İŞÇİ KIYIMLARINA, AĞAÇ KIRIMLARINA, DOĞA KATLİAMINA HAYIR!
Aylık Sosyalist Sanat E-Dergisi Yıl:8 Sayı:162 15 Kasım 2014
UNUTMADIK, UNUTTURMAYACAĞIZ DA!......
EMEK VERENLER / İÇİNDEKİLER ADNAN DURMAZ AHMET TAHSİN ÇINAR ALİ FUAT KARAÖZ ARZU KÖK ASIM GÖNEN BEKİR KOÇAK BURCU TÜRKER
EMEK VERENLER / İÇİNDEKİLER 3 EMEĞİN SANATI’NDAN 161. MERHABA 4 BU SAYININ SAVSÖZÜ 5 Yangın Yerinde Kalır ADNAN DURMAZ ŞİİR 6 Bu Gece Yok O ASIM GÖNEN ŞİİR 8 Kobani TAN DOĞAN ŞİİR 10 Ellerim Her Şeyi Yaşadı YAVUZ AKÖZEL ÖYKÜ 11 Şiir Haini SERKAN ENGİN ŞİİR 14 Paramparça Doğanların.... Beşiğini özgürlükten yontuyoruz BÜLENT AYDINEL ŞİİR 15 Kısır Döngü NECMETTİN YALÇINKAYA ÖYKÜ 16
BÜLENT AYDINEL ERCAN CENGİZ HALDUN HAKMAN HAMZA İNCE İRFAN SARİ MERİÇ AYDIN MUAMMER ERTURAN
MUHAMMET DEMİR MUSTAFA DEMİR NECİP TIRPAN NECMETTİN YALÇINKAYA NEDİM ELÇİ ÖZER GENÇ SAYMAN ARUZ
Barışa Kuş Bakışı TEMEL KURT ERCAN CENGİZ ŞİİR ŞİİR 18 39 Gözlerimiz Meşale Ben Deli miyim? BURCU TÜRKER SAYMAN ARUZ ŞİİR ÖYKÜ 19 40 Bir Daha Kobanî İçin Şerna İRFAN SARİ HAMZA İNCE ŞİİR ŞİİR 20 50 Değişir Devran İsyan Gene İsyan NECİP TIRPAN MUAMMER ERTURAN ŞİİR ŞİİR 22 51 Hayatımın Sürüngenleri Hümanist Gelenek HALDUN HAKMAN ARZU KÖK ŞİİR DENEME 23 52 Mazi-Işıklı Yol Kanıyor Kara zeytin MUHAMMET DEMİR BEKİR KOÇAK ÖYKÜ ŞİİR 25 56 Nehirler Bir Aşkı, Bir Şiiri Hissetmek SERVET BAŞÇI ve Anlamak ŞİİR VİLDAN SEVİL 27 İNCELEME Çocukluk 58 MERİÇ AYDIN Sarhoş Felsefesi ŞİİR NEDİM ELÇİ 28 ŞİİR Güneş Balçıkla Sıvanmaz 68 ASIM GÖNEN Ah Firuzan ELEŞTİRİ SEMA LALE 29 ŞİİR Anlattığım Sana Sana 69 AHMET TAHSİN ÇINAR ŞİİR 37
SEMA LALE SERKAN ENGİN SERVET BAŞÇI TAN DOĞAN TEMEL KURT VİLDAN SEVİL YAVUZ AKÖZEL ALİ ZİYA ÇAMUR
Zahit Atam’ın "T.R.D.T.“ Romanı Üzerine MUSTAFA DEMİR ELEŞTİRİ 70 Resim ÖZER GENÇ ŞİİR 71 Yaşar Kemal’in Sanat Anlayışı ALİ FUAT KARAÖZ MAKALE 72 Dizelerde “Şiir Ve Şair DERL. A.Z.ÇAMUR SEÇKİ 76 YAŞAM VE SANATTA BİR AYIN İZDÜŞÜMÜ HABERLER 77 Kavalın Türküsü KSUAN DİEU ÇEV. ŞİİR 105 Körün Sazı NONG KWOK CHAN ÇEV. ŞİİR 106 “Nasıllar? (Sorular Ve Yanıtlar)” DENİSE LEVERTOV ÇEV. ŞİİR 108 İnsan mı Bunlar HASAN HÜSEYİN K. ŞİİR 110
EMEĞİN SANATI’NDAN 162. MERHABA Merhaba, Bir yanda madenlerde göz göre göre katledilen maden işçileri, bir yanda, mal gibi kamyonlarda taşınırken katledilen tarım işçileri, diğer yanda patronların çıkarları uğruna bir gecede yasalara rağmen kesilen altı bin zeytin ağacı ve ağaçlarına sahip çıkmak için direnirken elleri kelepçelenen, acımasızca dövülen Yırca köylüleri gündeme damgasını vurdu. Bu sayımızı güz duyarlıklarına ayırmak istiyorduk. Ama olan bitenler bizi gene Türkiye’nin insanı ve insanlığı öteleyen gerçekliğine sürükleyiverdi… Ülkemizde her alanda insana ve insani olan her şeye hoyratça saldıran iktidar ve iktidarın arkasındaki acımasız güçler, ülkeyi yağmalamaya devam ediyor. Kırmızıya saldıran bir boğa gibi her yeşil gördükleri alanı griye, karaya boyamak için sabırsızca saldırıyorlar… İktidar ise emekçilere insanca yaşanılacak ücreti hor görürken onların ürettiği artı değeri insafsız bir harcamayla har vurup harman savurmaya devam ediyor.. Bu koşullar altında, edebiyata ve edebiyatçılara önemli görevler düşmektedir. Ahmet Yıldız’ın saptamasıyla «Edebiyat ve sanat bir oyun değildir, yoğun bir şekilde siyaset yüklüdür. Ateşe ve çeliğe, tere ve kana aittir; toplumsal değişimlerin önemli bileşenlerindendir.» Bu nedenle emeğin şair ve yazarları küçük burjuva akımlardan uzak durarak, edebiyatın fildişi kulelerine tırmanmaktan vazgeçerek eserlerini halkı saran karanlığı yırtmak, yığınların nabız vuruşlarını kendi nabzında duymak ve duyurmak için yazmalıdırlar. Artık bilinmeli ki, çağının tanığı değil, bilinci olmak gerekiyor. Bu yıkım fırtınasına karşı direnci ancak böyle örgütleyebiliriz Yazarın rolü şu ya da bu biçimde yurttaşlarının bilincini arıtmak olmalıdır. Aynı zamanda Temizlemek, aydınlatmak, ağartmak... Ancak bu şekilde iktidar basınından yayılan yalan, iftira, inkâr fırtınasını üstesinden gelebiliriz.. Kitaplarımızı, eserlerimizi satmak, ün ve şan kazanmak için değil okutmak, yaşanılan koyu karanlığı aydınlatmak için, koyu karanlıkta gedikler açabilmek için yazmalı, üretmelidirler… Yazar, açık yürekli, alçak gönüllü bir öğretmeni olmalıdır. azar, hem öğrencisi hem öğretmeni… Bu bağlamda, Gorki’nin şu sözlerini de aklımızdan çıkarmamalıyız: «Yazar sever ve nefret eder, ama sanat ‘felsefe yapmaz, öğüt vermez’ ve dolayısıyla, eleştiren ve öven; sanatı yaratan değil, ondan sonuç çıkaran kişidir.» Bu anlamıyla yazar ya da şair, yenilgiyi kabul etmeyi reddetmelidir. Ne güzel belirtir Kerim Korcan: «Yazar umut taşıyan kişidir. Öyle dizmeli ki satırlarını öyle bir mantık örgüsü tutturmalı ki, onu okuyanların boynu bükülmesin, yüzü utançla kızarmasın.» Bu umudu milyonlara da aşılamalı, içlerine hapsedildikleri cehaletin kara duvarlarından kurtarabilmeliyiz. Bu açıdan son sözü Ho Chi Minh ustamıza bırakıyoruz: «Kültürümüzü, dilimiz, sanatsal yaratıcılığımız, isyana dair dizginlenemez coşkumuzla ateşlemeliyiz.» A. Z. ÇAMUR
BU SAYININ SAVSÖZÜ «Dünyayı bilmenin ve değiştirmenin araçlarından biridir edebiyat. Bu yüzden: «Sanatın belki de hiçbir alanında ideolojik çatışma, edebiyattaki kadar keskin değildir. Karakterlerin iç dünyaları ve politik görüşlerinin yansıtıldığı bir yazar, sempati ve antipatisini saklayamaz ya da gözlerden gizleyemez.. İdeolojik inancını okurdan saklaması mümkün değildir» diyen Şolohov’un söylediklerine dikkat etmek gerekir. Ancak Plehanov’un dediği gibi: Edebiyat imgelerin sanatıdır ve her türlü çıplak düşünce ile «kaba» propaganda yapıta uğursuzluk getirir. Gerçek bir sanat yapıtında yaşam, bazen yazara rağmen yankı bulur ve eser gerçeğin yeniden ve daha yüksek biçimde kurulmasına yardım eder. Sosyalistler sınıf mücadelesini yaşamın her alanına yaymak zorunda olduklarından, sanatı ve edebiyatı da bunun dışında tutamazlar. Kapitalizm koşullarında sınıf mücadelesi de, örgütlükolektif mücadeledir. Sosyalizmin bir kendiliğindenlik değil iradî bir inşa sorunu olması, devrimci çalışmanın tüm eylem alanlarında «partizanlık» ilkesinin uygulanmasını zorunlu kılar. Sanata ve edebiyata bir eğlenme aracı gibi değil, bir yaşama sevinci ve dünyayı değiştirmeye hizmet eden bir araç olarak bakmakta yarar vardır, bu yüzden. Ve sanatçıları «insan ruhunun mimarları» sayan görüşten vazgeçmemek gerektiğinin bilincinde olunmalıdır. Nâzım Hikmet: «Ben yazarların, en başta da komünist yazarların, yaşamın tanınmasının zorunlu kaynaklarından biri durumuna gelecek bir edebiyat yapmaları gerektiğine inanıyorum. Krupskaya’nın Lenin için gerçekliği tanıma kaynaklarından biri olduğunu belirttiği tümcesini hep anımsarım. Halkım için, başka halklar için en yenisinden en yüksek yöneticisine kadar partimin tüm üyeleri için bu erdemi taşıyan şiirler, romanlar, tiyatro oyunları yazmak isterim. Ama bunun için doğru olmayı, öz sözle belirsizlikten uzak yazmayı, sağ kulağını sol elle göstermeye kalkmamayı bilmek gerek. Bu sorun her türlü öncü için hatta gelecekte de kendini gösterecek sürekli bir sorundur» diye yazmıştı. Kalıcı sanat eseri, güncelin içinden geleceğe açılanı yakalayandır. Bizim okumalarımızda da seçmesi davranmamız, ama yine de bir tutkulu okuyucu olabilmemiz gerekir. Marks’ı tanıyanlar ve yakınında bulunanlar: Paul Lafargue, Wilhelm Liebknecht, Franz Mehring ne büyük bir okuma ve edebiyat tutkunu olduğunu anlatıyorlar O’nun.………… Mehring, tam bir kitap kurdu olduğundan söz ediyor: «Edebî yargılarında bütün politik ve toplumsal ön yargılardan uzaktı. Shakespeare ve Walter Scott’u sevmesi bunu gösterir. Ama çoğu kere politik kayıtsızlıklarla hatta uşaklıkla yan yana giden ‘Sanat için sanat’ın ‘katıksız estetikçilik’ fikrine kapılmadı. Bu bakımdan da aklı, hiçbir kalıplaşmış formülle ölçülemeyecek kadar bağımsız ve diriydi……………………… …………………………….. Marks’ın bir entelektüel deha,, bir kitap tutkunu olması doğaldır. Şimdi aklın kayıt altına alınmaya çalışıldığı bir dönemden geçerken, «edebiyat neye yarar ki» diye soranlar çıkabilir. En azından akıl tutulmasının panzehiri olduğu söylenebilir. Dünya bir büyük show’agösteriye dönüşürken, aklın kurtuluşunun yollarından biri de yazılı kültürdür.
KUTSİYE BOZOKLAR
«Hep Aynı İnatla» Adlı Kitabından…
Emeğin Sanatı 162. Sayı
GÖRSEL ÇALIŞMA: ADNAN DURMAZ
YANGIN YERİNDE KALIR Ve Sedyede Taşınan Bir Madenci; "Abi Baretim Kaybolmasın Maaşımdan Keserler” -Gayri yârim ardımdan kömür gözlüm diyemez-
bir kucak güneş götürdüm bakışlarımda karanlık derinlerine yerin bundandır gözlerimin kan çanağı olması cümle yıldızlarını sütmavi gecelerin ve kor taşıdım kara avuçlarımda kulaklarımdan akan magma samanyolu kustum nefessiz kalırken kan sustum
Sayfa 7
olmayacak düşler götürdüm yamalı kalbimin zulasında isterdim onlar kalsın çocuklarıma çuvaldız iğnesiyle sırınmış umutlarım ateşe verildi yerin yedi kat altında oysa ben katışıksız namustum ellerim köseği kesti nasıl tutsun yavuklum yarımlanan ömrünü varır başkası alır babam iflah olur mu - güler mi anam gayri cehennemin dibinde gözlerim kömür benim hangi ocakta yanar-kim düşünür kim bulur sıra şehidi derler- böyle ölüm kaderi bana kim ağlayacak- acı yerinde kalır ekmek kapım vardı da-cezamı ben mi kestim bizim için hangi hak doğuştan kalem kırdı doğuştan hangi kanun idam cezası kesti yeni bir dünya için çocuklar gülsün diye bir gün zulum sarayı kanımla dikilmesin beni karanlıklara ölüme süren kimse kavgaysa ben de varım küllerim ayaklansın özgürlük bahar gibi ölüm insanca olsun ne ezen ne ezilen- adam gibi bir düzen yakın da kömürümü özgürlüğün elinde zafer meşaleleri yalazımdan tutuşsun ve yürüyen işçiler külümle aydınlansın
ADNAN DURMAZ
Emeğin Sanatı 162. Sayı
GÖRSEL ÇALIŞMA: ADNAN DURMAZ
BU GECE YOK O bu gece bırak beni güz yeli dumanların boğuntusu enkazı alevlerin sürgü demirlerini kemirmek boşluğun sönmüş ampulleri bu gece bırak beni yakılmış kitapların külleri lavları volkanların gitti o bu gece bu gece onun burda kalmış düşleri için çıkarıp yüreğimi köpeklere yedireceğim ağulu bir hançerin saplandığı ölümün soğuk yüzüne uzanacağım bu gece şivan düşmüş ocaklarda yanacağım
Sayfa 9
bu gece yok o boşluğun urganı kör burgaçlar saçlarını tabutlara kapanmış çığlıklar gibi yolmak üzerinden naziler geçmiş bir halkın ahıyla göğüslerini yumruklamak başını vuracak duvarlardan başka bir şeyi olmayan esaret sus artık tanrıya avuç açmayı yakıştıran büyük günah kül olmuş her şeyin geceyi kapladığı bu yerde giyotinden düşmüş bir baş kadar kederli akbabaların tünediği kuru bir ağaç kadar korkunç kördüğüm olmuş duyguların esiriyim bu gece birbirine karışmış acıların yumağıyım gören gözlerin oyulduğu karanlıktaki hasret lambasındaki fitildeki canım başına duman çökmüş bozgunların diyarı bağrına taş basanların yılları dolanan melankolisi kül olmuş ormanlar gibi susmak bu gece bırak beni karaya vurmuş balıklar gibi çırpınan yaşamı aramak bu gece bende değilm ben kaşık tutmayan eller be gece bende değilim ben bu gece ben yitik oğulların mezarsız başında oğulsuz annelerin acısına gömüleceğim
ASIM GÖNEN
Emeğin Sanatı 162. Sayı
RESİM: YAHYA SİLO
tan doğan
kobani zulmün ve acının yeri yurdu yok kardeşiz her toprakta hepimiz kardeş –ey kalleş: anla oğlumuz da kızımız da can –yan ateşinde küllen közünde şeytan bosna gazze şengal musul… –usul usul başını yesin zalim ayn el-arab harap –nerde kitap nerde çalap / kör göze parmak nerde ‘dünya’ nerde ‘insan’ –yalan üstüne yalan izi tozu siliniyor bir halkın: uyanın…
Sayfa 11
ELLERİM HER ŞEYİ YAŞADI
Yavuz AKÖZEL
Dikenler ellerimi yırtıp da kan revan içerisinde kaldığımı hayal meyal hatırlıyorum. Belki dört belki de beş yaşındaydım. Acı mı çekmiştim? Korkmuş muydum? İşte orası biraz silik ben de. Anımsayabildiğim buğulu bir sis perdesinin ardında görülen, ön dişlerinin yarısı dökülmüş, geriye kalanı da kirli pis bir sarıya dönüşmüş upuzun öcü dişleri ile kahkaha atan babamdı. Neden kahkaha atıyordu ve neden umarsızdı? Bugün bunu içimden kendi kendime soruyorum. Mezarı oralarda kaldı. Köyün bir yamacında çam, meşe, kavak, ardıç ağaçlarının gölgelediği o ıssızlığın ve rüzgârın uğultusundan, çakal, kurt ulumalarından başka bir sesin olmadığı yabanda. Anam da, tüm sülalem de orada. Ellerime durup durup bakıyorum. Babamın kahkahalarını duyar gibi oluyorum. Şimdi yattığı o yamaçtaki rüzgârın uğuldadığı gömütlerde yankı yapıyor, kavaklık ve meşeliklerin derinliklerinde o ürpertici sessizliğin sesi hışırdıyor. Çam ağaçları ve ardıçlar daha gerilerde sisler içerisinde kalmış, boğuluyorlar gibi.
Emeğin Sanatı 162. Sayı “Bu oğlan hele bir büyüsün sonrası allah kerimdir !” Diyordu durup dururken. Benim büyümem bunca önemli miydi? Bunca umudu benim büyümeme neden bağlarlardı ki? Çabuk büyümek için Za-Za marka ciletle tüysüz yüzümü ha bre traş ettiğimi anımsıyorum, babamın istemi ve umudu doğrultusunda çabuk büyüyebilmek için. Çocuk aklı işte. Biraz da hiç görmediğim dış dünyayı görebilmek arzusu vardı içimde mutlaka. Köyümüzün ve kasabamızın dışında hiçbir yeri ne görmüş ne de tanıyordum. Büyüyecek, askere gidecektim, askerlik dönüşü mutlaka evlendirirlerdi beni. Hatta belki de henüz askere gitmeden baş-göz olurdum. Bunları geceleri damın üzerinde yıldızları gözleyerek, kurt, çakal ulumalarını dinleyerek hayal eder, kurgulardım. Heyecan duyardım, sabırsızlanırdım. Babama artık büyüdüğümü kanıtlamak için gizli gizli traş olur, var gücümle bağda, bostanda, tarlada çalışırdım. Okula gitmek nasip olmadı. Bizim aileden hiç kimseye nasip olmadı, hep çalıştık. Sebze maşalası yapardık, kütük sökerdik. Bizim köylükler ormanlıktır, kışlık odunumuz için odun kesmeye ormana giderdik. Artık bıyıklarım terlemeye başladığında aynı işleri başkaları için yevmiye ile yapmaya başlamıştım. Ellerim hiç kalem tutmadı, tutacak bir inceliği de yoktu gerçi. Odun kütüğüne benziyordu, öyle hantal ve biçimsizdi. Bir de köyde geçen o kış günleri gözümün önünde bir zulüm gibi canlanıyor. Zulüm gibi diyorum, çünkü bende o izlenimi bıraktı. Yollar en az 3 ay boyunca kapalı olurdu ve biz damlarımızda hayvanlarımızla beraber dış dünyaya tamamen kapalı olarak yaşardık. Tabii ki buna yaşamak denirse. Soğuk olurdu. Geceleri toprak damlı evin engine bakan penceresinin buğulanmış camlarını silerek dışarının karanlığını ve gizemli sessizliğini dinler dururdum. Hiçbir şey kıpırdamaz, her şey kara ve ayaza teslim olmuşluğun ürküntüsünü ruhuma taşırdı. Hüzünlenirdim. Bir varmış bir yokmuşla başlayan bazen içime korku ve ürperti salan bazen de beni rengârenk, tayflı, ışıl ışıl yakamozların göz kırptığı, birbirinden güzel peri kızlarının salındığı uçsuz bucaksız bir hayal âlemine savuran upuzun kış gecelerine taşırdı. Bu upuzun kış geceleri! Kerem ile Aslı’yı mı desem Tahir ile Zühre'yi mi? Battal Gazi’nin gâvur Bizans'a karşı nasıl kahramanca savaştığını mı? Ya Hazreti Hamza? Ama beni en çok etkileyen muhakkak ki Hz. Ali’nin Hayber kalesi cengiydi! Hayber kalesinin yenilmez kahramanı Yahudi Merhab’ın kafasını çift çatallı Zülfikar’ıyla nasıl ikiye biçtiğini, 8 kişinin kaldıramadığı Hayber kalesinin kapısını tek eliyle söküp kendisine nasıl kalkan yaptığını heyecanla dinlerdim. Dışarda kar yağar, tipi savururdu. Kurtlar, tilkiler ulur, çoban köpekleri soğuk gecenin içerisinde tüm korkuya, tüm ölü sessizliğine karşı uzun uzun havlarlardı. Şimdi evlerin damları toprak değil. Kiremitle örtülü. Bu kez de köy boşaldı ne yazık ki... 120 hanelik köyde sadece 3 hane kalmış. Onlarında davar, sürü besleyecek yeterli toprakları var da ellerine üç beş kuruş bu sayede geçiyor da, onun için köyde kalmışlar. Hanıma dedim köyümüze dönelim bu koca şehrin ne havası hava ne de insanı insan. Kimse kimseyi tanımıyor. Kendi köylülerim, hısımlarım dahi birer yabancı gibiler. Ekmek
Sayfa 13 ise aslanın ağzında değil midesinde! Çıkarabilirsen çıkar. Hanım saat 13.00 oldu mu çekip gidiyor, gece yarısı 24.00’de 01.00’de geri geliyor. Balıkçı restoranında bulaşık, temizlik yapıyor. Ev kira! Ben ise 3 ayda cüzi bir yardım alıyorum. Para yetmiyor. Elinizi öper 16 yaşında bir oğlum var liseye gidiyor ama o cep harçlığını, masrafını kendi çabasıyla çıkarıyor. Oldukça çalışkan. Bir markette okuldan arta kalan zamanlarında çalışıyor. Hafta sonları da pazarda sebze, meyva satıyor o market hesabına. Ben işte görüyorsun parklarda, caddelerde gezinip duruyorum. Evde oturamıyorum, içime sıkıntı, daralma giriyor. Köyüm, koyunlarım, ineklerim aklıma geliyor. Hanım , “ köy buradan da beter! Senin üç ayda eline geçen para anca çaya, şekere yeter. Sonra ne yaparız biz o allahın yabanında ?” Yani anlayacağınız hanımın gözünde güzel köyümüz artık bir ‘yaban’ ! Bir zamanlar ben de köyümüzde geçen günlerimi ‘zulüm’ olarak değerlendirirdim. İşte buraları gelip gördükten, buraları yaşadıktan sonra nasıl da yanılmış olduğumu fark ettim, iyice anladım, ama iş işten geçtikten sonra! Şimdiki aklım olsa gelir miydim buralara hiç? Adı büyük şehir! Adı batsın! Benim hanım burada en kötü şartlarda çalışmaya razı yeter ki köye geri dönülmesin! Eh... Biz de dönmüyoruz işte. Evlerimiz köy yerinde bakımsızlıktan viraneye döndü. Para da yok ki ara sıra gidip kalayım, uğraşayım, didineyim kendi çapımda. Gökyüzünde bir şimşek çaktı, park yeri olduğu gibi aydınlandı ve sonra karardı. Gri Bulutlar birbiri üzerine yığıldı giderek. Güvercinler, kargalar, serçeler, martılar hızla uçup gözden yittiler. Sonra gök delinmişçesine yağmur indi. Öyle bir iniş indi ki hemen seller kalktı, asfaltlar bir anda göle döndü. Bu rahmet bir felaketin habercisi olmaya başladı giderek. Evleri seller götürdü, insanları en çok da kadın ve çocukları canavarlaşan sular yuttu. O uçsuz bucaksız tarlalardaki ekinler, damlardaki sayısız davarlar telef oldu. “Ellerim her şeyi yaşadı” diyordu adam. Ellerine baktıkça geçmişi görüyordu. Ellerine baktıkça geleceği de görüyordu. Gecenin bir vakti yatağından doğruldu. Karışı gelmiş diğer odada çoktan uyumuştu. Şimşekler hala gürlüyor, ortalığı ara sıra gündüz gibi aydınlatıyordu. Yağmur ise gerçekten acımasızdı. Yağdıkça yağıyor yeni yeni felaketlerin sellerini hazırlıyordu. Gecenin bir vakti yatağından doğruldu ve “Kesmeyin, kesmeyin ağaçları kesmeyin” diye mırıldandı kendi kendine. Sanki her kesilen ağaç yeni bir felaket hazırlıyordu. Uykusu kaçmıştı, öylece pencerenin yanına ilişip karanlığı, yağmuru ve ağaçlardan kopup gecenin derinliklerine yayılan ürpertici bir ağıtın iniltilerini dinlemeye başladı.
YAVUZ AKÖZEL 10 Kasım 2014,Urla
Emeğin Sanatı 162. Sayı
ŞİİR HAİNİ Nazım'a ince selamlarımla...
Evet, şiir hainiyim, siz şiirperverseniz, siz şiirseverseniz, ben şiir hainiyim. Şiir, ahbap-çavuş ilişkilerinizse, hemşehrim-köylüm kayırmacılığınızsa şiir, şiir, kirli klikleriniz, çirkef klanlarınızsa, şiir, el altından takas ettiğiniz sahte ödüllerinizse mürit-mürşit yaltaklanmalarınızsa şiir, şiir, mikro iktidarlarınız, mikro vicdanlarınız, mikro beyinlerinizse, ben şiir hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: Serkan Engin şiir hainliğine devam ediyor hâlâ.
SERKAN ENGİN 2007 - ∞
Sayfa 15
PARAMPARÇA DOĞANLARIN BEŞİĞİNİ ÖZGÜRLÜKTEN YONTUYORUZ Paramparça doğanların Beşiğini özgürlükten yontuyoruz Sese binmiş bir yılkıyız Gök kuşağına bugünlerde Evrenin yıldızlarına Işıklar dikiyoruz Kana değil aydınlığa dökülüyor ırmaklar Şiirler güçlüdür zorbalığınızdan Biliyoruz Sizi yeneceğiz ey zulüm Ey aşksız önerme Ey tarihsiz var oluş Bebeklerin gülüşleri çay demliyor çağlara Bu davete feda bizim ömrümüz Sunmaya geliyoruz
BÜLENT AYDINEL
Emeğin Sanatı 162. Sayı
KISIR DÖNGÜ
Necmettin YALÇINKAYA
Genç adam önce ayakkabılarını çıkardı, ardından çoraplarını, sonra pantolonun paçalarını dizlerine kadar sıyırdı... Çıplak ayaklarını suya bıraktı. Aşağıdan yukarıya bir ferahlama sardı vücudunu. Su soğuk, dingin ve berraktı. Güzelim alabalıklar resmigeçit yapıyorlardı. Balıklara uzansa dokunacakmış gibi bir hisle öne doğru bir hamle yaptı, sonra vazgeçti. Ördekler genç adamın önüne gelerek durdu. Duruşlarında bir heybetlilik vardı. ‘’Bizler dilenci ördekler değiliz’’ der gibi, hep bir ağızdan şakımaya başladılar. Genç ördeklerin disiplinsizce oraya buraya sıçramaları, ördekler senfoni orkestrasının daha fazla şakımasını engelledi. Gençlerle birlikte diğer ördekler de birbirleriyle oynamaya başladı. Suya dalıp çıkıyorlar, silkeleniyorlar ve bir daha dalıyorlardı. Sağa sola bakınarak aheste aheste diğer köşeye doğru yüzmeye başladılar. Ilık bir yel esti. Suyun yüzü buruş buruş oldu. Genç adam olmadık düşüncelere dalmıştı. Gözleri çok uzaklara kilitlenmiş, düşünceleri suyun buruşukluğuna dalıp dalıp çıkıyordu. Balıkları ve ördekleri çoktan unutmuştu. Çevresinden olup bitenlerden habersiz uzakları yakınlaştırıyordu.
Sayfa 17 Doğduğu, büyüdüğü hatta ilk âşık olduğu yer olan ve sabahları denizin usul usul dalgalarıyla kıyıya bıraktığı yosun kokusu ve o küçük balıkçı kasabası geldi aklına. Güneşin henüz ışınlarını sakladığı sabahlarda balığa çıktığı anları canlandı, kilitlenmiş gözlerinde. Sonra mücadele yılları, cezaevleri, tutsaklığı, kendisiyle aynı sevdayı paylaşan yoldaşları ve dağları... En çokta dağları özlüyordu... Yalnızlığına yoldaşlık eden, sırrını verdiği, sevda türküleri bestelediği, kendisini düşmandan ve her türlü kötülükten koruyan dağları özlemişti. Sevdiği ne kadar güzellik varsa ardında bırakıp terk etmişti oraları. Şimdi geri dönüşü zor olan bir yolun henüz başındaydı. Kendisini yalnız ve terk eden değil, terk edilen olarak hissediyordu. Direnci kırılmış, sevdaya küsmüş, özgüvenini yitirmiş, hırpalanmış, çaresiz bir hâldeydi şimdi. Yoldaşlarını düşünürken hüzünlendi. Hüzünlendikçe duyguları ıslandı. Şimdi içinde tuzlu zehir zemberek ırmaklar akıyordu. Dokunsalar ağlayacaktı. Yağmur yüklü bulutlar gibiydi. İçindeki yükünü boşaltsa, ırmakları dışarı akıtsa rahatlayacaktı belki de. Yap(a)mıyordu. Duyguları almış başını gitmişti, dizginleyemiyordu. Derin bir of çekti. Göğsü çenesine değecekti neredeyse. Ardından derin bir of daha... Ayağa kalktı. Ayakları ıslaktı. Kendisinden daha önce haberi yokmuş gibi üstüne başına baktı. Sonra telaşlı telaşlı çevresine bakındı. Çok şükür kimse yok dercesine rahat bir nefes aldı. Tekrar oturdu ve ayaklarını çevreye bakınarak tekrar serin suların koynuna bıraktı. Duyguları karma karışıktı. “Gitmekle", "kalmak" arasında Rus Ruleti oynar gibi içten içe kendini yiyordu. Ne yapacağına dair karar veremiyordu. "Kısır Döngü" dedikleri bu olmalı diye düşündü. Ne yapmalı? Ne etmeliydi? Bu beladan nasıl kurtulmalıydı? Bilemiyordu. "Avrupa, Avrupa" dedikleri buymuş meğer. Avrupa; insanı bitiren, insanı atıl konuma getiren, eritip şekil değiştirten, anlaşılmaz zor bir durumdu... İçine düştüğü bu düşüncelerden sıyrılmak, vazgeçmek istiyordu. Ama başaramadı. Aynı düşüncelere dalıp gitti gene. Bu kez üzüntüsü kat ve kat artmıştı. Her şeye boş vererek, tanımadığı, daha önce bilmediği yeni bir yaşama merhaba demek, işin kolayına kaçmayı kendine yediremiyordu. Böyle bir davranış şekli seçtiğinde kendine ihanet ettiğini düşünüyordu ve kendini bir ihanetin içinde görmek istemiyordu. Acele toparlanmaya başladı... Ayakkabısının son bağına düğüm atarken irkildi. Sanki ayakkabıya değil de, düğümü kendi boğazına atıyormuş gibi oldu. Boğazının sıkıldığı, renginin soluduğu ve damarında kanının çekildiği duygusuna kapıldı. "İpim çekildi, kalem kırıldı, gitmeliyim buralardan." dedi yüksek bir sesle. Kendi sesine kendisi irkildi. Çevresine bakındı, kimse yoktu. Su durulmuş, balıklar derinliklere çekilmişti, ördekler hâlâ köşelerinde öylece duruyorlardı. "Buralardan gitmeliyim; kekik kokan, yürekli türkülerin söylendiği sümbüllü dağlara... Gitmeliyim” diye tekrarladı. Kendisine vermiş olduğu bu karar genç adamı rahatlatmıştı. Ayrıldı sudan, balıklardan ve ördeklerden. Kendini Zürih şehrinin caddelerinde, kalabalık insanların arasında buldu... Anlamsızca izlemeye koyuldu çevresini. Yanından hızla geçip giden arabalara ve tramvaya bakakaldı.
