Ayl覺k Sosyalist Sanat E-Dergisi Y覺l:9 Say覺:169 15 Haziran-Temmuz 2015
EMEK VERENLER / İÇİNDEKİLER ADNAN DURMAZ ASIM GÖNEN BARVA PARAMAZ BEKİR KOÇAK BERİVAN YILDIZ BURCU TÜRKER BÜLENT AYDINEL CEM EREN
ERCAN CENGİZ ERHAN TIĞLI ERTAN ŞAHİN GALİP ÖZDEMİR GÜLEFER C.SAVRAN GÖKMEN SAMBUR HALDUN HAKMAN HAMZA İNCE
Anka Kuşlarına Ağıt ADNAN DURMAZ ŞİİR 2 EMEK VERENLER İÇİNDEKİLER 3 EMEĞİN SANATI’NDAN 167. MERHABA SUNU YAZISI 4 BU SAYININ SAVSÖZü SALİH BOLAT 5 Hayır Hayır Hayır!.. ADNAN DURMAZ ŞİİR 6 Nehirler Denizlere Sığmıyor ASIM GÖNEN ŞİİR 9 Yeniden Başlıyor Hayat MUHAMMET DEMİR ÖYKÜ 11 Çifter Çifter TAN DOĞAN ŞİİR 14 Siz Siz Olun Haziransız Gitmeyin BÜLENT AYDINEL 28 Koparılmış Güller NECMETTİN YALÇINKAYA ÖYKÜ 30 Dünyanın Bütün Zencileri BARVA PARAMAZ ŞİİR 34 Konuşarak İşleri Halletme Dönemi NİSA LEYLA ŞİİR 37 Güller Uyansın HASİBE AYTEN ŞİİR 38 Manyak Olmak Bedava! ERHAN TIĞLI ÖYKÜ 39 Yarısı ÖZER GENÇ ŞİİR 41
HAYDAR DOĞAN HIZIR İRFAN ÖNDER HASİBE AYTEN İRFAN SARİ MEHMET SÖĞÜT MERİÇ AYDIN MUAMMER ERTURAN MUHAMMET DEMİR
Yorgun Akşamlar ALİ ZİYA ÇAMUR ŞİİR 42 Çığlığımı Sana Su Diye Verdim SEMA LALE ŞİİR 43 Cesaret Bir kereliktir HALDUN HAKMAN ŞİİR 44 Adım Gamze GÜLEFER CAMBAZ SAVRAN ÖYKÜ 45 Tarihin Güldüğü Yok! HIZIR İRFAN ÖNDER ŞİİR 47 Ne Yana Bakarsan Aşk İRFAN SARİ ŞİİR 48 Direnenlere Övgü TEMEL KURT ŞİİR 50 Tanı Bunları Kızım BERİVAN YILDIZ ÖYKÜ 51 Sessiz Uyanış MERİÇ AYDIN ŞİİR 56 Baharı Beklerken MUSA SU ŞİİR 57 Düşlerin Ötesini Söyle BURCU TÜRKER ŞİİR 58 Çiçek Mevsiminde Aşk MEHMET SÖĞÜT ÖYKÜ 59 Gaz Bulutları Savrulduğunda MUAMMER ERTURAN ŞİİR 61 Bahar Gelsin memleketime NECİP TIRPAN ŞİİR 62
MUSA SU MUSTAFA GÜNAY NECİP TIRPAN N.YALÇINKAYA NİSA LEYLA ÖZER GENÇ SEMA LALE SERKAN ENGİN
Kör Olsun Dehşetin Işığı BEKİR KOÇAK ŞİİR 63 Uyanan Güne Ustalarla VEDAT KOPARAN ŞİİR 64 Nazım Hikmet Şiirinde Ağaç Metaforu MUSTAFA GÜNAY İNCELEME 65 Cumartesi Annelerine — II ŞİİR GÖKMEN SAMBUR 68 Bir İntihar intihali ŞÜKRÜ ÖZMEN ŞİİR 69 Uçurum GALİP ÖZDEMİR ŞİİR 71 İmgeci Sosyalist Şiir Ve Artistik Realite SERKAN ENGİN MAKALE 72 Bu Nasıl Dünya ERCAN CENGİZ ŞİİR 74 Na Senîn Dîna A ERCAN CENGİZ ÇEVİRİ ŞİİR 75 Uygarlık Tarihi ERTAN ŞAHİN ŞİİR 76 Sokağın Adaleti Ve Sanatın Misyonu TEMEL DEMİRER MAKALE 77 Beni Gece Vurun HAMZA İNCE ŞİİR 89 Lesvos Haritası ve Mutluluk Marşı YAŞAR DOĞAN ŞİİR 90 Sağmalcılar SÜLEYMAN BERÇ HACİL ŞİİR 91
SÜLEYMAN BERÇ HACİL ŞÜKRÜ ÖZMEN TAN DOĞAN TEMEL DEMİRER TEMEL KURT VEDAT KOPARAN YAŞAR DOĞAN ALİ ZİYA ÇAMUR
Aşk Atına Binen Sözün Zamanda Yolculuğu ADNAN DURMAZ İNCELEME 92 Özgecan İçin CEM EREN ŞİİR 108 Uzakça HAYDAR DOĞAN ŞİİR 109 Dizelerde “Şiir ve Şair” A.Z.ÇAMUR SEÇKİ 110 Yaşam ve Sanatta Bir Ayın İzdüşümü SANAT HABERLERİ-ANMA 111 Eski Yugoslavya Halkları Şiiri 165 Soluk Almadayım Henüz OSKAR DAVİCO ÇEVİRİ ŞİİR/SIRBİSTAN 166 Şiircisi MİROSLAV KIRLEJA ÇEVİRİ ŞİİR/HIRVATİSTAN 167 Sınırsız RADOVAN ZOGOVİÇ ÇEVİRİ ŞİİR/KARADAĞ 168 Ateşlenenlerin Kanı MATEY BOR ÇEVİRİ ŞİİR/SLOVENYA 169 Bir Gecenin Seslenişi İZZET SARAYLİÇ ÇEVİRİ ŞİİR/BOSNA-HERSEK 170 Nakışçı Kadının Türküsü TRAYAN PETROVSKİ ÇEVİRİ ŞİİR/MAKEDONYA 171 Madımak'ta Gönül Yakmak Daha Zor BARIŞ ERDOĞAN KONUK ŞİİR 173 Dağ Duası MÜŞÜR KAYA CANPOLAT KONUK ŞİİR 174
EMEĞİN SANATI’NDAN 167. MERHABA "EY ATEŞİN VE GÜNEŞİN ÇOCUKLARI... BİR ATEŞ YAKTIK SÖNMESİN DİYE HİÇBİR YERDE O ATEŞ SÖNERSE YAŞAMAYI NEYLERİM BU YÜZDEN ÜÇ KİBRİT İLE NEWROZ GÜNÜ YÜREĞİMİ SİZLERE ARMAĞAN EYLERİM” diye sesleniyordu 24 Temmuz 2002 de aramızdan ayrılan Adnan Yücel.Haziranlar Temmuzlar sanki Ateşin ve Güneşin çocuklarının yanma aylarıydı. Doğrudur, o aylarda daha bir ışığa koşar pervaneler. Nazım Hikmet’ten ,Hasan İzzettin Dinamo’ya,Cahit Irgat’tan Cahit Külebi’ye; Ahmed Arif, Orhan Kemal, Haziranda aramızdan ayrılan sosyalist edebiyatın önemli kalemleridir. Bu insanlar o denli önemlidir ki, seslerinin yankıları hâlâ kulaklarımızda çınlamaktadır. Kuşku yok ki, bizden sonra da var olmaya devam edecekler. Akla ilk başta geliveren bu isimler mevcut sistemin bütün baskılarına göğüs germiş aynı zamanda birer savaşçıydılar..Ateşin ve güneşin çocuklarıydılar; şiirleri zulme karşı savaşmaya, ışıkları yüreğinizi aydınlatmaya devam ediyor.. Asım Bezirci, Behçet Sefa Aysan, Muhlis Akarsu, Uğur Kaynar, Hasret Gültekin, Nesimi Çimen, Metin Altıok yalnızca birkaçı. Bu insanlar yaşamları boyunca bir gülü bile incitmediler…Haziranda Temmuzda ölmek zordur ve boldur bu ülkede.. Aziz Nesin ,Rıfat Ilgaz ve Adnan Yücel de bu ayda aramızdan ayrıldı.. Bunlar yetmedi; 21 Temmuz 1996’da Cezaevlerinde "Süresiz Açlık Grevi ve Ölüm Orucu" Direnişi. 12 tutsak öldü. Daha doğrusu öldürüldü.. 1940’LARDA Nazım ve onun kuşağından başlayan zulüm, Sosyalist, Devrimci, İlerici, Solcu, Demokrat diye adlandırılan kim varsa, aç kurtlar ve çakallar gibi peşlerine düşüp ya işsiz, yoksul bırakarak tecrit etti ya da öldürünceye kadar peşini bırakmadı. Karabasan gibi her noktada üzerimizde, korkudan çıldıranların acımasız gözleri. Kuşku yok, en büyük korkuları, onların zulmüne karşı çalınan saz ve söylenen sözdür. Bize bir gün mutlaka zulmün yerle bir edileceği inancını miras bırakanlar ,bu uğurda canlarını vermişlerdir. İşte bu inançla kalemimizi dik tutuyoruz. Devrimci sanatçı mutlak olarak, birikimli, donanımlı olmak zorundadır. Ülkemizde şiiri okunmaz hale getirenler elbette ki,koca kentlerin barlarında, ordövr tabaklı şiir gecelerinde şiiri meze yapmaya kalkan ve işin en tuhaf yanı devrimciliği, sosyalistliği de kimseye bırakmayan ,ezilenlerin acılarından uzak güruhtur. Sosyalist Gerçekçi şairin en önemli görevlerinden biri de, birikimi ve yeteneğiyle onların ikiyüzlülüklerini ortaya sermek olmalıdır. Devrimciliğin ve şiirin onuru ancak böyle korunabilir.. Sistemin katlettiği kim varsa, bizim onları yaşatmak onlara ve tarihe karşı görevimizdir.Elbette zulüm var olmaya devam edecek. Giderek daha da artan baskılar ve yaşanmaz hale getirilen hayat, sistemin çatırdayan duvarlarının ayakta kalma savaşıdır. Okumadan ve yazdıklarını yazabileceği en iyi hâle getirmeden, ünlü olmak falan için yazanlar aramızdan çekilsin. Emeğin Sanatı Dergisi, dokuz yılı aşkın bir süredir ,elimizdeki olanaklar ölçüsünde internet üzerinden yayınlanmaya devam ediyor..Giderek daha arınarak, daha seçici ve çıtayı yükselterek..Ateşin ve güneşin çocuklarının izlerinde yürümeye layık olmaya çalışarak,Sosyalist Gerçekçi Sanat’ın bayrağını yükselterek.. Selam olsun direnenlere Selam olsun aydınlık günlere olan inancını sımsıcak tutanlara Ateşin ve güneşin çocuklarına binlerce selam olsun
ADNAN DURMAZ ÖZÜR: Dergimiz 15 Haziran 2015 sayısı insanî nedenlerle gecikince Haziran ve Temmuz sayılarını birlikte çıkarmak zorunda kaldık. O kurlarımızdan özür dileriz. Dergimiz, 1 Ağustos’tan itibaren her ayın birinde sizlerle olmaya devam edecektir. EMEĞİN SANATI
BU SAYININ SAVSÖZÜ Şiir, kendi sınırları içerisinde şiirliğinden ödün vermeden, bir düşüncenin, bir ideolojinin propagandasını (çok etkili olmasa bile) yapabilir. İnsanı o düşünce ve ideoloji doğrultusunda çoğaltabilir, heyecanlandırabilir, yönlendirebilir. Şiir, çeşitli yaşam kesitlerinin bıraktığı duyusal izleri (acı, yalnızlık, sevda, ayrılık gibi) kendi sınırları içerisinde somutlaştırarak, insanları kaynaştırır, coşturur, birleştirir. Şairin işi, içinde yaşadığı , kendisinin de bir parçası olduğu kültürü dile getirmek ve eleştirmektir. Şair bununla da yetinmeyip, o kültürün bağımsızlaşması, yabancılaşmadan kurtulması için de çaba harcar ve onu yönlendirir. Şairin işi, düzenlemek ve birleştirmek, böylelikle de bir yaşantı parçasına özgürlük kazandırmaktır. Bunu, yaşantıyı oluşturan, dürtüleri ayarlayan, birlikte işlemelerini sağlayan bir yapı, bir iskelet olarak sözcükler aracılığıyla gerçekleştirir. Sanat “eğitici sanat” olduğu için değil, sanat olduğu için eğiticidir. Çünkü “eğitici sanat” olarak sanat, hiçbir şeydir ve hiçbir şey olan şey eğitemez de. Şiiri, oluştuğu toplumsal koşullar, olaylar, insanlar belirlediğinden, o, bir yanıyla da tarihsel ve sosyolojik bir belgedir. ....... Şiir, işlevselliğini yerine getirirken kullandığı yöntem açısından asıl şiirsel kimliğini kazanır. Çünkü onun, gerçekliği kavrama yöntemi, duygusallıktır, düşselliktir. Düş gücü şaire, bir yaşantının niteliğini belirtmeğe yarayan bir eğretilemenin (metafor) tanımsız duyumu karşısında bir ipucu verebilir. Ama bu belirsiz duyumun ötesinde, eğretilemenin tam bir imgesini bulabilmek, şimdiye değin sözlere dökülmüş her şeyin dışında bir yere gizlenmiş olan bu imgeyi sessizliğin içinde aramak, sonra dilin bütün o tehlikeleri içinde, ona bir biçim vermek, bunu yaparken de, dilbilim kuralları ile biçim arasında bir Uzlaşmayı sağlayabilmek oldukça güç bir iştir.
SALİH BOLAT, Duygusal Düşünceler (Üretim ve Yaratım Olarak Şiir), Gendaş Yayınları, Ekim, 2000
Emeğin Sanatı 169. Sayı
HAYIR HAYIR HAYIR!.. / Adnan DURMAZ “El üstünde tutulmak için,illa tabuta mı girmek gerekir…” BERKİN ELVAN bu bozkır ıssızında yabanıl karanlıkta bir başıma ağlayacağım daha… ağlayacağım isyan olsun kimsenin haberi olmasın gözyaşlarım katledilen çocukların topraklarında fidan olsun…
aç yüzünü çocuk nazımın boyun atkısına benzer o kırmızı poşin var ya bende kalsın koklarım ülkemin gitmiş tüm çocukları için derim - bu son kırık karanfil bu son hicran olsun
Sayfa 7
can dediğin serçe kuşu elcağız bir çocuk canı bir kıvılcım olup parlar tutuşturur ormanları isyanlarım gözyaşıma karışmış öfkem yangın seli dağları aşmış eli kanlı katiller hükümran olmuş hüznüm zulmun kalesine şivan olsun
mazlum bir güvercin çatık kaşları süzüldü düşlenen bir göğün kucağına ana sıcaklığına doymamış daha daha ne çok şey vardı yaşayacağı seveceği kızlar vardı kitaplar vardı okuyacağı düşler vardı kuracağı bir taş olaydın be kalbim berkin'in elinde düşerken celladına fırlatacağı...
sen uyudun diye büyümeyi durdurdu başak yağmur dehşetle indi uyudu berkin çocuk hançer ağzı poyraz dindi öfkenin sağanağı ve deniz ve yusuf ve hüseyin mahir- ulaş – erdal abin ki daha niceleri sana uzattı ellerini o çok bildik zehir acı toprakta kara sağanak iliklerimize sindi önümüz de incebahar isyan olsun isyan olsun
ıslattı toprağını gözyaşı suları sessizce bıraktık yüreğimizi yana yana öfke seli oldu aktı ülkenin tüm sokakları senin körpe yüzün şimdi sevdamızın bayrakları cellatlarını arıyoruz milyonlarcayız kalk yerinden berkin çocuk uyuma katıl saflarımıza ortalık cehennem olsa üşür çocuk mezarları
dudak kıyılarında çiçekler kırıldı bu gün yanaklarımızdan süzülen seller onaramadı onları her ana çocuğuna sen diye daha bir sarıldı bu gün sen uyudun diye her birimiz birer yatak yaptık yüreğimizin başköşesine ay gelmedi gökyüzüne-yıldızlar darıldı bu gün
Emeğin Sanatı 169. Sayı
hayır hayır hayır toprağa gömülmez vakitsiz çocuklar milyonlarca yürek yanar som ışıktandırlar halkların yürek yaşlarında tutuşur ivecen bahar özgürlük söke söke alınasıya nazım'ın işçi tulumlarıyla sokaklarda dolaşasıya kadar hayır hayır hayır erkenci çocuklar zamansız uykularda milyonlarca ananın yüreğinde uyurlar onların gözlerinde pür aydınlık uykuları ışıl ışıl ülkenin yarınları düşlerce çoğalır sonsuz küçümencik elerinde insan en çok yavrusuna sarılır tüm yüreğiyle sımsıkı ince boyunlarında kokar koskoca bir ülke dünya ağıtlara sığdıramadı seni ve ülken kucağında taşıdı sonsuzluğa güle güle berkin çocuk şimdi doğacak kaç kardeş sana adı berkin olsun elvan olsun
uykularımız yaralı kanıyor cümle sokaklar yağmurlar kıt yağdı bu yıl ama nedir bu sağanaklar sanki içim deniz derya gözyaşıma söz geçmiyor gece gündüz kesilmiyor yüreğimde kaşlarının güvercin kanatları kan içinde çırpınıyor bakışlarım kaç zamandır yaralı acı çakıldı içime güvercinim sonsuzluğa uçmuş olmalı bir ülke basıyor seni bağrına en çocuk devrimci en büyük çaresizlk hoşça kal berkin çocuk güle güle kara boncuk “yüreğimiz kurusun unutursak” ölümsüzlük sana taze can olsun
ADNAN DURMAZ
Sayfa 9
NEHİRLER DENİZLERE SIĞMIYOR Asım GÖNEN nehirlerin hasreti denizlerdir denizlerin hasreti nehirler yolları kesmiştir dağlar çöller en kızgın kumlarıyla nehirlerin kanını içmiştir ve iki gönül arasında demir kafesleri dişleriyle parçalayan yürü demiştir yürü saltanatı saraylara sığmayanların ayrılığı anofel hortumlarıyla pompaladığı dumanlarını esrarlı körüklerin fırtınası kudurmuş denizlerin rüzgarıyla biçmiştir ve denizler ki bütün renklerin gönül verdiği ak köpüklü mavisiyle en kızıl dalgalara yürü demiştir yürü hangi dağın fırtınası o dağdan daha güçlüdür ibret al çöllerin bölüp bölüp yuttuğu göznuru denizden haberi olmayan damlaları denizin ibret al acının hamalları kadar birbirinden habersiz çalınmış gülücüklerin hırsızları kadar el ele bir dünyadan ibarettir yükün ey gözyaşının kölesi gözyaşının kölesi ey kuzgunların özgürlüğü için üveyiklerin esaretini seyreden cenneti alanın dilencisi ibret al
Emeğin Sanatı 169. Sayı
varoşlara sığmıyor açlık saltanat saraylara sığmıyor çöllerin tek tek avladığı nehirler denizlere ulaşmadan can veriyor ey gözyaşları simsiyah akan acıların kardeşliği beş parmağın beşi de bir değilmiş ey en büyüğün mutluluğunu en küçükten çalan acı değmiş serçe parmağın acı değmemiş beş parmaktaki yalanı ey suçladığı tanrıya tapan iki yüzlülüğün devranı vatanım kadar benim değil ekmeğim kadar benden uzak paranın birleştirdiği kadar canidir emeğin ayırdığı kadar yalan dünyayı sürüdeki kurt için işgal edenlerin kurttaki sürüye kurdukları tuzak
sermayenin kanser gibi sardığı yaşamı fethediyor zulmün aman dilediği bir cephe kolları kenetlenmiş dört nala geçiyor en koyu karanlıkları dünyanın bütün ırmakları birleşmiş iş ve ekmek diyor yolların katarı savaş ve esaretin doyurduğu azman benimdir diyor vurdukça dirilen bu kan kokuları ve bu iki devin kavgası ölümün ve yaşamın kavgasıdır katmış önüne zifiri karanlıkları ummanlara sığmıyor artık yıkıyor sınırları kardeşliğin ve özgürlüğün bendini yıkmış suları
ASIM GÖNEN
Sayfa 11
RESİM: SEAN KANE
SONRA… Yeniden Başlıyor Hayat
Muhammet DEMİR
Bugün eşim ve çocuklarımla birlikteydim gün boyu. Yedik, içtik, gezdik, eğlendik, yorulduk. Her zaman ki gibi yine evimize geldik. Son bir demden sonra tekrar uykuya daldık ailecek. Bir ara uyandım. Uyanmadan önce tuhaf bir rüya görüyordum. Saate baktım. Tuhaf bir şekilde saat hâlâ uykuya yattığımız anı gösteriyordu. Sanki hiç uykuya yatmamış gibi. Sağıma soluma baktım eşim ve çocuklar yataklarındaydı. Yataktan çıktım. Çok susamıştım. Işığı yakmadan odadan çıkıp mutfağa doğru yol aldım. Buzdolabını açtım. Su dolu şişelerden birisini alıp, kapağını açtım. Raftan bir su bardağı alıp şişedeki sudan bardağa doldurdum. Su dolu bardağı ağzıma götürdüm. Bir yudumda içtim. Tekrar bardağı su ile doldurdum. Bir yudum alıp bardağı lavaboya boşalttım. Elimdeki su şişesini mutfak tezgâhına koyarak bardağı çalkaladım ve rafa koydum. Su şişesini tekrar alıp ilk aldığım gibi buzdolabına yerleştirdim. Mutfaktan çıktım. Salona geçtim. İstem dışı olarak TV’yi açtım. Kumandayı TV’nin üstünden alıp, kanepeye uzandım. Kanallar arasında gezinmeye başladım. Gecenin bu saatinde TV’de ilgimi çekecek
Emeğin Sanatı 169. Sayı bir şey yoktu. Hala rüyanın etkisindeydim. Kafamı dağıtmaya çalışıyordum. TV’deki görüntüler hızla bulanıklaşmaya başladı. Gözlerimin kapanmasını engelleyemiyordum. TV’yi kapatıp odaya yöneldim. Yatağa girip tekrar uykuya daldım. Otoyolda arabamla ilerliyorum. Gece. Yol boş. Gaz pedalına dokundukça araba hızlanıyor. Araba hızlandıkça ben vites yükseltiyorum. Artık son hızla ilerliyorum asfalt yolda. Acelem var sanırım. Yoldaki tek tük arabaları hızla geçiyorum. Onların acelesi yok sanki. Amacım ne, nereye doğru yol alıyorum. Derin bir boşluk, derin bir unutkanlık hali içerisindeyim. Islık çalıyorum, bol, bol ıslık. Islık çalarken düşünüyorum aynı zamanda. Hangi dilde acaba dudaklarımdan çıkan bu ıslık hafızasızım sanki. Birden kırmızı bir ışık çıkıyor karşıma. Frene yavaş, yavaş basıyorum ve ışıkta durduruyorum arabayı. Saniyeler ilerliyor. Önce sarı sonra yeşil yanıyor. Sola doğru tali yola giriyorum arabamla. Bir loşluğa düşüyorum. Önümü göremediğim bir yokuştan aşağıya hoplatıyorum arabamı. Tuhaf bir his sarıyor bedenim. Sonra ilerliyorum. Sanki ben değil arabam ilerliyor. Bir evin önünde duruyor araba. Çünkü arabayı ben durdurmuyorum. Kontrolümden çıkmış gibi. Sonra kapım açılıyor. Ben arabadan çıkıyorum. Aslında ben değil bedenim çıkıyor arabadan. Kapı kapanıyor arabanın. Ben kapatmıyorum kapıyı arabanın kapısı kendiliğinden kapanıyor. Sonra yürüyorum ve bir merdivenden çıkıyorum. Bir kapının önünde duruyorum. Kendimde değilim sanki. Kapıyı açmaya çalışıyorum. Elimde o kadar çok anahtar var ki. Bu anahtarları ne zaman elime aldığımı inanmazsınız ama hatırlamıyorum. Daha öncede dediğim gibi hafızasızım sanki. Tek tek deniyorum anahtarları. Ve nihayet birisi uyuyor kapının anahtar deliğine. Hangi yöne çevrilecekti. Bir o tarafa bir bu tarafa çeviriyorum. Anahtar kapının anahtar yuvasında Tık, tık diye ses çıkartıyor. Kapıyı her seferinde itiyorum ama bir türlü olmuyor. Kapıyı açamıyorum. Zile ne diye basmadığımı bilmiyorum. Hafızasızım ondan galiba. Bildiğimi bile bilmiyorum. Bildiğim her şeyi unutmuşum galiba. O kadar zaman uğraşıyorum ki. İçeriden sesler geliyor. Evin tüm ışıkları yanıyor. Kim o diye bir ses. Bir kadın sesi geliyor içeriden. Paniklemiş ve telaşlı bir kadının sesi. Evet, o sesi tanıyorum. Bu onun sesi eşimin sesi bu. Bu ev de benim evim. Şimdi hatırladım. Benim diyorum. Ona ben. Ben. Benim adım ne peki. Kadın ısrarla sen kimsin diyor. Gecenin bu saatinde kapımın önünde işin ne hemen uzaklaşmamı istiyor. Yoksa polis çağıracağını söylüyor. Ben ise hala ısrarlıyım ona sadece kendimin kim olduğumu unuttuğumu söylüyorum. Sesimden de mi tanımadığını soruyorum. Kapının deliğinden bakabileceğini söylüyorum. O ise bu benim sesimi hiç tanımadığını. Kapının deliğinden gördüğü suretimi de hayatında hiç görmediğini söylüyor. Tek seçenek olarak oradan uzaklaşmak zorunda kalıyorum. Arabamın yanına gitmek istiyorum. Ama arabam bıraktığım yerde yok ki. Acaba yanlış mı anımsıyorum. Yok. Yok, işte şuracığa park etmiştim. Ne oldu bana. Şuracığa oturayım bari. Diyerek kaldırıma oturuyorum. Karşıdan iki kişi geliyor. Yaklaştıkça bir kadın ve bir erkek olduklarını görüyorum onların. Sevgililer galiba. Gecenin bu saatinde eğlenceden geliyorlar sanırım. Ama neyse ne beni ilgilendirmez ki. Biraz oturup, sağa sola takılıp, gündüz gözüyle eve tekrar uğramayı tasarlıyorum değil mi zaten. Önümden geçerken kadın adama “Bu adamda bir tuhaflık var galiba” diyor. Adam aldırmaz bir tavırla “Evet öyle galiba ama bize ne” diyor. Kadın ısrarlı. “Soralım bakalım” diyor. “Derdi neymiş. Merak ettim şimdi.” Adam isteksizce “hişt birader kimsin, nesin, necisin, ne işin var bu saatte bu kaldırımda” diyor. Yüzümü o anda bu kadın ve erkeğe çeviriyorum. Sevgili olduğunu düşündüğüm bu iki kişiye. O kadar
Sayfa 13 mesut ki kadın bu adamla olmaktan. O kadar gururlu ki bu adam bu kadınla birlikte olmaktan. Ama düşüncemi kendime saklamam gerekiyor. Bazen yanılırım. Bazen şom ağızlığım her şeyi berbat eder. Bunun olmasını istemem. Nazarımın değmesini istemem. Bu düşüncelerle sorusuna cevap vermek için ağzımı açıyorum. Konuşmaya çalışıyorum. Ama ama sesim çıkmıyor. Sesim nereye kayboldu. Nereye çekip gitti. Tuhaf, tuhaf yüzüme bakıp duruyorlar. Bir boşluğa bakar gibi. Acıma ile dolu bir yüzle bakar gibi. Adam kadına “Dilsiz be bu adam” diyor. Kadın da adama “Evet dilsiz. Yazık” diyor. Sanki ben bir dilenciymişim gibi önüme birkaç bozukluk atıyor. Bu kadının merakından ileri gelen duraksamanın ortaya çıkartmış olduğu zaman kaybını telafi edercesine hızlı adımlarla yola koyuluyorlar. Kadın bir ara başını omzu üstünden bana doğru çevirip bakıyor. Sonra başını adamın omzuna yaslayıp, koluna daha bir sıkı sarılıyor. Mutluluk bu olmalı. Mesutlar. Kendi yollarındalar yine. Yine kendi aralarında konuşuyorlar sanırım. Beni anlatıyor kadın adama. Beni ve o tuhaf halimi. O zavallı halimi. O yanlış anladıkları dilenci halimi. Sokakta kaybolana kadar onları izliyorum. Bir süre daha oturuyorum orada. Sonra kendimi toparlayıp yola koyuluyorum. Öylesine yürüyorum sokaklarda. Bilinçsiz, amaçsız olarak hava da iyiden iyiye soğumaya başlıyor. Ben ise tiril, tiril bir kıyafet içerisindeyim. Sokağın köşesinde bir çöp bidonunun içinde ateş yanıyor. Etrafında toplanmış olan gece işçileri var. Gece işçileri önceden belirledikleri ve parselledikleri yerlerden topladıkları kâğıt, plastik, teneke dolu arabalarını park etmiş ısınmaya çalışıyorlar. Daha sabaha çok vakitleri var. Arabalarını sürecekler. Arabalarının içindekilerini paraya çevirecekler. Evlerine gidecekler. Ama şimdilik ceplerindeki üç beş kuruşla kendilerine ziyafet çekiyorlar. Ateş suyu içiyorlar. Günah suyu içiyorlar. Şarap içiyorlar. Şarkı söyleyip, açık saçık fıkra anlatıyorlar. Ana avrat küfrediyorlar. En sempatik halimle yaklaşıyorum bu gece işçilerine. Konuşmak istiyorum en azından bir “Merhaba” demem gerekiyor. Ama sesim. Sesim yok ki. Sesimi kim çaldı. Yine de ağzımı “Merhaba” demek için aralıyorum. Kafamda kurguladığım o basit kelime “Merhaba” kelimesi ağzımdan çıkıyor. Çok rahatlıyorum bu duruma. Sesim nihayet yerine geldiği için seviniyorum. Mümkündür o anda gözlerim ışıldamıştır. Tekrar bu sefer daha gür bir sesle “Merhaba” diyorum onlara. Ama sesim bana o kadar bet geliyor ki. Kendimin kendim olduğuna şüpheleniyorum. Yerde kırık bir ayna parçasına gözüm ilişiyor. Aynayı alıp yüzüme bakıyorum. Kim bu adam kendi kendimi tanıyamıyorum. Elimi yüzümde gezdiriyorum. Bu halimle bu saçları sakalları birbirine karışmış adamlar ile elleri yüzleri kirden geçilmeyen bu pasaklı kadınlara ne kadar çok benziyormuşum. Bunu fark ediyorum. Teker, teker elimi sıkıyorlar. Zulalarından bir şarap çıkartıyorlar. Bana ikram ediyorlar. Ben de katılıyorum onların şarkılarına o kadar bet çıkıyor ki sesimiz. Hep birlikte kadınlı erkekli halaya duruyoruz. *** Bir el hissediyorum. Bir ışığın ardından geliyor sanki bu ses. “Hadi kalk” diyor. Tanıyorum bu sesi, bu eşimin sesi. “Tamam, kalkıyorum” diyorum. Çocukların cıvıl, cıvıl sesi geliyor. Hep birlikte üzerime çullanıyorlar. Boğuşmaya başlıyoruz. Hep birlikte. Sonra… Yeniden başlıyor hayat…
MUHAMMET DEMİR
Emeğin Sanatı 169. Sayı
tan doğan
çifter çifter arsız tek tesellim ‘ışk’ –hep sarsa bir de ten…
pır bulut gibi yaşıyorum tanrı’ya inat
cin ölürüm diye uyumuyorum hiç ‘hayat’
hassas titrerim üstüne ‘kar’ın ‘ya erirse’ diye
uzak suyun da güzel kurun da huyun da... ey ‘gül’ ama dalında ama dalında…
maşallah ermedi ‘hayat’a aklım öldüğümde anladım
safiyane duru su içilmez haram…
bir süt anneden tavsiye “em memelerimi em –‘oral devre’ yoksa freud girer yavrum devreye…”
emir “em” diyor memelerin içimdeki çocuğa
azim-e yağmur rüzgâr kar… demez uçar ‘ışk’a susamış martı
üç ruhum düşer sana her yerde ey cemre ısıt beni
fark kuş ötesi insan öpesi ölesi ‘hayat’
Sayfa 15
fâil-i meşru iki dudağının arasında ‘ışk’ –ten meğer
şaşkın âşık için ürperince dışın titriyor hangisini öpsem önce
susuz suyu serin köy çeşmem benim ağzımı ağzına dayasam
deme ‘öğle rakıları’ndan güzeldir sevişmeleri…
ebe alaz ‘kül’e gebe ‘gül’ ayaza
çöl savaşları serap rüya düş vuruyor gerçeği alnından
görece yapraktaki çiy çiçekten güzel geldi ruhuma
gücü bu nasıl fırtına fırlattı beni tanrı’ya
mola ağzını ağzıma sok yârim dinlensin dilin
prova üz beni güz ‘kış’ımdan önce
eylem-siz mum şarap ve ten ‘siz’e kalmış ötesi
kalan ‘güz’ün hüznü yüzümde kuru bir yaprak gibi
sonu ey kor kokusu kork ‘kül’den düşçü şimşek olan bulut bana yabancı
ölgün içimdeki uçurumdan düştü düş
‘kış’ım bahar yorgunluğuyla ölsem kimse anlamaz
Emeğin Sanatı 169. Sayı
karabasan ateşim çıktı mı her şey şi’r
yaşlı masalı yıprattı ‘hayat’ beni –hangi birini anlatsam…
iç-im ruhumu öptü rüzgâr bunun’çin içim serin
tersi kargadan korkan korkuluk “gak” dedi
yadırgı kentte çiçek kokmaz köyde koktuğu gibi
sözleşme bekle beni kelebek el ele ölelim
hiç ‘söz’üm siste sus olup gitti
er geç ‘hiç’liğin gölgesiyiz kaybolacağız biz de
doğal dağda düşsem pusuya eşkıyam doğa olur
kıssadan hisse seviştiğimiz kadar ‘hayat'ımız
nankör sevdin de n’oldu sanki bak ‘yok’ saydı seni…
platonik isterse sevmesin beni hep sevdim seveceğim ‘gece’yi
bencil önce ‘ben’ ölmeliyim sonra ‘ben’
davet pencerede ‘ay yüzlüm’ diyor ki “gel”
sağlıklı sayrı bu nasıl bir ‘hayat’ öksürse şi’r oluyor bende
şâir söylemi ‘düş’e geldim ben ötesini siz düşünün
Sayfa 17
özet ay ile sabahladık kumsalda bırakmadan dünya’ya bir iz
kalbî kırılıyor pencerede ay güneş nasıl öpmeli ikisini birden
sitemkâr olsaydın hep yanımda yâr bu kadar sever miydim geceleri…
trensi raylar kadar ‘hayat’ son istasyona dek
hamal ‘dil’in yükü ‘söz’ ‘söz’ ağır hafif bir o kadar da –sus sus…
birlikte köprüde durdum –ötesini siz düşünün…
zeus ve ra buluttan sıyrılan güneş çölde tanrı ya bulut…
rengarenk ‘hayat’ gri dünya mavi ölüm kara –tanrı’nın rengini siz düşünün…
adım’a… tan en ağır bende ağarır mevsimsel güneş de yaşlanır ‘güz’de
ölçü yalnızlığın kadarsın sessizliğin kadar
göküzüntüsü çakar şimşeğini gider bulut ardı gözyaşı olur
bembeyaz karlı dağlar aldı gözlerimi -gayri- âmâ şi’rleri yazacağım
lâl ‘dil’im kurudu söz söylemekten –yazsaydım iyiydi
buruncul koklayarak yaşıyorum dünya’yı kaç kez kırıldı direğim saymadım
yorgun kaç kez sıkıştı kırıldı yandı… kalbim dursa dinlenir miyim –ne dersiniz…
Emeğin Sanatı 169. Sayı
tanım kokmayan ‘gül’ ‘gül’ değildir –çün çürür beden…
en çok başladım saymaya yaralarımı sayı bitti…
marifet çiçeklerle bezedik bahçeyi hiçbiri olamadı ot kadar
güzel ölüm portakal çiçekleriyle yasemenler katilim olacak sanırım bu yaz
çerçi sendendi çorabım mendilim… saklıyor hâlâ çocuk kalbim
nayloncu maşrapa leğen kova bidon… “essskilere naylooo…n”
sark-ma bazen bal damlar balkondan bazen kan
bakış bu kadar mı eğri olur ufukçizgisi
soru hem sayrıyım hem esriğim hem yaşlı kim ne yapsın beni…
radyo seni dinleyerek geçti ömrüm kanallarını karıştırıyor ruhum hâlâ
çelişki ‘hey gidi günler heyyy…’ demeden ölsem bahtiyar addederim kendimi
zift o kadar mı kirli dünya ne sis var ne pus
tam düşlemek yerine yaşamak –nasıl bir ‘hayat’ olurdu kim bilir…
herhep “demir tavında dövülür” tenin tenimde…
derin bir damla çiy gibi ömür kaç okyanus gizler içinde
yol
Sayfa 19
herkes kendi güzelliğince çirkinliğince…
hepsi bir tebessüm için şu ‘hayat’ –kadere bak…
şi’rce teker teker gelin çifter çifter alın yolunuzu
kök âdem’e çekmiş huyu babamın – annemin havva’ya (ya benim huysuzluğum…)
özlem annem’e ellerini özlüyor ruhum sırtım da ter de havlu da bahane
necat babam’a düşmedi yakamdan ‘hayat’ ölsem de kurtulsam mı ne
âh yârim’e ağrılarım bir dinse şi’r olaca’m sana
“dertli dolap” yunus’a suyumu kesmeyin tanrım kaçar
hayranî amy jade winehouse: bahçemin ‘gül’ü ömrümün derdi
âşıkî shakespeare bir şi’r aşk etse yâre… nafile mecnûn hali her halden beter
ruhanî ağzına bakar gandi’nin ganj
siyahî soma’ya kömür değil ekmek emeğin rengi
dadaşça ninem annem ben kıtlama içerdik çayı semaverden
Alo
Emeğin Sanatı 169. Sayı
numaranı değiştirme oğlum zâten zor ezberledim…
yatak odası bırakınca bedenimi yatağa tavan şi’r olur
ayırt gölgemdeki sır benden ayrı yürür
telaşe ağacı gör ‘gül’ü kokla dal git yaprağa varsa ‘zaman’ın
konu/m laf döndü dolaştı -yine- geldi ‘ışk’a
müziği kanat sesleri olmasa uçamaz kuş
dört mevsimden mevsime değişir tenim –ruhumu sorma…
örümcekçe tarihini örüyor bir ç/ağın
yeğ havada kor kokusu –kandan iyi…
bezgin hiçbir şey çekmiyor canı ölüm dışında
açlık o ekmeğe gidiyor ‘ben’ ölmeğe
‘hay-at’ sakat atı vurdu atlılar bir güzel yediler sonra etini
mavi çekildikçe çekiliyor deniz bu yüzden sarılması karanın göğe
şimdi elim ayağım tutuyorken öpeyim öpeyim öpeyim… seni
acı/m gün gelir de ‘unutmak’ olursam neyler oğlum yârim…
kırmızı
Sayfa 21
kurudu kanım pıhtı kadar kaldı tarihim
ölçüt güvercinler kadar özgürüz –sayın haydi
ilinti fikri yok ruhu daralanların –tersi de öyle
küskün ansızın solan çiçek neden kırıldı gönlün
şimdiden alışın geceye gerekecek gelecekte
garip ne acı kimse yok…
zor nasıl anlatmalı size ‘hiç’liği ey ‘zaman’ ey ‘hayat’ âh dünya
geri kimse kimsenin dil’ini anlamıyor “taş devri”ne mi döndük ne
has
dostum yok –bir tek şi’r
heyhat oğlak: burcum –hep yavru kalsaydı ömrüm
berisi benden bu kadar –sen yaşa ötesi…
kertenkelece kuyruğumuz olsa kaçar mıydık ‘hayat’tan sıkışınca
boşuna ne kadar yazarsan yaz ‘kış’ gelecek
balyoz ve mala yıkarken mi sevinir duvarı duvarcı sıvarken mi
mübadele sen bize gelende ben sizde olurum
su/suz çek çıkrığım çek kuyumdan çocukluğumu
bili
Emeğin Sanatı 169. Sayı
gerçek olmaz gölgeden
geç/ti ‘gül’e yana yana ‘kül’e bana bana yâri seve seve…
dolap beygiri çıkarmayın gözlüğümü dünyam şaşar
bî-çare sıkıl sıkıl sıkıl sıkıl sıkıl… en nihayetinde ‘insan’sın
el cevap bin derde gebedir her soru
puf hangi rüzgâr savurur gençliğime beni
sanı herkeste ‘zaman’ benimkinden güzel –sanırım
gerçekçe uslanmaz us Yalanla
yıkım
yırtınma öleceksin
çağım gece bach ve şi’r –ruhum böyle güzel
gözyaşı içini çekiyor çocuk yağmura karışıyor rüzgâr
yedi kat ipi kopan uçurtma “aman tanrım” dedi
eşekarısı acıması “tepse de beni sokmam eşeği”
içli dışlı ey koca çınar ne anlatır sana ölü bir yaprak ‘zaman’sal anı anına uymaz hiçbir anının ses-im sayrılanmasam da hep ıslık çalsam
trajedi
Sayfa 23
‘ilk’ten beri eksik her ‘son’
gelişine anlamı yok hiçbir şeyin nasılsa
ne iyi tam çözeceğimiz ‘zaman’ –belki öleceğiz
susku değerince sus değmez hiçbir şeye…
boş ne kadar ‘anlam’ ne kadar ‘değer’ varsa ‘yok’: her şey her şey her şey geçici
milat kim ki kendini yaratır ‘ilk an’ o an
miat geldim gördüm öldüm
insanî ‘insan’ız işte neylesek ‘boş’
ya‘kış’an ‘kış’tır ‘insan’ın mevsimi ötesi ‘öte’
duygu-sal coşan aklım boğdu ben’i –hepsi bu
son an gıdığından öpsem de ölsem –daha n’ola…
hayırlısı son ‘zaman’larda boşluğa dalıyorum hep “sonun hayırlı olsun” diyor ölmüş annem
kaçış uykum var hiç olmasa da uykum
rüya düş düşün düşüngü düşükle ‘insan’a ait güya
yukarı sen göğe bakıyorsun bulutlara ben ‘mavi beyaz bir sevi’ yaşadığımız
“daha nem olacaktın”
Emeğin Sanatı 169. Sayı
‘şemsiyem’sin –yoksa(n) ne çok şey yağardı üstüme…
tensel çırçıplak kaldık rüzgârda –bir de yağmur bir de kar…
beni beni lodosla poyraz arasında kaldım: tam sersem tam sersem tan sersem…
kervan deve.. ben.. eşek gelip geçer ‘hayat’ –çöl meğer
apaçık “son sonbahar hangisi” dedi ‘kış’ “hepsi benim” dedi ‘güz’
nedeni(m) küçük harflerle konuşup yazıyorum daha derin duyayım diye
son ‘zaman’larda her an bir damla yaş bir gözümde…
kurtarılamaz ömrümü öldürdü –bitti acım
yeteri gün yüzü görmedi annem –ışıklar içinde midir gayri…
şi’re çifter çifter gelin –topyekûn gideceğim nasılsa…
dünya güya uyku uyku rüya rüya… her gece hazırladın ‘ölüm’e bizi ey ‘hayat’
İçedönük dış -‘dünya’nın etkisine bitmeli tepkim için için içim içim
kendime tan tan’ı seçer: geceyi gün kılanı
nefesi geceler de olmasa çekilmezdi dünya
tarihimiz “ölüm varsa sorun var” diyor soyumuz
iş ki
Sayfa 25
her şeyi bırakıp olduğu gibi kırlara gidelim yârim –işimiz ne ki…
can iğne ucu kadar bir sinek yaşıyor işte –‘insan’ ne ki…
gücü bir hışımla kanatlandı bulut ölmeğe…
bulutsu sevgilim düşle: bir buluttan bakıyoruz ‘hayat’a –en güzelinden…
sızı-ntı sızım sızım sızlıyor taşların arasından sızan su ne zor sürdürüyor son ‘kış’ını…
sevi ‘güneş’i öpüyor ‘ay’ gece gündüz gece gündüz gece gündüz…
gece gece odaya sızan ‘ay’ neyin ‘dil’i neyin rengi neyin ümidi…
saksıdaki çiçek bir kırmızı oluyor bir pembe kendini mi şaşırtıyor beni mi…
mahkûm bileklerinde halhal ayaklarının ellerinden bileklik papatyalarda
bahar korkusu hanımeli kokuyor gece.. yasemen gül… öldürür mü öldürür ‘insan’ı ‘bahar’
en güzel emek yârim bahçeyi düzenliyor ya her parmağı bin bir papatya
zavallı ey kendini yücelten ‘ben’ sen nesin… düş/ün-dil ey yağmurçiçeği ey rüzgârböceği ‘düş/ün-dil’i ne güzel –öyle değil mi… acısı ‘insan’dan doğayı öğrenmek – heyhat ‘doğa’dan öğrenmek varken…
sonuçta ‘hayat’ puslu n’apsanız değişmez
kadarı
Emeğin Sanatı 169. Sayı
bir gonce ‘gül’ü öp ve öl dünya bu kadar zâten
ayşekadın sevdiceğim fasulye ayıklıyor bütün ‘dünya’ yeşil şimdi bana
kanatlı göçmen kuşlar göçmen kuşlar göçmen kuşlar… elim kolum yoruldu yazmaktan sizi
buyuz ‘saltık eksik sığ sınırlı uslu’ ölgün dirimleriz biz neyin yaz(g)ısıysa onun yaz(g)ısı
söylence her şey ölür –zeus’ta bile yok ölümsüzlük
’ışk’ hâric alazdık ‘köz’ olduk ‘kül’ de olacağız yakında –ey ‘ışk’ korkma sen hiç e mi…
beyazı denizin köpüğü göğün bulutu gibi: en güzel geçici
devinimsiz duran su buharlaşır okyanus olsa
öğreti seviş sevişebildiğin kadar ey ten çürüyeceksin nasılsa
tak-tik-tak ‘zaman’ı gösterir saat hiç’i ezberletir ‘zaman’
davetkâr her boş sayfa yeni bir macera –atılmalı mı ne…
zoraki dağ başı dere ağzı gökyüzü… doğa bize benzemez oysa…
kulak ‘zaman’ın fısıltısında sır duyarsın ya duymazsın
suç boşa geçen ‘zaman’ bağışla bizi
zorba zulmün kime sevdiremezsin ki kendini zorla
hüzünlü içim dışım gözyaşı hüznüm bitmez…
Sayfa 27
dönenme yel değirmeni yelle su değirmeni suyla “ ‘ışk’ değirmenim” senle
intika ‘zaman’ım dolmuştu annem öldüğünde
ay-na-sız suda yüzünü yıkıyor ay kırdığı kırk aynadan sonra
yaşarken ‘hayat’ı sevmek ölüleri özlemeğe yeğ –mi…
‘ay’lı ‘ay’ yüzüne yüzün bana ben şi’re doğdukça yaş(z)ıyoruz işte yârim
söz ‘gül…’ daha ne diyeyim sana ‘hayat’
TAN DOĞAN
Emeğin Sanatı 169. Sayı
SİZ SİZ OLUN HAZİRANSIZ GİTMEYİN Siz siz olun Haziransız gitmeyin Eski fotoğraflardan yetişkin çocuklar gelir Selam isterlerse vermeyin Terk etmek sıkıcı bir yüktür ve mazereti bulunur her zaman Sigaranız biter en fazla Tekrar bir yangını tazelemeyin Kör usturalarla keser uzayan sakallarınızı çağ dışı berberler Kirli sakallarıyla gelen dostlara küsmeyin Günebakanlar tutuşan bir yağmuru çingene palamutuna değişir Siz güneşi sevgilinize bile değişmeyin
Sayfa 29
Sözcükler en yaşlı annesidir dik başlı çocukların Sözcüklere güveninizi yitirmeyin Nisan ağlar Mayıs umutlu Haziran davetkardır Siz siz olun Haziransız gitmeyin Bin direnişten artmış kaç sloganla gelir ve yanınıza oturur bir şiir O şiiri okuyun ve sözcük sözcük sevin Kehanete sığınmadan aşklar için direnin Bahar bizim düşümüzdür Haziran umudumuz Siz baharla sarmaş dolaş Siz baharla serseri Siz baharı gamzesinde taşıyanın en güzeli Sizde çoğalan en mavi kendi renginden derin Bu yıl mevsim çok haziran çekecek Siz siz olun Haziransız gitmeyin
BÜLENT AYDINEL
Emeğin Sanatı 169. Sayı
KOPARILMIŞ GÜLLER Necmettin YALÇINKAYA “Kahretsin” dedi genç kadın; burnunu cama dayayıp, dışarıdaki karı seyrediyordu. Kar gittikçe şiddetini artırıyordu. Beş yıl öncesini düşündü. Kocası, kızı Zeynep ve hayalleriyle yola çıkmışlardı Anadolu’nun ücra bir kentinden. Umutları vardı; canlı ve de diri. Önce kocasıyla anlaşamamış, boşanmışlardı. Şimdi de terki gelmişti işte. Dönse geriye, alay konusu olacaktı. “Kahretsin,” diye yineledi. “İkinci terk kararı da geldi. İsviçre’de kalma şansım yok artık. Bir başka ülkeye gitmeliyim.” Yeni bir ülke yeni bir başlangıç, işe sıfırdan başlamak ve yeni bir dert demekti. Bunu göze alamıyor, hangi ülkeye sığınacağını bilemiyordu. Aklı başından uçup gitmiş, sağlıklı düşünemiyordu. “Gitsek de ne fark edecek ki!” dedi on iki yaşındaki kızı. “Bak babamı yakalayıp bir çırpıda sınır dışı ettiler. Gözünün yaşına bakmadılar bile.” Gözleri dolu dolu oldu, ağlamaya başladı. Burnunu çeke çeke, “Havaalanında, polislerin arasında babam boynunu büküp uzun uzun baktı bana. Gözlerindeki o çaresizlik yüreğime kazındı. O haliyle gözümün önünde hiç gitmiyor.” Bir el yumruk olup boğazına düğümlendi. Hıçkırıklara boğuldu.
