EMEĞİN SANATI E-DERGİ 161. SAYI

Page 1

Katliama Sessiz Kalma!

Ayl覺k Sosyalist Sanat E-Dergisi Y覺l:8 Say覺:161 15 Ekim 2014


EMEK VERENLER / İÇİNDEKİLER ABDULLAH KARABAĞ ABDULLAH ORAL ADNAN DURMAZ ASIM GÖNEN AZİZ KEMAL HIZIROĞLU BURCU TÜRKER BÜLENT AYDINEL ERCAN CENGİZ

İçindekiler 2 Sunu 3 Bu Sayının Savsözü HAYATİ BAKİ 4 Küflü Ay Şehri ADNAN DURMAZ ŞİİR 5 İç Kanama TAN DOĞAN ŞİİR 7 Boşanalım Artık Türkiye SERKAN ENGİN ŞİİR 8 Biberon ve Kalaşnikof NEDİM ELÇİ ŞİİR 9 Kobanî İçin İRFAN SARİ ŞİİR 10 Biz Geliyoruz BÜLENT AYDINEL ŞİİR 13 O.Y.Muhammed’in Çığlığı HASİBE AYTEN ŞİİR 14 Yenge NECMETTİN YALÇINKAYA ÖYKÜ 15 Marks Tablosu ADNAN DURMAZ GÖRSEL

HAKAN KAYA HALDUN HAKMAN HASİBE AYTEN İRFAN SARİ MELİH COŞKUN MERİÇ AYDIN MUAMMER ERTURAN MUHAMMET DEMİR

17 Ateş ve su HALDUN HAKMAN ŞİİR 18 Yaşamak için MERİÇ AYDIN ŞİİR 19 Küpeli Şiir TEMEL KURT ŞİİR 20 T.S.A.B. Kum Gibi MUHAMMET DEMİR ÖYKÜ 21 CHE Tablosu ADNAN DURMAZ GÖRSEL 22 Güverte YAŞAR DOĞAN ŞİİR 23 Olmaz Rengi Ölümün BURCU TÜRKER ŞİİR 25 Gamze’nin Düş’ü YAVUZ AKÖZEL ÖYKÜ 26 Ufuk Çizgisi SEMA LALE ŞİİR 30 Kevok û Zarok A. KARABAX ŞİİR (KÜRTÇE) 31

MUSTAFA DEMİR NECİP TIRPAN NECMETTİN YALÇINKAYA NEDİM ELÇİ ÖZER GENÇ SEMA LALE SERKAN ENGİN TAN DOĞAN

Çocuk ve Güvercin ABDULLAH KARABAĞ ŞİİR 32 Güz Ateşi VEDAT KOPARAN ŞİİR 33 Şafağa Çıkan Ülkeyim ERCAN CENGİZ ŞİİR 34 Savaş… Savaş… Savaş VİLDAN SEVİL DENEME 36 Ey Zulüm MELİH COŞKUN ŞİİR 38 Bir Duruşa ASIM GÖNEN ŞİİR 40 Yılmaz Güney’i... Anıyoruz!.. Mustafa DEMİR İNCELEME 42 Bir Gün Mutlaka ABDULLAH ORAL ŞİİR 45 -De Hali ÖZER GENÇ ŞİİR 46 Ört Ki Ölem NECİP TIRPAN ŞİİR 47

TEMEL DEMİRER TEMEL KURT VEDAT KOPARAN VİLDAN SEVİL YAŞAR DOĞAN YAVUZ AKÖZEL ALİ ZİYA ÇAMUR

Sanatın Devrimcileri, Devrimin Sanatçıları TEMEL DEMİRER İNCELEME 48 Sonsuz Göçün Kanatlarında MUAMMER ERTURAN ŞİİR 76 Çağrı HAKAN KAYA şiir 76 Dizelerde “şiir ve şair” A.Z.ÇAMUR SEÇKİ 77 YAŞAM VE SANATTA BİR AYIN İZDÜŞÜMÜ HABERLER 78 Neşideler Neşidesi/ARAGON ADNAN DURMAZ GÖRSEL 100 Kan Türküsü JACQUES PREVERT ÇEVİRİ ŞİİR 101 Yvonne’a Türkü RENE CHAR ÇEVİRİ ŞİİR 103 Blanki’ye Ağıt EUGENE POTTİER ÇEVİRİ ŞİİR 104 İnsan Neresi AZİZ KEMAL HIZIROĞLU KONUK ŞİİR 106


EMEĞİN SANATI’NDAN 161. MERHABA Merhaba, Ülkemiz ve dünya yoğun bir karmaşa içinde… Emek sermaye arasındaki çelişkiler keskinleşirken, ezilen halkların; emperyalistler tarafından üzerlerine salınan yoz çetelere karşı direnişi yeni bir devrimin kızıl şafağını gösteriyor… Rojava’da oluşturulan bu devrim, şimdi ülkemizdeki faşist diktatör ve ABD emperyalizmi tarafından boğulmak isteniyor. Kobanî’de IŞİD gerici-faşist çetelerine karşı bir onur mücadelesi veren halk, özgürleşmesini boğmak isteyenlere karşı, kadınerkek omuz omuza kahramanca direnerek Kürt halkının atasözü, "Şêr şêre; çi jine, çi mêre"(Aslan aslandır ha erkek ha dişi) Kobanî’de tam anlamıyla hayata geçiyor. Bizim sanatımız, elbette bu direnişe seyirci kalmayacaktır. Bu sayımızda, bu konuya ağırlık verdik. Elbette bizim anladığımız sosyalist gerçekçilik, dünyayı durağan olarak değil, tarihî gelişimi içinde görür; bunun sonucu olarak bugünkü durumu mutlak kabul etmez, tam tersine yarının bir nedeni, bir başlangıcı olarak kabul eder, öyle yansıtır. Başka bir deyişle, emeğin sanatı, Devrimci sanat, var olanı zamanın akışı içinde çatışa değişe evrimleşmekteki niteliklerini çelişkileriyle yakalama çabası içindedir. İsmail Mert Başat, peşinde olduğumuz sosyalist gerçekçiliğin yönünü şöyle ortaya koyuyor: «Toplumcu gerçekçiliği unutturulduğu/kaybettirildiği yerde değil, o büyük birikimi bugünün somutunda dönüştürerek yalan perdesinin gerçek ile yanıtlayıp-yırtan , üzerimize kapatılan kapanı göğüslemek üzere ciğerlerimizi genişleten, teyit ve itaati dirence dönüştüren, dayatılana başkaldırmayı kelimelerde değil zihinselde dokuyan bir hayatiyetin içinde yeniden kurarak var kılabiliriz.» Sanat ve kültür, yaşamda güzelle ilişkiyi bir içsel gereklilik ve gereksinmeye dönüştürerek, bilincin, güzellik yasalarına göre değişmesi ve gelişmesi yönünde işleyecek, yarınlar adına, doğrunun arılığı uğruna mücadele verecektir. Bir anlamda da sanat dünyanın değişebileceğini göstermeli, değişmesine yardım edebilmelidir. Ancak, Sanatın yoğun ve gerçek bir yaşantıdan doğması yetmez, ayrıca kurulması, nesnel bir biçim alması da gerekir. Son sözümüzü Van Gogh’a verelim: «Politikayla sanat yapılmaz; sanatla politika yapılır.» Ali Ziya ÇAMUR


Emeğin Sanatı 161. Sayı

şairin kimliği

BU SAYININ SAVSÖZÜ

şair aydındır ve elbette muhalif. burada muhaliflik, ille de muhalif olma değildir; zorunlulukla ilgisi yoktur; olması gerektiği için değil, öyle olduğu için muhaliftir; öncelikler siyasal erk’e karşı muhaliftir. siyasal erk, ne denli bütünsel, ilerici, demokrat, sivil, insancıl olsa da, yönetme amacında olduğundan, ‘ayakta durma’ya zorunludur. görülüyor ki, şair, zorunlu muhalif değil, gerektiği için öyledir; siyasal erk’se, zorunludur ve muhalifliğin karşısındaki’ ‘tutucu’ mahaliftir. (önemli not: şairlerin devleti yoktur. bu bağlamda bütün belirleyici/zorunlu yaptırımların karşısında bulur kendini. unutmamalı: devlet, boyun eğme ister; şair, başkaldırı.) bir yanılgı: şiiri, şairin kimliğiyle irdeleme, yorumlamadan bilinçli olarak kaçılıyor (kaçınılıyor). oysa, dilsel ve zihinsel dizgede yansıyan olgu, içduyumların belirten’i değil; dış dünya tasarımının bilinçsel belirtileni’dir. bilgi ve bilim, dışardan somut değerlerin yazınsal (burada şiirsel) üretimidir. şair, ancak, üretilenin (başkalarının ürettiği de) insanı sarmalaması, evrensel olanı kucaklaması, dünyayı kurması (değiştirip dönüştürmesi). ’hayır’ın öteki adıdır. Şiirin amacı şiirin amacı, insan’dır. (önemli yanılgı/yanılsama: tek insanı öne çıkaran/alan ve bu tek insandan yeni insanlar yaratan insan değil.) şiir. önceden varolan ya da sonradan biçimlendirilen tek bir insanla varoluşunu gerçekleştir(e)mez; değişen dünyanın tasarlanıp çoğullaştırılması sonucu doğar: yaşarken, değişirken, baş kaldırırken; insanca… şiir, kendisi olan bir başka ‘kendi’nin amacıdır. bir dünya tasarımından tasarım dünyasına devinimde (ya da bu iki nesnenin yer değiştirmesiyle) öncelik nerede olmalı? üreten için önce tasarım gelir; tüketen için algılama; tasarılarını algılama. belirleyici olan, şairin öznesi olduğuna göre, algılama eşittir tasarımdır. tasarı ile algılama arasında bir koşutluk değil, özdeşlikten/çakışmadan söz edebiliriz. sunu ve istem, kültürel (burada şiirsel yaratım) olguyu dünyalaştırır; nesnesi kılar insanın. böylelikle, toplumsal, kültürel, siyasal ahlâksal….. kılgısallığın üretilerek dönüştürülmesi, şiirin uzun varoluş sürecini açıklıyor. amaç: bireysel imgelemin dilsel/zihinsel üretimle toplumsallaştırılmasıdır. kuşkusuz; popülizmi, geleneği, tarihi dışarda bırakmak koşuluyla. ‘hamiş’ şiir ‘hayır’dır; şairi, hayır’ın üreticisi.

HAYATİ BAKİ

Yazarın Şair ve Otorite Şiir Ve Yanılsama kitabından alınmıştır. Yazıdaki yazım özellikleri yazara aittir.


Sayfa 5

KÜFLÜ AY ŞEHRİ / Adnan DURMAZ şu küflü ay eski bir symirna sikkesi giritli bir korsanın zamana verdiği baç fesleğen tüten gecede gök susuz bakraç caddeler ten çiçeği sesi kanıyor sarı ışıklar kalabalık ıssızlığın ayak altında silinmiş bulvarlarda sevdaların esamisi sarı sokak lambaları kanırtıyor ha bire kimsin yabancı gelmedi yüzün aşka dair izler aramaksa meramın uzak dur buralardan


Emeğin Sanatı 161. Sayı

hemen kaç koltuk altlarında yapay aşklar usaresi dipsiz karanlıklarda kaçıncı kaybolan kayıktır hüzün şiirsiz kesilmiş mehtabın yüzdüğü sonsuz ürperen dalgaları dizeler okşamayalı beri şairler terk edeli düş yurdu geceleri hüzün hüzün dedikleri mehtabın sırtına ha bire inen kırbaç yollarla düşmeklerin bir şarkısı olurdu yürüyen kalabalıkların bir senfonisi kederin bakışları birbirinin yüz kıvrımlarından bit ayıklar gibi acıyı paklardı imbatlar ince bir kız hoyratlıklarının zulasında korsan gülüşler saklardı delikanlılar yedi deryanın coşkusu dalga dalga yalar gelir dilleri aşk yalımı gayri kör uçurumlar keser yolunu bütün sokaklar hicran bütün yürekler viran gülüşler kıraç duyguya çıplak sevgiye aç şehir dileniyor sokak sokak sevdaya muhtaç

körfezinde her gece gökyüzü inip de yıkanmıyorsa sırtı yanır eli yüzü param parça emek ayaklar altında çiğneniyorsa kodaman sütunlu saraylar kan emip doymuyorsa aşk apış arasında tuzu kuru takımı ahraz bir şehir artık özlemiyorsa sarılmıyorsa kavuşunca görünce sevinmiyorsa deli ırmak döne döne arama demek ki öldü turaç

ADNAN DURMAZ


Sayfa 7

tan doğan

iç kanama bana bir şey öğretme ey şâir kitap mısın sen yağmur damlasının tarihini yaz yaprağın serüvenini bulutun acısını yüreğince bana bilgiçlik taslama filozof değilsin ki felsefe yapasın bir şâir öldüğünde ahkâm kesme bir sandal battığında konuşma bilimsel kırıldığında bir kuşun kanadı ağıt tut yeter ve mümkünse sus ateş kül olunca ol diyârda bana bir şey gösterme ey şâir kör olurum yoksa ‘hayât’ın çığlığını sezdir -bu yeter oynama zarıyla gönlümün âh şâir: seni kim bu hâle getirdi kim tanrılaştırdı bu yüzyıllarda gölgeni koklamak isterdim oysa birkaç dizenin masumluğunda


Emeğin Sanatı 161. Sayı

BOŞANALIM ARTIK TÜRKİYE

(Allen Ginsberg ve k. İskender’den araklama içerir)

Boşanalım daha da çirkinleşmeden ilişkimiz Şiirler bende kalsın, kırık heveslerimin velayeti sende Çok aç kodun ya beni, götüne sok şimdi gemiciklerini Kutu kutu pense oynatmadın ki bize hiç tomar tomar dolu içi Biz canım hani, iyi tanırsın, 14 yaşındayken Lice’de roketle patlattığın 12 yaşında 13 kurşunla taradıkların, sabahın ayazında Yollara dökülüp ekmek kavgası verenler, ekmek almaya giderken Vurulan çocuklar hani, senin gebeşlerinin İşkembelerini şişirenler, yani ne önemimiz var, sen emret Şak diye gebeririz biz gene maden ocaklarında, inşaatlarda, fabrikalarda, Siktir et, ne hükmümüz var ki zaten kar mârjı karşısında, Hani biz işte yahu, Mutluluğu kayıt dışı yaşayıp sigortasız sevişenler, Iskalanmış gençliklerini yarına buruşturup sana yeni köleler üretenler Kravatlı gavatların fark etmeye dahi tenezzül etmediği Çöpten karton toplayarak çocuklarına bakan kadınlar, Çeyizlerine taksitle hüzün iliştiren tezgâhtar kızlar, Döve söve arabeske ve intihara biriktirdiğin çırak çocuklar,


Sayfa 9

Boynundaki göt içi kadar işporta tablasında Koca ailesinin açlığını ertelemeye çabalayanlar, “Biz allahın üvey çocukları, arkasızlar...” “Biz sökük düğmeliler, şezlongsuzlar, şarapsızlar;” * Kutunu açıyorum Türkiye, başka seçimin yok Sarı kızın tezeği çıkıyor ortaya, afiyet bal şeker olsun Beni ya kederle örülü bir şiire gömersin Ya da boşayacağım seni ilk fırsatta And olsun!

Serkan Engin Haziran 2014 * Yılmaz Odabaşı (Allahın Üvey Çocukları)

GÖRSEL DÜZENLEME: ADNAN DURMAZ


Emeğin Sanatı 161. Sayı

KOBANÎ İÇİN / İrfan SARİ yanlış yazılmış zorba bir tarih süpürün çocuklar süpürün kardeşlerini taşıyan çocuklarla tellerle ayrılan mayınlı toprakları var çünkü Kürtlerin gökyüzüne bakmayın yeryüzünde direnen yaşam ustalarına bakın köyden kışlıkları alıp da gelin güneşin altında üşümek mümkün sonra bileğinden annenin eteğine bağla kendini


Sayfa 11

ibre kara kirli sakalları gösteriyor şimdi tanıdık oyunlar oynanıyor her kes Allahı tanıyor ama kimse inanmıyor bu kış kurşun yağabilir tank paletleri iz bırakabilir bulutlara ama sizde varsınız çocuklar alnınızda ter gökkuşağı sarın belinize kafaya takılmış kadınları var onların kara kirli ve uzamış sakalları arasında kaybolmuş kafaları ki kocaman oyuncaklarla doldurulmuş küçük ayarlar çekilmiş oysa kadınlar Kürdistan da toprakla yatıp toprakla uyanırlar onun için çiçek fışkırır gözlerinin renginden bu gün kobanîde vahşi köpekler omurgasız iğrenç Kansız ölü hikayeleri var her birinin her biri devşirilmiş soysuz yok ceddi mızrakla geldiler potinle şimdi ellerinde gladius tarih terbiyesiz naralar atıyor durmadan kanayan topraklar üzerinde


Emeğin Sanatı 161. Sayı

karanlık çöküyor sen dağları beyaza boya çocuk sınır dedikleri diğer yarındır elini bırakma üstelik yüzünü senin topraklarında petrolle yıkayanlar cihanın önünde kürdün katline fetva verenler de dumanlar yükseliyor dumanı da süpür gerçi her ateş önce kendini yakar ama ateş sönmezse etrafını da sıçrar hadi çocuk söndür ateşi sarıl sev kobanî avucunun içidir çünkü

İRFAN SARİ


BİZ GELİYORUZ

Sayfa 13

I Ey çelişkilerin dönüşüme uğradığı dev volkan Ey miladını yazamayan tanımsız tarih Kuruyan dallarını kendi budayan sır ormanı ey Çaresiz gözlerle belirsiz düşlerin kundağında ufku gözleyen eçhel mahkumiyetlerin mimarı vahşi gözardılardan sızan tehdit Seni tarlaya beni sofraya hepimizi dünyaya sığamaz eden kayıp önemseyişlerin yorgun vakanüvisleri konuştu Gülü şehirden atın bülbülün isyan saatidir Yabani sürülerin salındığı kaçak çayırlara dökülen suları kesin Kökünden kesilmiş kaktüsleri zulümden korkan aşk sürgünü kapılara bırakın Muzaffer komutanların fütursuz edalarıyla girsin kuşatılmış karanlık kapılardan iblis Çelik ve ahşap ve kemik ve kan yığınağı kapıları açın Şimdi yerkürenin mahşere mahşerin ızdıraba tahammülsüzlüğünü konuşma vaktidir Şehre ses veren bütün kanalları açın Ey güvercini göçer kaçar korkar belleyen acemi ebced çözücüleri II Düş serüvencileri Bize tanım koyup söylediler Yola revan olup sevda kuşları biriktiren iki cansınız Tutuksuz yargılanan iki dal heyecansınız Artık bunu kirli ama görkemli giysilerimizle çıplak ayak yürürken Çakıl taşlarının üstünden Sevdaya dönüşen yeteneklerimizin tümüyle biliyoruz Toplayın getirdiğiniz ne varsa zemheri zindanlarınızdan ve terk edin şehri Çıkınlarımızda ışıktan sözcüklerle biz geliyoruz

BÜLENT AYDINEL


Emeğin Sanatı 161. Sayı

ON YAŞINDAKİ MUHAMMED’İN ÇIĞLIĞI/SAVAŞA HAYIR bi denecik canımdan özge neyim var vurmayın amcalar ekmeğimi ısırayım yarısını da size vereyim az önce melek olan berivan verdiydi anamı babamı kardeşlerimi yitirdim evimizi bulamıyorum okullu arkadaşlarım nerdesiniz ekmeğimi ısırayım yarısını da size vereyim vurma bana abiciğim taş bile atmadım ki bi denecik ufacık canımdan özge neyim var bi de yanağımı ıslatan şu arsız gözsularım ışid de ne ki amcalar bilemem ki tee tepede oturan arap amcalar da ölmüş ölüm de ne ki dedem oğulcuğum insanız insan dediydi hepimizin bi denecik canı var dediydi neden gökten ateş yağıyor, bombalar,panzerler mermiler hav hav havlıyor kolumu kırdılar anneeeeeee anneeee canım yanıyor abiciğim ne yaptım size taş bile atmadım ki

HASİBE AYTEN


Sayfa 15

YENGE / Necmettin

YALÇINKAYA

Sabah erkenden Mehmet Ali bakkala toz şeker almaya gittim. Elimdeki para, bir kilo şeker almama yetmemişti, zamlanmıştı çünkü. Annem elimdeki naylon poşeti görünce: “Burada bir kilo yok” dedi, gözlerini iri iri açarak, “yanlış mı tarttı ne!” “Yok yok” dedim, “hemen adamın günahını alma; şeker zamlanmış!” Kahvaltıdan sonra podyamı giyip okulun yolunu tuttum. Koridorda birkaç arkadaşım aralarında hararetle konuşuyorlardı. “Oğlum” diyordu Cesim, “bizim sokak Buca’ya bağlandı.” “Bizimki de İzmir Konak’a” diyordu Mehmet. Beş metrelik yolun sağı Konak, solu Buca oluvermişti. İzmir’e bağlanmış olan yerler gecekondu statüsünde, Buca’ya bağlı olanlarsa altın değerine çıkmıştı. “Ulan şansa bak” diyordu Memo Bakkal, “dükkânım Konak’ta, beş metre karşımda olan depom da Buca’da!” Gevrek gevrek gülüyor, ardından kahkahayı basıyordu. “Ulan Memo çok şanslısın” diyordu Şehriban Ana, “kedi gibi hep dört ayak üstüne düşüyorsun” Göbeğini hoplata hoplata gülüyordu Memo. Terazide un tarttığı sırada, işittiği bir haber üzerine donup kaldı âdeta. “Yapma ya! Nerede, ne zaman olmuş?” “Bu sabah Basmane’de, hemzeminden geçerken trenin altında kalmış Yaşar. Feci, çok feci bir ölüm” diyordu Zurnacı Halil, ağlamaktan gözleri kızarmış bir vaziyette.


Emeğin Sanatı 161. Sayı

“Tren düdük çalmamış mı, görmemiş mi makinist?” “Hem de delicesine… Duymamış zavallıcık. Kim bilir aklından ne planlar geçiriyordu… Kim bilir” “Yazık, çok yazık oldu Yaşar’a! Sen çık Erzincan’dan İzmir’e bir umut diye gel, git trenin altında kal… Hay ben böyle şansın içine!” dedi Memo. Duraksadı, elleri titredi, ağlayacak gibi olmuştu. “Ardından gözü yaşlı bir kadın ve iki sebil bıraktı. Az bir borcu vardı bana; benden yana helal hoş olsun” dedikten sonra veresiye defterinden adını bulup tükenmez kalemle çizdi. Bu davranışı bakkalda bulunanlar tarafında takdirle karşılandı. “Bravo Memo” dediler, “sana da bu yakışır” Mütevazı bir edayla: “Benim yerimde kim olsa aynısını yapardı” deyip dükkânını kilitledi. Bir sokak ötedeydi rahmetli Yaşar’ın evi. Olayı duyan koşuyordu. Evin önü bir anda panayır yerine döndü. Ağlamalar, sızlamalar, ağıt sesleri… Morgdan getirilen cenazeyle herkes helalleştikten sonra Buca Mezarlığına götürüldü. Defnedildikten sonra herkes sessizce dağıldı. Başsağlığı, kırk yemeği derken Yaşar unutulup gitti. Herkes işinin başına dönmüş, zaman akıp gidiyordu. Yaşar’ın bir küçüğü Hasan, bazen başının üstüne koyduğu tepsi üzerinde bazen de bir sırığın ucuna taktığı gevrekleri satarak, eve, yengesi ve yeğenlerine yardımcı oluyordu. Abisi Yaşar çalıştığı fabrikada çok sevilen biriydi. Patronu da çiğ süt emmemiş biri çıkmıştı. Yaşar’ın ailesine hatırı sayılır bir para yardımında bulundu. Ayrıca çocuklarına giysi, eve erzak göndermişti. Hasan sabaha karşı kalkıyor, arkadaşlarıyla bir gevrek fırınına gidiyor, oradan aldığı gevrekleri satıp eve dönüyordu. Yine böylesi bir günde, şansı yaver gitmiş, elindeki gevrekleri kısa sürede bitirip eve dönmüştü. Ev kalabalıktı; aile büyükleri bir araya toplanmış, yengesi onlara hizmet ediyordu. “Hoş geldin” dedi amcası, “gel otur yanıma. Seninle önemli bir konuyu konuşacağım.” Sessizce aralarına oturdu Hasan. Kafası karışıktı. ‘Önemli konu ne olabilir ki?’ diye düşünüyordu. Babası suskundu, annesi tavana bakıyordu. Odaya kasvetli bir sessizlik çökmüştü. “Oğlum” dedi amcası, “biliyorsun abin aramızdan zamansız ayrıldı. Yengenle bu körpe yavrular bize emanet bıraktı. Çok şükür patronu yeterince para da bıraktı.” Gözleri gelini aradı, bulamadı. Mutfağa çayları tazelemeye gitmişti. “Gençtir, nasıl olsa günün birinde evlenecektir.” diye ekledi. ”Ama yabancı birine varırsa hem abinin parasını hem de çocuklarını kaybederiz. Hele bir de kalkıp elin adamına “baba” derlerse buna gönlün razı olur mu evladım? İyi düşün, son pişmanlık para etmez!“ “Olmaz tabii emmi, olur mu hiç? Hem amca babanın yarısı demektir!” “Aferin yeğenim, senden de bu beklenir zaten.” Gururlandı Hasan, koltukları kabardı. Yanakları al al olmuştu. “Bana söyleyeceğin bittiyse amca, biraz uyuyacağım”


Sayfa 17

“Yok yok bitmedi. Daha yeni başlıyor…” Merakı artıyordu Hasan’ın. Amcası dostça elini omzuna koydu, saçlarından öptü: “Yengen ele varmasın, çocuklar da başkasına baba demesin. Yengenle evlen, çocuklarına babalık yap!” dedi. Hasan’ın kafasında şimşekler çaktı birden, soğuk soğuk terledi. Kalbi hızlanmış, bayılacak gibi olmuştu. Gözlerini amcasının gözlerine dikerek, “Amca sen ne dediğinin farkında mısın?” dedi. Babasına baktı; bakışlarını kaçırdı o. Annesi hâlâ tavana bakıyordu. “İnsan hiç abisinin karısını alır mı? Bu nasıl bir insanlık, nasıl bir adalet?” Hüngür hüngür ağlamaya başladı. Amcası: “Bir sen misin sanki yengesiyle evlenecek olan? Bak etrafımızda kaç kişi var. Töredir, âdettir!” diye üsteledi. Mutfakta çayları tazelemekte olan yengesi konuşulanları duymuştu. Elleri titriyor, tepsideki bardaklar sallanıyordu. Söz bitmişti. Konuşmaya hakkı da yoktu zaten. Büyükler ne derse doğrusu odur! “Lemi cimi yok, biz ne dersek o olacak!” dedi amcası. Hasan kalktı, doğruca odasına geçti. Vücudunu sedire, başını mindere koyup ağladı. “Allah’ım ne olur, bu bir rüya olsun” diyordu. Irmak gibi çağlayan gözyaşları minderin üstüne aktı.

NECMETTİN YALÇINKAYA

(Yazarın Ozan yayıncılıktan çıkacak olan Çalınmış Hayatlar kitabından)

BİBERON VE KALAŞNİKOF Kobani’de biberon yerine Kalaşnikof varsa anaların elinde Bu, bir nesil İntikamla büyüyecek demektir Düşmanların vay haline!

NEDİM ELÇİ


Emeğin Sanatı 161. Sayı

ATEŞ VE SU sonbahar yangınken biz kışı yakmışız bembeyaz yüzlerimizle bakmışız yangına kopardığımız canımızı yakıt diye kullanıp canımıza bakmışız bilinsin diye değil içimiz içimizi tutuşturan bilinç vaktine hep sönmüşüz sönerken yanan kendimiz olmuşuz bildiniz mi ? yangınımızı söndürecek tek şeydi ateş su da yandı o da ateşi suyla söndüremiyeceği denli yanıyordu su kendiydi zaten ateşle suyun ilk ve son dokunuşundaki sesi dinliyordu eş zamanlı bir sevda... okyanus ve güneş sevişmesine kanayan bir seher hepsi bir göz kırpması ve sonsuz arasındaki varoluş.. güneşini isteyen bir evrim peşindeki suya eyvallah.. devrim yapacak bir güneşin suya düşmesine de..

HALDUN HAKMAN


YAŞAMAK İÇİN

Sayfa 19

günlerin böyle sıradan geçmesi ne tuhaf değil mi? içimizi kazırken dünden kalma hiçliğimiz bir sigara bastırır her sabah açlığımızı işe mi gidiyoruz, savaşa mı belli değil imliyor geceye onanmaz isyanımı yel değirmenleri boşa değil coşkusu ağaç dallarında serçelerin boyumuzun ölçüsünü aldık payımıza düşen yalnızlıklardan kör bir terzinin yamağıdır düşlerimizin dikiş tutmaz sanrısı benim, tuhaf bir sırrım var mesela kimsesin bilmediği babamın benden öncesiyim annemin sonra ki yürek sızısı şeytan ateşten yaratılmıştır diyor annem üşüyorum anne bu ateşte neyin nesi orta yaş durgunluğudur oğul yaş otuz beş bu neyin zorudur görüyorsun işte sevgilim uymuyor bize hiçbir diyet o halde ölürüz ne var bunda küçük bir sevinçle büyüyerek -yaşamak için.

MERİÇ AYDIN


Emeğin Sanatı 161. Sayı

KÜPELİ ŞİİR Ardıç kuşlarını kovalıyor çocukluğum Gökkuşağına boyalı bir bulutun peşi sıra. Öpüştüğüm yerde şiir yarası Keskin bir bıçağın kanattığı hece. Ayakkabı bağcıklarımla intihara meyilli Kurşuni bir sabahın bukağısı kaplarken içimi Güvercinlerin üç adım berisi suskun şu şehirde Penceremde yağmur damlalarının aceleciliği Tak kulağına şu mayıs yelini Kanasa süt kokar puslu havalar Sürgün vermiş kiraz çiçeği olur ellerin Birleşince halkın geleceği için.

TEMEL KURT


Sayfa 21

TIPKI SELİN ARDINDA BIRAKTIĞI KUM GİBİ Muhammet DEMİR

Dışarıda geceden beri yağmur yağıyordu. Mahir bilgisayarın başına geçmiş, yıllar sonra dostluklarına kaldıkları yerden devam ettiği arkadaşına bir öykü için taslak hazırlıyordu. “Yağmurda sırılsıklam olmuş üç arkadaş e-mail profilindeki resmin gibi üç arkadaş. Belki de o günden başlayabilirsin. Fotoğraf albümüne bakarken bu fotoğrafla karşılaşmışsın örneğin. Belki bir piknik sonrası, belki bir ziyaret sonrası... Muhakkak kırda bir yerde… Orta Anadolu da bir yer. Sığınacak bir yer yok. Ya da bir kulübe var ilerde, çok ilerde bir yerde. Kulübeye ulaşınca bir ateş yakılacak. Ortalığı önce hafif bir duman kaplayacak. Ateş harlanacak. Muhakkak kahkahalar patlatılacak. Şakalar yapılacak. Anlamsız bir şarkıya başlayacaksınız. ‘Çadırımın üstüne şıp dedi damladı, çadırımın üstüne şıp şıp dedi damladı, çadırımın üstüne şıp şıp şıp dedi damladı...’ gibi bir şey. Uzayıp gidecek. Uyku bastıracak... Dışarıda yağmur bir süre sonra dinecek yerini hafif bir güneş alacak. Ve sonrası gökkuşağı… Daha fazla devam edemedi. Bilgisayarın başından kalkıp çocuklarının yanına gitti. Mahir çocuklarına; “Mahallede çocuklarla yağmur dinince çivi ile pes denilen bir oyun oynardık” dedi. Yağmur dinmişti. Oğlunu ve kızını yanına alıp dışarıya çıktılar. “Burada beni bekleyin” dedi çocuklarına. Kömürlükten bir çivi alıp geldi. “Hadi size bu pes oyununu öğreteyim dedi.” Çocuklarıyla pes oynamaya başladı. Çocuklarının gözlerinde kendini gördü.


Emeğin Sanatı 161. Sayı

Sevindi. Eşinin “Hadi gelin sofra hazır” seslenmesiyle daldıkları oyundan uzaklaştılar. “Hemen geliyoruz” dediler hep bir ağızdan; “Hadi çocuklar eve geçelim geç oldu sonra devam ederiz…” Eve girer girmez tekrar yağmur başladı. Yemeklerini hep beraber yediler. Çocuklar erkenden yattı. Eşiyle bir keyif çayı içtiler. Eşi çayı nadir içerdi. İçince de keyfini çıkartarak içmeyi severdi. O ise oldum olası çay içmeyi severdi. Çokça eşi ve nadir dostları şekersiz çay içmesine şaşarlardı. O ise alışkanlık yapmıştı. Kendisini en zor koşullarda yaşamak için alıştırdığı o eski günlerinin, o havai günlerinin, o adanmışlık günlerinin bir eseriydi hâlbuki. Ancak uzun süredir eşinin kendisine yarattığı bu konfora alışmıştı. Önceleri bu yeni hayatına adapte olmakta zorlanmıştı. O çayın bahane olduğu gecelerde eşiyle saatlerce mırıl mırıl konuşurlardı. Belki konuştukları incir çekirdeğini doldurmayacak şeylerdi ama olsun. Her seferinde bu uzun sohbetlerinden eşi de kendisi de mutlu olarak kalkarlardı. Yenilenirler, hayata daha sıkı bağlanırlardı. Değil mi ki oğlu ve kızı ile birlikte eşi vardı bu hayatta. Biricik amacı bu olmuştu, onca badireden, çileden, mücadeleden sonra. Tıpkı selin ardında bıraktığı kum gibi... Eşi yattıktan sonra bir iki cümle daha yazmak için bilgisayarının başına geçti. Ama tek bir satır dahi yazamadı. Bilgisayarı tekrar kapatıp, yatağına uzandı. Kendini uykunun kollarına teslim etti.

MUHAMMET DEMİR GÖRSEL DÜZENLEME: ADNAN DURMAZ


Sayfa 23

GÜVERTE / Yaşar DOĞAN

GÖRSEL: «Özgür Gelecek» dergi kapağından

Seni taşırken günden güne yüreğimde Dünyalar canlanıyor gözlerimin önünde Her biri birbirinden farklı bir gezegende Kiminde Türkçe Kiminde Fransızca Kiminde Esperanto konuşuyoruz birbirimizle Ve yeryüzünde yaşayanlar anlamıyor bizi Sen o dünyaların hepsinde öyle farklısın ki Sırat Arapların kanla kuruttuğu bir nehir Ne köprüsü kıldan ince ne de kılıçtan keskin Ayni Kerbela ayni su içmek istediğin


Emeğin Sanatı 161. Sayı

Bir tanem Farkında mısın? Her şey bir kahır gecesini andırıyor Uzatıp elimi Seni sevdiğim her yerde Serilip seninle kumsalına Egenin Egenin her iki yakası gasp içinde Seni sevdiğim her yerde Uyutuyorum Siyonizm’i İbrahim’in atıldığı ateşlerde Arasat’a dönmeyen yeryüzünde Kendim koparıyorum kıyameti Ve Pir konuşuyor Arafat’ta Usul / usul yozlaştırılmış sözleri Bu günlere getirirken bizi Her şey yine iyiyle kötünün kavgası Her kaldırımın uzandığı yerde Senin de şimdi aldığın nefes Tüketilmek üzere nefsinde Hayır, Eylülde değil sonra gel Eylül sabotaj ayı sevgili Gel de Esperanto sevişelim güzelim Her mahzeninde sezonların Ve şezlonglarında plajların Onlar deliye dönerken alıp ahımızı Martılar uçsun mutluluk çığlıklarımızı Güvertesinde seninle her dünyanın

YAŞAR DOĞAN


Sayfa 25

OLMAZ RENGİ ÖLÜMÜN Bağrımda yanan diliyle uzaklara açıyorum sesleri kalbime bağırıp duruyor isyanı çocukların geriyorum göğsümü hüznün sonsuzluğuna cayır cayır yanan şehirde Boyu alçak sevgilerin dikince gözlerimi ancak bir şiir uzatır bulutlara vicdanı rüzgara bir çığlık kuşların kanadında yankılandı ölüme göç vakti rengi olmaz ölümün! kurşunları yağdıkça dedik biz üzerime üzerine biz demiştik olmaz yıllar da hızlıca geçmemiş ki çocuklara oysa sustur ölümü göç vakti ölüme

BURCU TÜRKER


Emeğin Sanatı 161. Sayı

GAMZE’NİN DÜŞ’Ü / Yavuz AKÖZEL Elindeki kırmızı, beyaz güller ağlıyordu. Her demette dört tane vardı ve üç liraya satıyordu. Çankaya’da Fevzipaşa Bulvarının tam metro çıkışına tezgahını kurmuştu. Caddeler insan ve arabalarla tıka basa doluydu. Gamze’nin bağırtıları inmekte olan akşamın hüznüne acı bir çığlık gibi iniyordu. Gökyüzünde gruplar halinde uçuşup avlanan kırlangıçların hiç umurunda değildi bu aşağıdaki insanların hengameleri, boğuşmaları, koşuşmaları, bağırtıları, çağırtıları, klakson sesleri. Kırlangıçlar mağazaların sundurmalarında özenle inşa ettikleri güzel, sağlam yuvalarında kendilerini bekleyen yavrularına işte bu akşamın son soluğunda pikeler yaparak, türlü uçuş ve avlanma ustalıkları sergileyerek yiyecek ayarlamaya çalışıyorlardı. Bir güzel günün sonundaki akşam zamanı mıydı bu? Romantik, tatlı bir yorgunluğun bedene yayıldığı ve artık eve gitme zamanının geldiğini hatırlatan bir güzel günün son demleri mi ? Güller? Gamze, içine su doldurduğu bir pet şişesinin kapağına delikler açmış, solmamaları, pörsümemeleri için ara sıra güllere su serpiyordu ve serpilen sudan ötürü güller solmuyor, hep gülümser gibi duruyorlardı. Gamze buna bir çözüm bulmuştu da ne kendisinin ne de güllerin görünmeyen gözyaşlarına bir çözüm bulamamıştı. Güller ve Gamze çökmekte olan akşamın bu en kalabalık hengamesindeki en büyük yalnızlığında birlikte usulca ve gelip geçen bu insan seline belli etmeden ağlıyorlardı: - Ablalar, abiler kıpkızıl güllerim var! - Ablalar, abiler bembeyaz güllerim var! Başlayan aşklar için, biten ayrılıklar için, kavuşmalar için, biten gözyaşları için güllerim var! Karanlık iyice çöktü , ortalık giderek duruldu, sessizleşti. O kalabalık, o hengamenin yerini yorgun bir tenhalığın hüznü kapladı. Kırlangıçlar da yuvalarına çoktan dönmüşlerdi. Gamze de arta kalan güllerini sepetin içerisine yatırıp, kendisini almaya gelecek üvey babasını beklemeye başladı.


Sayfa 27

‘Bu kadar satabildim’ dedi ve koynundan çıkardığı pörsümüş pembe cüzdanından tüm paraları masanın üzerine boşalttı. Annesi parayı daha saymadan satışın hiç de iyi olmadığını anlamıştı ‘ay yarılandı ama daha kirayı dahi veremedik’ diye kendi kendine söylendi. ‘Bana para ver’ diye 12 yaşlarındaki oldukça esmer, çelimsiz çocuk annesine diklendi. ‘Dün verecektin, vermedin, bugün ver bari !’ ‘Ben de istiyorum’ diye 13 yaşlarındaki sarışın, yeşil gözlü kız çocuğu kendisini kardeşinin önüne attı. Anne, ‘ durun hele.. daha kirayı yatıramadık, ev sahibi sıkıştırıyor ! Evden çıkarırsa görürsünüz gününüzü. Akşama ne yiyeceğiz ? Önce onu düşünün! Böyle giderse ac kalacağız aç ! Çocuk, ‘Öyleyse ben okula gitmiyorum artık! Okula para götürmem gerekiyordu!’ Kız çocuğu, ‘Ben de gidemem para olmayınca’ dedi. ‘Anne ben şeylere gidiyorum, televizyon bakmaya’ dedi Gamze. ‘Kardeşlerin okula gidemeyecekler’ diye yanıtladı annesi. Gamze omuz silkti, ardından da ‘okuma yazma biliyorlar ya yeter! Sibel yarın benimle gelsin, kardeşim de gidip bir yerlerde çıraklık falan arasın, meslek öğrensin! Çocuk, ‘Ben ne yapacağımı biliyorum’ diye, diklenerek karşılık verdi. Karanlık iyice çökmüştü , elektrikleri kesik olduğu için önce anne bir mum yaktı. El ayak iyice çekildikten sonra çocuk sokaktaki elektrik ana hattından eve kabloyla kaçak elektrik çekti. Anne mumu söndürüp elektrik ocağında biber domates kızartmaya girişti. Radyoyu da açmayı ihmal etmemişti. Hep aynı istasyonu dinliyordu.. 24 saat sürekli şarkı çalan bir istasyondu. Çocuk, ‘Her gün aynı şeyler hep: Biber, domates, biber domates! Çalışmaya başladığımda et alacağım ’diye Sibel’in saçını usulca çekti. Kız, ‘hele iş bul da !’ diye kıkırdadı. Yemek pişmiş, sofra kurulmuştu. Sibel komşuya Gamzeyi çağırmaya gitti. O sırada sanki sofranın hazır olduğunu haber almış gibi üvey baba da kapıdan içeri girdi. ‘Kaynanam seviyormuş’ deyip hemen altına plastik sandalyelerden birini çekip oturdu. Sandalyenin bir ayağı kırıktı oturur oturmaz ayak tamamen büküldü ve adam kıç üstü yere yığıldı. Kadın koşup masayı tutmasaydı, biber domates kızartması ve yoğurttan oluşan yemek gümbürtüye gidecekti. “Erkek müsveddesi” dedi adamın suratına nefretle bakarken kadın; ‘şu evceğizime üç sandalye bile alamadın!’ Adam hiç ses çıkarmadan pis bir gülümsemeyle ekmekten koca bir parça koparıp biber domates kızartmasına daldırdı ve koca lokmayı bir seferde ağzına tepti. Yanakları her iki yandan balon gibi şişmişti. Ağzına sokmuş olduğu o devasa lokmayı bir iki çiğnedikten sonra


Emeğin Sanatı 161. Sayı

hoop mideye indiriverdi.. Sonra da “İş bulur da girersem sandalye de alırım, televizyon da alırım, çamaşır makinesi de alırım, sen ne istersen alırım!” Kadın, “bu mavraları yıllardır dinliyoruz.! Kahve köşelerinde akşama kadar okey, pişpirik oynayan adam nasıl iş bulabilir?” Gamze ve kız kardeşi de komşudan geldiler. Yemeği yerken çocuk bir kez daha çalışınca et alacağını yineledi. Babalık, eliyle havada anlamsız hareketler yaptı ve manalı manalı kıkırdadı. Çocuk, ‘görürsünüz’ diye babalığına düşmanca bakarken bardaktaki suyu masaya döktü. Anne tatsızlık olmasın diye el bezine dönüştürülmüş üzerinde çiçek desenleri olan bir bez parçası ile dökülen suyu temizlemeye girişti. Ertesi gün çocuk İkiçeşmelik’ten başlayarak ta Kemeraltı’ndaki bakırcıların olduğu küçük atölyelere kadar her yeri tek tek dolaştı. Bakırcılar, davlumbazlar, mangallar, ibrikler, kül tablaları. Sahanlar, tencereler ve daha çeşitli hediyelik eşya malzemeleri işliyor ve hemen orada dükkanlarının önüne kurdukları iğreti tezgahlarda müşteriye sunuyorlardı. Bir bölüm imalatçı da paslanmaz çelikten aynı malzemelere benzeş şeyler imal ediyor ve yine hem imalathane hem de satış yeri olarak kullandıkları dükkanlarının önünde sel gibi akıp giden insan kalabalığına sunuyorlardı. Çalışanların çoğu çocuk sayılacak yaştaydı ve yüzleri gözleri kömür karasına batmış bu çocuklar her iş sorduğu yerde onu tepeden tırnağa yabancıl bakışlarla süzüyorlardı. Çocuğu, her iş sorduğu yerde patronlar da tepeden tırnağa alıcı gözüyle süzüyor ve bu esmer, kılıksız çocuğa ‘iş yok’ diye hep olumsuz yanıt veriyorlardı. İş yoktu işte ! İş vermiyorlardı ! Çocuk, o, yüzleri gözleri kömür karasına batmış solgun bakışlı çocukları nasıl da imreniyordu. Onlar, bir işleri olduğu için kim bilir nasıl mutluydular ! Eve gitmeden önce Agoranın yıkıntılarında oturup gelen geçeni, acele acele koşuşturanları, bağırıp çağıran, küfreden, birbiriyle ha bire didişen, alt üst olan tinercileri gözlemeye daldı. Bu evsiz barksız ve hiç kimse tarafından gerçek anlamda sahiplenilmeyen adları tinerciye çıkmış çocuklar da kendi taydaşıydı. Hatta aralarında kendisinden çok çok küçük olanlar vardı ama onlar hiçbir şeyi umursamadan güle-bağıra oynaşıyor, takatsız kaldıklarında da yıkıntıların kuytuluklarında büzüşüp uyuyorlardı. Çocuk bir an, içinden ‘ tinerci olmak en güzeli aslında ’ diye geçirdi. Giderek karanlık çöktü. Çocuk oturduğu yerde gecenin bu ağıtımsı hüznünü dinledi. Aslında hüzün ve acı kendisiydi. Aslında o geceyi dinlerken kendisini dinlemiş oluyordu. Cefakar annesi, hayırsız üvey babası, bacıları gözlerinin önünden bir an gelip geçiyordu. Ve onları dinliyordu. İş yoktu işte ! İş vermiyorlardı !


Sayfa 29

Gamze, kardeşinin saçlarını okşayarak ‘üzülme’ dedi. ’ümidini yitirme, yarın da spotçulara git, tek tek sor! Olmadı lokantaları dolaş komilik sor, bulaşıkçılık olsun! Sor! ‘ Sonra mutfağa gidip kardeşi için sakladığı akşam aşını getirdi. Çünkü onlar akşamı çoktan savmışlardı. Sabah Gamze kalktığında içinde bir sevinç, bir heyecan vardı. Gece güzel bir düş görmüştü. ‘Hayırdır inşallah! Bu nasıl bir düş ki böyle?‘ Diye içinden geç irip, yatakta bir sağa bir sola dönerek gördüğü o güzel masalımsı düşü yorumlamaya çalışıyordu. Gamze o hayırlı düşünde kocaman bir dükkan sahibiydi. Çankaya’daki Fevzi paşa Caddesinin en güzel yerinde kocaman bir çiçekçi dükkanı açmıştı ve dükkan rengarenk çiçeklerden adeta görünmüyordu. Gamze bacısıyla beraber durmaksızın demet demet çiçek satıyor, görünmeyen paraları bir çuvala ha bire dolduruyordu. Para görünmüyordu ama çuvala doldurduğu o görünmeyen nesnelerin para olduğuna emindi. ‘Çiçek hem mutluluk hem de büyük bir kısmettir. Görünmeyen para ise zenginlik!‘ diye içinden geçirdi. Düşünü kimseye anlatmamaya karar verdi. Anlatırsa düşünün gerçekleşmeyeceğinden, bu olağan üstü güzel tılsımın bozulacağından korkuyordu. Bir yerlerden de böyle duymuştu gerçi. ‘ Anneme bile anlatmayacağım’ diye kendi kendine mırıldandı. O gün bacısını da yanına katıp işe, yani çiçek satmaya giderken Gamze en güzel giysilerini giymiş, dudağına kıpkırmızı bir ruj sürmüştü ve neşeli bir roman türküsü mırıldanıyordu.

YAVUZ AKÖZEL 11.10.2014 Narlıdere,İzmir


Emeğin Sanatı 161. Sayı

UFUK ÇİZGİSİ Estiği zaman rüzgara benzememek için Sordu dünyaya Gök kuşağı ne için Tramvaylar kalabalıktı Film insanı susatan cinsinden Gazete almayacağım bugün Dünya buruşturulup atılmaz Gene gereksiz hatır sorma, hayra yormalar Telefonu satıp kaşar peyniri almalı Kediler de ihtiyarlıyor Bıyıkları beyazlaşmış Bu oyuncaklar kanser yapıyormuş Bence oyuncakları kanser yapıyorlar

Kapalı mekanlarda sigara içmek yasak Açık havalar Amerikan kahvesi En iyisi best seller okumak Gülhane parkı, hayvanat bahçesi Annem kekik getirmiş köyden mis gibi kokuyor Annem köyün delisi Rakı olsan içilmezsin arkadaş Her sözün süt mavisi Uygun bir yerde binecek var kaptan Hedef ufuk çizgisi

SEMA LALE


Sayfa 31

K evok û Z arok Tu kevokan nedikarîn weke wan bireqisin, Li hêlînistana kevokan û ji kevokan komek Roj bi roj nav û navdariya wan bilind dibû. Wext û saet hatiye, êdin welatê hêlînistanê Biçûk û bêliv xuya dikir li ber fir û baskan. Ceylan, Ûxur, Berkîn... sê zarî wek kevokan bi fir û bask in. Kevok, li dik û deriyan reqsvanên aştiyê ne Ku jan û hesretên dayikan didin sêwirandin, Û li meydan û xwepêçandinan serfiraz dibin Pêlên kerr jî pê re radibin ser xwe, direqisin. Bo azadiyê zarok jî bê dem dikevin, her ketin bêr giran, şevereşiyê ronî dikin.

Li dikan kevok hene ku ji kevokan narîntir Bi rêber, bi raman û bê tirs dikevin reqsan. Pê re pêlên bejnan û destên bi şal û serpoş, Û lîlandina dirûşman ku awazên derûnî ne. Karwanên azadiyê bi bar û bedelên giran in Bi helînên xwe, mûm vêdikevin û direqisin, Reqsên kevokan dîmenên emrên zarokan in. Ceylan, Ûxur, Berkîn... Xema min çi ye, zarokino; ger rojek bê û şoreşa we bê dizîn, ez ê wê demê bê helbest bimirim, bi şêweyeke din ne ji we re û ne jî ji min re mirin nîn in!

A. KARABAX 13.03.2014 Berfîn Dibarin Li Reşiyan,


Emeğin Sanatı 161. Sayı

ÇOCUK VE GÜVERCİN Hiçbir güvercin beceremezdi dansı onlar gibi Güvercinlerin ülkesinde ve bir grup güvercin Ki günden güne yayılıyordu şan ve şöhretleri. Vakti ve saati gelmiş olmalı ki güvercinistan, Küçük ve monoton görünüyordu kanatlarına. Ceylan, Uğur, Berkin... üç çocuk güvercin gibi kanatlıdırlar. Sahne ve her yerde dans edenlerdir güvercin Ki acı ve özlemlerini canlandırırlar annelerin, Onur duyarlar alan ve yürüyüşlere akmaktan, Sağır dalgalar da kalkar, dans ederler birlikte. Özgürlük uğruna çocuklar de düşer ve her düşüş yükü ağırlaştırır, karanlıkları aydınlatır. Sahnelerde güvercin vardır güvercinden alımlı Öncüyle, bilinçli ve korkusuzca girerler dansa. Beden, şal ve yazmalı ellerin o güzel uyumları Ve zılgıtlı sloganlar, ki yürekten haykırışlardır. Özgürlük kervanlarının yük ve değerleri ağırdır, Tutuşan mum erir ve erirken aleviyle dans eder Ve çocuk ömrü gibidir güvercin dansı figürleri. Ceylan, Uğur, Berkin... Kaygım nedir, çocuklar; eğer bir gün devriminiz çalınırsa işte o zaman şiirsiz ölürüm, başka türlü ne size ne de bana ölüm yoktur!

ABDULLAH KARABAĞ

l L l L l

13.03.2014 Kardelen Yağar Karın Alacasına


Sayfa 33

GÜZ ATEŞİ / VEDAT KOPARAN

-Yaşama Dairde Hep Bir Eksikle(İnsanlığı kucaklayan ateşin yaktığı acının-hüznün, yoksunluğun yaşandığı yerde umut etmek beklentilerde iyi şeyler umarak yaşama tutunmaktı. Sevgi en yüce duygumuzdu hiçbir hesaba katmadan hep verdiğimiz. Bize iyi gün dostları değil zor günün dostları lazımdı. Zor zamanda destek ve birlik olmayanın iyi günde olmasını ne edeyim…)

Yanı başımızda Kan akıyor Umut ve sevgi çocuk Vurulmuş Ağlıyor ve ölmekte Kanıyor insanlığım Duyuyor musun? Dayanamıyor gözlerim Gülmeyi uzak tutuyor yüzüm Şimdi edebiyatın zamanı değil Diyorum kendime Ağlamayı kesen gözlerime Ateşten uzaksın Ne bilir ne anlarsın Sen ne yapıyorsun Duyuyor musun?

Bu ses eğlence sesi değil Yaşanan acının ölümlerin sesi Umut ve sevgi çocuğun Ağlamaması ve ölmemesi için Kanıyor acıyor mu içerin Duyuyor musun? Bir top gözyaşı Yağıyor gökten yağmurlarla Islanıyor musun? Bu gün güz güneşi Küskün mü doğdu pencerene Uyuyor musun? Bu gün umut ve sevgi Ağlasa kanasa da Vurulmuş olsa da Şehirlerde dağlarda Direnişte Duyuyor musun?


Emeğin Sanatı 161. Sayı

ŞAFAĞA ÇIKAN ÜLKEYİM Ercan CENGİZ

dört nokta bıraktım dünyaya hava gibi, su gibi toprak gibi, güneş gibi önce çarmıhlılar düştü koynuma sonra sarı mekaplılar birer birer bir bilseniz, ne adlar takmıştım onlara şafağa çıkan ülkeyim atlılar tepinip durdu üstümde, yıllarca neslime bilendi kılıçlar sonra tüfek icad oldu tanklarla gelip vurdular böğrüme bombaladılar dağ – taş vurup ayırdılar dört parça tel çekip, mayın döşediler ki araya yanıp yanıp karışayım toprağa aç kaldım ekmeğe – suya – seviye kefensiz gömdüm ölümü dilimi tanımayanla komşu tanıyanla dost oldum nicedir meyvesiz piç ağaçları boy verip gölgesini düşürdüler tarlama suyum kirlendi

balıklar alıp gitti başını yalnız kaldım dört noktada yaşım küçültülüp asıldım yaşım büyütülüp asıldım kötülükten kötülük beğen dediler cennetlerine tükürüp de geldim kırıldım, sürüldüm, ağladım çocuklarım oldu kızlı – erkekli kimi kayıp kimi cansız bedenleri ile atıldılar üst üste şafağa çıkan ülkeyim kim bilir kaç kez taht kurdular değişti yurdumun adı – tadı kim bilir kaç kez düşenlerin adını çocuklara verdim her döndüğümde toprağa kapısını açık koydum evimin kayıplardan biri gelir diye dilimi konuşanla değil anlayanla yar oldum, yoldaş oldum duvar örmedim araya


Sayfa 35

geldim bugüne atom bombası denenmiş Halepçe’de can vermişim elma tadında büyük iş makinaları ile mezarımı kazmışlar büyük iş makinaları ile gözlerime doldurmuşlar toprağı ‘mezarın nerde ise yurdun oradır’ mağaralarda bulmuşlar kemiklermi kuytuluklarda karakol bahçelerinde faili belli yol kenarında ya da ama uzağa gitmemiş ayağım kemiklerimi bulunca sıkı sıkı sarılmış çocuklarım öpmüş, koklamışlar usulca kim bilir kaç kez öldüm dilsiz, sağır, kör bir dünyada kim bilir kaç kez umutla, inatla doğmuş beslemişim yarını hey hawar klamlarım vurulmuş iki kaşın arasından şiirlerim yakılmış cenazemin üstünde külümü alıp savurmuş rüzgar kim bilir hangi çalı dibinde yatar olmuşuz yıllarca kim bilir hangi mağarada kapıya çevrili başımızla kemikten dökülmüş etimiz şafağa çıkan ülkeyim tanımamışım yasağı, sınırı kendi dilimle ad vermişim dağlara yüzümü sürmüşüm ayak izlerim kalmış yollarda çığlığım orada hala duyuyor musunuz

derwişler doğurmuşum üst üste üç telli saz olmuş, gönül almışım beyaz kumaşla örtmüşüm çıplak ruhumu ama kıymamışım cana acı tütün sarmışım açlıktan, susuzluktan ölmüşüm el açmamışım münküre ne çok ölmüşüm, ne çok ne çok doğmuşum inatla adım geçmiş toruna oğullar – kızlar vermişim kahpe kurşuna kim bilir kaç işgalci görmediğim yerlerden gelip kim bilir kaç kez, kirlettiler toprağı kim bilir kaç kitapla başıma vurup kırdılar sazımı şafağa çıkan ülkeyim dört parça bir candayım hava, su, toprak, güneşim bugün biri olmazsa, anlamsızdır diğeri sınırları yıkmışım selamı kesmişim soysuzdan söküp atmışım tel örgüleri tükürmüşüm sapına bir daha denerse işgalciler bir daha denerse eğer işte sen, işte su, işte hava, işte güneş yüzüm sürdüm toprağa dedim ki yarıl, yarıl tam ortadan bil ki, artık ağıt yakmayacağım yarıl, zalimin ayağının değdiği yerden öyle bir yarıl ki sen, ey toprak ana artık yeter bilmem kaç asırdır sana dönerim değil seni vurup geçmek bir köprü dahi kuramasınlar üstüne

ERCAN CENGİZ


Emeğin Sanatı 161. Sayı

SAVAŞ… SAVAŞ… SAVAŞ … ÖLÜM… ÖLÜM… ÖLÜM…

Vildan SEVİL SAVAŞ… SAVAŞ… SAVAŞ… ÖLÜM… ÖLÜM… ÖLÜM… Bölgedekiler yetmedi, şimdi iç savaşa itiliyor ülkem. Bin bir çeşit oyunla, hileyle… Bin bir çeşit hamasetle… Kutsal amaçlar(!) uğruna… Öfke , kin, öç yeşeriyor, boy atıyor durmadan, durmadan… Petrol varilleri doluyor, petro dolara dönüşüyor. Petro dolarlar, kimlerin cebini dolduruyor? Silah ticaretinden kimler köşeleri binlerce kez dönüyor?


Sayfa 37

 Yeniden çizilen sınırların efendileri kimler olacak?...

Türk, Kürt, Arap, Türkmen, Ezidi, Alevi, Sünni , Şii kanlarıyla doluyor ev ve banka kasaları ve ayakkabı kutuları ve kimbilir daha nereler… KANLI KANLI PARALAR… KANLI KANLI VİLLALAR… KANLI KANLI ARABALAR, KANLI KANLI UÇAKLAR… Savaşların kanıyla beslenen vampirler sarmış dört bir yanı… Tek gerçek var, tek gerçek: ÖLÜM! ÖLEN İNSANLAR… KATLEDİLEN, TECAVÜZE UĞRAYAN, ALINIP SATILAN KADINLAR, ÇOCUKLAR… YERSİZ YURTSUZ BIRAKILAN İNSANLAR… İNSANLAR… İNSANLAR… YAKILIP YIKILAN, TALAN EDİLEN KENTLER KÖYLER… VE İNSANLARIN KANIYLA YUNUP YIKANAN KUTSAL AMAÇLAR, İNANÇLAR!... Tut ellerimden, çek götür başka bir dünyaya… Başka bir dünyaya… Burada kan kusuyorum. Kan kusuyorum burada…

VİLDAN SEVİL (08.10.2014)


Emeğin Sanatı 161. Sayı

EY ZULÜM Zulüm Sessiz günlerin Ekinlerini toplamakta bugün tarlalarımızdan Bu toprağa su yerine kanını Tohum yerine ölülerini saçmış ülkenin Yeni yeşillenen tarlaları üzerinde Tarla kuşları dolaşmakta II. Siz yarattınız kaburgalarınızın üzerine çöken O çelikten canavarı, Kendi ellerinizle boşalttınız kanınızı şişelere Ellerinizle işlediğiniz yaşamın meyvelerini Kendi ellerinizle doldurdunuz Zulmün sepetlerine


Sayfa 39

Sormadınız kaptırdığınız kolun hesabını Bir zamanlar dost elinizi uzattıklarınızdan III. En güzel çağına çığlar indi gençliğimizin Bir hiçe endekslenmiş hayatların boşluğunda Bağırsam avazım çıktığı kadar Çıkmaz bir duyan Boğazımı yırtıp taşan sesimi Ses geçirmez duvarlarla kaplanmış her yanım Dağları aşıp gitmiştir çoktan inandıkların Seslensen sessizliğe Sessizliğin bir dağ olup döner kimsesizliğine Ey zulüm Yalnızda olsam da bağırıyorum İnandıklarım, Dağların ardından sizi çağırıyorum İnadına İnadına İnadına Haykırıyorum...

MELİH COŞKUN


Emeğin Sanatı 161. Sayı

BİR DURUŞA / Asım GÖNEN

ne şiire sığar bu duruş ne de sesine meylerin devrilmiş şu çınarın ölüme uzandığ ne mezarına sığar eskimiş adetlerin ne de uluyan ağzında acıların dişlerini sıkan öfkesine derisi yüzülmüş devlerin seni bir ben sevdim halkım bir de ustura ağzı işten atılmaların seni bir ben sevdim halkım bir de insan öğüten dişleri çarkların altın kupalardan içtiler kanını da yerinde izi kaldı kırmızı dudakların


Sayfa 41

bir yoksulluk dediler sana bir ayrılık bir ölüm gel otur karşıma ey benim diyarı efkarım dalgaları kükremiş kulaçların feryadı gel otur karşıma en kuru kurnasından asgari ücretin kerbelanın en serin suyunu akan sıtmalar serabı gel otur karşıma hangi karanlık gizleyebilir bu bakışı duruşunda baykuşlar öten bu ören yerinde oğul büyütmenin hangi bıçağıdır boyunlarda bilenen hangi güneşe desem acıları aydınlatan bir yangın olur günler bir grev kırılır düşer dalından en son yaprak bir halkın bedenini öğütür değirmenler ne şiire sığar emzikten düşmüş bu bakış ne de kandilleri ciğerde yanan ağıtına yüreğine taştan mezar oyanların biz ki yaşamı işçilerin gülücüğünde sevdik onlarki torda balıkta sevdiler ölümü ağlamak kadar temiz görmek kadar gerçek seni tenime metal korla mühürlediler halkım varidatlar sağdılar memelerinden ve yokluğu bıraktılar

ASIM GÖNEN


Emeğin Sanatı 161. Sayı

YILMAZ GÜNEY’İ TÜM İYİLİĞİ, İNCELİĞİ VE SICAKLIĞIYLA ANIYORUZ!.. Mustafa DEMİR Yağan yağmur Esen rüzgar İlle de fırtınalar Seni hatırlatıyor Otuz yıl önce yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayarak bedenen aramızdan ayrılan; eserleriyle, fikirleriyle ve anılarıyla milyonlarca insanın yüreğinde yaşayan Yılmaz Güney’i Ozan Emekçi yukardaki dizelerle dile getiriyor. Evet, Yılmaz Güney adı ancak fırtınalarla ifade edilebilinir. Yılmaz Güney’in Adana’nın yoksul bir köyünde Nisan 1937 yılında başlayan, 1984 yılının 9 Eylülünde Paris’te sona eren kısa yaşamı, gerçekçi fakat imkânsızları olur kılmış onurlu bir yaşamdır. Yakınlarını, dostlarını hiç utandırmamış, gururlandırmış bir yaşam!.. Onun erken ölümü milyonlarca insanı hüzne boğdu. Yılmaz Güney’i bu kadar sevdiren ne idi? Yılmaz Güney halka ve hayata bağlıydı. Yüreği tükenmez bir enerji ve halk sevgisi doluydu. Azimliydi, disiplinliydi, çalışkandı... Olumsuzu olumluya çevirme becerisine sahipti, korkusuzdu... Usta bir gözlemciydi. Dik başlı ve alçak gönüllüydü... Özgürlük ve bağımsızlığa sevdalıydı. İnanç doluydu, sabırlıydı, savaşkandı... Kısacası Yılmaz’dı O!.. Yılmaz Güney herhangi bir sanatçı değildi. O romancıydı, hikâyeciydi, senaryo yazarıydı, şairdi, hele hele sinemacıydı. Bütün bunları bir devrimci olarak icra ediyordu. O sadece savaşan bir devrimci de değildi. Devrimin teorisine kafa yoran, siyasi değerlendirmeler yazan bir devrimciydi. Devrimci fikirlerle ilk ilişkisini ilk romanı Boynu Bükük Öldüler’e yazdığı önsözde şöyle dile getiriyor: “945’lerde, Adana’da İnönü Caddesi’nde bir kolonyacı dükkânında çalışıyordum. On yedi yaşlarında idim. Genç bir adam, işçilerden, köylülerden, söz eden, İspanya iç savaşının acılarını anlatan şiirler okudu bana. Küçük, kırmızı kaplı bir cep defterine özenle yazılmış şiirlerdi bunlar. Kim yazmıştı yüreğime coşku dolduran bu etkili şiirleri? İlk kez duyuyordum; bir adam vardı, adı Nazım Hikmet’ti.


Sayfa 43

Bir yıl öncesine kadar, yaz tatillerinde, romanda anlatmaya çalıştığım, Yenice Köyü’ne döner, ırgatlık yapardım. Orda doğmuş, orda büyümüştüm. Kürt asıllı, topraksız, yoksul bir ailenin çocuğuydum. Limon çiçeği kokan o küçük kolonyacı dükkânında içime düşen ateşin adını ve hangi sınıfın adamı olduğumu öğrendim. Köylüydüm ben ve kurtuluşum ancak sınıfımın kurtuluşuyla mümkündü. Peki, nasıl kurtulacaktı sınıfım? Berraklık kazanmayan bir soruydu bu benim için.” Yılmaz Güney, bu bilince eriştikten sonraki bütün yaşamı boyunca bu soruya cevap aradı. Yaptığı bütün filmlerinde, ilk zamanların vurdulu kırdılı filmleri de buna dâhil, yazdığı bütün edebi ürünlerde yoksul halkın kurtuluşuna çare aradı. Çıkmasına önayak olduğu Güney, Yurtsever-Devrimci-Demokrat, Demokrasi Bayrağı ve Mayıs dergilerinde bu çareler üzerine teorik çözümlemeler getirdi. Bu yazıları ölümünden sonra Siyasal Yazılar adıyla üç kitapta toplandı. Yılmaz Güney düşünceleri için rizikodan çekinmiyordu. 12 Mart yönetimi onu Türkiye Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi’ne (THKP/C) yardım ettiği gerekçesiyle tutukladı. Böylece Yılmaz Güney’i yıldıracaklarını, susturabileceklerini sanıyorlardı. Elbette yanıldılar. O; Selimiye’den, ölümünden önce ve sonra hep Yılmaz Güney’in ideallerini, onurunu, acılarını paylaşmış, anısına büyük bir saygıyla bağlı eşi Fatoş Güney’e yazdığı mektupta şunları söylüyordu: “Asıl hapishane insanın kafasında yarattığı hapishanedir. Hayatı sınırlayan hapishane odur ki, ilk fırsatta yıkılmalıdır, dünyayı daha iyi kavrayabilmek için! Ben bu barajı aştım, her şey önümde bütün açıklığıyla oynuyor. İçimdeki hırs ve inat damgasını öyle silinmez, öylesine sağlam basacaktır ki hayata, şu uzun hapishane yıllarının beni yeniden yaratacağına sen de tanık olacaksın. Zorluklar, sıkıntılar, haksızlıklar, benim için, sanatım için öyle yararlı olmuştur ki, bütün dünyada sözü edilen filmler yapacağım. Bir gün Türkiye sinemasını dünyaya ben ve benim gibi düşünenler götüreceğiz. Hapis olan benim fiziğimdir. Kafam hapis değil ve onu kimse durduramaz!” Kimse durduramadı onu. Ne 12 Mart generalleri, ne de onu sürgüne zorlayan On iki Eylül cuntacıları. Yol filmi çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının dünyaya açılan penceresi oldu. Sürü filminin neredeyse gösterilmediği ülke kalmadı. Yılmaz Güney Türkiye’den ayrılışını şöyle anlatıyor: “Ülkemden ayrılmamı gerektiren esas neden düşüncelerimden ötürü açılan ve yüzyılı aşan davalar değildir. Bunlar 1978 yılından beri süregelmektedir. Benim için, cezaevlerinde daha uzun süre kalma korkusu olsaydı, yurdumdan daha önce ayrılırdım. Çünkü her zaman, hangi koşullarda olursa olsun, ister kapalı, ister açık, ister askeri, ister sivil, aşamayacağım cezaevi, duvar yoktu. Bu olanaklara hep sahip oldum. Her zaman da, bir yurtsever olarak, ülkemin en kötü bir cezaevinde, en kötü hücresi, başka ülkenin en güzel, en rahat yerlerinden daha iyidir dedim kendime. Gelgelelim bu iyimser bakışımı karartan çok şeyler oldu son zamanlarda. Ben bir sanatçıyım ve sanatımın odak noktası sinema. Sinema yapmak benim için bir hayat bulmaktır, yeniden hayat kazanmaktır. Ne yazık ki, son uygulamalar beni can damarımdan koparttı.”


Emeğin Sanatı 161. Sayı

YILMAZ GÜNEY’İN ARDINDAN... Yılmaz Güney’in ardından çok şey söylendi, söyleniyor, söylenecek. Ben sizlerle otuz yıl önce söylenmiş birkaçını paylaşmak istiyorum. O zaman Türkiye’de neredeyse Yılmaz Güney’in adını anmak, resimlerini, kitaplarını taşımak, acısını paylaşmak yasaktı!.. Onat Kutlar bu ortamı şöyle anlatıyor: “Çünkü o gittikten sonra, bir Zekeriya sofrasının başına tüm dostlarıyla oturmuşuz. Hepimiz ayrı ayrı, yapayalnız... Yüzlerinde ne sevinç, ne hüzün, ne de endişe. Kuşkunun gölgelerini taşımayan derin bir dostluk duygusuyla. Çünkü o duyguda ortaktır.” Mahmut Tali Öngören “Ey Dostum Nereye” adını verdiği yazısında: “Dostumdu o. Bir arkadaştan daha yakın ve daha duyarlı... Arkadaşınızla çok anıyı, olayı ve duyguyu paylaşabilirsiniz. Ama dost olduğunuz bir insanla sevgi ve saygıdan başka paylaşacak şey bulamıyorsunuz. Bu da bir ömür boyu size yeter... Ben Yılmaz Güney’i tüm iyiliği, inceliği ve sıcaklığıyla anıyorum.” Yılmaz Güney’in cenaze törenine katılan, herkesi ağlatan Server Tanilli’nin konuşmasına girişini hiç bir zaman unutmayacağım: “Arkadaşlar, dostlar, yoldaşlar, sinemamızın bir büyük ustasını, - doğrusunu söyleyeyim- en büyük ustasını, Yılmaz Güney’i kaybettik. Ve buraya, onu son yolculuğuna uğurlamak için toplanmış bulunuyoruz. Hepimiz adına ona ‘elveda’ demenin görevini ben üstlenmiş bulunuyorum. Yaşamımın en acı anlarını yaşayarak yapacağım bunu.” Ömer Polat’ın “Paris’te Bir Ordumuz Vardı” başlıklı yazısında şu cümleleri okuyoruz: “Bizler, yurtdışında olan bizler. Alın teri döken, senin uğruna canını verdiğin insanlarımız. Aydınlarımız, gençlerimiz, yiğitlerimiz. Yurtdışında, sürgünde, ekmek parası peşinde olan bizler doya doya yanıyoruz acına. Acını aramızda paylaşmaya çalışıyoruz. Yaşı kırkı geçmiş bir Kürt işçi ne dedi ardından biliyor musun? ‘Yılmaz sağken, öyle biliyordum ki, Paris’te bir ordumuz var, ama şimdi?’ İşte aynen böyle söyledi, yaşı kırkı geçmiş, beli el kapısında kamburlaşmış bir Kürt işçi.” Halk ozanı Zamani şu şiiri yazdı Yılmaz Güney’in ardından: Dikenler içinde gül gibi bitti O bizden biriydi, bizim kalacak Birgün aramızdan ayrılıp gitti O bizden biriydi, bizim kalacak Gömdük kalbimize yaşar bizimle Devrim kavgasına koşar bizimle Bir zafer sabahı coşar bizimle O bizden biriydi, bizim kalacak

Ömrünün yarısı geçti hapiste Devrimi haykırdı en son nefeste Kürdistan’da doğdu, öldü Paris’te O bizden biriydi, bizim kalacak

MUSTAFA DEMİR


Sayfa 45

BİR GÜN MUTLAKA

Kıvılcımlar bedenimi sardığında Gözlerinden bulutlar yavaşça kalkar Her yer on dokuz aralık sabahı Dalgaların sesinde köpük köpük olur sular içimizden geçen alev kuşlarıdır isyanın.. O gün geldiğinde Rüzgarlar özgürce dağları dolanarak eser! Gayrı yüreğinde usulca ırgalanan Bir başka sevdadır’ İçimizde büyüyen denizlerde volta atan…

Bahar sonrasına tohumlansın diye Yeniden tomurcuklanır umut Ve sonra yeniden! Ayaklanır çiçekleri, ilkbaharın… Bir gün mutlaka Eşsiz bir bahar sevdasıyla Suların coşkusun da Denizlere karışır İnsanlığın nehirleşen alın teri ….

Gün gelir Rüzgarlarda susar Sütliman olur yakamozlar Başlar gök yüzü iklimlerinden kaymaya yıldızlar…

ABDULLAH ORAL


Emeğin Sanatı 161. Sayı

-DE HALİ düşen sarı yapraklar değilmiş eylül melankolisinin nedeni betonlar içinde sevda hallerindeyiz bulutlar da bizim gibi bu akşam üstü dokunsan ağlayacak yağmur şiir olup yağacak bu kirli coğrafyada ıslanmak eğilimindeyiz

bizi bize tanımlarlar tersinden kinleri binlerce volt düşmanlık yüksek gerilim kablosuna tünemiş serçe keyfindeyiz kızıl bir haziran arka cebimizde ondörtlü namlu gibi belayı beklemek günlerindeyiz betonlar içinde sevda hallerindeyiz

‘işte geldik gidiyoruz’un gitme tarafındayız sokak satıcısı gördüğümüzdeki çocuk sevinçlerimizi anmak bir de anne kokusunu özlemek hallerindeyiz

ÖZER GENÇ


Sayfa 47

ÖRT Kİ ÖLEM / NECİP TIRPAN

RESİM: CUADRO BERNİ

Ömrünün karnını doyururken zaman Yüküdür düşlerin kanatlarımın Aydınlığımın arasından düşer payıma sayrılı özneler Flulaşır kırılmış aynası ufkun Sıyırır elbisesini beyaz karanlık Yaşamın deltasına gömülür ömürler Ömrünü doldurur, dualarla yakılan kutsal tütsüler. Zaman toplar, vurulmuş sislerini, Ömrün kalbinden geçer. Tüm varsılımız barikattadır Hançeri sapında gizli Dolan gülün ardından Bin ağacın dallarından bu yaprak Ömrün karnını doyururken zaman. Yapraksız ‘komaz’ dallarını, Sökülür pasın, Yapraksız mevsimi yok onların. Uzatır başını çeliğin suyu, Ne zindanlar ördün üzerine, Hüzünler kınıdır, sorar dününü. Ne karanlıklar yırttın Bırak susuz kalsın ektiğin tanrılar Ömrünün karnını doyururken zaman. Kes bulutların ipini Tanrılar yakmaz cehennem ateşini/yakan sen, Çivilerini sök çarmıhından, Sen, zamansız süzme kendini toprağa. Soğuk kış gecelerini ısıt zamanın. Gönüllü giderim kurşuni bozkırlara, Yeter ki sen, neden öldüğümü bil, İşte o zaman ‘Haziran’da da ölünür /ört ki ölem…


Emeğin Sanatı 161. Sayı

SANATIN DEVRİMCİLERİ, DEVRİMİN SANATÇILARI[1]/

TEMEL DEMİRER

“Özgürlük, daima farklı düşünenin özgürlüğüdür.”[2] Sizlere, sürgünlüğümün 11 yıl 8 ay 23 gün 8 saatine tanıklık eden Paris’te, sanatın devrimcilerinden ya da devrimin sanatçılarından söz etmeye başlamadan önce, PèreLachaise’deki Komünarlar’a emanet ettiğimiz, Onlarla yan yana olan Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya şahısında tüm devrimci sanatçıların anısı önünde eğildiğimi ifade etmeme izin verin… “Devrimci sanat” dedim; sanat, zaten doğası gereği, devrimcidir, silahtır; hayata organik biçimde bağlıdır. Sanat, hayat ve mücadeleyle buluştuğu oranda sanat olabilir; sanatı özgürleştirmek, onu mücadeleden arındırmamakla mümkündür. İnsanın duygu ve düşüncelerini, kendisinden bağımsız olarak gördüğü nesnel dünyayı kafasında yorumlaması, sorgulaması ve duyguları ile bağdaştırması ve somutlaştırması olarak sanat baskıya başkaldırıdan doğar.


Sayfa 49

 Sanat, bilinçli bir eylemdir; duyguların, düşüncenin dışa vurumudur; duygu, düşünce yoğunluğu olmadan sanat olamaz. F. W. Nietzsche’nin, “Sanat ve yalnız sanat; gerçeğin elinden ölmemizi engelleyecek bir şey varsa o da sanattır,” diye tanımladığı gerçek, dünyayı ve evreni estetik olarak algılamaya çalışmaktır. Bir bakıma insanlık tarihinin toplamıdır. Nihayetinde bir meydan okumadır sanat ve meydan okuyanlar, başkaldıranlar içindir; insan(lık)ı ayakta tutabilecek en büyük direnç noktasıdır. Sanat, çağını sorgular, öncü düşünce üretir. Bu düşünceler zaman içinde toplumsal davranışlara yansır. Susan Sontag’ın, “Sanat sadece bir şey hakkında değildir; kendisi de bir şeydir. Sanat yapıtı, yalnızca dünya üzerine bir metin ya da yorum değil, dünyanın içinde bir şeydir,”[3] diye betimlediği sanat eseri, onu yapanın kendini ifadesidir. Bir lisandır, ifadedir… Sanat, sadece dünyaya bakmak, yansıtmak, yorumlamak değil; tüm bunlarla birlikte değiştirmektir... György Lukacs’ın, “Sosyalist gerçekçiliğin belirgin özelliği, yeni bir toplum düzenini kurmak için gerekli olan insan niteliklerini bulup çıkarma amacını gütmesidir,”[4] diye tanımladığı sosyalist gerçekçilikte, sanat da, yeni bir toplum düzenini kurmak için, proletarya davasına hizmet eden bir işlev üstlenir. İş bu nedenle de devrimci sanatçı, mücadelenin hedefleri ve görevlerine bağlıdır. Ama o bir “memur” değildir. Sanatçı sıradan bir olayı olağandışı göstermeyi başarabilen bize bu dünyayı değil göremediklerimizi hissedip anlatan insandır. Sanat; insanın olmayana, olmasını istediğine olan açık özlemidir ve bu özlem doğrultusunda, kendi bakış açısı doğrultusunda kendini var eder. Sanat yapıtının en temel özelliği bizi farklı bir deneyime davet etmesidir. Bu farkındalıkla çıkılan her yol sanatı anlatır. Bu nedenle sanatçı aşkın duyguları, vicdanı, ölümü, varoluşu, hayatı, evreni konu edindiği müddetçe kendini aşmaya muktedir olacaktır. Böylesi bir duruş asla vazgeçilemeyen özgürlükle mümkündür. Sözü edilen özgürlük ise, iktidar, pazar ve parayla arasına koyduğu/ koyabildiği mesafe ile gerçeklenebilir. Tıpkı Dücane Cündioğlu’nun tarifindeki üzere: “Sanat ve sanatçı mı istiyorsunuz, dua edin de belalar yağsın üzerinize gökten! Açlıktan nefesiniz koksun! Hüznünüz olsun mesela. Yoksunluklarınız. İncinmişlikleriniz. Güçsüzlüğünüz. Kuşkunun pençesinde kıvranın. Dualarınız hep geri çevrilsin. Kahrolunuz... Kahrediniz. Tadın ihaneti. Reddedilin. İnkâr edin ve edilin. Tereddüt edin. İncindiğinizi düşünün… yaşayın yani, çelişkiyi ve çileyi… Bakın o zaman nasıl da göğün kapıları açılıyor… ve işte o zaman sanatçı yaratmaya, ele geçirilemez olanı fethetmeye başlar...”[5] Bu noktada siz bakmayın, “Eskiden de benzer bir zırva vardı: Devrimci sanat! Sanatçıların, topluma mesaj verme mecburiyeti olduğuna, bu mesajın da hâli ile toplumu ileri taşıyacak ‘devrimci ruh’ olduğuna iman ederdik!” diyen Cüneyt Ülsever’in zırvasına! Bu ifadeler, olsa olsa kendini anlatan bir acz ve vazgeçmişliğin mızıldanmalarıdır. Ne devrimin, ne de sanatın kıyısından geçemezler.


Emeğin Sanatı 161. Sayı

Kolay mı? Her devrimci sanatçı yetkin bir sanatsal görüye ulaşmış kişidir. Bu da ancak felsefenin sağlayacağı bakış açısıyla olasıdır. Her sanatçı kendi koşulları içinde filozoftur. Yani “Sanatçı olabilmek için yaşantıyı yakalayıp tutmak, onu belleğe, belleği anlatıma, gereçleri biçime dönüştürmek gerekir. Duyuş her şey değildir sanatçı için; işini bilip sevmesi, bütün kurallarını, inceliklerini, biçimlerini, yöntemlerini tanıması, böylece de hırçın doğayı uysallaştırıp sanatın bağıtlarına uydurması gerekir. Sözde sanatçıyı tüketen tutku, gerçek sanatçının yardımcısı olur: sanatçı çıldırmış canavara boyun eğmez, onu evcilleştirir,”[6] Ernst Fischer’in ifadesiyle… Evet sanatta estetik kaygı olmalıdır. Çünkü o, somut gerçeklikten farklı bir gerçeklik anlayışına sahip kavramdır. ‘Ertesi Günce’ başlıklı yapıtında “Sanat ne işe yarar?” sorusuna, İlhan Mimaroğlu’nun, “İşe yaramaktan ne anlaşıldığına bağlıysa da, sanatın hiçbir işe yaramadığı, hiçbir iş görmediği doğru değildir. Sanat alınır, satılır. Sanat zenginleştirir, yoksullaştırır. Alçaltır, yükseltir. İş buldurur, işsiz bıraktırır. Yüze güldürür, arkadan vurdurur. Kiminin heykelini diktirir, kiminin mezar taşını bile yok eder,”[7] diye betimlediği sanat yakılıp, yıkılan olduğu kadar direnen ve başkaldırandır da... Sanat direnmektir/ başkaldırmaktır, direnmek/ başkaldırmak da sanatın bizatihi kendisidir. Bize şarkılar söylüyorlar, içinde biz yoksak; o ne şarkı ne de müzik sanatıdır! Bize, bizsiz filmler yapıyorlarsa; ne o film ne de sinema sanatıdır! Bize oyunlar sahneliyor, sergiler açıyor, şiirler, romanlar yazıyorlar, ama bizden azade ve içinde bizim hikâyemiz/ gerçeğimiz yoksa; yaptıkları bizi daha da görünmez kılmak içinse; buna sanat değil; egemen -kara- propaganda denir! “İyi de biz kimiz” mi? Biz bu dünyanın yoksulları, ezilenleri, sömürülenleriyiz… Biz, adına “halk” denenleriz… Tam da bu noktada sözü, ‘Direnişte Sanat Kolektifi’nin, 25 Haziran 2011 tarihli Ankara’daki açıklamasına bırakmakta yarar var: “Sanatçı, halktan başka biri değildir. Sanat hep halkın ürünüydü ve boynumuzdan piyasanın boyunduruğu, sırtımızdan sömürenlerin ağırlığı söküldüğü zaman, yine bütün varlığıyla sadece halkın olacak. Bizim olacak… Belleğimizde Şili diktatörlerine “Venceremos/ Kazanacağız” haykırışıyla ölen sanatçı Victor Jara’nın sözü var: “Halka inilmez, çıkılır.” Biz daha ötesini söylüyoruz: biz halk basamağında duruyoruz, üstümüzde göğün özgür ufukları, altımızda sömürenler ve taraftarları var. İnecek yerimiz yok ve çıkacak tek yerimiz var: insanın insanı sömürmediği bir dünya.” Tam da Enver Gökçe’nin ifade ettiği gibi, “Bir sanatçının, doğru devrimci bir yönde birşeyler verebilmesi, yansıtabilmesi için pratik ile teori arasındaki birliği daima göz önünde tutması gerekir. Dünyayı ve olayları ancak diyalektik metodun ışığında kavrayıp yorumlayabilir. Hatta sanatta, bilinci ve duyarlık arasında tam bir uyum olmalıdır. Ne salt bilinç, ne salt duyarlık tek başına yeterli değildir. Bir sanat eserinden, devrimci sanattan söz ettiğimizde, devrimci bir görüş açısından hareket ediyoruz. Yani dünyamızı, insanımıza yaşanılabilecek bir hâle getirebilmek için şiiri ve sanatı, sosyo-politik bir mücadelenin tamamlayıcı araçları olarak görüyoruz. Bu açıdan bakıldığında asıl mesele insanın bir bütün hâlinde kavranılması ve bütünselliğin dile getirilmesidir. Sadece namuslu olmak da yetmez. Sonuna kadar hem namus-


Sayfa 51

lu, hem de sapına kadar bilinçli olmak şarttır. Gerçek sanatçı, pazarlıkların, kuşkuların, küçük hesapların insanı değildir ve olamaz da…” Geçerken anımsatalım: Toplumun yozlaşmaya başladığı yerlerde, sanat can çekişiyordur. Düşünen, hayal eden, üreten özgür bireyler, yok olmaya yüz tutmuştur. İnsanlar, açılan yollardan bile gitmeye üşenir hâle gelmişlerdir. İnsanların hayal etme, sevme, üretme olguları körelmiştir. “Nasıl” mı? J. Baudrillard’ın ifadesiyle, “Bugün sanat olarak adlandırdığımız şey sanki yerine koyacak bir şey bulamadığımız bir boşluğa benzemektedir.” “Çağdaş sanatın ikiyüzlülüğü özetle: Zaten beş para etmez bir şeyken beş para etmeyen, anlamsız, saçma sapan bir şey olmayı kendine bir hak olarak görmek; beş para etmez bir şey olmaya çalışmak ve yüzeysel terimler kullanarak yüzeysel bir şey olduğunu iddia etmekten ibarettir.” “Belki de sanat her şeyin estetik bir nesne olarak sunulabileceği ilkel bir ritüel, evrensel bir kitsch nesne görünümüne bürünerek ortadan kaybolacaktır.” Evet sürdürülemez kapitalizm koşullarında sanat ve bilimin hâli içler acısıdır. Verili tabloda entelektüel, sanatsal yaratımı imkânsızlaştığını görüyoruz. Bunun sonucunda, yalnızca sanat eserinde değil, “sanatsal” kişilikte de yavaş yavaş su yüzüne çıkan bir değer aşınması meydana gelmektedir. Bu koşullarda sanatsal muhalefet, insanlığın elindeki en önemli güçlerden biridir. Bu güç, ezilen sınıfların daha iyi bir dünya taleplerinin yanı sıra, insanlık onuruna, insanlığın yüceliğine dair tüm duyguları aşındıran rejimlerin gücünü kırmaya ve onları yok etmeye yarayacak bir güçtür. Çünkü sanat, kendinden ödün vermedikçe, ona ters gelen hiçbir buyruğa boyun eğmez; kendisine dayatılana boyun eğmez. Çünkü devrimci sanatçı, doğmakta olan bu kültürü konu alır. Tarihte yaratılmış tüm ileri değerleri sahiplenirken; evrensel bir misyonu da sahiplenir. Devrimci sanatçının esin kaynağı, “Sanatta Devrim Devrimde Sanat” perspektifiyle örgütlü mücadeledir. Sanatta devrim denince, sanattaki köklü değişim ve sanatın dışında, yaşamda gerçekleşen devrim ve devrimci durumların sanatlaştırılması, sanatçının kendine özgü sanatıyla onu şekillendirmesi, özlendirmesi akla gelir. Bu durum sanatın aldığı yeni bir biçimdir. Bunun için de sanat ya devrimcidir ya hiçtir! Veya sanatçı ya devrimcidir ya pazarlamacı/ propagandisttir! O hâlde burada durup, göksümüzü gere gere; müziğinde de, sinemasında da; resiminde de, edebiyatında da; şiirinde de, mizahında da, tiyatrosunda da bizimkilerin, devrimci sanatçıların, yani estetiği geleceğin ahlâkı kılma kavgası vererek “11 Tez”in gereğini layığıyla yerine getirenlerin farklı olduğunu haykırmalıyız… KULAĞIMIZDA ÇINLAYAN DEVRİMCİ SESLER… Ludwig van Beethoven’in, “Asıl müzik gerçeğin kendisidir”; W.Shakespeare’in, “Müzik, aşkı besler”; Longfellow’un, “Müzik insanların evrensel dilidir”; Konfüçyus’ün, “Bir milleti tutsak etmek isterseniz, onun müziğini çürütün,” dedikleri müzik deyince aklıma hemen Paris’in Père


Emeğin Sanatı 161. Sayı

-Lachaise’inde Komünarlarla yan yana yatan Ahmet Kaya, Şili’de Pinochet darbesinin teslim alamadığı Victor Jara, 12 Eylül darbesinin bir biçimde katlettiği ustaların ustası Ruhi Su, Çernobil’in katlettiği Karadeniz’in asi çocuğu Kazım Koyuncu, Sivas’ta yakılan canlarımızdan Nesimi Çimen, devrimcilerin gür sesi Rahmi Saltuk ve nihayet Kürdistan’ın savaş ve zafer narası Şiwan Perver ile daha ismini zikredemediğim niceleri gelir… Sormadan geçmeyeyim? Dağlarda, varoşlarda yankılan Ahmet Kaya’nın o gür sesi, nasıl olur da, kulağınızda çınlamaz? Ya 1999’daki ‘Magazin Gazetecileri Derneği’ ödül töreninde “Kürtçe şarkı söyleyip, klip çekeceğim,” dediği için O’na yaşatılanları, o linç girişimini nasıl unutabiliriz? ‘Magazin Gazetecileri Derneği’nin, 2012 yılında Ahmet Kaya anısına “özel” ödül vermesi neyi değiştirir ki? Gerçek meydanda ve asla unutulmayacak: “Başkaldırıyorum” diyen haykıran O, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik için başkaldırdığı zulüm tarafından Paris sürgününde katledildi. Ahmet’i hep isyankâr gülümseyişiyle anımsadık ve anımsayacağız da… Ya “Gitarım burjuvaya değil, halka çalar…” “Çocukların neşeyle şarkılarını ve türkülerini söyleyecekleri tek sistem sosyalizmdir,” diyen, Şili’de Pinochet darbesinin katlettiği şair/ şarkıcı Victor Jara (1932-1973). 12 Eylül 1973 günü, işkence edilmek için Şili Stadyumu’na götürülen binlerce devrimci insandan biri de öğretmen, tiyatro yönetmeni, şair, şarkıcı, şarkı yazarı olarak çok yönlü sanatsal ve entelektüel mücadelesini, üyesi olduğu Şili Komünist Partisi’ndeki siyasal aktivizmiyle tamamlayan Victor Jara’ydı. Şili’de cunta beş bini aşkın devrimciyi bir stadyuma doldurmuştu. Bunlar arasında Şili’nin devrimci şarkılarının simgesi Victor Jara da bulunuyordu ve tüfek dipçikleri eşliğinde alelacele stadyuma tıkılan Jara’nın elinde gitarı da vardı. Bir şarkı söylemeye koyulan Jara’ya, subayların ateş açma tehdidine rağmen stadyumdaki diğer tutuklular da eşlik etmeye başladılar. Onunla birlikte alınan diğer siyasi tutukluların anlattıklarına göre işkenceciler, kaburgaları ve parmakları kırılmış vaziyetteki Jara’yı kendileri için gitar çalmaya zorladıklarında Jara, halk cephesinin marşı olan ‘Venceremos’u söylemişti. Jara’nın cesedinin, 16 Eylül 1973’de, üzerinde 44 kurşun deliğiyle çıkarıldığı stadyuma, 30 yıl sonra Estadio Victor Jara (Victor Jara Stadyumu) ismi verilecekti. Mahvedici bir yoksulluğun ve aile trajedilerinin kararttığı bir hayattan gelen Victor Jara, zamanında ekonomik nedenlerle bıraktığı eğitimine geri döndü ve Şili Üniversitesi’nde tiyatro okudu. Müziğe başlamasında, bir başka efsanevi Şilili müzisyenin, Violeta Parra’nın önemli rolü oldu. Jara, 1966’da kendi ismini taşıyan ilk albümünden bir yıl sonra, Quilapayún’la birlikte Latin Amerika halk şarkılarından bir derleme kaydetti. Bir yıl sonra çıkardığı ‘Desde Longuén Hasta Siempre’nin açılış parçası ‘El Aparecido/ Hayalet’, ölümünün ardından Che Guevara için yazılmıştı. Bir sonraki albüm ‘Pongo En Tus Manos Abiertas’ adını, Jara’nın Şili emekçi hareketinin ve Komünist Partisi’nin kurucusu L. E. Recabarren için yazmış olduğu şiirin açılış dizelerinden alıyordu: “Bıraktım uzanmış ellerine şarkıcıların gitarını, işçilerin orağını ve çiftçilerin sabanını...” Victor Jara’nın şarkılarındaki gerçeklik bizlere, onun neyin uğrunda öldüğünü hatırlattığı kadar, bizim neyin uğrunda yaşadığımızı da düşündürebilirse eğer, muhtemelen bu, üzerinde “Hasta La Victoria / Zafere Kadar” diye yazan mezarına bırakmayı dileyeceğimiz o bir demet çiçekten


Sayfa 53

daha çok okşayacaktır ruhunu... Ve ustaların ustası Ruhi Su; Onun katili de lanetli egemenlerdi… 12 Eylül koşulları altında yurtdışında tedavi görmek için pasaport alamayan ve hayatını kaybeden Ruhi Su, türkülere kazandırdığı yeni formla kendisinden sonraki bütün kuşakları etkiledi. Aslı sorulursa Ruhi Su, ulu bir çınarın hikâyesidir. Tüm hayatı kardeşliğe, eşitliğe özgürlüğe adanmış, bu yolda yürürken türkülerle benzenmiş bir hayatın hikâyesidir. Kökleri yerin en dibinde, dalları göğün tepesinde olan, özünü Anadolu’dan alan, ruhunu kardeşlikle besleyen ulu bir çınarın, bir devrimcinin hikâyesidir. O tok sesiyle kimi zaman sevgiliyle deniz kenarında, gün batımında aynı anda mırıldanan; kimi zaman dostların arasında, güneşin sofrasında hep bir ağızdan coşkuyla söylenen, kimi zaman meydanlarda, safları sıklaştırdığımız zamanlarda, mücadelenin en kızgın noktasında yüksek sesle haykırılan türkülerin sahibidir. Varlığıyla kuvvet aldığımız ağabeyimizin, babamızın, kardeşimizin hikâyesidir. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, “Ruhi Su, işlenmiş sesin ötesinde başka bir şey. Örneğin bilinç, örneğin sesin başkaldırısı, örneğin halkın diri yanı, durmadan yenilenen yanı. Su’yu dinlerken tarih bilinci ile coşmamak elde değil”; Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali’nin, “Ruhi Su, anonim halk ozanlığı geleneğiyle bireysel sanatçı özgünlüğünü, sesi, sazı, sözü ve yüreğiyle, ödün vermeksizin bir kuyumcu gibi işleyerek araştırarak, titizlenerek bir kapta kaynaştırmasını bildi”; Melih Cevdet Anday’ın, “Yeni Türkiye’nin yarattığı, geleceğe dönük bir sanatçıdır. Onun önemi buradadır,”[8] diye betimlediği bir sonsuzluktu Ruhi Su usta… Karadeniz’in asi çocuğu ve hepimizin yoldaşıydı ve “Benim için Diyarbakır ve Karadeniz arasındaki tek fark Karadeniz’de deniz olmasıdır,” diye haykırırdı O… Kazım Koyuncu, 25 Haziran 2005’te hayata veda ettiği gün ölümsüzleşti. Ardından da bir efsane hâline geldi. Onu ölümsüzleştiren ve çok kısa bir sürede de efsane hâline getiren taşıdığı kimliği ve verdiği mücadeledir. Yaşarken sergilediği duruş çok önemlidir. Şan, şöhret ve paraya tapmadı. Koyuncu’nun mirası yalnızca; sesi, sanatçılığı ve albümleri değil. Onun müzikalitesi konusunda son kararı şüphesiz müzik otoriteleri verebilir. Bizi ilgilendiren ve hep önplana çıkarmamız gerekense; Koyuncu’nun duruşu ve mücadelesidir. Onun mirası budur. Koyuncu’yu sağken de, günümüzde de önemli ve aranır kılan bu mirasıdır. O, politik söylemlerini ve hak mücadelesini hiç bir zaman bırakmadı. Zaten onu ölümsüzleştiren de yalnızca söylediği şarkılar değil, bu söylem ve mücadelesiydi. Ona bu şarkıları söyletenin de o söylem ve mücadelesi olduğunu hatırlamak gerek. Şan, şöhret, para kazanayım da keyfime bakayım, demedi. Tam tersine fedakârca mücadele etti. Lazca şarkılar söyledi. Diğer dillerde şarkılar söyledi. Lazca’nın farklı bir dil olduğunu Türkiye’de çoğu kişi ondan öğrendi. Yalnızca Lazca şarkı söylemekle kalmadı; Lazca’yı çeşitli platformlarda savundu. Doğayı kirletenlerle mücadele etti. Karadeniz otoyolunun doğaya zarar vereceğinin düşünüyordu. Buna karşı da kavga verdi. Emek mücadelesinde yerini aldı. Ülkemize barışın gelmesi için mesaj vermek amacıyla Diyarbakır’a gitti ve kardeşlik şarkıları söyledi. Koyuncu, insani değerleri tüketen ve sömüren kapitalist yabancılaşmaya yakın bir yerlerde durmuyordu. “Sistemin şarkıcıları”ndan birisi hiç de değildi. Onun onurlu mirasına sahip çıkabilmek için, bu mücadelenin bilincinde olmak ve Kazım Koyuncuları çoğaltmak gerekiyor. “Nedir Alevi-Sünni/ Nedir Yahudi/ Nedir bu gâvur-Müslüman/ Nedir Bedevi/ Her doğuş masumdur, bura bir insan evi/ Herkesi kardeş görüp gülmeliyim yine,” diye haykırırdı 20 yıl önce Sivas’ta yakılıp, katledilen Alevi-Bektaşi halk ozanı Nesimi Çimen…


Emeğin Sanatı 161. Sayı

‘Gittin Gideli’ de, “Öyle ağırım ki kendime/ Sen benden gittin gideli/ Terim küs olmuş tenime/ Sen benden gittin gideli,” diyen Nesimi’nin oğlu Mazlum Çimen, “O bugün yaşasaydı Gezi Parkı’nda curasıyla ‘Barış Güvercini’ni söylerdi” deyip, babasının şu sözünü hatırlatır hepimize: “Aşkı olmayanın dini imanı olmaz”! Ya “Bayram benim neyime/.../ Kan damlar yüreğime/.../ Bitsin artık kara zulüm/ Bayram benim neyime/ Hep bize mi bunca ölüm/ Kan damlar yüreğime.../ Bayram benim neyime,” diye haykıran Rahmi Saltuk’u unutmak mümkün mü? Saltuk’un o türküsü 1969 tarihindeki işçi direnişinde katledilen Şerif Aygün içindi… Saltuk (1945 Dersim) küçük yaşlarda saz çalıp türkü ve deyiş söylemeye başladı. A.Ü. Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1968 kuşağındaki çok sayıdaki genç gibi siyasete ilgi duydu. 1966’da Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldu. Ruhi Su’nun tok sesine benzeyen sesi ile söylediği türküler, sol-sosyalist çevrede tanınmasını sağladı. İşçi hareketinin, öğrenci hareketinin, işgallerin, direnişlerin, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının üniversitelerdeki eylemlerinin vazgeçilmez sesi oldu. 1971 askeri darbesinin ardından yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. 1974’te Türkiye’ye döndü ve mücadelesini sürdürdü… Nihayet “Yaşayan büyük bir efsane”[9] diye nitelenen Kürt ozanı Şivan Perwer… “Müzikle tanışması zor olmuyor Şivan’ın, nitekim dengbéj bir anne ve babaya sahip. Geleneksel Kürt müziği ve o otantik nağmelerle büyüyor. Gelecekte profesyonel müziğe adım attığında da hakkını veriyor bu nağmelerin. Ve onlara asla ihanet etmiyor.” Birçok dönüm noktası var Şivan’ın hayatında. Bunlardan bir tanesi Ankara Güney Park’taki Güneydoğu Gecesi... Yıl 1975, onca yasağa karşın Türkiye’de ilk kez Kürtçe şarkı söylediği için arka kapıdan çıkarılır.”[10] Ancak sürdürür mücadelesini. Gerillanın, isyanın dilinden düşmez türküleri. Çünkü O özgürlüğünü haykırır Kürtlerin. Ve ulaşır bugünlere dek Kürdistan’ın savaş ve zafer narası olarak… DEVRİMCİ SİNEMANIN “ÇİRKİN KRAL”I: YILMAZ GÜNEY 9 Eylül... Aklımın ve gönlümün bir yanı da 29 yıl önce yitirdiğimiz yeri doldurulmaz bir kayıpta, yoldaş(ımız) Yılmaz Güney’de... O, 29 yıldır Paris Komüncüleriyle yan yana yatıyor… “Yılmaz Güney’i, sinemamızda açtığı çığırla, söyleyecek sözünü mutlaka söyleme kararlılığıyla ve ezilen halklardan, ezilen insanlardan, ötekileştirilenlerden yana hiç ödünsüz tavrıyla hatırlıyorum, hatırlayacağım.”[11] “Hadi takas edelim bir şeylerimizi. Mesela gülüşünden ver, ömrümden al,” diyen insanî duyarlılıklarıyla hepimizi: “Arkadaşlar! Dışarıda bir şeyler oluyor farkında mısınız? Uykuda olanları sarsın, uyandırın. Herkese söyleyin, yakında ışıklar kesilebilir. Karanlıkta ne yapacaksınız?” “Göğsümü gere gere ben sosyalistim demiyorum. Küçük ve acemi bir çırağım şimdilik. Safım açık ve bellidir. Emekçi ve yoksul halkımın safında, bilimsel sosyalizme inanan, sosyalizmin acemi sanatçısıyım. Bütün olanaklarımla kurtuluş mücadelesinin içinde olmaya çalışacağım. Bu yüzden başıma gelebilecek belaları şimdiden göğüslemeye hazırım. Halk yolunda halk için ölüm, şerefli bir ölümdür…”


Sayfa 55

“Umut dışta değil, içtedir. Umut kendi toprağımızda ve kendi halkımızdadır...” “Her şeye rağmen düşmana inat yaşayacağız. Yarın bizim çünkü,” diye uyarak O, öncelikle bir Marksist-Leninist’ti… “Yılmaz Güney büyük bir sinemacıydı, hatta daha önemlisi Asya-Afrika-Latin Amerika’da içinde olmak üzere, üçüncü dünyanın sözcüsü direnişçi bir geleneğin önderi olmuştu. Bütün bunlar doğru, ama Yılmaz Güney’in en büyük şiiri yaşamı, direnci ve boyun eğmemesiydi, hayatı boyunca vicdanına sadık kalması ve inanılmaz dürüst ve insanın gözlerini kamaştıran bir süreçle tüm Türkiye tarihinin yeniden yazılmasına neden olacak bir varoluş alanı yaratmıştı. Güney’in sanatı ve yaşamı, bütün Türkiye’ye ayna tutan ve tarihimizin yazılırken bileşenlerin, olayların, tarihin ve siyasi iktidarın mantığının en iyi anlaşılabileceği örnekleri veriyordu. Hakikât şudur: Yılmaz Güney bir marabanın, topraksız köylünün, bir evdecinin oğluydu ve bir bütün Anadolu Halkları adına isyan ettiğinde ve siyasi iktidarın onu biat ettirmek için elinden gelen her şeyi yaptığında davasından vazgeçmeyerek direnmesi Cumhuriyet’in anti-tezi olmasına yol açmıştı. Aynı şekilde yazdıklarından, yaptıklarından ve söylediklerinden anladığımız kadarıyla Osmanlı için de çok daha radikal düşünceleri ve sezgileri olan birisiydi. Yılmaz Güney Türkiye’de siyasi iktidarın, resmi tarihin, tarihçilik yazımının bir anti-teziydi, bu nedenle ne muhalifler ne de siyasi iktidar onu kabul edemedi, çünkü Güney sınıfsal kökenine, o insanların hayatına her zaman vicdanen sadık kaldı.”[12] Ve hepimize örnek oldu, oluyor ve olacak da… EPİK TİYATRO USTASI BERTOLT BRECHT “Karanlık zamanlarda/ şarkı da söylenecek mi?/ Elbette, şarkı da söylenecek,/ karanlık zamanları anlatan,” diye haykıran biriydi… Hepimizi uyarırdı bilge bir militanlıkla: “Akıllılar ahmaklardan yaşıyor, ahmaklar da çalışarak...” “Biz olmasaydık onlar zengin olmazdı...” “Ne çok insan vardı her şeye evet ve amin diyen...” “Hiçbir şey bilmeyen cahildir, ama bilip de susan ahlâksızdır...” “Aç adam, kitaba davranır: Çünkü o silahtır...” “Bilimin amacı sonsuz bilgeliğin kapısını açmak değil, sonsuz hataya sınır koymaktır...” “Büyük sıçrayışı gerçekleştirmek isteyen, birkaç adım geriye gitmek zorundadır. Bugün yarına dünle beslenerek yol alır...” “Bir tabiat kanunu değildir savaş, barışsa bir armağan gibi verilmez insana; savaşa karşı barış için katillerin önüne dikilmek gerek, ‘Hayır yaşayacağız!’ demek. İndirin yumruğunuzu suratlarına! Böylece mümkün olacak savaşı önlemek...” “Vay o milletlere ki kahramanlara muhtaç kalırlar!” İnsan(lığ)a umut, cesaret ve bilinç aşılamıştı her daim… Ve sorardı hepimize: “Doğrusun, söylersin düşündüğünü,/ Ama düşündüğün ne?/ Yüreklisin,/ Kime karşı?/ Akıllısın,/ Yararı kime?” “Özgürlük neye yarar,/ yaşarsa bir arada/ özgürlerle tutsaklar?”