Emeğin Sanatı 162. Sayı Koştururcasına hareket eden insanlar, mağazalar, tüketim çılgınlığı ürkütmüştü onu. Oradan kaçar adımlarla, dilinde bir şiir ile uzaklaştı:
"Gün yenilgilere Yanılgılara Olsa da gebe Yaşanmaya değer gene de… Biliyorsun Aydınlığa gebe bu karanlıklar." Genç adam karanlığı yenmek için bir ışık oldu aktı...
NECMETTİN YALÇINKAYA (MENDİL SEN KOKUYORDU Kitabından)
BARIŞA Ah kadersiz halkların karakutusunda saklı sırlar! Ah avucumun ayasında ki o uzun yol! Ah umudun karanlık sabrını örtünen analar! Ah çığlığı gaz yağı lambasının fitilinde ışıyan gelecek güzel günlerimiz!
Yaşlı gramofonun iğnesinde cızırdıyor zaman Gözlerinin mavisinde Anka'yı arıyor gene bütün kuşlar Dört bir yana savruluyor acı Yanıyor, haritada hiç yer almamış o büyük ülke...
TEMEL KURT
Sayfa 19
RESİM: ADNAN DURMAZ
GÖZLERİMİZ MEŞALE Kirpiklerimin arasından süzülen bakışlarımı tutuşturuyorum birer meşale güneşle kaplıyorsun sesini dağıtıyoruz saçlarımıza sokakları terimiz özgürlüğümüz ekilen tohumla düşlerde ve heryerde dallardaki tomurcuğun taze kokusudur umut yakındanda yakın doğan güneş
Yürekleri dağlaya dağlaya yudum yudum ve gün gün sonsuza taşıyorum içimi ısıtan baharı duyuyorum karanfil olup açanların yeridir yüreklerimiz..
BURCU TÜRKER
Emeğin Sanatı 162. Sayı
BİR DAHA KOBANÎ İÇİN İrfan SARİ bu gün ilk defa üşümenin ne felaket olduğunu öğrendim evvelce fırtınalar görmediğimi sanmayın ama ülkemde kocaman düşmanlarla savaşan çocukları düşündüm evlerin kapısı bomba sokak şarapnel ve kötü köpeklerin ölüm kokusu yayılıyor ajanslara mutlak savaş tanrıları artık yaşlı hayaller içinde bilmem hangi sınırları hangi bekçiler tutacakmış
Sayfa 21
barut haceti içinde her yer çocuklar anayurdunda anadilleriyle savaşıyor mezar taşlarına sahip çıkacak ölüme fırsat vermeyeceksin çikolata sever gibi yaşayacak hiç üşümeyeceksin sıkı giyin çocuk ben yokum kanayınca yaran azınca sevdan saramam ciğerime koyamam ruhumuza daha fazla yalnızlık düşer bileklerimizde kan damarları ama günün ilk tozlarıyla olasılıktır özgürlük yağmur yağıyor şimdi şehre orada bir yolculuk hali ve brandadan çadır balçığa çakılmış göç ve asırlardır sevdiğim muhacirim ezîdî bir muhacirin uzun olur gözyaşları kürt gibi çevrilmiş tuzaklar içinde tanıklıkları vardır zincirsiz azılı köpekler gezinir topraklarını cennet insan kesmenin vaadi ölümüne dövüşerek gülümseyerek marş söyleyerek kazılır mezarları
Emeğin Sanatı 162. Sayı
ve faşizm açık ara faşist hadiseler sürülüyor köyler kentler şehirler gözyaşları eşit pay ve dünyaya gerçek etkileri milyon dolarlık yalanlar kendi toprağında mültecisin işte üzül istersen istersen bir kasaba otelinde elini ciğerine at ve sök yerinden ya da bir kalaşnikov namlusuna söyle sırrını ölümü kovala öldüreni kov kafa koparanı kopar topraklarından
İRFAN SARİ DEĞİŞİR DEVRAN Korku süzülmez susmalarımdan, aldanma, gözlerim iki ölü ışık yuvası. Ormanıma dalmış yabandır, dalından yakılmış rüzgar, boşuna değil, saçlarımda sonbahar. Buluttan beslenir toprak yarına yürür bağbozumları. Değişir devran, doğum sancısı gibidir muştusu, ufka saplanmış bıçaktır, umudun bilediği. Şafağı beklemez dalar, dört taş duvarıma beyaza kesilir zindan, eğmem başımı, sen, geç rüzgar zorbanın namlusundan havalansa da alıcı kuşlar…
NECİP TIRPAN
RESİM: ADNAN DURMAZ
Sayfa 23
HAYATIMIN SÜRÜNGENLERİ Haldun HAKMAN
Sordum: bu hükümsüzlük neden Parmaklarını çıtlatmayı sürdürdü Gözucunda yuvarlanan hüzündü. Sabaha dek koynumda ısın, dedim Parmaklarını çıtlatmayı kesti Kuru dudaklarında gezinen diliydi. N'olur bu çocukların hali? Hepsi umarsız yaşıyor Derken tam sırasıydı öptüm. Üzünç çatladı, yarıldı, ıslak dudaklarından döküldü Kartopuydu yuvarlandı ciğerlerime Kupkuru bir öksürük ve sızı kaldı göğsümde.
Emeğin Sanatı 162. Sayı
Teşhis: Çağdaş adıyla anılan umarsız bir sevdaydı Acı dedi bir hayat boyudur Kısacık mutları gezdiren bir kertenkele Duvar üstlerinde bir imaj. Sonra, hep acıyı bir kertenkele gibi gördüm; bir sürüngen Bir yaratık; eski çağlardan bir şeyler anımsatır Çocuksu o mut'ların güneşiyle eritilen kartoplarının Denizde biçimlenmiş halidir acı hep. Deniz her zaman acıyla saldırdı yüreğime Köpüren izler acıdan artakalanlardır Antik kalıntılar gibi doldurur gözuçlarını Bir gün bana sorulacaktır; bu hüküm neden? Diyeceğim ki; tüm sorular hükümsüzdür! Bu çağda tutuklu, tersyüz edilmiştir tutuksuz yaşayanın, deyip Duvar üstlerinden gülümseyen bir imaj bırakacağım: Şiirlerimdir onlar! Sürüngenleridir hayatımın!
HALDUN HAKMAN
Sayfa 25
MAZİ- IŞIKLI YOL
Muhammet DEMİR
Küçüktüm... Işıklı yolda yol aldım... Hiç büyümedim... Küçüktüm evet. Şehre inmiştim arkadaşlarla. Okul ödevimiz vardı. Batılılaşma mevzuunda. Kütüphane şehirde idi. Kalabalıktı. Her yer kalabalık. Ben küçüktüm ve hepten küçülmüştüm sokaklarda. Herşey ne kadar heybetliydi. Korktum. Kaçtım. Küçüktüm evet. Toydum. Alışık değildim. Hâlbuki emeklemeden, yürümeden, koşmadan önce bisiklete ve tekerlekli patene binmeyi öğrenmiştim. Bisikletimle hızla yokuş aşağı inerken önce bir elimi sonra diğer elimi, ellerimi bırakmayı öğrenmiştim. Rüzgârın vücudumu yalayıp geçmesinden, dişlerimin sızlamasından hoşlanıyordum. Mizacımın aksine hiza tutkundum. Bu anlarda hiç düşmedim... Kente bir kez daha gittim. Bir daha, bir daha. Artık büyümeliydim. Sonra şehirden şehre, ülkeden ülkeye gittim. Oradan oraya sürüklendim. Yaşıma göre çok yüksek yerlere kadar çıkıp, binlerce kişinin kaderini kendi kaderimle bütünleştirdim. Hiç kimseyi kendi emellerim için zorlamadım. Ama hep toydum, amatördüm. Hep inanmış ve hep hırpalanmış...
Emeğin Sanatı 162. Sayı Buradayım şimdi. Bu vadide. Gözlerim hep ufukta. Serüvenlerimde... İstanbul’da, bizim ona onunda bize layık olduğu bu kahpe şehirde buluşurduk sıklıkla. Kimi Arnavut, kimi Çengel, kimi Kadı, kimi Yeşil, kimi Bakır, kimi Ata, kimi Eren, kimi Yeni, kimi Mecidiye, kimi Vani, kimi Polonez, kimi Boğaz, kimi Alibey, kimi Küçük, kimi Has, kimi Bahçe ön ismi verilmiş olan ve sonu köy ama kendisi köy olmayan yerlerde ihtilalciler olarak toplanır ve adeta saçmaya kadar tartışır asgari müştereklerde anlaşır ve tekrar kendi evrenimize dönerdik. Gorki gibi bizim üniversitelerimizde bunlardı bu toplantılar, tartışmalar ve bu eylemler. Ne çok şey öğrendik ve öğrettik birbirimize. Ne yüce gönüllü insanlardı onlar, yoldaşlar. Yârin yanağından gayri herşeyi paylaşırdık. Haydarpaşa garında inerdim trenden eski Türk filmlerindeki gibi garın kapısından çıkınca önce deniz karsılardı beni. Hep sabahtı. Sabahın serinliği, iyot kokusu, martılar, güvercinler ile kösedeki simitçi. Sıcacık simit alır ve vapura doğru hızlı adımlarla ilerlerdim, buluşacağımız köylerden birine doğru, yahut İstanbul’daki mabedimize giderdim. Feribotla Sirkeci’de iner, tramvaya biner Beyazıt, Laleli ve önce hep çorbacıya uğrardım. Meşhur işkembe çorbasından içerek içimi ısıtırdım. Sonra dostların arası, dostların sofrası. Kartal'da inmiştim bir seferinde denize doğru tek tuk insanlarla ilerlemiştim. Hepimiz ayni hedefe yürüyorduk ve hepimizin ortak bir sırrı vardı. Hepimizin istediği emel ayni emeldi. Daracık sokaklar, kahvehaneler, kadınlar, erkekler. Simit, cay ve hayata akis hep beraber. Alanları doldurup, halaya durmak. Sokağa taşımıştı bir gurup arkadaş tiyatroyu. Hayat ise tiyatro değildi. Onlarda tiyatro yapmıyorlar mevcut durumu eleştiriyorlardı teatral olarak. Haksızsam haksızsın de. Ne yüce gönüllü insanlardı onlar ve oradakiler. Bir seferinde ise Maltepe'de inmiştim. Sabah serindi, öğleye doğru sıcaktı. Kayalıklarda denize bakarak vakit geçirdim, sahilde uzun uzun dolaştım gün boyu. Aksam ilk trenle kaçmıştım kendi evrenime. Taksimdeydim bir defasında. Sanki milyonlardık o anda. Alana akıyorduk. Çatışa çatışa halaya durmuştuk... Haydarpaşa. Eminönü, Sirkeci, Gülhane, Sultanahmet, Çemberlitaş, Beyazıt, Laleli, Aksaray, Yeni Cami, Mısır çarsısı, Kapalıçarşı, Cağaloğlu, Gülhane, Sultanahmet, Topkapı, Kumkapı. Galata köprüsü, Karaköy, Galata, Tünel, İstiklal Caddesi, İstiklal caddesi, Çiçek pasajında dinlenme ve Taksim, Kazancı yokuşu, Cihangir, Sıraselviler. Şehzadebaşı, Vefa, Fatih. Harem, Kadıköy, Fikirtepe, Çamlıca tepesi. Yenikapı, Koca Mustafa Paşa, Yedikule, Zeytinburnu, Yeşilköy, Florya, Küçük çekmece, Halkalı, Bağcılar, İkitelli, Bayrampaşa. Kumkapı, Kadırga, Ayasofya, Yerebatan, Piyer Loti, Dikilitaş… Asya'dan Avrupa'ya ve Avrupa'dan Asya'ya asma köprüler. Boğaziçi ile Fatih köprüleri. Camiler, Kiliseler, Sinagoglar ve Topkapı sarayı. Terenler, Vapurlar, Tramvaylar, Otobüsler, Dolmuşlar, Tabanvaylar... Bulvarları, caddeleri ve en önemlisi arka sokaklarıyla İstanbul. Bir zamanlar bir küçük adam dolaştı üzerinde ve doyasıya tepindi, yasadı. Gizli matbaalarında dizgi yapıp, kâğıt, mürekkep kokularını içine çekti. Gazete, dergi, parti, dernek, sendika bürolarını tek tek dolaştı. Cay ocakları, lokaller, birahaneler ve kahvelerinde isçi önderleriyle cay içip ihtilal örgütledi... Duvarlarına koca koca kızıl harflerle yazılar yazdı, afis astı, üst
Sayfa 27 geçitlerinde pankart sallandırdı. İşkence odalarında, hücrelerinde direndi. Adliye koridorlarında bekledi. Esnaf lokantalarında çorba, kuru fasulye pilav yedi. Berberlerinde sac trası oldu. Eskiyen pabucunu tamir ettirdi. Bit pazarlarını dolaştı. Zapatista'ları selamladı soğuk bir Ocak sabahı. Kimi zaman kuytuluk bina köselerinde sabahladı. Parasız kaldığında iftar çadırlarında karnini doyurdu. Gizli gizli cop bidonlarını karıştırdı, pazar yerlerinde artıklarda yiyecek aradı. Bayrampaşa da bir tekstil atölyesinde iş bulup çalıştı. Gidecek yeri yoktu, balya çuvallarını yorgan yastık yapıp sabahladı. İlk haftalığını alınca karnini tıka basa doyurdu. Hâlbuki nice açlık grevlerinden dolayı açlığa alışkındı. Simdi ayaktakımıydı o da hep haklarını savunduğu ve ihtilale kazandırdığı kadın ve erkekler gibi. Artik ben de onlar gibi düşünüyordum. Değil miydi bir kulübede saraydakinden farklı düşünülür. Eskiden farkına varmasam da ayaktakımını hakir gördüğümün ayırtına vardım. Çünkü simdi bana da bu zamanlarda sokakta diğer insanlar hakir olarak bakıyordular. Bu aşağılanmayı ta iliklerime kadar hissettim, gururlandım ve gülüp geçtim... İstanbul’da son yemeğim sokakta bir satıcının bisiklet tezgâhında buğusu üstünde olan pilav ustu nohut yemek oldu. Tek başınaydım. Ama yalnız değildim. Sonra bir nakliye kamyonunun arkasında kaçak olarak bu kahpe şehri terk ettim... Simdi burada bu vadide çocuklarım ve hayat arkadaşımla birlikteyim. Birazdan hayat arkadaşımın tatlı sert sesi beni bu içine daldığım geçmiş serüvenimin içinden sıyırıp alacak ve ailecek sevdiğimiz bol tereyağlı peynir eritmesini lokmalarımızla tüketme telası içerisinde olacağız. Bu vadide biz bizeyiz. Çünkü biz bir aileyiz.
MUHAMMET DEMİR
NEHİRLER Halkın yüreğine akan nehirler Oradan çağlayan olup gelirler
SERVET BAŞÇI
Emeğin Sanatı 162. Sayı
ÇOCUKLUK ah yok içimde size karşı kimseden saymıyorum da korkmakla da bir ilgisi yok kendime kızıyorum sadece hepsi bu çocuklar kandırsın istiyorum bir tek beni bir tek çocuklar azarlasın istiyorum belki milyonlarca çocuk için de çocuk olmakla da bir ilgisi yok bunun bir ben değilim elbette çocuk sizi çocuk yerine koymuyorum da korkmak mı? ne korkutabilir ki beni! çocukların ağlamasından başka hep bir arada büyünmüyor işte bizim de boyumuzu aştı yalnızlık bir tek onlar korkup ağlamasın ah öleyim de size ölüm kalmasın
MERİÇ AYDIN
Sayfa 29
GÜNEŞ BALÇIKLA SIVANMAZ Asım GÖNEN “Taşı oyan suyun şiddeti değil devamlılığıdır.” Sanıyorum bu özlü söz Oya Baydar’ın “Evrensel Kültür”ün temmuz sayısındaki görüşlerini eleştirmemde en uygun ifadelerden birini oluşturmaktadır. Çünkü yaşamı değiştirme mücadelesi, hangi sınıf için zorunluluk ve ihtiyaç haline gelmişse, o sınıfın uzun soluklu mücadelesi ile başarılacak bir gerçekliktir. Çünkü temel sorun ve temel çelişki, içinde bulunduğumuz yaşamın işleyiş biçimidir. O biçim, kimi rahatsız ediyorsa, eninde sonunda o yaşamdan kurtulma ve yerine uygun olan yaşam biçimini kurma da onun görevidir. Onun dışındaki yan etkenlerin desteği elbette inkâr edilemez ama konumuz bu değil. Bu sınıfın dışında ikinci, üçüncü derecedeki sorunlardan rahatsız olan herhangi bir katmanın bu sorundan kurtulmak için vereceği mücadele, ne sorunu temelden çözer ne de temel sorunun çözümü için uzun yolları aşmaya elverişlidir. Bu anlayışla “Evrensel Kültür” dergisinin 2014 Temmuz sayısındaki Oya Baydar’ın ‘Sınıfın ihmal edilmesinin maliyeti’ adlı dosya konusu ile ilgili yazısına değineceğim. Dosya konusu olarak sınıfın ihmal edilmesi, bu durumun sınıf üzerindeki olumsuz etkileri, hem sendikal, hem siyasal düzlemde verilen mücadelelerin yeterince ivme kazanamamasının nedenleri, dağınıklık ve yetersizliklerle ilgili bir çalışma hedeflenmiş. Verilen yanıt işçi sınıfı üzerinde yaratılan olumsuzlukların bütününü kapsayan bu temeldeki gerçeklikleri bilimsel özünden koparmayan bir yapıda olmaması gerekirken, bence o olumsuzluklara
Emeğin Sanatı 162. Sayı katkı sunan, o olumsuzlukların nedenlerinden olma biçimindeki düşünceleri sahiplenir nitelikleri içeriyor Oya Baydar’ın çalışması. Yani sınıfın ihmali ve bunun sakıncalarını belirleyip çözümler üreteceği yerde, ihmali ve sakıncalarını savunur konumda bir yazı örneği ortaya konulmuş. Hemen girişteki paragraf şöyle:
“1960, 70, 80’lerde, (sosyalist) devrime ve sosyalizme yürekten inanan bizler, işçi sınıfı yönüne ayarlı sınıf pusulasını elimizden, dilimizden düşürmez; yorumlarımızdan, yazılarımızdan, eylemlerimizden eksik etmezdik. ‘İşçiden, işçiden yana esiyor yel’ diye söylerdik türkülerimizi, ‘İşçi sınıfına selam, selam yaratana!’ diye gür sesle haykırırdık. ‘Emek sömürüsü’, ‘artıdeğer’, ‘sınıf mücadelesi’, ‘işçi sınıfının enternasyonal dayanışması’, ‘proletarya devrimi’, ‘burjuva demokrasisi’… daha onlarcası, dünyayı, tarihi ve kendi kimliklerimizi “sınıf” kavramıyla açıklamanın işlevsel araçlarıydı.” Hemen bu girişten anlaşılacağı üzere, bütün bu olgular yanlışmış gibi bir anlamı çıkarıyor ortaya. Sayın Oya Baydar’ın ifade ettiği ve daha da etmek istediği bu gerçekliklerden hiçbiri günümüzde önemini yitirmiş değildir. Önemli olan onun bu görüşlerini niye değiştirdiğidir. Çünkü durum Oya Baydar’a göre artık yukarıda ifade ettiği gibi değildir. Ona göre işçi sınıfı yaşamı değiştirme gücünü ve özelliğini yitirmiştir. Elbette tarihsel yeni koşulların yeni teori ve pratiklerini, buna uygun değişiklikleri, günümüz mücadelesinden kopararak yazmıyorum bunları. Ne değişti dünyada Sınıflar mı, sömürü mü ortadan kalktı? Dünyayı kan gölüne çeviren, açlık, sefalet, savaşlar ve işsizliği yaratanlar mı bu konumlarını değiştirdiler? Bu olumsuzluklarla mücadele edecek olan ve bu olumsuzluklardan son derece rahatsız olan ezilenler mi ezilmekten kurtuldular? Elbette kapitalizm eski kapitalizm değil. Daha büyük bir canavarlıkla ezdikleri o büyük kitlenin kanını emmeye devam ediyor. Yani burjuva, ulusal tekelci rakipler sermayelerini tekeller bazında birleştirerek ve dünyayı da tek ülke konumuna dönüştürerek, tüm dünya kaynaklarını daha büyük bir güçle sömürme aşamasına geçtiler. Bu biçimde bir beraberliği oluştursalar da özünde onlar düşman kardeşlerdir ve savaşı, açlığı, gerici üretim çıkarcı paylaşımı yapılarında taşımaktadırlar. Sayın Oya Baydar bu devasa gücün karşısına tüm dünyanın birleşik emek güçlerini koyacağı yerde, devamlılığı olmayan ikinci veya üçüncü derecedeki sorunlardan rahatsız olan ve sınıf özelliği olmayan bazı unsurları çözücü güç olarak ileri sürüyor. Temel sorunların çözümünü devre dışı bırakarak, tek başına hormonlu gıda veya çevre sorununu ele alan bir mücadele biçiminin, toplumsal sorunların çözümü için yeterli olmayacağı açıktır. Ayrıca temel sorun çözülmeden, bu tür sorunların çözümü de olanaksızdır. Yine bu tür sorunların çözümü için mücadele eden unsurların mücadelelerinin sonuca gidene kadar devamlılığı olamaz ve yapısal özelliği de buna aykırıdır. Oya Baydar, emek-sermaye çelişkisinin, sınıf mücadelesinin bittiğini ileri sürerken, yaşamı değiştirecek yeni gücün kim olduğunu net olarak ortaya koymuyor ama bütün bunlar böyleymiş gibi görüşler ileri sürüyor. Bu görüşlerin yaşamda somut karşılığı yoksa bir anlamı da olamaz.
Sayfa 31 Açıkçası, Oya Baydar yazımın devamından da anlaşılacağı üzere, dosya konusuna sadık kalarak işçi sınıfının ihmal edilme nedenlerini ve bunun sonuçlarını ortaya koyacağı yerde, ihmal edilme nedenlerini savunur durumda bir çalışma örneği sunuyor. Herhalde işçi sınıfının dağınıklığı kimin çıkarına uygunsa, bu dağınıklığın olması için kim elinden geleni yapıyorsa, o sınıfın alkışlayacağı bir teori koyuyor ortaya.
“…Geçmiş 1 Mayıslardan birinde yazı yazmaya oturduğumda; yazılarımda proletarya, işçi sınıfı, sömürü sözcüklerini ne kadar az, ; buna karşılık mağduriyet, muktedir, etnik kimlik, ötekileştirme sözcüklerini ne kadar çok kullandığımı fark ettim” Bu açıklama, bir özeleştiri değil, işçi sınıfının belirleyici gücünü böyle bir gerçeklikten hareketle inceden inceye çarpıtmaktır. Diyelim ki, öne çıkan yeni sorunlar var. Bu sorunların gerçekten, ama gerçekten çözümü işçi sınıfının örgütlü ve çağdaş gücünden bağımsız düşünülebilir mi? Ya da bu sorunları uluslararası tekellerin varlığından ayrı düşünmek mümkün mü? Küresel tekellerin gücü ve eylemleri karşısında küresel emek güçlerinin birliği her türlü sorunun çözüm anahtarı değil mi? Eninde sonunda karşıtların mücadelesi bu noktaya kilitlenmeyecek mi? Bir tek petrol şirketinin ekonomik gücünün Türkiye’nin gücünün kırk katı olduğu söyleniyor. Bu gücün hegemonyasından yeryüzünü ve ülkemizi kurtaracak başka bir güç var mı acaba? Bakın şimdi: “Sınıf kavramı(ve bu kavramdan türeyen bir dizi temel kavram ve sosyolojik, ideolojik ve psikolojik duruş) bugünkü düşünce, yazın ve eylem tahayyüllümüzde eski yerine sahip değilse, yel artık işçiden işçiden yana esmiyorsa, bunda, taşıma rüzgarla değirmen döndürülemeyeceği gerçeğinin payı yok mu? Sınıfı inkar etmek, sorunların çözümünü de inkar etmektir. Yel, eninde sonunda işçiden yana esecektir. İşçi sınıfı kapitalist, emperyalist sistemin en dinamik ilerici sınıfıdır. Ama bu sorunlar elbette Oya Baydar için önemli değildir. Oya Baydar açısından sınıfı ihmal etmek bence burada tam da ifadesini buluyor. Yani sınıf ideolojisine bağlı olmak, doğrudan doğruya taşıma suyla değirmen döndürülemeyeceği ifadesinde kullanılıyor. Peki değirmeni döndürecek su nedir? Hangi suyun değirmeni amaca ulaşana kadar döndürme gibi bir sürekliliği vardır? Bu zorluğu ve zorunluluğu kim göze almak zorunda kalacak ve alacaktır?
“Özellikle sınıf söz konusu olduğunda, teorinin araçsallaştırılmasının sonucu olan mekanik yorumlar kadar, teorinin tarihsel süreçte değişme, gelişme özünün bir yana bırakılması da meseleyi geliştirici şekilde ele almamızın önünde engel oluşturuyor.”
Emeğin Sanatı 162. Sayı
Sınıf söz konusu olduğunda, engel olan şey gelişme ve değişme karşısında araç haline getirilmiş olan mekanik yorumlar. Yani suyun değirmeni döndürememesine suyun o anki yetersizliği ve nedenleri değil de, mekanik yorumlar. Teori de buna ayak uyduramıyor tabi. Gerçekten böyle mi? Engel olan şey mekanik yorumlar mı, yoksa sendikal, siyasal alanda küresel tekellerin devasa gücü ve bu güç karşısında el pençe durmayı alışkanlık haline getiren o iflah olmaz ikiyüzlülük mü? Çünkü değişme ve gelişmenin özü, şu an itibariyle uluslararası tekellerin dünyayı hegemonyaları altına alan birleşik güçleridir. Değişme ve gelişmeden kasıt buysa ve buna bağlı olanakların yarattığı teknolojiyse, niçin teknolojinin belli bir kesimin mülkü konumuna getirilmesinin ve sömürü aracı olarak kullanılmasının özüne hiç dokunulmuyor? Tekeller tüm dünya ülkelerinde girdikleri alanlardan elde ettikleri kârı daha yukarılara çıkarmak için elllerinden geleni yaparlarken, tarım, ticaret vs. gibi girmedikleri alanları da keşfedip güçlerine güç katarlarken ve bu gücü işçi sınıfınının siyasal gücünü geriletmek için kullanırlarken, bu durumu görmeyip, suçu mekanik görüşlerle sınırlandırmak, teorinin buna ayak uyduramadığını ileri sürmek doğru değil. “Dünyanın bütün işçileri birleşin” belirlemesi önemini yitirmedi, daha da önem kazandı. Buradan hareket etmiyor Oya Baydar. Başka güçlere ve başka teorilere bel bağlıyor. Belirlediği teoriler ise yaşanan çelişkilerin çözümüne asla denk düşmüyor. İşçi sınıfının ‘kendinde sınıf’tan ‘kendisi için sınıf’a geçme ve kapitalizmin “mezar kazıcısı” olma potansiyelini 21. yüzyıl kapitalizminde aynen bulacağımızı sanmak, Marksist analiz yöntemini kavramamış olmak demektir. Değişik bir işçi sınıfı bulacağımız imasıyla, giderek tümüyle onu inkâr eden bir anlayış çıkıyor ortaya. Aynen bulamayacağımız gerçekliği altında “sınıfın potansiyeli kalmamıştır” çarpıtması yatmaktadır. “Başka çözümler ve güçlere yönelinmelidir.” İyi de nedir, kimdir bunlar? Siz günümüz işçi sınıfının potansiyel güç olma özelliğini kaybettiğine inanın, gerisi açıklamaya değmez. Acaba işçi sınıfı 19. Yüzyıldaki potansiyel güç olma özelliğini gerçekten yitirdi mi? Yoksa o dönemde o coğrafyada potansiyel güç olan işçi sınıfı, o coğrafya burjuvazilerinin emperyalist aşamaya ulaşmalarının ve kendi işçi sınıflarının mücadele riskini göze alamayacak biçimde, sömürdükleri ülkelerden aldıkları payla paylandırmalarının sonucu değil midir oradaki potansiyel güç kaybının nedeni? Bu tespit, o coğrafyaya ait olabilir ama sınıf mücadelesinin ne özünü ne de sınıfın inkârını gerektirir. Küreselleşen sermaye karşısında küreselleşemeyen emek cephesinin sınıf mücadelesi üzerindeki etkisi, irdelenmesi gereken konuların başında gelmektedir. Ama nedense bu konu görmezden gelinip, teknolojik, ekonomik, sosyolojik gelişmeler, işçi sınıfının potansiyel güç olma özelliğini yitirmesinden sorumlu tutuluyor. Gerçekten işçi sınıfı potansiyel güç olma özelliğini yitirdi mi? Yoksa üretici güçlerdeki gelişmeye karşılık, üretim ilişkilerinin durağanlığı ortadan kalktı da o da mı üretici güçlere paralel olarak gelişme kaydetti? O zaman ortada ciddi sorunlar varmış gibi davranmanın ne
Sayfa 33
gereği var? Unutulmamalı ki, Türkiye ve aynı konumdaki diğer ülke işçi sınıflarının üzerinde hem yerel sermaye güçlerinin, hem işbirliği içinde oldukları küresel sermaye güçlerinin baskısı vardır. Bu baskılar 19. Yüzyıldaki baskıları kat kat geride bırakmıştır. Mücadele, dünya çapında devlerin mücadelesi olma özelliğindedir. Bu devlerden biri gücünü birleştirme olanağını elde etmişken, diğeri, yani emek cephesi bu olanağı henüz elde edememiştir. Sorun potansiyel güç kaybında değil, sorun birincil derecede buradadır. Bu da sonsuza kadar sürecek bir olgu değildir. Tarihsel zorunluluk onları da bir araya getirmek zorunda bırakacaktır. Önemli olan mücadele önderliğinin her dönemin koşullarına göre mücadele yol ve yöntemlerini bulup uygulamaya koymasıdır. Bizlerin isteklerine göre hemen sonuca varılsın anlayışı değil, belirleyici olan nesnel koşulların vardığı yerdir. Bizlere düşen olduğumuz noktada yapılması gerekeni yapmaktır. Unutulmamalı ki tekellerin Dünya bazında birliği düşman kardeşlerin birliğidir ve çekilen acıların özü burada yatmaktadır. Uluslararası bir tekele ait herhangi bir ülkedeki bir işyerinde greve giden işçiler, neden aynı tekele ait başka bir ülkedeki bir işyerinde greve gitmezler ve diğer işçi kardeşleriyle birlikte hareket edemezler? Oya Baydar, keşke böyle bir araştırma yapsa ve buna uygun bir öykü yazsaydı.
“İşçi sınıfının , emek - sermaye çelişkisi temelindeki Marksist tanımı ağırlıklı olarak sanayi proletaryası örneğinden hareket ediyor, sınıf ekonomik üretim sürecindeki yeri ve konumuyla belirleniyordu. Teorinin bütünlüğü içinde ve dönemin koşullarında beklenen, istenen proletarya devrimi amacıyla tutarlı olan bu sınıf tanımı tek boyutlu olmakla birlikte 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyılın başlarında açıklayıcı ve işlevseldi.” Hem tutarlı, hem tek boyutlu… Çok boyutluluk nedir, kimlerdir? Herhalde Gezi Parkını dolduran yüzbinler kastediliyor. Ya da çevreciler vs... Açıklamaktan kaçındığı özü, belirsiz bir gücü ve onun yükleneceği mücadeleyi sınıf mücadelesinin önüne geçiriyor Oya Baydar. İşçi sınıfı yaşamı değiştirme mücadelesinde öncü sınıf olma özelliğini kaybetmiştir diyor açıkça. İşçi sınıfının yardımcı güçlerini işçi sınıfı geri mi çeviriyor ki işçi sınıfının yerine başka bir öncü güç yaratılıyor?
“Sonraki yıllarda hızlanan ve nitel sıçrama gösteren bilimsel, teknolojik gelişmeler sınıfın, yapısını değiştirmeye başladı.” Dikkat edelim, nitel sıçrama ve yapı değişikliğidir söz konusu edilen. İnsanın insana acı çektirmesi mi değişti? Acı çekmek başka bir kimliğe mi büründü? Asgari ücret 700 TL civarındadır. Değişen tek şey sömürünün daha da artmasıdır. Çünkü 19. yüzyılda bir işçi sekiz saatte on birim değerde mal üretiyorsa, bugün bin birim değerde mal üretiyor. Öncelikle değişimden kasıt bu olmalıdır; nitel sıçrama veya teknolojinin mülk edinilmesinin gözden uzak tutularak, sınıfın inkâr e dilmesi değil. Sınıf mücadelesini
Emeğin Sanatı 162. Sayı
günümüzde de geçmişte de sanayi proletaryası ile sınırlamak en azından Türkiye coğrafyasında asla devrimci tavır olmamıştır. Sanki öyleymiş gibi göstererek, başka kaynakları öne çıkararak, teorik çarpıtmalara girişmek, doğrudan doğruya sömürüye destek olmaktır. İşçi sınıfının öncülüğü, diğer katmaları içine almaktan kopuk değildir; hiçbir zaman da olmamıştır. Faşizme karşı birleşik cephe kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Bu olgu varken yokmuş gibi suçlamalara girmek bulanıklık yaratma amacına yöneliktir. “Konuya ilişkin önemli teorik çalışmalar yapılsa da, ‘işçi sınıfı- devrim- yeni toplumun inşaı’ bütünlüğünde köklü bir teorik temellendirmeye , revizyona gidilmedi. Bu yöndeki çabalar revizyonist sulandırma, disidanlık, vb. olarak görüldü. Taa ki 1980 ortalarında dışa yansımaya başlayan, sonunda da sosyalizm (reel sosyalizmin) yıkılmasıyla sonuçlanan sürece kadar.” O dönem için hem Sovyetler Birliğinde uygulanan sosyalizm değildir diyenlere tavır alacaksın, hem orada uygulanan yeni sosyalizmdir diyen revizyonistleri eleştirenleri eleştireceksin, hem de sosyalizm çöktü diyeceksin.(*) Reel sosyalizmden kastedilen küçük burjuva sosyalist anlayışa karşın işçi sınıfının kuracağı gerçek sosyalizm ise, o ne yıkıldı ne de yıkılacaktır. Sovyetler Birliğinde özellikle 1950 li yıllardan sonra uygulanan ne ise, yıkılan da odur. Bunu çarpıtmak ve böyle gündeme getirmek, sosyalizm iyi bir şey olsaydı çökmezdi anlayışını yaygınlaştırarak, kitleleri sosyalizmden koparmaya yaradığı kadar, burjuvazinin de ekmeğine yağ çalmaktan başka bir işe yaramıyor.
“Ezenlerden değil ezilenlerden, sömürücüden değil sömürülenden yanaydık, o saflardaydık. Bu bozuk dünya düzeninin işçi sınıfının devrimci öncülüğünde değişeceğine inanıyorduk.” Şimdi neye inanıyor Oya Baydar? Bu cümle bile neye inandığının açık ifadesi.
“Ancak varılan noktada, bunca teknolojik, sosyal, siyasal gelişmeden sonra, 19. yüzyılın klasik kalıpları içinde görmek istediğimiz devrimci sınıfı aramak hüsrana uğratır. Belki zorluğumuz bunu kabullenememekten kaynaklanıyor.” Dikkat edilirse, hep bu gelişmelerden söz edilirken üretim ilişkilerindeki aynılıktan hiç söz edilmiyor. Böylesi gelişmenin bir yandan da çürüme olduğu diyalektik gerçeği görmezden geliyor. Devrimci sınıfı aramak hüsrana uğratırmış. O zaman devrimci olmayan bir sınıf sorunları çözecektir. O da bu yazıda sözünü ettiği beyaz önlüklüler olsa gerek. Aslında yeni bir devrimci durum aramak falan değil söz konusu olan. Devrimler dönemi bitti, artık herkes kaderine razı olsun, zaten teknolojik gelişmeler de devrimle olacak olanı başarmıştır (*) demek istiyor. (*)Alt çizgiler editöre aittir.
Sayfa 35
“ ‘Tarihsel moment kavramı’, yani işçi sınıfı devrimini anımsatan dün, erkendi yarın geç. Anı, nostaljimizdeki klasik işçi sınıfından artık beklenemez” Eskiden işçi sınıfı klasikti, şimdi modern oldu. Lenin ‘devrim için bütün koşulların oluştuğunda böyle’ diyerek başlatmıştı devrimi. Oya Baydar artık böyle bir şey yok diyerek, gelecek devrimleri tümüyle reddediyor.
“19. Yüzyıl ve 20. Yüzyılın ilk otuz, kırk yılı, işçi sınıfının tarihin öznesi olduğu dönemdi. Sonraki teknolojik, bilimsel, ekonomik, siyasal gelişmeler, emperyalist bölüşüm savaşı, kapitalist- sosyalist bloklar çatışması ve rekabeti hem sınıfın nitel yapısını hem de tarih sahnesindeki yerini değiştirdi.” Nitel yapı değişiyor, ve işçi sınıfı devrim yapamaz konuma getiriliyor, bu yapıyı değiştiren etmenlerden biri de sosyalist- kapitalist bloklar çatışması ve rekabeti oluyor. Hele işçi sınıfının nitel yapısının değişmesinin ne olduğu gerçekten çok ilginç! Değişti de nasıl bir işçi sınıfıyla karşı karşıyayız? Devrimci potansiyeli kaybolduğuna göre ekonomik bakımdan sorun yok demektir. O zaman asgari ücretle bir ay bir yaşasın bakalım bu iddianın sahipleri. Herhalde işçi sınıfı sömürülen, ezilen sınıf olmaktan çıktı, yöneten, sömürüyü ortadan kaldıran bir sınıf oldu. Ya da onun yerine yaşamı değiştirecek, uluslararası tekellerin o dev gücünü alt edecek, bu mücadeleyi göze alacak yeni bir güç ortaya çıktı. Taşı oyan suyun bu sürekliliğini temsil eden bu gizli güç kim acaba? Bu zahmetli ve zorlu mücadeleyi yaşamı pahasına göze alabilecek güç gerçekten kim acaba? Oya Baydar’a göre ne böyle bir güç var ne de devrim gerekli. Aslında devrimden kaçınılıyor ve bu da gerekçesi oluyor.
“Bütün bunların; ortodoks ezberler bir yana bırakılarak, işçi sınıfının fetişleştirilmesine kapılmadan yeniden düşünülmesi gerekiyor. Toplumdaki birbiriyle ilişki, çelişki içindeki kesimlerin sınıfsal konumlarını tanımlamaya ve önemlerini algılamaya çalışırken, sadece emek-sermaye çelişkisine ve üretimdeki yere odaklanmak, günümüzde insanları ve toplumları çok daha derinden etkileyip biçimlendiren farklılıkları, çelişkileri, konumları görmezden gelmeye yol açıyor.” Emek sermaye çelişkisi bütün sorunların ana nedenidir. Toplumları bundan daha derinden etkileyen başka bir konum yoktur ve diğer ikincil dereceden sorunları görmezden getirecek bir yapıya da sahip değildir. Emek-sermaye çelişkisine odaklanmak asıl sorunu görmeyi engelliyormuş. Şu asıl sorun nedir acaba? Bu Oya Baydar’ın uydurmasıdır aslında. Bugün Ortadoğu’nun kan gölüne çevrilmesi, krizler, işten çıkartılmalar, burjuva iktidarlarının siyasi, ekonomik uygulamalarından ayrı düşünülemez. Bu belalardan da işçi sınıfından daha fazla etkilenen bir toplumsal güç yoktur. Eğer çekilen acılar kıyaslanacaksa, işten çıkartılan işçilerle yaşam ortaklığına girsin Oya Baydar.
Emeğin Sanatı 162. Sayı
“Yaşadığımız dünyada ve toplumda sadece sınıfsal değil, sadece emeksermaye çelişkisi değil, insanların sübjektif tutum ve davranışlarını etkileyen aynı ağırlıkta başka çelişkiler var.” Dikkat edelim, asgari ücretle geçinmek zorunda olan ya da aynı ücretle geçinmenin zorluğu yetmiyormuş gibi işten çıkarılma, iş kazalarında can verme gerçekliğiyle aynı derecede çelişkiler varmış. Soma’daki acıdan daha büyük acılar varmış. Yaratılan bu uyduruk çelişkinin sahipleri de yaşamı değiştirme mücadelesinin baş unsurları olabilirlermiş. Gerçekten küresel dev emperyalizmi alt edecek bu dev güç nerede saklı? Bu çelişkiler çoğu zaman baş çelişki haline gelebiliyor ve çözümleri için emeksermaye çelişkisine odaklanmak gereksiz oluyor!? Oya Baydar kendini sorguluyor ve yukarıda belirlediği görüşlere neden yöneldiğini şöyle ifade ediyor.
“Sosyalist sistemin çöküş sürecini sistemin içinden gözleyerek yaşadıktan ve Türkiye deneyimini yeniden ve bağımsız bir gözle değerlendirdikten sonra kafamda zaten belirmiş olan sorular büyüdü.” Bağımsız bir gözle incelemenin tek anlamı vardır. O da işçi sınıfı ideolojisini bir kenara bırakarak incelemektir. Belirteyim: işçi sınıfı ideolojisi tüm insanlığın insanca yaşayacağı bir yaşamı hedeflediği ve tepeden tırnağa bilimsel olduğu için, ondan bağımsız gözlemlemek, güzellik duygusuyla bağdaşmayacağı gibi, bilimsel ve haklı olmayana bağımlı olmak demektir. O zaman hangi ideolojiyi göz önüne alarak incelemek söz konusu olabilir?
“Toparladıklarımı güncel somut gerçekliğe uygulayınca, artık ‘o işçi sınıfı’nın ana akım ve ana güç olmadığı, köklü bir değişim, dönüşüm anlamına gelen devrimin de artık eski bildik biçimlerde gerçekleşmeyeceği düşüncesine vardım. Klasik işçi sınıfıyla sınırlandırılamayacak yeni bir itici güç gerekliydi. Sadece sınıf analizi ve sınıf pusulasının eksikten öte yanlışlara sürüklediğini deneyimledim. Çelişkiler yumağı, bütün olarak kavranmadıkça sınıf edebiyatı yapmanın işin kolayına kaçıp ezber tekrarlamaktan ve kendine işçi sınıfı devrimcisi rozeti takmaktan öteye geçmeyeceğini düşündüm.” Evet, işçi sınıfının niteliği değişince, herhalde yaşamın da niteliği değişti. Bu duruma uygun olarak Oya Baydar da düşünce değişikliklerine gitmek zorunda kaldı. Öyle ki, devrimi de devrim olmaktan çıkarıp, kendi teslimiyetine uygun hale getirdi. Yeni itici bir güç gerekliymiş. Hani vardı o güç. Aslında söylediklerine kendi de inanmıyor.
ASIM GÖNEN
Sayfa 37
RESİM: KADİR HAKAN GÖKÇE
ANLATTIĞIM SANA SANA / Ahmet Tahsin ÇINAR 1979 yılında Suluova Çeltek Maden Ocağının sel baskınında ölen ve bu ocakta sonsuza dek kalacak olan kömür işçilerinin anısına. Dün gece, küçük vampir ağızları Memeleri Ve etten kanatlarıyla yarasalar havada. Dün gece Su Lığ Milek Kömür Çamur Bahçelerde ıhlamur Nar yarılmaya yatkın dalında Elmalar salkım söğüt Şeftaliyi indirdik komisyona kasalarla bedavaya Bu gün dokuz gündür, on altı işçi, otuz iki el, ayak, göz Maden ocağında.
Emeğin Sanatı 162. Sayı Çeltek’te dokuzuncu günde de Hafif alüminyum ve bakır sefer tasları Elleri kafaları ardından ağlayanları karalar bağlayanları Canları Allah'a emanet Kazma kürek ve yokluklarıyla beraber Kendi hesabına alamadıklarını Kazmayla sökmek için başkalarının hesabına Tekrar inecekler dağların altına. Bugün Dün Dokuz gün Evlerde ağıt gülüm Toprağın altında umut Yürekten inanıyor ozan Kazmanın ucunda yaba dirgen ve emeğin Başakların ve kömür ocaklarının kaderi Alın yazısı on beşlik gelinlerin Kara yazısı çağ çocuğun, değişecek. İşte o zaman hapisliğimiz, saçlarımızdaki zamansız ak Dişimizin kırığı yumruk altında, dudaklarımızdaki çatlak Sökerek yüreğimizdeki kurşunu Yüz yıllık havanında dövüp , dermanın ak merhemini Gelişecek yüreklerimize sararak. Bugün ben haklıysam kavgada Barışta sen benden haklısın gülüm, Şimdi dövüşmek benim hakkım Sonra senin hakkındır yaşamak. Emek su Emek lığ Emek çamur Ölüm emek. Soğuk kış gecelerinde sıcağında ısındığım Bebelerimi büyüttüğüm bebek bebek Kurşun kurşun çaldığım sabahlara dek Hapis hapis yattığım Asıldığım sehpa sehpa Uğruna sürüm sürüm süründüğüm emek.
Su Lığ Çamur Kömür ocağında ölüm. Dün Bugün Dokuz gün Her gün, bilerek.
AHMET TAHSİN ÇINAR EYLÜL 1979
Sayfa 39
KUŞ BAKIŞI sen, ey aşağıdaki yukarıya çıkmak olsaydı niyetin bırakırdın şükretmeyi ne ki, bilmediğine bir ömür ve bakıp bakıp göremediğine dokunamadığına parmak uçlarıyla diz çöküp el açsan ne fayda bir koyun ki koyundur ha geldiğinde bir polis gördüğünde yada sokakta ve de üst zincirlerini onların kalkıyorsa eğer ayağa ama bir emekçiye rastladığında aynı koyun çekinmeden dönüyorsa kıçını yedi ceddime söz olsun ki o koyun iflah olmaz
bir tavşan ki ovada yediği içtiği ne ola ardında bir tilki arkasında kurt sonra çakal sürüsü varsa bu dünyanın ve umarsız boz bir ayı Hasan Ağa derler bizim oralarda bakıyorsa melun melun ötede dağların eteğinde bir kartal birinde olmasa diğerinde daima vardır süzüle süzüle bakıyorsa sürüye ve rüzgarın sesine koyunlar ürkmesin yeter ki ne çakallar ne de sürüsü onların vuramaz hiçbir kartalı
ERCAN CENGİZ
Emeğin Sanatı 162. Sayı
BEN DELİ MİYİM?
Sayman ARUZ
“İnsanın tarihi deliliğin tarihi kadardır” (Foucault) Bana adet gibi olmuştu. Boş vakitlerimde Tebriz’in merkezindeki Tımarhaneye gezmeye giderdim. Tımarhanenin sol tarafında şehrin en büyük hastanesi yer alırdı. Ben bir keresinde, hastanede iki gece bulunmak zorumda kaldım. Kaldığım odanın pencereleri tımarhanenin önüne bakıyordu. Hastanede, iki gece delilerin sesinden sabaha kadar korkudan yatamamıştım. Ancak zaman geçti ve ben delilerle yakından görüşmeye karar verdim. Haftanın son iki gününü orada, delilerin yanında geçirmeye başladım. Tımarhanede hasta olmak gibi bir üstün derece yok. Kimi birinci derecede, kimi ikinci derecede idi. Ben hiçbir zaman ikinci dereceye çıkmamıştım. Ne zaman çıkmaya çalışsam “İzin yoktur!” diyorlardı. Ancak birinci derecenin bütün hastalarını tanıyordum. O kadar delilerle kaynaşıp onların içine karışmıştım ki, bazen gelenler, beni de deli sanıyorlardı. Günlerden bir gün, tımarhanenin başhekiminin odasında doktoru bekliyordum. Hayallerime öylesine dalmıştım ki, kapı açıldı, bir adam çok ciddi bir biçimde içeriye girdi. Bana sordu:
Sayfa 41 - Selam, doktor yok mudur? - Yok, biraz sonra gelir. - Konuşabilir miyim? - Elbette, buyurun, buyurun! Karşıdan bakıldığında çok doğal görünüyordu. Oturduğu karşımdaki kanepenin üstünden gözlerini bana dikti. Ben başımı öne eğdim. Bakışlarının ağırlığına katlanamadım. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Gözleri fal taşı gibi açılmış bana bakıyordu. Birden bire: - Sizden bir şey rica edebilir miyim? Dedi. - Buyurun, dinliyorum. - Ben okuma, yazma bilmiyorum. Bana bir mektup yazar mısınız? - Olur tabi, neden olmasın. Hızla ayağa kalkıp, masanın üstünden bir kağıt ve bir kalem alarak bana uzattı. Aldım, önümdeki sehpanın üstüne koydum. Kalemi elime alıp kendisine sordum: - Kime yazacağım, ne yazacağım? - Leyla’ya! - Tamam, yazayım. Ağzındaki tükürüğü yutup, derin bir nefes aldı: - “ Bismillahirrahmanirrahim! Merhaba Leyla. Ben seni çok seviyorum. Seni gördüğüm günden beridir deliyim. Bunu herkes de biliyor. Sebebini kimse bilmese de, senin yüzünden bu derde düştüm. Leyla, hiç kimse beni terk etmiyor. Sürekli ağzıma ilaçlar koyuyorlar. Ben o hapları yuttum gibi gösteriyorum ama yutmuyorum. Doktorlar gittikten sonra bahçeye tükürüyorum. Sen olmayınca benim hep böyle olacak. Niye beni terk edip gittin. Nereye gittin? Sen bilmiyorsun delilerin ortasında yaşamak çok çetindir. Adamı deli ediyorlar. Söyle Leyla, şimdi ben de deli olsam, bunun cevabını kim verecek? Leyla, anamı sene dünür göndermek istiyorum. Avradım olmanı istiyorum. Gidip gelip seni öpmek istiyorum. Akıllı bir çocuğumuz olsun istiyorum. Hayır, iki çocuğumuz olsun. Biri oğlan, biri kız olsun. Tek büyümesinler. Yalnızlık da çok zordur Leyla. Burada bulunanların hepsi yalnızdır. Hepsi kendini akıllı sanır. Amma ben bilirim ki, delidirler. Leyla, yalnız adamların hepsi deli olur. Meni tek koyma, gel. Babam beni sevmiyor...” Bunların hepsini bir nefeste söyledi, sonra arkaya yaslandı. Başımı kaldırıp baktığımda, gözleri dolu dolu olmuştu. - Sözlerin bitti mi? Dedim. - Yok beyim, yaz, yaz! Çoktandır Leyla’ya mektup yollayamıyorum. Doktor da bilir ki, ben deliyim. Onun için beni buradan dışarı bırakmıyor. - Sorun yok, rahatsız olma. Ne kadar yüreğin istiyorsa yazarım.
Emeğin Sanatı 162. Sayı
Sevine sevine: - Çok sağ ol bey, çok sağ ol! Yaz: “Leyla, bana bozbaş pişirir misin? Buranın yemekleri kokuyor. Bilmiyorum ne bok katıyorlar içine. Bana yaprak dolması pişirir misin? Ben de gidip sıcak tandır çöreği alıp gelirim. Çoluk çocuğumuzu sofranın başına oturturuz, yemeğimizi yer, hep beraber keyif ederiz. Bırak bu doktor, bu delilerin yemeğinden yiyip varsın kendini akıllı sansın. Gel çıkıp gidelim Leyla. Dün akşam hastane duvarını aşıp kaçmak istedim. Bir iki asker, “Deli kaçıyor” diye arkamdan gelip beni yakaladılar. Bunlar bilir akıllı kalıp, delinin kaçabileceğini bilirler. Leyla, gerçekten de çok delidir bunlar. Ben bu ahmakların içinde yaşamak istemiyorum. Beni tuttuktan sonra bir iğne vurdular yanıma. Yeri hâlâ da ağrıyor. İğne vurulduktan sonra yattım. Bir iki saat sonra uyanmışım. Görüyorsun, Leyla, delilerin içinde yaşamanın hâli budur. . Ne kadar kaçmayı iyi becerebilirsen o kadar uzağa kaçabilirsin. Sanki dağda yaşıyorsun. Bak Leyla, sene bir söz söyleyeyim. Anamı ne vakit yollayayım evinize. Bir kutu şeker, bir deste de gül! Çok güzel değil mi? Sene çok kızıl altın alacağım. Anamın bir dene güzel gerdanlığı var, onu da sana vereceğim. Sen ne söylesen alacağım sana. Biz mutlu olacağız Leyla"! - Bitti mi? - Evet bey, şimdi kalemi ver de imzalayayım. Kalemi benden alıp, kâğıdı kendi tarafına çekip, yazının altında iki birleşmiş yüreğin şeklini çizdi. Bir dene de ok, o iki yüreğe saplandı. Altından da iki damla kan dökülüyordu. Çok ilginç bir deliydi. Sonra da şeklin altını karaladı ve kalemi bana uzattı: - İmzaladım! - Evet anladım, güzel imza… - Çok sağ ol bey. Şimdi bizim evimizin numarasını da yazar mısın? Birde Leyla tanır, adımı da yaz, - Olur, başka… - 456 85... Adım da Ahmet’tir. - Tamam, Leylanın adresi? - Tebriz, Küçebağ mahallesi. Evlerinin numarası da 25’tir. Doktor gelmemiş, men çıkıp gideyim. - İyi, rahatsız olma. Ben götürüp veririm. Ahmet, kapıyı açıp eğilerek gitti. Olanlar beni pek şaşırtmıştı. Bir delinin bizlere ve başka delilere olan ilgisi benim için çok ilginç bir durumdu. Düşündüm, mutlaka götürüp mektubu Leyla’ya ulaştırmaya karar verdim. Doğrusu ben de Leylanın kim olduğunu çok merak ediyordum. Doktoru beklemeden ayağa kalkıp adrese doğru yola çıktım. Küçebağ mehlesine varmıştım. Bu mahalle, Tebriz’in en eski mahallelerinden sayılırdı. Dar sokaklar ve eski göreneklere ve giyime sahip insanların birleşmesinden oluşan bu
Sayfa 43
mahallede, aynı zamanda, çok kıskanç ve kötü niyetli insanlar da vardı. Sokağa bir yabancı girdiğinde hepsi onu gözetler, niçin ve nereye geldiğini öğrenmeye çalışıyorlardı. Vay o güne ki, Küçebağ mahallesinde bir kıza vurulasın; o kızı görmek için tekme ve yumruklarla dostluk kurman gerekir. Sora sora Ahmet’in dediği adrese ulaştım. Dar bir çıkmaz sokağın en sonuncu kapısı idi. Rengi dökülmüş ve ezik, kırık bir kapı. Kapıyı kimin adına vurmam gerektiğini bilemiyordum. Ne söyleyecektim, kızınıza bir namahrem oğlandan mektup getirdiğimi mi söyleyecektim. Beni it gibi döverlerdi. Aklıma bir düşünce geldi. Sokağın başında iki oğlan çocuğu bisiklet sürüyordular. Onlara yaklaşıp sordum: - Çocuklar, siz Leyla’yı tanıyor musunuz? Çocuklar, - Hangi Leyla’yı? Aziz’in bacısını mı? - Kardeşini tanımıyorum, tahminen 25 yaşında olsa gerek. - Yok, Aziz’in bacısı 10 yaşındadır. - Peki, bu dipteki kapı kimin evidir. - Orası, Lale halagilin evidir. Tek kadındı. Üç-dört yıl önce rahmetli oldu. Kızı yoktu. Bir oğlu var, o da tımarhanededir. - Haa anladım, çok sağ olun. Çok ilginçti. Demek Ahmet beni kendi evlerine yollamıştı. Leyla bu evde yaşamıyordu. Yüreğimden şu düşünce geçti: “Belki hiç Leyla denilen bir varlık yoktu. Ahmet gerçekten de deli idi. Leyla ise onun hayallerinin sevgilisiydi!“ Bu düşüncelerle eve döndüm. Sabaha kadar uyuyamadım. Aklıma bin türlü düşünceler geliyordu. Bütün bu olanlar bana uyku gibi geliyordu. Tımarhaneye gidip Ahmet’le görüşmek için şafağın sökmesini gözlüyordum. Sabahleyin kalkıp ağzıma bir lokma çörek atıp yola çıktım. Otobüsle uzun bir mesafe gitmem gerekiyordu. Daha sonra biraz da yürüyerek gitmem gerekiyordu. Otobüs dört yolda tıkanmış bir yola geldi. Her taraftan korna sesi geliyordu. Otobüs sürücüsü başını pencereden çıkarıp bağırıyordu: - Ey deli, niye korna çalıyorsun? Sol taraftaki otomobil sürücüsü ise bağırarak cevap verdi: - Deli senin neslindir! Bu nasıl araba sürmektir? Senin gibileri tımarhaneye götürmek gerek. Otobüsün sürücüsü ise başını içeri sokup dilinin altında sövmeye devam etti: - Deli, köpoğlu deli… Korna çalan bu, deli gibi süren bu, hele bana deli diyor. Vallahi bu millet başıbozuk olup kudurmuş. Akşama kadar direksiyon arkasında it gibi yoruluyorum. Sonra da itin önüne atılan parayı kurbanlık koyun gibi bana verirler. Bu patırtılar, parasızlık adamı deli ediyor. Bir tane de böyle deli, adamın önüne çıktığında
Emeğin Sanatı 162. Sayı adam bilmiyor ki nerenin taşını başına çalsın. Hepten deli oluyorum. Şehir değil, tımarhanedir burası. Yarısı delidir, yarısı da deli severdir. Sabahı budur. Bir de akşamını gör ki anlayasın. Hâlâ bana deli diyor eşşeğin oğlu! Şehre bakışım değişmeye başlamıştı. Sanki gözlerim şimdi görmeye başlıyordu. Doğrudan gören, bakan ve gözlemleyen ile etmeyen arasında çok fark varmış. Tımarhaneye ulaştım. Kapıdan delilerin toplandığı salona varana kadar yüreğim patlayacak gibiydi. Soluğum sanki arkamdan çıkıyordu. Salonda Ahmet’i aramaya başladım. Hemşireler beni tanıyorlardı. Biri karşıma gelip “Doktoru mu arıyorsun” diye sordu. “Ahmet adında bir hastayı arıyorum” dedim. Hemşire: - Ahmet, dün gece delilik nöbeti geçirdiğinden sakinleştirici ilaç verildi. Bu nedenle yatağında yatıyor. Birazdan ayılır. Gidip salondaki koltuğa oturup etrafı gözlemeye başladım. Bazı deliler salonda delicesine geziyorlardı. Bazılarının elleri bağlı idi. bazılarının yanında ise muhafızlar geziyorlardı. Bir iki deli kadın da uzakta gözüme ilişti. Artık hepsini ı deli kimi görüyordum. İnsan düşünüyor, dünya sanki delilerin sürgün olduğu, gözetim altında tutulduğu; ödülü ve cezası bol olan bir yer gibidir. Tıpkı bu tımarhane gibi. Birden bir ses duydum: - Merhaba Ürküp arkaya döndüm. Ahmet önümde dikiliyordu. Ayağa kalkıp Ahmet’e dönüp, - Merhaba Ahmet, nasılsın, dedim. - Çok sağ ol bey, mektubu Leyla’ya verdin mi? - Leyla’nı bulamadım. Adresi yanlış vermişsin. Beni ananın yanına yollamışsın! - Şimdi anlıyorsun işte ben deliyim. - Yok, yok! Sadece, dedim belki yanlışlık olmuştur. Leyla’nın düzgün adresini verirsen, götürüp mektubu ulaştırırım. - Leyla’nın düzgün adresi olsaydı kendim götürüp verirdim Bey! Sana niye söylerdim ki… Az daha deli oluyordum. - Neden Leyla’nın adresi yoktur. - Nerden bileyim bey? Bir adres var, gel sana onu vereyim. Götür mektubu ona ver. Tamam mı bey? - Tamamdır. - Kâğıdı çıkarıp sehpanın üstüne koydum. Kalemi gömleğimin cebinden çıkardım. - Söyle yazayım. - Yaz, bey. Karabağlılar Mahallesi. Hasan sokağı. Numara 53. - Bak, bu defa da adres doğru çıkmazsa, bir daha götürmeyeceğim. - Doğrudur bey. - Tamam, ben gidiyorum.
Sayfa 45 Yola çıktım. Bu meselenin sonucunu öğrenmek istiyordum. İçimden, “Nereye git dese gideceğim” diye düşünüyordum. Karabağlılar mahallesindeydim. Buranın da kendine has lehçe ve hayat tarzı vardı. Genellikle Tebriz, göç alan bir şehir olarak da adlandırılabilir. Her mahallenin kendine has lehçe ve medeniyeti vardı. Bu mahalle de, çok art niyetli ve dindar bir yer idi. Dikkatle adresi aramaya başladım. 50... 51... 52... ve 53. buldum. Köhne tahta bir kapı idi. Ancak çıkmaz sokağın sonunda değil, düz yolun başındaydı. Ev duvarının hemen bitişiğinde bir market vardı. İçeri girip soruşturdum: - Bağışlayın, ben Leyla Hanımgilin akrabalarındanım. Uzaktan geldim. Biliyor musunuz acaba? Hangi kapıdır. - Hangi Leyla? - Fatma Hanım’ın kızı Leyla… Fatma’yı kafamdan uydurmuştum. - Yok tanımıyorum. Öyle birileri burada yaşamıyor. - Peki, bu yanınızdaki kapı kimin evidir? - Benim evimdir, niye sordun? Market sahibi telaşlandı, oldukça sinirlendiği hâlinden anlaşılıyordu. - Hiç, öylesine sordum. Özür dilerim. Yardımınız için çok sağ olun. Mağazadan çıkıp hızla uzaklaştım. Bu adresin de doğru çıkmayacağını anlıyordum. Beş-on metre ileride iki çocuk, duvara dayanmışlar, sohbet ediyorlardı. Yaklaşıp sordum: - Çocuklar, o ev var şu, marketin yanındaki... Ora kimin evidir. Çocuklar şaşkın şaşkın bana baktılar: - Kimin olduğundan sana ne? - Ben Leyla Hanım’ı arıyorum. Ahmet’ten mektup getirdim. Çocukların biri bana bakarak, - Leyla kimdir, o evde Leyla diye biri yaşamıyor. Orası bizim evimizdir. Şimdi kardeşimi çağırayım, sana Leyla’nın kim olduğunu söylesin dedi. - Çok lazım değil, çağırmana gerek yok. Hele bir dur, sen Ahmet adında birisini tanıyor musun? - Ne Ahmet’i, tanımıyorum. Ağabeyim Hasan sporcudur. Şimdi seni tutup döver. - Tamam, anladım, bırak vursun. Sizin akrabalardan da Ahmet diye biri yok mudur? - Halamın oğlu var, adı Ahmet’ti. Çoktandır görmedim. Deli olduğunu söylüyorlar. - Senin bacın var mı? - Sana ne eşşek! Hasaaaaaannn! - Tamam tamam, çağırma. Öylesine soruşturdum. Çok sağ ol! Tam giderken, oğlanın dostu uzaktan seslendi: - Onun bir bacısı vardı. Onu da iki-üç yıl oluyor araba vurup öldürdü! - Çok sağ ol, delikanlı.