Sayfa 31 Kadın gözlerindeki yaşı parmak uçlarıyla sildi. Sarıldı kızına. Titreyen dudaklarıyla alnına, yüzüne küçük küçük öpücükler konduruyordu… “Sus, ağlama kızım” diyordu, “her şeyin bir çaresi vardır. Bir çıkar yol bulunur elbet.” Ama aklına bir çözüm gelmiyordu. Birden gözü cep telefonuna takıldı. Telefon rehberindeki kaydettiği isimlere tek tek baktı… “Ha buldum sonunda” dedi sevinerek. “Derdimize merhem olursa Makbule teyzen olur.” Parmağı kendiliğinden arama tuşuna gitti ama kızı engel oldu… “Saatten haberin var mı anne? Sabahın üçü olmuş…” Ona hak verdi ama vaz geçmedi yine de. Aradı. Makbule yarı sarhoş, şaşkın bir halde… “Ne oldu Sevgi, yoksa Zeynep’e bir şey mi oldu?” diye sordu. “Yok, yok Zeynep yanımda. İkimiz de turp gibiyiz.” “O zaman?” “İkinci terkim geldi. Gönderiyorlar bizi?” Makbule donup kalmıştı. Kendini toparlar toparlamaz. “Hemen geliyorum ” dedi. “Dışarda kar var, dikkatli kullan arabayı.” “Meraklanma kötüye bir şey olmaz.” Uyumakta olan kocasının başucuna bir not yazıp bıraktı. Ardından yanağına bir sevgi öpücüğü kondurduktan sonra hazırlanıp arabasının yanına gitti. Arabayı çalıştırdı, motorun ısınmasını bekledi. Yarım saat sonra St. Gallen’de Sevgi’nin oturduğu apart–manın önüne geldiğinde onu aradı. “Geldim, evin önün–deyim“ dedi. Sevgi balkona koştu. Anahtarı balkondan aşağıya attı. Makbule yakalamak istemesine karşın tutamadı ve anahtar yumuşak karın içine düştü. Eğilip aldı ve usulca dış kapıyı açtı. Sessizce merdivenlerden üst katlara doğru çıkmaya başladı. Öpüşüp, merhabalaştılar. Kahve ve sigaranın ardından asıl konularına döndüler. Makbule:
Emeğin Sanatı 169. Sayı “Aklıma bir şey geldi” dedi, “ama tutar mı bilemem. Sen de razı gelir misin, onu da bilemem. Daha önce bir arkadaşım bu yola başvurmuştu. İşe yaradı; davası ertelendi.” “Neymiş kız, meraklandım.” “İntihar etmek!” “Ama dinimizce günah!” “Boş ver şimdi dinimizi minimizi. Birkaç tane fazladan ilaç alacaksın. Hepsi bu… Hem intihar sayılmaz. Bizimkisi amaç değil araç. Seni hastaneye yetiştiririz hemen. Korkma ölmezsin.” Gülüştüler… “Olur mu kız, inanırlar mı bana?” “İsterlerse inanmasınlar. Terkin gelmiş… Aldığın bu olumsuz cevap karşısında bunalıma düşmüşsün. İntiharın çok normal görülür. Bir iki gün hastanede kalırsın, oradan da psikiyatri merkezine… Biz de bu süreçte bir çare ararız.” “Aklıma yattı gibi ama yine de korkuyorum.” “Ha ne oldu kocanla boşanma işiniz?” “Sonunda kabul etti, boşandık.” “Ha bak bu iyi olmuş.” “Neresi iyi kız bunun?” “Bizim orada kadınlar kocalarından boşanamazlar. Çok zordur. Şayet boşanırsa kadın, araya töre girer, bu da kadının sonu olur,” aynen böyle dersin. Sevgi getirdiği ilaç torbasını masanın üzerine döktü. İçinden en hafif olanından birkaçını suyla yuttu. Biraz beklediler. Gözleri kızarmaya başlamıştı Sevgi’nin. Korkmuyor değildi. Midesi bulanıyor, gözleri kararıyor, başı hafiften dönüyordu. İstifra edecek gibi oldu. “Tamamdır “ dedi Makbule, “şimdi sıra seni hastaneye yetiştirmekte.” Sevgi aynanın karşısına geçti, yüzüne makyaj yapmaya çalışıyordu. Makbule gülerek: “Baloya değil, hastaneye gidiyoruz” dedi, “üstelik intihar…”
Sayfa 33 Spital’e (hastane) acile gittiler. Dış kapının girişindeki telefondan içeriyi aradı Makbule. Kısa sürede sedye getirildi… Zamanında hastaneye yetiştirildiği için, midesi yıkanmış ve Sevgi yeniden yaşama döndürülmüştü. Ama tekrar intihar edebilirdi. Bu yüzden doktor kontrolünde hastanede kalması gerekiyordu. Zaten onların istediği de buydu. Sabah olmuş, gün ışımıştı. Makbule ve Zeynep bekleme salonundaki koltukta uyuya kalmışlardı. Çoktan mesai başlamıştı. İnsan gürültüleri, koridorda yankılanan ayak sesleri engel değildi uyumalarına. Bir ara, gözlerini açtı, korkulu gözlerle çevresine baktı Zeynep. Makbule’yi yanında görünce dağılır gibi oldu korkusu. Dürterek uyandırdı onu… “Makbule teyze kalk, sabah olmuş!” Lavabodan sonra danışmaya yönelip, gidip hastanın yerini sordular. “Üçüncü kat, 309 numara.” Asansör onları üçüncü kata çıkardı. Sevgi odasında mışıl mışıl uyuyordu. Başucunda durup uyanmasını beklediler. Uyanan Sevgi’yle göz göze geldiklerinde sinsice gülümsediler. Sevgi… O sırada cep telefonuna bir mesaj geldi Sevgi’nin. “Ben bakamıyorum Makbule, sen bakar mısın?” Mesajı okurken Makbule’nin gözleri açıldı. “İnsan ne diyeceğini bilemiyor Sevgi” dedi yarı üzüntülü bir ses tonuyla… “Almanya’daki kaynın var ya, o kendisinden ayrılan karısını tabancayla vurup öldürmüş…” Gözlerini tavana dikti, kendi adına üzülsün mü, sevinsin mi bilemedi Sevgi. Acı acı gülümsedi.
NECMETTİN YALÇINKAYA
Emeğin Sanatı 169. Sayı
BEAT ŞİİRLER 2: Dünyanın Bütün Zencileri
Barva PARAMAZ
(Ceyhun Atuf Kansu'dan araklama içerir) “Bana zencileri getirin, dünyanın bütün zencilerini Sadece onlar taşısın cenazemi” Sokak çocuğu Selami'nin son sözleri... Dünyanın bütün zencilerini diyorum Bütün zencileri getirin buraya Sadece kara derilileri değil, Bütün hor görülenleri getirin Tüm yok sayılanları diyorum “Allahın üvey çocukları”nı işte lan! Yüzünde acı bir bayrak gibi sallananları diyorum Son bir kez daha küfred'icem kapitalizme ve size Sonra siktirip gid'icem bu lanet gezegenden
Sayfa 35
Dünyanın bütün zencilerini diyorum Sokak zencilerini getirin buraya Bir imla hatası gibi hayat defterine yazılan Annelerinin karnından yekten kovulanları Dayakla gübrelenmiş, küfürle sulanmış Deve dikenlerini diyorum Arabeskin en yelda bahçesinde Tarumar hecelerle tarihini andığımız “Hatamla sev beni” diyenleri getirin bana “Anamı sikti Aşk benim” diyenleri getirin Dünyanın bütün zencilerini diyorum İnşaat zencilerini getirin buraya Gurbete yaslanmış düşleriyle Vuslatı harf harf ören ağır işçileri getirin Kravatlı gavatların “amele” diyerek horladıkları Merdiven silen zencileri getirin bana Açlığa barikat avuçlarıyla kahraman Çocuklarının üstünde kartal kanadı ablaları getirin Dünyanın bütün zencilerini diyorum Katledilmiş, asimile edilmiş, sürülmüş zencileri Kürdistan'da katledilmiş tüm ah kuşlarını getirin bana 38'de Dersim'den sürülmüş kan revan harfleri 1915'de kırdığınız soydakileri hani bir de Dünü Ermenice, Süryanice, Rumca susan dağları getirin
Emeğin Sanatı 169. Sayı
Dünyanın bütün zencilerini diyorum Ben bir orospu çocuğuyum, gam hamalıyım Acılarımı kazıdım göğün seyir defterine Ama kimse sallamaz beni ahım yeri göğü inletse de Ne çok yıkık duvar üşür içimde Ne çok örselendi adımın güdük atlası Dünyanın bütün zencilerini diyorum Acıyı ertelemek için damarıma zıkkımlandığım bu bok Aşırı doza erdi bu sefer, bilmem tahammüden miydi Ama ben her zencinin ahında yaşarım siz görmeseniz de Gün gelir tüm zenciler hesap sorar mülkiyet ve zulüm ustalarına Ağır tonajlı aç kaldım, piç kaldım bu sokaklarda Bilir bunu topyekün ısırgan geceler ve sokak köpekleri Anam bile acımaz halime, mezarımı ancak serçeler arar Ben bir doğdum binbir öldüm her gün zalim gezegeninizde Anasını sikeyim kapitalizminizin, mülkiyet oburluğunuzun Siktirip gidiyorum işte kahrımı kara vicdanınıza ayna tutarak Yeter, şimdi dandik gazete kağıtları örtün üstüme Nasıl olsa belediye kaldırır çokkimsesiz cesedimi Dünyanın bütün zencilerini getirin buraya
BARVA PARAMAZ Haziran 2015
“Allahın üvey çocukları”: Yılmaz Odabaşı “Hatamla sev beni”: Orhan Gencebay “Anamı sikti Aşk benim”: Serkan Engin
Sayfa 37
KONUŞARAK İŞLERİ HALLETME DÖNEMİ Kan!
ve darıldık!
homeros’un sürüyor seksen nesildir körlüğü epik bir kompozisyonda yaşamıyorsak tuvalimizdeki hayatı bozkıra yazgılı insanlarım şiir yazalım aydınlık dönemini başlatana kadar sokak güvercini gözlerimizin hatırına atalarım, komşularım kuralsız! arsız! sınırsız! şiirlerimizi şımartalım her gün soluduğumuz dünya nın şöleninde:
NİSA LEYLA
GÜLLER UYANSIN Cinli düzenler Demokrasiyi çarpıyor Gecelerle medyumlar Cinleri doğuruyor İpeğini mi sağıyoruz yaşamın Çilesini mi Diken sevgi değilse Güller uyansın Gözleri sürmeliler Gidelim Birer fidan dikelim Toprağımız kız gibi Ormanlaşırsa günler Turnalaşır türküler
HASİBE AYTEN
Sayfa 39
MANYAK OLMAK BEDAVA! Erhan TIĞLI Çoğu kişi, doktor olmadığı halde teşhis koymaya bayılır. Sözgelişi, bir yerimiz ağrısa dudak büker, biraz düşünür, bilgiç bir tavırla, “Sende şu hastalık var” der. Demekle yetinmez, otlu önerilerde bulunur: “Sabah akşam yeşil çay iç. Kekik, keten tohumu da iyi gelir. Hele tarçını hiç ihmal etme. Günde iki bardak rezene çayı içtin miydi hiçbir şeyin kalmaz...” Dediklerinin hepsini yapmaya kalksan için dışın rezene çayı, tarçın, kekik, keten tohumu olur; yemeğe, su içmeye vakit bulamazsın. Miden bulanır, karnın ağrır... Canın sıkılsa, moralin bozuk olsa depresyon geçirdiğini ileri sürer. Saçma önerilerine kızıp bağırsan, “sende stres var. Adaçayı ile ıhlamur içersen rahatlar, ferahlarsın” diye akıl verir. Daha buna benzer neler derler neler... Bu teşhis koyma hastalığı büyüklerden gençlere, hatta çocuklara sıçradı. Günümüzün moda sözcüğü “manyak”! Davranışlarını beğenmedikleri kişilere “manyak” yaftasını yapıştırıveriyorlar hemen. Hobi bile manyaklık sayılıyor. Ne yapsan manyaklıktan kurtulamıyorsun. Bence herkeste manyaklık aramak da bir çeşit manyaklık! “Yahu sen ne manyak adamsın be! Para kazanıp köşeye dönmeye çalışacağına, beş para etmeye yazılar, şiirler yazıp duruyorsun...” “Kardeşim, sen manyak mısın, yoksa tipin mi öyle gösteriyor? Borç para verilir mi bu devirde? Borcunu veren enayi sayılıyor. Sen o paranın üstüne bir bardak soğuk su iç.” “Manyağa bak! Zengin kısmete hayır dedi de, gitti bir çulsuza vardı. Neymiş, seviyormuş. Aşk üç günlüktür. Zenginlik ise ömür boyu rahatlık verir.” “Ben sana manyak demeyeyim de kime diyeyim? Sanat karın doyurur mu? Ressamlar aç geziyor. Yazarlar da hapse tıkılıyor. Bol paralı meslek seç kendine.”
Emeğin Sanatı 169. Sayı Geçenlerde bir duvar yazısı okudum. Şöyle diyordu: “Aşk bir göldür; içinde manyaklar yüzer.” Bir süre önce de bir kabadayı, rakiplerinden birine, “Ulan! Seni mermi manyağı yaparım be!” diye medyan okuyordu... Komşunun beş yaşında bir çocuğu var. Almanya’da doğduğu, büyüdüğü için pek Türkçe bilmiyor. Memlekete tatil geldiklerinde, oyun oynadığı çocuklardan Türkçe öğrenmeye çalışıyor. Yeni bir sözcük öğrendiği zaman seviniyor. Geçenlerse annesinin yanına gelmiş, mutlu bir gülüşle, “Bugün yeni bir sözcük öğrendim anne!” diye bağırmış. Annesi merakla, “Ne öğrendin oğlum?” diye sormuş “Manyak!” “Niye bana manyak diyorsun bakayım?” “Ben demiyorum. Arkadaşım dedi.” “Ne şey arkadaşın var senin öyle. Başka öğretecek söz bulamamış mı?” “Öğretmedi, bana manyak dedi. Manyak ne demek anne?” Anne çocuğunu üzmemek için yalan söylemiş: “Manyak; iyi, güzel demek oğlum.” Çocuğun hoşuna gitmiş bu manyaklık. İkide birde söylemeye başlamış: “Yemek çok manyak olmuş anne. Eline sağlık!” “Bugün manyak biriyle tanıştım.” “Yeni aldığın gömlek hiç de manyak değil. Beğenmedim.” İşin tuhafı, bu sözü eve gelen konuklara da söylemiş. Kendisiyle ilgilenip başını okşamışlar, hoşuna gitmiş bizimkinin Coşmuş: “Bu manyaklar her zaman gelsin evimize!” demiş annesine. Ancak uzman doktorların teşhis koyduktan sonra söyleyebileceği manyaklık özelliği, çoluk çocuğun diline düşerse böyle olur işte!
Sayfa 41 Söz aramızda, tıp fakültesinin yanından bile geçmemiş ve de kendi derdine derman olamadığı halde, başkalarına ilaç sunan, akıl veren doktorlar(!) pek çok. Ama toplumumuz gene de hastalıktan kurtulamıyor bir türlü. Hele politika doktorları, halkı tedavi edeceklerini, onları dertten kurtaracaklarını söyleyerek başa geçiyorlar da, hastalıkları azaltacaklarına çoğaltıyorlar büsbütün. Kendileri hastalığın ta kendisi oluyorlar, söz ve davranışlarıyla bizi hasta ediyorlar. Öldürmekten, kan dökmekten zevk alan manyak teröristlere karşı gereken önlemleri almıyorlar, lafla vakit geçiriyorlar, birkaç kınama mesajıyla görevlerini yaptıklarını sanıyorlar! Bu durumda, biz manyak olmayalım da kim olsun?
ERHAN TIĞLI
YARISI gece yarısı dosttan gelen merhaba yalnızlığının saçlarını okşar sana 'bir aşk masalından şarkılar söyler' hangi masalımı anlatsam zaman yetmez zaten seni dinlemeye eksiğim yine de gönderdiğin bir yudum sudur yaşasın kehribar devrimi Edip Cansever olsa zenginlik derdi buna
ÖZER GENÇ
GÖRSEL DÜZENLEME: ADNAN DURMAZ
Sayfa 43
ÇIĞLIĞIMI SANA SU DİYE VERDİM
Markasız ve deli neonlardandır bu hırçınlığı şehrin Öldürülmeyi bekliyoruz ve çığlığımız yere düşen bozuk para sesidir Küllerimizi de yakacaklar bir gün Alevi ablaların mezar taşlarını da yakacaklar Meskuna sığmaz ihanet dürüstlük iltica etmez Kahinden artan bir gemiye çevrildi ömür Kutsal suda yüzen kağıttan bir yelkenliye çevrildi Küstah ve buruk bir tramvaya döndü yani Bir yaranın kesiğinden akan kana döndü Ne zaman ağrırsa bir güne düşen ışık Günebakanların göz yaşına alışık Ve çok karışık bir surat ağlar eşkıya olarak Ama onurdur bu cehennemde ateşe düşman eşkıya kalmak Her düş seni bir yere taşır Sen her düşe biner misin Atları yorulmuştur bu şiirin Lütfen terkiden iner misin Ağrı Dağı'nı vergiye bağlamışlar soluksuz imtihanlarda Durduk yerde boynuma sarılan birisin Gelmesin ne olur diş ağrısı gibi olur bu saatte Gelsin ama ben gelmesin desem de En iyisi biraz çay demle biraz bulgur ez Tahammül bu ülkede sıraya girmez Çığlığımı sana su diye verdim Çölsüzmüş müebbetin serabın olup geldim
SEMA LALE
Emeğin Sanatı 169. Sayı
CESARET BİR KERELİKTİR Kopacak canı öteye at Dişlerinle kendi iliğini ilikle Soracak akşamların ötesini Kimseye bırakma Git gideceksen... Cayacak tek anda isen Kendinde ol hemen...
...
Dürüstlüğü kucakla...
Cesaret bir kereliktir Yaşanır ve atmaz kendini öteye beriye...
Çabayı kafdağına at... Bu hayatı atacaksan Kendi terkine at...
Ödlekliğin sınırında bekleyen düşünceler Sevgiyi unutmanın fırsatını beklerler...
Sevgini çıkaracağın tek hayat Sen değilsen eğer Kendini ötekiyle ötele...
HALDUN HAKMAN
Sayfa 45
ADIM GAMZE Gülefer CAMBAZ SAVRAN Birazdan gelir… Bir kaç gündür akşamın ilerleyen saatlerinde geliyor, caddenin karşısındaki yerini alıyor. Caddeden geçen araçlara el salladıktan sonra duran arabalara yanaşıyor. Bazen hemen binip gidiyor, bazen de araç sahibine ağza alınmayacak küfürler ediyor, araç sahibi de oradan hızla uzaklaşıyor. Köşeden göründü işte! Cılız ve yamuk bacakları mini eteğinin altından çok komik görünüyor. Kasım ayı olmasına rağmen sabah yağan yağmurdan yerler ıslanmış, çıkan rüzgâr insanı üşütüyor, o da üşümüş olmalı. Kısa deri montunu çekiştiriyor çünkü. Bir kaç arabaya el ettiyse de hiçbiri durmadı. Yılın bu mevsiminde, bu saatlerde burada insanlar çok fazla dışarı çıkmazlar. Üstelik böyle yağmurlu havada bu daha da zor. Yağmur tekrardan çiselemeye başladı. Bir şey arar gibi etrafına bakınıyor. Yolun karşısına geçerken ayakkabısının topuğu mazgala sıkıştı, sinirlendi. Yanından geçerken korna basan şoföre küfür etti. Daha sonra yanıma geldi, beline kadar uzanan saçlarını savurarak. Arkamdaki tezgâhtan bir sigara istedi, uzattığım sigarayı alırken zayıf ve kıllı parmaklarının titrediğini fark ettim. Dönüp gitmek üzereydi birden tereddüt etti. Yağmur daha da şidetlendi . İsterse biraz bekleyebileceğini söyledim. Hemen kabul etti. Köşedeki sandalyeye ilişiverdi, "Çay içer misin?" dediğimde gözleriyle "evet "dedi. Hiç konuşmuyor ve yere bakıyordu, bende sormadım. Yıllardır bu çarşının içindeydim. Bunun gibi birçok gencin kaybolup gittiğini görmüştüm. Ağır pudralı ve makyajlı yüzünde hâlâ masumiyetin izlerini görebiliyorum. Takma kirpikler ve ağır rimel bile hüzünlü gözlerini saklayamamış.Daha da hızlanan yağmur bizi büfede mahsur bıraktı bir yere çıkamadık. "Bir çay daha içer misin?" dedim, "evet" dedi üşüyen ellerini bardağın sıcaklığı ile ısıtmaya çalışarak.
Emeğin Sanatı 169. Sayı Ben hiç soru sormam genelde birbirine benzer hepsinin hikayesi bunu çoktan ögrendim. Gülümsedim, söze ilk o başladı. "Adım Gamze" dedi sesini incelterek. Bir sigara daha yaktı sonra sesi titreyerek devam etti anlatmaya. "Adanalıyım ben, bu şehre yeni geldim," dört kızdan sonra ben doğunca babam çok sevinmiş, kurban bile kesmiş" dedi, "fakat ben büyüdükçe kendimdeki değişikliği fark ettim. Ablalarımın elbiselerini gizli gizli giyerdim, annem yakalayınca bana çok kızardı, hatta hocaya bile götürdü kaç kere. Fakat babam için bir yıkımdı bu. Kahvehanedekiler babamla dalga geçince bir keresinde beni çok fena dövdü. Annem de ‘kaç kendini kurtar yoksa seni öldürecek’ dedi ve "ben de çıktım buralardayım " . Anlatırken ağlıyordu, belli ki ailesini ve köyünü çok özlemişti, yüzüme bakamadı. Yağmurda dinmişti, "Para kazanmalıyım" dedi, sessizce kalktı. Saat de epeyce geç olmuştu, yüzündeki makyaj akmış çok kötü görünüyordu. Başındaki peruğu çıkararak tekrar taktı, akan makyajını temizledi, çaylar için teşekkür etti ve karanlıkta kayboldu..
GÜLEFER CAMBAZ SAVRAN
ŞAİRLERE GÖRE ŞİİR VE DİL Düzyazının varamayacağı anlam ve algı derinliğine varan/vardıran bir dil sanatıdır şiir. HÜSEYİN ATABAŞ Şiir, doğal dil üzerinde anlamsal çok değerlilik oluşturularak yapılan bir sanattır. SALİH BOLAT Şiir dil işidir. Dilde yangınlar yaratmak sanatı. CEMAL SÜREYA Şiir, dil içinde dil yaratmadır. SAİNT-JOHN PERSE Şiir dille kurulur, sözde dirilir, yazıyla bize ulaşır. MİKEL DUFRENNE İçinizde olmayan şiiri hiçbir yerde bulamazsınız. SHELLEY
Sayfa 47
TARİHİN GÜLDÜĞÜ YOK! Ne gecenin matemi biter Ne de yüreğimin!.. Ne gülün kanaması durur Ne de gönlümün!.. Ne zamanın sancısı diner Ne de kalbimin!.. Ne yağmurun geçtiği var Ne de acılarımın!.. Ne tarihin güldüğü var Ne de yüzümün!..
HIZIR İRFAN ÖNDER
Emeğin Sanatı 169. Sayı
NE YANA BAKARSAN AŞK İrfan SARİ topraktan derin derin göğeren çiçek yeryüzüne hoş geldin burası Kürdistan gözlerin mevsim süsü bahar üzülme kurşunları kovalayan çocuklarımız var barutu ıslatan kalbursa kalbur mangalsa mangal yürekleri
mavi yağmurlarımız gökyüzü kalbimizin çatısında aşk davası biz sevdayı hafızasının hazinesinde ders etmişiz kıdemli düşmanları ve ağır ateşlerde yananları ve sesiyle işkenceyi korkutanları tanımış büyümüş ülke çocukları var
Sayfa 49
biz insanlık duruşmasına kalmamışız özümüzdedir ne varsa keşkesizdir dünya daha bu sabah açmış gözlerini kaybedersek hep birlikte kaybederiz peşine düşüp düş ekeceğiz oysa tertemiz acı çekmek için yaratılmışız tertemiz ensemizde gecenin dibi kahır gibi yalnızlık ters bakılacak kadar terstir ölüm aşk için insan kurnasından daha serin akarsu yoktur güneş doğarken de biz serin türküler söyledik yüreğimize ezberlettik dengbej makamıyla kavgayıda tuğla ocağına benzer ciğerimizde yaktık ciğerimizde kimse bilmez biz ırmak boylarında kurşun yarasıyla öldük kan kaybından çok masraflıdır bizde sevmek yalnız gözlerimiz kimsesiz ellerimiz of demeden yüreğimizledir baha biçilmez ederi var kuvvetlice sarılıp nefesimiz tükeninceye kadar hoş geldin çiçek burası yeryüzü üsttünde Kürdistan ne yana bakarsan aşk bir bakışa bir ömür
İRFAN SARİ
Emeğin Sanatı 169. Sayı
DİRENENLERE ÖVGÜ karardığında için gözünün görebildiğince uzağa bak dalgalara bırak ruhunu denizlerde yıka gör dünyayı bu hale getirenleri kan içenleri kara kitaptan gör korkma ölümden korkma öteki dünya masalından vicdanından kork yalnızca bil ki an olur gülümser yaprak çiçek açar an olur solar rüzgarlarda savrulur ama sımsıkı tutunur toprağa kökler umudun mayasıdır bu yaşamak budur işte...
TEMEL KURT
Sayfa 51
TANI BUNLARI KIZIM Berivan YILDIZ Aylar öncesinden ayarlanan, tatil dönemine denk getirtilen düğüne nihayetinde çok az kalmıştı. Yapılan alışverişlerden sonra, alınan hediyeleri, kıyafetleri tatlı bir telaş ve heyecanla valize yerleştiriyordu Gönül. "Ne de olsa öğretmenlik bu öyle kolay değil, bu yorgunluğu kolay kolay atlatamaz!" diyerek ses etmedi. Oysa Sıraç'ı durgunlaştıran ve de ilgisiz olmasına neden olan yorgunluk değildi. Dönemin en zor, acılı, yasaklı günleriydi. Onu düşündüren her tarafı saran ateş çemberi ve yaşananlardı. Tedirgin ve huzursuzdu. Daha küçük yaşlarında kardeşine nasıl da güzel bir düğün yapacağını söyler, o günün hayalini kurardı. Ama bugün Mazlum ve Gülistan'ın düğün yapmalarına neredeyse karşıydı. Bundan günler önce komşu köylerinin bir günde boşaltılıp, ev ev, bahçe bahçe yıkılıp yakıldığını duymuştu. O insanların; çocuk, kadın, yaşlı herkesin yollara düşüp, bir anda her şeylerini kaybedip, hiç bilmedikleri bir yere sürülmelerine dayanamıyordu. Bu bir deprem değildi, sel de vurmamıştı köylerini. Her tarafa serpilen beyaz toz ise kar hiç değildi. Bir kıvılcımla her tarafı ateş topuna döndürüyordu. Ve daha önce ateşten oluşan bir doğal afet duymamıştı.
