek kadar daha doğal bir bir sebep düşünülemez. S.S.C.B, reel sosyalist sistem olarak dünya yüzünde, yetmiş yıldan fazla var olmuştur. Lenin’in üstün niteliği, salt devrim öncesinde gösterdiği ileri görüşlülüğüyle sınırlı değildir. Aynı zamanda büyük devrim saatinin ayarlanmasında ortaya koyduğu ileri görüşlü politik çözümlemeler ve attığı taktik adımlar sayesinde olduğunun anlaşılmasından sebepledir. Devrim alarmı düğmesine basılmasının iyi seçilmesinde, Lenin’in dehasını kabul etmeyen hiçbir aklı başında kimse yoktur. Lenin’in dehasını yakalayabilmek için, onun marksistçe politik çözümlemelerini ve taktiksel manevra ustalığındaki ince hünerlerini, devrimci amaçlara ulaşmak yolunda iyi kavramak gerekli ve hatta zorunludur. Lenin, devlet yapısında bürokrasinin kaldırılmasına ve üreten güçlerin alttan yukarıya doğru üretimden siyasete ve her alanda devlete egemen olmasının sağlanmasına ilkesel anlamda büyük bir önem vererek çalışmıştır. Lenin’e göre, sosyalist bir düzende işçi temsilcilerinin bir çeşit parlamentosu, işlerin yönetimine ve makinanın işlemesine elbette bakacak, fakat bu makine bürokratik olmayacaktı. Üretenlerin kendi kendilerini yönetmesinin en iyi biçimde hayata geçirilmesine, İşçi, Köylü, Asker sovyetlerinin dünyada ilk sosyalist devlet modeli biçiminde kotarılmasına büyük önem veriyordu. Sosyalist sistemin Marksist ilkeleri doğrultusunda ve proletaryanın demokratik diktatörlüğünün garantisiyle komünizme geçişle tamamlanacağına büyük bir ileri görüşlülükle inanıyor ve savunuyordu. Lenin sosyalist sistemin organizasyonu ve güvenlikte tutularak korunabilmesi için, İşçilerin devlet aygıtının en önemli noktalarına tayin edilmesinde gereklilik görmüş ve buna önem vererek gerçekleşmesi doğrultusunda çaba sarf etmiştir.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 182 Sayı

çalışmaktan dolayı kendisinde yorgunluk belirtisiyle baş gösteren rahatsızlıklar ortaya çıktı. Mayıs ayında vücudunun sağ yanı tutuldu, inme indiği teşhisi kondu. Ekim ayında ayağa kalktı ve yeniden görevlerinin başına geçti. Pravda’ya yazılar yazmayı sürdürüyor ve değişik toplantılara katılıp konuşuyordu. Aralıkta hastalık nöbetleriyle yeniden yoklandı. 1924 yılının Ocak ayının yirmi birinci pazartesi günü, saat altı sıralarında yaman bir kriz tekrar kendisini yokladı, Yeniden yatağa düştü, saat altıyı elli geçe, elli dört yaşında hayata gözlerini kapadı. O bugün de, dünya proletaryasının gönlünde ve sevgisinde yerini almış olarak, yol göstermeye devam ediyor. SERGEY YESENİN: LENİN'den bölümler:

Rusya... Söyle nerden çıktı, nasıl yetişti Seni temelinden sarsan bu asi? Bu ağırbaşlı deha! Ve nasıl fethetti beni O sade duruşuyla Fırtınanın bağrına sürmezdi atını Ata binmesini bile bilmezdi... Ne kelle kesmişliği var Ne de ordu karşısında kaçmışlığı Sevdiği tek şey cinayet konusunda Bıldırcın avıydı o kadar. Tam bize göre bir kahraman! Biz ki bayılırız papazlara Sümüklü çocukların arasından Kışın o değil miydi kızak kayan? Cilveli hanımların hoşuna gitmezdi pek Saçları yoktu çünkü dalga dalga Yayla misali çıplak kafasıyla Yoksulların ortasında görüyorum onu şimdi, Ürkek, sade, yumuşak... Ve çözülmez bir soru gibi yükseliyor gözlerimin önünde. Anlamıyorum zorla değil ya, Hangi kuvvet bu çelimsiz adamda Dünyayı sarsmaya yetti Ve temelinden sartı dünyayı. Gürle fırtına, gürle ve dön Kasırgalar hâlinde büzül Ve yıkayıp arıt bu haklı Mapusanelerle kiliselerin utancından!