Emeğin Sanatı 162. Sayı Oğlan gülümsedi, ben de oradan uzaklaşmaya başladım. Çok müthiş bir şeydi. Ahmet, beni sanki geçmişte sevdiği insanların kapısına gönderiyordu. Artık kimin deli, kimin akıllı olduğunu ayırt edemiyordum. Vakit geçirmeden tımarhaneye döndüm. Günü bitirmeden bu meselenin sonucunu öğrenmek istiyordum. Sabaha kalsaydı, Ahmet’le görüşmek için beş gün beklemek zorunda kalacaktım. Onun için bir taksi çağırdım. Sürücü sordu: - İnşallah nereye gidiyoruz? - Tımarhaneye! - Neden? - Kusura bakmayın, orda işim var. - Haaa... Tamam doğru dedin, orası tımarhanedir. Sonra gülmeye başladı. - Neden oraya gidiyorsunuz, akrabalardan biri mi var? - Yok, benim başka bir işim var! - Haaaa, Allah şifa versin! - Kardaş, ben hasta değilim, kendim doktorum. . Allah şifa versin sözü nedir? - Ne bileyim, Allah şifa vermesin, şimdi tamam oldu mu? Toptan deli olduk yahu… - Kardaşım incinme, kafam karışıktır. Ben hiç deliye benziyor muyum? Allah şifa versin, diyorsun. - Vallahi ne diyeyim. Beyim, delinin boynuzu mu olur sanki? Şimdilerde delilik, ahlak bozukluğu, o kadar çoğaldı ki, adam az kala anasından da şüphelenmesin. . Belki o da gençlikte kahpelik etmiştir, dedi gülerek. Ben de gülümseyerek cevap verdim: - Eeehh, keyfin yolunda senin. Git anandan sor. Aynadan bana işaret edip gülümseyerek: - Deli kendine deli diyor mu ki, kahpe de kendine kahpe desin! Ne bileyim, belki de hakkı vardı. Belki de hepimiz bir az deli, biraz da fahişeyiz. Hastaneye ulaşmıştım. Teşekkür edip taksiden inerken, sürücü, - Üstüne al! - Neyi, dedim, cevap verdi: - Deliliği. Kahpe çocuğu beni öfkelendirmişti. Kapıyı sertçe çarpıp hastaneye doğru yola çıktım. Sürücü kapıyı sertçe kapattığımdan dolayı rahatsız olmuştu. Başını pencereden çıkarıp bağırdı: - Gördüm, dedi, sen delisin! - Evet deliyim, Sana giren çıkan nedir be adam! Şoför beni epey sinirlendirmişti. Deli ile kızgın insanın arasındaki farkı anlamaktan uzaktı. Rahatım iyice kaçmıştı. Ama Ahmet’i aramaya başladım. Salonda, koridorda görmeyince doktorun odasına yöneldim. Hemşireden doktoru sordum, “Odasındadır” dedi. Odasının kapısını tıklayıp içeri girdim. Doktor, masanın arkasındaki koltuğuna oturmuştu. Baktı-
Sayfa 47 ğımda, o da bir tür ak giysi giyen deliye benziyordu. - Buyurun, dedi. - Merhaba doktor! - Merhaba… Merhaba! Haa, siz dün nereye gittiniz? Geldiğimde gitmiştiniz. - Vallahi geciktiğinizi gördüm, biraz bekledikten sonra zamanınızı almayayım diye gittim. - Delilerle tanışıklık nasıl gidiyor. - Akıllılardan daha ilgililer doktor. - İlgi arayana ilgililerdir. Para arayana ilgili değillerdir. Hem de insan deliliği adet etmeye başladıktan sonra onu hastalık saymıyorlar. Akıllı deliler o kadar çok ki… - Deliler akıllılardan da çoktur. Doktor: - Evet, dedi gülerek. Şimdi akıllı deli miyiz yoksa deli akıllı mı? - Hiç biri, doktor. Akıllı olup deli gibi görünmekten ve deli olup akıllı gibi yaşamaktansa zır deli olmak daha faydalıdır. - Yavaş yavaş filozof oluyorsun haaa… Böyle giderse sen de konuğum olacaksın! - Peki, ne yapayım doktor? - Çalış, ne çok akıllı ol, ne de çok deli. İkisinin de sonu burasıdır! İlaçları da aynıdır. Kimse çok şeyle ilgilenmeyecek… Sen akıldan deli misin, yoksa öyle kökünden mi deli idin, diyerek gülmeye başladı doktor. - Baş üstüne, doktor... Ne diyebilirim… - Ne oldu, bir az gergin görünüyorsun. - Vallahi doğrudur... Doktor, siz bu Ahmet’i tanıyor musunuz? - Hangisi, haaa... O deliyi diyorsun... Tanıyorum, niye sordun? - O bana bir mektup yazdırdı. Sevdiği kıza, Leyla’ya götürüp vermemi istedi. İki defe gönderdiği adreslere gittim, ama ikisinde de Leyla yoktu. Ama anası ve dayısı kızı çıktı. Deli gibi oldum, ne yapacağımı bilmiyorum. Doktor ayağa kalkıp yanıma geldi. Gülümseyerek, karşımdaki koltuğa, yani Ahmet’in oturduğu koltuğa oturdu. Bana, - Leyla ha… - Evet, doktor! - Leyla kimdir biliyor musun? - Hayır doktor. Ama bilmeyi çok istiyorum. - Hımmm... Biraz sabırlı ol... Sana anlatayım. - Siz onu tanıyor musunuz? - Onu tanımayan var mı? Yalnız, bazen bir şey, tanıyanlar için pek ilgi çekici bir şey değildir. Tanımayanlar onu görmeye koşarlar. Tanıyanlar için de önemini yitirir... Aynen bu Leyla gibi. - Leyla’ya ne oldu doktor? - O İkinci derecededir. İkinci kattadır. - Niçin? - Onu görmek için ikinci dereceye gitmen gerekir. O da delidir. Kadınlar bölümünde kalıyor.
Emeğin Sanatı 162. Sayı
Sanki başıma kaynar su dökülür gibi oldu. Ben iki gündür ahmak gibi şehre gidip Leyla arıyorum. Kapı kapı deli kimi geziyorum. O ise buradaymış. İkinci katta... - Doktor, Leyla’yı görebilir miyim? - O, ağır hastadır. Demirlerin arkasından gösterebilirim sana. Dur dur, haydi gidelim! - Nereye? - Nereye olacak, ikinci kata. Ayağa kalkıp ikinci kata doğru yola çıktık. Olan, bitenler, beni tamamıyla hüzünlendirmişti. Hiç düşünemiyordum artık. Akıllılar dünyasında da iki, deli gibi seven insana deli ya da mecnun diyorlar. Ama bu çok farklı bir şeydi. İki delinin akıllı sevgisi akla gelmeyen bir durumdu. Akıllı olup deli gibi sevmek mi iyiydi, yoksa deli olup akıllı gibi sevmek mi? Bunu doktora da sordum. O: - Onsuz da her ikisinde de sana deli diyecekler. Sevgi böyledir işte. O başı da yitirmektir, bu başı da. Sonra gözünün ucu ile bana bakıp devam etti: - Çok fazla düşünme, sen de deli olabilirsin! - Peki, ne yapsam akıllı olabilirim. - Arsız olman gerekir. - Arsız olamıyorum doktor! - O zaman çok akıllı ol! Hiç olmazsa delilik unvanına layık ol. Doktor güle güle koltuktan kalkıp yürümeye başladı. Ben de arkasından gidiyordum. Demir kapının yanına ulaşmıştık. Kapının sağ tarafında bir hemşire oturmuştu. Doktor ona sordu: - Leyla’nın ilaçları verildi mi? - Evet doktor! - Leyla’yı getir buraya. - Tamam doktor! Hemşire kapının zincirini açtı, içeriye girdi. Biraz sonra eli ve ayağı özel deli giysileriyle bağlı olan çirkin bir kızı yanında getirdi. Kızın gözlerinden onun deli olduğu çok rahat anlaşılabilirdi. Bakışlarının derinliğinde gizemli bir şey vardı. Düşünüyordum etrafına “neden” dolu bakışlarla baktığını. Kız yanıma geldiğinde sordum: - Leyla sen misin? - Evet! - Sana Ahmet’ten bir mektup var. İster misin? Deli kadınların kendilerine özgü bir naz ile: - Ne Ahmet’i ne mektubu, dedi. Sesimi biraz yumuşatıp, -Aşk mektubu, dedim. - Haaaa, beynimi harap etti bu deli. Tımarhanede aşk olur mu? Ne istiyor benden? Ver onu bakayım.
Sayfa 49
Doktor hemşireye gözü ile işaret etti, ellerini özel giysiden çıkarmaya yardım etsin. Mektubu Leyla’nın eline verdim. Leyla mektubu açıp, güya okuyormuş kimi baktı. Sonra çok rahat şekilde yırtıp havaya , - Nerede bir deli var, gelip beni buluyor. Eee, Allah işi işte! Doktor bana bakıyordu. Ben ise donup kalmıştım. Hemşire Leyla’yı demir kapının arkasına götürdü. . Doktor, -Rahatsız olma. Burada öyle deliler var ki, Allah’ın olup olmadığını matematik formülleri ile ispat ediyorlar...
SAYMAN ARUZ [*] Bu öykünün yazarı Sayman Aruz, Tebriz doğumlu, Güney Azerbaycanlı şair ve yazardır. Genç yaşta Dünya Azerbaycanlı Yazarlar Kurumununun (DAYAQ) kuruculuğunu ve başkanlığını yapıyor. Ayrıca Azerbaycan Yazarlar Birliğinin Güney Azerbaycan Şubesi başkanıdır. Çeşitli yarışmalarda ödüller aldı. İran’daki baskı düzeninden kaçtı. Bugün, edebiyat çalışmalarını Bakü’de sürdürmektedir. Öykü ve yazıları daha önce de EMEĞİN SANATI’nda yayınlanmıştır.
Öyküyü Anadolu Türkçesi’ne aktaran:
Ali Ziya Çamur
Emeğin Sanatı 162. Sayı
ŞERNA Yıllarda kokan hasretin özgürlük gibi Gülüşlerin resim çiziyor tenime Hasret kokusu giderirken geçmiş kelimeler Bu akşam vakti eski anılarda yıkıldım Yalnızlığımdaki misillemede adın saklı Yeni öğrenmişken alfabede ismin ilk harfini Taze sözcükler peşindeydim sevda gibi derken Çömeldi üstüme hüznümde soytarı yalnızlık Hain bir aşk kısa ömürde yaşarmış Oysa uzatacaktım ellerimizdeki gülün ömrünü Gülüm sesinde bahar sürgün ışkını olmadı Yine kalleşinde yaşam bu akşam vakti
HAMZA İNCE
Sayfa 51
İSYAN GENE İSYAN Devran o devran yaşama hevesini insanın kursağında koyan… İnsan o insan yeşili boğazlanan mavisine kıyılan ve avutulan masallarla ve can pazarında ve can sudan ucuz… Meydan o meydan tozu toz dumanı duman iti it yiğidi yiğit… Zaman o zaman isyan gene isyan…
MUAMMER ERTURAN Ekim ‘14
Emeğin Sanatı 162. Sayı
HÜMANİST GELENEK
Arzu KÖK
Hümanizm; “insanın eğitilme ve gelişme yeteneğine olan inanca, kişiliğine ve onuruna duyulan saygıya dayanan; onun yaratıcı güç ve yeteneklerinin tüm yanlarıyla gelişmesine, özgürce çalışıp serpilmesine ve insan toplumunun daha üst düzeydeki aşamalara genişleyen özgürlüklere sahip olmasına yönelik düşünce ve çabaların tümü” olarak tanımlanır. Bu tanımda hümanizm, hem dar hem de geniş anlamda çok güzel bir şekilde tanımlanmıştır. Hümanizm önce Ortaçağ skolastiğine ve Katolik Kilisesi'ne tepki olarak ortaya çıkmış, sonra ve ondan daha radikal biçimde insan ilk kez kendi varlığı üzerinde düşünmeğe başlamış ve dünyanın yorumlanmasında merkezi bir rol üstlenmiştir. Aslına bakarsanız hümanizm, Ortaçağ skolastiğine ve Katolik Kilisesi'ne tepki olarak ortaya çıkmasından ötürü, burjuva ideolojisinin ilk aşaması sayılır. Burjuvazinin ve halk kitlelerinin, özellikle 18. yüzyılda feodalizme karşı verdikleri sınıf mücadeleleri, hümanist düşüncenin gelişmesini sağlamıştır. Beş yüzyıldır tarih sahnesinde olan hümanizm olgusu, ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmenin sağladığı bireysel ve toplumsal bilinçlenme ile sürekli olarak yeniden yorumlanmış ve çağına uygun yeni değerler kazanmıştır. Böylece Boccaccio'dan, Erasmus'tan, Thomas Münzer'den başlayıp, Rousseau, Voltaire, Lessing ve Goethe ile süren, Hegel, Fuerbach ve Marx'da doruk noktasına ulaşan bir gelişim çizgisi ortaya çıkmaktadır. Hümanist geleneğin çizgisi bugün de geçerliliğini sürdürüyor. İki dünya savaşı, faşizm, sosyalizm, atom bombası, uzay yolculuğu ve bilgisayar deneyimlerini edinmiş insanlık, bugüne kadar elde ettiği kazanımlarla yetinecek bilinç dü-
Sayfa 53 zeyini çoktan aşmıştır. Doğa ve toplum bilimlerindeki gelişmeler sonucu ulaşılan bugünkü bilgi birikimi ile geçmişin yorumlanması daha sağlıklı yapılabildiği gibi, eldeki kazanımların toplumsal ve bireysel hayatta etkin kılınması uğruna verilen mücadeleler, geleceğin doğru olarak kavranılmasına da yardım etmektedir. Böylece hümanizm, 15. ya da 18. yüzyılla sınırlandırılabilecek bir eğitim hareketi olmaktan çıkmış ve geniş bir anlama kavuşmuştur. Çağımızın talepleri açısından artık iyice anlaşılmıştır ki, ne Rönesans sadece Leonardo Da Vinci'nin üstün yapıtları demektir, ne de Martin Luther'in tezleri tek başına Reform hareketinin nedenini oluşturur. "Özgürlük-eşitlikkardeşlik", slogan olarak ilk ortaya atıldığı yıllarda bile mutlak ve kalıcı olmamıştır. Shakespeare ile sanatın, Kant ve Hegel'le felsefenin, Enstein'le bilimin bütün kaleleri fethedilmiş değildir. Marx ve Engels'in yazdıkları kitap sayfaları arasında kalmamıştır. "Burjuva-eleştirici gerçekçilik" üzerinde yoğunlaşan şüpheler, sanat faaliyetinin hayat gerçeğinin anlam kazanmasında daha yetkin düzeye gelebileceğini ispatlama yolunda ilk adımlar olmuştur. Hümanist geleneğin ayakta tutulmasında ve geliştirilmesinde, insanlığın kültürel alanda elde ettiği başarılar birer temel taşıdır. Çünkü, kültür, doğanın ve toplumsal hayatın insan tarafından işlenmesi ve geliştirilmesi olarak tanımlandığında insanın, doğa güçlerine ve kendi toplumsal birlikteliğinin getirdiği sorunlara karşı verdiği mücadele onun kültürel gelişimini yansıtır. Birey faaliyet ve üretim alanı olarak bu mücadele sırasında önemli görevler üstlenen bilim ve sanat, insan yaratıcılığının geçmişi ve bugünü sonuçlandırmakla kalmayıp, geleceği de içeren özelliğine en somut iki örnektir. Bilimsel yaratıcı özne, kural gereği bilimsel araştırmanın sonuçlarında belirir; sanat eserinde ise, sanatçının kendine özgü, orijinal ve tekrarlanamayan kişiliği görece olarak dolaysız biçimde ortadadır. Sanat yaratımı ise, büyük ölçüde sanatçı kişiliğin bütün yanlarını zorlayan ve bu kişiliğin hayal gücünü harekete getiren bir heyecana dayanmaktadır; bu heyecan, alışılmışın dışında, bir nesnenin, bir fikrin, bir amacın neden olduğu sarsıntıdır. Gerçeğin estetik olarak kavranması ve bir imaja dönüştürülmesi için zorunlu olan heyecan, akılcı süreçle iç içe gelişir. Çünkü, yaşanılanın çelişkilerini algılamakla kalmayıp onları dış dünyaya aktarmak, belli bir bilinç düzeyinin varlığı ile mümkün olabilir ancak. Bilinçsiz heyecanın, bilinç düzeyine erişerek akılcı bir biçim ve içerik kazanması (veya tersi), insanın doğayı ve kendisini değiştirme ve geliştirme çabası içinde önemli bir atılımdır. İnsan nesnel doğayı değiştirirken yalnız elleriyle faal olmayıp, ihtiyaçları, heyecanları, duyguları ve düşünceleriyle de faaldir. Estetik faaliyet nesnel gerçeği yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda kendi gerçeğini de ortaya koymak zorunluluğunu içerir. Bu durumda, sanatçıya özgü yaratıcılık; değerlendirme, yeniden kavrama, biçim verme, elle tutulur duruma getirme ve çeşitli görünümlerin, zıtların birliğini gösterme çalışmasıdır. Hayatın böylesine içinde olan sanatsal yaratıcılık, tek başına bireysel bir yeteneğin ifadesi değildir. :Bu gerçeği ortaya çıkarmak, çok yönlü, karmaşık bir sürecin ürünü olan sanat eserini yorumlamak, gelişigüzel bir yaklaşım yerine belli bir sistem içinde hareket eden ve belli kurallara dayanan bir yöntem ister. Bu yöntem, bir bilim olarak
Emeğin Sanatı 162. Sayı
estetik kavrayışa dayalı bilimsel eleştiri yöntemidir. Bu özelliği ile eleştiri, bilim ve sanatın örtüştüğü bir alan olarak çıkar karşımıza. Bireyin ve toplumun gelişmesini, yaşanılan çağın çatışmalarını en kapsamlı ve en kavratıcı biçimde sergileyen sanat türü ise söz sanatıdır. Edebiyat faaliyetinin kültür ve sanat hayatının oluşmasındaki büyük etkisi, okuyarak bilgilenmenin, görerek ve duyarak bilgilenmeden daha köklü olmasındandır. Bir sanat dalı olarak edebiyatın bu özelliği, faşistler tarafından da çoğu zaman çarpıcı bir biçimde kullanılmıştır. Elbette ki, faşistler edebiyattan ve sanatın diğer dallarından, kendi ideolojilerini toplumun bütün sınıf ve katmanlarına yaymak ve güçlendirmek amacıyla yararlanmışlardır. Bu yolda, kendilerine özgü bir sanat anlayışı ve hatta bir eleştiri yöntemi geliştirmek dahi istemişlerdir. Böylece, zengin bir kültür birikimine sahip olan edebiyat, zaman zaman faşistlerin elinde değiştirilmiş, bozulmuş, tahrif edilmiş ve sanki yeniden yazılmıştır. "Doğa. öncelikle, zayıfın her durumda korunması ve elinden tutulması gerektiğini söyleyen insanlık (Humanitaet) kavramını tanımamaktadır. Bu dünyayı biz insanlar yaratmadı; bizler, bu gezegende küçücük bakteriler veya basilleriz" sözleri Naziler'in sanat ve sanat eleştirisi konusunda temel çıkış noktaları olmuştur. Onlar için Nazilerin iktidarı ele geçirdikleri tarih yani ve güzel olanın başlangıç tarihidir. Öyleyse yeni sanatın unsurlarının da geçmişte olması lâzımdır. Bir yandan, o güne kadar egemen olan sanat ve edebiyat anlayışını yıkmak, öte yandan, yenisini kurmak gerekmektedir. Yazarın görevi, -görüldüğü gibi- aslında politiktir. Çünkü onlara göre politika da bir sanattır, belki de var olan en yüce ve en kapsamlı sanat. Bugün ülkemizde bu sanatı çok iyi kullananlar da aynı yolda ilerliyorlar. Zira edebiyatımızın içinde bulunduğu durum incelendiğinde net bir çerçeve çıkacaktır ortaya. Kapitalist üretim ilişkilerinde bir anlamda ekonomik ve ideolojik çöküşün sonucu olan faşizm, politik açıdan, burjuva demokratik toplum sisteminin yürürlükten kalkmasıdır. Bir başka deyişle, faşizm, içinde yeşerdiği ortamın ekonomik işleyişine dokunmasa bile, üst yapıda bazı köklü önlemler almak zorunluluğunu duyar. Bu durumuyla kendi kendisini yadsıyan bir yanı vardır. Belli bir güçlülüğü de içeren bu zayıflığını örtmesi ve kendi sözde bütünselliğini koruyabilmesi için elindeki tek silah demagojidir. Bunu, toplumda yer etmiş geleneklere sarılarak yapar. Umutsuzluk ve kötümserlikle mistik bir havaya sürüklenmiş geniş kitlelerdeki özdeşlik krizini, kendi yapay özdeşliğini yaratarak örtmeye çalışır. Toplumların derin çelişkilerle dolu tarihi kendisi için zengin bir malzeme deposudur. Bu nedenle de önce sanat üzerine yoğunlaşılmalıdır. Bir defa eleştiri kavramı kaldırılmalıdır. Bunun içindir ki örneğin; sanat eleştirisinin yerini sanat raporu, eleştirmenin yerini ise sanat redaktörü almalıdır onların mantığına göre. Sanat raporu, değerlendirmeden çok, ortaya koyma ve bu haliyle beğenip değer verme olmalıdır. Bu rapor, halka kendi yargısını oluşturma imkânı verdiği gibi, onu, kendi görüş noktası ve duyumundan hareket ederek sanat eserleri hakkında bir görüş sahibi olma yolunda da teşvik etmelidir. Bunca sözün içinde bile kolayca anlaşılıyor ki, istenen eleştiri yöntemi, analizi bir yana bırakıp kelime ve cümle kombinasyonlarıyla b elli bir duygu ortamı ya-
Sayfa 55 ratmayı amaçlıyor. Böylece de şairâne olması gereken yorumların, ispatlayıcı yönünden çok, ifade gücü önem taşır hale geliyordu. "Sormak", "öğrenmek" yasaklanıyor, onların yerine "inanmak" zorunlu hale getiriliyordu. Durum böyle olunca da korku dağları sarıyor, edebiyatçılar mücadeleden kaçıyor ve sisteme uyum sağlamaya başlıyorlardı. İnsanlığın iki bin yıldan fazla olan düşünce tarihi içinde sağlam kalan kazanımlar uzun mücadeleler ve çatışmalar sonucu elde edilmiştir. Bu nedenle, onların korunması kuşaktan kuşağa, çağdan çağa devredilen belli bir sorumluluk anlayışı ile mümkündür. İlerici düşüncelerin, güzel değerlerin ve yararlı bilgilerin yok olması ya da tersyüz edilmesi tehlikesi karşısında, her şeyden önce, böyle bir tehlikenin varlığından haberdar olmak gerekir. Bu, aslında somut olarak "faşizm" denen olguyu yakından tanımak demektir. İkinci olarak, eski kültüre (hümanist kültür birikimine) gerçek anlamda sahip çıkıp onu yanlış yorumlardan uzak tutarak insanlığın hizmetine sunmak güncelliğini kaybetmeyen bir görevdir. Bu görev, engin bir tarih bilgisi ve eleştirici bir kavrayış olmadan yerine getirilemez. Kültür ve sanat ürünleri, ancak gerçek sahiplerinin ellerinde hak ettikleri değerlere kavuşacaklardır. Yakın geçmiş göstermiştir ki, (örneğin edebiyatta) hümanist geleneğin -bir anlamda- önemsenmemesi, toplumların kendi tarihlerine yabancı kalmasına yol açmıştır. Hümanist gelenek, ancak bilimsel eleştiri ile, yâni tarihi ve diyalektik materyalist yaklaşımla anlaşılır, geçerliliğini korur ve zenginleşir. Sanat eserlerini eleştirenlerin, edebiyat bilimcilerinin görevi aynı zamanda tarihidir. Onların araştırmalarına konu olan eserler, bilinç alanındaki her görünüm gibi, maddi dünya tarafından belirlenmişlerdir. Dolayısıyla sorun, ürününün varlığının nedeni olan maddeyi bulup ortaya çıkarmaktır. Bir başka deyişle, maddi ile onun ürünleri arasındaki diyalektik etkileşim gözden uzak tutulmamalıdır. Eseri doğuran nedenleri ve onun karakterini anlayarak maddenin (toplumsal gerçeğin) üstüne atılan örtünün kaldırılması da, ancak bilimsel eleştiri sayesinde mümkündür. Bu yaklaşımla sanatta gerçek, özne ile nesnenin birliği olarak kavranır. İşte bu nesne ile özne arasındaki birliği oluşturan bağları ortaya çıkarmak, bilimsel eleştirinin görevidir. Herhangi bir eserin incelenmesi ve açıklanması, insanın toplumsal gerçeği daha yakından tanıma ve değiştirme çabalarından ayrı düşünülemez. Bu nedenle bilimsel eleştiri, insanın gerçeği bilmesine ve değiştirmesine de katkıda bulunur. tersini düşünürsek, toplumsal gerçeği ve gelişmeyi yakından görmesi ve anlaması, insana kendi estetik faaliyetinde eriştiği düzeyin bilincine varması imkânını da verecektir. Bilimsel eleştiri konusunda, hümanist gelenek tükenmemiş bir kaynaktır. Bu alanda kazanılacak köklü bilgiler, kültür ve sanat değerlerinin gerçek anlamlarıyla ayakta kalmaları için en sağlam güvencedir.
ARZU KÖK
Emeğin Sanatı 162. Sayı
KANIYOR KARA ZEYTİN
''Önde zeytin ağaçları arkasında yar '' kalmadı öyle bir diyar önü kanlı ardı zulüm zeytin yitirmiş kutsallığını dört bir yandan sarmış ölüm ormanlarından dal kesenin başını kesenler vicdanları olsaydı eğer ne kanardı kara zeytin ne düzeni bozulurdu memleketin
Sayfa 57
kurumuş insafları kesen kesene durumu zindan memleketin sabaha karşı soma'da altı bin zeytin antik çağların kutsalı çığlığı tutmuş arşı alayı ama kurtaramamış bir tek dalı şimdi kömüre karşı ölüme karşı şimdi bir de zeytin yasında bölge bıçak insafsız sapı kara saplanmış anaya babaya çocuklara alınmış ellerinden sevdaları aşı ekmeği umudu olmaz ki böyle koma bizi böyle yada yabana gör bizi n'olur hukuk baba yerlerdeyiz sürüm sürüm ağıda boğulmuşum sahipsizim körüm hukuk baba hukuk baba kasımlar kasılıyor soğuk baba imdat diyoruz imdat ana baba evlat
BEKİR KOÇAK
Emeğin Sanatı 162. Sayı
BİR AŞKI, BİR ŞİİRİ HİSSETMEK VE ANLAMAK
İnceleme : Vildan SEVİL Elsa’nın Gözleri: Luis Aragon Fransızca’dan Türkçe’ye Çeviren: Hulki Can Duru ________________________________________ “Tarih acımasız adımlarla, kıran kırana yürüdü geldi bugünlere. Her çağın soluğunu, bilgisini, “Çağımdan ben de sorumluyum” diyen düşünürler, sanatçılar ulaştırdı bize. Yaşadıkları çağda insana dair ne varsa, kendi özlerinde duyumsadılar, içselleştirdiler, akılları ve yürekleriyle yoğurdular. Ve işte aşklarını da böyle yaşadılar ve böyle büyük, böyle derin, böyle sınır tanımaz, böyle mutlulukla dolu ve böyle tastamam insanca oldu aşkları.” VİLDAN SEVİL “Sana büyük bir sır söyleyeceğim: Zaman sensin!” ARAGON ________________________________________
Sayfa 59 AŞK şiirlerinin tanrıçası, primadonnası Elsa’nın Gözleri’nin tamamını, Fransızca’dan çevirerek dilimize ikinci kez kazandıran Hulki Can Duru oldu. Çeviriler arasındaki farkların, biz okurlar açısından yarattığı açmazlar vardır. Her çeviri, şiirin yorumlanması ve çözümlenmesinde duyumsama ve kavrama açısından farklılıklar yaratır. Şiiri kendi dilinden okuyamayan okurlar için çevirmen, şair ile okur arasında, şairin ruhunu konuşturan, sesini yansıtan medyumlar gibidir. Bu son çeviride, hem Aragon’un hem de Elsa’nın ruhuyla, sesiyle benim iç sesim ve ruhum sanki daha bir yaklaştı, daha bir kaynaştı, aşkın ırmaklar oluştu ve bu tümleşmenin, algının oluşumunu okurla paylaşmak isteği doğdu. SANATSAL YARATI (YAPIT) ve ZAMAN Bir sanat yaratısını/yapıtını anlamak, kavramak, onun yaratıldığı zamanı anlamayı gerektirir. Her sanat yaratısı, ortaya çıktığı zamanın izlerini taşır. Sanatçıları etkileyen sanat akımları, düşünürleri var eden felsefi akımlar, hepsi yaşanan toplumsal sürecin ürünüdür. Onlar kendilerinden önceki oluşumların izlerini taşırlarken, kendi zamanlarının ruhunu yansıtır, damgasını vururlar ve kendilerinden sonra doğacaklara gebedirler. Genellikle kendilerini yaratan bir önceki başat akıma tepkiyi içerirler. DADACILIK (Dadaizm), Birinci Dünya/Paylaşım Savaşının getirdiği yıkıma, ölümlere, kıyıma, acılara tepki olarak doğar. İnsanlığa dayatılan böyle bir hayatın anlamsızlığı sorgulanır. Dadacılık, doğaya, sanatta kural tanımazlığa yönelir, estetik kaygısını, bütün burjuva değerlerini reddeder. İnsanlığın başına bu belaları açan aklın karşısında “SAÇMA” yüceltilir. Çünkü, SAÇMA; evrenin, doğanın işleyişine yakındır. İnsan aklı ancak kötülükleri üretmektedir. Bu nedenle felsefi bağlamda HİÇÇİLİĞİ (Nihilizm) içerir. Akıma adını veren DADA sözcüğünün bile anlamı yoktur. Sözlüğü açıp rastgele bulunan bu sözcük, akımın adı olur. LOUİS ARAGON’un sanat yaşamı işte bu akımın içinde başlar. 1922 yılına gelindiğinde, Dadacılık ve “SAÇMA” ömrünü tamamlamakta, sanatçılar artık GERÇEKÜSTÜCÜLÜĞE (Sürrealizm) yönelmektedir. Sigmund Freud’un psikiyatride geliştirdiği kuram ilgi görmeye başlar. Freud’un, ruhsal yapıyı, id/ego/süperego temelinde yapılandırması, düşler ve serbest çağrışım yoluyla bilinçdışını keşfetmesi, insan davranışlarında id ve libidonun belirleyici rolünü psikanalizle ortaya çıkarması yepyeni bir gelişmedir.
Emeğin Sanatı 162. Sayı
Bunun sonucunda sanatçılar, sanatın her dalında bilinçdışını, bilinç akışını kurcalamaya yöneldiler. Maskeli insan yerine, bilinçdışında sınır tanımadan dolaşan insanı ortaya çıkarmaya çalıştılar. Orada; akıl, etik, erdem gibi kavramlar ve çeşitli kurallarla kuşatılmış insan yerine, güdülerinin itimiyle dağılmış, sınır tanımaz bir acayip özgür insanı gördüler, şaşırdılar. Salvador Dali’nin ve Picasso’nun resimlerini anımsayalım. Sanatta GERÇEKÜSTÜCÜLÜK, bilinçdışında kendi krallığını kurmuş olan, bu ele avuca sığmaz, sınır tanımaz insanın sesi olmak istedi. 1928 yılında ise resimde, edebiyatta, müzikte egemenlik sürdüren bu akım, sarsılmaya başladı. Çünkü Birinci Dünya/Paylaşım Savaşının yaralarını sarmaya fırsat bulamadan, başka bir tehlikenin, faşizmin ayak sesleri duyulmaya başlandı. Savaşın nasıl bir ölüm, kıyım ve sömürü aracı olduğunu çok yakında deneyimlemiş, kavramış olan sanatçılar, düşünürler, Sovyet Devriminin de etkisiyle savaş ve sömürüye karşı çıktılar. Ezilenden yana saf tutup özgürlük ve eşitlik arayışına yöneldiler. Çünkü onlar, bilinçdışında darmadağınık, çırılçıplak koşturan insanla uğraşırken büyük tekeller/büyük sermaye, militarist güçler ve onların uydusu hükümetler, dünyayı yeniden paylaşmanın hazırlıklarını yapıyorlardı. Düşünen kafa, duyarlı yürek, buna nasıl göz yumardı? 1928 yılında, Louis Aragon, gerçeküstücülük denizinde kulaç atarken, Sovyet Devriminin ateşinden kopup gelen, devrimin büyük şairi Mayakovski’yi tanıyıp, ona duyduğu karşılıksız aşkın yıkımını gururlu bir gizemle taşıyan Elsa Triolet ile karşılaşır. Elsa, kendisi yerine, evli kardeşi Lili Brik’e aşık olan Mayakovski’ye duyduğu aşkı, bir Fransız subayla evlenerek unutmaya çalışsa da bu evlilik yürümez, iki yıl sonra ayrılır. Artık duldur, aşka öfkeli, erkeklere güvensizdir. Bu koşullarda gerçekleşen tanışmada, Aragon derhal aşka düşse de Elsa için duyguların aynı olduğu su götürür doğrusu. 1939’da evlenirler. 1928’de başlayan bu birliktelik, 1970’te Elsa’nın ölümüne kadar sürecektir. Birlikte Fransız Komünist Partisi’nin ön saflarında yer aldılar. Fransa Direniş Hareketinin örgütlenmesinde de en öndedir Elsa-Aragon çifti. Bu birliktelik boyunca Elsa hep Aragon’un esin kaynağıdır. Aragon’un aklı ve yüreği, zamanının tehlikeleri, acıları, özlemleri, umutları, umutsuzlukları, yıkımlarıyla kavrulur ve özlediği dünyaya kavuşmak için savaşım verirken, Elsa da, bütün bunları hisseden, yaşayan, savaşan, mavinin her tonuna boyanan gözlerinde içselleştirip taşıyan bir figürdür Aragon’un şiirinde. Elsa, şairle bütünleşmiş, ulaşılan olmuştur ama yine de ulaşılmayan arzunun gizemli simgesidir hep. Elsa’nın Gözleri’nde, şairin büyük entelektüel birikimini, şairin ve şiirin ruhuyla oluşturduğu imgeler dünyası içinde, insanlığın dertleriyle aşkı nasıl yoğurduğunu birlikte gözlemeye çalışalım.
Sayfa 61 Şimdi, akıl akıla, yürek yüreğe verip AŞK ŞİİRLERİNİN ANATANRIÇASI Elsa’nın Gözleri’ne birlikte eğilelim, bakalım neler göreceğiz, neler hissedeceğiz?... Elsa'nın Gözleri ________________________________________ Senin gözlerin öyle derindir ki içmek için eğildiğim an Tüm güneşlerin aynanda bakışmaya koşturduğunu Tüm umutsuzların ölmek için oraya daldığını gördüm Gözlerin o kadar derindir ki orada kaybolur belleğim Kuşların gölgesinde çalkantılı okyanustur onlar Derken birden güzel hava yükselir ve değişir gözlerin Meleklerin önlüğünde bulutları yontar yaz Buğdaylar üstünde bile gök asla böyle mavi olamaz Rüzgarlar boşuna kovalar gök mavisinin elemlerini Bir gözyaşı parladığında mavilikten çok daha aydınlanır Yağmur sonrası kıskançlıkla çatlatır gözlerin gökyüzünü Kırıldığında bile cam asla böyle mavi olamaz Yedi Acıların Anası ey ıslak ışık Yedi keskin kılıç deldiler renkler prizmasını Ağlayışlar arasında biten gün çok daha dokunaklı Siyahla açılan iris yas tutmaktan çok daha maviş Gözlerin çifte çentik atar mutsuzluk anında Ki oradan tansığı oluşur Kralların Üçü de yürekleri çarparak gördüklerinde Mandırada asılı duran mantosunu Meryemin Tek bir ağız yeter sözcüklerin Mayıs ayında Tüm şarkılar ve tüm ahlar vahlar için Milyonlarca burç için tek bir gök kubbeden çok çok az Onlara gözlerin ve onların ikizler burcu sırları gerek Güzel imgelerce çevrelenmiş çocuk Kendininkileri iri iri açar ölçüsüzce Kocaman gözlerle bana bakınca bilmem yalan mı söylersin Denebilir ki sağanak yağışta yaban çiçekleri açmakta Yıldırımlar mı saklanır gözlerinin lavantasında Ki orada böcekler zorlu aşklarını uğratır bozguna Kayan yıldızların ağına yakalandım ben Ağustos ortasında açık denizde ölen bir gemici gibi
Emeğin Sanatı 162. Sayı
Ben o radyumu doğal uranyumdan çıkardım Ve parmaklarımı yaktım o yasak ateşte Ey yüz kere bulunup yeniden yiten cennet Benim Peru’m, benim Golconde’um, Hint Adaları’mdır gözlerin Güzel bir akşam üstü kırılmaya başladığında evren Kurtulan yolcuların tutuşturduğu kayalıklarda Görüyordum ben denizin üstünde parlayan Gözlerini Elsa’nın gözlerini Elsa’nın gözlerini Elsa’nın Louis Aragon Çeviren: Hulki Can Duru ELSA’NIN GÖZLERİ ‘nde YOLCULUK “I. Senin gözlerin öyle derindir ki içmek için eğildiğim an Tüm güneşlerin aynanda bakışmaya koşturduğunu Tüm umutsuzların ölmek için oraya daldığını gördüm Gözlerin o kadar derindir ki orada kaybolur belleğim ” Su... Yaşamın kaynağı... Aragon, susuzluğunu gidermek, yaşamak için yaşamın kaynağına eğilir. Önce suyun derinliği, sonra da gördükleri Aragon’u şaşkına çevirir. Karşısında masmavi, kocaman, derin bir ayna vardır. Tüm evreni yansıtan bir ayna. Evrendeki güneşler bile şaşkın şaşkın birbirine bakıp “Nedir bu, nedir bu?” diye sorarlarken görüntüleri o aynaya yansır. Koşturup bir de orada bakışmak isterler. Oradaki, başka bir evren mi, yoksa içinde yaşadıkları evren midir? Gözler; yaşamın ikinci kaynağı güneşi/güneşleri de çeker derinliğine. Sanki gözler evren, evren gözlerle özdeştir. Öylesine sıcak, ısıtıcı ve yakıcıdır onlar. 1942. Kan, ateş, barutla kavrulan karmakarışık dünya, yaşam sevincini, umutlarını acılarda tüketmiş insanlarla doludur. Ölümü tek kurtuluş olarak gören bu umutsuz insanlar, ölmek için o derin sulara atarlar kendilerini. O mavi gözler; içilince hayat veren durgun bir sudur, tüm evreni içine çeken kocaman bir aynadır, acıların tükettiği insanları ölüme çeken bir derinliktir. İşte bunları gören şairin, tüm yaşanmışlıklarını, deneyimini, bilgisini taşıyan BELLEĞİ, o derinlik ve içselleştirdiği çeşitlilik karşısında şaşkınlıktan yok olur, yitip gider. Dörtlükte kullanılan dil, ses benzeşmeleri, eylemlerdeki çatı, zaman özellikleri, mecazlar, eğretilemeler yoluyla her nen kişilik kazanıyor, deviniyor ŞİİRDE. Tüm bunlar, bizi, yirmi yedi sözcüğe sığdırılan bir dünyaya çekiyor. Aragon’un ozan soluğunu, şair işçiliğini, çevirmen ozanımız, medyum sesiyle üflüyor, yansıtıyor bize.
Sayfa 63 Şiirin içine daldıkça, şiirsel anlatım, anatemayı besleyen nice temacık yardımıyla, her dörtlükte başka bir büyünün gizemine çekiyor. “II. Kuşların gölgesinde çalkantılı okyanustur onlar Derken birden güzel havalar yükselir ve değişir gözlerin Meleklerin önlüğünde bulutları yontar yaz Buğdaylar üstünde bile gök asla böyle mavi olamaz” Gözkapakları/kuşların gövdesi, kuşların kanatları ise kirpiklerdir. Bunların gölgesindeki mavi gözler, kuşlar kanat çırptıkça daha da büyür, çalkantılı, korkutucu, hırçın bir okyanusa dönüşür. O okyanus, kendisine öylece, ürkek bir ilgiyle ama aşkla bakan birini farketmiş olmalı ki, birdenbire o evrende hava değişir, güzelleşir, yumuşar, durulur. Belki artık bakışmaktan yorulmuş, şaşkınlıklarını gidermiş güneşler, asıl işlevlerine dönüp ortalığı ısıtmaya başlamışlardır. “Meleklerin önlüğünde bulutları yontar yaz”...diyor Aragon. Melekler, önlüklerini açıp yaza yardım ederler. Yaz, sıcaklığını yeryüzüne yollarken, engel olan kara bulutları, meleklerin önlüğünün içine yolluyor ki aşağıya saçılıp kendi parlaklığını bozmasınlar. Bu yansımayla en güzel, en pürüzsüz yaz mavisine dönüşür gözler. “Buğdaylar üstünde bile gök asla böyle mavi olamaz.” Evrendeki değişim, gözlerde de yaşanmaktadır. Çünkü o gözler evren, evren de o gözlerdir. Bakışıp koşturan güneşler, önünde önlükle mutfakta uğraşan anne gibi melekler ve yontucu yaz insanlaşırken, insan da melekleşir, güneşleşir, yazlaşır. Şiirde, her nen devinir durur, capcanlı, cıvıl cıvıl... “III. Rüzgârlar boşuna kovalar gök mavisinin elemlerini Bir gözyaşı parladığında mavilikten çok daha aydınlanır Yağmur sonrası kıskançlıkla çatlatır gözlerin gökyüzünü Kırıldığında bile cam asla böyle mavi olamaz” Elemle, acıyla bulutlanır; kararır gök mavisi gözler. O büyük, derin elemi dağıtmaya rüzgârların bile gücü yetmez. O karanlığı, elemi, ancak insanlığın çektiği acılar için yağmur gibi yağan gözyaşları dağıtır. Savaş… Nazilerin oluşturduğu ölüm kampları, kıyım... Gözler, bütün bu olup bitenler için ağlarken, korkup sinmek yerine, direnişin ön saflarında acıyı duya duya verilen savaş, gözyaşlarının aydınlatıcı yanıdır. Bu yağan acı yağmuru dindiğinde, duyulan huzurun mavisi, gökyüzünün mavisini kıskandıracak kadar berraktır. Camın kırılmasıyla saçılan kristallerin mavisi bile acı yağmuruyla yıkanmış gözlerin parlaklığı ve şeffaflığı ile boy ölçüşemez.
Emeğin Sanatı 162. Sayı
“IV. Yedi Acıların Anası ey ıslak ışık Yedi keskin kılıç deldiler renkler prizmasını Ağlayışlar arasında biten gün çok daha dokunaklı Siyahla açılan iris yas tutmaktan çok daha maviş” Elemin yarattığı, ezilen insanlık için dökülen gözyaşları kutsaldır. Tıpkı, “Yedi Acıların Anası” Meryem’in yedi büyük acıyı yaşarken döktüğü gözyaşları gibi. Katolik inanca göre; doğum kehaneti (Meryem’in gebeliğinin anlaşılmasıyla, tutucu Yahudi toplumunda doğan kuşku ve Meryem üzerinde oluşan baskının onda yarattığı acı), Mısır’a kaçış, çocuk İsa’nın kayboluşu, haçı taşıma, haça gerilme, üç gün haçta kalma ve mezara konma olmak üzere yedi büyük acı yaşar Meryem, gözyaşları döker. Yine katolik inancında, bu acılar, ikonlarda, resimlerde Meryem’e saplanan “Yedi Keskin Kılıç”la simgelenir. Bugün, savaşın yarattığı acı da insanlığın bağrına saplanmış “Yedi Keskin Kılıç” gibidir. İşte bu ağlayışlarla biten gün/geçen zaman, çok daha dokunaklı, kalıcı izler bırakır. Acıyla, korkuyla (siyahla açılan), yaslarla büyüyen gözbebeğini çevreleyen renkli halka(İris) şimdi çok daha maviş. “V. Gözlerin çifte çentik atar mutsuzluk anında Ki oradan tansığı oluşur Kralların Üçü de yürekleri çarparak gördüklerinde Mandırada asılı duran mantosunu Meryem’in” Aragon, bu kıtada da İncillerden bir öyküyü anımsatıyor. Bu öyküye göre, yıldızlara bakarak geleceği öngören üç gökbilimci/yıldız falcısı (Müneccim Kral), İran’dan kalkıp yollara düşer. Büyük olasılıkla Zerdüşt dininden olan bu biliciler, sanki tansıksal(mucizevi) doğum gizemini imleyen bir yıldız tarafından seçilmişlerdir. O yıldızın kılavuzluğu, yollarını kesiştirir ve onları Beytlehem’deki bir ağıla ulaştırır. Orada Meryem’in mantosunu görünce heyecanlanırlar ve bebeğin imlenen Mesih olduğunu anlarlar. İşte Mesih doğmuştur, oradadır. Büyük tansık gerçekleşmiştir. Derhal önünde diz çökerler, bebeğe armağanlar sunarlar. Elsa’nın gözlerinin mutsuzluk anlarındaki çakımı, çifte çentik atarak böyle büyük bir tansığı muştular. Gözler; biliciler gibi, kutlu, güzel bir geleceğe, kurtuluşa olan umudu, güveni imler. (Çentik atmak: İşte buraya yazıyorum, der gibi. Öngörüsünden/kehanetinden çok emin.) Yaşanılan kaotik umutsuzluk sürecinde, ozan/şair Aragon, umudu diri tutmak için Hristiyanlığın, acılarla yoğrulmuş ama umut yayan motiflerinden yararlanır.
Sayfa 65 “VI. Tek bir ağız yeter sözcüklerin Mayıs ayında Tüm şarkılar ve tüm ahlar vahlar için Milyonlarca burç için tek bir gökkubbeden çok çok az Onlara gözlerin ve İkizler Burcu sırları gerek” Şu Mayıs ayında; tüm şarkıları söylemeye, tüm ağıtları yakmaya(ahlar vahlar) yetecek kadar sözcük, tek bir ağızdan çıkabilir. Ayrı ayrı ağıza ne gerek var? Bakın, milyonlarca burç, tek bir gökkubbede nasıl barınıyor? O halde insanların umutsuz olmaları için neden yok. Bunun için insanların, yalnızca Elsa’nın gözlerine (İki göz/İkizler) ve İkizler Burcunun gücünü barındıran sırlarına gerek var. Nedir bu sırlar? Aragon bu dörtlükte, astroloji ve mitolojiden yararlanıyor. İkizler Burcunun astrolojik adı Kastor ve Polluks. Yunan mitolojisinde Kastor ve Polluks, Zeus’un kuğu kılığına girerek seviştiği Leda’dan olan ikiz çocuklarıdır. Haksızlığa karşı savaşırlar ve haksızlıklara karşı savaşanlara yardım ederler. Roma mitolojisinde ise farklı adlar alan ikizler, büyük toprak sahiplerinin topraklarını halka dağıtmaya kalkarlar, cezalandırılırlar. Bu dörtlükte Aragon’un gerçeküstücü yanı, gizem ağır basıyor. Şimdi bu bilgilerden yararlanıp şiirin yazıldığı 1942’deki koşulları da düşünerek, Elsa’nın gözlerinin neden Kastor ve Polluks’a benzetildiğini anlayabiliriz. Tek bir ağız, tek bir gökyüzü, faşizme, düşmana karşı savaşta birleşmeye çağrıdır. İkizlerin sırları, özellikleri, bu savaşta yol gösterici ve yardımcı olacaktır. Elsa’nın İkizler Burcunun sırlarını, özelliklerini içeren, taşıyan gözleri, savaşkanlığı, bilgisi, cesaretiyle yol gösterici bir simgedir şimdi. “VII. Güzel imgelerle çevrelenmiş çocuk Kendininkileri iri iri açar ölçüsüzce Kocaman gözlerle bana bakınca bilmem yalan mı söylersin Denebilir ki sağanak yağışta yaban çiçekleri açmakta” İnsanlığa; kurtarıcılık, adalet, barış, sevgi, kardeşlik, özgürlük, özveri, başkaldırı, merhamet, hoşgörü yolunu imleyen, muştulayan çocuğun(İsa) iri iri açılan gözleri inandırıcı, güven vericidir. Bilicilerin armağanlarıyla donatılmıştı İsa bebek (Güzel imgelerle çevrelenmiş çocuk). Yıldızın kılavuzluğu, bilicileri, işte bu bebeğe ulaştırdı. Armağanlar da yıldızın imlediği Mesih/kral içindir ve muştuladığı değerleri simgelemektedir. Çünkü bebek, insanlığı bu değerlere kavuşturmak için gelmiştir inanca göre. Sağanak yağış(Acı çekildiği için dökülen gözyaşları), toprağı fazlaca ıslatsa, zararlı gibi görülse de yabanıl çiçeklerin (Doğada kendiliğinden biten) açmasına neden olmaktadır.
Emeğin Sanatı 162. Sayı . Meryem’in çektiği acılar, İsa’nın çarmıha gerilişi, umutların yeşermesini, İsevilerin çoğalmasını nasıl engelleyemediyse bugünkü acılar da kurtuluşun yolunu kapayamayacaktır. Tarih boyunca insanları peşinden sürükleyen çocuğun bu vaatleri acaba yalan mıdır? Yalansa, insanlar neden inanmaktan vazgeçmezler? Acaba Aragon, “Ya inancınıza sahip çıkıp savaşın, savaşmayacaksanız inancınızın anlamı nedir?” diye mi soruyor? Üstelik, o güne değin gerçekleşmeyen umutları gerçekleştirmek için Mesih’in yeniden geleceğine inanırken Hristiyanlar... Şair, çocuk İsa’ya ve çağrılarına gönderme yaparken “Kocaman gözlerle bana bakınca” sözleriyle de Elsa’yla koşutluk yaratıyor, özdeşleştiriyor. “VIII. Yıldırımlar mı saklanır gözlerinin lavantasında Ki orada böcekler zorlu aşklarını uğratır bozguna yıldızların ağına yakalandım ben Ağustos ortasında açık denizde ölen gemici gibi” Lavanta, çok sık, ince, gri, küçük yaprakları olan, toplaşmaya elverişli, mavi küçük çiçekleri açtığında tümden maviye kesilen bir bitkidir. Kokusu, yaprakların, dalların sıklığı, güzelliği ile böceklerin de çekim merkezidir. Ne var ki böcekler aleminde erkeği kendine çeken dişi, genellikle erkeğin katilidir. Aşka koşan erkek, dişi tarafından yok edilir. İşte ben de o lavanta mavisi gökyüzüne (gözlere) daldığımda, orada kayıp duran yıldızların ağına yakalandım, tutsak oldum; tıpkı bir böcek gibi. Sonra yıldırımlar çarptı ve yazın dinginliğine kanıp, açık denizin maviliklerinde ölen bir gemici gibi can verdim orada, diyor şair. “IX. Ben o radyumu doğal uranyumdan çıkardım Ve parmaklarımı yaktım o yasak ateşte Ey yüz kere bulunup yeniden yiten cennet Benim Peru’m, benim Golconde’um, Hint Adalarımdır gözlerin” 1942 yılında, ABD’nin New Mexico kentinin Los Alamos bölgesinde, ABD yönetimi tarafından, bir grup bilim adamı bir araya getirilir. Atom bombasının yapılmasına karar verilir. Üç yıllık çalışma sonucu bomba imal edilir ve 1945’te Hiroşima ve Nagazaki’de patlatılır. Büyük olasılıkla Avrupa’nın komünist çevrelerinde bu çalışma duyulmuş ya da hissedilmiş olmalı. Güya büyük gizlilik içinde yapılıyor. Ancak, savaş yıllarındaki karşılıklı casusluk öykülerinin nice kitaba, filme konu olduğunu anımsarsak duyulmuş olma olasılığı yüksek görünüyor. Atom bombasının yapımı, insanoğlunun kendini, kendi elleriyle yakıp kavurma deneyiminin ilk adımı. O radyumu, doğal uranyumdan çıkarırken, o yasak ateşte parmakları yanıyor Aragon’un.
Sayfa 67
Golconde, Hindistan’da kim bilir hangi savaşlarla harabeye çevrilmiş bir kent. Hint Adaları ise Kristof Kolomb’un Amerika’ya yanlışlıkla verdiği ad. “Yüz kere bulunup yeniden yiten cennet” derken, Aragon, savaşlarla yakılıp yıkılan, sonra yeniden inşa edilen ülkelerden, kentlerden mi söz ediyor? Kan ve ateş içindeki Avrupa’dan bakınca, Peru, Golconde, Amerika savaşa uzaklığıyla, huzur ve barış özlemini mi yansıyor acaba? “X. Güzel bir akşamüstü kırılmaya başladığında evren Kurtulan yolcuların tutuşturduğu kayalıklarda Görüyordum ben denizin üstünde parlayan Gözlerini Elsa’nın, gözlerini Elsa’nın, gözlerini Elsa’nın” 1940’lı yılların, cehennemi yeryüzüne getiren ortamında ne varsa ve ona karşı direnişin yaydığı umuttan, cesaretten, bilgiden yana ne varsa...Hepsi Elsa’nın aşkla tutuşan, tutuşturan mavi gözlerinde ve Aragon’un ozan soluğuyla donanmış şair bilgeliğinde aynalanıyor. “kırılmaya başladığında evren”, yani kıyameti andıran bu savaş, dünyanın sonunu imlese, gemi batsa, bu aşıklar boğulsa da, kayalıklara tırmanıp kurtuluş ateşini yakanlar, onu insanlığa sunacak Prometheuslar mutlaka olacaktır. İşte o zaman Elsa’nın mavi gözleri, o mavi sularda, kayalardan yansıyan kurtuluş ateşinin utkusuyla parlayacak ve tüm evreni yeniden aydınlatacaktır. SONUÇ: “Her sanat yaratısı, ortaya çıktığı zamanın izlerini taşır. Sanatçıları etkileyen sanat akımları, düşünürleri var eden felsefi akımlar, hep yaşanan toplumsal sürecin ürünüdür.” demiştik. Tarih acımasız adımlarla, kıran kırana yürüdü geldi bugünlere. Her çağın soluğunu, bilgisini, “Çağımdan ben de sorumluyum” diyen düşünürler, sanatçılar ulaştırdı bize. Yaşadıkları çağda insana dair ne varsa, kendi özlerinde duyumsadılar, içselleştirdiler, akılları ve yürekleriyle yoğurdular. Ve işte aşklarını da böyle yaşadılar ve böyle büyük, böyle derin, böyle sınır tanımaz, böyle mutlulukla dolu ve böyle tastamam insanca oldu aşkları. Yaşamasına yaşadılar ama... Aragon, aşka dair son sözünü söylerken “Mutlu Aşk Yoktur” dedi, çıktı işin içinden. İnsanlık, binlerce yıldır taşıyıp getirdiği, bir türlü ulaşamadığı arzusuna, kadim özlemlerine ulaşıncaya dek MUTLU AŞK YOKTUR...
Emeğin Sanatı 162. Sayı
BARIŞA, SEVGİYE, DOSTLUĞA, KARDEŞLİĞE, ADALETE, EŞİTLİĞE, ÖZGÜRLÜĞE ulaşıncaya dek MUTLU AŞK YOKTUR... “İnsan her şeyi elinde tutamaz hiçbir zaman Ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini Ve açtım derken kollarını bir haç olur gölgesi Ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi Hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an MUTLU AŞK YOKTUR” LOUİS ARAGON
VİLDAN SEVİL SARHOŞ FELSEFESİ Güzel içtik yine bu gece Ben dört tası devirdim Saydım senin üçtür içtiğin Hiç kusura bakma azizim Bu gece padişah olmak Benim hakkım Senin hakkın vezirlik Oysa hangi sofuya Sorarsan sor Der bu haliniz rezillik
Bekleme yine de Fermanı vezirim Büyüklük bizde kalsın Affedelim gitsin Sonuçta hangi fakire Sorarsan sor Günahkardır gözünde Her zengin
NEDİM ELÇİ
Sayfa 69
AH FİRUZAN
İnceden bir serçe üşümesidir Firuzan Bir tüydür tüldür Mor menekşeli bir cam önüdür Beyoğlundan Taksime çıkışıdır gece vaktinin Terlikleri yırtık bir ay ışığıdır Parmak aralarından mevsim sızar Tecrübeyle sabittir ki onarılmaz düşler taşır Gecenin kırağıdan öç almasıdır Yaylasızdır ya şehirler Mevsimin ıssız kalmasıdır
SEMA LALE
Ah Firuzan Aklıma geldin ya şu zaman Her dize bir şiir eskisidir Ve her düş bir yangın Sense bir düş kırıklığısın bu kentin şiirsizlikten kalan
Emeğin Sanatı 162. Sayı
ZAHİT ATAM’IN „TÜRKİYENİN RUHU DİRENMENİN TRAJEDİSİ“ ROMANI ÜZERİNE MUSTAFA DEMİR
Yılmaz Güney üzerine çok şiir, destan, makale, roman, tiyatro eseri yazıldı. Dizi resimler yapıldı, belgeseller çekildi, söyleşiler yayınlandı. Bu kervana Zahit Atam “Türkiye’nin Ruhu Direnmenin Trajedisi” adlı üç ciltlik önemli bir eserle katılıyor. Romanında Zahit Atam haklı ve isabetli olarak Yılmaz Güney adının oluşumunu toplumsal ve siyasal ortam içinde ele alıyor. Filmlerini çekilme, kitaplarını yazılma koşullarını göz önünde bulundurarak irdeliyor, değerlendiriyor. Onu toplumdan kopuk, bir efsane kahramanı olarak değil, kitlelerle birlikte değişen, gelişen, kitlelere öncülük eder hale gelen gerçek bir devrimci kahramanlaşmanın öyküsü bağlamında yansıtıyor. Burada romandan hiç bir alıntı yapmayacağım. Kitabın her sayfası, akıl süzgecinden geçmiş, devrimci değerlendirmeler ve vurgularla dolu.Yılmaz Güney gerçeğine bağlı kalınarak sanat , özellikle sinema sanatı üzerine yüzlerce soyutlama. Aslında bunlar derlenerek bir “Eğitim Çalışması Notları” hazırlanabilir. Fakat burada amacımız; sadece devrimci sanatla, sinemayla, kültürle, siyasetle Yılmaz Güney bağlamında da ilgilenen ve değerlere sahip çıkanların dikkatini başarılı bir romana çekmektir. Zahit Atam romanında dünden çıkarak, bugüne ve yarına bakıyor... Bu başarılı eserinden dolayı Zahit Atam’ı yürekten kutluyorum. Yılmaz Güney’in uğruna her şeyini adadığı halkına yaraşır bir sanat eseri üretmiş. Umarım bu yüzeysel “iletişim çağı”nda o değerleri kavrayacak okurlara ulaşır bu roman... Okurlara Not: Roman politik bir eser. Fakat Yılmaz Güney’in siyasi fikirlerini öğrenmek için O’nun çıkışlarına önayak olduğu; Güney, Yurtsever Devrimci Demokrat, Demokrasi Bayrağı ve Mayıs dergilerine ulaşılması gerekir. Ayrıca en önemli siyasi yazıları yurt dışında üç ciltlik Siyasal Yazılar1,2,3 olarak derlenip yayınlanmıştır. Bu yazıları okuyanlar, Yılmaz Güney’in sadece THKO, THKP/C, TKP/ML destekçisi bir sanatçı olmadığını göreceklerdir. Zahit Atam’a Not: - Onat Kutlar ve Tuncer Kurtiz’in Yılmaz Güney’e etkilerini abartılı, Vedat Türkali Yılmaz Güney ilişkisinin romana yansımayışını eksik buldum. - Özellikle birinci ciltteki dizgi hatalarının okumayı zorlaştırdığını belirtmeliyim.
Sayfa 71
RESİM
Kazıklı Voyvoda'ya söven memleket insanını maddi manevi kazıklara oturtur yetmedi silindir geçirir üzerlerinden bilmeyenler kader sanır bilenler azaba gönüllüdürler siyah beyaz resimlere bağlanmışlardır teslim olacaklarında akıllarına düşer resimler de başkadır hani bir yanları Akdeniz bir yanları Zigana yılgınlığın başı döner gözlerine bakınca bezginlik kendinden utanır bayrak dikmişlerdir üstünlerin böğrüne
ÖZER GENÇ
Emeğin Sanatı 162. Sayı
YAŞAR KEMAL’İN SANAT ANLAYIŞI
Ali Fuat KARAÖZ
“Yaşamak halk olmak, doğa olmak demektir. Yaşamak halkın ve doğanın sonsuzluğunda yaşamaktır. Bir sınıfın sınırında yaşamak insanı zenginleştirmez, fukaralaştırır. Bir öykünücüler içindeysen o temelsiz, ne idüğü belirsizlerdensen iyice fakirleşmişsin demektir. Yenilik arıyorlar bir de, yeniliğe halkın ve doğanın sonsuzluğunda varılır,” diyen büyük ustanın bu sözleri belki de onun yaşamının, dünyaya bakışının özetidir. Yaşar Kemal, “halka inelim, halka gidelim” diyen ve İstanbul Türkçesini merkeze koyan Cumhuriyet aydınlarından çok başka bir yerde durur. Türkçenin tüm şivelerine eşit mesafededir, hepsini zenginlik sayar. Halkın seviyesine inelim diyenler, halka tepeden bakıp üstün olduklarını gösterir, beyinlerinin kıvrımlarındaki kibri de açık ederler. Niyetlerini örtük dillendirseler de, kendilerini her şeyin merkezine koyarlar. Bu söylem erken dönem Cumhuriyet aydınının zihinsel dünyasını ele verir. Ancak her şeye rağmen onların en azından halka inmek, halka gitmek diye bir dertleri vardır. Ya şimdi, insan, doğa diye bir derdi olmayan, sanatı, edebiyatı sadece bir tüketim nesnesine dönüştüren egemenlere, sömürge tipi aydınlara ne demeli… Oysa Yaşar Kemal, eski ve bir takım yeni Cumhuriyet aydınlarının tam tersine elitlerden değil, halkın içinden çıkmış, sürünerek, tırmalayarak zirveye ulaşmış derdi olan bir aydındır. Gücünü halkından, toprağından alır. Bu kültürden, yaşadığı coğrafya-
Sayfa 73 yadan dolayıdır ki, doğa ve insan ile birebir, doğrudan ilişki halindedir, bu yanıyla yalın olduğu için tüm ilişkilerinde de yalındır, aracısızdır. Söyleyeceğini doğrudan, dolambaçlı yollara sapmadan söyler, dobradır, bu yüzden çoğunlukla sistemle ters düşer. Sanat, sınırsız özgürlüğü, ideolojik, siyasi veya dinsel dogmalardan arınmışlığı temel almaz mı? İnsan veya doğadaki şeyleri sanatçının süzgecinden geçirip imgelerle tekrar insanlara sunmak ise sanat, elbette ki, sanatçının ilkesi sanatın kuralları olacaktır, başka şeylerin değil. Bunu usta şöyle ifade eder:
“Sanat yalan söylemez, sanat öykünmez. Çırak ustasına öykünür, ama her gerçek, katıksız sanat bir kişiliktir. Sanattaki büyü yaşamın büyüsüdür. Sanatın sevinci, sanatın horlanması, sanatın saçmalığı hayatın saçmalığıdır. Sanatın büyüsüne hayatın gerçekliğinden gidilir, gizine varılır. Sanat, doğanın eylemi, büyüsü, şiiri içinde onunla birlik olan sanattır. Eksilten değil, ekleyen, besleyen, katandır. Hayatın gerçekleri sanata dinamizm getirir.” Biz biliyoruz ki, insandan, doğadan kopuk yaşayan, kentlere sıkışmış, hayatı sadece tüketim üzerine kurgula(n)mış bireyin sanat üretimi de yaşadığı tarza denk düşer ki bu, sanat ve hayat adına felakettir. İnsana düşünsel anlamda bir şey katmadığı gibi, onu daha beter bağımlı kılar, köleleştirir. Hele hele birde varılan noktaya kendi iç dinamikleri ile varılmamışsa… Kendine sunulan nesnelerin esiri olanlar aynı zamanda o nesnelerin üreticilerine kul köle oluyor, onlara öykünmüyorlar mı? Kendisi olamamış bireylerin, toplumların hazin sonu… Muasır medeniyetler seviyesine ulaşma ülküsü Cumhuriyet’in temel ideolojik argümanıydı. Bu ülküye kendi iç dinamikleri ile ulaşamayınca ithal etme yoluna girmiş, burada kaba bir öykünmeci duruma düşmüş, öncülleri Tanzimatçılar‘ı bile çok geride bırakmıştı Cumhuriyet’in Sahipleri. Bu noktada büyük usta bunları şöyle tanımlar:
“Öykünücüsü olduğu dünya bezirgânları memleketlerinde ne kotarıp pişiriyorlarsa bizimkilerde burada onun minyatürünü kotarıp pişirirler. Tıpkı küçücük bir maymun gibi… Kendi halkını, asıl kaynağını, halkının kültürünü, bilimini küçük görürler, onu yok sayarlar.” Böyle bir yapının, böyle yozlaşmış bir sınıfın altında inleyen birçok milletin çoktan çökeceğini belirten usta Türk kültürünün çok eski, çok sağlam ve derin olduğu için hala ayakta kalabildiğini söyler, o yereli de evrenseli de yadsımaz:
“Bir evrensel kültür vardır, birde yerel kültür. Yerel kültür olmadan hiçbir şey yapamazsın, üzerine sağlam basmalısın, bunun üzerine bir miktar evrensel kültür eklemek yerel kültürü zenginleştirir.” Kendinden daha güçlü olan karşısında el pençe divan duran, daha zayıf gördüğünü ez-
Emeğin Sanatı 162. Sayı
meye kalkışan bir sınıfın devleti insana, halklara, doğaya yapmadığı eziyeti bırakmıyor, birde bunu marifet sayıyor. Her şeye rağmen ayakta kalan bu kültürün sağlamlığının kaynağına inerek toplumun ya da bireyin bu birikime nasıl ulaştığı sorunsalını yaşamla ilişkisine, tarihten gelen köklerine, gelişmişliğine bağlar o.