Emeğin Sanatı 169. Sayı O kentlerde onları bekleyen kimsesizlik, çaresizlik, yabancılık ve yoksulluğu çok iyi biliyordu. O koca kentlerde gördükçe virane ve de bölük pörçük hayatları ağır bir yükün gelip kalbinin üstüne yerleştiğini hissediyordu. Tutunabilecekler miydi onları anlamayan, tanımayan, yer vermeyen o büyükçe şehirlerde. Bilemiyordu. Üstelik bu ilk değildi. Bölgede yakılan yüzlerce köylerden yalnızca biriydi. Bu kuşatmayı duydukça içi daralıyor, derin bir acı ruhunu kaplıyordu. Aynı beyaz tozun bir gün doğup büyüdüğü, köyüne de yağma ihtimali çok yüksekti. Her sabah, korkuyla eline aldığı telefona bakar, köy muhtarını arayıp durumlarını sorardı. Anasına, kardeşlerine selam gönderip güne öylece başlardı. Acı onun ruhunda gezinirken, içindeki sessiz çığlıklarla boğuşuyordu. Gecenin ilerleyen saatleriydi artık, Berfin’in kucağına atlamasıyla yeniden nefes aldığını hissetti. Onu korkulara salıp, mecalsiz bir hale getiren bu hayatta, eşi Gönül ve küçük kızı Berfin'le "Huzura merhaba!" demek istedi. "Canım her şey hazır, sabah yola çıkıyoruz değil mi?" dedi Gönül. "Evet, gidiyoruz ama çok fazla şeyler alma yanına. Aramalar, kontroller var. Ve köy yollarında çok daha fazlaymış. Uğraşmayalım, olur mu? " dedi Sıraç. "Baba bak,” dedi Berfin neşe içinde elbisesini babasına gösterdi. “Annemle bugün çok güzel bir elbise aldık. Mazlum amcamın düğününde giyinip, “delilo” oynayacağım. Baksana baba, rengârenk balıklar var üzerinde. Yeşil, sarı, kırmızı, mavi... Çok renkli güzel olmuş muyum baba?" Baba etrafına neşe ve mutluluk saçan küçük kızına öpücükler kondurup uyutmaya çalıştı onu. Biran önce kendisi de uyumak istiyordu. Ondaki bu ruhsal ve duygusal incinmişlik ve keder onu çok yormuştu. Yeni bir güne umutla “merhaba” deyip yola çıktılar. Ne de çok özlemişti memleketini, köyünü. Fakat merak, özlemden birkaç adım daha ilerdeydi. Nelerle karşılaşacağını, başına gelebilecekleri az çok biliyordu. Terminalde büyük otobüsle yaptıkları yolculuk sona ermişti. Bir an önce köy dolmuşunun olduğu durağa gitmek için sabırsızlanıyorlardı. Aceleyle vardılar durağa. Kırmızı boyası yer yer dökülmüş, çizilmiş dolmuş karşısında kendilerine gülümsüyordu. Dolmuş şoförü halasının oğlu Ahmedo’ydu. Ayak üstü selamlaştılar. Hiç zaman kaybetmeden yola çıkmak istiyorlardı. Ve artık meşakkatli yolculuğu başlamıştı Sıraç ve ailesinin. Uzun zaman olmuştu gelmeyeli... Berfin annesinin kucağında dağları, ovaları izlerken sızmıştı. Sıraç, Gönül’le beraber hayranlıkla seyrediyordu her tarafı. Dağlardan gelen insanı efsunlayan yoğun kekik kokusunu içine içine çekiyordu. " Gönül, sarı yaban çiçeklerini sever misin?” dedi Sıraç. Gönül’e fırsat vermeden kendisi yanıtladı. “Ben çok severim. Hele ki dağların doruklarında, sert kayalıklara inat filizlenmişse daha çok severim. “ İşaret parmağıyla göstererek: “ Bak ne de güzel görünüyorlar. Biliyor musun, bu topraklardaki insanlarda görürüm bu inadı ve tutunabilme
Emeğin Sanatı 169. Sayı "Sen bu yaşlı halinle bu kadar unu, şekeri nasıl yiyebilirsin? Çok fazla sana, unutma az yemek ömre bereket... " diye alaya aldı onu komutan. Askerlere: “Yarısını dökün!” diye emretti. "Yapmayın, etmeyin, yazıktır! Ben tek değilim, çocuklarım var, dökmeyin!" diye feryat figan ediyordu Selo Dayı. Sıraç kendini boğulacak gibi hissediyor, kalbi sıkışmış, düğümler dizilmişti boğazına. Yaşanan bu yeni olay, tüm yaşananları hatırlatıyordu ona. Parça parça el konulan her şey yakılan bir ateşe atılıyordu. Bu insanların, hiçbir şeye ne tahammülleri ne de saygıları kalmıştı. Nimeti bile cayır cayır yakıyorlardı. Adına da "ambargo var!" deniliyordu. Yanan un ve şekeri izleyen Selo Dayı, titreyen dizlerinin üzerine çökmüştü. Alevler gittikçe büyüyor, göğe karışıyordu. Yılmaz'a vurulan dipçiğin sesiyle irkilip kendine geldi Sıraç. "İlaçlar karımın, o çok hasta, sürekli aldığı ilaçlar... Vermem size, asla vermem!" diyerek kafa tutuyordu Yılmaz vahşileşmiş düzene. Ateşe atılsa bile, hiç değilse zalime boyun eğmeyeceğini gösteriyordu direnmekle. Gönül yabancısıydı bu yolların... İnsanın hem yapan hem bozan hem kıran hem de seven yanlarını biliyordu. Ama sevgiden yoksun, her yanlarını nefret saran, bu kör vicdanlardan sonra insana dair umudunu kaybetmiş, ümitsizlikle olanları izliyordu. Hayatın ölüm kadar ağır, kötülüğün de baskın olduğuna dair derin bir inanç kaplamıştı yüreğini. "Bu çanta ve elbise kimin?" diye sinir bozucu bir gülümsemeyle yaklaştı Sıraç'a komutan. Sıraç bir müddet olanlardan ürken, küçük kızına baktı. O çok sevdiği, dün gece giyinip öylece uyuduğu, renkli balıklı elbisesi komutanın elinde buruşmuştu. "Çanta bizim, elbise de kızımın." "Sen bizimle dalga mı geçiyorsun, canına mı susadın be adam! Bu renklerle neyi ima ediyorsun? Bilmiyor musun yasak bu renkler, ha!" diyerek tehditler savuruyordu komutan. Sıraç, yine de alttan alarak: "Tamam komutanım,” dedi, “ekmek yasak, ilaç yasak, pil yasak, dilimiz yasak! Bunları biliyorum ama renklerin yasağı olabilir mi?" Elbisenin de ateşe atılmasıyla olabileceğini göstermişti komutan. "Baba, koş su getir, söndür ateşi! Elbisem yanıyor, elbisemi istiyorum anne!” diyordu Berfin. Askerlere bakarak: “Hepinizden nefret ediyorum!"” diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Belki bir kova su yeterliydi yanan ateşi söndürmeye... Ya yanan bir yüreği söndürmeye yeter miydi? Okyanusları taşısan yetmezdi. Hele yanan bu bir çocuğun yüreğiyse bu
Emeğin Sanatı 169. Sayı "Sen bu yaşlı halinle bu kadar unu, şekeri nasıl yiyebilirsin? Çok fazla sana, unutma az yemek ömre bereket... " diye alaya aldı onu komutan. Askerlere: “Yarısını dökün!” diye emretti. "Yapmayın, etmeyin, yazıktır! Ben tek değilim, çocuklarım var, dökmeyin!" diye feryat figan ediyordu Selo Dayı. Sıraç kendini boğulacak gibi hissediyor, kalbi sıkışmış, düğümler dizilmişti boğazına. Yaşanan bu yeni olay, tüm yaşananları hatırlatıyordu ona. Parça parça el konulan her şey yakılan bir ateşe atılıyordu. Bu insanların, hiçbir şeye ne tahammülleri ne de saygıları kalmıştı. Nimeti bile cayır cayır yakıyorlardı. Adına da "ambargo var!" deniliyordu. Yanan un ve şekeri izleyen Selo Dayı, titreyen dizlerinin üzerine çökmüştü. Alevler gittikçe büyüyor, göğe karışıyordu. Yılmaz'a vurulan dipçiğin sesiyle irkilip kendine geldi Sıraç. "İlaçlar karımın, o çok hasta, sürekli aldığı ilaçlar... Vermem size, asla vermem!" diyerek kafa tutuyordu Yılmaz vahşileşmiş düzene. Ateşe atılsa bile, hiç değilse zalime boyun eğmeyeceğini gösteriyordu direnmekle. Gönül yabancısıydı bu yolların... İnsanın hem yapan hem bozan hem kıran hem de seven yanlarını biliyordu. Ama sevgiden yoksun, her yanlarını nefret saran, bu kör vicdanlardan sonra insana dair umudunu kaybetmiş, ümitsizlikle olanları izliyordu. Hayatın ölüm kadar ağır, kötülüğün de baskın olduğuna dair derin bir inanç kaplamıştı yüreğini. "Bu çanta ve elbise kimin?" diye sinir bozucu bir gülümsemeyle yaklaştı Sıraç'a komutan. Sıraç bir müddet olanlardan ürken, küçük kızına baktı. O çok sevdiği, dün gece giyinip öylece uyuduğu, renkli balıklı elbisesi komutanın elinde buruşmuştu. "Çanta bizim, elbise de kızımın." "Sen bizimle dalga mı geçiyorsun, canına mı susadın be adam! Bu renklerle neyi ima ediyorsun? Bilmiyor musun yasak bu renkler, ha!" diyerek tehditler savuruyordu komutan. Sıraç, yine de alttan alarak: "Tamam komutanım,” dedi, “ekmek yasak, ilaç yasak, pil yasak, dilimiz yasak! Bunları biliyorum ama renklerin yasağı olabilir mi?" Elbisenin de ateşe atılmasıyla olabileceğini göstermişti komutan. "Baba, koş su getir, söndür ateşi! Elbisem yanıyor, elbisemi istiyorum anne!” diyordu Berfin. Askerlere bakarak: “Hepinizden nefret ediyorum!"” diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Belki bir kova su yeterliydi yanan ateşi söndürmeye... Ya yanan bir yüreği söndürmeye yeter miydi? Okyanusları taşısan yetmezdi. Hele yanan bu bir çocuğun yüreğiyse bu
Sayfa 55 yangını hiçbir şey söndüremezdi. Kontrol bitmişti… Devam ettikleri yolda Sıraç kimseyle konuşmadı. Koltuğa yığılıp kalmıştı. Dakikalar sonra kafasındaki olgular, gözlerinin önünde yaşanılanlar ve yaşanacak karanlık zamanları düşündü. Yüreğindeki sızıyla beraber, gömleğinin düğmelerini açarak, derin bir nefes aldı. Gözlerinden akan yaşa dokundu. Ve tüm bunlar birer gerçekti. Sıraç, yasaklanan bu üç renk için hapis yatanları, işkencelere maruz kalanları düşündü. Yasaklanan bütünüyle bir dünyaydı. Renklerin birlikteliğinden korkup, yaşamı karartan, tekleştirenleri düşündü. Bir yolculuk anında yaşadıklarıyla bir beton çukuruna düştüğünü, bedeninin de kalbi gibi ağırlaştığını hissetti. Sonra küçük kızı Berfin'i kucağına alıp, sardı onu. Çok sevdiği büyük ozan Ahmed Arif’in bir şiirini onun kulağına ninni gibi fısıldadı: “ Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü..."
BERİVAN YILDIZ
Emeğin Sanatı 169. Sayı
SESSİZ UYANIŞ sessiz bir utanıştayım yine tüm bildiklerimi eriten çözümsüzlüğünde belleğimin bir gülün dokunuşuyla uyanır içimde umudun sessiz kıpırdayışı ve her yalnızlık kendi çözümsüzlüğünü üretir kendi içinde kendinden de yalnız ben miyim? ben miyim şimdi; ütopik sevinç yankılarının hüzne boyadığı tını içine işlemiş zamansızlığı rüzgarlara taşıyan uğultu ölümün korkusuzluğuyla çıplaklığa bürünmüş o hiçlik kırgınlıkları yüzüne örülmüş bir duvar gibi donuk ve kıpırtısız duran bir zaman gibi cansız ben miyim? ben miyim gecenin geniş bozkırlarından sabahların durgun sularına yol alan teklik dünlerin ağrılı kederini tinselliğe bölen boşluk kavak esintileri ve incir kuşlarının sevinciyle bir yüreklerin susuzluğunda bir toz bulutunu andıran insan biçiminde ki o hayal ben miyim? ben şimdi bir kumrunun çalılarla yuvasını ördüğü o bitimsiz heyecan ve kendi cehenneminden habersiz bir serçenin telaşlı ve sarsak atılganlığıyım sahte düşlerinizi tutsak hayallerinizle süslediğiniz korku dolu yalnızlıklarınızın içinde sayısız kötülükler barındırdığınız uzam ben değilim.
MERİÇ AYDIN
Sayfa 57
BAHARI BEKLERKEN Kalbine Kalbine Öyle bir buluşma ki Bereket indirir Toprağın ana rahmine Kar suyu... Mevsimle vedalaşır Bir yandan güneş balkır Erir Damla damla Şebnem taneleri... Tellere dizilmiş Filozof öngörülü serçeler Bilirler baharın geleceğini...
MUSA SU
Emeğin Sanatı 169. Sayı
DÜŞLERİN ÖTESİNİ SÖYLE Sakındığım zamanlardan uyanırken Başucumda alev aldım Çok susadım nefes ver Yarına dururken yüreğim Ateş güzel yanıyor Severken
Sonsuza kadar Geçmez senden yüreğim Düşlerin öteleri Bizleri bekleyecek
Öğrenmek istemiyorum özlemi Zor sorudur çünkü Saçlarım uzun ama Yeterli değil Ve Kuytunda avuçlarına damlamak
Çağlıyor aşk Şehir türkü türkü Renkli Ve Aydınlık Düşlerin ötesinde
Duyar mısın Özlemi öğrenmek istemiyorum
Mademki, Balıklar denizle sevişir Bulutlar deniz feneriyle Özgürce titrerken eller Hangi sözler hasret Söyle
BURCU TÜRKER
Sayfa 59
ÇİÇEK MEVSİMİNDE AŞK Mehmet SÖĞÜT Sehpanın üzerinde dağınık duran İzabel’in fotoğraflarına bakıyordu. Hiçbir nedeni yokken, dün telefon açıp kendisini bırakacağını söylemişti. Söylediği sözler köz gibi yüreğine düşmüştü. Gülümseyen fotoğrafına gözleri takıldı. Kendisi de gülümsemeye başladı. Hemen yanı başındaydı sanki. Kokusunu duyumsuyordu. Telefonuna bir mesaj sinyali geldi. ‘’Sonra bakarım,’’ diye geçirdi aklından. Dayanamadı açıp baktı: Sevgilisiydi. Kendisine bir sürpriz yapacağını yazmıştı. Heyecandan ne yapacağını bilemedi. Balkona çıktı. ‘’Ne yapmak istiyor bu deli kız?’’ dedi fısıldayarak. Umutlandı. Tek bir sefer de olsa onu görmek istiyordu. Pırıl pırıl bir gündü. Montrö ışıl ışıldı. Parklar, caddeler, pencere pervazları, teraslar, balkonlar çiçek fışkırıyordu. Her çiçek güneşin bir rengini çalmıştı. Renkler kaynaşıyor, İzabel oluyordu. Kulaklarında şuh bir gülücükle ölesiye onu özlüyordu. Üç ay önce dil öğrenmek için İngiltere’ye gitmişti. Efil efildi yel. Dallar salınıyor, yapraklar kımıldıyor, kuşlar ötüşüyor, göl menevişleniyor, parlıyor, sönüyordu. Ufukta tekneler, kayarcasına ilerliyorlardı. Göl, göl değil de, ışık yağmurunda, saçlarını dağıtmış, mavi gözlü İzabel’di... Kahvaltısını yaptı, fotoğraf makinesini alıp çıktı. Aşağı doğru dar bir sokaktan sahile indi. Taş yapılardan, kuş yuvasını andıran balkonlardan mistik bir hava yayılıyordu. Sıkıldı daha da hızlandı. Zengin Araplar henüz gelmemişti Montrö’ye. Yine de sahil kalabalıktı. Yan yana sarı panjurlu oteller uzayıp gidiyordu. Şehir, yerli turistlerden, adım başı fotoğraf çeken Japonlardan, sarsak ihtiyarlardan, genç gözükmeye çalışan boyalı kadınlardan geçilmiyordu. Gençler serin sularda yüzüyor, çiftler, köpeklerinin ardı sıra sessizce dolaşıyorlardı. Onun ise kalbi tiril tirildi. Sevgilisinin geleceği ve ondan ayrılmayacağı hissi vardı içinde.
Emeğin Sanatı 169. Sayı El ele tutuşmuş iki gence fotoğraf makinesini çevirip denklaşöre bastı. Her iki sevgilinin yüzlerinde mutluluk bir sel olmuş akıyordu. Yine etrafına bakmaya başladı. Sarı, mor, kızıl çiçekler kaplamıştı ağaçları. Suya yer yer ağaçların aksi çökmüştü. Durmadan fotoğraf çekiyordu. Sahili envai çeşit bitki süslüyordu. Sümbüller, menekşeler, papatyalar ve laleler... Manolyalar, palmiyeler ve ıhlamurlar... Kırmızı bir gül kopardı, birilerine sunacakmış gibi ''Gelmeyecek anasını satayım!’' dedi. İzabel’i unutmak için durmadan çiçeklerle donanmış ağaçların, nergis öbeklerinin fotoğraflarını çekti. Gülü kokladı, kokmadığını hissedince de attı. Derin derin soludu. İzabel’in endamı gözlerinin önünde gitmiyordu. Ay yüzünü, sarı saçlarını, kiraz dudaklarını, şuh gülüşünü ve de mavi gözlerini… Acı acı gülümsedi. Restoranlar, adeta teraslara taşınmıştı. İçkilerini yudumlayarak sohbet ediyordu müşteriler. Kazanmanın, yiyip, içmenin, sevip sevilmenin, suyun ve güneşin tadını çıkarıyordu İsviçreliler. İzabel’in gözlerinde eriyip kaybolmayı ne kadar da istiyordu şimdi oysa. Böyle düşünürken Restorancı Hüseyin’i gördü. Yüzünde güller açıyordu. Zaten ne zaman neşesizdi ki... Hal hatırdan sonra onayını alırcasına, ''Doğa güzel değil mi? dedi Hüseyin. ''Evet'' dedi ve yürüdü Vahit. Leman Gölü usulca kıyıya vuruyordu. Montrö'nün yaslandığı dağa baktı. Göz alabildiğine ormanlıktı. Otel ve Turizmcilik Fakültesi yamaçtaydı. Bir eski zaman şatosunu andırıyordu. Karışık bir mimarisi vardı. ''Sentez'' diyorlardı buralarda. Koşturup durdu Vahit. Güneş batmış, sular kararmış, şehrin ışıkları göle vurmuştu. Restorancı Hüseyin'e uğramadan, evin yolunu tuttu. Bezgin, yorgun adımlarla tırmandı tepeyi. Evdeydi. Dizüstü bilgisayarını açtı. Facebook sayfasına girdi, gelen mesajları gösteren kırmızı sayısını gördü. Üzüldü, ''Topu topuna bir tane'' dedi. Hemen de açtı. Gözlerine inanamadı. Mesaj İzabel’e aitti, aşkına... Bir kere değil, birkaç kere okudu. ''Geçen söylediklerim şakaydı. Seni unutmadım. El ele tutuşanları gördükçe ağladım,’’ diyordu. Gözlerine inanamadı. Hemen arkadaşlık yolladı. İzabel saniyesinde kabul etti. Cep telefonuyla Facebook’a giriyordu. Şok olmuştu. Facebook sayfası yoktu ve sanal âlemi sevmezdi. Ne olmuştu İzabel’e böyle. Klavyeye dokundu, kalbi duracak gibi oldu. ''Gerçekten sen misin?''. ''Evet'' dedi gelen cevap. ''Neredesin şimdi?'' ''Nerede olduğumun ne önemi var, sana yakın olduğumu bil yeter.'' Vahit, uzun uzun yazışmayı gereksiz buldu. ''Yerini söyler misin?'' dedi. Cevap yerine, ‘’Çiçek mevsiminde aşk yerimiz,’’ diye yazdı. Anlamıştı. Her baharda gidip çiçek tarhlarının yanında gölü izlerlerdi. Bir umutla evden çıktı. Sahile karışık duygularla indi. ‘’Ya benimle oynuyorsa ?’’ dedi kafasını sallayarak. Heyecandan kalbinin atışı göğüs kafesini zorluyordu. Kumarhanenin oralarda dikkatle etrafına bakındı. Birden İzabel’i gördü. Başında çiçekten yapılmış bir tac vardı. Yüzü ışıl ışıldı. Şımarık bir çocuk gibi muzırca, çiçek tarhının yanı başında oturmuş kendisine gülümsüyordu. İkisi de aynı anda koştu birbirlerine. Sarmaş dolaş olup sevinçten ağladılar.
MEHMET SÖĞÜT
Sayfa 61
GAZ BULUTLARI SAVRULDUĞUNDA Gaz bulutları savrulduğunda güneşten bu sevda çoktan yazılmıştı zaten... Boşuna değil aynı gezegene düşüşümüz aynı ülkeye aynı kente aynı meyhaneye hatta aynı zamanlarda... Kaynaşıvermemiz hemencecik ilk karşılaşmamızda daha tanışıyormuşcasına ezelden, boşuna değil...
Denizden karaya maymundan insana... Derken çıkageldi ateşli günlerin müjdecisi bir şimşek ve tekerlek bulundu aramızdaki yolu kısaltmak için ve kaydetsin diye tarih maceramızı yazının icadına geldi sıra...
Gaz bulutları savrulduğunda güneşten bu sevda belirmişti ufukta...
Gaz bulutları savrulduğunda güneşten bu sevda çoktan yazılmıştı oysa...
MUAMMER ERTURAN
Emeğin Sanatı 169. Sayı
BAHAR GELSİN MEMLEKETİME
Bahar gelsin memleketime, kar suyuyla yıkanıp, güneşle kurulanan, dağ gülleri ile sarılan, bahar gelsin memleketime. Haine izin verme, ver elini elime, elini koy belime, zemheri de, gece mavi, ayaz gibi, bahar gelsin memleketime. Yediveren gül gibi, dallarım tunç benim, zemheri de, mavi, ayaz gibi, çelik gibi, diri, ve çıplak... Ne durursun, işçi ahmet, Laz İsmail, Kürt memet, puşt pusulardan geçiyor memleket...
NECİP TIRPAN
Sayfa 63
KÖR OLSUN DEHŞETİN IŞIĞI
ne ödünç alır ne ödünç veririm öfkemi bunca zaman sürenler demi gölgesinde duaların ellerinde yalanların balçığı üstümüze üstümüze bırakıp çığı sahibiyiz diyorlar karanlıkların yüklendim ufku tanıdık coğrafyalara doğru estim kapadıkça gözlerimi tufan oldum hırçın rehberdim olacaklara çocuklara heves gözlerim güneş ellerim rüzgar bu can tende be dostlar kesilmedikçe bu nefes aylar günler sevdiğim renkler aldırmayın kuruyan dallara bıçak sırtı yalanlara aldırmayın daha bizde çok umut var
sıra kapı aralamada kahkaha atmada sıra kimse bakmasın kusura ne mısır'ın sağır sultanı ne hırçınlığı emperyalin ve küfre bulanmış dilin mazlumu ve mağduru olmadan doğru bildiğimiz yolda yürüyeceğiz sevgilim kör olsun dehşetin ışığı mümküne çiçekler gibi bakış iadesi dostlara selam gibi karanlıklara bölen alkış hazırsa sorularınız sonsuzluğa yanıtlarımız çok kırılsın korku çemberi sözcüklerin sıcaklığı ömrümüz artık kardelen baharı etrafımızda vız gelir tırıs gider kara kış
BEKİR KOÇAK
Emeğin Sanatı 169. Sayı
UYANAN GÜNE USTALARLA
-birbir adınızı saysam her biriniz bir tarih birbir çoğalsam birbir koca nehirler gibi aksam yaşamın gürzüne örs çekiçle vursam yılmazlığına çağlasam kaldırıp başını kocadağlarca baksam /uyansam bu esaretten uyansam kırılsa paslı kölelik zinciri yeni güne uzansam-
doğup parlamıştı bir güneş gibi yaşanan- yaratılan yeni bir tarihti kimi izini sürdü, çoğu döneklik etti O herşeye rağmen yenilemezdi heyy bre koca ustalar tarihi geçit yaparlar altın harfle yazıldı isimleri sizler ölmediniz ölümsüzlük güneşimizsiniz unutmadık hiç birinizi hüznü birikirken kanlı bir nehir akar gözlerinden şimdi peşin satan tüccar gibi ellerini sıvazlar okşar sevinir kimileri aç bir leş yiyici, diri ve ölülerimizden, çoğaltır sömürgesini an be an kırılır yaşamın beli, sanılmasın ki bu sürer ezeli dirençle kaldırıp bakar tarihin izinden, vurgundur düşleri gün olur ayağa kalkar,kendini bulur emeğin karanfilleri tarumar eder yaşama kara bir perde gibi gölge edenleri uyanan güne ustalarla unutmadık halk için düşenleri
VEDAT KOPARAN
Sayfa 65
NAZIM HİKMET ŞİİRİNDE AĞAÇ METAFORU: CEVİZ, ZEYTİN VE ÇINAR Mustafa GÜNAY Nazım Hikmet’in şiiri hakkında başka bir yazı tasarısı vardı aklımda. Ama son günlerde yaşananlardan dolayı “ağaç” kavramına odaklandım. Nazım’ın şiirinde de sıkça yer alır ağaçlar. Onun şiirinin toprağında serpilip gelişen ve güçlü imgelerle topraktan gökyüzüne uzanan ağaçlar arasında, özellikle bazıları dikkat çeker: Ceviz, zeytin, çınar … Ağaçların bazı özellikleri ile insan arasında çeşitli benzerlikler kurulmaktadır. Ama her şeyden önce tekil olarak kişiyi, birlikte oldukları durumlarda da insan topluluklarını simgelemesi söz konusudur ağaçların. Ağaç ve orman metaforu edebiyatta sıkça yer alır. Oktay Akbal, bir romanına İnsan Bir Orman’dır adını vermiştir. Vasconcelos’un Şeker Portakalı romanında da bir çocuğun en yakın arkadaşı olarak bir ağaç çıkar karşımıza. Kısacası çocuklardan gençlere ve yetişkinlere kadar, insana seslenen, insanla konuşan ağaçlarla ya da tam tersi ağaçlarla konuşan insanlarla karşılaşırız. Nazım Hikmet’in şiirinde gördüğümüz ağaçlar da farklı duyguları, değerleri ve insanın farklı hallerini temsil ederler. Ağaçların diliyle ve onların özellikleriyle şair, kendisinin ve benzer durumlardaki insanın yaşama deneyimlerini ifade eder. Ceviz Ağacı, ayrılık ve hasretin ağacı olarak karşımıza çıkar. Kendisini İstanbul’da Gülhane parkında bir ceviz ağacı olarak tahayyül eden şairin yüreği, ağacın yapraklarında çarparak sevdiğini ve sevdiği şehri düşünür, seyreder:
Emeğin Sanatı 169. Sayı “Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,/ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda, /budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz./Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.” Nazım Hikmet’in şiirinde yer yer ölüme değinilse de, yaşamanın daha ağırlıklı olarak işlenmesi söz konusudur. Yaşama sevincinin ve sevgisinin açığa vurulduğu şiirleri, şairin en kötü ve zor koşullarda bile “düşmana inat bir gün fazla yaşamak” gerektiği düşüncesine dayandığını gösterir. Yaşama yönelik düşünce ve tutumunu ortaya koyan şiirlerinde Nazım,yalnızca biyolojik canlılığı ve yaşayıp gitmeyi önermez. Onun şiirinde yaşam kavramında, yaşama verilen anlam ve değerden kaynaklanan ve politik bilincin de şekillendirdiği bir yaşama arzusu kendini duyurur. « Yaşamaya Dair » şiirinden [şu birkaç mısra bunun göstergesi ve ispatıdır :] “Yaşamak şakaya gelmez,/büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın/(…)/Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,/yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,/hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,/ ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,/yaşamak yanı ağır bastığından.” Yaşama dört elle sarılmanın en güzel ve en şirin ifadelerinden birini bu mısralarda buluyoruz. Yaşamak Güzel Şey Be ! kardeşim diyen de Şair Baba değil midir ? Zeytin, yaşamı ve yaşama bağlılığı simgeleyen bir ağaç olarak şiirde yer alır. Güçlü kökleriyle toprağa bağlı olan [çok uzun yıllar, yüz yıldan bile fazla, yaşayan] zeytin, insanın da dünyaya ve hayata ilişkin derin bağlılığını ifade eden bir metafor olarak görülebilir. Burada insanın kendine, kendisinin hayata tutunma çabasının, yani bireyin değeri de vurgulanır. Nazım, yalnızca gelecek için yaşamayı ve gelecekte yaşayacaklar için geride bir şeyler bırakmayı önemseyen tutumları da benimsemez. Bir ağacın çocuklara kalsın diye dikilmesi, aslında ölümün ağır bastığının işaretidir. Oysa şair, ölümü yok saymaz, ondan belli bir tedirginlik duysa da, yaşamın ağır basmasını ister. Şiir de bu arzunun bir ifadesidir. Şair Baba’ya göre, “yaşadım” diyebilmek için dünyanın tutkuyla sevilmesi gerekir. Yaşadım diyebilmek kolay bir şey değildir. Yine aynı şiirdeki şu dizeler, Nazım’ın yaşama bakışını ortaya koyar: “nasıl ve nerede olursak olalım/ hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak. » Ölümünden yaklaşık on yıl önce yazdığı “Vasiyet” şiirinde ise başka bir ağaçla karşılaşırız: Çınar. Ömrünün büyük bir bölümünü sürgünde geçiren şairin memleketine/ülkesine duyduğu hasret, birçok şiirinde kendini ortaya koyar. Onun ölüm[ün]den sonra Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülmeyi vasiyet etmesi ve mezar taşı yerine bir ağaç, [işte biraz önce adını andığımız çınarı,] istemesi de yaşama bağlılığının başka bir biçimde dillendirilmesidir : “Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,/ölürsem kurtuluştan önce yani,/ alıp götürün/Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni./ (…)/ Yoldaşlar, ölürsem o günden
Sayfa 67 önce yani,/ - öyle gibi de görünüyor -/Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni/ ve de uyarına gelirse,/ tepemde bir de çınar olursa/taş maş da istemez hani..”. Şairin özellikle uzun ömürlü bir ağaç olan çınarı seçmesi, yaşama duyduğu sevgi ve bağlılığın göstergesi olarak düşünülebilir. Nazım’ın yaşama ütopyasında ağaç ve orman metaforu [neredeyse sürekli ve düzenli bir şekilde] yer alır, işte en bilinen örneğiyle: « Yaşamak/bir ağaç gibi tek ve hür/ve bir orman gibi kardeşçesine/bu hasret bizim. » Nazım Hikmet’in şiirinde ağaçlar ve ağaç metaforu üzerine elbette daha uzunca ve çok şey yazılabilir. Ama bugün burada sadece bir anma yazısı çerçevesinde kalalım diyorum. Yazılabilecekleri daha sonraya bırakarak. Onun şiirinden, şiir ağacından dökülen yaprakların yerine yenileri yeşerdi. Onun yücelltiği ve birer sembol olarak aldığı zeytin ve çınar ulu ve uzun ömürlü yaşamarını sürdürüyorlar. Ürün de veriyorlar. Evet Şair Baba’nın şiir ağacından yapraklar dökülmeye devam ediyor kalbimizin avlusuna, yeniden yeşerenler de var, yeni zeytin ve çınar ağaçlarıyla dönüşmeye doğru sürdürüyorlar yolculuklarını… Her şey evet her şey ülkemize de yakında gelecek, bütün zorbalıkları sobeleyecek ilkbaharı muştuluyor. Taksim’deki mücadelenin başlangıç noktasında « Bu ağaçlara dokunmayın ! », « Ağaçlarıma dokunmayın ! » arzusunun yattığını da anımsatmalı mı ? Şair Baba bugünleri görseydi kimbilir neler yazardı ağaçlar, yaşam, gelecek ve çocuklarımız için. Onun eksikliğini böyle günlerde daha çok duyuyoruz.
MUSTAFA GÜNAY
Emeğin Sanatı 169. Sayı
CUMARTESİ ANNELERİNE — II Sisler içindeyim anne, düştüğüm yer yumuşacık Her yanıma sarılmış yapraklar arasında. Gökyüzünde hiç yıldız yok Koca bir gırilik. Anne o karanlık o çirkinlik vurduğunda beni En çok onların çocuklarına üzüldüm. Babam deyişlerindeki saflığın sahipsizliğine. Beyaz otomobil tüm renkleri ve ormanı kirleterek uzaklaştı. Anne bir yerlerden su sesleri geliyor Kalka bilsem bi kıyısına varabilsem... Annem Yazacaktım hemen sana Hangi denizlere bu yolculuk.
GÖKMEN SAMBUR
BİR İNTİHAR İNTİHALİ
Sayfa 69
susup bir hitabetin bitmesini beklemek gibi insanlar yüzüyorlar haykırmanın derisini.. inceden kesiyorum zamanın etlerini tuz bassam acır ömrü saat kadranlarının basmasam kokar hayat o zaman kuşları örgütleyelim.. kısılsın sesleri gece yarılarında.. bir boşuna gitmişlik bir yangılı yanılmışlık hissi vardır içinde büyük caddeleri içine benzetmekten kendini alıkoyamayan otobüs şoförünün diyor neden benziyor dünya içi dolu otobüse geçtiğim yoldan geçiyorlar her sabah mavili grili bir yığın deniz kuşu yağmura kırgın denize dargın ah şu insanlar diyorum ne kadar da yazvari mavi gri kuşlar oluyor sonra mavi gri kuşlar ölüyor suların sunağında bir kurbandır kalbimizden akan bir damla ter uzun günler geçirdik böylece geçtik geldik zamanın rüzgarında bir uçurtma olarak kalbimiz pek yorgun pek bitkin pek terli
Emeğin Sanatı 169. Sayı
ey bizi üç adımda uçlara götüren ayaklarımız ucunda bahar olmasa bu gittiğimiz menzilin ucunda aşk olmasa ölüm olmasa ve Allah olmasa bu ayaklarımız bizi nasıl taşısın nasıl gireriz yoksa dehlizlerine zamanın.. bir intiharın intihalidir bazı şiirler ihmale gelmez bir doğurma ah şu afrikaları açlığın ah şu şuh evropa Allah bize hasreder akıl bizi hapseder kıyassa kıyas kısasa kısas.. ..
ŞÜKRÜ ÖZMEN
Sayfa 71
GÖRSEL ÇALIŞMA: ADNAN DURMAZ
Emeğin Sanatı 169. Sayı
İMGECİ SOSYALİST ŞİİR VE ARTİSTİK REALİTE Serkan ENGİN İmgeci sosyalist şiire göre, Şiir, poetik imgelerin, bir ya da daha çok izlek etrafında, metinsel bütünlük oluşt uracak şekilde örgütlenmesidir. Bu tanımdan da çıkarsanabileceği gibi, imgeci sosyalist şiire göre, Şiir’in temel birimi poetik imge’dir. Çünkü Şiir, doğal dil (gidimli dil) içinde şair özne tarafından geliştirilen özerk bir üst dildir (metalanguage). Bu da poetik imgeler aracılığıyla, doğal dilin sözdiziminin (sentaks) bilinçli olarak bozulup özgün bir dizgeyle yeniden kurulmasıyla oluşturulur. Şiir’e dair tüm diğer teknik unsurlar (mecaz, benzetme, tevriye, kinaye, kişileştirme, uyak, cinas, aliterasyon, asonans, vs…), Şiir’in biçimsel öğeleri olarak poetik imgenin yardımcı unsurlarıdır (Özdemir İnce, bunların bazılarını “tâli imge” diye tanımlar, ama ben bu tanıma katılmıyorum.) Poetik imge, nesnel gerçekliğin insan bilincinde, estetiksel olarak öznel yansımasıdır. Bu artistik (sanatsal) yansıtma, aynadaki gibi birebir olmayıp, nesnel gerçekliğin şairin bilincinde alımlanıp yeni bir gerçekliğe, artistik gerçekliğe dönüştürülerek dışsallaştırılmasıdır. “Sanat, gerçekten daha gerçektir” lafı palavradır, sanat yeni ve sanat öznesi kişinin biçemine koşut olarak özgün bir gerçeklik (realite) kurar. Bu realite, nesnel gerçeklikten farklıdır, ama “ daha” gerçek değildir. Hiçbir şiir, günde 12 saat köle gibi
Sayfa 73 çalışan bir çırak çocuğun acısı kadar gerçek değildir, ama Şiir, bu acıyı görülenden daha etkili yansıtır. Bunu öncelikle farkındalık yaratmasıyla yapar, empati kurdurarak acının “görülmesini” sağlar ve bunu, şair öznenin yetisi ölçüsünde çarpıcılıkla estetize edilmiş söylemle yapar. Poetik imge, şair tarafından dışsallaştırıldığı andan itibaren, yani şiirin yazılma süreci bitip herhangi bir yolla yayımlandığında, yaratılan artistik realite, nesnel gerçekliğe eklemlenir. Böylece yaratılan artistik realite ile nesnel gerçekliğe estetik bir müdahalede bulunulur. Dışsallaştırılan poetik imgenin oluşturduğu artistik realite, nesnel gerçekliğin bir parçası olarak okura ulaşır ve okurun bilincinde, her okurun bilinç ve estetik algı düzeyine göre alımlanır ve yeniden yaratılır. Bu da okurun bilinç ve estetik algı düzeyine artı değer katar ve okurun bireysel dönüşümüne katkıda bulunur. Bu katkı, okur öznenin eylemlerine yansır ve şiirin nesnel gerçekliğe müdahale süreci devam eder. Zaman içinde, okur öznenin kendi çapındaki kişisel müdahalesini de içeren nesnel gerçeklikteki değişim, şair öznenin yeni yaratısının kaynağı olacak olan yeni nesnel gerçekliği oluşturur. Böylelikle, sanatsal yaratım, karşılıklı olarak şairi de okuru da etkiler. Bu elbette her sanat eserinin kendi hacmi doğrultusunda oluşacak bir etkidir. Sonsuz parametreler kombinasyonu olan hayatın işleyişinde, bir şiir bazen, gelecekte ülkeyi hatta dünyayı politik, bilimsel, felsefi, sanatsal açıdan büyük ölçüde etkileyecek bir okur öznenin bilincinde kapılar açabilir. Şiir, nesnel gerçekliğe kattığı artistik realite ile küçük adımlarla da olsa dünyayı değiştirmenin sanatsal yollarından biri ve muhtemelen en etkilisidir.