DÜNYA EMEK - BARIŞ - DEMOKRASİ ŞİİRLERİ

   

ALMANYA (PAUL ZECH) MACARİSTAN (SANDOR PETÖFİ) PORTO RİKO (LUİS MUNOZ MARİN) YUNANİSTAN (MİLTOS SAHTURİS)


GÜNDÜZ FABRİKA CADDESİ Salt duvar. Otsuz otaksız— Uzanıyor cadde benekli kemeri Boyunca cephelerin. Yok ray sesi. Parlıyor parke ıslak ıssız Sürtünüp geçse biri, gözleri buz gibi İliklerine işler; ateş çakar Dimdik çit duvarlardan sert adımlar, Bir yumak buğu hâlâ kesik soluğu. Değil sıkışmış bir zindan olası Bu yürüyüş gibi buzlu bir düşün Çepçevre duvarların arası. İster erguvan cübbe, ister çile yeleği sırtı — : Abanır hep dev bir ağırlıkla Tanrının kargışı saatsiz vardiya

PAUL ZECH

(Çeviri: Yüksel Pazarkaya)


BİR DÜŞÜNCE BENİ ÜZÜYOR

Bir düşünce bana acı veriyor: Yatakta, yastıkların arasında ölmek. Gizli bir böcek dişinin kemirdiği Bir çiçek gibi yavaş yavaş solmak... Boş bir odada bırakılmış Bir mum gibi sessiz sedasız sönmek... Böyle bir ölüm verme tanrım, Bana böyle bir ölüm verme, Yıldırımın vurup geçtiği, Yahut fırtınanın kökünden söktüğü Bir ağaç olayım. Yeri göğü sarsan gök gürültüsünün Tepeden vadiye yuvarladığı bir kaya olayım... Bir gün bütün esir milletler Boyunduruktan usanarak ortaya atılınca, Kızarmış yüzlerle, al bayraklarla, Bayraklarında ''dünya özgürlüğü'' parolasıyla; Bunu haykırsınlar, Haykırsınlar, doğudan batıya kadar İstibdat onlarla çarpışsın... İşte ben orada öleyim, O savaş alanında. Genç kanım yüreğimden orada aksın, Dudaklarımda sevinç dolu son sözüm çınlarken Onu çelik şakırtıları, Boru sesleri, top gürültüleri yutsun. Soluyan küheylânlar kazanılmış zafere doğru dört nala koşarak Cesedimi çiğneyip geçsinler. İşte beni orada bıraksınlar, çiğneneyim. Dağılmış kemiklerimi orada bir araya toplasınlar... Yarın büyük bir gömme töreni gelince, Orada vakur ve ağır yas müziği ile Ve kara tüllerle sarılı bayraklarla Kahramanları müşterek bir mezara koysunlar; Onlar ki, ey dünya özgürlüğü, senin uğrunda öldüler.

SANDOR PETÖFİ

(Çeviri:Sami N. Özerdim)


PROLETERLER Bir eşek dağa tırmanıyor ağır ağır, heybelerin altında titreyerek (Doruğu gösteriyor İyimser kulakları) Bir duvarcı tuğla koyuyor tuğla üstüner (Mırıltısı tekdüze (bitmek bilmiyor.) Tanrı yıldızlara vermiş kendini. (Derin sessizlik içinde.)

LUİS MUNOZ MARİN (Çeviri: Ülkü Tamer)


GÖZLEMEVİ Güneşin hırsızları bir yeşil sürgün görmemişler yanan bir ağıza dokunmamışlar göğün rengini bilmiyorlar Karanlık odalara kapanmışlar ölüp ölmeyeceklerinden habersiz kara maskeler, koca teleskoplar ceplerinde kırıntılarla kirli yıldızlar ellerinde korkakların taşlarıyla pusuya yatmış bekliyorlar ışık için öbür gezegenlerde gizleniyorlar bırakın ölüp gitsinler bırakın her bahar kendi sevinciyle yargılansın her çiçek kendi rengiyle her el kendi okşayışıyla her öpüş kendi titreyişiyle

MİLTOS SAHTURİS (Çeviri: Cevat Çapan)


DÜNYA ŞAİRLERİNİNKISA KISA ÖZGEÇMİŞLERİ: DÜNYA ŞAİRLERİNİN ÖZGEÇMİŞLERİ:

AGOSTİNHO NETO:Angola'nın ünlü şairi ve Angola Devlet Başkanı (1975-1979) Ülkesinin kurtuluş savaşına önderlik eden (1881-1946):Almanya’da Neto’nun Angola halkının kurtuluş kavgasıyla sıkı sıkıya ilişkilidir. Angola Kurtuluş İçin Halk PAUL ZECH doğdu. Hitler şiiri faşizinin Almanya’ya yerleşmesiyle Arjantin’e Hareketi’nin başkanlığını yaptı. Tıpçeşiti Eğitiminden 1960'da harekete liderlik başladı ve olaylar göçtü. Maden işçiliği de dahil işlerdesonra çalıştı. Kütühanecilik ve etmeye yayınevi editörlüğü yaptı. esnasında Portekizlilerce 30 sivil öldürüldü, yaklaşık 200 kişi yaralandı. Neto; Portekiz koloni makamlarınca aynı 1933’te Hitlerin gelişiyle işten atıldı. Çağının Alman Edebiyatında devrimci içeriklere yönelik bir şair, yıl tutuklanarak Lizbon'da hapse atıldı. Hapisten kaçan Neto; önce Fas'a sonra da Zaire'ye gitti. 1962 yılında oyun yazarı ve öykücü olaraküzere tanındı. Şiirlerinde duyguhalkının yüklü Portekiz işçi edebiyatı oluşturmaya çalıştı. kurtuluş savaşına devam etmek ülkesine döndü. Angola sömürgeciliğine karşı verdiği Kentleşme ve sanayileşme çağın olgularına aldı.Asya Afrika Yazarlar Birliği'nden Lotus kurtuluş savaşı, şair Neto'nungibi önderliğinde başarıya karşı ulaştı.cephe 1969-1970 SANDOR PETÖFİ (1823-1849): Macar lirik şair, ulusal kahramanı Sándor Petofi Köylü kökenli bir Ödülü'nü aldı. (1975-1976) yılında Lenin Barış Ödülü'nü kazandı. Kanser tedavisi sürerken Moskova'da hastanede sonsuzluğa yürüdü. aileden geliyordu; annesi hizmetçi, babası kasaptı. Başarısız aktörlük deneyiminin ardından orduya JORGE REBELO:1940 doğumlu Jorge Rebelo, MOZAMBİKli şair, avukat, gazeteci .dönerek Portekize karşı Mozambikli gönüllü yazıldı, sağlığı bozulunca ordudan ayrılıp yeniden aktörlüğe gezici bir tiyatro gerilla grubu ile direnişin öncülerinden oldu. Şiirlerinde Mozambik özgürlükmücadelesini, bağımsızlık için topluluğuna katıldı. Ülkesindeki toplumsal adaletsizliğe ve Habsburg hanedanı egemenliğine mücadele, direniş çağrıları öne çıkmaktadır. Özgürlük savaşını ve savaşanları över, yoldaşlarını motive eder , başkaldırdı. 15 Mart 1848 ayaklanmasına Peşte gençliğinin olarak katıldı.gizlice "Talpra, magyar!" kavgaya çağırır. Bu şiir, Mozambik özgürlük mücadelesininen şiddetliönderi günlerinde, kendisiyle görüşmeye (Haydi Macar, adlıverilmişti. şiiri Macar Devrimi'nin simgesi Petofi, hemen Macaristan'a giren Çarlık gelen iki İsveçliUyan!) gazeteciye Rebelo, 1975 yılında ülkenin oldu. bağımsızlığını sonra Mozambik'in askerleriyle için yeniden orduya döndü,biri binbaşı enformasyonsavaşmak bakanı ve ülkedeki en güçlü adamlarından oldu. rütbesi ile Segesvár'da savaşırken şehit ELLİS ölüsü AYİTEY KOMEY:(1816-1887) Proletaryanın sesini, türküleri veanlaşıldı. şiirleriyle dünayaya yayan düştü, bulunamadı, başka ölülerle birlikte ortaksosyalizmi çukura gömüldüğü şairdir. Enternasyonal’ın sözünü yazan şairdir. Önceleri işçi olarak çalıştı. 1848’de barikatlardaönemli dövüştü. LUIS MUNOZ MARIN (1898-1980):Portorikolu şair. Porto Riko’nun kurucularından bir1871 devlet Paris Komünü’nde milletvekili seçildi. Komün yıkılınca ABD’ye sığınmak zorunda kaldı. Gıyaben ölüm cezasına adamıdır. 1920’de, özellikle yoksul halkın sorunlarıyla yakından ilgilendi. Hem edebiyatçı hem de çarptırıldı. Sürgünde kaldığı sürece türkülerini yazmaya devam etti. 1880’de aftan yararlanarak Fransa’ya senatör olarak. Sosyal demokrasinin öncülüğünü yapar. İki şiir kitabı vardır. döndü. İlk şiir kitabını o yıl yazdı. 2. kitabı «Devrim Türküleri» ölümünden sonra yayınlandı. Yoksulluk içinde MİLTOS Hukukbiröğrenimi öldü amaSAHTURİS yazdıklarıyla(1919-2005): arkasında ölmeyecek anıt bıraktı.gördü, kendi kuşağındaki şairlerden etkilenerek gerçeküstü şiire yöneldi.Daha gerçeğin peşinde ve dramatik anlatıma ağırlık veren1960 bir şiir DENNIS BRUTUS: (1924-2009) sonra Zimbabweli sporcu, spor lirik yöneticisi, özgürlük savaşçısı, şair. olimpiyatlarına hak ettiği halde siyah tenli olduğu önde için seçilmeyince bu kararda egemen Anti-CAD’a (Siyahîçok dili yarattı. Miltos Sahturis, Yunanistan'ın gelen şairlerinden biriydi olan ve Yunan şiirinde Karşıtı bir İşler Dairesi Başkanlığı organizasyonu) Şiirlerinde direnir bunun sonunda kez hapse atılır. oldu. 18 ay Zorluklarla hapisten önemli dönemin son temsilcilerindendi. özgürlük veilkmacera peşinde çıktıktan sonra da mücadelesini sürdürdü Güney Afrika’da siyahların yazması ve yayınlaması yasakken o illegal dolu bir dönemde yaşadı. yollardan bu yasağı deldi. Asma sonunda tekrar tutuklandı. Nijerya hapiste iken MBARI Şiir Ödülü'nü alan ilk siyah şairDÜNYA oldu. Ancak Brutus, ödülü -ırkçılığı protesto KAYNAK: ŞAİRLERİ SEÇKİSİ MİLLİYET SANATetmek amacıyla geri çevirdi. 14 şiir kitabı olan Brutus, Daha sonra yurt dışına çıktı. Denver Üniversitesi, Northwestern Üniversitesi ve Pittsburgh Üniversitesi ‘nde Afrika edebiyat tarihi üzerine dersler verdi. Buradan emekli oldu. Amerika’da öğretim üyeliğini sürdürdüğü yıllarda da ABD’de Apartheid karşıtı gösterile düzenledi, kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Apartheid bittikten sonra Güney Afrika'ya döndü. 2008 yılında sanat ve kültüre katkıları, ömür boyu gösterdiği özverili mücadelesi nedeniyle Güney Afrika Lifetime Onur Ödülüne layık görüldü. Brutus, tüm zamanların dünyanın en iyi şairleri arasında yer aldı. Korkusuz bir adalet savunucusu, ve büyük bir hümanist ve öğretmen oldu.

EMEĞİN SANATI E-DERGİ Aylık Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi Kaynak: Yansıma Dergisi Sayı 30, 1974, Kurtuluş Hareketleri Ve Direnen Şiir Özel Sayısı OCAK /2017 Yıl: 11 Sayı: 182 EMEĞİN SANATI E-DERGİ

Aylık Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi Yayınlayan: Emeğin Sanatı Kolektifi Yıl: 9her Sayı: © Dergide15.12.2014 yayınlanan eserlerin türlü163 hakkı şair ve yazarlarına, aittir. Yayınlayan: Emeğingörsel Sanatısanatçılarına Kolektifi © Dergide yayınlanan eserlerin alıntı her türlü hakkı Kaynak gösterilmesi koşuluyla yapılabilir. şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir

Yayın,Tasarım, Düzenleme: A. Z. ÇAMUR Görsel Tasarım Düzenleme: ADNAN DURMAZ Ön, Ön İç , Arka İç Kapak: ADNAN DURMAZ Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostları, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler. Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler. Facebook grup adresi: https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Facebook grup adresi: https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati Twitter adresi:E-Kitaplığı: http://twitter.com/emeginsanati Emeğin Sanatı http://issuu.com/emeginsanati E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi



DAHA Çıkın dışarı, çıkın daha Güneş olun başak olun Yağmur olun toprağa Tutun sıkıca aydınlığı Işık olun karanlığa Işık olun, olun daha Dört bir yana dağılın Kök salın filizlenin boy verin Bilinç verin, verin daha Yürüyün yürüyün yürüyün Yürüyün biraz daha

MEHMET ÇAĞLIKASAP


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.