Ayl覺k Sosyalist Sanat E-Dergisi Y覺l:8 Say覺:160 15 Eyl羹l 2014
EMEK VERENLER / İÇİNDEKİLER ABDULLAH ORAL ADNAN DURMAZ BEKİR KOÇAK BURCU TÜRKER BÜLENT AYDINEL ERCAN CENGİZ
HALDUN HAKMAN HAMZA İNCE HASİBE AYTEN HIDIR KARAKUŞ İRFAN SARİ
LÜTFİYE BOZDAĞ MERİÇ AYDIN MUAMMER ERTURAN NECİP TIRPAN NECMETTİN YALÇINKAYA
İçindekiler Kısa Faruk 2 NECMETTİN YALÇINKAYA ÖYKÜ Sunu 15 EMEĞİN SANATI 3 Zezê Gamlı Işıklar Gömer Göğsüne Bu Sayının Savsözü İRFAN SARİ METİN GÜVEN ŞİİR 4 21 Ötme Bülbül Ötme Barış Nedir Kardeşim ADNAN DURMAZ ERCAN CENGİZ ŞİİR ŞİİR 5 22 Gazzeli Bir Çocuğa TAN DOĞAN ŞİİR 8 Dün Bir Şâir Öldü TAN DOĞAN ŞİİR 9 Sevda Bir İsyan Bayrağıdır BÜLENT AYDINEL ŞİİR 10 Savaş ve Barış TEMEL KURT ŞİİR 12 Eylüle Ağıt YUSUF DEĞİRMENCİ ŞİİR 13 Taş Düştüğü Yerden Kalkar ALİ ZİYA ÇAMUR ŞİİR 14
Patikalar HALDUN HAKMAN ŞİİR 23 Firar NİSA LEYLA ŞİİR 24 İşçiler... ve Sanat... LÜTFİYE BOZDAĞ MAKALE 25 İnadına NECİP TIRPAN ŞİİR 27 Aşka Yapıldı Darbe SEMA LALE ŞİİR 27 Şehriban, Gülşen, Ben HIDIR KARAKUŞ ŞİİR 28
NİSA LEYLA ÖZER GENÇ ÖZLEM KESKİN SEMA LALE TAN DOĞAN
Hoş Geldin Bebek ÖZLEM KESKİN ÖYKÜ 30 An Gelir MUAMMER ERTURAN ŞİİR 33 Derslik ÖZER GENÇ ŞİİR 33 Susku MERİÇ AYDIN ŞİİR 34 Sütünü Emdiğim YAŞAR DOĞAN ŞİİR 35 Görsellerle Yılmaz Güney ADNAN DURMAZ GÖRSEL ÇALIŞMALAR 36 Her İmgenin Tufan Olması Amaç ADNAN DURMAZ DENEME 40 Dinle HASİBE AYTEN ŞİİR 43 Eylül Zamanı ABDULLAH ORAL ŞİİR 44
TEMEL DEMİRER TEMEL KURT YAŞAR DOĞAN YUSUF DEĞİRMENCİ ALİ ZİYA ÇAMUR
Bir Yaratıcılık Hâli: Yazmak TEMEL DEMİRER İNCELEME 46 Olmaz Rengi Ölümün BURCU TÜRKER ŞİİR 49 Ptolemaios HAMZA İNCE ŞİİR 50 Gözlerden Başlamalı Barışa BEKİR KOÇAK ŞİİR 51 Dizelerde “şiir ve şair” A.Z.ÇAMUR SEÇKİ 52 YAŞAM VE SANATTA BİR AYIN İZDÜŞÜMÜ HABERLER 53 Bir Şiir Sanatı İçin RAYMOND QUENEAU ÇEVİRİ ŞİİR 72 Barışın Tadı EUGENE GUİLLEVİC ÇEVİRİ ŞİİR 73 Benim Cumhuriyetim ANDRE LAUDE ÇEVİRİ ŞİİR 74 Kan Kuyusu ŞÜKRAN KURDAKUL KONUK ŞİİR 76
EMEĞİN SANATI’NDAN 160. MERHABA Merhaba, İşçi katliamlarının damga vurduğu bir gündem içinde dergiyi hazırladık. Aynı zamanda --- her ne kadar savaşın içinde yaşasak--- da 1 Eylül Dünya Barış Gününü de kutlama gündemimize aldık.. Edebiyat tartışmaları da eksik olmadı hayatımızdan. Çok “meşhur” bir şairin, hayata en ufak yankısı düşmeyen bir şiiri üzerine tartışmalar sürüyordu. Biz hayata yankılar taşımayan bir şiirin niteliği üzerinde çok şeyler söylemenin yersizliği üzerinden dururken, dilimizden yansıyan “görüş açısı”, “şiire bakış” gibi terimler üzerine şiirimizin bir başka ağır abisi bizi şu sözlerle azarladı: --- Şiir bir zevktir, bakış ya da görüş değil. Biz de ona ancak şu sözle yanıt vermeyi uygun gördük: --- Zevkinizle bin yaşayın! Bizim edebiyat zevkimizi yüzyıl önce A. İ. HERZEN şöyle haykırıyordu: “Kamusal özgürlüklerden yoksun bir halkın, öfkesinin ve vicdanının haykırışlarını duyurabileceği biricik kürsü edebiyattır” Özgür, eşit, iç disipline sahip, insiyatif kullanan, tartışan ve sorgulayan, kendine yeterli insanlardan oluşan sınıfsız bir toplum için savaşıyorsak, tüm bunları bugünden yaşayan değerler kılmak bizim sorumluluğumuzdur. Biz, bireysel zevkin dürtüsüyle değil bu sorumlulukla eğiliriz şiire, edebiyata, sanata... Elbette; bu şiirin, bu edebiyatın, bu sanatın poetik, estetik değerleri de bu sorumlulukla at başı gitmek zorundadır. Bayram Balcı’nın vurguladığı gibi, artık şiiri bireyin zevkinde değil “Şiiri acının kemiğe dayandığı yerde aramak gerekiyor.” Elbette bu bağlamda Fahri Erdinç’in şiire bakışını da yadsıyamayız: “Şiir, okuyanın yüreğini bir cam gibi çizip acıtmalı.” Kısacası, evet yazmak, yaratmak, kişisel iştir. Ama bir şiir yazıldıktan sonra da kişisel kalıyorsa... İşte o güdüklük zevk diye savunulamaz. Abdülkadir Bulut’un söylediği gibi, yazdığımız şiirler okurda bir sarsıntı yapmıyorsa, niye şiir yazıyoruz ki...
EMEĞİN SANATI
Emeğin Sanatı 160. Sayı
BU SAYININ SAVSÖZÜ Bu toplumda ve herhangi bir dönemde varolan üretim ilişkilerinin toplamı diyebileceğimiz hayat, insanlığın önüne her zaman çözülebileek nitelikte bir takım sorunlar koyar. Ve insanlık bu sorunları çözebildiği ölçüde“medenî”leşir. Hayat ve onun insan beynindeki yansımaları böyle, “mikro” bir tarzda ortaya konduğunda bile şöyle bir sorusorulabilir: Bu bağlamdasanat ve edebiyatın yeri nedir? Şudur: Sanat (ve edebiyat) farklı ekonomik koşullar altında toplumlarda bile, insanı can damarından yakalayansinyaller bütünüiçinde hayatiyet kazananbir üretimolayıdır. Bu “olay” içinde bireyler değişik sınıflar konumuna uygun düşecek ve birbirinden çok farklı sanat biçimleri olan etkileyen ve etkilenen arasındaki duyarlık çakışmasıdır. Bu ve benzeri çakışma noktaları, yaratılan şeylerin yaygınlaşmasını ve kitleler içinde köksalmasını sağlar. Yeni sanat ve edebiyat işlevini ve yükümlülüğünü yasal çerçevelerden değil, baskın olan hayatın bizzat kendisindenalır. Sanat (ve edebiyat) böyle, günübirlik insan ilişkilerini ve bu ilişkilerin insan beynindeki yansımalarının bir keseni olarakaldığımızdaçokaçık, net, somut ve anlaşılabilir göstergeler çıkıyor karşımıza. Örneğin Nâzım Hikmet’in şiirindeki ya da Yılmaz Güney’in sinemasındaki geniş geniş dünyalar, bu insanlarınhayatave sırlarına(sorunlarına) bakarken kullandıkları küçükpencerelerdi aslında. İnsanburadaşunusormadan demiyor: Sanatçıyı, aynı işi yapandiğerlerindenayıran, onu“özgün” kılan öğelerden biri bu mudur? Evet tam(da) öyledir. Zira insana yönelik doğru açılımlar ve insanlığa, onu yönlendirebilecek kadar yüksek bir noktadan bakabilmekiçin önce onlarlabirlikte ve sıradanbir birey olarakyaşayabilmekgerekir. Öncelikle bu bir tavır işidir. Sanatçı insan bu tavrı, kimi zaman “dövüşe dövüşe yürünen yollarda”, kimi zaman daince dar patikalardayakalar. Ne var ki, “bütün yollar” artık “Roma’ya gitmediği” için değişik davranış biçimleri görmek, özellikle Türkiye gibi “orta sınıf”ın yalnızca kültürel ve politik bir yapı olarak yaşadığı ülkelerde çok mümkündür. “Orta sınıf”ın tarihin bir garip cilvesi olarak yok olması, tek tek insan ilişkilerinde bile çıkmazlar ve tükenişler meydana getirir. Bu, ister istemez sanata ve sanatçı beynine de yansır. Neyin “izi” olduğu pek bilinmeyen romanlar, sınıflar üstü denen şiirler hep böyle dönemlerde yazılır. Üstelik bu işin pazarı dafazlazorlanmadanoluşur. “Oluşur” çünkü, önce düşünen insan beyni, değişik araçlar kullanılarak böyle bir “arz”ı talep eder duruma getirilir. Böylece adına “okur” denilen, üstelik düşünen ve doğru düşünmeye özellikle bu tür tarihsel dönemlerde çokihtiyacı olan “alıcı” ile satıcı “bir pazar yerinde” karşı karşıyageliverir. Tarihino güzel ivmesi, elbette bu türden“icazet”leri kıracaktır, onayardımcı olalım.
METİN GÜVEN (Yazko Somut Dergisinden...) *Bu yazı12 Eylül sürecinde yazılmıştı. Yaşadığımız şartların benzeşliğinedeniyle yeniden yayınlamayıuygungördük.E.S.
Sayfa 5
FOTOĞRAF: ADNAN DURMAZ
ÖTME BÜLBÜL ÖTME / Adnan DURMAZ tarihin karanlığında ilk çıra ışığı parladığında kara göğü deryalara çeviren hülya dağ köylülerinin yüzünde düştüğüm uçurumlar kıraç anaların kara bağrında yarılmış sabır kanatları kırılmış turnalardır şuramda ırak varoşlarda omuz omuza kondulardan bakışından katledilmiş çocukların karabasanlarından geçtim bütün hüzünleri katettim elim ayağım naçar kavgalar yaşadım yenilgiler hatmettim
Emeğin Sanatı 160. Sayı
öfkenin kızarmış demiriyle kalbimin yaralarını dağlarım boynumda yağlanmış urgan sırtımda darağacım yanardağ patlamaları içinde dem olur lav ağlarım ve kavga kalbime isyanı ateşle yazdı bütün zindanlardan daha tutsak zirvelerde kaçak en diplerin ustası alabildiğince özgür ölü bakışlarda hazan mevsimi yekovan dikenleri haber uçurur yaralıyım doruklarda kütüklüğümde isyan kaybedilmiş aşklardan yüreğim şerha şerha sırtıma çivilenmiş çarmıhlardayım benim bütün kavgalarda katlolan döşüm delik deşik hedef tahtası kan seli ağıtlarda yanan kor benim eşgalim tipilere diklenen kangal gülüşüm dikenler içinde bağrımın bahçeleri talan edilmiş ötme bülbül ötme yaralanırım yeldir hayat yele yele yaşanır ki kalp gözü yoktur çoğu insanın bu yüzden sevda diye düştüğüm yarlar kalbimin gözlerine bıkmadan köz bastılar saçılmış yeryüzüne uçurumlarda yaşar ses geçirmez ıssızlarda büyütür yangınını gönül sularıyla bizden olanlar tevatür susarlar ateşler hapazlamış kor yemiş alev içmiş yangın açmış derin suskunluklarında biriktirir hüznünü ilk çıranın yandığı zamandan beri karanlığın kalbine akan o ışık kadar
gayri bütün mevsimlerde köseği parmaklarıma eylüller yağar eser geçer zamanın rüzgarında bir sevda gülümseyişi işvekar celladımdan yadigar ötme bülbül ötme paralanırım umudu güneşle yazarken hayat nadasların kösnül sayfalarına nedir terk edilmiş düşlerden hayata bergüzar kalbim bahar keserdi vaktevvel çiçek çığlıklarıyla haykırırdı bütün susuşların diliyle gülşene çevirirdi yaralarını ötme bülbül ötme göğüm kan yağar yetim çocukların gözbebeklerinde devrimci bir gök buldum kendime kalbimde kalan ne varsa onların gülüşüne kalsın benden sonralara büyük umudum beni bir süre daha ayakta tutar ötme bülbül ötme gönlüm ahu zar perişan kirpiklerimi gözyaşlarıma banıp yarin bakışlarına sevdamı yazdım neyleyim körmüş ötme bülbül ötme gayri gelmesin bahar
ADNAN DURMAZ
Sayfa 7
Emeğin Sanatı 160. Sayı
tan doğan
gazzeli bir çocuğa “insan olmak dokunuyor haysiyetime.” / sabahattin ali
sıra sende çocuğum senin bedeninde rûhunda küçük dünyanda sor afgan kardeşlerinin mezar taşlarına -ırak bosna… anlatsınlar sana damaklarına yapışan bir lokma kuru ekmeğin öyküsünü bir damla kirli suyun acı tadını bağırlarında yanan çığlıklasınlar ağıt ağıt yazgının türküsünü sıra sende çocuğum senin kulaklarında top seslerinin tokadı kurşun yaralarının kabuk bağlamazlığı ve kollarında annenle babanın seni bulmayan duaları sıra sende çocuğum senin ellerinde kızıl gülün dikeni kara günün çilesi ölgün ömründe âh gazze: o yitik şehrin: kanlı sayfalarında zamanın -heyhât hiç büyüyemeyecek tarihin
GÖRSEL ÇALIŞMA: ADNAN DURMAZ
Sayfa 9
tan doğan
dün bir şâir öldü dün bir şâir öldü ün değil şi’rdi derdi câmi cemaati kıldı namazını ve üç beş dost arkadaş akraba… yok ki çoluğu çocuğu sırtlasınlar cenâzesini imam dedi “gömün” uyduk imama çok eskiden beri tanırdım edebiyat dergilerinden -mahlas kullanırdı zâten mektuplaştık yıllar yılı sonra inzivâya çekildi dön gayr şi’re dedimse de dinletemedim ömrünü kırılgan gönlünün dehlizlerine adadı olsaydı derdi ün olur muydu bir şi’ri karıştırdım eski dergileri ağladıkça ağladım… nasıl unutuluyorsa klasik sanat mûsikîsi birkaç yaşlı okur hâricinde unutulacak belki -onlar da ölünce… gece: hammâmîzâde ismâil dede efendi dinliyorum: * “yine bir gülnihal aldı bu gönlümü” ya da ** “ey büt-i nev-edâ olmuşum müptelâ”… ve dergilerde kalan şi’rlerini okuyorum dün bir şâir öldü… yavaş yavaş ben de ölüyorum * rast semai ** hicaz semai
ÇİZİM: A. Z. ÇAMUR
Emeğin Sanatı 160. Sayı
SEVDA BİR İSYAN BAYRAĞIDIR Ayrılığın cumhuriyetinde sevda bir isyan bayrağıdır Neyi sevdiğiniz değil nasıl sevdiğiniz önemlidir çünkü Yalnızlık sıkça çarpılan bir duvardır Ve yürek atışlarınız sıradanlaşmamışsa elbet yıkılacaktır Doldur şimdi demli bir çay gecenin lacivert meydan okuyuşuna inat içelim Her dizenin bir sonu olur diye düşünmeden Çağla yeşili güz mevsiminin bizim olamadığımız kadar Güzel olmayı nasıl becerdiğini düşünelim Daldan kopardım narı Kim imiş bunun yari Ezbere söyleyemem O yitirmiş ayarı Ayarı yitirelim ey dost Kuytusunda susuz nöbetlere durduğumuz bu sevda denen büyük barikatta En büyük savunma sahip çıkmandır aşka Başını eğiversen Yüzüme değiversen Beni çok sevdiğini Bir kez söyleyiversen
Sayfa 11
II Bir zemheri gecede göğsünü dağlara geren tipi yürekli bir aşktır bizimkisi Türkülerin her dem taze şiirlerin her dem yeni Ve yeri gelince bir tüfek kadar sabırlı ve sinirli Gözleriyle olan biteni anlamaya çalışan çocuklar gibi Yaprağından düşen çiğ kadar saf bir aşktır Yüreğimde kuruma Bak düştüğüm duruma Hadi sen insan ol da Sevdalan da yürüme Yürümen gerek Tahir nasıl Zühreye Ferhat nasıl Şirine yürüdüyse Yürümek bir sonsuz sevdaya adım atmak demekse Sevgilinin koynunda duran bir gelincikse Sazını hançer eyleyip tel tel gönlüne vuran ozanlar misali yürüyeceksin Çünkü aşk bir mecburiyetler ülkesidir Yozlaşmış kuytu köşelerinde bu acayip kıtanın Ve onun uğrunda savaşmaktan başka görevi yoktur Ona aşık komutanın
BÜLENT AYDINEL
Emeğin Sanatı 160. Sayı
SAVAŞ VE BARIŞ
Kahraman asker ölüleri geçiyor sokaklardan Anaların göz çukurlarına gömülüyor sesleri Ben ki; türkülerimi nadasa bırakmışım yine Bu suskunlukta buzdan bir korkudur ecelim. Kutsanmıştı bir kez daha kanlı zaman Dağılmıştı dört bir yana ölülerimiz Sessizliğin çuvalına sığmıyordu ağlaşmaları kadınların Çünkü bütün ütopyalar gene genç yaşta ölmüştü…
TEMEL KURT
RESİM: MARİUSZ LEWANDOWSKİ
EYLÜLE AĞIT Her eylül boş bir bakışın gölgesi düşer sıcaklığıma varlığını karanlık gecelerde büyüten bir uzantı gibi sanki eylül değil karanlık bir giz karşımdaki bakışlarında üşüten sorunlu bir bilinmezlik korkak bakışlarda gizlenen silik bir yalnızlık avuçlarımda sakladığım derinliği boğacak cellat misali korkuyor muyum ne korkularım korkusuzdu oysa eylül hüznüne benzer bir değişim anı bendeki kederine kapıldığım eylül döksene yorgunluğumu gölgesinden korktuğum bu sonbahar ne zaman sararacak severdim eylül sabahlarını ki o sabahlar gülerdi benimle bir uzantı arardım güneşin hayran bakışlarında beni saran bir güzellik vardı değişen renklerde ne kadar da çok özlediğim bir renkti kirlenen sarı hapsedilen özlemlerim hangi eylül sabahında kaldı güneş eskisi gibi doğmuyor yoksa bana mı öyle geliyor ağaçlar ormanlar da tuhaf ve tuhaf olmayan ne kaldı ki bir eylül sabahı ağaç altında kurşunlanan gençliğim unutulmayan ölümlerin yasına bürünmüş benliğim değişen mevsim değil ardısıra koştuğum gölgemdir her eylül korkularıma korkular katarım korkularımı yenmek için ve şimdi seyrenmiş korkularımla yürüyorum eylül sabahlarında yokuşunu indiğim-çıktığım o kısa yol dağ gibi geliyor bana koşardım koşardım avuçlarımda sakladığım rüzgârla boğulan renkler derinliğini arar saklanan duygularda artık eylüller o eski eylüler değil seçemiyorum şiirsel hüznü eylül kuşatması takip eder ve ani bir hastalık gibi korkutur hâlâ yozlaşan tarihsel bir çağ nerede o sevdiğimiz kızıl sabahlar?