SERKAN ENGİN
Emeğin Sanatı 169. Sayı
BU NASIL DÜNYA bir dünya attılar önüme, “alış” da “alış” diyorlar güller solmuş, büzülmüş yapraklar dikenler birer ok olmuş batacak can arar bir dünya attılar önüme kara kazanlar kurulmuş peşpeşe kırkını çıkarır ölenlerin bir lokma ekmeğe, bir bardak suya çelme takan takana bir dünya attılar önüme çileden çileyi yazan kitap gördüğüne emreder görmediğine methiyeler dizer ya siyah, ya beyaz siyahta yarasa, beyazda kefen var seç dediler birini kırkı çıktığında nasılsa kemikten ayrılır eti bu nasıl bir dünya yarasa olup kan içmektense kefen giymeden uzanmak da var böğrü çatlamış toprağa
ERCAN CENGİZ
Sayfa 75
NA SENÎN DÎNA A
(*)
jû dîna eştî î virnîya mi, “bumusi qi bumusi” vane gulo renge eşto, pelgi germeçîye telîye bîye zetîre, xore can gerene qi ciquyî jû dîna eştî î virnîya mi leî şaî ne e ro te dima çewrese meyîto vecene loqme e nonî re, tasa awe re kamî çelmê eşt kamîsa jû dîna eştî î virnîya mi çîli ra çîli, nuştoxî qitabîyo wenayîşe çimî re emir dano nedîyayîşe çimî re metkeeno ya sipî ya qî şa ya tarîyînede şewşewiqi sipîyinede kefen esto vane jûyera qayil be çewres qi wecîya senîna bo, goşt yabîrino astiqra na senîn dîna a şewşewik bî, qonî simitenira sa be kefen , meredîyayîşî qî esto qilase sêne e hardî de
ERCAN CENGİZ (*) “Bu Nasıl Dünya Şiiri”nin Kırmançca versiyonu
Emeğin Sanatı 169. Sayı
UYGARLIK TARİHİ tüneyip bi tele karşıdan karşıya geçeni seyretmek onların fikri elinde dengeli bir değnek karşıdan karşıya geçmek bizim icat etmeden uçabilmek onların
ağzında yavrusuna yiyecek taşır gibi bomba taşımak unutup en sevdiği muzu vallahi korkulur bizden bi gün un ufak edip doğrayacağız sultanahmet meydanında önlerine serpip masmavi göğü
kıskançlıktan üstlerine yaftalamak özgürlüğü .. bizim
ERTAN ŞAHİN
Sayfa 77
“SOKAĞIN ADALETİ VE SANATIN MİSYONU”[1] Temel DEMİRER
“öyle inançla yaz ki onu, ne silmek mümkün olsun, ne saklamak gün ışığından: yıksalar bile yazdığın duvarı gene de okunsun boşlukta. geçsin bakışlardan ellere, ellerden duvarlarına bütün sokakların.”[2] VI. Sokakta Tiyatro Festivali için benden, “Sokağın Adaleti ve Sanatın Misyonu” konulu bir konuşma yapmam istenildiğinde, biran duraksayıp, “Kolay değil” dedim… Gerçekten de sanat, sokak ve adalet konusunda konuşmak, özellikle de coğrafyamızda, hiç mi hiç kolay değildir… 2013’ün 31 Mayıs’ında başlayıp bütün bir Haziran’(ımız)ı kucaklayan süreçte katledilen Abdullah’ı(mızı)n, Mehmet’i(mizi) n, Ethem’i(mizi)n, Medeni’(mizi)n, Ali İsmail’i(mizi)n, Ahmet’i(mizi)n, Hasan Ferit’i(mizi)n, Berkin Elvan’ı(mızı)n, Mehmet İstif’i(mizi) n, iktidarın “Gezi Kini”nin kurbanları Elif Çermik’i(mizi)n, Uğur Kurt’u(muzu)n dökülen kanları ya da Kalekol yapımlarını engellemek için Lice’de katledilen Ramazan Baran’ı(mızı)n ile Baki Akdemir’i(mizi)n ve nihayet 15 Haziran 2014’de Adana’nın Seyhan ilçesinde polisin Akrep tipi bir zırhlı araçtan attığı ses bombasının kafasına isabet ettiği 15 yaşındaki İbrahim Aras’ı(mızı)n anıları ve maruz bırakıldıkları adalet(sizlik) karşımızdayken konuşmak kolay mı? “Hiçbir sanatçı gerçeğe katlanamaz,” diyen F. Nietzsche’ye, “Ama hiçbir sanat gerçekten vazgeçemez,” yanıtını veren A. Camus’nün sorumluluğuyla konuşmak, anlatmak kolay olmasa da, elbette imkânsız değil… Hem de insan(lık)ın temel soru(n)larından biri adalet(sizlik), diğeri de anlam(sızlık)ken… İnsan(lık), adaletsizliğe karşı “hukuk(suzluk)”a, anlamsızlığa karşı da sanata sarılsa da; talep ve özlemlerini ezilenlerin kürsüsü sokak ve yargısı dışında gerçekleştiremedi…
Emeğin Sanatı 169. Sayı Kolay mı? Theodor Ludwig Wiesengrund Adorno’nun, “Günümüzde insanın evindeyken kendini evinde hissetmemesi bir ahlâk sorunudur”; Vladimir Vladimiroviç Nabokov’un, “Sadece düşünceler dünyasında değil, eylemler dünyasında da yaşıyoruz. Ardındaki yaşantı olmadan sözcükler anlamsızdır”; Walter Benjamin’in, “Yaşamak izler bırakmaktır,” notunu düştükleri tabloda karşımıza şunlar dikilir: i) “Yüksekova’da eylemcilere gaz ve tazyikli suyla müdahale eden polis, araç megafonundan eylemcilere ‘Gelin a…. k…. o…. ç….ları’ diye küfür edip, göstericiler yakın mesafeden plastik mermi sıktı…”[3] ii) ii) Kalekol nöbeti tutan Liceli anne babalar, “Komutan saldırmadan önce ‘Hadi evlatlarım’ diye anons ediyor askerlere. Mehter Marşı çalıyorlar. Sonrası gaz bombası, plastik mermi, gerçek mermi...” diyor…[4] iii) Bir kilo baklava çalan genç tutuklu yargılandı, 700 gram peynir çalan genç tutuklu yargılandı, yıllarca hapis cezası aldı. Hatay’da ise 2 kız çocuğuna tecavüz eden Ozan Ö. tutuksuz yargılandı, 45 yıl hapis cezası aldı, Yargıtay cezasını onayınca Adana’daki evinde mışıl mışıl uyurken yakalandı. Tutuksuz yargılanan Ozan Ö.’nün hakkında devam eden 5 ayrı taciz davası da vardı…[5] iv) Çanakkale’de Gezi Parkı gösterileri sırasında yola sprey boyayla yola “Hükümet istifa”, “Kahrolsun faşizm” yazdığı için kamu malına zarar vermek suçlamasıyla dava açılan 13 yaşındaki çocuk 21 Ocak 2014’de hâkim karşısındaydı…[6] v) Adana’da arabasında çıkan çata pat, Alican Yıldız’ın yasa dışı örgüte silah sağlamasına delil oldu. Üstelik Yıldız, 12 yıl 6 ay ceza aldı…[7] vi) Adana Valisi Hüseyin Avni Coş’un “gavat” diyerek tepki gösterdiği vatandaşlardan bir kişiye hakaret suçundan 2 yıl, bir diğer kişiye de hem hakaret ve hem tehdit suçundan 4 yıl hapis istemiyle dava açıldı…[8] vii) “9 bin faili meçhul dosyası zamanaşımı tehlikesiyle karşı karşıya…”[9] vii) Devlet Veli Saçılık’ın cezaevi operasyonunda kolu kopmasında kimseyi mahkûm edemedi. Kepçe operatörü, askerler, komutanlar ve gardiyanlardan sonra sağlık çalışanları da suçsuz bulundu… Burdur cezaevi’ne 2000’de düzenlenen operasyonda, cezaevi duvarını yıkan dozerin kepçe darbesiyle sağ kolu kopan Veli Saçılık, kolunun kopmasının tek sorumlusu olarak kaldı. Nisan ayında, Saçılık’ın kolunun kopması nedeniyle devam eden tazminat davasında Adli Tıp Kurumu, sağlık çalışanlarının sorumluluğunun bulunup bulunmadığına dair raporunu açıkladı. Sağlık çalışanlarının sorumluluğu olmadığına karar veren Adli Tıp Kurumu, Saçılık’ın geciktirilmeksizin hastaneye getirildiğini ve her türlü sağlık imkânından yararlandırıldığını mahkemeye bildirdi…[10] ix) Antalya’da Gezi eylemlerine katıldıkları iddia edilen, aralarında “kırmızı fular takarak sosyalizmi simgelemek” ile suçlanıp, hakkında 98 yıla kadar hapis cezası istenen 20 yaşındaki Ayşe Deniz Karacagil’in de bulunduğu 5 kişinin yargılanmasına 12 Haziran 2014 tarihinde Antalya 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam edildi. Mahkeme heyeti, sanıkların gözaltı sırasında el konulan çanta, cep telefonu, tişört, EGO kartı, kırmızı fular gibi özel eşyalarının iadesine dair taleplerle ilgili de kırmızı fularlar hariç diğer tüm özel eşyaların iadesine karar verdi. Kırmızı fularların iddiaya konu materyal olduğu için iade edilemeyeceği gerekçe gösterildi…[11] x) Yargıtay İstanbul’da 5.5 yaşından itibaren 5 yıl boyunca cinsel istismara uğrayan çocukla ilgili kararında, “Bekâreti bozulmadı” diyen Ceza Genel Kurulu, eylemi “basit cinsel istismar”
Sayfa 79 saydı. Bu durumda Amcanın cezası 3 yıla kadar inebilir…[12] Tablo buyken; “Bunun karşısında sanatın/ ve sanatçısın misyonu ne olabilir?” denirse; öncelikle sanat/ ve sanatçının, postmodern zamanlarda nasıl deforme edildiği ve içeriğinin boşaltıldığı üzerine konuşmak gerekir… SANATIN “NEDEN”İ, “NASIL”I
Kimileri, “Sanatı burjuva sanat-proleter sanat-devrimci sanat olarak ayırmayı doğru bulmasa” [13] da, ben sınıflı toplumlarda önüne bir sıfat eklenmeyen sanatın da, ahlâkın da, estetiğin de mümkün olmadığı, hatta imkânsız olduğundan şüphe duymayanlardanım… “Sanat” mı dediniz? O hâlde Chuck Palahniuk’un, “Sanat asla mutluluktan doğmaz”… Theodor Ludwig Wiesengrund Adorno’nun, “Her sanat yapıtı işlenmemiş bir suçt ur”… “Sanat daha önce yapılmamış olanı ister, fakat sanatın olduğu her şey daha önce yapılmıştı. Sanatın bugünkü görevi, düzene kaos getirmektir”… Bertolt Brecht’in, “Bizim sanatımız, toplumsal kavgamızın bir parçasıdır”… “Barış, insandan yana olan tüm çabaların, tüm üretimin, yaşama sanatını da içermek üzere tüm sanatların temelidir”… Albert Camus’nün, “Sanat zorbalığa karşıdır”… “Politika ve sanat dünyanın düzensizlikleri karşısında başkaldırmanın iki ayrı yüzüdür”… “Sanat bence en büyük sayıda insanı ortak acılar ve sevinçlerle coşturacak görüntüleri, biçimleri bulmaktır”… “Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı”… “Ne Faust, ne Don Kişot birbirini yenmek için yaratılmamışlardır ve sanat dünyaya kötülük etmek için icat edilmemiştir”… “Sanat, sanatçıyı insanlardan ayrılmamaya zorlar”… “Sanat hem bir coşma, hem de bir yadsıma işidir”… Pablo Picasso’nun, “Sanat, coşkun zekânın ürettiği estetik bir objedir”… “Hayal edebildiğin her şey gerçektir”… “Sanat gerçekleri tanımamıza yardımcı olan bir yalandır”… “Sanat, ruhu günlük yaşamın tozundan kirinden arındırır”… Paul Gauguin’in, “Art is either plagiarism or revolution/ Sanat ya aşırmacılıktır (intihaldir) ya da devrim”… Paul Klee’nin, “Sanat görüneni vermez. Onun işlevi görünmeyeni görünür kılmaktır”… Ahmet Şafak’ın, “Sanat ideolojik bir alandır ve niyetle şekillenir”… Louis Aragon’un, “Sanat, aynı zamanda hem ağacı hem ormanı gösteren, onları neden gösterdiğini bilen, ‘sanat sanat içindir’den mümkün olduğunca uzak, insana yardımcı olmak, yaşam yolunu aydınlatmak tutkusu içinde olan, yaşam yolunun anlamını da hesaba katan ve bu yolculuğun öncülüğünü yapan kaçınılmaz, zorunlu bir yeni gerçekçiliktir”… Attila İlhan’ın, “Sanatı, doğasal, toplumsal ve bireysel çalışmaların, estetik ifadesi diye alabiliriz... Toplumsal sanatçı, kalabalığın antenidir, yığınlarla özdeşleşmesi icap eder, buysa somut heyecanları olmakla olur, bir içlem sorunudur”… Ludwig van Beethoven’ın, “Sanatı yalnız uygulamayın onun kalbine nüfuz edin; bunu hak ediyor”… “Asıl müzik gerçeğin kendisidir”… Ahmet Cemal’in, “Sanatı öldürmek, sevgiyi öldürmektir”… Şenay Aydemir’in, “Devletler sanattan ve bilimden korkar,” sözleriyle anlattıklarını anımsayın; sanatın “neden”i, “nasıl”ı tam da bunlardır…
Emeğin Sanatı 169. Sayı Evet, evet, “Ölüm, yenilmez yazgısı insanın, onu alt edebileceğimiz tek yol sanattır. Sanat, yazgıya karşıdır,” Andre Malraux’nun ifadesiyle… Tabulara başkaldırarak maddede, manayı gösterebilen dışa vurumdur; insan(lık)ın kendini ifadesidir; bütünü görebilmektir. Düşüncelere estetik hüviyet kazanmasıdır; insan tarafından, insan(lık) için iktidara rağmen yaratılan özgürlüktür. Sanat, özgürlüğün kapısını açıp; hayatı dayanılır kılandır. Bu nedenledir ki, “Sanat, gerçek ama bilinmeyen bir dünyaya egemen olmaya yarayan tılsımlı bir araçtır,” notunu düşer Ernst Fisher… İnsan(lık)ın son sığınağı sanat sınırları zorlamaktır; kontrolsüz yaratmaktır. Evrenseldir. Gerçektir. Somuttur. Cesur ve taraflıdır. Hayal gücünün ifadesidir. Yaratıcılığın başladığı yerdeki kavramdır, araçtır sanat; kendisi için değildir; toplumsaldır. Henry Miller’in, “Sarsıcı, korkunç, delice, heyecan verici ve bulaşıcı olmayan hiçbir şey sanat değildir,”[14] notunun altını özenle çizerken; Muhammet Mağ’ın da, “Edep sanattan öncedir,”[15] saçmalığının “muhafazakâr sanat olamaz” gerçeğini doğruladığına işaret edelim! Vera L. Zolberg’in, “Toplumsal süreç olarak sanat”;[16] Necmi Sönmez’in, “Sanatın etik sorumlulukları”; Barış Atay’ın, “Siyaset de, sanat da hayatın bir parçası” vurgularını bir an dahi unutmadan özetle denilebilir ki: “Sanat, insan gereksinimlerini, duygu ve düşüncelerini, insanları yakından ilgilendirecek ve derinden etkileyecek biçimde sunmaktır. Bu yüzden belli bir toplumsal yaşam içindeki düzenin var olmasını, değişmesini ve gelişmesini de içerir. Sanatın bir işlevi de yaşamın değişebilirliğini, güzelleştirebilirliğini duyumsatmaktır. Sanat bir gerçeği vurgularken, elbette yargıç yerine geçip adalet dağıtmayacaktır. Ama okuyucunun duygu ve düşüncelerini canlandırıp ayaklandırabilir. Dünya sanat tarihi gösteriyor ki, insanlığın kültür hazinelerini oluşturan eserler yaşamla sımsıkı ilişkisi olan eserlerdir. Toplumuna, insanlığına yabancılaşmamış sanatçı, zaten ürün vermekle başlı başına bir tavır ortaya koymuştur. Bu tavır, istese de istemese de ideolojiktir.”[17] “Sanatsal yaratım sorunu, çoğaltma, benzerini yapma, eskiyi onarma değil, özdeş ve özgün olanı yaratabilme sorunudur. Sanatın işlevi bir anlamda yabancılaşmaya, bozulma ve çöküntülere karşı, yeni etik değerler oluşturmak, yaşamı kutsamaktır… Sanatta korunması gereken kurallar değil, değerler vardır. Bu değerler, o sanata kişilik kazandıran, üslubunu belirleyen, anlamını ve özünü yansıtan değerlerdir.”[18] SANATÇI KİMDİR? İyi de “Sanatçı kim” mi? Yanıtı, “Bütün çocuklar sanatçıdır. Mesele, büyüyünce sanatçı olarak kalabilmektir,” vurgusuyla şöyle verir Pablo Picasso: “Bir sanatçının ne olduğunu sanıyorsunuz? Bir ressamsa gözlerinden, bir müzisyense kulaklarından, bir ozansa yüreğinin tellerindeki lirlerden, hatta bir boksörse kaslarının gücünden başka bir şeyi olmayan bir budala mı? Tam tersi. Sanatçı, ister acı ister tatlı isterse sıkıntılı olsun, bu dünyada olup biten şeyleri her zaman bilen ve bütün bunlarla
Sayfa 81 kendisini biçimlendiren siyasal bir varlıktır. Benim bu davranışlarım, yaşamımın, çalışmalarımın mantıksal bir sonucudur. Resim sanatı hiçbir zaman, salt basit bir haz ya da eğlence sanatı değildir. Ben renkler ve desenler yoluyla, bu silahlarımla dünyayı ve insanları daha iyi tanımak istiyorum. Resim binaları süslemek için yapılmaz. O düşmanına karşı, savunucu ve saldırıcı bir savaş aracıdır. (...) Ben ölüme karşı yaşamın yanındayım, savaşa karşı da barışın!” Devam eder Albert Camus: “Sanatçılar yaşamdan yanadırlar ölümden yana değil”… “Sanatçı yalanla ve kötülükle uzlaşamaz”… “Sanatçı tanımı gereği, bugün tarihi yapanların buyruğuna girmez”… “Sanatçı başkalarının katlandığı acıları uyuşturmaz içinde”… “Yazarlık sanatı korunması güç olan şu iki ödeve bağlı kalacaktır; bile bile yalan söylememek ve insanın insanı ezmesine karşı koymak”… “Yazar, sanatını büyük yapan şu iki görevi yüklenmelidir; gerçeği ve özgürlüğü”… Ve… “Ülkemden ayrılmakla hata ettim. Dağlara çıkmak ve çetecilik yapmak gerekirdi. Halkın geleceği için mücadele eden insanın halkıyla canlı bir bağ içinde olması gerekir. Bugün gerçekçi olan tek yol budur. Öldürülürdük. Fakat ne çıkar bundan? Birkaç yüz şiir daha az yazılmış, ne önemi var bunun? Ülke içinde mücadele etmek gerekir. Ben hata ettim. Buradan onlara yararlı olamazdım,” diye haykıran Nâzım Hikmet… Sonra 25 Kasım 1947’de ‘Ali Baba’ dergisinde yayımlanan ‘Ne Zor Şeymiş’ başlıklı yazısında hepimize- sanatçının nasıl olması gerektiğini anlatan Sabahattin Ali’nin satırları: “Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunla, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik”…[19] Siz bakmayın, postmodern zamanlarda sanatın/ ve sanatçının sermayenin (iktidarın) kulu/ kölesi konumuna mahkûm edilmişliğine… Yukarıda zikrettiğim türde yaşamın orta yerinde, sokaklara çıkmış/ çıkan sanat/ ve sanatçı, işbirlikçi yalakalıklara/ şarlatanlıklara rağmen hâlâ mümkündür… Bilinir: Egemen(lik)ler için “Sanatçının biat edeni sevilir. Patronun himaye ve ‘inayetini’ kazanmak için, ona ‘kaside’ler düzen sanatçılar, her dönemde el üstünde tutulmuşt ur. Ufak tefek şakalarına tahammül edilebilir, ama patronu eleştirmeye kalkıştıklarında, kapının önünde buluverirler kendilerini. Osmanlı’dan bu yana değişmeyen bir patron- sanatçı ilişkisidir bu. Halil İnalcık, ‘Şair ve Patron’ adlı yapıtında şöyle tanımlıyor bu ilişkiyi: ‘Patrimonyal devlette her türlü nimet ve mertebe, yalnız ve yalnız hükümdardan kaynaklandığı için, buna erişmek isteyen namzetler arasında kıyasıya bir rekabet, hased, entrika ve yaltakçılık egemendi ve toplumun ahlâkını yahut ahlâksızlığını oluştururdu.’ Elbette, bu ilişkinin tümüyle dışında kalmayı seçen onurlu sanatçılar da olmuştur her dönemde. ‘Bir lokma- bir hırka’nın ötesinde bir beklentileri olmamış; kimi zaman taşraya, kimi zaman dağlara sığınmaktan başka seçenekleri kalmamıştır. Yaşamlarını sürgünlerde ya da zindanlarda tamamlayan nice sanatçı vardır (Nazi Almanya’sı için de geçerlidir bu durum, bizim ülkemiz için de). Biat etmeyi seçen sanatçının işi de o kadar kolay değildir. ‘ Patron’a yaklaşmanın yolları
Emeğin Sanatı 169. Sayı aranır; aracılar bulunur... Gene, İnalcık’a başvuralım: ‘Hükümdara yaklaşmanın, onun ‘hüsn-i nazarı’ ile ‘manzur’ olmanın tek yolu, yakınlarından birinin himaye ve aracılığını sağlamaktadır. Fuzuli bunu bilir: ‘Ma Gilman-i rüyanım; Mah-ruyan hama gulam-i şuma’ (Biz ayyüzlülerin kullarıyız. Ayyüzlüler ise hep sizin kulunuzdur)... Böylece, patronla birey arasında ‘intisab’ edilecek nüfuzlu kişiler yer alır.’ (Anlayacağınız, ‘Alo Fatih’lik eski bir meslek.) Yaltaklanma ve intisabın sanatla bağdaştırılmış, kurumlaşmış biçimi, kaside sunmak, sultanı ve paşaları en abartılı parlak ifadelerle göklere çıkarmakta görülür. Fuzuli, patrona şöyle hitap eder: ‘Senin kapındaki hizmetlilerin ayağını öpme devletine erişme arzusu, gece-gündüz benim gönlümden huzuru ve gözümden uykuyu gidermiştir.’ Patronun ilgisini sürdürmek için şair, öteki kullar gibi, son derece dikkatli olmak, onun hoşlanmayacağı şeylerden kaçınmak zorundadır’[20]…”[21] Hâl böyleyken; gerçek anlamda sanat/ ve sanatçı biatın karşısına isyanı dikmelidir… Kaldı ki tarih bunun örnekleriyle doludur! Örneğin, “Sanatın büyüklüğünü yapan şu iki görevi yüklenmesiyledir: Gerçeği ve özgürlüğü. Sanatçının işi en büyük sayıda insanı toplamak olduğu için, yalanla ve kölelikle uzlaşamaz, çünkü, yalan da kölelik de, bulundukları yerde yalnızlıkları çoğaltırlar. Tek tek olarak sakatlıklarımız ne olursa olsun, soylu yazarlık sanatı, korunması güç olan şu iki ödeve bağlı kalacaktır: Bile bile yalan söylememek ve insanın insanı ezmesine karşı koymaktır,”[22] diyen Albert Camus’nün toplumsal olayların sanata yansımasının ve doğrudan sorumluluğunun kaçınılmaz olduğuna işaret ettiği üzere… Sadece acı çeken kitleler sustukça birlerinin onların yerine konuşması gerektiğini söyleyen Albert Camus de değil! Mesela XVII. yüzyıl Hollanda’sının muhalif sanatçısı Rembrant, çağının burjuva toplumunda sinsice planlanan haksızlıkları, patlak veren çelişkileri görmüş ve resmine aktarmıştır. O, çizdiği desenleriyle, yaşlıların, çalıştırılmaktan mahvolmuş köylülerin, yoksul annelerin, harap kulübelerin, kısaca bütün ruhuyla kattığı acılı bir insanlığın görüntülerine tanıklık etmiştir… XVIII. yüzyılda Fransa’da devrimci ayaklanmayla sanat arasındaki ilişkiyi David’in kişiliğinde buluruz. David’in sanatı, Fransa’daki büyük değişimi ve devrimi anlamlı bir biçimde yansıtmıştır… Modern Meksika resim sanatı duvar resminde yeni bir dil yarattı. Devrimcilerin safında savaşan halka dönük sanat yaklaşımlarıyla Meksikalı sanatçılar, ülkelerini, halklarını, yaşadıkları her şeyi duvar resmiyle anlatma yoluna gittiler. Sanatlarını toplumsal alanlarda oluşturdular… Birinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’da, insanın iç dünyasını anlatmayı amaçlayan bir akım olan Dışavurumculuk ortaya çıkar. Dışavurumcular devlet, ataerkil aile, ordu, okul gibi toplumda otoriteyle var olan kurumlara başkaldırdılar. Toplum tarafından dışlanmış, yoksul, ezilmiş kişilerin yanında tavır aldılar… 26 Nisan 1937 tarihinde İspanya’nın küçük bir kenti olan Guernica, Alman uçakları tarafından saldırıya uğradığında Pablo Picasso ‘Guernica’ adlı yapıtını üretir. Böylece, uluslar arası anti-faşist sanat dilinin yaratılmasında bir adım atılmış olur. ‘Guernica’, bir sanatçının toplumsal olaylar karşısında ne derece duyarlı olabileceğinin bir kanıtıdır… Kolombiyalı sanatçı Fernando Botero, Abu Garip zindanında ABD’li askerlerin Iraklılara
Sayfa 83 yaptıkları işkenceyi konu alan bir dizi resim yapmıştır. 2004’de tamamlanan resimleri Amerika’daki herhangi bir müzede davet almadıkça ABD’de sergilemeyeceği vurgusuyla, “Bu resimleri hiçbir ticari amaç gütmeden yaptım. İnsanların çektiği acıların, karşı karşıya kaldıkları aşağılanmaların üzerinden para kazanmayı düşünemem. Bu resimleri bazı kişilerin özel koleksiyonunda oturma odasına asılsın diye yapmadım, bu resimler müzelerde sergilenmeli ve insanlık ayıbının unutulmasına olanak vermemeliler,” der Botero… Özetle sanatçının yaratıcı gücünü tetikleyen toplumsal etmenler sanatçının üretimiyle bireysel kaygıları, farkına varılmayanları, toplumsal sorunları, çıkmazları ortaya koyup insanların paylaşımına açar. ‘Savaş Zamanlarında Sanatçılar’ kitabının yazarı Howard Zinn bir söyleşisinde; “Bir öykü anlatıyorken, bir şey uyduruyorken bile sanatçının elindeki gerçek çok güçlü bir şeye dönüştürür. Çünkü, sanatçıların yaptığı şey heyecan ve tutku sağlamaktır; sanatçılar gerçekleri güçlendiren, ona gerçekleri basit biçimde aktarmanın başaramayacağı bir yoğunluk veren bir tür ruhsal öğe kazandırır” diyerek sanatçının göz ardı edilemez gücünü tanımlar. Sanatçının ve sanat yapıtının toplum üzerinde ne kadar etkili olduğuna dikkat çeker. Nihayet sanatçı; toplumsal yaşamdan ayrı ve toplumun dışında yaşayan bir varlık değildir. Tersine o; çağının ve toplumsal yaşamın en derinine nüfuz eder; Gregory Petrov’a göre de, “Yaşamın ta kendisidir ve başka varlıklara oranla, zamanın ruhsal dalgalanmalarını daha özlü, daha dokunaklı ve daha güçlü duyan kişidir”… Evet, “Sanatçının görevi sistemi eleştirmektir,” Özge Özder’in belirttiği üzere…[23] PİYASACILARIN METALAŞTIRDIKLARI “SANAT” İş bu nedenle de -buraya kadar işaret ettiğim- sokağın/ ezilenlerin/ başkaldıranların sanatı; elbette egemenlerle/ zalimlerle/ piyasacılarla; özetle sanatı metalaştıranlarla asla uzlaşmaz; aksine ölümüne çatışır/ savaşır… Savaşır çünkü… Milan Kundera’nın, “Her şey düzenlenmiş, ayarlanmış, yapay, her şey bir oyun, hiçbir şey içten değil ya da başka bir deyişle, her şey sanat” [24] diye betimlediği (sentetik) tabloda burjuva popüler kültür(süzlük)e dair tüm çürümüşlük/ yabancılaşma öngörülerinin gerçekleştiği, realiti şovlardan her gün yeni bir yıldız devşirilen, kopyanın kopyasının dolaşımında sınır tanımaz bir boyuta ulaştığımız metalaşma çağında; Yeşim Akdeniz’in ifadesiyle, “Sadece sanat piyasası değil hayatımız balondur” artık… Kolay mı? “Genç sanatçıların işlerini sergileyip satabildiği çağdaş sanat galerisi Mixer’in amacı sanatı herkes için erişilebilir yapmak. Burada herkesin bütçesine göre sanat eseri satın alabiliyor,”[25] denilebilen tabloda Hasan Bülent Kahraman da ekliyor: “2000’lerin sanatı piyasanın, koleksiyonerin zorlamasıyla daha tasarımsal, daha dekoratif bir niteliğe kaymıştır. Bütün dünyadaki çağdaş sanatın ana meselesi budur.”[26] İş böyle olunca da piyasacıların metalaştırdıkları, alınıp/ satılabilen “sanat/ ve sanatçı” adaletin değil adaletsizliğin bir parçası olup çıkar ki, coğrafyamızda da, sürdürülemez kapitalizmin yerküresinde de olup-biten budur… ADALET NEDİR?
Emeğin Sanatı 169. Sayı “Adalet mülkün temelidir” denilen tabloda “Adaletin bu mu dünya?” dedirtendir… Mülkün temeli olarak tanımlanan adalet, karşılıksız bir “beklenti”, bir “özlem” yani bir yanılsamadır! Ulpinnus’un, “Adaletin küçüldüğü ülkelerde, büyük olan artık suçlulardır”; Albert Camus’nün, “Adalet olmadan düzen olmaz”; Platon’un, “Bir toplumda suç varsa, orada adalet yoktur”; Demokritos’un, “Adaletsizlik eden, adaletsizliğe uğrayandan daha mutsuzdur”; Heracleitus’un, “Hak kavramını haksızlık kavramı olmasaydı bilemezdik”; Theodor Ludwig Wiesengrund Adorno’nun, “Gerçek adaletin ortamı, adaletsizliktir”; Halil Cibran’ın, “Baskıya başkaldırmayan kişi kendine karşı adaletsizdir,” notunu düştükleri adaletin anlamı egemenlerin dilinde, bir toplumda egemen sınıfın (ekonomik, siyasi ya da ruhani anlamda egemen) gücünü korumak için devlet kanadı ile koyduğu yaptırımlar ve toplumun bu kuralları sosyalleştirme sürecidir. Örneğin hukuk kuralları, mahkemeler, kutsal kitaplar vs. Bu adalet anlayışının yansımasıdır... Ortada belirli eylemler üzerinde karar verebilecek bir güç ve bir norm vardır... Size neyin doğru neyin yanlış olduğunu söyler... Günümüzde genelde bunlar ya din kuralları ya da modern burjuvazinin kuralları etrafında şekillenmiştir... “Adaletin mülkün temeli” olması da buradan gelir. Hammurabi kanunları bile, mülkü yani özel mülkiyeti korumak için konulmuştur... Bu bağlamda egemenin adalet(sizlik)i, büyük sineklerin delip geçtiği, küçük sineklerin ise takılıp kaldığı bir ağdır. Yani egemen adalet bir güç ilişkisinin yansımasıdır... O yüzden adil düzen, eğer varsa, güç ilişkilerinin ortadan kalktığı bir düzen olacaktır... O da kendi tanımı ile çelişir... Adalet birbiri ile çelişen iki farklı anlamda kullanılır ve kuramsallaştırılır: Ezen ve ezilen… Hukuk, iktidarın fahişesiyken; adalet, egemenlerin yasasının elinde yasanın zorlayıcılığına, baskısına tabiyken; ezenin adaleti ezilene karşı olduğu kadar; bunu tersi de tamamıyla doğrudur! Çünkü Yunan mitolojisinde ‘Themis’, Roma mitolojisinde de ‘Justitia’ adalet tanrıçasıyken; her hâlde bu motifler egemen(lik)ler içindir. Dahası, “adalet”, “hukuk” ve “yasa” kavramları, asla birbiriyle özdeş değildir-çoğunlukla birbiriyle karıştırılırsalar da… Tam da bunun için gerçekler; Aristoteles’in,“Hukuk her şeyin üzerinde olmalıdır,” önermesini tekzip ederken; Euripides’in, “Kanunları zenginlerin çıkarı için yapıyorsunuz”; Emma Goldman’ın, “Yasalar ihlâl edilmek için yapılmıştır ve bu konuda yasa yapıcıları kadar hiç kimse beceri sahibi değildir”; Michael de Montaigne’nin, “Yasalar doğru oldukları için değil yasa oldukları için yürürlükte kalırlar. Kendilerini dinletmeleri akıl dışı bir güçten gelir, başka bir şeyden değil,”[27] saptamalarını doğrular… Evet, düşünceleri ‘Corpus İuris Civilis’in münderecatının hazırlanmasına ışık tutmuş Gnaeus Domitius Annius Ulpianus’un, “İustitia est constans et perpetua voluntas ius suum cuique tribuendi./ Adalet, herkese layık oldukları ve hakettikleri şeyi değişmez bir şekilde ve aralıksız olarak verme arzusudur,” diye tanımladıkları adalet, sınıflı-sömürücü toplumlarda hak edene hak ettiğini vermemekken; Özdemir Asaf’a da, “insansız adalet olmaz/ adaletsiz insan olur mu?/ olur, olmaz olur mu!/ ama, olmaz olsun” dedirtir… Sınıflı sömürücü toplumlarda “Nerede?” sorusunu sordururken unutulmasın: Eğer “mümkün” ise hukuk, otoritenin sınıfsal egemenliğini, yani hakikâtini açıklayabildiği zaman kayda değer olabilir!
Sayfa 85 Çünkü “Modern devlet hukuk düzenini her vakit araç olarak kullanmıştır, hukuk eliyle sağlanan meşruluğa ihtiyaç olmadığı durumlarda hukukun işlevi sadece zorun bir temsili olarak ‘biat’ı sağlamaktır. Devletin parçası olanlar ve tabii hiç kuşkusuz kolluk gücü şiddetin tek sahipleridir.”[28] Bu saptamalarla bağıntılı ve “hukuk fetişizmini”e[29] aldırmadan coğrafyamızın -Ethem Sarısülük’ü vuran polisin serbest kalması karşısında “Adaletin bu mu dünya” dedirten!somutundan hareketle devam edersek: İngiliz gazeteci Gareth Jenkins’in, “Hukukun değil, iktidarın üstünlüğü var”; Zeynep Oral’in, “Hukuk ve adaletin artık ne anlama geldiğini bilmediğim, anlayamadığım bir dönemde yaşıyoruz”; Ahmet İnsel’in, “Adaletsizlik bağımlılığı”; Eski Danıştay Üyesi Prof. Dr. Ali Ulusoy’un, “Adeta uyuşturucu bağımlılığı gibi yargıya illet olmuş vesayet hastalığı nasıl tedavi edilecek?” diye betimledikleri çerçevede egemen adalet(sizlik) ile hüsran üstüne hüsran ve isyan üstüne isyan yaşanıyor! Örneğin Ali İsmail Korkmaz, Berkin Erlvan, Hrant Dink, Metin Göktepe ve en son da Roboskî somutundaki gibi… “DÜZEN”İN (İKTİDARIN) MÜDAHALESİ VE GEZİ/ HAZİRAN Söz konusu adalet(sizliklerin)in somutu “düzen(sizlik)”in (yani sürdürülemez kapitalist iktidarın) sanat/ ve sanatçıya doğrudan müdahalesinden bağışık değildir… Egemenlerin piyasacı tek tip sanat ve otoriteye koşulsuz biat istedikleri ve TÜSAK ile sanatın HSYK’sını yaratmayı hedefledikleri düzlemde, İktidarın tek sığınağıdır sansür,” Atilla Dorsay ifadesiyle… Kolay mı? ATV’de 5 Eylül 2013 gecesi yayımlanan ‘Ada’ adlı filmde XX. yüzyılın en büyük ressamlarından Pablo Picasso’nun, 1962’de yapmış olduğu tablosu sansüre uğradı. Picasso’nun ‘Oturan Kadın’ adını taşıyan resmi, “göğüsleri andıran çizimler” yüzünden mozaiklendi… Lars von Trier filmi ‘Nymphomaniac’, Sinema ve Film Denetleme Üst Kurulu tarafından yasaklandı. Kararın gerekçesinde filmin yasaklanma nedeni “yoğunlukla pornografik görüntü ve diyaloglar içermesi, ayrıca genel ahlâka aykırı, çocukların ve gençlerin ruh sağlığını etkileyici olumsuz örnek oluşturan görüntü ve etkiler içermesi” olarak geçti… Redhack soruşturması kapsamında 2013’ün Kasım ayında gözaltına alınan ve dört gün sonra serbest bırakılan tiyatrocu Barış Atay’ın rol aldığı “Kırmızı Yorgunları” adlı tiyatro oyununa Kocaeli’de sansür uygulandı… Sadece sansür mü? Elbette değil! Başbakan Erdoğan’ın, “Artist görünümünde, sanatçı görünümünde bir takım müsveddeler,” haykırışları eşliğindeki tehdit ve baskılar da işin artısı… Mesela sosyal medya üzerinde oyuncu Mehmet Ali Alabora’ya linç sürerken, şimdi de AKP Gaziantep milletvekili, oyuncu Levent Üzümcü’yü hedef gösterdi ve twitter üzerinden örtülü şekilde “ölümle” tehdit etti… Nihayet Beral Madra’ın “Şu andaki iktidarın çağdaş sanatla her hangi bir ilişkisi yok. Epistemolojik olarak, bu sanatı İslâm veya Türkiye’ye ait bir sanat olarak görmüyorlar. Bunun sadece yapay olduğunu, Türkiye’ye üstten dayatılmış bir şey olduğunu
Emeğin Sanatı 169. Sayı düşünüyorlar,” diye betimlediği tabloda Türkiye Sanat Kurumu’nun (TÜSAK) üyeleri Bakanlar Kurulu kararıyla atanacağı için, her türlü sanat etkinliğinin kaderi, başbakanın iki dudağı arasında olacakken; Üstün Akmen de, “TÜSAK, Türkiye’de sanatın idam fermanıdır,” diye ekliyor… Ancak madalyonun bir yüzü buysa; diğeri de Gezi/ Haziran, yani sokağın adaleti ve sanatıdır… “Gezi ve örnekleri kabuk değiştiren dünyamızda çıkış yolları aranmasının umudunu taşıyor. Henüz kendi sanatını, sanat dilini yaratmadı. Sanatçılarını bekliyor. Nerdesiniz?” sorusunu dillendiren Gündüz Vassaf’a; “Haziran toplumsallaşma deneyimiydi” vurgusuyla B. Sadık Albayrak da, “Sanat Haziran direnişinin gerisinde kaldı,”[30] diye eklerken Gezi/ Haziran isyanı, bir yıl içinde yeterli olmasa da sanatsal alanda birçok eser ortaya çıkardı. İsyana katılan birçok sanatçının yaşadıklarından yola çıkarak hazırladıkları eserler, başkaldırı günlerine ait önemli ayrıntıları ortaya koyuyor. Müzik, sinema, edebiyat gibi sanatın birçok disiplininde üretilen eserler, direnişin yarattığı kolektif ruhu işleyen ve isyanın büyütülmesi için çağrı yapan içerikteydi. İsyan günlerinde şarkılarla ortaya çıkan bu direniş, sonrasında görsel alanda üretilen birçok belgesel ve edebiyat yapıtıyla kendini gösterdi. Duman’ın, ‘Eyvallah’; Kardeş Türküler’in, ‘Tencere Tava Havası’; Hüsnü Arkan’ın, ‘Hayır’; Agirê Jiyan’ın, ‘Çapulcî’; Boğaziçi Caz Korosu’nun, ‘Gezi Parkı’ şarkıları o dönemin ürünüydü. Şarkılar isyanı ve barikatlarda oluşan kolektif ruhu ezgilere yansıtıyordu. Şarkılar aynı zamanda hükümetin otoriter politikalarına ve polisin toplumsal eylemlerde aşırı şiddetine karşı muhalefetin yükseltilmesi çağırısı da yapıyordu. Direniş, sanatın başka alanlarında da eserler ortaya çıkardı. Bu alanlardan biri edebiyat oldu. Birçok kitap direnişin son günlerinde yayınlanmaya başladı. Roman, şiir, deneme, anı, araştırma-inceleme, hikâye dalında eserler ortaya çıktı. Direniş günlerini farkı bakışla adım adım ele alan eserler, geniş bir külliyat yarattı. Türkiye’deki haber ajansları ve televizyonların görmezden geldiği direnişi kitlelere ulaştıran binlerce video ve fotoğraf direnişçiler sayesinde yayınlandı. Direnişin birçok ayrıntısını o günlerde sosyal medya aracılığı ile yayınlanan bu videolardan öğrensek de daha sonra bu görüntüler sanatsal ifadeye kavuştu. Çoğunluğu direnişe katılanların ürettiği çok sayıda belgesel çekildi. Sabri Kuşkonmaz’ın, “Gezi, ütopik olanın, sokaklarda ve meydanlarda cisimleşmesi, yani gerçekleşmesidir bir bakıma,” diye betimlediği Gezi/ Haziran sürecinin simge fotoğraflarından “Gitarcı ve Toma”ya imza atan Kemal Aslan ifade ettiği gibi: “Gezi direnişi, Türkiye’de birçok alanda yapmış olduğu etkiyi sanatta da gösterdi. Kaldı ki bir ülkede yaşanan böylesi büyük bir toplumsal olayın etkilerinin, sanatta karşılık bulmaması saçma olurdu. Gezi direnişinin sanat bağlamında en önemli etkisi; sanatı sokağa çıkarması oldu. Sanatçıların ve eserlerinin sokağa çıkması, sanatsal üretim anlamında bir patlamaya neden oldu. Gezi sürecinde müzisyenler, ressamlar, heykeltıraşlar, performans ve fotoğraf sanatçıları, yönetmenler ve kendini farklı disiplinlerde ifade eden sanatçıları sokakta görme ve eserlerini daha yakından izleme, dokunma ve hissetme fırsatı bulduk. Her şeyden önce bir aydınlanma yaşadık. Bu tabii ki ‘Rönesans’ gibi bir şey değildi ama en azından zihnimizi açtı diyebilirim. Örneğin, köreldiğini düşündüğümüz mizah anlayışının, Gezi ile birlikte nasıl bir patlama yaptığına da hep beraber şahit olduk…”
Sayfa 87 “Gezi Direnişi’nin olduğu günler yaşarken hiç bitmeyecek gibiydi. Bunu iki bağlamdan ele almak mümkün. Gezi’nin direniş ve özgürlük günleri. Yaşarken benim için her ikisi de bitmeyecek gibiydi. Özellikle özgür Gezi günleri, Taksim’in, İstiklal Caddesi’nin tamamen halka ait olduğu günler, bana bir hayalin gerçekleşebileceğini gösterdi. Tabii bunun için çok ağır bedeller ödendi. 15’inde, 19’unda, 25’inde nice genç insanımızın, asli amacı toplumu korumak olanlar tarafından gerek sokak aralarında dövülerek gerek kurşunlanarak gerek silah olarak kullanılan gaz kapsülleri ile öldürüldüklerine şahit olduk. Baskının, zulmün, hak ihlâllerinin, yıllardır koyun muamelesi yapılan bir halkı nasıl ayağa kaldırdığını hep beraber gördük. Sokakta olmanın sanatçı olarak ne getirdiğini sanırım hep beraber gördük. Uzun yıllar olmayan bir üretkenlik ve yaratıcılık açığa çıktı. Direniş hepimizin zihnini açtı sanırım. Gezi Direnişi’nde sokakta çok sayıda fotoğrafçı vardı. İyi sergiler açıldı ve hâlâ açılmaya devam ediyor. Bu direnişin önemli yanlarından biri de çok sayıda görsel üretilmiş olması. Bunların sanatsal olarak üretilip üretilmemesinden öte, yıllar sonrasına, bu toprakların yaşadığı en büyük direnişlerden birini gösteren on binlerce fotoğraf ve video kalacak. Bu benim için çok önemli. Hele tarihimizde yaşanan katliamlar, baskılar, darbeler vb. şeylere dair çok az görsel kaldığı düşünüldüğünde… Özellikle görsel sanatların üretim anlamında sokağa çıkması ve sergilerin galerilerden, müzelerden çıkıp gerek sokak sergileri gerek web yoluyla halka dönmesinin toplumda çok önemli sonuçlar doğuracağını düşünüyorum…” Evet, evet “Gezi, yeryüzünü yeniden haritalandırıp yağmalayan, kapitale çeviren ve kapitali kutularda biriktirip muhafaza eden iktidarın tüm planlarını alt üst ederek, başka bir düzenin mevcut olabileceğini gösterdiği için infiale yol açıyor… Çünkü Gezi, kolektif bir sanat yapıtıdır… Gezi sanatı diye bir şey olacaksa şayet, bu ölü formları yeniden üretmekle olmayacak, aksine Gezi’nin mevcut gerçekliği dönüştürdüğü o anı yakalamanız ve yarattığı estetiği ya da anti-estetiği sanat düzleminde duyumsatmanız lazım. Ve ‘Gezi’den Sonra Sanat’ deyimi daha çok yakışacaktır bu sanata…”[31] Özetle yeterli olmasa da Gezi/ Haziran sokağın ve barikatın sanatını gündemleştirdi. “Kapitalist üretim ve tüketim modellerinden kurtulmak bir fantezi mi?”[32] soruları karşısında: Halktan umudunu asla kesmeyeceksin… Karl Marx’ın bize yüz yıl önce öğretmeye çalıştığı diyalektik düşünce tarzını asla unutmayacaksın… Sanatından siyasetine söylenecek her sözün, yapılacak her eylemin bir izdüşümü olduğunu asla görmezlikten gelmeyeceksin… gerçeğini ve en önemlisi de Mihail Bakunin’in, “Yok etme tutkusu aynı zamanda yaratıcı bir tutkudur,” saptaması şahsında sokakların yaratıcı yıkıcılığını anımsattı hepimize bir kez daha… “SONUÇ YERİNE” Diyeceklerimi sonlandırıyorum: Birincisi Nikos Kazancakis’in, “Dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misin? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım sevdalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. Sonuna kadar git be insan!” İkincisi Sems-i Tebrizi’nin, “Heyhat !.../ Mum gibi erimiyorsa insan ‘yanıyorum’ dememeli;/ Yanmaktan korkuyorsa kişi ‘aşk kapısı’ndan girmemeli.../ Ya ‘kor yürekli’ olmalı insan/ Ya da kor barındıracak kadar ‘yürekli’!...”
Emeğin Sanatı 169. Sayı Üçüncüsü Theodor Ludwig Wiesengrund Adorno’nun, “Bilginin iktidarla ilişkisi sadece uşaklıkla değil, hakikâtle de ilgilidir. Çoğu bilgi eğer güçler ilişkisiyle orantılı değilse, biçimsel açıdan ne kadar doğru olursa olsun geçersizdir…” Dördüncüsü Georges Politzer’in, “Eylemin koşullarını unutmak, dogmatizmdir…”[33] saptamalarını ve… Nâzım Hikmet’in, “ “Demir/ Kömür/ Ve şeker/ Ve kırmızı bakır/ Ve mensucat/ Ve sevda ve zulüm ve hayat/ Ve bilcümle sanayi kollarının/ Ve sahra/ Ve mavi okyanus/ Ve kederli nehir yollarının/ Sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı/ Bir şafak vakti değişmiş olur,/ Bir şafak vakti, karanlığın kenarında/ Onlar ağır ellerini toprağa basıp/ Doğruldukları zaman” “Beklenen günler, güzel günleriniz ellerinizdedir,/ Haklı günler, büyük günler,/ Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan/ Ekmek, gül ve hürriyet günleri”… “Ve elbette sevgilim, elbet/ Dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya/ Dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle; işçi tulumuyla/ Bu güzelim memlekette hürriyet” dizelerini hatırlatarak…
TEMEL DEMİRER NOTL AR
[1] 19 Haziran 2014 tarihinde Mordoğan Karaburun VI. Sokakta Tiyatro Festivali’nde yapılan konuşma… 24 Haziran 2014 tarihinde Zonguldak Sokak Lambası Tiyatro Topluluğu’nun Yılmaz Güney Sahnesi’nde (Ankara) sergilediği oyunda yapılan konuşma… Güney, No:72, Nisan-Mayıs-Haziran 2015… [2] Kemal Özer. [3] “Tüm Ülke Gerildi”, Cumhuriyet, 10 Haziran 2014, s.5. [4] Elçin Yıldıral, “Mehter Marşı’yla Saldırdılar”, Birgün, 13 Haziran 2014, s.6. [5] Fatih Karaçalı, “45 Yıl Hapse Çarptırılan Taciz Sanığı Uyurken Yakalandı”, Hürriyet, 7 Haziran 2014… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26566930.asp [6] İsmail Saymaz, “En Küçük Gezi Sanığı: İlk Kez Mahkeme Gördü ve Davası Düştü”, Radikal, 22 Ocak 2014, s.10. [7] Volkan Pekal, “Adana’da Çata Pat Suç Delili Oldu”, Evrensel, 25 Ocak 2014, s.3. [8] “Vali Coş ‘Gavat’ı Kabul Etti Ama Hakaret Davası Yurttaşa Açıldı”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2014, s.7. [9] İsmail Avcı, “9 Bin Faili Meçhul Dosyası Zamanaşımı Tehlikesiyle Karşı Karşıya”, Zaman, 17 Mart 2014, s.1-3. [10] Gökçer Tahincioğlu, “Mağdur Dışında Suçlu Bulunmadı”, Milliyet, 9 Haziran 2014, s.13. [11] Mehmet Çınar, “Kırmızı Fular İade Edilmedi”, Milliyet, 13 Haziran 2014, s.23. [12] Oya Armutçu, “Bakire Çocuk İndirimi”, Hürriyet, 20 Nisan 2014… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26257527.asp [13] Adil Okay, “Sanatı Burjuva Sanat-Proleter Sanat- Devrimci Sanat Olarak Ayırmak Doğru mu?”, Güney, No: 68, Nisan - Mayıs - Haziran 2014, s.20-22. [14] Henry Miller, Yengeç Dönencesi, çev: Avi Pardo, Siren Yay., 2012. [15] Harun Karaburç, “Edep Sanattan Öncedir”, Yeni Şafak, 27 Mayıs 2014, s.10. [16] Vera L. Zolberg, Bir Sanat Sosyolojisi Oluşturmak, Çev: Buket Okucu Özbay, Boğaziçi Üniversitesi Yay., 2014 [17] A. Hicri İzgören, “Sanat Ustaca Boyanmış Bir İdeoloji Değildir”, Gündem, 23 Ocak 2014, s.15. [18] A. Hicri İzgören, “Gelenekten Yararlanmak”, Gündem, 19 Aralık 2013, s.15. [19] Orhan Tüleylioğlu, Yalnız Kitap, um:ag Vakfı Yay., 2014. [20] Halil İnalcık, Şair ve Patron- Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerine Sosyolojik Bir İnceleme, Doğu Batı, 2003. [21] Vecdi Sayar, “Patron ve Sanat”, Taraf, 22 Şubat 2014, s.16. [22] Albert Camus, “İsveç Söylevi: Sanatçı, Yalanla ve Kölelikle Uzlaşamaz, Çünkü…”, insanokur.org, 7 Haziran 2014… http://www.insanokur.org/?p=62079 [23] Özlem Özdemir, “Özge Özder: Sanatçının Görevi Sistemi Eleştirmek”, Birgün, 10 Haziran 2014, s.14. [24] Milan Kundera, Yavaşlık, çev: Özdemir İnce, Can Yay., 2000. [25] Özge Özdemir, “Herkesin Bütçesine Uygun Sanat Eseri”, Milliyet, 15 Aralık 2013, s.15. [26] Cem Erciyes, “Hasan Bülent Kahraman: 2000’lerde Sanat Dekoratifleşti”, Radikal Kitap, Yıl:12, No:762, 31 Ocak 2014, s.14-15. [27] Michael de Monteigne, Denemeler, çev: Sabahattin Eyüpoğlu, Türkiye İş Bankası Yay., 2012. [28] Ceren Akçabay, “Bir Hukuk Var Ama Umut Yok”, Radikal, 5 Haziran 2014, s.19. [29] Hugh Collins, Marksizm ve Hukuk, Çev: Umre Deniz Tuna, Dipnot Yayınevi, 2013. [30] B. Sadık Albayrak, “Haziran Direnişi Sanatın Neresinde”, İnsancıl, Yıl:24, No:287, Haziran 2014, s.53-34. [31] Rahmi Öğdül, “Bir Kadavranın Otopsisi: Gezi Sonrası Sanat”, Birgün, 12 Haziran 2014, s.19. [32] Necmi Sönmez, “Kapitalizmden Kurtulmak Fantezi mi?”, Radikal, 8 Mayıs 2014, s.25. [33] Georges Politzer, Felsefenin Temel İlkeleri, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 2009.
BENİ GECE VURUN Sen yoksun yoksun işte Bulutların yirtık mavisinde Hırçın tedirginliğim Ben bulanda sana sessizliği Alaca karanlığın bağını çözdü Çözdü sevdan İlkinde adın vurulunca vurulunca Yokluğun Bağrımda kar yangını Bu ara Kapımın açılışını bekliyorum Şimdi şimdi Geleyim arkandan Veya parçalanayim keleş yerde Ama Bu ses yankılasın yankılasın dağlarda Uyumak acısıdır ölümün ha Seni anmak ağzımın acelesinden Çekilsin resmimiz Yalarken rüzgar öpüşmeyi Anlıyor bizi Anlıyor gece halkasında Açmamış çiçekler söylenmemiş şiirimde Yalancı onlar şu kuşlar bile Seviyoruz birbirimizi Tutkuyla oğul Karanlığın üstünde üstünde Umutsuzluk değil değil elbet sesimde Şiirimin tükenen mırıltıları Yaşiyor bir baskalara bilmediğim gecede El değmemiş ellenmemiş ışıklarda Beni gece vursun vursun Kesilen tufan Dem çeken gecenin kanadında Katıksız topraklara ıslık çalayim Oğul Şiirlerime güzel bir şey aksın
HAMZA İNCE
Sayfa 89
Emeğin Sanatı 169. Sayı
LESVOS HARİTASI VE MUTLULUK MARŞI Yelkenler Akçay karşısından fora Ege masmavi koskocan bir flora Ansızın Girdi koluma Busesi boynumda Bir yaşanası ada Adı bir ara Lesbos Bir ara Lesvos Ama ikisi de hoş Hoş geldin derken Koşturmak istercesine yaşama Bir kıvılcım gibi Sardı hayat yaşam benliğimi Yaşamak denizi Yaşamak kendimizi Bu Sokrat’sız ve Aristot’suz Agorada Müthiş mi müthiş bir yerçekimi Beki bu manzara karşısında Sevişip felsefe yapmak Ölümsüz kılar aşkları
Surlar altında gün batımı Bitmekse bakınıp tozpembe Sıcacık kollarında oy aşkım Seve seve öldür beni Bu gece Her gece Her gece yarısı ve ötesi Bu büyü gibi hayatın plajlarında Kalk Sustur n’olursun Öteki sesleri Özün dolasın kalbimi Seyrederek kibrini Kırma sendeki beni Hatırla sevgili Hatırla kendini Biz sadece birkaç günlüğüne Bir savaştan sıvışıp ulaştık buraya Yarın yine dönmemiz gerek Hayat denen kavganın harına Kaldığımız yerden devam ederek Bak ve huzura da hakkını ver şimdilik
YAŞAR DOĞAN / Lolan
SAĞMALCILAR
Sağmalcılardan geçtim Üstüm başım elbet hırçın Sabahın gözleri kör İlerliyorlar öğleye İnsanlar koşturuyor Sanki günlerden Cuma Adım adım ilerliyor Dilleri,ayakları Sağmalcılardan geçtim Üstüm başım elbet acı Bulutlar yürüyor Etraf daha karanlık Bir cenaze namazına Koşar gibi insanlar Adım adım yürüyorlar Sözleriyle ölmüşlerin Sağmalcılardan geçtim Üstüm başım elbet buruk Sabahın pusu havada Az biraz da ölgün Elimde defter kalem Lazım olduğu için Benim derdim içimle Bunları yazıyorum
SÜLEYMAN BERÇ HACİL
Sayfa 91
Emeğin Sanatı 169. Sayı
SÜMER’DEN,YOLUNU ŞAŞIRAN KRAL’A; GÜLEÇ AŞK BİLGESİ’NDEN, KARAC’OĞLAN’A, ANADOLUNUN ŞİİR BAHÇESİNE, AŞK ATINA BİNEN SÖZÜN ZAMANDA YOLCULUĞU Adnan DURMAZ Çöl… Bedevi özgürlük… Kum tanelerinin arasında savrulan bir yanık gözyaşı,bir derin “ya leyli” değil mi hayat.. Çöl kadar ölü ve sessiz,çölde batan gün kadar dingin,çöl kadar kımıltısız… Çöl kadar öfkeli ve acımasız değil mi… Bir o kadar derin… Çöl gecesi kadar gizemli değil mi aşk,öylesine yıldız sağanağı… Ve ay kadar aydınlık… Kum taneleri gibi savrularak yaşardı orada insan.Yüzyıllar önceydi.Cahiliye adı verilen zamanlardı.Mekke’yi çevreleyen yüzlerce kabile,belirli zamanlarda Kâbe’ye gelip,orada duran kendi putlarına tapınır,bayram ederdi.Şiir yarışmaları yapılır.Beğenilen şiirler Kâbe duvarlarına asılırdı.Delikanlılar sokakta genç kızlara laf atacakları zaman,bir şairin adını söyler,böylece o şairin en ünlü dizesini söylemiş olurlardı.Genç kızlar,adı anılan şairin o dizesini anında bilirdi çünkü.Onlar da aynı yolla,bir şairin adını söyleyerek yanıt verirlerdi
Sayfa 93 âşıklarına.Saray şairleri kasidenin bütün incelikleriyle şehirli şiirler yazarlardı.Çöl şairleri ise başlı başına,fırtınalı yaşamlarıyla birer serüvenciydi çöl ahalisi arasında. Akîmû benî ummî sudûra matıyyikum fe'innî ilâ kavmin sivâkum le-emyelu ('Ey anamın oğulları! Yola hazırlayın bineklerinizi Bensiz gidin, çünkü başka bir oymaktadır benim gönlüm') dizelerinin şairi, Ezd kabilesinden eş-Şanfara'dır.Çöl yaşamının,insanlıktan uzak bedevi yaşam biçiminin tipik temsilcisi eş-Şanfara..Kitaplarda söylenir ki:” Çocukluğunda esir alınmış ve Salamân kabilesi tarafından büyütülmüştü. Sonraları, işlediği bir suç dolayısıyla kendisinin o kabileden olmadığını anlayınca, onlardan öç almaya yemin etmiş ve onları öldürmek için birçok kez teşebbüste bulunmuştu. Ümidini yitirince, kabile ile olan bütün bağlarını koparıp, herhangi bir kabilenin himayesine girmek yerine, çölde dolaşmaya başlamış ve orada maceradan maceraya sürüklenmiştir. Ünlü şiirinde karşılaştığı tehlikeleri anlatmaktadır: Kurt, sırtlan ve panterler arasında açlık, mahrumiyet ve tabiatın sertliklerinden neler çektiğini; bütün bunlara rağmen 'kadınları dul ve çocukları da yetim bırakarak' bu macera dolu hayatını nasıl devam ettirdiğini anlatmaktadır. Anlatıya göre, Salamân kabilesinden 100 kişiyi öldürmek için şerefi üzerine yemin etmişti: Ancak 99 kişiyi öldürdükten sonra kabile tarafından yakalanarak öldürülmüştü. Rivayete göre yere konan kafasına sert bir tekme atan düşmanlardan birisinin ayağı tehlikeli bir biçimde yaralanmış ve aldığı yaradan ötürü de ölmüştü. Böylece eş-Şanfara, ölümünden sonra yüzüncü kişiyi de öldürmekle yeminini yerine getirmiş oluyordu.”. Şairler aynı zamanda çöl yaşamının içinde dolaşan,hatta yağmalara katılan kişilerdi.Serüvenleri zamandan zamana,diyardan diyara anlatılırdı. Saray şairlerine gelince,prenslerin,soyluların gözüne girmek için Arap şiirinin tüm incelikleriyle dizeler döktürenler çoktu tabii.Ama bilindik anlamda yalakalık şairleri olarak kalıplaştırmak olanaksız onları.Net çizgilerle ayrılmış değil çöl ve saray şairleri. Şiir yarışmaları yapılırdı.İşte o yarışmalarda en çok beğenilip de Kabe’nın duvarlarına asılan yedi şair ve “Muallakat-ül Saba”(Yedi Askı) denilen şiirleri,zamanımıza kadar gelmiştir. Muallakat-ül Saba şairleri içinde anılmadan geçilmeyecek olan IMRU'L-KAYS, bende apayrı bir yere sahiptir. Güney Arabistan kabilelerinden Kinde'ye mensup; Yemenin eski kralları soyundan gelen IMRU'L-KAYS… “IMRU'L-KAYS İBN HUCR (Ö. yaklaşık 540) bulunmaktadır. Büyükbabası Haris, Kinde kabilesinin reisi olup Orta ve Kuzey Arabistan kabileleri ittifakını kontrolü altına almıştı. Gassânî ve Lahmî prenslerinin güçlü bir rakibiydi: VI. yüzyılın başında Irak'a girip Hıra Kralı III. Munzir'i tahttan indirmiş ve Hira'yı bir süre yönetmişti. Hâris'in ölümünden sonra kabileler arasındaki güçlü ittifak dağılmış ve oğlu (İmru'l-Kays'ın babası) Hucr, sadece Orta Arabistan kabilesi olan Benû Esed'i yönetimi altında tutabilmiştir.Rivayete göre Kral Hucr, oğlu maceracı prens şairi sarayından kovmuş, böylece genç prens, sürekli, bir kabileden diğerine gitmek suretiyle derbeder bir yaşam sürmeye başlamış, bu yüzden el-melik ed-
Emeğin Sanatı 169. Sayı dıllîl ('yolunu şaşıran kral') diye lakaplandırılmıştır. Çöl ki, ne geceler leylayı Leyla etmiş,Mecnun’un narına yakmış Ne Kays’lar Mecnun olmuş da çöllere düşmüştür Aşkı da bir başka türlüdür çölün Rüzgarı da yakıcıdır Kaysı Mecnun eden çöl yaşamı içinde,bir deli ozandır İmru’l Kays.Göğü açık bir risaledir çölün,yeri sonsuz bir serüven deryası.Oradan oraya savrulan kum zerresidir şair.İşte bu gezginci,çölü,saraya yeğlemiş yaşamın bir yerinde,babasına karşı bir ayaklanma olur İmru’l Kays’ın.Babası bir hain hançerle göçer gider bu dünyadan. Kabarır İmru’l Kays’ın Arap damarı,öç yollarına düşer. Ancak, isyancıları Hıra Kralı Munzir himaye edince,intikam alması kolay olmayacaktır Yurtsuz Kral’ın.İ.Ö.530 yıllarıdır,Yurtsuz Kral,Bizans’a kadar gider,kendisini iyi karşılayan Bizans İmparatorundan,intikamını alması yolunda yardım sözü alır.Gerçekten de,ilginçtir onun yaşamı.Önce sarayları terk edip,sonsuz şiirle buluşmaya gittiği çöl,sonra intikam sözü için düşülen uzun yollar,yolculuklar.Yaşlanmış olmalıdır.Aslında kendi olanları için kullanmaktır niyeti İmparatorun, İmru’l Kays’ı. onu Filistin eyaletine geçici vali olarak atamıştır. Şair, oraya giderken Ankara'da aniden ölmüştür. Raviler şöyle rivayet ederler ki,İmparator, kızına âşık olduğu için İmru'l-kays'a zehirli bir elbise armağan ederek, onu öldürmüştür.
“Bu mutsuz prensin şiirleri, macera dolu yaşamını doğru bir biçimde yansıtmaktadır. Maceralarını dile getirirken, tabiat olaylarını betimlemedeki ve aşkın incelikle anlatmadaki becerisini göstermek için önemli fırsatlar elde etmiştir. Cahiliyle dönemi Arap şiirinin en önemli temsilcisi olmakla ün yapmıştır. En tanınmış kasidesi şöyle başlar:
Sayfa 95 Kıfâ nebki nün zikrâ habîbin ve-menzili bi-Sıkti'l-Iivâ beyne'd-Dehûli fe-Havmeli ('Dehûl ve Havmel arasında, Sıktu'l-livâ'da Durunuz, ağlayalım anısına sevgilinin, yurduna'.) ” İsmet Zeki Eyuboğlu,İmru’l Kays’ın ünlü şiiri için şöyle diyor: “Bu uzun şiir hangi toplumun ürünü olursa olsun, hangi dile çevrilirse çevrilsin, özünü korur, içerdiği sorunla bütünlüğünü sürdürür. Şiirde geçen özel adları kaldırın, yerlerine başka ulusların dillerinde bulunanları koyun önemli bir değişikliğin olmadığını görürsünüz. İşte şiiri yaşatan bu değişmeyen özdür. Bu öz ozana Arap dilinde verildiğinden şiir de o toplumun diliyle yazılmış, o dilin konuşulduğu ortamı yansıtmaktadır. Özel adlar değiştirilerek yabancı bir dile çevrilen bu şiiri inceleyen bilgili, duyarlı bir araştırıcı, daha ilk bakışta dipdiri bir insan sorunuyla karşı karşıya geldiğini, yaşama biçiminden, insan davranışlarından bu şiirin doğum yerini sezmekte pek güçlük çekmez. Şiirin içeriği toplumu veriyor.” Diyor. Sözü Usta’ya,Îmrü'l-Kays’a bırakalım. Analım, ağlayalım, sevgiliyi, yurdunu , Durun Sıkttulıva'da, Dahul'den Havmel'e, Tudıh'tan Mikrat'a uzayan yerde... Ordadır güney yellerinin kumlarla örtüp Kuzey yellerinin açtığı izler. O kırlarda, o sulak yaylımlardadır daha Karabiber gibi gübreleri ak geyiklerin. Arkadaşlar bağlarken yüklerini ben ağlardım Dikenler arasında, durdurur da bineklerini «.Ağlama, kendine gel,» derdi bana yoldaşlarım. Ağlamaktır ilacım, var mı başka bir yer Ağlayıp inleyecek bu silik izler üzerinde, Eski sevgililer yolunda, Mesel Dağı'nda Ümmülveyris'e, komşusu Ümmürrebab' a? Söyle bir ayağa kalkınca o çifte sevgili, karanfil Gibi misk kokuları gelirdi rüzgârla. Öyle boşanmıştı ki gözyaşlarım göğsüme Islanmış kılıcımın sırımı bile. Ne güzel, ne mutlu günlerini gördün onların Hele ne gündü Dareti Cülcülde geçen. O gün kurban etmiştim kızlara bineğimi, Ne güzelmiş eyşamı develerine yükleyişleri. Birbirine sunardı kızarmış etinden kızlar, İpek gibi bembeyaz top top yağları devemin. O gün ben de binmiştim Uneyze'nin devesine,
Emeğin Sanatı 169. Sayı Uslu durmadım yanında, çıkıştı, «İner yürürüm, Yapma, yaraladın devemi ib îmriülkays,» dedi, bana. Eğilmişti mahfe bizimle bir yana. Sür, bırak yularını devenin, dedim kovma beni, Toplayım o güzelim yemişlerini. Ne kızlar, kadınlar, gebeler, emzikliler görmüşüm, Yaşına basmış boncuklu bebeklerden ayırmışım. Emzirirken ağlayan bebeğini yarısıyla Gövdesinin, altımda oynardı öbür yarısı. Bir gün yakındı yüksekçe bir tepede, İlgim kalmamış artık seninle, dedi, boşuna. Ey Fatıma, gel etme, bu nazı bırak Güzellikle ayrılalım ayrılacaksak. Bir yanım, bir davranışım varsa sevmediğin Gönlümü çıkar gönlünden, at. Ölürüm aşkınla sanma senin İşlemez içime pek, aldanma, yıkmaz beni. Gözlerin vurur gibidir kirpiğinin İki okuyla yaralı gönlümü besbelli. Ben, nice kadınların tadına bakmışım Kimsenin bilmediği, giremediği bir çadırda. Beni öldürmeye can atan gözcüler arasından Geçip varmışım onların yanına. Tam da göğün ortasındaydı Ülker o sıra Bir kadın belindeki süslü kuşak gibi. Bir gömlek giymiş inceden, uyur görünürdü Ona gittiğim gece, beklermiş beni demek. «Vallahi kurtuluş yok,» dedi, senden «Geçeceğe de benzemiyor azgınlığın hani...» Çıkardım dışarı, sürüyordu kumda eteklerini, Tiftik harmaniyenin, silmek için izlerini. Çıkmıştık oymağın dışına Geçince art arda dizili kum tepelerini Elattım yanlara dökülü saçlarına, çektim, Eğildi, sokuldu, o ince belli tombul bacaklı. Bembeyaz ten, et de yumuşacık, üstelik sıkı, Karın düzgün, gerdan, göğüs pırıl pırıl. Yok, tatlı bir sarıya çalar teni, ak değil, El değmemiş inciler gibidir sedefte. Kaçınır benden, görünürdü gülerken inci dişleri Bakardı çevreye yavrulu Vecre ceylanı gibi.
Sayfa 97 Ak geyik boynuna benzerdi boynu, Ancak öyle uzun, süssüz de değildi yaa. Ne süstür arkasında siyah saçları, Salkım salkım hurmalar gibi buram buram İç içe, önden topuz arkadan akardı Örgü Örgü kimi de dağınık tel tel Hem yumuşak, hem ince bir de güzelim bel, Hurma fidanı bacaklar boğumlu, dolgun, sıkı. Uyumuş kuşluğa dek, yatağında misk tanecikleri. Uyur kuşlukla da kuşak sarınmadan. İshil dalına, Zaybi'nin ak kum kurduna Benzer güzelim yumuşacık parmakları Bir rahip ışıldağıdır yüzü pırıl pırıl Aydınlatır çevresini boyuna. Olgunluk çağındadır o güzel, micvel giyen Kadınlarla dir giyen kızlar arasında. Geçmiş artık erkeklerin ergenlik çağı bende, Yaş ilerlemiş, oysa gönül geçmiyor senden Teptim nicesinin öğütlerini, yüz çevirdim, Ne onların sözü gelir aklıma ne senden geçmek. Deniz dalgaları gibi kara geceler Çökmüş üstüme, acılar, üzüntüler yüklü. Dedim genişleyen, daralan, Uzayan, kısalan, yayılan geceye: Açıl ey uzun gece, doğsun gün Oysa sabah da senden uğurlu değil. Ne gecesin sen bağlanmış yıldızların Kat kat urganlarla Yezbül Dağı'na sanki. Kımıldamasın diye Ülker yıldızı Keten iplerle sımsıkı bağlanmış kayalara. Nicelerine yardım etmişim saygı göstermiş Ellerinden tutmuşum, iyilikler dilemişim. Ayr'ın yerleri gibi ne çorak oylumlar Geçtim, aç kurtlar uluşurdu ağlaşan kumarbaz Çocukları gibi. Dedim uluyan kurda: Elim boş benim de senin gibi, doyunuruz Buluruz yiyecek bir şey, böyle yaşar Yolumuzda gidenler, yetinir azla. Daha kuşlar uçuşmadan sabahları, tüysüz Güçlü atımla avlanır, vururum yabanları. Bilir yerine göre atılmayı atım, çekilmeyi, Hızlıdır yüksekten inen sel gibi, güçlüdür. Kayar dolgun sağrıları üstünde doratımın Bir kayadan yağmur suları dökülür çene palanı.
Emeğin Sanatı 169. Sayı Coşar, koşar birden ökçelenince karnı, Kaynayan bir kazan gibi fokurdar göğsü. Tozu dumana kalan, yüzer gibi koşan atlar Yorulur da yeniden güçlenir, hızlanır atım. Uçar ağır binicilerin giysileri, yeğnik çocuk Duramaz, kayar atımın üstünden koşarken. Ses verir bir çocuğun ipli fırfırı gibi Öylesine hızlı gider, kolay mı kolay. Geyik böğürlü, deve bacaklı, Kurt koşuşlu, tilki yavrusu sıçrayışlı. Tepeden tırnağa güzel, güçlü, örter düzgün Kuyruğuyla bakınca dolgun bacak aralarını. Sırtı düz, kaskatı taşa benzer karpuz Çiğitlerinin, kokulu nesnelerin döğüldüğü. Saldırıp göğüslemiş av sürüsünün öncülerini Kınalı, taranmış sakala dönmüş kanlı yelesi. Birden çıktı karşıma bir sürü yaban sığırı Devar'ı dolaşan kızlar gibi toplanmış dişileri. Dağıldı birden dişiler, bir kızın boynundan Düşen, süslü boncuklu, gerdanlık gibi. Yetiştim sürünün öncülerine, Bir yere toplanmıştı kaçamayanlar. Terlemeden, yorulmadan atım bir atılışta Ulaştırdı beni sürünün yanına... Dilinmiş, doğranmış etler, pişmiş Kimi tencerede, kimi küllü korlar üstünde. Doyulmaz bu ata bakmaya, görülmez güzellikleri Bütün, yalnız hayran olur kalır insan. Eyerli, gemli, dört ayaküstünde durur Karşımda, yanımdan ayırmam onu. Görüyor musun şu taca benzeyen yüksek Bulutun parlayışını, sana gösterdiğim? Aydınlatır çevreyi onun ışığı bir rahibin Fitilli zeytinyağı lambası gibi. Bekledim yoldaşlarımla Daric'le Uzeyb arasında Bir yağmur yağsın diye bir süre, Sağdan yağar Katan, soldan yağar Sıttar'dan Yezbül'e değin yerleri sular. Yağmur yağıyor Kuteyfe'ye bir buluttan sökülüyor, sürükleniyor ağaçlar tepe taklak. Kaçırmış Kanan'a düşen serpintileri bile Çevrenin bütün yaban keçilerini. Kırılmadık bir hurma dalı komamış Teyma'da Taştan, kerpiçten yapılar kalmış yalnız ayakta.
Sayfa 99 İri yağmur damlalarından Sebir Dağı deve Tüyü çizgili aba giyen bir şeyhe benzemiş. Müceymir Tepesi sularla çör çöpten Bir kirmene döndü şimdi. Renk renk çiçekler açmış Gabiyt Ovası'nda Yemenli çerçinin sattığı dokumalar gibi. Biberli şarap içmişçesine cıvıl cıvıl ötüşüyordu Erkenden ovada çobanaldatan kuşları, Adasoğanı köklerine dönmüş geceden Sulara karışan yaban leşleri... Kim bilir,Ankara’nın neresinde,sonsuzluğu uyuyor şimdi ozan. İmru’l Kays’ın dizelerinde gördüğümüz yaşam aşk ve serüven,acı, çapkınlık, ne kadar insancadır.Orada sevişen,acı çeken,dünyanın her hangi bir yerindeki insandır. İmru’l Kays’ın sevişmesindeki doğallıkla,İsa’dan 2000 yıl önce,şarkılarında tanrıları bile seviştiren Sümerlerin aşk şarkıları arasında bir fark yok gibidir.S.N.Kramer,”Sümer şarkılarıyla,Tevrat’takiler arasında,konu,stil kelimelerdeki benzeyişe açık bir örnek de Şarkılar Şarkısının ilk dört mısraıdır,onlarda sevilen krala(belki Süleyman olabilir) 'kızların aşkı' o 'beni odasına götürdü', 'senin ağzının öpücüğü ile öp beni', 'aşkın şaraptan daha iyidir' şeklinde hitap etmektedir. Kızlar tarafından söylenen bir şarkıda: 'Biz sende yücelecek neşe bulacağız, senin sevgilini şaraptan daha çok öveceğiz' denmektedir. Bu mısraların benzerlerini kral Şu-Sin'in (İ.0. 2000ler) sevgili gelini tarafından söylenen aşk şarkısında buluyoruz. Bu şarkı şöyle: Güvey kalbimin sevgilisi, Senin neşen hoşdur bal tatlısı, Arslan kalbimin sevgilisi, Senin neşen hoşdur bal tatlısı. Beni büyüledin sen, karşında titreyerek durayım, Güvey, senin tarafından yatak odasına götürüleyim, Beni büyüledin sen, karşında titreyerek durayım, Arslan, senin tarafından yatak odasına götürüleyim. Güvey, seni okşayayım, Benim değerli tatlım, bal ile yıkanayım (?) , Yatak odasında bal dolu, Senin güzelliğinle neşelenelim, Arslan, seni okşayayım, Benim değerli tatlım, bal ile yıkanayım (?) .
Emeğin Sanatı 169. Sayı Güvey benden zevk alıyorsun, Anneme söyle, o sana lezzetli şeyler (?) verecektir, Babama söyle, sana hediye verecektir. Senin ruhun-ruhunun memnun olacağı yeri biliyorum, Güvey evimizde sabaha kadar uyu, Senin kalbin-nereden memnun olacağını biliyorum, Arslan evimizde sabaha kadar uyu. Sen, sen çünkü beni seviyorsun, Arslan, lütfen beni okşa, Bey, tanrım, benim iyi perimin beyi, Enlil'in kalbini memnun eden Şu-sin'im, Beni okşa lütfen. Senin yerin bal gibi tatlıdır, lütfen elini koy ona, Gişban- gibi, elini götür üzerine, Gişban- ………. elbisesi gibi üzerine elini kapa.” Günümüzden yaklaşık 4000 yıl önce söyleniyordu bu şarkılar.Zaman nasıl da hızlı akıyor değil mi.An andan kopuyor,soluk soluktan.Zamandan zamana en sıkı bağ şarkılarla şiirlerle kuruluyor.Ne taç ne taht, ne makam,ne mevki, ne de saltanatlar, zamanlar arasında bağ kuramaz.Binlerce yıl önceki insanla yürekten bağlar kuruyoruz,şarkılarla,türkülerle.Çoğu zaman ölmüş milletlerden geriye şiirler kalıyor ve biz onlarda kendimizi buluyoruz ansızdan. İmru’l Kaysın acıklı öyküsünün arasında yaşadığı çöl serüvenleriyle,Sümerli ozanların şarkıları arasındaki bağ başka zamanlara ve yerlere de uzanıyor elbet. Köftenin Kadın Budunu, tatlının Dilberdudağını, kadıngöbeğini yapan Anadolu insanının her türlü halk edebiyatı ürünleri içinde yer alan erotik öğeler,kadın ve erkek arasındaki ilişkinin hiçbir aşamasını ayıp olarak kabul etmez.Sevişme tüm evrenin temel bir yasası olarak vardır bizim halk edebiyatımızda. Söz konusu sevişme olunca da kullanılan dil,dünyanın en zengin dillerinden biri olan Türkçenin bütün incelikleriyle kullanılır; hem de hiç zorlanmadan.Kimi zaman yoğun bir erotizmi,şiirin potasında eritip bir duygu seline dönüştürür,çoğu zaman muzip bir gülümseyiş vardır dizeler arasında.Dağın göğsü ve eteği vardır,pınarın gözü ve ayağı.Cinsel isteklerini davranışlarıyla dile getirmeye,”yeşillenmek” deniyor çoğu yerde,aşka düşmeye ise “yanmak”. Emirdağ bölgesinde,güzel olan her şeye “kadın” deniliyor:Kadın oğlum,kadın kızım,pek kadın olmuş deniliyor.Bir yanda “Lep demeden leblebiyi anlamak “diyoruz,Nevşehir’de “avurdunu domaltmasından Ömer diyeceğini anlamak” diyorlar. (Burada söylemeden geçemeyeceğim bir şey var:Halkımız buldozere ad yakıştırıyor,bakıyor ki yolları düzeltip düzlüyor,”yoldüzer” deyiveriyor. Ülkemizin sorumlu kişileri “Sakat” diyorlar, Sakatlar haftası falan kutlanıyor, sonra “ sakat” adlandırmasını birileri “sakat”
Sayfa 101 bulmuş olmalı ki,bundan vaz geçiliyor.Yerine “Özürlü” geliyor.Özür,kabahat,kusur anlamında kullanılıyor bildiğimiz gibi.Yanlış bir davranış olunca “özür dilerim” diyoruz.Özürlülerin özrü ne ki,onlara özürlü deniliyor.Bu kez bundan da vaz geçilip,engelli sözcüğü kullanılmaya başlanıyor.Ne yapalım,her zaman onlar en doğrusunu bilir(!) .) Neyse,biz konumuza geri dönelim.Anadolu insanı,kadın erkek arasında sevgi sevişme cinsellik konularında, atasözünden,manisine, türküsünden, sövgüsüne kadar son derece yaratıcı olmuş,sayısız ürün üretmiştir. Ahmet Şükrü Esen’in Anadolu Türküleri adlı kitabından rastlantı aldığım şu dizeler bilinen sansür kurallarının halkımız arasında “kıymet-i harbiyesi”nin olmadığının belgesi gibi. Tüfengim omuzumda Armalar boğazımda Uyudum uyandım ki Gül memeler ağzımda Ah hovarda çapkın yârim Ettiğin günahları Boş deftere yazayım Martinim atılmıyor Bahalı satılmıyor Şu uzun gecelerde Yalınız yatılmıyor Hovarda çapkın yârim Sen söyle ben yazayım Ettiğin çoğa vardı Boş deftere yazayım
Hovarda çapkın yârim Sen söyle ben yazayım Ettiğin çoğa vardı Boş deftere yazayım Mendilim dalda kaldı Gözlerim yolda kaldı Yıkılaydın meyhane Sarhoşum nerde kaldı Hovarda çapkın yârim Ak göbeğin altında Kaldı benim nazarım Deniz dibi otl'olur Ergen koynu tatl'olur Dul kişiye,varanlar Ölmez ama dertli olur
Mendilim salkım saçak Alçak boylusun alçak Sana derler küçücük Sen doldurursun kucak
Hovarda çapkın yârim Ak göbeğin altında Kaldı benim nazarım
Hovarda çapkın yârim Sen söyle ben yazayım Ettiğin çoğa vardı Boş deftere yazayım
Kamayı çektim kından Gel yakından yakından Koynundaki memenin Ben gelirim hakkından
Köşe başı meyhane Asmadandır kapısı Ben gözüme almışım Hemi dam hem mahpusu
Hovarda çapkın yârim Ak göbeğin altında Kaldı benim nazarım
Emeğin Sanatı 169. Sayı Bizim halk edebiyatımızda,bu tarz ürünlerin toplanması durumunda sanırım ciltlerce kitap oluşur. Sevişmeyi kuşkusuz çok daha açık ama bir o kadar da yalın,sanatlı,pornografiden uzak sözlerle ifade etmiştir Anadolu insanı.Burada bir nokta koyup,tarihin gerilerinde,bir başka yerden, başka bir ozana selam verelim.
Kimse sevgi nedir bilmeyen bu toplumda Okusun yazdıklarımı.birebir öğütlerim Bak nasıl evirir çevirir küreklerle yelkenlerle Oynak gemiyi gemiciden öğrenmeli bu yolla Araba sürmeyi arabacıdan sevişmeyi sevenden Bu dizeler,günümüzde herhangi bir şairin kaleminden çıkmış olabilir.Dünyanın neresinde ve ne zaman olursa olsun,birileri,” sevgi nedir bilmeyen bu toplum”dan yakınıyor.Latin ozanı Ovidius,İÖ.43-İ.S.18 yılları arasında yaşamış,Aşk Sanatı adlı kitabını dilimize kazandıran Usta İsmet Zeki Eyuboğlu, Onun şiirlerinin buram buram Anadolu koktuğunu,açık sözlülüğü yüzünden Karadeniz kıyısında Romi’ye sürüldüğünü belirtiyor. “Ovidius’u bir çağın,bir yörenin ozanı olarak değil de bir davranışın bir tutumun taşıyıcısı bir görüşün aydını diye ele alıp anlamak anlatmak gerekir. “ diyor Eyuboğlu. Yıkmış demektir yaptığını kendi eliyle Aşırılık değildir öpüşten sonra işi sürdürmek Utanılacak bir yönü yoktur onlarca bu işin Severek katlanır baskıya kadın göster gücünü Yürekten isterler ezilmeyi, sıkılmayı
Sayfa 103 Kitabının Aşkta Başarı Yolu adlı ilk bölümünden aldığımız dizelerdeki gibi,aşk sevgi,sevişme üzerine öğütler,bilgiler verip,yol gösterir.Kimi zaman da evrensel yorumlara girişir.Kadın ve erkek arasında aşkın ve sevişmenin,doğanın,doğmak ve ölmek kadar zorunlu bir yasası olduğunu,utanacak bir şey olmadığını söylerken,Usta,bu gün bir yerlerde yaşayan bir insandır sanki.Sevgiyi Koruma adı verdiği bölümdeki şu dizelerle ne kadar da bizdendir: Bak güvercinler döğüşür, gagalaşır, sevişir, Mırıltılar çıkarır, oynaşır okşarlar birbirlerini... Düzensiz, gelişigüzel bir yığındı evren, Başlangıçta, ne yıldızlı gök, ne karalar, Ne denizler birbirinden ayrılmıştı. Gökler, yerler, yerden çıkan sular iç içe Girmiş, kaynaşmış bir yumaktı. Bu biçimsiz yığından ayrılmış, doğmuş Evrenin kesimleri, ormanları yabanlar, Gökleri kuşlar kaplamış, yer almış Akışan sularda balıklar. Boş kırlarda* dolaşıp duruyordu kişi-soyu. Çok güçlü, dayanıklı yaratılıştaydı kişiler. Ormanlar ev, otlar besin, yapraklar yataktı. Çağlarca tanımazdı kimse kimseyi. Azgın bir sevişme duygusu uyanmış, getirmiş Bir araya kadınla erkeği, dendiğine göre. Öğretmensiz öğrenmişler sevişmeyi birbiriyle. Venüs kendiliğinden göstermiş bu yolu: Kuş tanır sevip birleşeceği dişiyi, Suların ortasında bulur balık eşini, Geyik geyiği arar, yılan yılanla birleşir. Köpek köpekle görür işini, Bizim edebiyatımızda,özellikle de Karac’oğlanımızda,özellikle de adı bilinmeyen ortaklaşa edebiyatımızın türkülerinde ne çok benzerleri vardır bu dizelerin Kimi zaman da,kızlara öğütler verir,görgü kuralları,eski deyişle “adabımaşeret “ öğretir Ovidius: Sakın elden geldikçe gülmekten. Kendiliğinden öğrenmeli kız gülmeyi, Bir yakışmadır, süstür gülmesini bilmek.
Emeğin Sanatı 169. Sayı Gülerken çok açma ağzını, çukurlar açılsın İki yanağında, öylesine gül, görünmesin Diş etleri, örtsün dudakların dişlerini, Kahkahalarla sallama böğürlerini. Tatlı olsun, kulak okşasın, çınlasın gülüşün. Sevilmez yüz buruşturan, cırlak ses çıkaran, Ağzı bozuk bir kadın. Güzel gülmeyi de, Ağlamayı da kadınlar iyi bilir sanırım. Bir sıpanın değirmende anırmasına benzer Sevişmenin doğallığı içinde,ne kadını kayırır ne de erkeği,Evrensel bir olgu olarak görmesinden olmalı,kafasında kalıpları yoktur Ustanın.Aşağıdaki bölüm zamanımızda da geçerli değil mi.Robotik toplumda beyni yıkanmış ya da zorla kalıplara sokulmaya zorlanan insanın acı yazgısı,görev bilinciyle sevişmek; yani en güzel insan davranışlarından biri olan sevişmenin ölümü. Tiksinirim sevişirken armağan verir gibi Davranan, bunu bir görev sayan, üstten bakan Kadından, istemem tadı duygusu görev kokanı.. Kadın için görev değil bu bence, yaşamadır. Deli eder beni ezdikçe kadın iniltileri, Ovidius Usta evrensel bir olgu olarak ele alıyor sevişmeyi.Ve inancı gereği tanrısal yanını da vurguluyor. Koç koyuna biner, atlar ineğe boğa, Kıvrık burunlu keçi keçiyi döller, Onu çeker içi, yarar geçer ırmakları, yanan, Kızışan kısraklar, birleşmek için koşar, Gider uzaklarda duran aygırların ardından. Sen daha onultucu araçlar bul, kadının ……………………………………….. Ben böyle çağırırken türkümü birden Çıkageldi Apollo, altın yaldızlı bir kaval Oynatıp duruyordu parmaklarının arasında. Defne tutuyordu bir elinde, çevrelemiş Kutsal saçlarını defneden başlığı, Bir yalvaç görünümü vardı onda, dedi ki bana: Sen ey sevgi öğretmeni, al getir öğrencini Tapmağıma, bir yazı vardır orada kutlu, Bilinir bütün yeryüzünce, söylenir.
Sayfa 105 «Kendini bil» der bütün kişilere.. İş becerir sevgi yolunda kendini bilen, Kendi gücüyle görür bütün işleri. Bilsin değerini kime güzellik vermişse doğa. Kimin ak, ışıl ışıl derisi, göğsü, omuzları Varsa açık dursun, göstersin kendini boyuna.. Susmasın gittiği yerde tatlı konuşan, Türkü söylesin sesi güzel olan, İçmesini bilen içsin, toplantının tadını Kaçırmasın çenesi düşük, sözü çekilmez, Okumasın yazdıklarını, türkülerinin tadı Tuzu olmayan bir ozan, bozmasın şöleni. Böyle kurmuş düzeni Phoebus, git yolundan. Homeros öncesi çağda,bilge engin bilgi ve deneyimiyle geleceği de görmesi gereken kişiydi. Yunanistan’da Hacıların uzun yollar kat ederek geldiği Delphoi tapınağındaki “kendini bil” (gnothi seauton) sözü ise,hep geleceği merak eden insana,geleceği bilmek için kendini bilmek gerektiğinin vurgulanması gibidir.Kuşkusuz Kendini bilmek,yalnızca o kültür ve inanca ait bir söz değil,kuşkusuz dünyanın her kültüründe benzer anlamda sözler vardır; ancak Koca Yunus’un ilim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır dizeleri bizim kültürümüzde çok başka anlamlar taşır. Ovidius,güleç bir orta yaşlı olarak konuşur dizelerinde hep ve kendini bilmek kavramını,kendi güçlerini tanımakla eş anlamlı kullanır aynı gülümseme içinde.Ovidius’un şiirlerini dilimize kazandıran İsmet Zeki EYUBOĞLU,Anadolu özellikle de Karadeniz türkülerine benzetiyor onun türkülerini.Gördüğümüz gibi pek de haksız değil. Ozanlar yaşadıkları zamanın,toplumun ve o toplum içinde yaşadığı koşulların damgasını taşıyor.Söz duyguyu dile aktarırken,şairin yaşadığı atmosferdeki şiir geleneğini ölçüt olarak alıyor.Bazıları o ölçüleri aşıp,tüm zamanların ölçüleri üzerinde evrensel şiirin tahtına oturuyor.Ne yazık evrensel şiirin tahtına oturan dizeler,çoğunlukla geride acı dolu yaşamlar ve serüvenler bırakıyor.Çoğunlukla da o ozanlar binyıllar sonra okunduklarını bilmiyorlar. Sözün ucu aşka,güzele,sevişmeye uzanınca verilebilecek sayısız örnek bir yana,atlanılmayacak bir ozan daha var.Kim mi? Elbette ki,Karac’oğlan. Söz burada ancak onunla tamamlanabilir.
Emeğin Sanatı 169. Sayı Ala gözlerini sevdiğim dilber Seni görmeyeli göresim geldi Altın kemer sıkmış ince belini Usul boylarını sarasım geldi Küçücüksün güzel etme bu nazı Ciğerime bastın ateşi közü Başına sokmuşsun gülü nerkisi Yüzünü yüzüme süresim geldi Aladır gözlerin siyahtır kaşın Aradım cihanı bulunmaz eşin Yaylanın karından beyazdır döşün Uzanıp üstüne ölesim geldi Karac'oğlan der ki bilirim seni Adadım yoluna kurban bu canı Koynunda beslenen ayvayı narı Çözüp düğmelerin deresim geldi S.N. Dermek: Toplamak. Adamak: (Kurban adamak) : Yerine gelen bir dilek için, her hangi bir din ulusuna ya da Tanrıya kurban kesmeye söz vermek. Kesilen •kurbana da adak denir. Her bahçede selvi bitmez • Muhabbet serimdem gitmez •Sabahınan bir taş attın Uzatırım kolum yetmez •Kırdın belimi belimi •Bir gececik misafirdim Kırdın kolumu kolumu •Tanrı zalimi zalimi • Her bahçede bitmez söğüt •Yüksek uçar engin konar Dertliye kâr etmez öğüt Kız sevdana düşen yiğit •Kötünün dalına döner îster ölümü ölümü •Kız atasın bende yanar •Çıkmaz yalımı yalımı • Karac'oğlan der bakarım Malım mezata dökerim • Daha der ki dur bakalım (Gökyüzü Mavi Kaldı'dan) Dal: Arka, dalına döner: Arkasında dolaşır. Bu kız deli mi deli mi
Sayfa 107 (Gökyüzü Mavi Kaldı'dan) Dal: Arka, dalına döner: Arkasında dolaşır. Selam olsun aşka sadık olana Selam olsun aşka mahcup olmayana Selam olsun aşkı ne taç,ne mevki,ne mal-mül ve hiçbir maddi değerle karşılaştırmayana Selam olsun aşkı zamanlar ötesinden bu güne taşıyana Selam olsun aşkı yarına taşıyacak olana Aşka selam olsun Kaynaklar: Anadolu Türküleri,Ahmet Şükrü Esen,Araştırma ve dizinlerle yayına hazırlayanlar,Pertev Naili Boratav,Nihat Özdemir,İş Bankası yay,1986 Geçmişin Yaşama Gücü,İsmet Zeki Eyuboğlu,Adam yay,İst,1982 Karac’oğlan,İlhan Başgöz,Indiana Üniversitesi Türkçe Programı yay,3.baskı, Pan yayıncılık, 1992,İstanbul Klasik Arap Literatürü,Ignace Goldziher,İmaj yay,Ank,1993 Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Prof.Dr.Doğan Aksan,Engin yay,Ank,1995 Tarih Sümerde Başlar,S.N.Kramer (çev:M.İlmiye Çığ) ,T.T.K. yay,Ank,1995 Türkçenin Gücü, Prof.Dr.Doğan Aksan,Bilgi yay,Ank,1993 (3.baskı) Yeryüzü Şiirinin Eşiğinde Ovidius,Aşk Sanatı,Çev.İ.Z.Eyuboğlu,B.F.S yay
NOT: METİNDEKİ GÖRSEL ÇALIŞMALAR, ADNAN DURMAZ’A AİTTİR.
ADNAN DURMAZ
Sayfa 109
UZAKÇA Gözüme kaçıyor memleket Ne de zormuş öyle uzak yaşayıp Bıraktığın her anı içinde taşımak Gözlerime kaçıyor tütün basılı yaralar Çığ düşen dağların keklik sesleri Puslu yamaçların ayak izleri Orada bir çığlık Orada bir demli çay heyecanında kalabalık, Ellerinde yitip giden bir su tanesi Yüzünde yankısını buluyor direnişin.
Gözüme kaçıyor memleket Bir sigara dumanı gibi değil Yüreğe basarak geçiyor hasret, Saçlarım alev, besliyor tenin Ana rahmine düşen cenin yarınları. İçimden geçerek sokaklara ulaşıyor Kulaklarımdaki ses Ve kalbimdeki kızıl ateş Gözlerime kaçıyor Haziran Ve tükenmez İSYAN!
Kurulan bütün barikatlara bir el atıp Halayına adım durmak, Kahreden bir yokluk Kahreden bir boşluk Omuz omuza durmak sokaklarda Var edeceğimiz bir yaşama
HAYDAR DOĞAN
Emeğin Sanatı 169. Sayı
DİZELERDE “ŞİİR VE ŞAİR” gerçekse dize düzenler solunumu. Esini pintice harcama ozan dost, SABAHATTİN KUDRET AKSAL Sok içine yığınların. Caf caflı sözler etmek yerine öyle anları vardır ki şiirin Ufacık umutları yeşert! ağlar durur hiç tanımadığı insanlar için AZÇAMUR İSMAİL GENÇTÜRK Şiir bir çıkartmadır, Bir şiir, buğday tenli, bir seksen boyunda uyuyan topraklara uyumayışlardan. arananlar listesinde geçer bıyıkları BEHÇET NECATİGİL yüreğinde seğiren gözü sokakların ÖZDEMİR İNCE Şiir, dünyanın zihinsel imgesidir. HİLMİ YAVUZ Şiir çitlerin dikenidir, tarlanın sürülmesi. Şiirin çığlığı kendi içinde olmalı. BEHÇET AYSAN Rençberin dalgınlığıdır şiir. ÜLKÜ TAMER Gerçeğin düşsel yansımasıdır şiir. SEYFETTİN BAŞÇILLAR Şiir çitlerin dikenidir, tarlanın sürülmesi. Şiir dağıtır karanlığı, aydınlıkların sanatıdır o! Rençberin dalgınlığıdır şiir. PAUL ELUARD İSMAİL UYAROĞLU Dizeler anahtar olsun binlerce kapıyı Şiir havali bir tabancadır açan. Kimseyi öldürmez VİCENTE HUİDOBRO Zehirli havayı arıtır Dünyanı değiştirme pahasına da olsa.” Şiir, en yoğun, en derin bireşimidir CAN YÜCEL düşüncenin. FİLİZ NALDÖVEN Sen ölme ustam, bir şiir katliamından kurtul Sözcüklerin dağınıklığı zulüm anlamsızlık dervişi çile BARIŞ ERDOĞAN
DERLEYEN:A.Z.ÇAMUR
Sayfa 111
YAŞAM VE SANATTA
1 AYIN İZDÜŞÜMÜ KÖY ENSTİTÜLERİ KUŞAĞININ ÖNEMLİ ŞAİRLERİNDEN MEHMET BAŞARAN SONSUZLUĞA UĞURLANDI
Köy enstitüleri kuşağının şiirdeki temsilcilerinden biri olan şair, eğitimci ve yazar Mehmet Başaran’ı 27 Haziran’da sonsuzluğa uğurladık. 1926'da Kırklareli'nin Lüleburgaz ilçesindeki Ceylanköy’de doğdu. Kepirtepe Köy Enstitüsü’nü (1943) ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü bitirdi Askerliğini yaparken Yedeksubay Okulu’ndan çavuşa çıkarıldı. Köy enstitüsü öğretmenliği, gezici başöğretmenlik, ilkokul öğretmenliği, Türkçe öğretmenliği yaptı, Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) kuruluş çalışmalarına katıldı, 1979’da emekli oldu. 1950’li ve 1960’lı yıllarda güçlenen köy edebiyatı hareketinin şiirdeki önde gelen temsilcilerinden birisidir. İlk şiiri Köy Enstitüleri Dergisi’nde yer aldı. Adam Sanat, Gösteri, Kıyı, Varlık, Yansıma, Yazko Edebiyat, Yeditepe, Yeni Biçem, Yeni Ufuklar, Yücel gibi dergilerde şiirleri yayınlandı. Toplumcu düşünceyi didaktizme düşmeden şiirlerine sindirmeyi bildi. Şiirlerinde direnme ve umut temalarını iç içe işledi. Aynı temalar gözlem ve deneyimleriyle bütünleşmiş olarak "Ahlat Ağacı" ve "Nisan Haritası"ndan sonra şiir kitaplarına damgasını vurdu. Şiirlerinde didaktizme düşmeden direnci ve umudu anlatan Mehmet Başaran, Trakya üzerine yazdığı Köy öyküleriyle de Türk edebiyatına önemli katkılar verdi. . Behçet Necatigil ise onu "Sanatını yetiştiği toprakların, aldığı eğitimin sorunları ekseninde geliştirmiş" bir edebiyatçı olarak tanımlar.
Emeğin Sanatı 169. Sayı Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Başkanı Mustafa Köz cenaze töreninde yaptığı konuşmada: “ Onda insanlık sevgisi, yeryüzü sevgisi vardı. O sevgiyi yine yeryüzünde bırakarak aramızdan ayrıldı. Ayrıldı mı? Hayır! Yazdıklarıyla, düşündükleriyle, söyledikleriyle, şiirleri romanları ve denemeleriyle bize sonsuzluğu bıraktı. Işıklar içinde uyusun” dedi. Hikmet Altınkaynak onun için şunları yazdı: "İlkin eğitimci olarak dikkat çeken Başaran, ardından şiiriyle, öyküsü, denemesi, romanıyla dünyaya, karanlığa, cehalete meydan okudu. Binlerce öğrenci ve okur yetiştirdi. Türkiye’yi bir büyük çabayla aydınlatan kahramanlardan oldu. O ve onun gibiler olmasaydı, ne olurdu diye düşünmek bile istemem. İyi ki vardı, iyi ki yaşadı, öğrencisine ve halkına kendini adadı, kitaplar yazdı.
Sayfa 113
DEVRİMCİ ŞAİR ÜMİT İLTER ÖZGÜRLÜĞÜNE KAVUŞTU... Devrimci şair Ümitİlter 24 yıllık tutsaklığın ardından özgürlüğüne kavuştu. Ümit İlter 1967’de Adıyaman’da doğdu. Aslen Mersin Silifke’lidir. Babası memur olduğundan Anadolu’nun bir çok ilini dolaşmıştır. Kandıra’da ortaokul yıllarında devrimcilerle tanışır. Lise yıllarında artık bir devrimci sempatizanıdır. Ama ülke 12 eylül’ü yaşamaktadır. Aktif bir devrimcilik yapma olanağı bulamaz. Lisede tiyatro ve edebiyata ilgi duyar. 1984-1985 yıllarında İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girer. Üniversitede devrimcilerle tanışır. Dev-Genç saflarında yer alır. Devrimci hareketin yeni yeni toparlanmaya başladığı bu süreçte gençlik hareketinin yeniden örgütlenmesine önderlik eder. Bu faaliyetleri nedeni ile 1987’de tutuklanır. Tutsaklık sürecinde Bayrampaşa Özel Tip’te tek tip elbise direnişinin içinde yer alır.direniş başarıyla sonuçlanır. Tahliyesinden hemen sonra gençlik hareketinin o süreçteki en büyük direniş hareketi olan 14 Nisan gösterilerini örgütler ve bu direnişin önderliğini yapar. Bu direnişten dolayı tekrar tutuklanır. Bir kaç ay sonra tekrar tahliye olur. Artık illegal mücadele içindedir... 1991’de İzmir’de iki arkadaşının şehit olduğu çatışmada yaralı olarak tutsak düşer. Yaralı hâli ile işkenceye götürülür, işkencede direnir.Bu tarihten sonra Buca, Aydın Ve Ümraniye hapishanelerinde tutsak olarak yaşar. Tutsaklık koşullarında düşüncelerini ve mücadelesini sürdürür. Ümit İlter, 19-22 Aralık 2000 büyük hapishaneler katliamında Ümraniye’deydi. bu katliamda yaralı olarak kurtuldu. İşkence gördü ve Kandıra Nazi Kampının tek kişilik hücrelerine atıldı... Müebbet tecrit cezaları verildi F tipi hapishaneler, tek kişilik hücreler onun şiir yazmasına, öykü yazmasına engel olamamıştır. O sürekli üretmeye devam etmiştir. Kavgaya dair şiirleri, öyküleri; halk ayaklanmalarına dair araştırmaları "Kültür Sanat Yaşamında Tavır" dergisinde yayımlanmaktadır. Dergi eserlerini çoğu zaman takma isimlerle yayımlamak zorunda kalmıştır. Çünkü o’nun şiirleri tıpkı Nazım’ın,Ahmed Arif’in olduğu gibi tehlike arz etmektedir egemenlere... Kavgaya dair olmayan tek bir eser bile vermemiştir Ümit İlter,işte bu yüzden kavganın şairi ünvanını kazanmıştır... Şiirleri Grup Yorum tarafından da bestelenmiştir. Emperyalizme karşı yazdığı "Geçit Yok" şiirini Tuncel Kurtiz, Grup Yorum’un 25. yıl konserinde 55 bin kişiye seslendirmiştir ... Başlıca eserleri; Anka Destanı, Umut Yağmuru, Karanfil HalayI, Yaban Oğlak Mistır Co’ya Karşı...
Emeğin Sanatı 169. Sayı
Sayfa 115
ARASÖZ SANAT VE POLİTİKA DERGİSİ, YAYIN HAYATINA 1 EYLÜLDE BAŞLIYOR.. Edebiyat dünyamıza yeni bir dergi daha katılıyor. Arasöz Sanat ve Politika dergisi kurucularının derginin yayınıyla ilgili yaptığı açıklama: “Bir Çocuk Selamıdır Şimdi Yaşam Merhaba dostlar Uzun bir sürecin ardından yine kadim dostluklarla, hayata umudu işleyenlerle bir yola çıkıyoruz. Kimler yok ki aramızda kara şair çocuklar, kızıl objektifliler, elleri nasırlı abiler ablalar… Dememiz o ki; sarayların saltanatların uzağında kalanlar, tütününden ya da ekmeğinden başka paylaşacak bir şeyi olmayanlar. Bizim için şimdi dört mevsim yedi iklimden bir çocuk selamıyla, bir çocuğun adımlarıyla bir araya gelmektir yaşam. Bizler “Arasöz Sanat ve Politika Dergisi” olarak bu yola çıkarken heybemize önce acılarımızı aldık dostlar. Kalemimizden damlayan mürekkebi umuda çevirmek için düş’tük yola… Diyoruz ki dostlar; Çocuklar güpegündüz can pazarında dirhem dirhem satılırken, o gökkuşağından güzel kadınlar vurulurken sokak ortasında, elleri nasırlılar ekmeğinden olurken, analar, bacılar ağlarken uyunur mu? Susulur mu? Söyleyin bize dostlar. Şimdi sırtımız hançer ucunda olsa da susulur mu? Bu yüzden elleri yumuk yumuk bir çocuğun selamıyla geldik kapınıza. Arasöz Dergisi olarak diyoruz ki dostlar, kardeşler, abiler: Ustanın dediği gibi şairlerin, bilginlerin, onlardan başka herkesin yok edildiği, yeşile, maviye, özgürlüğe, umuda düşman olanlara inat gelin beraber büyütelim bu çocuğu… Bilinen odur ki beş bin yıldır ki bu yola revandır ömürlerimiz, şimdi tekrar eksiklerimizle, yaralarımız ve umutlarımızla yok olan bizden sayılsın hep beraber çıkalım bu yola, hep beraber büyütelim umudumuzu,Arasöz’üzü…” İletişim Adresleri: www.arasoz.org / arasozdergisi@gmail.com
Emeğin Sanatı 169. Sayı
FOLKLOR VE EDEBİYAT DERGİSİNİN SEDAT VEYİS ÖRNEK ADINA HAZIRLANAN 82. SAYISI ÇIKTI... Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi’nin yılda dört sayı olarak yayımlanan uluslararası hakemli, dil, edebiyat, iletişim, halkbilim ve sosyoloji içerikli dergisinin 82. Sayısı, 1981 yılında yitirdiğimiz, ünlü halkbilimci Sedat Veyis Örnek anısına özel sayı olarak düzenlendi. Derginin bu sayısının yayımlanışı dolayısıyla Cumhuriyet Üniversitesi rektörlüğü, rektör, Prof. Dr. Faruk Kocacık’ ın evsahipliğinde 22 Mayıs 2015 günü, Sivas’ta, açılış konuşmasını ABD’de, Indiana Üniversitesi Türkoloji Bölümü öğretim üyelerinden ve folklor/edebiyat dergisi hakem kurulu üyesi, Türkiye’nin ilk kuşak halkbilimcilerinden Prof. Dr. İlhan Başgöz’ün yaptığı, geniş katılımlı bir etkinlik gerçekleştirdi. TÜBİTAK, Sedat Veyis Örnek Sözlü Tarih, Biyografi ve Belgelik Çalışması başlıklı proje kapsamında Ankara Üniversitesi DTCF öğretim üyesi Doç. Dr. Serpil Aygün Cengiz’in editörlüğünde hazırlanan bu özel sayı 820 sayfalık hacimli basılı yayın yanı sıra, içeriğinde Prof. Dr. Sedat Veyis Örnek’in öykü, şiir ve tiyatro oyunlarının profesyonel tiyatro sanatçıları tarafından seslendirilmesi ve Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi stüdyolarında kaydedilmesiyle oluşturulan bir dvd ekini de içeriyor. Dvd ekinde kapsamlı bir “sesli kütüphane” yer alıyor. Sesli kütüphane içeriğinde, Sedat Veyis Örnek’in 1968 yılında yazdığı Pirinçler Yeşerecek, 1969 yılında yazdığı Manda Gözü ve Kurt adlı tiyatro eserleri yanı sıra, özgün ve çeviri hikayeleri ile şiirleri yer alıyor. DVD ekinde ayrıca Sedat Veyis Örnek’in ilk basımı 1966 yılında Ankara Üniversitesi tarafından yapılan ve folklor/edebiyat’ın bu sayısında yer alması için izin verilen Sivas ve Çevresinde Hayatın Çeşitli Safhalarıyla İlgili Bâtıl İnançların ve Büyüsel İşlemlerin Etnoljik Tetkiki, 1971 yılında yayımlanan Etnoloji Sözlüğü ile Anadolu Folklorunda Ölüm adlı kitapları da yer alıyor. Dvd ekinde, ayrıca Sedat Veyis Örnek’in Türk Halkbilimi kitabından yararlanarak Yeşim
Sayfa 117 Dorman’ın yazdığı Ölüm-Doğum-Düğün’nün 1989 yılında Nurhan Tekerek’in sahneye koyduğu oyunun videosu ile reji defteri bulunmaktadır. Dergide ayırca, Örnek’in Almanca yayımlanan Japonya ve Türkiye’deki, Dini, Kültürel ve Sosyal Reformlara Bir Bakış adlı makalesi Almanca özgün hali yanı sıra tüm makaleleri ve bildirisini; Pertev Naili Boratav’a Armağan kitabında yer alan yazısını, Türk Kalarak Çağdaşlaşma Türkiye’nin Kültür Sanat Sorunları kitabı için yazdığı önsözü, Murat Katoğlu’yla beraber 1970’li yıllarda hazırladığı “Türk Halk Kültürü Araştırma Derleme Kurumu Yasa Taslağı”nı, Duran Karaca’nın bir resim sergisi için hazırladığı broşür yazısını, kendisiyle yapılmış bir söyleşiyi, çok sayıda dergi ve gazete yazısını ve ayrıca Örnek’in üç tiyatro oyunuyla proje ekibinin yaptığı geniş literatür çalışması sonucunda ulaşabildiği çok sayıda hikâye ve şiiri ile tiyatro oyunu ve hikâye çevirileri bulunmaktadır.
ENVER GÖKÇE ŞİİR ÖDÜLLERİ BELİRLENDİ. Başkanlığını Leylâ Şahin’in yaptığı ,Yusuf Alper, Metin Cengiz, Nejat Gacar,Hayrettin Geçkin,Tuğrul Keskin ve Kar Dergisi adına Niyazi Yaşar’dan oluşan Jüri , Kitap dalında Hüseyin Atabaş'ın "UMUT HER ZAMAN" adlı eserini, Dosya dalında (Kitap Oylumunda) Dilruba Nuray Erenler'in "SÜRELA" adlı çalışması ve Nedime Köşgeroğlu'nun "SUDA EKLEM AĞRISI" adlı çalışmalarını ödüle değer buldu.
ORHAN KEMAL ROMAN ARMAĞANI HÜSNÜ ARKAN’A VERİLDİ 44. Orhan Kemal Roman Armağanı, Hüsnü Arkan‘ın “Hırsız ve Burjuva” romanına verildi. İnci Aral, Turhan Günay, M. Nuri Gültekin, Ahmet Telli, Erendiz Atasü, Çimen Günay Erkol ve Nazım K. Öğütçü’den oluşan Orhan Kemal Roman Armağanı Seçiciler Kurulu yaptığı toplantıda, 44. Orhan Kemal Roman Armağanı’nı, Kırmızı
Emeğin Sanatı 169. Sayı Kedi Yayınevi tarafından yayımlanan Hüsnü Arkan’ın “Hırsız ve Burjuva” isimli romanına verdi. Kurul, “Hırsız ve Burjuva”yı, “Türkiye’nin son yıllarının bir resmini çizerken, yaşanan sosyal ortamın yarattığı bireyleri ve gelinen noktanın 12 Eylül’ün eseri olduğunu yetkinlikle anlattığı için” ödüle değer gördü.
ÖĞRETMENLERDEN AZİZ NESİN’E MEKTUP” YARIŞMASI BAŞLADI.. Nilüfer Belediyesi Kütüphane Müdürlüğü, Bursa İl Milli Eğitim Müdürlüğü işbirliğiyle “Öğretmenlerden Aziz Nesin’e Mektup” Yarışması düzenliyor. “2015 Yılın Yazarı Aziz Nesin” etkinlikleri kapsamında söyleşiler, atölyeler, sergiler, masal dinletileri düzenleyen Nilüfer Belediyesi Kütüphane Müdürlüğü, bu defa öğretmenlere yönelik bir etkinlik gerçekleştiriyor. “Öğretmenlerden Aziz Nesin’e Mektup” Yarışması, unutulmaya yüz tutmuş yazın ve iletişim araçlarından biri olan mektuplar aracılığıyla öğretmenlerin, Aziz Nesin’in ilham veren mizah ve mücadele dünyasının ışığında bugünü yeniden yorumlamasına olanak tanımayı amaçlanıyor. Tüm ilk/ortaöğretim, lise öğretmenlerine açık olan yarışmaya son başvuru tarihi 17 Temmuz 2015. Başvuru sahipleri belirledikleri rumuzlarla yarışmaya katılabiliyorlar. Seçici kurulunda Semih Gümüş, Turgut Çeviker, Prof. Dr. Alev Sınar, Nahit Kayabaşı, Güney Özkılınç, Özge Dinç ve Zeynep Terzioğlu’nun bulunduğu yarışmada birincilik ödülü 3 bin TL, ikincilik ödülü 2 bin TL, üçüncülük ödülü bin TL. Yarışmada 3 kişiye de 750’şer liralık mansiyon ödülü veriliyor. Yarışma hakkında detaylı bilgi almak için (224) 494 19 54 numaralı telefonu arayabilir. (EDEBİYATHABER.NET)
Sayfa 119
8. METİN ALTIOK ŞİİR ÖDÜLÜNÜN SAHİBİ: SALİH BOLAT Metin Altıok Şiir Ödülü, uzun yıllardır şiirimizde kendine farklı sesiyle yer edinmiş usta şair Salih Bolat’ın “Atların Uykusu” adlı kitabına verildi. Doğan Hızlan Başkanlığında Hilmi Yavuz, Güven Turan, Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Haydar Ergülen ve Eray Canberk’ten oluşan seçici kurul ödülün veriliş gerekçesini şu şekilde açıkladı; “Salih Bolat, doğayı ve dünyayı dinleyerek biriktirdiği şiirini, Türk şiirinin büyük ve derin akışına katarak uzun soluklu bir şiire dönüştürmesini bildi. “Atların Uykusu” bir iç sesin güçlü aklı kurması, hayallemesi, kurgulaması, hesaplaşmasının ilgi çekici bir örneğini oluşturuyor.” Ödül Töreni Eylül ayında ileride belirtilecek bir günde yapılacak. (EDEBİYATHABER.NET)
2015 TUDEM EDEBİYAT ÖDÜLLERİ ÇOCUK ROMANI DALINDA VERİLECEK Çocuk ve eğitim üzerine çalışmalar yapan Tudem Yayınlarının düzenlediği 2015 Tudem Edebiyat Ödülleri Roman Yarışması’na çocuklar için yazılmış romanlar katılabilecek. Yarışma, 8-12 yaş grubuna yönelik roman dalında açılmıştır. Yarışmaya son katılım tarihi 31 Temmuz 2015. Yarışma seçici kurulunda Habib Bektaş, Sennur Sezer, Betül Avunç, Şeref Bilsel, Zarife Biliz yer almaktadır. Yarışma şartnamesi şu linktedir: http://www.tudem.com/epanel/upl/2015sartname. pdf
Emeğin Sanatı 169. Sayı
HAZİRAN AYINDA ÖNEMLİ GÜNLER 15-16 HAZİRAN DİRENİŞİ 43. YILDÖNÜMÜNDE YARINLARA KÖPRÜ KURUYOR! Sermaye çevreleri ve onların güdümündeki sendikalar yasal değişikliklerle demokratik sendikacılığı ve DİSK’i boğmayı hedeflemişler, ancak buna rıza göstermeyen İşçiler eylemleriyle gereken cevabı vermışlerdir. 15-16 Haziran, Türkiye İşçi Sınıfının sendikalaşma hakkını korumak için harekete geçtiği gündür… 15-16 Haziran 1970 tarihi, Türkiye sendikal hareketinde çok önemli bir dönüm noktasıdır. 15-16 Haziran büyük yürüyüşü, işçi ve emekçinin rastgele bir öfkesi değil, kararlı ve bilinçli bir tepkisiydi. 15-16 Haziran, işçilerin inandıkları dava uğruna güçlerini birleştirerek mücadele edildiğinde kazanımlar elde ettiğini gösteren derstir. Bu öyle bir derstir ki, siyasi iktidara yasayı geri çektirmiştir. Ve öyle bir derstir ki, üzerinden 32 yıl geçse de öğretmeye devam ediyor. Bugüne taşınması gereken en önemli yanı ise işçilerin kendi örgütlülüklerine, sendikalarına sahip çıkma bilincidir... Kemal Özer’in kaleminden 15-16 Haziran: “Hâlâ durur o akşam belleklerde, mayalanır durur birlikte bakmanın derinliğiyle, önüne geçilmez coşkusuyla, birlikte yürümenin, bir ağızdan söylemenin güzelliğiyle bir şarkıyı, Birlikte baktılar her şeye, birlikte sahip çıkmanın bir öfkeye Tek tek bakınca göremedikleri; bir hesabı birlikte ödetmenin İçine giremedikleri evlere baktılar, “düşen kalır bırakın ağlamayı” Bir yabancı gibi sığındıkları parklara, demenin kutsal ve hüzünlü aleviyle Bir ucundan geçip de yalnızlık çektikleri yaşayıp durur o Haziran akşamı. Koca koca alanlara, Tutamadıkları inceliklere baktılar Ellerinin nasırıyla, Kaçırılan değerlere baktılar, korunan bankalara ...................”
Sayfa 121
KAZIM KOYUNCU, UMUDUMUZDA VE TÜRKÜLERİMİZDE YAŞIYOR... 25 Haziran 2005’te, henüz 33 yaşında yitirdiğimiz Kazım Koyuncu’yu, 7. ölüm yıldönümünde horonlarla, devrim şarkılarıyla anıyoruz. Karadeniz dalgaları, kıyı boyunca yükselen Lazca, Türkçe, Hemşince, Pontusça, Gürcüce… şarkıların kardeşliği ile coşunca denizin çocuklarından biri de bu coşkuya katıldı. Bizleri, kimi zaman ağırbaşlı, dingin; kimi zaman baş eğmez, asi Karadeniz’in türküleriyle buluşturdu Bu coğrafyaya barışın ve kardeşliğin hakim olacağı umudunu yitirmeden, müziği ile farklı dillerin, kimliklerin yan yanalığını, birlikteliğini dile getirme mücadelesi veren sanatçı arkadaşımız Kazım Koyuncu’yu unutmayacağız. Kazım Koyuncu`nun özlemini duyduğu daha temiz, yaşanır, eşit bir dünya özlemimiz sürüyor. Bizler suları ay ışığı ile yıkanmış denizin çocukları, türkülerle yaslanıp aydınlığın kapılarını aralamak için Kazım Koyuncu`nun şarkılarıyla bir aradayız inatla, ısrarla Kazım`ın devrimci duruşuyla söylemeyi sürdürüyoruz. Leman Sam’ın sözleriyle haykırıyoruz: ''Saz benizli, dal incesi, koca yürekli çocuk; dünyadaki tüm alkışlar, şarkılar ve devrimler sana armağan olsun...'' Acı poyrazın gücü yaslıyor dört bir yana . Kemençenin sırtındaki seste sancıyı. Hangi linçin ilmeği değdi de sana uşak, Tekerlendi avucuna yitirilmiş gölgeler, Gecede rüzgâr ayıklıyor sarı yaprakları., Gözlerinin karasında tükendi uçurumlar Dalgalanan hüznün kırık teli artık çınlayan. Şimdi kara duvarda kan revan bir gitar Suskunluğa gizlenerek kanar kendi sesine Atarken içine senden kalan dalgaları Sarkıtlara teğet geçen hilesiz sesin Çakıverirken şimşeğini bunaltılara Türkülerin, ımakları örgütlerdi ateşe “Yürek çalgunu mi yedun uşak! ” Tuttun da penanı batırdın düşümüze
A. Z. ÇAMUR
Emeğin Sanatı 169. Sayı
BAŞKALDIRININ İNCE USTASI: ŞAİR SÜHA TUĞTEPE Şair, siyasal eylemci Süha Tuğtepe’yi yitireli 4 yıl oldu. Yazdıklarıyla, yaşadıklarıyla şiirimizde farklı bir yer oluşturan Süha Tuğtepe, 1956 yılında Cide`de doğdu. Anımsadığı ilk büyük sevinci ilkokuldan sonra parasız yatılı olarak öğretmen okuluna gitmesiydi. İki nedeni vardı. Birincisi, Kastamonu Göl İlköğretmen Okuluna gitmesi, düşlerinde kurduğu yolculukların bir parçasıydı. Cide’de emekli gemicilerin gittikleri ülkelerle ilgili anılarını atlastan izleyerek kurduğu düşler gerçeğe dönüşecekti. İkincisi de, yatılı okulda babasız büyümenin kendisine kazandırdığı değerlerin ne kadar hoşuna gittiğini görecekti: “Bir babaya özenmek yerine yüzlerce babaya özenmek daha çekici geldi hep bana. Tatillerde ‘Baba’ denen ‘emir torbası’nın saçma sapan yaptırımlarıyla yüz yüze geldikçe yatılı okula. dönmek için can atardım. Bu nedenle evde büyüyen çocuklardan arkadaş edinemedim Sıkılıyordum onlardan. Ev hayatını hâlâ bilmem. Ekmeği, domatesi, hıyarı, fasulyeyi her seferinde unuturum. Bunu kavradığım gün benden aile reisi olmayacağını iyice anladım.” Göl İlköğretmen Okulu eğitim yapısıyla Gölköy Köy Enstitüsü’nün tam devamıydı. Burada öğrendi Süha Tuğtepe, ‘insanın insanı sömürmediği, ezmediği bir dünyayı sevenlerin solcu olduğunu… “Verili olanı yaşamamaya karar verdiğimde son sınıftaydım. Öğretmenlik yapmak istemiyordum. Maaşlı çalışan insan olmak istemiyordum. Amirler ve emirlerle yaşamak hiç istemiyordum. Üniversite sınavlarına girip kazanınca da ver elini İstanbul. Ekonomi ve işletme okudum. Üniversite bitince yine verili olanın dışında kalma duygusu ağır basıyordu.” 12 Mart sonrası yeniden esmeye başlayan özgürlük rüzgârına bırakmıştı uzun saçlarını: “Daha üstümüzde 68 kuşağının, çiçek çocuklarının kokusu vardı” diyor Süha. “Beatles, Joan Beaz dinliyorduk. Troçkistleri izliyordum. Şiirler, öyküler yazıyordum. Yazdıklarımı Memet Fuat’a götürüyordum. Türkiye Yazıları dergisinde ilk şiirim yayımlanınca iyice cesaretlendim.” 1980'e doğru rüzgâr artık askeri bir darbeden yana esmeye başlamıştır. Karakolda polis, sokakta eli silahlı faşistler işkenceden katliama kadar uzanan bir çizgiye tırmandırmışlardır solcularla mücadeleyi.
Sayfa 123 “Sokakta infaz, karakolda işkence vardı. 1978 yılında Fatih’te bir akşam vakti arkamdan ateş açan ülkücü faşistler iyi nişan alabilseler ve iyi koşabilselerdi şu anda yaşamıyordum. Fatih itfaiyesinin arkasından Haliç’e, oradan Balat’a kadar kovaladılar. Vızıldayarak yanımdan geçen kurşunlar denk gelmedi ve bu yüzden halen yaşıyorum. Tesadüfen yani. Bu duyguyu yıllardır atamadım. Ölümle yüz yüze gelmeyen ne söylemek istediğimi hissedemez.” Üniversite yıllarında karar vermişti kitapçı olmaya. 1980'lerin başında, herkesin kitaptan korktuğu bir süreçte Teşvikiye’de bir kitap tezgâhı açtı . İşte Akademi Kitapevi Ödülü de alan ilk kitabı ‘Yüzler ve Zarflar’ bu sürecin, 75-82 yıllarının ürünüdür. En mutlu yıllarını Teşvikiye’deki kitapçı tezgâhında yaşadığını söylüyor Süha. “Kitaplardan kurtulmak isteyenler beni çağırıyorlar, para bile istemiyorlardı. Ben de okumak istediklerimi eve ayırıp, kalanını serip tezgâha satıyordum.” 1985'e doğru İbrahim Eren’le birlikte Radikal Yeşil Parti’yi kurma serüvenine katıldı. Bir yandan da Emil Galip Sandalcı’nın başkanlığındaki İHD’nin çalışmalarına destek verdi. Uzun yıllar yurtdışında yaşadıktan sonra Türkiye’ye döndü. Amacı feministler, yeşiller, ateistler, eşcinseller, askerliği reddedenler gibi grupların platform hareketini yaratmaktı. Düşünceleri ilginç geldi ama hiç de öyle algılanmadılar. “Basın kısa sürede partiyi bir eşcinseller hareketi gibi göstermeye başladı. Bir sabah uyandığımda Günaydın gazetesinde avukat Uğur Olca ile yan yana çekilmiş sakallı fotoğraflarımızın altında ‘Travestiler Taksim Meydanı’nda açlık grevine başladılar’ haberini gördüm. Sonra bir eşcinsele ÖP adında parti kurdurup rakibimizi bile yarattılar. Yüreklerinde insanların yaşadığı vahşetle ilgili küçücük bir duygu bile yaşamayan bu insanlar sadece boyalı sayfalarını satmak uğruna eğlendiler bizimle. Maçoları üzerimize saldırttılar. İbrahim tutuklandı. Hapishanede şişlendi. İşyerinin önünde bıçaklandı. Bu hava iğrendirdi beni.” İkinci kitabı ‘Düşler ve Seyrek Zamanlar’, toplumun bir türlü kurtulamadığı aile reisi, komiser, komutan, başbakan, bakan, tanrı gibi birbirine sıkı sıkıya bağlı erkek otoritelerin birey üzerindeki yaptırım gücüne bir başkaldırıydı. Yunus Nadi Şiir Ödülü Jürisi bu çalışmasını mansiyona değer buldu. Düşün dergisinde yazdığı şiirlerinden dolayı dincilerden yoğun tehdit alınca Kuşadası’na gidip kitap tezgâhı açmaya karar verdi. Gittiğinin birinci ayında dönemin Belediye Başkanı Ergin Berberoğlu’nun danışmanı oldu. Ayrı bürosu olacaktı. Saçına, sakalına karışılmayacaktı. “İlk kez ülkede politikanın ne kadar iğrençliklerle dolu olduğunu gördüm. Özal, yıldızlı otellerin imar iznini bakanlığa bağlamıştı. Yıldız alan istediği kadar kat çıkıyordu. Kuşadalılar bu izni bizim verdiğimizi sanıyordu. Bir anda oy oranımız yüzde 10'lara düştü. Çözüm bulalım diye şehrin hemen arkasındaki yedi hektarlık araziyi imara açtık. Ben ömrümde böyle bir şeyi ne gördüm, ne yaşadım. Bir anda oy oranımız yüzde 70'e çıktı.” 1990'da İstanbul’a döner . Teşvikiye’deki tezgâhını yeniden açar. HEP hareketi yeni
Emeğin Sanatı 169. Sayı başlamıştır. Milletvekili Mehmet Ali Eren’in kardeşi Dilaver ile Şişli ilçesinde farklı bir parti anlayışı kurmaya çalışırlar. Farklı kesimlerin platformunu yaratmayı amaçlarlar. Bu serüven de partinin kongreleri sürecinde sona erer. 1994 yılında Almanya’da öğretmenlik yapan bir kadınla tanışır. Süha’ya “Almanya’ya gelenler gibi para peşine düşüp yazmayı bırakacaksan gelme. Ama yazmayı sürdürmek istiyorsan lütfen gel” der. Şaşırmıştır. İçine işler o sıcacık cümle. O cümlenin ardından gider Almanya’ya. Artık Almanya’da sadece yazmaktadır Süha. 1996'da üçüncü kitabı ‘Sürgün Mozaik’ yayımlanır. Bu kitabında Türkiye’de kırıntısı kalmış azınlıklar için yazdığı şiirler vardır. Dördüncü kitabı ‘Piton Üşümesi’ 2000'de yayımlanır. Süha Tuğtepe Almanya’da 10 yıl içersinde üç şiir kitabı, üç öykü kitabı ve bir roman yazar. Yazdıklarını bastırmak için Türkiye’ye gelir. Bu gelişinde de Adam Yayınları’ndan beşinci kitabı ‘Güzelhayvan’ı çıkarır. “Ne kadar güzel hayvan olmak istediysem onu yazdım” diyor Süha Tuğtepe: “Kutuplar arasında çizgileri/tuz kokulu/gizlenmiş çocukları/iyi bilir/insanın güzel hayvanını” Sırada basılacak yeni kitapları vardır. Yenilerini de yazmayı sürdürür, otoriteye başkaldırmaya devam ederek. 2009’da Almanya’da kanserle mücadele etmeye başladı. Ama 26 Haziran 2009’da bu son mücadelesinde yenik düştü. Sonsuzluğa uğurladık onu. Tuğtepe'nin cenazesi Türkiye'ye getirildikten sonra memleketi Kastamonu'nun Cide ilçesinde toprağa verildi. Şiirleri, Türkiye Yazıları, Broy, Yarın, Varlık, Adam Sanat, Şiir Atı gibi dergilerde yayımlandı. İlk şiir kitabı “Yüzler ve Zarflar”, 1986 yılında Akademi Kitabevi İlk Yapıtlar Şiir Ödülleri`nde mansiyona değer bulundu. İkinci kitabı “Düşler ve Seyrekzamanlar” ise 1990 Yunus Nadi Ödülleri`nde mansiyon kazandı. Yazarın yayımlanan diğer kitapları; “Sürgün Mozaik” (1994), “Piton Üşümesi” (2000), “Güzelhayvan” (2005), “Nişantaşı… Nişantaşı” (2008).
YAŞIYOR GİBİ ÇIRPINIYORUM İŞTE Sesimi sordum insana... Belli ki o da unutmuş, bir sesim olabileceğini... Halen şaşkın, bakıp duruyor aynama... Hayatımı sordum hayata... Öğrendiklerimin ağırlığı, o çığlığı; önümde yürüyen gölgeyi, o acıtan cümleyi... Koklamadı bile. Burun kıvıran bir it gibi, bakıp solgun yüzüme, yürüdü gitti...
Ne kaldı geriye? Üstünü kirletmeyen bir çocuk gibi, bekliyorum insanı işte... Savaşsız, sınıfsız, dinsiz, ırksız, bir iyimserliğin avucuna koyup çelimsiz bedenimi; yaşıyor gibi çırpınıyorum işte...
SÜHA TUĞTEPE
Sayfa 125
SOSYALİST ŞİİRİMİZİN GÜR SESLİ ŞAİRİ: TAHSİN SARAÇ Edebiyatımızın toplumcu çizgide kendine özgü şairlerinden biridir. Şiirin izinden çıkmadan yüksek sesle de okunabilecek devrimci özlü şiirler yazar. 1 Ocak 1930’da Muş’ta doğan Saraç, 29 Haziran 1989’da İzmit’te yaşamını yitirdi. 1952’de Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümünü bitirdi. Ardından Gazi Eğitim Enstitüsü Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde önce asistan, sonra öğretim görevlisi oldu. Bir süre, Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu ile Tercüme Bürosu’nda üye olarak çalıştı. Türkiye Öğretmenler Federasyonu ikinci başkanlığını yaptı. Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS)'nın da kurucularından oldu. Tercüme, Türk Dili ve Çeviri dergilerinin yazı kurullarında çalıştı. 1971'de sağlık nedeniyle emekliye ayrıldı. İlk şiiri "Boğuntu" 1957'de Varlık dergisinde yayınlandı. Dost, Papirüs, Sanat Rehberi, Türk Dili, Varlık gibi dergilerdeki yazılarıyla tanındı. Önceleri ikili üçlü tamlamalarıyla kurguladığı şiirlerini, sonraları toplumsal konulardan kaynaklanan duyarlılıklarla işleyerek zenginleştirdi. Özgürlük, kardeşlik, sevgi, yaşam sevinci, kavga, ölüm, çağın acıları gibi temaları işledi. Türkçe'yi kullanmaktaki özeni, imge zenginliği ve titiz kurgusuyla şiirde sağlam bir yer edindi.. Özde, biçimsellik ve dilde kendine özgün şiirleriyle sosyalist - gerçekçi çizgide ilerleyen şair, sanatçıyı, insanı ve toplumu değiştirmekle yükümlü gören bir bakış açısına sahipti. Çeşitli oyun çevirileri de yaptı. Fransızca-Türkçe sözlük, bugünde aşılamayan bir eseridir. 1970’de TRT Kurumu Şiir Kitabı Büyük Ödülü, 1986, Asya - Afrika Yazarlar Birliği, Lotus Edebiyat Ödülü gibi iki önemli ödülün sahibi oldu. Yapıtları: Bir Ölümsüz Yalnızlık (1964), Güneş Kavgası (1968), Direnmeler (1973), Güvercin Kasapları (1978), Bir Sevgiyi Görüntüleme (1980), Toplu Şiirler (1989), Çıplak Kayada Çimlenmek (1989)
GÜVERCİN KASAPLARI Yel ulur kar toz durur bir kış Yazı yabanda şu sıra içimiz. Oysa sevmelerin ustasıyız biz Bir de alçaklıklarla kavganın. Alıcıkuş kesiliriz ve de ense kökünde Göğsümüzdeki o sıcak güvercini Kara dirgen elleriyle Boğmaya kalkışanların. Neden güvercin kasapları, barışımıza kan bularsınız Öyle kötüsünüz ki İki gözden dört ölüm bakarsınız.
Tabanca gibidir tabanca Sevgilenmemiz de vuruşmamız da Ya yürek dalında patlar Ya da bir alın çatında. Ne ki çok kez dalaşmaktansa Acıdan yükünü tam almış Güçlü bir katır gibi Vururuz yalnızlık yokuşumuza. Neden yolunuz bu denli ıramış güzellikten Öyle bataklıksınız ki Bir çiçek düşü bile geçmemiz içinizden. TAHSİN SARAÇ
Emeğin Sanatı 169. Sayı
İNSAN SEVGİSİNİN ŞAİRİ CAHİT KÜLEBİ ŞİİR RÜZGÂRINDA ESECEK HEP… 1917’de Tokat’ın Zile ilçesinin Çeltek köyü’nde doğdu. İlkokulu Niksar'da, liseyi Sivas'ta bitirdi. İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra edebiyat öğretmenliği, milli eğitim müfettişliği, kültür ataşeliği gibi görevler ile Türk Dil Kurumu’nda genel yazmanlık görevini yürütmüştür. 20 Haziran 1997 Ankara’da öldü. halk şiirinden, türkülerden yararlanarak çağdaş bir şiir oluşturan Cahit Külebi, konu olarak yurt sevgisini, insan ve doğa sevgisini işlemiştir. İlk şiirlerinde çocukluğunun ve gençlik yıllarının geçtiği yörelerden izlenimlerini yansıtmış; sonraki şiirlerinde birey ve toplum arasındaki bir gelgit içinde oluşturmuştur şiirlerini. Şiirlerinde arı, duru bir dil kullandı, memleket ve insan sorunlarını halk şiiri öğeleriyle de yararlanan modern bir dille anlattı. 1940 sonrasında başlayan şiirimizin yenileşmesi hareketinde kendine özgü bir yer edindi. Rahat anlatımı, içtenlik ve duyarlılığıyla ilgi çeken titiz bir şiir işçisi olarak tanındı. Anadolu'yu Cahit Külebi kadar içten, sıcak, samimi ve lirik anlatan başka bir şair yok gibidir. Bu yönüyle çoğu şaire de örnek olmuştur. Taşradan çıkıp kentsoylu şairler arasına karışan hangi şair onun kadar Anadolu kokabilir ki?
YİRMİNCİ YÜZYILIN İKİNCİ YARISI Özlem özlem özlem. Yokluk yokluk yokluk. Açlık açlık açlık. Yalan yalan yalan. Korku korku korku. Ölüm ölüm ölüm. Duman duman duman CAHİT KÜLEBİ /1979
Sayfa 127
Emeğin Sanatı 169. Sayı
KAVGANIN YÜREĞİNDE YAŞAMI SAVUNAN ŞAİR: KEMAL ÖZER Çağdaş sosyalist şiirin en önemli adlarından Şair Kemal Özer’i 30 Haziran 2009’da sonsuzluğa uğurladık. Yazılarıyla, yönettiği dergilerle ve 60 kitabıyla kültür dünyamıza büyük katkılarda bulunan Kemal Özer'in, derin birikimi ve çalışkanlığıyla edebiyatımıza kattıklarına paha biçilemez. Kemal Özer’in ilk şiirleri 1951 yılında Ankara’da yayımlandı. Bu dönemi kendisinin “içgüdüsel dönem” olarak nitelediği bireyselliği ağır basan şiirler izler. 1956-60 arasında yayımladığı şiirleriyle İkinci Yeni etkisinde bir biçim ustası olarak belirir. Çağrışımlara dayanan, soyut imgelerle örülü, betimleyici şiirlerinde onu öteki şairlerden ayıran altını çizdiği çelişkilerdir. 1965′ten başlayarak gelişen toplumsal ve siyasal ortamdan etkilenerek “toplumsal kavganın içerisinde şiirin de etkin bir yeri vardır” düşüncesiyle sosyalist gerçekçi akımı benimsediğinde bu çelişkileri şiirine yansıtmanın rahatlığını da kullandı. Somut imgeli ve anlatımcı bir şiire başladığı varsayılan ‘Yaşadığımız Günlerin Şiirleri’nin altyapısında da yer alan İkinci Yeni’nin buğulu / sisli imgeleri ara ara yüze vurarak şiirini şematizmden korur. Gündelik heyecanların, acıların, kavga coşkusunun, yani öfke ve sevincin içtenliksiz duygular olarak sloganlaştığı şiirlerden değildir Kemal Özer’in şiiri. Tarihselleşmiş bilincin dingin etkinliği olarak belirir bu tür duygular. Bu yüzden, Kemal Özer şiirini anlamak, yaşadığımız çağda dünyayı değiştirebilecek tek sınıfın çağrısına kulak kabartmaktır. İnsanlığın evrensel kurtuluş ütopyası olan komünizmin, insanlığın tarihsel bilincinde yok edilmeye çalışıldığı günümüzde, bu çağrının önemini daha da arttırıyor. Kemal Özer şiiri, unutturulmaya çalışılan tarihimizin bir köşesinden dirençle haykırıyor: ‘Sen de Katılmalısın Yaşamı Savunmaya’. İlk baskısı 1975 yılında yapılmış bu çağrının. Yirmi yıl sonra da, bugün, belki ilk basıldığı günden daha fazla coşku uyandırıyor insanda. Demek, yirmi yıl sonra da, bugün, hâlâ: “İnsandan esirgiyor düşman” ve “savunmak gerekiyor yaşamı” Kemal Özer’e göre, şiir bilinç işidir. “Yaşama bakışım, dünyayı kavrayışım, onu artık sürekli bir kavga olarak nitelediğimi özetliyor. Şiir de bu kavganın bilincini vermekle yükümlü olmalı. İçinde bulunduğumuz durumun, yaşadığımız olayların, düşlediğimiz geleceğin ne olduğunu, nasıl olacağını sezdirmeli, giderek kavratmalı. Bu yüzden güncel olanı yakından izlemeli. Somutlamalı güncel olanı. İnancı, umudu, aydınlığı, yarını, arkadaşlığı, cesareti soyut kavramlardan çıkarıp günlük yaşamamızda yerleri, anlamları olan somut karşılıklarına ulaştırmalı. Şiir, kavganın bir parçasıdır. Şiir, kavganın yüreğinde yer alır,
Sayfa 129 yüreğidir. Çünkü insanın yüreğidir. Yüreği olmalıdır. Bütün çarpışmalarda insanın yanında yer almıştır. Onun yüreğini çarptırmıştır. Ozanı bir bilinç işçisi saydığım için, insan yüreğini bilinçle doldurmanın bir yolu diyorum şiire.” (Kavganın Yüreği, K.Özer, Yordam yay., s.1). Bu söylev, devrimci ozanın üretimini devrimci bilinçle gerçekleştireceğinin kanıtıdır. Devrimci bilinç olmadan, devrimci şiir de olmaz.
Emeğin Sanatı 169. Sayı
Sayfa 131
Emeğin Sanatı 169. Sayı
40 KUŞAĞININ DİRENGEN SESİ HASAN İZZETTİN DİNAMO KAVGAMIZA SES VERİYOR... Hasan İzzettin Dinamo, daha genç yaşta faşizm tarafından hedef hâline getirildi. Daha 18-20 yaşlarında hak ettiği bir üne kavuşan, 40 kuşağında adı Nâzım'dan sonra anılan Dinamo, 2. Dünya Savaşı Yıllarında Nazi hayranı iktidarlarca tehlikeli görülerek yıllarca zindanlarda çürütüldü. Dışarı çıktığında işsizlik adlı büyük hapishaneye girmişti artık. Ekmek parasını kazanabilme çabasıyla gece gündüz zor koşullarda polis tehdidi ardında emeğini çok ucuza sömürtürken şiirini geliştirme olanaklarından uzak kaldı. Dergiler ve yayınevleri polis korkusuyla yaklaşmadılar. Şiirlerini ancak 1970'li yıllardan sonra kitaplaştırma, yayınlama olanağı bulabildi. Günümüz burjuva yazarları, "yalın", "düz" ve "slogancı" diye burun kıvırırlarken, onun yaşadığı koşulları anlamaktan uzaktırlar. Dinamo'nun çektiği çileyi onların havsalaları hiç almaz, alamaz... Dinamonun şiirleri gerçekten de fazlasıyla politik bir dil taşır. Ama o şiirler hangi koşullarda yazılmıştır bilir miyiz? II. Dünya Savaşı yıllarında hükümeti ve faşizmi politik alanda eleştirmek neredeyse imkânsızdır. Bu alanda göreli bir serbestlik ancak edebiyat dergilerinde vardır. Dinamo o dönemde ses getiren, kimilerininse şimdi küçümsediği, şiirlerini yayımlar. Yayımlanan bu anti-faşist şiirler gündeme bomba gibi düşer. Dinamo halkın sesi olmuştur. Onların söyleyemediğini söyleme cesaretini göstermiştir. Ve tam anlamıyla, egemenlere korku salmıştır. Dinamo onca acıların üstüne, devrimci şiddeti anlatan şiirinde “Sosyalizmi kurduğumuzda, darağaçlarında sallandıracağız halka zulüm edenleri” diye yazdığında elbette korkacaklardı. Faşizmin işgal ettiği Türkiye’yi, Kızıl Ordu kurtarırsa hâlleri nice olurdu? Çekingen Almancılık politikası halkın gözünde böyle deşifre edilmeye başlarsa, Almanya’dan gelen tepkilere nasıl cevap verilirdi? Bütün bunları bilmeden, “Dinamo’nun yazdıkları da şiir mi” demek elbet kolay… Oysa o bir inattı. Sosyalist Gerçekçi Edebiyatın sürdürümcülerinin hapislerde çürütüldüğü, sürgünlerde yitirildiği, öldürüldüğü özetle yok edilmeye çalışıldığı bir ortamda, çekirdek çitleme naifliğinde ürünlerin edebiyata hâkim kılındığı bir dönemde, o faşizme karşı sosyalist mücadele azmini bugüne taşıdı. Bir köprü görevi gördü. Burjuva şair ve yazarların tüm karalama ve karartma politikalarına karşın Hasan İzzettin Dinamo, gerek romanları, gerekse şiirleriyle her zaman EMEĞİN SANATÇISI olmaya devam edecektir. 20 Haziran’da 23. ölüm yıldönümünde andığımız Dinamo, Kavgası ve şiirleri bilincimizde her zaman yaşayacaktır.
Sayfa 133
Emeğin Sanatı 169. Sayı
AHMET ARİF’İN ŞİİRİNDE DAĞLARDAN OVALARA TAŞIYOR KAVGAMIZ… Dağların yankısını şiire döken, cesaretin, yiğitliğin sel çağlayışında, pınar saflığındaki şairi Ahmed Arif’i 2 Haziran 1991’de yitirmiştik. Yaşadığı coğrafyanın duyarlılığı ve halk kaynağındaki sesini hiç yitirmeden, lirik, epik ve koçaklama tarzını kusursuz bir kurguyla kullanarak, özgün, tutkulu, müthiş ezgili çağdaş şiirler yazdı Ahmed Arif. Ahmed Arif, sevme ile meydan okumanın doğru bağlantısını çok iyi kurmuş, halk seslenişini popülizme ve öykünmeciliğe düşmeden kendi ses ve soluğuyla destansı bir üslûp yaratmıştır. Cemal Süreyya’nın deyişiyle “Ahmed Arif’in şiiri, bir bakıma Nazım Hikmet çizgisinde, daha doğrusu Nazım Hikmet'in de bulunduğu çizgide gelişmiştir. Ama iki şair arasında büyük ayrılıklar var. Nazım Hikmet şehirlerin şairidir, ovadan seslenir insanlara. Büyük düzlüklerden, ovadan akan "büyük ve bereketli bir ırmak" gibidir. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları, "âsı" dağları. Uzun ve tek ağıt gibidir onun şiiri. "daha deniz görmemiş" çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönüşecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs), keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillacının şiiridir. Karşı koymaktan çok boyun eğmeyen bir doğa içinde büyük zenginliği ilkel bir katkısızlık olan atıcı, avcı bir doğa içinde.” Cemal Süreyya, Ahmed Arif şiirinin dokusunu şu sözlerle çözümler: “Ahmed Arif için ise ritm sadece bir olanak olarak önemlidir. Ama aralarındaki asıl ayrım şurda sanırsam; Mayakovski ritmi, bir bakıma, şiirin dışında bir yerdedir, anonim bir tekniktir. Bunun için sık sık düşey ya da yatay ses benzerliklerine, bağdaşımlarına başvurur. Daha özetlersek: Mayakovski ritmi ses'te aramaktadır. Ahmed Arif ise söz'de arar. Bunun için onun şiiri bir noktada "oral" niteliğini bırakır, çok ötelere gider. Bu yanıyla çağdaş şiirin en yeni yönsemelerine karışır. Özellikle imge konusunda yaptığı sıçrama onu bugünkü şiirin hazırlayanlardan biri yapmıştır. Zaten birçok yeni şairin onun etkisinden geçmesi de bunu gösteriyor. Sadece bu bakımdan bile hasretinden prangalar eskittim, geç kalmış bir kitap değildir” Ahmed Arif, bir başkalığı, yereyselliği en çok taşıyan; doğanın, dağların kokularını, inançlarını, havasını en çok duyuran bir şair olarak öne çıkmıştır hep. Kentleri, kent sokaklarını anlatırken bile bir kopukluğa varmaz. Kişiliğini oturtmuştur, bütünüyle kurmuştur devrimci sanatını:
Sayfa 135
RÜSTEMO Modan yaylasına eşkin almadan Maktela üzerinde sağımız Karbeyaz Çermik Dağları Solumuz kan kırmızısı Fırat'tır Dört mevsim yeşildir orman Ve toprak çetin Baharları aşiretler iner Dersim üstünden Sürü otlatır. Odunda Kömürde Pamukta Gönlü bir akarsu gibi alıp götüren Irzdan ve ekmekten yana Bir kara sevdadır Yeşil murattır Ve bundan ötürü tutmuş dağları Ve almış yürümüş sulardan öte Kıl çadırlarda maceramız Yasak bundan böyle zulüm; Ve öşür Ve haraç Ve angarya Ve katil Ve şirkat Ve talan
Ve küfür kıza kısrağa Yasaktır, emreder Dağlar Paşası Elinde, affetmez Fransız üçlüsü... Gayrı malumunuz olsun halım Hayrola encam Malum ola Ayan beyan Dosta ve düşmana serencam Önce şeyhulislam fetva buyurur Katlim dört mezhepte vacip görülür Sonra saray ferman eyler Ve kaltak vurulur ordugahlarda Dar vakit yetiştin tatar ağası Bir elimde kana batmış hamaylim Bir elim derman eyler Dostooo Buncasına kavga demezem Kızanlar idman eyler Hele sarılmasın dört bir yanımız Tamam cümle dağlar mevzi almıştır Ve yatmış pusuya patikalar Salavat getirir dağ dağ taburlar Narlı bahçe üzre kanlı bir akşam Gelen elçi değil Azrail olsun Anam avradım olsun kaçarsam.
Emeğin Sanatı 169. Sayı
EMEĞİN BÜYÜK YAZARI ORHAN KEMAL EMEĞİN KAVGASINDA YAŞIYOR… Edebiyatımızda, öykü, roman adına hayata müdahil olan emeğin sanatçısı Orhan Kemal’i 2 Haziran 1970’te ölüşünün 43. yıldönümünde saygıyla selamlıyoruz. Orhan Kemal, kurulu düzeni zorlayan insanların öfke ve neşelerine, daha iyi yarın isteklerine sanatıyla katkıda bulunma çabasını hiçbir zaman göz ardı etmedi. Yapıtlarının ana dokusunu oluşturan insan sevgisiyle; sanatçı olarak sorumluluk bilincini ve halkının geleceğine için sanatını oluşturma çabasını hiçbir zaman arka plana bırakmadı. Vedat Günyol’un deyişiyle, Orhan Kemal bize üç şey getirdi: Kinsiz, herkese açık cömert yüreğinde insan sıcaklığı; hayat serüveninden sonra da kafasının ışığından bilinç; insana olan sonsuz güveninde umut. Ömer Türkeş’in yaptığı vurguyla: “1950’li yılların Türkiye’sinde yoksulluk ve zenginliğin ifade ettiği anlam ve karşıtlıkları kimi zaman mekânda, kimi zaman tarlalarda, bazen fabrikalarda, hapishanelerde, Yeşilçam kapılarında ve yüksek tahsil etrafında, bireysel dramların ardındaki ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümleri ihmal etmeden ve fukaralık edebiyatına kaçmadan kolaylıkla özetleyiverir Orhan Kemal. Maddi sorunlardan söz edilmesi doğrudan açlıktan, sefaletten dem vurulması demek değildir; sosyal dengesizlik ve onun yarattığı acılar, karakterlerin bireysel kaderleri ve tutkularında çıkar ortaya. Kurtulmayı düşledikleri bu hayatın sıkıntıları içinde bile bütün insani özellikleriyle yaşar onun romanlarındaki kahramanlar ve o dönem romanlarından bu yönüyle ayrılır.” Sınıfsal bakışından hiç kopmayan yüreği sosyalizm ve TKP için çarpan Orhan Kemal, daima yoksul ve dürüst insanların yazarı oldu. Ona göre sanatçı, insanı anlayacak, savaşını anlayacak, buna katılacak; kolaylıkla aldatılan kişilerin aldanmalarına karşı duracaktı. Her zaman bakışını belirleyen sanat, “İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yönetilme çabası adına sanat” oldu. Orhan Kemal’in sanatını ve kişiliğini dostu Nurer Uğurlu anlatıyor: “Orhan Kemal’de insan sevgisi, iyilik ve kötülük ya da aydınlık ve karanlık olmak üzere, iki ana kavram olarak belirmiştir, denebilir. Ona göre iyilik bir başka deyişle aydınlık; bu, insanın özünde ve mayasında var olan, nerede, hangi koşullar altında olursa olsun yok olmayan, ne kadar kötü yaşarsa yaşasın kaybolmayan; her zaman yüreğinin bir yerinde var olan, insan sevgisi’dir.
Sayfa 137 Kimdir Orhan Kemal’in insanı ya da insanları? Bunlar, hiç kuşkusuz çalışan Türkiye’nin, çalışan insanlarıdır. Sıradan, her gün, her yerde gördüğümüz, bildiğimiz ve tanıdığımız küçük adamlardır. Gün ışığıyla birlikte, hatta gün ışığından çok önce, ekmek ardında koşan, alın teri döken işçiler, köylüler, ırgatlar, küçük memurlar, tezgâhtar kızlar, fabrikada ve tarlada çalışan kadınlardır. O, bütün sanat hayatında, yazdığı en küçük hikâyeden, bir birini izleyen cilt cilt romanlarına kadar, bu acı çeken, ezilmiş ve ezilen insanların dramını, umudunu, küçük sevinçlerini vermiş, onlara sevgiyle, gerçek insan sevgisiyle yaklaşmıştır.” Yazarlığının gizlerini de şu tümcelerde vermişti: “Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir... Bir yazar için çok gereklidir halkın içinde kalabilmek... Ve halkın değişimini algılamak... eskimemek için.” Orhan Kemal, dünya halklarıyla da buluşarak, yapıtlarıyla halkın içinde soluk alıp vermeye devam ediyor.
Sayfa 139
TOPRAKTAN, ATEŞTEN, DEMİRDEN, HAYATI YARATANLARIN ŞAİRİ NÂZIM HİKMET’E BİN SELAM! Dünya şiirinin en alevli meşalelerinden olan Nâzım Hikmet’i, 3 Haziran 1963’te sonsuzluğa göçüşünün 50. yıldönümünde bir kez daha şiirleriyle selamlıyoruz. Sınıfsal tavrı ve kişiliğinden ödün vermeden umudumuzu ve özlemlerimizi yürek potasında eritti Nazım Hikmet. Burjuvazinin içini boşaltma çabalarına karşı, biz sesimizde, sözlerimizde, bilincimizde onun Cahit Sıtkı’ya verdiği yanıtla, sevdalımızın komünist oluşunun farkında olacağız ve hep bunu haykıracağız. Afşar Timuçin, Nâzım Hikmet’i ve şiirini şu sözlerle anlatıyor: "O hem bir sanatçı, hem gerçek anlamda bir düşünür olarak bize her şeyden önce insanın büyüklüğünü, insan olmanın değerini öğretir. Şiiri tepeden tırnağa insandır. Ondan öğrendiğimiz bir başka şey, sanatçının bilgili olma zorunluluğudur…..Salt duyarlılık, salt sezgi, salt öngörü yetkin sanat yapıtlarını oluşturmaya yetmeyecektir. Duyarlılık da, sezgi de, öngörü de ancak bilgiyle gelişebilen şeylerdir. Nâzım Hikmet bize ayrıca şunu öğretmiştir: Gerçek bilgi toplumun ve tarihin bilgisidir, insan yaşamı zorunlu olarak toplumsaldır ve tarihseldir, buna göre gerçek insan kendisini toplumsal bir varlık olarak duyan insandır. İnsan ancak başkalarıyla insandır. Bu bakış açısı doğal olarak Nâzım Hikmet'in estetiğine temel anlamını verir, ana özelliklerini kazandırır. Onun şiiri tekbiçim, tekyanlı, tekdüze, öğretici, bildirici, kafa açıcı, adam edici, kandırıcı, insanları doğru yola yöneltici bir şiir değildir; onun şiiri toplumda olduğu gibi, insan yaşamında olduğu gibi, değişik öğelerin, tam bir uyum içinde, hatta tam bir çatışkılı uyum içinde bir araya geldiği bir şiirdir. Onun bir yerinden baktınız mı koskoca bir dünyayı görürsünüz” Nâzım, bir sosyalistti. Anma onun şiirlerinin kökü bu topraklarda, dalları ise diyalektiktedir. Şiirlerinde geçmişle gelecek, doğuyla batı, eskiyle yeni, sona erenle yeni başlayan, ölenle yaşayan, bütün bu karşıt, çelişik durumlar bir araya gelmekte ve geleceğe yönelik olarak kendi konumlarını bulabilmektedirler. Onun önemli bir niteliği de Onat Kutlar’ın deyişiyle, “Kendi oluşturduğu yapıyı, kendi oluşturduğu şiirsel dili yıkıp onun yerine yenisini koyabilen bir şair” olmasıdır. Nâzım Hikmet şiirinin şiirin yerleşmiş düzenini yerle bir ettiği gençlik yıllarında, dönemin yaşlı yazarlar kuşağının en aydınlık adı Hüseyin Rahmi Gürpınar, Nâzım Hikmet’e yönelik umutlarını şöyle dile getiriyordu: “Bir ideal lâzım; ideal var mı bizde?.. Her şeyden evvel
Emeğin Sanatı 169. Sayı bu ideali tespit etmek gerekir; yoksa edebiyata girmeyen şey yoktur. Asıl mesele onu gösterecek kudrette… Zannedersem henüz daha aramakla meşgulüz. Nâzım Hikmet bunu belki buldu. Şüphe yok ki bize öyle şiirler lazım. Bugünün, yani yaşanılan hayatın istediği şiir odur. Son zamanlarda yalnız onu beğeniyorum. Bizim yegâne kabahatimiz felsefesizlik ve kültürsüzlük.” Halkının arasında kendini bulmuş ve kendini halkına kabul ettirmiş büyük şairin bu üstün özelliklerini Peter Hamm, şaşkınlıkla karşılıyordu: “Yüzde altmışı okuma-yazma bilmeyen (bu yüzden ezberleyebilmek için bu şiirleri önce birisine okutan) halk arasında elden ele dolaşmak üzere Nâzım Hikmet’in şiirlerinin hapishanelerden nasıl dışarı çıkarıldığı hiç bilinmeyecektir. Tutuklu Hikmet, özgür bulunan diyalektikçi Brecht’in olmayı isteyip de bir türlü olamadığını; “Halkın Ozanı” olmayı başarmıştır. Üstelik sadece kendi halkının değil, tüm dünya halklarının ozanı olmuştur. Japon balıkçı kadınları yeniden silâhlanma yarışına karşı, onun şiirlerini bildiri olarak basıp dağıttılar; Amerikalı zenciler, yaptıkları yürüyüşlerde onun büyük boy resimlerini taşıdılar; Fransa işçileri ona teşekkür mektupları yazdılar; sayısız ülkelerdeki genç insanlar, onun şiirlerini yavuklularına sevda mektupları olarak gönderdiler. Ve o geçen yılın haziran ayının üçünde öldüğü zaman, kendi gözlerimle gördüm; insanlar uzun kuyruklara girmişler, gazete bayilerinin önünde suskun bekleşiyorlar, HİKMET’in son şiirlerini, onun anısına söylenen sözleri okumak, onun son resimlerini, bu resimlerde yılmaz, açık yürekli, temiz bakışlarını bir kez daha görmek istiyorlardı.” Nâzım Hikmet, şiirini, kendi sözleriyle şöyle belirtiyor: “Şair oldum olalı, güzel sanatlardan beklediğim, istediğim şey, halka hizmetleri, halkı güzel günlere çağırmalarıdır. Halkın acısına, öfkesine, umuduna, sevincine, hasretine tercüman olmalarıdır. Sanat telakkimde değişmeyen işte budur. Geri yanı boyuna değişti, değişiyor, değişecek. Değişmeyeni en dokunaklı, en usta, en faydalı, en güzel, en mükemmel ifade edebilmek için durup dinlenmeden değiştim, değişeceğim.” Nâzım, şiir ve ajitasyon ilişkisini de şöyle açıklıyor: “Şuna inanıyorum ki, şiirlerimi yaşama bağladığım takdirde, bizim için kutsal fikirlere daha iyi hizmet edersin. Ama bu bağlantı, iplik görülmeden yapılmalıdır…. Zaten ajitasyon yapanın ustalığı sonunda —ki her şair bir ajitasyoncudur— onun ajitasyoncu olduğunu kimse fark etmemelidir.” Nâzım Hikmet, şiir tarihimiz içinde bir karlı doruk gibi dikilmekte. Nâzım’ın şiirinin ötesine geçmek isteyenler, doruğa çıkmaktan çok çevresinden dolanarak kendi doruklarını oluşturmak zorundadırlar. Kanını, canını sanatına koyan; sosyalizme olan inancını, tadına doyulmaz bir lezzet gibi sindiren şair, bir çoban ateşi gibi, bizlere yeni isyan ışıkları göstererek, göz kırpmaktadır.
Sayfa 143
Emeğin Sanatı 169. Sayı
SOSYALİZM VE SOSYALİST GERÇEKÇİLİK KAVGAMIZDA MAKSİM GORKİ YOL GÖSTERİYOR… 14 Haziran 1938’de yitirdiğimiz büyük yazarı 75. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz. Maksim Gorki, kimi yapıtlarıyla, ölümsüz, eşsiz bir sanatçı; kimileriyle bir öncü, yol açıcı; düşünsel ve siyasal eylemiyle ilk gençliğinden ölümüne kadar emeğin ve emekçinin yanında yer almış ve bu uğurda akıl almaz genişlikte ve çeşitlilikte bir alanda mücadele etmiş bir eylem adamıdır. Maksim Gorki’nin yaşamı, açlık, yoksulluk ve acılarla örülüdür. Çocukluğunda ve gençliğinde yaşadığı acılar; Gorki’yi yarının büyük yazarı, içinden çıktığı işçi sınıfının evrensel sesi yapar. Sosyalist gerçekçiliğin kurucusu olan Gorki, bugünleri görebilmişçesine, “Emekçilerin sanatı olur mu?” diye mızmızlananlara inat, ömrü boyunca bu sanat anlayışının insanlığın en yüce ideallerini kucaklamaya aday tek sanat anlayışı olduğunu savunmuştur. Öykü ve romanlarında katı ve itici olmayan bir gerçekçilik, olağanüstü bir doğallık ve insanı yormayan tasvir ve tahliller vardır. Yapıtları, bir yanıyla dinç bir umut, insanı sarıp sarmalayan bir sıcaklık içerirken, diğer yanıyla da içten içe gizli, özgün bir hüznü taşır. Kahramanları genellikle sıradan insanlardır. Toplumun en alt tabakalarına mensupturlar. Ezilmişliğin ve horlanmışlığın verdiği kısık gözlerle bakarlar dünyaya. Ama neşelidirler; bir yandan rutubetli bodrumlarda, en ağır şartlar altında, kentsoylular için ekmek pişirir bir yandan da türkü söyler ve sevgililerinin hayalini kurarlar. Öykü ve romanlarının sonu hep o tuhaf hüzünle biter. İnsanın içini acıtan ama duyguları sömürmeyen, soylu bir hüzünle... Büyük sanatçı, Stephan Zweig’in deyişiyle, “Rusya, kendi etinden bir ağız yarattı kendisine, kendi dilinden, kendi sözcüsünü, kendi içinden bir adamı ve bu adam, bu yazar Maksim Gorki, Rus halkının yaşamını, horlanmış, ezilmiş, canını yitirmiş Rus emekçisini bütün insanlık bilip öğrensin diye ortaya çıktı Rusya’nın dev ana rahminden.” Nazım Hikmet ise, Gorki’ye bakışını şu sözlerle somutluyor: "Maksim Gorki, yalnız kendi halkına değil, bütün halklara yurtlarını, hürriyeti, barışı ve birbirlerini sevmeyi öğretir. Çünkü o, insanın, insanlığın geleceğinden, güzel günler göreceğinden emindir. Çünkü o, emekçi insanı, koluyla, kafasıyla çalışan insanı, yeryüzünün, gerçek, biricik efendisi sayar. O, bu insanın bu efendiliğe kavuşması için savaşmıştır. O, bu savaşa, bu bahtiyarlık savaşına insanları çağırır... Düşünüyorum: gerçekçi, halkçı ileri edebiyatımız üstünde Maksim Gorki'nin en hayırlı bir tesiri olmuştur.”
Sayfa 145 “Düşüncelerini önyargılar zincirinden kurtaranlar için hapishane diye bir şey yoktur. Örneğin biz, gerekirse taşları bile zorlarız ve taşlar, biz istediğimiz için dile gelirler" diyen Gorki, insanlar yaşadıkça yaşayacaktır. Çünkü bir yeryüzü sanatçısı, şairidir o! “Benim anladığım şu ki, yeryüzünün çocukları hareket halindeler. Tüm dünyada, her yönden aynı hedefe doğru yürüyorlar... En yüce gönüller, en namuslu kafalar, kararlı adımlarla kötü olan her şeyin üstüne yürüyorlar, yalanı çiğneyip geçiyorlar. Gençler, sağlam gençler, dizginlenmez güçlerini bir tek hedef için kullanıyorlar: Adalet için. İnsanların acılarını yenmek içi yürüyorlar. Dünyadaki felâketleri yok etmek için silaha sarılmışlar. Bayağılıkları, çirkinlikleri yenmek için savaşıyorlar. Ve zafer onların olacaktır. ‘Yeni bir güneş yakacağız!’ demişti bana onlardan biri; yakacaklar! ‘Bütün kırık yürekleri bir tek yürek halinde birleştireceğiz!’ demişti. Başaracaklar bunu! Adalet ve akıl yolundan ilerleyen çocuklar her şeye sevgilerini katıyorlar, ruhlarından taşan söndürülmesi olanaksız bir ateşle aydınlatıyorlar her şeyi. Çocuklarımızın tüm dünyaya karşı besledikleri yakıcı sevgi içinde yeni bir yaşam oluşuyor. Bu sevgiyi kim öldürecek, kim? Onu yenecek üstün bir güç var mı? Bu sevgiyi yaratan yeryüzüdür, ve tüm yaşam onun zaferini bekliyor... Evet, tüm yaşam!” (ANA ROMANINDAN…)
Sayfa 147
TEMMUZ AYINDA ÖNEMLİ GÜNLER ŞAİR, ÇEVİRMEN, ARAŞTIRMACI ERDOĞAN ALKAN YAPITLARIYLA IŞIK TUTUYOR HÂLÂ... 20 Haziran 2014’te yitirdiğimiz Erdoğan Alkan, 1935 yılında Sivas'ın Şarkışla ilçesinde doğdu. Samsun Lisesi’ni bitirdi. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Bir süre çeşitli ilçelerde kaymakamlik yapti. Kaymakamlık döneminde kendisi de iyi saz çalan Alkan, protokolla değil daha çok halk ozanlarıyla ilişki kurdu hep. Daha sonra TRT’ye geçti. İstanbul’a yerleşti, değişik gazetelerde yazılar yazdı. Halk Edebiyatı'nın izleri görülen bir sanatçımızdı. Şiirlerinin yanısıra, Fransızca’dan yaptığı şiir ve roman çevirileriyle de tanındı. Paul Verlaine, Rimbaud ve Frausy’nin şiirlerini Türkçe’ye kazandırdı. Paul Veriaine'in hayatı, sanatı ve 40 şiirinin çevirisinden oluşan 1961'de yazdığı kitap, çeviri alanındaki olumlu çabalardan biridir. Rimbaut'dan seçme şiirler adlı çeviri kitabıyla 1982 Yazko Çeviri büyük ödülünü kazandı. Yapıtları: Şiir kitapları: Güneş Tozları, Ekuanil Çiçekleri, Kerem Gibi, Kuş Ormanı, Kıyı, Eylül Çalgıcısı (Toplu Şiirler), Elimde Güller ve Rüzgâr. Romanları: Kör Oldum, Veysel Oldum. Araştırma kitapları: Kitle İletişim Araçları, Sembolizm, İçimizdeki İnsan, Ateş Hırsızı Arthur Rimbaud, Düş Gezgini Gérard de Nerval, Şiir Sanatı, Karanlıklar Prensi Baudelaire, Paris Komünü ve Komün Şairleri, 1789 Devrim Şarkıları, Baudelaire ve Satanizm, Aşık Veysel'den Nükteler. Şiir çevirileri: Paul Verlaine, Arthur Rimbaud, Baudelaire, Mallarmé, Aragon, Nerval, Pablo Neruda ve Lord Byron'un şiir kitapları. Düzyazı çevirileri:Anatole France, Balzac, Sartre, Zola ve Freud'nun yapıtları. İnsancıl Dergisinde, (Sayı 50, Aralık 1994) yayınlanan söyleşinde şiire bakışını şöyle anlatıyor: “Şiirin tam bir tanımını yapmak zordur, yine de çeşitli tanımlar yapıldı. Örneğin romantiklere, romantik gerçekçilere ve toplumcu gerçekçilere göre şiir esinlenme sanatı, simgecilere ve gerçek üstücülere göre ise çağrışım sanatıdır. Bir tanım yapmam gerekirse, diyebilirim ki “şiir dolaylı anlatımla çağrıştırarak, izlenimler uyandırarak, duygu ve düşünceleri yoğunlaştırma sanatıdır.” Kurallarına gelince, elbette uyaka, iç uyaka, imgeye, simgeye, benzetme, eğretilemeye vb. bazı kurallar her zaman var olageldi. Ama şiir bu kuralları bilmek değildir. Şair şirinin kurallarını kendi yaratır, Tchaikovsky’nin deyimiyle “Şair dediklerimiz de zaten şiirin kurallarını kendileri yaratanlardır”.
Emeğin Sanatı 169. Sayı Arthur Rımbaud’dan çevirdiği “Demirci” şiirinden:
(...) "Gözlerinizi açıp bakın şu Mutsuzlara, Vahşi güneş altında kavrulup al al yanan, İnsafsızca ezilen, alınları çatlayan Mutsuzlara bir bakın! Pek sayın Burjuvalar, Onlar da sizin gibi insan. Lütfen şapkalar Çıkarılsın. Haşmetli! Gör, tanı bizler kimiz, Yeni büyük çağların büyük İşçileriyiz Evet İşçiyiz bizler. Bu yeni çağda bilmek Ve çalışmak önemli. Sabahtan akşama dek Çalışacağız, örse inecek çekicimiz,, O mutlu yarınların, bilimin avcısıyız. Savaşını sabırla kazanan insan bütün Engelleri yıkacak, galip gelecek bir gün Dizginler ellerinde, bir ata binmiş gibi!
Demir ocaklarının ey görkemli alevi Kötülüğe son artık! Bilgisizlik çok korkunç! Bilip öğreneceğiz, ellerimizde çekiç, Bilineni yeniden gözden geçireceğiz "Kardeşlerim yürüyün! İleri!" diyeceğiz. Soylu bir yürek ile sevdiğimiz kadının Tatlı gülücükleri altında çalışmanın Ve sade bir yaşamın büyük düşünü kurduk. Kardeşçe çalışmayı nice özleyip durduk. Görev aşkı borazan gibi kulağımızda Çaldıkça, kıvanç dolu, kendimizi nasıl da Mutlu duyardık bizler;yeter ki o zorbalar İki büklüm olmaya halkı zorlamasınlar, Ve ocağın üstünde asılı dursun tüfek...
SİVAS KATLİAMI, TOPLUMSAL BİLİNCİMİZDE KORLAŞMAYA DEVAM EDİYOR… 2 Temmuz 1993 günü Sivas'ta faşist ve şeriatçı güçlerin gerçekleştirdikleri katliam sonucunda 33’ü kutlamaya giden demokrat, yurtsever ve devrimci; 2’si otel emekçisi, 2’si ise saldırganlardan 37 insan katledildiler. Sivas Katliamı'nın üzerinden 16 yıl geçmesine rağmen olayın gerçek failleri için hiçbir şey yapılmamıştır. Bu da, Sivas Katliamı'nın devletin bilgisi dâhilinde gerçekleştirildiğinin bir göstergesi olmaktadır. Ortaya çıkan tüm veriler, katliamın çok önceden planlandığını ortaya koymaktadır. Son yıllarda Sivas'ta gerçekleştirilen Pir Sultan Şenlikleri'nin başlangıç gününün katliama sahne olması, gerici güçlerin hazırlıklarını önceden yaptıklarını göstermektedir. Böylece devlet, faşist ve şeriatçıların katliam yapmalarını engelleyebilmek için gerekli "önlemleri" alabilecek zamana sahip olduğu ortadadır. Ancak bu yapılmamış, tersine katliam için gerekli koşullar sağlanmıştır. Sivas Katliamı, devletin, en küçük bir devrimci ya da ilerici bir faaliyete karşı nasıl bir yok etme politikası izlediğini açıkça ortaya koymuştur. Sivas Katliamı'nda yaşamını yitiren Asım Bezirci’yi, Behçet Aysan’ı, Metin Altıok’u, Uğur Kaynar’ı, Hasret Gültekin’i, Âşık Nesimi’yi, Muhlis Akarsu’yu ve diğerlerini bilincimize kazıdık; unutmayacağız, unutturmayacağız!
Sayfa 149
Emeğin Sanatı 169. Sayı
BEHÇET AYSAN’IN ŞİİRLERİ ALEVLER ARASINDAN TÜTÜYOR HÂLÂ Şiirimizin ince örgücüsü Behçet Aysan’ın 1949 yılında Ankara’da başlayan yaşamı 1993 yılında Sivas’ta, Madımak Otelinde son buldu. Yakılarak öldürülen 33 aydından biriydi. Askeri lise mezunu olan Aysan, tıp ve psikiyatri eğitimi aldı. Şairliğin yanında doktorluk da yapmaktaydı. Giritli bir şairin oğlu olan Behçet Aysan 30’lu yaşlarından itibaren kitaplaştırdığı şiirleri yayımlamaya başladı. Sesler ve Küller (1984) adlı kitabıyla Yaşar Nabi Nayır, Eylül (1986) ile Ceyhun Atuf Kansu, Deniz Feneri adlı kitabı ile ise Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü kazandı. Ölümünden sonra tüm şiirleri Düello adlı kitapta toplanarak yayımlandı. Behçet Aysan’ın dizelerinde hem bireysel yaşantının duygulu ve hüzünlü sesini hem de toplumcu bir duruşun karalı, duyarlı anlatımını bulabilirsiniz. Çok az şair aşkı Aysan'da olduğu kadar insani, umudu ve umarsızlığıyla birlikte ve dilin estetiğini en güzel biçimde kullanarak anlatabilmiştir. Aysan şiirinde imge zenginliği, özgün iğretilemeler dikkat çekicidir. Dilin anlatım olanaklarını şiirsel zemine iyi taşımıştır. Karşımıza çıkan üretim, içten, doğal fakat güçlü bir şiirdir. Kendi üslubunu yaratabilmiş ustalardandır BehçetAysan. Tüm çekilen acıya, yaşantıya bir anlam yükleme sancısına, eşitsizliklere, insanlık tarihindeki kara lekelere rağmen umut’ sözcüğü Aysan şiirinde vardır ve belki de bu varoluştur ona umutsuzluğun şiirini dahi yazdıran. Elbette ki onun da umudu, gülen yüzler, sağlıklı çocuklar, özgürlük ve güzel günlerdi. Aysan, ancak ayrıntıları biriktirerek duyarlığını, çok sevdiği diliyle dışarıya taşıyabilen usta bir şairdi. . AhmetAntmen Aysan’ın şiirini şöyle anlatır: “Behçet Aysan şiirinde dizeler değil duygular, duyarsızlıklar, tepkiler bir denizin iç akıntıları gibi haykırır; içinizde, yaşamanızda; dışarıyı rahatsız etmeden, bağırıp çağırmadan sarsar insanı. Düşünüzde hoş esinti bırakır. Sadeliği ve derinliği yakalayabilmiş ender şairlerden biridir Behçet Aysan.” Şairde şiire bakışını şu sözlerle dile getirir: Şiir politikleşirken estetik öğelerini ihmal eder, küçümser. Şiir bir ölçüde şiir olmaktan çıkar, kendinden ödün verir.... Ya da kapalı dönemin etkisiyle kendine özgü kapalı bir söylem bulur... kapalı söyleme sığındıkça da, yaşamdan kopar, soluksuzlaşır, artistik oyunları tek amacı sayar. Ne anlattığı değil, salt nasıl anlattığı önemlidir artık. Nasıl aşk, ilkel içgüdülerin insana özgü bir yücelme ile duyusal gerçekliğe ulaşması ise, şiir de insanın derinliklerindesaklı duran güzellikleri açığa çıkarmaya yarıyor. Akılla, usla duygu arasındaki trajik gibi görünen çelişkiyi çözmeye çalışıyor. Sesi, şiirleriyle kulaklarımızda çınlamaya devam edecek:
Sayfa 151
Emeğin Sanatı 169. Sayı
METİN ALTIOK, SÖZCÜKLER EVRENİNE IŞIKLI PENCERELER AÇIYOR HÂLÂ… Harflerini "rüzgârın yırtık yeri"nden göğe bırakan ve günün birinde aynı yırtık yerden göğe karışan şair Metin Altıok'u yitireli 17 yıl oldu. 33 yazar, ozan ve aydının yakılarak katledilmesi ve 2 otel emekçisi ile oteli ateşe verenlerden de ikisinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan Sivas katliamı sonrası komadan çıkamayarak, 9 Temmuz 1993’de hayatını kaybetti. Şair olarak kavramları katışıksız anlamlarıyla, korkusuzca kullanmıştır. O acıdan söz ettiğinde, acıyı en etkili biçimiyle ifade etti. Arılık en belirgin özelliği idi. Peş peşe okunduğunda bile, her şiiri insanı şaşırtmayı başarır. 'hesap işi şiirler', şiirin matematikle ilişkisine nefis örnekler sunar. Ancak, şiiri bir zekâ gösterisi gibi anlamadı ve asla bir sözcük cambazı olmadı. Metin Altıok kendini şiire adamıştı. Sair olmanın günün tehlikesini bir sis çanı gibi duyurmak olduğunu vurgulayan bir şairdi Altıok. 13 Ocak 1991 tarihinde Cemal Süreya Şiir Ödülünü aldığı gün, "Ben hayatla tam anlamıyla karşı karşıyayım. Aydın olmak muhalif olmayı gerektirir. Aydın karşı koyan insandır, kafa sallayan insan değil" diyordu. Şiirleri duygularımız dalgalandırmaya devam edecek hep:
Sayfa 153
Emeğin Sanatı 169. Sayı
DEVRİMCİ ŞİİRİMİZİN ÖLÜMSÜZ SAVAŞÇISI ADNAN YÜCEL KAVGAMIZDA YAŞIYOR! O, kavgalara sözlenen bir sevdanın izinde, yeryüzünü aşkın yüzü yapma çabasındaki ateşin ve güneşin çocuklarından biriydi. Temmuz sıcağının doğayı kavurduğu bir günde Çukurova’da toprak çatlarken yitirdik Adnan Yücel’i. Binlerce yürek titredi göçüp giderken. Birdenbire dağ gibi mısraları kaldı acılı yüreklere. Şair, yazar, araştırmacı ve öğretmendi. Kâh Cudi’nin gözleriyle Cizre’ye bakar, kâh bir kavalın inceliğinde bir çiçeği okşardı. Soframda Kaval Sesinde peyniri zeytini ve biberi okşamıştı. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’te koca bir tarihe tanıklık etmişti. Toprağın ilk kez nasıl çitlerle çevrildiğini, topraklıların tanrılaşırken topraksızların nasıl köleleştiğini öğrenmiştik mısralarında. Sonra umudu kaybetmemeyi öğreterek hepimize yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek dedirtmişti. Ateşin ve güneşin çocuklarında bin yılın ağıtını yaktı. Âdem’den öncede akan o iki nehrin köpüklerine bindirip okuyucuyu koca bir tarihe tanıklık ettirdi. Munzur’un sesini dinletti. Laç deresinin leş deresine dönüşmesinin hüznüyle sızlattı yüreklerimizi sonra… İşçi direnişlerinde, “Tariş denilince durulur birgün / Tarişin hesabı sorulur bir gün” diye direniş türküleri yazdı, söyledi. Çok verimli olabilecekken genç sayılabilecek bir yaşta, 49 yaşında akciğer kanserine yenik düşerek aramızdan ayrılan Adnan Yücel, anılarını zihnimizde her dem taze kılan şiirleriyle kavgamızda yaşamaya devam edecek.
Sayfa 155
KATİLLERİNE İNAT YAŞIYOR , UNUTTURULAMIYOR SANATÇI VE BİLİM İNSANI BEDRETTİN CÖMERT Bedrettin Cömert’i hatırlıyor musunuz? 11 Temmuz 1978'de görev yaptığı Hacettepe Üniversitesinde sağ terör olaylarını soruşturmak için kurulan bir komitede yer aldığı için, 11 Temmuz 1978 günü, en verimli çağında demokrasi ve insanlık düşmanı katiller tarafından otomobili içinde kurşunlanarak öldürülen Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim üyesiydi. 1960–1970 yılları arasında doktora çalışmaları nedeniyle İtalya’da bulunmuştu. 1967'de Roma Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Aynı yıl döndüğünde, Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü'ne asistan olarak girmişti. 1971 yılında Roma Üniversitesi Felsefe Enstitüsünde, “Son Elli Yılda Türkiye’de Sanat Eleştirisi” konulu tezi ile doktorasını tamamladı. 1972’de Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümünde öğretim görevliliğine atanan Cömert, ikinci doktorasını da burada verdi. “Giotto ve San Francesco Geleneği” konusundaki tezi ile Sanat Tarihi doktoru da oldu. Yoğun bir yazı ve çeviri etkinliğinin içinde bulunan Cömert, 1960’lı ve 70’li yıllarda dönemin belli başlı dergilerinde ürünleriyle yer alır. Bu dergiler arasında Forum başta olmak üzere, Yansıma, Gelecek, Varlık, Soyut, Yeni Ufuklar, Yeni Ortam sayılabilir. Ancak 1970’ten itibaren şiir yayınlamaktan vazgeçerek, eleştiri çalışmalarına daha ağırlık verir. Şiir konusundaki tutumunu 4 Mart 1969 tarihli mektubunda Hasan Hüseyin’e şöyle açıklamıştır: “…Fakat ben şiirlerime güvenmiyorum artık. Şiirdeki duyarlığımı eleştiriye uygulayınca daha verimli, daha yararlı oluyorum. Kendimi ozan saymıyorum senin anlayacağın.(…) Gençliğimin ilk yapmacık heyecanlarından sıyrıldım artık.” Cömert, 1950’lerde şiirle girdiği edebiyat-sanat dünyasında, adını daha çok eleştiri çalışmalarıyla duyurdu. Önemli çeviriler de yaptı. Gombrich’in ünlü kitabı Sanatın Öyküsü’nün çevirisiyle 1977 Çeviri Ödülü'nü kazanandı. Kalmasın Ellerim Sizlerden Uzak adlı şiir kitabı ise 1979 yılında çıktı. Cömert’in daha sonra yayınlanan kitapları arasında şunlar sayılabilir: Giotto'nun Sanatı, Croce'nin Estetiği ve Mitoloji ve İkonografi. Eleştiriye Beş Kala, kendisinin ölümünden sonra yayınlandı. Hasan Hüseyin’in yayına hazırladığını belirttiği diğer iki kitabı ise yayınlanamadı sanıyorum. Bunlardan biri, Dil ve Sanat adını taşıyan makaleler toplamı, diğeri ise Dili Dille Seviştirmek adlı çeviriler toplamı. 1980 yılında yayınlanan Bedrettin Cömert’e Armağan ise, Sanat Tarihi Bölümü tarafından 3–7 Haziran 1979 tarihinde düzenlenmiş Sanat Tarihi ve Sanat Sorunları Semineri'ne verilen bildirilerden oluşmaktadır.
Emeğin Sanatı 169. Sayı Çok yönlü bir kişi olan Cömert’i tanımlamanın zorluğu hakkında Hasan Hüseyin şunları söyler: “Doğrusunu isterseniz, Bedrettin Cömert’i, ozandı, eleştirmendi, sanat tarihi ve estetik öğretmeniydi, dilciydi, felsefeciydi, çevirmendi, polemikçiydi, babaydı, dosttu, insandı… diye parçalara ayırmak istemiyorum! Onu böyle, parça parça anlatmak yanlış olur; çünkü o, bunların hepsiydi, bütün bunların oluşturduğu bir bütündü o. Şu yandan bakılınca eleştirmen olarak görünürdü; bu yandan bakılınca ozan, o yandan bakılınca sanat tarihçisi, ne bileyim, dilci, estetikçi, felsefeci vb…” Bedrettin Cömert, eleştirileriyle de devrimci sanatçılara ufuklar açma çabasındaydı: “Sanatla, edebiyatla uğraşan kişinin, hele de toplumcu, devrimci bir görüşü benimsiyorsa, yalnızca dünya görüşünü oluşturan genel doğrultularla yetinmemesi, özel olarak sanat sorunlarının en ince ayrıntısına kadar eğilmesi zorunludur.” Onun “Eleştiriye Beş Kala”, adını taşıyan eleştirilerinin, “Sanat-Edebiyat Üzerine” yazdıklarının kolay kolay aşılacağını sanmıyoruz. Bedrettin Cömert kullandığı dil, üslup ve yaklaşımı ile -o çalkantılı dönemi düşünürseniz- çağdaşlarını bile etkileyecek bir tutum sergilemiştir. Onun sanata, estetiğe katkısı asla azımsanamaz. Örümcek ağı tutmuş beyinleri dahi düşünmeye, araştırmaya teşvik etmiştir. Çevirisini yaptığı meşhur ve hâlâ elimden düşüremediğim, yıllarca eskimeyecek bir başvuru kaynağı olan Sanatın Öyküsü adlı kitaba yazmış olduğu önsöz bile onun düşüncesini, kişiliğini ele verir. Şöyle der: “Sanatın Öyküsü, alışageldiğimiz sanat tarihi kitaplarının, hele de ülkemizdekilerin, tümünün dışına çıkıyor. Bu kitabı okumak, gereksiz ayrıntıların öğrenilmesi için bir ‘katlanma’ değildir. Tersine, ayrıntıların, genel bir dünya ve beğeni görüşü içinde, anlaşılır bir dil ve anlatım biçimiyle verildiğinde nasıl çekici olduğunu kanıtlamaktadır…” Sanatın Öyküsü o dönem sanatseverlerin taptığı ve gençlere sanatı sevdiren kitap olarak geçecektir tarihe. Gencecik yaşamında 7 yıla sığdırdığı onca eserlerinin yanında yaşasaydı/yaşatılsaydı kim bilir daha ne eserlere imza atacaktı. Çünkü “Daha yapacak çok işi” vardı, Bedrettin Cömert’in. Ölümünün 34. yıldönümünde sevgi ve saygıyla anıyoruz.
TARİHİN AKIŞI ufkun kıyısındayım orda bulutlar konuşuyor, orda düşlerin elleri-ayakları var ve denizkızları denizi baştan çıkarıyor
orada erkek ve kadın tek bir varlıktır, orada kılıçlar ve kurşunlar sapana dönüşmüştür orada söz ve eylem tek bir şeydir
masalın gerçek olduğu yerdeyim orada ay, güneşe ışık sunuyor orada müzik günlük ekmektir ve çocuk çiçeklere öğüt sorar
BEDRETTİN CÖMERT
Sayfa 157
KAVGADA ŞİİRİ, ŞİİRDE KAVGAYI SEÇEN ŞAİR: VAPTSAROV Nikolay Vapstsarov, makine teknisyeni, şair ve Bulgaristan Komünist Partisi üyesidir. Şiirlerinde işçi sınıfının ağır koşullarını, partisınıf ilişkileri içinde ele aldı. Bu tavır, O’nu Bulgar ve dünya insanlığı karşısında onurlu bir yere taşıdı. 1940 yılında tek kitabı “Motor Türküleri” yayınlandı. 1942 yılında alman faşizmine karşı silahlı eylemlerinden dolayı tutuklandı. Vaptsarov’a aylarca işkence yapıldı. İşkenceler, komünist Vaptsarov’u çözemezken, faşizm acil tarafından yargılayıp, idam cezasına çarptırdı. 23 Temmuz 1942'de faşist rejim tarafından kurşuna dizildi. O ve beş yoldaşı, idam mangası önünde, Hristo Botev'in, "özgürlük uğruna düşen ölmez!” şarkısını söylediler. Yeni, demokratik ve devrimci Bulgar şiirinin en önemli temsilcilerindendi.
Sayfa 157
EDEBİYATTA BİLİMİN VE SOSYALİZMİN REHBERİ ASIM BEZİRCİ YAPITLARIYLA IŞIK SAÇIYOR HÂLÂ Edebiyatımızda nesnel eleştirinin öncülüğünü yapan; eleştiri ve yazılarıyla 70 kuşağına yol gösteren Asım Bezirciyi 2 Temmuz Sivas Katliamında yitirdik. Yazılarında ve yaşamında “Halktan Yana/Sosyalizme Doğru” tavrını her zaman sürdüren Bezirci 40 kuşağının sonrasında onlara öykünerek girdi edebiyata. Önce şiirler yazdı. Sonradan eleştiri alanına girdi. Nurullah Ataç’ın öznel eleştiri anlayışını yıktı. Üniversite yıllarında, siyasal durum, doğal olarak Bezirci'yi de etkilemişti. Dünyada yaşanan devrimlerin etkisi hissediliyor, sosyalist düşünce tartışılıyordu. Bezirci de Türkiye Sosyalist Partisi'nin düşüncelerini benimsedi ve Gerçek Dergisi’nde o süreçte yazıları çıkmaya başladı. Bu yazıları nedeniyle de birçok soruşturmaya maruz kaldı ve daha sonra tutuklandı. Altı ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. 6–7 Eylül olayları nedeniyle hakkında bir soruşturma daha açıldı ve tekrar tutuklanıp beş ay daha hapishaneye atıldı. Birçok aydının, yazarın dile getirmekten kaçındığı doğruları asım bezirci çekinmeden dile getirdi. Ülkemize emek veren ve sosyalist düşüncelerinden dolayı tutuklanıp, sürgün edilen, ya da katledilen aydınların yaşamını araştırdı, yazdı ve hak ettikleri yere koydu. Edebiyatın ve edebiyatçının bir ülkenin geleceğinde, kültürünü geliştirip yaygınlaşmasında büyük rol üstlenmesi gerektiğini bildiği için özelikle bu konu üstünde durdu: “Devrimci yazar, bireysel ve toplumsal gerçekliği, çelişkileri ve ilişkileriyle bütünselliği ve evrimiyle içerden canlandırmalıdır. Gerçeklikteki doğruyu(hakikati), geleceğin tohumu ile ereğini ortaya çıkarmalı ve onun yanında yer almalıdır. Şimdiye geleceğin gözüyle —çağımızda işçi sınıfının bilimiyle— bakarak bugünü yarına bağlamalıdır. Ancak bu yöntemle gerçekliğin yüzeyinde dolaşmaktan kurtulur, derine, temel etkenlere inebilir, geleceği hazırlayan güçleri (sınıfları, kuruluşları, insanları) yakalayabilir, toplumdaki çatışmalı oluşumu devrimci gelişmesi içinde hakkıyla gösterebilir. Giderek, bu oluşumun izleyeceği yola, şimdideki geleceğe ışık tutabilir, geleceği sezdirebilir. Böylece, yalnızca olmakta olanı değil, olması gerekeni de belirtmiş olur.” “Gerçekte, politik savaşım, ideolojik savaşımın bir parçasıdır. Edebiyat da ideolojinin bir dalıdır. Dolayısıyla, politika ve edebiyat arasında karşılıklı etkiler, diyalektik ilişkiler vardır. Bundan ötürü politik eylemin sonucu edebiyat alanındaki eylemle de bağlantılıdır. Elbette, salt edebiyat yoluyla politik hedeflere varılamaz. Fakat edebiyatın da desteğiyle söz konusu hedeflere daha kolay ulaşılabilir. Çünkü edebiyatın insanlar üzerindeki eğitici etkisi derin ve süreklidir. Yazarlara “ruh mühendisi, bilinç mimarı” denilmesi boşuna değildir.”
Sayfa 161
40 KUŞAĞININ BAŞ EĞMEYEN SOSYALİST ŞAİRİ RIFAT ILGAZ YOLUMUZU IŞITMAYA DEVAM EDİYOR... 1940 Fedailer kuşağının en önemli şairlerindendir. Yaşamı bir yandan ciğerlerine çöreklenen tüberküloz mikrobu ile diğer yandan ülkeye çöreklenen faşizm mikrobu ile savaşmakla geçti. Üzerlerinde dönüp duran faşist tehdit, yapıtlarını yayınlamasına da engel oldu. Sosyalist bir Türkçe öğretmeni duyarlığıyla yazdığı Sınıf şiiri ve kitabına Sınıf adını koyması nedeniyle kitabı toplatıldı. Kendisi hapse atıldı. Hapisten çıktıktan sonra İlhan-Turhan Selçuk kardeşlerin çıkardıkları Dolmuş mizah dergisine Stepne yakma adıyla mizah öyküleri yazdı. Adını en çok duyuran Hababam Sınıfını stepne adıyla yayımladı. Kendisine para değil ama ün kazandıran bu romanı ancak 60 sonrası kendi adıyla bastırabilecektir. Şiirlerinde de toplumsal yaşamdan izlere ve kesitlere yer veren Ilgaz, Sivas katliamında A. Bezirci’nin ölüm haberini aldıktan sonra kalp krizi geçirerek hastaneye kaldırıldı. 7 Temmuz 1993’te aramızdan ayrıldı. Rıfat Ilgaz bizim için, her zaman direngen umutların şairi olarak kalacaktır. Rıfat Ilgaz, şiirleriyle insancıl bir dünyanın sıcaklığını, yalınlığını ve özlemini geleceğe taşımaya devam edecektir hep. Türkiye'nin en çalkantılı döneminde mizah işini sırtlamış, dolayısıyla defalarca tutuklanmış, sürülmüş, kira köşelerinde çileli bir yaşam sürmüş, hababam sınıfı gibi dev bir eseri yaratmış, bunun dışında sürüyle mizah hikayeleri ve şiirleri de olan dev bir yazardı Rıfat Ilgaz. Hayata ve mizaha bakış açısını şöyle anlatıyor: ''Benim istediğim mizah, uyuşturup yatıştıran bir mizah değil, tedirgin eden türdendir. Bu tür mizah, olumsuz olayları, yararsız kişileri, görüşleri konu edinse bile izleyene, olumlunun,yararlının, doğru davranışın ve sağlam tutumun ne olduğunu gösterir. Verilen ip uçlarıyla gerçeklere varılabilir. Bu anlayış, beni anılarımdan yararlanmaya zorlar. Bence en sağlam belgeler yaşantımdan kaynaklanır. Çabam, bozuk düzenin köküne doğru gitmek, beni saran olayların nedenlerinde kendi tanıklığımı saptamaktır. Bir bakımdan da sanıklığımı... '‘.
Sayfa 163
EDEBİYATIMIZIN BAŞ EĞMEZ SAVAŞÇISI AZİZ NESİN BİZE CESARETİ ÖĞRETMEYE DEVAM EDİYOR... Aziz Nesin; ülkemizin en korkusuz, en gözü pek yazarlarından, aydınlarından biri olarak ne CHP diktasına, ne menderes diktasına ne de 12 Eylül diktatörlerine boyun eanımsanacak hep. Çünkü ğdi. İnsanların en umutsuzluğa düştüğü günlerde, cuntaya verdiği muhtıra gibi aydınlar dilekçesi ve bunun ardından yıllar süren davasıyla hiç geri adım atmadan mücadele etti. İnsanların günlük yaşamlarından devşirdiği ölümsüz öyküleri ve romanlarıyla da her kuşak ve görüşten insanın gönlüne yerleşti. Öykülerindeki gerçeklik ve vuruculukla, yıllar sonra dahi bir olay karşısında “tam Aziz Nesinlik” sözü deyim olarak halkın bağrına yerleşti. 12 Eylül sonrası duyarlılığını şiire de dökmeye başladı. Sivas katliamında öldürülmek istenen Aziz Nesin, bu katliamdan 2 yıl sonra 6 Temmuzda aramızdan ayrıldı. Toplumumuzun yaşadığı büyük dram, Aziz Nesin’in yapıtlarında evrensel bir anlama varmıştır. “Alacakaranlık bir kandırmacadır, aldatmacadır, yutturmacadır, oyalama, göz boyamadır….. Ne aydınlık, ne karanlık… Varsa da yok… Yoksa da var… Var gibi de yok, yok gibi de yine var… Kanunlar hem var hem yok… kimine var, kimine yok. Kimi zaman var, kimi zaman yok. Kimi yerde var, kimi yerde yok… İnsan hakları derler. Hani varımsı da yokumtrak… Demokrasi; demokrasimsi… Sosyal adalet; sosyal adaletimsi… Varımtırak yokumsu… Tatlımtırak acımsı… Salımtırak ama çarşambamsı… Batılımsı da doğulumtırak… İlerimsi de biraz gerimtrak…” AZİZ NESİN (Merhaba’dan,1964) Bitki Olacaksam Çayır çimen olayım Aman baldıran değil Yol altında kalacaksam Gelin arabaları geçsin üstümden Çelik paletler değil Üstümde çocuklar koşuşsun
Ne kaçan ne kovalayan Askerler değil Kerpiç yapacaksanız beni Okullarda kullanın Ceza evlerinde değil
S I R B İ S T A N SOLUK ALMADAYIM HENÜZ Soluk almadayım henüz Henüz şafak vaktidir. Karanlık penceremden Henüz aydınlanmamış Tarlalara bakıyorum son kez. Gençliğimde ne çok Gelmişti aklıma işkence edilerek öldürülmek. Ölünün sessizliğine, acıların son bulacağı yere Gidiyorum bir başıma. Artık tek bir söz çıkmayacak ağzımdan. Öldü boğazımda son ses. Canlı kalesini dostların Burada bırakıyorum, çevrede. Ardım sıra umudun görüntüleri Ardım sıra sonsuzca benim şafağım Benim sonsuz günüm. Yalnız değilim. Kardeşliğin güçlü ruhu benimle. Benimle güneş Hava, çayırlık. Aşkın aydınlığı benimle. Benimle, söylememiş olduğum her şey Her şey, yaşamda edindiğim Ve bilmekte olduğum her şey, şu idam sabahında
OSKAR DAVİCO (Çeviri: Ataol Behramoğlu)
H I R V A T İ S T A N
ŞİİRCİSİ Doğarken acıdır tohumu şiirin damarlarında sızı var görülmeyen. Alevlenirken şiir acıtır yaralarını insanın ta derinden. Girince şeytan içine şiirin bağlar insanın ruhunu kendiliğinden. Işırken şiir serper her yana yalımlar zehirden acı. Olgunlaşırken şiir tutuşturur insanı baştan başa apansızın.
MİROSLAV KIRLEJA (Çeviri: Necati Zekeriya)
K A R A D A Ğ
SINIRSIZ Yitiyorlar birbiri ardı sıra, gidiyorlar birbiri ardı sıra Kimisi bir hücum anında, elinde tüfeği. Kimisi, henüz sıktığım elinin sıcaklığıyla. Yüzlerce arkadaşım, sevgili arkadaşlarım Kimisi bitirmeden sözünü, kimisi fırsat kalmadan soluk almaya Yitiyorlar birbiri ardı sıra, gidiyor yaşıtlarım Uzanıyorlar toprağa ve ot oluyorlar tümden Ben de kaynaşıyorum toprakla. Soğuk, muazzam, türküsel toprakla. Toprak bir oda gibidir yanı başımda. Altımda bir oda gibi. Aynı evde aynı merdiven başında hatta... Yaşamın sınırı mı? Hani, nerede? Bakıyorum kendime... Ölenler canlanıyor bende, çınlıyor sesleri. Anımsıyorum her birini. Kalkın diyorum onlara. Çalıyorlar evimin duvarlarını uykusuz gecelerde Sokak ötede konuşur gibi konuşuyorum sınırın ötesiyle. Eriyor, sınırlar eriyor. Toprak yanı başımda ve acı. Toprak canlı. Çünkü dostlarım var bu toprakta. Yaşamın sınırı mı? Boş söz! Birlikteyiz onlarla hiç kuşkusuz Bir ırmak gibi tıpkı. Sisler içinde yitip giden bazan Ve bazan, yırtıp toprağı, saldıran kıyılara...
RADOVAN ZOGOVİÇ (Çeviri: Ataol Behramoğlu)
S L O V E N Y A ATEŞLENENLERİN KANI
Yağmalayın, yakın, yıkın efendiler yükseltin tüm dünyada daraçlarınızı! Tutuştu kanımız alev alev binlerce yılın sonunda direniş kaldırdı başını. Çünkü fırtınalar kudurdu mu ormanlarda ağaçlar duyar köklerini. Bizi bugün yer yüzünden koparmak istiyorsunuz ya barbarlar, köklerimiz cehenneme kadar ulaşacak. Sizi daha dün kucaklayabilenler sırtınıza, suratınıza ateş etmedeler şimdi. Bize nefret etmeyi öğrettiğiniz için kanın ve yüreğin buyruğuna boyun eğmeyi teşekkürler. Evet, küçüğüz bizler, fakat sayısı çok küçüklerin! Titriyor tüm Avrupa döl yataklarında. Sicilya’dan Ural’a İzlanda’dan Kafkas dağlarına kadar! Tükürüp atacağız içimizden sizi Barbarlar sürüsü. Yakın yıkın bakalım Motorize çapulcu alayı. Yağmala, vur, kır, motorize Cengiz Han! Ama kan benziin değildir bulunur yeterince her zaman. Ve yumruk daha güçlüdür çelikten de, tanktan da, bombadan da. Ve yüce bir inançla patlayacak özgürlüğün sağırlaştırıcı fırtınası. Sokak altlarında, kışla altlarında ormanların, katakompların karanlığında ateşlenecek başkaldırı! Çelik, makina ve cinayet değil insan egemen olacak dünyaya!
MATEY BOR (Çeviri: Ataol Behramoğlu)
B O S N A - H E R S E K BİR GECENİN SESLENİŞİ
Otello’nun kıskançlığı gibi karanlık bir gece İçinde menekşeler, çamlar, denizler. Böyle bir gecede düştü Troya Böyle bir gecede alıp götürdüler Lorca’yı. Böyle bir gecede yandı Paris Böyle bir gece, elinde olmaksızın düşünüp durursun sevişmek için daha kaç gecen kaldığını.
İZZET SARAYLİÇ
(Çeviri: Ataol Behramoğlu)
M A K E D O N Y A NAKIŞÇI KADININ TÜRKÜSÜ
Kadındım Çiçekten döllendim Çiçekli bir günden doğurdum sizi. Çocukluğunuzu güneşin Beyaz gülleriyle işledim Kız gözlerinin demetiyle de Gençliğinizi bir bir süsledim Bayraklarınızı da sizin Karaorman türküleriyle telledim. Guguk kuşuydum Size düğün arabasını Süsleyinceye kadar Üç yıl guguk dedim Arabanızı yumuşak otlardan Gök boyalarından yaptım. Anaydım Erkek alın yazılarından çektim Ama gene de ana kaldım.
TRAYAN PETROVSKİ (Çeviri: Fahri Kaya)
DÜNYA ŞAİRLERİNİN KISA KISA ÖZGEÇMİŞLERİ: DÜNYA ŞAİRLERİNİN ÖZGEÇMİŞLERİ:
AGOSTİNHO NETO:Angola'nın ünlü şairi ve Angola Devlet Başkanı (1975-1979) Ülkesinin kurtuluş savaşına OSKAR DAVİCO: (1909-1989) Belgrad Ün.’de felsefe okudu. Komünist partisine girdi. 1932’de kürek cezasına önderlik eden Neto’nun Angola halkının kurtuluş kavgasıyla şiiri sıkı sıkıya ilişkilidir. Angola Kurtuluş İçin Halk mahkûm oldu.başkanlığını Faşist Almanya savaş sırasında İtalya’da’ki yahudi kampına gönderildi. olunca Hareketi’nin yaptı.ile Tıp Eğitiminden sonra 1960'da harekete liderlik etmeyeİtalyanlar başladı teslim ve olaylar ülkeye dönerek Nazilere karşı savaştı. Yugoslavya döneminde modernizmin en seçkin temsilcilerinden oldu. esnasında Portekizlilerce 30 sivil öldürüldü, yaklaşık 200 kişi yaralandı. Neto; Portekiz koloni makamlarınca aynı Bir grup sırp yazarlar sol gerçeküstü yazarlar topluluğunu Şiirlerinin bu yana yıl tutuklanarak Lizbon'da hapse atıldı. Hapisten kaçan kurdu. Neto; önce Fas'a yanı sonrasıra da 50’lerden Zaire'ye gitti. 1962yayınladığı yılında romanlarda insancıllık, yeni insan sorunsalı gibi önemli sorunları tartıştı. kurtuluş savaşına devam etmek üzere ülkesine döndü. Angola halkının Portekiz sömürgeciliğine karşı verdiği MİROSLAV KIRLEJA: (1893 – 1981) Hırvat şairi. Budapeşte’de askeri akademiyi bitirdi. Avusturya-Macaristan imp. kurtuluş savaşı, şair Neto'nun önderliğinde başarıya ulaştı. 1969-1970 Asya Afrika Yazarlar Birliği'nden Lotus Yetkililerince 1. Dünya Savaşında rütbesi savaşa er olarak gönderildi. Savaştan sonra edebiyata ağırlık Ödülü'nü aldı. (1975-1976) yılında Leninsökülerek Barış Ödülü'nü kazandı. Kanser tedavisi sürerken Moskova'da verdi. Yayınladığı edebiyat dergileri çevresinde dönemin devrimci ozan ve yazarları toplandı. Şiir kitaplarında hastanede sonsuzluğa yürüdü. dönemine göre yeni vedoğumlu cesur biçim arayışları tiranlığa,şair, dinsel baskıya karşı .çıkmıştır. şovenizmi JORGE REBELO:1940 Jorge Rebelo, içinde MOZAMBİKli avukat, gazeteci PortekizeŞiirlerinde karşı Mozambikli yargılayan Kırleja, edebiyatın hemen tüm alanlarında başarılı eserler vermişti. gerilla grubu ile direnişin öncülerinden oldu. Şiirlerinde Mozambik özgürlükmücadelesini, bağımsızlık için RADOVAN ZOGOVİÇ: (1907-1986) Karadağ’lı şair, eleştirmen. Partizan hareketinin önde gelen eylemcilerindendir. mücadele, direniş çağrıları öne çıkmaktadır. Özgürlük savaşını ve savaşanları över, yoldaşlarını motive eder , İlk şiir kitapları polisçe toplatıldı. özgürlük Daha mücadelesininen sonraki yıllarda şiddetli Matyakovski’den etkilenmiştir şiirlerinde. kavgaya çağırır. Bu şiir, Mozambik günlerinde,oldukça kendisiyle gizlice görüşmeye Antikomünizme Mirıoslav Kırleja’yla yaptıkları tartışmaları kapsayan “Çağdaşhemen Edebiyatın adlı bir gelen iki İsveçli kayan gazeteciye verilmişti. Rebelo, 1975 yılında ülkenin bağımsızlığını sonraEstetiği” Mozambik'in kitap yazdı. Karadağ’ın 20. Yüzyılda en büyük şairi ve yazarıdır. enformasyon bakanı ve ülkedeki en güçlü adamlarından biri oldu. MATEY BOR: (1913-1993) Sloven şair. İlk şiirlerini sesini, savaştan önce yazmakla birlikte asıl ününü katıldığıyayan Partizan ELLİS AYİTEY KOMEY:(1816-1887) Proletaryanın sosyalizmi türküleri ve şiirleriyle dünayaya birliğinde yazdığı şiirlerle sağladı. Şiirlerinin yanı sıra oyunları ve çevirileri de vardır. 70’lerde Atom Çağı kitabıyla şairdir. Enternasyonal’ın sözünü yazan şairdir. Önceleri işçi olarak çalıştı. 1848’de barikatlarda dövüştü. 1871 çevresel felâketleremilletvekili dikkat çekerek ilk Komün çevreciyıkılınca hareketin kurucularından oldu. Tarihi yıkılmasına karşı Paris Komünü’nde seçildi. ABD’ye sığınmak zorunda kaldı. binaların Gıyaben ölüm cezasına hareket başlattı. Slovenya’nın Yugoslav’yadan ayrılışndan sonra ilk devlet başkanı oldu. çarptırıldı. Sürgünde kaldığı sürece türkülerini yazmaya devam etti. 1880’de aftan yararlanarak Fransa’ya İZZET (1930-2002) Bosna-Hersekli şair,Türküleri» yazar. Çocuk edebiyatı alanındaki yapıtlarıyla döndü.SARAYLİÇ: İlk şiir kitabını o yıl yazdı. 2. kitabı «Devrim ölümünden sonra yayınlandı. Yoksulluktanınmıştır. içinde Faşizme karşı halk kurtuluş savaşına etkin olarak katılmıştır. İnce, halk şiiri özellikleriyle zenginleşmiş bir dili ve öldü ama yazdıklarıyla arkasında ölmeyecek bir anıt bıraktı. yalın bir söyleyiş özelliği vardır. Yaşamı boyunca Sarayliç, onbeş dile çevrilen çoğunluğu şiir olmak üzere anı, DENNIS BRUTUS: (1924-2009) Zimbabweli sporcu, spor yöneticisi, özgürlük savaşçısı, şair. 1960 siyasi yazılar, çeviri olmakhalde üzeresiyah 30 kitap Sonseçilmeyince şiir kitabı, içbu savaşı anlatan “Saraybosna Kuşatması”dır. olimpiyatlarına hak ettiği tenliyayınladı. olduğu için kararda egemen olan Anti-CAD’a (Siyahî TRAYAN PETROVSKİ: (1939 - )Makedon şair. Yugoslavya’nın Ankara Büyükelçiliğinde de bulundu. Naif bir şiir dili Karşıtı İşler Dairesi Başkanlığı organizasyonu) direnir bunun sonunda ilk kez hapse atılır. 18 ay hapisten vardır. 20'den şiir kitabı, kısa öyküleriGüney ve romanları Eserlerinde genellikle köydenokente çıktıktan sonrafazla da mücadelesini sürdürdü Afrika’dayayımlanmıştır. siyahların yazması ve yayınlaması yasakken illegalgöç konusunu işlemiştir. Kahramanları arasında Avustralya Ve Kanada'ya göç eden Makedonyalılar dikkat çeker. yollardan bu yasağı deldi. Asma sonunda tekrar tutuklandı. Nijerya hapiste iken MBARI Şiir Ödülü'nü alan ilk siyah şair oldu. Ancak Brutus, ödülü ırkçılığı protesto etmek amacıyla geri çevirdi. 14 şiir kitabı olan Brutus, KAYNAK: 1- yurt Dünya Şairleri SanatNorthwestern Üniversitesi ve Pittsburgh Üniversitesi ‘nde Daha sonra dışına çıktı.Seçkisi Denver– Milliyet Üniversitesi, 2Çağdaş Makedon Şiirleri Antolojisi – Fahri Kaya oldu. / Kültür Bakanlığı öğretim Yayını üyeliğini sürdürdüğü Afrika edebiyat tarihi üzerine dersler verdi. Buradan emekli Amerika’da yıllarda da ABD’de Apartheid karşıtı gösterile düzenledi, kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Apartheid bittikten sonra Güney Afrika'ya döndü. 2008 yılında sanat ve kültüre katkıları, ömür boyu gösterdiği özverili mücadelesi nedeniyle Güney Afrika Lifetime Onur Ödülüne layık görüldü. Brutus, tüm zamanların dünyanın en iyi şairleri arasında yer aldı. Korkusuz bir adalet savunucusu, ve büyük bir hümanist ve öğretmen oldu.
EMEĞİN SANATI E-DERGİ
Aylık Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi 15 Haziran-Temmuz 2015 Yıl: 9 Sayı: 169
Kaynak: Yansıma Dergisi Sayı 30, 1974, Kurtuluş Hareketleri Ve Direnen Şiir Özel Sayısı
EMEĞİN SANATI E-DERGİ
Aylık Sosyalist Kültür/Sanat Yayınlayan: Emeğin Sanatı KolektifiE-Dergisi 15.12.2014 9 Sayı: © Dergide yayınlananYıl: eserlerin her163 türlü hakkı Yayınlayan: Emeğin Sanatı Kolektifi şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. © Dergide yayınlanan eserlerin her türlü hakkı Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir. şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir
Yayın, Tasarım, Düzenleme: A.Z.ÇAMUR Ön, Öniç Kapak, Arka, Arka İç Kapak Görselleri: ADNAN DURMAZ Not: göndermek isteyen Not: e-dergimize e-dergimize yapıt yapıt göndermek isteyen dostları, dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler. emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler. Facebook grup adresi: Facebook grup adresi: https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi