EMEK VERENLER / İÇİNDEKİLER ABDULLAH ORAL ADİL OKAY ADNAN DURMAZ ARZU KÖK BEKİR KOÇAK BURCU TÜRKER BÜLENT AYDINEL CEYLAN ŞİMŞEK
EMEK VERENLER İÇİNDEKİLER 3 EMEĞİN SANATI’NDAN 163. MERHABA 4 BU SAYININ SAVSÖZÜ URSULA K. LE GUİN 5 İnsanlıktan Çıkış ADNAN DURMAZ ŞİİR 6 Şâir derdi TAN DOĞAN ŞİİR 9 Dem Bu Demdir BÜLENT AYDINEL ŞİİR 10 “Gidersem Çiçeklerin Toprağına..." HASİBE AYTEN ŞİİR 13 Kaybediş MUHAMMET DEMİR ÖYKÜ 14 Gecenin Çıkrığında ALİ ZİYA ÇAMUR ŞİİR 16 Daha Anlamlı NİSA LEYLA ŞİİR 17 Tarih Bilinci HALDUN HAKMAN ŞİİR 19
EMİN KEŞMER ERCAN CENGİZ GALİP ÖZDEMİR GÜLEFER CAMBAZ SAVRAN HALDUN HAKMAN HAMZA İNCE HASİBE AYTEN HIZIR İRFAN ÖNDER
MERİÇ AYDIN MUAMMER ERTURAN MUHAMMET DEMİR MUSTAFA DEMİR NECMETTİN YALÇINKAYA NECİP TIRPAN NEDİM ELÇİ NİSA LEYLA
Boş Ver Be Gılgamış O Yerlerden Biri MUAMMER ERTURAN NECMETTİN YALÇINKAYA 42 ÖYKÜ Ölmez Ağaç”ın Katli 20 VİLDAN SEVİL Git RÖPORTAJ NECİP TIRPAN 43 ŞİİR Mavi Satırlar 23 BURCU TÜRKER Kuş ŞİİR EMİN KEŞMER 47 ŞİİR Ceylan Öldü 24 SEMA LALE Her Şey Bakireydi Körü ŞİİR Körüne 48 CEYLAN ŞİMŞEK Bir Muhalefet Denemesi ŞİİR ARZU KÖK 25 DENEME Ustalar ve Özgürlük Şiiri 49 BEKİR KOÇAK Ne Olur Ki 26 ABDULLAH ORAL ŞİİR Post Modernist Şiirler(!) Sirki 55 SERKAN ENGİN Erdal Eren Anısına Saygıyla... ELEŞTİRİ ADİL OKAY 27 ŞİİR Var mıydı? 56 ARZU KÖK Maraş Katliamını Unutma! 35 MUSTAFA DEMİR Ey İnsan MAKALE YAŞAR DOĞAN / Lolan 57 36 Roboski 2 Mayınlı Sınır Çocuk Gelinler NEDİM ELÇİ GÜLEFER CAMBAZ ŞİİR SAVRAN 58 ÖYKÜ Hazanda Aşk Mektupları-3 37 HAMZA İNCE Büyü ŞİİR TEMEL KURT 59 ŞİİR Popüler Kültüre Eleştirel 39 Bakışlar Oradaydım SİBEL ÖZBUDUN MAKALE ERCAN CENGİZ 60 40
OĞUZ ATEŞOĞLU SEMA LALE SERKAN ENGİN SİBEL ÖZBUDUN TAN DOĞAN TEMEL KURT VİLDAN SEVİL YAŞAR DOĞAN ALİ ZİYA ÇAMUR
Güne ve Sana MERİÇ AYDIN ŞİİR 66 Gece Sorgusu GALİP ÖZDEMİR ŞİİR 68 Niçin HIZIR İRFAN ÖNDER ŞİİR 69 Adliye Kabusları OĞUZ ATEŞOĞLU ŞİİR 70 Dizelerde “Şiir Ve Şair A.Z.ÇAMUR SEÇKİ 71 YAŞAM VE SANATTA 1 AYIN İZDÜŞÜMÜ HABERLER 72 İçten Dilek AGOSTİNHO NETO ÇEVİRİ ŞİİR 95 Ne Yapsalar Yaşıyoruz DENNIS BRUTUS ÇEVİRİ ŞİİR 96 Verdiğin Zarar ELLIS AYITEY KOMEY ÇEVİRİ ŞİİR 97 Bir Militanın Şiiri JORGE REBELO ÇEVİRİ ŞİİR 98 Çev Şair Biyografileri KÜNYE 99 Düşman AYHAN KIRDAR KONUK ŞİİR 100
EMEĞİN SANATI’NDAN 163. MERHABA Merhaba, 9. yılımıza girerken yine dolu dolu bir sayıyla karşınızdayız. Ülke gündeminde ise AKP faşizminin, her türlü gösteriyi terör sayacak yeni yasa tasarıları peşinde olması var. Gerek başbakan, gerek huyunu terk etmeyen cumhurbaşkanı kendi sanata, kültüre, eğitime vandalist saldırılarını doludizgin sürdürürken, gösteri haklarını kullanma çabasındaki kitleler «vandalist» olarak tanımlanarak, yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor. İşçi ölümleri devam ediyor. İşçi direnişler son iki aya damgasına vuran emek olayları oldu. İşçiler, zulüm düzenine karşı hakları için direniyorlar.. Sosyalist harekette de derlenip toparlanma çalışmaları başladı. Dileriz, küçük nedenlerle yine eli boş dönülmez. Gün geçmiyor ki, adı sol cenahta sayılan, hatta kimi sol etkinliklere de davet edilen bir küçük burjuva sanatçısının devrim idealinde paraya dönmesin. Egemenlere tapınç, kendilerine hak ettiklerinden fazla değer verilen küçük burjuva sanatçılar tarafından fazlasıyla benimsenmeye başladı. Bu belki soldan sevenlerini üzdüyse de bizim için çok beklenmeyen bir şey de değildi. Bu tür sanatçılar dan çok fazla bir şeyler beklemek de yanlış olurdu. Devrimci sanatçı kendi maddi çıkarlarından çok hem siyasi hayalleri zenginleştirmeli; hem de özgürlük arzusunu güçlendirmelidir. O'nun sanattaki amacı budur! Onlar; geçimini sağlamak ya da hobi olarak yapıt üretme çabasından oldukça uzaktırlar. Onlar; sanatları ve yapıtlarıyla devrimci bir hayat kurmak çabası içindedirler. Kimileri inkâr etse de, eleştirse de devrimci sanat, sanatın devrimci gücü her zaman mücadelemizin temel ilkesi olacaktır. Elbette sanatın isterlerini, genel ve özel ilkelerini ihmal etmeden. Bizim gerçekliğimiz, devrimci mücadeleye yeni ivmeler kazandırmak, devrimci umudu öne çıkarmaktır. Sanatta yalnızca bilinç, ve yalnızca devrimci duyarlık tek başına yeterli değildir. Dünyayı, insanca, kardeşçe yaşanacak bir dünya hâline getirmek için savaş vermektir. Behçet Aysan’ın belirttiği gibi: «Olağanüstü şeyleri yaşamanın gönderine, çok önceleri serüvenciler bayrağı çekmişler. Şiire o gemide yer kalmamıştır. Bir, iki yüzyıldır şiirin bayrağı toplumsal kavgaların burcunda dalgalanıyor.» Burjuvazi, gerçeklere gittikçe yabancılaşan bir sanat istiyor. Kapitalizm, sanatçının, şairin ekmeğe ekmek, şaraba şarap demesini tehlikeli buluyor. Sanatçı’yı para ve mevki ile satın alarak zombileştiriyor. Zombileşen sanatçı kendisine de sınıfına da düşmanlaşmaya başlıyor. Biz burjuvazinin yemlerine kaptırmadan kendimizi, zombileşmeden emeğin devrimci mücadelesi için yazmaya, çizmeye devam edeceğiz. Derginin başlangıcında aramızda bulunan Uysal Himmet arkadaşımızın vurguladığı gibi: HER KAVGA BİR ŞAİR, HER SAİR BİR KAVGA BESLEMELİDİR!
EMEĞİN SANATI
BU SAYININ SAVSÖZÜ Bence, şu anki yaşayışımızın alternatiflerini görebilen, korkuya kapılmış toplumumuzun ve takıntılı teknolojilerinin içyüzünü varoluşun başka yollarına kadar görebilen ve hatta umut için gerçek dayanaklar hayal edebilen yazarların seslerini isteyeceğimiz zor zamanlar geliyor. Özgürlüğü anımsayabilecek yazarlara ihtiyaç duyacağız. Şairlere, hayalperestlere: Daha büyük bir gerçekliğin gerçekçilerine. Şu an, bence bir piyasa metasının üretimiyle sanat pratiği arasındaki farkı bilen yazarlara ihtiyacımız var. Şirket kârını ve reklam gelirini maksimize etmek için satış stratejilerine uygun yazılı malzemeler geliştirmek, sorumlu kitap yayıncılığıyla ve yazarlıkla pek de aynı şey değil. (Teşekkür ederim alkışlayan cesur kişiler.) Yine de yazı işleri üzerindeki kontrolün satış birimlerine verildiğini görüyorum; kendi yayıncılarımın, şapşal bir cehalet ve açgözlülük paniğiyle, bir elektronik kitap için halk kütüphanelerinden, müşterilerinden istediklerinin altı, yedi katı para istediklerini görüyorum. Bir vurguncunun bir yayıncıyı itaatsizliği için cezalandırdığını, yazarların şirket fetvalarıyla tehdit edildiğini daha yeni gördük; ve görüyorum ki birçoğumuz, kitapları yazan, kitapları yapan üreticiler, bunu kabul ediyoruz. Meta vurguncularının bizi deodoran gibi satmasını ve neyi yayınlayıp neyi yazacağımızı söylemelerini. (Ben de seni seviyorum, canım.) Kitaplar, biliyorsunuz, sadece meta değildir. Kâr güdüsü, çoğu kez sanatın amaçlarıyla çatışır. Kapitalizm içinde yaşıyoruz. İktidarından kaçılamaz gibi geliyor. Kralların ilahi kudreti de öyle geliyordu. Her türlü insan iktidarına insanlar tarafından direnilebilir ve bu iktidar değiştirilebilir. Direniş ve değişim çoğu kez sanatta başlar ve daha da çok bizim sanatımızda -sözcüklerin sanatında- başlar. Uzun, iyi bir kariyerim oldu. Yalnız değildim. Şimdi burada, kariyerimin sonunda, Amerikan edebiyatının satılıp ortada bırakıldığını görmek istemiyorum. Biz hayatını yazarak ve yayıncılık yaparak kazananlar, hasıladan hakkımıza düşen payı istiyoruz -bunu talep etmeliyiz. Ama bizim güzel ödülümüzün adı kâr değil. Onun adı özgürlük.
URSULA K. LE GUİN ABD Ulusal Kitap Ödülleri'nin 2014 "Amerikan Edebiyatı'na Seçkin Katkı Madalyası"nı Ursula K. Leguin, 19 Kasım'da aldı. Aşağıdaki metin, 1929 doğumlu Le Guin'in ödül töreninde yaptığı konuşma.
(http://www.bianet.org/bianet/siyaset/160120-le-guin-direnis-ve-degisim-sanatta-baslar)
Emeğin Sanatı 163. Sayı
İNSANLIKTAN ÇIKIŞ / Adnan DURMAZ bir alaz göğe inandım başakların gecede akan hışırtısına bir de anla beni ayışığı kentler tükürdüm beton ve çelik soluyan akşamlarda söktüm omzuma takılan apoletleri meczupluk hırkasını yakıştırdım eğnime bir mezar çukuru sayarak yatağımı her gece kendimle ölerek hesaplaştım ey çağ bütün aşkların taşladı beni türlü türlü kapısı var şu insan yüzlerinin ahşap-teneke-çelik -plastik samimiyet kurt kapmış kuzunun artıkları mermer gülüşlerle hasbıhal etmenin acısını bildim bütün karanlık gecelerde sizin hiç bilmediğiniz bir dildim
Sayfa 7
sadece inlemeler-azap çığlıkları -ölümle yaşam arasındaki o kanlı o korkmuş o ürkek sözleri okudum acısı bataklık insanların alnında onları dokudum yalnızca ama isyanla öfkeyle hınçla bu yüzden sayın bayım sevişmelerim sayılmayacak kadar azdır ömrümce dışarıda ay olurdu ve bahçemde güller şakırdı çılgınca o zaman ben hep bir ağlayışın vadisinde çıkış arayan mecalsiz yolcu olurdum çoğaldıkça çoğalırdı içimin yırtıkları kitaplar ve sayfalarca akan düşünce ben onların arasında kuru bir otum belki sesim geçmiş kafilelerden kalan ocak külleri yalaka mevkiler haksız makamlar son model ön model arabalar atlar limitet komandit anonim evlilikler ey çağ sanki umurumda gibi bütün değerlerin dışladı beni giderek daha çok benziyorum alıç ağaçlarına tek başına yaşayan kaya kartallarına eski bir ağlamanın yankısıyım ıssız dere yataklarında bir koyakta yardan ayrı düşene benziyorum bir dağın yamacında pusulanana ama isyanla öfkeyle hınçla sanırım insandan başka bir şeyim artık yağmur gözlü çiçek yüzlü çocuklar bir tarafa hiçbir yüz ifadesi tanıdık değil betondan yontulmuş gülüş ruhunu kaybetmiş söz yalnızca binlerce yıl önceden bir adamın kara taşa yonttuğu gül kabartması yurtsuz bulut – yoldaş rüzgar -yar yağmur deli ayaz -gebe çamur…
Emeğin Sanatı 163. Sayı
Allahın her akşamı duvarlaşmış yüzleriyle evine dönen işçiler avurdu yer göçüğü ırgatlar geçinemeyen memurların demir parmaklık takılmış gözleri çiğnenerek-sancıyarak-acıyarak sürüklenen sayısız köle insanlıktan ötelerde bir yerde yaşıyorum sanarak körelten karanlıkta soluk alan bir beden her soluk öle öle bu yüzen sayın bayım artık yırttım reçetelerini mutluluğa –insanlığa –adalete yazılan derisi kavlamış gök sırtı yağır yer arasına sığmayan öfke ve keder tükürmüşüm suratına sizin aşklarınızın tartılı dostluklarınızın mostluklarınızın varsın bir kuru yaprak ömrüm düştüğü yerde kalsın hiç kimse ardımdan üzülüp ağlamasın yüreğimi en eski devrimcinin kayrağında biledim ne ömrün kısalığı – ne yarsiz kalmak çok insandan çok şey katar hayata bir çalı bu soytarılar panayırı- şaklabanlar curcunası su yerine içilen insan kanı tükürmüşüm bütün putlarına-değerlerine-ey çağ katlettiğin kim varsa yandaşım bütün düşmanların yoldaşım olsun varsın o büyük umut bizden de sonraya kalsın doğuştan cürümlü aşıktım ta başından çobanın o yaralı kavalı yara yara akıp giden bir yanık bozlak kanadı kırık turna boynu vuruk gül dalı korunaksız hedef kadar açıktım iyi ki taşladın beni iyi ki dışladın ey kanlı çağ iyi ki ben senin insanın olmaktan çıktım
ADNAN DURMAZ
Sayfa 9
tan doğan
şâir derdi ihsan üren’in anısına her yol bir yük yüreğe her bulut bir hüzün gün içre âh tozu dumana katan hayat senin derdin ne ey uçan kuş açan çiçek hep siz konuşun yoksa düşecek dünya ‘zaman’dan âh aklı havada insan senin zulmün kime ey bilge gece gizli gölge hep siz anlatın yoksa geçecek iş işten her söz bir dert ömre her şi’r bin acı şâire
Emeğin Sanatı 163. Sayı
DEM BU DEMDİR DEM BU DEMDİR DEM BU DEM / Bülent AYDINEL Yorgun bahçelerden geçtim Kıpkırmızı demetlerden Eski tespih taşlarıyla gezdim avlularda Tellerden ve duvarlardan ağrılı düşler devşirdim Gözlerim yandı ay ışığından Kanyonlardan düştüm Serin sokaklar aradım Kurulmamış saatler Meçhul yalnızlıklara adadım ömrümü Çok direndim kendime Kendimle çok direndim Çöllere sığmaz bir gezgindim Sen o zaman güle gül diyordun Sonra görülmüştür oldu mektuplar Ufuk çizgisinin rengi değişti Sabırlı coğrafyalar gibi Korkunç adımlarıyla sırılsıklam yağmurlar gezdi Saza tel yetmez oldu manşete düş Seyircisiz bir devri tamamladık kan revan Sen o zaman slogana slogan diyordun
Sen o zaman şiire şiir diyordun Mavi ıhlamurların altından Masum çağlayanlar akardı Kurumuş dudaklarımızı ıslatırdık Çıplak ayaklarımız donardı Sabahı beklemek zelzeleydi Dostlar geceye sözler söylerdi Gece onları not defterine yazardı Sabaha karşı hep beraber okurduk Sen o zaman yarına yarın diyordun Çok kırlangıç çok çatak çok yolcu çok cehennem Çehresi belirgin bir karanfil serüven Ne zaman büyüdüler ne zaman serpildiler Dün çiçeğe durmaya daha çok var diyenler Çok eylül çok akşam çok bilmece çok diken Tarihle yıkanıp yarın kuşanıp gelen Bir masalın dibinde oturup konuştular Ne sorduysak hepsini teker teker bildiler Sen o zaman Zülfikara Zülfikar diyordun
Şu dağların yamacında Tebessümü yazdık Bir gülüm kaldı ucunda Tevazuyu es geçmeden Sana bir selam gönderdim Ne kantarlarla tartıldı biriktirdiklerimiz Saçları dar ağacında Topu topu on beş yıldır tanışıyorduk Halk hikayelerinden sızdığımızı söylediler Ceplerimizde yarin saçları
Sayfa 11
Yıldızlar akardı mahçup suratlarından şarkıların Budanmış dallar gibi kuru ve kırılgan kalırdı ayak seslerimiz Matem ritminde göz yaşı mülkiyetinde çağrılmamıştı henüz Fidanı dikerken buluttan diledikleriniz Sen o zaman hasata hasat diyordun Gelincikler Sırat Köprüsü Mukavim bir savaşçı Deli taylarla gezen yılkı kaçkını bir davacı Meşru müdafaadan hükümlü gayr-i meşru yasalar Sahilde deniz atları ormanda yarasalar Dalgalar vururdu ağaç diplerine kadar Tanıdık bir yüz bile görmedik bölüp ekmeğimizi verelim Yürüdük öyle yorgun Uzun yollara düşmüş uzun sakallar gibi Yeni bir efsaneye ilk kez bakanlar gibi Üç telli sazın ritminde üç kez çakanlar gibi Suçumuza müebbet istediler Çarmıhta cadı yakanlar gibi Sen o zaman kitaba kitap diyordun Yok içinde var bizdeydi Namus ile ar bizdeydi Yarin kara gözü diyen Cümle kitaplar bizdeydi Küfrü telmih ile zamana sığdırır onlar Anlamazsın gayrının sen olduğunu Ayraç içinde kalır kadınlar Fotoğrafların şaire benzediğini Elektrik kesilince anlatırlar Ellerin sana benzemeyen bir sureti ezberlerken Üzümden ve lal esmer sohbetlerden düşmek için erken
Emeğin Sanatı 163. Sayı
Sen o zaman cümbüşe cümbüş diyordun Bir ömre kaç cehennem sığar oğul Diyordu annem Bir şiir kaç kere tutuşturulursa diyordum ben Varoşların rutubet kokan matemlerinden artmak için Laciverdi bin tonuyla yaşarken gecem Yeni bir kitabın kapağını açar gibi Dem bu demdir dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem Sen o zaman isyana isyan diyordun Aşktan gayri özüm yok Sevdalıya sözüm yok Ben yari yarde sevdim Başkasında gözüm yok Öyle bir sevdayla koyulduk yola Ay ışığı senin saçlarından doğuyordu Köhne bir köşede ilk sevinç son nefreti kovuyordu Kakülün gamzeyi buluşu gibi Zeybeğin heybetle duruşu gibi Beş parmağın kenet oluşu gibi Say ki canımdan can doğuyordu Söyle şimdi Ne diyordun o zaman
BÜLENT AYDINEL
Sayfa 13
“GİDERSEM ÇİÇEKLERİN TOPRAĞINA KÖK SUYU OLUR BEDENİM” [*]
kanser tanısıyla kafatasımı açtılar onlarca kitabı dolduracak şiirin ışığında şaşırıp kaldı doktorlar böyle mi dedin usulca şiirlerin anası yüreğimin yongası en son ben gördüm seni dokundum öptüm o ipeksi yüzünü kar beyazını giyinmiştin oysa çiçekli baharları severdin ipek böceğiydin kozasında uyuyan üşümüştün ısınır mıydın uyanır mıydın şiirler okusam türküler yaksam sarılsam sayrıydın özledim seni dedim “görüşmemiz de anı olacak” dedin en son ben gördüm seni dokundum öptüm o ipeksi yüzünü ışık hızıyla kayarken zaman
HASİBE AYTEN
bu şiir anı olmayacak her okunuşunda ikimizi de yaşatacak
[*] Özel Arabul
Emeğin Sanatı 163. Sayı
KAYBEDİŞ / Muhammet DEMİR 1 Onca yıl sonra bugün gelip dayandığım nokta tam bir kaybediş benim için. Kaybettim. Evet, bu hayat kavgasını kaybettim. Evet, yenildim bunu kabul ediyorum. Evet, kabul ediyorum tamamıyla kendi bencil duygu ve hatalarım yüzünden bu duruma düştüm. Ama artık hiçbir çarem kalmadı. Kaçış yok. Daha doğrusu kaçacak yer yok. Tam bir şah ve mat hali benimkisi. Satrancı çok iyi bilirdim hâlbuki. Bu güne kadar da yenilmemiştim. Elbette beraberliklerim olmuştu, sıklıkla galibiyetlerim de. Gerçi uzun süredir galibiyet yüzü görmedim ama. Hep pat durumları yaşıyordum. Bunun böyle olacağı belliydi. Ve yenildim. Pes diyorum, artık pes! Bu oyun benim için son oyun oldu.
Sayfa 15
Bir daha o satranç tahtasının önüne oturmayacağım. Daha doğrusu oturamayacağım. Çünkü hayat kavgasından ebediyen uzaklaşıyorum. Hoşça kalın dostlarım. İyi bir oyuncu olamadım. Özür dilemek gerekiyorsa. Özür dilerim... 2 Ama söyleyeceklerim var bu hayat kavgasını ebediyen terk etmeden önce. Çünkü buna hakkım var. Elbette sizlerin de söz hakkınız olacak. Belki bunu bana ileteceksiniz ama. Ne bileyim sizleri duyup duyamayacağım meçhul. Anlamlandıramıyorum açıkçası. Anlamlandırmak isterim elbette. Yoksa bunca yıllık yaşam deneyimimin ne önemi kalırdı ki. Ki bunu anlamlandıramamamın izi sizde çok derin olacaktır. Tabidir ki ben bunu sana duyumsatırken yine kendimi referans alıyorum. Her zaman olduğu gibi... 3 Bugün bir kez daha dolaştım o sokaklarda. Yine aynı heyecanları duydum. Bir telefonla uyandım. Telefondaki o dost sesi. Beni önemseyen. O ses senin sesin. Ne kadar da tanıdıktı. Ben evet o sesle tekrar uyandım. Kaybetmiştim elbette ama. Ama o senin sesin bana tekrar hatırlattı. Evet, hatırlattı yeniden. Aslında ben kaybetmemiştim ki. Kaybettiğimi bir an duyumsamıştım sadece. İyiki varsın. İyi ki varsınız. Dostlarımla var oluyorum hep. Hep o derin çukurlardan sizin çabanızla çıkıyorum. Evet, ben bugün tüm eski dostlarımla teker teker bir araya geldim. Tek tek dertleştim. Tek tek dertleştik. Eski anılar canlandı. Neden o kadar uzaklaşmışız ki birbirimizden. Neden aramıza mesafeler koymuşuz ki.
MUHAMMET DEMİR
Sayfa 17
DAHA ANLAMLI
yağmur ve akasya kokulu bir çocuk kalbi besliyorum, tanrıyla güzel şiirler yazmak için. öteleyemiyor aristo zaman’ı bir dağa kurban yaşadım aşklarımdan birini, kör oldum babaydı bana... ne çok sebep gözlerde mayın patlamasına… bir sevdaya boyun büküp, sıkıştırmak karanlığa serin kanlı yazlık bir sinemada yuvarlanırken bilyeler ıskalayabilirdi tanrı çocuklarla beslenmiş sevgilimi
Emeğin Sanatı 163. Sayı
ne çok sebep saatlerin yara almasına sonsuzluğun gelgitinde yağmurlu güzellemeler yapabilirdi, hayata yaslanan dirseklerin mürekkebi kurumamış penceremden gece yarısı damlarken üzerime. ne çok sebep sevmeye örülü kalbi dokuma bilmeden yemek aralarına sıkışmış öksüz dizeler gibi annemmişçesine babammışçasına ve azad edilmeyi bekleyen bir mahkummuşçasına baktım nerval kokulu sevgilime dedim ki: aynı boşluğun paydalarında yarattığın şu tebessüm öksüzü kullarına duygu besiciliği yaparken hüzünlü kağıtlar sevgilim! beni düğümümde boğacak çileyle daha anlamlı şiirler örebilirdin
NİSA LEYLA
Emeğin Sanatı 163. Sayı
GECENİN ÇIKRIĞINDA
Kanlı çığlıklarda gün Demirliyor yaşamaya Sıcacık sessizlikte Güneşe tutkunları. Kuş maviliğinde Yüreklerden fışkırıyor ışıklı bahar, Filiz veriyor dudaklarından, Öpüşler sarıyor geceyi...
Ay, mavi dağlarca Düş suskunu bulutlara mahpus. Kar, kıvrılıyor Evrenin ince kıvrımlarına, Ateşli güllerin Alıyoruz kokusunu yıldızlardan. Gök dalında Gözlerimiz ışkın salıyor aşklara, Başlıyor ışık serenatında Özlemler resmigeçidi.
Art arda akan seslerin izlerini Boşaltıyor bir çıkrık ağırdan Gecenin gizlerine.
ALİ ZİYA ÇAMUR FOTOĞRAF: ADNAN DURMAZ
Sayfa 19
TARİH BİLİNCİ spartaküsün kanıyla yıkanmış bir ağacın üstünde kara bir karga gördüm rüyamda, hayırdır demedim uğura da saymadım, rüyalarıma hiç inanmadım... hoş öyle çok rüya da görmedim hayatımda bu hayra yorumlanmazmış (!); olsun, deyip geçtim... düşündüğüm tek şey şu oldu yalnızca: köle ayaklanması deyince aklımıza gelen spartaküs roma tarihinden bir parça, oysa öyle çok köleci toplum öyle çok köle ayaklanması var ki... tarih yazıldığı gibi mi okunuyor diye- bir daha düşündüm... tarih okunduğu gibi mi aktarılıyor yoksa benim tarafımdan da ?
HALDUN HAKMAN
Emeğin Sanatı 163. Sayı
O YERLERDEN BİRİ / Necmettin YALÇINKAYA Adam elindeki çubukla camı tıklatıp bağırıyordu: “İçeriye buyurun beyler, yeni kızlarımız geldi” Dışarıda, kapı önünde birikmiş erkekler topluluğu. Aç gözler, aç bedenler, yutkunmalar, iç geçirmeler, şapırtılar… Her kafadan çıkan anlaşılmaz sesler… Ve ürkmüş arıların uğultularını andıran sesler… Genç bir erkek kalabalığı yarıp içeri girdi. Hemen arkasında bir başkası onu izledi. Birlikte içeriyi izlemeye başladılar. İlk gelen –takım elbiseli- yanındakine, “Sarışın nasıl ama?” dedi ağzını şapırdatarak. Ötekisi; “Bilmem!” dedi. “Ben sarışınlardan hoşlanmam… Ama sarışının önünde oturan esmeri soruyorsan, o zaman iş başkalaşır. Esmer afat, huri” Delikanlı, bakışlarıyla tahta merdivenin basamaklarına hoyratça yayılmış, olmadık hareketler yapan, yirmi-yirmi beşinde esmer, uzun saçlı bir kadını işaret ediyordu. Esmer kadının hemen arkasındaki sarışının ise yalnızca üstü gözüküyordu. Ha bire sırıtıyor, etrafına ve dışarıdakilere gülücükler dağıtıyordu. “Gelsenize canım” diye seksi davetler gönderiyordu. Pembe kombinezonunu, sutyenini yarıya indirmiş, meme uçları gözüküyordu. Avını yakalamak için oltaya taktığı bir yemdi aslında bu yaptığı. Önündeki esmeri dürtüklüyor, kulağına bir şeyler fısıldıyor, ikisi birlikte şuh kahkahalar atıyorlardı. İkisinin de sedefi andıran dişleri parıl parıldı.
Sayfa 21
İki genç aynı anda kapının camını tıklattı. Sabırları tükenmek üzereydi. İçeri girmek istiyorlardı. Adam sürgüsünü açtı, kapı düşecekmiş gibi açıldı, içeriden dışarıya ağdalı, arabesk bir müzikle, kızıl, loş bir ışık yayıldı. Işık pervaneleri kendine doğru çeken bir kandilden farksızdı. Tahta merdivenin basamaklarına yayılmış kadınların şehvetli bakışları, ağlamaklı isterik gülüşleri, kendini beğendirmeye çalışan akıl almaz davranışları ve de kanepelere kaykılmış sıra bekleyen erkekler… Pezevengin kulakları tırmalayan bağırışları: “Buyurun beyler, içeri buyurun” Takım elbiseli bir genç, başıyla sarışını selamladı. Sarışın hafifçe gülümsedi. Dolgun dudaklarının yumuşak hatları arasında sedefi andıran dişleri bir an ışıldadı, sonra bir şimşek gibi çakıp yok oldu. Oturduğu yerden merdivenin korkuluğuna tutunarak kalkarken, “On yedi numaraya çık” diye fısıldadı. Öteki genç erkek hızlı davranmış, esmerin yanına çoktan varmıştı bile. İki genç erkek ikinci kata çıktılar. Önlerinde dar bir koridor, koridorun sağında ve solunda odalar sıralanıyordu. Yeni boyalı kapılar ışıl ışıl parlıyordu. Sarışın genç erkeğini çekerek odasına soktu. Esmer kadın da sarışına öykündü… Sarışın, “Soyun kocacığım” dedi. Kendi de soyunmaya başladı. Üzerindeki kombinezonundan usta bir hareketle kurtuldu, ardından sutyenini çıkardı. Göğüsleri bir heykel gibi tüm görkemiyle ortaya çıkmıştı. Ardından kendini sırtüstü karyolaya attı. “Hadi gel kocacığım” diye şehvetle fısıldadı. Bir süre sonra karyoladan doğrulup indi. Elinde bez bir peçeteyle apış arasını tutuyordu. Boşta olan eliyle komodinin üzerinde “hak ettiği” ücretini aldı, avucuna sıkıştırdı. Gidecek gibi yaptı ama gitmedi. Geriye döndü, giyinmekte olan erkeğinin yanağına usulca bir öpücük kondurdu. “Beklerim, yine gel” deyip banyoya yöneldi. Muslukta hızla akan suyun sesi duyuldu. Genç erkek sarışının arkasından bakakaldı. Düşüncelere daldı, kimdi bu sarışın, neden böylesi bir yaşamı seçmişti? Neden bedenini para karşılığında erkeklere sunuyordu? Gençti, üstelik bir film aktrisi kadar da güzeldi… Pekâlâ evlenebilir, iyi bir yuva kurabilirdi. Sevecendi, iyi bir anne olabilirdi. Ama o hiç birini yapmamıştı. Belki de birileri engel olmuştu. Kim bilir? Belki de bu hayatı kendisi seçmişti. Kafasında yanıt arayan onlarca soru vardı. Az evvel kadınla birlikte olduğu için pişmanlık duymaya başladı. Hatta yaptığından utanıyordu. Dalmıştı. Sarışının odaya geri döndüğünü fark edemedi bile. Kadın onu dürtüp de kendine getirmeseydi, o, hâlâ derin düşüncelere dalmış olacaktı. “Kusuruma bakmayın” dedi pişmanlıkla, “dalmışım.” Basamakları yavaş yavaş inerken düşünceleri hâlâ sarışındaydı. Şimdi gençti, güzeldi, müşterisi çoktu. Güzelliği, gençliği en büyük sermayesi olabilirdi ama yine de bir sorun vardı. Güzellik kavramı göreceli bir kavramdı. Sonunda kaçınılmaz olarak yaşlanacaktı. Canlılara has bir olaydı bu. Yaşlılık; bir noktada yok olmaya işaretti. O zaman sarışının hali ne olacaktı! Bunu bilemiyordu ama bilmek istiyordu. Kapıdaki kalabalığı yararak dışarıya çıktı. Yağmur yağıyordu. Yüzüne çarpan yağmur damlalarının farkında bile değildi. Onun aklı sarışındaydı. Yalnızca onu düşünüyordu. Yaşantısını yarı-açık cezaevi koşullarına benzetti. Ömrü, gençliği, güzelliği ve onuru yavaş yavaş yok oluyordu. İçinden etlerini satan, hayat kadınlarına acıma ve yardımcı olma hissi doğdu. Hayıflandı, ‘’ismini bile sormadım’’ dedi. Gerçi sorsaydı da doğru bir yanıt almayacağını biliyordu. Kimin kimsen var mıdır? Diyememişti. Hayat kadınlarının “Anaları” vardı hep, bunu iyi biliyordu. Ama bu
Emeğin Sanatı 163. Sayı
ana başkaydı. “Kızları erkeklere para karşılığı satan markacı analar… Ahlaksız, kokuşmuş ve yere batasıca analar. Kızlarının etinden servet yapan analar ve kızlarına vesika veren devlet baba.” İkisine de ağız dolusu küfür etti. “Hay ben böyle ananın ve babanın…” Bir yandan da kendini, genelevlerin gerekliliğine inandırmaya çalıştı. Ama ikna olmamış, bir çıkar yol bulamamıştı. Neden bugün böyle duygusal olduğuna bir türlü anlam veremedi. Genelevden çıktı, eliyle yüzünü kapayarak otobüs durağına kadar yürüdü. Ayakkabısının sivri ucuyla sağa sola tekmeler savurmaya, ağza alınmadık, yakası açılmadık küfürleri etmeye başladı. Durağa, tahta banka varıp oturdu. Otobüsü beklemeye koyuldu. İlk o zaman ıslandığını fark etti. Acı acı güldü. Önünde sarışın kadının yüzü belirdi birden. Gözlerini ovuşturken gerçek sandı bir an. Tekrar beliren güneş, sırtını ısıtıp asfaltta ışımaya başladı. Gelip geçen araçlar, yolda biriken suyu etrafa saçıyordu.. Onlar da küfürden nasibini aldı. Küfretmediği tek şey kalmadı. Yerdeki gölgesine bakıp konuşmaya başladı. “Bu sarışın kadın ve binlercesi toplumun gözünde birer yosma değiller miydi?” diye sordu. “Evet, evet öyleler” der gibi hareket etti gölgesi. “Böylelerini toplumun katı Ahlak Kuralları kabul etmez ve onları toplum dışına iter. Sen ne dersin? Benimle aynı fikirde misin? Belki ‘senin de onlardan bir farkın yok’ diyeceksin. Haklısın. Ben bile bu zavallılar üzerinde cinsel açlığımı tatmin etmekle yetindim. Hâlbuki onlar da benim gibi insan! İnsanca yaşamalılar, hayvanca değil. Tabii ki hayvanlar da iyi yaşamalı. Yoksa bunlar analarının rahmindeyken mi oruspu olarak seçilmişlerdi? Yoksa yazgıları gereği mi böyle olmuşlar? Yoksa bunlar erkeklerin cinsel açlıklarını gidermek için mi özel olarak mı seçilmişlerdi?” Bu kadınların ve kadınsı erkeklerin bu yola başvurmalarında bir neden aranmalıydı. Sosyo-ekonomik gibi nedenler mesela. Nasıl çözülecekti ama bilemiyordu. Fuhşa ve oruspuluğa zorla itilen bu insanlar topluma yeniden nasıl kazanılırdı, bu konuda hiçbir fikri yoktu. Bu konuda yetkin de değildi. Gölgesinin üzerine eğilerek, “Bunlara yaşama yeniden aday olma şansı verilmeli değil mi?” diye sordu. Hafif bir yel esti, otobüs durağının yanı başındaki ağaçtaki yapraklar hışırdadı, yerdeki birikmiş suyun yüzü kırış kırış oldu. Otobüsü beklemekten vazgeçti, oturduğu banktan kalkarak yürümeye başladı. Yağmur hâlâ çiseliyordu Başı önünde dalgın dalgın yürüyordu. Aklında onlarca soru vardı. Kadın olmak yalnızca cinselliğin sömürülmesi mi demekti? Çocuk yapma fabrikası mı yoksa mutfağa köle olmak mı demekti? Yanıt aramadı yalnızca annesini düşündü. Özgür değildi annesi. İçi acıdı, yüreği burkuldu. “Yoksa çıldırıyor muyum ne!” diye korkmaya başlamıştı. “İnsanlar iyi yaşamalı” diyordu ama nasıl bir yaşam biçimi olmalıydı, bu konuda yeterince bir bilgisi yoktu. Yaşamak yalnızca nefes almak, yemek, içmekse eğer onlar da yaşıyorlar demekti. Etlerine karşılık kazandıkları para ile yiyip içiyor ve nefes alıyorlardı. Ama ya ahlak kuramları, kişilikleri, üretkenlikleri, yaşadıkları psikolojik çöküntüleri, ya o kadınlar ne düşünüyordu, bu konulara dair bir fikirleri var mıydı, onu da bilemiyordu. Kuşatılmışlık her yanını sarmıştı. Kendi de özgür değildi. Şimdi bunu daha iyi anlıyordu. Geriye dönmek, sarışın kadına gidip ona her şeyi anlatmak geçti içinden. Anında da vazgeçti.
Sayfa 23
“Şöyle demeliyim” diye geçirdi aklından. Gırtlağını temizledi. “Kendi yazgınızı kendiniz belirlemelisiniz! Yeni bir dünyanın var olduğunu, gerekirse birlikte yapabiliriz” diyecekti. Kabul görür müydü fikri bilemiyordu ama mutlaka deneyecekti. Sarışın kadın gibi olan binlerce kadının dört duvar içinde eriyip gitmelerine gönlü bir türlü razı olmuyordu. Yürüyordu… Tek destekçisi gölgesiydi. Düşüncelerini paylaştığı tek dostu! Adımlarını hızlandırdı. Düşüncesinin doğruluğuna kendisini öyle kaptırmıştı ki, gündüzün ortasında serap gördüğünü sandı. Her adımı binlerce adıma dönüşüyordu adeta. Kendisiyle yürüyen, kendisiyle konuşan binlerce gölge… Sarışınlara, esmerlere, kumrallara karışan binlerce gölge… Adım başı büyüyor, yayılıyorlardı. Tıpkı suya atılan bir taşın suda çıkardığı halkalar gibi kat kat…
NECMETTİN YALÇINKAYA GİT Vakit varken git Eşkıya gelmeden Gece inmeden git. Sular durulmadan Yürek demlenmeden git. Ay asılmadan geceye Yakamozlar sevişmeden önce git. Almadan bohçanı Toplamadan kendini, Yaşamın kestiği Yırtığını dik Dik ki Dökülmesin ayak izlerin. Yaktığın geminin son neferiyim, Peşine düşerim...
NECİP TIRPAN
Emeğin Sanatı 163. Sayı
KUŞ
Her sabah uyanınca Bir kuş olsam diyorum Gökyüzü uçsuz bucaksız Çekip giderim işime gelmezse Uzun bir yolculuğa çıkarım anasını satayım Git gönlünün dilediği yere Bir kuş olsam diyorum Sanki bütün gökler bana verilmiş Avcıların acımasızları avdan vazgeçmiş Bütün fırtınalardan azade Sınır mınır hak getire Uç be oğlum uçabildiğin memleketlere
Bir kuş olsam diyorum Şöyle süzülüşü yaman, sıcak renklerle bezeli Yani leşlere dadanmamış bir kuş En yükseklere çık bir martı gibi Sevdiğinin hayaliyle tutuş Uyanıp uyanıp arada Dalıyorum kapkaranlık uykuya Bakıyorum ki mevsimlerden yine güz Hiç olmazsa bir telli turna olayım derken Oluyorum koca kafa bir öküz Üzülmüyorum ama Çeşit çeşit kuş tünüyor sırtıma Sağ olsunlar, bitliyorlar avutuyorlar beni Arada aşka gelince biri Patlatıyor müjdeyi: Aldırma diyor aldırma Sağ çıkacaksın sabaha Keyfine bak bir süre Kurbana çok var daha
EMİN KEŞMER
Sayfa 25
HER ŞEY BAKİREYDİ KÖRÜ KÖRÜNE Duymadım sesini, Dokundum dedinse de tenime. Ama ruhumu soydun hissediyorum, Nasıl yuvarlandım, düştüm önüne. Mülkün bildin beni, Gizledim sandığın hazine Hep korkumdu, Kaygımdı, Hep yalan söyledim sana Yaşadığım adın üzerine. Her şey bakireydi körü körüne. Seni gördüğüm zaman Neden boyanırım kara renge? Gelecek geçmiyor söyleşimden. Kaç zamandır Göz atmam mı gerekiyor tarihime? Yolun neresindeyim, Sorgulanan ben miyim yüzde yüz Taptığım dogmaların üzerine? Her şey bakireydi körü körüne. Dilin yok dedim Dilimden ötürü. Soluğumu tuttum, Söylettin türkünü. Yaşarken, Cehenneminde unutuldum. Anlamak istemekten yoksul zihin, Kurgulu gücün geleneğine yılgın, Soğuk su içirir bana ateşimde. Her şey bakireydi körü körüne.
Zamanın gölgesi sinsi uykuda, Gerçek zaman, çoktan çıkmıştı yola. Uyutmanın hüneri, niyetinde şeytanî. Karanlık bir çağ yolcusu düştü önüme, Sıkılmadan benim dilimle, Çözer çeyizimi sırtımda, Sürer geleceğimi pazara. Her şey bakireydi körü körüne. Bir gün, o, bir gün Döllenir gerçeğin sesi. Düşer suskunluğun bedenine, Açılır ufkumda gizdesi. Sürgün verir belleğine Beklenen olgunluğun bizdesi.
CEYLAN ŞİMŞEK
Emeğin Sanatı 163. Sayı
USTALAR VE ÖZGÜRLÜK ŞİİRİ ferhat penceresinden girdi hayatıma şiir aşkın penceresinden tatlı dilli Karacaoğlan'la korkusuzca akıp geldi koç köroğlu'yla çamlıbel'den gözlerimi kapadıkça alçaldı dağlar vur kıra bindi ortam sevgilinin elinden tutacakken tam açıldı perde sona erdi rüyalar gel zaman git zaman hoşlandım ''garip akımı'' ndan özgürlüğüne hayran oldum orhan veli'nin aynalı cımbızlı umarsızlara takaza çekmeden sözcükleri naza ya cahit sıtkı yazdı okuttu kazıdı otuz beşi belleğimize ömrün yarısıydı değildi derken uzaktan uzağa nazım usta gülerken müdavimi zindanların çağın hep ilerisinde usu işçi sınıfı savunucusu ''Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı ''yla korkusuzca düzenleri sil baştan teslim etmesi emeğe rüzgarların fırtınaya dönüşüp tarladan fabrikaya esmesi çoğaldı meydan meydan emeğin sesi zincirleri kırdık haykırdık böyle başladık biz de özgürlük türküsü söylemeye
BEKİR KOÇAK
Sayfa Sayfa2127
Post modernist şiirler(!) Sirki
Serkan ENGİN
Edebiyat dergilerine ve şiir yıllıklarına göz attığınızda, başat olan anlayışın hâlihazırda postmodernist şiir anlayışı olduğunu görürsünüz. Uzun yıllardır ülkemizin şiir düzleminde ağırlığı olan bu poetik anlayışı, daha önce “Post-modernist Şiir(!)’deki Sefaletin Çözümlenmesi/ Ekin Sanat Aralık 2005/ Berfin Bahar Ocak 2006 / YKY 2006 Şiir Yıllığı/ Kıyı Yaz 2007/ Karalama Sayı 2 2007/ Sert Sessiz Haziran 2008” adlı yazımda, ayrıntılı bir şekilde çözümlemiştim. Ne var ki, o yazının en büyük eksiği, post-modernist şiir tanımına giren örneklerin yazıya alınmaması, böylece eleştirilen şiir anlayışının örneklerle somutlanmamış olmasıydı. Bu yazıda örneklerle birlikte, post-modernist şiir anlayışının yapısı somutlanarak okura sergilenecektir. Post-modernist şiir, şiirde anlamı ve anlak’ı hiçleyerek, şiiri sadece sözcük ve harf oyunlarına indirgeyen ve şair öznenin bilinçaltını dışavurumundan öteye geçmeyen şiir türüdür. Eklektik olarak sürrealizm, dadaizm, letrizm gibi akımların etkilerini içinde barındıran post-modernist şiir, öteki’lerle empati kurmayı ve bunu yansıtmayı önemsemeyen ve dolayısıyla da okur tarafından
Emeğin Sanatı 163. Sayı
özdeşlik kurul(a)mayan, hayatın şair öznenin bilincinden dönüştürülerek yansıtılmadığı, ancak şairin içsel bunalımlarının dışavurumundan öteye geçmeyen bencil ve şımarık bir metinsel oyundur. Bu şiirlerdeki insan, sadece bir plastik malzemedir. Yaşayan, umutları, kaygıları, dertleri, sevinçleri olan insan yoktur bu şiirlerde. Sadece şair öznenin kendisi ağırlık merkezidir, sadece kendi yarasını yansıtmak kaygısındadır, sadece kendisi anlamlı ve önemlidir çünkü kendisi için. Temel çelişki ise, bunca bencilliğin içinde şiirlerini “okunmak” üzere yayımlamalarıdır. Okuru umursamayan bir şiir anlayışında yazanların, “okunmak” talebiyle, yazdıklarını matbu ya da sanal ortamda paylaşması, dergilerde ya da kitap halinde yayımlaması ise, kendileriyle çelişkiye düşmelerine neden olan gülünç bir durumdur. Son yıllarda kimi dergilerin ağırlık merkezini oluşturduğu “görsel şiir” anlayışı da, gene insanı merkez almayan, okur tarafından özdeşlik kurulmasını önemsemeyen, şiirden anlam’ı ve anlak’ı dışlayan yapısıyla, post-modernist şiir algısına dâhildir. Ne var ki, harf kombinasyonlarının ve şekillerin, sadece bilgisayar aracılığıyla üretilmesi üzerine kurulu, aslen tipografik bir oyun olan bu şiir(!) anlayışı, temelde, şair özne tarafından üretilmiş yazılı metnin okur tarafından metin üzerinden okunması paradigması üzerine kurulu şair-şiir-okur ilişkisinin dışında olduğu, şiirden çok görsel sanatların ilgi alanında değerlendirilmesi gerektiği, nesnel gerçekliğin hayattan yansıtılması ile okur tarafından empati ve özdeşlik kurulabilecek yazınsal ürünler olmaktan çok uzak oldukları, ancak geçici bir moda olmaktan öte varlıklarını sürdüremeyecekleri çok aşikar olduğundan dolayı, kanımca üzerinde çok fazla durulması gereken bir yapılanma olmamaktadır. “Evet, somut şiirler yazıyorum ben, siz de bok yiyin!” diyen Ahmet Güntan’a ise (Ahmet Güntan, İlk Kan/ YKY, Şiir, 1. askı/ Sayfa 87/88) “sarı kızın tezeğini avuç avuç yemesini” öneriyorum ben de. Gerçi kendisi yemese de tarih, o somut şiir(!)lerini edebiyat tarihinin çöplüğüne atarak, çok sevdiği “boku” kendisine er geç yedirecek zaten. Çünkü okurun empati ya da özdeşlik kuramadığı/kuramayacağı, okurun alımlamasını önemseyemen, sadece şair öznenin şımarıkça, bencilce bilinçaltını dışavurmaya çalıştığı çalışmalar, daha baştan ölü doğar ve ancak şair öznenin bağlaşıkları aracılığıyla şiir camiasında geçici olarak kendine yer bulur, ama okurun bilincine ve kalbine iki dize dahi çakamayacakları için sanat tarihinin çöplüğünde yerlerini alırlar er geç. Şiir okurunun mumla arandığı coğrafyamızda, var olan az sayıdaki şiir okurunu da şiirden soğutan post-modernist şiir anlayışının görsel şiir algısı dışında kalan yazılı metin örnekleri, hiç şüphesiz çağımızın genel politik tavrının ürünüdür. 80 sonrası 24 Ocak Kararları ile yürürlüğe giren liberal ekonomi anlayışı, giderek şiiri de kapitalizmin istediği çizgiye çekip, muhalif ve toplumsal-politik açıdan sorgulayıcı tavrından sıyrılmış bir konuma getirmiştir. 80’lerden itibaren şair öznenin içine kapandığı, şiirlerin bireysel izleklerden öte bir içeriğe taşınmadığı, muhalif tavrın sindirildiği ortamın bugün geldiği noktada şiir, okurdan kopuk ve zaten okurun algısını önemsemeyen, şairlerin kendi aralarında varlığını sürdüren bir teknik oyuna dönmüştür. bilinmedik bir dilde psikotik bir metin
Sayfa 29 çı çı çıçıçı çı çı çıçıçı yuvezü marnata ça 3.gezegenden biri her perfect body la menita schizopphrenia la la la la palavra eller kendi boğazında sonunda not: suzanne takes you down to her place near the river bilinmedik bir dilde adamo metni vous permetter munsieur? juste avant le maniage? tombe la neige tu ne viendras pas ce soir la la la lah tumbe la neige la la la lah touta est blane du desespair la la la lah kar yagğıyor la la la lah her şey umutsuzluktan bembeyaz
non sono dans la gardenia no energia, no energia! nena viju, nena viju nena viju! durokov vidit nehaçun aptalları görmeyi istemiyorum 60 mı 70 mi o zaman? bilinmedik bir dilde heloise metni yeah yeah ye yeah ye my heloise i got to please her toray classy çowelleaaah la grande heloisaaaa la la la la pietessa onun sevgisi benim ama o yok. not: i find it hard to realize that love was in her eyes. it’s dying now.. Lale Müldür
kar yağınca bu gece gelmeyeceksin inşallah! inşallah! inşallah! bilinmedik bir dilde türkçe metin enerji! bu cok fazla kullanılıyor artık. şimdi şu anda benim sana borcum yok lublu lublu lublu delica tezza 60 mı, 70 mi o zaman? 70, yalnız ben cebimden oderim, iyi 70 o zaman bir şiir icin!
Emeğin Sanatı 163. Sayı
Çok derinlikli bir şiir bilgisi bile gerektirmeden çok rahat “şizofrenik bir sayıklama” olarak tanımlanabilecek bu metin, sürrealist şiir algısının “sayıklama ve rüyaları” da şiirin kaynağı sayması düzleminde, oto-didakt yöntemiyle yazılmış, şiirde anlam’ı ve anlak’ı hiçleyen, okurun empati ve özdeşlik kurmasını önemsemeyen, şiirin yaratım ve alımlama sürecinde olması gereken şair-şiir-okur zincirini umursamayan, şiiri sadece bilinçaltı dışavuruma indirgeyen bencilce bir tutumdur. Bir başka post-modernist şiir örneği ise, Kitap-lık Dergisi’nde yayımlanan ve Veysel Çolak tarafından 2005 Şiir Yıllığı’na da alınmış olan, Seyhan Erözçelik’in KLAUS KİNSKİ’NİN ONURU adlı şiiri: KLAUS KİNSKİ’NİN ONURU Ben-Şöyle dediler bana, şöyle galiba, ben de baktım, anlayamadım. Bu bir kordela mı, bir film mi yoksa… Anne-Evladım, o bir kordela Ben-Kurdale mi Anne? (Anlayamadım. Yandım. Sadece bir kibrit… Üstüdyo yandı.) O-Werner! Werner-Efendim? Ben- Peynir yedim, keçi peyniri. Sonra Baba şöyle dedi, Werner Baba… Sen de ye o peyniri. Werner Baba- Yememmmmmmm. (Yemedim. Oyle de demedim. Dediler, yediler…) Ben-Klaus Baba ya, Versen e kızını bana… Klaus Baba-Git lan! (Gittim. Ölmek istedim. Klaus Baba kızını vermedi.) Ben-Anne. Neden sen istemedin? Klaus Baba-Werneeeer! Böyle film çekilmez! Bu koyun, bu kuş, bu kuzu ner’den çıktı? Kasap Werner! Ben-Klaus Baba, ben seni ner’den tanıdım ya… Anne- Ben, söylemiştim sana. Ha, o kız, n’oldu evladım? Seyhan Erözçelik Kitap-lık, Ocak 2005
Sayfa 31 Önceki post-modernist şiir tanımlamalarım ışığında, okurun algısına ve takdirine bırakıyorum, bu garabet metnin değerlendirilmesini… Bir başka post-modernist şiir örneği de Serkan Işın’a ait “OKUNAMAZKIYIL”: OKUNAMAZKIYIL Buna bunca budun konuşma İriğine varıyor biçimsiz sokakların Temelli yiğit apartmanları Yıkamıyor kaç zemandır Humma Baş tacı yara Bazı kaş kaldırmalar Burun bükmeler oğurunca Çık tepelerine fılkıran ağıçların Bakış karesinde irsî Kişiler nefes nefese yoğurduğunca Yurdum budur konuşma Meşalle katle vacib surat Bukleleri ile bulunur kadın Bir dil ittire kaktıra hürriyet Öğrülür ham tezkeresinden Fenalığında kişniş mezağarların Taştılığın baharında mıcmır ekin Oynaş durur sevgilinin yüzünde Bir güneşe güllah mevzili mıh Sevgilinin memesine notalar kor Üfle Serkan IŞIN Gene, insanın merkez almaktan öte bir tavırla okurun empati ya da özdeşlik kurmasını önemsemeyen, kaynağını nesnel gerçeklik alan imgeler yerine, saçma’larla yazılmış, sadece şair öznenin bilinçaltını dışavurumundan öteye gitmeyen bencil ve şımarıkça bir yazınsal oyun var karşımızda. Bir başka post-modernist şiir örneği de Heves Dergisi’de yayımlanmış Mehmet Öztek imzalı “Bu Bir Teklif Mektubu Değildir”: Bu Bir Teklif Mektubu Değildir René Magritte’çin 1. Kapsam
Emeğin Sanatı 163. Sayı
Evlerden upuzun sıkıldığımız Buuu, kapsam buuuu Yetmiş, çekiçle hüzünler Ünler çalıştığımız 2. Technıcal Specıfıcatıon* * D ilimi kesiyorum: Bazen karıştırıyorum1: Kafadan, atmış kadar ton kapasiteli, 13 metre usunluğumda, 2.5 metre eniçliğinde, taşınmak ki aşınmamak ve upuzun yükler dayamak ağlı yollara, akşamdı ve bir adamın dibine kadar kendine kılavuz daldığı, yollara… Cafcaflı ve upuzun, geniç bir araç, asfalttan ve devletten, iliklerine kaçmak’çin, seyircilere, ve trafiğe kapalı yerlerinize, tastamam tasarlanmış bir araç, uzun bir araç; rüyalara yaklaşmak, gibi yakışmamak doğruya, yanlış ve yalnız ve şoseler’çin, kulaklarınız çinlemesin cin bir tortuya, bu araçtan bir adet dinmelisiniz. Kafam diyorum, kafamda park yapılmaz, umuluyorum. Özgelimi, fena yerinizden bölünmüşsünüz. Kalabalık, kemiklerinizde bozuk kafiye: Hormonlardan ormanlara açılmak, kaçmak, bir bahçeyi parılçalamak2, salgınızı bozmak, olay değil bu tepeler tırmanmak, bi treyler’iniz bile ok biliyorum. Çok adet Sembol marka treyler binmelisiniz. Üç bağlamlı, şey yani üç dingilli, er türlü titreşime karşı, yığma yaprak makaslı -siz o bahçelerden geçmiş miydiniz?- ıh ulan ıh, en enli yerlerimizdi onlar, ne zaman ne zamandı bir yağmur kaşınsak, tutar titreşen makaslara giderdik. Ama yine de siz, siz bilirsiniz. (Patpatron, ben burada, dürzüstlük yapmalıyım: Kayıptır lan titreşimsiz bir treyler.) Ek yerleri, yan anlam bolluğundan gelen ek yerleri, leh imledikçe mukavim, yol bi treyleriniz yoksa nedir ki? 3. Teslim Süresi Oh şu kafam bu kayıyorum, kıyak bir mevsim; güze doğru sendeleyim müsait misin? Bir ıslak bu sansınlar iyiyim, öl ye desinler ben iyiyim, şakağımdan patinajlı evler geçiyor ve ben daha daha
Sayfa 33
iyiymişmişim -sipariş tarihini müteakiben kırık iş günü içinde- sürü dolunca sisi ben bi treylere bindireceğim. 4. Teslim Yeri Ben oraya organlı gittim, tahayyül buyurun organlı gittim, ordalar, evsiz bir balkon düşüydüler boyuna; ordalara kimse gelmez bir haz gününde, bir haz günüydü, ben bittim. (Bi ses var dip dip dip,yuh ulan yuh, gönderilmez her yer genç bir bir araç, bu ödünç: bir yaz gününe ben gittim. 3 ) 5. Fiyatı Ben yanlı yaptım. Ben adam olmamak; Bi patron olarak, Baba beni burma kov. 6. Ödeme Şekli Bendimi azar azar verdimdi, uçurum toslamak benim işimdi: İçe başlıyorum yarısı peşin, izden gelmiyorum çark ettim. Kırık iş gününün sonunda, için yarılışının bedeli, ödenmelidir. Fay hatlarımıza katma hayat vergisi Dahildir. 7. Opsiyon Öz ne konuşuyor ne karışıyor, bu treyler ne, ne yer koşuyor. -Yedi gün- yedi yedi beni gün, treyler bu, taahhüt mülkümden ne taşırıyor4. Titreşimsiz, bedel sis, yedi gün hiç intihar afedersiniz, olay çekemiyorum, opsiyon düşürüyorum, bi ara yer var odaya gidiyorum, yedi yedi gün oraya giriyorum, evlere evsiz ve bu treyler sis, ben artık kendime yakışıyorum. 5 1 Edip Cansever: O, O bir Yakup’un çağrılmamış şekliydi. 2 Ömer Şişman: O, O bazen dilini parılçalardı.
Emeğin Sanatı 163. Sayı
3 Ali Özgür Özkarcı: O, O hep kalmak gibi bir şeydi. 4 O taştaşımıyordu, O, Enis Akın’dı. 5 Mehmet Öztek: O, O bir metal yığınında mest-i fenaydı. Mehmet Öztek (Heves, 5) Görüldüğü üzere, gene sürrealizmden post-modernist şiire eklemlenmiş oto-didakt yöntemiyle şair öznenin bencilce bilinçaltını dışavurumundan öte gitmeyen, anlam’ı ve okurun alımlama sürecini hiçleyen, kendi üstüne kapanan bir kara kapı olmaktan öteye geçemeyen ve böylece sanat tarihinin çöplüğündeki yerini daha doğar doğmaz hazırlayan bir başka metin daha… Ne acıdır ki bu post-modernist şiirlere daha pek çok örnek verilebilir, edebiyat dergilerinde ve şiir yıllıklarında kendilerine ayrılan geniş yer eşliğinde. Er geç sanat tarihinin çöplüğünü boylayacak bu yazınsal oyunların varlığı ise, zaten az sayıda olan şiir okurunu iyice şiirden soğutulması sonucunu getirmektedir öncelikle. Şiirden okurun ve “yaşayan, sahici” insanın dışlanmasıyla birlikte şiir, iyice hayatın dışına itilmekte, “entelektüel gevezelik” sığlığına indirgenmektedir. Hayattan yansımayan, toplumsal devinime katkısı olmayan, şiirin asli derdi ve niteliği olan/olması gereken politik muhalefet tavrından sıyrılmış, toplumdaki bireylerin şiir düzleminde dili olmayı umursamayan, sadece şair öznenin oyuncağı haline getirilmiş güdük bir şiir anlayışı hüküm sürmekte ve buna el veren edebiyat erk odakları sayesinde kapitalizmin ekmeğine yağ sürülmektedir. Böylece kapitalizm tarafından istendiği gibi, soru sormayan, sorgulamayan, muhalefet etmeyen, estetik algı ve bilinç düzeyleri sığ, sadece birer tüketim makinesi haline gelmesi beklenen “sürü” bireyler üretilmesine katkıda bulunulmaktadır.
SERKAN ENGİN 2011
Sayfa 35
VAR MIYDI? Kızarmış simitlerdeki Susam gibiydi im, Sıcak, ince Beklemek anlamsızdı Sabah yelini Amber vardı ya
İşte o büyük aşkın… Hâlâ taşlık ve kin Öpüşlere karşıt İşte yine buradayım Hadi amberi uydurdum Hadi deniz değildi, Ayaklarımın altındaki
Sonra deniz, Ayaklarımın altından Deniz kırlangıçları taşıyordu, Dokundum Rüzgâr değmedi tenime Üstüne ayak izimden çok, Alın terimi bıraktığım kum değildi, Ya mavi ya deniz değildi, Ayaklarıma sulanan
Hadi sırtüstü uzanmışım, Kavgamın ortasına Yine de var mıydı, Gönül evimden vurmak?
ARZU KÖK
Emeğin Sanatı 163. Sayı
EY İNSAN Deh deyince yürüyen çüş deyince duran insan ne umarsın kendinden Ummanlar talan edileli ezel oldu şimdi uyumayan uydulardan belliyorlar Ananı Vurup yükü sırtına eşikten adımını atmadan önce Bu yüzden nerdeyse eşek kalmadı bu yeryüzünde Şimdi ise tasman boynunda ışıl ışıl ışıldayan bir it olup havalanman isteniyor senden kapılarında elezerliğin İnsanmışçasına aramıza dalıp selam verişin de neyin nesi? Dinle bak gece yarısını kuşlar ötüyor kış ortasında senin gibiler yüzünden bozulduğu için dengesi dünyanın Gagalarını kırarcasına vurup camına canının kendilerini parçalarcasına Uyan diyorlar sana Ey gafil sefil Sen ki ihanet etmediğin şey kalmadı iki kuruş uğruna Bu diz çökmüşlükle hala sana nasıl itaat ediyor dizbağlarının bir zaman insani olan lifleri Kuyusunu kazıp kaynar suya attığın insanın azabıdır bu doğa şafak söker sökmez seni serdiğin sisler içinde apansız seni bekleyen ve bu yüzden imam oldu hep Nasrettin’in saray kapılarında kürk giydirdiği eşekler Açıp musluğu bir çay demlesene kendine altın uğruna suya attığın siyanürden hem de kendin için değil Madem çocuklarım dedin Haydi demle de içir o çayı çocuklarına Madem kahvaltı sofrası Otur da ye rızkını İş var aç olsan da tekme vurulası Çünkü iş içinde iş var İş var iki elinle tereddüt etmeden sarılabileceğin İş var seni İnsanlıktan çıkaran İş var Çünkü işin içinde iş vardı Ve iş var Hala seni insanlığına kavuşturabilecek İş var Çok iş var yeryüzünü cennette çevirmek için bizi bekleyen O kadar çok iş var ki dur Bi yudum su iç bi nefes al anlarsın hemen Yarın yaşamanın ne iş olduğunu…
YAŞAR DOĞAN / Lolan
Sayfa 37
ÇOCUK GELİNLER
Gülefer CAMBAZ SAVRAN
Mermer heykellere benziyordu. O kadar güzel ve tepkisiz. Yüzünde çocukluktan henüz genç kızlığa yeni adım atmış olmanın izleri, mitlerdeki tanrılara adanacak kurbanlar gibiydi. Oturduğu koltuktan karşısındaki aynaya bakıyor, gözünü aynadaki noktadan ayırmıyor, sanki orada bir delik bulmuş ve oradan içeri girip kaçacakmış gibi göz kapaklarını bile kırpmıyordu. Etrafında sürekli sorular soran kadınları duymazdan geliyor bu durum kuafördeki kadınların merakını daha da artırıyor, ardı arkası kesilmeyen sorularına devam ediyorlardı. “Yaşın kaç senin?” diyordu kadınlardan biri. “Zorla mı verdiler seni?” diyordu bir diğeri. O susuyordu. Yanında ablası olduğunu söyleyen zayıf, yüzü sivilceli kız kendini cevap vermek zorundaymış gibi hissediyor, onun yerine her soruya bir karşılık veriyordu. “Babam sordu, o da kabul etti zorla verilmedi” diyordu, “biz de böyle güzel kızları pek tutmuyorlar. Hemen başını bağlıyorlar. Ben de on yedisinde evlendim. Ne var ki bunda?” Evli olmanın verdiği gururla kendini güzelden sayıyordu.
Emeğin Sanatı 163. Sayı
Ellerinde bir gece önce yakılmış kınanın bütün kızıllığı… İncecik parmaklarına epey büyük gelen yüzüğü ile oynuyordu. Dakikalardır oturduğu koltukta bütün meraklı hatta bu duruma biraz da öfkeli, kadınlara inat hiç tepki göstermiyordu. Sadece başını yapmaya çalışan kuaför kadının sözlerini dinliyordu. “Öne” diyordu kadın. “Şimdi arkaya” O başını öne, arkaya hareket ettiriyordu. Gözlerini aynadaki noktadan ayırmadan sessizce yapıyordu kendine söyleneni. Başındaki beyaz türbana elindeki iğne ve ipliklerle model vermeye çalışıyordu kadın. Bu sessiz durumu salondaki diğer kadınların artık sinirlerini bozmaya başlamış, onun canını yakmak ister gibi ardı arkası kesilmeyen sorular sıralıyorlardı: “Okulun yok mu? Senin yaşındakiler okula gidiyorlar evlenip de ne yapacaksın? diyordu yaşı elliyi epey geçmiş şişman kadın. “Geçen televizyonda görmedin mi? Senin gibi küçük bir gelin doğum yaparken ölmüş, sen şimdi hemen hamile de kalırsın” diyordu saçlarını boyatmak için sırada bekleyen eski muhtarın karısı. Diğer bir kadın ayak tırnaklarını yaptırmak için önünde oturduğu kuaför çırağını iterek eski muhtarın karısına doğru eğilmişti sessizce. “Biliyor musun şimdi biri polise haber verse bütün ailesini hapse atarlar bunun,” diyordu. Polis lafını duyunca dakikalardır ilk defa bakışlarının yönünü değiştirmiş, bunu söyleyen kadına dik dik bakıyordu. Kadınlar bir şey duyacakları umudu ile gözlerini ondan alamıyorlardı. O ise tekrardan aynaya dönmüş yine aynı noktadan gözlerine bakıyordu. Kuaför kadın başına yaptığı işlemi bitirmişti. “Ne güzel olmuş değil mi?” deyip müşterilerinden onay almaya çalışıyordu. Birazdan çırağın getirdiği kutudan makyaj malzemelerini çıkarıp tezgâhının üzerine sıralamış, eline aldığı kırmızı ruju dudaklarına sürmek için “Ağzını aç” diyordu. Dakikalardır kilitli dudakları aralanmış, meraklı kadınlar aralı dudaklardan bir sitem duymayı hayal ediyorlardı. Nefesi kadının tenine değiyordu. Kadın elindeki kırmızı ruj ile çocuk masumiyetini bozuyordu, o herkese inat susuyordu.
Sayfa 39
Kuaför salonunda işinin bittiğini haber alan damat tarafı Doğan marka gelin arabası ile salonun önünde durmuş onu bekliyordu. Ayağa kalktığında incecik vücuduna bir kaç beden büyük gelen gelinliğin de kendinde önce giyenlerin izlerini taşıdığı görülüyordu Kadınlar öfkeliydiler. Kadınlar üzgün, o suskun. Meraklı gözler onu almaya gelenlere bakıyordu. Gelenler tarafından arabanın arka koltuğuna oturtulmuş, yanına iki kadın oturmuştu. Araba dükkânın önünden ayrılırken kadınlar şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Kocaman yazılarla EVLENİYORUZ MUTLUYUZ yazıyordu aracın arkasında
GÜLEFER CAMBAZ SAVRAN BÜYÜ
TEMEL KURT
Emeğin Sanatı 163. Sayı
ORADAYDIM / Ercan CENGİZ -Şengal’den bu yana gezer durur ölüm tanrısı Xızır atını bağlamış Munzur’a şimdi gerilla kılığındadır Şengal’deoradaydım çıplak ayakla çölün kıyısında yönünü dağa çevirmiş bir kadının başı düşende arkasına yer yarılsın, utansın gök Arap çölü kavrulsun ki yansın bütün ayetler oradaydım susuzluktan ölen bir çocuğun naaşı sunulurken toprağa elleri dövmeli bir kadın, güneşe durmuş ‘ya tîjîya sodirî, dedi, to estay firsend medi munqur-minafiqî bizani qi to’ra ber, qeşîre nenamîya serê mi’ bizi gör, ey sabahın güneşi, bizi gör gör ki, tanrının bir ayeti daha yazıldı kara bezin üstüne ve el kadar bir çocuk neslimiz için kucakladığı gibi kardeşini vurdu Şengal dağına îcadê, qestê domano qerdî wirnîya çimone mau-pîdê damîstê jerrîya mi, damîstê ela tenêna damîstê
oradaydım allahuekber nidasıyla baş ayrıldığında gövdeden bilmem hangi peygamber zulmden kaçanların ayak izlerini çöl fırtınası ile doldururdu ki bir daha vermesinlerdi el ele fetva verilmişti çoktan caizdi, tecavüz etmek, öldürmek ve köle pazarında satmak için kadını ellerini bağlayıp kara çarşafla örttüler bedeni gel çöz Arap şeyhi peçesini kaldırıp bak gözyaşlarına ki erkekliğin iyice kabarsın nasılsa kitabında var bilmem kaçıncı ayet senin için düştüğünden beri o kara taşa haremine alırsın çocuğu korkma, demiri icat eden düşünmemişti böylesini oradaydım zalime açılan tüm sınır kanını içerdi mazlumun ‘ya tîjîya bimbareqi to, hale ma biwenê rût u repalî mê serê harde rûtîdê meyîte ma poyîne wesanîye hetêra, tesanîye hetêra qefirsend hetêra ro genê ma ra, ro’
Sayfa 41 hamile bir kadın yanmış toprağın rahmine bebeğini düşürdü utanırım bu nasıl bir kitap ki sakalı uzatır ayetleri kara bir bezde bez ölümüm üstüne sallanır yollara vururlar, akın akın annesinden koparılan kız çocukları damına, o kara bezlerin dikildiği karanlık mahzende tanrının piçlerine sunulurlar ey müttefik uçakları kızlarımızı öldürün diyorum size öldürün kara ayetin şevkinden ve ar’ımdan kurtarın çocuklarımızı oradaydım kayaların gölgesine tutunurken çaresiz hesap vakti değil kim öldü, kim kaldı geriye neredeler, ne yaparlar şimdi çığlık bulur mu çığlığı, yırtılası gök yürek vurup çıkar yerinden yumruk iner çöl tozuna
ey kara dünya ey gök tanrısı ve onun bilmem kaç meleği yine bende mi sınarsınız yine bana mı çalışır kılıçlarınız o kayrolası ölüm tanrısı yine bende mi açlığınız görün ki, evim yıkıldı tanrınızın pisliği kuruyor tarlamda ya tîjîya sonî emso camewerdî meso beqî zav-zeç eno reseno ma beqî, pirtiqe none usqî beqî tasa awê ya döndüğümde dedi, döndüğümde bu kendi ellerimle büyük bir nehirde yıkayarak tarlamı bütün kirinizden arındıracağım sonra da serpeceğim tohumu yeniden dikeceğim fidanı
ERCAN CENGİZ
Emeğin Sanatı 163. Sayı
BOŞ VER BE
GILGAMIŞ
Yargılayan yargılayana asan asana kesen kesene biçen biçene herkes yargıç kesilmiş herkes cellat herkes gardiyan, kendine özgü tek bir yan kalmayana dek sürecek bu kuşatma anlaşılan... Ve bir pundunu kollayacak pusularda her daim kusulmamış kinler alayı, kimi madrabaz soytarı kimi düzenbaz yalaka kimi kırk yıllık dost postunda çıkacaklar karşına ve yağlı ip boynunda olacak hep ve tabutun sırtında her an, ferman böyle yazılmış... Al sana ölümsüzlük!.. Yaşarken ölmüşün ne gam... Al sana özgürlük!.. Yalnızlık pahasına illa ki... Yaşamak bir sevda işi sevda ise bir kavga, kavgada yumruk sayılmazmış boş ver be Gılgamış!..
MUAMMER ERTURAN
Sayfa 43
ÖLMEZ AĞAÇ”ın Katli… Yırca, Yırcalılar… Vildan SEVİL Homeros, zeytinin o kapkara gözlerine aldırmadan onu altına benzetti, yağına da “Altın sıvı” dedi. 8 Kasım 2014 Cumartesi günü, Greenpeace'in çağrısına uyarak Soma'nın Yırca Köyüne gittik. Aylardır, kamulaştırılıp termik santral yapımı için Kolin Şirketine peşkeş çekilen zeytinliklerini kurtarmaya çalışan Yırcalıların yanına. Şirketin özel güvenlik güçlerince kadın erkek, yaşlı demeden yerlerde sürüklenen, demir çubuklarla dövülen, gençleri dağa kaldırılan, danıştay kararı gelmeden birkaç saat önce, gecenin karanlığında 6000 zeytin ağacı kesilen Yırcalıların yanına. Kolin Şirketi'nin, yasaları, hukuku hiçe sayarak pür telaş, tel örgülerle çevirip gasp ettiği atalarından yadigâr araziyi “İki kilometre ötedeki boş araziye yapsınlar. Ölümüne burdayız” diyerek korumaya çalışan o yiğit köylülerin yanına gittik. Varalım yanlarına, sesimizi seslerine katalım, yiğit yüreklerinden öpelim, dedik. Vardık zeytinliğin önüne. Yuvarlak tel örgülerle çevrilmiş, devrilmiş binlerce ağacın toprağı kapladığı bir alan. Gümüş yapraklı dalların arasından ağlayarak bakan kara kara gözler… Toplantının yapıldığı küçük alana girdik. Köylülerin “En başından beri yanımızdalar, bizi hiç yalnız komadılar” dedikleri Greenpeace’in yanısıra çeşitli sivil toplum örgütlerinin dayanışmasını vurgulayan pankartları okuduk, kalabalığına karıştık. Anadolu insanı, kendi açsa bile köyüne geleni aç komaz. Gelen Tanrı misafiridir, doyurulur ille.
Emeğin Sanatı 163. Sayı
Hele de konukları, kendilerini anlayan, seslerini duyan, uzak yakın demeden gelenler olunca… Yerlerde ateşler yakılmış, iki koca kara tavada kızgın yağ. Köyün yaşlı kadınları ateş başında hamuru şekillendirip kızartmakta. Gençler, getir götür işlerinde ve servis yapma telaşında.
Bir ateş daha. Üstünde kocaman derin bir kazanda aşure kaynamakta. Belki de köyün en yaşlısı bir nine, elinde kepçe, alnından terler sızarak aşureyi karıştırıyor. Bir başka köşede çay semaveri, kahvaltı sofrası. Kızarmış hamurun yanında zeytin, peynir, reçel… Kâr hırsı gözlerini bürümüş, devlet destekli şirketin dozerleri, karagözlü zeytinlerin gözlerinin yaşına bakar mı? Kökünden söküp birer birer devirmiş insanlık tarihinin en eski, kutsal ölümsüzlük ağaçlarını… Milyonlarca kara göz serpilmiş, hepsi toprağa bakıyor, kuruyor gözpınarları, yaşları kara toprağın nemi şimdi. Arada bir bulutlar da gözyaşlarını atıştırıyor. Zeytinleri dinleye dinleye ilerliyoruz arazide. “Duyuyor musun bizi?” diyorlar, “Duyuyorum” diyorum, acıyla, utançla, boğazımda yine o yumruk…
Sayfa 45
Soruyor ölümsüzlük ağacı, o “ölmez ağaç”lar* soruyor Hz. Adem’in oğlu Şit’e: -Hani Tanrının emriyle tohumumu 930 yaşındaki baban Adem’in ağzına vermiştin ölmezden önce. Yasak meyveyi yemenin cezası affolmuştu. Onun gömüldüğü Tabor Dağında yeşerdim, altın sıvılar akıttım binlerce yıllardır, çok yaşadım, çok ürettim, nice insanı sağalttım. Hani Tanrıyla insanlar arasında barış sağlanmıştı ve ben barışın timsaliydim. Şimdi nedir başıma gelenler?... Tanrı neden bu insanlara dur demez? Neden kesip kesip betonlar dikerler benim yerime? Soruyor, ölümsüzlük ağacı: Nuh Tufanını da bilrim. Nuh’un güvercinine bir küçük dalımı vermiştim gagasına. Tufandan tek sağ kurtulan ağaç bendim. Böyle anlamıştı Nuh, suların çekildiğini. Korkularından sıyrıldı, geldi yerleşti. Çamurlu topraklarda umut oldum ona, bolluğu, esenliği muştuladım. Benim çevremde doğdu tekrar bütün canlılar. Şimdi nasıl kıydınız bana? Soruyor kadim ve kutsal ağaç: -Mısır’da Tanrı Ra’ya adandığımı, evlilik tanrıçası İsis’in ağacı olduğumu bilmez misiniz? Zeytin iktidarda kirlenmekten, insanlığa bela olmaktan korkmuş, ağaçların kralı olma önerisini reddetmiş de kara çalı kral oluvermiş bir zamanlar. Soruyor onurlu ve soylu ağaç: -Çok daha sonraları bilge, sanatın, bilimin koruyucusu Athena’nın ağacı olduğumu da mı bilmezsiniz, nasıl kıyarsınız bana? Soruları duyanlar biirlikte ağlıyoruz, köyün muhtarı, erkekleri kadınları, gençleri ağlıyor, ağlıyoruz. Nasıl kıydınız?... Fidanlar dikiliyor, konuşmalar yapılıyor. Greenpeaceli Çek Jean uluslararası dayanışmanın sesi oluyor. “Kolin’i tüm dünya doğaya düşmanlığıyla tanıyacak” diyor. Alkışlıyoruz. Muhtar, “6000 ağacı kestiler, on bin, on altı bin zeytin dikeceğiz buralara” diyor. Kadınlar “Ölümüne burdayız, dikeceğiz” diye haykırıyor hemen alkışlar arasında. Remziye ellili yaşlarda sanırım. “Zeytinleri toplasaydınız hiç değilse” diyorum. Gözleri çakmak çakmak… “Toplatmadılar ki” diyor. Anlatıyor Remziye: -Evvelki akşam Soma’daydık. Sabah geldik ki ağaçların hepsini devirmişler. Deliye döndüm. Aldım taşı yerden, vurdum tel örgülere, vurdum. Ayağına gelir, dediler, gözüm bir şey görmüyor, vurdum, vurdum parçaladım teli, sonra herkes teli kesmeye başladı.
Emeğin Sanatı 163. Sayı
parçaladım teli, sonra herkes teli kesmeye başladı. Anlatıyor Remziye: -Kaymakam geldi. Direnişten vazgeçin, şu karşıdaki tepede daha büyük arazi verelim size, dedi. Biz köylüyüz, aptalız ya… Tepe dediği, şu santralden çıkan küllerden yapılmış, sanki biz bilmiyoruz. Birinci sınıf arazimi alacak, çalı bitmez kül yığınını verecek. Karısı şirketin doktoruymuş. Ben bilmem, öyle diyorlar. Biri bağırdı bizimkilerden kaymakama, karın şimdi rahat çalışsın, dediydi. “İki dozer duruyor arkada, gördün mü?” diyor Remziye. “Mazot deposunu açmışlar, mazot akmış toprağa. Niye yaptılar kimbilir?” “Aman, farkedilmez de sigara falan atılır, yanar da köylüler yaktı demesinler sonra, kaldırtın bari onları” diyorum. Aklın yolu birmiş ya… Giderken bir gencin, jandarmaya “Şunları buradan aldırın da başımıza bela olmasın” dediğini duyuyorum. Tek fesat ben değilmişim, diye seviniyorum.
Bugünkü ortama baktığımızda, gerek basında gerekse köylüler arasında dolaşan haberler hiç de “Yok canım olmaz” denmeyecek cinsten. Şirket sahibinin, akaryakıt kaçaklandığından tutuklandıktan sonra salınıp birden iktidarla yakınlaştığı, şirketin ortakları arasında böyyük böyyük birilerinin olduğu falan. Artık hangi taşı kaldırsak altından o böyyük mü böyyük birileri, sülaleleri çıkmıyor mu? Artık pekçok gerçek, herkesin bildiği sır haline geldi ama bir de şu korkuları yensek, ölü toprağını kaldırsak üzerimizden. Bir avuç Yırcalı ve benzer savaşımı veren ateş böcekleri gibi. Yırcalılar gibi yurdun dört bir yanında, toprağı için, suyu için öbek öbek direnen ateşböcekleri kıvılcımlar saçıyor. Elbet birgün tüm toplumu da tutuşturacaktır bu kıvılcımlar.