Emeğin Sanatı 161. Sayı

Şunu hatırlatırdı hepimize: “Ama barış ağaç değil,/ ot değil ki yeşersin;/ Sen istersen olur barış,/ İstersen çiçeklenir...” Adı Bertolt Brecht’ti… Epik tiyatronun dahisi, ölümsüz bir komünist sanatçıydı… “Böyle oluyor büyük sanatçılar; dün bugün, geçmiş gelecek, eski yeni dinlemiyorlar; her zaman taze, hep yeni şeyler söylüyorlar okuruna, izleyenine. Bertolt Brecht de bunlardan biri… Brecht ilk şiir örneklerini verdiğinde on altı yaşındaydı ve yıl, Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914’tü. Varlıklı bir aileden, Bavyera’nın doğa güzellikleri içinde yaşayan, ozan ruhlu, avare lise öğrencisiyken savaş onu bambaşka dünyalara sürükledi. Tıp öğrenimine başlar başlamaz sağlık görevlisi olarak askere alındı. İnsan hayatının sermaye düzeninde kolayca harcanıveren ne denli ucuz bir şey olduğunu gördü. Savaşta ölmek, yüce bir amaç değil, gülünç, zavallıca bir durumdu. Savaş sona erdiğinde bütün kurumlarıyla yıkılmış Alman toplumu içinde Brecht, anarşizme varan, alaycı başkaldırı şiirleri yazıyordu. Tanrı, halk, vatan gibi kutsal sayılan değerleri, utanma ve sıkılma duygularından arınıp toplum dışı bir anlayışla yerden yere vuruyordu. Sokak dili, imgeden uzak düz anlatım, doğaya ve egzotik dünyalara yakınlığın bireşiminden yepyeni bir şiir dili yaratmıştı. Kutsal kitapların açık sözlülüğünden sokak şarkıcılarının ağır duygusallıklarına dek türlü anlatım biçimlerinin özellikleri yer alıyordu bu şiir dilinde. Brecht’in başkaldırı dünyası 1920’lerin ikinci yarısında Marksizmi öğrenmesiyle sınıfsal bir temele oturdu. Artık sermaye düzeninin bilinçli bir karşıtıydı. Aynı dönemde Çin şiirine duyduğu ilgiyle şiiri dingin bir olgunluğa kavuştu. Yalın söyleyiş içinde patlayan zekâ kıvılcımlarıyla etkiledi okurlarını. Oyunlarının kazandığı büyük başarının ardında bu parlak şiir dilinin payı büyüktür.”[13] Nihayet şöyle anlatırdı sosyalizmi o bilge hepimize: “Kolaydır sosyalizm/ Yatar aklına herkesin/ Herkes anlar onu/ Sömürücü değilsen anlarsın sen de/ Bak bakalım sana bir yararı var mı?/ Cahillere göre içinden çıkılmaz bir şey/ Kötülere göre berbat mı berbat/ Oysa cahilliğe de, kötülüğe de karşıdır o/ ‘Sosyalizm suçtur’ der sömürenler/ Ama biz biliriz onun ne olduğunu/ Sosyalizm kuruduğu yerdir suçların/ Sosyalizm çılgınlığın sonu/ Kim demiş ‘sosyalizm kargaşadır’ diye/ Tersine kargaşanın çözümü/ Sosyalizm gerçekleşmesi güç/ Ama en basit şeydir der/ Bitiririm sözümü...” TUVALE NAKŞEDİLEN UMUT, SEVDA, DİRENÇ, ACI VE ZAFER Tuvale nakşedilen umut, sevda, direnç, acı ve zafer deyince aklıma hemen Eugene Delacroix’nın, “Halka Yol Gösteren Özgürlük” tablosundaki barikat gelir… Sonra da Jak İhmalyan ile Frida Kahlo sökün eder… “Rüyaları asla resmetmedim. Canlandırdıklarım benim gerçeklerimdi,” derdi Frida Kahlo ve eklerdi: “Bir sürrealist olduğumu bilmiyordum, ta ki Andre Breton, Meksika’ya gelip de bana ‘Öylesin,’ diyene kadar…”[14]


Sayfa 57

Hayatının büyük kısmını Meksiko Coyoacanda’daki Casa Azulde geçiren O; 6 Temmuz 1907’de doğmuş olmasına rağmen doğum gününü 7 Temmuz 1910 ile yani Meksika devriminin başlangıcı ile değiştirmiştir. Hayatını devrimle başlamış sayan Frida, hayatı boyunca toplumsal hareketlerden, sol düşünceden uzak kalmamıştı. Frida, yaşamını biçimlendiren parçalanmış omurgasına mündemiç hikâyesini şöyle anlatırdı: “Önce başka bir otobüse binmiştik. Ama küçük şemsiyemi unuttuğumu görünce, aramak için indik, beni harabe eden otobüse böylece bindik. Kaza bir kavşakta oldu... İnsanın çarpışmanın farkına vardığı, ağladığı doğru değil. Gözümden bir tek damla yaş akmadı ve demir çubuk, kılıcın boğayı delmesi gibi beni deldi geçti.” Dillendirdiği kazanın reçetesi üçüncü ve dördüncü omurga kemikleri kırılması; kalçada üç, sağ ayakta onbir kırık, sol kalçadan giren ve vajinadan çıkan demir çubuğun yol açtığı derin yara, cinsel organda sol dudak yırtılması olan Kahlo, uzun süreler alçı ve acı korsesi içinde yaşamına devam etse de, aktif siyaset hayatından bile geri durmamış, Zapata’nın bir mirasçısı olarak Komünist Parti’ye üye olmuştu. Yaşamında çektiği acıların temelinde yakalandığı hastalıklar ve Diego Rivera vardı. “Acımı boğmak için içtim; ama lanet olası acım yüzmeyi öğrendi,” derdi Frida Kahlo Diego Rivera ile olan aşkı “güvercin ile filin aşkı” olarak nitelendirilen O; kendi ifadesiyle “Uçmak isteyip de uçamayan bir kuş”tur... O, eserleri dahil her şeyiyle demir kadar sert ve bir kelebeğin kanatları kadar hassas bir kadındı; ressamlığın, sosyalistliğin, feministliğin, şairliğin, yazarlığın vücut bulmuş hâliydi... “Ben aşkın, acının ve devrimin kadınıyım,” diyerek yaşamının en yalın ve anlamlı özetini yapmayı başarabilen; acı içinde, aşk yoğunluğunda, toplumsal muhalefetin merkezinde yaşamıştı. “Ayaklar, uçmak için kanatlarım varken sizi neden arayayım?” diyen Onun için Pablo Picasso, “Hiçbirimiz onun gibi insan yüzleri çizemiyoruz” demişti. Hiçbir görüntüde bu kadar rengarenk işlenmiş bir kasvet bulamayacağımız resimlerin sahibiydi. XX. yüzyılın sürrealist Meksikalı kadın ressamıydı; karizmatikti; gerçek adı: Magdalena Carmen Frieda Kahlo Y Calderon idi… Resimleri kesinlikle rahatsız edici, bunaltıcı, insana sıkıntı veren ama etkisi altına alan ve bu etkisini uzunca bir süre hissettiren tarzdaydı. Albert Einstein bilim dünyası için ne kadar değerliyse, Frida Kahlo da resim sanatı için o kadar değerliydi; mükemmeldi, müthişti, fevkâlâdeydi… Hayatın bilinen bilinmeyen bütün renkleriyle düşünen, yaratan kadındı. Meksika’nın renkli kültürünü ve devrimciliği ve hüznü ve sürrealizmi bir arada barındırırdı yapıtları. Politik ve sanatsal anlamda devrimci bir sanatçıydı. Andre Breton onun resimlerini görünce yıllarca sayfalar dolusu anlattıkları şeyleri bir tek tabloda gördüğünü ve hayran kaldığını söylemişti. 1953 yılında Diego Rivera, “Frida Kahlo, yoğunluk ve derinlik bakımından Meksika’nın en büyük ressamlarından biridir. Kişiliğini saç modelleriyle, kıyafetleriyle, pahadan çok tuhaflıkları ve güzellikleriyle dikkati çeken takıları bol bol kullanmasıyla ortaya koyar. Giyinişiyle ulusal ihtişamımızın canlı timsalidir. Ulusunun ruhuna ve kimliğine asla ihanet etmemiş, beraberinde New York ve Paris’e taşımış, eserleri oralarda ustaların takdirini kazanmıştır,” derdi. Haksız da değildi… Ve bizden birisi, Anadolu Ermenisi, bir komünist ressam Jak İhmalyan…


Emeğin Sanatı 161. Sayı

Mayda Saris’in, ‘Jak İhmalyan: Sürgünde Bir Ressam’[15] başlıklı yapıtı ve sergisiyle hatırlandı bir kez daha O… Mayda Saris’in, “Resimlerinde yaşamın hem gündüzü hem gecesi var,” dediği O; “Hem komünist, hem Ermeni”ydi… Nâzım Hikmet’in, Abidin Dino, Aziz Nesin’in arkadaşı, hep sürgünde yaşamış bir ressam İhmalyan. Şiir kitabını resimlediği Nâzım’ın, ona “Günün birinde onlara layık şiirler yazmaya çalışacağım,” diye teşekkür ettiğiydi. Aziz Nesin’in Sansaryan Han’ın hücrelerinde karşılaştığı Jak ve Vartan İhmalyan kardeşlerle ilgili şöyle bir tespiti var: “Polisler en çok bu iki kardeşe kızarlardı, hem de iki kez kızarlardı; bir komünist oldukları için, üstelik bir de Ermeni oldukları için...” diyordu. Şöyle söz ederdi kendinden: “Kendimi bildim bileli, değil bir toplumda, bir ailede bile haksızlığa, güçlünün güçsüzü, kurnazın temizi ezmesine dayanamamışımdır. Bundan ötürü, sevdiğim ve savunmak istediğim kişileri, canlıları çizer dururum. Natürmort bile yapacak olsam, kristal vazolarda soylu yemişlere pek elim varmaz da, mutsuz ya da yarı mutlu çoğunluğun alçakgönüllü sofrasına gidi-gidiverir fırçam.” Evet, evet bu sözler, gizli Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyelerinden, Konya 1913 doğumlu Türkiye Ermenisi ve çocuk masallarıyla tanınan yazar Vartan İhmalyan’ın (İhmal Amca) 1 Nisan 1978’de sürgünde, Moskova’da ölen ressam ve TKP üyesi kardeşi Jak İhmalyan’a aitti. Ve “Her sanatın olduğu gibi, resmin de kendine göre bir dili, bir okunuşu var. Bu dili edebiyattan uzaklaştırabildiğim kadar uzak, musikiye yakın bulurum. Başarılı bir tablo, kompozisyonu, siyah boyası, ışık-gölgesi ve renkleriyle görücüsünü hipnotize eden, ancak sonra içini karşısındakine yalansız, büyük bir içtenlikle açan, dolambaçsız söz eden ve kolay sindirilen bir tablodur,” derdi O… Metin Deniz, Jak İhmalyan’ın 1993’te, ölümünden tam on beş yıl sonra İstanbul’da açılacak sergisi için Abidin Dino’dan bir yazı istemişti. Dino’nun, “Hoş Geldin Memleketine Jak” ve “Anadan Doğma İstanbullu” başlıkları arasında kararsız kaldığı bu yazı, “Yok Beyrut, yok Moskova, yok Pekin... Hepsi nafile, aklı fikri İstanbul’daydı” der ve ekler: “Türkiye öylesine işlemişti ki yüreğine, yapılacak bir şey yoktu, nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın, resimleri İstanbul’un silinmez damgasını taşıyacaktı sonuna dek.” Ama, “Sakın bu söylediklerim yüzünden Jak’ın sabah akşam Sarayburnu, Kızkulesi, Üsküdar konulu resimler yaptığını sanmayın, hele Haliç’te güneşin batışı filan değildi onu ilgilendiren. Onun sevdiği kent, Sait Faik’in -hangi şeyden söz ederse etsin- her satırında var olan gösterişsiz, halis ve sade bir İstanbul’dur...” Sonra da, 1940’lı yıllarda düşünceleri yüzünden uğradıkları baskıları da paylaştığı dostuyla Haliç kıyılarına uzanıyor Dino: “Bir zamanlar Jak’la, az mı dolaştık Haliç kıyılarında! Oralarda rastladığı insanları ustalıkla çiziyordu peşpeşe. Defterler dolusu insan topluyordu Jak. Şimdi düşünüyorum da, belki içine doğmuştu ayrılık da bir ömür boyu yetecek kadar imge biriktiriyordu, ne olur ne olmaz. Belleğinin debboylarında imge balyaları yığılıyordu böylece, tepeleme... Evet, Jak’la bir zamanlar karaya çekilmiş çürük tekneler arasında, yıkık dökük atölyeler yamacında az mı sürttük... Bir deniz kokusu, bir de o renkler...”


Sayfa 59

Aziz Nesin ise şunlardan söz ediyordu: “Sevgili Jak İhmalyan ve ağabeyi Vartan İhmalyan, birlikte öldüklerimdendir. Bu kitapta, kendileriyle birlikte öldüğüm insanları anlatacağım. Jak’la Vartan birlikte öldüklerimden iki kardeştir. Has Türkiyeli yurttaşım iki Ermeni...” Jak İhmalyan’la yedi-sekiz ay birlikte hapis yatmış olan Aziz Nesin, o günleri anımsarken, İhmalyan’ın çok sevdiği ülkesini terk etmek zorunda kalışına, 1940’ların Türkiye’sini olanca acılığıyla betimleyen bir yorum getiriyor: “Beni bir başka cezaevine göndermişlerdi. Aradan zaman geçti, başka bir cezaevinde yine buluşmuştuk. Sonra uzun yıllar göremedim Jak’ı. Sabahattin Ali’nin öldürülmesi, Nâzım Hikmet’in yurtdışına çıkmak zorunda kalışı, Türkiye’de pek çok ilerici aydını etkilemiştir. İşçi sınıfı davasını benimsemiş olan yazarlar can güvenliği duymuyorlardı. İşte bu etkiyle olacak, Jak da canını yurtdışına attı. İyi mi yaptı kötü mü? O dönemin koşullarını iyice bilmeden bir şey söylenemez... Bizler solcu olarak aşağılanır ve aşağılanmaya uğrarken, Ermeni arkadaşlarımıza bize yapılanın çok daha ağırı yapılmıştır. Solculuk bir suç, ama solcu Ermenilik yasa önünde değilse de, yasaları uygulayanların gözünde daha da ağır bir suçtu. İşte Jak’ın yurtdışına canını atmasında bütün bunların etkisi vardır sanırım.” Mayda Saris’in kitabında, İhmalyan’ın dünyaya, yaşama, sanata bakışını gözler önüne seren “Kimliğim, Dünya ve Sanat Görüşüm” başlıklı bölümde şunları der İhmalyan: “1922 doğumlu, doğma büyüme İstanbulluyum. Anam babam Anadolulu olduğundan, gelenek ve görenek bakımından, kentlilik yanında bir dereceye kadar Anadolu uşağı da sayılabilirim. Demem şu ki, Anadolu’yu hiç yadırgamam...” “Daha 15 yaşındayken Abidin Dino, Nuri İyem, Selim Turan, Avni Arbaş, Haşmet Atay, Turgut Atalay gibi benden 10-15 yaş büyük olgun ressamlardan hocam, arkadaşım dostlarım, 17 yaşında ise genç ihtiyar yoldaşlarım vardı.” “İstanbul’daki önemli sergilerin açılış törenini bir gelenek olarak önemli kişiler açar. Vali, belediye başkanı, büyük yazarlar gibi. Biz ise ilk kez geleneği bozmuş, balıkçılar birliğinden basit bir balıkçı çağırmıştık. İş elbisesi, çizmeleri ve muşambasıyla geldi ve kurdelayı kesti. Bu sergi İstanbul’un gerek sanat hayatına gerek politik hayatına unutulmamak üzere giren bir olay oldu. O kadar büyük rağbet gördü ki gerek sergiye katılan ressamların çoğunun solculuğu, gerek sergideki resimlerin konularının iktidarın hoşuna gitmemesi yüzünden üç dört gün sonra sergi polisçe kapatıldı. 1944 komünist tevkifatında ‘Liman’ sergisi ve sergiye katılanların adı çok geçmiştir...” Unutulmasın diye tekrarlıyorum: Jak İhmalyan bir TKP’liydi… EZİLENLERİ SESİ, SOLUĞU: EDEBİYAT İlhan Berk’in, “Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz”; Gustave Flaubert’in, “Yazmak yaşamanın bir biçimidir”; Mehmet Ercan’ın, “yaşamak için yazmak, yazmak için yaşamak gerek,”[16] diye betimlediği eylemin edebiyat boyutu için “Resim için ışık neyse, edebiyat için de düşünceler odur,” der Paul Bourget… Devrimci edebiyat deyince akla hemen Maksim Gorki, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Mehmet Uzun, Musa Anter ile diğerleri gelir…


Emeğin Sanatı 161. Sayı

‘Ana’sı ve ‘Benim Üniversitelerim’ ile hepimizin belleğinde ölümsüz bir yer edinen Maksim Gorki’nin yapıtlarındaki parlak betimlemeler her zaman başköşededir: “Hep ileriye giden insan ölüme giden insandır. Zaman zaman arkana dönüp bakmazsan yaşayamazsın…” “Felsefesiz yapamayız, çünkü her şeyin bilmemiz gereken gizli bir anlamı vardır…” “Mutluluk, elindeyken her zaman küçük görünür; ama elinden gitmeye görsün, o saat anlarsın ne kadar büyük ve değerli olduğunu…” “Kader, fakirlerin isteklerini bastırmaktan, iradelerini yok etmekten başka bir işe yaramaz…” gibi! Türkiye edebiyatında iki usta isim Rıfat Ilgaz ve Sabahattin Ali: Onlar ‘Fedailer Mangası’nın iki üyesiydi. Tahir Şilkan’ın ifadesiyle, “Sabahattin Ali, edebiyatımızın büyük ustası, öyküleri, bugün bile en çok okunanlar romanlar arasında yer alan ‘Kuyucaklı Yusuf’ ve ‘Kürk Mantolu Madonna’sı neredeyse tümü şarkı sözü olmuş şiirleri ve yazdığı direngen, eleştiren, yol gösteren, mücadeleye çağıran yazılarıyla unutulmayan, tek parti iktidarlarının hedef tahtasına koyduğu, zulmettiği ve katlettiği aydındır.” Ki tam da bundan ötürü Sabahattin Ali, Türkiye’de “faili meçhul” cinayetler denince ilk akla gelen isimlerden. Kısa yaşamına epey ürün sığdıran, fikirleri ve yaşamıyla hep ilgi çeken bir yazın ve düşün emekçisiydi. Hatırlayın: Sinop cezaeviydi ve kaleme aldığı ‘Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’la, “Sinop kalesinden uçtum denize/ Tam üç gün üç gece göründü Rize/ Karşıki dağlardan gel oldu bize/ Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz...” ‘Geçmiyor Günler, Geçmiyor’unda, “Burda çiçekler açmıyor/ Kuşlar süzülüp uçmuyor/ Yıldızlar ışık saçmıyor/ Geçmiyor günler geçmiyor Avluda volta vururum/ Kah düşünüp otururum/ Türlü hayaller görürüm/Geçmiyor günler geçmiyor...” ‘Aldırma Gönül’ün de, “Başın öne eğilmesin/ Aldırma gönül, aldırma/ Ağladığın duyulmasın,/ Aldırma gönül, aldırma...” Nihayet henüz 24 yaşında yazdığı ‘Dağlar’ında, “Bir gün kadrim bilinirse/ İsmim ağza alınırsa/ Yerim soran bulunursa/ Benim meskenim dağlardır...” diye haykırıyordu. Nâzım Hikmet’in, “Türk edebiyatının ilk devrimci-gerçekçi hikâyecisi ve romancısı” olarak selamladığı Sabahattin Ali’nin, “Edebiyata nasıl başladınız?” sorusuna yanıtı kısa olmuştu: “Kitap okuyarak.” O bıkıp usanmadan okudu, yazdı, düşündü. Toplumsal çelişkilere tepkisini sanat yoluyla gösteren yetkin bir yazar oldu. Öyküden romana şiirden oyuna kadar çeşitli edebi türlerde yapıtlar verdi. Yapıtlarında insanın trajedisine, toplumsal yaşamdaki çelişkilere, yaşamın acı gerçeklerine emekçi insanların sorunlarına ışık tuttu. Öykü ve romanlarının arka planında dönemin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısındaki çarpıklıklar, yozlaşan değerler yer alıyordu. Çünkü Ona göre, “... Sanatın biricik amacı, insanları daha iyiye, daha doğruya, daha güzele yükseltmektir”, “Sanat, insana insanı, hayatı ve bunların anlamını öğretmekle görevlidir. Sanatçı kitle ile birlikte ıstırap çekecek, halk ile birlikte gülecek, onunla birlikte isyana kalkacaktır. Sanatçı geniş kitlelerce anlaşılmak istiyorsa, süslü ve oyunlu, karışık bir anlatım yerine yalın bir anlatımı seçmelidir. Ve sanatı, bilimi, kültür varlıklarını yalnızca belli sınıfların hizmetinden kurtarıp bütün milletin malı hâline getirmek gerekir...”


Sayfa 61

 Yine O, “Sanatın bu görevi yerine getirebilmesinin koşullarından birisi, ‘gerçekçi’ olmasıdır. Ama bu, tümüyle romantizme sırt çeviren ve natüralizme yüz veren kuru, aldatıcı ve edilgen bir gerçekçilik değildir. Etkin, ‘namuslu ve samimi’ bir gerçekçiliktir. Gerçekçiliğin bir başka bir özelliği de ‘inandırıcı’ olmaktır...” demektedir. Nihayet Sabahattin Ali, ‘Ali Baba’ dergisinin 25 Kasım 1947 tarihli nüshasında yer alan ‘Ne Zor Şeymiş’ başlıklı yazısında (devrimci sanatçının ne ve nasıl olması gerektiğini anlatırcasına) diyordu ki: “Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunla, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: ‘Görüyor musunuz şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor…’ Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi? Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer!” Sabahattin Ali gibi, devletle cebelleşerek yazan Orhan Kemal de yaşam koşullarının çetinliğine karşın yazmak tutkusunu, inadını hiç elden bırakmayan bir yazın insanımızdı. Şiirle başladığı yazı serüvenini, emek insanlarının yaşantılarını konu aldığı hikâye ve romanları ile sürdürdü. İşçilerin, yoksulların yanında yer alışı yüzünden dönemin siyasi polisini yanı başında duyumsadı hep. Her taşın altında solcu arayan devletin soluğunu da… Kimi zaman komünistlik suçlamaları ile karakollarda buldu kendini. Kimi zaman cezaevinde… Yılmadı. Hikâye ve romanları ile ezilenlerin, işçilerin, ırgatların, yoksulların yanında oldu. Orhan Kemal’i tanımlarken “...O, her zaman ekmeğin ve işin, insanın ve umudun da yazarıdır” derdi Tarık Dursun K. Orhan Kemal de tıpkı Gorki gibi çeşitli işlerde çalışarak hayatını kazandı. Tıpkı Gorki gibi insanlığın ortak sorunlarına, sıkıntılarına, umutsuzluklarına değindi, o yüzden hem kendileri hem kahramanları birbirine benzeşti… Orhan Kemal, gerçekçi biçemden uzaklaşmadan yaşamın gerçeklerini yazmış, bize insana inanmayı salık verebilmiştir. Baba Evinde dediği gibi: “Ey açlık! Seni midemde, iliklerimde, kanımın küreyvelerinde duydum. Ve sen, benim iyi, benim şefik ve rahim olan soyum, insan soyu, sen ebedi tokluğu fethedeceksin!” O bizdi. Hep bizleri yazdı. İşçi, kâtip, memur, emekli, üçkâğıtçı, hamal, amele, yosma, çamaşırcı, bulaşıkçı, çapacı, ağa, bey, işsiz güçsüz, kadın, kız, gelin, Tatar ağa, Kabak Hafız… Kalemini bir spot gibi kullandı. Işığı onlara tuttu ve bize gösterdi. Bizi bize anlatan kalemlerimizdendi.


Emeğin Sanatı 161. Sayı

Gösterişsiz, yalın edebiyatın doruklarında dolaşmıştır Orhan Kemal. Anlatacağını “oyun”lara, “numara”lara sığınmadan dosdoğru anlatmıştır. Gücünü, sıcaklığını “insan”dan almıştır. Edebiyat aracılığıyla insana ulaşmamış, insan aracılığıyla kendi edebiyatını yaratmıştır. Orhan Kemal Çukurova’dan geliyordu. İşsizliği, açlığı, acıyı, sömürüyü görmüş, yaşamıştı. Kitaplarda okumamıştı bunları. Toplumsal gerçekçilik denen şeyden haberi bile yoktu belki. Yazarlık içgüdüsü gözlemciliğiyle birleşip yeteneğiyle de beslenince, kendini Gorki’lerin, Steinbeck’lerin çizgisinde buldu. Öykünmeyle değil, kendiliğinden oluveren bir şeydi bu. Gerçekten de “Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir. Bir yazı adamı için çok gereklidir halkın içinde kalabilmek. Ve halkın değişimini algılamak... Hatta değişimi yakalamak, bu değişimin dışına düşmemek,” diyen Orhan Kemal, emekçi sınıfın yazarıdır. Hayatı ve insanları tanıdığı, sınıf bilinci kazandığı ilk günden itibaren, kaderini bağladığı insanların, emekçilerin gerçeğini anlatmıştır. Orhan Kemal, gerçek bir yaratıcı yazar olarak, yazdığı öykü, oyun ve romanlarında; tanıdığı, sevinç ve korkularını, özlemlerini, beklentilerini, kaygılarını çok iyi bildiği insanları anlatmıştır. Anlatmak için çok iyi gözlemlemek, bilmek, tanımak önemli ve gereklidir ancak yalnızca bunların yetmeyeceği de açıktır. Çok iyi tanınan fabrika işçileri, çırçır, patoz, tarım işçileri, ırgatlar, sokak satıcıları, küçük esnaf ve zanaatkârlar, onların çalışma koşulları, yaşadıkları çevre, gittikleri kahve, kebapçı, genelev, şu bu... Yazmak için bunları görmenin dışında yazar tarafından bunların anlamlandırılması gerekir. Bunun için bilgi, içselleştirilmiş bilginin, bilincin bulunması zorunludur. Orhan Kemal hayatı yaşayarak öğrenenlerdendir. 1950’den sonra birbiri ardına yazdığı öykü ve romanlarında, iyi bildiği insanların hayatını çok etkileyici, yaşayan roman kahramanları yaratarak anlatmıştır. Onun öykü ve roman kahramanları canlı gibidir. Okuduğunuzda hikâyeleri anlatılan kişileri çok iyi tanıdığınızı, bildiğinizi duyumsarsınız. Edebiyatımızın en iyi anlatılmış roman kahramanları arasında Orhan Kemal’in anlattıkları ilk sıralarda yer alır. Onun öykü ve romanlarında; geçimlerini sağlamak için en güç, en ağır çalışma koşullarında çalışmak zorunda kalan çocuk, genç, yaşlı, kadın erkek emekçiler vardır. Sınıf değiştirmek isteyen, yükselmek daha iyi yaşam koşullarına kavuşmak isteyen genç kızlar, köyden kente ekmeğini kazanmak ve üretilen değerden payını almak için gelmiş, mücadele eden, çoğu zaman örgütsüz, örgütlenmek istediğinde başına patronun ve patronun destekçisi devletin sopasını yiyen insanlarımız vardır. Yalın ve kısa cümlelerle yazmıştır. Açık seçik, anlaşılır, dolaysız metinlerdir yazdıkları... Girift, karmaşık anlatımlar yoktur. Edebiyatta özün biçimden daha önemli olduğuna inandığını ifade eden Orhan Kemal, “Biçim ve deyiş oyunlarıyla okuyucuyu aldatmayı sevmem. Sanatı ya bir akrobat gibi ya da insan olma haysiyeti ile bir ödev gibi kabul etme var. Ben ikinciye inanıyorum.” Öncelikle bilinçli bir okuyucudur Orhan Kemal. Dünya ve ülke edebiyatından haberlidir. Çünkü Orhan Kemal’e göre, “... İyi bir hikâyeci, romancı, çok iyi bir sanatçı olmak bir yana, çağının ileri kültürünü edinmiş olmalıdır.” Orhan Kemal, geçtiği yolları, sokaktaki, kahvedeki, parktaki insanı gözlemleyen, dinleyen, anlamaya çalışandır. İnsancıl bir yazardır Orhan Kemal. Bunu, bütün yazdıklarında ortaya koymuştur, söylemiştir de: “... 72. Koğuş’un Ahmet Kaptanı’nı sevdiğim kadar, Berbat Tevfik’i de severim. Vukuat Var’ın, Elçi Çemşir, Hamza ve Berber Reşit’


Sayfa 63

ini de severim. Çünkü, en fena insanlar bile, ellerinde olmayan sebeplerle kötü olmuşlardır. Sevilmeye, savunulmaya muhtaçtır...” Bu nitelikleriyle “Orhan Kemal milyonlarca sessizin sesidir”, diyen yazarın oğlu Işık Öğütçü ekler: “O toplumsal hafızada canlanıyor. Milyonlarca sessizin sesi var bu ülkede. Orhan Kemal de onların sesi. Çünkü söylenemeyenleri ilk kez o yazmış.” “Her türlü insanı, sosyal sınıfı yazmıştır. Daha çok da iyi bildiği tanıdığı kesimleri ele almıştır. Tüm fakir fukara, dar gelirliler, küçük insanlar onun kahramanı, çevreleri kitaplarının mekânı olmuştur. Köydeki köylüyü yazmamıştır. Ama köyden kente göç eden büyük işgücünü gözlemlemiş, onların sorunlarını, sıkıntılarını, sömürülmelerini irdelemiş, bunları yazarak insanlığın daha iyi bir dünyaya, düzenli topluma kavuşmaları için kalemiyle mücadeleye katılmıştır. Kaleme alırken eserlerinin estetik yapısına dikkat etmiş, süslemelerden, uzun tiratlardan, akıl vermelerden kaçınmış, sorunun temeline sabırla, anlaşılır cümlelerle inmiştir. Toplumcu bir yazardır. Bireyin gerçek mutsuzluk ya da mutluluğunun, içinde yaşadığı toplum düzeninden gelebileceğine inanır. Bundan dolayı pek çok kitabında okuyucu problemin çözümünü de bulmaktadır.” Özetle Orhan Kemal, sınıfsal ayrılıkların serbest piyasa ekonomisinin liberal atmosferinde yeniden tanımlandığı günümüzde, uluslararası literatürde geliştirilen modern yaklaşımlara dayanarak çalışan fakirlerin yazarı olarak nitelendirilebilecek bir yazardır. Orhan Kemal’in yapıtlarının kurgusunun temelinde, iş dünyasının acımasız şartlarında sınırlı sosyal güvenceyle ayakta kalmaya çalışan düşük gelirli insanlar yatar: Memurlar, tarım ve fabrika işçileri, büyük şehirlere göç edenler, seks işçisi olarak ayakta kalmaya çalışanlar ve sokağın amansız koşullarına hapsolmuş çocuklar. Mağdur edilmiş kesimin hayatlarıyla özdeşleşerek Türkiye’de gelişen kapitalizmin canlı bir portresini çizen Kemal’in kısa öykülerinin çoğu zenginliğin eşitsiz dağılımının ve büyük şehirlere yapılan göçün sonuçlarını ortaya koyardı. Bir başka Kemal’e gelince; Muzaffer Oruçoğlu’nun, “Yaşar Kemal, savaşın amansız düşmanıdır. Savaşın, baskının yarattığı korkuyu, yani insanın ve ayrıntının gizini anlatırken anlıyoruz onun halis bir barış havarisi olduğunu,” notunu düştüğü “Yaşar Kemal’in destanında iyiliğin gücü yenik düşmez… “Yaşar Kemal dilin ve düşüncenin tüm olanaklarını zorlayan ve yenilik getiren bir yazardır. Hiç kimse Anadolu’nun doğasını ve insanını onun gibi anlatamaz. Onun gibi hissettiremez.”[17] Tüm bu konularda O der ki… “Evrende iki sonsuz doğurgan yaratıcı güç vardır. Biri insan, öbürü doğa. İnsan, yaratıcılığını yitirdiği gün, doğa yaratıcılığını bitirdiği gün her şey bitecektir. Doğa da insan da yok olacaklardır. Biz, sosyalistler olarak insanları yitirmiş oldukları yaratıcılıklarına kavuşturmak amacındayız. Yeryüzünde en büyük çabamız budur. Çünkü sömürgenlerin ilk ve başlıca işleri insanları kişiliklerinden sıyırmak olmuştur…”[18] “Doğanın en küçük parçasının bile bir kimliği, bir kişiliği var. Yıllarca ben Savrun Çayı kıyılarında dağlara yürürken doğayla iç içe yaşadım. Pirinç tarlalarında yıllarca su kontrolörlüğü yaptım da... İşte o zamanlar yavaş yavaş, bir daldaki bir çiçeğin öbürüne benzemediğini, bir çimenlikte hiçbir yaprağın, bir köredeki hiçbir karıncanın, bir pınarın, Toroslar’dan ovaya inen Savrun Çayı gibi


Emeğin Sanatı 161. Sayı

 birçok çayın hiçbirinin biribirine benzemediğini gözlemledim. Bunların hepsini de Savrun Çayından öğrendim. Sonra düşüncelerimi geliştirdim...”[19] Doğayı, insandan, insanı da umut ve isyandan asla ayrı düşünmeyen, ayırmayan Yaşar Kemal ‘Bu Bir Çağrıdır’ başlıklı yapıtının önsözünü şu sözlerle noktalar: “Çok hatalar yaptık ama umutsuzluğa düşmenin bir gereği yok. Bir ülke insanları insanca yaşamayı, mutluluğu, güzelliği seçecekse, bu, evrensel insan haklarından, düşünce özgürlüğünden geçer. Dilini ve onurunu istemek en temel ve doğal haktır… Bugün bir umutsuzluk yeli ortalığı kasıp kavuruyor. Ben diyorum ki, bu yaraların sağılması bizim elimizde. Ülkemizin onurunu, ekmeğini, kültür zenginliğini kurtarmak elimizde… Gelin de doğru dürüst bir demokratik düzenin kurulması için aklımızla, yüreğimizle el ele verelim. Bu bir çağrıdır. Sözüm sizedir!” “Benim taraf tutmam kadar doğal ne var ki... Kendimi bildim bileli Türkiye’nin halklarının yanındayım. Kendimi bildim bileli zulüm görenlerle, hakkı yenenlerle, sömürülenlerle, acı çekenlerle, yoksullarla birlikteyim.”[20] “Gerçek bir demokrasiye ulaşmak kolay olmuyormuş. O da, kan ve gözyaşı istiyormuş. O da, akıl ve düşünce çabaları istiyormuş. Gerçek bir demokrasiye ulaşmak bir topluluğun, birkaç topluluğun iyi niyetli çabasıyla gerçekleştirilemiyor. Dışarıdan demokrasi de bir süs olaraktan, bir yalan olarak kalıyor. Demokrasiyi bilinçlenmiş halklar yaratır. Çünkü demokrasiyle yönetilmek en çok onun çıkarınadır.” “Ben hep korkudan korktum. Korkudan çok korktum. Roman yazdığım zaman içimde bir korku istemezdim. O yüzden bu kitapta da korkuyu anlattım. Kayseri’de askerlik yaptığım kasabanın üzerinde büyük bir taş vardı ve bütün kasaba bu taşın üzerilerine düşeceğinden korkuyor, düşmesin diye taşı demir zincirlerle bağlıyorlardı. Madem korkuyorsunuz o zaman çekin gidin derdim. Seneler senesi bu korkuyu yazmak istedim.” Yazmak ve yazarlık babında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeki onursal doktora töreninde yaptığı konuşmasında şunları da der Yaşar Kemal: “Bana onursal doktora verilmesinden dolayı çok mutluyum. Bugün bu ödül beni 20’li yaşlarıma götürüyor. Geçmişte öyle bir dünya, öyle bir devlet kuruldu ki şimdikinden daha kötüydü. Bir günde 150 yazarı aç bırakmışlardı. Bunlardan biri de bendim. Bizler sanatın ve sanatçının sorumluluğuna inanan bir kuşaktık. Sanatın dünyamızı zenginleştireceğini biliyorduk. Biz edebiyat aracılığıyla inatla yaşama sarıldık. Bu topraklarda yaşanan acıların, duyguların, özlemlerin sesi olmaya çalıştık. İnatla kendimize dönüp kendimizi gerçekleştirmeye çalıştık, çoğumuz bedel ödedik.” Nihayet “Tek düşüm daha güzel yazmak” vurgusuyla ekler Yaşar Kemal: “Ben edebiyata çocukken başladım. Çocukluğumda bizim köye çok âşıklar, destancılar gelirdi. Onlara çok meraklıydım. Köye her destancı geldiğinde ben onun yanındaydım, sonra onlar gibi şiir söylemeye başladım. Köyün kayalık dağına çıkar dağ üstüne, çiçekler üstüne türküler söylerdim kendi kendime. Epopenin kırıntıları bile olsa hâlâ yaşadığı böyle bir dünyada büyüdüm. Eğer modern edebiyatla karşılaşmasaydım -ki karşılaşmam tesadüftür - bir destancı olurdum. 16 ya da 17 yaşlarımda folklor derlemelerine başladım. Bir de tekerlemeler, destanlar, masallar derledim. (...)


Sayfa 65

Benim ustalarım, benim toprağımın sözlü edebiyatıdır. Stendhal, Tolstoy, Gogol, Dickens de benim kaynaklarımdır. Bir romancı Faulkner’i, Kafka’yı, klasikleri, hem Batı hem de Doğu ustalarını özümsemeden nasıl roman yazabilir? Bana hep sordular, sen romanı niçin yazıyorsun? Bilemem dedim, bilsem de söyleyemem. Bir tek şey biliyorsam o da yaşamım boyunca bir tek düşüm olduğu, bundan sonra biraz daha, biraz daha güzel yazabilmek. (...) Çağımızda dünya her yönüyle kabuk değiştiriyor. Değerler altüst olmuş. İnsanı insan yapan birçok değer yok oluyor. Ben çoğu kez yılanın kabuk değiştirmesini örnek veririm. Çünkü yılanın kabuğundan sıyrılması inanılmayacak kadar zor bir iştir, yürek paralar. Yılan kabuğunu değiştirirken yerine başka bir kabuk gelir, eskisini atıp gider yaşamını sürdürür. Ölen değerlerin yerine ise o çapta bir değer gelmiyor. İnsan bu değişimin acısını yürekten duymaz olur mu? Bugünkü dünya düzeni dünyamızı bitirebilir. Doğa kırımı, savaş kırımlarıyla başa baş gidiyor. Savaş ve doğa kırımı sürdüğü sürece insanlığın sonu gittikçe yaklaşıyor korkarım. (...) Bir yazarın sorunu yalnızca umut vermek değildir. İnsanların yaşadığı derin ve birbirinden farklı sorunlar vardır. Onun için bir yazar insanların macerasını çok iyi bilmelidir. Ancak insanların macerasını çok iyi bilen bir yazar iyi bir yazardır. Bu romanın bitişi yazara ait bir bitirmedir. Yazar böyle bitirmek istemiştir. İnsan çok zengindir, başka bir yazar başka türlü bitirecektir.” Ve “Ben de kendimi azıcık bir yazar sayıyorsam, insan gerçeğine bilinçli olaraktan miti, düşü getirdiğimdendir,”[21] der O; bir Kürt, bir komünist olarak… Sonra bir başka Kürt Mehmed Uzun… “İsmim yasak olduğu için” der ve eklerdi: Onun kendi gerçeğini anlattığı şu satırlar bir halkın ortak trajedisini de anlatır niteliktedir; “İsmim Mehmed. Soyadım Uzun. Doğum tarihim 01.01.1953. Herkes beni böyle biliyor... Ama bunların hiçbiri gerçek değil. İsmim Mehmed değil, soyadım Uzun değil, doğum tarihim bu rakamlar değil. Mehmed Uzun ne yazık ki, dünya edebiyatında sıkça görülen, özellikle totaliter rejimlerin baskı, yasak ve sansürlerinden kendilerini korumak için yazar ve aydınların ister istemez başvurdukları türden bir müstear isim de değil. Bu tür müstear isimlere öteden beri alışkınım, doğduğum ve büyüdüğüm yörelerde herkesin birden fazla hayatı vardı ve bu hayatların birçoğu gizliydi. Gizli hayatların da kendine özgü kodları, isimleri vardı; neredeyse tüm Kürt yazarların ismi takmaydı ama Mehmed Uzun, böyle bir isim değil. Mehmed Uzun, aynı zamanda benim de, ancak ben’i esir almış bir ben. Esas ismim yasak olduğu için Mehmed oldum. Esas soyadım yasak olduğu için Uzun oldum. Bir insan olarak hiçbir değerim olmadığı, sadece ehlileştirilmesi gereken bir sürünün mensubu olarak görüldüğüm için de, en rahat şekliyle, künyeme 01.01.1953 yazıldı. Önadım Mehmed, dedemin ismi Hemê’den geliyor. Hemê, Meme, doğduğum yörelerde gündelik yaşamda en çok kullanılan isimlerden. Ama bu isim resmi hayatta yasak; bu ismi alamazsınız, bu isimle nüfus kaydı yaptıramazsınız, bu isimle hiçbir resmi kuruma başvuramazsınız. Soyadım Uzun’a gelince, bu da yine dedemden geliyor. Biro dedemin dedesinin ismi. Direj de onun lakabı, yani uzun. Biroyê direj, yani uzun biro. Ama yine isimlere ilişkin yasalara göre hem biro ‘Türk örf ve adetlerine’ uygun değil hem de direj Kürtçe olduğu için yasak. Bu nedenle resmi kurumlar tarafından Biro tamamıyla atılıyor, Direj de Türkçe’siyle ‘Uzun’ hâline getiriliyor. Bir hafızanın yok oluşu dikkat çekmeyen küçük değişikliklerle gerçekleşiyor işte...”


Emeğin Sanatı 161. Sayı

Evet O, ömrü boyunca, yasaklı olan Kürt halkının dili, kültürü ve kimliğine; direnerek eserleriyle hayat vermeye çalıştı. Bu çalışmalarıyla ölümsüzleşen Uzun’un en önemli özelliklerinden biri de edebiyatta işlenmemiş bir dili yazdıklarıyla evrensele taşıyabilme çabası oldu. Uzun Kürtçe’ye hayat vermeye çalıştı… “Ölümsüz birey yoktur ama bireyler tarafından yaratılan ölümsüz eserler ve bu eserlerin tümünden oluşan ölümsüz insanlar vardır,” diyen Onu 2007 sonbaharında yitirdik. Evet... Kürtçeye romanlarıyla hayat veren O bir kültürün militanıydı… Hapisler ve sürgünler yaşadı. Yaşadığı sıkıntılar bir halkın, bir kültür ve kimliğin sıkıntılarıydı. Sürgün edilmiş dünyasında bile memleket kadar sıcak bir yürekti. Sürgünde köklerine tutunan Mehmed Uzun çalışkan ve üretken bir yazar profili çizdi hep... Sonra da Musa Anter… “Türkiye’nin 55 yıllık girdisinin, çıktısının yeminli, canlı bir şahidiyim. Hem yalnız şahidi mi? Değil! Sanığıyım, mahkûmuyum ve davacısıyım,” diye haykıran Musa Anter’in, faili belli bir cinayete kurban gitmesinin şokunu söyle ifade etmişti dostu Yaşar Kemal: “Benimki belki tuhaf bir inanç. Ben hiçbir insanın, gözlerini kan bürümüş de olsa, yüzlerce insanın katili de olsa Musa Anter gibilerine kıyabileceğine inanmazdım.” Gazeteci arkadaşı Ragıp Duran ise ,“Musa Anter denilince aklıma üç önemli niteliği gelmektedir. Bu niteliklerden en önemlisi, Türk-Kürt kardeşliği militanlığıdır. Bu tavrı duygusallıktan öteye akla dayalı olmasıdır. İkinci özelliği, mizahçılık yanıdır. Bu da hayat felsefesiyle ilgili olup adeta kendiliğinden gelişmiştir. Bu gelişmeye yardım eden etkenlerin başında ise, kendisini iyi yetiştirmiş olması, bilgi hazinesinin dolu olması ve çevresini çok iyi tanıması ve özgüveni gelmektedir. Son özelliği, gazeteciliğidir. Kısa fıkra dalının erişilmez ustası ve hepimize örnek bir insan oluşudur,” demişti. Apê Musa 1918 yılında Mardin’in Nusaybin ilçesine bağlı Ziwinge köyünde dünyaya geldi. Ziwinge’nin adı daha sonra Eski Mağara olarak değiştirildi. Doğum tarihi kesin olarak belli değil ama büyüklerinin dediğine göre “Berfa Sor” veya “Ermeni katliamı” zamanında Ziwingê’de dünyaya gelmiş. Bu da tarih olarak 1915 ile 1917 seneleri arasındadır. Ailenin ilk erkek çocuğu. Annesi erkek çocuk doğurmak isteyince Sultan Şeyhmuz’a gidip dilekte bulunuyorlar. Onun için nüfustaki adı Şeyhmus olarak geçer. Soyadı kanunu dolayısıyla da soyadı Elmas’tır. Zamanla adını ve soyadını değiştirir ve Musa Anter yapar. Aile olarak soy ağacını kendisi şöyle ifade eder: “Botan aşiretinin, Temikan kolunun, Mihoteze dalının Anter ailesindeniz.” Apê Musa ‘Hatıralarım’ başlıklı yapıtının önsözünde doğumuyla ilgili şöyle der: “Kürdistan, Türkiye’nin en geri bölgesidir; Mardin, Kürdistan’ın en geri ilidir; Nusaybin, Mardin’in en dertli ilçesi; Stilîlê (Akarsu), Nusaybin’in en fakir nahiyesi; Zivingê, Stilîlê’nin en geri kalmış köyüdür ve işte ben, bu köyün, nüfus kütüğüne göre, iki numaralı mağarasında doğmuşum.” Değişik dönemlerde toplam 11.5 yıl hapis yattı. Devrimci Doğu Kültür Ocakları, TİP, Halkın Emek Partisi, Mezopotamya Kültür Merkezi ve İstanbul Kürt Enstitüsü’nün kurucularındandı. 20 Eylül 1992’de Diyarbakır’ın Seyrantepe Mahallesi’nde devlet içindeki “derin güçler” tarafından katledildi! Orhan Miroğlu, ‘Kuşatmadan İnfaza’[22] başlıklı yapıtında Musa Anter cinayetine giden sürecinde yaşananları, “Önce kuşatıldı, itibarsızlaştırıldı ve sonra da infaz edildi… Musa Anter’


Sayfa 67

in JİTEM tarafından öldürüldüğüne artık hiç kuşku yok.” “Bizi Vuran Hamit Yıldırım’dır,” diye anlatmıştı… Ve Asım Bezirci… O eleştirmendi. Yapıtları titizlikle inceleyen gerçek bir edebiyatçıydı. Eleştiri ile yetinmemişti... Asım Bezirci’nin şiirleri de vardı. Şiirle karşılaşmamış kişi güzellikleri anlamaz… Ama yayımlamadı onları. Çekindi, istemedi. “Yok sığınacak anılarımız/ Bütün gemileri kaçırmışız/ Yolcular gitmiş rıhtımda kalmışız/ Bilinmez nedendir Bir pembe bulut hâlâ gülümser/ Üstünde ıslak mendillerimizin/ Yeter beklediğimiz gelecekler/ Yeşersin tohumu artık Gecemizin/ Zambaklar gibi uçsun sevgimiz/ İnce iyi uzun Buluşunca yoksul ellerimiz/ Ürkekliğinde sevincimizin,” bunlardan birisiydi… Bezirci bu şiiri hapiste mi yazdı? Çünkü, o da üç kere tutuklanmış, 9 kez soruşturma geçirmişti. Bezirci, Sivas’taki korkunç canavarlığın kurbanı olarak uçup gitti, ardında yazılar, şiirler bırakıp… EGEMENLERİN BAŞ EDEMEDİĞİ ŞEY: MİZAH John Lennon’ın, “Nasıl baş edeceklerini bilmedikleri tek şey, şiddet dışı eylemler ve mizahtır,” dediği itiraza gelince, O: T.S. Eliot’un, “Mizah, ciddi bir şey söylemenin de yollarından biridir”; Mark Twain’ın, “İnsanlığın tek bir etkili silahı vardır: Kahkaha”. “Mizah müthiş bir şeydir, kurtarıcıdır. Ortaya çıktığı anda ne üzüntü kalır, ne öfke; gönlümüzde güneş açar”. “Mizahın gizli kaynağı sevinç değil, hüzündür”; Moliere’in, “Mirov, bi qasî kenînê xwe mirov e/ İnsan, güldüğü kadar insandır”; Victor Borge’nin, “Gülmek iki insan arasındaki en yakın mesafedir”; Bob Murphy’nin, “Dünyaya gülümseyen gözlerle bakmak gerekir,” diye tanımladığı güçtür. Bu gücü en iyi kullananlardan birisi de, “İnsanın kulağı yalnız alabileceği sesleri alıyor. Yüz çeşit ses çıkıyor, bizim kulağımız bunların içinden üç tonu seçip alıyorsa, öbürlerine sağır kalıyoruz…” “Halkımı sevmediğimden bu halkın değişmesini istiyorum. Halkımı sevsem ne diye halkımın değişmesini isteyeyim…” “Beni herkes, doğru bildiğini açıkça ve çekinmeden söyleyen bir insan sanıyor. Ya söyleyip yazamadıklarım? Bu yüzden içimde gerçeklerin dinamitlerini taşıyorum da sanki patlayacak gibiyim. Dahası inandığım gerçeklerin hepsini açıklayamadığım için kendimden utanıyorum,”[23] diyen Aziz Nesin’dir. Egemenler karşısındaki dik duruşu ve diklenişiyle Aziz Nesin, 1995’teki ölümüne dek türlü özellikleriyle efsane bir kişilik olarak yaşamını sürdürdükten sonra, verimli bir ömrün ürünü olan yüz kadar yapıt bırakarak aramızdan ayrıldı. Ancak mizah yazarlarının yazgısı mıdır bilinmez, Aziz Nesin’in hayatı boyunca edebiyatçı sayılıp sayılmama gibi bir sorunu oldu. Aslında bugün de bu sorunun sürdüğü söylenebilir. Çağdaş edebiyat üstüne yapılmış inceleme ve araştırmalarda, derlemelerde, seçkilerde Aziz Nesin’den örneklere pek rastlanmaz…


Emeğin Sanatı 161. Sayı

Aslında temel sorun belki de Aziz Nesin’in bütün kişiliğiyle edebiyatın sınırlarını aşıp, çağdaş bir aydın kimliğine bürünmüş olması. Toplumumuz onu kendi adıyla deyimleşmiş, “Aziz Nesin’lik” olaylarla anmıyor yalnızca; 1940’lardan ölümüne dek bütün iktidarlara karşı muhalif aydın tutumuyla tanıyor… Aziz Nesin’in bir hayata sığdırdıkları kolayca kavranamayacak genişlikte bir yüzeye yayılıyor. Edebiyat içi ve dışında öylesine çok alanda türlü eylemlerle sürdürülmüş bir hayat, ki ucu bucağı belirsiz… Aziz Nesin’den bizlere kalan temel sorulardan biri de, “Edebiyatçılar, sanatçılar, aydın sorumluluklarını, topluma karşı yükümlülüklerini nasıl yerine getirecekler?”[24] sorusudur… AŞKIN, HAYATIN, DEVRİMİN ÇIĞLIĞI ŞİİR Şiiri nihai kertede aşkın, hayatın, devrimin çığlığıdır benim için… Böyle algılarım… Şiir bir ustalıktır; alıp götüren ve ulaştıran bir ustalık. Tıpkı Şükrü Erbaş’ın, “Susan bir türküyüm nicedir/ Evler çarşılar içinde/ Duruşum gurbet yürüyüşüm el/ Gülüşüm hayat kırgını, kapalı, yarım/ Kederim uzak insanlara.../ Yaşamak bu iğdiş göklerde buruşuk/ Yağmuru alınmış bir güz bulutu/ Al, rüzgârının mavi kanatlarına/ Beni ülkene götür çocuğum,” diyen ‘Aykırı Yaşamak’ dizelerinde… Veya “Güneş tanrım,/ Yağmur annem./ Toprak ömrüm./ Bir su damlasından sonsuzluk veren hayat…/ bir su damlasına kur mezarımı,”[25] haykırışındaki gibi… Ustalıktan söz edince, “Lenin-/ yaşadı,/ Lenin-/ yaşıyor,/ Lenin-/ hep yaşayacak,” diyen Vladimir Mayakovski; Onun ‘Lenin Destanı’ndan şu dizeleri nasıl unutulur? “Dünya artık/ dar geliyor/ SERMAYE’nin hırsına,/ patlayıncaya/ kadar/ kazanma hayalleriyle/ milyar/ dolarlık/ yüzükleri/ geçirmiş parmağına,/ koca göbeği/ ve kirli elleriyle/ uzanıyor,/ hakların/ gırtlağına. Çıkıp geliyor işte!/ Yağma/ susuzluğuyla/ çapışıyor demirler./ ‘Vuuuur’/ Dünyayı paylaşamıyor/ iki para babası. Her köyde/ bir mezarlık,/ yatıyor şehir erler./ Her kentte,/ kuruluyor/ bir kol-bacak fabrikası. Savaş bitti, kuruldu/ masalar,/ zafer pastasını/ sofrada bölüşüp/ paylaştılar…” “Elbet ya,/ ‘kapitalizm’de/ incelik/ letafet ne arar?/ ‘Bülbül’ lafı/ kulağı/ çok daha güzel okşar. Yok canım!/ Ben yine/ bildiğimi okuyacağım./ Mısralardan/ savaşçı/ sloganlar yapacağım. Konu sıkıntısı/ çekmem/ bilirsiniz./ Bilirsiniz de…/ Ne muhabbet/ zamanıdır/ yaşadığımız zaman,/ ne de/ bir işe yarar/ boş lafın/boş kılıfı. Ben şair olarak/ her şeyimi,/ tüm gücümü,/ sana/ ve haklı davana/ adıyorum, işçi sınıfı!” Her şeyini işçi sınıfına adamış bir şairdi Vladimir Mayakovski, tıpkı “öğrencisi” Nâzım Hikmet Ran usta gibi… “Ben,/ bir insan,/ ben,/ Türk şairi/ komünist/ Nâzım Hikmet/ ben,/ tepeden tırnağa iman,/ tepeden tırnağa kavga,/ hasret ve ümitten ibaret ben.” “Komünistim çok şükür./ İşin bir tarafı böyle, Kerim,/ her komünist gibi de su katılmamış vatanperverim/ hem de bir tarih/ bütün bir devir/ bir insanlık merhalesi boyunca daha gerçek/ daha ileri... Başkasının sırtından geçinenlerin değil,/ çalışan insanların vatanperverliği bu,/ bu senin vatanperverliğin,/ ondört yaşındaki işçi Kerim./


Sayfa 69

 Ne kendi milletimden aşağı/ ne de üstün görürüm başka milletleri./ Kozmopolit değilim./ Her komünist gibi haykırırım fakat,/ Bütün ülkelerin proleterleri birleşin,” diyen bir komünistti O… “Dünyayı verelim çocuklara/ hiç değilse bir günlüğüne/ allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar/ oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında Dünyayı çocuklara verelim/ kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi/ hiç değilse bir günlüğüne doysunlar/ bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı/ çocuklar dünyayı alacak elimizden/ ölümsüz ağaçlar dikecekler,” diyen bir sevdanın insanıydı O… “Kalbimin yarısı burada ise doktor/ Diğer yarısı da Çin’dedir./ Ordular sarı ırmağa iniyor/ Ve sonra bütün sabahlar doktor/ Her sabahlar şafakda/ Kalbim vurulmuştur/ Yunanistan’da/ /Çok uzakta bir yıldızla kalbim atıyor,” diyen enternasyonalist bir kavganın militanıydı O… Nâzım Hikmet Ran’dı… AKP Manisa Milletvekili Selçuk Özdağ’ın, ‘Vakitsiz Yazılar’ başlıklı kitabında “vatanın ve dinin düşmanı”, “ahlâki yapısı tartışmalı” ve “komünistliğin sergerdesi (olumsuz işlerde elebaşı)” olarak nitelendirip, “Nâzım Hikmet neyin kahramanıdır? Nâzım Hikmet dilimizin, vatanımızın ve değerlerimizin düşmanıdır,” diye öfke kustuğu bir devrimci sanatçıydı… Yevtuşenko, unutulmaz şiiri ‘Nâzım’ın Kalbi’nde, “Bazıları için şiir/ bir roldür,/ bir dükkâncıktır bazıları için/ kârdır./ Onun gibileri içinse/ ağrıdır şiir/ rol değil” diye yazmıştı Onun için. Ancak Nâzım Hikmet sadece bir şair değil; yüreği işçi sınıfı için atan bir komünist, bir devrimciydi. Dizelerinde sevdalandığı kadınlara olan aşkını, özlemini de anlattı; gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan bir dünya özlemini ve mücadelesini de. Onun dünya çapında ünlü bir şair olmasını sağlayan şey, Avrupa’dan Amerika’ya, Uzakdoğu’dan Ortadoğu’ya kadar tüm ezilen ve sömürülenlere karşı duyduğu sevgi, tüm ezenlere, sömürücülere ve zorbalara karşı duyduğu öfkeydi. Nitekim hayatının ne yönde, nasıl akacağını belirleyen de işçi sınıfının kurtuluşu için verdiği mücadele oldu. Bunun için sevdiklerini arkasında bırakmayı göze alabilen bir devrimciydi Nâzım Hikmet: “Düşmesin bizimle yola:/ evinde ağlayanların/ gözyaşlarını/ boynunda ağır bir/ zincir/ gibi taşıyanlar./ Bıraksın peşimizi/ kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar! Özetle Gonca Özmen’in, “Türk şiirine bir büyük rüzgârı üfleyerek, onu kanatlandırmış bir şair Nâzım Hikmet. O zamana kadar söylenmemiş şeyleri söylemeyi ve o öze uygun yeni biçimler bulmayı amaçlamış bir büyük inat...” Yücel Kayıran’ın, “Nâzım Hikmet’in birçok dizesine, yüzyılın dizesi, diyebiliriz. ‘Anlamak gideni ve gelmekte olanı’ da onlardan biri. Sanki yüzyılda bir tekrar etmekte olanı dile getirmektedir bu dize. Gitmekte olanın gitmesini istediği için ve gelmekte olanın gelmesini istediği için, bu dize, yüzyılın başında, bir coşkunun özgür tin hâline gelmesinin ifadesiydi…” Cenk Gündoğdu’nun, “Nâzım, yerliliktir, Anadolu’dur, hasrettir, Hiroşima’da ölen bir çocuktur, güçlü bir sestir. Şiiri anlamdan öte bir büyük sestir ve o sesle yürür. Nâzım; dünyayı emeğe/ alınterine çağıran, inandığı davadan vazgeçmeyen ve politik mücadelesi uğruna şiirini de yenilemeyi başarmış cesur bir büyük hayat demek,” diye tanımladığı Nâzım Hikmet bize dünyadan ve insandan umut kesmemeyi söyler. Nedensiz yere hapislere konup, bırakın yazdığı şiirleri, adının anılması bile yasaklanmışken dört duvar arasında, oradaki insanlarla, mektup arkadaşlarıyla, yaşayan bir dünyanın nasıl kurulabileceğini gösterir.


Emeğin Sanatı 161. Sayı

Öyle bir dünyadır ki bu, sanki bir cezaevi hücresi değil, bütün dünyaya açık bir özgün üniversite kampusudur. Bir köşesinde Balaban resim yapmayı öğrenir, bir köşesinde Orhan Kemal Fransızca çalışır, bir köşesinde ortak ihtiyaçlar için iplikler bulunup kumaşlar dokunur, bir köşesinde çağın en büyük yapıtlarından “Memleketimden İnsan Manzaraları” yazılır, bir köşesinde mektuplarla çocukluktan gençliğe geçmekte olan Memet Fuat yetiştirilir, bir köşesinde yeryüzünde bulunabilecek en vefalı sevgili Piraye’ye benzersiz lirik şiirler yazılır, bir köşesinde duvara asılı bir harita üzerinden İkinci Dünya Savaşı’nın gelişimi izlenir, Fransa’da kurşuna dizilen Gabriel Peri için üzülünür, Aragon’un “Mutlu Aşk Yoktur”u okunur, Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ı Türkçeye çevrilir, oyunlar, senaryolar yazılır. “Dünyadan memleketinden insandan/ umudun kesik değil diye/ atılırsan içeriye/ yatarsan on yıl on beş yıl/ daha da yatacağından başka” orayı kendine benzetebilirsin. Çünkü bir devrimcinin olduğu her yerde devrim süreci ilerlemektedir. Nâzım Hikmet bize, içinde bulunduğumuz koşullar ne olursa olsun, her durumda yalnızca gerçeği söylememiz gerektiğini hatırlatır. Yalansız bir dünyayı ancak dürüstlükle kurabileceğimizi gösterir. Komünizmin yasalarla yasaklandığı bir ülkede, düşüncelerini açıkça savunabilmesi, yargıçların karşısında “Ben komünistim” diyerek kendini yüreklice ortaya koyması bu dürüst tutumun bir göstergesidir.[26] Hepimize yol gösterir. Hızla devam edersek, karşımıza “beni yiğitler götürür/ katlarına/ sevda ile varılan/yiğitler ki,/ dillerini tükürmüş/ yiğitler ki,/ hâyaları burulan,” diye haykıran TKP’li Kürt Ahmed Arif dikilir. Hani “Hasretinden prangalar eskittim” diyen; kalbi dinamit kuyusu olan. Kendi deyişiyle ‘Halkının mazlum ve gariban şairi’ Ahmed Arif…, Haziran 1991’de kaybettik Onu. Ama O’nun şiiri zulasında sevdasıyla volta atmaktadır hâlâ namus bildiği yolda... Türkiye şiir geleneğinde hapishanede şiir yazma ve edebiyat yapma çok eskilere dayansa da bu izleği görünür hâle getiren Nâzım Hikmet’tir. Bu süreç bir süre sonraki 40 kuşağı şairleriyle doruğa çıkmış bir duyarlıktır. Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Niyazi Akıncıoğlu, Enver Gökçe, Ahmed Arif, Arif Damar gibi isimler bu duyarlığı işleyen şairlerin başında gelir. Ama denilebilir ki hiçbir şair, Ahmed Arif ve şiiri kadar mahpushaneye ilişkin değildir. İster hapishane desin, ister mahpushane, zindan, içeri ya da dört duvar... Mahpushane onun için ‘Makamı Yusuf’tur... Bu makam tıpkı Hz.Yusuf’ta olduğu gibi bir medrese, bir okul gibidir... Nefsin terbiye edildiği bir mekândır. Kendini imaja aldığı; kendini sınadığı, tarttığı, yüzleştiği ve hesaplaştığı yerdir. Bu yüzden aşkındır ve yattığı ranza, Muhammed ve İsa derecesinde kutsaldır. Ahmed Arif’te mahpushane imgesi mahpusluğun tüm hâllerini kapsayan bir imgedir. Ondaki ‘ben’, yani çile çeken, direnen özne sadece birinci tekil şahısla sınırlı kalmayan bir tikelliktir. Eyleyen özne, ‘sen’e, ‘o’na, ‘siz’e ve ‘onlar’a uzanabilen bir zenginliktedir. Bir karanfil naifliğinde, bir Munzur öfkesinde, bir dolu sigara dumanındadır. Reel olduğu kadar düşseldir de... Mahpusluk dört duvarla sınırlı bir hâl değildir. Çok geniş bir mekâna dönüşebilmektedir. Şair uzun yolculuklara çıkabilmekte, dere tepe gezebilmektedir. Bazen Altındağ’da, bazen Diyarbekir’dedir. Ufuk geniştir, tekmil ufuklardır. Dört yön, on altı rüzgâr, yedi iklim, beş kıtadır: “Şafakları ben balığa çıkarım/ Akan akmayan sularda/ Benim, bütün tezgâhlarda pay-


Sayfa 71

dosa giden/ Bir bahar akşamı dünyada/ Ben dört duvar arasında değilim/ Pirinçte, pamukta ve tütündeyim/ Karacadağ, Çukurova ve Cibali’de...” Tel örgüler, duvarlar, demir parmaklıklar bu düşselliğe vız gelir... Lirizmin doruğundadır, tek bir dize bile kekelemeden, anlatım sıkıntısı çekmeden. Beyin ve yürek bir olmuştur. En acılı, en hüzünlü ama en umutludur. Her zaman ‘umut ile sevda ile düş ile’dir. ‘Onur’ bu duyarlığın nirengisidir. Onu mahpushane karanlığında aydınlatan bir çift göz vardır. Zaman zaman yangın mavisine çalsa da asıl rengi yeşildir. Çünkü yeşil güzel bir dünyaya duyulan özlem ve sevgilinin gözlerine bir göndermedir. Ahmed Arif şiirindeki özne, bildik anlamda savaşan, kurşun atan, kılıç sallayan bir özne değil, daha çok baskı altına alınmış, hapsedilmiş, hakları ve özgürlükleri kısıtlanmış bir mazlumdur. Ama bu özne teslim olmayı asla düşünmeyen, dayatan ve direnen bir kişiliktir. Cemal Süreya’nın deyişiyle Ahmed Arif’in şiiri ‘Yaralıyken de arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir... İçerisi ve dışarısı, düş ve gerçek, kavga ve sevda iç içe girmiştir... Her şey ‘Umut ile sevda ile düş ile’dir. Tarih, bir bakıma insanlığın hafızasını elinde tutar. Günlük hayatın içinde yaşanan acıları unuturuz, zaman içinde üstü küllenir. Neyse ki tarih var, hafıza var. Bütün bir ömrün tüm rüzgârları ve sabıka kayıtları var orada... Tarihin hafızasında kayda geçen sayısız olaylardan biri de tıpkı Roboskî gibi ama yıllar önce - 30 Temmuz 1943’te - böyle bir yaz sıcağında yaşanan “33 kurşun olayı”... 33 köylünün yargısız infazı daha çok Ahmed Arif’in ‘33 Kurşun’ şiiriyle kamuoyunun ve birçok araştırmacının ilgisini çekmiştir.[27] Unutulmamıştır, unutulmayacaktır ve hâlâ yaşamaktadır Ahmed Arif; tıpkı Enver Gökçe gibi… O da, edebiyatımızda “acılı kuşak” olarak bilinen 1940 kuşağındandır. Bu kuşağın “acılı” olarak anılmasının nedeni, her birinin başlarına gelmedik belanın kalmamış olmasındandır. Bu dönemde Pertev Naili Boratav, İlhan Başgöz, Niyazi Berkes gibi üniversite hocaları işlerinden kovulmuş, yurdu terk edip başka ülkelerde yaşamak zorunda kalmışlardır. Rıfat Ilgaz’ın, Aziz Nesin’in başlarına gelenler anlatmakla bitmez. Bu baskıların doruk noktası da tarihe “1951 Tevkifatı” olarak geçen yaygın tutuklama, işkence ve yargılama sürecidir. Bu korkunç baskı günlerini Enver Gökçe, “Biz mapusta gürül gürül yatardık/ Yılan, çıyan içinde” dediği, İstanbul Emniyeti’nin “tabutluk” adı verilen 60x40x180 cm. ölçülerindeki tabutodalarından birinde iki yıl inanılmaz fiziksel işkence altında geçirmiştir. Sonrası? Sonrası yedi yıl mahkûmiyet, ardından iki buçuk yıl sürgün. Sonrası? Hep işsizlik, yoksulluk, yalnızlık, hastalık... Tıpkı benzer baskılara uğramış kuşakdaşı Ahmed Arif gibi, Enver Gökçe’nin şiirlerinin de basılıp gün yüzüne çıkması yıllar sonra olmuştur. 70’li yıllarda ancak şiirleri basılabilir. Önce “Dost Dost İlle Kavga”, sonra “Panzerler Üstümüze Kalkar” kitapları. Cezaevinde yazılıp dışarıya gönderilmiş, “Yusuf ile Balaban” destanı ise kaybolup gitmiş. Kendi gitmiş adı kalmış yadigâr. 1951 Tevkifatı, o denli silinmez izler bırakmıştır ki şair üzerinde, 1977’de kendisiyle yapılan bir konuşmada da, “Ömrüm vefa ederse, bundan sonra 951 Tevkifatı’nın destanını yazacağım” demiştir. Gördüğü işkenceler sonucu Enver Gökçe’nin bedeni erken yaşta pes etti. Erzincan’ın Çit köyünde başlayan yaşamı Ankara’da bir huzurevinde sona erdi. Güray Öz, “halk denilen ağır mağmanın” bir sözcüsü olarak görüyor Onu, “taşıdığı ateşi dönüp dönüp hatırlatan…”


Emeğin Sanatı 161. Sayı

Ya A. Kadir? O da komünistti… A. Kadir, Kuleli Askeri Lisesi ve Ankara Harp Okulu’nda okurken, Orhan Seyfi Orhon 19351936 yıllarında ‘Aydabir’ adında bir dergi çıkarmaktadır. Dergide Sabahattin Ali’nin hikâyeleri ile Nâzım Hikmet’in şiirleri yayınlandığı için A. Kadir de, öteki arkadaşlarıyla ‘Aydabir’i okumaktadır. Bir süre sonra A. Kadir’in başından “38 Harp Okulu” olayı geçecek ve Nâzım Hikmet ile yargılanacaktır. Sonrası hapis ve sürgünlerdir. Orhan Seyfi’nin A.Kadir’in şiiri üzerine yazdıkları şöyledir: “Anlaşılıyor ki, bu şiir, kapitalist rejimde askere alındığı için dövüşmeyen ve bu yolda canını veren menfi bir kahraman yoldaşın destanıdır. Şairi A.Kadir’i tebrik ederiz, doğrusu Türk gençlerine güzel dersler veriyorsunuz. Bizimkiler de böyle yapsınlar öyle mi?” Gerçekten de şiiri bir “namus” şiiriydi, hayatı da... 12 Eylül karanlığında, evinden alınıp yaşlı yaşında gözaltına alınırken de o “namus” işçiliğinden zerre ödün vermemişti. Dünyaya “mutlu olma”nın penceresinden bakan, ekmeğin ve aşkın ve özgürlüğün şairiydi... [28] Sonra “herşey bitti onlar için/ değil mi ki kırdılar bu fidanları/ değil mi ki ağlattılar bu anaları/ onlar için bitti her şey/ ne bir tutunacak dal/ ne bir dayanacak duvar/ bir kara haberin ölü yankısıdır onlar gözlerimizde/ demirparmaklıklar arkasından bakar gibi bakan gözlerimizde,” diye haykıran TİP’li Hasan Hüseyin Korkmazgil… Kavel’i yazandı O… 26 Şubat1984’de ayrıldı aramızdan… “çalışmışım onbeş saat/ tükenmişim onbeş saat/ acıkmışım yorulmuşum uykusamışım/ anama sövmüş patron/ ter döktüğüm gazetede/ sıkmışım dişlerimi/ ıslıkla söylemişim umutlarımı/ susarak söylemişim/ sıcak bir ev özlemişim/ sıcak bir yemek/ ve sıcacık bir yatakta/ unutturan öpücükler/ çıkmışım bir kavgadan/ vurmuşum sokaklara,” diye haykırdı... “dostum dostum güzel dostum/ bu ne beter çizgidir bu/ bu ne çıldırtan denge/ yaprak döker bir yanımız/ bir yanımız bahar bahçe,” derdi… Sennur Sezer’e, “Ağıt yakmak yakışmaz. Sen ağız dolusu kahkahaları yutkunarak konuşurdun sanki. Acıyı bal, ekmeği bol eyleyip dayananlardandın… Sen yalnız emeğin değil sevdanın da şairiydin. (Malum sevda emek ister) “Sen aşk şiiri yazamazsın Hasan Hüseyin/ Çünkü aşk şiirden önce gelir sende/ Oysa şiir önünde gitmelidir her şeyin// Sen aşk şiiri yazamazsın Hasan Hüseyin/ Çünkü aşk/ Kavganın içindedir/ Çünkü sen /İçindesin kavganın” desen de kavga şiirleri gibi öfkeli aşk şiirleri yazdın ve aşk şiirleri gibi ateşli kavga şiirleri. Sevmek sıradan bir fiil değildir. Durmadan tüketilen bir kavramdır. İçi boşaltılan bir kavram. Bu yüzden gerçek anlamıyla sevmeyi anan olursa dayanamayanlar vardır hep: “ne zaman sevmek desem bir tedirgin bulvar iti gecede”. Sevilen de dayanamaz kimi zaman böylesine sevilmeye. Alır başını gider:”o elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti,” dedirtendi… Bu listeye Can (Yücel) Baba’yı eklenmezsek olmaz. O haksızlıklara karşı he öfkeyle doluydu… “Bir Numaralı Halk Düşmanı” şiiri şu dizelerle sona eriyordu: “Biliyorum suçluyum razıyım cezama/ Çalmadım öldürmedim ama daha kötüsünü yaptım/ Na’aptım biliyor musunuz Reis Bey/ Tuttum insanları sevdim.”


Sayfa 73

Devrimci ve özgürlüklere tutkun bir şairdi Can Yücel; hem şiirlerinden hem yaşam karşısındaki duruşundan. Ne var ki bedeli hapisti, zindandı, işkenceydi devrimci ve özgürlüklere tutkun bir şair olmanın. Can Yücel’e de ödetildi bu bedel. ‘Bir Sen Eksiktin Ayışığı’ başlıklı şiiri yaşadıklarının yakın tanığıydı. “Bileklerimizi morartmış yeni/ Alman kelepçeleri,/ Otobüsün kaloriferleri bozuldu/ Kaman’dan sonra/ Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik,/ Başımızda pirensip sahibi bir başçavuş./ Niğde üzerinden/ Adana Cezaevi’ne gidiyoruz…/ Bi sen eksiktin ayışığı/ Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!” Yalnız değildi tutsaklıkta ve bunu da yazdı şair. Sardunyaya Ağıt şiirinde, cezaevlerindeki çiçek yasağını dile getirirken “yeşil ölümle dalaşta” dizesiyle genç ölümlere olan tepkisini de ortaya koymuştur. Şiir şu dizelerle sonlanır: “Canların gözü yaşta,/ Aklı idamlık yoldaşta/ Yeşil ölümle dalaşta/ ikindiyin saat beşte.” Farklı dönemlerde farklı partilerde yer alan şair, işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle hayatı değiştirebileceği inancını hep korudu; tıpkı ‘İşçi Marşı’ başlıklı şiirinde haykırdığı gibi: “Hava döndü, işçiden işçiden esiyor yel/ Dumanı dağıtacak yıldız-poyraz başladı/ Bahar yakın demek ki mevsim böyle kışladı/ Bu fırtına yarınki sütlimanlara bedel/ Hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel.” Can Yücel, yaşama, mücadeleye olduğu kadar sevdaya da tutkuluydu. Yaşamını paylaştığı Güler Yücel için yazdığı pek çok sevgi dizesinin yanı sıra ‘Kadınım Akdeniz Yaraşıyor Sana’ başlıklı şiirindeki dizeler de sevdayı bütünsel olarak algıladığını ortaya koymaktadır: “Senle yaşadığım günler gümüş bir çevre oldu ömrüm değince güneşine.”[29] Kolay mı? “Dolu dolu yaşayacağız ve öleceğiz/ Metin gibi bir boşluğu doldurmak için” demişti, 20 Ocak 1996 tarihli Evrensel’deki köşesinde yer alan ‘Boşluk Yoktur’ şiirinde O… 1999 Ağustos’unda da Can Yücel’i kaybetmiştik; bu dünyada tanık olduklarının dışında ‘Başka Türlü Bir Şey’ isteyen bir şairdi O. Çünkü özümsemiş ve içselleştirmiş ‘Başka bir dünya mümkün... Onun da raconu bu; haksızlığa ve sömürüye karşı düzenden öç alırcasına öfkeli bir direniş sanki... Her dem sisteme karşı Can’siparane... O parlak zekâ ve entelektüel birikim sokak ağzıyla yoğrulunca söylem ve biçim zorluğu da çekilmiyor demek ki... Cin de şiir de çıkıveriyor şişeden... İçemediği zamanlar serap yerine şarap gören bir akşamcı... O’na göre komünizmin yok edemeyeceği tek sınıf akşamcı sınıfıydı. Kartviziti olmadı hiç. Resmiyeti de resmi ideolojiyi de hiç sevmedi. Musa Anter katledildiğinde O’na yazdığı ‘Musa Beğ’ adlı şiirde O’nun filozofisinde yer alan ve argümanından hiç eksik etmediği kardeşlikten söz ediyordu: “Musa Peygamber Kızıldeniz’in dalgaları arasından/ nasıl ulaştıysa o da kardaşlıkla/ dünya kardaşlığıyla ulaştı karşı kıyıya” Can Yücel’de yüreğin bir dili vardır; imgesi, duygusu, heyecanı, düşüncesi, mizahı, alayı ve itirazı vardır. Başkaldırısı, eleştirisi, özlemi ve öznesi vardır. Tatlı sert şarap gibi yoğundu O’nun yüreğinin aroması… Emekten, dostluktan, mücadeleden, dayanışmadan, hasılı halktan yanaydı O; “Dandini dandini dastana/ Mandalar girmiş vatana/ Kov bostancı camızı/ Yemesin aşımızı/ Elele tutuşa/ Dayana dayanışa,” dizelerinde altını çizdiği gibi… Nihayet Cigerxwîn…


Emeğin Sanatı 161. Sayı

1903’te, Mardin Gercüş’ün bir köyünde dünyaya gelen büyük Kürt şairi Cigerxwîn, “Kürt Dilinin Nâzım”ıydı… Yüzlerce şiirden oluşan on divanı, birçok öyküsü, Kürt kültürü ve tarihi üzerine araştırmaları, sözlük çalışmaları var. Cigerxwîn için Kürt ulusal şairi sıfatı yakıştırılabilir. Lorca’yla, Neruda’yla, Brecht’le ve Nâzım Hikmet’le aynı kulvardadır. Yoksulluk içinde büyüdü. Önce işçi olarak demir yollarında çalıştı. Dini eğitimini tamamlamak için Diyarbakır’a gitti. Daha sonra Kürtlerin yaşadığı bütün bölgeleri gezdi, insanların acılarını, yoksulluklarını gördü. Ve bunları şiir estetiği içinde, müthiş bir lirizmle işledi. 27 yaşında imamlığı bıraktı. Suriye’ye geçti. Orada Kürt Gençlik Derneği’ni kurdu. 1946’da komünizmle tanıştı. Tutuklandı, işkence gördü. Arkadaşlarıyla birlikte Azadî örgütünü kurdu. Kısa süre sonra Irak’ta, Bağdat Üniversitesi’nde Kürtçe dersler verdi. Irak hükümeti ve Kürtler arasında anlaşmazlık çıkınca Irak’tan sınır dışı edildi. Suriye’ye geçti. Ancak Suriye hükümetinin baskıları sonucu İsveç’e gitmek zorunda kaldı. 1984’te vefat edene kadar orada yaşadı ve son anına kadar şiirlerini yazdı. Cigerxwîn geniş bir yelpazede şiirler yazdı. Şiirlerinde sınıf çatışmasından Kürt ulusalcılığına, oradan barış ve kardeşliğe ve aşka, bir insanın ilgilenebileceği her konuyu işledi. Tıpkı Onun yoldaşı bir diğer Kürt ozanı A. Hicri İzgören gibi… Evet, evet (Şerko Bêkês ile) bir A. Hicri İzgören vardır; “Bozdurup bozdurup harcadım ömrü/Yanlış adresler çıkmaz sokaklar/Bütün replikler şiirler ve şarkılar/ Bir ezginin bütün hatıraları,” diyen… Ahmed Arif’in soyundan, ekolünden, yolundan ve “Arsız bir dizenin kütüğüne kaydedin/ Kimvurduya sayın beni/ Ve şimdi söz savunmanın/ Hayat işgal altında,” diye haykıran Siverek’li Kürt şair… Sennur Sezer’e, “Coğrafyanın yaşadığı ne kadar acı varsa ağırlığını duyuyor gibisin: Yezidiler, Çingeneler, Ermeniler, Süryaniler ve onlarla ilgili onca öykü bir ilmik boğazında. Yaşadıklarının izlerini ne kadar yıkasan silemezsin gözlerinden,” dedirten… Sonra 1946’da Çankırı’nın Eskipazar ilçesinde doğan… Hasanoğlan ve Pazarören öğretmen okullarında eğitim gören… Öğretmen okulundan sonra dört yıl ilkokul öğretmenliği, daha sonra da Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirmesinin ardından çeşitli il ve ilçelerde Türkçe-Edebiyat öğretmenliği yapan… 1981’de sıkıyönetimce tutuklanarak görevine son verilip, aynı yıl, TCK’nın 141, 142 ve 146. maddelerinden yargılanan… Cigerxwîn’un şiirleri üstüne yazdığı bir yazısından ötürü 142. maddeden kısa bir süre hüküm giyen Ahmet Telli… ‘Kalbim Unut Bu Şiiri’nde, “Anlamını yitiren bir şeyler mi var şimdilerde/ Yazdığım şiirlere yabancıyım, sokaklara yabancıyım/ Taşı delemiyor bir çığlık ve apansız bir/ Su oluyorum ipince, kendime sızıyorum/ Dünya yetmiyor bazen, bırakıp gidebilir miyim,” diye haykıran Onu, “Aşk’ı ve Devrim’i yaşatmıştır. Neden mi Aşk ve Devrim diyorum; Ahmet Telli’yi anlatırken iki kelime geçiyor aklımdan, Aşk ve Devrim... İşte Telli’yi bu şekilde tanımlayabiliriz,” diye betimler Elif Gamze Bozo; haksız da değildir… Dediklerimi, Jack Kerouac’ın “Çünkü benim insan dediklerim sadece çılgınlardır, yaşama çılgınları, konuşma çılgınları, çok şey isteyen, hiç esnemeyen, beylik laflar etmeyen tipler, yıldızların arasında örümcekler çizerek patlayan ve en ortalarındaki mavi ışığı görenlere ‘vay canına!’ dedirten o muhteşem sarı maytaplara benzettiğim kişiler,” sözünü anımsatan sanatın devrimcileri, devrimin sanatçılarının önünde bir kez daha saygı ve minnetle eğilerek tamamlayayım…


Sayfa 75

 NOTLAR [1] 29 Eylül 2013 tarihinde ‘Demokrat Sanatçılar Birliği’nin Paris’te düzenlediği “Devrimci Sanatçıları Anıyoruz” etkinliğinde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:157, Temmuz 2014… [2] Rosa Luxemburg. [3] Susan Sontag, Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş, Yayıma Hazırlayan : Müge Gürsoy Sökmen, Yurdanur Salman, Metis Yay., 3. baskı, 2008. [4] György Lukacs, Çağdaş Gerçekliğin Anlamı, Çev: Cevat Çapan, Payel Yay., 1979. [5] Dücane Cündioğlu, Sanat ve Felsefe, Kapı Yay., 2. baskı, 2013. [6] Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, çev: Cevdet Çapan, De Yay., 1968. [7] İlhan Mimaroğlu, Ertesi Günce, Pan Yay., 1994. [8] Tavır, No:124, Ekim-Kasım 2012, s.54. [9] Şilan Bulut, “Diana, Whitney ve Şivan”, Taraf, 18 Temmuz 2012, s.17. [10] Abdullah İncekan, Şivan Perwer - Efsaneya Zindi/Yaşayan Efsane, Nûbihar Yay., 2012. [11] Ayşe Emel Mesci, “Bilmezdim Yalnızlığı...”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2013, s.14. [12] Zahit Atam, “Eleştiri”, Birgün, 10 Mart 2013, s.9. [13] Turgay Fişekçi, “Brecht’in Renkli Dünyasında”, Cumhuriyet, 29 Şubat 2012, s.14. [14] Gerry Souter, Kahlo, çev: Şeyda Öztürk, YKY, 2013. [15] Mayda Saris’in, Jak İhmalyan: Sürgünde Bir Ressam, Birzamanlar Yay., 2013. [16] Mehmet Ercan, Aforizmalar III, http://www.insanokur.org/?p=39016 [17] Asuman Kafaoğlu-Büke, “Yaralar Kapanır Ama Ya İzler”, Radikal Kitap, Yıl:11, No:603, 5 Ekim 2012, s.22-23. [18] Yaşar Kemal’in 1971’de Abdi İpekçi’ye verdiği röportajdan. [19] Yaşar Kemal, Fethi Naci’nin 1993 tarihli röportajından. [20] Yaşar Kemal, Türkiye’nin Üstündeki Kara Gökyüzü, 1995. [21] Yaşar Kemal, Fethi Naci’nin 1993 tarihli röportajından. [22] Orhan Miroğlu, Kuşatmadan İnfaza, Everest Yay., 2012. [23] Aziz Nesin, Sanat Yazıları, Nesin Yayınevi, 2011, s.148. [24] Turgay Fişekçi, “Edebiyatçı Aziz Nesin”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2011, s.14. [25] Şükrü Erbaş, Bütün Şiirleri 3, Kırmızı Kedi Yay., 2013. [26] Turgay Fişekçi, “110 Yaşındaki Nâzım Hikmet Bize Ne Söyler?”, Cumhuriyet, 18 Ocak 2012, s.14. [27] A. Hicri İzgören, “Bir Şair Bir Mekân Bir Katliam”, Gündem, 5 Haziran 2013, s.15. [28] Refik Durbaş, “Şiirimizin Kadir Abisi”, Birgün, 1 Mart 2012, s.2. [29] Gülsüm Cengiz, “Bendeki Can Yücel Resimleri”, Evrensel, 17 Ağustos 2013, s.2.

TEMEL DEMİRER 21 Eylül 2013 11:37:32, Ankara.


Emeğin Sanatı 161. Sayı

SONSUZ GÖÇÜN KANATLARINDA O sonsuz göçün kanatlarında uçmak varmış yıldızdan yıldıza... Kısa soluklu mutlar yapışsa da paçama kimi en şirin maskelerini takınarak, her birinde bir parça bırakmak pahasına kendimden düşmek varmış yollara yeniden... O sonsuz göçün kanatlarında koca bir ömür... Sapına kadar özgür çöpüne kadar yalnız...

MUAMMER ERTURAN

ÇAĞRI Sen gelsen adına hangi şehirler ayaklanmaz üzerlerimize gelen duvarlar yıkılmaz mı Ya çiğdemsi bir renge bürünmez mi yeryüzü. ”Çağırıyorsam haylazlığıma sayma.. Şimdiler de dipçiklerini halkının sırtında Parçalayan bir ülke var..” Unutma!

HAKAN KAYA


DİZELERDE “ŞİİR VE ŞAİR”

Sayfa 77

Her şey şiirdir, çağrısı aşkın Bahar toprağında yükselen tütsü Umut ve acı, başlayan ve biten Yağmurun ve akıp giden hayatın türküsü ATAOL BEHRAMOĞLU

Elinde parlak bir yıldız vardır Şairin ve herkes şaşırır buna Bir de önüne her çıkan taşa Takılmasa. ALTAY ÖKTEM

(Şiir) tarlanın başağıdır kanyonlar açar anlamlarına HİDAYET KARAKUŞ

İleri hep birden ozanlar, ileri Halkla birlik ateşi ve suyu aşın Lânet olsun artık düşürenlere Elinden bayrağını halkın. SANDOR PETÖFİ

Zamanda kımıltısız olmalı şiir Ayın tırmanışı gibi,

Şiir örümceğin sesidir, duvarın şarkısı.

Geceye takılan ağaçları dal dal Özgür bırakır ya ay, Duvarcının türküsüdür şiir. ARCHİBALD MACLEISH ÜLKÜ TAMER Sünger avcılarının aradığı Bir sonsuz inceltmedir hayatı şiir Bulanık su diplerindeki Ki ne varsa sevginin ürettiği.” Kirli elleri kirli dudaklarıyla aradığı HALİM UĞURLU Şiir ANIL MERİÇELLİ Denize atılan Bir gül yaprağıdır Şiirlerin söz açmaz Yazılan her şiir Düşten, yapraktan, Aşıp dalgalarını zamanın Doğduğun ülkenin Kaçı kıyıya ulaşabilir?” Koca yanardağlarından İSMAİL UYAROĞLU Gel de gör caddeler kan revan Gel de gör caddeler kan revan PABLO NERUDA Bilirim gücünü sözlerin boş şeyce görünür Dökülmüş yaprak gibi ökseleri altında dansın Ama insan ruhuyla, ağzıyla, iskeletiyle görünür.

DERLEYEN: A.Z.ÇAMUR

MAYAKOVSKİ


Emeğin Sanatı 161. Sayı

YAŞAM VE SANATTA

1 AYIN İZDÜŞÜMÜ HAYATA DEVRİMCİ YORUM KATAN ŞAİR METİN DEMİRTAŞ’I SONSUZLUĞA UĞURLADIK… İşçi sınıfının değerli şairi Metin Demirtaş’ı 24.09.2014 günü geçirdiği kalp krizi sonucu kaybettik.. İnanıyoruz ki şimdi o sonsuzluğun dağlarında CHE ile birlikte at sürüyordur. Metin Demirtaş, 1938'da Antalya'nın Elmalı İlçesine bağlı Akçay köyünde doğdu. İlkokulu köyünde okudu. Antalya Erkek Sanat Enstitüsü, Torna Tesviye Bölümü'nden sonra Ankara Akşam Teknikerlik Okulu Makine Bölümünü bitirdi. Ankara Etlik'te, Ana Tamir Fabrikası'nda tornacı olarak çalışma yaşamına başladı. 12 Mart'ta ve 1988 yılında tutuklandı, Adana, Ankara’da kısa süreli gözaltında tutuldu. Bırakıldı. Yargılandı. Sırasıyla, Makine Kimya Endüstrisi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi Fizik Atölyesi ve Ankara Fen Fakültesi Atom Araştırma Laboratuvarı’nda teknisyen olarak çalıştı. Bir rahatsızlık sonucu sol bacağı üstten ameliyatla alındı. Yaşadığı bunalım sonucu bir süre doğduğu yörelere, kırlara çekildi. Bir ara demir atolyesi açtı. Daha sonra Antalya Köy Koop Demir Sera Yapım Atölyesi, Antalya Belediyesi Hurma Şantiyesi'inde teknisyenlik yaptı. SSK'dan emekli oldu ve Antalya’da yaşıyordu. İlk şiirleri Varlık Dergisi’nde yayımlandı. İmece, Türk Solu, Yeni Adımlar, Militan, Sanat Emeği, Yansıma dergilerinde yayınlanan şiirleriyle tanındı. Türk Solu dergisinde yayımlanan Che Guevara ile ilgili bir şiiri nedeniyle tutuklandı. Yugoslavya Struga’da her yıl gerçekleştirilen Struga Şiir Akşamları Şenliği’nde Hasan İzzet Dinamo, Arif Damar’la birlikte Türkiye'yi temsil etti. Avustralya Kültür Bakanlığı ve Sidney Türk Halkevi’nin çağrılısı olarak, Nazım’ın 25. Ölüm Yıldönümü Anma Etkinliklerine katıldı. Sydney ve Melbourne’de Nazım’ın son eşi Vera ve Abaza yazar Fazıl İskender ile değişik toplantılarda Nazım ve şiiri üstüne konuşmalar yaptı. Şiirleri değişik dillere çevrildi.


Sayfa 79 Yapıtları: Görüşme Yeri Memleket(şiir), Hazır Ol Kalbim(şiir), Hançer ve Lirik(şiir, Bir Mendil Gökyüzü(şiir) Şiirimsi Nasrettin Hoca Öyküleri, Tersinden Okunan Masallar, Çocuklar Kediler Uskumrular, Hazırol Kalbim (Toplu Şiirler ), Ve Erenler Böyle Dedi (Bektaşi fıkralarından uyarlamalar) Dağınık Satırlar (Yazılar), Şiirin Kanadında Mektuplar (Ataol Behramoğlu ile Birlikte) Şair Ahmet Özer, Demirtaş’ın şiirleri için şöyle yazıyor: “Metin Demirtaş, sözcükleri damıtarak şiirine nakış yaptığı gibi, ülkesinin güzelleşmesine katkıda bulunanları da milyonlarca insanın arasından çekip çıkarır: Dünyanın dört bir yanında halkı için vuruşanları, döğüşüp ölenleri şiirine kattığı gibi… din, dil, ırk, cinsiyet, ülke farkı gözetmeksizin güzelliklere adanan yaşamların kişileri onun için birer dosttur. Arkadaştır, yürekdeştir. Yusufçukların ötmediği, turnaların geçmez olduğu yerlerin nice acılarla çınladığına, yıllar içinde oluşan acılara yürek kabartarak tanık olmaya çalışır. Evet Demirtaş’ın şiiri bir tanıklıktır. Tarihe tanık, insana tanık, doğaya tanık, haksızlığa uğrayan nice güzel insana arka çıkan bir tanıklık…” Muzaffer İlhan Erdost ise Demirtaş’la ilgili şunları söylüyor: “Demirtaş’ın şiiri, çağrışımlarla iç içe dalgalı, fırtınalı bir şiir de değildir. Algılananlar, bilincin toplumcu süzgecinden süzülerek , yan besleyicilerden arıtılarak üretilmiştir. Yaşam felsefesinin veya siyasasının denetlediği ve bu anlamda ekstra sistollerin (çarpıntıların) değil, düzenli yürek çarpışlarının şiiridir. Eleştirmen Mehmet Yaşar Bilen ise, onun şiirini şöyle tanımlıyor: Şiirlerinin içeriğinde yer alam bireysel ve toplumsal olguları , organik hayatın “bütünü” içinde tüm ayrıntılarıyla algılayan ozan; onları estetiksel coşkunun kollektif duyarlığı ve bilinciyle yansıtır. A. Behramoğlu ile mektuplaşmalarında devrimci sanatı şu sözlerle açıklıyordu. “DEVRİMCİ SANAT, HAYATA DEVRİMCİ BİR YORUM GETİREN SANATTIR.” 2010 Yunus Nadi Şiir Ödülü töreninde yaptığı konuşmadan: “Ulusal bütünlüğümüzün özgür ulus olarak Cumhuriyetimizin yaratıcılarına… 1 Mayıslarla, 1 Mayıslara yürüyen işçi sınıfımıza…. Sürgünde, işkencede, mahpusta can veren, direngen kızlarımıza, delikanlılarımıza… Yazının, sanatın, estetiğin kulvarında ve kavgasında aramızdan ayrılanlara, yaşamdan koparılanlara… Bilgimize bilgi, bilincimize bilinç, yüreğimize sevgi katan, aydınlanmanın engin bilgesine, İlhan Selçuk’a… Benim gibi yüz binlerce köy çocuğunu dilimizin dönmediği bir dilin rahlesinden kurtarıp, Karacaoğlan Türkçesiyle eğitim, okuma-yazma öğreten, özgür bireyler olarak yetiştiren Köy Enstitülü öğretmenlerime… Yurt hasretiyle yanıp tutuşarak bu dünyadan ayrılan, yurtseverliğin okulu, dilimizin büyük ustası; barışın, kardeşliğin, insanlığın büyük dostu Nâzım Hikmet’in yüce anısına adadım, adıyorum.” (Evrensel - 09.05.2010)

“Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara Bakma şimdi durgunsa, bir şahan gibi duruyorsa Yorgundur, savaşlar görmüştür, çeteciler barındırmıştır Yani satılmış değillerdir hiç tüfek patlamıyorsa Alaçamın, mor meşenin ardına silah çatıp yatmağa Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara


Emeğin Sanatı 161. Sayı Bizim de halkımız vardır Che Guevara Unutulmuş uzak tarlalar yalazında Sazıyla, türküleriyle kardeşliğe vurgun Bütün ulusların halkları gibi Ve yalnız büyük fırtınalarla kımıldayan Bizim de halkımız vardır Che Guevara

Çünkü Vietnam hepimizin Vietnam’ı Kongo hepimizin Kongo’su Bir kere özsu yürümüştür dallara Patlayacaktır ağır sancılarla karanlıklar Varmak için o güzel yarınlara Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara»

………………………………………….

METİN DEMİRTAŞ

DEĞERLİ EĞİTİM EMEKÇİSİ, YAZAR, ŞAİR TALİP APAYDINI SONSUZLUĞA UĞURLADIK “Kahrın Ağır İşçisi Talip Apaydın” Dostlarından Mehmet Başaran, bir yazısında onu böyler tanımlıyordu. Talip Apaydın, “Nice iğne deliklerinde geçip tüyünü vermeyen” yiğit kuşağın temsilcilerinden biriydi: “Ne rüzgârlar esti karşıdan/Gözümüzü kırpmadan göğüsledik/Bin yılların açığını kapatmak/Ne demektir, onu öğrendik.” Bu yiğit sesi 28 Eylül’de sonsuzluğa uğurladı. O, Köy Enstitülüydü. Edebiyatımıza hayatın sesinin bir başka yankısını getirmişti… Doğan Hızlan, arkasından yazdığı yazıda, onu ve kuşağını "O kuşak yazarlar, gerçek Anadolu'yu, sahih Anadolu insanını yazdılar. Meşekkat kavramını inanca dönüştürdüler, Türk Edebiyatında yeni bir gerçekçilik yolu açtılar" diyordu. Edebiyata şiirle başlayan Apaydın daha sonra öykü ve romana yöneldi. İlk şiirleri ve öyküleri Köy Enstitüsü Dergisi’nde yayımlandı. Ayrıca Fikirler, Yeditepe, Beraber, Yeni Ufuklar, Varlık, İmece ve Türk Dili dergilerinde de yazıları şiirleri yayımlandı. Köy Edebiyatı akımının temsilcileri arasında yer aldı. İlk romanı Sarı Traktör ile tarımda makineleşme konusuna bir umut olarak yaklaştı. Yarbükü'nde ise köylüler arasında toprak ve su paylaşımı ile ilgili çekişmelerin olduğu zorlu yaşam koşullarını anlattı. Öykü ve romanlarında doğa betimlemeleri ve insan ilişkilerini tüm doğallığı ile yansıttı. Anı, oyun, çocuk edebiyatı türlerinde de eserler verdi. 90'li yıllarda, dergilerde yeniden şiirleriyle görünmeye başlamıştı... Edebiyatımıza; şiir, anı, öykü, oyun ve roman dalında 42 yapıt kazandırmış usta yazar Talip Apaydın “Tütün Yorgunu” romanıyla 1976 Madaralı Roman Ödülü’ne, “Köylüler” adlı eseriyle 1992 Orhan Kemal Roman Armağanı’na, “Yapılar Yapılırken” ve “Otobüs Yarışı” eserleriyle de 1975 TRT Yayınlanmamış Radyo Oyunları Sanat Ödülleri’ne layık görülmüştü.


Sayfa 81 Köy Enstitüleri üzerine yapılan bir söyleşide Köy Enstitülerindeki eğitimin, düşünmenin ve sorgulamanın önemini şöyle dile getirmişti: "Demokratik eğitim… Hep bize hep şu dendi: Kalkın, konuşun, soru sorun, merak edin, eğer haklıysanız bağırın. Demokratik eğitim bu. Fakat çok konuştuğumuz için başımıza gelmeyen de kalmadı. Konuşan, düşünen; iyiyi, daha iyisini isteyen insan olmak gerek, Köy Enstitüleri`nde biz bunu yapıyorduk. Ama halkın düşünmesinden, konuşmasından, kalkıp bağırmasından çıkarı bozulacak sınıflar vardı. Ağalar, din adamları, yöneticiler, bunu istemiyordu. Halk, bizim istediğimiz gibi olsun ve bize oy versin diyorlardı. Uyanık bir halk bunlara oy verir mi? İşte Köy Enstitüleri`nin sırrı buradaydı: Demokratik eğitim. Kendine güvenen, başkasının önünde eğilmeyen insan, doğru bildiğini herkesin içinde savunan insan… Biz Köy Enstitüleri mezunları bunları yaptık hayatımız boyunca. Doğru bildiğinden geri durmayacaksın, karşındaki kim olursa olsun, sen bağıracaksın, susmayacaksın…" Talip Apaydın’ın edebiyatımıza ve eğitime yaptığı katkılarla, şiirleriyle, öykü ve romanlarıyla hep yaşamaya ve yaşatmaya devam edeceğiz.

GELECEĞE BAKIP Sabah sabah bu türküler Tozun toprağın üstüne Temiz bir yağmur sanki İnsana gönenç veren Beklediğimiz güzel haber

Nice köprülerden geçtik, Uçurumların kıyısından Tanıktır bu türküler Daha yakın görünüyor şimdi Özlediğimiz yerler

Kımıldanır içimde yavaşça Eski birikimlerin gücü O karabasan gibi günler Gerilerde kalsın artık Gelecek güzel

TALİP APAYDIN

İHSAN ÜREN; GÜZÜN SON DÜŞEN ŞİİR YAPRAĞI OLDU!.. Şiirimizin Bursa’daki köşe taşı İhsan Üren’i 12 Ekim günü yitirdik. İhsan Üren 1939 yılında Çorlu'da doğdu. Bursa Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nü bitirdi. Yirmi yıl Türkçe / Edebiyat öğretmenliği yaptı. 1980 Temmuz'unda görevinden ayrıldı. 1981 - 1991 yılları arasında Çorlu'da kitapçılık yaptı.


Emeğin Sanatı 161. Sayı O günden bu yana şiir çalışmalarının yanı sıra dergilere şiir eleştirileri de yazmaktaydı. İlk şiiri 1956'da Edirne'de, Damla dergisinde yayımlandı. Şiirleri; Biçem, Yeni Biçem, Düşlem, Akatalpa dergilerinde yayımladı. Halen Bursa'da yaşayan Üren, şiir çalışmalarının yanı sıra dergilere şiir eleştirileri de yazmakta, 1998’den başlayarak her yıl, "Şiirimizde Ufuk Turu" adıyla şiir seçkisi hazırladı. Yaşamı boyunca şiiri öne çıkardığı bilinse de pek çok dergiye şiir eleştirileri de yazmaya devam etmektedir. Biçem, Bir Yeni Biçem, Akatalpa ve Eliz Edebiyat Dergi'lerine olan katkılarıyla Bursa Edebiyat yaşamına attığı sessiz ama güçlü imzasıyla adından sıkça söz edilen bir entellektüeldi İhsan Üren. Yapıtları: Sevmek Mevmek (şiir), Harman Yangını (şiir), Bilge Zakkum (şiir), Kirli Cam (şiir), Çiğ Bir Çığ (şiir), Gözyaşı Şişesi (şiir), Japongülü Gibi Haikular (şiir), Yaşamdan Savrulan (şiir), Milenyum Haikuları (şiir), Sis Zaman, Düş Zaman (şiir), Sıradaki (şiir)

ALDIRIŞSIZ ZORBA ZAMAN Zorbam, aldırışsız zaman; koparılan çiçeği hızla solduran. Yaraları sağaltacağı sanılıp umutları boşa çıkaran. Aldırışsızlığından gizlice keyif alan, sevimli canavar zaman.

Derecelendirilmiş davranışlarla yoktur ilişkisi. İyiye ve kötüye karşı tavrına bakılırsa, tarafsızdır. Aldırışsız zorba zaman varestedir: doğum sevincinden, ölüm acısından. Sözlüğünde aşka ve kine ilişkin tanılar yoktur; yoktur, bir kıpı umarın adı. Tuhafı, daha semtine uğramamıştır korku.

Aldırışsız zaman, zorbam; vareste tutar kendini her türlü ilişkiden, Tarafsız olduğunu duyurur, sık sık zorbam, kaygıdan, beklentiden… Vareste olduğunu duyurur; Kendince ilgilisi değildir hiçbir şeyin: Hızır’dır ne yapsın, elinden gelen budur. İyi, güzel, çirkin, kaba… Görmesek de biz, kanlıdır elleri: aynı şeydir ona göre. Bir Vandal yürektir zaman. Ve beceri sayar, bu zorba davranışını, incedir anlayışı!

205 AYDINDAN KOBANÊ BİLDİRİSİ


Sayfa 83 205 aydın ortak bir bildiriye imza atarak Türkiye’nin DAİŞ politikasına tepki gösterdi. “Türkiye’nin Kobanê’ye yönelik politikaları Kürtlerle barışın önündeki en tehlikeli engel” diyen aydınlar “IŞİD’e karşı başlatılan askeri operasyon dikkatlerimizi dağıtmamalı, bizleri bölge halkları, Kürtler ve özellikle Kobani halkı ile dayanışma konusunda tereddüde düşürmemeli” uyarısında da bulundu. Bildiride, “Din adı altında faaliyet gösteren ve militan devşiren IŞİD’in yaydığı barbarlık ve vahşeti birlikte ve yüksek sesle mahkum etmek bölgemizde demokrasi ve barış istemenin öncelikli koşulu haline geldi” şeklinde başlayan bildiride, Müslümanlar açısından karşı çıkılması gereken “IŞİD gibi bir barbarlık ittifakının dini değerleri ve sembolleri rehin alma çabası olmalıdır” denildi. Bildiride şunlar belirtildi: “Başta ABD olmak üzere, Ortadoğu’da siyasi hegemonya peşinde olan bölgesel ve uluslararası tüm güçlerin yarattığı bu ucube siyasi oluşumun büyümesinde, bölgesel hegemonya peşinde olan Türkiye’nin siyasi hesaplarının da rolü olduğu inkar edilemez. Bir yandan Kürtler ile müzakere başlatan Türkiye, diğer yandan Kürtlerin Suriye’deki kazanımlarını boğmak için arayışlara girdi, gerici güçlerle işbirliği yaptı. IŞİD’in Kobani saldırısı, bölgede ve Türkiye’de yaşanan siyasal-toplumsal krizlerin kesişme noktasıdır. Türk hükümeti IŞİD’den kaçanlara insani yardım sağlayarak siyasi sorumluklarını göz ardı edemez. İnsani değerleri, barışı, bölgede yaşayan tüm halkların özgürlüklerini ve nihayet Kürtlerin haklarını ve kazanımlarını savunmak adına IŞİD’e karşı çıkmak en hafifinden vicdani bir zorunluluktur.” Bildirinin sonunda, “Aynı nedenlerle, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası kurumları da Kobani’ye sahip çıkmaya çağırıyoruz”denildi.

ATTİLÂ İLHAN, ESERLERİYLE ARAMIZDA HÂLÂ...

10 Ekim 2005’de yitirdiğimiz Attila İlhan, 15 Haziran 1925 tarihinde Menemen (İzmir)' de doğdu. İzmir'de Karşıyaka Cumhuriyet İlkokulu' ve Karşıyaka Ortaokulu'nu bitirdi. İzmir Atatürk Lisesi'nde öğrenci iken, Türk Ceza Kanunu'nun 141. maddesine aykırı davranma savıyla tutuklandı, okulundan uzaklaştırıldı. Danıştay kararı ile yeniden öğrenim hakkı kazanarak İstanbul Işık Lisesi'ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde başladığı yüksek öğrenimini yarıda bırakarak 1949-1965 arasında aralıklı olarak altı yıl Paris'te yaşamını sürdürdü. Dönüşünde gazetecilik, yayın yönetmenliği, yayın danışmanlığı, yazarlıkla yaşamını kazandı.


Emeğin Sanatı 161. Sayı Yeni Edebiyat, Yücel, Genç Nesil, Fikirler, Varlık, Aile, Yirminci Asır, Seçilmiş Hikâyeler, Kaynak, Ufuklar, Mavi, Yeditepe, Dost, Yelken, Ataç, Yön, Milliyet Sanat, Sanat Olayı dergilerinde şiirleri yayınlandı. Garip ve İkinci Yeni şiirine karşıydı. Mavi dergisinde Maviciler diye bilinen toplumsal gerçekçilik akımının sözcüsü oldu. Şiiri başlangıçta Nâzım Hikmet ve halk şiirinin biçimsel özelliklerinden etkiler taşıyordu. Ömer Faruk Toprak'tan da oldukça etkilenir, taşradan mektuplaşırlar, ondan şiirle ilgili pek çokj şey öğrendi Zamanla taşkın, çarpıcı, belleklerde kolay yer eden imgelerle örülü, toplumsallaşmış bireyi temel alan, kimi zaman öykülemeye dayalı, divan şiiri olanaklarından da yararlanmayı bilen, duyarlılığı yüksek bir nitelik kazandı. Attila İlhan'ın, salt şair yönünü değil; romancı ve düşün adamı, senaryo yazarı olarak da iyi tanımak gerekir. "Aynanın İçindekiler" serisinde, "Zenciler Birbirine Benzemez", "Dersaadette Sabah Ezanları", "Bıçağın Ucu", "O Karanlıkta Biz", "Sokaktaki Adam", "Allahın Süngüleri", "Fena Halde Leman", "Haco Hanım Vay" gibi önemli romanlara imza atmıştır. Romanlarında inanılmaz bir sinema tekniği kullanır, okunmuyor da izleniyor gibidir. Gerçek şair ve yazarların, dikenlerle dolu bir bahçede işlerinin zor olsa da, ancak Anadolu'da yetişebileceğini dile getirir: "Post/modernizm, Asya ve Avrupa'nın zengin edebiyat sanat geleneğine karşı, cahil ve biçare kalan abd'nin uydurduğu, bir cahil ve aciz hareketidir ki şimdiden gülünç olmuş, ona uyan yazarları ve şairleri de gülünç etmiş, okunamaz hale getirmiştir. ha unutmayalım, bir de tabii, Orhan Pamuk gibi bir yeni yetmeye, ülkesine ve halkına alenen ve resmen sövmek imkanı sağlıyor; yurt dışında sürgünde bulunan Nazım Hikmet'in uğradığı onca belaya karşı, memleketi aleyhine ne bir tek söz söylediği, ne de aleyhine bir şiir yazdığı düşünülürse, bu delikanlının handiyse el üstü gül üstü dolaştığı edebiyat ortamında, 'sahici' Türk şair ve yazarlarının epeyce zorlukla karşılaşacağı anlaşılır.«

O SÖZLER Kİ O sözler ki acıdır Mapusane avlularında Demirli kırbaçlar gibi şaklar O sözler ki sırasında Çiçek açmış bir nar ağacıdır Dağ ufkuna vuran deniz aydınlığı Sırasında gizemli bıçaklar

O sözler ki İmgelem sonsuzluğunun Ateşten gülüdürler Kelebek çarpıntılarıyla doğarlar ölürler O sözler ki kalbimizin üstünde Dolu bir tabanca gibi Ölüp ölesiye taşırız O sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan Uğrunda asılırız

ATTİLA İLHAN


Sayfa 85

İNCE DUYARLIKLARIN AÇIK SÖZLÜ ŞAİRİ: METİN ELOĞLU... Kendine özgü şiirleri, ironiyi öne çıkaran şiir tarzıyla kendince bir gerçeklik analayışı kuran Şair, ressam Metin Eloğlu’nu, 58 yaşında 11 Ekim 1985’te yitirdik. Metin Eloğlu, ortaokuldan mezun olduktan sonra, 1943’te Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü'ne girdi. 1946’da siyasi nedenlerden dolayı iki ay tutuklu kaldı. Olay üzerine Akademi’deki kaydı silindi. 1947’de başladığı askerlik hizmetini, disiplinsizlik nedeniyle aldığı uzatma cezaları nedeniyle ancak 5 yılda tamamlayabildi. Edebiyata öyküyle adım attı. 1942’de Servetifünun-Uyanış dergisinde ilk öyküsü yayınlandı. 1943’te İzmir’de basılan Kovan dergisinde de Mehmet Metin imzasını taşıyan "Sabah Şarkısı” şiirine yer verildi. Ressam olarak birçok çalışma ve sergiye imza attı. 1967’de düzenlenen 1. DYO Sergisi ile ve 1976’da yapılan Yarımca Sanat Şenliği’nde birincilik ödüllerine layık görüldü. Eserlerinde adının dışında Mehmet Metin, Mehmet Emin, Ali Haziranlı, Etem Olgunil ve Nil Meteoğlu imzalarını kullandı. Ayrıca birçok eleştiri yazısı kaleme aldı. 111 ekim 1985'te İstanbul'da sonsuzluğa göçtü Eloğlu'nun ilk kitabı, Orhan Veli'nin 'Şoförün Karısı', 'Dedikodu' (bkz. Garip) ve 'Tahattur', 'Altın Dişlim', v.b. (bkz. Yenisi) gibi, lümpen ortatabakanın dilini ve duyarlılığını yansıtan şiirlerinden esinlenmiş bir şairin ürünlerini içeriyor. Fakat yine bu kitabında Nazım Hikmet'in 'İnsan Manzaraları'nı bilen bir şair de seziliyor. Eloğlu ilk kitabıyla, lumpen çevrelerin, kenar mahalle insanının dilini, sözcüklerini, duyarlılığını, çok başarılı bir konuşma dili, edası ve özgün bir ironiyle yansıtmayı başarıyor. Orhan Veli'de dilsel alanda kalan bir tutumu geniş bir alana çıkararak şiirimize yeni bir ufuk kazandırıyor. "Sultan Palamut"ta konuşma dilinin engin tatlarını, edalarını, tonlamalarını çok başarıyla kullanan bir şair kimliğiyle şiirini geliştiriyor. Şiire ustalıkla özümsetilmiş bir argo, humor ve ironi'yle, yeni şiirimize getirdiği olanakların alanını daha da genişletiyor. "Horozdan Korkan Oğlan"da gittikçe artacak olan dil soyutlamacılığının, kurmaca bir dil yaratma eğiliminin ilk belirtileri var. Yine de bu kitabına bir denge ve sentezin ürünü diyebiliriz. "Türkiye'nin Adresi"nde İkinci Yeni'ye (Ece Ayhan vb.) yakın bir dil deneyciliğinin ürünleri yer alıyor. "Yumuşak G"de, Behçet Necatigil'in son şiirlerini andıran bir dilci tutum bu. Denebilir ki bir kavramı irdeliyor, sözcük birimlerine indirgiyor, sonra en güç anlaşılır biçimde olabildiğince uzak çağrışımlarla geri kuruyor, bu tutumuyla “Türkiye'nin Adresi”nde olduğu gibi, yine Ece Ayhan'a yaklaşıyor.


Emeğin Sanatı 161. Sayı Metin Eloğlu, İkinci Yeni'nin resme ve görselliğe en açık şairidir. İlk kitaplarıyla, kendi dönemini ve kendinden sonraki kuşakları büyük ölçüde etkilemiş bir şair. Metin eloğlu, Garip'le gelen çarpıcı, şaşalatacı şiire bambaşka bir hava vermeyi başardı. Kentin alt tabaka yaşamına bir orta tabaka aydını olarak bakmıyor, başkalarının dilini kullanıyordu... Metin Eloğlu, 1960 sonrasında ikinci yeni sarsıntısı atlatılmak üzereyken, şiirini değiştirmek, yenilemek gereğini duydu. sözcük seçimine büyük özen göstererek yaşamdan kitaplara doğru kaydı. yeni bir şiir dili kurma yolunda aşırı deneylere girişti. kapalılığa, soyuta çok yaklaştı. bu deneyleri aştıktan sonra da, başlangıçtaki, yoksulluğa kafa tutarcasına yaşama sevinci dolu, olaylara bağlı şiirine dönmedi." Humor, ironi ve toplumsal eleştiriciliğiyle Can Yücel, Cemal Süreya v.b. şairleri, lumpen çevrelerin, orta tabakanın dilini şiirleştirmesiyle dolaysız konuşma tonu ve yine ironi ve toplumsal eleştiricilik özelliğiyle Ataol Behramoğlu'nu etkilemiş olduğu söylenebilir. Eserleri: Düdüklü Tencere (Yeditepe, 1951), Sultan Palamut (Seçilmiş Hikâyeler, 1957), Odun (Alpaslan Mtb., 1959), Horozdan Korkan Oğlan (Dost, 1961), Türkiye’nin Adresi (Yeditepe, 1965), Ayşemayşe (Yay, 1968), Dizin (Güney, 1971 TDK Şiir Ödülü), Yumuşak G (Baha Mtb.,1975), "Rüzgâr Ekmek" (Ada,1978), Hep (Adam, 1982), Yine (ilk altı kitabının birlikte basımı, Adam, 1982), Şiirce, (son üç kitabının birlikte basımı, Adam, 1982), Ay Parçası (Yazko, 1983), Önce Kadınlar (Adam, 1984), Bektaşi dedikleri, (O. Tansel ile; şiirleştirilmiş Bektaşi fıkraları, Türkiye İş Bankası, 1970), Derleme: Garip Şiirler Antolojisi, (Ü. Y. Oğuzcan ile, Yay, 1957)

ÖMÜR TÖRPÜSÜ yaşamak istiyorum yaşamak istiyorsun yaşamak istiyor

böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum. ama böyle dünya olur mu? böyle barış olur mu? böyle hürriyet olur mu? böyle kardeşlik olur mu? biliyorum ki, katlanıver, diyeceksin; ama böyle yaşamak olur mu! METİN ELOĞLU

DİKENLİ YOLU AÇAN ADAM, MEHMED UZUN, ANADİLİNDE YAŞAMAYA DEVAM EDİYOR… Yaşamı sürgünlerde geçen, Kürt yazarı, romancı Mehmet Uzun’u 11 Ekim 2007 tarihinde yitirmiştik. Ana dili Kürtçe’siyle yazdığı romanları halkının arasında yankılanmaya devam ediyor. Mehmet Uzun, Kurmanci, Türkçe ve İsveççe yazdığı kitapları yirmiye yakın dilde yayınlandı. Uzun hakkında, Türkiye'de çok sayıda dava açıldı. 1981'de Türk vatandaşlığından atıldı ve 1992 yılına kadar Türkiye'ye gelemedi.


Sayfa 87 Kürt edebiyatı ve kültür yaşamında yeri doldurulamayacak olan Mehmet Uzun, çağdaş Kürt edebiyatının kurucusu ve öncüsüydü. Kürt halkının yaşadığı sosyal ve politik dramın canlı bir tanığı ve bu tanıklığı evrensel dile aktaran büyük bir sanatçıydı. Yasaklar, yokluklar, cehalet ve acılar içinde yaşamaya mahkum edilmiş bir halkın içinden çıkan Mehmet Uzun kendi çabalarıyla kendisini var eden bir değerdi. Tarih onu yalnız Kürtlerin, yalnız Türklerin değil tüm dünyanın en büyük yazarı, kültür adamı, barış ve özgürlük savaşçısı olarak anacaktır.

HAYATI DEĞİŞTİRME AMACINA YÖNELMİŞ BİR SANAT İNSANI OLARAK: FAKİR BAYKURT… Fakir Baykurt, Akçaköy’de başlayıp Köy Enstitüleriyle onlarca kitaba uzanan zorlu bir Anadolu türküsüdür. Köy Enstitüsünde başlayan sınıfsal uyanış, -sınıf bilincine tam olarak ulaşamasa da- onun yolunu ve bakışını içinden geldiği topraklara döndürdü. Tanık olduğu, yaşadığı insanları anlattı yapıtlarında. Türkiye Öğretmenler Sendikası TÖS’ün kuruluşuna emek verdi. Başkanlığa seçildi. Yolu sürgünlere, cezaevlerine uğrasa da halk için halkı yazdı. Köyler boşalıp Almanya’ya göç etmeye başlayınca, o da kalktı gitti Almanya’ya. Bu sefer göçmen işçileri yazdı. Romanlarında Türkiye'deki köylü yaşamını halkçı ve devrimci bir bakış açısıyla ele aldı. Köylünün bilinci ve bilinçaltındaki istekleri, tepkileri, çelişkileri yansıttı. 1950–1970 döneminde etkili olan "köy edebiyatı hareketi"nin önde gelen temsilcisi oldu. Aziz Nesin, 1989 Nesin Yıllığında onun için şu tespiti yapıyordu: “On yıldan beri, Almanya’da yaşayan Fakir Baykurt’un yeni yapıtlarını okuyamamış olmam eksikliğimdir. Bu yüzden yazınımızda hangi düzeye vardığını, kendini yenileyip yenilemediğini bilemiyorum. Fakir Baykurt’un yazın yaşamını incelerken, onun çağının salt tanığı olmakla kalmayıp, tanık olduklarına yorum getirdiğini, böylece okurlarını bir toplumsal değişime özendirme çabası güttüğü görülecektir. Bu çabalarını salt yazar olarak değil, toplumun durumundan kendini sorumlu duyumsayan bir aydın olarak da toplumsal etkinliklerle sürdürmüştür.” Yaşamının her anında, “Sanatta devrimci tavır, hayatı değiştirme tavrıdır” diyen Baykurt’u, 11 Ekim 1999’da günü sonsuzluğa uğurlamıştık. Fakir Baykurt, kıvrak dili, güçlü gözlemlerini kendi bakışıyla buluşturan güçlü anlatımıyla edebiyatımızın önemli roman ve öykücüleri arasında yer aldı. Sanat anlayışını belirten şu söz-


Emeğin Sanatı 161. Sayı leri, onun sanatsal ve toplumsal bilincini en iyi biçimde yansıtmaktadır: “Kitaplarımız bize ün sağlamak ya da kalıcı olmaktan önce toplumu devrim yönünde etkilemelidir. Hayatı değiştirme amacına yönelmiş bir sanat insanın bilinçlenmesine ve birleşmesine yardım eder…” Bir yazısında da romanla ilgili düşüncelerini şöyler açıklıyordu: «Akan ve akmakta olan yaşamı, bilinçaltından ve bilinçten geçirip dışa vurma işidir roman. Hem bireysel, hem toplumsal boyutları olan bir yazı türü. Bir imbikleme... Bir yaşamın romana benzemesi başka. Roman olabilmesi için yazılması gerek; bir romancının bilinçaltından, bilincinden geçerek gerekli estetik biçime ve biçeme ererek yazılması.” FAKİR BAYKURT

NAİL V. YAPITLARINDA VE YAPILARINDA UMUT SAÇMAYA DEVAM EDİYOR! Sosyalistlerin Nail V. olarak bildiği, Ağahan Mimarlık ödülünü almasından sonra herkesin tanıdığı Nail Vahdet Çakırhan, Attila İlhan’ın deyimiyle Fedailer Mangasının ilk erlerindendi. Mustafa Suphi ve 14 yoldaşından sonra Türkiye’nin 2.kuşak komünistlerindendi. Konya’da lise öğrenimini sürdürürken “Kervan” adlı dergi çıkarır. “Halka Doğru” dergisinde yayınlanan “Alev Yağmuru” şiiri nedeniyle ilk kez polisle tanışır. Daha sonra Çakırhan, felsefe eğitimi için İstanbul'a gelince -gıyaben şiirlerine hayran olduğu- Nâzım Hikmet ile tanıştı. Ona son şiirlerini gösterdi. Nâzım Hikmet, bu genç öğrencinin şiirlerini beğendi. 1+1=1 adını verdikleri mini kitapta son şiirlerini yayımladılar. Ne var ki bu kitap toplattırıldı. Ve şairleri hakkında takibata geçildi. Şairler, cezaevinden çıktıklarında buluştular, dostluklarını devam ettirdiler. Çakırhan, uğruna işkence gördüğü, hapislerde yattığı sosyalizmin ne olduğunu tam olarak bilmiyordu. Öğrenebilmek amacıyla 1934'te kimseye haber vermeden ortadan kaybolur. İstanbul'dan Hopa'ya, oradan da bir arkadaşının yardımıyla Sovyetler Birliği'ne gider. Komintern'le ilişki kurar ve Moskova'da Puşkin Meydanı'na yakın bir yurtta üç ay Rusça öğrenir. Ardindan Moskova Doğu Halkları Üniversitesi'ne (KUTV) girer. Orada iki buçuk yıl sosyalizm ve ekonomi görür. Stalin, Tito, Hoşimin, Kruşçev, Dimitrov gibi önemli siyasetçilerin bazılarını görür. Bazılarıyla tanışma fırsatı bulur. Öğrenimi sürerken bir yandan da uygulamaları yakından görmek ister ve kendi isteği üzerine Moskova yakınlarında bir tekstil fabrikasına gönderilir. Dönüşünde gazetecilik yapmaya başladı. Tan ve Resimli Ay’da 2. Dünya Savaşıyla ilgili etkili ve yerinde yorumlar yapar. Arkeolog Halet Çambel’le evlendi. Onun kazılarında ilk mimari dene-


Sayfa 89 melerini gerçekleştirdi. 1970 yılında, doktor tavsiyesine uyarak eşiyle birlikte Akyaka’ya yerleşen Çakırhan, burada iki ustanın yardımıyla projesini kendi çizdiği evler yapar. Yaptığı evler beldede yaşayan insanların ve turistlerin ilgisini çeker. Ardından çok sayıda insan, “Nail Çakırhan Mimarisi” adı verilen bu evlerden yaptırmaya başlar. Geleneksel mimariyi korumak için yoğun çaba harcayan ve insanlara örnek olan Çakırhan’a 1983’te, dünyanın en saygın mimarlık ödüllerinden “Ağa Han Uluslararası Mimarlık ödülü” verildi. Hapishane yıllarında eşi Halet Çambel’e gönderdiği mektuplar, “Üç Hapishaneden Mektuplar” adıyla yayınlandı. 2. Dünya savaşının eşiğinde gazetelerde yazdığı yazıları “Harbin eşiğindeki Türkiye “ adıyla yayımlandı. Şiirleri de “Daha Çok Onlar Yaşamalıydı”adıyla yayınladı. 98 yıllık yaşamının her anını ülkesi ve inancı için dolu dolu yaşayan bu güzel insanı saygıyla selamlıyoruz. DİYORLAR Kİ "Diyorlar ki Yerler yavrum başını Genç yaşını kurşuna dizerler yavrum Vaz geç Şairsen eğer Yaz geç Diyorlar ki Paraya tapmalıymışım Olup bilmem hangi baltaya sap yağlı ballı bir kap kapmalıymışım Dünyalığımı yapmalıymışım."

NAİL VAHDET ÇAKIRHAN

İNSANÎ EDEBİYATIN ÖNCÜLERİNDEN HALİKARNAS BALIKÇISI YAPITLARIYLA YAŞIYOR! Halikarnas Balıkçısı ya da gerçek adıyla Cevat Şakir Kabaağaçlı, Oxfort Üniversitesi “Yeni Çağlar Tarihi” bölümünde tamamladıktan sonra(1908) Resimli Ay, Resimli Hafta, Diken, İnci gibi dergilerde yazılırı, çevirileri ve karikatürleri yayımlandı. 1925’te Resimli Hafta da Hüseyin Kenan imzasıyla çıkan “Hapishanede İdama Mahkum Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Gider?” yazısından dolayı İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanır. Bu öyküde balıkçı Kurtuluş Savaşı yıllarının hamasî havasının tersine İstiklal Mahkemeleri tarafından doğru düzgün yargı ortamı kurulmadan idam cezasına çarptırılanların asılmaya gidiş dramlarını gerçekçi bir dille yansıtır. Ama bu öykü zamanın yönetimi tarafından Mustafa Kemal Hükümetine ve Cumhuriyete hakaret kabul ederek o çağın henüz bilinmeyen, yolu izi olmayan uzak bir yurt köşesi Bodrum’da 3 yıl Kalebentliğe sürgüne gönderilir.


Emeğin Sanatı 161. Sayı Halikarnas Balıkçısı tüm acıları ve yalnızlıklarını adeta bir tragedya kahramanı direnişiyle bin bir olanağa ve üretkenliğe dönüştürecektir bu sürgünde. 1920’lerde magazin öyküleri yazan Halikarnas Balıkçısı, yazar ve düşünce adamı olarak asıl kimliğini Bodrumdaki sürgün yıllarında buldu. Mitolojisi, tarihi, doğasıyla Ege’yi; süngercisi, balıkçısı gemicisiyle hayatlarını denizden kazanan insanların mücadelesini konu alan Ege Kıyılarında deniz emekçilerini anlatan romanlar yazdı. Yazılarını coşkulu, içten, kimi kez savruk, şiirsel bir üslup ile yazdı. Halikarnas Balıkçısı Anadolu efsaneleriyle mitolojisini inceleyen kitaplar da yazdı. 1947'de İzmir'e yerleşen Kabaağaçlı, 13 Ekim 1973'te bu kentte ölür çok sevdiği Bodrum'a gömülür. Nâzım’ın «En büyük şairimiz…» dediği Balıkçı’nın sanat anlayışı şu sözlerinde gizlidir: “Halktan, temelden, topraktan ve doğanın derinliklerinden gelmeyen, onlardan etkilenmeyen bir edebiyat geçicidir, ölümcüldür.” Motor adayı kıyılarken adanın ağzı kalabalık mağaraları köpür köpür köpürerek koca dağın suratına deniz tükürdü. Kayalar diş göstererek hırlıyorlardı. Kunduralarının tabanlarıyla, şap şap diye tapu senedi damgalarcasına adım atan eksper, adanın artık adam akıllı damarına basmıştı. Kaya sırtını silkince koca dağ düştü. Patavatsız taşlar kuş tüyü kesileceklerine kaskatı dondular. Bazı kayaların tepesi attı. Her delikten havaya sular fışkırdı. Kocadağ sırıl sıklam oldu. Sudan kaçınayım derken çalılara daldı. Adanın tüyleri diken diken oldu. Santal çalıları Kocadağ’a çelme taktı. Kocadağ durmamacasına sırtüstü, yüzüstü geliyordu. Adanın bağrı hava dolu bir gayda kesilmişti. Her deliği dağı dağa kavuşturan, diş kamaştırıcı bir cayırtı koparıyordu. Adanın siniri tutmuştu. Ada yapayalın sertliği ile, sipsivri sokuculuğu ile kapkanca tırmalayıcılığı ile Kocadağ’ı kaktı, tekmeledi, tokatladı ve daladı.» (‘Gülen Ada’ öyküsünden) HALİKARNAS BALIKÇISI

EMEĞİN RESSAMI AVNİ MEMEDOĞLU'NU UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ!..

1924 yılında Erzurum'un Aşkale ilçesinin Taşağıl köyünde, yoksulluklar içerisinde dünyaya geldi. Kendisinin deyişliyle çevreyi ve dünyayı, sırtında yırtık ve yamalı bir entari, yalınayak ve başı kabak, köyün tozlu yollarında, insan ve hayvan pisliklerinin, kül ve çöp birikintilerinin oluşturduğu çöplüklerde, tezek kalaklarının arasında, köy koşullarının zoruyla çocuk yaşta peşine koşturulduğu kuzu ve danaların çobanlığında, Temmuz ve Ağustos aylarının amansız sıcağı altında bir iki urup buğday karşılığı, onun bunun tozlu harmanlarında döven sürmede tanıdı.


Sayfa 91 Çok küçük yaşlarda, köyünde, yumurta üzerine çizdiği portrelerle, sanata olan ilgisini ve yeteneğini açığa vurmuş oldu. Orta öğreniminden sonra, 1944'te İDGSA Resim Bölümüne girdi. Galeri bölümünde Seyfi Toray'ın, atölyede Cemal Tollu'nun öğrencisi oldu. 1950'de resimleri nedeniyle tutuklandı ve salıverildi. 1953'te İzmir'e yerleşti. Bir yıl sonra, burada ilk sergisini açtı. 1957'de geldiği İstanbul'da, bir süre reklamcılık ve tabelacılık yaptı. İl İmar Müdürlüğünde çalıştı. 1959'da arkadaşları Marta ve Nejat Tözge, İhsan ve Vahi İncesu, Hikmet Aksüt ile Yeni Dal Sanat Grubunu oluşturdu. Grubun sanat bildirgesini kaleme aldı. 1961'de bu grubun ikinci sergisi nedeniyle, öteki arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. 1962'de TİP'in ilk üyeleri arasında yer aldı. Dersimli olan ressam, "Öztürk" olan soyadını "Memedoğlu" olarak değiştirdi. Avni Memedoğlu'na göre; "Sanat sosyal bir olaydır''. O nedenle de sosyal bir amaca bağlıdır. Bu amaç, sanatçıyı, içinde yaşamakta olduğu topluma ve çevresine karşı sorumlu tutar. Resimlerinde, bu amacına uygun tema ve üslup karakteri ağır basar. Sosyal-eleştirel bir tutumla, topluma ayna tutar. Resimlerine yansıyan konular, çevresinde tanık olduğu ve bizzat gözlemlediği yaşam sahneleridir. Resim sanatımızda Ruhi Arel, Turgut Zaim gibi sanatçılarla başlayıp Neşet Günal, Balaban, İrfan Ertel, Mümtaz Yener ve Nuri İyem gibi sanatçılarla süren toplumsal-gerçekçi sanat anlayışının, orta kuşak temsilcileri arasında yer alır. Sosyalist ve insancıl bir sanat anlayışını benimsedi. Kendisi gibi düşünen sosyalist ressamlarla birlikte Yenidal grubunu kurdu. Yenidal Grubunun kısa öyküsünü ressamın kendisinden dinleyelim. "Fantastik Burjuva Sanatına karşı tepki olarak kurulmuş Sosyalist Realist bir gruptur. Tanzimat döneminden bu yana kökü dışarda, öykünmeci sanat anlayışından son derece rahatsız olan biz yedi kurucu arkadaş -Ressam Avni Memedoğlu, Seramist Nejat Tözge, Ressam Marta Tözge, Ressam Kemal İncesu, Ressam İhsan İncesu, Ressam Hikmet Aksüt ve Yontucu Vahi İncesu- birlikte Yenidal Grubu'nu kurduk. İlk sergimizi Nisan 1959'da Beyoğlu Şehir Galerisi'nde açtık. Bu birlikteliğin oluşmasında Polonyalı meslektaşımız Marta ve eşi Nejat Tözge'lerin üstün gayret, teşvik ve moral destekleri unutulmaz. Ayrıca sergilerimizin giderlerini, çağrılarımızın basım, dağıtım ve posta giderleri konularında bize desteklerini esirgemeyen o dönem Basın İşçileri Sendikası yöneticileri İbrahim Güzelce ve Salih Özkarabay'ın anısını yüreğimin en derin köşesinde ömrüm boyunca saklayacağım." Sergileri hep polisin takibinde olan Yenidalcılar, "Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmek, veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmak için propaganda yapmak 2- Halkı askerlik hizmetinden soğutmak yolunda telkinde bulunmak." suçlamasıyla yargılandılar. Savunmasına Memedoğlu, özetle şunları dile getirmişti: "Picasso, H. Matisse gibi Fransız Komünist Partisine üye olup tabloları milyonlarca franga satılan ressamlar, partilerine büyük para yardımları yaparlar. Sayın bilirkişiler bu ressamların resimlerini havi kitap, baskı ve reprodüksiyonlarının Türkiye'ye sokulmasına, onbinlerce satılmasına ve hattâ hocası bulundukları akademinin kütüphanesine bizzat kendileri tarafından satın aldırılmasına ne buyururlar? Akademi atelyelerinde bu ressamların tarzında


Emeğin Sanatı 161. Sayı çalışma tavsiye edilip, resimlerinin incelenmesi, talebeye öğütlenmez mi? Bu ve bunlar gibi ressamların resimleri sosyal realist tarzda mıdır? Sayın Bay Zeki Faik ihtilâlci ressam Dölakruva'yı kopye ve adapte etti diye kendisini ihtilâlci ve komünist olarak mı suçlamamız gerekir? Biz bu memleketin çocukları olarak, bu memleketin gerçekleri üzerine eğiliyor ve bu yurdun sevinçlerini, dertlerini sanatkârane bir şekilde paylaşıyor ve bunu esas ittihaz ediyoruz. Sayın Cevat Dereli ve Zeki Faik İzer'in sanat hayatları boyunca birer Türk ressamı olarak tarihî, millî tablolarının sayısı tek elin parmaklarının sayısını geçer mi?... Sayın hocalarımızın da, boş durmadıklarına yine çiçek, manzara, çıplak kadın ve anlamsız resim yapmakta devam ettiklerine, mezkû (söz konusu) sergimizden evvel mensup gruplarla aynı galeride açmış oldukları sergide bir defa daha şahit olduk. Onlar sanki Türkiye'de değil, Kaf Dağı'nda Peri Padişahının sarayında yaşıyorlar." Ahmet Köksal, "Onun resimleriyle ilgili şu saptamalarda bulunuyor: Memedoğlu'nun resimleri Akademik, etüdlere dayanan sağlam bir form anlayışıyla Mısır Sanatı'nı örnekseyen yalın ve oylumcu bir tutum vurguluyor. Çalışan insanlarımızın yaşamını yansıtmaya öncelik veren bir Figür Anlatımcılığı resimlerinde ağırlığını duyuruyor. Kenar çizgilerini yitirmiyor. Kenar çizgilerini yitirmeyen ölçülü bir deformasyon, yer yer nakışsı bir usluplama, simgeci ögeler, renkçi bir tutumla Latin Amerika ustalarını anımsatmaktan geri kalmıyor." (15 Ekim 1985, Milliyet Sanat). Kemal Bilbaşar da şöyle anlatıyor Memedoğlu'nu: "Avni Memedoğlu'nun sanat anlayışı Akademi tahsili ile bir Alafrangalık hastalığına tutulmamış olup, Avni Memedoğlu olarak kalmış. Kilim, heybe, motiflerinden halkı aramak ihtiyacını duymuyor, bizzat kendisi bir halk çocuğu olarak fırçasını kullanıyor." (13 Şubat 1956 Demokrat İzmir) Avni Memedoğlu ile ilgili ayrıntılı bilgiye ve resimlerine şu linkten erişebilirsiniz: http://www.avnimemedoglu.com/


Sayfa 93

1940’LARDAFAŞİZME KARŞI ŞİİRLE BARİKATLAR KURAN ŞAİR: ARİF DAMAR 20 Ekim 2010 günü sonsuzluğa uğurladığımız 1940 kuşağının özgün ve şiirini geliştirme imkânı bulabilen şairi Arif Damar, 1951 yılında bir şiiri nedeniyle gizli örgüt üyesi olma suçundan tutuklandı. İki yıl hapis yattı. Arif Damar’ın şiiri, sanat anlayışındaki değişime bağlı olarak iki döneme ayrılır. İlk dönemini 1940-1956 yılları arasında “Arif Barikat” adıyla sosyalist gerçekçi çizgide yazdığı şiirler; ikinci dönemini ise, 1956’dan günümüze sanat kaygısını daha öne alarak yazdığı şiirler oluşturur. Kavgacı ama barışçıl ve insancıl yanı ağır basan, dil öğelerini ve biçim kaygısını elden bırakmayan bir şiir kurmaya yöneldi. Sonraları İkinci Yeni şairlerinin yanında, imgeye ağırlık veren, biçim ve dil araştırmalarına girmiş bir şair olarak göründü. Bu yönüyle 1940 kuşağından ayrıldı. 1956 sonrası şiirlerinde geçirdiği iki dönemin özelliklerine dikkat çeker. Behçet Necatigil'in saptamasıyla “Toplumsal içeriği yoğun; dilde, biçimde yoğun, titiz” şiirleriyle tanındı. Arif Damar’ın dünya görüşü ya da şiirinin içeriği değişmemiş; ancak, sanatı algılayış biçiminde büyük değişiklik olmuştur. Sanatçı, şiirinin içeriği kadar biçimine, üslûbuna ve imgeye de ağırlık vermeye başladı. Bu tutumuyla, yalnız duyguların değil, her türlü düşüncenin de şiire konu olabildiği Tanzimat sonrası şiirimizde, düşüncelerin sanatın işlevine ve ruhuna uygun olarak estetik sınırlar içinde nasıl ele alınması gerektiğinin en güzel örneklerinden birini verdi. Devrimci mücadelenin yükseldiği, işçi sınıfının eylemleriyle düzeni sarstığı 70’li yıllarda “Ölüm Yok ki” kitabında topladığı şiirleriyle devrimci şiirin en güzel örneklerini verdi. Geniş, zengin, evrensel bir şiirle akrabalık kurdu; bu kalabalık içinde her durumda yalınlığıyla, dupduru diliyle ve “ölüm yok ki!” diyen hayat yanlısı kararlılığıyla tanındı. Şükran Kurdakul, O’nun şiirde ulaştığı aşamayı şu sözlerle saptıyordu: "Yüksek sesle okunacak coşkun söyleyişler yerine öz yönünden toplumsallığı yitirmeyen, değişik duyarlılıklara açılan temiz, etkili, kendine özgü buluşlara ve imge gücüne dayanan bir şiir kurmayı başardı.'' Arif Damar, yaşamı boyunca sosyalist duruşundan taviz vermedi. 1990’larda kimi tatlı su şair ve yazarları “Kürt” sözcüğünün olduğu yerden kaçarken, O, Kürt basınında, Gündem gazetelerinde yazmaktan çekinmedi. TAYAD’ın etkinliğinde tecride karşı, ölüm orucu eylemcisi Sevgi Erdoğan için yazdığı şiiriyle desteğini sundu. Bu devrimci tavrını şu sözlerle ortaya koymuştu: "Gerçek şair, kendisine dayatılan değerleri içine sindiremez, tüm baskılara başkaldırır. Çünkü şiir bir başkaldırı, bir ayaklanma, çağdaş aklın ve ilkelerin savunulmasıdır."


Emeğin Sanatı 161. Sayı

“Karşı koymazsak eğer tehlikededir günlük ekmeğimiz bacamızın tütmesi tehlikededir evimiz, aşkımız, çocuğumuz pencerede saksı kitap sevgisi, insan sevgisi tehlikededir.

Tehlikededir gözbebeklerimiz Adana'nın pamuğunu yabancılar işliyor dokuma tezgahları tehlikededir. İzmir'in üzümü, fındığı Giresun'un Samsun'un tütünü tehlikededir. Kapanıyor fabrikalar birer birer varımız yoğumuz tehlikededir.”

Gözlerini ölüm bürüdü onların uyumak, uyanmak tehlikededir, tehlikededir çiçek koklamak bardakta su, ateşte yemek bahçede güneş tehlikededir.

“Dayanılmaz” şiirinden…

40 KUŞAĞINDAN, ÇOKSESLİ TOPLUMCU ŞİİRİN ÖZGÜN ŞAİRİ: SABRİ ALTINEL 19 Ekim 1985’te İstanbul’da yaşamını yitiren Sabri Altınel, edebiyat öğretmenliği yaparken çeşitli dergilerde şiirler yayınlamaya başladı. Derin bir kültürün ve duyarlığın ürünü yapıtlarını onurlu bir geride duruşla hiçbir çevrenin rüzgârına açmamış, yalnızca şiirin gücüne yaslanarak yükselmiş gözlerden uzak bir şair olarak önce çıktı. İlk şiirlerde yalnızlık ve yabancılaşma gibi temaları ele aldı. 1940 kuşağının etkisiyle Garip akımına, ve romantik şiir geleneğine karşı çıkarak barış, özgürlük, yaşama sevinci gibi duyguları dile getiren şiirler yazmaya başladı. 1958'den sonra şiirini değiştirerek yeni bir anlatıma yöneldiği görüldü. 1959'da yayımladığı Kıraçlar adlı kitabında yalnızlığı, içine kapanık bir halkın çağlar boyu sürüp giden acısını, doğa öğelerinin simge olarak kullanıldığı hüzünlü bir dille seslendirdi. 1967'de 'Soyut' dergisinde yayımlamaya başladığı 'Yaban Yazıları' adlı şiir dizisinde neredeyse insancıllaştırılmış bir doğal çevreyle bütünleşmiş köy yaşamının süregelen yalnızlığını, destanlarda, ağıtlarda görülen bir dille aktardı. Sabri Altınel, Türk şiirinin çeşitli akımlarından hiçbiriyle çakışmayan, ama toplumcu bir yönelişin ürünü olan şiirleriyle, özellikle kırsal yöre halkının dramını özgün bir şiir diliyle işledi… Onu, “sessiz sosyalist gerçekçi şair” olarak tanımlayanlar da oldu. Lorca çevirileri ile ün kazandı. Doğan Hızlan'a göre, Lorca'dan yaptığı çeviriler edebiyatımızda yapılmış en iyi çevirilerdir.


Sayfa 95 Cemal Süreya, onu şu sözlerle tanımlıyor: “Türkçenin tadını çıkaran bir şair. Düşüncenin şairi. Çoksesli bir toplumcu şiir için kusursuz bir yapı hazırladı….. Kendi yatağında sessizce aka aka getiridiği alüvyonlar işte orada duruyor.” Adnan Benk ise, “Umudu yeryüzüne indirirken, insanoğlunun bütün bırakılmışlığını da içten duymuş olmalı ki, acı, keder, hüzün, şiirlerindeki bütün dizelerin kaçınılmaz bir yoldaşı, bir yananlamı gibi sürüp gidiyor. Bu yoldaş, bu yananlam işte biziz, biz, bir insan açısı, gerçeklerden bir gerçek” diye yorumluyor onun şiirini. Asım Bezirci, onu, şu sözlerle anlatıyor: "... anlatımı etkili bir havayla donatır. Belki bu taşkın bir duyarlık değildir, ama derindir. Alttan alta kanayan bir yaraya benzer: Ağrısı git gide içine oturur insanın. Buna iyice arınmış esnek bir dil, sesleri ustaca değerlendiren bir orkestra tekniği ve ağıtlara özgü o iç sızlatıcı ezgi de katılınca şiirler alımlı bir evrene çekiverir bizi. (...) Bu eşsiz hikâyeyle (Kıraçlar) Altınel, şiirimizde bağımsız bir ada gibi durur. Altınel'in dumadan arayan, kendini tazeleyen ve geliştiren cins bir sanatçı olduğunu gösteren şiirlerdir..." Şükran Kurdakul ise şiirimizdeki yerini şöyle saptıyor: "Yalnızlığı, içine kapanan bir halkın çağlar boyu sürüp giden acısını işlerken bireysel ve toplumsal tepkileri özümlemede güç rastlanır bir düzeye ulaştı." Sabri Altınel ise şiire bakışını şu sözlerle anlatıyor: “Şiir bir hayat deneyidir, bir yaşama anlayışıdır. Şair, doğru gönlünce, doğru kafasınca yaşamasının şeklini anlatır, deneyini anlatır." UZUN YOL ÖLÜLERİ Kentin üstünde bir bulut sesi uğultulu Kimsesiz yollarda uzun günde Yaralı insanlar iniyor gölgelere "Sokaklarda yalnızlık kaldı" Güz soğuğunda beyaz bir ışıkta Sürüyorum yüreğimi ellerimde Yitik günün belleği Ölüler, ölüler, ölüler. Akşamın sonunda kanayan Bir yüreği duyar gibi Evlerin hastanelerin yanında Yanık günlerin kirecin yanında Beyrut'ta kimsesiz bir rüzgarda Duyuyorum ağlayan yüreği.

SABRİ ALTINEL

Afrika'da, Asya'da, Amerika'da Ölü yüzleri sokaklarda Yıkılmış duvarlar, atılmış yollar Soğumuş beden sonsuza kadar susmuş ağız Kiminle konuşacağım kiminle Kan sızıyor toprağa. Yanık gövdeler kül yığını evler Kimsenin çıkmadığı kırık merdivenler evlerde Kimsenin açmadığı kapılar Gözyaşsız gözler karanlıkta, sessiz gölgeler Suyunu içmek için öldürdüler seni Ekmeğini yemek için. Anaların yasları kapıları çalıyordu Çığlıklar geçiyordu sokakları baştan başa Çekilmiş yürekleri içinden örtülmüş düşüncelerin Gözsüz umutların toprağa düşen yıldızların Soğuk taşların içinden. Özgürlük için savaştınız, yurtlarınız için Esinlendi yaşam Yiğitçe ve hazin ölümünüzden Onurlandırdınız çağınızı


Emeğin Sanatı 161. Sayı

KÜRT HALKININ VE KIR EMEKÇİLERİNİN DEVRİMCİ ŞAİRİ: CİGERXUN

22 Ekim 1984’te sonsuzluğa uğurlanan devrimci Kürt şairi Cigerxun’ saygıyla anıyoruz. Cigerxun(1903-1984) Mardin'in Gercüş İlçesinin (şu anda Batman'a bağlı) Hesar köyünde doğdu. Asıl adı Şeyhmus Hasan'dır. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Cigerxun küçük yaşta anasız babasız kalır ve yoksul ablasının yanında yaşamaya başlar. Ancak çocukluğunda, varsıl ağaların yanında çobanlık, ırgatlık yapmak zorundadır. 1. Dünya Savaşı şartlarında Suriye'deki Kamışlı yakınındaki Amud köyüne gider. Yaşam Mardin'den farksızdır. Okuma tutkusu onu oralarda dinsel eğitim veren medreselere yönlendirir. Ve zor şartlarda cami imamı belgesi alır. Cigerxun köy köy dolaşabilecek, köylülerin yaşamını daha çok tadabilecektir. Cigerxun'un çocukluk yaşından beri sınıf çelişkilerini yaşayarak büyümesi, onu 1924'de yazmaya başladığı şiir'de ezilenlerin safına kor. Onun kullandığı rumuz bundan böyle "Cigerxun (ciğerikanlı)"dır. Tüm yazdıkları, genelde dünya yoksulları özelde tarım emekçilerinin çektikleridir: "Hey ırgat ırgat ırgat/ Orağa kalmadı iş// Kızıl buğdayın orak mevsimi/ Homurdanıyor biçerdöğerler/ Irgatlar sarmış çevresini/ Mal sahibinin kördür gözleri// Hey ırgat ırgat ırgat/ Orağa kalmamış iş (...)« Cigerxun, dünya görüşü ve imgelerini tüm dünya yoksulları için seçer. Son amacı sömürünün olmadığı bir dünya yaratmaktır. Tüm ezilenler ezenlere karşı birleşmelidir, bu birleşme ağa, bey, molla, şeyhlere başkaldırı için olmalıdır: "Kardeşlik buysa, istemiyoruz böyle kardeşliği/ Eşek semerine bağlı kaldıkça yularımız/ Onlar ağa, bey; bizler zayıf, köle,/ Onlar düşmanın, biz de onların rençperleri oldukça.../ Hey işçiler, köylüler, ne zamandır, kalkın yeter// Ne güne dek ağa ve beylerin işçileri olacağız/ Ne güne dek köpeklerin ayakları arasında kemik?(...)" Savaşa karşı, barış yanlısıdır Cigerxun. Çünkü o biliyor ki, tüm savaşların asıl galibi varsıllardır ve yine o biliyor ki, tüm savaşların kaybedeni yoksullardır. "Yiğit arkadaşlar, güzelim gençler barış ister/ Gül, çiçek, gülnaz ve nesrin barış ister(...)Sevenler, Şirin'le Zin barış ister(...)Düğün-halay mı; yoksa savaş mı istersiniz?/ Bahçe, bostan, bağ mı; yoksa savaş mı istersiniz?(...)" Sosyalist gerçekçi Kürt şairi Cigerxun, tüm ezilenlerin kurtuluşunu istemekle evrenselleşen bir edebiyatçıdır: "Doğu cennet bağının gülüyüm/ Güneşim, ışıdım karanlığında gecenin/ Fışkır-


Sayfa 97 mışım çağın sinesinden/ Fırat'ım, geniş tarihlerden geldim/ Hayat doluyum, güzel yaşamak isterim/ Bin dokuzyüzlerde yeşeren bir ekinim/ Yıldırımım, çok kıvılcımlı, bulutla gökgürültüsü/ Görkemli bir sesle geliyorum vatanın göğünden/ Selim ben, dalgalarla çağlarım/ Yenilemek isterim toplumumu(...)" Şiirlerinde "Kimim Ben?" diyerek silinmek istenen Kürt kimliğini haykıran Cigerxun, aynı zamanda yazdıklarıyla evrensel bir ozandır.(Kaynak: www.cafrande.org) KİN EM ? Türkçe çevirisi ile beraber... KÎNE EM? — KİMİZ BİZ? Cotkar û karker — Çiftçi ve işçi, Gendî û rêncber — Köylü ve emekçi, Hemû proleter —Tümden proleterdir Gelê kurdistan — Kürdistan Halkı. ........

Şoreş û volqan —Devrim ve volkan, Tev dînamêt in — Tümü dinamittir. Agir û pêt in — Ateş ve alevdir. Sor in wek etûn, — Benzersiz kızıllıktır. Agir giha qepsûn — Alev kapsüle ulaştı. Gava biteqin — Patladığı anda Dinya dihejî — Dünya sarsılıyor. Ev pêt û agir — Bu alev ve ateş Dijmin dikujî — Düşmanı öldürüyor. Kîne em? — Kimiz biz? Hey hey hey hey kîne em? — Hey Hey Hey Hey Kimiz Biz? CİGERXUN

BEHİCE BORAN SOSYALİZM UMUDUMUZA IŞIK TUTUYOR HÂLÂ Türkiye Sosyalist hareketinin en önemli ve en yürekli adlarından biridir Behice Boran… Hiç kuşku yok ki, insanlar öldükten sonra kötü anılmazlar. Ölüm gibi duygusallık yaratan bir durumdan sonra bir çokları belki de hak etmedikleri övgülerle anılmışlardır. Ancak kimileri için övgü bile yetersizdir. İşçi sınıfımızın yiğit evladı Behice BORAN’da bunlardan biridir. Çünkü Behice BORAN tartışmasız çevresini aydınlatan, inat ve kararlı kişiliği ile övgüyle anılmanın çok ötesinde şeyleri hak etmiştir. Onun hem bir bilim insanı hem bilimsel sosyalizmi savunan bir önder olması nedeniyle gönlümüzde ayrı bir yeri vardır. Savunduğu düşünceler ve eylemli kişiliği yüzünden fırtınalı bir yaşamı olmuştur. Ancak, bütün zorluklara karşın inandıkları uğruna verdiği savaşımdan milim bile geri adım atmamış ve ağır bedeller ödemekten çekinmemiştir.


Emeğin Sanatı 161. Sayı BORAN’nın bu konuda söyledikleri bir çoklarının böyle yaşamayı göze bile alamadığı ama Behice BORAN’ın göze alarak yaşamının son anına kadar sürdürdüğü bir gerçekliktir. O, bu nedenle; “Sosyalist doğulmaz, sosyalist yaşanır!” diyordu Kimler yükselen değerlere teslim olup kendileri için acıklı bir yaşamı içselleştirmedi. Koca koca profesörler, bilim adamları, politikacılar sermayeden esen rüzgarlarla “değişen değerler” tanımı yapıp eşiği aşarak kendisini sermayeye pazarlamadı mı? İşte Behice BORAN gibi işçi sınıfının yüce davası sosyalizm için savaşanlar bu yüzdendir ki ölümsüzdürler. Sonsuza kadar anılmayı da bu yüzden hak etmişlerdir.

BAŞ EĞMEZ DEVRİM SAVAŞÇISI HİKMET KIVILCIMLI ÖĞRETMEYE DEVAM EDİYOR…

Türkiye Devrim Tarihi'nin önemli kişiliklerinden biri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı, ölümünün 43. yılında saygıyla selamlıyor ve anıyoruz. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1902 yılında Priştine'de doğdu. Ailesi, Balkan Savaşı'ndan sonra Anadolu'ya göç etti ve Kuşadası'na yerleştiler. Lise öğrenimi sürecinde İstanbul'a gelen Hikmet Kıvılcımlı, burada Vefa Lisesi'nde okudu. Kıvılcımlı, İstanbul Tıp Fakültesi'ndeki öğrenim yıllarında sosyalist mücadeleye katıldı. 1925 yılında gerçekleştirilen TKP 2. Kongresi'ne delege olarak katıldı. Aynı yıl, Şeyh Sait İsyanı nedeniyle çıkarılan "Takrir'i Sükun Y asası", ülke çapında bir terör ve baskı dalgasının yükselmesine sebep oldu. Bu arada Hikmet Kıvılcımlı da tutuklandı ve 10 yıl kürek cezasına çarptırıldı. Fakat bir yıl sonra ilan edilen bir aftan yararlanarak, tahliye oldu. 1929 yılında tekrar tutuklandı, bu kez 4,5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu sürenin bitmesine çok az kala, yine bir aftan yararlanarak özgürlüğüne kavuştu. Kendisi bu süreçte, Türkiye Komünist Partisi MK üyesidir. 1938'de, Donanma Davası'ndan tekrar tutuklandı ve 15 yıla mahkum edildi. Bu kez, 12 yıl yattı. 12 Mart 1971 Açık Faşizmi Dönemi'nde arandığı için yurtdışına çıktı ve çok kısa bir süre sonra, 11 Ekim 1971'de, Belgrad'da öldü.


Sayfa 99 Hikmet Kıvılcımlı, yaşamının her anını devrimci disiplininden ödün vermeden yaşamış; ölümüne değin okuma, araştırma, öğrenme ve öğretme eyleminden vazgeçmemiştir. 36. ölüm yıldönümünde, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı, onurlu yaşamını ve mücadelesini saygıyla anıyoruz. Türkiye sosyalist hareketinin en özgün ve üretken isimlerinden biri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı örgütlü mücadele kararlılığı ile bugün de sosyalizm mücadelesine ışık tutmaya devam ediyor. Onun kararlı ve yiğit devrimci yönünü en iyi şu sözleri yansıtıyor: “Görev başında ömür merdiveninin son basamaklarına geldik. Kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil, elâ gözü için yaşamadık. Kimseden proletarya doğruluğu ve yoldaşlığı dışında hiçbir şey beklemedik. Kimsenin de bizden başka şey istemesine göz yummadık. Görev yapıyorduk, muhallebi değil... Görev yapmada çok iyi biliyoruz; vurmak ta vardır, vurulmakta. Hepsi vız gelir ve de gelmelidir.”

CHE GUEVERA, KAVGAMIZA, BİLİNCİN VE DİRENCİN GÜCÜNÜ KATMAYA DEVAM EDİYOR…

Arjantin'de doğan devrimci Ernesto Che Guevara 20'nci yüzyılı etkileyen en önemli adların başıda gelir. Buenos Aires'te tıp okuduğu sıralarda Latin Amerika'nın pek çok bölgesini dolaşan Che, bu coğrafyanın en belirgin iki özelliğine yoksulluğa ve baskıcı rejimlere tanıklık etti. Marksist görüşleriyle birleşen isyankar ruhunun gösterdiği yön, silahlı devrim hareketiydi. 1954'te Meksika'da Fidel Castro ile tanıştı, Castro'nun liderliğini yaptığı 26 Temmuz hareketine katıldı. Bu hareket Kübalı diktatör Fulgencio Batista rejimini alaşağı etti, Castro artık sosyalist Küba'nın devrimci lideriydi. Che, 1959-1961 yılları arasında Küba Ulusal Bankası'nın başkanlığını yaptı, daha sonra da Sanayi Bakanı oldu. 1965'te devrimin kızıl rengini diğer coğrafyalara yaymak için Küba'yı terk etti.


Emeğin Sanatı 161. Sayı Afrika'da isyancı güçlere gerilla eğitimi verdi ancak çabaları sonuçsuz kalınca 1966'da yeniden Küba'ya döndü. Aynı yıl Bolivya'da Ortunyo yönetimine karşı mücadele başlattı. Bu mücadele onun son devrim macerasıydı. Che Guevara, 41 yıl önce bir çatışmada Bolivya'nın La Higuera köyünde katledildi. Ama düşünceleri ve devrimci tavrı dünyanın her yanında, her dağda yankı buldu. Bulmaya da devam ediyor. Dünyanın kudret sahipleri akıllarından çıkartmasalar iyi olur: Che Guevara'nın sabırsız gözleri onu içine tıkmaya çabaladıkları tişörtün bağrından alev alev bakmaya devam ediyor. Ve o zalimlere haykırmaya devam ediyor:“ Bir çiçeği ezebilirsiniz, baharı asla!”

GÖRSEL DÜZENLEME: ADNAN DURMAZ


LA SORGUE Yvonne’a Türkü Çok çabuk giden ırmak, birden yoldaşsız, Tutkunun yüzünü ver ülkenin çocuklarına. Şimşeğin bittiği, evimin başladığı ırmak, Usumun çakılını unutuşun basamaklarına yuvarlayan. Irmak toprak bir titremedir sende, güneşse kaygı. Ekmeğini yapsın her yoksul, gecesinde, senin ekininden. Çoğu zaman cezalı ırmak, yüzüstü bırakılmış ırmak. Elleri nasırlı çırakların ırmağı, Kırılmayan yel yoktur dalgalarının doruğunda. Boş ruhun, paçavranın ve kuşkunun ırmağı, Çözülen eski acının, karaağaç fidanının, acımanın ırmağı. Zirzopların, coşkunların, taş yontucularının ırmağı, Yalancıya alışmak için sabanını bırakan güneşim. Kendinden iyilerin ırmağı, çiçeklenen sislerin ırmağı, Şapkasını saran boğuntuyu gideren lambanın. Düşlü ilgilerin ırmağı, demiri paslandıran ırmak, Denizleri tersleyen gölgeli yıldızların ırmağı. Aktarılmış güçlerin ırmağı ve suları fışkırtan çığlığın, Asmayı çiğneyen ve yeni şarabın habercisi kasırganın. Bu çılgın zindan dünyasında hiç yıkılmamış yürekli ırmak, Hem amansız hem de dost tut bizi ufkun arılarına.

RENE CHAR ÇEVİRİ: ÖZDEMİR İNCE

Sayfa 101


Emeğin Sanatı 161. Sayı

KAN TÜRKÜSÜ / JACQUES PREVERT Büyük kan birikintileri var dünyada bu dökülen kanın tümü nereye gider yeryüzü mü içer içip de başı mı döner öyleyse tuhaf bir baş dönmesidir bu öylesine bilgece… öylesine tek düze Yoo başı maşı döndüğü yok yeryüzünün yeryüzü tersine dönmüyor küçük el arabasını mevsimleri itiyor düzenle yağmuru… karı doluyu… güzel havayı hiç mi hiç esrik değil yeryüzü arada bir o da gücün göz yumuyor püskürmesine küçük bir yanardağın Dönüyor yeryüzü dönüyor ağaçlarıyla… bahçeleriyle… evleriyle büyük kan birikintileriyle dönüyor bütün canlılar birlikte dönüyorlar, kanıyorlar Boşveriyor dönüyor yer yüzü bütün canlılar ulumaya başlıyorlar vızgeliyor ona dönüyor dönüyor durmadan kan da durmadan akıyor Şu dökülen kan nereye gider öldürülenlerin kanı… savaşların kanı yoksulluğun kanı tutukevinde işkence edilenlerin ana babaların kolayca işkence ettikleri çocukların kanı ya hücrelerde başları kanıyanların ya çarı işçisinin damdan düşen işçinin kanı yeni doğan çocukla… yen i çocukla gelen dalga dalga akan kan ana bağırır… çocuk ağlar kan akar… dünya döner


Sayfa 103

yeryüzü durmadan döner kan durmadan akar Dövülenlerin… ayaklar altına alınanların dökülen kanları nereye gider kendini öldürenlerin… kurşuna dizilenlerin… cezaya çarptırılanların kanı ya pisi pisine kazara ölenlerin kanı Sokakta yürürken bir adam tüm kanı içinde bir bakıyorsunuz ölüvermiş tüm kanı yerlerde ötekiler yok ediyorlar kanı kaldırıyorlar herifi ama kan inatçı ölünün olduğu yerde neden sonra kapkara biraz kan fışkırır daha… pıhtılaşmış kan yaşamın pası… bedenlerin pası süt gibi kesilen kan süt gibi bozulurken bozulurken yer yüzü gibi yeryüzü gibi dönerken sütüyle… inekleriyle ağaçlarıyla… yaşayanlarıyla… evleriyle dönüyor yeryüzü evlenmeleriyle cenazeleriyle kalıntılarıyla yığınlarıyla dönüyor… dönüyor… dönüyor yeryüzü büyük kan ırmaklarıyla

JACQUES PREVERT ÇEVİRİ: TEOMAN AKTÜREL


Emeğin Sanatı 161. Sayı

BLANKİ’YE AĞIT Aç ve çıplak halkım için dövüştü taş yürekli hain insanlara karşı. Dört duvardı tek malı sağlığında, ölümündeyse dört çam tahtası. Dördüncü kattaydı öldüğü oda. Ağır ağır tırmandı insanlar merdiveni, kadınlar, çocuklar, solgun yüzlü halk, çalışan Paris, sırtında işçi gömleği. Beri dursun günlük ekmeğimizi çıkarmak, insanlarımız yeni bir yasa girdi, geldiler koşa koşa kardeşler bütün, bense bir kenarda bekledim sıramı, düşüne kura sahanlığında merdivenin. Ey sağır insanlar, duyun bu sesi! Duy sen de buruşuk suratlı köle, kafesinde sincap gibi dört dönen yeryüzü! yalnız kardeşlik için çarptı, yalnız eşitlik için. Belki duyarsınız şimdi onu, çünkü çoktan durdu nefesi, zindandan çıkıp mezara giren bu savaşçı bağırmakta size derinliklerinden sessizliğim: “Ne tanrı, ne efendi!”

EUGENE POTTİER

ÇEVİRİ: A. KADİR-ŞERİF HULÛSİ


DÜNYA ŞAİRLERİNİN KISA ÖZGEÇMİŞLERİ: RENÉ CHAR: (197-1987)Fransız en önemli şairlerindendir. 1930’da gerçeküstücülere katıldı. 1938’de onlardan ayrıldı. Şiirsel anlayışında Gerçeküstücü çizgiye katkılar sunsa da savaşı ve toplumsal olayları kendine özgü bir simgecilik ve kapalılıkla yazmayı sürdürmüştür. Buna rağmen şiirinin gücüyle dünyanın en büyük ozanları arasında yerini almıştır. JACQUES PREVERT: (1900-1977) Ünlü Fransız Şair. Başlangıçta sürrealizm akımı içinde bulundu. Daha sonra her türlü zorbalık ve baskı gücüne karşı çıkan şiirleriyle ünlendi. Özgürlük, mutluluk, adalet temalarını konuşma diliyle işlediği yapıtlarıyla ülkesinin en yaygın şiirini ortaya koymuştur. EUGENE POTTİER: (1816-1887) Proletaryanın sesini, sosyalizmi türküleri ve şiirleriyle dünayaya yayan şairdir. Enternasyonal’ın sözünü yazan şairdir. Önceleri işçi olarak çalıştı. 1848’de barikatlarda dövüştü. 1871 Paris Komünü’nde milletvekili seçildi. Komün yıkılınca ABD’ye sığınmak zorunda kaldı. Gıyaben ölüm cezasına çarptırıldı. Sürgünde kaldığı sürece türkülerini yazmaya devam etti. 1880’de aftan yararlanarak Fransa’ya döndü. İlk şiir kitabını o yıl yazdı. 2. kitabı «Devrim Türküleri» ölümünden sonra yayınlandı. Yoksulluk içinde öldü ama yazdıklarıyla arkasında ölmeyecek bir anıt bıraktı. Kaynak: Dünya Şiirleri Seçkisi (Mill. Yay.) Anonim Dünya H. Ve D. Şiirleri I – A. KADİR

EMEĞİN SANATI E-DERGİ

Aylık Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi 15.10.2014 Yıl: 8 Sayı: 1601 Yayınlayan: Emeğin Sanatı Kolektifi © Dergide yayınlanan eserlerin her türlü hakkı şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir.

Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler. Facebook grup adresi: https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi


insan

neresi

en azı göremeyen hangi çoğu akar gibi su, ihanet duruşu –çağdan kir sevmek denenmeye öpmek bilinmeye selam verilmeye sonsuzu sonlu yaparken yıkanıp kalmış dokunuş ve hiç kurcalanmamış kayıp dil köhne çıkınıyla gövdeden söze nasıl güvençle yoğrulmamışsa erkek gülüşü göz unutulmamışsa nahif kızın saçında aydınlık hanidir sabah neresi ölüm ilmekli askerse çoğu okşar gibi parmak, tetik duruşu –arpacıktan gez gül koklanmaya bahçe kurulmaya oyun oynamaya yası şölene çevirecek çocuk dağları kırılmış ve yavru kekliği büyütememiş ova kanlı gövdesiyle mezardan mezara niçin duvarlar arası yolcuysa bir annenin çığlığı göğüs ayazını ısıtamamışsa bebeğin başı insanlık hanidir insan neresi…

AZİZ KEMAL HIZIROĞLU


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.