YUSUF DEĞİRMENCİ (Uyandıran Mevsim kitabından)
Sayfa 13
Emeğin Sanatı 160. Sayı
TAŞ DÜŞTÜĞÜ YERDEN KALKAR Dehledik geceyi dağların sırtında yıldızlara basa basa Nal seslerimizde söküverdi şafak, boy/l/adık ufukları Bulvarlar şaşkın, ovalar utanmıştı suskunluğundan Sürüklemiştik rüzgârı doludizgin utkunun harmanına Ödenemez borçların kan deryasına bastı geçti katil evren İzi kaldı zakkum kokulu; gölgesi düştü yıldızlı doruklara Islak türkülere sardık çiçek tozağını kırlarımızın Acıya alıştı sessizlik, çağlayanlar ıslıkladı bilincimizi Solan yiğitliğiydi hayatın, kendisi değil asla Yangınlara mıhlanmış çisenti, geremez çarmıha beklentileri... Uçarı suların ödediği bedele saklıdır umutlarımız, Değmeden anısı bitmemiş düşlerin kanayan aynasına. Şimdi gölgesini arayan raylarca tuzlu yorgunluktayız Susturulduğumuz ıslıkta kilitlenmiş kalmışız paramparça Rengi bir, sofrası bir farklı kimliklerde paslaşıp duruyoruz Yarılmış söylemleri tenis topunca bir atıp bir tutuyoruz Dumansız yaşamların coşkulu izleriyle dağlanmış acılarda. Zaman havuzunda halkalanan dalgalar, dalgalanan halkalar, Ya solgun unutkanlıkların boyut atlaması gibi yayılır Ya.... düşlerimizi astığımız duvarlarda çözülür bu kırağı. Gün gelir fırlar, sisin kucağına saklı kırık anılar Ödediklerimiz sayılır en sivri özlemlerin borcuna Günlerin kızardığı uçurumlardan uçururuz atlarımızı Taşar, eylem eylem dağıtır köpükleri, kuşatılmış dalgalar.... Taş kalkar düştüğü yerden!..........
ALİ ZİYA ÇAMUR
Sayfa 15
RESİM:ABRAHAM VİGO
KISA FARUK / Necmettin YALÇINKAYA Mehtap Mahallesi İzmir’de nam salmıştı. “Kurtarılmış” birkaç bölgeden biriydi yalnızca. Hatta ünü İstanbul ve Ankara’ya kadar sıçramıştı. Devlet ise bu mahallede oturan herkesi potansiyel suçlu olarak görüyordu. Faşistler “küçük Moskova” diyorlardı. Polis ve faşistler giremezdi. İlerici, devrimci, antifaşist, demokrat, sosyalist bir tabanı vardı. Arada dinci, gerici, karşıdevrimci yok değildi elbette ama kendilerini saklıyorlardı. Çoğunuz biliyorduk yine de. Partizan ve Halkın Kurtuluşu ağırlıktaydı. Partizancılar sayısal olarak azdı ama çok etkindi. Ufuk Mahallesindeki faşistlere kök söktürüyorlardı. Mahallemizde o kadar nitelikli insan var ki; saymakla bitmez. Kısa Faruk yalnızca biriydi. Çok farklı özellikleri vardı; iyi top oynardı bir kere. Çok kıvraktı, çalım attığı insanların bacak aralarından geçerdi neredeyse. Babası Şahabettin amca onu futbol oynamasına ve devrimci olmasına karşıydı. Kendisi gibi Allah yolunda gitsin istiyordu. Faruk da tam tersini yapıyordu. Bir gün top oynarken Şahabettin amca çıkageldi. Faruk’u kulağından tutup götürdü. Bu anlara birkaç kez gülümseyerek şahit olmuştum. Babası götürür, o birazdan geri dönerdi. Babası tekrar gelirdi… Bu döngüde kazanan hep Kısa Faruk olurdu. Şahabettin amca pes ederdi sonunda.
Emeğin Sanatı 160. Sayı
İyi bir devrimciydi; sosyalist, teorisyen, ajitatördü. İlkeliydi, bir o kadar da sekterdi. İyi bir tartışma sürdürürdü, tartışırken karşısındakini tahrik ederdi âdeta. Kahramanlar’da kavun, karpuz sergisi vardı. Orası bir buluşma yeriydi ayrıca. Parası biten, karnı aç olan… herkes oradaydı. Faruk çok bonkördü. O civarda yedirip içirmediği kimse yok gibiydi. Kahramanlar’da, Mürtet’te oturan Romanlar onun insanlığına taparlardı adeta. Nerede direniş varsa Kısa hep yanımızdaydı. Gürçeşme gecekondu yıkımı vardı. Önce zabıtalar geldi. Zabıta şefi tanıdıktı; bir yoldaşımızın babasıydı. “Kısa” dedi, “al yoldaşlarını git. Birazdan toplum polisi ve itfaiye gelecek. Direnemezsiniz. Belinizdeki üç-beş çakır almaz işe yaramaz.” “Savaşacağız, yenilsek de!” dedi Kısa “’Yengiler yenilgilerden çıkar’ diyor Başkan Mao.” dedi Çakır. “Siz bilirsiniz” dedi zabıta şefi, söylene söylene çekip gitti. Önce itfaiye araçları sirenler çalarak gelip meydanın ortasında durdu. Ardından toplum polisleri ve iki dozer geldi. Bir komiser elinde megafon, “Burayı terk etmeniz menfaatinizedir” diye bağırmaya başladı. Sesi megafondan çıkmadı. Birkaç eliyle sağına soluna vurdu, çalışmadı megafon. Herkes gülmeye başladı. “Gülün, gülün” dedi hiddetlenerek, “birazdan kim daha iyi gülecek göreceksiniz” Çatışma başladı. Dozerleri taşlayarak geri püskürttük. Toplum polisi üzerimize doğru koşmaya başladılar, itfaiye hortumu bizi ıslatırken birkaç polis de ıslandı, hatta kayarak yere düşenler oldu. Hem gülüyor, hem direniyor hem de kaçıyorduk. Bir ara gözüm Kısa’ya takıldı. Kısa hedef yanıltmak için zikzaklar yaparak kaçıyordu. ‘Tecrübe konuşuyor’ dedim kendi kendime. Gecekondular yerle bir edildi. Gene yaptık. Yıkıldı gene yaptık. Sonra dokunmadılar. Birkaç gün bu kez Buca Kuruçeşme direnişi vardı. Yine oradaydık. Kısa’yla ateşin etrafında oturuyorduk. O anlatıyor biz gülüyorduk. Gece nöbeti tutan arkadaşın titrediğini görünce kalkıp üzerindeki paltoyu ona verecek kadar da delikanlıydı Kısa Faruk. Şakacıydı, nükteliydi aynı zamanda. İnsanları işletmeyi ve kızdırmayı iyi bilirdi. Gönül almayı da… “Manav Yoldaş” ismiyle bir manav dükkânı açtık. Gündüz dernek akşamları uğrak yerimiz manavdı. Bazen sabahladığımız bile olurdu. Hiç unutmam, bir ramazan gecesi elinde naylon poşet içinde birkaç bira ile geldi yanımıza geldi. “Siz içip de günaha girmeyin, ben sizin yerinize girerim günaha” dedi. Gülüştük. Birkaç bira içti, marş söyledi, türkü söyledi. Fıkralar anlattı. Zamanın nasıl aktığını anlayamadık bile. Davulcunun sesi duyuldu, git gide yaklaşıyordu. Birden aklına yeni bir fikir gelmiş gibi gözlerinin içi güldü. Davulcuyu çağırdı. Geldi. “Al kardaş, iç susamışsındır.” “Ama ramazandayız” “Sanki sen oruç mu tutuyorsun? Yalnızca insanları oruca kaldırıyorsun” “O da doğru ya” dedi davulcu. Davulu kucağına aldı. Davula bir kere vuruyor, birayı lıkır lıkır içiyordu. “Bu böyle olmaz” dedi Kısa. Elinden aldı davulu. Manavın ışığını söndürdü. Tam Manav Yoldaş’ın karşısındaki apartmanın altına geçti. Başladı çalmaya. O zaman n e yapmak istediğini anlamıştık Faruk’un. Üçüncü katta polis memuru Cüneyt oturuyordu. Üstelik oruç da tutmazdı. Öyle bir
Sayfa 17
çaldı ki nerdeyse o sokağın tüm lambaları yandı aynı anda. Polis Cüneyt pijamayla balkona elinde tabancayla fırladı. “Nerede ulan bu şerefsiz davulcu?” diye bağırdı. Davulcu kendini kasaların arkasına sakladı. Faruk çalıyordu hâlâ. Cüneyt içeri doğru koştu. “Faruk kaç!” diye bağırdık. “Cüneyt aşağıya iniyor.” Faruk elindeki davulu ve tokmağı yere atıp kaçtı. Bizde manavın içine saklandık. Cüneyt aşağı indi kimseyi bulamadı. Elindeki tabancayı davula doğrulttu. Ateş edecekti vaz geçti nedense. Bir tekme attı davula. Söylene söylene çıktı yukarıya. Kısa Faruk yine geldi. Bu kez davulu çalmasına izin vermedik. Bir sabah tüm gazeteler Orhan Bakır’ın kaçırıldığını yazıyordu. Arananların içinde Kısa’nın da resmi vardı. Şaşırdım. Daha sonra Sedat, Feridun… ile birlikte yakalandıklarını duydum. Buca Cezaevine birkaç kez ziyaretine bile gitmiştim. Uzun yıllar cezaevinde kaldı. Çıkınca mahalleye döndü. İçeri girerken arkasında bıraktığı mahallenin olumlu yönde değişmesi ona güç veriyordu. “Yattığıma yanmıyorum” diyordu. Ama hareketin dışına itilmişti. Ya kendisi bu kararı almıştı ya da örgütü böyle uygun bulmuştu. Bilemiyorum. Örgüt illegallikten yavaş yavaş legal alana kayıyordu. “Reformizme kayıyor” denmeye başlamıştı. Yavaş yavaş ayrışma, bir hizipleşme yaşanıyordu. Mahalleye kültür derneği de kurulunca, bu reformist söylem kendine ayak bulmuştu. Kısa Faruk tartışmalarda kendi yoldaşlarına “legalitenin batağına saplanmışsınız” diyor ve şiddetle dernekleşmeye karşı çıkıyordu. Onun bu davranışı birilerini kızdırıyor, rahatsız ediyordu açıkçası. Çamlık’ta sorgulayıp cezalandırmak istediler onu, ama engel olduk. Suratına yediği bir tokatla kurtarmıştı paçayı. Bozulmasına, yalnızlığa itilmesine bu durum yol açtı. Bir daha da iki yakası bir araya gelmeyecekti artık. Tavır alındı ve bu örgüt kararıydı. İkinci bir emre kadar uyulması şarttı! Uymayanların örgüt çevresinde yeri yoktu. Hareket büyüyor, dernek dolup taşıyordu. Paneller, forumlar için kahve kiralanıyor, yüzlerce insan akın akın gelip tartışmalara katılıyordu. Ama uzun sürmedi bu. Çimenli Cami olayı ile büyük bir darbe aldı hareket. Orada farklı bir siyasetten birinin -istenç dışı da olsa- ölmesi harekete büyük darbe indirmişti. Dernek üyeleri tutuklandı, dernek kapandı. İnsanlar aranır oldu. O sırada devreye yine Kısa Faruk girmişti. Arananlara maddi yardım yapıyor, onları bir yerlere kendi imkânlarıyla taşıyor, kimilerini sergisinde saklıyordu. Ben de birkaç yıl sonra tutuklanıp cezaevleriyle tanışınca mahalleden ayrı kalmıştım. Buca Cezaevinde arada bir Kısa’nın kulağını çınlatmıyor değildik. Bir gün mazgalın sürgüsü açıldı. Sefer gardiyan başını mazgala sokup bağırdı: “Bakın size kimi getirdim?” dedi o davudi sesiyle. Kapı açıldı, içeriye Kısa Faruk girdi. Dünyaya, bize gülümsüyordu. Koşup etrafını sardık. Tek tek sarıldık. “Bir haftalığına geldim” dedi. Gülüştük. “Kısa” dedim, “hep seni bir haftalığına alıyorlar sonra birkaç yıl yatırıyorlar” Kızdı, küfretti bana. “Eski keyfim yerinde olsaydı, sizinle yatmak isterdim” dedi gözlerini kırpıştırarak. “Ama yoruldum artık, inanç da eksilince…” Başını öne eğdi. “Ulan yanınıza misafir gelmişim” diye bir güzel fırçaladı bizi. “Ne çayınız var ne de sigaranız!” Koğuşun neşesi oldu. Her sabah zorla bizi koşuya kaldırıyordu. Voleybol, futbol oynuyorduk. Bu arada gün de saymıyor değil. Yedi günü doldu, ne ismi anons ediliyor ne de arayan. Umutsuzluğa kapıldı. ”Şom ağızlı” dedi bana gülerek.
Emeğin Sanatı 160. Sayı
“Yanımızda olmana hepimiz seviniyoruz.” dedi Çeto. “Sanki dışarda seni bekleyen biri ya da önemli işlerin var.” “Haklısınız” dedi, bahçeye indi. Duvara sırtını yasladı, türkü söylemeye başladı. On iki gün geçti üzerinde hâlâ tahliyesi okunmuyordu. Çabuk razı oldu, katlandı hemen. “Belki böylesi daha iyidir” dedi, “Kışı burada geçiririm.” Sabah sabah hoparlör çın çın ötmeye başladı. Faruk’un tahliyesini müjdeliyordu. Sessizce kalktı, her şeyini koğuştakilere dağıttı, vedalaşıp ayrıldı. Bundan tam yedi yıl sonra karşılaştım Faruk’la. Gördüğümde şoka girmiştim. Takım elbisesi, pahalı, parlak rugan ayakkabıları, boynundaki kravatı ona apayrı bir kişilik katmıştı. Gözlerinin içi gülüyordu. “Hadi gel” dedi, “şurada bir şeyler atıştırır hem de iki lafın belini kırarız” Çankaya’da büro açmış, belediyenin işlerini yapıyordu. “Paran var mı?” diye sordu. “Var” dedim. İnanmadı bana. “İçerden yeni çıktın, nerede olsun paran” dedi, cüzdanından çıkardığı bir tomar parayı zorla cebime soktu. Bu mutluluğu da uzun sürmemişti. Sahte evrak düzenlemekten yargılanıp ceza aldı. İçeriye düştü yine. Dört-beş yıl sonrasıydı Kemeraltı’nda seyyar arabası üzerinde salatalık satarken gördüm onu. Beni görünce müthiş sevindi. “Hacı yoldaşım” diye bağırdı. Yanına gittim. Sıçrayıp boynuma asıldı, yanaklarımdan öptü. Beline bağladığı önlüğünü çıkarıp elime tutuşturdu. Konuşmama fırsat vermeden: “Sıkıştım” dedi, “şunu tak, geliyorum hemen” Hacılar Pasajı’nın içine daldı, gözden kayboldu. Ekildiğimi hissettim nedense. Haklı çıkmıştım. Hava sıcak, bol bol salatalık soyuyor, ortadan ikiye bölüp üzerine tuz ekerek satıyordum. Arada ben de yemiyor değildim. Üstelik utanıyordum. Birileri görecek karizmam çizilecek diye korkuyordum. Akşamın alacakaranlığı çökmek üzereydi ve Kısa ortalarda yoktu hâlâ. İçimden ona kızıyor hatta küfrediyordum. Epey satış da yapmıştım. İş başa düştü yine, seyyar arabayı yavaş yavaş iteleyerek Kapılar’daki toplama yerine götürüp bağladım. Oradaki sorumlu: “Hemşerim” dedi, “sabah erken gelip arabanı al, yoksa sorumluluk kabul etmem.” “Tamam” deyip ayrıldım oradan. Dolmuşa binip gittim eve. Kapının önünde eşimi beni bekler halde buldum. Sevindi görünce beni. “Nerde kaldın?” diye serzenişte bulundu. “İnsanın aklına kötü kötü şeyler geliyor…” İçeri geçip Kısa Faruk’un bana oynadığı alicengiz oyununu anlattım. Kahkaha atarak güldü. “Gülme!” dedim, “zaten sinirim tepemde. Bir de sabah Kapılar’a gidip arabayı alıp oradan Kemeraltı’na götüreceğim.” Arabayı kaldırıma yanaştırdım. Havuzlubey Çarşısındaki merdiven altındaki çay ocağından bir sürahi su getirip usulca salatalıkları suladım. Ardından bir duble çay aldım, gevrek ve peynirli bir güzel kahvaltımı yaptım. Hiç boş durmadım ha bire salatalık soyup sattım. Önlüğümün önü para dolmuş; sarkmıştı. Akşamın alacakaranlığı çökmeye başlamıştı ki Kısa Faruk geldi. Sırıtarak yaklaştı bana: “Fazla bekletmedim de mi?” dedi. Elindeki naylon poşeti arabanın üzerinde açtı. “İkimize söğüş yaptırdım” dedi. Ayran şişesini elime tutturdu. Kendi eline aldığı şişeyle tokuşturup, “Şerefe” dedi. İçimden kızmak, bağırmak geçiyordu ama yapamadım. Söğüşümüzü
Sayfa 19
yedik, üzerine de ayranları boca ettikten sonra, arabanın alt bölmesinde beze sarılı bir şarap çıkardı. “Sen içmezsin zaten” diyerek ağzına dikti. Önlüğü teslim ederek ayrıldım oradan. Arkamdan, “Akşama Kenan’ın İzmir Fuarında düğünü var. Geliyorsun değil mi?” diye seslendi. “Hele bir akşam olsun önce” dedim. Hava sıcacıktı, fuardaki çiçek kokuları düğün salonunu sarmıştı. Halaylar çekiliyordu. Kısa ve birkaç arkadaş büyükçe bir çalının içine gizlenmiş şarap içiyorduk. Düğün umurumuzda değildi sanki. Bir ara müzik sesi durdu, derin bir sessizlik oldu. Başımızı çalının içinden uzatıp merakla baktık. Garson elinde bir şampanyayla geldi, bahşişini aldıktan sonra, evlenecek çift için şampanyayı patlattı. İki kadehe doldurduğu şampanyayı çiftlere ikram etti. Kısa Faruk sessizce aramızdan ayrıldı. Elinde şampanyayla geri geldi. “Kenan’ın şerefine” diyerek bir güzel şarabın üzerine cila yapmıştık. Takımızı takıp evlerimize dağıldık. Bir gün sonrasıydı Kenan’la karşılaştık. Fellik fellik Kısa’yı arıyordu. “Kısa’yı gördün mü?” diye sordu kızgınlıkla. “Yoo “ dedim, “niye arıyorsun ki?” “Şampanyayı yürütmüş” “Kısa yapmaz” “Nasıl yapmaz? Düğün kasetini izlerken gördüm: Kısa elinde şampanyayla çalılara doğru gidiyordu.” Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Bir iki gün sonrasıydı Kısa’yı gördüm. “Kenan seni arıyordu; buldu mu?” “Bulmaz mı?” dedi gevrek gevrek güldü. “Şampanyasını alıp gitti.” “Hadi ya yeni şampanya mı aldın?” “Kalan şampanyayı eve getirdim ya. Onu da içtim. Ucuzundan bir iki beyaz şarap alıp, doldurdum. Kenan’a verdim alıp gitti.” “Anlamaz mı şampanya olmadığını?” “Nerden anlasın, hayatında kaç kere şampanya içmiş ki!” Başladık kahkaha atmaya. O sırada yanımızdan bir araba geçti. Az ötemizde durdu. Kenan camdan başını dışarı uzatıp, “Faruk Bey, Faruk bey” diye seslendi, “şampanyamı sana kaptıracağımı sandın” başını içeriye çekti, araba patinaj yaparak hızla uzaklaştı “Gördün mü anlamamış” dedi yüzüme bakarak. Kıkır kıkır güldük. Çok geçmeden yürütemedi evliliği, eşinden boşandı Kenan. Tekrar Kısa’nın ayrılmaz arkadaşı olmuştu. Üstelik tazminatını alıp ayrıldı belediyedeki işinden. Göbek büyütmekle meşguldü artık. Gelsin biralar gitsin şaraplar yeni sloganları olmuştu ikisinin de. Kısa’nın sevdiği, aşık olduğu hiçbir kadın olmadı. Bir keresinde voleybol oynarken bir kadının ona baktığını görmüştüm. Kısa’nın utancından yüzünün kulak arkasına kadar kızardığını fark etmiştim. Hepsi o kadardı. 2003’ün sonlarına doğru yurtdışına çıkmazdan evvel Kısa’ya Ali Fuat Cebesoy İlkokulunun oradaki düğün salonun arkasında karşılaşmıştım. “seni gördüğüm iyi oldu” dedi gülümseyerek.