“İnsanın büyüklüğü, zenginliği çok yaşamasında, çok tanımasında, çok sevebilmesin-dedir. Bir sanatçı doğayla, insanla ne kadar haşır neşir olur, onu ne kadar derinliğine yaşar, tanırsa yapıtı da o kadar gerçek, o kadar büyülü o kadar sağlam ve büyük olur,” diyen Usta bunu şöyle daha da derinleştirir: “İnsanın ihtiyaçları nasıl yaşamla bağlantılıysa bilimin, zihni çalışmanın ihtiyaçları da yaşamla bağlantılıdır. Her şey doğanın insanın gelişmesi ile bağlantılıdır. İşte böylece sanat, sezgisi ile bizi biraz daha ileri bir yere ulaştırır. Sanat insanlığın sabah olurken ki halidir. Gücünün bir kısmını buradan alır.” “Sanat insanlığın sabah olurken ki halidir.” derken büyük Usta insanın karanlık yönüne dikkat çekmiyor mu? İyiliği de, kötülüğü de içinde barındıran insan türünün karanlık çağlardan kalma ilkel, barbar yanının ancak sanatla daha iyiye, güzele gideceğini göstermiyor mu? Kısacık cümle ile her şeyi ne güzel özetliyor. Sanat, insanı insan yapan, onu güzelleştiren, sevgiyi, yaşama sevincini, dostluğu pekiştiren özelliği ile aydınlık bir dünya sermiyor mu önümüze. İnsana bir şey katmayan, onun gelişimine katkı koymayan, sadece eğlencelik olarak dayatılan, aynı zamanda ekonomik bir kazanç kapısına dönüştürülen uğraşıyı sanat adına yaptıklarını söyleyenlere ne güzel cevap! Teknolojinin insanı tüketen, onu doğasından koparan yani insanı insanlıktan çıkaran, sadece bir makineye dönüştüren burjuva uygarlığı, son tahlilde insanın düşünce dünyasını da kendine benzetiyor, beynini zehirliyor, köreltiyor, donduruyor. Tüm bu bireyi yozlaştıran, çürüten ilişkilere karşı sanatın büyüsüne ulaşmak için izlediği yolu şöyle tanımlar Usta:
“Sanatın büyüsüne hayattan, hayatın gerçeğinden, yaşamından gidilir. Büyü soyut, kendi kendine var olan bir şey değildir. Doğanın deviniminde ve hayatın eyleminde vardır. İnsan kafası büyüyü gerçeği işleyerek, gerçeğin derinine inerek, dört bir yönünü arayarak yoklayarak varır. Sanatın büyüsü gerçekten gidilmedikçe yaratılamaz. Sanat büyüyü, şiiri, doğayı, yaşamı etkili hale getirir.” Bu noktada sanatın niçin yapıldığı, buna ilişkin kategoriler oluşturulması onun için önemli değildir. Bir dönem uzun, ciddi tartışmalara neden olmuş bir konuda onun tarzı çok nettir. O böyle bir ayrımı saçma bulur;
Sayfa 75
“Sanat sanat için mi hayat için mi, saçma… hayat hayat için mi, sanat için mi diye neden sormuyorlar. Sanat yaşamın bir yönü hayatın içinde oluşan bir varlıktır.” İnsan ve doğa için sanat yaptığını söyleyen büyük usta niçin yazıyorsun diyenlere şöyle cevap verir:
“Bana soruyorlar, sen romanı niçin yazıyorsun? Bilemem diyorum, bilsem de söyleyemem. Bir şey biliyor, daha doğrusu sanıyorsam, destancılar soyundan geldiğimdir. Gençliğimde destan anlatmayı denedim.” Zaten bir romancının eserleri niçin yazdığının cevabını içinde barındırmıyor mu? Onun amacı insan gizemine varmaya çalışmaktır. Düş gücü çok gelişkindir, sürekli sonsuz düşler kurar. Bu konuda tavizsizdir:
“Düş gücünü yitiren insanın umudu olur mu?” der.
ALİ FUAT KARAÖZ İzmir, Yazarevi Topluluğu Gönüllüsü
EDEBİYAT VE EDEBİYATÇI Edebiyatı bir uzmanlık, bir şifre saymamalı; herkesin ortaklaşa söyleyebileceği bir türkü olmalı. OKTAY AKBAL Edebiyat; refahın, alışkanlığın, gevezeliğin, kendinden memnun olmanın karşısında olmalıdır, asıl ödevi budur. HANS BENDER Bütün bir beşeriyeti ve kainatı içine alacağı yerde kendi cılız ve âmâ benliğine saplanan bir edebiyatın, bence, psikopatoloji etütlerine mevzu olmaktan başka bir meziyeti yoktur. SABAHATTİN ALİ Yazmak, bir araştırma, yoklama, yeniden yapma sürecidir. Kendi dışkısında debelenip durmak, görgü gösterişi yapmak değil. GİLLES GAULTIER Halktan, temelden, topraktan ve doğanın derinliklerinden gelmeyen, onlardan etkilenmeyen bir edebiyat geçicidir, ölümcüldür. HALİKARNAS BALIKÇISI
Emeğin Sanatı 162. Sayı
DİZELERDE “ŞİİR VE ŞAİR” Şiir organik bir şey olmalıdır** Kendi yaşamımızdan fışkırmalıdır ATAOL BEHRAMOĞLU (Şiir)kendisi olmak için soluk soluğa tırmanır hayatı HİDAYET KARAKUŞ Zamanda kımıltısız olmalı şiir Ayın tırmanışı gibi. ARCHİBALD MACLEISH (çevi.: Cevat Çapan) Ama söz dört nala koşar sıkarak kolanlarını çınıldar çağlar ve sürünür trenler şiirin yalamak için nasırlı ellerini MAYAKOVSKİ (çev.Azer Yaran) Irmağın kıyısındaki şehir Nasıl uyanırsa geceden Geride kalan bakışlarınla Mevsimleri mevsim yapan Şiir ANIL MERİÇELLİ Elinde parlak bir yıldız vardır Şairin ve herkes şaşırır buna Bir de önüne her çıkan taşa Takılmasa. ALTAY ÖKTEM Şiir yağmurun deresidir, saç diplerinin teri. Teknelerin taze sancağıdır şiir ÜLKÜ TAMER
Yazmak için Bilmek Bilmek için Sevmek Sevmek için Yürek Tıpkı Çelik Örs, çekiç, körük Ve dahi emek
ZEKERİYA TEMUÇİN
Denize atılan Bir gül yaprağıdır Yazılan her şiir Aşıp dalgalarını zamanın Kaçı kıyıya ulaşabilir?”
İSMAİL UYAROĞLU
İki çeşit yürek var Biri herkesinki gibi Bilinen bir yürek Öteki ozan yüreği Cam gibi saydam Keman teli gibi titrek
ALİ YÜCE
Işık karanlıktır nice Ayırabilirsen ayır elin erdiğince Ben bildiğimi söylerim Şair olmak zarar ömüre ADNAN YÜCEL Şiir bir terlemedir Güneş güneş sözlerle Ve böyle böyle şair Eriyip gider Dünya gibi tıpkı”
DERLEYEN: A.Z.ÇAMUR
CAN YÜCEL
Sayfa 77
YAŞAM VE SANATTA
1 AYIN İZDÜŞÜMÜ VECİHİ TİMUROĞLU'NU YILDIZLARA UĞURLADIK Sosyalist eleştirmen, şair, düşünür Vecihi Timuroğlu’nu 23 Ekim günü yıldızlara uğurladık. Timuroğlu, Sivas'ın Kangal ilçesinin Körpınar köyünde doğdu. Ailesi, Tunceli'nin Ovacık ilçesinden, Munzuroğulları aşiretin dendi. Babası, 1922'de Tunceli'den ayrıldı. İlkokulu Diyarbakır'ın Çermik ilçesinde okudu. Ortaokula Ankara Gazi Lisesi'nde başladı ve liseyi Erzurum Lisesi'nde bitirdi. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Edebiyat Bölümü‘ nü 1950'de bitirdi. Ankara'da lise öğretmenliği ve müdürlüğü yaptı. Bakan Danışmanı oldu. Ankara Atatürk Lisesi müdürü görevin deyken emekliye ayrıldı. İlk şiirini 1942'de Varlık dergisinde, ilk denemesini ise 1948'de Yücel dergisinde yayınlandı. 1973 yılında Evrim dergisini yayınladı. 1977'de Cemal Süreya, Ragıp Gelencik ve Ahmet Say ile aylık Türkiye Yazıları dergisini çıkarttı. Türkiye Yazıları, Adam Sanat, Dost, Sanat Rehberi, Türkçe, Yarın, Yeditepe, Yücel, Varlık, Damar gibi dergilerde şiir, deneme, inceleme, söyleşi gibi çeşitli türlerde yazılar yayımladı. Hüseyin Akar, Timuroğlunu şu sözlerle anlatıyor: “Şiir ve şiirin sorunları üzerine teorik çalışmalarından dolayı Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü sahibi olan Vecihi Timuroğlu, yazdığı İnsan Hakları Sözlüğü ile yabancı terimler için Türkçe karşılıklar üretmek, açıklamalar yapmak, ulusal kültürde özümlenmesini sağlamak ve böylece uluslararası insan hakları kültürünün içinde yer almayı öngörmeyi amaçlamıştı. Zamanı doğru kullanan, bir dakikasını bile boş geçirmeyen, toplumsal olaylara karşı duyarlı, çalışkan, Türkçe’yi yerinde kullanabilen iyi bir yazı ustasıdır. Ürettiği eserlerin sayısı, çeşitli dallara uzanan sivri kalemiyle; aylık dergilerde, gazetelerde renkli yazılarıy-
Emeğin Sanatı 162. Sayı la, edebiyat dünyamızın son yıllardaki hızlı lokomotiflerinden biri… Timuroğlu, toplumsal içerikli denemeleri, yerinde eleştirileriyle tanınmış bir yazarımızdır. Marksçı düşüncenin yazına ve eleştiriye yerleşmesine çalışır. Tarih araştırmalarıyla, resmi tarihin kimi savlarını sarsar. Onun şiirinde coşku, doruk noktasına ulaşır.. Acı ise duyguları besleyen bir can suyudur. Bir bakıma*kendi yaşamı da, hep acının yönettiği birtakım değişmelerle geçmiştir. Ölüm, ayrılma ve yargılanma gibi olaylar, durmadan birbirlerini kovalar. Öyleyken o, döneklik, hainlik ve korkuya asla ödün vermemiştir^ Politika, tecim ve cinayet üçlüsünün kötülüklerine değinir. Ortadoğu tarihinin gizli kalmış yanlarını eşeler. Sonunda oradaki tahtların yalnızca güce, kılıçlara teslim edildikleri gerçeğini anlar.” Mehmet Aydın, “Edebiyat Kıyılarında ” adlı eserinde; Vecihi Timuroğlu’nu şöyle anlatıyor: “Vecihi Timuroğlu, Türk yazınının bir yüzakıdır. Yazınımızın pek çok türünde birçok yapıtlar yayımlamıştır. İyi bir şair, iyi bir araştırmacı, denemeci ve öykücü olduğu halde, ne yazık ki, seçkilerde onun ürünlerine, gereken yer verilmemiştir. Doğrusu bu duygucu yaklaşım, anlaşılır gibi değildir. Timuroğlu ‘nun bugüne değin oluşturduğu yapıtlar, orta yaş bir insan yaşamına sığmayacak denli boyutludur. O; Yücel, Yeditepe, Yonca, Evrim, Türk Dili, Türkçe, Yeni Edebiyat, Özün, Sesimiz, Oluşum, Türkiye Yazılar, Barış, Cumhuriyet, Özgür İnsan, Bilim ve Sanat, Yazko Edebiyat gibi dergice gazetelerce çeşitli yazılar yazdı. Şiirlerinde yoğun W özgün bir imge dokusu kullanarak, yaşanmış acıların duyarlıklarını dile getirtti. Acıların yanında katıksız aşkı, sınıfsız toplum özlemlerini vurgulayıp tarihsel olanla, güncel ve çağdaş olan arasında şiirsel bütünlükler kurmuştur.” Alper Akçam da Timuroğlu’nu şöyle betimliyor: “Divan Edebiyatı’ndan günümüz şiirine, Aristo’dan postmodern düşünceye, öyküden romana, güncel politikadan Anadolu tarihine... Ayrıksı, kendine özgü bir tarzı, yöntemi vardır Vecihi Ağbi’nin. Yalnız söyleşilerinde değil yazılarında da zaman ve uzam içinde gezinir, dilini her dokundurduğu olguyu, düşünceyi, kendince yeniden biçimlendirir, yeni bir anlam katar, ‘kendine ait’ kılar...Bir başkasının dediğini yinelemek, kendi sözüne, bildik birini tanık tutarak haklı görünmeye çalışmak, hiç onun tarzı olmamıştır. Tam bir “şairane tutum”la bakar dünyaya. Onun bu özgün ve özerk tarzıyla, “aidiyet” ve “temsiliyet”i, en azından katılımı belli ölçülerde zorunlu kılan Marksçı felsefeyi savunuyor olması beni hep düşündürtmüştür. Onu dinlerken, Genet’in “Şiir hiçbir ideolojiye hizmet etmez. Hepsinin boğazına takılır. Şiir siyasetten daha ileriye gider, ama siyaset (belli bir siyaset), şiire hazırlar” (1) ya da, “..(şiir), hangisi olursa olsun herhangi bir değere ya da herhangi bir yetkeye boyun eğmeyi reddetmesi bağlamında, şiddetli, ateşleyici bir sanat...” (2) sözleri gelir aklıma. Devrimci dilini yurt tutmuş şair ruhlu Vecihi Ağbi’yi sindirebilecek, susturup kendine ait kılabilecek bir kuram olamayacağını sanırım. (….) Ülkemizde ilk “İnsan Hakları Sözlüğü”nü hazırlayan Timuroğlu, son nesil omurgalı yazarların son örneklerindendi.
Sayfa 79 V. Timuroğlu şiire bakışını şu sözlerle anlatıyor:“Şiir, çok ayrı duyarlıklarca özümsenmiş, köklü bir yaşam anlayışının, renkli, ama sağlıklı bir dünya görüşünün, somut imgelerle ördüğü bir yapı olarak algılanabilir. Şiirde, duyumsanan bir gerçeklik, derinden duyulan bir müzik, özgürce biçimlendirilmeye elverişli, büyüleyici bir görüntü vardır. İmgelem gücüyle, şair, yansıttığı anaduyguyu ve duyarlığı, yaşamın her nesnesine bulaştırır. Bir şairin en belirgin nitesi, kendi dünyasını, insanı esrikleştiren müziksel bir etkiyle ve seçkin sembollerle örmesidir. Bunun için, algıladığı nesneyi yeniden biçimlendirme ve anlamlandırma, anlağında yeniden nesneleştirme ve bunu yansıtabilme yeteneğinin olması gerekiyor. Müzik yetisi başta gelir. Kısası, şair, okurunu büyülemeden, kendisi büyülenmelidir. (...) Şiir açıklayıcı sözcükleri sevmiyor.” Genç yaşta katledilen oğluna yazdığı şiirlerinden:
“Gülüşünün söndüğü saat Yitik sesini yakalıyorum dudaklarımda Güneş yangını bir damla kan düşüyor gökyüzüne Oğlum ak gerçeğim benim Merhaba diyorum yeniden sana Güneşin kanı damlıyor çınarların dallarından Ve yeniden bahar kokuyor toprak Merhaba kardaşım oğul Merhaba” İNCE DUYARLIKLARIN GÜÇLÜ ŞAİRİ ÖZEL ARABUL'U SONSUZLUĞA UĞURLADIK Bir dönemin önemli şairlerinden şair, oyun yazarı Özel Arabul’u 4 Kasım günü kaybettik. Sahne ve radyo oyun yazarı, Şair İstanbul doğumluydu. Asıl adı Fatma Özel Arabul’du. İzmir Kız Lisesini bitirdikten sonra bir süre Ankara Hukuk Fakültesine devam etti. Sanatla ilgisi şiirle başladı. Şiirleri çeşitli edebiyat dergilerinde yayınlandı. Ders kitaplarında ürünlerine yer verildi. Yazdığı çok sayıda radyo oyunu Ankara, İstanbul ve İzmir radyosunda (TRT) seslendirildi. 200 den fazla Arkası Yarın Ve Radyo Tiyatrosu yazdı. Dramatize oyunları TRT İzmir, İstanbul, Ankara radyosunda 20 küsur yıldır yayın-
Emeğin Sanatı 162. Sayı lanmaktadır. Yine radyo ve TRT televizyonunda eğitim programlarında çalıştı. Ankara Radyosu “Uykudan Önce” programlarının masal saati programını başlattı. Otantik masal derlemeciliğinin yanı sıra özgün masallarıyla TRT-TV de yayınlanan Adile Naşit’in masal programlarını hazırladı. Cumhuriyet Çocukları ile gençlik programı senaryo yazarlığına başladı ve ardından TRT,TRT-INT kanallarında gösterime giren dört bölümlük GÜNEŞİN BATTIĞI YER adlı dizi tv senaryosu ile ödül aldı. Daha sonra tiyatro sahne oyunları yazmaya başladı. Devlet Tiyatroları sahnesinde oynanan “Rüzgârlı Kadın”, “Foto Bahar”, “Deniz dibinde Zil Sesi” adlı sahne oyunları İngilizceye çevrildi. “Rüzgârlı Kadın” adlı sahne oyunuyla İnönü Vakfı Ödülü’nü, “Gecenin Tadı” ile Sanat Kurumu Övgüye Değer Yazar ödülünü aldı. 2006 yılında BaküAzerbeycan’da Kukla Milli Çocuk Kurumu tiyatrosunda “Deniz Dibinde Zil Sesi”/”Deniz Dibinde Zeng Sesi” adıyla müzikal olarak sahneye kondu. Aynı yıl yine Bakü-Devlet Tiyatrosunda “FOTO BAHAR OYUNU” sahnelendi. Türkiye Milli Eğitim Bakanlığının yayınladığı Ayçiçeği adlı masal kitabı Azeri diline çevrilmiştir YAPITLARI: "Yılan Uykusu" (ŞİİR), "Ay Öldü"(ŞİİR), “Ayçiçeği" (Masal-Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları), "Güneşe Uçan Kuş" (masal), "Düş Pazar"(Masal),"Mendilimde Gül Oya"(Kültür Bakanlığı Yayınları-Sahne Oyunu), "Rüzgârlı Kadın"(Sahne Oyunu-İnönü Vakfı Ödülü-Kültür Bakanlığı Yayınları), "Taş Aynalar Yok Artık"(Sahne Oyunu-Kültür Bakanlığı Yayınları), "Gecenin Tadı"(Sahne Oyunu-Sanat Kurumu Ödülü-Kültür Bakanlığı Yayınları), "Foto Bahar" (Sahne Oyunu-Kültür Bakanlığı Yayınları) "Kırlangıçlar" (Sahne Oyunu)…. Özel Arabul, Sesimiz Dergisi Yazı İşleri Müdürlüğü, Yenigün Gazetesi Haber Müdürlüğü yaptı. Türkiye Yazarlar Sendikası ve Edebiyatçılar Derneği Üyesiydi.
ARI BİR ALEVDİR ÖZGÜRLÜK Çocukları toprağa kapandıkça Ülkemin ağaçları Özsu yerine kan damıtır Yapraklarından. Pas renkli kül dökülür üstümüzü Her gün yeniden yaratılır Yeniden kıvılcım çakar Bilip de yüz yıllarca unuttuğumuz Arı bir alevdir özgürlük Tepeden tırnağa kök kesilince Yaslanır yaslanabildiğine zaman Bedelini öder yiğidim
-Yaşamı sevmemekten değil Şiddete boyun eğmekten utanırAğacı budayana Öfkesini fırlatır Öbür adı yaşamdır korkunun Korku yalnızlığı içermiş Acımız eyleme dönüşür Arı insanın kanatlarında yansıyan Acımız toprağın bel kemiğinde Ölüme yaklaştıkça ayırdedilen Tanrı soluğu tüter içimizde Uzar güneşine dallarım İnsanı, çamuru ve rüzgarıyla Son özgür insan soluğu
Sayfa 81
EDEBİYATÇILAR KOBANÊ’YE DESTEK VE İNSANLIK İÇİN SINIRA GİDİYOR…
17 ekim günü “Kobanê için 1 cümle” çağrısıyla buluşan ve hükümete “İnsanlık koridorunu aç” diye seslenen edebiyatçılar 25 Ekim’de sınıra gidecek. Aralarında Murathan Mungan, Sema Kaygusuz, Gaye Boralıoğlu, Vivet Kanetti, Ayşegül Tözenen, Hatice Meryem, Seray Şahiner, Aslı Erdoğan, Işıl Özgentürk, Menekşe Toprak, Sine Erkut, Onur Behramoğlu, Can Öz, İlkay Akkaya gibi isimlerin bulunduğu grup IŞİD saldırısı altındaki Kobanê halkına destek vermek için sınırda olacak. İstanbul’dan gidecek yazar grubuna Diyarbakır ve Batman’dan da katılım bekleniyor. Yazar Aslı Erdoğan öncülüğünde change.org’da başlatılan “Kobanê’ye bir koridor açalım” imza kampanyası da devam ediyor. Konuyla ilgili olarak bir açıklama yapan Aslı Erdoğan, görüş ayrılıkları, siyasi ve kişisel çatışmaların bir yana bırakılarak Kobanê ile dayanışmanın genişletilmesi çağrısını yaptı. Erdoğan, yapılan ortak açıklamada, “Kobanê’ye bir koridor açalım. Tek başımıza, hiçbir kılığa bürünmemiş, tekil bir vicdan olarak Kobanê’ye doğru, dikenli tellere, ağır silahlara, cellâtlara doğru sessizce yürüyelim. Gerçek ya da temsili olarak, Kobanê’ye doğru yola çıkalım” dedi.
Emeğin Sanatı 162. Sayı imza metnine Avrupalı yazarlardan da destek geldiğini belirten Erdoğan, konunun PEN’in Avrupa’daki şubelerinde gündeme geleceğini kaydetti. Bölgenin ihtiyaçları ile ilgili diğer kurum ve kuruluşlarla da ortak çalışmalar yapılması planlanıyor. (RADİKAL)
ADİL OKAY’IN ŞAİR KAPILARI SERGİSİ AÇILDI… Adil Okay’ın Celal Soycan’ın küratörlüğünde hazırladığı, 40 şairin katkı sunduğu “Şair kapıları- 40 şair 40 fotoğraf” adlı sergisi Mersin Ticaret Sanayi Odası Sanat Galerisinde 24 Ekim 2014 tarihinde saat 17:00 de sanatseverlerle buluştu. “Meğer hayatımızda açılan, kapanan, açık kalan, kapalı kalan, açık bıraktığımız, kapattığımız ne kadar çok kapı varmış. Meğer hayatımızda kapıların ne kadar önemi varmış. Meğer kapı yaşamakmış, yaşatmamış, yaşanmışlıkmış… Meğer kapının ne çok anlamı varmış…” Bu sözleri kaleme alıyor, Senem Biçer sosyal medyada yapmış olduğu paylaşımlarında Şair kapıları- 40 Şair 40 Fotoğraf sergisine dair hislerini dile getirirken. Ahmet Ada Sergi ile ilgili olarak şu sözleri aktarıyor, “Şair Kapıları” sergisiyle fotoğrafı ve şiiri buluşturup sanata ve edebiyata bakışımızı değiştiren Adil Okay, aynı zamanda bu sergiyle barışı ve kardeşliği kadim topraklarda pekiştiren bir işlevi üstlendi. Özlenen bir şeydi bu. Bunun göstergesi sergiyi gezen çeşitli kesimlerden insanların varlığıydı. Hemen her kesimden insan vardı. Siyasetçisinden akademisyene, sanatçısından işçisine, gazetecisinden esnafına uzanan çizgide bir insan mozaiği. Bir kere daha inandım ki, sanat buluşturur. Serginin fotoğrafları ile birlikte şiirlerinin kitaplaşacak olması da çok sevindiriciydi; çünkü kalıcılık bakımından bu zorunluluk ortaya çıkmış görünüyor. Ayrıca, serginin çeşitli kentleri de gezecek olması insanlığın sanatla geldiği düzeyin görülmesi, izlenmesi demekti. Giderek “Şair Kapıları” sergisinin insanlığa açılan bir kapı olması sevincimizi arttıracaktır.” Sanatçılar, işçiler, öğrenciler, akademisyenler, işsizler, sendikacılar, demokratik kitle örgütü temsilcileri, Akdeniz Belediye Eş başkanı Yüksel Mutlu ve sergiye katkı sunan şair dostlarının birçoğunun hazır bulunduğu Sergide Adil Okay, Emek, katkı, katılım gösteren herkese teşekkür etti. Şair kapıları- 40 şair 40 fotoğraf sergisi 24 Ekim-3 Kasım tarihleri arasında sanatseverlerle buluştu.
Sayfa 83
4. ŞERZAN KURT ÖYKÜ ÖDÜLLERİNİ KAZANANLAR BELLİ OLDU… Eğitim Sen Batman Şubesi’nin, Muğla Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü İkinci sınıf öğrencisi iken 12 Mayıs 2010 tarihinde, Muğla’da yaşanan öğrenci olayları sırasında uğradığı silahlı saldırı sonucu polis kurşunuyla hayatını kaybeden Şerzan Kurt (1989-2010) anısına düzenlediği, edebiyata özgün yapıtlar kazandırmak ve Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlallerine dikkat çekmeyi amaçladığı Şerzan Kurt Öykü Ödülleri sonuçlandı. Bu sene dördüncüsü verilecek olan ödülün kazananları şöyle: Kürtçe Öykü dalında; Çiya Mazî, Lokman Ayebe, Çidem Baran, H. Kovan Baqî, Mehmed Dicle ve Ömer Kurt’tan (Şerzan Kurt’un babası, oy kullanmamıştır.) oluşan seçici kurul, “Hawara Di Bîrê De” adlı öyküsüyle yarışmaya katılan Ömer Özdurak’ı ödüle değer buldu. Türkçe Öykü dalında; Ayşe Sarısayın, Ercan Yılmaz, Hasan Özkılıç, Neslihan Önderoğlu, Özcan Karabulut, Nejla Kurt’tan (Şerzan Kurt’un annesi, oy kullanmamıştır) oluşan seçici kurul, ödüle “Kara Kedi” adlı öyküsüyle katılan Ayşegül Kocabıçak’ı değer buldu. (edebiyathaber.net)
12 EYLÜL FAŞİZMİNİN KATLETTİĞİ İLHAN ERDOST, FAŞİZME KARŞI DİRENCİMİZDE YAŞIYOR! 12 Faşizminin aramızdan aldığı değerlerden, yayıncı, yazar İlhan Erdost, aradan geçen 31 yıla karşın unutulmadı hiç. Hep onurla, sevgiyle, hasretle, özlemle anıldı. İlhan ve ağabeyi Muzaffer Erdost’un adını, Türkiye’de az çok devrimci, demokrat, sol literatürle tanışan herkes biliyor. Sol aydınlanmanın oluşumunda, sosyalist klasiklerin yayınlanıp geniş okur kitlesine ulaştırılmasında büyük emeği geçen İlhan Erdost’u, ölümünün 32. yıldönümünde saygıyla anıyoruz
Emeğin Sanatı 162. Sayı
Düşünceye vurulan kelepçeyle, ortaokul yıllarında, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ne konulan ağabeyi Muzaffer İlhan Erdost’un başına gelenler ile tanıştı. Lise eğitiminin ardından Ankara Üniversitesi Hukuk Bölümü’ne girdi. Muzaffer Erdost’un kurduğu Sol Yayınları’nın başına geçen İlhan Erdost, fakültedeki tek dersini yayneviyle yakından ilgilenmekten dolayı veremedi. Ağabeyi Muzaffer İlhan Erdost 12 Mart 1971 askeri darbesinin hemen ardından tutuklanıp hüküm giyince, Sol ve Onur yayınlarının yönetimini üstlendi. 12 Eylül 1980 sonrası yasak yayın bulundurmak iddiasıyla gözaltına alınan İlhan Erdost, Ankara Mamak Askeri Cezaevi’nde 7 Kasım 1980’de faşist cuntanın işkencecileri tarafından dövülerek katledildi. Ağabeyi M. İ. Erdost’un ona yazdığı şiirden: "İlhan'ı gördüm yaralı İlhan'ın paltosu kanlı İlhan İlhan, İlhan İlhan Gözleri kandan hareli Alazlanmış tüter canı Sular çavlan kuşlar pervan Yüzü güllere çevrili Düşmüş omuzdan kolları Gittin mi can gittin mi can"
KAVGANIN VE BİLİNCİN DEVRİMCİ ŞAİRİ: AYDIN HATİPOĞLU Yaşamı boyunca devrimci şiirin izini süren sosyalist şair Aydın Hatipoğlu’nu 11 Kasım 2010 günü sonsuzluğa uğurlamıştık. Onun şiirleri, kavgamızda pankart olmaya devam ediyor hâlâ… Behçet Necatigil’in “Kavganın ve bilincin etkili şiiri” sözleriyle tanımlar Aydın Hatipoğlu’nun şiirini. Hatipoğlu, 1960 Kuşağı şairlerinin ilk habercilerindendir ve şiirleri en erken yayımlananlarındandır. Şükran Kurdakul’un yönettiği Yelken dergisinde 1958’de şiirleri yayımlanmaya başladığında henüz 18 yaşında bir lise öğrencisiydi. Ülkenin toplumsal ve siyasal sorunlarından haberli olan bir kuşağın içinden geliyordu. Bu yüzden sosyalist gerçekçi dünya görüşünü benimsedi. Şiirinin ilk döneminde ya da başlangıç döneminde İkinci Yeni izleri görülmekle birlikte Tevfik Fikret’in, 1940 Toplumcu Gerçekçi kuşağının yolunu izlemiştir. Şiirini değerlendirirken “halk duyarlığı, toplumsal çelişkiler, beklenmedik yerlerde beliren duygusal ağırlık, şiirinin en belirgin yanlarıdır” der yazar Eray Canberk ve devam eder: “Şiirde ustalık döneminin ürünü olan “Yalnız Karanfil Sokağı” (Evrensel Basım Yayın, 2003) adlı kitabına bakıyorum: Hatipoğlu’nun şiirlerinde başlangıçta olduğu gibi yine
Sayfa 85 gerçekçilik, toplumsalcılık ve siyasal olaylar var ama bütün bunlar sanki bir şiir süzgecinden geçirilmiş gibi. Şiirleştirmek kolaylığı yerini şiir kılma ustalığına bırakmış. Kitaplarından birinin adı olan “Beynim Yüreğim” onun şiirde gözettiği düşünce ile duygu dengesinin en kısa ve en çarpıcı anlatımıdır bence.” 1960 Kuşağı içinde, sosyalist şiirdeki gücü üçüncü kitabıyla belirginleşti. İmge örgüsündeki sıkı doku, inançlı bir kararlılık, beklenmedik yerlerde beliren duygusal ağırlık, neyi nasıl, ne ölçüde söyleyeceğini bilişi, tüketmek bilmez yarın umudu, yöresel özellikleri çağdaşlık potasında eritme, anlamı ve sesi şiirin bütününe yayma özellikleri şiirinin en belirgin yanları oldu. Kuşaktaşı Sennur Sezer’de onu şu sözlerle anlatıyor: “Aydın Hatipoğlu ise bizim 1960 kuşağı toplumcu şairleri arasında imge örgüsündeki sıkı doku, inançlı bir kararlılık, tükenmek bilmez yarın umudu kadar anlamı ve sesi şiirin bütününe yayma özellikleriyle öne çıkan şiirler yazmayı sürdürdü.” “YAŞAMAK BİZİM HAKKIMIZDIR” şiirinden: Dünyayı kucaklıyoruz Bilge bir doğanın ırmaklarıdır kollarımız Daha küçücükken yüreğim Anam daha saçlarımda denerken nefesini Yaşamak etle tırnak arasındayken Kocaman sevgilerdi tutuşturduğumuz Uçurtmalarıonı kuşlarla yarıştıran çocuklarla Kanla ve ateşle yoğurduk duyarlığımızı Hiçbir zaman ve hiçbir durumda
Ben demedik Ben demedik Ben demedik Çünkü biz Acının hüznün ve kavganın yoldaşları Sade sözcüklere sığdırmayı biliriz Yüreklerimizi göğsümüzden taşıran fırtınaları ....
SOSYALİST EDEBİYATIMIZIN ADSIZ ÖNCÜLERİNDEN FAHRİ ERDİNÇ’İ UNUTMAYACAĞIZ! 1940 sosyalist yazarlar kuşağının adı çok öne çıkarılmamış şair ve öykücülerindendir Fahri Erdinç. İnönü faşizminin baskıları karşısında, iki arkadaşıyla birlikte Bulgaristan’a kaçtı. “Kardeş Evi” dediği Bulgaristan’dan yazmayı sürdürdü. 11 Kasım 1986'da Sofya'da öldü. Erdinç, 1938-39 ders yılında baba mesleğini bırakarak, sınavını kazandığı Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü'nde öğrenci oldu. Bu bölümde öğretim üyesi olan Sabahattin Ali ile tanıştı. Aynı yıl yazmaya başladığı ilk öykülerinde, onun öğütlerinden çok yararlandı. Orhan Kemal’in
Emeğin Sanatı 162. Sayı 1. olduğu yarışmada 2. oldu. Erdinç, Konservatuardaki katı yönetime ve bazı ayrıcalıklara itirazları yüzünden, biraz da geçim sıkıntılarının zorlamasıyla, öğrenimini bırakmak zorunda kaldı. Yeniden mesleğine döndü. Ama arada yedek subaylığını yaptıktan sonra, 1943'te mesleğinden tamamen ayrıldı. Bir süre yapı yerlerinde (taşeron kâtibi ve puantör olarak) çalıştı. Böylece, daha ilk yazı denemelerinde toplumun tabanındaki insanların yazgısını konu edinen Erdinç, onları köyde, kışlada ve kentte, iş yaşamında yakından tanımış oluyor, gözlem ve izlenimlerini arttırıyordu. 1946'da Ankara'da bir yapı yerinden, sınavını kazandığı devlet radyosuna geçti. Temsil kolunda üç yıl çalıştı. Bu arada Şen Olasın Halep Şehri (İstanbul-1945) adlı şiir kitabından sonra Ankara'da "Seçilmiş Hikâyeler Dergisi" (1948, sayı 8) onun öyküleriyle özel sayı çıkardı. Başkentte ilerici sanatçıların çevresinde görünmesiyle, bazı dergilerde yayınladığı öyküleriyle zamanın faşist çevrelerinin dikkatini çeken Erdinç, 1947'de kendisini devlet başkanına dille hakaret etmiş durumuna düşüren bir çatışma yüzünden tutuklandı ve aklanmayla sonuçlanan yargılaması boyunca cezaevinde kaldı. Ankara cezaevinde yazgılarını konu edindiği insanların kimilerini daha yakından tanıma fırsatını buldu. Bazı komünistlerle de ilk önce burada ilişki kurdu. Cezaevinden çıktıktan sonra da Erdinç dirlik bulamadı. 1948'de çok sevdiği Sabahattin Ali'nin Bulgaristan sınırında öldürülmesi Erdinç'i büyük acılara boğdu. Bu acı olay bir yandan da onu esinledi. Kısa bir süre sonra, 1949 Eylül'ünde, Erdinç, iki arkadaşıyla (Ziya Yamaç ve Tuğrul Deliorman) birlikte, gizlice Bulgaristan'a geçti. Bulgaristan'da Erdinç ve arkadaşlarına politik göçmen olarak sığınma hakkı verildi (1949 Ekim). Böylece, onun, yurt dışında ölümüne kadar sürecek olan göçmenlik dönemi başladı. Erdinç, yazınsal çalışmasına yetecek ölçüde Bulgarca, pratik olarak da Almanca ve Rusça öğrendi. 1965'te Bulgaristan vatandaşı, 1973'te Bulgaristan Yazarlar Birliği üyesi oldu. Yurt dışına çıkışından 1969'a kadar, yapıtları kendi ülkesinde okura ulaşamadı. 1970'li yıllarda Türkiye'deki dergilerin şiir ve öykülerine yer vermesiyle yeniden okur önüne çıktı. Bu yıllardan ölümüne değin kimi yapıtları kitap olarak da yayınlanma fırsatı buldu. Ama bu girişimler süreklilik göstermediği gibi, son yirmi yılda yine kesintiye uğradı. Kemal Özer, “Sökmüş ve sökecek bütün şafakların habercisi” olarak nitelendirdiği Fahri Erdinç’in sanat anlayışını şöyle belirtiyor: “Sanatsal ve siyasal yönleriyle bir yazgı adamının kimliği var karşımızda. Onu tanımak, aynı zamanda, o kimliği oluşturan ve direniş diye niteleyebileceğimiz temel öğeyi tanımak anlamına geliyor. Kökleri 1940’lara giden, kendisine odak aldığı Sabahattin Ali ve Nâzım Hikmet’in sanat anlayışlarıyla yoğrulmuş bir toplumcu geleneğin halkası. Kendi yaşamındaki zorluklara yenik düşmeden üretimini sürdüren ödünsüz bir yazar ve ozan. Yapıtları, hem yazıldığı döneme göre, işlenişiyle, ele aldığı sorunlarla bir ileri aşamayı gündeme getiriyor, hem de kendinden sonrasına dil ve anlatım bakımından bir düzey hazırlıyor. Kitaplarını, 1980 sonrası koşullarının edebiyata getirdiği genel görünüm açısından bakıldığında, yaşamdan beslenen bir edebiyatın geçmişine ilişkin örnekler olarak okuyabileceğimiz gibi, onlarda yaşanan koşulların aşılması doğrultusunda önemli ipuçları da görebiliriz.”
Sayfa 87
PANORAMA –II “Sen hangi gövdenin Yaralı başısın şaşkın dünya? Çatık kaşların var resimlerinde Beyninin yüzüne vurmuş humması; Karaların, kırmızı lekelere Denizlerin, pembe mendillere dönmüş. Çelik kuşlar pislemiş kafana
En sonunda Atom’u… O bir fiske olmuş Sen, “Bin ah duyulan kâsei fağfur” İster keramet, ister selamet say bunu! Sersemce dönüşünden artık uyan, Yaklaş güneşe doğru Pervaneler gibi yan!”
FAHRİ ERDİNÇ ŞİİRİMİZİN ÖZGÜN VE NAİF SESİ: NAHİT ULVİ AKGÜN Şiirimizde taşralı naif şiirin özgün temsilcilerinden olan Şair Nahit Ulvi Akgün’ü, 12 Kasım 1996’da yitirmiştik. Nahit Ulvi Akgün, yalın bir dille yazdığı şiirlerinde kent insanlarının günlük kaygılarını dile getirdi. Garip şiiriyle paralel ama kendine özgülüklerle yazdığı şiirlerle öne çıktı. Yetenekleri ile şiiri arasında bir denge kurmayı başardıktan sonra dilini, şiir yapısını rahatsız eden engellerden korumasını bildi. Toplumsal çevre içinde bireyin türlü hallerini, üstüne düşülmemiş izlenimini veren, kendiliğinden bir biçimsel titizlikle yansıttı. Şükran Kurdakul’a göre: bireyin Hallerini yansıtmayı denedikçe küçük burjuva insanının toplum karşısında duya geldiği tepkileri içtenlikle yansıttı. Şiirini geliştirdiği dönemde doğa ve evren sorunlarına bağlı durumları işleyen deneylere girişti. Bu evresinde de belli bir başarı çizgisinin altına düşmedi. Nahit Ulvi'nin şiiri, bağırışın çarpıcılığına bağlı değildir. Dili yalındır ve konuşma diline yakın bir yalınlık bulunur onun şiirinde. O doğanın ve doğa içindeki insanla bitkilerin ve öbür yaratıkların şiirini verir. “Ağaçlar Uyanınca” kitabında olduğu gibi bazı şiirlerinde insanı toplum içinde yakalar. Bazen ise toplum içinde yakaladığı kişileri, toplumsal dengesizliğin içinde karşı karşıya buluruz. O, çevremizde olup bitiveren, apansız yitiveren olayların, görüntülerin, duyguların bir avcısıdır. 1966’da yayınladığı “Evren Türküsü” adlı kitabıyla 1967 TDK şiir ödülünü kazandı.
Emeğin Sanatı 162. Sayı
Eserleri: Sebep (1945), Birisi (1955, 1962), Karanlıkta Bir Ağaç (1960), Gerçek Düş (1965), Evren Türküsü (1966 - 1968), Ağaçlar Uyanınca (1977), Eksilen Gökyüzü (1980), Güneş Açınca(1984), Yolunuzun Üstünde Bir Adam Birisi (Bütün şiirleri toplu basım)..
ÇAĞLAR BETİĞİ Bir yaprak açtım çağlar betiğinden Baktım sömürü yazılı buyruk yazılı Bir yaprak açtım çağlar betiğinden Baktım yıldırma yazılı, kulluk yazılı Bir yaprak daha açtım çağlar betiğinden Baktım aydınlanmalar akkâğıtlara yazılı Bir yaprak daha açtım çağlar betiğinden Baktım bütün direnişler anıtlara yazılı NAHİT ULVİ AKGÜN SOSYALİST ÖYKÜ VE ROMANCILIĞIN ÖNCÜSÜ: SADRİ ERTEM 12 Kasım 1943'te yitirdiğimiz Sadri Ertem, sosyalist edebiyatımızın çok bilinmeyen ama Sabahattin Ali, Orhan Kemal gibi sosyalist öykücü ve romancıların yolunu açan önemli bir yazardır. Konularını toplumsal sorunlardan alan; işçilerin yaşamlarını, sömürülmelerini, kapitalizmin rekabetçi döneminin üretim ilişkilerini, bunun sonucunda küçük üreticinin zor duruma düşmesini anlattığı "Bacayı İndir Bacayı Kaldır" adlı kitabı yazarın edebiyata bakışının da yansımasıdır aynı zamanda. Sosyalist gerçekçilik akımının önde gelen yazarları arasında yerini alan Sadri Ertem, yazılarında edebiyatın çeşitli sorunlarını maddeci felsefenin etkisinde ve sosyalist gerçekçi bir sanat anlayışı doğrultusunda kuramsallaştırmaya yöneldi. 1940 kuşağı şair ve yazarlarından Ömer Faruk Toprak, Ertem'in “Çıkrıklar Durunca” kitabını 'Cumhuriyet'in en önemli 10 romanından biri' olarak değerlendirmişti. Toprak,
Sayfa 89 Sadri Ertem’in romanı hakkında şu değerlendirmede bulunuyor: “Fabrika malı satanlarla, dokumacılar arasındaki mücadeleyi belirten bu kitabı, 'sosyal roman' nev'ine ait ilk tecrübe olarak görüyoruz. Eser, bu mücadelede kadına ve paraya duyulan hırs ile, o sıralarda isyanların açtığı yaraları, bir bir anlatan canlı sayfalarla doludur. Memleketimizi iktisaden sarsan fabrika asrının, ne gibi reaksiyonlar uyandırdığı; ve anadolu'da dal budak salan eski inanışların ne müşkül şartlarda terk edileceği 'Çıkrıklar Durunca'nın başlıca hüvviyetini teşkil eder...” Atilla İlhan da Ertem'i Cumhuriyet Dönemi'nin, sosyalist ve gerçekçi, ilk yazarları arasında kabul ediyor. Asıl mesleği gazetecilik olduğu için gözlemlerini keskin, öykülemelerini ise çarpıcı olarak niteliyor. Yazı tarzını ise biraz 'röportaj'a benzetiyor. Feridun Andaç ise Ertem'i Nabizade Nazım ile başlayan gerçekçilik akımının Ömer Seyfettin ile Sabahattin Ali arasında yer alan boşluktaki temsilcisi olarak görüyor. Ertem’in “Bacayı İndir Bacayı Kaldır” öyküsü, ölümünden 68 yıl sonra bugün Dil Ovası çevre kirliliğine, Nükleer ve Termik Santrallere direnen Anadolu halkının başına gelenleri büyük bir öngörüyle anlatıyor: http://emeginsanati.blogspot.com/2011/10/sadri-ertembacay-indir-bacay-kaldr.html
İNCE DUYARLIKLARIN SOSYALİST GERÇEKÇİ ŞAİRİ: NEVZAT ÜSTÜN… Edebiyatımızın gözden uzakta bırakılmış şair ve yazarı Nevzat Üstün’ü 32. ölüm yıldönümünde sevgiyle selamlıyoruz. Geleneksel Türk ve çağdaş Batı şiirlerinin özelliklerinden yararlanarak özgün bir anlatım geliştirdi. Öykülerinde gözleme, yalın bir anlatıma önem verdi, çoğunlukla Kayseri yöresi ve Güneydoğu Anadolu insanının kaygılar ve yoksulluklar içindeki yaşamını anlattı. Kent ile köy arasında sıkışıp kalmış olan çıkmaz hayatların içine giriverir. Büyük kentlerin gölgesinde kalmış köylerin ve kasabaların hayatlarına tanıklık ettiğinde kaldığı ikilemler aslında bir bakıma onun şairliğini beslemekte olan en önemli destek oldu. Toplum sorunlarıyla hep ilgilenen, sanatını siyasal düşüncelerini savunmak, yaymak için kullanan toplumsalcı bir şairdi. Ama serbest nazım akımında değil de, daha yeni bir şiir olduğuna inandığı Garip akımından yola çıktı. Seçtiği tarzın etkisiyle önceleri pek belirginleşemeyen toplumsalcı eğilimleri, giderek şiirinin temel ereği oldu.
Emeğin Sanatı 162. Sayı Köylerde ve taşrada yaşayan insanların ahlaki çatışmalarını, kaygılarını ve yoksulluklar içindeki yaşamlarını gözlemleyip kaleme alarak toplumcu şairler arasında anılan Nevzat Üstün, Türk Dili dergisinde yazan Salâh Birsel’e yazdığı mektupta toplumcu gerçekçilikle ilgili şunları yazar: “Dört beş kez okudum Haydar Haydar‘ı. Güzel yazmışsın doğrusu. Eline sağlık. Belki seni yadırgatacak ama Haydar Haydar bana kargaşa günlerinin Fransa’sını getirdi. Villon gibi, acı bir mizah dolu. Senin şiirlerinde var olan aklın duyguya üstünlüğü iyice belirginleşiyor bu kitapta. Değinme yoluyla güç kazanan gerçek daha etkili oluyor. Bana sorsalar Salâh Birsel toplumcu ozan derim kızarlar biliyorum olmadık sözler ederler ama nedir toplumcu olmak? Gereksinimleri bağırma yolu ile söylemek mi? Bu kısa cümleleri bir yazıya dönüştürmek istiyorum.” Salâh Birsel ise bu mektuba yanıt olarak şu satırları kaleme alır: “… Ben elbet toplumcu, yergici bir ozanım. Bunu eski kitaplarım da koyar ortaya. Ama artık şiir kitaplarının okunduğunu, şiirin sevildiğini sanmıyorum ben. Şiir yazanlarda şiir yazmak için kendilerini sıkıya sokmuyorlar. Bir iki uyduruk sözü yan yana getirdiler mi işi oldu bitti sanıyorlar. Nedir, kendilerini ‘toplumcu ozan’ diye ilan etmeyi yeterli buluyorlar. Okurlarda buna eyvallah diyor. Çünkü onlarında şiir okumaya vakti yok. Şiire bakıp bir ozanın toplumcu mu değil mi olduğunu araştırmadan ‘ben toplumcu ozanım’ diyen sahtecilerin ardından gidiyorlar. Güzeldir toplumcu ozan olmak, şiirini toplumun sesine göre ayarlamak ama her şeyden önce şiir yazmak gerekir. Diyeceğim bir ozanın ‘toplumcu ozan’ adına ulaşabilmesi için ilkin ‘ozan’ adına ulaşması gerekir. Yoksa Bekçi Memo, Makasçı Rafet, Sucu Metin, Kahveci Tekin, Lostromocu Hasan da toplumcudur. Bunların ozan diye anılması için ‘ozan’ olması gerekir.”
VURMA Senin görevin Doğrudan yana olmaktır İnsansa güzeli En güzeli İnsandan yana olmaktır Açsa çıplaksa Büyüyüp gidiyorsa bir çığlık Sömürülüyorsa çıplak ayakların çektiği Sen de onlarla büyüdün Vurma
Vurma On sekiz yaşın sevincidir vurduğun On sekiz yaşın içtenliğidir Varışıdır usul usul İnsan olmaya Vurma
NEVZAT ÜSTÜN
........
Sayfa 91
KERİM KORCAN: CESARETİN VE BAŞKALDIRININ ÖYKÜCÜSÜ... Devrimci edebiyatımızın cesur yüreklerinden Kerim Korcan, öykü ve romanlarında sınıfsal bilinci öne çıkardı hep. Tüm engellemelere rağmen, içinden çıktığı sınıfın sesi oldu. Yaşamında da örgütlü devrimci savaşım içinde oldu. Döneminin birçok edebiyatçısı gibi zor günler geçiren Kerim Korcan cezaevlerinde ağır koşullarda 12 yıl geçirdi. İçinde bulunduğu koşulları estetize eden Kerim Korcan yaşadıklarını birer sanat yapıtına dönüştürür. Eserlerinin çoğunda cezaevi gerçeğini anlattığından ezilenler, başkaldıranlar, idamlıklar kitaplarının kahramanı olmuştur. Kerim Korcan’ın yazın tarzında “Halk Hikâyeciliği” niteliklerine sıkça rastlanır, eserlerinin genelinde kahramanlarının şivesiyle sade anlatımlarla okuru sıkmaz, kolay okunan bir tarza sahiptir. Kerim Korcan'ın okurları, çelişkilerin siyah beyaz çizgileri kalınlaştırılmış bir dünyada bulurlar kendilerini. Yaşadıkları dünyanın, yazarın aynasından böyle yansıyabileceğini sezseler de neden böyle bir dünyada yaşandığının, yaşanmak zorunda olduğunun sorusunu edinirler okuduklarıyla. Kısacası Kerim Korcan'ın anlatıları, Şükran Kurdakul'un da vurguladığı gibi, çağdaş bir bakış açısından destek alır “Yayımladığı roman ve öykülerinde diri, canlı, doğal bir anlatım içinde, yer yer kişilerin iç hesaplaşmalarını yansıtarak sosyalist gerçekçi akımın başarılı örneklerini verdi.« Kerim Korcan, kendi yazarlığını şöyle anlatır: “Ben üniversite kürsülerinde vatandaşların hak ve hukuk eşitliği için ağlayan ama içeride insanların anasını ağlatan adaleti, tekmil ters uygulamalarıyla mahpushanede cürmü meşut ettim, suçüstü yakaladım. Madem ki adalet mülkün temelidir, ben de toplum sorunlarına, başlangıç olarak oradan yaklaşmayı uygun buldum. Başkaları ne düşünür bilmem. İyi bir giriş yaptığım inancındayım ve devam etmek isterim. Tatar Ramazan’ın benim ilk eserim Linç’ten evvel kaleme alındığını açıklayabilirim. Dil konusunda tartışmaya girmek istemem. Hem birazda bineceğim dalı kesmek gibi olur bu. Dilde arınmaya gitmeye çalışıyorum ve bu gayreti sürdürenlerle esasta mutabıkım. Ancak zorlamaya kaçmaktan da sakınırım” Bir eserinden: “Gözyaşı dökeceksin düşmanlara göstermeden, ter damla damla, kan avuç avuç, uzun yıllar mahpus da olacaksın. Dola kardaşım kolların demir parmaklıklara, mehtapları ağlatan yanık türküler çağır, bil ki sevdiklerine mevsimlerce hasret kalacaksın! Zaman mı aşınır? Yoksa insan mı? Düşün bakalım düşün. Şu var ki paslanmayan zincir, aşınmayan lale, kırılmayan demir kapı yoktur...”
Emeğin Sanatı 162. Sayı
SOSYALİST SANAT FELSEFESİNİN ÜLKEMİZDEKİ ÖNCÜLERİNDEN AZİZ ÇALIŞLAR… Marksist felsefe ve sanat konusunda yazdığı kitaplar, yaptığı çevirilerle sosyalist edebiyatımızın düşünsel temelinde önemli emeği olan Aziz Çalışlar’ı 17. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz. 27 Kasım 1995’te yitirdiğimiz Aziz Çalışların, sanatımızda, öncelikle değer yaratan bir düşünce adamı olarak anılması, anımsanması gerekir. Bıraktığı ürünleri, üşenmeyip sayarsak, yazar ve çevirmen olarak imzasına rastladığımız 35 dolayında yapıtla karşılaşıyoruz. Bunlardan 14'ü tiyatroyla ilgili. Yazılmış, uyarlanmış, çevrilmiş oyunlar. Felsefe, kültür, estetik içerikli kitaplarının sayısı da bir o kadar. Sözlük, ansiklopedi çalışmalarını bunlara kattığımızda, ortaya çıkan görünüm, yoğun bir emek birikimini ve üretken bir çalışkanlığı sergilemiş oluyor. Yaptığı çevirilere baktığımızda Materyalist Felsefe Sözlüğü'nden Suchkov'un Gerçekçiliğin Tarihi'ne, Kagan'ın Güzellik Bilimi Olarak Estetik ve Sanatı'ndan Redeker'in Edebiyat Estetiği'ne, Marx-Engels-Lenin'den Sanat ve Edebiyat derlemesine kadar, nasıl bir bilinçli seçimle, yaşadığı dönemi aydınlatmaya yöneldiğini görüyoruz. Çevirmenliğin ötesinde, bu kaynaklardan sanat-edebiyat dünyamızda nasıl yaralanacağımızı, yaşanılan sorunları nasıl tartışıp hangi sonuçlara varacağımızı Günümüzde Kültür Sanat ve Estetik, Sanatsal Kültür ve Estetik, Gerçekçilik Estetiği, Ulusal Kültür ve Sanat gibi kitaplarıyla da gündeme taşımıştı. Özellikle 1980 sonrasında, ülkemizde yaşananların kültür, sanat, edebiyat dünyamızda yaptığı "tahribat"a karşı bir direniş odağı içinde Aziz Çalışlar'ın yeri çok önemliydi. “Sosyalist gerçekçi sanat, sanatsal gücü, yan tutarlılığı ve halka bağlılığı ile tüm derinliği ve çeşitliliği ile halkın yaşamında etkin bir rol oynamaya, sosyalist kanılarla sosyalist yaşamsal tasarım ve ilişkileri, güzellik duyusunu ve idealini biçimlendirmeye çalışır… Sosyalist gerçekçilik yöntemi, sürekli değişimi ve ileriye doğru gelişimi içinde gerçekliği sanatsal olarak içselleştirmeye çalışır.”(Ansiklopedik Kültür Sözlüğü/Aziz Çalışlar)
“Sosyalist gerçekçi sanat, sanatsal gücü, yan tutarlılığı ve halka bağlılığı ile tüm derinliği ve çeşitliliği ile halkın yaşamında etkin bir rol oynamaya, sosyalist kanılarla sosyalist yaşamsal tasarım ve ilişkileri, güzellik duyusunu ve idealini biçimlendirmeye çalışır… Sosyalist gerçekçilik yöntemi, sürekli değişimi ve ileriye doğru gelişimi içinde gerçekliği sanatsal olarak içselleştirmeye çalışır.”(Ansiklopedik Kültür Sözlüğü/Aziz Çalışlar)
Sayfa 93
AHMET KAYA, TÜRKÜLERİYLE KAVGAMIZA SES VERMEYE DEVAM EDİYOR! Ahmet Kaya’yı yitireli 14 yıl oldu. Ama o türküleriyle kavgamıza direnç ve umut katmaya ediyor, devam edecek. 12 Eylül sonrası, sazlar ve sesler susturulmuştu. Kasetler, plaklar ya toplatılmış ya da korkudan yakılmıştı. Topluma arabesk vurdumduymazlığın pompalandığı o günlerde gür bir ses, sinmiş umutları yeniden yeşertti. Gürül gürül sesinden akan türküler, 12 Eylül faşizminin zindanlarından, işkencehanelerinden yükselen bu gür türküler, şarkılar devrimci umudu yeniden diriltmeye, özlemleri tazelemeye başladı. O dört dörtlük bir insandı. Sevmesini bilir, sevgisini hak edenlere sevgisini en yürekten sunardı. Sevgisini en güzel şarkılarıyla düşmanlarına da duyurur ve önyargılara, haksızlıklara karşı en insani tepkisini göstermekten geri durmazdı. 1985’ten 1990’lara değin her albümü ayrı bir patlama yapmış, albümler hep liste başı olmuştu. Kürt halkına baskıların yoğunlaştığı, Kürtçe konuşmanın suç sayıldığı bir dönemde Magazinciler Derneğinin ödül gecesinde de duyduğu ve düşündüğü gibi konuştu. Kürtçe bir klip yapacağını söylüyordu. Birden düğmeye basılmış gibi burjuvazinin beslediği sanatçı, gazeteci bozuntularının ve faşist basının saldırısı başladı. Kürtçe şarkı yapma, Kürt dilini savunma çabasında çatal bıçak yağmuruna tutulurken, kimi Kürt kökenli burjuva sanatçıları, devrimcilere seslenen müzikleriyle köşe olan sahte demokrat sanatçılar, sonradan Kürtçe şarkılar söyleyerek şov yapacak olan şarkıcılar kös dinlemiş gibi sus pus bu saldırıya seyirci kaldılar. Onların çoğu Ahmet Kaya ve diğer sanatçıların kanını, canını verdiği bu savaşım üzerinden bugün Kürtçe şarkı söylemenin rantına talip olmaya başladılar. Toplum ve kendi yaşamında gördüğü haksızlıkları, müziğiyle, türküleriyle protesto eden, doğru bildiklerini söylemekten çekinmeyen, düşündükleri ve söyledikleri şeyler için bedeller ödemiş, sürgün edilmiş bir sanatçıyı, Ahmet Kaya’yı ölümünün 14. yılında türküleriyle anıyoruz. Aşağılık bir dramdır artık Bulvara dökülen bildiriler Çünkü jarjuruna Harcanan bunca emek,bunca değer Boş kovanları dolduran adam Fokurdayan metal potası En azından kendinden utanmalıdır İşleyen rotatifler Yani yetsin diyorum Cesetleri iğnelemek gibi bir şeydir Şarkılarınızı dağlarıma sürün diyorum Ve zaman usulca göz kırpıp telaşına Uzatın ellerinizi diyorum Homurdanarak çekip gitmiştir Uzatın tanışalım Yani bu Helallaşalım ...............
Emeğin Sanatı 162. Sayı
KIRK KUŞAĞININ ÖNCÜ VE ÖZGÜN ŞAİRİ: ERCÜMENT BEHZAT LAV… 17 Kasım 1984’te sonsuz Şair Ercüment Behzad Lav, çok yönlü bir sanatçıydı. Aktörlük, tiyatro yönetmenliği ve radyoda spikerlik ve yayın şefliği yaptı. Türk şiirinin gelişiminde sürekli öz ve biçim arayan Ercüment Behzad Lav, Şiirimizde 40 kuşağının öncüleri arasındadır, özgür koşuğu ilk kullananlardandır. Onun şiirlerinin malzemesi içinde fütürizm ve sürrealizm’in yanında kübizmin ve sosyalizmin öğelerine de rastlanır. Çoğunlukla toplumsal bir duyarlığın izini sürmüştür. Şiirlerinde kimi zaman ironi öne çıkar, kimi zaman üstü örtülü, sürrealistlerin çizgisini taşıyan buluşlar öne çıkar. Ataol Behramoğlu’na göre, “1930´lu yılların başlarında yayınladığı kitaplarıyla Ercüment Behzad Lav´ı da, Batı ülkelerindeki modern şiir biçimlerini yerli temalara uygulayan deneyci, yenilikçi bir şair olarak anmak gerekir. Ercüment Behzad Lav, çağdaş şiirimizde önemli yeri olan ironik şiir türünün de şiirimizde ilk önemli temsilcisi” sayılabilir. Doğan Hızlan nitelemesiyle, "kimselere benzememiş, hep kendi açtığı yolda yalnız yürümüş" bir şairdir. Şiirinde belli bir tavrı sahiplenip üzerinde yürüme yerine, her şiirinde farklı arayışlar ortaya koymuştur. Onun monografisini yazan Eser Demirkan’a göre de: “Bin kişilik şairdir” o. Her şiirinde yeni bir Ercüment Behzad Lav bulursunuz. Bir tane de ‘ondan bu beklenirdi’ diyebileceğiniz şiiri yoktur. Her biri ayrı bir sürprizdir. Çünkü her birinde ayrı bir şair yatar. Belki de bu yüzden onun eserlerini okurken siz de çoğul hissedersiniz."
MADEN KUYULARI Damar kadar Dar oluklarda ekşimiş hava Kol boyun bacak fener Tok kazma sesleri Tırnakla cenkleşen kömür Sür götür Parya
Gün yüzü görmez Kaburgası fırlak katırı Başlıyor angarya Kara köstebek sürü Kızı kısrağı yağlı kalıplara emzik İn bu inde sarhoş uyu Gece ses veren kuyu
ERCÜMENT BEHZAT LAV
Sayfa 95
SOSYALİST GERÇEKÇİ 40 KUŞAĞININ ÇOK YÖNLÜ ŞAİRİ: SUAT TAŞER Sosyalist 1940 kuşağı şiirinin kendine özgü şairlerinden biridir Suat Taşer çok yönlü bir sanatçıdır. Ankara Devlet Tiyatrosu'nda oyuncu, Ankara Radyosu'nda spiker olarak çalıştı. Şiirlerinde, 1940 kuşağının ortak tavrı olarak sosyalist gerçekçilik ön plandadır. Buna karşın şiirlerinde özgün bakış ve duruşundan da ödün vermemiştir. Biçim ve üslûp olarak diğer kırk kuşağı şairlerinden farklıdır. 1942–1950 yılları arasında yayınlanan, ilk dönem şiirlerinde toplumsal konulara yönelirken coşkulu bir anlatımı benimsedi. Ancak 1950'den sonraki şiirlerinde mizah ve ironi öne geçti. Yeryüzü dergisinde yayımlanan bir şiiri nedeniyle Türk Ceza Kanunu'nun 142. maddesine aykırı davranmaktan yargılanıp aklandı. Bu davadan sonra daha göze batmayacak şiirler yazmaya başladı. Sonra bir dönem şiiri tümüyle arka plana iterek tiyatro ve tiyatro eğitimi üzerine çalıştı. 17 Kasım 1982’de aramızdan ayrılan Suat Taşer, sosyalizm mücadelesinin öne çıktığı 70’li yıllarda yeniden şiire döndü, 70’lerin havasını taşıyan toplumsal şiirler yazdı. Şiirin yanı sıra tiyatro yazıları, incelemeler, çocuk kitap, gezi yazıları da yazan Suat Taşer, dünyaca ünlü şairlerin şiirlerini de dilimize kazandırdı. 1982’de ölümünden kısa süre önce, Stanislavski'den çevirdiği 'Bir Karakter Yaratmak' adlı çalışmasıyla 1982 yılında Yazko çeviri-inceleme özendirme ödülü almıştı.
GÖKYÜZÜNE Gökyüzüne ağar gider acılar dumanı yüreklerimizin uzun umutlar ucunda köklerimizin al gülü tan alacasında bir yavru güvercin uçar Bozkır ikindileri mor başlı dikenlerin kurt seslerini yalar çoban ateşleri bir su akmaz bir çalı gövermez aldanmışlığı yorgun inancı ellerin Kambur söğüt kambur durur yerinde dereboyu düzlenir
SUAT TAŞER
Emeğin Sanatı 162. Sayı
ŞİİRİMİZİN PROMETHEUS’U ENVER GÖKÇE SINIF KAVGAMIZDA YAŞIYOR!
Enver Gökçe, şiir ve sosyalizm uğruna akıl almaz çile ve işkencelerle edebiyatımızın Prometelerinden biridir. Öyle ki, yazdığı şiirlerin çoğunluğu kaybolur. 1951 tutuklamasından sonra adının silinmesine çalışılır edebiyatımızdan… Ağızdan ağza dolaşan şiirleri 1970'te kitaplaşma olanağı bulur. Bu tarihten sonra dergilerde yayınlanan şiirleri ve hakkında yazılanlarla tanınmaya başlanır. Enver Gökçe, hayatın içinde her gün sayısız kere tekrar edilen kelimeleri, yaşayan Türkçeyi, halk dilini şiire ilk defa sokmayı becerebilen şairlerdendi. Halk şiirinden Divan şiirine, Nazım’dan Dede Korkut’a uzanan bu birleşimi 1943’lerde tutturdu. Şiir yükü yoğun sözcükler seçmede, bunları dizelemede, destelemede Enver Gökçe bu geleneklerin hepsinden fayda gördü. Ustaca söylemenin yoluna girmişti. Daha 23 yaşlarındaydı. Verimli şiir yazma yılları ancak yedi yıl sürdü. Sanatını daha da geliştirecek, en olgun eserlerini verecek çağa girmişti. Harbiye mahpusuna düştüğünde 30 yaşında idi. Böyle başlayan ve uzun süren çileli hayat ve hapislik Enver Gökçe’nin yalnız sağlıklı yaşamasının değil, şiir ve sanatçı hayatının da sonu oldu. Arkadaşı İlhan Başgöz bu konuda şöyle diyor: “Onun 1960’tan sonra yazdığı şiirleri ve söylediklerini okudum. Hiç biri Enver değil bunların. Çalışamayan, okuyamayan ve en kötüsü artık düşünemeyen bir adamın kesik kesik sözleri bunlar. Enver’i genç yaşında budadılar.« Enver Gökçe, kardeşçe bir yaşamı kurmanın devrimden geçtiğini söyleyen ve devrimci sanatçıya yakışır bir şekilde yaşayan bir şairdi. Şiire başladığı 1940 yılından ölüm yılı olan 19 Kasım 1981'e kadar sanatını devrime adamış olan Enver Gökçe, "İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Yani düşüncesini onun sosyal hayatı ve sosyal pratiği belirler..." diyerek, düşünce ve eylemin birliğini somutluyordu kendinde. Yaşamının her anını devrimci kavga içinde geçiren şair, yapıtlarında işçi sınıfından yana olan tavrını şöyle vurguluyordu: “Ben, sınıf edebiyatı yapıyorum. Yani Türk halkının, hayatın her döneminde aktif olan, güzel olan, büyük olan bu halkın sanatını yapmaya çalışıyorum. Bence sanat, herşeyden önce bu sınıfın yaşam kavgasındaki gücünü, kudretini ortaya koymasındadır. 1940 yılına gelinen yıllarda Türkiye'de çeşitli sanat görüşleri var olmuştur. Ben, gayet tabii olarak bu toplumcu yanı kuvvetli olan akımın içindeydim ve içinde olacağım."
Sayfa 97 Kırk karanlığını, şiirin ışığı ile aydınlatmaya girişen sosyalist kuşağın unutulmaz şairlerinden olan; edebiyat ortamına egemen gerici ve yoz anlayışlar tarafından on yıllar boyu görmezden gelinen, antolojilere, şiir yıllıklarına alınmayan Enver Gökçe, halkın belleğinde çoktan unutulmaz yerini aldı. O’nu unutmayacağız, unutturmayacağız.
KARDEŞLİK ACILARI Yıllar var ki sizleri düşünüyorum: Yanan şehirlerim, Düşmana ekmek veren tarlalarım Teknelerim, ocaklarım, öğretmenlerim! Ve sizleri: Caddeler, tarlalar, fakülteler, Nehir boyları, şehirler, ordular Aşklarım, hünerlerim, sefaletlerim!
Ellerime ateş düştü Yüreğime, gövdeme, kollarıma. Biliyorum ey demokrasi! Bütün şairlerin ölür Barikatların susar Ve yanar da limanların, iskelelerin Zafer gülleri sensiz açmaz Böyle bir macerada.
ENVER GÖKÇE FELSEFENİN PENCERESİNDEN GÜÇLÜ BİR ŞAİR: MELİH CEVDET ANDAY 29 Kasım 2002’de yitirdiğimiz Melih Cevdet Anday, Garip serüveninden sonra şiirimizde ayrı bir ses, ayrı bir bakış getirip felsefeyi şiirle buluşturarak kendi şiirinin özgün temellerini attı. Pablo Neruda, onun hakkında, “Nazım Hikmet'ten sonra çok büyük bir Türk şairi daha buldum. Bütün gece gözüme uyku girmedi" dedi. Anday, şiirini toplumsal bir duyarlılığa ve bilince ilk açanlardan birisiydi. Melih Cevdet şiiri, öznel, az yerel, evrensel temalar içeriyordu. Savaş yıllarının yoksulluğunu küçük insanın dünyasına taşırken öfkeliydi, suçlayıcı bir tavır takındı. Rahatı kaçan dünyada, rahatı kaçmış insanın bazen ironik, bazen yergi dolu dili, Anday’ın şiirinde de etkisini hissettirdi. Telgrafhane ile başlayan şiirlerinde yeni benzetmelere, yeni temalara, düşünceyle duyguyu kaynaştırmaya yöneldiği görüldü. Doğayı imgeye dönüştürmeye başladı. Özyaşamsal deneylerini şiir diline dönüştürüyor; barış, doğa, çağ, doğanın çeşitli varlıkları, doğa-insan diyalektiği öne çıkmaya başlıyordu. İroninin yerini zaman zaman coşku, tepki ve düşünce aldı. Ama Anday’ın
Emeğin Sanatı 162. Sayı poetiğinde duygu da, düşünce de, bilgi de şiirin kendi değildir; sadece bahaneleridir. Bu konuda şöyle düşünüyordu: “Hiçbir konu, hiçbir tema gerçekte şiiri yaratmaz. Ortaya çıkarmaz. Onla birer bahanedir. Şiir asıl yazılırken ortaya çıkar.” Bir dünya şiiri mirasçısı olduğunu düşünerek, şiirinde evrensel temaları derin bir bilinçle ele aldı, özgün şiirsel yaratıcılıkla ortaya koydu. Melih Cevdet Anday, şiirlerinin yanı sıra oyunları, romanları ve denemeleriyle geleceğe kalan önemli kültür zenginliğimizdir.
TELGRAFHANE Uyumayacaksın Memleketinin hali Seni seslerle uyandıracak Oturup yazacaksın Çünkü sen artık o sen değilsin Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin Durmadan sesler alacak Sesler vereceksin Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketin hali Düzelmeden dünyanın hali Gözüne uyku giremez ki... Uyumayacaksın Bir sis çanı gibi gecenin içinde Ta gün ışıyıncaya kadar Vakur metin sade Çalacaksın.
MELİH CEVDET ANDAY SOSYALİST ROMAN VE ÖYKÜCÜLÜĞÜN DORUKLARINDAN SEVGİ SOYSAL’I UNUTMAYACAĞIZ… Roman ve öykücülüğümüzde sosyalist duruşun öncü yazarlarından Sevgi Soysal’ı yitireli 35 yıl oldu. 12 Mart faşizminin zindanlarında yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle aramızdan ayrıldığında kırk yaşındaydı. Edebiyatımızda, kendine özgü yere sahip olan Sevgi Soysal, siyasal ve toplumsal olana bakışıyla, öğretici olmayan ama sorgulamaktan da geri durmayan diliyle, bazen alaycı anlatımıyla ve henüz daha ortalarda yokken kadınlık sorununu ele alışı, öne çıkarışı, arkasında duruşuyla farklılığını ortaya koydu. Devrimcilik kavramına yaklaşımı ve kadın konusunu ele alışı,
Sayfa 99 basit bir feminizm yerine, derinlikli bir sorun çözümleme tavrı yarattı. Kadın yazar olmaktan öte sosyalist kadın yazardı. Kadınlığını suç apoletleri gibi değil dik ve ödünsüz taşıyan, politik bilincini duruşa tahvil edebilmiş insanca bir direniştir Sevgi Soysal. 12 Mart faşizminin bile "dize" getiremediği, cümlelerinin sonundaki her noktada saklı soru işaretleriyle aklımıza sızıveren, "yanlışını bile boyutlandırabilen" başka bir kalemdir. Tükenmek ve beklemek arasındaki sarkaçta asılı kalma hakkını ne kendine, ne de okuyucusuna tanımayan bir gözü pektir. “Kadın kimliğini patriyarka ve sistem karşısında yeniden ve inatla kurmayı deneyen, kendi gelişim çizgisinde sonrasında "sınıf"la buluşan ve yıkıcı-yıktığı oranda da yapıcı bir gözle 70'li yılların Türkiye’sine bakan, kitaplarında kimi zaman Yenişehir’in tam ortasında devirdiği bir kavak ağacıyla, kimi zaman da baskınların ve sorgulamaların ardından getirdiği şafağıyla ülkenin, sistemin ve en çok da insanın anlatıcısına dönüşen devrimci bir yazardır.” Romanları, hikâyeleri ve diğer eserlerinde belirleyici iki temel unsur vardır. Bu da “kadının özgürlüğü” kavramı ile “bilimsel sosyalizm”dir. Soysal, ilk eserlerinden itibaren kadının psikolojik sorunlarını ele alır. O, herkesin girmeye cesaret edemediği cinsellik dâhil birçok konuyu kamuoyunun gündemine taşır. Baskın kişiliğinden yola çıkarak kadının birey olması için çalışır. Kendi deyimiyle kadını “şaşkın ördek”likten kurtarma çabası içine girdi. Bunun yanında 12 Mart faşizmini kimin zaman simgelerle kimi zaman açıkça eleştiren öyküler yazmaktan hiç çekinmedi: “…Bu kent, ortaçağdan bu yana idam seyretmeye bayılırdı. Çoluk çocuk güle eğlene, fındık-fıstık yiyerek idamları seyrederdi. İdam edilene hakaretler savururlar, başı kesilirken alkışlarlardı. Çocuklar günlerce idamcılık oynardı arkadan. Köklü bir eğlentiydi bu. Ama sonra, baş kesildikten bir süre sonra kesilen başa özel bir sevgi duyulur, bu haksızlığı işleyen cellât lanetlenirdi. Cellât bütün haksız ölümlerin tek suçlusuydu. Bu neşeli ölümlerin. Kentin cadılarının, kiliseye, tanrıya karşı gelenlerin, kralın savaşlarından kaçanların, prense vergi ödemeyenlerin, ırz düşmanı papazların başını bazen prenslerine ayaklanan halkın başını hep bu aile kesti. O hem hüküm sürenlerin hem başkaldıranların cellâdıydı. Hüküm sürenlerin ve başkaldıranların somut haksızlığıydı. Kesilen her baş için bir ağıt yakıldı. Bu ağıtta cellât düşmanca anıldı. Ta ortaçağdan bu yana.”(“Cellât Fuchs Kent Halkına Nasıl Karıştı” öyküsünden)
ŞAFAĞIN, SEVDANIN, KARDEŞLİĞİN VE ÖZGÜRLÜĞÜN ŞAİRİ: PAUL ELUARD… “Aşk ve devrim şairi” sıfatını hak eden şairlerinden başında gelen Paul Eluard’ı Kasım 1952’de sonsuzluğa göçüşünün 60. yıldönümünde saygıyla selamlıyoruz. Sürrealizmin dört kurucusundan biridir. Şafağın, sevdanın, kardeşliğin ve özgürlüğün büyük savunucusu olur ömrü boyunca. Birinci ve İkinci Dünya savaşını yaşadı.
Emeğin Sanatı 162. Sayı
Arkadaşlarıyla, 1. Dünya Savaşı’nda on milyon insanın ölümüne neden olan medeniyetin yarattığı bu korkunç savaşa karşı ortak çalışmalara girişti. Bunlara Tristan Tzara da katılınca Fransa’yı da aşan Dadacılık akımı kuruldu. Sonra tatmin olmadılar ve terk ettiler Dadacılığı. 1919 da Uyku ve bilinçaltı gibi çalışmalardan sonra Otomatik yazıyı icat ederler, bir nevi psikanalitik şiire yönelirler. Bu da onları sürrealizm akımını kurmaya kadar götürdü. 1 Aralık 1924 de “Sürrealizm Devrim”in ilk sayısı çıkarıldı. 1925 de “Açın zindanların kapısını, Askere teskere verin!” diye haykırdı Eluard. Sürrealistler böylece Komünistlerle bağdaştı. Eluard 1926’da Fransız Komünist partisine üye olurken aradığı ortamı bulmuş ve en güzel şiirlerini yazmaya başlamıştır bile. Sürrealizmin ikinci manifestosu yayınlanınca Robert Desnos, Michel Leiris, Jacques Prevert, Raymond Queneau ve bir kaçı ayrılırlar. Ama Bunuel, Rene Char, Salvador Dali gibi yeni katılımlar olur ve ideolojik çizgilerini belirtmek için derginin adını “Sürrealizm Devrimin Hizmetinde” diye değiştirilir. İlk sayısı 1930’da çıkar. Paul Eluard’ın sürrealizm için dile getirdiği şu görüşler, bizim yeni sosyalist gerçekçilik anlayışımızın da ana çerçevesini yansıtmaktadır: “Sürrealizm bir savunma aracı olduğu kadar kuşatma aracıdır, insanın gün ışığına kavuşturması gereken depderin vicdanıdır. Sürrealizm, düşüncenin herkeste mevcut olduğunu göstermek, herkesi düşünmeye çağırmak için çaba harcamaktadır; insanlar arasında var olan farkı azaltmak için absürt bir düzene, eşitsizlik, aldatmalar alçaklıklar üstüne kurulmuş bir düzene hizmet etmeyi reddeder. Hele insan kendini tanısın, kendinin farkına varsın, o zaman şimdiye kadar mahrum bırakıldığı zenginlikleri, nice acılar içinde teşkil ettiği bir kaç sağır ve kör büyük adam adına biriktirdiği maddi ve manevi bütün zenginlikleri ele geçirebileceği gücü bulur kendinde...” Nazi işgali boyunca direnişçi olarak savaştı. Her an yer değiştirmek, tanınmamak, ortaya çıkmamak gereken bu yeraltı dünyasında Eluard, her gittiği yere müthiş geniş kütüphanesini de götürdü. Fransız direnişçilerini, uçaktan atılan onun güzelim şiirleri umutlandırdı. Güncel sözcükleri alışılagelmemiş bir şekilde işleyip kendine has bir şekilde imgeler kurması; dizelerine yön verdi ve onu farklı kıldı. Klişe dizeler Eluard’ın imgeleminde esinin gülüşleriyle büzüldü. Onun şiirleri, Yaşar Doğan’ın deyişiyle: “Bozulmamış bir meyvenin tiftiği gibidir. Utkun bir kelebeğin göz kamaştıran kanadının şafağıdır, evrensel gençliktir.” Bu nitelikleriyle Eluard, 20. yüzyılın en büyük şairleri arasında yerini almıştır.
Sayfa 101
AYDINLIK Hiçbir vakit tam karanlık değil gece Kendimde denemişim ben Kulak ver dinle Her acının sonunda Açık bir pencere vardır. Aydınlık bir pencere Hayal edilecek bir şey vardır
Yerine getirilecek istek Doyurulacak açlık Cömert bir yürek Uzanmış açık bir el Canlı canlı bakan gözler vardır Bir yaşam vardır yaşam Bölüşülmeye hazır.
PAUL ELUARD KOMÜNİST ŞAİR RİTSOS ŞİİRLERİYLE YAŞAMAYA DEVAM EDİYOR… Yunan komünist şair Yannis Ritsos, 11 Kasım 1990'da Atina'da sonsuzluğa yürüdü. Şiirleriyle barışın dili olmaya devam ediyor. Dünyaca tanınan komünist şairlerden Yannis Ritsos'un aramızdan ayrılışının 24. yılında, büyük şairin halkla birlikte güçlü melodilere dönüşen şiirleri hala özgürlük ve eşitlik mücadelesinden ayrı düşünülmüyor. Yannis Ritsos için 'çağımızın en büyük şairidir' demiştir, Louis Aragon. İkinci Dünya Savaşı sırasında faşizme karşı kendi yurdunda direnişe katılan Ritsos'un şiirleri yine kendi yurdunda yasak edilir, Ege adalarına sürgün edilir. Epitaphios (1936- Yazıt Mezar Yazıtları ) adlı kitabı faşist cunta tarafından Zeus Tapınağı'nda törenle yakılır. 1 Mayıs 1909’da Yunanistan'ın Monemvasia kentinde doğan Ritsos, 1934 yılında ilk şiirlerini Vladamir Mayakovski'den esinlenerek yazmaya başlar, ilk şiir kitabının adı Traktör’dür. Yannis artık hayatı boyunca işçi sınıfı mücadelesi için çalışır. 11 Kasım 1990'da Atina'da hayatını kaybeden Yannis Ritsos'un şiirleri 80'den fazla dile çevrilmiştiir. Türkçe'ye çevrilen eserleri şöyledir: Alışkanlıklar Da Değişir, Umarsız Penelope, Yaşlı Kadınlar ve Deniz, Helena ve Nöbetçi, Boyun Eğmeyen Ülke, Graganda, Erotika, Dikkatli Ariostos (Anlatı/Roman), Seçme Şiirler, Tüm Şiirleri, Ölü Ev, Taşlar, Yinelemeler, Parmaklıklar, Bir Mayıs Günü Bırakıp Gittin
Emeğin Sanatı 162. Sayı
Yannis Ritsos’un 'Barış' adlı şiirinden:
'Çocuğun gördüğü düştür barış, annenin gördüğü düştür barış, ağaçlar altında sevdalıların sevda sözleridir barış; Gözlerinin içinde uçsuz bucaksız bir gülümseme elinde yemiş dolu bir zembil ve alnında ter tomurcukları, Pencerede suyu soğutan testideki damlalar gibi; Akşam üstü eve dönen babadır barış, Dünyanın yüzünde yara izleri kapanırken ağaçlar diktiğimizde havan mermilerinin kazdığı çukurlara; Yangının kavurduğu yüreklerde ilk tomurcuklarını açarken umut ve ölüler kanlarının boşa gitmediğini bilerek yana dönüp içerlemeksizin uyuyabildiklerindedir barış… Barış yemek kokusudur tüten…
BÜYÜK EKİM DEVRİMİ YOLUMUZU AYDINLATIYOR!
Büyük Ekim Sosyalist Devrimi kutlu olsun... İnanıyoruz ki, Bir dahaki devrim, bir deneme olmayacak; sürdürülebilir yeni bir ateş yakacağız!
Sayfa 103 Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, emperyalist burjuvazinin korkulu rüyası olan devrim düşüncesinin gerçekleşmesinin adıdır. Ekim Devrimi Lenin’in deyimiyle "buzu kıran, yolu açan ve gösteren" devrimdir. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi ile emperyalist zincir en büyük kapitalist, emperyalist ülkelerden birinde, proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ile ilk kez parçalandı; emperyalizm çağının ilk proleter devrimi olarak, yeni bir çağı, ‘emperyalizm ve proleter devrimleri çağı’nı başlattı. Sınıflı toplumların ortaya çıkışı kadar eskidir, sınıflar mücadelesi. Tarih bu mücadelenin dinamikleri üzerinde yükselir. Karanlık ve ışığın mücadelesidir bu. Baskının, zulmün, sömürünün sahipleriyle buna hayır diyen isyancıların mücadelesidir. Ve sınıflar tarihi kadar eskidir sömürüsüz, eşit özgür bir dünya düşü. Bu düşle başkaldırır “tarihin ilk gerillası” ilk isyancısı Spartaküs. Bu düşle uzatırlar başlarını korkusuzca Bedrettin ve Börklüce. Bu düş türkü olur dillerde pir sultanca. Sınıflı toplumların son durağıdır kapitalizm ve sömürücü sınıfların son temsilcisidir burjuvazi. Sömürülenlerin tarihindeki son sözü söyleyecek, düşü gerçeğe dönüştürüp burjuvaziyi mezara koyacak olandır proletarya. Lyon’da dokuma işçilerinin barikat savaşlarıyla daha manifaktür özellikler taşıyan el işçileri olarak. İngiltere’de nispetten gelişmiş sanayinin örgütlü Cartistleri olarak. Almanya’da “kulübelere barış, saraylara savaş” diye haykırarak çıkar mücadele alanlarına. Geçici zaferlere ağır yenilgiler eşlik eder. Her ileri sıçrayışının ardından ağır yenilgilerle yeniden geri düşer. Ama her yenilgiden öğrenir ve inatla haykırır özgürlük diye. Ve tarih 1871’ i gösterirken Paris ellerindeydi proletaryanın. Bu tarihsel düşün, gerçekliğin somutuna ilk iz düşümünün adıydı, bu Marks’ın işte proletarya diktatörlüğü dediği Paris komünü idi.74 gün. Sosyalizmin, proletarya diktatörlüğünün, sosyalist demokrasinin ilk ön sözlerinin yazıldığı onlarca yıla bedel 74 gün. Onlar da yenildiler, çünkü nesnel şartlar daha kapitalizmin ortadan kaldırılmasına denk düşmüyordu. Yenildiler çünkü hiçbir toplumsal sistem gelişebileceği en üst seviyeye ulaşmadan tarih sahnesindeki yerini terk etmiyordu. Tarih 20 yüzyılın başlarını gösterirken, “Emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır dedi Lenin… Devam etti; “Emperyalizm çan çekişen kapitalizmdir” Ve son noktayı koydu: “ Emperyalizm proleter devrimler çağıdır” Yenilgilerle dolu tarihi içinde en son büyük zaferini ve yenilgisini yaşadığı Paris komününden sonra proletarya tarihsel rolünü yerine getirmek için harekete geçerken artık koşullar ondan yanaydı. Sözün bittiği yerdi artık. Milyonlarca topraksız köylünün, yarı proleter emekçilerin proletaryanın öncülüğündeki eylemiyle yıkmak, parçalamak ve yeniden kurma zamanıydı. Tarihin ebesi zor işbaşındaydı, durmak cinayetti, durmak ihanetti. Durmadılar. “Onlar ki bir kez yorgun dizlerinin üstünde doğrularak ayağa kalkmışlardı” Durmadılar ve tarih 24 Ekim 1917'yi (Bugünkü takvimle 07 Kasım 1917) gösterirken devrim ve sosyalizm bir düş değildi artık.
Emeğin Sanatı 162. Sayı
Ekim Devrimi ezilenlerle ezenlerin arasındaki tarihsel mücadelede gerçekleşen ilk toplumsal devrim olarak tarihsel bir dönüm noktasıdır.21. yüzyılın sosyalizminden söz ederken başka limanlara kulaç atanların unutmak ama en çokta unutturmak istedikleri bir gerçektir. Ekim devrimi; insanlığı sömürüye ve kapitalizmin yarattığı karanlığa mahkûm etmeye çalışanların en büyük korkusudur. Çünkü Ekim Devriminin 20. yüzyıldan 21. yüzyıla yansıyan ışığı kapitalizmin yıkılabileceğini, yeni ve sömürüsüz bir dünyanın yani sosyalizmin gerçekleşebileceğini gösterir. Ekim Devrimi; “elveda proletarya” ve “tarihin sonu” sahtekârlıklarının suratına vurulan bir tokat gibidir. Sınıflar mücadelesini proletarya diktatörlüğüne kadar götürme gerçeğini inkâr edenlere karşı her gün kendini yeniden ortaya koyan bir gerçektir ve gerçekler inatçıdır… Sivil toplumculuk projelerine, “kitle partisi” karikatürlerine karşı proletaryanın öncü savaşçı partisinin hayati önemini yaşadığımız dönemin özellikleri bakımından bu günde yakıcı bir yanıt ortaya koyar. Bu gün Ekim Devrimini böyle bir perspektifle sahiplenmek, Paris Komününden Ekim Devrimine oradan da günümüze uzanan komünizm mücadelesinin ve Komünist olmanın temel ölçütlerinden biridir. Ekim Devriminden çıkarmamız gereken bir diğer derste iktidarı ele geçirmenin devrimin başlangıcı olduğunu ve sınıfsız topluma giden yolda yapılacak hataların geri dönüşü de beraberinde getirebileceğini göstermiş olmasıdır. Bu anlamıyla Ekim Devrimi başarıları kadar başarısızlıklarıyla da elimizdeki zengin bir deney birikimidir. Ekim devrimi, sınıflı toplumlarına hâkim olan düşünsel normların yıkılarak; komünal emek/dayanışma fikirlerinin yeşerten “Yeni/Özgür İnsana” ulaşma çabasıdır. Mayakovski’nin devrimi destanlaştıran “150.000.000” adlı kitabından: Vur davula! Davula, davula! Kulunuz değil, köleydiler! Daahavvur! Daavul! Daavula! Hey çelik göğüslü! Dayanıklı hey! Vur, davula! Davula, vur!
Ya da, ya da Ortadan kaybol pan! Dövüşeceğiz! Dövüşeceğiz! Döğüştük! Davulda! Davul! Davul! Devrim çarı yoksun bırakıyor kızının ziyafetinden Devrim palangayı attırıyor aç halka. ..............
Sayfa 105
KAVALIN TÜRKÜSÜ Kaval söyler temiz ve yumuşacık türküsünü, Bu türkü rüzgârla birlikte tırmanır dağlara. Ak bir buluta binip aşar boğazları bu türkü. Söğütlerle birlikte yüzer ırmak dalgalarında Ve ışıl ışıl senin gözlerinde yanar. Kaval söyler yorulmak bilmez türküsünü, Kayadan daha sert, sevgiden daha yumuşak. Titrer yüreğimin içinde. Ses verir bulutlara kadar Ve söyletir bana sevdanın türküsünü. Kaval söyler beni yakıp kül eden türküsünü, Doğayı okşar, insanın içine işler! Cıvıldar durur türkü ve yaşama can verir! Yaşam mı? O da nesi? İşte yanımdasın ya…
KSUAN DİEU
(ÇEVİRİ: ERAY CANBERK)
Emeğin Sanatı 162. Sayı
KÖRÜN SAZI Sam köyünün kör türkücüsü Linh va Nongh’a
—bu teller kenevirden mi yoksa ipekten mi, Böyle içimize işliyor sesi? Tinh’in (1) ezgileri ağaçların tepelerine doğru yükseliyor, erişiyor dağların doruklarına. Maymun şaşkına dönüp, yavrusunu bile unutuyor. Kuş bırakıp yuvasını kulak kesiliyor. Çiçeklenmiş dalın üzerinde susuyor ağustos böceği. Sevdalı çiftler duraklıyorlar yolda, dinliyorlar sevişmeyi bırakıp. Ey türkücü tinh’in telleri sihirli mi, titretiyor gönül tellerimizi? —Yok canım, yok böyle bir şey, ne sihir var, ne de büyü, ne de doğaüstü falan, ne varsa içimdeki coşkudan. Yüreğim minnet dolu ipek böceğini yetiştirene, sazıma bu telleri yapana, çalgı yaptığım bu ağacı yetiştirip büyütene.
Sayfa 107
Sağ olsun halkım, vatanım, tohumu eken ve çatlatan, ve ellerimde çiçekler açtıran alevler yaratan gönlümde. Eskiden sazım ağlar, ben ağlardım. Yoksuldu yaşamım, kördü gözlerim. Çınlıyor şimdi sazım köyün içinde. İşitenin yüreği ferahlıyor. Yaşam değişti. Boyun eğmiyor artık yoksullar. Birlikte kullanıyoruz suyu, birlikte işliyoruz toprağı, birlikte çalışıyoruz ülkemizin kurtuluşu için. Bayrağın gölgesinde, elimde sazım, durmadan çalarım sabah akşam. Gözlerim görür gibidir parmaklarımın oynayışını, ormanın çiçeklenişini, arıların dolaşmasını. Çeltiklerin yeşilliğini görür gibiyim, topların sürüklendiği sarp yolları, birlikte direnen Kuang Lang’ın insanlarını, uçaklardan inen kızlarımızı! Sazım ses verir, inler, ülkemizin onuruna. Teller eskir, Gövde yıpranır, sap eğrilir. Kolaydır onları değiştirmem. Ama sesim, kısılmaz sesim, Parti’mden umut kesmez yüreğim, sever onu, inanır ona her zaman. (1) Dağlık Bölgelerde iki telli saza verilen ad.
NONG KWOK CHAN (ÇEVİRİ: ERAY CANBERK)
Emeğin Sanatı 162. Sayı
“NASILLAR? (Sorular Ve Yanıtlar)” 1.Vietnam halkı taştan yapma fenerler kullanır mıydı? 2.Tomurcukların açışını kutlama Törenleri yapıyorlar mıydı? 3.Çağıldayan kahkahalara alışık mıydılar? 4.Süslemede kemik ve fildişi, yeşim taşı ve gümüş kullanıyorlar mıydı? 5.Bir destan şiirleri var mıydı? 6.Konuşma ile şarkı arasında ayrım yapıyorlar mıydı?
— 1.Kuş gibi yürekleri taş kesilmişti efendim. Bahçelerinde taş fenerlerin hoş yolları aydınlatıp aydınlatmadığını kimse anımsamıyor. 2.Belki bir zamanlar çiçekleri seyretmek için bir araya gelirlerdi fakat çocuklar öldürüldükten sonra hiç tomurcuk kalmadı. 3.Kahkaha yanık ağızlarda acıdır efendim. 4.Bir düş öncesinde belki. Süs neşe versin diyedir. Tüm kemikler kavrulmuştu. 5.Anımsanmıyor. Unutmayın ki çoğu köylüydü onların; yaşantıları pirinç ve bambu içinde geçerdi. Dingin bulutlar pirinç tarlalarında yansırken ve mandalar taraçaları güvenle adımlarken belki babalar oğullarına eski öyküler anlatırlardı. Bombalar aynaları parçaladığında Yalnız çığlığa yetecek zaman kalmıştı. 6.Derler ki, bir şarkıyı andıran konuşmalarının hâlâ bir yankısı kalmış. Şarkılarının, ayışığında pervanelerin uçuşuna benzediği söyleniyor. Kim bilir? Artık tümü susmuş. (ÇEV. AYŞE SARIOĞLU)
DENİSE LEVERTOV
DÜNYA ŞAİRLERİNİN KISA ÖZGEÇMİŞLERİ: KSUAN DİEU: (1916–1985) Vietnam’da yeni şiir akımının öncülerindendir. Devrimden önce aşk şiirleriyle ünlenmişti. Devrimde aktif mücadeleye katıldı. Devrim sürecinde ve sonrasında ulusal özgürlüğü öne çıkaran şiirlerini «Yurt Bayrağı» kitabında topladı. Şiirin yan ı sıra ülkedeki değişimi anlatan yazı ve denemeler de yazdı. NONG KWOK CHAN: (1921- —) Küçük bir halk olan Tai halkındandır. Genç yaşta Japonlara karşı çarpışmalara katıldı. Özellikle Vietnam direnişi ile ilgil destanlar yazmıştır. Bu destanlarda ve şiirlerinde direnen insanları ve savaşlardan zarar görenleri, kahramanlıkları anlatır… DENİSE LEVERTOV: (1923-1997) Amerika’da 1960-70 kuşağının önde gelen kadın şairlerindendir. ABD’ye karşı Vietnam’ı destekleyen şiirler yazar. Yapıtlarını, sanatçının topluma karşı görevi ve geleneksel kuralların geçersiz sayıldığı günümüzde şiirin işlevinin ne olması gerektiği gibi sorunların ışığında üretir.Bir çok şiirinde siyasal motifler kullanmış, savaşa karşı tavrını ortaya koymuştur. Kaynak: Dünya Şiirleri Seçkisi (Mill. Yay.) Anonim Sesimiz Dergisi Sayı 104
EMEĞİN SANATI E-DERGİ
Aylık Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi 15.11.2014 Yıl: 8 Sayı: 162 Yayınlayan: Emeğin Sanatı Kolektifi
© Dergide yayınlanan eserlerin her türlü hakkı
şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir.
Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler. Facebook grup adresi: https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi