Sosyalist Sanat E-Dergisi Yıl: 12 Sayı: 188 Mart / 2018
EMEK VERENLER / İÇİNDEKİLER ABDULLAH KARABAĞ ADNAN DURMAZ AKMAN GEDİK ASIM GÖNEN B. KORKANKORKMAZ BEKİR KOÇAK ÖN KAPAK 1 ÖN İÇ KAPAK GÖRSEL 2 EMEK VERENLER İÇİNDEKİLER 3 EMEĞİN SANATI’NDAN 188. MERHABA SUNU YAZISI 4 BU SAYININ SAVSÖZÜ 5 Yıkılma! ADNAN DURMAZ ŞİİR 6 Resim FEYYAZ KADRİ GÜL ŞİİR 8 Bedelsiz Suçlar ASIM GÖNEN ŞİİR 9 Bana Burada “Hiç” Diyorlar SERKAN ENGİN ŞİİR 12 Vay Be Solcu Haydar da Öldü ÖYKÜ AKMAN GEDİK 13 İzlek HASİBE AYTEN ŞİİR 15 Bıçak Kemiğe Dayandı BÜLENT AYDINEL ŞİİR 16 Şükran/Evrim/Birbaşka Soğuk/Cemal Süreya HASAN ÇAPİK ŞİİR 18
BÜLENT AYDINEL CEM EREN DEVRİM BORAN ERCAN CENGİZ FEYYAZ KADRİ GÜL HALDUN HAKMAN
HASAN ÇAPİK HASİBE AYTEN HAYDAR DOĞAN HIDIR ULUDAĞ MEHMET GİRGİN
MEHMET RAYMAN MUAMMER ERTURAN MUHAMMET DEMİR MÜSLÜM KABADAYI OĞUZ ERDEN
Tüm Dizeleri Havaya Fırlat Eşitler Komplosu HALDUN HAKMAN MUHAMMET DEMİR ŞİİR ÖYKÜ 34 19 Bir Direniş Sabahında Biz Yaşadıkça MUAMMER ERTURAN HAYDAR DOĞAN ŞİİR ŞİİR 35 20 İnsan ve Marksizm Maske YAVUZ AKÖZEL MEHMET RAYMAN İNCELEME ŞİİR 36 21 Kartopu Ben Yandım Eller Yanmasın TEMEL KURT SEMA LALE ŞİİR ŞİİR 52 22 Güzellikler Sancılı Bir Ömre Kaç Hayat Sığar? ERCAN CENGİZ DEVRİM BORAN ŞİİR ÖYKÜ 53 23 Yürek Közünden Hudut Hamalı Ve Suların ALİ ZİYA ÇAMUR Efendisi ŞİİR ABDULLAH KARABAĞ 54 ŞİİR Öykünün Ölümsüz Dehası: 26 Anton Çehov -ıı Kolber Û Mîrav BEDRİYE KORKANKORKMAZ A. KARABAX BİYOGRAFİ ŞİİR(KÜRTÇE ) 55 27 Sağılım Yorgun Dudaklı Kadınlar VEDAT KOPARAN BEKİR KOÇAK ŞİİR ŞİİR 62 28 Gayrı-Resmi Bir Aşkın Ben Bir Gün Poetikası… CEM EREN DEVRİM BORAN ŞİİR ŞİİR 29 63 Şiir Üzerine Denemeler Yazarın Gerçek(çi)liği ADNAN DURMAZ MÜSLÜM KABADAYI DENEME ELEŞTİRİ 30 64 İşçiler Rüzgâr Öğüdü BEDRİYE MEHMET GİRGİN KORKANKORKMAZ AFORİZMALAR ŞİİR 67 33
SEMA LALE SERKAN ENGİN TEMEL KURT VEDAT KOPARAN YAVUZ AKÖZEL ALİ ZİYA ÇAMUR
Adliye Kabusları OĞUZ ERDEN ŞİİR 68 Mendil HIDIR ULUDAĞ /ŞİİR 69 Dizelerde “Şiir ve Şair” A.Z.ÇAMUR SEÇKİ 71 Yaşam ve Sanatta Bir Ayın İzdüşümü 72 Mart Ayında Önemli Günler 78 DÜNYA EMEK-BARIŞ- DEMOKRASİ ŞİİRLERİ 105 Lazar Uyuyor musun? HENRİ MİCHAUX (FRANSA) ÇEVİRİ ŞİİR 107 Dün ve Bugün MİKLOS RADNOTİ ÇEVİRİ ŞİİR 107 Değer KALİN DONKOV (BULGARİSTAN) ÇEVİRİ ŞİİR 108 Mavi Tulumlu Adam GÜNTER EİCH (ALMANYA) ÇEVİRİ ŞİİR 109 Dünya ŞairleriKısa Biyografi DERGİ KÜNYESİ 110 GÖRSEL/METİN B. BRECHT/ADNAN DURMAZ 111 Dağ Duası MÜŞÜR KAYA CANPOLAT KONUK ŞİİR 112
EMEĞİN SANATI’NDAN 188. MERHABA Uzun bir aradan sonra tekrar merhaba, 187. Ekim/2017 sayımızdan sonra yaşanan uzun sayrılıklar, insanî hâller nedeniyle Emeğin Sanatı E-Dergi’yi ancak şimdi çıkarabilme fırsatı bulabildik. Bu süre içinde sürekli bize “Emeğin Sanatı neden yayınlanmıyor? Ne zaman yeni sayısını çıkaracaksınız?” sorularını gönderen, ürünlerini adresimize göndermeye devam eden tüm Emeğin Sanatı dostlarına teşekkür ederiz. Bu sayıyı yayınlayabilme gücü ve fırsatı bulmuşsak,arayıp soran, ürün gönderen dostlarımızın sayesindedir. Bir dostumuz, bizi harekete geçmeye zorlayan şu iletiyi göndermişti: “Zor bir zamanda yaşıyoruz. Savaş kışkırtıcılığı ve ırkçılık kokuyor bütün yazılı görsel yayınlar. Adaletsizlik adaletin yerini almış durumda. Sorgusuz sualsiz işten çıkartmalar, grev durdurmalar vaka-i adiyeden sayılmakta. Bu şartlar altında sessizlik size yakışmıyor. Kaldırın başınızı kan uykulardan. Emeğin Sanatına ihtiyacımız var. Biz ihtiyaç duyuyorsak, sizler de içinde bulunduğunuz sebep ve engelleri tanımayarak yayına devam etmelisiniz. Kaçmak size yakışmıyor!” Bu sözler karşısında yeniden kolları sıvamaktan başka yol yoktu. Yavuz Aközel, “İnsan ve Marksizm” başlıklı incelemesini gönderdi. Bizi e-postada sürekli “ Emeğin Sanatı yeni sayı ne zaman çıkacak?” diye bizi sıkıştıran genç dostumuz Devrim Boran, bir öyküsünü ve bir şiirini gönderdi. Haydar Doğan, Hasan Çapik ve diğer arkadaşlarımız, çıkamadığımız sürede bize şiir göndermeye devam ettiler. Abdullah Karabağ ağabeyimiz iki dilli Kürtçe-Türkçe şiirlerini göndermeye devam etti. Daha adını sayamayacağımız pek çok dost, ürün göndermeye devam ettiler. Onlara yürek dolusu teşekkür borçluyuz. Her gün olumsuzluklar art arda geliyor. OHAL şartları altında baskı, zulüm, savaş kışkırtıcılığı, milliyetçilik giderek yükselişe geçiyor. Bu durum karşısında demokrat, devrimci, sosyalist kitleler birleşememekten, yumruk olamamaktan uzakta, yalnızlığı ve çaresizliği yaşıyor. Basiretsiz sol hareketler, kitleleri miskinleştiriyor, uyuşturuyor bir anlamda... Güzel şeyler olmuyor mu? Oluyor tabi. Nuriye, Semih, Veli ve arkadaşlarının, dayağa, polis copuna, tekmesine, gazına rağmen usanmadan sürdürdükleri eylemler, açlık grevleri, kitlelerde yeni umut ışıkları yaktılar. Direnerek umutsuzluğu sildiler artık gülümseyen yüzlerden. Direnmenin, baş eğmemenin bayrağını yücelere diktiler. Bin selam olsun onlara... Artık önümüz daha net, daha açık. Direnmekten başka bir alternatifimiz yok. Ya direneceğiz, ya silineceğiz. Her alanda direneceğiz,, kentin arterlerinde, fabrikalarda, ekmeği alınan, üretkenliği bitirilmek istenen, tarlaları, meraları atık deposu yapılmak istenen köylerde, her alanda, her yerde bizler çok olmalıyız artık. Sanat alanı da bundan geri kalmayacaktır elbette. Sibel Özbudun hocamızın vurguladığı gibi: “Bir yandan küresel kapitalizmin artan bir eşitsizlik, dışlama ve iktidar temerküzü üzerinde işlediğini durmaksızın vurgularken, bir yandan da "BAŞKA BİR HAYAT, BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN!" şiarını gündemden düşürmemeli”yiz!
EMEĞİN SANATI
BU SAYININ SAVSÖZÜ “....1980 öncesinde bu ülkede neredeyse hegemonik olarak nitelenebilecek kardeşleşme, dayanışma, ve başkaldırı kültürünü anımsayanlar ve bunun on yıl içinde tersine dönüş(türül)mesine tanık olanlar, neyi kastettiğimi daha iyi anlayabileceklerdir. ‘Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine’den ‘gemisini kurtaran kaptan’a, ‘Yaşasın halkların kardeşliği’nden ’Şehitler ölmez, vatan bölünmez!’e, ‘Yemen Türküsü’nden ‘Türkiyem Türkiyem Cennetim, benim eşsiz milletim!’e, Yılmaz Güney’den Özcan Deniz’e, Timur Selçuk’tan Tarkan’a, ‘Hababam Sınıfı’ndan ‘Lise Defteri’ne, ‘Sakıncalı Piyade’den ‘O Şimdi Asker’e, DKÖ’lerden STÖ’lere, ‘Haydi dayanışmaya!’ çağrılarından ‘Kafayı kullan, köşeyi dön’e, tartışmadan geyik muhabbetine, çayhanelerden kafelere, dernek parti lokallerinden barlara, gecekondu mahallelerinden varoşlara... Dönüşüm sınıfsal bir müdahalenin, egemenlerin kültür müdahalesinin bir sonucudur. Ve muhalif bir hareketin, tersi yönde bir iradeyi hayata geçirme olasılığı her zaman için mevcuttur.Sorun, bu iradeyi ‘siyasallaştırma’, yani en geniş anlamıyla, toplumun geniş kesimleri açısından meşru/kabul edilebilir kılma yetisidir..... İktidar konumunun sağladığı avantajlardan yoksun olmanın "eşitlikçi-özgürlükçü-katılımcı" bir iradeyi kitleselleştirebilmenin önüne diktiği tüm güçlüklere karşın, küresel kapitalizmin dışlananlar-ezilenlersömürülenlere vaat ettiği (ve yaşattığı) "cehennem", yeni tahayyüller için verimli bir topraktır. İnsan(lığ)a, bu kararlılığı gösterdikleri takdirde onur ve öz-saygınlıklarını muhafaza ederek insanca yaşayabilecekleri, kendi geleceklerini belirleme hakkını ellerine alabilecekleri, yetilerini özgürce geliştirebilecekleri, doğal ve kültürel çeşitliliğin zenginleştiriciliğinin kabul edildiği, dayanışmacı bir yaşamı kurabileceğini, bu yetiye sahip olduğunu göstermekten söz ediyorum. Böylesi bir tahayyülün sahipleri, bir yandan küresel kapitalizmin artan bir eşitsizlik, dışlama ve iktidar temerküzü üzerinde işlediğini durmaksızın vurgularken, bir yandan da "BAŞKA BİR HAYAT, BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN!" şiarını gündemden düşürmemelidir. "BAŞKA BİR DÜNYA, BAŞKA BİR HAYAT" önerisi ise şu noktaları vurgulamak durumundadır: - Etnik-merkezciliğin ve ırkçılığın reddi; - Empati/kardeşleşme duygularının öne çıkarılması; - Kendi kültürünün ataerkil, baskıcı, cinsiyetçi, öteki-düşmanı yönlerinin tasfiyesi; - Kapitalist sistemin yabancılaştırıcı düzeneklerinin, bu arada "tüketim toplumu" modelinin köklü bir eleştirisi, insancılığa, "insanlaşma"ya çağrı; - Barışçılık ve dayanışmacılık vurgusu; - Tüketimciliğe değil, üretkenliğe vurgu; - Rekabet yerine kollektiviteye vurgu; - Emek ve yaşam eksenli enternasyonalizm; - Doğal/tarihsel çevreyle barışma; * Bireylerin yetilerini geliştirme haklarına saygı ve bunu gerçekleştirebilecekleri olanakların sağlanması; - Bireylerin tikel kültürel kimliklere katılma ya da katılmama özgürlüklerinin kabulü. EVET HER TOPLUMUN VE İNSANLIĞIN KÜLTÜREL DAĞARCIĞINDA SÖMÜRÜ OLDUĞU KADAR EŞİTLİK, GÜÇLÜYE BOYUN EĞME OLDUĞU KADAR BAŞKALDIRI, TEK-BENCİLİK OLDUĞU KADAR DAYANIŞMACILIK, EDİLGİNLİK OLDUĞU KADAR KATILIMCILIK, YIKICILIK OLDUĞU KADAR YARATICILIK, ŞİDDETE YATKINLIK OLDUĞU KADAR BARIŞÇILIK...VB. VARDIR. VE İKİNCİLERE DAYALI BİR DÜNYA KURABİLMEK, ANCAK ÇUŞ'LARIN DEMEK OLAN NEO-LİBERAL POLİTİKALARIN BASKILADIĞI EŞİTLİK, BAŞ KALDIRICILIK, DAYANIŞMACILIK, KATILIMCILIK, YARATIMCILIK, BARIŞÇILIKÖZLEMLERİNİ KİTLESELLEŞTİREBİLMEKTEN YANİ YENİ BİR KÜLTÜR YARATMA MÜCADELESİNDEN GEÇER
SİBEL
ÖZBUDUN
(Sanat ve Hayat Dergisi, Sayı: 9, “Başka Bir Dünya, Başka Bir Kültür”
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
YIKILMA
Adnan DURMAZ
asla yıkılmayasın madem zulmün iktidarında devran gülüşlerin kıvrımında zaptiyeler dolaşırken gözlem altında başak işgal altında kınalı türkü işgal altında çift çubuk kara saban illegal bir türkü gibi yasaklı alaşafak davran ve onurun gönderinde dalgalandır çünkü kanlı bayrağımızdır yüzün bu sevdada ayak yarıklarının arasında bin yıl öncesinden emanet kıvılcımlar taşıyan adamlar kül altında saklanan kor ve çocuğunun başından bit kıran ana ki toprakla haldaştır bu eller ağaç kökleriyle aynı türküye ışırlar karanlıkta onlara güven ve yıkılma zaman tekinsiz bir bakış gibi uzarken binlerce kez ırzına geçilen caddelerde hani arabalara el kaldıran güzel kız bizdendir tezgah arkasında iş bitirenler elleri gres yağına boyanmış işçi güneşi ekmek diye kırıp yer ya öğle arası kaderleri kara ile yazılmış kara karıncalar gibi işsizlik sokaklarında yoksulluğun söylemeye ar eder naçarlığa başını çarpan ana bizdendir
Sayfa
bizdendir eti emeği teri peşkeş çekilen o büyük suskusunun altında çelik bir onur yükselir bütün orduların yenemediği ölümüne kara gecelerin en yıldızlı yerine asılan bizdendi bizdendi bitliste donan öğretmen bizdendi Beyazıt meydanında düşen ve Çanakkale içinde 350 bin can televizyonlar dolusu ağız dışkısı lânetlendi kaldırımlar işkencede katledileli al karanfil savaş gazileri dilenenden bu yana tükürdük bu düzenin yüzüne ve kurtuluş bayrakları kulpuna dikileli içki bardaklarının çocuklar karanlığa fidye olalı ve namus peşkeş çekileli ırz düşmanına onur dileneli el kapısında tak dedi gayri cana bıçak iliğe dayandı gayri sevdadır girdi kana kendi öz toprağında maraba altı okka yüreği beş paraya satılan sakın yıkılma ve dededen toruna ömrü ömre ekleyip sabır denkleyen sakın yıkılma ey çünkü dosta düşmana malum o dağlar yıkan yiğitliğini çünkü öfkeni silah yaptık biz
ADNAN DURMAZ
7
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
RESİM
Akşam kilitlenmiş yüreğine anahtarı bende Çağırıyorum duymuyorsun ki sesimi Sağır bir havada kapanmışsın sen de kendi içine Buluşalım istersen ardına dek aç kapısını ana renklerin Şarap karıştıralım su yerine yaptığın resme Rengini bulsun akşam hünerli ellerinde
FEYYAZ KADRİ GÜL
Sayfa 9
BEDELSİZ SUÇLAR
Asım GÖNEN
soma kimsesiz ölüsüdür herkesin ve ölümün kimsesidir soma da herkes acının çığlıklara sığmadığı gülücüksüz yüzler enkazıdır ağlamaya yaş kalmamış gözlerinde gömülmeye mezarı yok ölümden ağır bir yük olmuş yaşamak yaşamak başına duman çökmüş dağların yalnızlığıdır gün görmemiş çocukların ağıdıdır soma soma azrailin kılıç salladığı güneş battıkça dirilen suçların karanlığıdır bir yangının külüyle kirlenmiş bulutlar bulutlar çökmüş üzerine dağların dağlar monoksit gazıyla yıkanıyorlar yaşam susmuş
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
ne bir yıldız kıpırtısı var ne rüzgar ne de yaprak sesi gökyüzü kendinden büyük bir ceset ve açılmış sahnede ölümün perdesi doymak bilmiyor borsalar çakmış çakmağını azrail alacak can arıyor kütük satır ve kurban hazır ne cehennemin böyle bir gazabı var ne de zebanilerin borsalar kadar doyumsuz tekeller kadar aç aç ağzını salhanelerin iştahı kömürün gazabı aç fıtratında katillerin sefa sürdüğü zulmün taktiri kadar zalim ve herkesin tanığı olduğu faili meçhuller kadar aşikar dişleri soma nın memelerine gömülmüş zehirinden engereklerin bile aman dilediği ey altın avcılarının sur düdüğündeki soluğu tabutlara kapanmış bir halkın acısından şarap içenlerin saltanatı kadar katildir gülüşün gülüşün kerhane helası kadar doludur şehvetinden kan damlayan fahişelerin Soma soma değildir artık Ölümün donduğu mezar taşlarının kan akan gözleridir soma ve insan yüreğinin dolup dolup boşaldığı volkanların en kızgın lavıdır
Sayfa 11
duman ve külün her şeyi yuttuğu en geniş yutağıdır kartellerin eğer ki soma ya düşerse yolunuz fitratı adına o fitrattan kan emenlerin öldürmek için yaratanın ve yaratmak için öldürenin hünerine bakmadan geçmeyin eğer ki soma ya düşerse yolunuz havaya sinmiş kokusunu unutursanız ölümün bulutlara sinmiş şeklini unutursanız unutursanız dağlara sinmiş heybetini vicdanınızı bir kerhane helasına gömün insanı kömürle tarttılar soma da kömürü altınla tarttılar çalınmış bir memeden sağılan haramla beslediler bedenlerini de ruhlarını zemzem suyuyla yıkadılar kolonların altından sarkan bir kol var burada depremin yuttuğu çığlıklar kadar şiirin olan bir kol ayakları erciyes kadar çıplak ve veremin tükettiği beyazlar kadar sessiz bir beden var gözleri vicdanlara taştan mezarlar oyan
ASIM GÖNEN
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
Bana Burada “Hiç” Diyorlar Uzay boşluğunda bir harfim İçimde gittikçe derinleşen bir kuyu Bana burada “X” diyorlar Yuvarlandıkça boşluğa Sırtımdaki kadim çarmıhım Uzay boşluğunda bir notayım İçimde gittikçe kararan bir dehliz Bana burada “Es” diyorlar Galaksi senfonisinde Yok bi’ yerim Uzay boşluğunda bir düşüm İçimde gittikçe uzaklaşan çocukluğum Bana burada “Hiç” diyorlar
SERKAN ENGİN Ekim 2017
Sayfa 13
VAY BE SOLCU HAYDAR DA ÖLDÜ Akman GEDİK 70'li yılların ortalarıydı. Çocuğuz daha. Bir devrim sözüdür söyleyip dururlar abilerimiz. Neyi deviriyorlar anlamaya çalışıyoruz. Uzun saç, uzun favorileri ve de ispanyol paça pantolonları, geniş yaka gömlekleri ile köyün tozunu attırıyorlar vallahi. İmreniyoruz. Bizim ne zaman sakalımız çıkacak, L harfi misali favori bırakacağız, ne zaman boy atacağız da bizimde ispanyol paça pantolonlarımız olacak diye de kendi kendimize düş kuruyoruz. Kirmancki (zazaca) Pê Bonan denilen yerde (köyün orta yeri/meydanı- top oynadığımız alan) ha bire turluyor abilerimiz. Çok kelime söylüyorlar ama, biz birazını anlıyoruz. Dostların değil, çok sözün tükettildiği zamanlardı a hani. Söz yürekten gelirdi, muhimdi. Söz inanmaktı. Olsun onların ardı sıra gidiyoruz yine de. Onlarca abi birden dönünce biz de onlara uyaraktan ani dönüyoruz. Şimdi köy diyoruz o zamanlar dünya bize... Konuşmaları bize tatlı bir masal gibi geliyor. Diyar diyar geziyoruz o konuşmalarla. Akşam olmasın istiyoruz, hani kuzular da bizi beklemezse valla abilerle hep gezer dururuz bu Pê Bonanda(köyün meydanı). Eşitlikten, kardeşlikten, güzellikten bahsediyorlar. Canımıza minnet zaten istediğimizdir. Bu fiyakalı abilerin yanında bir de hirpani giyitli bir abi var. Bu solcu Haydar dediğimiz yaşça bizden büyük bir abi'ydi. Sığırtmaç.Buzağı ve danaları güderdi.Sigara içerdi Haydar ama her zaman parası olmazdı. İmdadına solcu gençler yetişir, Haydar'a sigara verirlerdi. Bu solcu gençler ona çok iyi davranırlardı. O da onları severdi. Belki de bu solcu gençlerin insanî yönünü severdi Haydar. İnsanı tanımak için dinlemek gerekti, Haydar dinliyordu. Solcu Haydar hastaydı. Biz çocukların hastalığını çok sonradan öğrendiğimiz -cüzzamhastalığıydı. Ellerinin etleri parça parça dökülüyordu. Biz çocuklar korkuyorduk. Kendi aramızda bunun kötücül ve bulaşıcı bir hastalık olduğunu konuşurduk. Yanına yaklaşmaya cesaret edemez, uzaktan bakmakla yetinirdik. Her ne kadar büyüklerimiz korkmanıza gerek yok dese de biz yine de korkardık Solcu Haydar'dan. Yüzü delik deşikti adeta. Böylesi durumlarda olanlar çekinir belki ama, Solcu Haydar gençlerin yanında olmak, konuşmalarını dinlemek istiyordu. Gençlerin anlatımlarını başıyla onaylar, 'he ya he ya' derdi.
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
Biz top oynarken solcu Haydar da hep seyredenler arasında olurdu. O da bizimle coşar bizimle üzülürdü. 12 Eylül'ün olduğu demdi. Bir operasyonda jandarmanın biri, bizim Solcu Haydar Abi'ye bir baktı, alaycı bir şekilde 'ne ulan yüzüne saçma mı değdi' dedi. Tutmayın Solcu Haydar'ı. Bir çekişti bir çekişti ki sormayın. Bildiği kaç kelime devrimci söz varsa tüketti gitti. Zazaca ile karışık türkçe küfürler savurdu. Birileri jandarmaya cüzzam hastası olduğunu söyleyince sustu jandarma. Gençler de Solcu Haydar'ı evine yolladılar. Giderken solculara da verip veriştirdi Solcu Haydar. Çözülen birileri olmuş, silah çıkarmış diye Haydar gururuna yediremiyordu, 'böyle solculuk mu olur, iki köteğe silah çıkarıyorla ' diyordu. Sonrası karanlık yıllardı. Herkes bir yerlere savruldu, gitti. Sonraları duydum ki bizim Solcu Haydar da Elazığ'a gitmiş ya da götürülmüş. İsmini bilmediğim bir hastaneye. Hastalığı çok ilerleyince bir bacağını da kesmişler Haydar'ın. Elleri de gitmiş Haydar'ın ama köyünün özlemi tükenmemiş yüreğinde. Hep köyünüaarar dururmuş anlatılanlara göre. Yaşarken köyüne geldi mi, bilemiyorum? Dün hayata gözleriniz yummuş Solcu Haydar, köyünün toprağı ile buluşunca özlemi bitti mi, bilinmez. Çünkü 'toprak aldığını vermezmiş '. Vay be Solcu Haydar Abi, senin ömründe buraya kadarmış. Sen iyi kalpli biriydin. Hastalığını bahane edip senin yanına gelmeyen bizlerdik. Affeyle. Güle güle Solcu Haydar. Belki solculuğun ne olduğunu okuyarak bilemedin ama iyi bir şey olduğunu iyi belledin, bundan eminim. İnsan istese de kopamıyor anılarından kimileyin. İnsanın geçmişten alıp getirdiği güzel bir bağdır anılar. Sen öldün Solcu Haydar bize kırgınlıklarımızı, hayal kırıklıklarımızı, savrulmalarımızı ve umudumuzu hatırlattın. Ondandır, 'unut'tan çok umuda ayarlıyız. Işıklar yoldaşın olsun.
AKMAN GEDİK
İZLEK Çiçekleri baharın cümbüşüydü sepetimizdeki elmaların anları saklayabilir miyiz sararmış bir mektupla yontuyla şiirle öyküyle saklayabilir miyiz Uçsuz bucaksız ırmağımız soyunmak istiyor kederini durdurabilmek için zamanı olimposta aradım seni yanartaşta çıralıda aradım tanrım oy tanrım seni Bebekliğimin resimlerde yok görüntüsü anları saklayabilir miyiz sararmış bir mektupla yontuyla şiirle öyküyle saklayabilir miyiz
HASİBE AYTEN
Sayfa 15
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
BIÇAK KEMİĞE DAYANDI Bülent AYDINEL
Güneşi düşe, düşü düşünüşe, düşünüşü gülüşe çevirmekti abdalın işi, ama oldu ama olmadı, eyvallah Tedbiri mülk eylemeyenin sonu hükümlülüktür sevda mecralarında Böyle biline dedi suya bakıp sanrıları bulan ulu bilici Susama kanaat etmeyenin kuşatmasında yeri olmaz hiç kimsenin Çünkü hepimiz birer susamız Anlamadım demeye duramadığımız bir yerdeydik Burada üstadlar anlaşılmak için değil işitilmek için vardılar Ve oy tarihe tespih taşı muamelesini layık gören bu katran düzen Zehr-i zemin bir kederden hoşlanmaktaydılar Sustuk, her gelen sustu Sanki Beyrut’ta düşmüş bir barikatın hüznü takıldı Düşselliğini nesnelliğe dönüştüren her bayrağın altına Kalktı abdal dedi ki Ey kendini kendiyle ölçüp gücünü beyninden alanlar, doğrulun Yorulmak Yoğrulmanın ve yeniden var olmanın içinde küçük bir maceradır Yaşanır ve unutulur, doğrulun Kusur, ekmeği reddedenin, güne ihanet edenin
Sayfa 17
Okyanusa bakar gibi bakıyorduk o cehennemi uykuya Durdu su Sokaklarda uluyan köpekler sustu Gözleri maviydi, toynakları turuncu O dört nala boşalan yılkı sustu Becerebildiğince kırmızı gelincik ormanı uçurumlar Şahinin avına son kez bakışı sustu Ve döndü hava Abdal dedi ki Göz görmeye ağaç yeşermeye başlayıncaya kadar inatlaşacaksınız Bu kurşuni kanyonunda bu sebepsiz akarsuyun Kaşınızın altında kan revan bir cumhuriyet taşıyacaksınız Asma yapraklarının arasından üzüm taneleri görünene kadar doğrulun Kurumadı henüz toprağa düşürdüğünüz şiir Vezne kabil bir mıntıka bulmasa da elbet çiçeklenecektir Uyandı göğün altında beraber yalnız yaşayanlar Acıkmış bir serçe yavrusu gibi yuvasında tarihten habersiz olanlar uyandı Abdal dedi ki Sevda sığınağa sığmaz, bıçak kemiğe dayandı
BÜLENT AYDINEL
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
-ŞÜKRANöp kalemi ey ozan siyah yazıp kanmadıysa karaya öv kalemi ey ozan kırmızı yazıp yazmadıysa kan/revan gör kalemi ey ozan mavi yazıp kalmadıysa maviye kul
-EVRİMyunus’ça konuşuyor köpekbalıkları enkaz büyüyor zaman!
-BİR BAŞKA ÇOK SOĞUKsevişmesi gerçekleşmemiş genç gibi düşüyor avucumuza düşsel spermler ama yurdumuz durmaksızın büyüyor yıkımlara…soğuk, çok yönlü soğuklar
-CEMAL SÜREYAimgeden konuşurken imge yapar bir cins şair dönüş yolunda devletine devlet katar sultan
HASAN ÇAPİK
Sayfa 19
EŞİTLER KOMPLOSU (RÜYA) Aynı kötü talihi yaşıyorduk. Kaçaktık. Islanmıştık. Perişandık. Kendimizi avludan içeri zor atmıştık. Geceydi. Soğuktu. Defalarca kapıyı çaldık. Nihayet sesimizi duyurabildik. Kapı açıldı. Uyku sersemiydi kapıyı açan kişi. Bizi bu gece misafir etmesi için yalvardık. Zor oldu ikna olması. Bize depo olarak kullanılan odayı gösterdi. Odada yatacak yer aradık kendimize. Pankartlar ilişti gözümüze. Islaktık. Üşüyorduk. Yorgunduk. Uykusuzduk. Yorgan edip yattık pankart bezlerinin arasına. Uykuya daldık. Rüyamda hepimizi gürül gürül yanan bir kuzineli sobanın etrafında otururken görüyordum. Sobanın üstünde demini almaya a bıraktığımız çaydanlık, kuzinenin fırınında tepside patateslerimiz. Şendik, konuşuyorduk ihtilalden, her şeyden. Mutluyduk o anlarda. Rüyamdan irkilerek uyandım. Öksürük tutmuştu. Titriyordum. Sabaha zor çıkardım muhakkak. Pankart bezinin altında uykuya dalan kadın ve erkek yoldaşlara tek tek göz gezdirdim. Hepsi derin uykudaydı. Tekrar gözlerimi kapadım. Rüyaya daldım tekrar. Ninemlere gitmiştik. Yaz tatiliydi. Ninem yeni peynir yapmıştı. Tel tel, tane tane. Çeçil peynir. Göğermiş peynir seviyordu annem, penisilin niyetine. Esmer undan yapılmış bazlama, sıcak pileki ekmeğinin arasına ninemin taze tereyağını kovanlarından yeni süzdükleri balla karıştırıp yiyorduk. Üç kardeştik. Mutluyduk. Ninem, annem, anneme ikizi gibi benzeyen teyzem, gelinler. Hep birlikte saman alevinde sacda bazlama yapıyorlardı, peynirli, sade, patatesli, patlıcanlı, tereyağlı. Ne güzeldi. Dedem ile tarlaya gitmiştik. Biçer girmişti tarlaya, sapından ayrılan daneler römorka dökülüyordu. Üç kardeş römorkla birlikte eve geliyorduk. Dedem traktörün sağ tekerleğinin yanındaki koltukta. Bize gülümsüyordu. Hiç çıkartmadığı sekiz köşeli kasketi başında. Yeleğinin cebinde tütün tabakası içinde kendi yetiştirdiği özenle kıydığı en kaliteli tütün, muhtar çakmağı, köstekli saati ve sinek kaydı yüzünü tamamlayan bıyığında tütün sarısı. Danelerin arasında sonradan ismini öğrendiğim tek tük kımıl böcekleri vardı. Meraklıydık. Sarı sıcak. Masmavi bir gök. Saman sarısı.