Emeğin Sanatı 160. Sayı
Yerinden kalktı sallana sallana yanımıza kadar geldi. “Yenge kusuruma bakma” dedi. “Az boynunu eğ, kulağına bir şey söyleyeceğim” dedi bana. Anlamıştım. Kulağımı şarap kokan ağzına yanaştırdım. “Hacı” diye fısıldadı, “güzel günlerin hatırına bir şarap parası ver ya da al” Eşime: “Sen az yürü, ben arkandan yetişirim sana” dedim. Yurtdışına çıkacağım diye biriktirdiğim paranın içinden hatırı sayılır bir miktarını verdim. Baktı. “Bu çok” dedi, “sana lazım olur…” “Bir şey olmaz” dedim, “bununla ne kısalır ne de uzarım” Boynuma sarıldı, yanaklarımdan öptü. “Gittiğin yerde eski dostları görürsen selamımı söyle” dedi. Koşarak eşimin arkasından yetiştim. İçimdeki hüznü eve kadar taşıdım. Birkaç ay sonra yurtdışına çıktım. İsviçre’ye iltica talebinde bulundum. Kabul edildi. Faruk’u birilerine sordum. “Kötü” dediler. 2013’te Hollanda’da oturan Cemal arkadaş Kısa’yı, evlerinin önünde otururken gördüğünü söyledi. “İçim ezildi” dedi, “o evleri var ya; it bağlasan durmaz bir haldeydi. Kasaları, çerçeveleri dökülmüş, sıvaları kel keldi. Evdeki herkes başka yerlere taşınmış, ev Kısa’ya kalmış… Kısa da kederini eve yansıtmıştı…” Bundan bir iki ay sonra Kısa’nın akciğer kanseri olduğunu duydum. Erimiş, ufalmıştı. Ameliyattan kısa bir süre sonra yıldızlara sessizce, tek başına uğurlandığını duyunca üzüldüm, mahzunlaştım. “Hayat ne kadar acımasızmış” diye düşündüm. “ Yoldaşların vefasızlığı ve acımasızlığı hayattan daha betermiş!” Kısa Faruk öldü, bir haberi bile yapılmadı. Ben yaptım yalnızca. Fazla kimse tıklayıp da okumadı. Faruk’a kızgındılar belli ki. Bir Faruk mu suçluydu sanki? Bunda bizim hiç mi payımız yoktu? Gözümün önüne çipil çipil gözleri geldi. Gülümsedi. “Dostlarımı görürsen selamımı söyle…” dedi.
NECMETTİN YALÇINKAYA
Sayfa 21
ZEZÊ GAMLI IŞIKLAR GÖMER GÖĞSÜNE işte şafak söktü saat ertesi gündür Zezê gamlı ışıklar gömer göğsüne bir başka şehir tadı var şimdi buralarda al kuşanmış zehir kan kimin sıcak yavrusu saçları dökülmüş gökyüzünde mavinin bulutların seri gözyaşlarını bekler biri
fazlasıyla uzaktır uzak karnında kelimelerin zarı ara ara ki ilhamda sevişsin nefesin son gölgesi
buz koy öptüğün yere mahalleli uyanır az sonra altı irin bağlarsa şayet sıyırdığın aralar duyarlar kavşaklarda hızla dönen kimsesizliktesin işte kıyılarında park etmiş öfke koca bir cehennem gibidir çünkü ağızlar dillerinin kancası yok bakırı yalamış hırsızlar durur felsefeden anlamazlar planlarında çalınmış şatafatlı hülyalar sevişmeden şiirden kıramaz ki insan bu havaları tütünü haram ederler onunla insan soyunukken günah işlemez Zezê onunla aşk kılınır hayat saçlarını şafağa gösterirken de ihtişama çıkılır eğer çatamamışsa utancın ucunu aklının deryasına giydiği ne varsa diyorlar ki vatan var ülkeleri olanlara soruyor sorular beter ağırdır onun kalbinin dolaşan kanında sorgusuz kıl ince sevmeli sevdalı Kürdistan kıl ince çırılçıplak bakmalı zinalı geceleri geride bıraktık şehir tiril tiril eğer yürekli ise insan korkak değilse yataklarda avuçlar dolusu uyku sevmiştir siniyor rüyaların ortasına bu da böyle biline yazdım şafağın tertemiz yüzüne kalbi yırtık bir Kürdi lorin mi dersin bir anne kelimeleri asıyor kulağına insanlığın bir kuş uzun çırpıyor kanatlarını kışlanmış dağ başı gibi Zezê
İRFAN SARİ
Emeğin Sanatı 160. Sayı
RESİM: CUADRO BERNİ
BARIŞ NEDİR KARDEŞİM barış nedir kardeşim topraktır ırzına geçilmemiş ırmaktır henüz kirletilmemiş fidandır kardeşim, fidan boynu vurulmamış gözyaşıdır kardeşim annemin gülüşüne akan
HASTÎYE ÇİQA BİRAYE ME hastîye çiqa biraye me hardo hona qêste ci ne qerdo çemo hona ne qerde qilerin leya, biraye me, leya hona wile ne de piro îstire çimî, biraye me wuyayîşe dayika mi de enevar
ERCAN CENGİZ (“Acı İle Dolu Ellerim” kitabından)
Sayfa 23
PATİKALAR patikaların kıvrımlarında baharı gezmez adam patikalarının kıvrımlarını büker buzdan kırık dökük sarkıtlar en son ayağın altındayken gıcır gıcır ses çıkarır adamın şiiri sanki tahta ayakkabı giyinmiş ayağına yürürken ölse de aynı sesleri duyacak kulaklarını dondurup durur olduğu yerde geç adam geç kay adam kay yay adam yay patikaların uzununu kıvrımsız yay beyninin kıvrımlarını dümdüz et adam.
HALDUN HAKMAN
Emeğin Sanatı 160. Sayı
FİRAR bir bahane arıyordum, kendimi salmak için yokluğa gittin ya, muradıma erdim:
dönmedin, sorgusuz infaz ellerinle aşk’ın tanığı sen! aşk’ın düşü ah, yüreğimin elektron tutulması !
fırçalanmamış dişler ve düşüncelerle şimdi : ( zaman’ı çekip öne) firar ederken benden bir bahane arıyorum varlığına sonsuzluğun sohbeti salmak için kendimi koynuna… karıştım senin papatya dökümüne bir bahane arıyordu akyuvarlarım karışsın diye alyuvasızlığıma gittin ölümleştim
NİSA LEYLA
Sayfa 25
HERGÜN İŞÇİLERİN ÖLDÜĞÜ BİR ÜLKEDE SANATTAN SÖZ EDİLEBİLİR Mİ?
Lütfiye BOZDAĞ
Karikatür: Fahrettin Erdoğan
İşçi sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, 7 Eylül itibarıyla 2014 yılında, 272 inşaat işçisinin yaşamını yitirdiğini açıkladı. Son 250 günün rakamlarına göre; her gün, en az bir inşaat işçisi, iş cinayetinde ölüyor. Her gün bir işçi ölürken, yoksullarla zenginler arasındaki uçurum her geçen gün derinleşirken, dibimizde Ortadoğu’da her gün kan akarken sanattan söz etmek anlamsız. Çünkü sanat, insani olan bir anlayışın ürünü, merkezinde insani değerler var, daha güzel bir hayat, daha güzel bir dünya düşü var. Bunların olmadığı bir yerde sanatı neşeyle, inançla, tutkuyla yapmak nasıl mümkün olabilir. Yalanla gerçeğin birbirine dolandığı ve neredeyse ayırt edilemez bir hale geldiği, kirliyle temizin, iyiyle kötünün birine karıştığı karanlık bir dönemdeyiz. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde özellikle Orta Avrupa’nın yaşadığı siyasal çöküş ve savaşlar, parçalanmışlık ve doğadan kopuş deneyimi olarak sanatta kübizm ile karşılık bulmuştu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısı ise tam bir travma dönemiydi. Travmatik edebiyat
örneklerini anlamsızlık ve nihilizmle birlikte Dada akımı karşılamıştı. Theodor W. Adorno,
Emeğin Sanatı 160. Sayı
“Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” demişti. İkinci dünya savaşıyla birlikte, insanlık tarihinin en sistematik ve örgütlü yok etme, ırkçılık üzerinden yapılan soykırım, tüm insanlığa dehşetengiz bir travma yaşatmıştı. Auschwitz’den sonra, Hiroşima’dan sonra insanlık, yeni bir anlam oluşturma, erdem ve ahlaki değerler ile ilgili yeni bağlar kurma konusunda hayli zorlanmıştı hala da zorlanıyor. Ancak bu durum henüz çözümlenememişken yirmi birinci yüzyıl daha ağır bir travmayla geldi. Kültür endüstrisi yetmezmiş gibi, küreselleşme aldatmacası adı altında insanlık, tüm dünyaya yayılan vahşi kapitalizmin dörtnala koşan atları altında çiğneniyordu. Kimin için küreselleşme? Küreselleşen ne? Küreselleşen, yalnızca sermaye ve ucuz işgücü. Ucuz işgücünün olduğu coğrafyalarda palazlanan vahşi sömürü düzeni:“kapitalizm” Buna karşın emek hakkı, iş güvencesi, hakkaniyet, sosyal refah küreselleşemiyor bir türlü. Ama ucuz hammadde, ucuz işgücü, çok uluslu ittifaklar yapan “şirket evlilikleri” dünyanın dört bir yanında yapılıyor ve böylece sermaye küreselleşiyor ve bu küreselleşme ortamında serbestçe dolaşma imkânı buluyor. Kapitalizm hiç bu kadar vahşi olmamıştı, hiç bu kadar kanlı olmamıştı. Türkiye’de ise İhsan Eliaçık’ın deyimiyle; “abdestli kapitalistler” meydanı boş bulmuş, at oynatıyorlar. Soma’da, madende ölen işçilerin acısı hala yüreklerde dururken, iş cinayetlerinde ölen işçilerin haberleri geldi. Ölenler ise hep yoksullar... İnşaat sektöründe ölen işçilerin vebali, inşaat sektörünün sınırsız ve kontrolsüz bir biçimde büyümesine dayanan AKP’nin uyguladığı ekonomik politikalarda aranmalı. Din üzerinden siyaset yapan bir partinin, hakkaniyetten, helal kazançtan bahsetmesi, iş kazalarında önlem almak ve sektörü denetlemek yerine, şehit oldular, dua okuyun demesi nasıl bir ikiyüzlülükse, aynı zamanda vicdanların çürüdüğünün de bir göstergesi. Abdestli ya da abdestsiz kapitalizm kanlı elleriyle iş başında, buna sessiz kalmamak gerekiyor, mücadele etmek gerekiyor, elbette ki örgütlü mücadele şart. Hiç bir şey yapmayıp kapitalizm mezalimine sessiz kalanlara son sözümüz; “unutursanız kalbiniz kurusun…”
LÜTFİYE BOZDAĞ
Sayfa 27
İNADINA
Ecelsiz dürüldü canlarımız kırıldı kaç dalımız. İnadına kansız çiçekler açtık sürgün verdik, inadına, toprağın rahmine can kattık. Yangınlarda kaldık yandı bir yanımız, bir yanımız taze dal kaldık. Bil ki, kaynıyor kanımız yangınlarında senin, inadına dört mevsim inadına Memleketim...
NECİP TIRPAN
AŞKA YAPILDI DARBE O günden beri kimse anlatamadı Şirine ne oldu Aslı yaşamakta mı Leyla nerede Haber de veremiyoruz ki Ferhat Kerem Mecnun Ayrı hapishanelerde Dünya bile güler nasıl oluyor dersen Aylardan eylül Yıl bin dokuz yüz seksen
SEMA LALE
Emeğin Sanatı 160. Sayı
ŞEHRİBAN, GÜLŞEN, BEN
RESİM: ADNAN DURMAZ
uzaklardan gelirim,yolum uzun yorgunum,dinlenemiyorum yaşamak kavgası aman vermez düşman tepemde,ardımda her gün bir kayıp veririm canımdan,can evimden ben yaşıyorum işte düşe kalka uzaklardan gelirim yüküm ağır dayanmaya yemin etmişim namusum,vicdanım izin vermez pes edemem,vazgeçemem daha yeni yarıladık yolu yarı yoldan dönemem
bir kış ortasında açtım gözümü gecenin ayazında tükürsen havada donar gökte yıldızlar cilveleşir ay ışığı vurur beyaz karlara gecenin ortasında ışıl ışıl karların üzerinden yansıyor sanki gözlerim yeni açılmış büyümüş gözlerle seyrederim bütün canlılar hareket içinde dinlenmeye kalksan donarsın kurtlar ulumakta derin derin
Sayfa 29
sanki yalvarır gibi tavşanlar kulak kesilmiş kar üstünde yürürler çıt yok köpeğimiz sıcak bir yer bulmuş sıcak gübreye dalı vermiş arasan bulamazsın ben yürüdükçe karlar üzerinde müthiş bir ses çınlıyor gecede gülşen doğum sancılarında komşu kadını yardıma çağırmalıyım sesimi en derin uykulara duyurmalıyım bir ananın eli gerek yeni bir hayatın yaratıcıları ne çok şey borçluyuz size ne kadar geç anladım meğer kar üzerinde müthiş ayak seslerim tepede acı acı uluyan kurt çıt çıkarmadan yaşayan tavşan sesim geceyi parçalamalı karla kaplı dik yamaçlar sesimi büyütüyor hiç bir uyku dayanamaz
işte şehriban dünyaya gözlerini açtı sanki bize bakıyor gülşen mutluluk içinde acı çekiyor derin derin bana bakıyor biraz kederli,biraz sevinçli işte bir aile olduk ben sabahın köründe yola düşeceğim askere gidiyorum acı içindeyim,bocalıyorum o gün bu gündür yürüyorum bu gün geriye yürüdüm aynı yolu bir daha yürüdüm gülşen,şehriban,ben kol kola.
HIDIR KARAKUŞ
Emeğin Sanatı 160. Sayı
HOŞ GELDİN BEBEK / Özlem KESKİN Nasıl içten söylüyorum bunu bilemezsin. Böyle bir karşılamayı hak eden tanıdığım en özel bebeksin. Bir ben biliyorum ama bunu. Bir de elma ağaçları ve balıklar… Hoş geldin bebek. Dünya çiçek bahçesi oldu sen gelince. Sessizce geldin sen. Kimse bilmedi. Kimse dikkat etmedi gelişine. Helvalar, şerbetler yapılmadı. Ağlayarak, bağırarak geldin sen, sessizce… Kimse alkış tutmadı gelişine. Bazen bebekleri gökten melekler atar, insanlar tutar yeryüzünden. Melekler zahmet edip atmadılar seni. İnsanlar kıpırdamadı tutmak için. Bütün leylekler göç etmişti. Kargalar bile başka işlerdeydi. Kendi kendine geldin sen. Hoş geldin bebek.
Sayfa 31
Bütün bebekleri çıldırasıya bir sevinçle karşılarım ben. Bu da benim alışkanlığım. Hoş geldin, derim her gelene. Dünyaya dair bildiklerimi söylerim. Al kolla, der bırakırım annelerin kucağına. Bu kez benim işim de zor. Her zamanki gibi değil gelişin. Sen başkasın. Yanlış anlama; benim bebeğim değilsin. Ben doğurmadım seni. Ama en az benim doğurduklarım kadar zor senin de işin. Bunu neden söylüyorum? Dünyayı şairler sırtlar. Bir de çocuklar. İmgeyle dizelenmelidir şair çocukları. Her gün bin parçaya bölünür onların anneleri. Parçaları toplayarak varırlar sıcaklığına. Sonra geçtikleri her yere bir parça anne bırakmaktır görevleri. Bundan diyorum; işin zor senin. Sen parçaları toplayan olacaksın. Pis salyalarıyla bir çocuktan fahişe yaratanlara inat sen pembe parmaklarınla bir fahişeden anne yapacaksın. Küçücüksün. Annen senden de küçük. Savunmasızsın. Baban senden de savunmasız. Azıcık canları var onların. Ben gördüm kaç kere ölümle yaşam arası çizgide sallandıklarını. Her an birileri acıtabilir onları. Ben gördüm kaç kere acıdıklarını. Babasının çocuk yapamadığı bir adamdan sen kendine baba yapacaksın. Anladın mı beni bebek? Sen, bir adamla bir kadının olağan çiftleşmesinin istenen ya da istenmeyen ama mutlaka beklenen ürünü değil; iki küçük zavallının şaşkınlığısın. Korunaklı bir yuva değil gözlerini açtığın. Soluk soluğa çöp taşıyor halen iki minik kuş. Yuva olacaksınız, inandım ben. Kuşsun sen; gökkuşağına boyanmış yumurtandan çıktın. Hoş geldin bebek. Elini, yüzünü, gözünü alıp hoş geldin dünyamıza. Sen tüm doğmuşlardan daha sıkı yapış memeye. Em bebek. Em de çoğal. Senin daha çok aç kalma tehliken var. Daha çok üşüme, daha çok incinme tehliken. Daha çok em sen. Kimi doğmadan hazırdır yaşamdan payı, kimi dişiyle koparmalıdır. Senin dişlerin yok şimdi; em bebek… Seni korkutmak niyetinde değilim. Hiç kastım yok dünyaya. Elden elle satılmışlığına kahrım. Bilemiyorum ki, yok ki garantisi. Kim almış, kim satmış, dünya kimin altında? Alabilsek sıcacık koynumuza, paklasak kirletilmişliğini... İmkânsız değil bebek; ben de fena çırpınmaktayım, annen kadar temiz olacak bir gün dünya. Ağla, çok ağla. Güçlensin ciğerlerin. Sesin, çıkmayı öğrensin. Sesi olmayan insanlar korkunç oluyor. Onlar felâket susuyor. Sen sesini edin bebek. Sessizce seslen. Çok şey bekleyecekler senden. Daha doğru olmanı, daha ahlaklı, daha hatasız olmanı isteyecekler. Hatalarla tanınır oysa yaşam. Sınayıp, yanılmalarla öğrenilir. Eminim bu hakkı sana vermeyecekler. Küçücük yanılgıların annenin bacağının arasına taşınıp, bağlanacak beyni bacağının arasından yönetilenler tarafından. Sanki elmayı ilk yiyen oymuş gibi saldıracaklar anne yanına. Sevişmekle çiftleşmeyi ayıramıyor daha onlar. Kendi kirlerine bulamak isteyecekler seni. Sen hep tetikte duracaksın. Ondan işte; içim içime sığmıyor. Bebek, sen çok yorulacaksın. Kaza ile arkadaşını düşürme şansın yok senin. Genlerinden kötülük yoklayacaklar kazanın ardından, insan olmanın genetiğiyle oynayanlar ve oynananlar.