Sayfa 47 Çevre Etki Değerlendirme Raporları'na (ÇED), Tarım Müdürlüğü'nün birinci sınıf arazi değerlendirmesine, var olan santralin çevreye verdiği zararlar bilinirken şipşak çıkarılan Bakanlar Kurulu kararına karşın tüm yasal haklarını "Ölümüne" kullanmaya kararlı Yırcalılar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine kadar gideriz" diyorlar. Yırcalı kadınların dillerine iyice yerleştirdikleri gibi söylersek "Ölümüne" Çünkü onlar, aşlarına, ekmeklerine, topraklarına, sularına el koyanların kendilerini köleleştirmek isteyen, zenginliklerine zenginlik katan zamane efendileri olduğunu biliyorlar artık. Belki biz de sizin gibi, zeytin gibi, soğuğa sıcağa, yağmura kara, fırtınaya tufana karşı direnmeyi öğreneceğiz sevgili Yırcalılar. Gerekirse ölümüne... *Ölmez ağaç: Artun Ünsal Kaynakça : Ölmez Ağacın Peşinde/ Artun Ünsal/ YKY
VİLDAN SEVİL 09.11.2014
MAVİ SATIRLAR Zamanın sürgün yerlerinden Düşlerimi ısıtıyorum Çocuklar yüreğimde Şiire duruyorlar Maviden satırlar yazıyorum Gökyüzünü uzatıyorsun Güzlerinde mavi şimşeklerle Sevdanın kapıları açılıyor Ve sığırcıklar artarken dal diplerinden Öpüyor güneş yüzünü
BURCU TÜRKER
Emeğin Sanatı 163. Sayı
CEYLAN ÖLDÜ Sevgilimi vitrine bakıp hatırlamayacağım Gözlerimi düşürdüm Yerime ağlar mısınız Kuş bitti gökyüzü kederden yağmur Eşya parantezinde günler Balkona çıkar mısınız Uluslar arası ama ulusal olmayan bir teknede buz dağlarına karşı yüzerken şiirin can yelekleri Sokak çocuğu olmuş bir sözcük buldum adı sevgi Saçını okşar mısınız Yeri yok gaz lambası ve tütün muhabbetinde çengelli askılara ilişen paltoların Biz üşüdük o teslim sözlerde Çok koşarsanız çok susar mısınız İntiharı ertelemişti göç ettirici şifreler Orman yandı ceylan öldü Anımsar mısınız Bir tüy düştü ince kanadından kış günü bir serçenin Geri vermenizden vaz geçtim -üstüne basmasınlarKenara koyar mısınız
SEMA LALE
Sayfa 49
BİR MUHALEFET DENEMESİ / Arzu KÖK Gece gündüz kapalı duruyordu perdeleri. Evdeydi. Düşüncelerini toparlamaya, birleştirmeye çalıştı. Bir insanın kendini gerçeklediği alanlar ve bu alanları genişletmek adına mücadele fikri çok çekici geliyordu. Hazır bu aralar her şeye ve herkese ters düşmüşken, bu mücadele için derinleşmek fırsatını iyi değerlendirmeliydi. Ama birbirine benzeyen bu kadar çok insan varken, mücadele etmek, muhalefet etmek mümkün müydü? “Devlet-vatandaş işbirliği” o kadar başarılı olmuştu ki, sanki iktidar partisinin kongresi yeni dağılmış gibi, işbirlikçiden geçilmiyordu sokaklar. O kadar çok maske vardı ki ortalıkta gecen, acaba kim üretiyordu onca maskeyi? Nerede üretiliyordu? “Hayır” hiç ama hiç hoşlanmıyordu yönetilmekten. Bu yüzden iktidar olmalıydı. Oysa muhalefetin çekiciliği ve verdiği, yarattığı güçten vazgeçememesi, kendisini içinden çıkılması güç, engebeli bir yokuşa sürmüştü. Düşündü; Acaba “muhalif bir iktidarı” ya da “muktedir bir muhalefeti” seçip rahatlaması mümkün müydü? Rahatlatır mıydı bu onu? Gözlerini kapadı, düşünceler çok yormuştu kendisini. Uykuya daldı. -Marina Svetayeva intihar etmeden önce şu satırları yazmıştı: “Biri Werther’i okur ve tutar kendini vurur; bir diğeri Werther’i okur ve Werther kendini vurduğu için, tutar yaşamaya karar verir. Biri Werther gibi davranmıştır, diğeri Goethe gibi.” Burada genel tavır ile davranış arasında bir çelişki vardır. Galile’nin yaratıcısı için
Emeğin Sanatı 163. Sayı
tavır, davranıştan daha dayanıklıdır; çünkü zorunluluklara karşı duran tavırdır, davranış değil. Werther’in ve Goethe’nin davranışları farklıdır, ancak tavırlarında bir aykırılık görülmez. Birleştikleri en önemli nokta, muhalif tavırların geleceğe yönelik olmasıdır ve bu güçbirliği, demokrasi geleneğine yapılmış en önemli katkılardan biridir. Geçmişe baktığımızda, tarih kitaplarının güçlüler tarafından yazıldığına tanık oluruz. Bu durumda, gerçekliği kavramak için güçsüzlerin başvurduğu kaynak olan edebiyatın işlevi, aslında bambaşka bir boyut getirmiştir bu sanata. Politika yapmanın imkansız olduğu dönemlerde edebiyat yapılmaktadır. Açıktır ki, burada edebiyat ve politika, muhalefet ve eleştiri anlamını taşıyan ve insanın ilk varoluşuyla ilgili birer tavır olarak somutlaşan eylem alanlarıdır aslında. Marx’ın, Prusya makamlarından ve Köln polisinde bulunan dosyalarda “edebiyatçı” olarak geçmesi bir tesadüf müdür acaba? Hem dili kullanması, hem de savunduğu noktaların aydınlatılmasında edebiyat dünyasından yararlanması açısından Kapital özgün bir edebi değer taşımaktadır. Shakespare, Balzac, Horaz, Juvenal, Ovidus, Vergilius, Goethe, Schiller, Don Quijote ve Oliver Twist edebiyat dünyasının konukları olarak yer alırlar Kapital’de. Kapital ile edebiyat arasında şöyle bir saptama yapmak doğru olur sanıyorum; Kapital edebiyat sayesinde daha anlaşılır bir seviyeye ulaşmıştır. 19. yüzyılın başında Avrupa’nın düşünce dünyasında, etkileri bugün bile hissedilen dikkate değer bir gelişme olur; Romantik dönem. Bu dönemde gösterdiği zengin çeşitlilik nedeniyle Alman Romantiğinin Avrupa kültür tarihi içinde özel bir yeri vardır. Almanya’da Romantik dönem düşünürleri dünya tarihini üç aşamada değerlendirmişlerdir. Onlara göre birinci aşama, Antik Çağ’da doğa ve insan arasında naif bir uyum vardır. İkinci aşama ise içinde yaşadığımız şimdiki zamandır ve uyumsuzluk, eleştiri, muhalefet çağıdır. Üçüncü aşama ise yeni bir uyumun kurulacağı gelecektir. Fransız Devrimi’nin beklediklerini getirmemesi, gelişmekte olan kapitalist üretim ilişkilerinin insanı yalnızlığa iten, atomize bir toplum, oluşturmaya başlaması ve Napolyon’un işgali, romantiklerin hayallerini yıkmıştır. Artık gelecekten umut kesilmiş ve Ortaçağ’ın o dingin hayatına özlem duyulmaya başlanmıştır. Geliştirdikleri kendilerine özgü bir doğa felsefesine paralel olarak, iç dünyasına dönük özne, en aşırı ifadesini – deha kültü- nde bulmuştur. Duyguya merkezi bir önem yüklenirken, din, gerçekliği kavramanın en yüce biçimi olarak görülür. Sonsuzluk, ulaşılması için çaba harcanması gereken bir amaçtır. Esas olan, -dünyayı poetik yapmaktır. Çünkü rasyonel dünya yaşanacak yer değildir. Romantikler, kapitalizme de, burjuvaziye de küskündürler. Toplumdan ve insandan kaçmak için doğaya sığınmışlardır. İnsansız doğa kültü, toplumu da doğanın organik bir parçası olarak gördüğünden, Romantiklerin devlet anlayışında bu mekanizmanın, organik bir birliktelik olduğu inancı yatar. Değişim kaçınılmaz olsa bile bu, önceden Tanrı tarafından belirlenmiş bir yörüngenin dışında gerçekleşmeyeceğinden, söz konusu organiklik, tarih bilincine de sinmiştir. Romantik dönemin muhalefeti budur. Aydınlanma’nın insanı, toplumu değiştirmeye yönlendiren bilincin yanında, Romantik, kronolojik olarak yeni olmasına rağmen, eskiyi temsil eder. Romantik muhalefetin pasif eleştirisindeki eskinin kaynağı, dayandığı
Sayfa 51
gelecek perspektifine sahip olmamasıdır. “Divide et impera” nın ( Böl ve yönet) Fransız Kralı XI. Ludwig tarafından ortaya atılmış bir ilke olduğu sanılmaktadır. Romantik dönemin atomize toplumu bu ilkeyi uygulamak için çok elverişli bir ortamdı. Ama buna gerek kalmadı. Çünkü Romantik muhalefet bunu gönüllü olarak gerçekleştirdi. Politik içgüdü ve irade fakirliğiyle malûl bir kültürün tehlikeye düşmesi kaçınılmazdır. Düşüncenin iktidardan uzak tutulması, muhalif güçlerin egemen güçler karşısında uğradıkları bütün büyük yenilgilerin ana nedeni olmuştur. Bütün büyük düşünürler, bir fikir üretmeden önce oturup önlerindeki –ideler kataloğu- na göz atıp bunlardan birini seçerek çıkış yapmamışlardır. Tersine, önce belli bir ide onların bedenlerini sarmış, beyinlerini yakmıştır; ondan sonra onlar, gladyatörler gibi arenaya çıkıp bu ide uğrunda savaşmışlardır. Heine, iktidar ve düşünce ilişkisi bağlamında 21. yüzyıla kadar ileriye dönük bir kararlılık örneğidir; çünkü… Uyandı. Saatine göz attı, sadece beş dakika kadar uyumuştu. Kapalı perdelerine bakarken Svetayeva’nın konuşmasında değindiği satırlar geldi aklına. Zorla da olsa, biraz önce söyledikleriyle kendi gerçekliği arasında bağlar kurmaya çalıştı. Kararlıydı, ama nasıl başlayacağını bilmiyordu. Edebiyat, muhalefet, politika… ‘Asıl sosyalizm, gerçek bir parti çıkarı olmaksızın doğmuş ve komünist partisi kendini biçimlendirdikten sonra da, ona rağmen var olmakta devam etmek isteyen en mükemmel toplumsal edebiyat hareketidir.’ Alman ideolojisinden aktardığı nu satırlar, biraz önceki konuşmanın içeriğine uyan bir çerçeveydi; ancak, düşüncelerinin merkezine edebiyatı değil de, muhalefeti yerleştirmek istediğinden, bu alıntıyı şimdilik bir yana bıraktı. ‘Muhalif tavır’, kendisi için son derece önemli bir konuydu. Üstelik muhalefet yapmak için, gerçekten çok verimli bir dönemde yaşıyordu; esas olan, muhalefet bilincinin uyanık tutulmasıydı. Kafasındakileri geliştirmek için muhalefet konusunda uzman iki derginin kendisine yardımcı olabileceğini düşündü. Ancak bu dergiler sadece muhalif bir dergi olmakla yetinmeyip, bu muhalefetin kalıcı olduğunu ilân ediyordu. Bu da çekici geliyordu. İnsanlığın ilk muhalefet tarihinin miladı olan ‘İlk Günah’ı hatırladı. Adem ile Havva iyi ki cennetten kovulmuştu; ama Antik Çağ, Hıristiyanlık ve sermaye ile oluşan o yüce sentez, alnında ‘İlk Günah’ın damgasını genetik bir miras gibi taşıyan bireyi öyle muhkem bir kaplan kafesine soktu ki 1917’nin alınyazısı gibi gerçekleşmesinin doğurduğu şaşkınlık bugün hâlâ sürmekteydi. Kalıcı muhalefeti daha iyi anlayabilmek için daktilonun başına geçti… -Poetik sefaletin yoğun olduğu dönemlerde, dumanlı beyinlerin uğradığı felçlerden korunabilmek için bir tür -bunalım bilincine- sahip olmak gerekir. Zorbaların liberal ve özgürlükçü, fanatik sağcıların demokrat diye lanse edildiği böyle zamanlarda, muhalefetin nerede başlayıp nerede bittiğini kestirmek zorlaşır; çünkü, iktidarın kendisi bile, Kafka’nın yazdıklarını hatırlatan bir bulanıklık içinde kalmayı tercih eder. Hiçbir iktidar, kendisine zarar verecek kurallar koymaz. Dolayısıyla, bile bile yaratılan bu belirsizlik ortamıyla muhalefetin etkisi sıfıra indirilmek istenirken, ‘sonuçları olumluysa hükümeti destekleriz’ tavrı naifliktir; bunalım bilinciyle bağdaşmaz. Yaşanan sefalet, getirdiği kavram kargaşası ve terörle şimdiki zamanı tutuklamışsa, geçmişe bakmak ‘şimdiki zaman, dünün geleceği’ olduğu için, geçmiş, bugünü de,
Emeğin Sanatı 163. Sayı
yarını da aydınlatıp demokrasi sınavının esaslarını belirleyen unsurları içerebilir. Luther, 16. yüzyılın katı gerçeklerine karşı muhalefeti başlatan kimse olarak tarihe geçmiştir. Zamanına göre bir entelektüel olan Luther, Katolik Kilisesi’sini eleştirirken, köylülerden yana tavır almıştır. Eleştirisine rağmen, Papalık karşısında ikili oynayabilen, prenslerde de arayı bozmayan, bir süre Thomas Münzer’le aynı çizgide yürürken, hem devletle hem de ticaret sermayesinin ünlü adlarıyla yakın ilişkiler kurabilen bir muhaliftir. Kendisi ‘boyun eğmekten kaynaklanan uşaklığı yenmiştir; çünkü yerine, ikna etmekten kaynaklanan uşaklığı geliştirmiştir.(Marx)’ Luther’in muhalefeti küçümsenemez; yaşadığı dönemde, düşünce düzeyinde kalan taleplerle bunların gerçekleşmesi arasındaki uçurum, ancak tarihin akışı içindeki birey-toplum çelişkisinin mantığıyla anlaşılabilir. Stefan Zweig, ‘Hayatı trajedi olarak yaşayan kimse, bir kahraman olarak ölür’ derken, Kleist ve Nietzche’le Hölderlin ve Beethoven’i kastetmektedir. İçlerinde taşıdıkları kötü ruhun esiri olarak altetmek istemedikleri huzursuzlukları, onları yaratıcı kılmıştır. Acaba, onlar, dünya ile bağlarını kopardıkları için mi başkaldırmışlardır, yoksa başkaldırdıkları için mi dünya ile bağlarını koparmışlardır? Hölderlin ve Beethoven’in talepleri somut ve geleceğe yönelikti; Kleist’in protestosu şimdiki zamanla sınırlıyken, aristokrat Nietzsche romantiğe yüzünü dönerek çağına direnmiştir. Bizzat Zweig’in intiharı, faşizme hayır demenin bedelinin ödendiğini gösterir; ama bu ölüm, aynı zamanda, geçmişte yaşanmış tragedyaların artık sahnelenmeyeceğini hatırlatan acı bir anıttır. Komik, ama anlaşılmaz değil… Sağcı bir başbakanın bugün yabancı bir yabancı ülke için sarfettiği sözler, otuz yıl önce söylenseydi, söyleyen hakkında vatana ihanet suçlamasıyla soruşturma açılırdı. Tıpkı pornoğrafinin ya da Muhammed Peygamber’in Hatice Hanım’la olan ilişkisinin, zaman geçtikçe daha hoşgörülü olarak yorumlanması gibi… Solculukla muhalefetin ölçütleri, her gün yeni baştan gözden geçirilmezse, hele gelecek perspektifi konusunda hileli oyunun kurallarına yakınlık gösterilirse, düşünceye büyük bir haksızlık daha edilmiş olur. Entelektüel ‘yeni sorular soracak yerde, eski sorulara sürekli değişik cevaplar bulma çabasında(Brecht)’ ise orjinallik konusunda bir hayli sıkıntı çekecektir. Pasifist muhalefetin iki ünlü adı Kurt Tucholsky ve Carl von Ossietzky, yirmili ve otuzlu yılların karanlık girdaplarında, tek başına mücadeleyi seçmişlerdir. Hiçbir zaman parti üyesi olmadığı gibi, Stalin’in uygulamalarını da eleştiren Tucholsky, Marksizmde, hızla sağa kayışı önlemek için bir şans olduğunu ifade etmiştir. Naziler tarafından tutuklanmadan önce, Ossietzky’nin şunları söylediği bilinmektedir; ‘Hiçbir partiden değilim. Her yöne karşı mücadele verdim, daha çok sağa karşı, ama sola karşı da. Oysa artık şunu bilmeliyiz ki, solumuzdakiler yalnızca müttefiklerdir.’ Düşünceye iktidar yolunu kapayan muhalefet, günün birinde aklayıcı olmasa bile eskir, Turandot ya da Aklayıcıların Kongresi’inde, düşüncelerindeki basitliği ve monotonluğu gizlemek için, orijinal tavırlara giren Tui’leri örnek göstermeye insanın içi el vermiyor.Masadan kalktı. Bir sigara yaktı ve evin içinde dolaşmaya başladı. Bütün esnekliğine rağmen muhalefet uzmanlığı alanı daha geniş olan dergide çıkan yazıların çoğunu, demokratik bir paydaya oturtmakta güçlük çekiyordu. Özellikle iki yazının liberal hoşgörü çerçevesine bile sokulması kolay olmayacaktı. Bu talihsizliğin nedeni acaba bilgi ve enformasyon eksikliği miydi, yoksa muhalifliğin sonucu muydu?
Sayfa 53
-Tarihte direniş mücadelesi, yalnızca kaba kuvvete karşı değil, yanlış enformasyona ve yanlış bilinçlenmeye karşı da verilmiştir. Bilgimizden, bilincimizden en emin olduğumuz bir anda, doğmatik düşünce alışkanlığından sıyrılmamışsak, başkalarının boynuna asmaktan sadistçe zevk aldığımız o yaftayı sırtımıza yapıştırmışız bile; bazı merkezler karşısında muhalif olamamak… ‘Efendilerinin başkaları olduğu davranışların efendisi olduğumuza ne kadar çok inanırsak, başkaları o kadar bizim efendimiz olacaktır.(Rauter)’ Heidegger’in neden faşist olmayacağının açıklaması yapılmak istenirken, faşistin kafasız, ama Heidegger’in kafalı olduğundan hareket etmek, gerçekten ilginç bir yöntem. ‘Tezler ve ideler, varlığınızın kuralları olamaz; Führer’in kendisi ve tek başına o günkü ve gelecekteki Alman gerçekliğidir ve bu gerçekliğin yasasıdır.’ Bu sözler kafalı filozofun 3 Kasım 1933’de, üniversite öğrencilerine hitaben yaptığı bir konuşmadan alınmıştır. Bu tarihten sekiz ay sonra Göring, Berlin’de Belediye binasının önünde şunları söylüyordu: ‘En basit SA erinden başbakana kadar biz, Adolf Hitler’deniz ve Adolf Hitler sayesinde varız.’ Bu sıkıntılı benzeyişle, Heidegger’in bir faşist olduğu ispatlanmak istenmiyor; bu önemli değil. Önemli olan, Batılı müttefikleri bile kıskandıracak bir faşizm teorisiyle, ideolojik olarak ‘faşizm eşittir sosyalizm’ demek için vesile yaratmak... Tarih, doğa, insan gibi düşünce alanlarını bilimlere kapayan Heidegger tipi varoluşçuluk, içinde belli bir negatif ruh taşır. Böyle bir irrasyonelliğin, İkinci Dünya Savaşı öncesinde, küçük burjuva Tui’lerin ilgisini çekip faşizmin pratiğini ve ideolojisini kolaylaştırması, üzerinde kafa yorulacak bir konu. ‘Köpek Yılları’ adlı romanında G. Grass, Nazi ordusunda yazılan raporlarla Heidegger tipi varoluşçuluğun dilinden parodi olarak yararlanmıştır. Bu da, edebiyat bilimini yakından ilgilendiren önemli bir konudur. Ama şimdilik asıl sorun şu; Radikal demokratik bir muhalefet yapacağını ileri süren bir yayın organı, gündemin belirlenmesini alaca karanlık kafalara bırakabilir mi? Eleştiri bir tavır alıştır. Yaşamanın özünü kavrayabilecek bilinç düzeyine erişen insan, yalnız dış dünyaya değil, kendine karşı da eleştirici bir tavır almaktan çekinmez; hatta daha da ileri gider ve alay eder kendisiyle. Kendini eleştirmeyi bir yana bırakalım; birey bu eleştirel tavrıyla, herhangi bir merkeze ya da unsura, önceden belirli bir masuniyet tanımaya kalkarsa, en önemli organından vazgeçmiş demektir. İşte o zaman, alışkanlıklar başlar; artık ışıklar sönmüştür, karanlıkta kendini güvence altına almak için içgüdüyle sağı solu yoklamak, eleştiriyle karıştırılır. İnsan buna kendisini bile inandırabilir. İnsanın yaratıcılığı ne kadar engindir. Ama anlık başarılar uğruna ilkelerden vazgeçerek, zorluklar karşısında yılgınlığa düşerek yanlış ittifaklar içinde bu yaratıcılık heba edilebiliyor. Bir zamanlar, sevimli bir marangoz çırağı varmış. Bu çırak çalışmış, çabalamış, üçe alıp beşe satmış, kazık atmış, sonunda bir mobilya fabrikatörü olmuş. Refah içinde yaşarken, eski meslektaşlarının yaptığı dedikodular gelmiş kulağına. Artık marangozların devam ettiği meyhaneye uğramıyormuş, zanaatkarların toplantılarına gelmiyormuş, işçilerine az para veriyor ve kötü davranıyormuş… Mobilya fabrikatörü gülümsemiş ve bu dedikoduların daha da da yayılması için elinden geleni yapmaya başlamış. Nedeni şu:
Emeğin Sanatı 163. Sayı
Ona eski meslektaşları, sanki kendisi hala o eski marangoz çırağıymış gibi saldırmışlar. Ve marangozlar, yalnızca yaşadığı hayata kızdıkları sürece, kendisinin bu arada fabrikatör olduğunu unutacaklardır. Muhalefet bir bilinç sorunudur. Hele politik sefalet azgınlaşmışken, bunun özel bir bilinç, yani ‘bunalım bilinci’ olması zorunludur. Gelecek bakış açısının yoksunluğu içinde muhalefetin, zamanla- istemeyerek de olsa- bir benimseme havasına gireceği akılda tutulmalıdır sürekli. Daktilodaki yazısının girdiği didaktik havanın yarattığı sıkıntıyla çalışmasına ara verdi. Kalktı; dolaşırken Thomas Mann’ın Doktor Faust’unu okumaya başladı. Goethe’nin Faust’unda Ortaçağ’dan Rönesans’a olan geçiş, aydınlanmanın ilerleme inancı açısından çağına uygun bir karşılaştırmasıdır. Buradaki kahraman, çağındaki doğa ve toplumbilimlerinin düzeyindedir; varoluşun anlamını aramak ve bunu kendisinde denemek amacıyla, yalnızlığından çıkarak dünyaya açılır. Bu uğurda ruhunu Mephisto’ya bırakır. Doktor Faust için bütün bunlar geçerli değildir. Gerçi burada da kahraman, aynı biçimde varolmanın özlemine özlem duymaktadır. Ancak, o, yerine getirilişi hayatın sokaklarında aramayıp, düşünce aleminde kalmakta; kendini cehennemin ateşiyle ısıtacak ruhları yanına çağırmaktadır. Ne var ki bunlar kendi ruhunu yok etmektedir. Sonuç olarak da kaybolup gitmektedir. Gerçi bizzat Thomas Mann, 1939’da, apolitik bir kültür insanının çıkabileceğine inanmanın, kendisinin büyük umutlar bağladığı burjuvazinin hatası olduğunu yazar, “Yapılan sahtekarlığı anlayabilmek için, yeteri kadar politikacı olmamamız… bizim suçumuzdur.” Aslında sorun açıktır: Bugün için asıl olan demokrasidir, ama demokrasi mücadelesinde seferber edilecek güçler demokratik güçlerdir. Bu seferberlikte olağanüstü dönemin demokratlarının da yeri varsa olmaz. Onlarla demokrasi mücadelesi verilemez. Ünlü antidemokratlarla muhalefet yapılmaz. Yaratıcılığın sönmemesi için, iktidarların katı kalıplarına girmektense, muhalefetin dinamikliği elbette tercih edilir. Ancak, muhalefet için muhalefetin, bir süre sonra, muhalefete karşı muhalefet durumuna düşmemesi için, dinamik bir iktidar bilincine ihtiyaç vardır. Biraz risklidir ama, küçük burjuvaları korkutan, burjuvaziyi de rahatsız eden Jakoben gelenek belki böyle bir bilinç sağlayabilir… Yeniden daktilosunun başına geçti. Bu sefer, güneşli havada bir yol ayrımında, çaresizlik içinde ağlayan adamın imkanları ve imkansızlıkları üzerinde düşünecekti. Nereye gitmesi gerektiğini kendisine söyleyebilecek olan gölgesiydi yalnızca, ama adam onu da kaybetmişti. Ara başlığını Nietzsche’dem seçti: “Varoluştan en büyük zevki çıkarmak, tehlikeli yaşamak anlamına gelir” Yerinden kalktı. Perdeleri açtı…
ARZU KÖK
Sayfa 55
NE OLUR Kİ Öyle yorgun dikilip durma başucumda Bir nefeste anlatılmaz hayata dair yaşananlar, Bak tepemizdeki yıldızlar da sarhoş bu akşam! Dilsizi söyleten, aşığı ağlatan gecelerden geçtim, Yüreğim dalda dalga sahile vursa ne olur ki.. Gel soluklan hele yüreğimde Birkaç kelimeye sığar mı, ki hayat Renkler mi dargın gün batımına Yoksa kararıyor mu gündoğumuna dünya Ya bu şehri kuşatan gaz bulutları da ne?. Özlemlerle susamış yürekleri ne serinletir ki Bu akşam hangi rengi konuşturayım? Beklide gün ağarmadan Ayı, yıldızları güneşin, rengine boyamalıyım Gökkuşağında hangi renkler saklı bilsek ne olur ki… Ellerinden yaprak yaprak ömür dökülürken! Kırılıp dağılıyor gül bahçesinde güller Hayat dalgaları sert kayalara çarpıyorsa yüreği! Yaz sıcağı değildir ki sadece yürekleri kavuran! Cenneti cehennemi, yaratanların kahpeliği değil midir? Bütün resimleri güneşin rengine boyamalıyım! Dağları, denizleri, çiçekleri, yeşile maviye, Ya mutluluğun rengi nedir! Acıların, hüzünlerin, hasretlerin! Hangi coğrafyada gizli umudun rengi Kışın donduran ayazında sessizce ölsek ne olur ki?
ABDULLAH ORAL
Emeğin Sanatı 163. Sayı
GÖRSEL ÇALIŞMA: ADNAN DURMAZ
ERDAL EREN ANISINA SAYGIYLA... "birden silahlar sustu kim yendi yenilen kim ya o nur yüzlü delikanlılar nereye gittiler bir ikindi vakti nasıl akşam oldular II birden şarkılar sustu nergis kokularını şehre getiren kır çocuklarının düşleri panzerler altında ezildi ne gazi unvanı verildi onlara ne şehit körpe bedenlerde nişan yara izleri..."
ADİL OKAY
Sayfa 57
MARAŞ KATLİAMINI UNUTMA
Mustafa DEMİR Adı Şerife idi. Oğlu Şehmuz’u öldürdüler. Anasına insanların kardeş olduklarını, birbirlerini öldürmemeleri gerektiği öğüdünü veren Şehmuz’ unu gözleri önünde göçürdüler bu dünyadan, genç yaşında... Adı Elif’ti. Nişanlısını öldürdüler. Düğün yarıda kaldı. Mehmet Ali, kimseye gülmeyen Elif’i mutlu edemedi. Neler olduğunu merak etmişti, kasıp kavrulan mahalleler de... Bir daha geri dönmedi... Adı Selver’di. Çocuklarını ve kocasını yitirdi, vahşilerin elinde... Evini ateşe verdiler... Irzına geçtiler çaresizken. Saliha idi adı. Kızını, biricik varlığını yitirdi, saldırıda. Hükümet Konağına sığınıp yardım istediğinde, görevlileri n umarsız bekleyişleri çıldırttı onu ve saldırdı adaletsiz kapı kullarına...
Adı Güher’di. Kocasını, çocuklarını... herşeyini yitirmişti, aklını bile, olanlar karşısında. Zeycan’dı adı. Canilerden birini tanıdı, pazar yerinde, soğan satarken. Kocasının katiliydi bu zebani. Fate’nin ırzına geçen de oydu. Polise teslim etti Zeycan onu... Mahkemede bir bir anlattı, genç yaşında yaşadığı inanılamayacak gerçekleri. Sultan’dı adı. Tanık olarak dinleniyordu mahkemede. Yaşadıkları yetmiyormuş gibi, bir de acısını anlattırarak tazeliyorlardı. Kocası Mustafa ile ihtiyar kaynanası Finey’i katletmişlerdi alevi diye. Kendi sunni olduğundan kurtulmuştu vahşilerin elinden. Özdemir’di adı. Canileri yargılayanlardan biri. Duydukça içi parçalanıyordu, olanlara... Arkadaşlarının satılmışlıklarını görerek kahroluyordu.
Emeğin Sanatı 163. Sayı
Ökkeş’ti adı. “Allah için” saldıranlardandı. Sanki katledilenleri “Allah yaratmamıştı.” Hakimler, savcılar bu gözü dönmüşü de diğerleri gibi serbest bıraktılar, “insan” diye. Aralık ayının soğuk, karlı, kara kış günleri yaklaşıyor. O günlerde evsiz, barksız, yurtsuz yuvasız, odunsuz, kömürsüz kalanları unutma!.. Anasını, babasını kaybetmiş mini mini bebeleri, oğlunu, kızını yitirmiş ana-babaları, yarini saramamış delikanlıları, genç kızları, hasretine kavuşamayanları unutma!.. Kan gölüne ve acı deryasına çevrilmiş Kahraman Maraş’ı unutma!.. Bu zulmün örgütçülerini hatırından çıkartma, seyircilerini unutma!.. *Yazı İnci Aral’ın Kıran Resimleri adlı öykü kitabından yararlanılarak hazırlandı.
MUSTAFA DEMİR ROBOSKİ 2 MAYINLI SINIR On dokuzu çocuk Otuz dört can Dile kolay Vicdana zor Kalbe zarar Bir ekmek uğruna Sınırsızca yaşamaya Çalışırlarken sınırlarda Üzerlerine yağan bombalarla İnsanlığın vicdan tahammülünde Bir mayınlı sınır oldular
NEDİM ELÇİ
Sayfa 59
HAZANDA AŞK MEKTUPLARI-3 Adını anmayacağım Ertelenmiş umuttaki aydınlığımdan değilsin, değilsin bundan böyle. Önce ismin öldü dudaklarımda, sonra bir tespih gibi uğruna sıraladığım bir yaşam. _________Aşkın tescilinde adın yok, karar defterimde hanen ölü yazar Gesi bağlarında düz ovaya seyrim, Kar beyaz saçlarımı okşarken erciyes. Buz tutmayan çifte yüreğime eklediğin pası, yad ediyorum sana. Ve Karlı bir dağ gibi kırlaşan bu saçlarıma eşlik eder zirevedeki buzullar. Yanaklarımdaki göz yaşlarına kardeş olsa da, zozan çayı. ________________________________________Adını anmayacağım. Bir hafıza kayıbından silindin, biliyorum biliyorum artık tüm keyfi ölümler insan oğlu insan elinde. _________________________________Daha dün kaç canlı kurban edildi. Senin şehrinde sokaklar kan reva, kim ne adına? Bırakıyorum sana sende aldığım tüm kirlenmişlikleri ve kirlenmiş ellerimi. Oysa ki bir ceylan su taşıyor yavrusuna, minik serçe üşümüş çalı dibinde Baharı müjdeleyecek yakında, göğsündeki çığları patlatan hayat.. _____________________________Görüyorum şu yaşanılası dünyada. Sevgiyi sevdaya döküyor hamarat çayı, Dicle kıyılarında özgür su sesi Şiirler okuyor Ahmet Arif'ten, Gel bahara geçer ilk sırada __________________________________Hey hey gözlerimdeki bakış. Fırat yaklaştırmaz ihaneti, seni terk ediyorum, _________________________________________Kütüğümde adın ölü Anımsatır bu topraklar, Nemrut nasıl geçirildiğini kömürhan köprüsünde. Gelmez inkâra, çıplak filintam. _______________________________Üşüyorum. Üşüyorum Oynak rüzgârlarda Baharımı kör ederken sevda Soğudu havalar bir kadın teninde Adı öldü
HAMZA İNCE
Emeğin Sanatı 163. Sayı
POPÜLER KÜLTÜRE ELEŞTİREL BAKIŞLAR KISA BİR TARİHÇE[1] / Sibel ÖZBUDUN “Televizyon, ilk gerçekten demokratik kültürdürherkesin yararlanabildiği ve tümüyle halkın istekleriyle yönetilen ilk kültürdür. En korku verici şey, halkın istediği şeydir.”[2] Aslına bakılacak olursa, “popüler kültür” solun gündemine yeni girmiyor. Konu 1930’lardan, bir başka deyişle, Frankfurt Okulu’ndan bu yana gündemde. Üstelik de, daha televizyonun emekleme çağında olduğu, reklamcılığın kitle iletişim araçlarında yeni yeni yer bulmaya başladığı, popüler romanların, popüler müziğin “neşv ü nema” hâlinde olduğu bir çağda Frankfurt Okulu mensubu Marksist yazarlar, bir hayli sağlıklı eleştiriler yöneltmekteydi “popüler kültür” (daha doğrusu, zamanın diliyle “kitle kültürü”, ya da “kültür endüstrisi”) ürünlerine… Hatırlayalım… Frankfurt Okulu mensupları Nazi Almanyası’ndan ABD’ye geçtiklerinde, film, popüler müzik, radyo, televizyon ve diğer kitle kültürü biçimlerinin yükselişine birinci elden tanıklık edeceklerdi. Tarihte ilk kez “kültürel ürünler”, gelişmekte olan kitle
Sayfa 61 iletişim araçları sayesinde, seçkinlerin ayrıcalığı olmaktan çıkıp, kitlelere mal oluyordu. Ancak Frankfurt Okulu yazarları, bu sürecin gerisinde işleyen kapitalist dinamikleri sezinlemekte gecikmediler. Onlar, tüm kitlesel kültürel mamûlleri, diğer kitle üretimi ürünleriyle aynı özellikleri (metalaşma, standartlaşma, kitleselleşme) paylaştıkları sınaî üretim bağlamında ele alıyordu. Üstelik işlevleri salt “tüketim alanı”nın gelişmesinden ibaret değildi; kültür sanayilerinin ek bir işlevi de mevcut kapitalist sistemin meşrulaştırılmasıydı. Frankfurt yazarlarından Adorno’nun popüler müzik, televizyon ve fal sütunlarından faşist söylevlere pek çok konuya ilişkin tahlilleri, Löwnthal’in popüler edebiyat ve dergi tahlilleri, Hertzog’un pembe dizi irdelemeleri ve Adorno ve Horkheimer’ın “kitle kültürü” çalışmasında geliştirdikleri kitle kültürü perspektif ve eleştirileri, bu yaklaşımların örneğini oluşturur. Onlara göre, kitle kültür ve iletişimi boş zaman faaliyetlerinin merkezinde yer almaktadırlar, önemli sosyalleşme araçları ve siyasal gerçekliğin dolayımlayıcılarıdırlar ve çeşitli iktisadî, siyasal, toplumsal sonuçlarıyla, çağdaş toplumun başlıca kurumları arasında sayılmalıdırlar. Frankfurt Okulu yazarları teknolojinin hem üretimin ana gücü, hem de toplumsal örgütlenme ve denetim tarzına dönüşmekte olduğuna işaret etmektedirler. Örneğin Herbert Marcuse, 1941 tarihli “Modern teknolojinin kimi toplumsal imaları” başlıklı makalesinde çağdaş dünyada teknolojinin bütünsel bir “toplumsal ilişkileri örgütleme ve sürdürme (ya da değiştirme) tarzı, bir denetim ve tahakküm aracı”na dönüştüğüne dikkat çeker. Marcuse’ye göre teknoloji, kültür alanında da bireylerin başat düşünce ve davranış tarzlarına uyum sağlamasına yol açan kitle kültürünü üretmektedir. Bu nedenle de güçlü bir toplumsal denetim ve tahakküm aygıtıdır. Avrupa faşizminin kurbanları olarak Frankfurt Okulu mensupları Nazilerin kitle kültürü araçlarını faşist kültür ve topluma boyun eğdirmenin araçları olarak nasıl kullandıklarının birinci elden tanığıydılar. ABD’ye yerleştiklerindeyse, popüler kültürün Amerikan kapitalizminin çıkarlarını destekleyecek tarzda nasıl işlediğini gözlemleyebildiler. “Amerikan yaşam tarzı” değer, yaşam tarzı ve kurumların üretim ve pazarlanmasında, dev şirketlerin denetimindeki kültürel üretimin oynadığı rolü sıkça vurguladılar. Yazarlara göre kültürel alan tahakkümden kaçışın en kolay olduğu alan iken, artan ölçüde o da yaşamın diğer alanlarında görülen rasyonalizasyon süreçlerine tabi olmaktaydı. Rasyonel tahakkümden kaçış olanağı sunmak yerine, bizatihî kültürel faaliyet sınaîleşmiş bir üretim sürecine dönüşürken insanlarda bir kaçış ve özgürlük yanılsaması yaratmaktaydı. Kültürel ürünler metalaşırken sanatsal faaliyetin özerkliğini korumak güçleşiyordu. Kapitalizmin tekelci evresinde ortaya çıkan popüler kültür, kültür sanayinin bir ürünüdür: Bu evrede gerek boş zaman gerekse tüketim kapitalist hatlarda örgütlenmektedir; kültürel gelişmeyi sağlayan performansçılar ya da izleyicileri değil, kültür endüstrisini yürüten finans kapitaldir. Kültürel tekellerin yöneticileri, demir, çelik, petrol, silah vb. tekelleriyle kaynaşır. Kültürel denetçiler bu kompleks içerisinde oldukça güçsüzdür ve bankacılık ve iş dünyasının tahakkümü altındadır.
Emeğin Sanatı 163. Sayı
Frankfurt Okulu düşünürleri, kültür endüstrilerini işçi sınıfının kapitalist topluma
entegrasyonu açısından, yani siyaseten de ele almışlardı. Bu kuramcılar, kitle kültürü ve tüketim toplumunun yükselişinin işçi sınıfı üzerindeki etkilerini inceleyen ve bunların çağdaş kapitalizmi istikrara kavuşturmadaki etkilerine dikkat çeken ilk Marksistler arasındaydılar ve bu doğrultuda siyasal değişim için yeni strateji ve modeller arayışına girmişlerdi... Onlara göre modern kapitalizmde kültürel nesneler kamunun kendiliğinden arzularının karşılığı değil, kültür sanayinin piyasaya sunduklarıdır. Edilgin kitleler tükettikleri kültürün üreticileri değildir. Kültürel metaların farklılaşması, tüketicilerin sınıflandırılıp etiketlenmesi çevresinde örgütlenir; müşterilerin kültürel “malları” tüketmesi ise piyasa araştırmaları ve reklamlarla güvence altına alınır. Bu rasyonelleşme süreçleri, kültürel bir tektipleşmeye yol açmaktadır. Kültürel metalar estetik kaygılardan çok standartlaştırıcı, ticarî bir mantığın yönetimi altındadır. Kültür sanayinin ürünleri, paketleme ve satışı güvence altına alacak standart formüllere göre üretilir: pembe diziler, şarkılar, filmler, “eğlence” nesneleridir ve kitle kültürü anlamlarını otomobiller, sigaralar, yiyecekler gibi diğer nesnelerle bütünleştiren bir reklam sistemi içerisine gömülüdür. Horkheimer ve Adorno’ya göre bunun göstergelerinden biri, gerçek yaşamla kültürel temsiller arasındaki sınırların lağvolmasıdır: film yapımcısının hedefi, izleyicide filmin gerçek yaşamının bir uzantısı olduğu izlenimini yaratmasıdır. Dolayısıyla, kültürel ürünlerin insanları mutlu etme savı, sahte hazlarla sınırlıdır. Adorno için standartlaşmış, kitle üretimi kültürü kaçınılmaz olarak otantik-dışı, ikinci sınıf ve gerçek sanatsal değerden yoksundur. Kitle kültürü yalnızca yabancılaşmış gereksinimlere hitap edebilir. Popüler kültür alanında ya da kültür endüstrisinin tümünde gerçek sanatsal dışavurum tahrip edilmişken bireyler artan ölçüde baskı ve yabancılaşmaya maruz kalır. Baskı ideolojik tahakküm olarak kültürel bir biçim almaktadır. Bu, onların arzularını manipüle edip kapitalizmi ayakta tutmaya yönelik sahte gereksinimlere kanalize ederken, özerk özneler olarak hareket etme yetilerini ortadan kaldırır. Kültür böylelikle metaların tüketimini teşvik ve standartlaşmış kitlesel bilinç üretme aracı olarak kapitalizmin yeniden üretiminde merkezî bir rol üstlenecektir. Bu kültürel akımlar alternatif bakış açılarını olanaksızlaştırarak toplumsal yetkeyi güçlendirmektedir. Potansiyel muhalefet dolayımsız arzuların tüketime bağlanması aracılığıyla etkisizleştirilip depolitize edilir. Görülebileceği üzere, bugün adına “popüler kültür” dediğimiz görüngünün ilk kapsamlı eleştirisi, Frankfurt Okulu yazarlarından gelmişti. Ancak bu okulun “popüler” kültürü tüketen kitleleri sadece edilgin alıcılar, popüler kültürü de sadece kapitalist sistemin sürdürüm aracı olarak gören indirgemeciliğine yönelik -yine Marksist cenahtan- eleştiriler gecikmeyecekti.
Sayfa 63 Örneğin, Alman edebiyat eleştirmeni, kültür tarihçisi, estetik kuramcısı Walter Benjamin fotoğraf, film ve radyo gibi yeni teknolojilerin ilerici bir rol oynayabileceğini öne sürüyordu. Yüksek kültürün gizemselleştirmelerinden arınmış medya kültürünün kendi kültürlerini tahlil edip eleştirebilecek daha eleştirel bireyleri biçimlendirme yetisine sahip olduğunu öne süren Benjamin’e göre sinemanın imgesel sürati, bireyleri sanayileşmiş kent toplumlarının akış ve itiş-kakışını anlamaya daha yatkın kılmaktaydı. Hatta Benjamin, kitle iletişim araçlarının siyasal aydınlanma forumlarına dönüştürülebileceği savından hareketle, Brecht’le birlikte film yapıyor, radyo oyunları yazıyor ve medyayı toplumsal ilerleme araçları olarak kullanmayı hedefliyordu. Brecht ise, radyonun tek-yönlü iletişimini eleştirerek çok-yönlü, çok-taraflı bir iletişimi savunmaktaydı (sonradan internette gerçekleşecek bir öngörü). Benjamin kitlesel üretimin sanat yapıtlarının büyülü güçlerini yitirmesine yol açtığını, dolayısıyla da kültürel mamûlleri daha eleştirel ve siyasal bir tartışmaya elverişli hâle getirdiğini kabullenmekle birlikte, sinemanın şöhret kültü aracılığıyla yeni tip bir ideolojik büyü yaratabileceğini de öne sürmekteydi. *** Ancak Frankfurt Okulu’na, günümüzün “Popüler Kültür” kavrayışını biçimlendirecek eleştiriler, 1960’lı yıllardan itibaren öne çıkan “Britanya Kültürel İncelemeler ya da Birmingham Okulu’ndan gelmiştir. Frankfurt Okulu devlet tekelci kapitalizmi ya da Fordizm koşullarında, yani kitlesel üretim ve tüketimle tanımlanan bir çağda gelişirken, Britanya kültürel incelemelerinin de öncelikle tüketim kapitalizmine kitlesel direniş, devrimci hareketlerin yükselişi ile, ardından da sermayenin postfordizm ya da postmodernlik terimleriyle tanımlanan yeni bir evresiyle karakterize olan 1960’lı yıllarda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Birmingham Okulu 1960 ve 70’li yılların mücadelelerine, sınıf, toplumsal cinsiyet, ırk, etnisite ve milliyet temsil ve ideolojilerinin kültürel metinlerdeki etkileşimi üzerinde yoğunlaşarak tepki vermiştir. Gazete, radyo, televizyon, film vb. kültürel biçimlerin izleyiciler üzerindeki etkisine değgin ilk araştırmalar, bu okulun ürünleri arasında yer alır. 1960-80’ler arasında Britanya kültürel incelemelerinin klasik dönemi, kültürün incelenmesinde, özellikle Althusser ve Gramsci etkisindeki Marksist bir yaklaşımı sürdürmektedir; sosyal kuram, metodolojik model ve siyasal perspektiflerinde de Frankfurt Okulu’nun etkileri sezinlenir. Frankfurt Okulu gibi Birmingham da işçi sınıfının düzenle bütünleşmesi ve devrimci bilincindeki gerileme sorunlarıyla ilgili ve kitle kültürünün kapitalist hegemonyanın oluşmasında önemli bir rolü olduğunu savlamaktadır. Her iki okul da kültür ile ideolojinin kesişim hatlarıyla ilgilidir ve ideoloji eleştirisini eleştirel kültürel incelemelere aslî olarak görmektedirler. Her ikisi de kültürü ideolojik
Emeğin Sanatı 163. Sayı
yeniden üretim ve hegemonya tarzı olarak görmekte ve kültürel formların bireylerin
kapitalist toplumların toplumsal koşullarına uyarlanmasında aslî rol oynadığını öne sürmektedir. Ancak her ikisi de kültürde kapitalist topluma karşı direniş potansiyeli de saptar. Ne ki, Frankfurt Okulu kitle kültürünü ideolojik tahakkümün türdeş ve güçlü bir biçimi olarak görmede ısrarlıyken, Britanya kültürel incelemeleri sonraları medya kültüründe direniş biçimlerini vurgulamaya önem verecektir. Britanya kültürel incelemeleri başlangıçta doğası itibariyle son derece siyasaldı ve muhalif altkültürlerdeki direniş potansiyellerini araştırmaya angajeydi. Bu angajman, önce işçi sınıfı, ardından da gençlik altkültürlerinin kapitalist tahakküme karşı bir direnç odağı oluşturabileceği düşüncesini biçimlendirdi. Okulun erken dönem yapıtlarının büyük bölümü, altkültürlerin kendi uslûp ve kimliklerini yaratarak kapitalizme nasıl direndiğinin üzerinde durmaktaydı. Punk ve siyahîler gibi altkültürlerin, anaakımdan farklı görünüş ve davranışlarıyla kurulu düzene muhalif kimlikler oluşturduğu görüşü, 1970’lerdeki çalışmalara damgasını vuruyordu. Ancak Britanya kültürel incelemeleri dikkatini büyük ölçüde medya kültürü ve popüler ürünlerle sınırlandırmakla eleştirilmiştir. Britanya kültürel incelemeleri -Frankfurt Okulu gibi- kültürün üretilip tüketildiği toplumsal ilişkiler ve sistemler dolayımıyla incelenmesi gerektiğinde ısrar eder ve bu nedenle disiplinlerarası bir çalışma yöntemini benimsemektedir: kültür analizi toplum, siyaset ve iktisat incelemeleriyle sıkı sıkıya bağlıdır. Gramsci’nin hegemonya kavramı Britanya kültürel incelemelerine medya kültürünün bir dizi başat değer, siyasal ideoloji ve kültürel biçimi bireyleri bir konsensüste birleştiren bir projede nasıl topladığına ilişkin temel kavrayışı sağlamaktadır. Britanya kültürel incelemeleri ve Frankfurt Okulu akademik işbölümüne itiraz eden disiplinlerarası alanlar olarak kuruldu. Her ikisi de kültürü toplumsal-siyasal bağlamından soyutlamanın yıkıcı etkilerinin bilincindeydiler. Britanya Kültürel İncelemeleri’ni Frankfurt Okulu’ndan ayıran noktalar ise, 1970’lerin sonuna dek bir hayli muğlak olmakla birlikte, ardılın önceline yönelttiği eleştiriler arasında “özne”nin etkinliğine ilişkin tartışmalar merkeze yerleşmektedir. “Kültürel İncelemeler” öznenin “faillik” durumu üzerinde odaklanırken, yukarıda da belirttiğim gibi, ezilenlerin (işçi sınıfı, kadınlar, etnik gruplar, gençlik altkültürleri, eşcinseller vb.) popüler kültürü protestolarını ifade etmede kullanış biçimleri üzerinde durmaktadır -en azından 1980’li yıllara dek. Bir başka deyişle “Kültürel İncelemeler” yaklaşımında, popüler kültürün konumu ikircimlidir: bir yandan kapitalist sistemin bir hegemonya aracı işlevi görür, ama bir yandan da ezilenlerin protestolarını yükseltebilecekleri bir ortamı oluşturur. 1980 sonrasındaysa, kültürel incelemeler zevk, tüketim ve kimliklerin bireysel inşası üzerine odaklanan bir yöneliş içerisine girecektir. Bu perspektif, medya kültürünün
Sayfa 65 kimlik, haz ve güçlenme için malzeme sağlama özelliği üzerine yöneltir vurguyu. 1980’lerden bu yana gerek Britanya gerekse ABD’de kültürel incelemeler, eski sosyalist/devrimci görüşlerden beslenen eleştirelliğini yitirerek kimlik politikaları ve medya ve tüketim kültürü konusunda eleştirel - olmayan konumlarda sabitlenmiştir. Vurgu daha çok izleyiciler, tüketim ve alılmama üzerine yönelirken, medya sanayilerinde metinlerin nasıl üretildiği ve dağıtıldığı gibi sorunlar ön plana çıkartılmıştır. Bu dönüşüm, tekelci devlet kapitalizmi ya da Fordizm’den yeni bir sermaye rejimine geçişe eşlik etmektedir: farklılık, çoğulluk, eklektisizm, popülizme değer katan ve yeni enformasyon/ tüketim toplumunda tüketiciliği yoğunlaştıran transnasyonal ve küresel sermaye çağı… Postmodern kültürel incelemelerin “yeni revizyonizm”i, kültürel incelemeleri siyasal iktisat ve eleştirel toplumsal teoriden kopartacaktır. Yerel hazlar, tüketim ve melez kimliklerin inşası adına iktisat, tarih ve siyasetten vazgeçme eğilimi yaygın olarak göze çarpar. Bu kültürel popülizm, postmodern kuramın Marksizm ve onun sözde indirgemeciliğinden, başat tahakküm ve kurtuluş anlatılarından, tarihsel nedensellikten vazgeçişine eşlik etmektedir. *** Özetlemek gerekirse, “popüler kültür eleştirisi” olarak başlayan eleştirel duruş, postmodernizm tarafından temellük edilerek “kof bir söylem alanı”na dönüştürülmüştür. Günümüzde gerek günlük basın, gerekse hem akademik, hem de popüler kullanıma yönelik yayınlarda “popüler kültür” konusunda yazılıp çizilenlerin, söylenenlerin artık neredeyse tümüyle bezdirici “sözcük oyunları”na ya da “belagat yarışları”na dönüşmüş olmasının nedeni de budur. Şu hâlde günümüzde “popüler kültür” denilen alanı da kapsaması gereken mücadele, kültürü kapitalizmin “post-“lar dahil tüm versiyonlarının (post-fordist, post-endüstriyel, postmodern…) temellük ve tahakkümünden kurtararak yeniden emekçilerin, ezilenlerin saflarına mal etme savaşımıdır. Ancak böyle bir mücadele sayesindedir ki yaratıcı insan faaliyeti olarak kültür, insanı her türlü yabancılaşmadan kurtularak insanî benliğine kavuşma bilinç ve iradesiyle donatma yetisini yeniden kazanacaktır. NOTLAR [1] Newroz, Yıl:7, No:233, 2 Mayıs 2013… [2] Clive Barnes.
SİBEL ÖZBUDUN
YARARLANILAN KAYNAKLAR Douglas Kellner, “The Frankfurt School”, Cultural Theory, Tim Edwards (der.), Sage Publications, 2007. Chris Rojek, “Stuart Hall and the Birmingham School”, Cultural Theory, Tim Edwards (der.), Sage Publications, 2007. John Scott, “Cultural Analysis in Marxist Humanism”, Cultural Theory, Tim Edwards (der.) Sage Publications, 2007. Graeme Turner, British Cultural Studies, An Introduction, Routledge.
Emeğin Sanatı 163. Sayı
GÜNE VE SANA / Meriç AYDIN derin bir uğultuyla örülmüş bu ipek sessizlik ve ıslak bir pamuk gibi geçiyor zaman bir şiirle başlıyor günün aydınlığı bir bebeğin çığlığıyla merhaba diyorum sana toprağı yırtarak boy veriyor bir filiz baharı selamlıyor yaprağın ipekleşen tortusu sonra pamuk oluyor içimi kaplayan o sevinç yağmurları çekiyorum toprağın çatlayan dudağından suya ve yeşile eğiliyorum ... bir uyuşmazlık hali içindeyim kendimle ayaklarımın hafifliğinden anlıyorum bu sıcaklığı sokağın sesinden kendime dönmem lazım çocukların ellerinden tutmalıyım diyorum işçi çocukların ellerinden babası işçi çocukların ellerinden! onlar taşıyor umutlarımı yarına bir sorum var şu devlet babaya sahi sen çocuk oldun mu hiç? bir ayrılık hali içindeyim pamuk gibi bir ayrılık kurudum mu öleceğim ıslanmasam çürüyecek ... ey sabahların kuş cıvıltısı ey deyip harmanlanan mutluluk gözlerinin aylasında mahsum bakireliği yansı düşlerin ey insan suretiyle ay bahçemi deren gül boz bulanık düşüm hangi mavinin adıdır bu gülümseyiş bir kök olur yüreğimin odağında bir kök sere serpe bir dal, yediveren bir gül sarmaş dolaş
Sayfa 67 gülleri uyandırıyorsun içimde ve bir dal gibi büyüyorsun ömrüme açarak aşındırıyor tırnaklarıyla toprağımı sevdan bir ay gülümsüyor maviliğime kanarak ... yeşile ve suya bakıyorum düşlerim kamaşıyor günlerin boşluğun da bir avuç toprak kokusu oluyorum her yeni gün umudun patikasın da uzat sende ellerini günlerin mavisine sağ bir elinle bulutları kokusunu bırak yarına hiç kaygısız biz mi kaygılıyız gülemiyorsak? hayır; bir halk gülmüyorsa kaygılıyız ... içime ne geldiyse söyledim yağmuru fısıldadım bulutlara atlıların kendiliğinden gelip geçtiğini sonsuz sırlarını mırıldandım evrenin afrika’dan bahsettim, memleketimin dağlarından ve bir isyan başlattım celali ordularımdan özgürlük olduğunu söyledim umudun
MERİÇ AYDIN 2014
hiç konuşmadım susarak en son söyleyeceğimi, en başta söyledim hep sığınmadım herkesin heybetinden barınak sandığı gönüllere suya ve yeşile eğildim bir tek ... çatlıyor kabuğu içimde ki umudun içimdeki umutsuzluk yarının kaygısı olsa gerek işte ben, içimde ki o, mutlak umutsuzluğu seviyorum her şeyi yeşile vermeli diyorum hadi kımıldat içimde bir şeyleri ben suya ve yeşile meğilliyim...
Emeğin Sanatı 163. Sayı
GECE SORGUSU kendimi yoğuruyorum kendimi yontuyorum acıların vurgunlarında/ hep gece… su taşıyor kırlangıçlar leyli gözlerinden. gıyabi bir sevdaya. yangınları yangınlarla söndürüyorum/ her gece… ve eksiltilmiş muhayyer bir tebessümün serinliklerine sığınıyorum; ne benden yana ne de uzak firari ışıklarına gözlerinin./ kör gece…
kutbunda yalnızlığın uçurtmalar örüyorum – “rengahenk” ıssız, kara yıldızlı göklerine gecelerin. esintiler ısmarlıyorum boynumda titreyen nefesten, ve yalımlarına saçlarının./ sek gece… ey gece; yoksunluğun, kıyımların ve çığlığı çocukların kardeşi midir acısı sevda kırımlarının. ve ey gece; flu anılarda seninle büyüyorum seninle ölüyorum bilesin. kendimi yoğuruyorum kendimi yontuyorum kutbunda yalnızlığın.
GALİP ÖZDEMİR
Sayfa 69
NİÇİN? niçin kor düşer sinesine memleketin ve yanıklar oluşur birinci dereceden niçin kurur pınarları bu aziz yurdun niçin omuzları düşer engin dağların niçin böyle üryandır bütün hakikatler niçin üşür elleri, ayakları mazinin niçin dudakları hep çatlaktır zamanın niçin yoktur ölümün de bir mevsimi…
HIZIR İRFAN ÖNDER
Emeğin Sanatı 163. Sayı
ADLİYE KABUSLARI
Cinnetin tırpanının tekebbürden indiğini hangi şiir bildirir? Adliye mabedinden kibrin tebliğidir zarftan çıkan mazruf gibi bu şiir Arzuhalci şakırtısı boşalır daktilo kuşlarından senfoniyle orada Afrodizyak etkili hayvan ambalajları açılır şehvetin kutusundan Yırtılır Ambalajı pandora kutusundan fırlar gerrillaca kaplanlar Parçalar dölyollarında kürtajlanmış ceninleri uterus yokuşundan Soykırımda katlolur kılıçartığı atmıklar, arzuhalci şakırtsı italik yazar bunu İtalik yazılır Haczedilmiş o kuşlar gökkubbenin rahmine kürtajlarla serseri fırtınalar kopar, tinerci ciğerinde açılır argoyla sustalı bak; toplumezar kuşlarının intihar pençeleridir gözkapağında dosyalar küflenmiş dosyaların kiri; pragmatist bir iltihap şeklidir davalarda göğüskafesinde saltanat kurar façayla imparator yargıçlar dolar dehlizden koridorlar; taşlaşmış intiharın cesetli korosuyla engizisyon mahkemesi ağırcezada hükmü tebliğ eder kasıklarıma afrodizyak kaplanlar şehvetin kürsüsünde patlar mayınlarıyla açılır tahakküm eden hüküm ağır ceza mahkemesinde bir Açılır transparan sisleriyle kabuslardan örülmüş bu şiir Bukalemun bungunluk beyin kabuğundadır bütün psikopatların Kabuklar parçalanır afrodizyak irinler akar hormonlardan Dökülür jölelenmiş sıvılar haplanmış omurgasına aşkın Çünkü Haplanmış tekebbürün bulantıya tebliğidir şehvetim Anarşist hayvanatlar körüklenir kundağında yangının Metafizik yangın çıkar kundaklanmış mezhebinde cinlerin Aşk ki: küfürbaz cinlerin alevlerle gövdelenme biçimidir Bunu psikoterapi kabuslarında hangi psikiyatr bilebilir? Bu psikoterapi kabuslarında psikiyatrın bileceği şey değil repliğiyle açılır intiharlardan imalat melankolik hayvanlar avukatlar örgütlenir karakamu yokuşunda falçatalı intiharla kinin hırıltıya inişidir bulantılı ciğerlerden sümkürülen kanama kanamalı yaralar açar travmatik aşklar nasıl da metafizik? diyalektik vesveseler iner tekebbürden acizliğe kabuslarla mezarlık kuşlarının senfonik intiharıdır bütün soysuz şeytanlar bunları psikoterapi kabusunda hangi psikopat bilebilir?
OĞUZ ATEŞOĞLU
Kanlanmış mürekkebin kibre dağıldığını hangi cinnet bildirir?
DİZELERDE “ŞİİR VE ŞAİR” Her şey şiirdir ve bir gün belki İlk aşkım, ilk göz ağrım şiir Koynunda ona yazdığım mektuplar Bir yerlerden çıkıp geleceklerdir. ATAOL BEHRAMOĞLU Dokunabilir ve sessiz olmalı şiir Yuvarlak bir meyve gibi ARCHİBALD MACLEISH Şiir Günün en yorgun saatlerinde Gözlerindeki yangın gibidir. ANIL MERİÇELLİ
Günün güneşi şiir Gecenin ayı Hayatın şaire Düşen payı
Sayfa 71
İSMAİL UYAROĞLU
Dünyanın bir ucunda Bir damla kan dökülse Baba diye ağlasa bir çocuk Herkesten önce duyar ozan Acılara batar şiiri Çığlık akar dizelerinden”
ALİ YÜCE
Şiir bir tanıktır Yaşadığımız bir cinnet davasında Şiir afişlerin çerçevesidir, Görgü tanığı harflerin çizgisi. Dizeler ki çavlan Sesler sesler sözcükler Çıngırağın içindeki madendir şiir. Akar akar akarsu ÜLKÜ TAMER Sonunda bir suç Kalbinden çivilenir tahtaya Şair oraya varıyor Safranbolu kapısı sonra ışığa dönüyor şarkılarıyla Her şey oyma ve onları çevresine saçıyor Bir gelin şimdi girecek içeri GİUSEPPE UNGARETTI Suç ve Ceza CAN YÜCEL Eskiler doğa güzelliğine türkü söylerdi Irmaklar, kar, gül, bülbül,lale ve sis Bugün çelikten şiirler yazmalıyız biz Bir baskın nasıl yapılır şair de bilmeli HO CHİ MİNH
DERLEYEN: A.Z.ÇAMUR
Emeğin Sanatı 163. Sayı
YAŞAM VE SANATTA
1 AYIN İZDÜŞÜMÜ İLLEGAL TKP’NİN SON NEFERLERİNDEN RASİH NURİ İLERİ’Yİ SONSUZLUĞA UĞURLADIK… Türkiye komünist hareketinin önemli isimlerinden biri olan, Türkiye komünist hareketine ömrünü adayan Rasih Nuri İleri’yi 94 yaşında yıldızlara uğurladık. 1920 yılında babasının Mustafa Kemal’in özel temsilcisi olarak bulunduğu Cenevre’de doğdu. Tahsilini, Galatasaray, Haydarpaşa ve Fen Fakültesi’nde yaptı. 1939 yılında üniversitede militanlığa başladığı TKP’ye 1942’de Ferit Kalmuk tarafından kaydedildi. 1946’da Dr. Şefik Hüsnü’nün kurduğu TSEKP’nin yan kuruluşu olan sendikalarda çalıştı. Adana Sendikalar Birliği’ni kurdu. 1948’de Yedek Subay okulundan çavuş çıkartıldı. 1962’de TİP’e kaydoldu, 1. Kongre’de Merkez Komite üyesi oldu. Aralık 1967’de partiden ihraç edildi. 1968’de Milli Demokratik Devrim Derneği kurucusu ve Genel Sekreter Yardımcısı oldu. Mart 1970’de kurulan İstanbul İşçi Birliği Genel Başkanı oldu. 1973’de Haziran Hareketi gizli örgütü 1 numaralı sanığı olarak yargılandı, beraat etti. 1977’de İkinci TİP’e kaydoldu. Haziran 1990’da TBKP kurucusu ve Merkez Komitesi üyesi oldu. Ocak 1992’de Boz Mehmet ve Şahap Bakırsan’la Genel Merkez’in sağ sapması üzerine istifa etti. 1992’de SBP’ye girdi. Büyük Kongre’de MK’ya seçildi. Daha sonra BSP kurucusu ve MK üyesi oldu. Türkiye Komünist Partisi üyesi ve konferans delegesidir. 3 Kasım 2002 Genel Seçimlerinde TKP’den İstanbul adayı oldu. Marksizm ve Leninizm üzerine çok sayıda çeviri yapan, eser üreten Eserleri arasında Kurtuluş 1 Mayıs 1919-Şubat 1920, Atatürk ve Komünizm-Kurtuluş Savaşı Stratejisi, Kırklı Yıllar dörtlemesi (1944 TKP Davası, 1945 İGB Davası 1947 TKP Davası) isimli kitapların da bulunduğu 20’nin üzerinde eser ve birçok çeviri kitap üreten Rasih Nuri İleri’yi saygıyla anıyoruz.
Sayfa 73
KÜLTÜR İNSANI VE ŞAİR TALÂT SAİT HALMAN SONSUZLUĞA YÜRÜDÜ… 7 Temmuz 1931’de doğan Talat Sait Halman, Robert Kolej'in ardından, yüksek öğrenimini Columbia Üniversitesi Siyasal Bilgiler ve Ortadoğu Edebiyatları Bölümü'nde tamamladı. Columbia Üniversitesi'nde Türkçe okutmanlık, Birleşmiş Milletler Radyosu'na yazarlık ve spikerlik yaptı. ABD'nde Princeton-New Jersey Üniversitesi'nde Türk Dili ve Edebiyatı öğretim görevlisi olarak çalışırken Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Kültür Bakanı oldu. Bakanlığı kaldırılınca yeniden ABD'ye dönen Halman, yurt dışında öğretim üyeliği, kültür işleri büyükelçiliği, Birleşmiş Milletler'de daimî delege yardımcılığı, UNICEF Türkiye Milli Komitesi başkanlığı, UNESCO'nun Paris'teki genel merkezinde yönetim kurulu üyesi olarak Türkiye temsilciliği yaptı. Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü ve Türk Edebiyatı Merkezi'nin kurucu başkanı olan Halman halen Bilkent Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi Dekanı olarak çalışıyordu. Ülkesine Kültür Bakanı, Kültür İşleri Büyükelçisi, öğretim üyesi, şair, çevirmen, edebiyat tarihçisi, eleştirmen, köşe yazarı, kültür tarihçisi, konferansçı ve hatip olarak hizmet veren Talât Sait Halman, Uluslararası Şiir Komitesi ve Amerikan Şiir Akademisi üyesiydi. Columbia Üniversitesi'nin Thornton Wilder Armağanı, UNESCO Hizmet Madalyası, Boğaziçi Üniversitesi Onursal Doktora unvanı ve Rockefeller Vakfı'nın Beşerî Bilimler Bursu'nun yanında çeşitli yazın ödülleri aldı. Kraliçe Elizabeth tarafından "Knight Grand Cross, G.B.E., The Most Excellent Order of the British Empire" unvan ve nişanı verildi. Shakespeare'in tüm sonelerini manzum olarak çeviren Halman'ın şiir, çeviri ve yazıları Değişim, Dönem, Gösteri, Milliyet Gazetesi, Milliyet Sanat Dergisi, Şiir Sanatı, Türk Dili, Varlık, Yeditepe, Yeni Edebiyat, Yenilik dergilerinde yayımlandı. Yurt dışında eski ve çağdaş Türk Edebiyatı üzerine tanıtıcı yapıtlar verdi. Şiirleri ve yazıları birçok dile çevrildi. 5 Aralık 2014 günü kaybettik. Kültür evrenimizin başı, başımız sağ olsun 111 sayfalı BİN BİR (Özdeyiş Şiirleri) kitabından alınan aşağıdaki dizeler, onun aydın kişiliğini de ortaya koyuyor: —Zorbalar başta: bebekler doğuyor ak saçlı. —Zorba çağında korkular alkış olur. — Zorbalar ülkesinin yağmuru kan kırmızıdır. —Yönsüz yöneten, sönmeğe mahkûm. —Zorbanın kentinde ses yok, yankı vardır. —Zalimler ülkesinde susar gür sular bile.
Emeğin Sanatı 163. Sayı
—Zorbanın kentinde ses yok, yankı vardır. —Zorbanın ülkesi tek mevsime mahkûm: karakış. —Ürkütür zorbayı, bir kahkaha bir gülle kadar —Bir ulus kanmayagörsün, kanamaktır kaderi. —Ancak karakuşlar ötüşür zorba çağında. —Halklar siner, leşler ve kalleşler çökertir devleti. —Bir ozan yığınlara seslenir, canavar düdükleri susturur. —Sanat güzelleştirmezse tüm varlıklar yarındır. —Halk’a yazmazsa yazar, sadece bir canlı mezar. —Aydınların karanlığıdır halkı ağlatan.
BENCEKİTAP, TURGUT UYAR ŞİİR YARIŞMASININ BEŞİNCİSİNİ DÜZENLİYOR… Yarışmanın başvuru tarihi, 15 Aralık 2014 / 31 Mart 2015 tarihleri arasındadır. Bu tarihten sonra gelecek eser dosyaları kabul edilmeyecektir. Yarışmaya, kitap bütünlüğü taşıyan ve yayınlanmamış bir şiir dosyası ile yurt içinden ve yurt dışından herkes katılabilmektedir.Yarışma dosyalarında konu ve uzunluk serbesttir. Her yarışmacının eser dosyası, bilgisayarla 12 punto ve 1,5 satır aralığı ile yazılacak ve A4 boyutunda, 6 nüsha olarak gönderilecektir. Eserin üzerinde ve/veya herhangi bir sayfasında kimlik bilgileri yer almayacaktır. Bunun yerine, rumuz yazılacaktır. Yarışmacının adı, soyadı, telefonu (cep, ev, iş), adres ve e-mail bilgileri, kapalı bir zarf içinde gönderilecektir. Yarışmanın sonuçları 1 Haziran 2015 tarihinde ilan edilecektir. Yarışmaya katılan eserlerden dereceye giren ilk üç dosya, Bencekitap tarafından basılacaktır. Seçici Kurul’un yayımlanmaya değer bulduğu eserlerin ilk baskıları için yazara telif ücreti ödenmeyecektir. (daha sonraki baskılar için yazarla telif anlaşması yapılacaktır), ayrıca yarışmaya gönderilen hiçbir eser dosyası iade edilmeyecektir. Yarışmaya şiir dosyası ile katılanlar, eserin bütünüyle kendilerine ait olduğunu, dosyanın daha önce düzenlenmiş hiçbir yarışmaya gönderilmediğini, daha önce eser dosyalarına basılması içim hiçbir şekilde muvafakat vermediklerini, hiçbir kuruma kayıt ettirmediklerini ve Bencekitap tarafından düzenlenen 5. Turgut Uyar Şiir Ödülü şartnamesini aynen kabul ettiklerini belirten yazılı ve imzalı EK-1 belgeyi Bencekitap Genel Merkezi’ne göndermekle/vermekle yükümlüdürler. Başvuru ve EK - 1 Belgesi Bencekitap’ın internet adresinde bulunmaktadır.
Sayfa 75 Katılımcılar dosyalarını, en geç 31 Mart 2015 tarihine kadar, elden bırakarak ya da posta yoluyla, Ankara Bencekitap Yayınları ofisine ulaştırmalıdırlar. Postadaki gecikmeler dikkate alınmayacaktır. Yarışmaya gönderilen eserler yayınevimizde bir ön elemeye tabi tutulacak, bu şartnamenin herhangi bir maddesine aykırılığının tespit edilmesi durumunda, yarışma dışı bırakılacaktır.
ARJEN ARÎ ŞİİR YARIŞMASI İKİNCİ YILINDA Çağdaş Kürt şiirinin öncü ismi Arjen Arî anısına ilki geçtiğimiz yıl düzenlenen şiir yarışmasının bu yıl ikincisi yapılacak. Birinci yarışmada Selami Esen’in şiir dosyası birinci olmuş ve Evrensel Basım Yayın tarafından kitaplaştırılmıştı. Seçici Kurulun Berken Bereh, Lal Laleş, Ferhat Pîrbal, Beyar Bavî, Necla Akay’dan oluştuğu yarışmaya dosya kabul tarihileri 1 Aralık 2014- 31 Ocak 2015. Ödül töreni ise 23 Mayıs 2015’te Diyarbakır’da düzenlenecek. Ödülün her yıl yalnızca bir şaire verileceği yarışmada kazanan eser, yarışmayı düzenleyen kurumlarca telif hakları ödenerek ve yarışmayı düzenleyen kurumların logolarıyla birlikte Evrensel Basım Yayın tarafından kitaplaştırılacak ve çeşitli etkinliklerle okura sunulacak. Bu yılki yarışmaya dair Eğitim Sen Diyarbakır Şubesi’nde bir açıklama yapıldı. Açıklamaya Evrensel Basım Yayın, Kürt Yazarlar Derneği temsilcileri ve Arjen Arî’nin ailesi katıldı. Açıklamada konuşan Evrensel Basım Yayın temsilcisi Yazar Yusuf Karataş, yarışmayı devam ettirmenin önemine vurgu yaparak, “Ana dilde eğitimin hâlâ yasaklı olduğu, Kürt dili ve edebiyatı önündeki engellerin sürdüğü koşullarda bu yarışmanın devam ettirilmesi sadece yeni şairlerin yetişmesini sağlamak bakımından önem taşımıyor. Bu yarışma aynı zamanda Kürt sorununun eşit haklara dayalı demokratik çözümünün sağlanması mücadelesine dil ve edebiyat cephesinden verilmiş bir ses olarak da anlam taşıyor” dedi. Arjen Arî şiir yarışmasında bu yıldan itibaren yeni bir ödül verileceğini söyleyen Karataş, “Bu yıldan itibaren Kürt dili ve edebiyatının var olma mücadelesini desteklemiş, bu uğurda emek vermiş her milliyetten aydın ve sanatçılardan seçici kurul tarafından belirlenecek bir kişiye ‘Onur Ödülü’ verilecektir” dedi. Yarışmanın, Arjen Arî’nin yaşamı boyunca emek verdiği Kürt dili ve edebiyatına ve sanatın evrensel değerlerine sahip çıkmak amacıyla Arjen Arî’nin ailesi, Evrensel Basım Yayın, Lis Yayın, Ronahî Yayınları ve Kürt Yazarlar Derneği tarafından düzenleneceğini ifade eden Karataş, ödülün Kürtçenin Kurmancî lehçesi ile yazılmış eserlere verileceğini söyledi. (EVRENSEL)
Emeğin Sanatı 163. Sayı
ORHAN KEMAL ÖYKÜ YARIŞMASI SONUÇLARI AÇIKLANDI Orhan Kemal Öykü Yarışmasında, birincilik ödülü “Ara Nağme” adlı yapıtı ile Fuat Sevimay’ın oldu. Çukurova Edebiyatçılar Derneği’nin (ÇED), Adana Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle yedincisini düzenlediği yarışmanın seçici kurulu şu isimlerden oluşuyor: Alper Akçam, Zafer Doruk ve Vecdi Çıracıoğlu. “Gölgeler ve Yelkovan” ile İbrahim Karaoğlu ikinciliğe, “Yasak Kitap” ile Deniz Faruk Zeren ise üçüncülüğe seçildi. Özendirme ödülü, “Yaşanmış Yıllar” ile Yaşar Yıltan’a, seçici kurul özel ödülü ise “Hayattan Kareler” ile Çağla Şimşek’e verildi. Ödüller 12 Aralık’ta Adana Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonu’nda düzenlenecek törenle kazananlara verilecek.
15 KASIM CEZAEVİNDEKİ YAZARLAR GÜNÜ’NDE (TYS), (PEN) VE (TYB) ORTAK BASIN TOPLANTISI DÜZENLEDİ… Dünya Hapisteki Yazarlar Günü’nde ortak basın toplantısı düzenleyen PEN Türkiye, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Türkiye Yayıncılar Birliği, meslekleri yüzünden özgürlükleri ellerinden alınan yazarların sorunlarına dikkat çekildi. Uluslararası PEN’in Dünya Hapisteki Yazarlar Günü ilan ettiği 15 Kasım’da bu yıl da yazıları nedeniyle hapsedilen yazarlara kamuoyunun dikkatini çekmek amacıyla PEN Türkiye Merkezi, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Türkiye Yayıncılar Birliği’nin katılımıyla Birliğimizde ortak bir basın toplantısı düzenlendi. Toplantıda konuşan Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Metin Celâl, Uluslararası PEN’in bu yıl durumlarına dikkat çekerek destek talep ettiği yazarlar olan Paraguay’dan Nelson Aguilera, Kırgızistan’dan Azimjon Askarov, Kamerun’dan Dieudonné Enoh MEYOMESSE, İran’dan Mahvash SABET ve Çin’den Gao YU’nun hapsedilme gerekçeleri hakkında bilgi verdi.
Sayfa 77 Celâl Türkiye’de ve dünyanın çeşitli ülkelerinde yazarları baskı altına almak için, adaletsiz hükümlerin yanı sıra, hüküm giymeden uzun süreler hapiste yargılanmayı bekleme, yöneltilen suçlamayı öğrenememe gibi çeşitli dolaylı cezalandırma mekanizmalarının işlediğini belirtti. Celâl Türkiye’de hapis yatmakta olan yazarların çoğunun örgüt üyeliği suçlamasıyla içerde tutulduklarını ancak hiçbir terör eyleminde bulunduklarının iddia edilmediğini, sadece bazı eylemlerle keyfi şekilde ilişkilendirildiklerini anlattı. Celâl, “Son günlerde görüşülen makul şüphe yasası ve yeni geçirilen torba yasalar, internet üzerinden görüş belirtmekte büyük sıkıntı yaratacak ve yazarların hapse atılmasını kolaylaştıracak niteliktedir” dedi.
ŞAİR MELİSA GÜRPINAR HAYATINI KAYBETTİ Tiyatro Eleştirmenler Birliği ve Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi, şair, yazar Melisa Gürpınar, 24 Kasım 2014 günü sonsuzluğa yürüdü. Melisa Gürpınar, 1964 yılında İstanbul Belediyesi Konservatuarı Tiyatro bölümünden mezun olduktan sonra tiyatro öğrenimine 1965-1967 yılları arasında Londra’da devam etti. Aynı dönemde, BBC Türkçe Servisi’nde kültür programları yapan Gürpınar, amatör ve profesyonel birçok tiyatronun kurucu üyesi oldu. Ardından birçok yayında tiyatro eleştirmenliği yaptı. İlk şiir kitabı “Umut Pembeleri”, 1962 yılında yayımlandı, sonrasında “Yeni Bir Gün Şarkısı”, “Geceyarısı Notları”, “Ara Beni Sevgilim Sözcüklerin İçinde” ve “Yalnızlık Mevsimi” gibi pek çok şiir kitabı geldi. 1990’da yayımlanan “İstanbul’un Gözleri Mahmur” adlı şiirsel öyküleri, Halil Kocagöz Şiir Ödülü’nü aldı. 1993 yılında yayımlanan “Yeni Zaman Eski Hayat” adlı oyunu ise Avni Dilligil Ödülü’nü değer görüldü. Çocuk ve ilk gençlik kitapları yazdı. 2003 yılında “Ada Şiirleri” kitabıyla Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne değer bulunan Gürpınar, son olarak 2001 yılında “Gezintiler” adındaki dosyasıyla Yunus Nadi Şiir Ödülü’nün sahibi olmuştu. 1990’da yayımlanan İstanbul’un Gözleri Mahmur adlı şiirsel öyküleri, Halil Kocagöz Şiir Ödülü’nü aldı.[1] Bir İstanbul Üçlemesi olan bu çalışmanın ikinci parçası, Yeni Zaman Eski Hayat adlı bir oyun olarak 1993’te basıldı ve o yıl sahneye konulup oyun yazarlığı dalında Avni Dilligil Ödülü’nü aldı.[1] 1992’de Çocukluğum ve Ölümüm adlı şiir kitabıyla, Uçup Giden Kent adlı çocuk romanı yayımlandı. 1997’de Okul Arkadaşım adlı gençlik romanı ve 1998’de Salkımsöğütlerin Gölgesinde adlı düzyazı şiir kitabıyla, çocuklar için yazılmış Kitap Benim Kanadım
Emeğin Sanatı 163. Sayı adlı şiirsel bir anlatı kitabı yayımlandı. 1999’da, Her Harf Bir Melek adlı şiir kitabı yayımlanan şair, 2003 yılında Ada Şiirleri adlı kitabıyla Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Türkiye Yazarlar Sendikası ve PEN üyesiydi. 2011'de Yunus Nadi Ödüllerinin şiir dalında ödül kazanmıştı. Son kitabı 2014 yılında yayımlanan Güzel Acılar Ülkesi’ydi. bütün sayfaları uçtu hayatımın sonunda mürekkebimle sulandı ortanca saksıları bir de sözlüğü olacaktı aşkın sanırım eskiciye satıldı ya kentim
daha yeni doğmuştu acaba çingeneler mi çaldı ey ölüm ben çok aptalım arıyorum boş yere kendi küllerime gömdüğüm ışığı
AKP’DEN SANATA BİR DARBE DAHA: ANSAN’A TOMA’LI AKREPLİ SALDIRI Uzun yıllardır Antalya Kaleiçi’nde Antalya Sanatçılar Derneğine (ANSAN) tarafından yıllarca belediyeye kira ödeyerek kullandığı lokal ve bahçeyi tahliye işlemi için AKP’li belediye 1 Aralık 2014 sabahı polis ve zabıtayla birlikte geldi. Sanatçılar ANSAN’ı savununca polis TOMA ve akreplerle saldırıya geçti Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin kiracısı olan ANSAN’ In kullandığı çay bahçesi ve sanat galerisinin belediye tarafından boşaltılmasına karşı yürütmeyi durdurma davası açan sanatseverler, tahliye işlemi için gelen polis destekli belediye ekiplerine karşı direndi. Binanın boşaltılmasını isteyen AKP’li Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin kararının iptali için sanatseverler dava açmış, İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı verince de belediye karara itiraz etmişti. Üst mahkemeden iptal kararı alan AKP’li belediyenin ilk icraatı ANSAN’a tebligat yollayarak galeriyi 2 saat içerisinde boşaltmalarını istemek oldu. Bu tebligata karşı sanatçılar ve sanatseverler ANSAN’ı savunmaya geçti. ANSAN boşaltılmayınca da belediye polis
Sayfa 79 Ekipleriyle birlikte Kadın sanatçılar da dahil olmak üzere sanatçılar hırpalandı. O sırada sergi salonunda resimleri sergilenen Ressam Nalan Taşkent’in tabloları duvarlardan gelişigüzel indirilerek zabıtalarca gelişigüzel dışarı taşındı. Merkezi Paris’te, çalışma ofisi ise İstanbul’da bulunan UNESCO’ya bağlı Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği Türkiye Şubesi (AICA TR), Antalya Büyükşehir Belediyesi’nde Antalya Sanatçılar Derneği’nce (ANSAN) kullanılan, tarihi Kaleiçi girişindeki çay bahçesi ve sergi salonunun, 1 Aralık 2014'te önce zabıta, ardından polis ve zırhlı araç zoruyla tahliye edilmesini ve bu sırada gerek yurttaşlara, gerekse sanatçı ve yapıtlara yönelik uygulanmış sözlü ve fiziksel şiddet girişimini, yaptığı bir basın açıklamasıyla kınadığını bildirdi Bildiride, “ANSAN üyesi fikir ve sanat emekçilerine karşı gerçekleştirilen bu şiddetli müdahale Avrupa Birliği kriterleri, küresel çapta ifade özgürlüğü, Evrensel İnsan Hakları ve “muasır medeniyet” ölçülerini kendisine temel ve hedef edinen bir ülke idaresinde kabul edilemez. İnsani ve demokratik değerlerin aksine, son yıllarda sanatçılara ve sanat etkinliklerine karşı ötekileştirici ve şiddet içeren müdahalelerin sayısında gözlenen artışın birikimiyle, ANSAN a yapılan saldırı hiçbir makul gerekçe kılıf gösterilerek, meşrulaştırılamaz. AICA Türkiye olarak, Türkiye’de sanat ve yaşamın değerinin korunduğu, ifade özgürlüğünün ve demokratik gösteri hakkının kullanılmasının gereğince işlerliğinin sağlanmasını ivedi olarak talep etmekteyiz. AICA olarak bu “şiddet kullanılan” müdahaleyi kınıyoruz.” Denildi.
DÜNYA BARIŞ TUTSAKLARI GÜNÜ VE İNSAN HAKLARI GÜNÜ‘NÜ ACILAR, BASKILAR ,ZULÜMLER İÇİNDE KUTLUYORUZ 01 Aralık Dünya Barış Tutsakları Günü ile birlikte ülkemizde ve dünyanın bir çok yerinde izi silinmeye çalışılan 10 Aralık Uluslararası İnsan Hakları Gününü kutluyoruz… Vicdanî ret hakkını kullanmak isteyen, bu nedenle işkencelerden ve zindanlardan geçen barış tutsaklarını da selamlıyoruz…
Emeğin Sanatı 163. Sayı
Aralık, Uluslararası İnsan Hakları Günü kutlanmaya başlayalı 64 yıl oldu. Ancak her 10 Aralık, dünya genelinde yaşanan insan hakları ihlallerinin gölge-sinde kalıyor... Gün geçmiyor ki, ülkenin ve dünyanın bir yanından insanlık hakkı ihlalleri gelmesin. İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin 10 Aralık 1948‘de, BM‘de kabulünden bugüne dek geçen sürede ise yaşanılan savaşlarda yaklaşık 18 milyon insan yaşamını yitirdi. Özellikle kadınlar ve çocuklar insan hakları ihlallerinin mağdurları oldular. Hâlâ savaşlar, baskı, işkence, zulüm kol gez-mektedir. İnsan hakları barış, demokrasi, özgürlük ve insanca yaşam hakkı söylemleri altında her geçen gün daha da derinleştirilerek ihlal edil-mektedir. Dünyamızı yöneten emperyalist-kapitalist sistemin egemenliği altındaki milyarlarca insan barınma, beslenme, eğitim gibi temel insan haklarından yoksun yaşamaktadır. Sömürüye, bas-kıya, işkenceye, şiddete, sürgüne, savaşa, karşı; ekmek, su, özgürlük, barış, eğitim, barınma, beslenme.... Kısaca insanca yaşamın tesisi için insan hakları mücadelesi kazanılması önemli bir mücadele olarak önümüzde durmaktadır.
gereken
19 ARALIK KATLİAMI UNUTULMADI, UNUTULMAYACAK! On bir yıl önce 19 Aralık 2000’de en vahşi hapishane katliamlarından biri yaşandı. Katliamın hemen ertesinde bu dört yıllık zaman diliminde hapishanelerde, tecrit ve izolasyona karşı direnişlerde, ölüm oruçlarında 117 devrimci yaşamını yitirdi, yüzlercesi sakat kaldı. Ama devrimcilerin savaşım azmini kıramadı bu katliam... Onur ve siyasi kimlik mücadelesinde son derece zengin bir savaşım geleneğine sahip olan devrimciler bu saldırıya karşı da ölümüne direndiler. 100’ü aşkın şehit, yüzlerce sakat verildi bu uğurda. Binlerce tutsak F tipi cezaevlerinde ölüm hücrelerine kapatıldı ama yine de teslim alamadılar devrimci iradeyi. Direniş bugün farklı biçimlerde de olsa sürüyor, sürecek de. 19 Aralık 2000... Bu tarihi zihnimize iyi belletmemiz gerekir... Bu tarih nasıl bir zamanın üzerine kıvranıp uyuduğumuzun çıplak gerçekliğidir. Bu tarih tek bir zaman kesitinden geçmişimizin bize adeta ispatıdır... Bu tarih bu coğrafyada yaşayanların miladıdır.. Bu tarih koyaklarımıza ölüm rüzgârlarını savuranların pervasızlıklarının resmidir. Bu tarih yaşadıkça öğretecek olan bilge bir andır.....
Sayfa 81 19 Aralık 2000, bu ülkede an gelince adaletimizden, güvenliğimizden, haber alma özgürlüğümüzden sorumlu bulunanların yekvücut olarak, koro halinde yalanlarıyla bizi karşıtları olarak dışarı atabileceklerinin tarihidir. 19 aralık 2000, tarihi devlet şefkati ile karşılaşmamızın ürkütücü kesişmesidir.. 19 aralık 2000 tarihi, belleğimizin zaman ayracında soluyarak her an kendini bize hatırlatan vicdanımızdır.... 19 Aralık 2000 tarihi, zihnimizin sokaklarını kan ile yıkayanların cellat takvimidir. 19 aralık 2000 tarihi içimizin şiarıdır: ''Unutma, unutturma!''....
34. YILINDA MARAŞ KATLİAMINI UNUTMADIK, UNUTTURMAYACAĞIZ Yakın tarihimizin en acımasız, insanlık adına en utanç verici kitlesel katliamı olan Maraş Katliamı’nın üzerinden 34 yıl geçti. Katliamda, resmi rakamlara göre 114 insan katledilmiş, 1000’nin üzerinde kişi yaralanmış, 552 ev, 289 işyeri yakılıp tahrip edilmişti. Katliamdan sonra Alevilerin yüzde sekseni kenti terk etmişti. Maraş Katliamı neydi? Katliamdan bir hafta önce görevli olduklarını söyleyen bir takım kişiler, bir tür nüfus sayımı yaptıklarını söyleyerekten konutları dolaşıp evde kaç kişinin oturduğunu tespit edip, kapıları kırmızı boyayla işaretlediler. 19 Aralık günü Çiçek Sinemasında, ÜGD tarafından getirilen filmin gösterimi sırasında patlama olur. 20 Aralıkta Alevilerin kahvesi bombalanır. Polis olaya el koyar, bombalamaların ülkücüler tarafından yapıldığı ortaya çıkarılır. Yine ifadeler sonucu İstasyon Caddesi üzerindeki bir caminin avlusunda gömülmüş, patlamaya hazır beş adet dinamit de ortaya çıkarılır. Tutuklananlar arasında MHP milletvekilinin oğlu da vardır. Gelişmelerden kaygı duyan halk, sol Partiler ve demokratik kitle örgütlerinin temsilcileri aynı gün valiye, emniyet müdürüne ve jandarma alay komutanına endişelerini belirtip, önlem alınmasını isterler. Alınan cevap; “Devlet güçlüdür, önlemler alınmıştır. Vatandaşlar emin olsunlar” olmuştur.
Emeğin Sanatı 163. Sayı 1 Aralıkta iki TÖB-DER’li öğretmen öldürülür. Cenazelerin kaldırılması sivil faşistlerce engellenir. Alevilere ait işyerleri tahrip edilir. 22 Aralık günü üç insan daha öldürülür, aynı gün sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Polis, can güvenliğini gerekçe göstererek kenti terk eder. Çevre illerden gelen sivil faşistlerce tam bir katliama girişilir. Alevilerin yoğun yaşadığı mahallelere saldırılar yapılır. Sonuç; insanlık adına utanç vericidir. Tablo; Maraş’ta devletin gözü önünde insanlık suçu işlenmiştir. Devlete güvenmek hatasına düşenlerin cesetleri sokaklarda kokuşuyordur. İnsanlar yaralı, aç ve sefil durumda kalmışlardır. Maraş’ta olan bir iç savaş değildir, bir katliamdır. Bu, Alevi-Sünni çatışması da değildir. Bu planlı ve örgütlü bir faşist saldırıdır. Çevre illerden Maraş’a getirilen katil çetelerine belli hedefler gösterilerek, her şeyi hesaplanan bir planla yürürlüğe konan faşist bir eylemdir. Kin ekip, kan çiçeği büyütenlerin, “Milli direnme hakkı doğmuştur” diye bildiri dağıtanların eseridir. Maraş Katliamı, “Müslüman Türkiye, Milliyetçi Türkiye, Allah İçin Cihad Başına” sloganlarıyla kadın demeden, çocuk demeden katliam yapanların, “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirte-mezseniz” diyenlerin ve bundan destek görenlerin eseridir. Maraş Katliamını yaratan zihniyet ve destekleyicileri bugün de iş başındadır. O gün “devlete yardımcı güçler” olarak desteklenenler, bugün de “duyarlı vatandaş” olarak sahnededirler. Yine katliamlarına ve linç girişimlerine devam etmektedirler. Maraş Katliamı ve sonrasında yaşanılan katliamları unutmadığımızı ve unutturmayacağımızı belirtmek istiyoruz. Maraş Katliamının 34. Yılında yaşamını yitiren canlarımızı saygıyla anıyor, katilleri, koruyucularını ve onları yönlendiren insanlık dışı gerici faşist ideolojilerini nefretle kınıyoruz. İşte o yıllarda yayınlanan Genç İşçi Dergisi'nde düşen acıyı yansıtan bir şiir: (Bu şiir, derginin sıkıyönetim tarafından kapatılma nedeni de olmuştu.)
Sayfa 83
EMEKÇİLERİN VE EZİLENLERİN ŞAİRİ SELMA AĞABEYOĞLU'NU UNUTMAYACAĞIZ! Yaşamında ve şiirle-rinde, emekçilerden, e-zilenlerden taraf olan, adayan şairyaşamını şiire ve yoksul anadolu insanının öz-gürleşmesine , yazar Selma Ağa-beyoğlu 18 Aralık 2009’ da en üretken yaşta ayrıldı aramızdan. Evrensel gazetesinde uzun bir dönem köşe yazarlığı yapan Ağabeyoğlu, sanata olan ilgisini toplumsal duruşuyla birleştirmiş bir şairdi. Ankaralı Aydın ve Sanatçılar Girişimi`nin bir üyesi olarak F Tipi Cezaevleri`ne, işkenceye karşı da demokrasi mücadelesinin ön saflarında yer alan Ağabeyoğlu, Şiirlerinde kadın ve anne duyarlığını öne çıkararak, toplum sorunlarına olan ilgisini de kendine özgü duyarlılığıyla eserlerinden eksik etmedi. Haksızlıklara isyan edişi ve sorgulamasına tanık olunan şiirlerinde, Ağabeyoğlu, değişmesini arzuladığı dünya için yazdı şiirlerini. 1994`te yayınlanan ilk şiir kitabı “İnsanı Ararken Ağlayacaksın”la, Salih Bilgin Şiir Yarışması`nda ve 1999`da Yeni Gün (Almanya) gazetesi yarışmalarında ikincilik ödülünü aldı. 1996`da ikinci şiir kitabı “Bütün Fotoğraflarım Siyah Çıkıyor”u okura sunan Ağabeyoğlu, üçüncü şiir kitabı “Gecikmiş Bir Çocuk”(2000) ile Türk Tabipler Birliği Behçet Aysan Şiir Yarışması`nda `Övgüye Değer Şiir` ödülünü aldı. Aynı kitapla 2003`te Karşıyaka Belediyesi Homeros Şiir Yarışması`nda Jüri Özel Ödülü`nü de aldı. “Ömrüm Yeni Baştan”(2003) ve “Beni Senden Sorarlar”(2007) isimli iki şiir kitabını da yayınlayan Ağabeyoğlu, Evrensel Gazetesinde yayınlanmış köşe yazılarından oluşan “Hep Aklımda Kaldı” isimli denemesini ise 2004`te okuyuculara sundu. Şiir anlayışını şu sözlerle vurguluyordu: “Şiirimi inceliklerle, imgelerle kurarken estetik kaygılarımdan ödünsüz yazmaya çalışırken, onu besleyen kaynaklara gözlerimi kapatıp, kulaklarımı tıkarsam namuslu ve onurlu bir yazar olmanın vicdani hesaplaşmasında başımı yere eğmek istemiyorum gibi ahlak penceresinden de bakmam çok doğaldır...” Sennur Sezer, ardından, onun için şu sözleri yazıyordu: "Selma Ağabeyoğlu bir şairdi. Bir yaprağın zamansız düşüşünü bile duyan, bunu dizelerine yansıtan bir şair. Çağının tanığı olmayı aksatmayan bir bilinç işçisi. Şiirleri yanında yazılarıyla da tanıklık etmeye çalışan bir kadın yazar. Selma, kadınlığın bilincinde bir insandı. Ülkemizde kadın olmanın zorluklarını da sorum-luluklarını da yansıtan bir yazar. Kadın olmanın alçakgönüllülüğünü de görürsünüz dizelerinde, tutkularını, kırılganlığını, başkaldırısını da. "
Emeğin Sanatı 163. Sayı
“Ey hayat akıl gözünde bir çift güvercin besledim gönül kapısında ezildi gitti güller ey hayat! ben seni böyle bilmedim... nöbetteyim anne. bekliyorum dertleri gözümün bebeğinde umut seyrimesi o gece ışık bitti. düşte ağladımdı sanki kan uykularına yattımdı hani kızıla boyanır ya toprak toprak diyorum... isyana duruyordu İman ölüyordu... İman ölüyor... İman...
sonra saçlarını döktü ay taze çimen kokulu o yere ah! çocuk gözlerine baktıkça tenhayım yakıyor kalbimi şiddeti zulmün acıyı süzüyorum ömürden. gözyaşım düşüyor bir kız çocuğunun defterindeki kan izine sonra çiçeğe duruyor her sayfa... o kız çocuğu, bebeğim benim bir gül damlası dudağında... çığ düştü yaprağa, kırıldı dal yüreğimde çocuklar ağlıyor anne anne bana umut al...“
SELMA AĞABEYOĞLU
SOSYALİST SİYASAL EYLEMCİ VE ŞAİR SERVET ZİYA ÇORAKLI KAVGAMIZDA YAŞAMAYA DEVAM EDİYOR! 12 Eylül öncesi Sinematek başkanlığını yapan, 12 Eylül sonrası Almanya’da sürgün yaşamı süren Şair Servet Ziya Çoraklı, 60 yaşında, 29 Aralık’ta Hamburg’da aramızdan ayrılmıştı. 1 Şubat 1946 Ağrı doğumlu olan Çoraklı, İlk sürgünlüğünü daha lise yıllarında yaşadı. Ağrı Lisesi’nden Trabzon Lisesi’ne komünistlik yaptığı gerekçesiyle sürgüne gönderildi. Dev-Genç, TKP-B hareketlerinde yer aldı. 12 Eylül cunta döneminde ağır işkencelere maruz kaldı. 1981’de yurt dışına çıktı. 1985’te tekrar döndü. Mücadeleye atıldı. O zaman basında çok meşhur olan Türk-İş İzmir mitinginde işçilere şekerli bildiri eyleminin içinde yer aldı. Bu mücadele dönemi bir operasyonda yakalanmasıyla sona erdi. Mücadeleyi işkencede, zindanda sürdürdü. Zindan yılları biter bitmez devrimci mücadeleye devam etti. Parti kongresi nedeniyle yeniden yurtdışına çıkan Servet Ziya için bu ikinci mültecilik dönemi oldu. Bu defa Hamburg’a yerleşti. Son nefesini verene kadar da orada yaşadı. Hem şiirlerine hem de devrimci mücadelesine orada devam etti. Barış için sanat girişimi imzacılarındandı. Bir yoldaşı onu tanımlarken, “O gerçek bir komünistti” dedi. “İşçilerle işçi, Kürtlerle Kürt, Ermenilerle Ermeni, kadınlarla kadın, Alevilerle Alevi idi. Yani bütün ezilenlerle birlikte olmak, onların mücadelesinde yer almak onun göreviydi.”
Sayfa 85 Bu mücadele içinde onu ve eşini en çok yaralayan herhalde biricik kızları UMUT’un amansız hastalığı oldu. Tam da bunun üstüne 12 Eylül faşizmi gelince hem kaçaklık hem parasızlıkla boğuşa boğuşa Servet Ziya kızı UMUT’u kaybetti. Ama devrime ve devrimci mücadeleye olan UMUT’u hiç azalmadı. 1981 sonlarında iyice bastıran polis operasyonlarından sonra örgüt kararıyla sürgün dönemi başladı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Hatay’dan sınırı yürüyerek geçip Şam’a ulaştılar. Oradan da bir yıl sonra Berlin’e... Açlık ve yokluklar içinde sürgün macerası başladı. Yoldaşlarının ve devrimci çevrelerdeki emekçilerin sahiplenmesiyle mücadeleyi sürdürdü. Çevresinde “Servet Hoca” olarak tanınan Çoraklı, zaman zaman çeşitli dergi ve gazetelere makaleler yazdı. Sosyalistlerin hak mücadelesi ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin birçok etkinliğinde yer alan Çoraklı, ‘Düşler-Trâume’ adlı Türkçe ve Almanca şiir kitabının önsözünde şunları yazmıştı: “İnsanlık çok şeyler borçlu düşçülere/düşlere... Düşçüler düşleriyle yeninin yenisini aramasaydı, insanlık belki de var olanla yetinip karınca adımlarla yollar katedecekti... Genel olarak sanat, özel olarak şiirin kısaca tanımını yapmak kolaycılığına düşmeden sanatın başeğmez çocuğu şiirin önemli yanlarından olan; daima muhalefette kalışını, gerçeğin gerçeğini, yeninin yenisini aramasını, var olanla barışık olmaması yanlarının altını çizmek gerek diye düşünüyorum. Bu bağlamda şiir asidir, kalıpları reddeder, resmi olanla sürekli kavgalıdır.” Servet Ziya Çoraklı, son konuşmalarından birinde, bize şu sözleriyle yol gösteriyordu: “Yoldaşlar, faşistlerin işkence merkezlerinde direnmek yetmiyor, namuslu olmak gerekir. Ezilen halkların yanında olmak, hayatın her alanında direnişler örgütlemek gerekir. Biz aydınız. Faşistlere boyun eğmek bize yakışmaz. Bizim tarihsel görevlerimiz vardır. Aydın demek, halkının öncüsü, yol göstericisi demektir. Kürt aydınları bunu başardı. Türk aydınlarının da başarmasını istiyoruz…..Gün ülkesini sevenlerin ülkesinin özgürlüğünü, halkların özgürlüğünü savunma günüdür. Gün faşizmin ülkemizdeki kalelerini yıkma günüdür.” Anılarını kavgamızda yaşatacağız.
Emeğin Sanatı 163. Sayı
EDEBİYATIMIZIN TAŞRADAN SES VEREN ÇALIŞKAN EMEKÇİSİ: SUNULLAH ARISOY 1925 yılında İstanbul Şile’de doğdu, 18 Aralık 1989’da yaşamını yitirdi. Bir süre İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenim gördü. Eğitimini yarıda bıraktı. Memurluk yaptı. Ankara'da bir banka-da, Bilgi Yayınevi ile Türk Tarih Kurumu Basımevi'nde çalıştı. Varlık dergisinde 1950’li yılların sonunda yayınlanan şiirleriyle adını duyurdu. Önce Garip akımı ve İkinci Yeni etkisinde şiirler yazdı. Şiirlerinde halk şiiri özelliklerinden ve temalarından da yararlandı. 1960 sonrası kısa kurgulu, karamsar içerikli toplumsal gerçekçi çizgide bir şiire yöneldi. Biçim arayışlarına girdi, divan edebiyatına özgü gazel tarzında şiirler denedi. Son döneminde Özdemir Asaf'ta olduğu gibi kısa, zekice söylenmiş, keskin sözcüklerle özlü anlatıma dayalı şiirler yazdı. Roman ve uzun anlatı türünde eserleriyle, şiir ve mizah antolojileri de var. Varlık dergisinde 1950’li yılların sonunda yayınlanan şiirleriyle adını duyurdu. Önce Garip akımı ve İkinci Yeni etkisinde şiirler yazdı. Şiirlerinde halk şiiri özelliklerinden ve temalarından da yararlandı. TTK ve TDK'da çalıştı. 1960 sonrası kısa kurgulu, karamsar içerikli toplumsal gerçekçi çizgide bir şiire yöneldi. Biçim arayışlarına girdi, divan edebiyatına özgü gazel tarzında şiirler denedi. Son döneminde Özdemir Asaf'ta olduğu gibi kısa, zekice söylenmiş, keskin sözcüklerle özlü anlatıma dayalı şiirler yazdı.Kişiliği hakkında Burhan Günel şunları yazmaktadır. "M. Sunullah Arısoy’u anımsıyorum. Dingin görünüşlü bir beyefendi. Az konuşan. Konuşunca dinlemeden edilemeyen. Gözlük camlarının ardındaki gözleri uzaklara, derinlere, kimi zaman uzun uzun kendi içine bakan. Biraz mesafeli duran ama tanıdıkça açılan, pencerelerini aralayan bir kimlik... Arı dil savaşımcısı. Özgürlükçü. Toplumcu. İçten ve hesapsız. İnsana saygılı, insancıl. Sonuna kadar yurtsever.." Burhan Günel aynı yazısından Sunullah Arısoy'u şu şekilde betimlemeye devam eder: "İlk basımı 1958’de yapılmış olan “Karapürçek” adlı romanında şunları söyler: ‘Bu kasabanın uyanışını her zaman sevmişimdir. Leblebiciler dükkânlarını açtılar mıydı, mesele yoktu. Kasaba uyanmış demekti. Kav-rulmuş nohut kokusu, bir çalkantı sesi çarşı içine doğru yayılırdı. Nalbantlar, demirciler... Sonra okul çocukları... Çocukların sabahları okula gidişlerini seyrederken, ama her zaman, içim titrer benim. Nasıl yaşama sevinci dolu, bir ses çığlığıdır çıkardıkları... Nasıl koşuşurlar, gülüşürler... Kasvetsiz yaşamanın ta kendisi!’ Bunlar, günümüzün küreselci, postmodernist edebiyat anlayışında basit, gereksiz, anlatılmaya değmez, sıradan, giderek ayıp şeyler!
Sayfa 87 Çünkü günümüzdeki renkli medyanın ve çirkinliğin görüntülü kanallarının arsızlıkla öne çıkardığı yaşam tarzı ve anlayışı Arısoy’un önemsediği ilişkileri ve insan sevgisini, yaşama sevincini çoktan tüketti; bunların üzerine kanlı, çamurlu, kirli süngerini çekti. Şimdi insani ve doğal güzelliklerden ve toplumsal gerçeklerden kaçış zamanı. Şimdi arabesk, şimdi dünya vatandaşlığı, yurtsuzluk, kimliksizlik, ilkesizlik, onursuzluk, paraya ve güce tapınma ve daha bin türlü yozluk geçerli.”
OZANCA Kimi acıları ozan Kendi yaratır Oturur bir güzel çoğaltır Çoğaltan ozansa Tartışmasız O doğrudur M. SUNULLAH ARISOY
İNSANÎ GERÇEKÇİLİĞİN İNCE ŞAİRİ BEHÇET NECATİGİL’İ ANIYORUZ! Burjuva edebiyatçılarca “küçük duyarlıkların şairi” olarak nitelenen, ama evinin penceresinden dünyaya açılan yüreğinde insanî gerçekleri de yansıtmaktan çekinmeyen şair Behçet Necatigil 13 Aralık 1979’da geride kendi şiir-düz yazı çevirilerden oluşan altmış üç yapıt bırakarak aramızdan ayrılmıştı. İlk şiiri, lise öğrencisi olduğu yıllarda Varlık dergisinde çıktı. O tarihten, ölümüne kadar hep şiirinin ve edebiyatının içinde oldu. Şiirlerinde evler, aile, çevre, aşklar, bunalım-
lar, hastalıklar, yalnızlıklar ve ölüm onun kendine has anlatımı ile çok defa kısa mısralar haline gelir. Eski ve yeni kelimeleri ustaca şiirine yerleştirir. Sağlam ve tutarlı bir şiir dünyası vardır. Döneminin garip ve sosyalist gerçekçi ve daha sonra 2. Yeni şiir akımlarına rağmen daha çok bağımsız bir söyleyiş özelliği gösterdi.Behçet Necatigil'in şiir evreni daha derli toplu, daha somut, ama şiirsel derinliği daha az değil. O, titiz bir dize kurma ustasıdır, böylece de, en uç modernliğine ve özgünlüğüne karşın, Necati'den Şeyh Galib'e büyük divan şairlerini muhteşem dize sanatlarında derin kök salmıştır. Bu bağlılığını göstermek için, Gönül olan soyadını, Necati soyundan anlamına gelen Necatigil olarak değiştirmiştir. Onun şiiri, inceltilmiş dize sanatıyla uyum halinde, sıradan insanın yaşamındaki sözde küçük, her gün yeniden karşılaşılan, dolayısıyla önemli sayılması gereken tasaları ve aykırılıkları kavrar: "Bir yanı var ömrümüzün kırık / Farlar büyültür gecede".Onun yapıtı bir divan oluşturur, ama saray yaşamının ve saraylıların hayal dünyasının değil, milyonluk kent İstanbul'daki semt insanlarının yaşamını, duyarlıklarını modern ve tarihsel çizgide ortaya koyar.
Emeğin Sanatı 163. Sayı Necatigil şiirini bilinçli olarak geliştirmeyi, onu öykünülmesi güç, öykünülünce sırıtan, kendine özgü bir şiir dili haline getirmeyi bildi. Şiirin araç ve gerecinin dil ve sözcükler olduğunu çok iyi bilen bir şair olarak Necatigil, baştaki yalınlığın, sadeliğin bir amaç değil, ancak gerçek şiire varma yollarından biri olduğunu da göstermiş oldu böylece. Nitekim çok sonraları, 1973'te, "Yalın şiir, bilgiden yoksun şiir, tek yönlü şiirdir. Oysa şiir, kesin bir açıklama, bir bildiri değildir; şaşmaz doğru, doğrultu değildir, tek yön değildir. Dilediğimiz yollara, yolculuklara açık, çeşitli yönlerdir, türlü doğrultulardır" diyerek "yalın" sözcüğünün başlangıçtaki dar algıla-nışına karşı çıkacaktır.Behçet Necatigil şiirlerinde, bir insanın ilgilenmesi lazım gelen sorunlardan bu sorunlar içinde hayat mücadelesi veren insanlardan bahseder. Harp olmuş, nice insanlar ölmüş, niceleri evsiz-barksız, anasızbabasız kalmıştır. Bir küfeci bile harpten, harbin getirdiği sefaletten bahsettiği halde, bir şair bundan niçin bahsetmesin? Behçet'in denizaltı şiirinden bir parça: “Harp patladı, nüfus azaldı,/Çehreler ufaldı./Toprağın üstü kan içinde / yüzdü./ Ölüleri yerleştirmekte / Aciz gökyüzü.” Ve şair, bu vahşet karşısında "İnsanlık sevgisi lafta kaldı" demekten kendini alamaz.. O, kendi zamanını, beraber yaşadığı, her gün görüp tanıdığı insanları, onların dertlerini, sevinçlerini, küçük ve temiz hayallerini veriyor şiirlerinde. Onun şiirlerinde kendimizi, haklı buluyoruz. Gerçi şiirde bir kişi konuşur; fakat bu konuşan, geniş bir insan kütlesinin dertlerini, sevinçlerini kendi kalbinde duymuş, bu geniş insan kütlesinin sözcüsü olmuştur. Fertçi gözüken bu şiirlerin böyle bir sosyal karakteri vardır. Behçet Necatigil'in şiirlerinde çok tabiî, rahat bir söyleyiş vardır. O hakikaten söyleyecek sözü olduğu için şiir söyler. Bundan dolayı şiirlerinde hiçbir zorakilik, kendini sıkma yoktur. Behçet Necatigil'in de her şiirinde konuşma dilinin ifade zenginliğinden gayet ustalıkla faydalandığını görüyoruz. Behçet Necatigil, şiire bakışını şu sözlerle somutlar: "Şiir bilgi mi? Kuramsal bilgilerle mi yazılır şiir? Yoo, hayır, küçültür şiiri bu! Bilgiyi, bildiriyi öne alarak, standart maddelerle şiir yazanlar da olur. Ama şiir bir yaşantıdır; bize el koymuş, içimize taş gibi koymuş olayları, olguları kalıplara, biçimlere dökmek işidir..... Şiir, kesin bir açıklama, bir bildiri değildir; şaşmaz doğru, doğrultu değildir, tek yön değildir. Dilediğimiz yollara, yolculuklara açık, çeşitli yönlerdir, türlü doğrultulardır. Ben, düşündürücü yanlarını çoğaltmış, yatırım ve çabaları çokça, çokgen bir şiirden yanayım. Şiiri ağırlaştırıp, atraksiyonlara, süslere yatırıp, özü havasızlıktan boğmak değildir bu. “ İşte kendi üslûbu içinde Behçet Necatigil’den bir kapitalizm eleştirisi: RİNG Bir kişi ringde Boğuşur yokken karşıda kimse. Bizi hep erdemlere ittiler Döktüler tarlamıza mayın. Kaçırdılar yangında mal kaçak Yıkılan dünyalar bizcileyin
O neydi cepleri Ben ben diye diye paralar Cıvıl cıvıl caddelerinden biri Kentin, Bankalar.
Sayfa 89 Geçti, Gece: Ger bu saat bu caddelerde olsalar Issız ve karanlık... görüp görecekleri. İttilerdi, indi gece, el ayak çekildi Ve onlar vardılar... Hangi yoldan anlatsam ki? Bir kişi ringde Boğuşur yokken, karşıda kimse. BEHÇET NECATİGİL
EMEĞİN VE DİRENCİN ŞAİRİ ŞÜKRAN KURDAKUL'U HİÇ UNUTMADIK UNUTMAYACAĞIZ!.. Şükran Kurdakul için ilk söylenecek şey, onun bir “kararlılık ve direnç anıtı” olduğudur. Yaşamıyla ve yüreğiyle direnen bir anıt... Düşünceleri doğrul-tusunda yaşayan, düşüncelerinden ödün vermeyen, düşüncelerinin eyleme ve yaşama geçirilmesi için örgütlü savaşımlarla dolu bir anıt… O, acıyla, dirençle, sevgiyle, coşkuyla ve bilinçle yükselen bir anıttır. O’nu tanımak için, genç yazarların, şairlerin örnek alması gereken yaşamından yola çıkmak en doğru yoldur. Şükran Kurdakul, devrimci, sınıf bilincini yaşamı ve yapıtlarıyla içselleştiren bir insandı. Bu şairliği, öykücülüğü, edebiyat tarihçiliği ağır basan bir yaşam ustasının kimliğine baktığımızda gördüğümüz şunlardır: 1927 doğumlu Şükran Kurdakul, “Kırk Karanlığı” içinde, “Fedailer Manga-sı”nın bir genç savaşçısı olarak henüz 19 yaşındayken (1946’da) TCK’nın ünlü 142. mad-desinden tutuklanır. Şükran Kurdakul’un bu tutuklanması belki de yarım yüzyıllık bir onur ve direnmenin habercisidir. Bir yıl sonra tahliye edilir ve öğrencisi olduğu İzmir Karşıyaka Lisesi’nden Bakanlık kararıyla çıkarılır. Genç Kurdakul’un “Mahpushane saksılarındaki baharı benden sor” dediği bu günlerden sonra yaşamındaki zorluklar başlar. Zorlukla ve zorbalıkla savaştır bu aynı zamanda. 1948’den 1950’ye kadar Maraş “sürgün alayı”nda askerdir. 1953’te 141. maddeden yargılanır ve 1955’e kadar Harbiye cezaevinde tutuklu kalır: “Acıların sütüyle büyüttüğü umutlar/Mahpushane avlularında boy verir...” der, 1956’da aklanır.