MUHAMMET DEMİR
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
BİZ YAŞADIKÇA... Sizin gümüş tenli göğünüz kendi ateşini saklardı Kesik alevlerin terli kıvraklığında tavşanlar kaçar Merasimlerinizde kanlı sabahlar acıyla uyanırdı Hiç yaşanılmamış sanırdınız Uzaklarda ten kendi içine çekildiğinde Sıyrılan kaç zamanımız oldu üstünde ip atlanılan Soluğunda yüze dokunan hasretler hiç bitmez mi Sahipsizdi kırlarda başı boş kaçan gölgeler Korkusu alınmış mevsimler ne de çabuk göz kırpardı takvime Yer yoktu göğünüzde bizim ellerin sürdüğü bulutlara Herkes kendi rüzgârını asardı tahta kapılara Nar boynunda koç sürüleri tanrı buyruğuyla Kanlı parmak basardı ak alınlara Kutsanmış ölüleriniz hep en öndeydi yaşayandan Çocuk demezdiniz, kadın demezdiniz Hep başkasıydı ayaklara dolanan Kahırdan başka, acıdan başka bize düşmezdi Hepsi payımıza sayıldı. Aşkı hayata sarmak bizde hiç tükenmedi. Sırlı aynalarınızda saklıydı yüzünüz Zehir taşırdı parmaklarınızda zümrüt yeşili Bayraklarınızdan korku dalgalanırdı üstümüze Merhamet yoksunu fermanlarınız mühürdü bize Hayatı aşkla sarmak hep bizde saklı kaldı.
HAYDAR DOĞAN
Sayfa 21
MASKE yere düşürsem yüzümü bulan kendine dener belki taşın sabrını kaçıranlar sımsıkı duruyor yerinde gün kuşumdan sonra serçeleri bir bir kim uçurdu saçakların tüyleri cebimde onca düş gördüm birini bile taşıyamadım sabaha el yazımla çıkardım kendimi düze kapı kilidine giren anahtar ne tarafa çevireyim seni günlerim aylarım tek düze yayla çiçeğinden gökçe yazı tarlanın alın teri yüzümün kıyısına döşediğin taşları çıkardılar bir gün sonra pazara tek başına yeşillendim zeytinlere etimizi sütümüzü sunduk en diri yerinden halkımıza toprağın içine sakladık eldeki tohumu yol yolak bilmeden çıktık hayatın içinden çocukluğumuzun üstüne yattı üç yüz beş yüz koyun besleyenler yerden göğe kadar mayalanmış gecenin sabahı yoldan çıkan tekerin parmaksız kaçağı üstümüze sıçrayan çamur elem keder bulutların en gökçesi göbekli lahana kuşkulu yaklaşıyor kum karışımı harçlara çığırından kim çıkmış daha hiç kar düşmemiş kapısına tef çalanların sokağına toplanmış insanlar kimi mor pürçüklü kimi kara dut damlası yalnızlığı yenmenin tek faydası bir adım daha yaklaşmaktır ertesi güne
MEHMET RAYMAN
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
BEN YANDIM ELLER YANMASIN Beyoğlu'nda keşkül yemiş birileri Keder kahve telvesi gibi çökmüş fincanına günün Kadıköy'de bir büyük rakı Misak-ı Milli o gün ilan edilmiş zaten Bayrama denk gelse bu kılık kıyafet olmaz İki dirhem bir çekirdek Yer gök pezevenk Ne varsa Çengelköy küfrü gibi buğulu Korku yolu tam tereddüt Hani şairlerin sırtından vurulduğu Arabesk nikahlar elit saptamalar Sis çökerken martı öldüren adamlar Dondurma külahına sığdırılmış kadınlar Şerbet mertebesinde yıllar Bir düşünsen Anan ağlar Dedim ki İdris Abi'ye Parke taşlı bir yürek sokağında Sevdiğine sessizce Aşkımsın deyip kaçan çocuklar nerede İdris Abi Ece Ayhan okuyor Sakalları toz pembe
SEMA LALE
Sayfa 23
Bir Ömre Kaç Hayat Sığar? Devrim BORAN Kimi insanların ömrü hayatı ile özdeştir. Ömür ile hayat özdeşliğinde doğuluryaşanılır-ölünür. İnişli-çıkışlı da olsa, tek bir çizgiden oluşur ömür. Koca bir ömre tek bir hayat sığmıştır. Ömür ile hayat özdeşliğinde insan, gerçekliğin tutsağıdır. Hayatın karşısına iradesi ile dikilemez. Rüzgarın önünde savrulan bir yaprak gibidir. Sorusuz ve sorunsuzdur. Hayatın sorduğu sorulara yanıttır yalnızca. Iskalanmıştır hayat. Harcanmıştır ömür. Özcesi, ölünmüştür yaşarken. Kimi insanların ömrü ise yaşadığı hayatların toplamından oluşur. Hayatlar toplamı bir ömürde yeniden ve yeniden doğuluryaşanır-ölünür. Ömrü yaşadığı hayatların toplamından oluşan insan, gerçekliğini parçalamış a İradesi ile hayat yön verir. Hayat ile irade bir arayışçıdır. Hayatın karşısına iradesi ile dikilir. arasındaki çatışma, bir varoluş çabasıdır. Hayat uçurumlarını çıkarır arayışçının karşısına. Bir son'dur uçurum; bir hayatın sonu. Ve bir başlangıçtır uçurum; yeni bir hayatın başlangıcı. 'Ki uçurumlar kanatlarıdır ömrün'... Hayatın sorduğu soruları yanıtsız bırakır arayışçı. Hayata sorular sorar. 'Maveraünnehir nereye dökülür?' der mesela. Ya da 'Bir mendil niye kanar?' diye sorar. Ki her yolculuk soru ile başlar. Ve hayata sorduğu soruların yanıtını arar. Yanıt, yol'da gizlidir. Bir yolcudur arayışçı... Duruyorum. Durup da yaslanıyorum ardıma. Ve bakıyorum. Çeyrek yüzyılı aşan ömrüme sığdırdığım hayatlara bakıyorum. Uçurum ikliminde yol alan kınsız ömrüme sığdırdığım hayatlara. Ve ömrümün 'kırılma anı'na uzanıyorum. 17 yaşım çıkıyor karşıma. Ömrümün en güzel yaşı, 17 yaşım... 17 YAŞIM, bir çıkmazda karşılıyor beni. Felsefenin derin sularında çırpınan 17 yaşım, sis bulutları arasında bir yol arıyor kendine. Düşünmektedir. Düşünmekte ve sorgulamaktadır her şeyi. Hayatın sorduğu soruları yanıtsız bırakmıştır. Sorular sormaktadır hayata. Sordukça, anlamını yitirmektedir hayat. Nihilizmin doruklarında gezinmektedir. Ki her kopuş, nihilizmin bağrında yeşerir. İçindeki asi, gün saymaktadır doğmak için. Miladına doğru yaklaşır usul usul... Sezmiştir, sunulan seçeneklerin arayışına yanıt ol(a)mayacağını. Ve itmiştir elinin tersiyle sunulan seçenekleri. Sezmiştir, dünyanın tersine döndüğünü.Ve reddetmiştir tersine dönen dünyaya ayak uydurmayı. Ve bir düşün peşine takılır. 'Yarin yanağından gayrısını ortak kılma' düşünün peşine takılır. Bir özgürlük arayışçısıdır artık.
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı Adanmış bir hayata yelken açar... 18 YAŞIM, duvarların ardında karşılıyor beni. Kütüphaneye bitişik bir ranzanın üst katında, yatağına uzanmış Jack London'ın 'Ademden Önce' adlı romanını okurken buluyorum 18 yaşımı. Maskesiz bir yaşamı seçmiştir ve hayat, korkunç yüzü ile dikilmiştir karşısına. Kanamaktadır ruhu. Tarihin yükü binmiştir genç omuzlarına. Yıkılmıştır. Yıkılmıştır ya yeniden doğrulmasını bilmiştir. Mahpus bir hayatı sürmektedir... 19 YAŞIM, bir uçurumun ucunda karşılıyor beni. Hayatın karşısına çıkardığı dipsiz bir uçurumun ucunda. Firari kılınmıştır ömrü. terk edecektir doğup büyüdüğü şehri. Ve İstanbul'dan Ankara'ya uzanır. Firari bir hayata yelken açar... 20 YAŞIM, ilk aşkın sarhoşluğunda karşılıyor beni. Ankara, İstanbul ve Mersin şehirlerinin mekanlık ettiği bir aşkın sarhoşluğunda kanat çırparken buluyorum 20 Yaşımı. Bir kavganın güzelliğinde sevmiştir Akdenizin Kızını. Sevmiştir ya, hayata yenik düşmüştür aşkı. 'Anısı ıssızlık/ Acısı bilinci' olan o aşktan geriye iki fotoğraf kalmıştır yalnızca. İki fotoğraf ve kan damlayan dizeler. Mecnun bir hayatı sürmektedir... 21 YAŞIM, bir yol ayrımında karşılıyor beni. Yalnızlığın burgaçlarında savrulan kan şehirleri dar gelmektedir artık. Yönünü dağlara çevirir. Acılı bir halkın çığlığına yankı olmak için a kalbinin doğusuna doğru yola çıkar. Gerilla hayatına yelken açar... 22 YAŞIM, avluda volta atarken karşılıyor beni. Dilinde hüzünlü bir türkü, dudaklarının arasında sigarası ile. Ömrü sınanmaktadır duvarlar ardında. Yazı ile tutunur hayata. Şiirler biriktirir heybesinde. Yıldızlara dikili gözleri, ışıl ışıl yanmaktadır. Mahpus bir hayatı sürmektedir yine... 28 YAŞIM, 'yılların ve yolların yorgunluğu' ile karşılıyor beni. Elinde koca bir bavul, alnında çizgiler, gözlerinde gökkuşakları ile. Yedi yıl süren mahpusluğu sona ermiştir. Şehirlerarası bir otobüsün ön koltuğunda İstanbul'a dönmektedir. Yeniden özgür bir hayata yelken açar... 29 YAŞIM, bir düşün esrikliğinde karşılıyor beni. Bir çatı katında bir grup genç toplanmış demokrasiyi keşfediyorlar. Sandık kurup oylama yapıyorlar. Kıyasıya tartışıyorlar. Türkiye’nin ilk ve de tek mahalle dergisi olan Çınardibi Dergisi’ni kuruyorlar. Mahpusluğun ölü toprağını henüz üzerinden atamamış 29 Yaşım ise bir düşün gerçek kılınmasında “öncü” rolüne soyunmaktadır… 36 YAŞIM, bir özgür eylemin coşkusuyla karşılıyor beni. Üç hafta boyunca megafonla binleri yürütmüştür arkasından. Ve Taksim Gezi Parkı Direnişi’nin ertesinde kurulan park forumları vaktidir. Elmalıkent Mahallesi Şehitler Parkı’nda Ümraniye Direniş Forumu’nu kurmaktadır…
Sayfa 25 37 YAŞIM, bir düşü kurarken karşılıyor beni. 2014 yerel seçimleri vaktidir. “Çocukların Muhtar Adayı” adlı gayrı-resmi bir kampanyayı örgütlemektedir. Çocukların haklarına, sorunlarına ve varlığına dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. Gezi’de vurulup da şehit düşen Berkin Elvan’a adanmış kampanya, Çocuk Meclisi kurulduktan hemen sonra eylem olup sokağa dökülür… 37 YAŞIM, Kurtuluş Parkı’nın orta yerinde karşılıyor beni. Tombul, gözlüklü ve maviş Şota Tutaraşvili adlı çocuğun önünde bir elinde kırmızı şapkası ile diz çökmüş yalvarmaktadır. Ve bir şiire tutulur Ankara. “Kurtuluş Parkı’nın Bisiklet Çetesi’nin şiir olmaya gelen günüdür” adlı şiiriyle tarihe not düşer 37 Yaşım. Amed’den kopup gelen bir Kırmızı Gül olan a Zemo’nun aşkı Mehmet Ak da fotoğraf makinesiyle o anları sonsuz kılar… 40 YAŞIM, bir yeni aşkın esrikliğinde karşılıyor beni. 3 Aralık 2017’dir tarih. Caddebostan’ın Göztepe Parkı’dır. Garip Yeşil’in sıcacık bedenine sarılırken buluyorum 40 Yaşım’ı. Mezopotamya’nın Asi Kızı’na gönlünü kaptırmıştır. Bir ölümsüz aşka yelken açar…
DEVRİM BORAN Kasım 2007 – Ocak 2018 / İstanbul
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
Hudut Hamalı Ve Suların Efendisi Emek ve cefamız hudutlardan kopan suları gibi barajlara dolup derin uykulara dalmaz Kimliksiz ve kayıtsız omuzlarımızda, bir hamalım cümle hudut kaçağı künyesine Ve yaşlılar tarafından seçilen yılın suların efendisi herkes ve tüm suyun efendileri adına Ben bir hudut hamalı, o suların efendisi ben söyledim, öylece dinledi. Bahar havası dokunmaya başlarken doğaya, erir karlar, şenlenir suları Ey suyun efendisi, suların paylaşımına benzemez biliyor misin, nasıl bir çiledeyiz geçim için Biz hamalız, ekmek meşru olmayan sınırlara girmiş sınırın her iki yakasından da böyledir Bu ticaret ister sırtımızla ister katır ve atlarımızla ki yaşam ve ölüm arasında bize biçilen kanlı revandır Aileden çocuklar lokmayı eşlerimiz acıyla dönüşümüzü gözler Her seferinde ‘kara haber mi gele’ havasına girerler. Geçitlerde gecelerin kapkaranlığı kaygılı bakışlarımızdan kamaşırlar Ey coşkun suların efendisi, nasıl tanımlayabilirsin bu geçişler ki bir yanıyla gülen dudaklara ve bir yanıyla dolan gözlere kilitlenir Ey suyun efendisi, sularımız da irili ufaklı yollar gibi sınır boyunca güneş doğuran dağlardan kaynar her biri çığırından iner, kol kola birleşir O sular ki her sene zamanında elinin altına usulca gelir bahçe ve ekinlere hakça bir düzen veresin diye Ve sularımızın paylaşımı herkesedir ihtiyaçlarına göre. Bölüşülen ekmeğimizdir: sınıra, yasak ve ölümlere biz sınırların kaçağıyız, yani kaçağı kaçıranlar bazen kendi beliyle bazen hayvanıyla bu işin patron ve adamları da iliklerimizden beslenir Endişemiz kendimiz için değil, elden ayaktan düşmek ya da bir kurşunla, işsiz güçsüz her gün ölmek. Ey dağlı sularımızın gönlü engin efendisi, kim bakar çocuklarımıza, kadın ve yaşlılarımıza hudutlar, suyun gibi hayır ve bereket doğurmaz Bu kaçakçılıkta kurşun yemek veya mayından başka, çığa gömülmek ve azgın sulara kapılmak da var.
ABDULLAH KARABAĞ 30.05.2017
Sayfa 27
Kolber Û Mîrav Ked û kelên me wek avên ji pişta sînoran nakevin xewên kûr di bendavan de Bênasname û bêqeyd li milên me ne yek ji me kolber bi navê hemû kolberan Û yek ji me mîrav, bi pejirandin û hilbijartinan bi navê hemû kes û mîravên me. Ez kolber im, ew mîrê avan min got bi navê hevalan, wî guhdarî kir. Dema ku bihar germahiya xwe lêdikin, bi helîna berfan av şên dibin Ey mîrav, ne wekî parîkirina ava te ya bi dad em di çi kirasî de ne bona debara malê Ku kolber in, nan ketiye ber sînorên nerewa ji her du aliyan de li me wisa ne Karê bazirganiyê ger li me ger li sewalan bin navbeyna mirin û jiyanê de li me bar in Li waran zarok li benda xwarinê, hevjîn li benda vegerînê ne Ku li her seferên me dikevin dema xeberên reş. Di derbendan de reştariyên şavan ji xemên awirên me ditirsin Ey mîrê avan, tu yê çawa bikarî bidî navandin rewîtiyên bi aliyekî xwe li lêvên bi ken û bi aliyekî li çavên bigirî Ey mîrav, av jî biçûk û mezin mînanî rêyan in ji çiyayên li sînorên rojhilat dikelin, dadikevin, digihîjin, tên ser hev Ew av her sal di dema xwe de tên ber destên we bona serrastkirinên mafane li co û zeviyan Ku li gorî her kesî û li gorî pêdiviyan wan pêk bên. Nanê me lê hatine beşkirin: sînor, qedexe û mirin em kolber in ango barkêşên ku an bi piştên xwe an bi sewalên xwe bazirgan û xulamên bazirganan jî li kedên me ne Xem ne ji bo canê me ne, ji dest û piyan de ketin yan jî bi çend guleyan bêxebat mayîn hene. Ey mîrav, kî ye li zarokan, jin, kal û pîrên me binêre sînor wek ava te ne bi xêr û bêr in Di kolberiyan de bêyî gule xwarin û teqîna mayinan bi bin ketina aşîtan û bi avan de çûyîn jî hene.
A. Karabax
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
YORGUN DUDAKLI KADINLAR anladın demek yorgun dudaklı kadınlar geceyi emzirir üstünde memesinde utancın utancı gül ağlıyor çok renkli ışıklar arsız gürültüsü kentin bitmeyen hesaplar için ayıbını sağıyor çağın onların omuzbaşlarında dünya yorgunluğunu ağlıyor tükenmez döl yorgunluğudur geceye küfrü onların ellerinde çok çiçekler açtı her yüreği bir bahar sandılar çok su verdiler iplikten güllere çocukken başladılar sınanmaya ömür boyu sınandılar ayıplı çocuklar iz bıraktı gül memelerde meret geceler hep gözlerine tünedi elleri yüreğine yabancı yüreği ellerine gülüşleri katı korkunç öfkeyi biliyor onlar şimdi
BEKİR KOÇAK
Sayfa 29
BEN BİR GÜN Ben bir gün Bir çift gözle tanıştım Kör oldum... İstanbul duydu... Kimsesizliğimi... Ben bir gün Bir çift dudakla tanıştım Çifteselvilerde Tanrıya inandım... Sünger çektim geçmişime Sünger gibi çekmiştim içince İçime seni... Deniz öylesine oradaydı Ateşler içinde havale geçiriyordu Konstantin Eski bir yosmaydı Tuz bastı yarama Yaramadı Yaram azdı Bir de sen eklendi
Ben bir gün Kendimle tanıştım Kendiliksiz gezerken asitane'de... Tanıştığıma "memnu"oldu aşk... Sayende... Ben bir gün Bir gül kokladım İstanbulun bir köyünde Sen mecidiye anla... Cennet dediğin ayaklarının altındaydı Ayaklarının altına aldın Bizi... Bir şehzadeyim bu aralar -cem sultan Ve beni her seferinde seninle zehirliyor hayat
CEM EREN
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
ŞİİR ÜZERİNE DENEMELER Adnan DURMAZ
Uzun zamandır, deneme eleştiri türünde yazamadım. Şiir daha çok ifade etti beni. Kuşkusuz, şiir yazmak sadece şiir yazmak değil; geçmişin ulusal ve evrensel anlamda edebiyat birikimini bilmek, bunun yanısıra, tarihsel ve toplumsal gerçekliğin felsefesine oldukça hakim olmak şart. Kişisel yaşantının ağırlığı, düşünsel üretimin önündeki en büyük engel. Yaşamdaki ardı gelmez olumsuzlukların ara yerinde bu tür çalışmalar yapmak da insanlığa karşı bir borçtur. Şu an bunu düşünüyorum.. İnsan yaralanır gün olur. Duygularından yaralanır, yaşamından yaralanır, değer verdiklerinden, güvendiklerinden yaralanır. Dost bildiklerinin soytarı olduğunu, a rahibelerin fahişeliğini görür; yalnızca ihtiyacı varken var olanların gerçeğini, arkadaşların çok arkalarda kalışını görür yaralanır. Küfrettiğini alkışlayanı, karşı çıktığının kucağına oturanı, namus havarisi geçinenlerin namussuzluğunu, yakınlarının uzaklığını bilir de yaralanır.. İnsan yüreğiyle sever, yüreğinden kırılır, yüreğinden darılır, yüreğinden gücenir, yüreğinden yaralanır.... İnsan yüreğinden ölür. Geriye kalan yapayalnızlığın dayanılmaz cazibesidir... Giderken tüm öfkelerini kırgınlıklarını dargınlıklarını bırakarak , yüzüne tüküren namussuzluğa tükürmeden, yalnızca yaralarını alarak gitmeli.. Artık kimin ne dediği, ne yaptığı zerre kadar ilgilendirmez seni. Yapacağın şey, bir çiçek dikmek saksıya, bahçen varsa bir ağaç.. Ve uzak ıssız bozkır insanlarının türkülerine ve ağıtlarına karışarak orada yaşamak..
Şairin işi belki de kusmaktı... Belki de bir tür çiçek açmak sözcüklerde... Ulu bir çınar tüm yaprakları ve çok derinlerdeki kökleriyle, ülkeyi ve dünyayı dinler ve duyumsar damarlarında.. Şairin işi de budur, yaşadığı acılar ve mutsuzluklar, öfkeler ve sevdalar kişisel olmaktan çıkıp ülkenin ve dünyanın türküsüne ve gözyaşlarına karıştığı oranda vardır ve gerçektir şair. Senin acılarının benzerini yaşayan milyonlarca insan varken, gözyaşların kendi yanaklarında kalıp kuruduğu sürece hiçsin.. Bütün ağıtları ve türküleri içmiş olmalısın ki ,insanların yüreklerinde var olan zirveleri, bozkırları, kaldırımları, maden ocaklarını, bulutları, kuşları, ırmakları içinde yaşamadan hiçsin sen.. Benim yalnızlığım
Sayfa 31 insanlığın tüm yalnızlıklarının , yüreğimdeki yıkıklık benzerlerinin devamı ve parçasıdır.. Değilse yazdıklarım alkışlanmak için yazılmış saçmalıklardan başka bir şey olamaz.. Yarası olmayan kanamaz, ırmağı olmayan akamaz, uçurumu olmayan tırmanamaz..
Yalnızlığımızı geçirimsiz hale getirdik yıllar önce.. Bu duvar tek başımıza, ininde yaralı bir kurt gibi kalıp, yaramızı kendimiz yalarken ölümle binlerce kez gözgöze gelirken, işte o acılardan yalnızlıklardan örüldü.. Yıllar sürdü ki, o nedenle kalındır. Yüzümüzdeki gülüşler sararıp düştü açmamasına.. Umut dediklerimiz terkedilmiş evlerin sıvaları gibi yavaş yavaş döküldü.. Yalnızlığımızı geçirimsiz bir duvar yaptık. Düşlerimizi sobaya attık eski giysiler gibi, zemheri ayazlarında ısınmak için. Kendimize dair ne özlem bıraktık ne düş.Kapımızı çalan alacaklılara verecek bir şeyimiz kalmamıştı..Borç olan ne varsa vermeye yemin ettik.. Ölürsek miras kalacaktı bizden sonra kim gelirse başımıza.. Yalnızlığımızı duvar yaptık.. Çağın geçerli değerlerini bir defa daha attık çöpe, kimsenin malı, mülkü, kariyeri, parası, ünü, şanı bize ulaşamaz o duvardan.. Çöpe atalı çok olmuş onları.. Yaşamımızda kadınlar da olmasın aşk bahsinde.. Kimsenin isteklerinin kulu olamayacak kadar özgür kalmıştık ölümü hiçe saydığımız o ıssızlık noktasında. Kimseye verecek gülücüğümüz yoktu bu anlamda, yoktu ki verelim.. Sevgi sözleri edemezdik artık. İnsan onu herkese edemezdi.. Düşlerimiz olmadığı için, başkalarının düşlerinde rol almamız imkansızdı.. DUVARLARIMIZ artık yalnızca ezilenlere yok hükmünde, gülüşümüz ancak yoksul kır emekçilerine, çocuklara ve yaşlı analara babalara açıktı..a Bu artık var olan dünya için ölmek, aynı zamanda var olan dünyaya karşı açılmış savaşımızdı.. Kişisel beklentisi olmayanın korkacağı hiç bir şey kalmamış demektir...
Teorik anlamda ciltlerce kitabı devirmeden, insanoğlunun yaşadığı tüm acıları; köyde, kırda, dağda kentte, kalabalıkta, ıssızlıkta yaşayarak içselleştirmeden, özümlemeden, bizim gibi bunları yarım yamalak yapmaya çalışanların, üretmeye çalıştıklarının kılcal damarlarına nüfuz etmek olanaksızdır. Biz bunları yarım yamalak yapıp sonra da sözcüklere dökmeye çalışan birer acemiyiz. Amacımız ne söz cambazlığı ne de ukalalıktır. Yaşadıklarımız ve insanlığın yaşadıklarından duyumsadıklarımızdır yazdıklarımız. Muhtemel ki, bizden önce unutulur bunlar bu tüketim çağında.. Burada söylenmesi gereken cümle; İnsanlığın büyük ozanlarının geçtiği yollardan geçmeden onları içselleştirmek zordur.. Onların devamı olmak imkansız..
Demem o ki, bir düzyazının cümlelerini alt alta sıralamak; demem o ki, düzyazı cümlelerini kafiyeli dörtlüklerle yazmak değildir şiir. Sadece kendinin anladığı laflara "imge" diyerek, kimsenin anlamadığı imlasız ve anlatım bozukluğu örneği olan cümleler kurmak.. Ayağı ne yere ne göğe basmayan, sözlüklerden aranarak bulunan, az kullanılır, bilinmeyen sözcüklerle yapılmış nerede bitip nerede başladığı belirsiz cümleler kurmak değildir şiir. Demem o ki, birbirinden bağımsız anlamlar yüklenmeye çalışılmış, sözcükleri ses kalitesine
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı göre sıralamak, hece sayarak labirent kurmak ve aşka küfrü, yürekle teni boca etmek değildir.. Sözcüklerin ara yerine / işareti koymak saçmalıktan başka hiç bir şey değildir; çünkü şiir kalabalıklara sesli okunan bir sanattır.. ŞAİR, yer altında binlerce, onbinlerce kilometre yol katederek karanlık derinlikleri aşarak, kayaları delerek sayısız insan duygusunu mineral diye dizelere katarak yeryüzüne çıkıp güneşin aydınlığıyla öpüşen sudur. .ŞİİR NE DEĞİLDİR yazılabilir belki biraz, ama şiir nedir? Onu yazmak, aşkı yazmak kadar imkansız...
a
Bazıları kelli felli görünen gazete yazarları şairler, sayfalar açarak, sisteme muhalif gibi bir görünüm altında, muhalif gibi, akşam sabah aşk tapeleri, aşk reçeteleri, hazır küfür ve aşağılama örneği sözler arasa da durmadan devrimci sosyalist söylemlerle süs yazıyor.. Yüzlerce beğeni ile kurulmuş başına aşiret toplama yerleri. Tümüyle toplumsal ve tarihsel diyalektikten uzak, çiğneme tabletleriyle artistik pozlarla piyasa yapmakta.. Tuhaflığın küçükburjuva anatomisi.. Ne ararsan var, Hem Berkin Elvan ve Kobane, Hem nazım ve salaş laflar.. Siz neyi seçiyorsanız osunuz...
ADNAN DURMAZ
Sayfa 33
İŞÇİLER açlığın ve kalleşliğin dünyasına doğmuştu onlar uykuya doymadan geliyordu vardiya saati ağzı süt kokuyordu sabahın fabrikadan çıkan işçiler gökyüzüne çevirdiler bakışlarını kara bir tabut gibiydi ay ucuz şarapla birinci sigara içtiler iç çekerek baktılar gençlik resimlerine ne olacaktı geride kalanlar vakitsiz ölümler çalınca kapılarını
BEDRİYE KORKANKORKMAZ
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
TÜM DİZELERİ HAVAYA FIRLAT tüm dizeleri havaya fırlat diz kırma çökme önünde bilisizliğin dağıt deli rüzgârları saçına sev sevebildiğin denli senin olanı yüreğini bilincin odağına taşı orada yazıl şiir şiir orada yazıl.. özgürlüğün yüreğine batık kalem olma şiir şiir fırlat dizelerini fırlat havaya..
HALDUN HAKMAN
Sayfa 35
BİR DİRENİŞ SABAHINDA Bulut olduk yağmur olduk güneş olduk sokulduk hayata deniz olduk balık olduk yosun olduk soyunduk masmavi orman olduk kuş olduk düş olduk dokunduk teline sazın ve yıkılan şehir olduk ve yakılan can ve dalından koparılan ham meyva ama hâlâ sevdalı hâlâ aykırı hâlâ çarka çomak ve hâlâ ayakta bir direniş sabahında...
MUAMMER ERTURAN
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
İNSAN VE MARKSİZM
Yavuz AKÖZEL
Nihil humania a me alineum puto. (Kartacalı şair Terentius, MÖ. 190-150) İnsana dair hiçbir şey bana yabancı değildir.(Marx’ın en sevdiği özdeyiş) Kapitalizmin yarattığı modern barbarlığın İNSANI İnsan’ın tarih boyu süreçlerdeki üretim araçlarına ve ilişkilerine bağlı olarak değişimler içerisinde olması ‘insan’ sorunsalını hep canlı tutuyor. Doğadan kopan insanın ilerleme süreci içerisinde giderek doğaya, topluma ve kendine yabancılaşarak barbarlığın son aşamasına kadar ulaşmışlığı(kapitalizmin dayattığı modern barbarlığın insanı) Bu yeni a tip insan’ın özelliklerini irdelemek ve bu yeni tip insan’ın konakladığı yeri göstermekle yetinmeyip radikal bir değişimi sağlamak uğruna toplumsal bir ayağa kalkışı, gerçek insana ulaşmak için bu geç kalmış modern yeni barbarlığı, bunu yaratan sistemiyle beraber hurdaya çıkarmak gerekliliği kendini acilen dayatıyor. Bu hurdaya çıkarmak gerekliliği gerçekleştirilemezse dünyadaki yaşamın yok oluşu, batışı kaçınılmazdır. Bu, dünyamızdaki tüm türlerin olduğu kadar kendini koruma ve savunmada salt içgüdüsel olarak değil bilinçli olarak da en yetkin canlı olan genel insan neslinin de yok oluşu anlamına geliyor demektir. Çağımızın uygar insanı kendi cinsini siyasi, ekonomik, kültürel kıskaç içerisine alarak ezen bir konuma gelmiştir. Eski barbar toplumlarda insanlar yaşamsal gereksinimlerini karşılamak gayesiyle savaşıp öldürüyor ve tüketiyorlardı. Çağımızın yani kapitalist dünyanın uygar insanı sınıfsal, ekonomik, siyasi ve kültürel nedenlerle öldüren, savaşan, tüketen bir konumdadır. Uygar insan’ın bu eylemlerinin kitleselliği, piyasa rekabetindeki aç gözlülüğü göz önüne getirildiğinde eski barbar toplumların karnını doyurmak ve hayatta kalmak için birbirlerini öldürmeleri, savaşmaları çok daha haklı, masum ve uygar insan’ın tüm insanlığı ve doğayı yıkıma, geri dönülmez felaketlere uğratan savaşlarına göre çok daha küçük boyutta, kitlesel büyüklükte olmayan barbarlıklardır. Zamanda hareket tersinmezdir. Yani geçmişe geri dönülemez. Yitirilmiş insana da yeniden ulaşabilmek tersinmez bir özellik içerir. Geçmiş zamana yeniden geri dönmek, geçmiş
Sayfa 37 zamanı yeniden yaşamak ancak aksiyon filmlerinde ve masallarda olanaklıdır. Bizler bu gün içinda yaşadığımız kapitalist sistem içerisinde kötü bir insan figüründen başka bir şey değiliz. Tamamen sistemin bir parçası olmuş, hatta bundan hoşnutluk duyduğunu sanan dejenerasyona uğratılmış figürleriz. Yok oluşa doğru dünyamız sürüklenirken, sömürü ve dünyanın doğal kaynakları aç gözlülükle talan edilirken biz bu acı gerçeklere olağan şeylermiş gibi bakıyoruz ve bu olgular sadece insanın değil tüm canlılığın en temel sorunları olmasına karşın kapitalist sistemin yapılandırdığı insan bu tirajik facialara sıradan bir olaymış gibi bakıyor, bir mırıltıyı andıran tepkilerle yetiniyor. Bu mırıltıyı andıran tepkiler de süreç içerisinde sönüp gidiyor, sömürü ve talan daha da katmerleşerek ve artık bir tepkiyle de karşılaşmadan sürüp gidiyor. Ormandaki ağaç tepelerinden savanaya(yarı kurak iklime sahip geniş Afrika çayırları) inerek yüzbinlerce hatta milyonlarca yılları kapsayan bir süreçte dönüşüme uğrayan hayvan’ın ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum, sosyalist toplum macerası sonucu geldiği nokta burası. Büyüklerimiz hep geçmişe ve geçmişteki insana özlem duymuştur. Gerçekten de insan, kapitalizmin bu köhnemiş evresinde yabancılaşmanın artık son boyutlarına ulaşmış durumda. Bu da elde olmayarak acı çeken bugünün insanını, geçmişte kalmış o nostaljik, iyi insanı arar duruma getiriyor. Peki iyi insan, nostaljik insan’dan ne anlıyordu büyüklerimiz ? Öncelikle sözünün eri olan, arkadan vurmayan, hak geçirmeyen, yardım sever, konuk sever, komşuluğa değer veren ve onlarla sıcak ilişkiler içerisinde olan, para için dostunu, arkadaşını satmayan, para’nın her şey olmadığını bilen, az’la yetinmesini a bilen, bir bakıma metalaşmamış, yabancılaşmamış insan. Bir başka tarz’da anlatımla: “Feodalizm dönemin feodal kültürünün, ahlakının insanı! ” Uzağa gitmiyelim Yaşar Kemal romanlarında hep geçmişe, geçmişte kalmış o tersinmez zamanın insanına özlem duyar. “ Güzel atlara binip de çekip giden o iyi insanlar ”dan özlemle bahseder.(Bak. Akçasasın Ağaları: 2) En önemli yapıtı sayılan İnce Memed 1’de de atıyla çekip giden ve ondan bir daha haber alınımayan İnce Memed’in destansı gidişi betimlenir: “Orta yerdeki dimdik, kaya kesilmiş atlı azıcık kımıldadı. At bir iki adım attı sonra durdu. Atlı başını kaldırdı. Gözlerini kalabalığın üstünde gezdirdi. Hürü Ana sapsarı kesilmiş, kurumuş. Kanı çekilmiş, gözlerini kocaman kocaman açıp üstüne dikmiş ondan bir söz, bir hareket bekliyordu. Sonra at gene kımıldadı. Memet atı Hürü Anaya doğru sürdü. Önüne gelince atın başını çekti. ‘ Hürü Ana! Hürü Ana’ dedi. ‘Oldu hakkınızı helâl edin’ Alidağı tarafına doldurdu. Bir kara bulut gibi köyün içinden süzüldü çıktı. Gözden kayboldu. …………… İnce Memed’den bir daha haber alınmadı. İmi timi bellisiz oldu.” ( Yaşar Kemal, S.412. 2.baskı, 1957 Remzi Kitabevi) Yani şunu açıklığa kavuşturmak istiyorum: Eski insana özlem, özel mülkiyet ortaya çıktığından beri insanların müşterekleri olmuş. Şimdi de değişen bir şey yok. Özlem, üretim araçları ve ilişkileri geliştikce daha da üst boyutlara ulaşıyor. Şimdi vahşi kapitalizmin en doruksal anlarında vahşileştirilmiş bir kültürün girdabındaki kimliğini yitirmiş antroposen
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı çağının(kuantum yüzyılının) vahşi insanına bakarak geçmişin insanı mumla aranır olmuştur. İşte yukarda örneklediğimiz dünya literatürüne seçkin roman ve öyküleriyle girmiş Yaşar Kemal, olanaklı olsa özlem duyduğu hem o feodal dönemi hem de feodal dönemin insanını geri getirecek! Yaşar Kemal’in özlemini çektiği insanların ( erkek cinsi olsun-kadın cinsi olsun) taşıdıkları feodal kültür bir yönüyle yabancılaşmadan az nasibini almış olabilir çünkü yabancılaşma, insanın doğaya egemen oluşundaki katettiği mesafe ile doğru orantılı olduğu göz önüne getirildiğinde insan’ın konumu, yabancılaşması da üretim ilişkilerine bağlı olarak değerlendirmek gerekiyor. Çünkü her kültürde olduğu gibi feodal kültürde de sosyalist kültüre ilişkin öğeler bulunmaktadır. Alınması gereken de bu kültürün içerisindeki sosyalist öğelerin alınmasıdır. Yaşar Kemal özlem duyduğu kayıp insanı geçmişte aramaktadır. Aslında aranılan şey geçmişin insanı değil taşıdığı kültürün içindeki o gerçek insanlığa ait sosyalist kültür öğeleridir. Bu anekdot’u parantez içerisinde bir not olarak düşmüş olalım. Kapitalizmin egemen olduğu şu anki 21.yüzyıl’ın ilk çeyreğinde dünyanın ve insan’ın akıbeti hiç de iyi görünmüyor. Dürüstlüğünü yitirmemiş, sermayeye kölece bağlanmamış -bir avuç da olsa- var olan bilim insanlarımız gelinen yerin vahametini internet üzerinden olsun diğer görsel-yazılı basın ve kaynaklar üzerinden olsun görüntüleriyle, bilimsel açıklamalarıyla dünya kamu oyu’nun bilgisine sunuyorlar. Artık bu konularda bilgisi olmayan yok gibidir. Ama buna karşın kapitalizm zorbaca dünyanın, dolayısiyle yaşamın da sonunu getirmek pahasına para için, sadece kendisinin, bir avuç kapitalistin, para babalarının rahat yaşamı a için insanlığın geleceğini umarsızca risk’e atabiliyor. Anlayış şu : Bir daha mı geleceğim dünyaya? Ben öldükten sonra ne olursa olsun! Benden başkasının canı cehenneme! Aslında bu anlayış kapitalizmin tek benci(solipsizm) pragmatist, egoist felsefesinin pratik söylemidir, dile gelişidir. İşte bundan dolayı da Kapitalizm, modern dünyaya ters düşen, modern dünya ile arasındaki çelişki giderek daha da uzlaşamaz özelliğe bürünen bir neo barbarlık sistemidir. Bu yeni barbarlık sistemi, dünyanın yok oluşa doğru gidişine kesinlikle radikal bir çözüm getiremez. Özel mülkiyetin egemen olduğu bir dünyada tüm çözümler toplumların değil bir avuç kapitalistin anlık çıkarına ve anlık kâr hesabına dayanmaktadır. Onun içindir ki böyle bir sistem de dünyanın ve insanlığın geleceği kesinlikle karanlıktır. Bu karanlık ise ‘yok oluşun, batışın’ tam da kendisidir. Oysa bilim ve teknoloji dev adımlarla ilerliyor. İşte bilim ve teknolojideki bu dev ilerleyiş, doğa yasalarını alt üst eden yeni bulgular doğanın insana dayattığı sınırlamaların sınırını olağanüstü genişletmiştir. Ancak bu bulgular ne kadar önemli ise nasıl kullanıldığı ve nasıl kullanılacağı daha da önemlidir. Tüm bu bulguların, dünya kamu oyunun bilmediği can alıcı öneme haiz bilgi ve giz’lerin anahtarları ve şifreleri ne yazık ki bir kaç emperyalist haydutun elinde bulunmaktadır. Bilim ve teknoloji dev adımlarla ilerliyorken insan aklı bu ilerleyişin çok çok gerisinde kalıp eski, gerici, muhafazakar kalıplarda direniyor. Gelişen bilim ve teknik ile insan aklı arasındaki çelişki giderek derinleşiyor. Kapitalizmin hesabına gelen de bu: Gelişen bilim ve tekniği dilediği gibi salt kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmek için insan aklının olabildiğince geri, yobaz, muhafazakar kalmasını sağlamak.
Sayfa 39 Peki bu nasıl oluyor? Başta ABD olmak üzere emperyalist devletler bilim adamlarından oluşan bir ‘Elit’ zümre oluşturmakta. Bu elit’ler zümresi özel ayrıcalıklara sahip kişilerden oluşup parasal yönden tam anlamıyla tatmin edilmektedirler. Bilim adamlarından oluşan bu elitler zümresi halktan ayrı, halktan kopuk yaşamakta, kendi branşlarında araştırma ve buluş yapabilmeleri için önlerine her olanak, konfor, rahatlık sağlanmaktadır. Bugün söz gelimi Amerika’da her branşta işleri sadece araştırma yapmak olan binlerce bilim adamı var. Bunlar emperyalist devletlerde gelişmeyi sağlayan özel ayrıcalıklı düşünen beyinlerden oluşan bir zümre. Dünyanın her kıtasından devşirilmiş bu düşünen beyinler kapitalizm için, para babaları için çalışıyorlar. Elbetteki kâr sağlayabildikleri gelişme ve buluşların yan ürünlerini de (en basiti: mikrowelle fırınları, bilgi sayarlar, teflon tencereler, cep telefonları, çanak antenler vb) halka yansıtıp paralarına para katıyorlar. Bunu tereddütsüz söyleyebiliriz ki çizdikleri stratejik öneme haiz şeyler için yaptıkları çalışma ve buluşların neredeyse tamamını halklardan gizliyorlar. Bunu ibretlik bir örnekle açıklayabiliriz. Biz dünya halkları olarak emperyalist güçlerin bu tür yaşamsal öneme haiz ama kâr sağlamayan buluş ve gelişmelerden haberimiz olmuyor. Ancak bazı yaşanan, kendiliğinden gelişen sürpriz olaylar sayesinde bu gibi şeylerden yüzeysel olarak –basın’a yansıdığı kadarıyla- haberimiz oluyor. Söz gelimi A.B.D. li bilgisayar uzmanı eski CIA (Merkezi İstihbarat Teşkilatı) ve eski Ulusal Güvenlik Dairesi(NSA) çalışanı Edward Snowden, ‘Bu tür şeylerin yaşandığı (Telefon dinleme, internet kayıtlarına girme vb.) bir toplumda yaşamak istemiyorum! “Yaptığım ve söylediğim her şeyin kayıt altına alındığı biradünyada yaşamak da istemiyorum” şeklinde bir açıklama yaparak PRISM adlı programı basına sızdırıyor. (PRISM programı aralarında Facebook, Google, Mikrosoft, Yahoo, Pal Talk, AOL, Skype ve Apple gibi teknoloji devlerinin de adı geçtiği üst düzey güvenlik gerektiren bir çok kişisel hesaba da direkt olarak bağlanıyor). Akabinde A.B.D’den sınır dışı ediliyor. Snowden 23 haziran 2013’de A.B.D.’yi terk edip, Rusya’ya, Moskova’ya gidiyor. Konumuzla ilgili olarak Snowden bazı açıklamalarda da bulunuyor. Bu açıklamalar tüm dünya’da günün konusu oluyor, hala da tartışılan bir konu olma özelliğine sahip. Snowden açıklamalarında Gliese 581 D gezegeninden de dökümanlarla beraber bahsediyor. Gliese 581 D gezegeni dünyamızla oldukca benzeş özelliklere sahip ayrıca da dünyamızdan defalarca büyük bir gezegen. Dünyamızdan 20 ışık yılı uzaklıktaki bu gezegene- ki şimdilik ulaşılması olanaksız gibi görünüyor- ulaşılmış olduğu hatta bir çok zenginin dünyayı terkederek Gliese 581 D’ye yerleşmiş olduğunu iddia ediyor. Yerleşmelerinin ana nedeni de doğal zenginlikleri tamamen talan edilmiş her bakımdan tüketilmiş adeta cehennemleştirilmiş dünyanın son bir nükleer savaşdan da sonra artık yaşanacak durumu kalmamasıdır. El değmemiş doğal zenginlikleri ile biçilmez kaftan olan Gleis 581 D’ye göçen zenginler için dünya yalnızca bir koloni(sömürge) olarak, üzerinde yalnız yaşamalarına izin verilmiş kotlanarak köleleştirilmiş insan toplulukları varlığını sürdürecektir. Bu anlatılanlar şimdilik mantık dışı görünse de öncelikle internet aracıyla tüm dünyaya yayılan bu fısıltı ve rivayetler emperyalizme, dünya burjuvazisine karşı duyulan bilinçsiz bir öfkenin yankısını taşıdığı gibi emperyalist ülkelerin ve bu ülkelerdeki çok uluslu tekel ve şirketler yaptıkları araştırma ve buluşları hiç de insanlığın ve tüm canlılığın yararı için
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı yapmadıkları, sonu gelmez aç gözlülükleri, bencillikleri için yaptıkları ve kendi dışlarındaki milyarlarca emekçi halklara, insanlara da hangi gözle baktıkları gerçeğini de tüm yalınlığı ile yansıtıyor. İşte geleceklerini ve cennetlerini bizim için cehenneme dönüşmüş güzelim dünyamızda zevk ve saltanat içerisinde geçirirken bizim onların bu hoyrat yaşantılarını görmememiz ve sessiz kalmamız için, muhafazakar olarak bir yaşam sürmemizi sağlamamız için her türlü aracı kullanıyorlar. Din bunların en ön sırasını teşkil ediyor. Söz gelimi ölümden sonra yaşamın yeniden olacağı inancına, tanrıya, meleklere, Musa’nın kızıl denizi yarması gibi, İsa(Jesus)’nın ölüleri diriltmesi her türden sakatı anında sağlığına kavuşturduğu gibi, peygamberlere ve onların mucizelerine vb. inanan insanların sayısı dünyanın hala 4/3’ünden fazlasını kapsamaktadır. İşte dinin kökleri hayvanlardan ayrışmanın ve insan olmanın bir özelliği olarak karşımıza çıkar. Aslında din doğa olaylarını anlamak için insanların animizme ve büyüye yönelmesi ile başlangıç yapıyor. Bu dinin ilk biçimleri oluyor. Animizm ve büyü insan bilincinde ileri bir adımı temsil ediyordu. Bilincin bu çocukluk aşaması binlerce yıl önce geride kalması gerekirken sınırsız tutucu olan insan aklı yüzlerce, binlerce yıl önce ortadan kalkması gereken fikirlere ve önyargılara sıkıca tutunuyor. Dünyayı dolduran milyarlarca insan’ın düşünmeyen beyinler olmaları için her türden kanal ve yöntemlerle hesabını görüyorlar. Gerçekten de bunda da başarılı oluyorlar. Sonuç olarak üretim araçları ve bilim çok ileri gidiyorken milyarlarla ifade edilen insanların a aklı tutucu oluyor, geri kalıyor. Üretim araçlarının insan aklına göre çok daha hızlı ilerleyişi insan DNA’sına özgü biyolojik bir sorun değildir. Bunun nedenini üretim araçlarına sahip olan sınıfın bencilliğinde ve korkusunda aramak gerekir. Hızla gelişen üretim araçlarının, ilerliyen bilimin karşısında yobaz ve muhafazakar diyebileceğimiz bir anlayış üretim araçlarını ve bilimi hem mistik ve anti bilimsel düşüncelerinde bir kaldıraç olarak kullanıyor, hem de pervasız bir direniş ile üretim araçlarının ve bilimin olması gereken asıl yolundan saptırmanın yollarını arayıp durarak gelişimin kesintiye uğramasını sağladığı gibi kendi çıkarları doğrultusunda da kullanıyor. Kapitalizmin kâr hırsının dünyamıza ve insanlığa verdiği en tehlikeli zarar olarak doğal dengeyi bozmuş olduğunu gösterebiliriz. Anormal sel felaketleri, iklim değişiklikleri, depremler, okyanusların sıklıkla kabarıp tusunamiler oluşturup kentleri, insanları yutmaları, hala önemli çevre ve kesimlerce allahın insanlığa verdiği bir ceza olarak değerlendirilmektedir. Çokluğun böyle düşünmesinde de anormal bir durum yok tabii’ki ! 21.Yüzyıla girmişken dünyamızın hala 4/3’ün den fazlası ölümden sonra yaşamın tekrar olacağına, tanrıya, meleklere, şeytana, ölüleri dirilten ,denizleri yaran peygamberlere, cennet ve cehenneme inanmaktadırlar. İnsan aklı son derece tutucu oluyor.(en büyük etken din) dinin kökleri, hayvanlar aleminden çıkan ve toplu olarak bir arada yaşayan insanlar kendi kontrollerinde olmayan doğa olaylarını anlamak için dinin ilk biçimleri olan büyü ve aninizm’e başvurdular. Binlerce yıl eskilerde kalmış bu ilkel din anlayışı artık sönüp gitmiş olmalıydı.Yukarda da yazdığımız gibi insan aklı son derece tutucudur ve çok önceleri ortadan kalkan daha doğrusu kalkması gereken fikirlere bağnazca yapışır.
Sayfa 41 Dünyanın büyük bir bölümü hala vurdum duymaz sorumsuzluklarla dünyanın kurtuluşu için papa’nın, hahamların, hocaların vb. gölgesinde ayinler’le avunup, teselli bulmaktadırlar. Oysa olguya biraz yakından bakıldığında karşımıza enteresant değerlendirmeler çıkmakta, ‘insan’ın konumuna ilişkin yeni değerler öne sürülmektedir. Hem öne sürülen bu yeni değerler yeni de değildir, ancak sermaye tarafından olduğunca gözden uzak tutulmaya ve ört-bas edilmeye çalışıldığı için gerçek anlamda, insanlık “artık yeter, ayağa kalkıyoruz ve bu işe gerekeceği gibi el koyuyuruz” anlamında bir müdahelede bulunamadı, bulunamıyor. Ört-bas edilmeye çalışılan şey ise Dünyamızın 11.500 yıldır devam eden holosen çağından çıkıp yeni bir çağa Antroposen çağına girdiğimize dair öne sürülen verilerdir. Gezegenimiz 4,5 milyar yıl önceki oluşumundan şimdiye kadar geçen süreçte defalarca değişime uğradı. 2,5 milyon yıl önce başlayan pleistosen döneminde başlıyan buzul çağları bundan yaklaşık 10.000-14.000 yıl önce sona ermiş içinde bulunduğumuz iklim olarak olsun canlı tür çeşitliliği olarak olsun fevkalade bir dönem olan holosen çağı başlamıştır. Milyonlarca yıl önce başlayıp günümüze kadar defalarca kendi doğal akışı içerisinde jeolojik değişime uğrayan dünyamız önemle kapitalizmin ortaya çıkışı ile birlikte doğal akışının dışında yalpalamaya başlamış ve jeolojik değişim artık doğal akışı içerisinde değil insan’ın müdahelesiyle gerçekleşmiştir. Antroposen çağı! Doğadaki oluşmuş Barışçıl binlerce güzel yılın sonu demektir. Bunu biz insanlar hazırladık. Doğanın kendi doğal sistemi içerisinde oluşmuş dengesini bozduk ve artık batmak üzereyiz ve hala batırmak için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Hiç akıllanmamışız yani. Yani işin ciddiyetinin farkındayız ama önemsemiyoruz. Hani bir arabesk şarkı vardıra İbo söyler: “Bu da geçer, bu da geçer Alışmalısın Hemen karar verme sabret bu da geçer Dayanmalısın. Böyle kalmaz zamanla düzelir elbet Bu da geçer arkadaş buna üzülme Yarın başka bir gündür yarını bekle Bu da geçer arkadaş sakın üzülme.” Felaket kapıda ama boşver! Bu da geçer! Bize bişecik olmaz! anlayış bu! Sadece Türkiyelinin değil tüm dünyalının genel düzeydeki anlayışı bu ! İnsan oğlu her felakete alışıyor. İki kez yaşandıktan sonra artık o felaket olağanlaşıyor. Olmaması gereken o kadar çok felaket tarafımızdan olağanlaştırıldı ki artık dünyanın bir tek kendi kendini yok etmesi kaldı geriye “ gibi bir şey..” Batmak üzere olan dünyamızı kurtarabilmek henüz, çok büyük tahribatlar yapmış olmamıza karşın, (en basitinden her gün yüzlerce canlı türü (hayvan,böcek,bitki) yok olmaktadır ve bu yok olan binlerce tür canlı bir daha geri gelmemecesine tükenmiş oluyorlar. Milyonlarca yılda oluşmuş bu canlılar antroposen çağının başlaması ile 200 yıl gibi kısa bir süreç içerisinde hızla yok olmaya başlıyor. Artık bunlar bir daha asla geri gelmeyecek ama geriye kalan diğer canlı türlerinin yok olmasını önleyebilmek, doğanın dengesini bozan etmenleri ortadan kaldırdığımızda olanaklı. Ama bu çözümün hepsi değil elbetteki. Geriye Nükleer felaketlerin yol açacağı ikinci perde vardır henüz. İnsanlığın bunu
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı da çözüme kavuşturması gerektiği mutlaktır. DOĞAL DENGEYİ BOZAN ETMENLER: -Doğal dengeyi bozan etmenlerin başında fazla ürün alabilmek için kâr hırsıyla yapılan bilinçsiz ilaçlamalar. Suya karışan bu ilaçlar antarktikaya kadar ulaşmış durumda. -Parfümeri ve bazı kimyasallarda kullanılan kloro-floro-karbon gazları. Bu gazlar 0₃(ozon)’ü parçalamakta ve ozon tabakasının delinmesine neden olmaktadır. Ozon tabakasının delinmesi ile güneşten gelen zararlı ışınlar canlıları kötü yönde etkilemektedir. -Fabrika ve ev bacalarından çıkan dumanlar. Bu dumanlar havada sera etkisi yaparak havanın yaşanamaz derecede sıcak olmasına neden olmaktadır. Ayrıca gökyüzüne çıkan bu zehirli dumanlar yeryüzüne asit karakterine dönüşmüş yağmur olarak geri dönmektedir. -Kömür ve petrol ile faaliyet gösteren termik santraller -Araçların egsozundan çıkan duman -Doğaya atılan plastik atıklar.(en başta da pet şişeleri,poşetler) -Bölgesel ve diğer savaşlarda kullanılan her türlü silah ve tahribatlar -Nükleer santrallar, atıklar,kazalar, Nükleer denemeler,
a
Prf.Dr. Stephen Hawking,(1942…) Tanınmış İngiliz bilim adamı. Matematik Profösörü. Albert Einstein’den sonra gelmiş en büyük bilim adamı olarak değerlendirilmektedir. Vatikan ve Oxford Üniversitesinde yaptığı (Evrenin Kaynağı) adlı konuşmada “Dünyadaki yaşam; aniden meydana gelecek bir nükleer savaş, genetik olarak değiştirilmiş bir virüsün yaratılması ya da giderek artan yapay zeka tehdidi nedeniyle sona erebilir. Kim bilir belki bir gün yer çekimi dalgalarını Büyük Patlama'nın kalbine bakmak için kullanmayı da başarabiliriz. Ancak aynı zamanda insanlığın geleceği için kendimize başka bir gezegende yer aramaya da devam etmek zorundayız. İklim değişikliği, yavaş yavaş dünya'da yaşamın sonunu getirecek. Yaşanacak başka bir gezegen bulamamamız halinde insanoğlunun, narin gezegenimizde bin yıl daha ayakta kalabileceğini sanmıyorum" ifadelerini kullanmaktadır(Kaynak BBC) Dünyamızın kurtarılabilir olduğunu söyliyeceğine başka yıldızlarda yaşam yeri bulmamızı salık veriyor stephen Hawking! Evet kapitalizm var olduğu sürece geleceğe ilişkin ümitler
Sayfa 43 de yok demektir. Ama başka bir düzen dünyanın yaşama uygunluğunu sadece Hawking’in ön gördüğü “en fazla 1000 yıl” yerine 10.000’lerce yıl daha aynı, bu günkü özellikler içerisinde sürdürebilir. Özel mülkiyetin, kâr hırsının olmadığı bir dünyada doğal denge korunabilir, savaşlar olmaz, nükleer enerji, nükleer savaş yok edilir. Bu elbetteki olanaklıdır. Bir bilim insanı olarak Stephan Hawking dünyanın en fazla bin yıl içerisinde batacağını insanların dünyamızda yaptıkları ve yapacakları melanetlerde aramaktadır. Nükleer savaşlar, genetik olarak değiştirilmiş virüsler, yapay zeka tehditleri. Biz bunlara 1000 yıl değil çok daha kısa süreçte dünyamızı batıracak Antroposen çağının kabusunu’da ekleyelim. Ancak Hawking tüm bu melanetleri yaratan şeylerin ve olguların neler olduğunu irdeleyip işaret etmiyor, edemiyor.Tüm bu melanetlere(büyük kötülüklere) neden olan şey ve olguların neler olduğu apaçıkken o insanlığa kosmos’u, başka gezegenleri işaret ediyor.
Bing Bang (Büyük Patlama ve Tanrı)
Evrenin oluşması hakkında bazı teoriler var. Genel olarak kabul edilen Bing Bang’dır. Big Bang yani büyük patlama olduktan sonra saniyenin milyonda biri bir sürede etrafa kütlesiz ve saf enerjili parçacıklar saçıldı. Burdan sonra bozonumuz devreye girdi. Higgs bozonu, kütleleri olmayan bu parçacıklara kütle kazandırmıştır. Yani hiç’e, olmayan bir şeye kütle kazandırmıştır. Söylediğim gibi tıpkı bir süper kahraman. İşte ona bu yüzden ‘Tanrı parçacığı’ diyoruz. Büyük patlama(bing bang) teorisi gerçek anlamda bir yaradılış efsanesidir. Bu teori evrenin 15 milyar yıl önce oluştuğunu kabulaeder. 15 milyar yıl önce ne evren ne madde ne uzay ne de zaman vardı. Bing Bang savunucusu bilim adamları tekillik olarak öne sürdükleri tüm maddenin içinde yoğunlaştığı görünmez nokta öylesine bir güçle patladı ki hemen tüm evreni kapladı ve zaman başladı, evren de genişlemeye başladı ve hala da genişlemeye devam ediyor. İşte en saygın üniversitelerin saygın profösör ve bilim adamlarının inandıkları şey de tam budur. Eğer evren genişlediyse ve genişliyorsa geçmişte daha küçük olması gerekirdi. Sonuç olarak da evrenin tek bir yoğun madde çekirdeği olarak başlamış olması gerektiği varsayımıydı. Bu varsayım Rus matematikçisi Alexsander Friedmann tarafından öne sürülmüştü.(1922) Bu evren’in ve zamanın sonlu olması gerektiği, bir başlangıcının olması gerektiğini Belçikalı rahip Georges Lemaître kanıtlamaya çalıştı. Başlangıç hipotezinin ortaya atılması şüphesiz kiliseye büyük yararlar sağlıyordu. Çünkü böyle bir hipotez yaradılış düşüncesine kapıları ardına kadar açmaktaydı. Katkılarından ötürü Belçika katolik kilisesi Lemaître’yi papalık bilim akademisinin yöneticisi yaparak ödüllendirmiştir. Dünya ise 5 milyar yıl önce oluşuyor. Homo sapines(insan’ın hayvanlar aleminden insanlar alemine geçişi )100.000 yıl gibi evren ve dünyanın oluşum sürecine bakılacak olursa kıyaslanamıyacak kadar kısa bir süre önce gerçekleşiyor. İnsan’ın var oluşuna ilişkin binlerce yıldan beri iki tez çarpışıp duruyor. Mistisizm ve bilim. İnsan’ın ne olduğunu kavramak dünyanın oluşum sürecini, ilk yaşamın oluşum sürecini kavramakla olanaklıdır. İnsan’ın tanrı tarafından erkek ve dişi cins olarak yaratılmış oldukları(adem ile havva) tez’i bu gün için de dünyanın ezici çoğunluğu tarafından inanıl-
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı maktadır. İsviçre-Fransa sınırındaki binlerce bilim adamının katılımıyla gerçekleştirilen ve hala devam eden yerin 27 metre dibindeki Cern’deki Bing Bang( büyük patlama)ya ilişkin denemeler, evrenin nasıl oluştuğundan çok nasıl yaratıldığının gösterilmesi için harcanan çabalara neredeyse dönüştü. (katolik kilisesinin büyük patlamaya sahip çıkması, maddi destekde bulunması rahiplerin bilime verdiği değerden ötürü değildir) ve temel’i evrenin bir başlangıcı olduğu, hiçlik’den,(Bu hiçlik ise kütlesi olmayan bir nokta!) kütlesi olmayan bir noktayken(Bu saçma hipotezi haydi görmezden gelelim! Yani kütlesi olmayan bir noktadan bahsediyorum! nokta varsa kütle de vardır ! Kütle varsa bu hiçliğin yadsınmasıdır da!) yüklendiği sınırsız enerji sonucu patlayarak zaman ve uzayı dolayısiyle evrenievrenleri oluşturduğu tezine dayanmaktadır. Yani büyük patlamadan önce uzay ve zaman yoktu. Hiçlik’di. Hiçlik! Hiçlikden, yalnız dinsel olarak, ‘yoktan var olma’ olanaklıdır. Bu da din kitaplarındaki yaradılışa ilişkin öğretidir: Tanrı evreni hiçlikten yaratmıştır! Yani bin bang teorisi sonunda gelip tanrıya ve din’in yaradılış öğretisine dayanmaktadır. Bu teorinin diyalektik materyalizm’e ters düştüğü, idealist bir açıklama olduğu, ispata değil tesadüflere ve inanca dayandığı ve bunun da eninde sonunda mistisizme kapı araladığı hatta mistisiz’min ta kendisi olduğu anlaşılmayacak bir şey değildir.Tabii ki bu sorunu kısacık anlatıp geçiyorum. İlgilenen okuyucular internette bu konuya ilişkin yüzlerce makale ve araştırma yazısı bulabilirler. Evet katolik kilisesi Bing Bang teorisine dört elle a sarılıyor. Bu mistisizm son dönemde bilimin içerisinde yeniden baş köşeye oturtuldu. Tanrının varlığını ispat etme girişimine Albert Einstein’in genel görelilik teorisi ve ne yazık ki kendini bir ateist olarak değerlendiren Albert Einstein’de bulaştırıldı.Albert Einstein’in kendi Genel Rölativite Teorisi’ne olan tepkisi, Tanrı ile karşılaşma tehdidi olarak göründü. Genel Rölativite denklemleri boyunca ilerlersek, evrenin kökenini yani zamanın gerisindeki başlangıç şeklini bulabiliriz. Bundan dolayı Einstein “fudge faktor”adını verdiği(kozmolojik sabit) teorisini öne sürdü. Fudge faktor hatalara açık bir durağan modeldi. Ancak sonradan büyük hata yaptığının farkına vararak BİR BAŞLANGICIN GEREKLİLİĞİ diye adlandırdığı ve sonuç olarak BÜYÜK VARLIĞIN GÜCÜ dediği sonucu isteksizce kabul etti. Yinede Einstein kişisel olarak TANRI’sal bir gücün varlığını(güya) yadsıdı. Bilimsel anlamda evrenin bir başlangıcı ve sonu olduğu ( söz gelimi en tanınmış olanlardan Stephen Hawking ) kozmolojik büyük patlama(lbin bang) teorileri ile, ileri sürüldü. Bu teori ile uzay ve zaman’ın büyük patlama ile başladığı tezi yeni değil daha 1951’lerde başta katolik kilisesi olmak üzere bir çok bilimsel araştırma merkezleri ve bilim adamları tarafından kabul gördü. Sonunda bu anti diyalektik materyalist görüş evrenin hiçlikten var olduğu dolayısiyle, bir doğa üstü varlığın gerekliliği bir çok söz sahibi, önemli bilim adamları tarafından savunulmaya başlandı.
Sayfa 45 İnsan doğası’nın açımlamasında Marx’ın ve Engels’in İnsan türüne ve toplumuna ilişkin yaptıkları çalışmalar, araştırmalar bize rehber oluyor. Durum bu olunca konumuzla ilişkin olarak Marx ve Engels’in yazdıklarını ve mücadelelerini yeniden dikkate almak, geçmişe geri giderek bir doğru yol haritası çizmek gerekliliği ortaya çıkıyor. Dolayısiyle Marx ve Engels’in yer yer yazdıklarından alıntılar veriyoruz, hatta onların özel hayatlarına dahi burnumuzu sokup 19.yy Avrupasının çeşitli ülke ve şehirlerinin sefil odalarında onlarla birlik aç kalıyor, onlarla birlik sürgünlere gidiyor, onlarla birlik acı çekiyoruz. Yani bir bakıma onları duyumsuyor, onları yaşıyoruz. Karl Marx’ı insan doğası, hümanizma, yabancılaşmaya ilişkin olarak değerlendirirken onu, gelişim süreçleri içeresinde ele almak, gençlik yıllarından itibaren bu konulara ilişkin son geldiği noktaya kadar geçirdiği evreleri yapıtlarına dayanarak süzgeçten geçirmek gerekir. Şayet böyle yapılmazsa Karl Marx’da bir çok olgu ve anlayışın birbirine çelişkili olduğu sonucu da çıkarılabilir veya savunulan Marksizm, Karl Marx’ın Marksiz’mi henüz yapılandırmadığı döneme ilişkin düşüncelerinin’de ‘Marksizm’ adına ortaya atılması, savunulması olur. Nitekim Karl Marx’ın yapıtlarına düz bir doğrultuda bakan bir çok araştırmacı, yazar, filozof bilinçli veya bilinçsiz bu hataya düşerek Marx’ın yorumlamasını Marx’ın Marksizmi yaratma sürecindeki geçirdiği aşamaları göz ardı ederek yaptılar ve hala da yapmaktadırlar. Karl Marx 1818’de Trier’de dünyaya geldi. Babası yahudi asıllı bir avukat’tı. Annesi’de a (Bu gün de varlığını sürdüren dünyanın Hollandalı zengin Yahudi bir aileye mensup’du. tanınmış tröstlerinden biri olan Philips’ in kurucuları olan bir aile ! ) Karl Marx 1835’de Bonn’a Felsefe ve edebiyat okumaya gitti, ancak avukat olan babasının da dayatması üzerine 1836 yılında Berlinde hukuk fakültesine kayıt oldu. Daha okuldayken genç Hegelcilerle tanıştı, Hegel’in etkisinde kaldığı gibi Hegel üzerine akademik araştırmalar da yaptı. (Hegelin hukuk felsefesinin Eleştirisine katkıya Giriş’i yazdığında 25 yaşındaydı) Marx, Hukuk okumasına karşın felsefeyle yakından ilgileniyordu. 1841 nisan ayında Berlin Üniversitesi hukuk fakültesinden mezun oldu ve aynı yıl ‘Demokritos’cu ve Epikür’cü doğa felsefeleri arasındaki fark ‘ isimli doktora tezini muhafazakar bir üniversite olan Berlin’de profösörler arasında ihtilafa neden olduğu için Jena’da başarıyla verip felsefe doktoru oldu. Doktora tezi, Marx’ın ideolojik çerçevede idealizm’den tanrıtanımazlığa adım atışın ve onun için bir idol olan Hegel’den giderek kopuşun da aşaması sayılmaktadır. Ayrıca Marx’ın tanrıtanımazlığı, onun daha sonra materyalizme ulaşmasında da etkin bir faktör olduğu söylenebilir.
MARX’IN GENÇLİK YAZILARI: HÜMANİST MARX Marx’ın 1.evresi (1842-1843) Siyasi eylem’in başlangıç noktası: Prusya Sansürüne karşı yazılan makale:
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı Marx doktora tezini tamamlamış, doktor ünvanını almıştı. 1841 temmuz ayı başlarında yerleşmek üzere Bonn’a, Bruno Bauer’in yanına gitti. Bonn üniversitesinde öğretim üyeliği yapmak istiyordu. Ancak yeni tahta çıkmış olan Kaiser 4.Wilhelm çok sıkı tedbirler aldı. Prusya monarşisini eleştirenler takibata, baskıya uğradılar, mahkum edildiler. Bruno Bauer üniversiteden kovuldu. Kaiser 4. Wilhelm’in Prusya’ya liberal bir monarşiyi getireceği umudu yok olduktan sonra Marx gençliğinin olanca heyecanıyla Prusya mutlakiyetçiliğine karşı daha önce yazmaya başladığı teorik çalışmalarını bir kenara bırakarak 1842 yılı şubat ayı’nın başı ile 10 şubat aralığında “Son Prusya Sansür Yönetmeliği Üzerine Düşünceler”(Marx-Engels Werke,1981, Band 1, S.595) başlıklı makalesini yazdı. (Bu makale Almanya’da uygulanan ağır sansür yüzünden basılamadı. 1843 yılında İsviçre’de Arnold Ruge tarafından “Anektota zur neusten deutschen Philosophie und Publicistik” başlığı altında yayınlanan bir derlemenin ilk cildinde çıktı.)(Karl Marx, Biyografi, 1976, S.36) Bu dönemde Marx’ın yazıları komünizm’den uzak, hümanist/özgürlükçü ,rasyonalist/ liberal özellikler içeriyordu. Bu dönemde Prusya imparatorluğunun despotizmi, feodalizmi, sansürü ve gerici yasalarıyla savaşım yürütürken demokrasiyi savunmaktadır, demokrasi ise ancak özgürlük ile olanaklıdır. Marx henüz idealisttir ve tarih anlayışını insan felsefesi üzerine kurmuştur. Genç hegelcilerin içerisinden gelmesine karşın bu dönemde Hegel’den ziyade Kant ve Fichte’nin etkisindedir. Anlayış şudur : ‘Tarihin kavranması insan’ın özünü kavramakla eş değerdedir a demektir’. Hatta bu aşamada Marx’ın çünkü insan’ın özü tarih ve özgürlük komünizme henüz eğilimli olmadığı da söylenebilir. 12 mayıs 1842’de “Basın Özgürlüğü üzerine “ adlı makalesinde şöyle yazıyordu : “İşte özgürlük insanın özüdür. Bu nedenle özgürlüğün muhalifleri bile özgürlüğün gerçekliğiyle savaşım yürütürken de özgürlüğü yerine getirmiş olurlar. insan doğası için değerli bir mücevherat olan özgürlüğü red ederler ama kendileri söz konusu olduğunda özgürlüğü en paha biçilmez mücevharat olarak kendilerine ayırmak isterler. Hiç bir insan özgürlük için savaşım yürütmez, olsa olsa diğer insanların özgürlüğü için savaşım yürütür. Bundan dolayı özgürlük her zaman var olmuştur, bazen özel bir ayrıcalık, bazen de toplumsal bir hak olarak.”(MarxEngels Werke Band 1. 1981.S.51) Ancak Marx’ın bu makalesini okuyanlar ondaki devrimci kıvılcımın ne kadar keskin ve söndürülemez olduğunu da göreceklerdir. Daha gazeteceliğinin bu ilk denemelerinde HÜMANİST MARX radikal sol’a doğru bir eğilim içerisindedir 1842’de Köln’de Rheinische Zeitung’a girdi. Gazete Rheinland’ın önde gelen zengin burjuvaları, liberal muhalefetin üyeleri tarafından kurulmuş ve finanse edilmişti. Bu kişiler ‘muhalif’ olan gazetelerinde en iyi radikal yazarları önemle genç Hegelcileri bir araya getirmeye çalıştılar. Marx’da bunlardan biriydi. Yazıları, organize kabiliyeti onu diğerlerinden ayıran bir ayrıcalıktı, kısa sürede gazetenin eş editörlüğüne getirildi. Marx’ın ‘Orman Suçları Kanunu Üzerindeki Görüşmeler ’ başlığını taşıyan 1842 ekim-kasım aralığında yazılan makalelerinde genel toplumun değil yoksulların, toplumsal ayrı-
Sayfa 47 calıklardan yoksun bırakılmış kitlelerin çıkarlarını savundu. Bu atılım Marx’ın devrimci demokratizmine daha da belirginleşmiş bir hedef kazandırdı. Bu bir başlangıçtı ve Marx artık çalışmalarında ezilen geniş halk kitlelerinin çıkarlarını ön plana çıkarmayı ve savunmayı amaçlıyordu. Hükümet Rheinische Zeitung’un Prusya devleti için giderek büyüyen bir tehlike olduğunu görüyor, dergiyi kapatmak için fırsat kolluyordu. Gazeteyle uğraşan sansürcüler Marx’ın gazetenin arkasında duran devindirici güç ve teorilerine can veren kaynak olduğunu söylüyorlardı. Karl Marx gazetenin akıbetinin tehlikeye girdiğini görünce 19 mart 1843’de gazeteden ayrılmak zorunda kaldı. (Yine de gazete kısa bir süre sonra kapatıldı) Bu gazete’de 1843 başlarında Rus monarşizmi üzerine keskin bir makale yazılmışdı, bu keskin yazının Rus aristokrasisindeki hoşnutsuzluğunu da göz önünde tutan Prusya hükümeti, zaten sürekli sansür baskısı altında soluk aldırmadığı ve kapatmak için can attığı bu muhalif gazeteyi ‘ Kilisenin ve devletin mevcut düzenine karşı düşmanlık yaymayı amaçlama eğilimi gösterdiğini, devlet yönetimiyle alay ederek küçük düşürdüğünü, dost güçlere karşı haksız suçlamalarda bulunduğunu bildirerek kapatma kararı aldı. Gazete 31 mart 1843’de son sayısını çıkardı. A-Demek ki Karl Marx’ın Rheinische Zeitung’ daki en önemli gelişimi, sınıfsal bilinçlenmeye doğru ileri bir adım atarak emekçi kitleler ve yoksul halkın savunusu üzerine tavizsiz politik makaleler yazmış olması oluyor. B-Rheinische Zeitung’da ‘orman suçları kanunu’ve ‘Mosel köylülerinin durumu üzerine’ yaptığı çalışmalar sadece politika ile ilglenen Marx’ı ekonomik ilişkilerin incelenmesine a yöneltmesine vesile oluyor. Böylece sosyalizmi incelemenin kapısı aralanıyor. Bunu Engels’in 15 april 1895’de Richard Fischer’e yazdığı mektuptan anlıyoruz: “Was den Moselartikel angeht, so bin ich der Sache soweit sicher, als ich von M[arx] immer gehört, grade durch seine Beschäftigung mit dem Holzdiebstahlsgesetz und mit der Lage der Moselbauern sei er von der bloßen Politik auf ökonomische Verhältnisse verwiesen worden und so zum Sozialismus gekommen.” (MEW.Band 39,S. 466,) “Mosel makalesine ilişkin olarak kesin olarak söyliyebilirim ki Marx’dan hep duyduğum odun hırsızlığı yasası C-Rheinische zeitung’daki çalışması devlete ilişkin Hegel’in öne sürdüğü anlayışları yeniden incelemeyi gerekli kıldı. Gazetedeki deneyimlerinden devletin evrensel aklın belirmesi, yansıması olmadığını gördü. Evrensel olanın özel bireysel çıkarlar üstündeki bir görüntüsü, belirginleşmesi, yansıması olmadığını, olamıyacağını kavradı. D-Marx, Sansür yasasına ilişkin olsun Mosel köylülerine ilişkin olsun yazdığı makalelerde Feodal yasalarla ve prusyanın despotizmiyle savaşım yürüttüğünde politik mücadelesini ve tezlerini insan felsefesi üzerine yapılandırır. Bu insan felsefesinin de ne olduğunu yukarıda kısaca belirtmiştik . Rheinsche Zeitung’un kapanmasının ardından Marx Paris’de Arnold Rude tarafından kurulan ve ancak tek sayı çıkacak olan radikal sol görüşlü aylık dergi “DeutschFranzösische Jahrbücher”in eş editörü olarak Parise gitti. Bu gazete aslında Almanya ve Fransadan yazarların bir arada yazılar yazabileceği bir merkez olarak düşünülmüştü. Rus anarşist Mikhail Bakunin dışında yalnız Alman yazarlar tarafından destek gördü ve yayın yaşamına tek sayı sonunda son vermek zorunda kaldı. Marx Bu gazeteye Hegel’in
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı hukuk felsefesinin eleştirisine katkıya giriş (mart-ağustos 1843) ile Yahudi sorunu üzerine( ağustos-aralık 1843’de yazıldı, şubat 1844’de yayınlandı) adlı makalelerini verdi. Bu dönemde Marx’ın Hegel ve Feuerbach’dan önemli derecede etkilendiği ve makalelerini bu kez önemle Feuerbach’ın toplulukçu hümanizmasının etkisiyle yazdığı gözlemlenir. ‘Yahudi sorunu’ Marx’ın ‘din’ üzerine olan radikal görüşlerini içerir. ‘ Yahudi Sorunu ‘ üzerine makalesinde Bauer ‘hiçbir dinin özel ayrıcalığı olmadığı laik bir devlet düzeninde dinin ortadan kalkacağını, yok olacağını öne sürmüştür. Marx, burjuva demokrasinin en gelişmiş devleti olarak gördüğü laik A.B.D’yi, Kuzey Amerika’yı örnek olarak ele alarak şöyle yazmaktadır : “ …..Birleşik Devletler’de ne devlet dini ne de çoğunluğun dini olarak ilan edilmiş bir din ya da bir kültün diğerleri üzerinde üstünlüğü vardır. Devlet tüm kültlere yabancıdır(Marie ya da Birleşik Devletlerde Kölelik, G.de Beaument, kitap 2 Paris 1835) Gerçekten birkaç Kuzey Amerika devletinde anayasa herhangi bir dinsel inanç ya da belli bir kültün uygulanmasını politik ayrıcalıklar için koşul koymaz. Birleşik Devletler’de dinsiz bir insanın dürüst bir insan olabileciğine inanılmaz. Buna karşın Fransız sosyal bilimci Alexis de Tocqueville ve İngiliz Hamilton’un kesinlediği gibi Kuzey Amerika her şeyden önce dindarlık ülkesidir. Kuzey Amerika ülkeleri bizim için yalnızca örnek olmaları bakımından önemli…. Tamamlanmış bir politik özgürleşmenin olduğu ülkede dinin yalnızca varlığını değil, aynı zamanda onun yaşam dolu, canlı varlığını buluruz.( Karl Marx, 2009, S.11)” Burada Marx’ın döneminin çok ilerisinde ampirik tespitlerine tanık oluyoruz. Laik burjuva toplumlarında dini gelişimin ve dine yönelişina güçlü oluşumunun diyalektiğini doğru olarak çözümleme yetisini gösteriyor. Yüzyılının önemli sosyal bilimcileri ve filozofları laikliğin tanrıyı öldürdüğünü (Nietsche), laik modern devletlerin giderek dinsiz devletler olacağı(Durkheim, Weber) varsayımlarına karşın Marx tam zıddı bir görüşü öne sürüyor. Yahudi Sorunu’nda Marx’ın fevkalade önemli tespitlerinin yanı sıra gerçeği yansıtmayan, faşizme, ırkçılığa, şövenizme kapı aralıyan ‘Yahudi karşıtı ‘anti semitizm’i doğrudan içeren görüşleri de vardır. Bu tehlikeli görüşler maalesef Komünistler tarafından çok kez görmezlikten gelinip eleştirilmemiştir ya da çok küçük bir kesim tarafından eleştirilmiştir. Tabii’ki bu görüşler Marx’ın Marksizmi yaratma evresinden önceki anlık düşüncelerini içeriyor. Marx’ın bir bakıma Yahudi düşmanlığını körükleyen bu Yahudi karşıtı ‘ anti semitik’ makalesi değerlendirildiğinde Marx’ın annesinin Yahudi olduğu, babası’nın ise sonradan protestanlığı kabul ettiği, üniversite yıllarından itibaren ateist olduğu ve bu evrede henüz işçi sınıfının bilimine vakıf olmadığı olguları göz önünde tutulmalıdır.
Marx’ın 2.evresi (1843-1845) Hümanist Marx Marx Yahudi sorununda siyasi kurtuluşu insanın feodal bağlarından kurtulması ve bir burjuva devrimi yoluyla burjuva-demokratik özgürlüklerin ilan edilmesi olarak anlıyordu. Ama aynı zamanda bu özgürlüklerin sınırlarının da farkındaydı. Şöyle yazıyordu:” Hegel’in hukuk felsefesinin temel ilkelerine göre düzenlenmiş ‘Sivil Toplum’ (s.8-9) bölümünün tümünü karşılaştırın. Politik devlet gerekli olarak alındığından, politik devletle karşıtlığı içinde sivil toplum da gerekli olarak alınıyor.
Sayfa 49 Politik özgürleşme başlı başına büyük bir ilerlemedir, genel olarak insani özgürleşmenin son biçimi olmasa da (a.b. ç),bugüne kadarki dünya düzeni içinde insani özgürleşmenin son biçimidir.(Karl Marx,2009,S.12)yazılarında hala feurbach terminolojisinin etkileri devam ediyor olsa da artık Marx giderek kendi yolunu açmaya başlamış bulunuyordu. Yahudi Sorununda burjuva devrimi ile sosyalist devrim arasındaki temel farklılığın doğru bir çözümlemesini yaparak sosyalist devrimin burjuva devriminin ardılı, takipçisi olması gerektiğinin formüllerini geliştiriyordu. Yine Yahudi Sorununda Bruno Bauere yönelttiği eleştirilerde İnsanlığın kurtuluşu gibi gösterilen temel burjuva özgürlüklerinin derin bir materyalist kritiğini yaptı. Bu temel burjuva hak ve özgürlüklerin aslında uygar toplumun tüm üyelerinin haklarının üstünde aşkın, sadece burjuva sınıfının çıkarlarını kapsayan,burjuva sınıfının temel hak ve özgürlükleri olduğunu gösterdi. Jahrbücher’de yazdığı makaleler yaşamından idealizmi ve burjuva hümanistliği çıkarıp önce devrimci-demokrat ardından da materyalist tutumu benimse-yerek bir komünist’e ve proleteryanın kararlı bir ideologuna dönüşmeye başladığı dönemin özetini vermektedir. Lenin bu konuda şöyle yazıyordu: Marx, bu dergide yayınlanan makalesinde(Hegel’in Tarih Felsefesinin Eleştirilmesine Katkı)var olan her şeyi pervasızca eleştiren, özellikle kitlelere ve proleteryaya silahla eleştirilmesini savunan bir devrimci olarak görünüyordu. (Lenin,Gesammelte Werke a B.21.S.35,Dietz Verlag,1960) Derginin çıkan ilk sayısını okuyanlar burjuva radikali Arnold Ruge’nin yazdığı makaleler ile Marx ve Engels’in yazdığı makaleler arasındaki farkı görüyorlardı. Daha ilk sayısında kapanmak zorunda kalan Jahrbücher’in ardından K.Marx kendi dergisini çıkarabilmenin olanakları olmadığı için Pariste haftada 2 gün yayın yapan ve Jahrbücher’in birçok yazarının’da ( Heine, Herwegh, Ewerbeck, Bakunin, Bürgers, Ruge) bulunduğu Vorwarts(ileri) ‘de yazmaya başladı. Haftalık yazı kurulu toplantıları öylesine atışmalı geçiyordu ki gürültünün sokağa taşmaması için sokakta halk toplanıncaya kadar pencereleri sıkı sıkıya kapalı tutuyorlardı. Tabii ki atışmaların baş rolünde Marx ve Ruge vardı. 1844 haziran’ında korkunç, acımasız sömürüyü, uzun iş saatlerini ve düşük ücreti protesto etmek için Silezyalı işçiler Almanyada ayaklandılar. Alman proleteryasının başlattığı bu isyan Almanyanın tamamında etkili oldu. Bunun üzerine 1844’ün haziran ve temmuzunda başlayan genel grevler ve işçi gösterileri tüm Almanyayı kapsadı. Ruge’nin bu ayaklanma ve işçi gösterileri karşısında Vorwarts’de aldığı tavır tipik bir burjuva yazarının tavrıydı. Yazısında Ruge, proleteryanın eylemini aptalca, hiçbir siyasi ruhu olmayan yararsız bir ayaklanma olarak değerlendiriyordu. Marx’ın Ruge’ye yanıtı sert oldu. Şöyle yazıyordu: “Eğer prusyalı doğru bir bakış açısını seçerse, Fransa veya İngilteredeki işçi ayaklanmalarından bir tekinin bile Silezyalı dokumacıların ayaklanmasınınki kadar bilinçli ve kuramsal bir nitelik taşımadığını görecektir. Atölyelerin, aile ocağının, yönetim çevresinin sözünü bile etmeyen, ama şiddetli, keskin, sert, çarpıcı bir biçimde
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı proleteryanın özel mülk toplumuna karşı muhalefetini doğrudan haykırarak söylendiği şu savaş narası, dokumacıların haykırışı hatırlanmalı önce. Silezyalıların ayaklanması, proleteryanın özü olan bilinçle, tam da İngiliz ve Fransız işçilerinin ayaklanmasının bittiği yerden başlar. Eylemin kendisi bu üstün karakteri taşır. Yalnızca makineler ( işçilerin bu rakipleri) değil, aynı zamanda ticari defterler, mülkiyet senetler de tahrip edilir ; diğer işçi hareketleri her şeyden önce ve yalnızca sanayici patrona, görünen düşmana yöneldiği halde, Silezyalıların bu hareketi aynı şekilde bankere, görünmeyen düşmana karşı da yönelir. Kısaca tek bir İngiliz işçi hareketi böylesine yiğitlikle, üstünlük ve dayanıklılıkla sürdürülmedi.”(vorwarts,(ileri)sayı 64, 10 ağustos 1844)(Arnol Ruge’nin yazılarına hitaben) Ruge’nin proleteryanın ayaklanmasına düşmanca tavrı Marx’ı proleteryanın dünya tarihindeki görevleri ve rolü konusunda daha sıkı çalışarak özel mülkiyetin bir ürünü olan sefaletin mevcut sistem içerisinde herhangi bir reform ya da hükümet müdahalesi ile ortadan kaldırılamıyacağı sonucuna ulaştırdı. Şöyle yazıyordu: “ Her devrim eski toplumu yıkar. Bu anlamda o, bir toplumsal devrimdir. Her devrim eski iktidarı devirir ve bu anlamda o bir siyasi devrimdir.” (Jede Revolution löst die alte Gesellschaft auf; insofern ist sie sozial. Jede Revolution stürzt die alte Gewalt; insofern ist sie politisch.)(Marx-Engels Werke Band 1,S.409)
YAVUZ AKÖZEL a
* NOT: Bu yazı, Güney dergisinin 83. sayısında yayınlanmıştır. Yazarın özel izniyle Emeğin Sanatı E-Dergi’de yayınladık. (E. S.)
Tablo: Carl Wilhelm Huebner (Silezyalı Dokumacılar )
Sayfa 51
SİLEZYALI DOKUMACILAR
Gözler kupkuru, yaş yok gözlerde bir damla. Oturmuşlar tezgâhları başına, diş bilerler. Dokuruz kefenini senin, hey Almanya, Almanya, dokuruz sana bir yuf, bir yuf daha, bir yuf daha, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha! Yuf o tanrıya, tapındığımız tanrıya, soğuk kış gecelerinde biz, aç çıplak yalvardık yakardık, umutlandık, bekledik boşuna, komadı bizi insan yerine, aldattı bizi, alay etti acımızla. Dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha! Yuf o krala, zenginlerin adamına, halkın yoksulluğuna hiç aldırmayan o krala, a bir de soyar bizi varana dek son kuruşumuza, kurşunlatır köpekler gibi sokak ortasında bizi. Dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha! Yuf o anayurda, bağrımıza bastığımız anayurda, yalnız alçaklığın, utancın çiçeği yetişir üzerinde, ve çiçekler soluverir, çiçekler açar açmaz, anide, solucanlar büyür ve kurtlar, kokuşmuşluğun kucağında. Dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha! Dokuruz ha dokuruz, senin sonunu dokuruz, gece gündüz, inleyen tezgâhlarda mekiklerimiz savrula savrula, sana kefen dokuruz, ey koca almanya, sana kefen dokuruz, dokuruz sana bir yuf, bir yuf daha, bir yuf daha, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!
Heinrich Heine
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
KARTOPU
bazen bir kartopu olduğunu düşünüyorum aklım beyaza kesiyor o vakit sana dair bir sırrı paylaşıyorum kendimle sonrası bildiğin gibi; sarı sıcak bi keder..
TEMEL KURT
Sayfa 53
GÜZELLİKLER SANCILI Bütün güzellikler sancılı Doğum sancısındaki kadın Kendinden bir can emzirir şefkatinle büyütürsün sevilerin olur, kederlerin Aykırıcadır yaşamın, umulmazlıklardasın Yengilerin olur yenilgilerin de Çaresizliğin, yeni yollara vurursun Şimşek bakışlı gözlerinle Kiminin korkulu rüyası, Kimine baş belası Yüreğin sahipsiz ellerde Fırat öfkelenir Çocuklar çivi çakınca taştan evlere Topladıkları karanlıkları yakmak için Brusk gözlü çocuklar doğuyor habire Tepeden tırnağa aykırı Onlar yeni günün çocukları Yüzleri güleç
ERCAN CENGİZ
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
YÜREK KÖZÜNDEN Satır zaman aştı gülüşler uzak Zaman bir perdedir gülün nazından Sevda yokuşuna tırmanır kavak Bulut bir damla su yârin gözünden Yılgınlık, direnci çevirir toza İnancın telinden vurasın saza Yitti albaharım kesti ayaza Bir ateş sunasın yürek közünden Acı düşer dallara yaprağı sızlar Hasretimin kışı yolları buzlar Alnacımda umut sabrımı tuzlar Cemre ol da düş günle tezinden Damlada gürülder umut çemberi Şafak işkencede yüreğim diri Dağları yarıyor iri elleri Alnının gözünün akan tuzundan Düştüm akıntına sırrın çözeli Acının kıvrımına girme ezeli Gülün dikeninde ara güzeli Buldum yollarını yürek izinden Kalbime ışık ol sevdama aşı Gönül harmanıma umudu taşı İkimizi kavuracak ateşi Damıttım yangının yorgun yüzünden Avuçlarım serçe yüreğim keklik Kırıldı kanadım düşlerim silik Arzum pınar olsa teknesi delik RÜZGAROĞLU coşar bir tek sözünden
ALİ ZİYA ÇAMUR
Sayfa 55
ÖYKÜNÜN ÖLÜMSÜZ DEHASI: ANTON ÇEHOV -II
Bedriye KORKANKORKMAZ
“Sevgili dostum, seninle hayatın üzerine konuşmak istiyorum. Nasıl bir hayatı oldu Anton Çehov’un?”
“Sevgili Bedriye, Anton Pavloviç önceden bir serfken, 3500 rubleye hem kendini hem de ailesinin özgürlüğünü satın almış. Küçük bir tüccar olan baba 1870 yılında parasını kaybetmiş bunun üzerine tüm aile Moskova’ya taşınmış. Anton Pavloviç ise liseyi bitirmek için Taganrog’da (Güneydoğu Rusya) kalmış. Çalışarak kendi geçimini idame ettirmeye çalışmış. Okulu bitirdikten sonra 1876’nın sonbaharında, o da Moskova’ya gitmiş ve üniversiteye girmiş. Ben ilk öykülerimi ailemin çektiği fakirliği hafifletmek için yazdım. Bildiğin gibi tıp okudum. Küçük bir taşra kasabasındaki bölge doktorunun asistanlığını yaptım. Tıbbı yardım için hastane gelen köylülere, subaylara( bu arada bu küçük kasabada bir askeri batarya bulu-
a
nuyordu) yardım ediyordum. Üç Kız Kardeş oyunumda bu askerin bazılarını görebilirisin. Öykülerimde yarattığım Rus taşrasına özgü sayısız karaktere dair servet değerindeki gözlemlerimi burada biriktirdim. O dönemde daha çok, farklı müstear isimlerle imzaladığım küçük mizah yazıları yazıyordum gerçek imzamı da tıbbı makalelere saklıyordum. Küçük mizahi yazılarım, çoğunlukla sert muhalif siyasi gruplara ait çeşitli günlük gazetelerde yayımlanıyordu. Ben hayatım boyunca hiçbir siyasi hareketin içinde yer almadım. Eski rejimin baskısı altında yaşayanların acılarına duyarsız kaldığım için değil, yazgımda siyasi etkinliğin bulunmadığını düşünmemeden kaynaklanıyordu. Halkıma siyasi olarak değil ama farklı bir biçimde hizmet ediyordum. Her şeyin başında adalet geldiğine inanıyordum hayatım boyunca her türlü adaletsizliğin karşısında sesimi yükselttim ama bu duygularımı yazmadım. Ben her şeyden önce bireyci bir sanatçıydım. Partilere katılma hevesim olmadığım için mevcut haksızlıklara karşı çıkışlarım da bana özgüydü. Beni araştıran eleştirmenler benim 1890 yılında tehlikeli olduğu kadar zahmetli de olan bir yolculuğa katlanarak Sakhalin adasına gidip oradaki mahkûmların hayatlarını incelemeye beni neyin sevk ettiğine bir anlam verememişler.”
“Sevgili dostum, ilk öykü denemelerini ne zaman basıldı?”
“Sevgili Bedriye, ilk hikâye denemelerim – “Alacalı Hikâyeler” ve “ Alacakaranlıkta”1886 ve 1887’de çıktı. Okuyucu öykülerimi benimsedi. Kısa bir zaman sonra da önde gelen yazarlar arasına girdim öykülerim en iyi süreli yayınlarda hak ettiği yerini almakta gecikmedi. Hekimlikten ayrıldım ve tüm zamanımı yazmaya adadım. Daha sonra Moskova yakınlarında tüm ailemin yaşayabileceği bir mülk satın aldım. Burada geçirdiğim mutlu günler hayatımın en mutlu günleri oldu. Bağımsızlığın, yaşlı anne ve babama sunduğum olanakların ve dostlarımla keyifli geçirdiğim saatlerin tadına vardım. Ailemde eğlence yaşama nedeni haline gelmişti. Faal
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
birisiydim. Toprakla uğraşmaktan müthiş keyif alıyordum. Hayatı sadece sevmekle yetinmiyor değiştirmeye ve dönüştürmeye yönelik çalışmalarda bulunuyordum. Moskova’nın ilk Halk Evi’nin Kütüphanesi, okuma odası, oditoryumu ve tiyatrosunun oluşmasında çaba harcamakla yetinmedim Moskova’da bir deri hastalıkları kliniğinin açılmasını sağladım. Ressam İlya Repin’in yardımıyla Taganrog’da bir resim ve güzel sanatlar müzesi kurdum, Kırım’ın ilk biyoloji merkezinin yapılmasına ön ayak oldum; Pasifik’teki Sakhalin Adası’nda bulunan okullar için kitap topladım ve kitapları oraya sevk ettim; köylü çocuklar için Moskova yakınlarında üç okul ve yine köylüler için bir çan kulesiyle itfaiye departmanı inşa ettim. Kırım’a gittiğimde orada dördüncü okulu inşa ettim. Yenilikler inşa etmeyi seviyordum. Hayata böyle anlam katabileceğimi düşünüyordum. Gorki’ye şöyle yazmıştım: “Herkes kendi toprak parçası üzerinde elinden geleni yapsa, dünyamız ne harikulade bir yer olurdu” diye.
“Sevgili dostum, çalışmalarının bununla da sınırlı kalmadığını biliyorum. Bir doktor olarak yaptığın çalışmalara değinir misin?”
“Yaptığım tüm çalışmaların en ufak ayrıntısına kadar ben ilgileniyordum. Bu çalışmaların beni teselli etmiyordu. Doktor olarak da Kolera salgını esasında bölge doktoru olarak tek başıma çalıştım. 25 köyle ilgilendim. Hasadın verimsiz olduğu yıllarda açlık çekenlere yardım ettim. Hekim olarak Moskova’nın varoşlarındaki köylerde çok çalıştım. Bana eğitimli bir hemşire olarak yardım eden kız kardeşim Maria’ya göre binden fazla hasta köylüye evimde parasız baktım ve gerekli ilaçları temin ettim. Yoksulları Koruma Derneği’nin üyesi olarak Yalta’da yaptığımçalışmalar üzerine koca bir kitap yazılabilir.”
“Yaptığın bu türden iyilikler toplumda a nasıl karşılığını buldu?”
“Yaptığım iyilikler benim yazım algılayışıma sinmiştir. İyilik yapmak benim doğal mizacımda vardı. Yaptığım iyilikleri karşılıksız yapıyordum. Bu yüzden okuyucularım tapardı bana. Bu da tüm Rusya demekti. Son yıllarda ünün daha da çok artmıştı. Bir çocukla çocuk, bir sarhoşla sarhoş, bir şarkıcıyla bir şarkıcı olabiliyordum. İnsanların dünyasına girmemdeki yeteneğimden dolayı “Çehov’un Hikâyeleri” diye anılan 1880’ler ve 1890’ların devasa ansiklopedik ölçüde ayrıntılı Rus dünyasını yaratabildim”
“ÖYKÜLERİNİ NASIL YAZIYORDUN?”
“Hiç unutmam yeni tanıştığım radikal gazeteci ve hikâye yazarı Korolenko’ya “Hikâyelerimi nasıl yazarım biliyor musun?” demiştim. İşte şöyle! Masama baktım. Masadaki kül tablasını önüme koydum ve şöyle dedim: istiyorsan, yarın bir hikâyen olacak. “Kül Tablası” isminde. Baktığım/ gördüğümdokunduğumher şeyin öyküsünüyazmakta hiç zorluk çekmiyordum.” Peki, bu kadar yoğun çalışmayı sağlığınız kaldırıyor muydu?”“ “Ne yazık ki hayır. Tüberkülozum vardı. Moskova yöresinden daha sıcak iklimlerde yaşamaya ihtiyacım vardı. Önce Fransa’ya gittim. Daha sonra Kırım’daki Yalta’ya yerleşerek orada meyve bahçeli bir kır evi satın aldım. Neredeyse hayatımın sonuna kadar burada yaşadım. Moskova’yı ziyaret etmek için ender olarak oradan ayrıldım. Doksanlı yıllarda sahne amirliği konusunda oldukça yetenekli iki amatör oyuncu Stanislavski ve yazar Nemiroviç- Dançenko tarafından kurulan ünlü Moskova Sanat Tiyatrosu’nun benim piyeslerimi sahneye koymaları ünümü artırdı… Çayka yani Martı tiyatronun simgesi haline gelmişti. Vişne Bahçesi, Vanya Dayı ve Üç Kız Kardeş gerek benim gerekse tiyatro alanında büyük başarılara imza attı. Ölümcül vereme yakalanmış olan ben tiyatroya gelerek seyircilerinin coşkusunu doya doya içime çektikten sonra evime gidiyordum.”
Sayfa 57
“Sevgili dostum, evliliğin hakkında neler söylemek istersin?”
“Bedriye, tiyatronun en önde gelen oyuncusu olan eşim Knipper bazen beni ziyaret etmek içim Kırım’a gelirdi. Mutlu bir evliliğim olduğunu söyleyemem. Evliliğimde aradığımı bulamadım. Başka nasıl açıklayabilirim duygularımı.”
“Hastalığınızla mücadele etmeyi düşünmediniz mi?”
“Hastalığımla çok mücadele ettim. Tedavi amacıyla son seyahatimi Almanya’nın Kara Ormanları’ndaki Badenweiler’a yaptım. Oraya vardıktan sonra üç hafta daha yaşadım. 2 Temmuz 1904’te, yabancı bir kasaba ailemden ve dostlarımdan uzak tanımadığım insanlar arasında öldüm. Yani 1860’ta doğdum, 1904’te öldüm.”
“Gerçekten ölümün hazin olmuş. Seni ve Gorki’yi karşılaştırmalarını nasıl karşılıyorsun?”
“Benim gibi gerçekçi bir sanatçıyla Gorki gibi didaktik bir yazar arasında hiç kuşkusuz ki fark vardır. Gorki, sefil, yarı vahşi, sırına erilmez Rus köylüsüne biraz sabır ve iyilikle yaklaşmanın meseleyi halledeceğini sana şu naif ve coşkulu Rus entelektüellerinden biridir. Karşılaştırma için benim “Yeni Ev” adlı hikâyemi okuyabilirsin. Zengin bir mühendis kendisi ve eşi için bir ev yapar; bahçesi, çeşmesi, camdan bir küresi vardır evin ama tarıma elverişli topraktan yoksundur. Taze hava alıp rahatlamak istiyor adam. Arabacı adamın beyaz ve gösterişli atını demirciye götürüyor. Demirci atları süzdükten sonra , “Bunlar kuğu vallahi!” der. Yaşlı bir köylü çıkagelir “Eh” der, kurnaz ve müstehzi bir gülümsemeyle “Ak olmaya aklar, ne var ki bunda? Benim iki atı da yulafla besleseydim, böyle gösterişli olurlardı. Bu ikisini sabana koşup kamçılasınlar da göreyim.” (s.334) Şimdi didaktik a bir öyküde hele güzel fikirleri olan bir öyküyse bu cümleler ortak aklın sesi olurdu; daha da önemlisi basit ve derinlikli bir şekilde ifade eden yaşlı bir köylünün iyi bir insan olarak köylü sınıfının bilinç sembolü olduğunu görürdük. Peki, ben ne yapardım? Büyük olasılıkla ben, günümüzün radikalleri için çok kutsal olan bir gerçeği yaşlı köylünün aklına soktuğumun farkında bile olmazdım. Beni ilgilendiren şey hayatı ve bu adamın kişiliğini doğru şekilde, bir sembol olarak değil de, bir karakter olarak yansıtmayı yeğlemek. Bir başka deyişle adamın zekâsından ötürü değil de, her zaman başıboş konuşarak başkalarının tadını kaçırmayı sevdiği için böyle konuşuyordur beyaz atlardan güzel görünümlü şişman arabacıdan nefret ediyordur; kendisi yalnız bir duldur, yaşamı sıkıcıdır, hastalığı yüzünden dolayı çalışmıyordur. Parası büyük bir şehirde çalışan oğlundan geliyordur. Vs.Vs. Başka bir deyişle ben karakteri bir ders aracı yapıp, Gorki’ye veya herhangi bir Sovyet yazarına sosyalistçe bir gerçek gibi görünecek şekilde, onu başka bakımlardan çok iyi göstermektense, (sıradan burjuva hikâyelerinde, annesini ya da köpeğini seven adamın kötü biri olmaması gibi), siyasi mesajları veya edebi gelenekleri umursamaksızın, yaşayan insanı sunarım okuyucuya. Benim en iyi ve en kötü karakterlerimin temel fikri Rus kitlelerinin gerçek ahlaki ve manevi kültürle fiziksel zindelik ve servete kavuşmadıktan sonra meyhane hala orada durdukça köprüler ve okullar inşa eden en iyi niyetli entelektüel çabalarını boşa çıkarır. Benim karakterlerimle vardığım sonuç kitleleri doğrudan teması bulunmayan saf sanatın saf bilimin uzun vadede karşılığını bulacağıdır. Ben bile bugün anlıyorum ki, şahsıma münhasır bir entelektüel olduğumdur gerçeğini…”
“Yarattığınız karakterler hakkında ne düşünüyorsunuz?”
“Öyle sanıyorum ki, hiçbir yazar benim kadar hazin karakterleri az vurguyla yaratmamıştır. “Arabada” öykümden yaptığımbu alıntı kanıtlıyor söylediklerimi:” Ne tuhaf diye düşündü; Tanrı
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
niçin zayıf, mutsuz, işe yaramaz insanlara bu kadar hoş bir tabiat, mahzun, hoş, nazik gözler bahşediyor-niçin bu kadar çekiciler?” “Resmi Görev” hikâyemde de hiç anlamadığı için sorgulamadığı bir işte getir götür işleri için kar üstünde kilometrelerce yol tepen yaşlı bir köy ulağı vardır. “Asmalı Katlı Ev” hikâyemde de, İngilizcede ismin telaffuzu imkânsız olan genç kız, Misyus, sonbahar gecelerinde ince elbisesiyle üşürken hikâyedeki “ben” ceketini kızın ince omuzlarına örter genç kızın ışıklı penceresi ve romantizmi sof çıkar. “Yeni Ev”de, toprak ağasının yaptığı tüm iyilikleri yanlış algılayan ama ağasını canı gönülden kutsayan ihtiyar bir köylü vardır. Toprak ağasının el üstünde tutup şımarttığı kızı köylülerin kendisine düşmanca davrandıklarını hissedince gözyaşlarına boğulur; ihtiyar köylü cebinde üzerine ekmek kırıntıları yapışmış bir salatalığı kıza verirken şöyle der:” Ağlama kızım, yoksa annen babana söyler, baban da döver seni” Burada herhangi bir vurgu/açıklama içermeyen sözler tam da bir köylünün kendi yaşam algılayışını yansıtır. “Araba” adlı hikâyemde ise, köy okulu öğretmeninin acılı hayal kırıklıkları, yolların bozuk olmamsından dolayı yapılan kazalar, iyi niyetli ama saba sürücünün kendisine seslenirken kullandığı takma adla bölünür. Benim en şaşırtıcı hikâyem olan “Çukurda”nın kahramanlarından iyi huylu yumuşak başlı Lipa’nın kırmızı çıplak bebeği bir kadının üzerine kaynar su dökmesiyle hayatını kaybeder. Öyküde anne ve kız arasında geçen mutluk okunmaya değerdir. Lipa’nın ağır işe hüküm giymiş kocası vardır, riyakârın tekidir adam. Öncede şüpheli işleri yürüttüğü günlerde, evine güzel el yazmasıyla yazılmış mektuplar gönderilir. Günün birinde o mektupları yakın dostu Samorodov’un kendisi için yazdığını söyler. Bu arkadaşı okuyucu hiç görmez. Koca ağır işe hüküm giyince mektupları Sibirya’dan aynı güzel el yazısıyla yazılmış olarak gelmeye başlar. “
a roman yazmayı düşünmedin?” “Öyküde bu kadar iyi olmana karşı neden
“Sevgili Bedriye, ben iyi bir uzun roman yazamadım; çünkü kendimin öykü yazmak için dünyaya geldiğim gerçeğiyle erken yüzleştim. Yazma deham olmasına rağmen yaşam örüntüsüne uzun süre odaklanamıyordum. Benim deham öykülerde kendini daha çok belli ediyordu. Oyun yazma nitelikleri, uzun hikâye yazma niteliğinden farklı değildir. Oyunlarımda olduğu gibi uzun soluklu romanlar yazsaydım aynı kusurlar ortaya çıkacaktı.”
“Sevgili dostum, kendini Fransız yazar Maupassant ile neden kıyasladığını açıklar mısın?”
“Bedriye, bu kıyaslama sanatsal açıdan bana zarar verse de ikimizin de ortak özellikleri uzun soluklu yazmayı bilmiyor olmamızdır. Ben gençliğimde bir falso haricinde asla hacimli bir kitap yazmayı denemedim. “Düello” “Üç Yıl” gibi yapıtlarım en uzun çalışmalar olmasına rağmen hâlâ öykü olmaktan öteye gitmez.”
“Okuyucuların gözünde baktığında yapıtlarını nasıl değerlendirdiklerini düşünüyorsun?”
“Bedriye, nükteci okuyucular için benim yapıtlarım hüzünlü kitaplardır ancak ironi anlayışı olan okuyucular için onlardaki hüzünleri derinlemesine algılıyorlar ve kendi duygularında bir karşılık gördüğünü farkına varıyorlar. Benim mizah algılayışım hiçbir yazarın mizah anlayışıyla bağdaşmaz tamamen bana özgüdür. Bana göre yaşanan olaylar aynı anda hem hüzünlü hem de komiktirler. Öncelikle kederli yanlarını görenler kederin içinde beslediği ironiyi de görebilir.”
“Rus eleştirmenler sen hakkında ne düşünüyordu merak ediyorum?”
Sayfa 59 “Rus eleştirmenler benim hakkındaki düşüncelerini özetlersem şöyle düşünüyorlardı: “Çehov’un üslubunun, kelime seçiminin vesaire, söz gelimi Gogol’u, Flaubert’i ya da Henry James’i meşgul eden sanatsal kaygıların hiçbirini açığa vurmadığını belirtiler” s.338.Ben günlük giysilerimle partilere giderim örneğin. Ben bir yazarın söz tekniğinde olağanüstü bir canlılık yakaladıktan sonra cümleleri fazla eğip bükmeden de mükemmel bir sanatçı olabileceğinin düşünüyorum. Bana göre bir yazar kendi üslubunu oluştururken ince ayrıntılara kendini fazla kaptırmadan kelimeleri fazla eğip bükmeden de başarılı olabilir. Ben bu yolu izledim kendi üslubumu yaratırken. Ben yazarken ruh hallerinin zenginliği, etkileyici zekâ titreşimlerini, sanatsal yönden karakter çizerken tutarlı ve istikrarlı olmasını, canlı yaşamı sorgulamasını öncülerken bir diğer tarafıyla da insan yaşamının solgunlaştırılmasını özgünleştirerek kendi tarzımı yarattığımı düşünüyorum. Benim ince mizahım, yarattığım hayatın griliğine sinmiştir. Buna karşı Rus eleştirmenlerine göre ben benzersiz bir Rus karakter tipinin biricik yorumcusuyum. Bu tipleri tek tek açıklamama gerek görmüyorum. On dokuzuncu yüz yıl Rusya’sının gerek psikolojik gerekse toplumsal tarihiyle ele aldım. Ben çekici ve yetersiz insanlara emek vermedim. Benim erkek ve kadın karakterlerim yetersizliklerinden dolayı çekicidirler. Rus okuruna asıl cazip gelen benim kahramanlarımda Rus entelektüeli Rus idealist tipini yurtdışında pek tanımayan ama Sovyet Rusya’sında var olamayacak kadar acayip ve hazin bir yaratığı görmeleridir. Benim entelektüel tiplerim insanın muktedir olduğu en derin edeple, ideal ve ilkelerini hayata geçirme konusunda mizah ve yetersizlik duygusuyla iç içedir. Neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmelerine karşı kişilik olarak da iyi insanlar olmalarına karşı battıkları çamurun içinde debelenip dururlar. Benim tüm köy hikâyelerimde doktor, öğrenci, a karakterlerimde yer alan niteliklerdir bunlar.” köy öğretmeni ve birçok buna benzer sıfatlardaki
“Sizin yazın çizginiz politik bakış acısına sahip eleştirmenleri rahatsız ediyor muydu?”
“Evet, fazlasıyla rahatsız ediyordu. Benim yarattığım tipleri belli bir siyasi parti mensubuna dâhil etmemem ve onlara siyasi program vermememden dolayı rahatsız oluyorlardı. Ben hiçbir partinin üyesi değildim. Benim “tipik kahramanlarımın müphem fakat güzel bir insani gerçeğin, ne kurtulabildiği ne de taşıya bildiği bir ağırlığın talihsiz yüklenicisi olmasıydı” Benim hikâyelerimde farkına vardınsa sürekli tökezliyorlar ama bu tökezlemeler yıldızlara yani yükseklere bakan birinin tökezlemeleridir. Mutsuz bir adam başkalarını da mutsuz etmekten haz duyar, kardeşini ya da en yakınındaki insanları değil de kendisine uzak olan insanları sever. Ben savaş ve devrim öncesi Rus entelektüellerine özgü tüm ince ayrıntıları tüm çıplaklığıyla saptamaktan sanatsal bir haz alırdım. Bu tür adamlar hayal kurardı ama hüküm sürmezdi. Sersem, güçsüz, ne istediklerini bilmeyen güçsüz, faydasız kişilerdi; bana göre bu tip insan üreten ülke şanslıydı. Böyleleri eline geçen fırsatları değerlendiremez, eylem adamı olamaz. Kuramayacakları ülkenin hayaliyle uykusuz geceler geçirir. Bu tür insanların insani zaafları saymakla bitmez. Bu yüzden Rus halkının sefaleti ile Rus edebiyatının şanıyla gerçekten ilgilenenler beni gerçekten önemsiyorlar benim kadrimi biliyorlardı. Ben kendi ülkemin gerçeklerini fazlasıyla abartmadığım karakterlerim sayesinde Gorki’den daha fazla ifade ettim. Rusya’nın sorunlarını gerçekten bilenler beni sevenler bilmeyenler de ya da Rusya hakkındaki kaygılarında samimi olmayanlarsa beni sevmezler.”
“Sevgili dostum, yapıtlarını kendi dillerine çeviren çevirmelerin yapıtların hakkındaki görüşleri sana göre neler olabilir?”
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
Bedriye, benim en sıkıntılı yapıtlarımı çevirenler bile yapıtlarımı hem okurken zorluk çekmezler hem de dillerine çevirirken. Benimle aynı hayalleri kuracak kadar yapıtlarımla hemhal olurlar farkında olmadan.”
“Sevgili Bedriye, benim kişiliğimle ilgili düşüncelerini benimle paylaşır mısın?” “Sevgili dostum, sen yerleşik değerlerin insanısın. İçinde doğduğun coğrafyada yaşayan insanlarım sorunlarına oldukça duyarlısın. Tam bir eylem adamısın. Çağdaş bir aydın olarak cehalete karşı savaş açarken hiçbir siyasi partinin rozetine ya da övgüsüne ihtiyaç duymuyorsun. Birçok yeniliklerin yaratıcısı ve yaşatıcısı olmana karşı bunlardan kendine övünme payı çıkarmıyorsun. Sağlığını gözden çıkarırcasına kendini adıyorsun halkına. Yazdıkların ille de yaşadıklarınla arana mesafe girmediği için kendine yabancılaşmıyorsun. Kendinle ilgili içsel savaş yaşamıyorsun. Neyi ne için yaptığını biliyorsun. İnanılmaz bir insan sevgisi var içinde. Özellikle ezilen ve zor durumda olan insanlara karşı tarif edilmez bir merhamet duygusu taşıyorsun içinde. Sahip olduğun hiçbir başarının ve sana verilen payelerin ya da sıfatların senin için gerçekteki yerini fazla büyütmüyorsun. Sahip olduklarıyla ya da başardıklarıyla övünenlerden değilsin. Oldukça sade bir kişiliğin var. Dış görünüşünde kişiliğin gibi sade. Giyimde de sade giyinmeyi seviyorsun gündelik giysilerle her türlü ortamaa gidecek kadar. Sevgi senin yaşama nedenin. Sen sevilmekten çok sevmeyi önceliyorsun. Emek vermek senin kişiliğinin kilometre taşlarını oluşturuyor. Ailene karşı da sorumluluk duyan ve sorumluluklarını yerine getiren birisisin. Kendi evliliğinde aradığını bulmamana karşı özel hayatında eksikliğini duyumsadıklarına kavuşmamam rağmen kendini eksik bir insan gibi hissetmiyorsun. Birçok yazar gibi içinde aşağılık duygusu taşımıyorsun. Oldukça gerçekçisin. Sorunları tüm çıplaklığıyla algıladıktan sonra sorunları çözme yoluna gidiyorsun zaman kaybetmeden. Aşkın hayatındaki karşılığı insan sevgisine tekabül ediyor. Riyakâr aydınlarla yıldızın hiç barışmıyor. Hayatın boyunca kendi çizdiğin yolda ilerlerken yalpalamıyorsun. Ne yapabileceğini neyi yapamayacağını çok iyi bildiğin için roman yazma girişiminde bulunmadın örneğin. Yaptığın işi gösterişsiz ama en iyi şekilde yapman konusunda elinden gelenin en iyisini yapıyorsun. Ölüme giderken keşke şunu da yapsaydım dediğin dileklerin içinde yer almıyor. Yaşadıklarıyla olduğu kadar yazdıklarıyla da kendini gerçekleştiren nadir insanlardan birisisin. Hem zenginliği hem de yoksulluğu aynı onurla taşıyan bir kişiliğin var. Eziklik duygusuna yer yok içinde. Olduğun gibi olan göründüğün gibi yaşayan birisisin. Yazdıklarında başarılı olmanı
Sayfa 61
bilmene karşı halkın sana olan sevgi ve övgüsüne ihanet etmiyorsun. İhanet etmek senin dünyanda yok. Kimseyle çıkar çatışmasına girmediğin gibi kimsenin sanatsal dehasını da kıskanmıyorsun. Her şeyin en iyisine layık bir insansın. Yalnız ve tanımadığın insanlar arasında ölmen de doğru değil seni tüm okuyucuların tanıyor ve seni sen olduğun için seviyorlar. Halkın sevgisinin gerçekte ne anlama geldiğini bildiğin için kendini yalnız hissetmiyorsun. Severken de ayrılırken de insanları kırmamaya özen gösteriyorsun. Hiçbir insanı ne yaşadıklarından, ne de sahip olduklarından dolayı yargılıyorsun. İyi bir gözlemcisin. Kişilik analizi yaparken tam bir insan sarrafısın. Salt Rusya için değil tüm dünya için güzellikler düşünüyorsun. Din, dil, ırk ayrımı yapmaksızın insanları tanımayı ve sevmeyi biliyorsun. Yerleşik değerlerin insanısın. Benimsediğin değerler erozyona uğramadan seninle birlikte mezara girecek kadar seninle kaynaşmış. Toprakla ilgilenmeyi seviyor yaşadığının yeri bir cennete çevirmeyi biliyorsun. Hayatta en hakiki mizahın en hakiki acıları içinde barındıracağını bilecek denli bilgesin. Yaşamında mektupların özel bir yeri var. Hayatının tümünü neredeyse mektuplara dökmüşsün. Yaşadıklarından beslenmiş insanlardan birisi olduğun için yaşamışlıklarından insanlığın kütüphanesine sayısız yaşayan kahramanlar a kazandırdın. Seninle dost olmanın bir ayrıcalık olduğunu bilmenin güveniyle seni seviyorum, sevgili dostum. “Bende seni sevdim Bedriye. Kişiliğime dair saptamaların beni utandırdı. Her şey gönlünce olsun. Sevgilerimle. Kaynak: Rus Edebiyat Dersleri. Vladimir Nabokov. Türkçesi: Yiğit Yavuz, Fatih Özgüven, Ayşe Nihal Akbulut. İletişim Yayınları. S. 329-391.
BEDRİYE KORKANKORKMAZ
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
SAĞILIM Yaşlarımızı akıttık göz sarnıçlarımız kururcasına, yaş koymadığımız zamana Ne düşler kurduk gerçekleşmese bile, yitirdiklerimiz o denli fazla iken hiç yitirmedik düşlerimizi, yinede yürüdük mavi yolculuğumuzun yangın denizlerinde ki düşlerimizin izinde. Ne istediğini bilenlerden günleri vurgun geleceği isteyenlerdendik, hep borç batağında bir ülkenin gün doğumu sancılarında aydınlık yüzleriydik karanlık zindanlara atılan. Para nedir pek önemsemeden tapmadık mala mülke, taptık hep dost yüreklere, geçilirdi ne anasonlu sarhoş gecelerden naralar içinde, geçtiğimiz yollar sarp ve dolambaçlı yol vermez Zigana geçidiydi. Gözlerimizin yangını tütün sarısı kömür karası içtiğimiz kan kusturan gül sevdası. Bakamazdı bir kadının-kızın gözlerine mahallesine girerken kalkmazdı gözkapakları hiçbir evin hiç bir penceresine, bakardı başı hep önünde yere utangaç günün tutkunuydu gözlerinde. Ne kadınlar görmüştü kasıp kavuran bakir orman fırtınalar içinde, zamandan sağılımda geleceğe akandı bu gün bir yerlerde hala var mıdır umuduyla öyleydi geçmiş zamanın delikanlısı. Her zaman yaşamak yaşatmak içindi düşünceleri, bu gün geldiği yerde geçmişin dökümünde, geleceği uzak erekse de, hepsinin toplamında yitirilen değerlerin erdeminde daima özünde; yalana yanlışa bulaşmamaya çalışır uçuk mavi yerelması bir adam. Demem o ki sana; insana yakışanlarda herkes içtenliğiyle gün uyanışlarında gözlerinde olan ışıltıyla, gün batımı kızıllığında dalınca uzak yalnızlıklarına, bir senin olsun daima. Bitmedi…
VEDAT KOPARAN
Sayfa 63
Gayrı-Resmi Bir Aşkın Poetikası… tarih öncesi bir ceylan Dicle’den su içerken vurulunca Zağros’un doruklarında bir isyan mayalanır ve kanatıp durur dudaklarımı Şivan Perwer’in bağlaması bir Park’ın Gezi’sinde su çoğalınca bütün aşklara yardım ve yataklık eder tarihin kalemleri yazmaktan yorulur siyaset sokakta renklendirirken hayatı bir adam durup düşündürür bütün dünyayı Kapalı Çarşı’sında Ece Ayhan görücüye çıkarır da bütün dizelerini hiçbir padişahı sokağa çıkarmaz taçsız kılıçla uygulanan her buyruk kanla yazılıdır ve “solgun bir halk çocukları ayaklanması”nın kalbine saplıdır Salvador Dali’nin uzun bacaklı fillerinin önünde ve bir haçın çıplaklığının karşısında dikilen beyaz gövdeli bir atın şahlanan nallarıdır Kitab-ı Mukaddes’ten taşan sözün gücü Zapata’nın atıdır bir serüvenin düşünden koşan ki her düş bir duygunun şahlanışıdır ve her duygu bir parça düş içerir tükenir gider oysa çoğaltmayınca soluğun kırmızısında Picasso’nun yüzleri arasında rastlanamaz sokakta yolunu şaşırmış bir yüze çünkü yolunda yürür Cuba tarihin 1959’undan beri sosyalizmin düşten gerçeğe dönüşümüdür Fidel’in Ülkesi Marlyn Monroe Das Kapital’i hatmeder Cennet’teki Tuba’nın altında serinleyen Karl Marx’ın ayaklarının dibinde “sarışın bir kahkahadır çırpınan hayat” tır Feurbach’a karşı 12.Tez
DEVRİM BORAN Haziran 2014 / İstanbul
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
YAZARIN GERÇEK(Çİ)LİĞİ Müslüm KABADAYI Yazarın beslendiği önemli iki kaynak, doğa ve insandır. İnsanın doğa ve toplum içinde olduğu kadar karşısındaki bin bir halini gerçekçi bir estetikle öykü, roman ve tiyatroya aktaran yazarın, kendi gerçekliğinin de derinliklerinde dolaşmayı bilen bir usta kalem olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuda dünya edebiyatından birçok örnek verebileceğimiz gibi Türkiye topraklarından yetişmiş önemli yazarların da bu nitelikleri önemlidir. Yaşar Kemal ve Ayla Kutlu’yu birbirinden habersiz bir noktada buluşturan yazar gerçekliğine dikkat çekmek istiyorum bu yazımda. İkisini de tanıma olanağı bulduğum edebiyatımızın yüz akı Yaşar Kemal ve Ayla Kutlu’yu buluşturan noktada beliren kişi ise a kısaca Mehmet Can’dır. Özellikle genç kuşak için onu tanıtarak konuya giriş yapayım. 1927’de Antep İslahiye’de doğan Mehmet Can, Ankara SBF’den mezun olur. Birkaç ilçede görev yaptıktan sonra 1960’ta Kadirli’ye Kaymakam olarak atanır. Burada toprak ağalarının tarım emekçileri ve köylüler üzerindeki baskılarına karşı kamucu bir kaymakam olarak müdahalelerde bulunur. Sulama işinin kooperatif yoluyla yürütülmesi girişimi ağaların ayağa kalkmasına ve bakanlığa baskı uygulayarak 1962’de Kars’ın Tuzluca ilçesine sürülmesine yol açar. 1973’te CHP’den 15. Dönem Adana milletvekili olana kadar da kamudaki çalışmalarını sürdürür. 16. Dönem milletvekilliğinde önce Gümrük ve Tekel Bakanlığı, sonra Adalet Bakanlığı yapar. 2010’da Ankara’da ölen Mehmet Can’ın konumuzla ilgisi, Kadirli Kaymakamlığı ve 1973’te Adana milletvekilliği yaptığı dönemlerdir.
Çalakalem yazılan bazı metinlerde Yaşar Kemal’in “Teneke” romanında anlatılan 24 yaşındaki genç Kaymakam Fikret’in gerçekte Mehmet Can olduğu dile getirilmektedir. Ekşi Sözlük başta olmak üzere yaygın ortamlarda yapılan bu yanlış, akademik tezlerde de karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Hitit Üniversitesi’ndeki yüksek lisans tezinde, “Yaşar Kemal, genç kaymakamın sürgün edilişini Teneke adlı romanında da konu edinmiştir. Türkiye’de ilk defa 1967’de yayımlanan bu roman tiyatroya da uyarlanmış, yurt içinde 1966’da İlhan İskender Armağanını yurt dışında da 1966 Uluslararası Nancy Tiyatro Festivali Birincilik Ödülünü kazanmıştır.” denebil-
Sayfa 65 bilmektedir. Oysa bu romanın 1954’te gazetede tefrika edildiğini, 1955’te de kitap olarak yayımlandığını basit bir internet taramasıyla öğrenebilecek Emrah Kanlıkama’yı uyarmayıp tezde başka maddi hatalara da yer verilmesine neden olan onaylama makamındaki koca koca profesörlere ne demeli… Ayrıca, “Teneke”nin 1954’te Cumhuriyet Gazetesi’nde tefrika edilip 1955’te kitap olarak yayımlanmasına karşılık Mehmet Can’ın 1960’ta Kadirli’ye kaymakam olarak atandığı bilinmektedir. 1965’te romanını tiyatro metnine dönüştürürken Yaşar Kemal, Mehmet Can’ın eğitimle ilgili 10 yılda yapılacak okullaşmayı halkla birlikte 38 okul yaparak 1 yıla sığdırma başarısından esinlenmiş olabilir. Bu esinlenmenin, daha açık biçimde İnce Memed romanın 4. cildinde kanunları hiçe sayarak çocukların ölümüne yol açan Şakir Bey’e karşı halkı aydınlatma savaşı veren öğretmen Zeki Nejad karakterinde gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Kamucu bir anlayışa sahip olduğu daha önce görev yaptığı ilçelerdeki çalışmalarından bilinen Mehmet Can’ın, 33 yaşında Kadirli’ye kaymakam olarak gelmeden önce Yaşar Kemal’in Teneke romanını okumadığı düşünülebilir mi? Onun, Savrun çayından yeni kanallar açıp ağaların suya egemen olmalarının önüne geçmesinde, ağaların hazineye ait arazilere çeltik ekmelerini yasaklamasında, ilçenin çehresini değiştirecek çalışmalar yapmasında romandaki Kaymakam Fikret’i örnek almasının da etkili olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Her durum ve koşulda Teneke’de anlatılan kaymakam tipinin, arada 7 yıl a Can gibi kaymakamları karakter olarak gibi bir zaman farkı olsa da gerçekte Mehmet işaret ettiği ortadadır. Yaşar Kemal’in Mehmet Can’la doğrudan tanışması ve onunla röportaj yaparak Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlaması 1962 yılındadır. İlk izlenimini bu röportajında şöyle dile getirir: “1962 yılı ocak ayının 12’inci günü… Ben Kadirli’ye girdim. Şaşırdım da kaldım. Sevincimden deliye döndüm. Hangi sihirli değnek değmiş de bu kasabaya, eski, yıkık,çamurlu, pislik içindeki kasabayı bir yana atıvermişti. Atıvermiş de yerine bu güzelim kasabayı getirmiş? Bu kasaba mümkünü yok benim, benim eski kasabam değil. Bu kasaba eskiye bakarak bir cennet.” Kadirli’yi ağaların cehenneminden halkın cennetine dönüştürmeye başlayan Mehmet Can’ın, buralı olan İçişleri Bakanı Ahmet Topaloğlu tarafından ağaların baskısı üzerine erkenden Tuzluca’ya sürülmesinde, bu röportajının yarattığı etkinin de payı olduğunu düşünen Yaşar Kemal, daha sonra üzüntüsünü dile getirmekten çekinmemiştir. Evet, yeri gelmişken 1970’lerin sonunda Hatay’ın Yayladağı ilçesine bağlı Kışlak köyünden aydın bir imam olan Şerif Yıldız’la yaptığım bir görüşmede anlattıklarını hatırladım. Ergenlik çağında kaybettiği oğlu Zihni’nin adını niye koyduğunu şöyle açıklamıştı: “1950’lerde ramazan aylarında köylerinde teravih kıldırmak üzere beni imam olarak tutan köyler olurdu. O zaman Yaşar Kemal’in köyü Hemite’de ramazan ayında çalıştım. O çevrede ağalık düzeni baskındı, köylülere zulmederlerdi. O çevrenin ileri gelenlerinden bir adam vardı, adı Zihni’ydi. Bu adam fakiri düşünen, halka yardımcı olan biriydi. Kendisi gibi düşünen Kadirli kaymakamıyla sık düşüp kalkardı. İşi olmadığı
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
zamanlar ya benim yanıma gelir ya da beni evine aldırırdı. Camideki hutbelerimde hep emeğin hakkını vermelerini, kimseye zulmetmelerini, zalimlere boyun eğmemelerini söylediğim için halka, beni çok severdi. Onun bu sevgisine ve mazlumdan yana olmasına binaen, o yıl dünyaya gelen oğlumuzun adını Zihni koydum.” Yaşar Kemal, “Karanlıkta Yol Açanlar”, Bir Bulut Kaynıyor, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2013, s.13
Bu anlatıyla Yaşar Kemal’in röportajında belirttiği 15 yılda 37 kaymakamın alaşağı edildiği Kadirli’de Mehmet Can’ın 38. kaymakam olduğu gerçeği birleştirildiğinde, Mehmet Can’dan önce de ağalık düzenine kafa tutan kaymakamların varlığı açıkça anlaşılmaktadır. Gelelim Mehmet Can’ın Ayla Kutlu’yla bağına… 23 Şubat 2018’de Ankara 12. Kitap Fuarı’nda “İnsan ve Edebiyatçı Olarak Ayla Kutlu” başlıklı bir oturum düzenlenmişti. Konuşmacılardan merkez valisi olan İsa Küçük, sunumunun bir yerinde şöyle dedi: Kaymakamlık mesleğinin kadınlara kapalı tutulması nedeniyle Ayla Kutlu, 1970’lerin başında Başbakanlığa uzman olarak atanır ve Kanunlar Dairesinde çalışmaya başlar. Kendisine verilmiş önemli dosyalar üzerinde titizlikle çalışır. Keban Barajı’nın inşası sürecinde başbakanlığa intikal eden şikâyet dilekçelerinin incelenmesi sonucunda düzenlenmiş müfettiş raporlarının değerlendirilmesiyle ilgili olarak yaptığı saptama ve önerileri üst yönetimin dikkatini çeker. Birileri rahatsız olmuştur. Yukarılardan bir a ses, “cin olmadan adam çarpmaya kalkıştığı” gerekçesiyle Ayla Kutlu’nun oradan uzaklaştırılması talimatını verir. Böylece Ayla Kutlu, Meşrutiyet Caddesi’ndeki Neşriyat ve Müdevvenat Dairesi’ne hiçbir iş verilmemek kaydıyla gönderilir. Görevi, bir odada iki eski memurla oturmaktan ibarettir. Bu olayın en başında, onun İçişlerindeki görevinden alındığını duyan ’Efsane Kaymakam’ Mehmet Can’ın şu sözü, bürokrasideki ötekileştirmeyi tarihlemekte ve bugünü daha da anlamlandırmaktadır: “Yazık, Cumhuriyetin güzel kızını Meşrutiyete sürmüşler.” Doğrusu, daha önce bu anlatıyı hiç duymamıştım. Kentteşim ve yazar yol arkadaşım Ayla Kutlu adına, boyun eğmeyen tavrı dolayısıyla onur duydum. Aynı zamanda, Mehmet Can’ın, bugünlerde “Yeni Osmanlıcı” zihniyetin Türkiye’de yol açtığı büyük tahribat dikkate alındığında, yaklaşık 50 yıl önceki gerilemeyi veciz biçimde ifade etmesine de hayran oldum. Bu “efsanevi kaymakam”dan esinlenerek, “Bu güzel yurdumuzu, Abdülhamit istibdadına mahkum etmek istiyorlar!” diyebiliriz. Türkiye’nin namuslu aydınlarına, sanatçılarına ve emekçilerine düşen görev de, çağdaş Tevfik Fikret olmaktan geçiyor.
MÜSLÜM KABADAYI
Sayfa 67
RÜZGÂR
ÖĞÜDÜ - 6
26 Suyun bildiğini bilmiyoruz. 27 Zamanı parçaladılar- bütün yutulmuyor çünkü. 28 Zamanı durdurdum- kimse inmedi. 29 Herkes zamana ağıt yakar, susarak, sevişerek ve ölerek-zaman dışı olurlar. 30 Zamanı sarılarak uzatmak mümkündür -kısa gecelerde deneyiniz.
MEHMET GİRGİN
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
ADLİYE KABUSLARI Tırpanının yüreğime indiğini hangi şair bildirir? hazzın tebliğidir zarftan çıkan mazruf gibi bu şiir; Arzuhalci şakırtısı boşalır daktilo kuşlarından orada: cerahat ambalajı açılır yokluğunun fırtına kıyısında Yırtarak ambalajı gövdemden fırlar hacizli yaralar hıçkırır kuşlar arzuhalci şakırtısı yazar bunu da Acıyla kazılır bulutlar gökkubbeye usturayla serseri narayla tinerci ciğerimde açılır sustalı bak; Yağmalanmış mülklerdir ciğerimde küflenmiş aşk. bağrımda saltanat kurar façayla öpüşlerin. gül sağnağında ıslanır meczupluğum avlularda gerillalığım dağılır dilindeki şehvetli mayınlarla, darağcı mangasında hüküm giyer perişanlığım dikenlitelle yırtılır damarımda yaralarım caziben hatrınadır yalçındağlı ırmakların ağrısı, ırmaklarla akarım bozbulanık vadinin kıyısına metafizik yangın çıkar kundaklanmış efkarda yürek bozkırına çarpar hüzünlü bozlaklarım .. tüm şizofren kanamalar artık damarımdadır kanım şahlanır karakamu yokuşunda façayla, aşkın sana inişidir ciğerimde kopartılan kanama.. giyotinli nazarın iner acizliğime keskin bıçaklarla, katleyler yenilgimi falsolarla tüm serseri kurşunlar! Kim hatırlar infilağımı zemheri ayazında kim? damardaki kanla yazılır çığlıklanan bu şiir..
OĞUZ ERDEN
Sayfa 69
MENDİL Bir mendilim vardı yare gönderdim acep yüreğine basmış mı ola. Bir mendilim vardı dosta gönderdim acep yarasına sarmış mı ola. Bir mendilim vardı anam saklardı ben gurbete gideli acep göz yaşların silmiş mi ola Bir mendilim vardı allı, morlu, sırmalı aşk ile, umut ile doldurdum yarin çeyiz sandığına koyduydum acep kokusu sandığa, sinmiş mi ola Al yazmalı yüzü duvaklı gelinin kınalı ellerini sarmış mı ola. Mendilimi katladım Sol cebime sakladım Gizli sevdalarımı Mendilmle paylaştım Acep sırlarımı saklar mı ola
HIDIR ULUDAĞ
ŞİİR-ŞAİR
Sayfa 71
POETİKA Şairin şiir göletini görmeye gittik, boğulduk Anlam, hem dipte hem nde görklüce BARIŞ ERDOĞAN Her şiir bir sürem kendini yeniler böylece yürek
ey şair kolların bir çöl akşamı gibi bırak yalnız kalsın yüzünü hüznüne yasla düşün sana yar olmasın rüzgarlar sarsın yaranı kolun yare sarılmasın ADNAN DURMAZ
F.KADRİ GÜL küçük bir sesteki çığlık benzemez hiçbir çığlığa. SABAHATTİN KUDRET AKSAL
şiir ip’tir boynunda ve boşalır su’dan ilmiğe…
Yalnızlıklardaki gibi, şiirlerdeki kalabalık da bir uyumsuzluktur. BEHÇET NECATİGİL
hayat kısa bir çizgidir zamanın yanında şair şiirle uzatır ömrünü
BÜRRAN SAKA
FEVZİ KÖK
ÇIĞLIKTIR ŞİİR AMA Gençliktir şiir okurunu bulur
Beyaz bir kâğıdın ortasında Kıpkırmızı bir çığlık Ama bin kişi okur Bir kişi duyar O da bir aralık
İSMAİL UYAROĞLU
Yedeğimde hep bir şiir olmalı Dileğimce değiştirebildiğim Değiştikçe beni de değiştiren Yüreğimle sindiğim, Kimsenin bilmediği, Acısına başka acı Sevincine başka sevinç değmemiş, Canım gibi
ERCAN AKBAY
Aman iyi koruyun/onu** sakladığınız dolabın üstüne şöyle bir not yazın özenerek her harfini biiir bir YANGINDA İLK KURTARILACAK ŞEYDİR: ŞİİR… FEVZİ GÜNENÇ Şiir yapım ekidir, Her kırgınlığa Ve kırılganlığa. Edilgenlikten uzak, Ettirgen ve etkendir.
NİHAT BEHRAM
Sünger avcılarının aradığı Bulanık su diplerindeki Kirli elleri kirli dudaklarıyla aradığı Şiir ANIL MERİÇELLİ
ALİ ZİYA ÇAMUR Tek tek toplamalı şair En militan ateş böceklerini Tutuşturması için Hecenin ve emekçinin Öfkesini…
DERLEYEN:A.Z.ÇAMUR
NECİP TIRPAN
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
YAŞAM VE SANATTA
SON ÜÇ AYIN İZDÜŞÜMÜ SANAT VE EDEBİYATTA POST-MODERNİZME KARŞI YAYIN HAYATINA BAŞLAYAN YENİ GELEN DERGİSİNİN İLK SAYISI OKURLARLA BULUŞTU “Sanat ve edebiyatın piyasaya teslim olarak bayağılaşmasını, insani ve toplumsal sorunlara duyarsızlaşmasını, sermayenin kültürel alana bütünüyle egemen olmasını reddediyoruz” ilkesiyle yola çıkan Yeni Gelen dergisinin ilk sayısı çıktı. İbrahim Horuz’un sahibi olduğu derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini İsmet Alıcı, Genel Yayın Yönetmenliğini ise B. Sadık Albayrak üstlenirken, derginin grafik tasarımını Fatih a Mutlu yaptı. ABONELİK YOLUYLA OKURA ULAŞACAK Derginin çıkış yazısında bahsedilen, “Sanatı ve edebiyatı piyasalaştırdılar. Yazarı kitap üreticilerine, yazıcıya çevirdiler. Okuru, yalnızca reklam edileni gören ve kendisine pazarlananı alıp okuyan müşteri haline getirdiler. Holding yayınevleri, zincir kitabevleri, ödül kurumları, pazarlama dergileri birbirine geçmiş sermaye ağlarıdır. Bu ağa yakalanmadan okur-yazar olmak ancak bilinçli ve ortaklaşa mücadeleyle mümkün hale gelmiştir.” saptamasıyla yola çıkan Yeni Gelen, piyasanın engellerini aşmak için okur-yazar dayanışmasına başvuruyor. Yalnızca büyük kitabevlerinde satılacak dergi, okurlarına abonelik yoluyla ulaşacak. İLK SAYIDA NELER VAR? Derginin ilk sayısının içeriğinde Afşar Timuçin’in “Descartes’ı Yakalım mı?” yazısı ve Özkan Mert’in günümüze isyan eden “Hav Haav Haaav!” şiirine yer verilen dergide, Köy Enstitülü Sami Gürel ile sanat tarihine uzanan bir sohbet var. Kültürümüzün yakın dönemdeki kayıpları Yılmaz Onay, Tektaş Ağaoğlu ve Ömer Naci Soykan’ı anan yazılar, onların emeğine ve katkısına saygı duruşu niteliğinde. İlk sayısında eleştiriye ağırlık veren Yeni Gelen, “Eleştirisiz köyde edebiyatsız ve estetiksiz
Sayfa 73 gezenleri” hedefe koyuyor. Taylan Kara, “Duyarın ve Duyarlılığın Foto Destanı: 9 Fotoğrafta Kafa Dergisi”, Özgün Ergen “Şair mi Yoksa Bir Reklam Yüzü mü Küçük İskender”, Ubeydullah Günel “Allah Diyen Buzdolabı ya da Sine Ergün’ün Buzdolabından Çıkan Adam”, Elif Yılmaz “Ayhan Geçgin’in Hiçliğe Uzun Yürüyüşü”, İsmet Alıcı “Gazanın İktisadi Yüzü Yağma”, B. Sadık Albayrak “İllüzyonist Murat Belge ve Falcı Öğrencileri” eleştirileriyle köklü bir başlangıç yapıyor. Dergide ayrıca iki sinema yazısı var. Bunlardan Haydar Ali Albayrak’ın “Kareyi Gördük mü?” yazısı son dönemin aynı adlı filmini inceliyor, Mahir Ergun “Bağımsız Sinema ya da KOBİ’lerin Bağımsızlığı” yazısında Sundance Film Festivali’ni eleştiriyor. Sinan Abuzer Akdağ, “Sanatçı ve Radikalleşme Üzerine” tezlerini sergilerken, Ayhan Çaylar “Sanatla Gelen Dönüştürücü Güzellik” sorununa eğiliyor. Eray Yılmaz “Tarihçinin Notları”nda Safranbolu’yu ele alıyor, Ulvi Özdemir’in “Bir Kitap Bağımlısının Notları” renkli bir okuma deneyiminden izdüşümler getiriyor. Yeni Gelen’in ilk sayısının öyküsünü “Denizden Işıklanmak” başlığıyla Müslüm Kabadayı yazdı. Bu sayıda şiirleri yer alan şairler ise, Mustafa Göksoy, Ali Eşki, Nevzat Oğuz, Turgay Çimen oldu. Derginin kapak resimlerini Kemal Urgenç ve Haydar Özay hazırladı. Zafer Temoçin “Bir Adam Arıyorum” çizgi romanını ve Murat Belge’nin karikatürlerini çizdi. KENDİLERİNİ NASIL TARİF EDİYORLAR? Yeni Gelen’ciler kendilerini şöyle tarif ediyor:
“Bugün, insanlığı savaş, sömürü, cehalet kıskacında süründüren tekeller düzenini külliyen reddetmeyen bira sanat ve edebiyata hiçbir değer vermediğimizin bilinmesi gerekir. Post-modernizm olarak adlandırılan sermaye güdümlü felsefe, bilim, sanat ve edebiyatı külliyen reddediyoruz. İnsanı özgürleştirecek, birbirine arkadaş, kardeş, dost ve sevgili kılacak toplumsal kurgu’lar arıyoruz. İpek bir halıya benzeyen toprağın üzerinde yeryüzü cennetleri kuracak ütopyalar yazmak istiyoruz. Çok uzaklardan geliyoruz, çok uzaklardan… Büyük bir karanlık ve unutma çağından çıkarken yeniden ve yeni gelenleriz.” (İLERİ HABER) İNGİLİZ BİLİM İNSANI, EVRENBİLİMCİ VE FİZİK PROFESÖRÜ STEPHEN HAWKİNG YILDIZLARA UĞURLANDI... Üstün yetenekli dahi bilim insanı olan Stephen Hawking, Karl Marks’ın öldüğü; Einstein’in doğduğu ve Dünya Pi Günü olan 14 Mart günü sonsuzluğa uğurlandı. 1942 yılında İngiltere'nin Oxford kentinde doğan Steven Hawking, kuantum fiziği ve kara delikler üzerine yaptığı çok kapsamlı çalışmalarla tanınıyor. Bilimsel araştırmaları 40'ın üzerinde dünya diline çevrilen Stephen Hawking, bilim çevrelerinde Albert Einstein'dan sonraki en büyük dahi olarak görülmektedir.
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı “Bilginin en büyük düşmanı bilgisizlik değil bildiğini zannetmek” diyen Hawking, 1969’da Vietnam savaşına karşı eylemlerin ön safında tepkisini gösterenlerden biriydi. 30 yıl sonra da ABD’nin Irak işgaline karşı çıkmıştı. Hawking, sadece günümüzün en zeki insanlarından biri değil, kapitalizmi eleştiren, toplumsal vicdanı olan bir bilim insanı idi.
a
TİYATROCU, ÇEVİRMEN VE YAZAR YILMAZ ONAY'I YİTİRDİK... 10 Ocak 2018 günü, 80 yaşında hayatını kaybeden Yılmaz Onay, Ouuncu olarak tiyatroya başlamış, ilk deneyimlerini öğrencilik yıllarında İTÜ Tiyatrosu, Genç Oyuncular gibi oluşumlarda kazanmıştı. Bir dönem Ankara Deneme Sahnesi'nde çalışıp, ilgi alanını oyunculuktan yönetmenliğe çevirdi. Ankara Sanat Tiyatrosu'nda yönetmenlik yaptı. Çağdaş Sahne'nin kurulmasında yer alarak, sahneleme çalışmalarını yurt dışında da Hollanda ve Almanya'da sürdürdü. 12 Eylül'de sıkıyönetim mahkemeleri tarafından yargılandı, gözaltına alındı. Bu dönemden sonra bir süre serbest çalışmayı tercih eden Onay, yönetmen ve yazar olarak sanat hayatına devam etti. Sosyalist gerçekçi bir tiyatro adamı olan Yılmaz Onay, Türkiye'de epik tiyatronun öncülerindendir. Oyun kitapları yazmanın yanında, Bertolt Brecht, işçi tiyatrosu ve diğer çeşitli konular üstüne kuramsal kitaplar da yazdı, çevirdi ve tiyatroya uyarlamalar yaptı. Oyunları Devlet Tiyatrolarında da sergilendi. Romanı "Yazılar FİLMATİK" ve tiyatro oyunu "Sanatçının Ölümü" filme çekildi. epik tiyatronun Türkiye’deki öncü isimlerinden olan Onay, işçi tiyatrosu üzerine yaptığı kuramsal çalışmalarla tanınıyordu. Onay, tiyatro oyunlarının yanı sıra çeviri ve telif eser-
Sayfa 75 lere de imzasını atmıştı: İşçi B, Edebiyat Bilimi, Ütopyadan Bilime Sosyalizme, Komünist Parti Manifestosu, İlk Adımlar, Yazılar Filmatik ve Oyun Değil... Tiyatro oyunu “Sanatçının Ölümü” ve romanı “Yazılar Filmatik” ise filme çekilmişti.
ŞAİR ABDULLAH KARABAĞ’DAN ÜÇ YENİ ŞİİR KİTABI DAHA!.. Emeğin Sanatı dostlarından şair Abdullah Karabağ’ın üç kitabı daha genişletilmiş yeni baskı ile okurlara sunuldu. Sokak Kitapları tarafından yayınlanan kitaplar ve içerikleri şunlar:
a
- Güldestan Gibi: Şairin toplu şiirlerini içermektedir, 400 sayfalık bir kitaptır. - Binêrin Bi Dil Binêrin/Bakın Yürekle Bakın: Bu kitapta şairin Emeğin Sanatı’ nda da yayınlanan aforizmaları yer almakta, 176 sayfadan oluşmaktadır.
- Berfîn Dibarin Li Reşiyan/Kardelen Yağar Karın Alacasına: Bu kitapta şairin Kürtçe ve Türkçe iki dilden şiirleri yer almaktadır. Kitap166 sayfadan oluşmaktadır. İsviçre’de yaşayan bir sürgün olan Abdullah Karabağ, sosyalist gerçekçi bir bakış açısıyla içinden geldiği ve içinde yaşadığı toplumsal durumları içten ve sıcak bir dille okurlarına sunuyor. İçinden geldiği Kürt halkının yaşadığı dramı Kürtçe ve Türkçe iki dilli şiirleriyle sunuyor bizlere.
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
EMEĞİN SANATI DOSTLARINDAN İRFAN SARİ’NİN İKİNCİ KİTABI YAYINLANDI... Daha önce, şiir ve öykülerinden oluşan “Kar Suyun Sırtında” kitabıyla çıkış yapan İrfan Sari, Yüksekova’ dan ülkeye ve dünyaya bu kez “Alüsa” ile sesleniyor. Ocak 2018’de İstanbul’da Cinius Yayınları tarafından yayınlanan 214 sayfalık “Alüsa”, İrfan Sari’nin yaşadığı bölgenin dertlerinden, ıstıraplarından, sorunlarından kaynaklanan duygulanımları bizim duyarlığımıza seriyor özenli bir dille. İşte “Alüsa” ile ilgili Ali Ziya Çamur’un tanıtmayazısı: “İrfan Sari, Alüsa ile Türkiye'nin damı Yüksekova'dan dünyaya sesleniyor. “Yaşadığı yaralı coğrafyanın ve bu coğrafyadaki insanların yaşamlarından kesitler sunduğu a yazıları, genelde insanlığın hâllerinden uzak değildir. Bu yönüyle, evrensel bir şairdir o. Onun Alüsa'sında acıdan umuda, umuttan aşka, aşktan özgürlüğe uzanan derin vadiler vardır, Zap Suyu'nun derin vadileri gibi… Bu vadilerin her bir koyağında duyarlıklarımızı keskinleştiren, insana, aşka ve özgürlüğe dair umudumuzu perçinleyen insan manzaraları yer alıyor. İrfan Sari, yazılarıyla insanın insanlaşma mücadelesine omuz veriyor. Yöresinin renk ve kokularını, toplumsal dokularını yerelden evrensele uzayan toplumcu bir kimlikle nakış nakış şiire, öyküye, denemeye dönüştürüyor. Her gün acıların yoğurduğu, zulmün kararttığı bu coğrafyada İrfan Sari insana, aşka ve umuda dair yazı ve şiirleriyle yarınların aydınlığından ışıltılar paylaşıyor bizimle. Çünkü o, “sonsuz üreten bir aşkın işçisi”dir. O, hayata dair; yaşadığı zorlu, çetin coğrafyaya dair duyarlıkları bazen bir dengbej gibi zamanın tanıklığı içinde yansıtıyor. Hayata izler bırakmış, küçük ama bıraktıkları izleri büyük insanları bizim imgelemimizde kalıcılaştırmayı başarıyor. Bedenlerinin duvarlarını acıya kalkaneden insanlara hayatın tanımsız bir esaret ile saldırışınınfotoğrafını çekiyor. Bazen de şairliği öne çıkıyor İrfan Sari'nin. Yaşadıklarını ve duyumsadıklarını düzyazının önderliğinde ama şiir gücüyle kazıyıveriyor belleğimize: “Başı dik yalçın kayalıklar bulutların karnına dokunurken, gözlerim oradan dağılıyordu bedenime”. Onun yazılarında şiir, Cilo'nun Reşko'nun kayalıkları arasında açıveren çiçekler gibidir. Hayatın karanlığı içinde umut, dostluk, aşk yıldızlarını gösteriverir bize.” İrfan Sari, toplumsal yönelimleri önce çıkan Terzi Fikriler gibi öncü bir terzi. Hem esnaf örgütünde yönetici hem de yöresinin sesi, soluğu olan “Yüksekova.Com”un kuruculsrından ve yazarlarından.
Sayfa 77
HALK OZANI AŞIK VEYSEL 45. ÖLÜM YIL DÖNÜMÜNDE ANILACAK. Aşıklık geleneğinin en büyük temsilcilerinden Halk Ozanı Aşık Veysel ölümünün 45. yıl dönümünde türkülerle anılacak. 20 Mart Salı akşamı saat 20.00’de İBB Cemal Reşit Rey konser salonunda gerçekleşecek konserde Aşık Veysel’in geride bıraktığı unutulmaz eserlerini Aysun Gültekin, Cengiz Özkan ve Burcu Güneş seslendirecek. Yedi yaşında gözlerini kaybettiğinde oyalanması için sazla tanıştırılan Âşık Veysel, türkü deyince akla ilk gelen halk ozanlarından biri oldu. 20. yüzyıl aşık halk edebiyatının son halkası Aşık Veysel, bir dönem yurdu dolaşarak köy enstitülerinde saz a hocalığı da yaptı. 21 Mart 1973 yılında yaşamını yitiren Anadolu’nun büyük halk ozanlarından Aşık Veysel’in deyişleri pek çok müzisyen tarafından düzenlenerek tekrar okundu. (EVRENSEL)
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
MART AYINDA ÖNEMLİ GÜNLER EDEBİYATIMIZIN ANITSAL İSMİ YAŞAR KEMAL YAPITLARIYLA İNSANLIĞA SESLENMEYE DEVAM EDİYOR... 28 Şubat 2015’te aramızdan ayrılan büyük romancı Yaşar Kemal insanlığa barış dersi vermeye devam ediyor. Romanlarında da konu olan serüvenli yaşamın da hep haklının ve doğrunun yanında yer aldı. Bu nedenle sürüldü, linç edilmek istendi ama o yazmaya ve direnmeye devam etti. Büyük yazarın elbette hayatının her yönü basında ve tv’lerde yayınlandı Biz, 1982’de Del Duca Ödülünü aldıktan sonra Cumhuriyet yazarı Yalçın Pekşen’e verdiği röportajdan yaşamıyla ilgili önemli dönem-leri aktaracağız: «Y.PEKŞEN— Peki zor olmadı mkı a buralardan sıyrılıp yazar olmak? Özelliklebu kadar ün kazanmak? Y.KEMAL— Valla bilmiyorum ben hep kendi muhitinde tanınan bir adam oldum. Adana’da halk şairi idim. Sekiz yaşımdan beri çevremde herkes tanır beni. Cumhuriyet’e girdikten sonra üç ay içinde tanınmış bir röportaj yazarı oldum. Biraz da talih yardım etti galiba. Çok talihli bir adamım ben… Y. PEKŞEN —Anlattıklarınız çok talihli bir adamın durumuna uymuyor. Çok sıkıntı çekmişsiniz.. Y.KEMAL — Bak şimdi anlatayım da talihin rolünü gör. Adana’da en son arzuhalcilik yapıyorum. Dört tane öykü yazmışım ama.. biri “bebek” işte. İnce Memet’in de birkaç bölümü hazır. Ama üstte yok, başta yok… Cebimde beş lirayla kamyona binip Ankara’ya geldim. İstanbul’a geleceğim, Cumhuriyet’e gireceğim. Y. PEKŞEN — Nasıl emin oluyorsunuz gireceğinize… Y.KEMAL — Beni Arif Dino göndermişti.. adana’dan tanıyorum Arif’i. Nadir(Nadi) Bey’e yazdığı mektupta hiç unutmam “sana çifte kavrulmuş bir delikanlı gönderiyorum.” diye yazmıştı. Ankara’ya geldim beş lirayla. Orada Abidin Dinolara gittim. “Nereye gidiyorsun?”
falan dediler. “İstanbul’a gidiyorum” dedim. “Paran var mı?” diye sordu Güzin Dino. “Beş liram var” dedim. Aslında Orhan Kemal.. o da arkadaşım.. O da İstanbul’a
Sayfa 79 gelecek. Babasından altı yüz lira miras kalmış, onu bekliyor. Onunla sebze alıp sebze satacağız. “Beş lirayla olmaz” dedi Abidin. Sonra içeri girdi. Bir torba dolusu bozuk parayla geldi. “Bu elli lira” dedi. “Biraz geçinirsin bununla..” neyse Ulus’a geldik, beni otobüse bindiriyorlar: Birden Abidin Dino durdu. “Neden durdun?” dedim. “Bana yetmiş beş kuruş ver ordan” dedi. Bütün parasını bana vermiş. Dönüş parası istiyor. Çıkardım verdim, öyle gekldim İstanbul’a. Y. PEKŞEN —Sonra bu parayı ödediniz mi kazanınca? Y.KEMAL —Yok canım ne vereceğim. Abidin Dino benim canciğer arkadaşım. Bizde para falan verilmez. İşte böyle geldim İstanbul’a. Sonra Orhan Kemal geldi. Altı yüz lira almış da yolda yemiş bile. Bir arkadaşının Kasımpaşa’daki evinde balkonda yatıp kalkıyor. Ben Cumhuriyet’e “Bebek” hikâyemi Nadir Bey’e gönderdim. Bekliyorum. Bu sırada da Gülhane Parkında yatıyorum. Derken cevap geldi. Nadir Bey beni çağırıyor. Gittim ama kılık kıyafetim dökülüyor. Kapıcı almıyor içeriye. Bir gün “Avrupa’da” diyor, bir gün “Ankara’da” diyor. Sonunda uyandım. Karşıdan teşefon ettim. Dedim, “Efendim ben geldim.”, “Neden gelmiyorsunuz?” dedi. “Geliyorum efendim, kapıcı almıyor” falan derken neyse galiba kapıya indi. Beni aldı. “Bebeği çok beğenmiş. “Seni röportaj yazarı olarak hemen işe alıyoruz” dedi. “Röportaj yazarı olur mu bilmem ki…” “Olur olur, sizin gibi insanlar gerekli” dedi. “Peki” dedim, “Aşağı inin para alın” dedi. Gittim aşağı, bin beş yüz lira galiba… Çok büyük bir para yahu o zaman. “Ben ne yapacam bu kadar parayı” diyorum. “Bana üçyüzelli verin yeter’”Neyse… Ben röportajlar için Diyarbakır’a gittim. “Bebek” de Cumhuriyette yayınlandı ve ilk telif hakkım olan 110 lirayı ordan aldım. a titizliğiyle yazıya akttaran büyük romancı ”Doğayı, doğa-insan ilişkilerini bir kuyumcu sosyalist kimliğini de her zaman öne çıkarmıştır. 13 kasım1963'te TİP milletvekili adayı olarak radyoda yaptığı konuşmasından: "işçiler!köylüler!aydınlar! ve bilcümle türk halkı, sözüm sizedir. ...dünyanın en bereketli topraklarından birisi olan çukurova toprağı üstünde yaşayan benim ailem yarıcı idi.biz eker, biçer, biz toplar, ürünün üçte ikisini toprak sahibi ağaya verirdik.bu bereketli topraklar üzerinde inanılmaz bir yoksulluk içindeydik. şimdi düşünüyorumda bu büyük bir haksızlıktır. böyle bir toprak üstünde insanların bu kadar yoksulluğa düşmesi ayıptır, utanç vericidir...biz, geri kalmış, halkı ezilmiş, emekçisi iliklerine kadar sömürülmüş bir ülkenin insanlarıyız. halkımızın bu baş belası yoksulluğu, bu utanılacak macerası, yüzyıllardır sürüp gelir...bu yurtta senin insanca yaşaman ve türkiye'yi cennet bir vatan yapman senin oylarınla,senin ellerinle olacaktır. ...bizler demokrasiyi,fabrika sahipleri işçileri bir alet gibi ele alıp eskiyince çöplüğe atsınlar diye savunamayız.bizler demokrasiyi, küçük bir azınlık insanlarımızı bir ekmeğe zincirleyip, enselerinde yıllarca eteş yaksınlar diye savunamayız.bizler demokrasiyi, herkese toprak verildiği zaman, sosyal adalet kurulsun diye savunuruz. dünyadaki köklü demokrasiler, yalnız emekçilerin ellerinde yükselmiştir. emekçinin katılmadığı demokrasi boş kovan olur.”
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
Sayfa 81 DEVLET DERSİNDEN KATLEDİLEN BERKİN ELVAN’IN FAŞİZME KARŞI MÜCADELE GÜCÜ DİRENCİMİZE YOL GÖSTERİYOR! Soğukkanlılığını, muhakeme yetisini kaybetmiş bir kibir, iktidar ve güç zehirlenmesinden doğan bir vicdan tutulması Berkin de aldı Küçücük Berkin Gülüşünü, çocukluğunu, gençliğini, hayallerini, hayata katacağı artıları, değerleri… Taksim Gezi Parkı protestoları sırasında, 16 Haziran 2013 tarihinde, ekmek almaya giderken polis tarafından atılan göz yaşartıcı gaz kapsülünün başına isabet etmesi üzerine 269 gün boyunca komada kaldıktan 11 Mart 2014'te, Şişli'deki Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi‘nde, 15 yaşındayken sonra sonsuzluğa uçmuştu 5 Ocak 1999 doğumlu Berkin Elvan..
a
Devlet eliyle, babalar gününde sabahın yedisinde kafasına gaz kapsülü atılmak suretiyle üç mevsimdir uykuya teslim edilen, Okmeydanı'nın kara gözlü çocuğu sonsuzluğa yürüyeli iki yıl oldu. Berkin’in bu yürek burkan hikayesinin ve mücadelesinin yanında ailesi de adeta bir hukuk savaşı verdi, veriyor. Dosyası adliye koridorlarında kaybedildi.
Katilleri tepit edilse de tutuklanmadılar., ceza almadı-
lar. Daha davası bile başlatılamadı. Bu kara kaşlı, kara gözlü küçük çocuk, devrimci mücadele tarihinde küçük bir kızıl yıldız olarak yerini aldı. Elvan’dan belleğimize kalanlar, devrimci mücadelenin yükseldiği dönemde
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı yiğit halk çocuklarının kimsenin gütmesiyle değil, yürekten kavgaya koşabilmesidir. Berkin’inkısacık yaşamı bizlere önemli dersler de vermiştir: Berkin artık büyümüyor ve geçen zaman öldürülmüş bir çocuğun yaralarını iyileştirmiyor. Berkin'i öldürenler bugüne kadar yargı önüne çıkarılmadı. Zaten açılmış bir dava da yok... Sadece bitmeyen, bitirilmeyen, bitmesine müsaade edilmeyen bir soruşturma var o kadar... Ahmet Atakan'ın, Medeni Yıldırım'ın tespit edilmeyen ve yargı önüne çıkarılmayan failleri, olmayan mahkemeleri gibi... Gezi'de gözlerini kaybeden onlarca gencimizin sakat kalmalarına sebebiyet veren failler ve olmayan mahkemeler gibi... Okan Göçer'i, Mustafa Ali'yi, Lobna'yı öldürmek için vuranların yakalanmaması, açılmış bir mahkeme olmaması gibi... Ethem Sarısülük'ün göstermelik bir ceza alan katili ve o katili kahraman ilan eden emniyeti saymıyoruz bile, Ali İsmail'in henüz tutuklanmamış katilleri varken, tutuklanmış olanların ise hala bir ceza almamış olması a bu ülkenin bir başka büyük ayıbı... Abdullah'ın, Hasan Ferit'in ve Mehmet'in katillerinin adeta senaryosu çok önceden yazılmış bir tiyatro oyunu sahneye konuyor gibi mahkemeler nezdinde devlet tarafından korunup kollanmaları gibi.. Bu ülkede adalet yok, hukuk yok, sanık yok, ceza yok... Tek gerçek : Büyümüyor ölü çocuklar.
“çocuk çek kaşlarını onursuz şeyler üstünden kirpiğini yüzüne düşürme bütün dünyaya gövdenle gülümseme öyle ağıdımı bozacaksın.” GÜLTEN AKIN
Sayfa 83 ADANALI İKİ ŞAİRİ HASAN HÜSEYİN GÜNDÜZALP VE BÜLENT GÖKGÖL’Ü YİTİRELİ BİR YIL OLDU... Adana sanat çevresinin önemli şairlerinden Hasan Hüseyin Gündüzalp ve Bülent Gökgöl’ü pisi pisine bir trafik kazasında son suluğauğurladık. Hasan Hüseyin Gündüzalp, Lül, Tersakan Toros, Turunç gibi Adana’nın önemli sanat dergilerinde yayınkladığı şiir polemikleri veeleştirileriyle adı öne çıkan şair ve yazarlardan biri idi. Bülent Gökgöl de şiirleriyle Adana edebiyat dergilerinde sesini yükselten şairlerdendi. Bülent GÖKGÖL’ün son şiir kitabı, “DAVUŞ, Aşktan Çocuklar Alsın Öcünü” daha baskıdan yeni çıkmıştı. İkisininde yurdu ışık olsun.
a
Hasan Hüseyin Gündüzalp’in şiir üstüne bir yazısından “Şiir: Anlatmayıp söyleyip geçen… kesinlikle kesinlik bildirmeyen… açıklayıcı olmayı reddeden ve bu nedenle açıklayıcı (çünkü, gibi, eğer, gerçi, benzer, sanki vb) sözcüklerden uzak duran… Hiçbir zaman ben demeyen… hangi dilde yazılırsa, yazılıyorsa o dile varsıllık ve derinlik katan… Sanat denilen eylemin eseri olmayan… Büyük patlamadan (bigbeng-zoom) kalan acısını her yüreğe taşıyarak sonsuza uzanan… her canlıya ve cansıza onların nitel donanımlarına göre kendini veren… Duygu adlı Bütün’le ikiz kardeş olan… insanda bilgisiyle sevişen sezgisel gebeliği… aşktan ve acıdan ötesi duyarlıklar cümlesi… şiir, dilleri derinleştiren ve delirten… bu derinliğe giremeyecek olan sözcükler vardır. Bunlar, çünkü, eğer, gibi, benzer, şiir ve
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
Sayfa 85 21 MART DÜNYA ŞİİR GÜNÜNÜ KUTLUYORUZ.. İlk kez 1999 yılında UNESCO tarafından ilan edilen ve dünya çapında kutlanan Dünya Şiir Günü'nün amacı "farkındalık yaratmak ve ulusal, evrensel, bölgesel şiir hareketlerine taze bir enerji sağlamak"olarak nitelendiriliyor. Şiirin sorgulayarak çeşitlilik yarattığını belirten UNESCO, dil çeşitliliğini kutlamak için bugünü şiir günü olarak ilan etmiştir. 1999’dan bu güne, ülkemizde ve dünyada bir şair Dünya Şiir Günü Bildirisini yayınlıyor... Bizdeki Dünya Şiir Günü bildirilerinden seçmeler: “Şiir, günü geleceğe çevirirken öylesine zenginleşir ki telefon derler ona, gramafon derler ona, radyo, televizyon, bilgisayar, internet derler ona, yine de bütün gücünü dile getiremezler. Şiirin bütün özdeklerde görünümü başka başkadır. Kuşun sesinde görünen odur, maviliği sese dönüştürmüştür. Demirin ateşte dövülürken kıpkırmızı olması odur; dışarı çıkmayı kırmızıyadönüştürmüştür. Yaşlı bilginin avuçlarındaki harfler odur; evreni umuda dönüştürmüştür. Gelin olan kızın ilk gecesi odur; ipeği sevişmeye dönüştürmüştür. Birbirimize yakınlığımız odur; ekmeği a özgürlüğe dönüştürmüştür.” FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA / 2001 “Şiir depremdir, şiir ayaklanmadır, şiir başkaldırıdır. Şiir şimşektir, yıldırımdır, gök gürültüsüdür şiir. Şiiri, yani yıldırımı hiçbir siper-i saika durduramaz. Şiir korkunçtur, güzeldir. Hiçbir kapı, hiçbir duvar önünde duramaz. Kapı tunçtan, demirden, çelikten de olsa önünde duramaz. Şiir yürür, ezer geçer. Şiir her şeyden, herkesten daha güçlü, daha yıldırıcıdır. Şiir sınır tanımaz, ne kral tanır, ne imparator. Şiir Cengiz Han'dan da, Sezar'dan da, Hitler'den de, Büyük İskender'den de büyüktür. Şiirin yürüdüğü yolun bitimi yoktur. Şiir sonsuzluğa gider, sonsuzluktan gelir. Şiir hiçbir güce boyun eğmez. En güçlüden daha güçlü, en güzelden daha da güzeldir.” ARİF DAMAR / 2006 “Şiirin insan acısını, sevincini, öfkesini ve akla gelmeyen daha nice duygularını nasıl dile getirdiğini yeniden hatırlayacaklar. Kimileri Boğaz`ın iki yakasını donatan erguvanlara bakarak yapacak bunu, kimileri nerdeyse yanı başımızda patlayan bombaların eşliğinde, çığlıklararasında, barut kokusu içinde. Bir yandan ezenleri, ezilenleri, öbür yandan geceleri, yıldızları, kokuları, tepeden tırnağa çiçek açmış ağaçlarıyla insanı deli eden bu dünyayı düşünerek katılacak bu kutlamaya. Şiirin yaşanan her şeyi beş duyumuzla canlandırarak (görerek, işiterek, koklayarak, tadarak, dokunarak) algılamamızı sağlayan bir duyarlık kaynağı olduğunu, bize duygularımızla düşünmeyi, düşüncelerimizle duymayı öğrettiğini hatırlatacak Dünya Şiir Günü kutlamaları. Özgürlük ve dayanışma özlemi içinde, bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı kardeşçesineyaşamayabir çağrı olduğunu düşünecekler şiirin. Yalnızca Edirne`den Ardahan`a kadar değil, Çin`den Peru`ya kadar uzanan bir umutla... “CEVAT ÇAPAN / 2007 “Şiirin iç çekişinde ya da haykırışında duyduğumuz, varlığın ve varoluşun sesidir. Eğer şiir, en derin metafizik kaygıları olduğu kadar, en güncel politik istekleri de dile getirebiliyorsa, bu; hem toplumsal etkinliğimize hem de tinsel beklentilerimize ait oluşundandır. Küresel kapitalizm imgeler alanını, yani sanatsal alanı da sömürgeleştirmiş bulunuyor. Ama şiiri halâ sömürgeleştiremedi ve Pazar Ekonomisi'ne eklemleyemedi. Magazinel edebiyat basını, şiiri halâ manşet yapamıyor ve ayağa düşüremiyor. Nietzsche "çekiçle felsefe yapmaktan" söz etmişti. Şair, hala çekiçle yazabiliyor. “ AHMET OKTAY / 2008 “Çin Seddi bittiği akşam duvarcılar nereye gittiler?” diye soran meraktır şiir. Kralı çıplak gördüğünde korkağın söyleyemediği cesur sözdür. Sıradanın yavanlığına başkaldıran çeşitlilik, emeği hor görene indirilen tokattır. Duyarlığı sınırlı tutanın karşısına yeni bir dil ile, tasarlananı güdük bırakanın karşısınayeni bir dünya ile çıkandır. Neruda'nın dediğini bir kez daha yineleyebiliriz öyleyse: Yedi canlıdır şiir. Bunca sömürü ve yoksulluğun insana yaşamı dar ettiği, işkence ve savaşlarla bunca zulmün, zorbalığın, kıyımın yeryüzünü kana boğduğu günlerde şiirin payına da canından olanların acısı düşer, soluğunun önüne birtakım engeller dikilir. Ama her keresinde yeniden canlanacaktır o, yüzleşmek içinayağa yenden kalkacaktır.” KEMALÖZER/2009 “Şairin şiiri hiçbir zaman ısmarlanmamıştır : Ne zamanı vardır ne de mekânı. Ama bu nedenle hem zamanı vardır, hem de mekânı. a Bir gün terekesi açılır, borcu ve alacağı ölçülür. Ama şairin ne borcu vardır, ne de alacağı. Habersiz gelir, habersiz gider.” ÖZDEMİR İNCE / 2010 “Evet, bir evrendir şiir, uçsuz bucaksız bilinmedik bir coğrafyadır. Binlerce ozan aramıştır onu, binlerde ozan arayacaktır. Bulanlardan öğrendik böyle bir coğrafyanın varlığını. İlginç ülkeler tanıdık böylece, ilginç sesler, görünümler, ilginç varlıklar. Adına “sözcük” dediğimiz nesnelerden üretilmiş varlıklar. O ülkelere ayak basan kişi, bizim günlük yaşamımızda kullana geldiğimiz sözcükler kıskacından kurtulmuş ve yepyeni, alışılmadık seslerin dokuduğu, biçimlendirdiği o gizemli varlıklarla yüz yüze gelmiştir. Kendisine özgü bir evren kurmaya başlar böylece.” SAİT MADEN / 2011 “Şiir insanlığımızdır, / insanlığımızın özüdür. / Şiir dili yaratır, / dil şiiri yaratır.//Dil ile düşünce koşuttur,/ koşut olmazlarsa ikisi de gelişemezler./ Bu koşutluk bağımsızlığımızdır, özgürlüğümüzdür,/Bağımsızlığımızın ölçüsüdür. Kendimize karşı bile…//Şiir düşünce özgürlüğüdür./Düşünce engellenemez,/Onu kim yasaklayabilir? Benim kafamın içini…/ Ancak kendim… “Oto sansür…”/Onun için “şiir doğrudan olmalıdır” diyor Nazım.” (CENGİZ BEKTAŞ / 2018
“Şiir Çağının Yankısıdır Şiir, çağının seslerinin yankısını taşır: Kahkahalar, çığlıklar, ıslıklar… Aşk şarkılarına marşlar karışır, ağıtlara çocuk sesleri. Çok sesli bir korodur şiir, bir orkestra.
Sayfa 87 Şairler hükümdarlara övgüler yazsalar da bu sesleri şiirin orkestrasına ekleyemezler. Bir yıl geçmeden yıpranır gider o övgülerinkumaşı. Eskimeyen, yaşamayaövgüdür, adalete, aşka. Bir de diktatörlere yazılmış alaylar eskimez, bin yıllarca.” SENNUR SEZER/2012
27 MART DÜNYA TİYATRO GÜNÜ DÜNYADA VE ÜLKEMİZDE ETKİNLİKLERLE KUTLANIYOR… Dünya Tiyatro Günü dünyada ve ülkemizde çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. İnsanın insanîleşme sürecine en büyük katkıyı sunan sanat olan tiyatronun hayatımızdaki önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Bugün, bin türlü olanaksızlıklara karşı, sansüre, adli soruşturmalara rağmen tiyatroya gönül veren sanatçılar, perdelerini açma çabasını sürdürüyorlar.
a
27 Mart Dünya Tiyatro gününde, tiyatro sanatına emek ve gönül verenleri, her akşam tiyatroya koşanları, sahneye koşanları değerli tiyatro sanatçısı Oben Güney’in sözleriyle selamlıyoruz:
Tiyatro, iki kalas bir heves değildir. Tiyatro, minder komikliği değildir. Tiyatro, insanı taklit olayı değildir. Tiyatro, soytarılık değildir. Tiyatro, bir yaşama biçimidir. Tiyatro, dünyayı yorumlamaktır. Tiyatro, insanla İNSAN’ı yaratır. Tiyatro, bir bilimdir. Tiyatro, bir doğadır. Kısacası, Bayanlar, Baylar, Tiyatro İNSANLIK’tır.
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
DEVRİMCİ ELEŞTİRİNİN GÜR VE YARATICI SESİ: ZÜHTÜ BAYAR... Asım Bezirci’nin ortaya koyduğu “nesnel eleştiri” anlayışından hareket ederek Marksist kuramın ve edebiyat eleştirisinin edebiyatımıza uygun yorumunu yapan eleştirmen, yazar Zühtü Bayar’ı 26 Mart 2011 günü sonsuzluğa uğurlmıştık.. Lise öğrenimini politik nedenlerle yarım bırakan Zühtü Bayar, öğrenimini sürdürme olanağı bulamasa da kendisini geliştirmesini bildi. TMGT’nin yayın organı “Gençlik” ve izlem yayınevinin çıkardığı “Oyun” dergilerin de çalıştı. Daha sonra İTÜ Talebe Birliğinin yayın organı “Oturum” dergisini, daha sonra adında ilk kez “Sosyalist Edebiyat Dergisi " ibaresini taşıyan Gelecek dergilerini yönetti. Yansıma dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Türk Solu, Yeni Ortam ve Vatan gazetelerinin sanat sayfalarını hazırladı. 1973’te sıkıyönetim mahkemesince sorgulandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye Gazeteciler Sendikası, TYS ve N.Hikmet vakfı danışma kurulu üyeliğinde bulundu.
a
İlk yazısı “Okuldışı İzcilik” 1961’de Gençlik dergisinde çıktı. Politika ve sanat konusundaki yazılarını; Varlık, Yelken, Yeni Gerçek, Soyut, Papirüs, Ant, May, Türk Solu, İnsancıl, Matbûat ve Nostromo dergilerinde yayınladı. Edebiyat kuramı ve eleştirisiyle uğraştığı yıllarda, Burhan Günel, Tekin Sönmez ve Burçak Evren gibi birçok ünlü imzayı keşfedip, yetişmelerine katkıda bulundu. Bayar, daha sonraki yıllarda derin tarih ve arkeoloji çalışmalarına dalarak; tarihî maddeci dünya görüşünden hareketle kendine özgü bir tarih felsefesi geliştirdi. Özellikle Osmanlı ve İslam sikkeleri konusunda yaptığı araştırma ve buluşları, batı kültüründe de ilgiyle karşılandı. Son yıllarda bilimkurgu türündeki öykü ve romanlarıyla dikkatleri üzerine çekti. "Bilimkurgu ve Gerçeklik" (2001) adlı kapsamlı incelemesinde; bilimkurgu sanatının yalnız bir sanat türü değil, aynı zamanda doğa ve toplum karşısında pozitif bir tavır; giderek bir dünya görüşü olduğunu ileri sürdü.
“Karşı olmak, eleştirmek ve yadsımak... Yeniyi önermek, bir şeyleri değiştirmeye çalışmak ve hayatı yeniden yorumlamak... Sanatın içsel ve temel nitelikleridir bunlar... Bu nitelikleri gerçek sanatın var olduğu her yerde ve her sanatsal yaratışta görmek mümkündür. Toplumların dar geçitlerinde sanatın bir niteliği daha iyice belirginleşir; baş kaldırıcı niteliği...” ZÜHTÜ BAYAR
Sayfa 89 EDEBİYATIMIZIN ÜRETKEN VE ÇALIŞKAN EMEKÇİSİ: SALAH BİRSEL... Edebiyatımızın kendisine özgü şair ve yazarı Salâh Birsel’i yitireli 14 yıl oldu. 10 Mart 1919 Bandırma doğumlu olan, 1999’da yitir-diğimiz çok yönlü edebiyat insanı Salâh Birsel, ironi ve humoru kendi şiirleriyle, hatta düzyazılarıyla buluşturarak çağdaş şiirimizi, edebiyatımızı temalar ve dil bakımından zenginleştirmiş, geliştirmiş bir şairdir. Salâh Birsel; şiiri duygunun baskısından kurtarıp zekânın ürünü yapmak ister. . Her şiirinde yeni bir ses; yeni bir yapı kurmaya çalışıyor. Ona göre şiirde zekânın yeri belirgin durmalıdır. Ona göre şiir zekâ ürünleriyle ortaya çıkabilir. Ancak, geçici olan, küllenebilen “nükte”yi o zekâ tabirine karıştırmamayı da belirtir. Zekâya dayalı ve bu doğrultuda alaycı şiirler yazmıştır. Nükteye ise zekâ zorlamaları ölçüsünde yer vermiştir. Bugün sağlam şiir anlayışının çok uzağında olsa da zamanı için duygusal temaların karşısında ve muzip ifadelerle şiirler yazmıştır. Ona göre şiiri raydan çıkaran yahut çıkarma yolunda olan şeydir üslup. Bu ilginç bakış, genel düşüncenin dışındadır. Rayında bir üslup ile yazan kişi şiiri kötüleşen kişidir. Şiirde kelimeler a öne çıkmalıdır Birsel’e göre fikir ise önemsiz olduğu gibi şiirin önüne ket vurur. Lirik şiiri, öğretici şiiri kötüler. Şiirde iri sözleri de kötüler ve alay eder. Yapıtın sanata yardımcı olmasını savunur. Sanatın ise anlaşılır olmasını… Düzyazılarında da humor ve ironinin buluştuğu mizah başroldedir. Anlatımını güçlendirmek için kendi üslubunu yansıtan yeni deyimler, deyişler üretir. Kendi deyişiyle sözcüklere, cümleleretaklalar attırır. Tüm bu söylemlerine karşı, demokrattır ve kendi şiirlerini “gerçek toplumcu gerçekçi” olarak tanımlar. Birçok şiirinde çocuksu söyleyişler, tekerlemeyi andıran dizeler öne çıksa da ironiyi kullanarak farklı bir taşlama türünü de geliştirmeyi başarır. “Kuzuname” şiirinde genç insanların faşistlerce katledilmesini kendi şiir tarzı ile şöyle yazar:”Telefonlar çalacak / Sokak başlarında ölüme koşut / I love you ey Nagant / Bu bir sevinin durdurulmasıdır / Az biraz ve karanlıkta//Telefonlar çalacak vetrak / Bir kuzu daha alnından” Şiirdeki biçim ve öz ustalığını öne çıkaran Salâh Birsel’in şiirin temel ilkelerinden olan şu saptaması önemlidir: “Bir şiiri şiir yapan içerdiği sözcükler kadar dışarıda bıraktığı sözcüklerdir '' Aynı zamanda şiirin fikirlerle değil, kelimelerle yazıldığını da savladığı için “Şair, kelimelerin üzerinde çok durmak, az bilineni de, yığınların diline yerleşmiş olanı seçmek zorundadır’’ der.
Sayfa 91 GERÇEKÇİLİĞİN ÜLKEMİZDEKİ ÖNCÜ SESİ HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR’I SELAMLIYORUZ! Hüseyin Rahmi Gürpınar, edebiyatımızın hep kendisi kalmış, batı felsefesi ve edebiyatının üzerindeki etkilerini yerelleştirerek halkın veseçkinburjuva sınıfınınyaşamına mercek tutmasını bilmiştir. Servet-i Fünuncuların çağdaşı ve yaşıtı olduğu halde bu topluluğa hiç girmemiştir. Gerçekçilik akımının etkisi altında yazan Hüseyin Rahmi’nin bütün eserleri, gözlem ürünüdür. Doğalcılık akımının etkisi altında yazdığı eserlerinde yer yer yaşamın çirkin, bozuk, gülünç yanlarını da ele almıştır. Birçok eserinde kötülük, ikiyüzlülük ve gericilikle savaşmıştır. Tanzimat ile başlayıp Meşrutiyet, Birinci Dünya Savaşı, Cumhuriyet dönemlerindeki değişimlerin sonucu, insanların yaşamlarında ve görüşlerinde meydana gelen etki ve tepkileri ele alarak bunları birer olay çerçevesinde işlemiştir. Eski ile yeni çatışmasını eserlerinde ana tema olarak seçmiştir. Birinci Dünya Savaşı içinde maddi manevi bütün değerler altüst olup da toplum katları a çıkınca, Hüseyin Rahmi, eskiden toplumla arasındaki farklar daha keskin çizgilerle ortaya birey arasındaki uyuşmazlıktan doğduğunu belirttiği kötülüklerin, bu kez katlar arasındaki uçurumdan, güçlü ile zayıf arasındaki çatışmadan doğduğu görüşüne varmıştır. 1924 yılında “Ben Deli miyim?” Adlı romanı yüzünden tekrar mahkemeye verildi ve yine beraat etti. Heybeliada’daki köşküne yerleşerek yaşamınınsonuna kadar orada yaşadı. Şu sözleri, sanat anlayışını ve hayata bakışını somutlamaktadır: “Karşımızda yükselmek yalvarısıyla ellerini bize uzatmış milyonlarla halk var. Bir ulusun genel kültürü birkaç sanat öğretmeninin okuyup öğrendikleriyle ölçülmez. Halk için edebiyat olamazmış... Ne hezeyan? Halk bilgisizlik içinde boğulsun, koca bir ulus yıkılmaya mahkûm olsun, biz karşıdan seyrine bakalım öyle mi? Siz edebiyatı kendi aranızda dönüp dolaşır kalp akçeye, yalnız azınlığın malı bir şifreye çevirmek istiyorsunuz.” Tutuklandığı bir davada, savcının sorusuna verdiği şu cevapla bütün iddianameyi parçalamıştır:
“Savcı Bey, orta yere birisi büyük abdestini bozmuş. Ben de diyorum ki, birileri orta yere pisledi. Allahaşkına Sayın Hakimler, ortalık yere büyük abdestini bozan mı suçludur, yoksa ortaya biri pislemiş diyen ben mi?” 8 Mart 1944 günü yaşama veda eden Hüseyin Rahmi Gürpınar, daha 1920’lerde gösterdiği bu onurlu tavrıylasaygıyı fazlasıyla hak etmektedir
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
ŞİİRİNİ HALKIN YÜREĞİNDEN SAĞAN ŞAİR CEYHUN ATUF KANSU… 17 Mart 1978’de yitirdiğimiz Ceyhun Atuf Kansu, şiirleriylehalkınyüreğinde yaşamaya devam ediyor. Edebiyatımızda halk sesini şiirle buluşturan Kansu, hayatın zenginlikleriyle insan sevgisi buluşturmuş bir şairdir. O, insan manzaraları verdi, halk albümüne fotoğraflar topladı, gerçeği şiirin ufuklarına aktaran hayattan ve insandan tutanaklar düzenledi. Şiirlerindeki içtenlikten doğan bir özellik de, günlük konuşma dilini ustalıkla kullanmasıydı. Ayrıca kısa dizelerle yoğunlaşma yolunu benimsedi, sözcük savurganlığındanuzak durdu, özenli bir dil işçiliğini öne çıkardı. Somutlaştırmaya, bağdaştırmalara, yer ve kişi adlarına, evrensel izleklere büyük önem verdi. Dünyadaki devrimci direnişlerini ve önderlerini taşıdı şiirlerine. Sanat anlayışını başta sarsılmaz idealizmi, yaşadıkları, tanıklıkları belirledi. Düş iklimlerinden geçerek, hayatın gerçekçi varsıllığına vardırdı yolunu. Duygusal renkler, bireyselliğin a toprağını havalandırırken, özü, toplumcu aşamaya ulaştı. Yüreğini halkın yüreğine sığdırmaya çalışan, onunla birlikte çarpan bir şiir oldu Ceyhun Atuf Kansu şiiri. Ceyhun Atuf Kansu’nun sanatını, duygu, düşünce evrenini besleyen özsu Anadolu halk kültürünün içinden geldi. Sevgiyle kucakladı halkı… Büyük kentlerde, lüks muayen-ehanelerde görevini sürdürme olanağı varken, o içindeki halk sevgisiyle, Tokat Turhal Şeker fabrikasında işçilerin veailelerinin doktorluğunu tercihetti. Onun hakkında tez yazan Türkân Gözütok, onun şiirsel gelişimini şöyleanlatıyor: “Kansu, 1960’lı yıllara geldiğinde ise çok kesin çizgilerle olmasa da yeni bir şiir anlayışının eşiğindedir. Bu yıllarda yayımladığı “Bağımsızlık Gülü “ toplumcu şiire yönelmiş bir şairin gözünden Anadolu manzaraları içerir. Bu manzarada artık Anadolu milliyetçiliğinden sosyalist gerçekçiliğe doğru kayan bir şairin seslenişi vardır. Fakat yine halk şiiri geleneğinde, daha kısa, taşlamalar, güzellemeler ve koçaklamalar yazar. “Çaresizlerin Ağıdı”, “Fakirlerin Anası” ve “Bit” gibi şiirlerde Anadolu insanının çaresizliğine dair ağıtlar yakar. Sosyal sorunları dile getiriştedaha sert ve eleştireldir ....Ceyhun Atuf’un yine 1970’te yayımladığı Buğday, Kadın, Gül ve Gökyüzü adlı şiir kitabında, dünyanın diğer “mazlum” durumundaki uluslarını uyandırmayı ve evrensel uyanışı başlatmayı da müjdeler. Cezayir’de, Vietnam’da, Hiroşima’da ve bizim adını bilmediğimiz, dünyanın pek çok yerinde zulme uğramış halklar için yazar.” Behçet Aysan da onun şiirini şöyle anlatır: “Yüreğini halkın yüreğine sığdırmaya çalışan, onunla birlikteçarpan bir şiirdir Ceyhun Atuf Kansu şiiri.”
Sayfa 93
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
A. KADİR’İN ŞİİRLERİ EMEĞİN KAVGASINDA ALANLARDA DALGALANMAYA DEVAM EDİYOR Baskı, zulüm ve işkence fırtınası içinde var olma kavgasını emeğin kavgasıyla buluşturan 40 Kuşağı şairlerinden A. Kadir’i 1 Mart 1985'te 68 yaşındayken yitirdik. Anısı, emeğin sanatla buluştuğu kavgamızda yaşamayadevam ediyor. A. Kadir, insanın bireysel dramını toplumsal sorunların birlikteliği içinde ele aldı. Olgunluk dönemi şiirlerinde konuşma diline yakın bir dil kullandı, türküler, halk şiiri ve gelenekleri motiflerinden yararlandı. Savaş, yoksulluk, sürgünlük, hapislik acılarını yaşayan insanın duygularını, iyiye, doğruya, eşitliğe olan özlemini yalınlık, gerçeklik velirizmleyansıttı. 1940′lı yılların Sosyalist gerçekçi şiirinin ortak temaları ve biçimleriyle, Orhan Veli kuşağının bazı söyleyiş özelliklerini kaynaştırarak sentezci bir şiire ulaştı. Veysel Öngören, bu özelliği şöyle açıklıyor: “Orhan Veli’nin şiiri yolunu dünyaya açık tutuyor ama dünyadaki bir belirliliğe nişan almıyor. Ama A. Kadir’in şiirleri, hedefineaodaklanmış şiirlerdi.” İnanç ve adanışın alçakgönüllü türkücüsüydü A. Kadir. Hep kendinden vermenin, kendini koymanın omuzları çökük, ama yürekli ağır işçisi… Yaşamının alışkanlıklarını İstanbul’un yoksul evlerinden, ağıtın ve öfkenin acılı sesine nafaka çığlıkları ve özgürlük şarkılarının cılız ama umutla yükseldiği ıssız, kuşatılmış günlerden edindi: şiirin, koynunda hep ateşli sözcükler saklı bu inatçı savaşçısı. Yurdumuz insanına ikircimsiz gönül verdi A. Kadir. Onun uğrunda, en zor yıllarda bir her biri çile ve acıları hasedinden çatlatan bir avuç insanla vefa ve sadakatin ömür boyu sınandığı; yalnızlıklar ve sürgünlükler üzerine yürüdüler. Öyle ki, bir yerden sonra, yaşamak bile zaferdi, üstüne gelen çığlar altından dimdik kalkarak... Ve o çelimsiz, ama kallavi bir yürek taşıyan, taştan pek, gülden nazik, beden, yalnız bizim insanımızı, Ahmet’i, Zehra’yı, Şeker Ali’yi değil, insanı, Asya’da, Afrika’da, bastığı yerden boyunca kan sıçratanNazi çizmeleri altındaki Avrupa’da insanı bastı bağrına şiirler boyu… Şair, eleştirmen Veysel Öngören, A. Kadir’in şiirini şöyledeğerlendiriyor: “A. Kadir’in şiirinde bir tercih belirlenimi vardır. Tercih yapan bir beyan şiire sokulmadan; durumsal olarak gerçekleştirilmiştir. A. Kadir, yazınsal tabanı, dizelerle adım adım ilerlemektedir. Bu çok zor bir iştir. Şiir bütünselliğini rastlantıya bırakmayan bir tutumun işidir. Mısraların sürpriz niteliğine güvenmiyor. Burjuva şiiri bu sürpriz özelliğini bir bulgu, bir özgünlük gibi anlar. A. Kadir, sadece şiirin gelişimindeki tada güvenmemekte, aynı
Sayfa 95 zamanda, bu gelişimin bu tadan seçikleşmiş biçimini degöz önünde tutmaktadır. A. Kadir, şiirini içlemlerle örmüştür. Şiirsel tadı, şiirin içinde bir yere yöneltmemiş, dilsel a sürecin edasına dönüştürmüştür. Burada eda, bir amaç değil, bir öğedir. Çekim tadı, kendi kendinin amacı değildir. A. Kadir’in estetiği şiirinbütününde bir eda bulmuştur. A. Kadir, doğrudan hayatın tadı ardındadır. Belli hayat tarzlarını yasaklayan şiir’in varlık nedeni, bu düşünce ve duygulanım düzeyinin taban seçilmesidir ve anlatıma alınmış hayat tarzlarınınöneminin büyüklüğü burada ortaya çıkmaktadır…”
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
SOSYALİST ŞİİRİN ÖNCÜLERİNDEN İLHAMİ BEKİR TEZ KAVGAMIZA SES VERMEYE DEVAM EDİYOR… Afrika’da başlayıp İstanbul’da süren, ilkokul öğretmenliğiyle Anadolu’yu dolaşan bir yaşamın yolcusudur 1940 kuşağının öncü ozanlarından İlhami Bekir Tez. Şiir serüveni Milli Mecmua, Servetifünun’la başlar ama sosyalist gerçekçi bir şair olarak sürer ve 29 Mart 1984’te sona erer. Tez’in önemli bir yönünün de şiirimizde özgür koşuğu Nâzım’dan önce başlatan şair olduğu söylenmektedir. İ. Bekir Tez, bu savı kabullenmez, düşüncesini şöyle açıklar: “Bu yanlıştır. Bunu ayırt etmek lâzım. Bir serbest nazım vardır, müstezattan dönmedir. Yani serbesttir, hece değildir, aruz değildir, ama hecenin ve aruzun kalıpları parçalanarak yazılır. Mısra yoktur yani. Bunun örneğini Tevfik Fikret’te görürüz meselâ.
a esinlendiği bir tarz var. İşte bu tarz şiirleri ilk Bir de Nâzım’ın Rus aruzundan, Mayakovski’den Nâzım Hikmet yazdı. Ben müstezatı kullandım; bizim şiir geleneğimizden yararlandım yani. Nâzım Rusya’dan aldı” Daha ilk kitabında özgür koşuklu şiirleri okuruyla buluşturan şair, sesini sözcüklerin gücünden alan şiirleriyle eskiye başkaldıran güçlü, ünlemlere dayalı ama anlamsal inceliklerle yüklü bir şiir dili oluşturduİlhami Bekir Tezi önemli kılan bir başka nokta da daha 1944’li yıllarda o dönemde başat olan anlatının öne çıktığı roman çizgisi dışında farklı, ruhbilimsel çözümlemeleri ve sorgulamaları öne çıkaran “Taşlıtarla’daki Ev” adlı romanıdır. Taşlıtarla'daki Ev, dönemin en arı duru dilli, halkın durumunu ve keskinleşen sınıfsal ayrılıkları en canlı sesle anlatan ve bir romandır. Nazım Hikmet, İlhami Bekir’in şiirini şöyle anlatıyor:”İlhami Bekir, ‘24 Saat’ isimli kitabıyla yeni şiirin başıboş, keyfe göre parçalanmış, darmadağın kelime, his ve fikir çorbası olmadığını ispata çalışmıştır… ‘24 Saat’, gerek muhtevası, gerek hüneri ile, yeni Türkçe şiirin kazandığı meydan muharebelerinden biridir.” ... “İlhami Bekir, bir, birbuçuk seneden beri uğraştığı yeni şiirde büyük ve derin adımlar atmıştır. Busür’atlı terakkide hiç şüphesiz, şairin eski şiir kültürünü iyi benimsemiş ve o vadide yazı yazanların bir çoklarıyla kabili kıyas olmayacak derecede muvaffak olmuş bulunmasındandır..... İlhami Bekir’in yazdıklarındaki en şayan dikkat nokta vahit “cihanı telâkki tarzının muhtelif mevzulardaki tezahürüdür.
Sayfa 97
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
HER NEWROZ’DA BİLİNÇLERE KAZINIYOR HALEPÇE! 16 Mart 1988`de Kürt halkının yaşadığı toprakları kavuran ve üzerinde yaşayan insanları kırımdan geçiren katliamdan bu yana tam yirmi iki yıl geçti. Ancak yaşananların bıraktığı acılar ve etkiler hala taze, hala canlı. İran-Irak Savaşı'nın sekizinci yılında Enfal Operasyonu kapsamında gerçekleştirilen Halepçe Katliamı'nda, binlerce Kürt vatandaş korkunç şekilde yaşamını yitirdi. 16 Mart 1988'de gerçekleştirilen katliam sırasında Halepçe'de yaşayan vatandaşlar, Irak ordusunun yaptığı hava bombardımanından sonra sığınaklara çekildilerse de bir süre sonra helikopter ve uçaklardan atılan kimyasal gazlardan kendilerini kurtaramamışlardı. Saldırılarda en az 5.000 sivil ölmüş, 10.000'den fazla sivil yaralanmıştı İnsanlık, 5 bin insanın yana yakıla, kavrula kavrula, çığlık atarak ölümüne tanık oldu Halepçe `de. Ve binlerce, on binlerce insan a pençesinden kaçarak kendisini, dağlara, ölümden, ölümün derelere vurdu. Kürt halkının trajedisi bir kırbaç gibi tüm insanlığın yüzüne indi! Bir soluk hava, bir damla su, bir kuytuluk için binlerce, on binlerce Kürt yollara düştü, can havliyle arayışa girdi. İnsanlık tarihinin bu büyük trajedisinin acısı, sadece Kürt halkınındeğil, tüm insanlığın belleğinde sürecektir. Newroz Piroz Be! Newroz Kutlu Olsun! Newroz, Kürt halkının demirci Kawa önderliğinde Dehak zulmüne isyan ateşini tutuşturduğu ve zaferle taçlandırdığı gündür., "Yenigün" anlamına gelir. Bahar yeniliktir. Hareketlilik ve canlılıktır kışın tembelliğinin,. monotonluğunun ve donukluğunun silkinişidir. Bahar mevsimi mücadele ve başkaldırı günleriyle doludur. Aradan binlerce yıl geçmesine rağmen, direniş özünü kaybetmeksizin her 21 Mart günü coşkuyla Kürt, Türk ve Arap ve diğer Ortadoğu ve Asya halklarınca kutlanan Newroz, halkların özgürlüğe olan özlemini ve inancını da taşır yüzyıllardır. Tarihteki soykırımlara, katliamlara, Halepçelere, yok etme politikalarına rağmen bugüne dek içeriği zenginleşerek, güncel olaylarla birleşip gelen Newroz, Kürt kültürünün zengin köklerinin de göstergesidir. «Hey eğ başını zaman tüneli/Bak yanıyor Nevroz ateşim/Mart gelendir kapıyı delen/Ne gürzdür ne alaz yalayan rüzgâr/Çağrısı candan kardeşliğiAcısı tarihin derin denizlerin/Bu kış üşümesinde iki ateş düşer/ Yaşam alanına newroz ve şiir Bahara sancılı andır doğuma az kala/Etekleri uçuşan mevsimin» VEDAT KOPARAN
Sayfa 99 PARİS KOMÜNÜ KAVGAMIZA IŞIK TUTUYOR... 18 Mart 1871’de Paris’te ilk kez proleterya, ezilenler, işsizler, yoksullar kendi iktidarlarını kurma şansı yakaladılar. Paris Komünü ayaklanması, işçilerin siyasal iktidarı ele geçirmek için yaptıkları ilk bilinçli girişimdir Ancak savaşta Fransız burjuvazisini hezimete. Bismark, Paris Komününe karşı Almanyadaki Fransız tutsakları serbest bırakarak Fransız işbirlikçi burjuvazisi için 63500 kişilik Versaille Ordusu oluşturularak Paris Komününün üzerine gönderildi. 1 Mayıs'tan itibaren Paris, Versailles ordusu tarafından sürekli olarak bombalandı. Versailles birlikleri, haftalarca direnen Paris'e 21 Mayıs günü girebildiler. Komün savaşçıları bir hafta boyunca mahalle mahalle, barikat barikat savaştılar. Versailles ordusu tam bir katliama girişti. 25 binden fazla Komüncü barikatlarda katledildi. 26 Mayıs'a gelindiğinde direniş son sınırına ulaşmıştı. Ordu Paris'in içine a ilerledikçe kitlesel kurşuna dizmeler doğru artıyordu. Komünün son barikatı 28 Mayıs günü düştü. Bu katliamlardan sağ kurtulanlar da Komünün ardından kurulan askeri mahkemelerde yargılandılar ve çoğu kurşuna dizildi. Paris Komünü'nden geriye 30 bin ölü ve harabeye dönmüş bir kent bunlardan, fakat çok daha önemli olarak insanlık tarihine yazılan kızıl bir sayfa kaldı. Gökyüzünü fethe çıkan komüncüler, yeni bir toplumun, yeni bir dünyanın mümkün olduğunu göstermiş oldular. Marx'a göre “Komün'ün gerçek gizemini özsel olarak bir işçi hükümeti, üreticiler sınıfının mülk sahipleri sınıfına karşı mücadelesinin sonucu, emeğin iktisadi kurtuluşunu gerçekleştirmek olanağını sağlamak üzere en nihayet bulunan siyasal biçimdi.” 1871 baharında Paris sokaklarında yankılanan “Yaşasın Komün!” sesleri özgür bir geleceğin habercisiydi. Katledilen on binlerce komüncünün özgürlük çığlığı yeni bir toplumun şanlı öncüsü olan işçi sınıfı özgürlüğün tohumlarını toprağa ekmişti. 1871'te yenilmişlerdi, ama tohum toprağa ekilmişti bir kere ve tekrar yeşereceği günleri bekliyor. Onlardan bize, idam edilen komüncü şair Eugene Pottier’in ölümsüz dizeleri kaldı:“uyan artık uykudan uyan /
uyan esirler dünyası / zulme karşı hıncımız volkan / kavgamız ölüm kavgası
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
8 MART, EMEKÇİ KADINLARIN DAYANIŞMA VE MÜCADELE GÜNÜDÜR! 8 Mart, şüphesiz kadının hak arama mücadelesi kadar, özgürlük ve eşitlik arayışının da en çarpıcı ifadelerindendir. Bu gerçeğin açığa çıkarılması, aydınlatılması ve sahiplenilmesi bütün ezilen kadınlarda sürekli moral, iddia ve kadının kurtuluşuna olan inancı geliştirmiştir. Bugün bu gerçeğin dili olmak, kadın bakış açısı ile tarihin derinliklerine uzanmak ve insanlığın gizli kalan tüm güzelliklerini açığa çıkarmak, hem de geleceğin kazanılması temelinde barışa dayalı özgür yaşamı yaratmada belirleyici olacaktır. Sadece bir gün değil, her günü 8 Mart ruhu ile yaşamak kadar, layıkıyla gereken cevabı pratikte vermek sadece görev değil, bir hak olmaktadır.
a Kadın bu anlamda tarihin başlangıcında Kadın sorununu ele almada tarih bilinci önemlidir. gerçek tanımına kavuşmuşsa da ataerkil sürecin gelişimi ile tanımsızlaşmıştır. İnsanın insanlaşma tarihinde temel bir başlangıç olan neolitik devrim, kadının eseridir. Bu çağ aynı zamanda ilk örgütlülük, üretim, yurtlaşma, toprakla bütünleşmenin başlangıcı olmuştur. Bu da insanlığın başlangıcıdır. İnsani tüm erdemleri kendisinde toplayan kadın, yaşamın kaynağı olarak tanrıçalaşma katına yükselmiştir. Bu çağın kadını üretici ve yaratıcı özellikleri ile yaşam kaynağı haline gelmiştir. Kadın, tarihin başlangıcında bu denli belirleyiciyken, sınıflı toplumların gelişimi ile kadın açısından tarih ters-yüz edilmiştir. Kadının erdemliliğinin üstü örtülerek gizlenmiştir. Erkek egemenliği ilk sömürüsünü kadın üzerinde geliştirerek gücü bu şekilde kadından çalmıştır. Bunun sonucunda gelişen tüm sistemler erkek karakterli olmuştur. Belki de en acımasız sömürü, kendisine en fazla yabancılaştırılan, düşüncede, ruhta ve duyguda köreltilmiş, tüm değerlerden uzaklaştırılmış kadının yaşadığı sömürüdür. Böyle bir toplumda kadının realitesinin farklı olması düşünülemez. Dünyası bir evle sınırlandırılan kadın çifte sömürüye maruz kalmıştır. Bir yandan erkek egemenliğinin yarattığı cendere, diğer yandan geri geleneksel ahlak ve namus anlayışı arasında sıkışıp kalan kadın düşünceden uzak, ruhsuz, duyguları köreltilmiş, dilsiz ve sağır bir konuma getirilerek yaşamın dışına itilmiştir. Toplumun bilimsel tahlilini yaparken cins çelişkisinin ulus ve sınıf çelişkisinden bağımsız olmadığını, iç içe ele alınması gerektiğini savunmuşuzdur. Bu anlamda özgür kadının yaratılması bir ülkenin yaratılmasından daha zor ve değerlidir.
Sayfa 101 Bir devrimin kadında yarattığı özgürlük düzeyi o devrimin özgürlük düzeyidir. Bu düzeyin nasıl yaratıldığını buna nasıl sahiplenildiğini, yaratılanların emek ve özgürlükle bağlantısını doğru bir temelde kurmak kadar, 8 Mart ruhu ile geliştirip güçlendirmek, oldukça önemlidir. Özellikle içinden geçtiğimiz süreç, kadının kendi rengini vereceği tarihte gizli kalmış güzelliğini yansıtacağı bir fırsattır. 8 Mart’ın içeriğinin yozlaştırılmasına da hızla karşı çıkmalıyız. 1857 yılında sömürüye grevle direnen, adalet, eşitlik, hak ve özgürlük isteyen kadınların yarattığı bir gün, vitrinlerde mağazalarda tüketim toplumunun reklâmlarınakonu olsun diye kullanılamamalıdır.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nü yaratanlar; SOSYALİSTTİLER. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nü ilan edenler; SOSYALİSTTİLER. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun!
a
16 MART BEYAZIT KATLİAMI UNUTULMADI! 16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesi'nden öğle üzeri dersten çıkan Hukuk ve İktisat Fakültesi öğrencilerine bir grup faşist tarafından polis destekli bombalı ve silahlı bir saldırı yapıldı. Saldırıda 41 öğrenci yaralanırken, Hatice Özen, Cemil Sönmez, Baki Ekiz, Turan Ören, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl ve Murat Kurt öldü. 16 Mart katliamı, 12 Eylül faşizmine giden yolun önemli taşlarındanbiridir
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
46. YILINDA DİRENİŞİN VE DAYANIŞMANIN ONURLU TARİHİNE BİRLİKTE SAHİP ÇIKIYORUZ 39 yıl önce 30 Mart 1972 yılında Kızıldere'de Türkiye devriminin önderlerinden ON devrimci elde silah çarpışarak, ayni siperde şehit düştüler. Bu tarihi günde Kızıldere direnişini selamlamak Kızıldere 'de şehit düsen devrimci önderlerimizi anmak ve anlamak büyük önem taşımaktadır. Kızıldere direnişinin önemli yanlarından biri de sol grupları arasındaki ilk eylem birliğidir. Denizlerin idamını önlemek için THKO ve THKP-C eylem birliği yaparak Sinop’taki NATO üssünden İngiliz askerlerini kaçırırlar. Ama sıklaşan operasyonlar sonucunda Kızıldere’de kuşatılırlar. Tank, tüfek, top ve bombalarla bulundukları ev taranır. Onlar, direnerek ölürler. Kızıldere’de katledilenlerin mezarlarında yapılan etkinlikte, şair-yazar Adil Okay, şu konuşmayı yapmıştı: “Buradan geçmişe bakmanın en hazin yanıayoldaşlarımızın aramızda olmayışıdır. Anadolu coğrafyasında kardeşlik ve barış adına sözünü söylemiş, bambaşka coğrafyalara gidip özgürlük ve eşitlik için, barış içinde onurlu yaşam için savaşanlar, onlarca değil yüzlerce yıllık bir özgürlük arzusunun sesi oldular. Sesleriyle, sözleriyle, yazılarıyla, eylemleriyle ortaya koydukları anlayış kapitalist modernite karşısında hem öncü niteliği taşıdı, hem de oluşturdukları devrimci dil toplumun tüm direnen parçalarında ortak bir duygu haline geldi. Kızıldere'de ölenler kırımların, açlığın ve eşitsizliğin fikriyatınavesistemine, kapitalist moderniteye karşı reddedişin öncüsü oldular. Onlar geçmişte de söylediğim üzere halkların bahçesi olan Ortadoğu'yu halkların mezarlığı haline dönüştürmeye çalışanlara verilecek en güzel cevabı canlarını ortaya koyarak verdiler. Kapitalist modernite, ulus devlet ve onun karanlık geçmişine karşı, Ortadoğu coğrafyasının alnı ak insanlarının Kızıldere'de devrettikleri bayrağı, tekçi ulus devletçiliğin soykırımcı pratiğine ve burjuva mantığına karşı inançla taşıyanları selamlıyorum. Hakim tekçi ulus anlayışı haricindeki ulusların yokluğu üstüne kurgulanan ve Kürdistan ile Anadolu halklarının esirliğini esas alanların devrinin sonuna geliyoruz. Olgunlaştırmaya çalıştığımız bu Anadolu barışını bu uğurda mücadele ederken hayatını kaybeden başta Mahirler ve Denizler olmak üzere bütün devrimcilerinanısına ithaf ediyoruz. Bölge halklarının ortak yazgısı olan kıyımcı ve kırımcı kapitalist moderniteye karşı alacağımız zafer ve ardından gelecek kardeşçe yaşam için herkesi bu onurlu barış, halkların kardeşliği, eşitliği ve demokratik özgürlüğü yürüyüşüne davet ediyorum. Bu duygularla Kızıldere devrimci şehitlerini saygıylaanıyorum."
Anıları cesaretimiz olacak!
Sayfa 103 135. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE İŞÇİ SINIFININ BAŞÖĞRETMENİ KARL MARKS’A BİN SELÂM!
a
Düşünceleri ve yapıtlarıyla tüm emekçilere ve ezilen halklara umut güneşi olan Karl Marks’ı 14 Mart 1883’te yitirdik. 19. yüzyılın büyük dehalarından, bilimsel sosyalizmin, uluslararası modern devrimci proletaryanın sınıf savaşımı teori ve pratiğinin kurucusu. Marx, kapitalizmin kendi iç yasalarını bulmakla ve insanlık tarihinin belirli dönemlerini ve belirli olaylarını açıklamakla somut sorunları ustaca tahliliyle, geçmişteki tarihsel ilişkileri araştırmak için, bugünün toplumsal evriminin gerçek devindirici güçlerini bilmek için ve aynı şekilde gelecekteki gelişme eğilimlerini belirlemek için, teorik bir yöntem olarak diyalektik materyalizminüstünlüğünü ortaya koymuştur. Onun burjuva toplumu konusundaki dâhice eleştirisi, aynı zamanda, hem yıkıcı, hem de yapıcı olmuştur; burjuvazinin bitişini ilan ettiği için yıkıcı, proletaryanın zaferini haber verdiği için de yapıcı. Onun diyalektiği insanın etkinliği için hem bir araştırma yöntemi, hem de iletken teldir. Onun materyalist diyalektiği, yalnızca insan tarihinin yasalarının bilinmesine değil, ama aynı zamanda doğa tarihinin bilinmesine de uzanır. Başka bir dünya ihtimalini belleklerimize kazıyan bu büyük insanı yoldaşı Engels’in O’nun mezarı başında yaptığı konuşmayla anıyoruz. “14 Mart günü öğleden sonra üçe çeyrek kala yaşayan düşünürlerin en büyüğü artık düşünmez oldu. Ancak iki dakika yalnız bıraktıktan sonra odaya girince onu koltuğunda rahat rahat ama sonsuzluğa dek uyumuş bulduk.
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı Avrupa ve Amerika militan proletaryasının bu adamda yitirmiş bulunduğu şey tarihsel bilimin bu adamda yitirmiş bulunduğu şey ölçülemez. Bu devin ölümü ile bırakılan boşluk kendini duyumsatmakta gecikmeyecek. Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa Marx ta insan tarihinin gelişme yasasını yani insanların siyaset bilim sanat din vb. ile uğraşabilmelerinden önce ilkin yemeleri içmeleri barınmaları ve giyinmeleri gerektiği; bunun sonucu maddi ilksel yaşama araçlarının üretimi ve böylece bir halk ya da bir dönemin her iktisadi gelişme derecesinin devlet kurumlarının hukuksal görüşlerin sanatın ve hatta sözkonusu insanların dinsel fikirlerinin üzerinde gelişmiş bulundukları temeli oluşturdukları ve buna göre bütün bunların şimdiye değin yapıldığı gibi değil ama tersine bu temele dayanarak açıklamak gerektiği yolundaki daha önce ideolojik bir saçmalıklar yığını altında üstü örtülmüş bulunan o temel olguyu buldu. Ama hepsi bu değil. Marx günümüz kapitalist üretim tarzı ile onun sonucu olan burjuva toplumun özel hareket yasasını da buldu. Artı-değerin bulunması sonunda bu konuyu aydınlattı; oysa burjuva iktisatçıların olduğu kadar sosyalist eleştiricilerin de daha önceki bütün araştırmaları karanlıklar içinde yitipgitmişlerdi. Çünkü Marx her şeyden önce bir devrimciydi. Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, kendisine ilk onun a vermiş bulunduğu modern proletaryanın kurtuluşuna yardımda bulunmak onun gerçek yönelimi iştebuydu. Marx işte bu yüzden zamanının en sevilmeyen ve en çok kara çalınan adamı oldu. Mutlakiyetçi olduğu kadar cumhuriyetçi hükümetler de kovdular onu; tutucu burjuvalar ile aşırı demokratlar onu kara çalma ve kargışlara boğmakta birbirleri ile yarışıyorlardı. O bütün bunları hiç aldırmaksızın örümcek ağları gibi yolunun dışına atıyor ve ancak çok zorunlu durumlarda yanıtlıyordu. Sibirya madenlerinden Kaliforniya'ya değin Avrupa ve Amerika'nın her yanına dağılmış tüm dünyanın milyonlarca devrimci militanı tarafından ululanmış sevilmiş veaklanmış olarak öldü o. Adı yüzyıllar boyunca yaşayacak, yapıtı da!”
UYAN ALİM Yıllardır susmusum lal Yanım yörem Tepegöz, Şahmaran! Yürek çın çın eder ama, Erdemli ve yiğit Bir gerilla bıçağıdır, çatal Derman sorar kurda kuşa derman! Dağlar gül gülistan içinde
Al al! Bir ben kalmışım Rüsvay, malamat, üryan! Adı görklü Marx yadıma düşende, Uyan derim Alim Uykudan uyan!
Sayfa 105
DÜNYA EMEK - BARIŞ - DEMOKRASİ ŞİİRLERİ
ALMANYA (HENRİ MİCHAUX) MACARİSTAN (MİKLOS RADNOTİ) BULGARİSTAN (KALİN DONKOV) ALMANYA (GÜNTER EİCH)
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
LAZAR UYUYOR MUSUN? Sinir savaşı Dünya savaşı Sıra Soy yıkıntı Demir Uşak Kokart Yel Yel Yel Hava, deniz tırpan Sınırlar, birbirine karışmış Bizi de karıştıran yoksulluklar savaşı. Krikoların altında, aşağılanmaların altında Dünün altında, yıkılmış yarıkların kalıntıları altında Kocaman "veto" panolarının altında Gübrelikte tutuklular Bükük belli yarının altında, yarının Yarının altında Bu arada milyonlarca, milyonlarca insan Gidiyorlar ölüm ülkesine Ahlayıp oflamadan gidiyorlar Milyonlarca, milyonlarca gidiyorlar Isıölçer, bir bacak gibi donuyor Ve bir ses, keskin, tınlıyor. Sessiz ve ne olduğunu anlamadan Ve milyonlar ve milyonlar Kuzey'den Güney'e gönderilen Gidiyorlar ölüme doğru Lazar uyuyor musun? Uyuyor musun Lazar? Söyle Ölüyorlar, Lazar Ölüyorlar Ve kefenleri yok Ve eşleri, dostları yok Bazen cesetleri bile yok Bir istiridyeyi açıp gülen bir deli gibi Bağırıyorum Bağırıyorum Bağırıyorum şaşkın sana doğru Eğer bir şeyler öğrendinse Şimdi senin sıran Senin sıran Lazar
HENRİ MİCHAUX (Çeviri: Ferit Edgü)
Sayfa 107
DÜN VE BUGÜN
Dün yağmur çiseliyordu ve önümüzde diz çökmüş bir insan gibi duran çalılıktan, çayırlığa iki sevdalı çıktı ve uzaklaşıp gittiler Çiçekler gibi açılmış dudaklarıyla. Bugünse yamaçtan bize doğru sürünen toplardır ve balçık içinde dönen tekerlekler. Miğferlerle örtülü alınlar Ve arkada kan ve ter kokuları bırakarak Yürüyen askerler. Kumral çocukluk! Çoktandır yoksun artık! Yaşlılıksa ulaşılmayacak kadar uzak! Dizlerine kadar kan içinde duruyor şair Söylediği her türküyü son türkü sayarak
MİKLOS RADNOTİ (Çeviren: Ataol Behramoğlu)
Emeğin Sanatı 12. Yıl 188 Sayı
DEĞER Açıklık onları zehirleyince ve zeka çalınca aletlerini şairler keder yer hemen her gece tıpkı sizin ekmek yemeniz gibi Geriye bakmaktan yorgun düşse de içlerinde en gururlu olanı açlığı yendiği o anda bile gizleyecek ruhsal acılarını. Son troleybüsleri kaçırıp bir bir şamata paltosu giyip sımsıcak güldürecek sizi en üzgün şair ve size müzik ısmarlayacak. Ama sözcük gelip çullandığı an ölçtüğünde onun korkunç alnını bu en yoksul adam, hiç aldırmadan, ödeyecek gecenin tüm hesabını. Yatın, dinlendirin bedeninizi boş verin o pencereyi anlamsız. Sabah şiir uyandırsa da sizi, ne mümkün şairi uyandırmanız.
KALİN DONKOV (Çeviri: Ahmet Emin Atasoy)
Sayfa 109
MAVİ TULUMLU ADAM Mavi tulumlu adam omzunda çapası evine dönüyor, bahçe çiti gerisinde ona bakıyorum. Onlar Kenan ülkesinde böyleydiler akşamları, şimdi böyle dönerler Burmada çeltik, Mecklenburg'da patates ekili tarlalardan, bahçelerinden Kaliforniya'nın, Burgonya bağlarından Buğulu camlar ardında yanında lamba, kıskanıyorum mutlu oluşlarını (paylaş diyen yok) çocuk bezleri asılı, ocağında ateşi, kendi halinde ataerkil gecelerini kıskanıyorum. Mavi tulumlu adam evine dönüyor; omzunda çapası, çöken karanlıkta bir silaha benziyor.
GÜNTER EİCH (Çeviren: Behçet Necatigil)
DÜNYA ŞAİRLERİNİN KISA ÖZGEÇMİŞLERİ: DÜNYA ŞAİRLERİNİN KISA ÖZGEÇMİŞLERİ: AGOSTİNHO NETO:Angola'nın ünlü şairi ve Angola Devlet Başkanı (1975-1979) Ülkesinin kurtuluş savaşına önderlik eden Neto’nun Angola halkının kurtuluş kavgasıyla şiiri sıkı sıkıya ilişkilidir. Angola Kurtuluş İçin Halk
HENRİ MİCHAUX (1899-1984): Eğitimini bırsakıp bir gemiye denizci olarak girerek Asya'yı ve Güney Amerika'yı dolaştıktan Hareketi’nin başkanlığını yaptı. Tıp Eğitiminden sonra 1960'da harekete liderlik etmeye başladı ve olaylar sonra 1922'de Paris'e yerleşti. Başlangıçta gerçeküstücü iken, giderek kendi yolunu çizmiş, toplumsal durumlara sırt esnasında Portekizlilerce 30 sivilyadsımayan öldürüldü, bir yaklaşık 200 kişi yaralandı. Neto;hüzünlü Portekizbir koloni makamlarınca aynı dönmeyen insanın birey hallerini şiir dili oluşturdu. Şiirlerinde humour öne çıkar.Michaux, yıl tutuklanarak Lizbon'da hapse atıldı. Hapisten kaçan Neto; önce Fas'a sonra da Zaire'ye gitti. 1962 yılında şiirlerinde insanlığın durumuna karamsar bir gözle bakmış, bireyin kendisini baskı altında tutan, yaşamı anlamlı kılmasının kurtuluş savaşına devam etmek üzere ülkesine döndü. Angola halkının Portekiz sömürgeciliğine karşı verdiği olanaksızlığını vurgulamış, düş gücünün zenginliğine yönelmiştir. kurtuluş savaşı, şair Neto'nun önderliğinde başarıya ulaştı. 1969-1970 Asyahakaret Afrika Yazarlar Lotus MİKLOS RADNOTİ(1909-1944):İlk kitabı 1930 yılında yayımlandı. 1931’de kiliseye nedeniyleBirliği'nden toplatıldı. Radnoti’nin Ödülü'nü aldı.coşku (1975-1976) yılında Lenin Barış Ödülü'nü kazandı. Kanser yazdığı tedavisişiirler, sürerken Moskova'da şiirleri, devrimci ve enternasyonalist duyarlıkladoludur. 1930 yılları ortalarında acılı, trajik duygular ve hastanede sonsuzluğa yürüdü. 1940-1944yıllarında bir Nazi toplama kampında tutuklu bulunan şair, burada kurşuna yaklaşan faşizmin önsezilerinitaşır. JORGE REBELO:1940 doğumlu Jorgede Rebelo, MOZAMBİKli şair,açıldıktan avukat, gazeteci . Portekize karşı dizildi. Aralarında Radnoti’nin cesedinin bulunduğu toplu mezar sonra, üzerinde çıkan sonMozambikli şiirleri 1946’da gerilla grubu ile direnişin öncülerinden oldu. Şiirlerinde Mozambik özgürlükmücadelesini, bağımsızlık için “Gök Köpükleniyor” adıyla yayınlandı. KALİN DONKOV(1941):Sofya Üniversitesi Gazetecilik bölümünü tv ve radyolarda çalıştı.motive Çeşitli eder dergilerin mücadele, direniş çağrıları öne çıkmaktadır. Özgürlük savaşınıbitirdi.Ulusal ve savaşanları över, yoldaşlarını , yönetim kademesinde Kalin Donkov’un şiiri, çağdaş insanın ahlâksal ve psikolojik sorunlarına ışık tutan, günlük kavgaya çağırır. Bubulundu. şiir, Mozambik özgürlük mücadelesininen şiddetli günlerinde, kendisiyle gizlice görüşmeye yaşam içinde edinilmiş gözlemRebelo, ve izlenimleri felsefî bir sentezle dizelerine yansıtmaktadır. gelenkoşuşturması iki İsveçli gazeteciye verilmişti. 1975 yılında ülkenin bağımsızlığını hemen sonra Mozambik'in GÜNTER EİCH(1907-1972): Hukuk ve sinoloji eğitimi gördü. 2. Dünya Savaşına başından sonuna dek katılmak zorunda enformasyon bakanı ve ülkedeki en güçlü adamlarından biri oldu. kaldı. Savaş sonuna doğru tutsak düştü. Yalnız 2. Dünya Savaşından sonraki Alman edebiyatının en önemli şairi ve ELLİS AYİTEY KOMEY:(1816-1887) Proletaryanın sesini, sosyalizmi türküleri ve şiirleriyle dünayaya yayan radyofonik oyun ustası idi. Eich’in Şiiri, 2. Dünya Savaşı yıkımını bizzat yaşamış bir şairin, bu korkunç geçmiş karşısındaki şairdir. Enternasyonal’ın sözünü yazan şairdir. Önceleri işçi olarak çalıştı. 1848’de barikatlarda dövüştü. 1871 tavrını deyiş olarak yansıtır. Eich, Komün yaşadığıyıkılınca çağın sorunlarına yanıtlarzorunda aramamış; “Hayır yanıtölüm değildir aradığım, Parisşiirsel Komünü’nde milletvekili seçildi. ABD’ye sığınmak kaldı. Gıyaben cezasına yanıtlar bende kuşku uyarıyor. Ben soruya yöneliyorum.” Diyerek tavrını açıklamıştır.Bu tavır Eich’in şiirini toplumsal çarptırıldı. Sürgünde kaldığı sürece türkülerini yazmaya devam etti. 1880’de aftan yararlanarak Fransa’ya iletişimden yalıtmamış, tam tersine şiirleri hem düzendeki bozukluklara, hem de bunları gözü kapalı, bilinçsizce ya da safça döndü. İlk şiir kitabını o yıl yazdı. 2. kitabı «Devrim Türküleri» ölümünden sonra yayınlandı. Yoksulluk içinde kabullenenlerekarşı yoğun bir eleştiriyi içermektedir.
öldü ama yazdıklarıyla arkasında ölmeyecek bir anıt bıraktı. DENNIS Dünya BRUTUS: 1960 KAYNAK-1 Şiiri – (1924-2009) Milliyet Sanat Zimbabweli sporcu, spor yöneticisi, özgürlük savaşçısı, şair. olimpiyatlarına hak ettiği halde siyah tenli olduğu için seçilmeyince bu kararda egemen olan Anti-CAD’a (Siyahî -2 Patika Dergisi Sayı-78 Karşıtı İşler Dairesi Başkanlığı organizasyonu) direnir bunun sonunda ilk kez hapse atılır. 18 ay hapisten çıktıktan sonra da mücadelesini sürdürdü Güney Afrika’da siyahların yazması ve yayınlaması yasakken o illegal yollardan bu yasağı deldi. Asma sonunda tekrar tutuklandı. Nijerya hapiste iken MBARI Şiir Ödülü'nü alan ilk siyah şair oldu. Ancak Brutus, ödülü ırkçılığı protesto etmek amacıyla geri çevirdi. 14 şiir kitabı olan Brutus, Daha sonra yurt dışına çıktı. Denver Üniversitesi, Northwestern Üniversitesi ve Pittsburgh Üniversitesi ‘nde Afrika edebiyat tarihi üzerine dersler verdi. Buradan emekli oldu. Amerika’da öğretim üyeliğini sürdürdüğü yıllarda da ABD’de Apartheid karşıtı gösterile düzenledi, kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Apartheid bittikten sonra Güney Afrika'ya döndü. 2008 yılında sanat ve kültüre katkıları, ömür boyu gösterdiği özverili mücadelesi nedeniyle Güney Afrika Lifetime Onur Ödülüne layık görüldü. Brutus, tüm zamanların dünyanın en iyi şairleri arasında yer aldı. Korkusuz bir adalet savunucusu, ve büyük bir hümanist ve öğretmen oldu.
EMEĞİN SANATI E-DERGİ Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi Mart /2018 Yıl: 12 Sayı: 188 (Fırsat bulduğunda çıkar.)
Yayınlayan: Emeğin Sanatı Kolektifi
Kaynak: Yansıma Dergisi Sayı 30, 1974, Kurtuluş Hareketleri Ve Direnen Şiir Özel Sayısı
© Dergide yayınlanan eserlerin her türlü hakkı EMEĞİN SANATI E-DERGİ şairAylık ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir.
15.12.2014
Yıl: 9 Sayı: 163
Yayınlayan: Emeğin Sanatı Kolektifi A.hakkı Z. ÇAMUR ©Yayın,Tasarım, Dergide yayınlanan Düzenleme: eserlerin her türlü Görsel Tasarım Düzenleme: ADNAN şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. DURMAZ Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir Ön Kapak Deseni:A.Z.Çamur
Ön İç , Arka İç Kapak: ADNAN DURMAZ Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler. Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostları, Facebook grup adresi: emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler. https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&f Facebook grup adresi: ref=ts https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Twitter Twitter adresi: adresi:http://twitter.com/emeginsanati http://twitter.com/emeginsanati Emeğin http://issuu.com/emeginsanati EmeğinSanatı SanatıE-Kitaplığı: E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi
DAĞ DUASI Yalnız sen yalan söylemedin bize dağ Ne denli görkemliysen çocuk gözlerimizde Ergenlik ve yaşlılık günlerimizde de öylesine parlak Kuşkusuz bilirim, bildiririm Doğruluktan başka yoktur tapacak. -And olsun ki dağa taşa-and olsun ki dağa taşa Toros dağlarında göçer kadınlar Türküler söylerler, ezelden ebede hüzün Ve hâlâ sana yakarırlar, yürekleri çıplak Kuşkusuz bilirim, bildiririm Doğallıktan başka yoktur tapacak -And olsun ki dağa taşa-and olsun ki dağa taşa. Doğu’da Himalaya dağları erkek Batı’da And dağları dişi Dağ dağa kavuşurken zifaf gecesinde utangaç Kuşkusuz bilirim, bildiririm İçtenlikten başka yoktur tapacak -And olsun ki dağa taşa,-and olsun ki dağa taşa. Üst üste yağan karlarla demlenir zaman Karışır birbirine eski ile yeni Ancak mağaralarda çözebildiğimiz dağ dili hey!.. Kuşkusuz bilirim, bildiririm İmgelerden başka yoktur tapacak. -And olsun ki dağa taşa,-and olsun ki dağa taşa. Asya’da Tanrı dağları, bir yanı gerçek, bir yanı düş Allahuekber dağları Anadolu’da kar ile boran Nerdesin hey!.. düşten de güzel olan gerçek Kuşkusuz biririm, bildiririm Düşlerimizden başka yoktur tapacak -And olsun ki dağa taşa -,and olsun ki dağa taşa…
MÜŞÜR KAYA CANPOLAT