Emeğin Sanatı 160. Sayı
Güzel çocuk Sevgi çocuk İpek çocuk Şeker çocuk Kiminsin sen çocuk? Denmeyecek sana. Herkes bilecek kimin çocuğu olduğunu. Herkes ezberleyecek seni. En minik türden bir kuşsun oysa sen. Gökkuşağından kabuğun var. Umursamayacaklar. Belirtisiz bir tamlamaya uyarlayacaklar adını. “……… çocuğu” En iğrenç takısını alacak çocuk sözcüğü. Senin üzerinden aklanmaya çalışacaklar. Güçlerini sınayacaklar sende; güçsüzlüklerinin resmi olan güçlerini. Dilleri ahlak dersi verirken yalanacak beyinleri. Daha yükseğe zıplamaya çalışacaklar senin yüreğinde tepinerek. Tanrıya daha yakın olmak niyetiyle oyacaklar gözlerini. Hem de iş edinerek yapacaklar bunu. Kutsanmış bir görev gibi. Hem de hep yapacaklar. Sen doğrulduğunda onlar yine omuzlarında olacak. Bunu bil ve aldırma tamlamalarına. Ben tamlarım seni. Korkum yok hiç. Rahat ol sen; ben de bildiğin gibi fena değilim. Ben istersem onların dillerinde kirle çalkanan tüm sözcüklerden oyuncak gemi yapar bırakırım senin ellerine. Dili oyunlarına katarım. Dil benim feryadım, bağırmışlığım, isyanım. Dil benim balım, oyuncağım. Dile harcatmam seni ben; tamlarım da, tamamlarım da… Aşk çocuk Aşk çocuğu Aşkın çocuğu Aşk dolusu çocuk Dünya çocuk Dünya çocuğu Dünyanın çocuğu Dünya dolusu çocuk Hoş geldin bebek. Hoş geldin kuşum. Seni de seviyorum, kabuğunu da… Göğsümde çırpınan senin kanadın, kabuğun kırılıp kırılıp onardığım yanım. Ama hiç, sakın bebek, hiç; umutla uyuşukluğu karıştırmayalım. Gökten üç elma düşmeyecek. Düşse bile kafanı delecek. Elmayla umut nasıl birleşecek o zaman? Bırak bunu da şairler yapsın: Baban en güzel elmaları getirecek ayaklarına kara suların indiği bir akşam, annen elmalı kek yapacak. Çay buğusu ve tarçın kokacak eviniz. İşte o an gözlerinizde çırpınan şey olacak umut. İşte o an ben kazanmış olacağım. Kaybetmez şairler. Onlar imgeler ota böcek, kelebek beneğine bebek. Sevinçten çıldırırken ellerim, görmez miyim seni? Suyun rengisin, dünyanın mavisi, göğe kanat, yaşamın sevdasısın sen. Hoş geldin bebek…
ÖZLEM KESKİN
Sayfa 33
DERSLİK
AN GELİR An gelir çıkıverir yüze... Bıkmıştır artık suda balık olmaktan ve uçarı bir dalganın kanatlarında takılır yıldızların peşine... An gelir çekiliverir el ayak... Ne kanat kalır ortada ne uçarı dalga ne yıldız... Yapayalnız ve yaralı ve bata çıka vurduğu gün karaya düştüğü gündür ölümler gayyasına ecelsiz, okşadığı gündür hançer kabzalarını Brutus'lerin... Ve kaldırmaya kalmadan başını şöyle bir vurgunlar art arda gelir ihanetler üst üste acılar iç içe... An gelir ölüm de yitirir anlamını yaşamak gibi tıpkı...
MUAMMER ERTURAN
yazılılarımız iyiydi aslında egemenler bizi sürekli tahtaya kaldırdı eksi sonsuza göndermek için fikrimizi bedenimizi biz de onun öğrettiklerini reddedip bedel ödedik hikayenin özeti budur müfettiş bey amca
ÖZER GENÇ
Emeğin Sanatı 160. Sayı
SUSKU SUSKU öylesine bir suskuyla çözülüp düğümleniyor kelimeler sıyrılıyor ve ayrışıyorum tüm kalıntılarından geçmişin bir köşeye atılmış duruyorken kalın ciltli kitaplar gibi tozları alınmamış raflar gibiyim mikrop saçıyorum… uzun bir yalnızlık taşıyıcısıyım kısa bir öyküyüm farzet her yaprak solgun ve kırılgan okuyamam gözlerini soluyorum belli ki…
sırtımda geziyor bir el sarhoş ve müptezel uçurum çiçekleridir senin koktuğun her yer çekilir yüreğim kendi ıssız köşesine ayyaş morluğu siner dudakların hecesine gözeneklerime gizlerim her soluduğumda seni sesim çıkmaz nefes alamam boğulurum belli ki…
MERİÇ AYDIN
Sayfa 35
SÜTÜNÜ EMDİĞİM Yüzün değişiyor kadın Şekli sıması endamının… İnsanlığa sığmayan Öyle bir terör ki/ Kuruyan yeryüzünde bu Görüp dağlanmayan – Yürekler bizim mi sandın? Oysa senden Aydınlanıp nur saçmandan Öyle korkuyorlar ki\ Uykular haram olur Haram olur yaşamak Koynuna girmediğin katillere Çünkü sensiz Özden ve tözden ayrık Hiç olan onlardır bu bataklıkta Yüzlerine tükürüp geçeceğin…
Aç gözlerini geleceğin\ Dün seni saran telaş Sarsın onları ebediyen… Zira sırtın Arş’tır Yüreğin Kevser suyu İçmeye doyamadığım. Bakışın var ya hayata Güneşsiz yaşanır mı bir gün? Bütün tutulmalar sana benzer - Her kıtada Dalgalanıp duran\ Bütün denizler de Bu yeryüzünde Anam Bacım Sevdiğim!
YAŞAR DOĞAN/Lolan
Emeğin Sanatı 160. Sayı
GÖRSELLERLE YILMAZ GÜNEY Görsel Düzenlemeler: ADNAN DURMAZ
Sayfa 37
Emeğin Sanatı 160. Sayı
Sayfa 39
Emeğin Sanatı 160. Sayı
HER İMGENİN TUFAN OLMASI AMAÇ
Adnan DURMAZ
Uzun uzun yağmak, uzun ırmaklarca akmak, büyük şelaleler gibi dökülmek, şiirin düşü değil mi ve aşkın ve umudun…. Ölmeden ne kadar akarsak o kadar iyi değil mi, uzaklara, zamana, kavgaya, aşka… Hâlâ okumadım yazdıklarımı; ne yazdığımı bilmiyorum; aklımı kaldırarak yazıyorum, susmak istemiyorum, hayatın tüm alanlarına dokunmak bütün yaraların acısı,isyanların yangınıyla.. Beni böyle ansınlar. Şair, don kişottur diye düşündüm; sokakta, tarlada, evde, kafasının içinde yeldeğirmenleriyle bıkmadan savaşır… Kimi zaman çağın yamyamlarıdır, kimi zaman dış dünyanın içinde açtığı sayısız esik, kırık, yıkık… Şair dizelere dökünce kavgasını ve sevdasını, ve dizeler başkalarının yüreğiyle bütünleşince, işte o zaman, don kişot da, yel değirmenleri de, bir roman kahramanı veya bir hayal olmaktan çıkar, cana gelir, başkalarının sevdalarının kavgalarının tanığı, ilacı ve kılıncı olur.. İnsan duygularının en uç noktalarında, bıçak sırtında yürüyen insanoğluna sanatçı denir.. Duygular yüreğin iklimleridir ve yürek bıçaksırtlarında ancak bütün kesiklere gönüllü olmadan dolaşamaz.. Evcil yüreği olanların yüreği kendi kuytuluğunda boş zamanlarında kelime bulmacaları üretebilir… Nefret ve sevgi, aşk ve kavga, sevincin kelebeği, gülüşün düşsel kokusu, ateşin raksı dokunmadan yazılamaz şiir.. Şair abartıların adamı değildir ve içinde ırmaklar akıtmak zorundadır..
Sayfa 41
Çağımız şiiri, isyanla sıkılmış bir yumruğun taşıdığı tüm anlamdır.. Troya’da tahta at kurnazlığı, Asur’da tutsaklara tecavüz edip derisini yüzen diktatörlerden bu yana , bilinen tüm zamanlarda halkları kan kustura kustura yükselen zulüm ve buna karşı direnenlerin savaşanların her yumruğu tarihsel bir birikimin tüm duygularını taşır.. Her yumruğun kalbî ve insanî boyutu kişisel anlamda kendi çağının acılarını aşklarını ve tüm duygularını da avucunda tutmaktadır.. Bu nedenle bir kanamadır, öfkedir, sevdadır, yaradır çağımızda şiir.. Şair bu nedenle aydınlığı yüreğinde taşırken duyguları ve bilinci en uçlarda dolaşan bir savaşçıdır.. İşi zordur, çilelidir.. Buradan anlaşılması gereken eline her kalem alanın yazdıklarının şiirle uzaktan yakından ilgisi olamayacaktır.. Yaşamın, kavganın, sevdanın, yalnızlığın, acının ve dünyanın ne kadar içindeysen o kadar çelikleşir duyguların ateşinde su verilen yüreğin.. Her duyguyu yazarken bütün çağların tam ortasında olmalısın; naçizane benim düşüncem budur… Uzun yolculuklar çileli oluyor; içinde o hep yürü diyen ses, çılgınca koşulan , menzili olmayan, belki de yürekte akan kanın duracağı, acının susacağı bir menzil arayışı, uzun dizelere yürümek.. Irmakların kıyısında çiçekler açar, güzel kuşlar akar ama onların başlarını taşlara vura vura, kayaları yara yara akması acılıdır.. Bazan bu dizelerin akışında yaşanan acı dayanılmaz oluyor ve insan susa kalıyor.. Garip olan, her durumda dinmeyen bir sızının çınlaması insanı halsiz düşürüyor… Başlangıçta bilmiyordum, yol nereye gider, belki biter üç adımda.. Ama gidiyor uçurumlar tırmanıp düşe düşe, yaşam gibi, aşk gibi… Ustalar böyle mi çıkardı bilmedikleri yollara.. Karanlık bir boşlukta akmak nasıl bir duygudur, biraz sonra nereye varacağımı bilmiyorum.. Önceden bir kitaplık dizeler yazmışlığım çoktur.. Ancak içinde net olaylar yaşanan nehir akışlarını yazmak kolaydı.. Gittikçe netleşen burada yazdıklarım duyguların macerası .. İnsan ki, hepimizin yaşadığının hiç kanıtı kalmayacak bir gün, bir gün hiç birimizi tanıyan hiç kimse olmayacak.. Bu zulum çağlarının tanığı olarak adı bilinmeyecek biriyim sonunda.. O halde yazdığım bu akışın içinde var olan kişiler yoktur aslında.. Birileri kendini bulur belki bir gün bir yerlerde.. Ama bu kırık bir ırmak ve renkleri tersine dönmüş akıyor; acıdır, birilerinin hem gönlünün hem de çağının acıları.. Belki doğmamış bir çocuk ilerde kendinden bir şeyler bulur… Değilse ben yokum, çünkü herkes gibiyim.. Acı ve yara, kavga ve sevda, ayrılık ve zulum akışı bu, hangi çağda yoktu ki.. İlerde olmasın, kimse de kendini bulmasın isterim.. Kavgamız bunun için sürüyor binyıllardan bu yana, çektiğimiz acılar bundan… Kuşkusuz, bir kurgulama olan bu yazı bitsin istiyorum. Kendimi kaptırdım, buradaki insan –şair— bütün şairler gibi nerede olursa olsun yalnızdır böyle bir çağda (ve insan özgürlüklerinin yok edildiği böyle çağlar —ki hiç bitmedi—) en çok şairler, ezilenlerin safında yer almış sanatçılar yalnızdır.. En çok onlar duyumsar insanlığın acılarını.. Aşk da, umut da, düşünce de, zincirlenmiş ve kanamalıdır... Bu kanamayı içinde yaşatmadan yazmak, sanat yapmak yalan olur.. Bu başıboş akışı yaşamaya
Emeğin Sanatı 160. Sayı
durdum, gecemi gündüzümü zaman kavramını karıştırdım... Acı veriyor belki bu yüzden bu şiir bitsin isterdim, bu yazı, bu hikaye; her neyse.. Çünkü yazdıkça içim sökülüyor, anlatılmaz bir acıyla içimin kalkerleri sökülüyor.. Her dizede cehennem kuruluyor dünyama.. Gerillalar çatışıyor, kan akıyor, asılan umutlar, bir karış sularda boğulan düşler… İhanetler, yanlış anlamalar, küfürler, tükürükler, katledilen güzel şeyler, katledilen insanlar; bitirsem bitiremiyorum.. Bir iç kanama varken yarayı dikmek gibi, susturamıyorum içimi, kendi tarihime not düşüyorum bu satırlarla.. Son damlayı kesip yattığımda, zaman mevhumu kayboluyor ve uykular boyunca bir yara sızlıyor.. Uyanınca yeniden başlıyor kıracı yara yara akan acının suyu sızmaya.. Bittiği zaman yeniden ele alıp tümünü yeniden yazmam gerekiyor, şiir olan olmayan ayrılacak.. Her imgenin tufan olması amaç.. İkinci, üçüncü kişiler düşünülmez yazarken, değilse yazılan kişiselleşir.. Kendini sigaya çeker kalem… Okuyan kendinden bir şeyler bulur ya da bulmaz..Değilse içtenlik değil akıl oyunu olur.. Sanat olmaktan çıkar.. Kendime bir dikleniş, yüreğime bir başkaldırı yazıyorum, şiir veya değil bilemem... İnana için dua ne kadar içten olmalıysa, her sanat insanın içindeki tüm duyguların içtenliğini yağmalı… Bir iç kanamadır şiirse, bazan kolay durmuyor; şiirse zaten şiir; kişinin kendine kafa tutması değil mi biraz da, kendine hodri meydan çekmesi, kendini yarıp yarıp akması.. değilse uzun bir saçmalamadır.. Saçmalama , sanatta atraksiyon, sözcüklerden labiret kuranlar, hiç duygu taşıyamaz.. Sadece aklın miskaliyle bulmaca kurar, yalnızca kendi anlar.. Şiir ise, duyumsanmalıdır.. Ani akışlarla başlar benim patlamam; Attila İlhan’ın benzetmesiyle, “tartışılmaz mükemmellikler/ ne gizli kusurlarla gelir “ ve daha sonra “en berrak sular bile/ en yağlı çamurlarla gelir “…. Ve doğum geldiği dünyanın yaşamsal maddeleriyle oluyor.. Hepimiz doğarken anamızın karnından bize yaşam sunan sıvılarla geldik… Kanama dinene kadar okumayacağım, şöyle bir bakmanın dışında.... Kaldıra sile kanasın varsın.. Ama PAYLAŞILMASIN , paylaşmam beni izleyen şiir dostlarımadır, bir de bana sürekli yazma isteği kamçılıyor..Benim ham halimde yazışımı izlesinler... Bir de kendime dışardan bakmak.. Bakıp bakıp yetersizliklerimden korkmamak, gerekirse yakasına yapışmak eksiklerimin.. Sıradan okuyana çok uzun gelebilir, gelir... Biz kederi, aşkı, yalnızlığı, devrimi, umudu, düşü üç lafla anlatmak niyetinde değiliz zira.. Ömür boyu sürer insanın bu yanları, yaşadıkça... Belki bir anda silip atarım tümünü, her şair ya da şiir yazdığını sanan gibi, yazdıklarım benim sevabım, günahım, hüznüm, yüreğimin haritası ve yaramdır..
ADNAN DURMAZ
Sayfa 43
DİNLE Bak güneşe Düşürme başını önüne Dinle ormanların sesini Dinle nazımı Örselenmiş umudumuzla Kara düşleren ayrılıp Güneşe gidelim El ele
HASİBE AYTEN
Emeğin Sanatı 160. Sayı
EYLÜL ZAMANI / Abdullah ORAL Öyle uzak duruyor ki yaşam bizden Geceler uyuyor acıların içinde Hayat ormanları kurşunlanıyor Yıkılmış korkunun kirli yanları Kalleş ölüme gönüllü koşuyor çocuklar kurşun eriterek körpe yüreklerinde Yağmurdan yine eser yok Direncin çığlığı yağıyor çağımıza Sevdanın isyanın Boyun eğmek döneklikti zulme Eylülde kanatılmış dağların yüreği Eylül yürekliler Dökülüp gitmekte namluların içine yılan hikayesi bütün düşler Tüketmeye çalışırken acıları Başlıyor kanamaya gözler Eylül geçiyor kapılardan Bakmayın martın baharı örgütlediğine Dolu vurmuş dallarına Göy ekin biçiliyor şimdi Paletler altında kalmış kardelen
Unuttuk kiloları Bir işçi iki baş soğan eder Yada üç patates Duymak kolay olsa duyardı herkes Aç çocukların sesleri tırmalıyor kulağımı Şimdi eylül zamanı Okşayan ölüm yanakları Sen ey baldırı çıplak Yaşama duyarsız insan Sen kulak asma bunlara Sevda türkülerinin söylendiği bir gecede Bölünmemişse uykuların Yürümemişsen yalın ayak Üstüne üstüne korkuların Ürkütmemişse direncim Ürkütmemişse açlık seni Bilemezsin eylülün getirdiklerini Bizimkilerde Acının baharı yaşanıyor şimdi Geriye kalanlar bilir işkencelerde Dağları nasıl kuşatılır yalnızlığın
Sayfa 45
Yeniden doğurmaya Aht etmiş kadınların Şarapnel dökülmekte rahimlerinden Analar şallarını örtüyor Ölü çocukların üstüne Dudaklarında paramparça sevdanın çığlığı Çıplak namluya sürülmüş ekmek Dün gibi taze yarına yüklenmiş acılar Kim duyuyor kim görüyor Kapılardan eylül geçiyor Eylül geçiyor Sarkık memeler annenin utancından Aç bebenin gözlerinden Eylül geçiyor Ekmeği çalınmış soframızdan İşçi yutan fabrikalardan Yorgun iş dönüşünden Eylül geçiyor Sokaktan mahpustan hücreden Tüketildikçe yaşam Direniyor insan Şimdi eylül zamanı Eylül geçiyor kapılardan
ABDULLAH ORAL
Aldanmayın sakın ha Takvimlerin gösterdiği tarihe Mayıs temmuz aralık yok Şimdi eylül zamanı Yaşamın yüreği hançerlenen Gençliğin sevdası Gelinin tel duvağı İşçinin emeği Annenin özlemi Varlık anlamını yitiriyor her şey Yaşayıp yazamadığım şeyler gibi Mutluluğun resmini çizmek ne kadar zorsa Mutsuzlukta aynı zorlukta Henüz yazılmamış türküler misali Söylenmemiş sözlerle, öpülmemiş yüzlere Otuz marta yazılmış ezgiler okunur şimdi Gözlerimde yağmur başımda bulut Dağlar uzağında güneşin Ne zaman başımı kaldırsam Baksam gökyüzüne Gözlerime yıldızlar yağar O zaman anlarım Yıldızlaşmış umutlar
Emeğin Sanatı 160. Sayı
BİR YARATICILIK HÂLİ: YAZMAK[*] / Temel DEMİRER “Yararsız olmak, ölü olmaktır.”[1] “Sanatsal”, “estetik”, “edebî” bir yaratıcılığı değerlendirirken; çok düşünmek, tartıp-ölçmek; çok az konuşmak gerekir. “Eleştiri”, taraflılığını asla gizlemeden, ayan beyan tavrıyla, böyle bir şey olabilirse anlamlıdır. Bu nedenle ister değerlendirme, ister eleştiri, ne denilirse denilsin, o hâle dair hep, William A. Ward’ın, “Beni pohpohlarsan sana inanmam, beni eleştirirsen seni sevmem, beni görmezlikten gelirsen seni affetmem. Ama bana cesaret verirsen seni asla unutmam”; Johann Wolfgang Von Goethe’nin, “Düzeltmek çok şey sağlar, ama eleştiriden sonraki cesaret, sağanak yağmurdan sonra çıkan parlak güneşe benzer,” sözlerini anımsar/ anımsatırım. “Neden” mi? Gayet basit: Yaratıcı-yıkıcılık olarak da nitelenmesi mümkün olan değerlendirme/ eleştiri cesaretlendirme/ yüreklendirmedir. Sarah Bakewell’a 2010’da İngiltere’nin ‘Ulusal Kitap Eleştirmenleri Ödülü’nü kazandıran “Nasıl Yaşanır?” sorusuna, “Her şeyi sorgulayın” yanıtını vermesi[2] de bundandır… ***** “Yazmak”, yaşamak ve yaşatmak kadar cesaret işidir. Çünkü bir Latin Atasözü’ndeki üzere, “Utanmasını bilmemek, utanç verici bir şeydir…” Yazarken, yani yaratırken Ali Berktay’ın, “Gün siyasi iktidarlara akşamlı olabiliyor, yaratıcı sanatçılara değil,”[3] notunu asla “es” geçmeden; “Anne bak kral çıplak” diye haykıran isyancı çocuk yanımızı daima diri tutabilmeli ve Pablo Picasso’nun, “Her çocuk sanatçıdır. Mühim olan büyüyünce de öyle kalabilmektir,” sözlerini unutmamalıyız. Sadece bu kadar mı? Hayır bir de, Oscar Wilde’ın, “Sanat eserinin güzelliği yaratıcısının ya da yazarının olduğu gibi olmasından gelir...”; J. Wolfgang von Goethe’nin, “Elleriyle çalışan insan işçidir. Elleri ve kafasıyla çalışan insan ustadır. Elleri, kafası ve yüreği ile çalışan insan sanatkârdır,” betimlemeleri eklenmeli yazmak ya da edebiyat meselesinden söz edilirken… ***** İyi de bu düzlemde “Edebiyat nedir” mi? Binlerce yanıtı var elbet. Ama ben “edebî” bağlamda Umberto Eco’nun yanıtını benimseyenlerdenim:
Sayfa 47
“Edebiyatın amacı sadece insanları eğlendirmek ve avutmak değildir. Aynı zamanda, daha iyi anlamak istediklerinden aynı metni iki kez, hatta belki de birkaç kez okumaları için insanları harekete geçirmek ve heveslendirmektir. Bu bakımdan, çifte kodlamanın istemsizce yapılan soylu bir hareket değil, okurun zekâsına ve iyi niyetine saygı göstermenin bir yolu olduğunu düşünüyorum.” “Ödülü” ve “Ödüllendirilmeyi” reddeden edebî yaratıcılık, ‘Nobel Ödülü’ne “Hayır” diyen Jean Paul Sartre’ın şu sözlerini daima terennüm eder: “Resmi payeleri hep reddettim. Legion d’Honneur’ü de kabul etmemiştim. Fransız Akademisi’ne de girmedim. Yazar kendisinin bir kuruma dönüştürülmesini reddetmelidir. Bu onur verici bir paye dahi olsa, bunlar kişisel nedenlerim. Ayrıca şu da var: Ben iki kültürün barış içinde bir arada yaşayabilmesi için uğraşıyorum. Elbette çelişki ve çatışma var ve olmalı. Burjuva bir ailede yetiştiğim hâlde sosyalist oldum. Sempatim ondan yanadır. Bir de bu yüzden, bu ödülü verenlerin konumundan dolayı, kabul edemem… Benim gibi yaşlı bir devrimciye böyle bir ödül vermek, kapitalizmin öç alma girişiminden başka bir şey değildir…” ***** Devam edelim… Düşünsel bir faaliyet olarak edebiyat: Öğrenerek, yaşayarak düşünen insanî bir yaratıcılıktır. Yeni bir düşüncenin “olağan” denilene verdiği sarsıcı acı; aynı şeyi düşünenlerin düşünmemişliklerini deşifre edip; Jacques Audiberti’nin, “Hiçbir şey demiyor, daha fazlasını da düşünmüyor”; Antoine de Rivarol’un, “Berrak olmayan söz, söylendiği dilde değildir,” uyarılarının altını da çizerken taraflı ve net olduğunu haykırır yüksek sesli prangasız özgürlüğüyle… Gerçekten de yazmak eyleminin, edebî faaliyetin ticarete dönüştü(rüldü)ğü kapitalist çerçevede Orhan Pamuk’un İletişim Yayınları’ndan Yapı Kredi Yayınları’na geçerken transfer ücreti olarak 1 milyon dolar aldığı bir ortamda,[4] sanatta star sisteminin ne demek olduğu bir kez daha hepimizin bilgisine sunulmaktadır… Kimse inkâr edemez: Sürdürülemez kapitalizmin sanatta star sistemi dayatmasıyla edebiyat ve sanatın sürüklediği verimsizlik, çıkışsızlık yazınsal ortamı “ticaret alanı” hâline dönüştürdü. Böylelikle yazınsal faaliyet metalaştıkça, pazarlama nesnesi olarak dolaşıma katılır oldu. Bu koşullarda, meta-kitap daha çok okunmaya değil, tüketilmeye odaklanan bir anlayışla piyasaya sunuluyor sunulmasına da… Adnan Özyalçıner’in ifadesiyle “Metalaştırma edebiyatın önünü kesiyor… Oysa Edebiyat yaşamı savunmaktı…” değil mi? O hâlde yazar, W. Shakesperae’in, “Altın sarı pırıl pırıl kıymetli altın/ Bunun bu kadarı karayı ak çirkini güzel/ Eğriyi doğru alçağı yüksek, ihtiyarı genç, korkağı yiğit eder,” diye betimlediği meta ilişkileri sarmalına ilişkin olarak, “Retro me satanas/ Şeytan benden uzak dur!” diyebilmelidir… ***** Yazmak cesarettir. Yani dünyayı değiştirmeye taraf olma cesaretidir. Bir yerde “deliler” yapabilir bunu; teslim olmayanlar; malın mülkün teslim alamadıkları... Yani gökyüzünde yaşayanlar; denizlerde soluk alanlar; cesurlar, cüretkâr “deliler” yapabilir bunu... Onlar ki “11. Tez”in bilincinde olanlardır. Yani dünyayı değiştirme gerekliliğine; artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağına bağlananlar yazabilirler… Mesela Nicanor Para’nın, ‘Genç Şairler’ başlıklı şiirindeki gibi:
Emeğin Sanatı 160. Sayı
“Nasıl isterseniz öyle yazın/ Nasıl anlatırsanız anlatın/ Öyle çok kan aktı ki köprülerin altından/ İnanmak yerinde değil/ Tek yolun doğru yol olduğuna./ Şiirde her şeye izin var./ Ama unutmayın temel koşulu:/ Bir şeylerle dolmalı boş sayfalar”… Parra’ya katılıyorum. Yazılmalı. Boş sayfalar doldurulmalı. ABD’li romancı Thomas Wolfe sokak duvarlarına bile kömürle yazarmış... Kolay mı? Bir cüret olarak yazmak konusunda 2005’te Berlin’de düzenlenen ‘Uluslararası Edebiyat Şenliği’nin açılış konuşmasında Carlos Fuentes, “Gerçeklik durağan değil, değişkendir. Gerçekliğe ancak onu olmuş bitmiş bir şey olarak tanımlamaya kalkışmazsak yaklaşabiliriz… Edebiyatta siyasal güç olsa olsa ayrıksı bir biçimde olabilir,” demişti. Ve nihayet Stendhal’ın, “Bir tek kural tanırım: Üslûp çok açık seçik, çok basit olamaz”; A. Camus’nün, “Anlaşılmaz bir biçimde yazanlar şanslı: Onları yorumlayanlar olacak,” notunu düştükleri yaratıcılık açısından iyi bir yazın bize kahramanının gerçeklerini, kötü bir yazınsa yazar hakkındaki gerçekleri anlatır. Son bir şey daha: Latin deyişindeki üzere, “Yazan iki defa okur”ken; yazmak için yaşamak, taraf olmak ve kütüphaneleri devirmek “olmazsa olmaz”dır… ***** Yazmak, bir modanın veya öne çıkarılanın ürünü olamaz ve olmamalıdır da… Çünkü Oscar Wilde’ın, “Dayanılmaz bir çirkinliktir. Her altı ayda bir değiştirmek zorunda kalışımızdan belli değil mi?”; George Santayana’nın, “Barbarca bir şeydir; mantıksız yenilikler ve yararsız taklitler yaratır,” diye betimledikleri “moda”, kısa sürede unutulmaya mahkûm olan; kalıcı olamayandır… Kalıcıyı yazmak, “endişe”dir; “kuşku”dur… Kuşkusuz, endişesiz yazılamaz… Miguel de Unamuno’nun, “Kuşkucu, kuşkulanan demek değildir. Bulduğunu ileri süren ve sanandan farklı olarak, araştıran ve soruşturan demektir,” diye betimlediği hâl, bir eleştirmenin, gözlemcinin baş özelliğidir. Gerçeğe doğru atılmış ilk adım olarak kuşku bir eleştiri öğesidir ve eleştirinin eğilimi ister istemez kuşkucudur. Bu bağlamda da gerçeğe ulaşabilmek için herkesin geçmek zorunda olduğu bir dehlizdir kuşku. Kuşku, meraka mündemiçtir… Kuşkusu kadar merak etmeyen, merakla sorgulamayan yazın da olamaz… Mark Twain’in, “Bundan yirmi yıl sonra yapmış olduğun şeylerden çok, yapmamış olduğun şeylerin düş kırıklığını yaşayacaksın... Güvenli limanlardan demir al, engin denizlere yelken aç. Şişir yelkenlerini. Keşfet. Hayal et...” diye betimlediği merak resmî ideolojinin katletmek istediği bir mucizedir… Önemli olan, sorgulamaktan vazgeçmemektir... Çünkü merak nedensiz değildir; “Merakı hiçbir zaman elden bırakmayın,” der örneğin Albert Einstein… ***** Tamamlıyorum: Yazın emekleri onu anlamayan insanlar tarafından basılırlar; onları anlamayan insanlar tarafından satılır; onları anlamayan insanlar tarafından satın alınır, okunur ve eleştirilirken; Yevgeni Zamyatin’in, “İlk kitabın yazıldığı gün, insan maymun olmaktan çıktı, maymunun hakkından geldi,” sözleriyle betimlediği yazmak: Herşeydir ve hiçbir şeydıi! Yazılmışı
Sayfa 49
gören gözdedir keramet… Son bir şey daha: Edebî yazında, “Humilitas occidit superbiam/ “Alçakgönüllülük, kibri yener,” her seferinde…
TEMEL DEMİRER
NOTLA R [*] Ümüş Eylül Dergisi, No:12, Temmuz-Ağustos-Eylül 2014… [1] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.543. [2] Sarah Bakewell, Nasıl Yaşanır, Çev: Emre Ülgen Dal, Domingo, 2013. [3] Ali Berktay, Tiyatro-Devrim-Meyerhold, Mitos-Boyut Yay., 1997. [4] Selin Sayar, “Transfer Edebiyatı!”, Milliyet, 11 Temmuz 2013, s.9.
OLMAZ RENGİ ÖLÜMÜN
Bağrımda yanan diliyle uzaklara açıyorum sesleri kalbime bağırıp duruyor isyanı çocukların geriyorum göğsümü hüznün sonsuzluğuna cayır cayır yanan şehirde dikince gözlerimi bulutlara rüzgara bir çığlık kuşların kanadında yankılandı rengi olmaz ölümün! dedik biz biz demiştik yıllar da hızlıca geçmemiş ki oysa göç vakti ölüme
Boyu alçak sevgilerin ancak bir şiir uzatır vicdanı ölüme göç vakti kurşunları yağdıkça üzerime üzerine olmaz çocuklara sustur ölümü
BURCU TÜRKER
EmeğinSanatı Sanatı160. 160.Sayı Sayı Emeğin
PTOLEMAİOS
İskenderiye kütüphanesine yürüyorum Yakılmış yıkık tarih taşlarına basa basa Bağdat'ın ara sokaklarında Gözlerim iskenderiye feneri Darmadağan aklıma oluyor rota
Daralıyor daralıyor göğüs kafesim Şarapneller altında Küçük generallerin yurdu Ah filistin filistin Küçük ellerinde cesetler öbek öbek
Kaçakçılar heybesinde gelirdi şamda Kumaşın hası kadifeden Mavi mir seslerde kaldı Çıkınımda bir hurma birde lavaşta dürüm Yangınlar yeri tüfekler çatmış
Ah ah kadim kederli coğrafyam Güneşi içenler türküsü söyler Dar pencereden ufacık bir kız Sigaramın üşüyen ucunda Yakarım yakarım her gece kendimi
Namlunun ucuna takmış dağ lalesini Yeşil gözlerde bakar arpacık Datmam kürdün gelini Ağıtlarda dinmeyen cesaret Kobanê geçitinde şeytan müfrezesi
HAMZA İNCE
Sayfa 51
GÖZLERDEN BAŞLAMALI BARIŞA gözlerden başlamalı barışa bakışlar zeytin dallı defne kokulu olmalı o ucuz tacın anlamını bilmeli tiranlar üstümüzden uçurmadan uçakları bombalar yakıp yıkmadan sevgiyi yalnız bırakmadan insanlar barış barış bakmalı ufku yoklamalı bir avuçlayıp göğün kızılını ak güvercinlere verip alnını kanat çırpıp güneşe dostluğu kardeşliği indirmeli çadır kentlere dostluğun kardeşliğin selamını şeker tadında kapı önlerine çiçek çiçek yürek yürek bırakmalı çiçek ve barış ezilmezse paletlerinde tankların her çıkmaza yol bulur bitirir savaşları yeşerir dağ bayır o zaman ne insanlar ölür ne çocuklar yetim kalır
BEKİR KOÇAK
oynayın çocuklar soğumadan çadırlar boğulmadan karanlığa kentler oynayın yıldızlar parladıkça göçüp gitmedikçe ay adını siz koyun güzelliklerin aç gözlerden muhtaç gözlerden uzakta eviniz olsun savaşlardan usanmış mini minnacık saray
Emeğin Sanatı 160. Sayı
DİZELERDE “ŞİİR VE ŞAİR” Her şey şiirdir ve imgeler ki Sancılı ve karmakarışıktırlar Bir elden bir başka ele geçen duyum İki ırmak gibi birleşen dudaklar. ATAOL BEHRAMOĞLU şiirin suhtelerin, ulemanın, 'üstatların' fetvasına tahammülü yok kuru, ruhsuz, didaktik ve maalesef naif metinler ancak alacakaranlıkta şiirdir CELÂL İNAL Günün en yorgun saatlerinde Şiir Gözlerindeki ürperti gibidir (Gökyüzünün aynasıdır gözlerin Günün en yorgun saatlerinde) ANIL MERİÇELLİ
Kimi şiirler Okunur arkasında Kendi ateşimiz varsa. BEHÇET NECATİGİL Şiir: Aşk mektuplarının cerbezeli çiçeği Yoksulluğun biricik çelengi Mutsuzluğun külhanî rengidir. SEYYİT NEZİR Elinde parlak bir yıldız vardır Şairin ve herkes şaşırır buna Bir de önüne her çıkan taşa Takılmasa. ALTAY ÖKTEM Bir gözlemevidir ozan yalnız bulutlara değil bakar sıradan bir insanın günlük dertlerle dolu yaşamına da. KEMAL ÖZER
Neden diyorsun bana Şiirlerin söz açmaz Düşten, yapraktan, Doğduğun ülkenin Koca yanardağlarından Gel de gör caddeler kan revan Gel de gör caddeler kan revan Gel de gör kanı caddeler boyunca akan. PABLO NERUDA
DERLEYEN: A.Z.ÇAMUR
Sayfa 53
YAŞAM VE SANATTA
1 AYIN İZDÜŞÜMÜ
FİLİSTİN DİRENİŞİNİN ŞAİRİ SEMİH EL KASIM SONSUZLUĞA YÜRÜDÜ.. Filistin direnişinin büyük şairlerinden Semih El Kasım, 20 Ağustos 2014 günü sonsuzluğa yürüdü. " Filistin resmi haber ajansı WAFA'da yer alan haberde, yaklaşık üç yıldır kanserle mücadele eden ve iki hafta önce Safed hastanesine kaldırılan "Direnişin şairi" olarak anılan Semih el-Kasım'ın 75 yaşında hayatını kaybettiği bildirildi. Yeni kuşak Filistin şairlerinin önde gelen isimlerden Kasım'ın, 60'a yakın eseri bulunuyor. Şiir, roman, tiyatro ve nesir alanında çalışmaları bulunan, kitapları birçok dile tercüme edilen Kasım, Mahmut Derviş'ten sonra Filistin'in ikinci büyük şairi olarak biliniyor. Ramle'de 1939 yılında dünyaya gelen ve çocukluğu Ramallah'ta geçen Kasım, Nasıra'da eğitim gördü. Öğretmenlik yaptığı sırada yazdığı ikinci şiir kitabı sansüre uğrayınca mesleğinden uzaklaştırıldı. Milliyetçilikten dolayı birkaç kez hapse atılan Kasım, Hayfa'da yayımlanan "ElCedid" isimli dergide yazmaya başlayarak, hayatını kazanmaya çalıştı. İsrail’deki Arap azınlığın ve Filistin halkının hakları ve kimliğini tutkulu bir dille savunduğu yurtsever şiirleriyle bütün dünyada tanınan Semih el-Kasım, Arap dünyasında işgale karşı mücadelede kararlılığın simgesi olarak görülen dizeleriyle “direniş şairi” olarak niteleniyordu.
Emeğin Sanatı 160. Sayı Semih El-Kasım, çok uzun süredir İsrail Komünist Partisi üyesiydi ve siyasal inançlarından ötürü pek çok kez tutuklanmış, şiirleri yasaklanmıştı. Birçok şiiri dünya dillerine çevrilmiş olan El-Kasım, uzun yıllar gazetecilik yapmış, İsrail’de Arapça yayımlanan “Kul el-Arab” dergisinin yayın yönetmenliğini üstlenmişti. Son dönem şiirlerinden birinde, “Ölüm, seni sevmiyorum / Ama korkmuyorum senden / Biliyorum, gövdem döşeğin senin / Ruhumsa battaniyen / Biliyorum, kıyıların dar bana / Ölüm, seni sevmiyorum / Ama korkmuyorum senden” diyen El-Kasım, İsrail ordusuna katılmayı reddeden ilk Dürzilerden biriydi ve Mahmud Derviş, Tevfik Zeyyad, Raşid Hüseyin gibi şairlerle birlikte, daha 1950’lerde köylerde düzenlenen şiir dinletilerinde Filistin’in İsrail’e karşı çıkışını dile getirmişti. Semih el-Kasım, son söyleşilerinden birinde, “Beni ve şiirlerimi kimin hatırlayacağı umurumda değil. Yeter ki, Filistin halkı özgürlüğüne kavuşsun, Arap dünyası birleşsin, tüm dünyada sosyal adalet gerçekleşsin, uluslararası barış kurulsun” demişti. 75 yaşında, kansere yenik düşmeden bir gün önce, önce yazdıkları daha da anlam kazanıyor: ”Ukavumu, ukavumu, ukavumu / direnin, direnin ve direnin...!” Filistin halkı, direniyor. Filistin halkı, onun şiirleriyle oluşturduğu direniş damarı ile intifadalara devam ediyor.
ŞAFAĞI BEKLERKEN Bizim doğduğumuz gün direniş de doğdu Sen sevin gökyüzü… Biz buradayız, için rahat olsun Sen sevin yeryüzü. SEMİH EL-KASIM ŞÜKRÜ ARGIN: “EDEBİYAT, 12 EYLÜL’Ü KALBEN DESTEKLEDİ” Osman Akınhay’ın Mesele dergisinin Eylül 2007 sayısında Şükrü Argın'la gerçekleştirdiği söyleşide. 12 Mart darbesinin kendi edebiyatını yaratmasına karşın 12 Eylül'deki sessizliği, 12 Eylül ile edebiyat arasındaki ilişki sorgulandı. Bu söyleşide göze çarpan en önemli saptama şuydu: Edebiyatın, 12 Eylül’ü bilinçli bir şekilde desteklediğini söyleyebileceğimizi pek sanmıyorum. Üstelik, bunu söylemek -bence- işi hafife almak olurdu. Ben, edebiyatımı-
Sayfa 55
mızın 12 Eylül’e yönelik körlüğünün altında bilinçli tavırlardan çok -deyiş yerindeyse‘bilinçaltı’ndan kaynaklanan tepkilerin yattığını düşünüyorum. Ya da şöyle ifade edeyim: 12 Eylül, edebiyatımızın bakmadığı değil, bakamadığı bir olaydır. Başka bir deyişle, edebiyatın gözlerini kaçırdığı değil, gözlerini üzerine çeviremediği bir olaydır 12 Eylül. Baksa, bakabilse, tıpkı içinde yer aldığı toplum gibi, kendi felaketini görecektir çünkü. Söyleşinin tümünü okumak isteyenler için kaynak: http://www.edebiyathaber.net/sukru-argin-ile-soylesi-edebiyat-12-eylulu-kalben-destekledi/
OSMAN COŞKUN’DAN YENİ BİR KİTAP: “GEL Bİ ÇAY İÇELİM” Emeğin Sanatı dostlarından üretken şair Osman Coşkun’un deneme ve öykülerinden oluşan yeni kitabı yayınlandı. Osman Coşkun, Edirne’nin keşan ilçesinde yaşayan, okuyan, araştıran, öğrenen; öğrendikçe, araştırdıkça üreten genç bir insan. Yaşadıklarından süzdüklerini kimizaman şiirlere, kimi zaman denemelere, öykülere dökerek yaşamı çiçeklemeyi, dünyayı saran karanlığa bir ışık hâlesisunmayı amaçlamaktadır. Daha önce “Sen Olsaydın”, “Bereket Versin”, “Nefesin Ruhumdur” ve “Çare” adlı şiir kitaplarıyla tanınan Osman Coşkun’un bu yeni kitabında onun düşünce dünyasına kapılar aralanmaktadır. Osman Coşkun’un denemeleri, aşk-toplum-yaşam üçgeni içinde düşlerini düşüncelerini yansıtır. İnsan sevgisi, barış özlemi ve sokaklar ana dekorudur. Kıvrak bir dil, engin bir gözlem gücü, geniş boylamlı bir duyarlık, yoğun insan sevgisi...İşte Osman Coşkun’un yazı dünyası.....
PEN TÜRKİYE MERKEZİ’NDEN ADALET İÇİN ÇAĞRI PEN Türkiye Merkezi, Türkiye’deki adaletsizlikler ve dünya barış günü nedeniyle bir açıklama yayınladı: “1 Eylül Adlî Yıl Başlarken 21 Eylül Dünya Barış Günü Yaklaşıyor...
Emeğin Sanatı 160. Sayı
Hitler Almanyası'nın saldırısı bağlamında 1 Eylül BM tarafından “Dünya Barış Günü” ilan edilmiş, sonra bu tarih 21 Eylül olarak değiştirilmişti. Ama Türkiye’de barış ideali bağlamındaki etkinlikler hâlâ 1 Eylül günü yapılmakta, bu yüzden 21 Eylül “Dünya Barış Günü” ise barış güçlerimiz uluslararası gündemin dışında kalmaktadır. Oysa barış etkinliklerimiz tüm dünya ile birlikte olursa daha çok yankı getirmez mi? 1 Eylül günü Adlî Yıl başlarken, savunma hakkını temsil eden Baro Başkanı konuşurken Cumhurbaşkanı koltuğu boş. Bakan koltukları da. Sivas katliamına zaman aşımı rezaleti, alçakça örgütlü katledilen yurttaşımız Hrant Dink’in dava süreci, korkunç Uludere katliamı, kâr uğruna Soma dolaylı katliamı ile sonraki yanlış bilgi ve baskılar, polislerce öldürülen Gezi gençlerimizle ilgili süreçler… Öte yandan yazar, gazeteci, çevirmen ve yayıncılara türlü cezalar, işsiz bıraktırmalar, hücre hapisleri… Hapiste ya da sürgünde harcanan yıllar, ömürler… Kendine “ak” diyen iktidar partisinin aklanmaktan kaçınışı: engellediği yolsuzluk soruşturmaları, fezlekeler, davalar… Bu ortamda, adalet mekanizmasının tüm gerekleri ile işlediği bir adlî dönem dileriz. PEN Türkiye Merkezi olarak hak ihlallerine karşı duyarlı ve tepkiliyiz. Dünya barışı yönünde laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti mücadelemiz sürüyor. Sesimiz uluslararası demokrat kamuoyunda yankı buluyor. Yalnız değiliz, ama daha çok emek hayatî.”
2014 CEVDET KUDRET EDEBİYAT ÖDÜLÜ DÜZENLENİYOR: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve TÜYAP’ın işbirliğiyle, beş ayrı dalda dönüşümlü olarak verilmekte olan ‘Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü bu yıl roman dalında verilecek. Ödüle, 1 Eylül 2013 – 31 Ağustos 2014 tarihleri arasında basılmış romanlar aday olabilecektir. Hasan Ali Toptaş, Semih Gümüş, Handan İnci, Asuman Kafaoğlu Büke ve Burhan Sönmez’den oluşan Seçici Kurul’un kararıyla belirlenecek ödül, TÜYAP Kitap Fuarı’nda yapılacak bir törenle verilecektir. Aday kitapların en geç 31 Ağustos 2014 tarihine kadar 6 nüsha olarak, yazarın kısa özgeçmişi ve adaylık başvurularını belirten dilekçe ile birlikte “Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Cumhuriyet Mah. Silahşör Cad. No: 71 Bomonti-Şişli/İstanbul adresine gönderilmesi gerekmektedir. (CUMHURİYET)
Sayfa 57
ŞİİRİMİZDE HECENİN GÜÇLÜ SESİ BEKİR SITKI ERDOĞAN SONSUZLUĞA YÜRÜDÜ Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin değerli isimlerinden Bekir Sıtkı Erdoğan halk şiirinden aldığı şiir kaynağını özgün ve güçlü bir sese dönüştürdü. Öyle ki, şiirleri, halkın arasında anonim bir ozanın şiirleri gibi yaşadı, var oldu, dilden dile ulaştı. Karamanlı olan şair, Kuleli Askeri Lisesi ve 1948’de Kara Harp Okulunu bitirdi. Subaylığı sırasında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nden de mezun oldu. Çeşitli okullarda edebiyat öğretmenliği yaptı. Şiirlerinden bazıları bestelendi “Hancı” ve “Kışlada Bahar” isimli şiirleriyle tanınan Bekir Sıtkı Erdoğan 88 yaşındaydı. Son yıllarda tasavvufî şiirler yazan ve Türk şiirinin önemli ustalarından biri olarak kabul ediliyordu.
1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜ SAVAŞ ÇANLARI İÇİNDE KUTLANMAYA ÇALIŞILIYOR! 1 günde kaç insan ölür. 1 günde kaç insan savaşır. 1 günde kaç emperyalist saldırı düzenlenir. 1 Eylül’de kaç insan ölüyor. Rakamların acımasızlığı mı insanları duyarsızlaştıran ya da para-kâr hırsı, sömürü vs...’in yarattığı değerler (!) mi yok ediyor insanlığı. Dünyanın en kanlı savaşının başladığı gün insanlığın bitişinde bir adım (bir adım daha) mıydı? Yılın her günü kapitalizm ve emperyalizm insanı ve insanlığı öldürüyor. Yılın her günü insanca yaşamak, eşit ve özgür olmak için insan ve insanlık mücadele ediyor. Barış salt savaşsızlık değil, barış ancak eşit ve özgür bir dünyada mümkün. Bugün barışı daha yüksek sesle talep ediyoruz. Kürt sorununa barışcıl, insan hak ve özgürlüklerine dayalı bir çözüm bulunmasını istiyoruz. Filistin özgürlük mücadelesinin insanlık onuruna yakışan bir sonuca ulaşmasını istiyoruz. Suriye halkı üzerindeki emperyalist tehditin kaldırılmasını, halkların kendi geleceklerini kendilerinin tayin etmesini istiyoruz. Silahlanmaya değil sağlığa bütçe ayrılmasını, çocuklarımızın ishalden ölmemesini istiyoruz. Yaşasın 1 Eylül Dünya Barış Günü! Yaşasın eşitlik, özgürlük, kardeşlik! Yaşasın Barış!
Emeğin Sanatı 160. Sayı
ÇİFTLİK SAHİPLİĞİNDEN TOPRAKSIZLARIN SAFINA GEÇEN SOSYALİST GERÇEKÇİ YAZAR: SAMİM KOCAGÖZ 5 Eylül 1993′te yitirdiğimiz sosyalist gerçekçi romancı ve öykücü Samim Kocagöz’ü 21. ölüm yıldönümünde anıyoruz. Samim Kocagöz, öykülerinde genellikle Ege bölgesinde yaşayan insanların sorunlarını anlatır. Öykülerin konularını yaşadığı Söke çevresinden ve Menderes vadisinin toprak sorunlarından alan yazar, alışılmış teknik ve anlatıma bağlı kalarak sınıflararası çıkar çatışmalarını, ekonomik nedenlerle değişen düzen ve dünya görüşlerini inceler. Yazara 1967′de Türk Dil Kurumu′nun öykü ödülünü kazandıran “Yağmurdaki Kız”da değişen insan ilişkilerine eleştirel bir dille kaleme alınmıştır. Kendisi de büyük toprak sahibi bir ailenin bireyi olan Kocagöz, yokluk içinde yaşayan, bir karış toprağı bile olamayan yörüklerin, yaşamlarını “Bir Karış Toprak” adlı romanıyla dile getirir. Bu romanın devamı olarak bir çift öküze sahip olmak isteyen göçmenlerin dramını anlattığı bir çift öküz (1970) romanını yayınlar. “İzmir′in İçinde” adlı romanında ise 1960 Hareketi öncesi oluşan toplumsal karışıklığı feodalizmin tasfiyesiyle birlikte ve çeşitli kesimlerden seçtiği karakterler aracılığıyla verir. Güçlü gözlemlerine dayanarak köy ve kasaba insanlarının sorunlarını, günlük yaşamlarını ve duygularını yalın bir dil ve gerçekçi bir tutumla yansıtır. "Sanat hayat içindir." görüşüne bağlı kalarak içinde doğup büyüdüğü çevreyi, daha çok hayatını emeğiyle kazanan insanları, toprak sorunlarını, toplumsal çatışmaları hikâye ve romanlarında yansıtır. Gözlemlerini sanat endişesiyle İşler. Olayları yeniden kurgulayarak onların psikolojik yapısını tamamlar. Samim Kocagöz aynı zamanda TİP üyesiydi. 1970 yılında ayrıldı. TİP'te geçirdiği yıllara dair gözlemlerini ve Davutpaşa Kışlası’ndaki tutukluluk zamanlarını anlattığı “Tartışma” adlı romanında 12 Mart müdahalesine yer verdi. Onun kişiliğini ve yaşama bakışını şu anekdotta görmek mümkündür: Melih Cevdet Anday'ın Türk Dil Kurumu'na üyeliği konusu yönetim kurulunda görüşülürken üyelerden birinin "Melih solcu, nasıl kabul ederiz üyeliğe" demesi üzerine Kocagöz'ün fırlayıp "Ben de solcuyum" diye bağırır. Sanata bakışını şu sözünde somutlar: “Sanatçı, güncel, küçük politikanın içinde değildir. İnsanın eşitliğini, özgürlüğünü, haysiyetini kapsayan büyük politikacıdır.” “Bir yazar, sanatçı, bir bilimci, politikadan korkar; en hafif deyişle, politikayı sevmez, ilgilenmezse, ne sanatçı, yazar, ne bilimci olabilir. Bütün nitelikleri bir yana, sanatçı ve bilimci, bir bakıma yaşadığı toplumun SÖZCÜSÜDÜR… Toplumun istediği, ama dile getirermediği düşlerini dile getirebilmek yeteneğine sahiptir sanatçılar.” (Samim Kocagöz / Sanat ve Politika)
Sayfa 59
RENKLERİ VE ŞİİRİ ŞAHSINDA BULUŞTURAN HALK SANATÇISI: BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU Resimlerdeki gibi, şiirlerinde de, halk sanatlarının zenginliğini, duyarlılığını bir birleşime ulaştırdı. Anadolu topraklarındaki kültürün sürekliliğini ve bütüncüllüğünü hepimizin kılan Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu sonsuzluğa uğurlayalı 38 yıl oldu. 21 Eylül 1975 günü 62 yaşında ayrılmıştı aramızdan. Bedri Rahmi daha orta okulda şiire ilgi duymuştur. 1928'de Lise öğrencisiyken şiir yazmaya başladı. Şiirlerine, 1933'ten sonra Yeditepe, Ses, Güney, İnsan, Inkılapçı Gençlik ve Varlık dergilerinde yer verildi. 1941'den başlayarak çeşitli şiir kitapları yayımlandı. Halk edebiyatının masal, şiir, deyiş gibi her türüne karşı duyduğu hayranlık, şiirlerine de yansıdı. Halk dilinden ve şiirinden aldığı öğeleri kendine özgü bir biçimde kullanarak halk diline yaklaşma çabasını sonuna dek götürdü. Bu nitelikleriyle şiirleri, resimleriyle büyük bir benzerlik gösterir. Akıcı, rahat bir dille kaleme aldığı gezi ve deneme yazılarında ise sürekli gündeminde olan halk kültürü, halk sanatı konularındaki görüşlerini sergilemiştir. Bedri Rahmi Atölyesinde yetişen Fikret Otyam, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu şu sözlerle anlatıyor: "Bedri Rahmi dostumuzdu, arkadaşımızdı, hocamızdı. Bir kere halk ile bir olduk. hocamız bizi halkın içine attı. Onun için ben bir halk ressamı oldum. Bir ressamdan cok bir sevgi adamı, anadolu çocuğu ve güzel bir yürekti". Onun eserlerindeki renklilik, canlılık, somutluk ve coşku en çok göze çarpan öğelerken, onun şiire dokunduğu gibi bir de Sait Faik hikayeye dokunur ve aynı renkleri, somutluğu kullanır öykülerinde denilmektedir. Hem şair hem de ressam oluşuyla tam bir sanat adamıdır. Şiirlerinde Anadolu'yu ön plana çıkarmıştır. Faruk Nafiz in hece ölçüsüyle işlediklerini Bedri Rahmi serbest ölçüyle ve kendine has sımsıcak üslubuyla ortaya koymuştur. Aşk şiirleri de yazmıştır. Onun resimlerine baktığınızda şiirlerini görürsünüz ve şiirlerinde de resimlerini... O, hem resim dünyasında yaşadı, hem de şiir dünyasında... Ama en çok, en çok bu ülkenin toprağında, suyunda, havasında yaşadı. Doğaya tutkundu. Yaşama tutkundu. Anadolu'ya tutkundu. En çok tutkularında yaşadı. Yaşamının her anını, dolu dizgin yaşamaya, soluk soluğa yaşamaya adamıştı. yaşamı coşkuyla sevmeye, tutkuyla sevmeye adamıştı.