Emeğin Sanatı 163. Sayı Şükran Kurdakul’un yaşamını anlamada bu özetleme yetmez elbette. Bir başka açıdan baktığımızda onun örgütçülüğünü görürüz. Onun örgütçü bir edebiyat adamı olarak tanınmasının başlangıcı 1964’te “Türkiye İşçi Partisi” (TİP) üyeliğiyledir. İki yıl sonra partinin Balıkesir il başkanlığına ve Genel Yönetim Kurulu yedek üyeliğine, ardından da 1967’de Merkez Yürütme üyeliğine seçilir. Örgütçülüğünü edebiyat örgütlerinde sürdürür ve 1964’te “Türk Edebiyatçılar Birliği” Genel Sekreterliği’ne seçilir. 1976’dan sonra, “Türkiye Yazarlar Sendikası” (TYS) ikinci başkanıdır ve 12 Eylül döneminde yine 141. maddeden TYS davasından yargılanır. “PEN Yazarlar Derneği”nin kuruculuğu (1988), ikinci başkanlığı ve genel başkanlığı (1991-1997 arasında), “Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı” yöneticiliği, 1995’ten itibaren “Özerk Sanat Konseyi” ile “Ulusal Sanat Kurulu”nun da kuruculuğu ve ilk başkanlığı da Şükran Kurdakul’un yaşamının dönemeçlerindendir. Şükran Kurdakul’un yaşamında süren yalnızca bunlar değil elbette. Öncelikle bir şair yaşamı vardır onun. Üstelik, şiire çok erken yaşta başlar. 1943’te 16 yaşında bir lise öğrencisiyken Tomurcuk adlı ilk şiir kitabını çıkarır. Şiire yeniden yoğunlaşması 1950’li yılların başındadır. Bu dönem yazdığı şiirlerin çoğu içine sinen bir yapıda değildir. Daha sonra, bu şiirleri için, “toplumsal duyarlılıkları olan dizelerin yer aldığı şiirlerde kendi sesini bulduğu...” söylenince çok sevinir. Cezaevi yıllarındaki çalışmalarının bir kısmı Giderayak’ta (1956) yer alır. Kurdakul’da şiir, sanki özgürlük, doğa, dostluk, sevgi özlemiyle kuşatılmıştır ve bu kuşatmaya karşı bir direniş boy vermektedir sürekli.İçerikle biçimin bütünleşmesinin Şükran Kurdakul şiirindeki ilk örnekleridir ve kendi şiirine doğru önemli adımlar atmaktadır. Kurdakul, 1942-52 dönemini kendisi şiirinin çıraklık dönemi olarak tanımlar. İyimserlikle, aydınlıkla dolu Nice Kaygılardan Sonra (1963) adlı kitabıyla ise şair kimliğini doğurmaya başlar. Onun şirinin doru-ğuna çıkmaya başlaması, bir şair duyarlılığının ve inadının olanca görkemiyle ortaya çıkması, 1970’lerden sonraki şiirlerindedir. Usta şair ürünlerini, örneğin “Sözcüklerle büyüdük, ezgiler yarattık/Düşlerle saltanat kurduk, benzetiler yarattık/ Kurtuldum sandığın gün Pir Sul-tan’dan/Sevdamızla Yunus, hüznümüzle Fuzu-liler yarattık.” dizeleriyle karşımıza getirmeye başlar: Acılar Dönemi (1977). Şükran Kurdakul, daha sonra çıkardığı ve 1983 Nevzat Üstün Şiir Ödülü’nü alan Bir Yürekten Bir Yaşamdan (1982)’da “Al Beni Sevecenliğine” der ve yine kendini koyar ortaya: “Ben sevdayım, al beni sevecenliğine/Ben gülüm, dallarına aşıla beni/Çocuğum ben, göğsünde büyüt/Umudum ben, düşüncende geliştir./Acıyım, gerçeği ararsan bende/İnancım, coşkuyu ararsan bende.” Şiirle anlatamadığı temaları öykülerde işler. Toplumdaki adaletsizlik ve yargının sorunları, hapislikler, Kurtuluş Savaşı’nın insanları, beyaz yakalılar dediği kafa emekçileri onun öykülerinde işlediği konulardır. Şükran Kurdakul’un edebiyat tarihçiliği de bir başka özelliğidir. Onun bu kimliği araştırıcı bir edebiyat adamını çıkarır toplumun karşısına. 12 şiir kitabı ve beş öykü kitabının sahibi olan bir şair ve öykücü olmaktan başka özgün bir edebiyat tarihçisi ve düşün adamı olarak da devrimci kültürümüze ışık tutmaya devam ediyor:
Sayfa 91 ARMAĞAN Bunca yıl çok ışık birikti avuçlarımda Senin olsun Esinlen sevgi dokuyan ellerimden Bunca yıl şiirin, kardeşliğin, kavganın Has bahçelerinde yarattım bu gerçeği, Sabrım senin olsun. Aşkım senin olsun. Acıların sütüyle büyüttüğüm umutlar Mahpushane avlularında boy verdi, Dolunay menekşelendi kirli kara camlarda. Her görüşte yeniden vurulduğumuz ana evren Özgürlüğe boyadık saksıdaki çiçeği Senin olsun. Biz ki acılar döneminden Ellerimizi kirletmeden geçtik. Direncim senin olsun, Sevgim senin olsun. ŞÜKRAN KURDAKUL
FATVA TUKAN, ŞİİRLERİNDEN KAVGA VE UMUT SAĞIYOR HÂLÂ… Filistin ve Arap şiirinin en önemli temsilcile-rinden; yaşamı sürgünler ve işgaller içinde geçen Fatva Tukan, 9. ölüm yıldönümünde de şiirleriyle Filistin’in ve dünya halklarının özgür-lük mücadelesine ses vermeye devam ediyor. Fatva Tukan, 1914 yılında Nablus'ta doğdu. Filistin şiirinin önemli adlarından İbrahim Tukan'ın kardeşidir. Ağabeyinin katledilmesi üzerine geçirdiği üzüntülerin ardından onun izinden yürümeye karar verdi. 1967 yılında çıkan savaştan önce şiirleri bütün Arap dünyasına yayıldı. Bu savaşta Nablus düşünce Fatva Tukan da İsrail'in işgal ettiği topraklarda yaşamak zorunda kaldı. Bu savaşın sonucunda O'nun şiiri yeni bir görünüm kazanmaya başladı. Sürgün ve ezilmişlik duyguları altında, kavga şiirine yöneldi.
Emeğin Sanatı 163. Sayı
Fatva Tukan yıllarca Filistin’in özgürlüğe, bağımsızlığa ve kurtuluşa kavuşması için savaşmış devrimci bir şairdir. Ömrü boyunca baskılara, işkencelere ve zulümlere maruz kaldı, cezaevlerinde yattı. Ama 7’den 70’e bütün Filistinlilerin elinde dolaşan bir silah oldu O’nun şiirleri. Şiirleriyle yurtsever Filistin halkını, Filistin’in bağımsızlığı için kavgaya ve mücadeleye çağırdı. Onun şiirleri, Filistin halkını kavgaya çağıran bomba süsü verilmiş pankartlardır ve bildiriler olarak da tanımlandı. Onun şiirleri emperyalizme, faşizme ve sömürgeciliğe karşı pimi çekilmiş bombalar ve dinamitler oldu. Bu yüzden olsa gerek, İsrail Savunma Bakanı ve Başkomutanı Moşe Dayan, Fatva Tukan hakkında, "Onun şiirleri, 10 suikasttan daha yıkıcıdır" demişti. Bir süre hapiste de yatan Fatva Tukan, Nablus’ta yaşamaya devam etti. 13 Aralık 2003'te sonsuzluğa göçtü. Filistin şiirinin bu önemli kavga şairini saygıyla selamlıyoruz. “Burdayım, canlarım, insanlarım, sizlerleyim, koparmak için içinizden bir parça ateş, bir parça alev, sizi kapmak için, ey gecenin kandilleri, dökmek için sizden lâmbama bir damla yağ! Burdayım, canlarım, insanlarım, sizlerleyim, uzatıp ellerimi sıkmak için gür ellerinizi, büküp boynumu bükük boyunlarınızın karşısında, alnımı yanyana dikmek için güneşe dikilen alınlarınızla! Burdayım, sizlerleyim, dağlarımızın kayaları kadar katı, burdasınız, benimlesiniz; toprağımızın çiçekleri kadar tatlı. Yaralar nasıl ezebilir beni?” ("AĞLAMAYACAĞIM" Şiirinden) Çeviren: A.KADİR - SÜLEYMAN SALOM
ABİDİN DİNO EMEĞİN ÇİZGİLERİNDE VE RENKLERİNDE YAŞIYOR… Tek bir bireyin değil, insanlığın mutluluğuna resimler çizen Abidin Dino’yu 16. ölüm yıldönümünde anıyoruz. Ağabeyi şair Arif Dino'nun desteğiyle resim, karikatür ve yazı alanında kendini geliştirmeye başladı. İlk desenleri Yarın gazetesinde, ilk yazıları Artist dergisinde 1930'lu yılların başında yayınlandı. Bu yıllarda
Sayfa 93 Nazım Hikmet'in şiir ve oyun kitaplarına kapak desenleri çizdi. Çok genç yaşta ünü ülke sınırlarını aştı.1933 yılında D Grubu adlı sanat akımının kurucuları arasında yer aldı. Grubun amacı, memlekette sanatın gelişmesini ve yayılmasını sağlamaktı. Düşünce yanı ağır basan resimler yapacak, batıdaki çağdaş akımlarla boy ölçüşecek yenilikler getireceklerdi. Başlangıçta Chagall ve Picasso'nun etkisinde kalan sanatçı, daha sonraları yapıtlarında özgün ve yerel bir senteze ulaştı. Yeniler Grubu'nun Liman çevresindeki balıkçıları konu alan ilk sergisini açtığı 1941 yılında Abidin Dino, siyasi nedenlerle önce Çorum Mecitözü'ne, sonra da Adana'ya sürgüne gönderildi. Adana'da Türk Sözü gazetesini yönetti. Kel adlı bir oyun yazdı, ancak oyun hemen toplatıldı. Çukurova'nın pamuk işçilerini konu alan resimler yaptı. Resmin yanı sıra heykel le de ilgilenen Dino 1943 yılında dilci Güzin Dino ile evlendi. Sürgün sona erince İstanbul'a döndü. 1952'de yurt dışına çıkış yasağı kalkınca Paris'e yerleşti. Zaman zaman Türkiye'de kişisel sergiler açan Abidin Dino, 7 Aralık 1993 günü Paris'te hayatını yitirdi. Abidin Dino, büyük dostu Nâzım Hikmet gibi, Marksistti. Dünyadaki tüm değişikliklere, yaşanan büyük tragedyalara, reel sosyalizmin çöküşüne karşın, bu inancını hiçbir zaman yitirmedi. Bu inancın gereği olarak da halktan, özgürlükten, barıştan yana bir sanat yolunu izledi.
ERDAL EREN HALKIN KAVGASINDA HALKIN YÜREĞİNDE DAİMA YAŞIYOR! Sadece Türkiye tarihine değil, dünya tarihine de kara bir leke olarak geçen 12 eylül askeri cuntası, 17 yaşında idam sehpasına yolladığı Erdal Eren adıyla da lanetlenmeye devam ediliyor. Bir askeri öldürdüğü iddiasıyla, “jet hızıyla” yapılan göstermelik yargılama sonucu idam edilen Erdal Eren, idamının 29. yılında tüm devrimciler ve kavga arkadaşları tarafından anılıyor. Askeri yargıtay 3. dairesi’nin, önce “delillerin noksanlığı” nedeniyle esastan, ardından da, idamın müebbet hapse çevrilmesini gerektiren “TCK’nın 59’uncu maddesinin uygulanmaması” nedeniyle usulden bozmasına rağmen, daireler kurulu iki kararı da reddetti. red kararlarıyla yargılamanın yeniden yapılmasının yolu kapatılırken, Eren’in avukatı Nihat toktay, kararı, “yargıtay içinde bitirildi” diye değerlendirdi. Güvenlik konseyi tarafından onaylanan karar, dünya
Emeğin Sanatı 163. Sayı
çapında yürütülen “idamı engelleyelim, Erdal Eren idam edilemez” kampanyalarına rağmen 13 aralık 1980’de Ankara Merkez Cezaevi’nde infaz edilirken, faşist cuntanın başı Kenan Evren’in, “asmayalım da besleyelim mi?” sözleri zihniyetlerini özetledi. 17’sinde yiğit, genç devrimci Erdal Eren’in idamını, basit bir hukuksuzluktan çok, sınıf mücadelesinde önemli bir uğrak, durak, nokta olarak görüp, öyle değerlendirmek gerekir. Zira, o işçi sınıfının bu mücadelede en önde çarpışan, çarpıştırılan ve her türlü yiğitlik, kahramanlığı hak etmiş bir militanıdır. Sınıf mücadelesinin ne kadar keskinleştiğini gösteren bir tanıktır. Mahkemelerdeki, işkencehanelerdeki, mahpushanedeki duruşu bunu gerektiriyor. O bir mazlum olmaktan çok, sınıf mücadelesinin keskinleştiği bir dönemde saflarda yerini almış, devrimci, yiğit bir gençtir. Böyle anılmayı hak ediyor. Erdal da mahkemede söylediği şu sözlerle bu savı doğruluyor: "Bir gün, mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru kararı verecektir!”
ERDAL EREN, KARDEŞİM rüzgarlara adını yazdım yapraklar uğuldar şimdi geceye yıldız çaldım gözlerin parlar şimdi acını yüreğime kazdım ağıtlar susar şimdi Erdal Eren,yiğit kardeşim susuşuna yağmur düşlerine güller yağsın dağlar son sözlerinle uçurumlar gülüşünle yankılansın güneşli bakışların ülkemin şafaklarına kalsın Erdal Eren,güzel kardeşim
bir halkı astılar bir sabah ölümü geçirirken senin boynuna generaller küçüldü sen büyüdün yarınların özgürlüğü adına küçük yaşta büyük ölümle öldün yaşasaydın ağabey diyecektim sana Erdal Eren,ölümsüz kardeşim
CELAL ÇUMRALI
İÇTEN DİLEK Acı şarkım ve kederim daha güçlü Kongo’da Georgia’da, Amazon’da Daha güçlü kara rakstan düşüm ay ışığıyla dolu gecelerin içinde Kollarım daha güçlü gözlerim daha güçlü çığlıklarım daha güçlü Daha güçlü kamçılanmış sırt terkedilmiş yürek inanç dolu can şüphe daha güçlü Katıdır ya benim türkülerim düşlerim üstünde gözlerim üstünde çığlıklarım üstünde yalnız bırakılmış evrenim üstünde askıda kalmıştır zaman
Sayfa 95
Daha güçlü aklım daha güçlü kissanj marimba gitar saksafon daha güçlü ayinlerimin tamtamları daha güçlü hayatım hayatın kurbanı tutkum daha güçlü düşüm daha güçlü çığlığım kolum isteğimi ayakta tutmak için Ya kulübelerde evlerde kentlerin kıyıcıklarında gecekonduların orda zencinin daha güçlü mırıldandığı kentsoylu evlerinin kuytu köşelerinde Ey tutkum güç ol kuvvet ol da kaldır yukarı umutsuz kafaları
AGOSTİNHO NETO ANGOLA (ÇEVİRİ: ERAY CANBERK)
Emeğin Sanatı 163. Sayı
Her ne yapsalar yaşıyoruz Kırılıp tükenmiyor içimizde sevgi Tırmık tırmık fenerlerle Arıyorlar bizim delikanlı öfkelerimiz
NE YAPSALAR YAŞIYORUZ
Ölüm emirleri asmışlar ödüller adayıp Kandan suratı, faşist kasaplar Tahterevalli düşüşü bir uçurumdan Talan edilen kapımda çizme sesleri Her ne yapsalar yaşıyoruz Zulüm, açlık, ölümler yoldaş olsa da Karanlık yollarda rap rap devriyeler Dolanırlar delik deşik etmek için beynimizi Vahşete uğramış kan revan içinde yurdumuz Kuşatmışlar sevimsizler bizleri Dağlayıp her şeyi teslim almışlar kanla Her ne yapsalar içimizde silahlanıyor sevgi
DENNIS BRUTUS ZİMBABWE (ÇEVİRİ: TEKİN SÖNMEZ-GÜRHAN UÇKAN)
Sayfa 97
VERDİĞİN ZARAR Kanlar akınca vadiler boyu Mahagoni ağaçları titrer korkuyla Çamları kanla titreşir görsem Sen benimle kalamazsın diyorum Yurduma ışık da getiremezsin Zararlar veriyorsun, zulümler nasıl da. Anımsıyorum yüzüme nasıl baktığını Kulübeme girdiğin ilk günü unutmam Ellerinde mum ve kitaptan bir maske O günlerin geçti, seni tanıdım sonunda Toprağımı yalayıp yutan çekirgelerce Kıyımlar veriyorsun zulümler nasıl da. Gökten serpilen ilk yağmur damlalarıyla Beslenirken şimdi bozarmış toprak Ellerimde çapa ve buğday çalışacağım Dudaklarımdan küfürler savura savura Kurtarabilsen toprağımı senin elinden Bunca kan ve verdiğin zulümler sonunda.
ELLIS AYITEY KOMEY GANA (ÇEVİRİ: TEKİN SÖNMEZ-GÜRHAN UÇKAN)
Emeğin Sanatı 163. Sayı
BİR MİLİTANIN ŞİİRİ Çelikten mermilerle bir silahım var, Anacan. Oğlun, Zincirlerle dağlanmış her yerinden (Senin ellerinde kelepçeler, Ayaklarım, senin ayaklarındı sanki) Oğlun şimdi özgür anacan! Oğlunun dünyaya haykıran bir silahı var. Silahım, Bütün kelepçeleri parçalayarak Yıkacak bütün zindan kapılarını Yurdu, çiçeklerle sunacak halkıma. Anacan, Güzel şey savaşta bulunmak özgürlük adına Halkımızın hıncıdır bu kurşunlar Kanatlanıyor kuşlarca o yüzyıllık düşler de Toprağa sağılan yakuttan damarlarımız Mermi hızıyla coşup davranan Bedenimi kavrayan senin gücündür anacan. Ben, Senin için kavgadayım anacan Dindireceğim çağlayan göz pınarlarını Bir daha ağlamayacaksın.
JORGE REBELO , MOZAMBİK (ÇEVİRİ: TEKİN SÖNMEZ-GÜRHAN UÇKAN)
DÜNYA ŞAİRLERİNİN KISA DÜNYA ŞAİRLERİNİN KISAÖZGEÇMİŞLERİ: ÖZGEÇMİŞLERİ:
AGOSTİNHO NETO:Angola'nın ünlü şairi ve Angola Devlet Başkanı (1975-1979) Ülkesinin kurtuluş savaşına AGOSTİNHO Angola'nın ünlü kavgasıyla şairi ve Angola kurtuluşİçin savaşına önderlik eden NETO:(1975-1979) Neto’nun Angola halkının kurtuluş şiiri sıkıDevlet sıkıya Başkanı ilişkilidir.Ülkesinin Angola Kurtuluş Halk önderlik eden Neto’nun Angola halkının kurtuluş kavgasıyla şiiri sıkı sıkıya ilişkilidir. Angola Kurtuluş İçin Halk Hareketi’nin başkanlığını yaptı. Tıp Eğitiminden sonra 1960'da harekete liderlik etmeye başladı ve olaylar Hareketi’nin başkanlığını 30 yaptı. Tıp Eğitiminden harekete liderlik koloni etmeyemakamlarınca başladı ve olaylar esnasında Portekizlilerce sivil öldürüldü, yaklaşık sonra 200 kişi1960'da yaralandı. Neto; Portekiz aynı esnasında Portekizlilerce sivil öldürüldü, yaklaşık 200Neto; kişi yaralandı. Neto; Portekiz koloni gitti. makamlarınca aynı yıl tutuklanarak Lizbon'da30 hapse atıldı. Hapisten kaçan önce Fas'a sonra da Zaire'ye 1962 yılında yıl tutuklanarak Lizbon'da hapse atıldı. Hapisten kaçan Neto; önce Fas'a sonra da Zaire'ye gitti. 1962 yılında kurtuluş savaşına devam etmek üzere ülkesine döndü. Angola halkının Portekiz sömürgeciliğine karşı verdiği kurtuluş savaşı, savaşına devam etmek üzere ülkesine döndü. Angola halkının Portekiz karşı Lotus verdiği şair Neto'nun önderliğinde başarıya ulaştı. 1969-1970 Asya Afrika sömürgeciliğine Yazarlar Birliği'nden kurtuluş şair Neto'nun önderliğinde başarıya ulaştı.kazandı. 1969-1970Kanser Asya Afrika Yazarlar Birliği'nden Lotus Ödülü'nü savaşı, aldı. (1975-1976) yılında Lenin Barış Ödülü'nü tedavisi sürerken Moskova'da Ödülü'nü aldı. (1975-1976) yılında Lenin Barış Ödülü'nü kazandı. Kanser tedavisi sürerken Moskova'da hastanede hastanede sonsuzluğa yürüdü. sonsuzluğa yürüdü. doğumlu Jorge Rebelo, MOZAMBİKli şair, avukat, gazeteci . Portekize karşı Mozambikli JORGE REBELO:1940 JORGE REBELO:(1900-1977) 1940 doğumlu Jorge Rebelo, MOZAMBİKli şair, avukat, gazetecibağımsızlık . Portekizeiçin karşı gerilla grubu ile direnişin öncülerinden oldu. Şiirlerinde Mozambik özgürlükmücadelesini, Mozambikli gerilla grubu ile direnişin öncülerinden oldu. Şiirlerinde Mozambik özgürlükmücadelesini, mücadele, direniş çağrıları öne çıkmaktadır. Özgürlük savaşını ve savaşanları över, yoldaşlarını motive eder , bağımsızlık için mücadele, direniş çağrıları çıkmaktadır. Özgürlük savaşını vekendisiyle savaşanları över,görüşmeye yoldaşlarını kavgaya çağırır. Bu şiir, Mozambik özgürlüköne mücadelesininen şiddetli günlerinde, gizlice motive eder , kavgaya çağırır.verilmişti. Bu şiir, Mozambik özgürlük mücadelesininen şiddetli günlerinde, kendisiyle gizlice gelen iki İsveçli gazeteciye Rebelo, 1975 yılında ülkenin bağımsızlığını hemen sonra Mozambik'in görüşmeye ikiveİsveçli gazeteciye verilmişti. Rebelo, 1975 yılında ülkenin bağımsızlığını hemen sonra enformasyongelen bakanı ülkedeki en güçlü adamlarından biri oldu. Mozambik'in enformasyon bakanı ve ülkedeki en güçlü adamlarından oldu. ve şiirleriyle dünayaya yayan ELLİS AYİTEY KOMEY:(1816-1887) Proletaryanın sesini, sosyalizmibiri türküleri ELLIS AYITEY KOMEY: (1927 1972 ) Ganalı şair, yazar. Uzun yıllar gazeteclİk yaptı.barikatlarda Şiir ve öyküdövüştü. dalında eserler şairdir. Enternasyonal’ın sözünü yazan şairdir. Önceleri işçi olarak çalıştı. 1848’de 1871 verdi. Afrika edebiyatı ile ilgili incelemeler ve antolojiler hazırladı. En önemli şiir kitabı Siyah Orpheus’dür. Paris Komünü’nde milletvekili seçildi. Komün yıkılınca ABD’ye sığınmak zorunda kaldı. Gıyaben ölüm cezasına DENNIS BRUTUS: (1924-2009) Sporcu,türkülerini spor Yöneticisi, Özgürlük Şair. aftan 1960 yararlanarak olimpiyatlarına hak ettiği çarptırıldı. Sürgünde kaldığı sürece yazmaya devamSavaşçısı, etti. 1880’de Fransa’ya halde siyah tenli olduğu için seçilmeyince bu kararda egemen olan Anti-CAD’a (Siyahî Karşıtı İşler Dairesi döndü. İlk şiir kitabını o yıl yazdı. 2. kitabı «Devrim Türküleri» ölümünden sonra yayınlandı. Yoksulluk içinde Başkanlığı organizasyonu) direnir bunun bir sonunda ilk kez hapse atılır. 18 ay hapisten çıktıktan sonra da öldü ama yazdıklarıyla arkasında ölmeyecek anıt bıraktı. mücadelesini sürdürdü Güney Afrika’da siyahların yazması ve yayınlaması illegal yollardan yasağı DENNIS BRUTUS: (1924-2009) Zimbabweli sporcu, spor yöneticisi, yasakken özgürlük o savaşçısı, şair. bu 1960 deldi. Ama sonunda tekrar tutuklandı. Nijerya’da hapiste iken MBARI Şiir Ödülü'nü alan ilk siyah şair oldu. Ancak olimpiyatlarına hak ettiği halde siyah tenli olduğu için seçilmeyince bu kararda egemen olan Anti-CAD’a (Siyahî Brutus, ödülüDairesi ırkçılığıBaşkanlığı protesto etmek amacıyla geri çevirdi. 14 sonunda şiir kitabıilk olan Daha 18 sonra dışına Karşıtı İşler organizasyonu) direnir bunun kezBrutus, hapse atılır. ay yurt hapisten çıktı. Denver Northwestern Üniversitesi vesiyahların Pittsburgh Üniversitesi ‘nde Afrika Edebiyat Tarihi çıktıktan sonraÜniversitesi, da mücadelesini sürdürdü Güney Afrika’da yazması ve yayınlaması yasakken o illegal üzerine dersler verdi. Buradan emekli oldu. Amerika’da öğretim üyeliğini sürdürdüğü yıllarda da ABD’de yollardan bu yasağı deldi. Asma sonunda tekrar tutuklandı. Nijerya hapiste iken MBARI Şiir Ödülü'nü alan ilk Apartheid karşıtıAncak gösterile düzenledi, kamuoyu oluşturmaya bittikten sonra Afrika'ya siyah şair oldu. Brutus, ödülü ırkçılığı protesto etmek çalıştı. amacıylaApartheid geri çevirdi. 14 şiir kitabıGüney olan Brutus, döndü. 2008 yurt yılında sanat ve kültüre ömürNorthwestern boyu gösterdiği özverili mücadelesi nedeniyle Güney ‘nde Afrika Daha sonra dışına çıktı. Denver katkıları, Üniversitesi, Üniversitesi ve Pittsburgh Üniversitesi Lifetime Onur Ödülüne layık görüldü. Brutus, tüm zamanların dünyanın en iyi şairleri arasında yer aldı. Korkusuz Afrika edebiyat tarihi üzerine dersler verdi. Buradan emekli oldu. Amerika’da öğretim üyeliğini sürdürdüğü bir adaletdasavunucusu, büyük birkarşıtı devrimci ve öğretmen oldu.kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Apartheid bittikten yıllarda ABD’de Apartheid gösterile düzenledi, sonra Güney Afrika'ya döndü. 2008 yılında sanat ve kültüre katkıları, ömür boyu gösterdiği özverili mücadelesi Kaynak: Dergisi, Sayı:36, Aralık, layık 1974,görüldü. Kurtuluş Hareketleri ve Direnen Şiir Özel Sayısı) nedeniyle Yansıma Güney Afrika Lifetime Onur Ödülüne Brutus, tüm zamanların dünyanın en iyi şairleri arasında yer aldı. Korkusuz bir adalet savunucusu, ve büyük bir hümanist ve öğretmen oldu.
EMEĞİN SANATI E-DERGİ AylıkEMEĞİN SosyalistSANATI Kültür/Sanat E-Dergisi E-DERGİ
Kaynak: Yansıma Dergisi Sayı 30, 1974, Kurtuluş Hareketleri Ve Direnen Şiir Özel Sayısı
Yıl: 9 Sayı: 163 Aylık15.12.2014 Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi Yayınlayan: Emeğin Sanatı Kolektifi 15.12.2014 Yıl: 9 Sayı: 163 ©Yayınlayan: Dergide yayınlanan eserlerin her türlü hakkı Emeğin Sanatı Kolektifi
şair ve yazarlarına, sanatçılarına © Dergide yayınlanangörsel eserlerin her türlü hakkıaittir. Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir. şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir
Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostları, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler. dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler. Facebook grup adresi: https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi
DÜŞMAN Bir kuytu kıyıdan şöyle bir doğruldum Baktım Su ateş'e düşman Çıktım dağlara bulutları araladım Baktım Gün gece'ye düşman Düşündüm taşındım Bu işte bir iş var dedim Baktım Gerçek düş'e düşman Bozuk dünyanın düzeni anlaşılan Baktım Ölüm yaşam'a düşman Döndüm, dolaştım, şaşkın Dilimde korkunun tadı gözlerim kocaman Baktım İnsan insan'a düşman
AYHAN KIRDAR Türk Dili Dergisi, Sayı:285, Ağustos/1975