Emeğin Sanatı 160. Sayı Anadolu masallarından, türkülerden, el işlerinden, nakışlarından oyalarından; toprağında açan çiçekten; Akdeniz'in sularından kıyılarından; en çok, en çok insan yaşamından ürettiği, çoğalttığı renklerle, çizgilerle, lekelerle resim yaptı. Kilimler, yemeniler, nakışlar, yazmalar, çarşılar pazarlar, Anadolu toprağı, kokusu, ovaları, suları, balıkları, takaları, kayıkları, yıldızları, geceleri, evleri, bin bir yöresi, en çok da insanları ve renkleri onun kalemiyle, fırçasıyla bir cümbüşe dönüştü. Bir Anadolu yazması gibi yazdı şiirlerini Bedri Rahmi, kilim gibi dokudu: çok sevdiği kirazları, narları, dutları, işledi kağıtlara... Yiğitliği, mertliği, aşkı, sevdayı, özlemi işledi. Evrenin gizemini tek bir nar tanesinden çözmeye çalıştı o. Bilgeliği, ılık, insan sıcağını bir gölün yüzeyinden akseder gibi ulaştı bize, öyle naif, öyle pürüzsüz, öyle derin. Bedri Rahmi'nin şiirlerinde dolu dolu yaşayan bu kocaman adam, bakın çok tartışılan şairlik ve ressamlık ikilemini nasıl açıklıyor: “Bir elinde dolmakalem, öteki elinde fırça ile dolaştığı için elleri daima boya içerisindedir. Resimden yorulunca yazı yazmaya başlar. kendini ressamlara sorarsanız: ‘ressamlığı şöyle böyle, ama iyi şiir yazar’, derler. Muharrirlere sorarsanız: ‘muharrirliği şöyle böyle, fakat iyi resim yapar’, derler. El Greco’ya, rus romanlarına, pastırmaya ve halk türkülerine bayılır. Gündüzleri resim yaptığı, geceleri yazı yazdığı söylenir. Bunlardan hangisini daha çok sevdiğini kestirmek güçtür.” Bedri Rahmi’nin bu konuda en önemli sözlerinden biri de şudur: "Ey sanat! Seni bana musallat ettiler. Eğer ben de seni başkalarına musallat etmezsem, yuf olsun!!!“
MARİFET Marifet hiç ezilmemek bu dünyada Ama biçimine getirip ezerlerse Güzel kokmak Kekik misali Lavanta çiçeği misali Fesleğen misali
Itır misali İsâ misali Yunus misali Tonguç misali Nâzım misali BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU
KÜRT HALKININ KİMLİK MÜCADELESİNİN ÖNCÜLERİNDEN GAZETECİ-YAZAR MUSA ANTER’İ ANIYORUZ… Musa Anter, Kürt halkının haklı özgürlük kavgasına değer katan bir Kürt aydınıydı. Kürt halkının kölelikten kurtulma kavgasına hayatını adamış, hem ağır bedel ödemiş hem de çok şey üretmiş bir dava adamıydı. O, hayatın ve kavganın içinde kendine has duruşu olan bir Kürt bilgesiydi. Bu yüzden 20 Eylül 1992’de Diyarbakır’da JİTEM tarafından katledildi
Sayfa 61
Musa Anter, sadece duygusallığa değil, akla da dayalı bir mizah ustası ve bir gazeteciydi... Can Yücel, “Musa Beğ İçin” şiirinde onu şöyle tanımlıyor: Musa Anter Çağımızda Yeni bir Selahaddin-i Eyubiydi Onun ipek kesen kılıcı varsa Musa Beğin Türkçesi Ve de o güzelim Kırmancası vardı Herkesin yaya gittiği yerde O filinta bacaklarıyla koşardı Musa Peygamberin Kızıldeniz'in
dalgaları arasından nasıl ulaştıysa O da kardaşlıkla dünya kardaşlığıyla ulaştı karşı kıyıya Musa Beğ için akan göz yaşları yediveren mermilerdir birer birer (CAN YÜCEL - Portreler)
ŞİİRİMİZİN YOL GÖSTERİCİSİ, HALKLARIN DİNMEYEN SESİ VEYSEL ÖNGÖREN YOL GÖSTERİYOR… Sürgünlerden sürgünlere savrulan yaşantısında, şiirleriyle ve şiir üzerinde düşündükleriyle, her zaman kendisini var etmeyi bilmiş usta şairlerimizdendir Veysel Öngören. Onun şiirlerini antolojilerde, yıllıklarda bulamazsınız. Çocukluğunda ailesiyle birlikte Afyon’a sürülen şair, son yıllarını Diyarbakır’da Bismil’in Kürthacı köyünde geçirdi. 30 Eylül 1997’de, 66 yaşında sonsuzluğa göçtü. Türkçe’nin Kürt şairi Öngören, halkından aldığı bilinci, gene onlara taşıdı. Hiçbir şeye boyun eğmedi. TRT Dış Haberler Servisi’nde çalışırken düşüncelerinden dolayı görevine son verildiğinde şiirlerine şöyle yansıyordu direnci:“Silindiğin bordroya inat bir çeteledir özgürlük / ister fabrikada ister firarda” 80’li yıllar, onun şiir alanında en verimli olduğu yıllardır. Dergilerde hem üst üste şiirleri, hem de şiir üzerine yazıları çıktı. Şiirimizin emekçi damarını yakalayan ve savunan yazıları şiir baronlarını sarstı… Bu nedenle şiir baronları tarafından görülmemeye başlandı. Burjuva edebiyatçılar, ne yazılarından ne de şiirlerinden iki satır söz edebildiler… O yaşarken zaten söz edebilme güçleri de yoktu onun karşısında.. O dönemde peş peşe “Remo ve Salo”(1980)”, “Vay Gözüm”(1981), ”Remtelebe”(1982), “Koca Ülke” (1983) ve “Arif’in Kızı” (1987) şiir kitaplarını çıkardı. Şiir üzerine yazdığı uzun yazı ve denemeleri ölümünden sonra “Şiir ve Yenilik” adıyla kitaplaştırıldı.. Şükran Kurdakul’un saptamasıyla, yöresel deyişlerden ustaca bileşimler çıkardı ve edebiyata yeni bir ülke duyarlığı getirdi.
Emeğin Sanatı 160. Sayı Öngören, memleketine döndüğünde Diyarbakırlı şairlere öğretmenlik yaptı. Diyarbakır Belediyesi’nin Şehir Tiyatrosu’nda yönetmenlik yaptı. “Ölüm silâhlarla geldiği zaman Kalktık onu karşıladık Günü saati sorduk söylemediler Günü hiç öğrenemedik ama gölgeye baktık Öğlendi abdest aldık helâllaştık Ölüm silâhlarla geldiği zaman gençtik Elimizi çabuk tuttuk yaşlandık Kendimize yakıştırmak için onu Onu kendimize yakıştırmak için Höykürdükçe üç el silâh sıktık
Ölüm silâhlarla geldiği zamandı Ölüm utanmasın diye dövüştük Ne yaptıksa onun için yaptık, bir tek Avuçlarımızın sıcaklığı kabzasındadır Silâhlarımızın hâlâ Silâhlarla geldiği zamandı, bir de Küstü gün Yüreklerimizi ülkemizi ışıtsın diye bıraktık”
RUHİ SU’NUN SESİNDEN YANKILANMAYA DEVAM EDİYOR HAYATIN EZGİLERİ! Türkülere ve sosyalizme ömrünü veren Ruhi Su’yu ölüm yıldönümünde selâmlıyoruz. Onun dilinden ve telinden atmosfere saçılan türkülerde, özlemlerimiz ve özlemlerimize ulaşmada direncimiz dile gelmeye devam ediyor. Bizlere sanatın arınmışlığına, damıtılmışlığına denk düşen bir içtenlik ve yalınlıkla türkülerini söyledi, yaşamın güzelliklerini dinleyenleriyle paylaştı, büyüttü, geliştirdi. 12 Eylül faşizminin kurbanlarından olan Ruhi Su, son yıllarda kansere yakalanmıştı ama gerekli müdahale için pasaport vermediler, yurt dışına çıkmasına izin vermediler. 20 Eylül 1985’te dünyaya bilincini ve seslerini bırakarak ışıklar okyanusuna göçtü. Devrim umudu ve sosyalizm savaşımı olan her yerde direniş türküleri olarak dünyada çınlamaya devam edecek Ruhi Su türküleri… Hangi taşı kaldırsam Anamla babam Hangi dala uzansam Hısım akrabam Ne güzel bir dünya bu İyi ki geldim Süt dolu bir torbayla Şöylece çıkageldim Kime elimi verdimse Döndürüp yüzümü baktımsa
EZGİLİ YÜREK
RUHİ SU
Kısmet kapıyı çaldı Kör pınara su geldi Ben şakıyıp durdukça öyle Gülün kokusu geldi Bebesi olmayana Bunalıp da kalmışa Acılarla yüklü Dargın yüreklere Yetiştim geldim İyi ki geldim
Sayfa 63
EDEBİYATTAN SİNEMAYA YAPITLARIYLA YILMAZ GÜNEY KAVGAMIZDA YAŞIYOR… 9 Eylül 1984 tarihi, Türkiye’nin ender yetiştirdiği sanatçılardan birisi olan Yılmaz Güney’in aramızdan ayrıldığı tarihtir. Yaşamını devrim ve sosyalizm davasına adayan, “Halkın sanatçısı, halkın savaşçısıdır” şiarı temelinde yaptığı devrimci sanatla Türkiye halklarının gönlünde taht kuran Yılmaz Güney’in ölümünün üzerinden yirmi sekiz yıl geçti. Öyküleriyle, romanlarıyla başlayan sanatsal gücü simeayla birlikte doruk noktada eserler üretti.. Has sinemacıydı, muhteşem bir gözlemciydi. İçerde olmasına rağmen dışarısının darbe ortamını nasıl bu kadar kusursuz betimleyebildiğine hâlâ daha şaşanlar vardır. Yılmaz Güney devrimci bir sanatçıydı. Onun sanatını belirleyen şey ise hayata bakışıydı. Onca baskıya ve yasaklamaya karşın yolundan dönmeden üretmeye devam edecek kadar gerçek bir sanatçı, THKP-C önderleri Mahir Çayanları evinde saklamayı göze alabilecek kadar da devrimciydi. Bunun bedelini yıllarca ödeyecek ama yaptığından pişmanlık değil, onur duyacaktı. Hapishane yıllarında da üretmekten geri durmayacak, halkının yaşadığı acıları, yoksullukları, çelişkileri, hasretini, özlemini sinema perdesine aktaracaktı. Halkın sanatçısıydı, kaynağını halktan alıyordu. Çocukluğundan itibaren ırgatlık, çobanlık, satıcılık gibi işlerde çalışması halkı daha yakından tanımasını, yokluğu yoksulluğu kavramasını sağlar. Bunları ilerde sanatına yansıtacaktır. 1957de başlar sinema serüveni... İlk filmini çektiği 1958 yılında çok önceden Onüç isimli edebiyat dergisinde yazdığı Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Denklemi isimli yazı nedeniyle komünizm propagandası yapmak suçundan hapse mahkum edilir. Tutuklanıp hapishaneye konulur. Hapishanede de üretmeye devam eder ve daha sonradan Orhan Kemal Roman Ödülünü kazanacak olan Boynu Bükük Öldüler isimli romanını yazar. Hapishane ve sürgün yıllarının ardından yine art arda filmler çekecektir. Bu dönemde çektiği filmler vurdulu kırdılı diye adlandırılan kabadayı, mert, delikanlı, haksızlıklara karşı çıkan, adaleti savunan tiplemelerinin olduğu filmlerdir. Daha sonraları Kızılırmak Karakoyun ve Hudutların Kanunu gibi filmler çekecek, ödüller alacaktır. 70’li yıllar ülkemizin toplumsal çalkantılardan geçtiği, bilinçlendiği toplumsal bir başkaldırının temellerinin atıldığı yıllardır. Yılmaz Güneyde bu dönemden etkilenir ve bu değişimi sanatına yansıtır. Ve Türk sinemasına başyapıt niteliğinde eserler de armağan eder. Umut, Ağıt, Acı, Baba, Umutsuzlar bu dönemde çektiği filmlerdir. Umut Türkiye’de yasaklandığı gibi, yurtdışına
Emeğin Sanatı 160. Sayı çıkması da yasaklanır. Fakat daha sonra Yılmaz Güney “Umut”u yurtdışına çıkartmayı başaracak ve Umut Fransa Gronoble Film Şenliği’nde Jüri Özel Ödülünü kazanacaktı. Ülkede 12 Mart Cuntası hüküm sürmektedir. 12 Martın baskıcı yasakçı faşizan kanunları... 1972 yılında Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman’a yardım yataklık etmek suçundan tutuklanır. Mahkemede yaptığını gururla anlatır ve insanlık dışı düzene karşı olan, yürekleri halkı için çarpan herkese yardım etmeye devam edeceğini söyler. Sosyalisttir, düşüncelerini, ideolojisini her zaman savunur. Kendisini şöyle tanımlar: “Göğsümü gere gere ben sosyalistim demiyorum. Küçük ve acemi bir çırağım şimdilik. Safım açık ve bellidir. Emekçi ve yoksul halkımın safında, bilimsel sosyalizme inanan, sosyalizmin acemi sanatçısıyım. Bütün olanaklarımla kurtuluş mücadelesinin içinde olmaya çalışacağım. Bu yüzden başıma gelebilecek belaları şimdiden göğüslemeye hazırım. Halk yolunda halk için ölüm, şerefli bir ölümdür.” Kendi kendini eleştirebilen, eksik yanlarını aşma çabası içinde olan ve aşan bir kişiliktir. Kendinde zaaf olarak gördüğü her şeyle mücadele etmiş ve aşmasını başarmıştır. Bu mücadelesini şöyle açıklar: “Dışa karşı mücadelenin temel koşullarından biri iç birlik ve sağlamlıktır, içten çürük, tutarsız olan hiç bir şey dışa karşı başarılı olamaz.” Yılmaz Güney değişime inanan ve dünyayı değiştirme iddiasına sahip bir düşüncenin ve kavganın neferiydi. Çünkü ona göre Devrimci sanatçı, devrimci tabiatı gereği militandır, yenileştirici ve değiştiricidir. Toplumsal kurtuluş mücadelesinden ayrı düşünülemez. Devrimci mücadele ile organik bir bağı olmalıdır. Bu nedenle, devrimci bir sanatçı, o ülkenin devrimci mücadelesinin hedefleri ve görevleri doğrultusunda görevlerle yüklüdür. O her şeyden önce bir devrimcidir, militandır, sanatı devrimin bir aracıdır, bir silahıdır. 1980 faşist cuntası geldiğinde bütün kitapları ve filmleri yasaklanacak, 130 filminden 104ü yakılacaktı. Filmleri ve eserleri cuntayı korkutmayı başarır. Ondan böylesine korkanlar bir efsaneyi yok etmeyi amaçlarlar. Hakkında pek çok dava açılacak ve Yılmaz Güney hapishaneden kaçıp, yoluna devam etmek üzere yurtdışına çıkacaktı. Bu durumunu şöyle özetleyecekti: “Böyle bir dönemde Türkiye’de yapabileceğim hiç bir şey kalmadı. Türkiye için bir şeyler yapabilmek, ezilen halk ve ulusların mücadelesine aktif olarak katılabilmek, faşizme karşı mücadele edebilmek için Türkiye’den geçici olarak ayrılıyorum.” Yurtdışında da halkların kurtuluş mücadelesinden geri durmaz Yılmaz Güney. Yurtdışında bulunduğu süre içinde Duvar filmini çekecek ülkemiz hapishanelerinin gerçekliğini gözler önüne serecekti. Yurtdışına çıkmadan önce yaptığı bir film olan Yol ise Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye ödülünü kazanacaktı.
Sayfa 65 Yılmaz Güney, sanata bakışını şu sözlerle somutlamıştı: “Devrimin önündeki sosyal güçler, kendi sınıf çıkarlarına uygun sanat hareketleri de yaratırlar. Siyasi ve askerî mücadelelerini sanatsal çalışmalarla güçlendirmek isterler. Biz proletaryanın sanatına, halkın demokratik devrimci sanatına sahip çıkar ve onu geliştirmeye çalışırken, gerici sınıfların sanatına karşı nasıl bir mücadele yöntemi izleyeceğimizi de bilmeliyiz. Halkın sanat alanındaki savaşçısı olmak istiyorsak, burjuvaziyle, revizyonizmle, oportünizmle aramıza berrak sınırlar çizmeye çalışmalı ve devrimin zor yolunun gerektirdiği sabrı, fedakârlığı ve kararlılığı göstermeliyiz.” 47 yıllık ömrünün 13 yılını cezaevinde 3 yılını ise yurtdışında geçirecek ömrünün son anına kadar halkların kurtuluş düşünü yüreğinde yaşatacaktı: “Hayatın her alanında iyi savaşçılar, başarılı savaşçılar olmak ve yetiştirmek zorundayız. Biz sazımızı çok iyi, çok iyi çalmalıyız. Biz, iyi, çok iyi türküler söylemeliyiz.” UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ!
“Üretime, gelişmeye katkısı olmayan, gelişmenin dokusu olamayan toplumsal ve kişisel bütün ilişkiler, gerici, tutucu lişkilerdir. Hayatın dinamizmi ve tarihsel akışın doğru çizgiyle bağlar kuramamış sınıflar, kişiler, geri ilişkiler içinde yerlerini alırlar. İnsan, üretici güçlerin en temel, en önemli unsurudur. Doğa ve toplum çelişkileri, bilince yansır; bir yığın olaydan çıkan dersler bilince yansır… bilinç gelişir… Bilincin sağlıklı gelişimini sağlamak için, hayatın bütün alanlarında, gelişmeyi engelleyen, gerici güçlerin etkisine açık yanlarını nasıl yenecek Salpa? Kalemi eline aldı. Düzgün beyaz bir kâğıdın sağ köşesine günün tarihini attı…. “Salpa Sıkı Yönetim Komutanlığının 1 Numaralı Bildirisi Gerekli görüldüğü için sıkı yönetim ilan edilmiştir. Bundan böyle gelişi güzel yaşamak, düşünmek, çalışmak, uyumak ve tespih çekmek, tavla, satranç, langırt, kâğıt oyunları oynamak; milli piyango, spor-toto, lotarya gibi şans oyunlarına bel bağlamak; pazarlık etmeden herhangi bir mal almak; gereksiz kolonya ve diş macunu kullanmak; jilet harcamak ve ne nedenle olursa olsun her türlü gevezelik ve gerici ilişkiler yasaklanmıştır” (SALPA’dan)
Emeğin Sanatı 160. Sayı
HO CHİ MİNH YOLDAŞA BİN SELAM! ABD’ye ilk tokatı indiren, Vietnam devriminin büyük ustası Ho Chi Minh’i ölümünün 45. yıldönümünde saygıyla selâmlıyoruz. Halkının deyişiyle, Ho Amca, Yeni sosyalist kuşağımızın bütün o bitmez, tükenmez tartışmalardan kurtulması için gerekli en yanılmaz sosyalist mihenk taşını bizlere gösterdi: 1 - Teoride: Kendi tarihinin ve toprağının çözümlemesini iyi yapmak; 2 - Pratikte: Kişi ya da kişileri sivriltmeyen elbirlikçi davranış yapmak. Günümüzde öne çıkan liderlik kompleksleri ve onun getirdiği parçalanmaya karşı tek ilaç Ho Amca’yı iyi tanımakta yatmaktadır. Ho Amca', önsüz ve sonsuz bir sosyalizm çabası içinde, en gerçek emeğin adsız ruhu olarak yaşadı ve göçtü. Bütün ömrünce "kişi" olarak "sivri"liği ile hiç kimseye batmadı. En rezil düşmanı Amerikan emperyalizmine bile, en yalınkat hakkın kılıcı gibi batarken: "Tek kişi" olarak değil, bütün bir Vietnam halkı olarak savaştı. Ulaş Başar Gezgin’in “Bir Tablet Üstüne şiirinde belirttiği gibi: “Kuşandığında silahını Ho Şi Minh, Yalnız değildi... Halkı, eritip bir kapta onu, Tanklar yaptılar, bombalar, uçaklar... Öyle uçucu, öyle uyumlu...”
ŞİLİ’DEKİ FAŞİST DARBE UNUTULMADI, UNUTTURULMAYACAK…
Sayfa 67
Bundan tam otuz yedi yıl önce Şili’de Allende hükümeti askeri bir darbe ile devrildi ve yerine Latin Amerika’nın en kanlı, cani, terörist-faşist rejimlerinden biri kuruldu. Zindana ve kitlesel işkence merkezine dönüştürülen Santiago stadyumu ve binlerce “kaybedilen” eli kanlı cuntanın simgesi oldu… Seçimle işbaşına gelmiş Devlet Başkanı Salvador Allende dahil, otuz binin üzerinde devrimci, yurtsever ve sosyalist katledildi. 150 bin kişi toplama kamplarına gönderildi. İşçi sınıfı ve emekçilerin örgütlülükleri şiddet ve terörle dağıtıldı… Şili devrimi ağır bir yara aldı. 1973 Şili faşist darbesinin 37. yıldönümünde tam da bu gerçekleri bir kere daha bilince çıkarmak, dünya ezilenlerinin ve sömürülenlerinin kurtuluşu için emperyalizmin ve dünya gericiliğinin yeryüzünden silinmesinin ivedi gereklilik olduğunu kavramak önemlidir. Emperyalistlerin dünya halklarına “kurtuluş” diye sattıkları şeyin ne olduğu Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de ve Kongo, Nijerya, Liberya’da bütün çıplaklığıyla görülmektedir. Emperyalistlerin kendi çıkarlarından başka gözettikleri hiçbir şey yoktur ve onlar bu çıkarlar için dünya halklarını felakete, açlığa-yoksulluğa ve savaşlara sürüklemekten biran olsun çekinmemektedirler. İşçi sınıfı ve dünyanın ezilen halklarının kendi gücünden başka güvenecek kapısı yoktur. Örgütlenmek ve emperyalizme ve dünya gericiliğine karşı ortak mücadeleyi yükseltmek -dün olduğu gibi bugün de görev budur! El pueblo unido jamas sera vencido! Birleşmiş halk asla yenilmeyecek!
34. YILINDA 12 EYLÜL’LE HESAPLAŞMAMIZ SÜRÜYOR!.. 12 Eylül faşist darbesinin üzerinde 34 yıl geçti. Ama bu dönemin suçluları hâlâ ellerini kollarını sallayarak ortalıkta dolaşmakta ve büyük itibar görmektedirler. 12 Eylül’ün karşısında olduğunu iddia edenler de 12 Eylül türevi uygulamalara devam etmektedirler. Hatta bu yüzsüzler, 12 Eylül faşizminin katlettiklerini ambalajlarında kullanma yüzsüzlüğünden de geri durmamaktadırlar. Günümüzde de karakollarda infazlar, kaybolmalar sürerken, yazarlar, gazeteciler tutuklanırken, kim inanır düzenin egemenlerinin 12 Eylül karşıtlığına.
Emeğin Sanatı 160. Sayı 12 Eylül darbecileri ve onların sürekleri sanık sandalyesine çıkartılmalıdır. Ama bu kendiliğinden olmaz. Bunu sağlayacak olan proletarya ve emekçilerin mücadelesinin dayatmasıdır. Yakın dönemin Yunanistan, Arjantin, Şili, Peru vb. deneyleri de bunu gösteriyor. Oralarda halkların mücadelesinin dayatması sonucunda cuntacılar ve suç ortakları sanık sandalyesine oturtuldu ve oturtuluyorlar. Türkiye’de de en başta yapılması gereken şeylerden biriside cuntacıların halka karşı yapmış olduklarından dolayı sanık sandalyesine oturtularak yargılanmalarının sağlanmasıdır. 32. yıl dönümünde 12 Eylül faşist darbesini protesto ederken ve yaptıklarının hesabının mutlaka sorulması gerektiği bilinciyle demokrasi ve özgürlükler kavgasını örerek, bu mücadele de yaşamını yitiren devrimcileri anıyor, devrimci onurlarını 12 Eylülcülere çiğnetmeyerek direnen devrimci ve komünistlerin kavgasını kavgamızda yaşıyoruz, yaşatıyoruz, yaşatacağız. 12 EYLÜL FAŞİST DARBESİNİ UNUTMADIK, UNUTTURMAYACAĞIZ!
VİCTOR JARA’NIN SESİ ÇINLIYOR HÂLÂ AND DAĞLARINDA!.. Victor Jara, Şili’de 11 Eylül 1973’te gerçekleştirilen askeri darbede katledilen 30 bin insandan biri. Muhtemelen 16 Eylül 1973’te Santiago de Chile’nin stadında biten bu yaşam öyküsü 28 Eylül 1932’de Santiago yakınlarındaki Lonquen kentinde başlar. Çiftçi ve yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Jara okuma-yazmayı da, gitar çalmayı da, geleneksel Şili folklorünü de güzel bir sese sahip annesinden öğrenir. Kilisenin korosunda teknik anlamda müziği öğrenir, ancak tanrı inancını kaybedince okulu bırakır ve Lonquen’e döner. Burada arkadaşlarıyla Şili folklorunu araştırmaya başlar, tiyatroya ilgisi sonucu Şili Üniversitesi’nde tiyatro bölümünde okur. O dönemde çok sayıda tiyatro oyununda yer alan Jara, 1960’lı yılların başında geleneksel Şili halk danslarına hayranlık duyan şarkıcı Violetta Parra ile tanıştıktan sonra müziğe yönelir. Onun şarkıcı olmaya karar verdiği olay, tiyatro grubuyla Sovyetler Birliği’ne yaptığı turda yaşanır. Programın bir parçası olarak oyunculardan birinin şarkı söylemesi gerekiyordu, ancak o oyuncu hastalanınca Jara gitarıyla sahneye çıkıp, şarkı söyler. Rus seyirciler büyülenir ve sahneye çiçekler atarak, beğenilerini ifade ederler. Victor da buradan aldığı motivasyon ile Moskova’nın bir otel odasında ilk şarkısı olan ‘El Cigarrito’yu yazar. Müzik, artık onun yaşamının ve kavgasını8n en önemli aracı olmuştur: “Kendimizi ve başkalarını her zaman daha iyiye götürmek için gerçeği anlatıyoruz. Yollarını bizden ayrı sürdürenlerin önünde bizimkilerle bütünleşerek şarkı söylemek istiyorum… Yapmakta olduğumuz şeylerin kıtasal değeri olduğuna, kitleleri sürüklediğine inanıyorum. Devrimci şarkı, devrimci bir güçtür. Bütün üçüncü dünya ülkelerinde sözü geçen güçlü bir silah...”
Sayfa 69 4 Eylül 1970’de Allende seçimleri kazanır ve La Nueva Cancion hareketinin müzikal olarak ağırlık verdiği konular da değişir. Jara da bu en yaratıcı döneminde en iyimser şarkılarını yazar. Jara ve harekette yer alan başka sanatçılar Halk Birliği’nin gayrıresmi kültür elçileri olarak Latin Amerika ülkelerine gidip, sahne alırlar; sahne almadan önce kapsamlı bir şekilde ülkedeki siyasi durum hakkında değerlendirmeler yaparlar. Böylece konserlere siyasi bir boyut katarlar. Geleneksel halk şarkılarına özel ilgi duyan ve başta Pablo Neruda olmak üzere birçok şairin şiirlerini besteleyen Jara’nın şarkıları siyasi atmosferin sertleşmesiyle birlikte daha düşünceli bir nitelik kazanır. 11 Eylül 1973’te General Augusto Pinochet liderliğinde ABD’nin desteğiyle Allende hükümetine karşı askeri darbe gerçekleştirilir. O an, öğretim görevlisi olduğu Santiago Teknik Üniversitesi’nde olan Jara, radyodan olup bitenleri dinler. Sokağa çıkma yasağından dolayı geceyi öğretmen arkadaşlarıyla üniversitede bekleyerek geçiren Jara, ertesi gün üniversitenin avlusunda askerlerce yakalanıp, binlerce insanın tutulduğu Santiago stadyumuna götürülür. Günler geçer, onbinlerce insanla dolan stadyum önce bir işkencehaneye, ardından toplu mezara dönüşür. Tutuklandığında gitarı yanında olan Jara, insanlara moral vermek için gitar çalıp, şarkı söyler. Buna sert tepki gösteren askerler müzik yapmayı kesmesini söylerler, ancak Jara devam eder. Bunun üzerine ellerini kıran askerler, kendisine işkence ederken ‘Şimdi şarkı söyle yapabiliyorsan, domuz!’ derler, Jara da ‘Venceremos’ şarkısını söyleyerek cevap verir. Jara’nın morali ve kararlılığı karşısında çaresiz kalan askerler onu katlederler. Victor Jara öldürülmeden önce silah ve işkence sesleri arasında ufak bir kurşun kalemi ile bir çaput kağıda o günlerde - daha sonra kendi adını alacak olan - stadyumda yaşanılan vahşeti son bir şarkı olarak yazar:
BEŞ BİN KİŞİYİZ BURADA Beş bin kişiyiz burada kentin bu küçük parçasında. Beş bin kişiyiz. Ne kadar olacağız bilemem kentlerde ve tüm ülkede? Burada yapayalnız on bin el, tohum eken ve fabrikaları çalıştıran. İnsanlığın ne kadarı açlıkla, soğukla, korkuyla, acıyla,
baskıyla, terör ve cinnetle karşı karşıya? Yitip gitti aramızdan altısı karıştı yıldızlara. Biri öldü, diğerini vurdular asla inanmazdım bir insanın bir başkasına böyle vuracağına. Öbür dördü sona erdirmek istedi bu dehşeti biri boşluğa attı kendini, diğeri vuruyordu başını duvarlara ama ölümün işareti var hepsinin bakışlarında. Nasıl dehşet saçıyor faşizmin yüzü! ...............
VİCTOR JARA
Emeğin Sanatı 160. Sayı
PABLO NERUDA ŞİİRLERİYLE KAVGAMIZA SES VERMEYE DEVAM EDİYOR!.. Pablo Neruda, bir demiryolu emekçisinin oğlu ve Şili’nin Paris büyükelçisi… Yaşamında tezat gibi görülen bu farklılık, onun hiçbir zaman diktatörlük, acı, katliam ve yoksulluklar ülkesi Şili’nin şairi olmasına engel olmamıştır. Onun için "Latin Amerikan’ın büyük yüreği" diyenler de yanılmamıştır. O’na göre “şiir hem isyandır, hem de isyankârdır.” Şiir devrimcidir, çünkü toplumsal duyarlığın sesidir o. Ozanın muhalif kimliğinin doğuştan gelmesinin temel nedenlerinden biri de budur. Kavganın nabzını hep elinde tutan Neruda’nın şu cümlesi, onun tüm savaşımını ve şiirlerini özetlemektedir: “Şiir kimliğini ve itibarını ezilenlerin safında buldu.”
"Söken şafaklar için barış olsun, Köprü için, şarap için barış! Toprak ve sevgilerle Eski türküyü yoğurarak, Kanımda dolaşan, Ve beni coşturan, Alfabeye barış olsun!
Karnımızın acıktığı Sabahta, Kent için barış olsun! Ve kökler ırmağı Missisipi için barış! Kardaşımın gömleği için barış, Rüzgârın damgasını vurduğu; Kitap için barış olsun!
“Uyansın Oduncu” şiirinden PABLO NERUDA (Çeviri Enver Gökçe)
ULUCANLAR KATLİAMI BELLEĞİMİZDEN SİLİNMEYECEK HİÇ!.. 25 Eylül'ü 26 Eylül'e bağlayan gecenin sonunda alacakaranlığında gelmişlerdi... Koğuşun tavanındaki mazgallardan, gözetleme kulelerinden gaz bombalarıyla, mermilerle saldırıyorlardı. Bir yandan da; Habiiip!.. İsmeeet!.. Cemaaaal!.. Sadıııık!.. Enveeer!.. nidalarıyla alacakaranlığın sessizliğini yırtarak öldürecekleri insanların ismini okuyorlardı!.. Devletin elinde, dört duvar arasındaki devrimci sosyalist tutsaklara karşı planlı, programlı, tasarlanarak hazırlanan bu devlet katliamını; sabahın erken saatlerinden, hatta operasyonun başladığı
Sayfa 71 alacakaranlıktan itibaren televizyon kanalları; 'Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde İsyan!..' diye duyuruyorlardı!.. Oysa 'isyan' dedikleri şey 19 Eylül'de başlamış, 25 Eylül'de (her zaman olduğu gibi arkasından ihlal ettikleri) 'anlaşma' ile sonuçlanmıştı. Yıllardır 20-30 kişi kapasiteli; 'devletin at ahırından bozma' koğuşlarda balık istifi 80-90-100 kişi kalan devrimci siyasi tutsaklar; 'nefes alamıyoruz, bize bir koğuş daha açın' diye cezaevi idaresine, Adalet Bakanlığı'na dilekçe üstüne dilekçe vermişlerdi. Her seferinde de; 'tamam bu sefer çözeceğiz, Adalet Bakanlığı'ndan onay bekliyoruz...' diye oyalanmışlardı. Her şey baş-göz üstüne ama cezaevinde de olsa insan her zaman insandı. Balık istifi tıkıldıkları koğuşlarda fareler gibi havasızlıktan ölmek yerine nefes alabilecekleri bir koğuş istemişlerdi ve istemekle kalmayıp yan taraflarında bomboş duran olanağı fiilen kullanmışlardı. Bu son derece masum ve insani talepleri karşılandığında da kimsenin burnu kanamadan 1 hafta süren direnişlerine son vermişlerdi. En son sayı 120'ye çıktığında artık tahammül sınırları çoktan aşılmıştı ve hala olumlu bir gelişme yoktu. Onlar da bir gün havalandırmanın duvarında eskiden açık olup sonradan tuğla ile örülen kapıyı yeniden açarak yan tarafta 15-20 adli tutuklunun bulunduğu 7. koğuşa geçerek 'nefes alabilecekleri bir ikinci koğuş' sorununu yine cezaevi içinde fiilen çözmüşlerdi. Cezaevi idaresinden de bu durumu onaylamalarını ve yeni geçtikleri koğuşun boya ve badanasını yapmak üzere kireç-fırça ve boya istiyorlardı. 'İsyan' dedikleri buydu! Tıpkı Yılmaz Güney'in ünlü 'Duvar' filmine konu olan 'Sübyan koğuşundaki isyan' gibi idi. Onlar da kışın zemheri soğuğunda sobasızlıktan, kırık camlar nedeniyle kar, yağmur ve rüzgârda titremekten ve kişi başına günde verilen bir ekmekle doymadıklarından 'soba, pencere camı ve iki ekmek' talebiyle 'isyan' etmişlerdi. Anılarını belleğimize kazacağız…
Emeğin Sanatı 160. Sayı
BİR ŞİİR SANATI İÇİN I
III
Önemsiz bişeydir şiir Antil adalarındaki bir orağan Ya da Çin denizindeki bir tayfundan Formoza’daki bir depremden Olsa olsa bir parmak daha önemli
Hay Allah, bismillah nasıl şöyle bir küçük şiir yazmak istiyorum Hop işte geçiyor bir tane Küçük, küçük, küçük gel oturuver kucağıma gel bel ver öbür şiirlerimin arasına gel sokayım seni de “tüm eserler”imin arasına gel sana bir kafiye giydireyim gel bir boyuna bosuna bakayım sana bir ses bulayım sana bir sözcük uydurayım gel bir devşireyim seni gel bir düz yazılayım seni
Yang Si-Kiang su baskını ki bir anda yüzbin Çinli boğulmuştur — yok canım— konusu değildir bir şiirin Çok önemsiz bişeydir. II İyi seçilmiş, şöyle dört dörtlük bir kaç sözcük yeterlidir bir şiir için yeterlidir evet sözcükleri sevmek bir şiir yazmak için şiir ortaya çıktığında her zaman bilmez ozan ne dediğini konuyu sonradan aramak gerek şiirin adını koymak için ama kimi zaman ağlanır, gülünür yazarken bir şiir ne derseniz deyin her zaman aşırıdır bir şiir
deyyus tüyüverdi şıpın işi
RAYMOND QUENEAU ÇEVİRİ: FERİT EDGÜ
ss
BARIŞIN TADI ss
Sayfa 73
Bir ağaç, kesebilirler ağacı, Ağacın ne gelir elinden? Biraz çaba, testere falan, Eh, az çok da zaman, Ağaç devrildi gitti. Bir kuş, vurabilirler bir kuşu Bir el ateş ya da bir iki taş Bir avuç tür düşer toprağa. Bir öküzün ya da bir atın İşi kolay görülür, ve hazırdır Kesimevinde kasap önlüğü. Bir çocuğun, oğlan ya da kız, Ne gelir elinden katile karşı? Bakışlar, diyeceksiniz şimdi, Ama gözün dönmüşse katilin Ya da kimse yoksa ortada? Bir adam, koca bir adam da Bir kuş gibi avlanabilir, Belki daha da kolay hatta. Bir ağaç, bir kuş, bir öküz, bir at Bir çocuk, bir adam Yok oldular işte art arda. Ama, dostlarım, hepimiz olsak Ne bok yiyebilirler Onca insan karşısında. Ne yapabilirler Direnen halklara?
EUGENE GUİLLEVİC ÇEVİRİ : CEMAL SÜREYYA
Emeğin Sanatı 160. Sayı
BENİM CUMHURİYETİM Güneştir benim Cumhuriyetim Sıkılmış yumruktur benim Cumhuriyetim Canavarların suratına Kılıçtır benim Cumhuriyetim Cinayet mezatında satılmış Gençlerin etinde şerha şerha Rehindir Cumhuriyetim Tükürülmüş duvarda İnfaz mangasının adımlarında Titizce yağlanmış ipte Rehindir serin şafağın pençesiyle Çizilmiştir duvara Benim Cumhuriyetim yasak eşikte Kirloş eş Çıplak ve güzel taze Aşkın ve Ölümün ağlatısında Bir yanı çalı bir yanında cellatlar Gizli hazinedir benim Cumhuriyetim ÇEVİRİ:CEMAL Umutysuzluğun ve kuşkunun Kumu altında Sefalet başkentlerinin Kapılarına dikilmiş gözler Tohumlar üstünde can çekişen yıldız Benim Cumhuriyetim parmaklıklar arasında Parlayan o küçük karlı gök karesidir Mahpusların bitmek bilmeyen günü adına Ve yine de sürüp gitmesi karanlığın İlk horoz hüzünlü aktör pozuyla Bir ayağının üstüne dikilip dursa da Ay bulutlardan bir sandalın içine kaysa da Steptedir benim Cumhuriyetim Yabani atlarla Yeleleri ışıktan yeleleri rüzgârdan Buğday başağında saklı benim Cumhuriyetim Ses veren yulaf sapında Köylülerin, işçilerin nasırlı ellerinde Benim Cumhuriyetim kaçaktır ardında Düzenin ve kibrin polisleri Dostluğa ve okşanmaya acıkmış bir köpektir. Benim Cumhuriyetim çığlıktır soluğun esilmesi ve hıçkırık Umudun mayası benim Cumhuriyetim Yıkılmaz anıtı zorlu aklın Tan vakti yoksulların ezilmişlerin aşağılanmışların
ANDRE LAUDE SÜREYA
DÜNYA ŞAİRLERİNİN KISA ÖZGEÇMİŞLERİ: RAYMOND QUENEAU: (1903-1976)Bir süre sürrealism akımı içinde bulundu. Daha sonra yer yer ironiyi öne çıkaran sosyal realist şiirler yazdı. Bir süre Sovyetler’de de bulundu. Şiir ve romandan başka felsefe denemeleri de yazdı. EUGENE GUİLLEVİC (1907-1997) Fransız şiirinin sosyalist gerçekçi kanadının en önemli temsilcilerindendir. İspanya İç Savaşı'ndan etkilenerek toplumcu görüşlerin etkisi altına girdi. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Almanların Fransa'yı işgali üzerine başlayan Fransız Direniş Hareketi'ne ve FKP' ye katıldı. Başlangıçta kapalı, kötümser ama insancı bir şiir dönemi yaşadı; görüşlerindeki değişime koşut, esin kaynağını eylemlilikten alan tümüyle siyasal bir şiir dönemi geçirdi. Daha sonra nesneye, nesne dünyasının - taş görünümlü, kısa ve özlü, eksiltmecelere dayalı neredeyse dilsiz olmayı öngören- duru bilincine geniş açılı duyarlıkla yoğunlaştırılmış bir şiire yöneldi. ANDRE LAUDE (1936-1995) Cezayir savaşının ardından Fransa’ya karşı sesini yükselten çok az şairlerdendi. Tarihe ve retoriğe yöneldi. Anarşizmin etkisi altında toplumsal içerikli şiirler yazdı. Kaynak: Dünya Şiirleri Seçkisi (Mill. Yay.) Anonim
EMEĞİN SANATI E-DERGİ
Aylık Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi 15.09.2014 Yıl: 8 Sayı: 160 Yayınlayan: Emeğin Sanatı Kolektifi © Dergide yayınlanan eserlerin her türlü hakkı şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir. Yayın, tasarım ve düzenleme: Ali Ziya Çamur Ön kapak: Adnan Durmaz Arka kapak: http://gezite.org/torun-center-cinayetine-dair-birkac-not/ Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler. Facebook grup adresi: https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi
KAN KUYUSU Sözün gücüne inanmayı yitirmeden Ölülerimizin adıyla birlikte içimde ürperen Bu utanç gibi saran duyarlığınızı Hapis yatmalara, sürgün gitmeye benzemeyen Bu kan kuyusu... uzak, korkulu, derin Ne zaman alınacak elinden haramilerin
ŞÜKRAN KURDAKUL