EMEĞİN SANATI E-DERGİ 174. SAYI 10. YIL

Page 1

Ayl覺k Sosyalist Sanat E-Dergisi Y覺l:10 Say覺: 174 15 Aral覺k 2015



EMEK VERENLER / İÇİNDEKİLER A.UĞUR OLGAR BURCU TÜRKER ADİL OKAY BÜLENT AYDINEL ADİLHAN ŞANLI CEM EREN ADNAN DURMAZ ERTAN ŞAHİN ALİ HALDUN HAKMAN F. KADRİ GÜL ASIM GÖNEN GÖKMEN SAMBUR BEGÜMHAN VARLIK GÜLEFER C. SAVRAN BEKİR KOÇAK ÖN KAPAK ADNAN DURMAZ GÖRSEL 1 JOHN STEİNBECK DİYORKİ ADNAN DURMAZ GÖRSEL 2 EMEK VERENLER İÇİNDEKİLER 3 EMEĞİN SANATI’NDAN 173. MERHABA A.Z.ÇAMUR SUNU YAZISI 4 BU SAYININ SAVSÖZü Yaşar kemal 5 Uzakları Bilen Adamlar ADNAN DURMAZ ŞİİR 6 Sorumluluk F. KADRİ GÜL ŞİİR 11 Şâir Yüreği TAN DOĞAN ŞİİR 12 Bir Yudum Çay MUHAMMET DEMİR ÖYKÜ 13 Rüzgara Gömün Bizi ASIM GÖNEN ŞİİR 15 İtirazlı İşporta SERKAN ENGİN ŞİİR 18 Îşportaya Bi İtiraz SERKAN ENGİN KÜRTÇE ÇEVİRİ RESUL ÜSTÜN 19 Toprak Kokusu NECMETTİN YALÇINKAYA ÖYKÜ 20 En Son Başlangıcı Bulmak BEGÜMHAN VARLIK DENEME 22

HASİBE AYTEN HAYDAR DOĞAN MEHMET RAYMAN MELİH COŞKUN MERİÇ AYDIN MUHAMMET DEMİR MUSTAFA SÖYLEMEZ NECİP TIRPAN

NECMETTİN YALÇINKAYA SERKAN ENGİN OĞUZ ATEŞOĞLU SİBEL ÖZBUDUN ÖZER GENÇ TAN DOĞAN ÖZLEM KESKİN TEMEL KURT RESUL ÜSTÜN VEDAT KOPARAN SEÇKİN ZENGİN VİLDAN SEVİL SEMA LALE YAŞAR DOĞAN ALİ ZİYA ÇAMUR

Sehpadakiler Tahir Elçi ve Kendi masumumuz.... A.UĞUR OLGAR VİLDAN SEVİL ŞİİR MAKALE 23 43 Fukara Zulüm Saltanatınızda Yaver MEHMET RAYMAN SEMA LALE ŞİİR ŞİİR 24 46 Tıraş Olmuş Bir Ölüyle.... Erdal Eren İçimizdesin... BÜLENT AYDINEL BURCU TÜRKER ŞİİR ŞİİR 25 47 Seni Bağışlıyorum! Vay GÜLEFER CAMBAZ SAVRAN ÖZER GENÇ ÖYKÜ ŞİİR 26 48 Tuzu Eksik Bir Ter Fotoğraflar ve izdüşümleri BEKİR KOÇAK ADNAN DURMAZ ŞİİR FOTOĞRAF-DENEME 31 49 Göz Göze Majiskül Dilli Caddeler HASİBE AYTEN ALİ HALDUN HAKMAN ŞİİR ŞİİR 32 63 Ethem Sarısülük Bilinçsiz Anarşist MUSTAFA SÖYLEMEZ ERTAN ŞAHİN ŞİİR ŞİİR 33 64 Yumurta Hayde ÖZLEM KESKİN NECİP TIRPAN ÖYKÜ ŞİİR 34 65 Dilimin Deltasında Nasıl düşünür insan CEM EREN ADİLHAN ŞANLI ŞİİR ŞİİR 38 66 Yarası Sağalmış Bir Sayıklamadır Şiir Edebiyatın Direnişi mi… Direniş MELİH COŞKUN Edebiyatı mı… ŞİİR ADİL OKAY 39 ELEŞTİRİ Gelecekler 67 HAYDAR DOĞAN Yıldız Dağların Ötesinde ŞİİR VEDAT KOPARAN 40 ŞİİR Yalnızlık Notları 71 MERİÇ AYDIN Aralık Helvası ŞİİR YAŞAR DOĞAN/Lolan 41 ŞİİR Ateşle Sınama Beni 72 Barış GÖKMEN SAMBUR TEMEL KURT ŞİİR ŞİİR 42 73

Göbeklitepe, Bize Neyi Anlatıyor? SİBEL ÖZBUDUN İNCELEME 74 Keyfinden Ölürler SEÇKİN ZENGİN ŞİİR 81 Lanetli Bir Çarmıhta..... OĞUZ ATEŞOĞLU ŞİİR 82 Dizelerde “Şiir ve Şair” A.Z.ÇAMUR SEÇKİ 84 Yaşam ve Sanatta Bir Ayın İzdüşümü SANAT HABERLERİ-ANMA 85 Aralık Ayında Önemli Günler 93 Dünya Şairleri(ARAP ŞAİRLERİ) Kısa Biyografisi KÜNYE 123 Dönüş ABDÜLVAHAP EL-BEYATİ IRAK ÇEVİRİ ŞİİR 124 Şarlatan UNSİ EL-HAC LÜBNAN ÇEVİRİ ŞİİR 125 Kır putları ABDÜLKADİR EL KOT MISIR ÇEVİRİ ŞİİR 126 Bülbülün İniltisi ŞEFİK CEBRÎ SURİYE ÇEVİRİ ŞİİR 127 Elinde Senin ŞÜKRAN KURDAKUL KONUK ŞİİR 129 Bilirim -Erdal Eren'eAZİZ KEMAL HIZIROĞLU KONUK ŞİİR 130


EMEĞİN SANATI’NDAN 174. MERHABA Merhaba, 10. yılımızdayız. Emeğin Sanatı E-Dergi 10. yaşına adım attı. 1 Aralık 1996’da bir grup arkadaşla başladı serüvenimiz. İşte ilk acemiliğimiz, ilk deneyimsizliğimizle birlikte ilk kapağımız ve ilk “Emeğin Sanatı’ndan Merhaba” yazımız: EMEĞİN SANATI Grubu 04 Temmuz 2004 tarihinde antoloji.com sitesi içinde emekten ve insandan yana sosyalist gerçekçi bir sanatın izini süren şair, yazar ve sanatseverlerce kuruldu. Hiçbir siyasi görüş ya da grubun çerçevesi altına girmeden, çalışmalarını sürdüren grup, kendini "Ben sosyalistim!" diye ifade eden herkese kapılarını açık tuttu... Bu dergi, grup üyelerinin üretim ve yaratımlarını dışarı açma çabasının yanında, kültür emperyalizminin ideolojisi olan postmodernizm, sanatın her alanına bir ahtapot gibi yapışırken, aynı duyuş ve düşünüşleri paylaştığımız insanlarla tanışarak ve birleşerek yeni bir dalga yaratma amacıyla oluşturuldu. Postmodernizm, kitlelerin direniş inancını ve istencini kırma çabasıyla sağ ya da sol görünümlü yüzüyle sanatı kapitalizmin güdümüne verirken, bizler sosyalist gerçekçiliğin bayrağını yeniden sanat alanlarına dikmek; sanatsal çabamızı sosyalist uyanış ve direnişe dönüştürmek kararındayız. Haykırışımıza vereceğiniz yankı, bize daha büyük güç katacaktır. Bizim temel belgimiz Bertolt Brecht'in şu sözüdür: "BİZİM SANATIMIZ TOPLUMSAL KAVGAMIZIN BİR PARÇASIDIR!

174 sayımız boyunca hep emeğin sanatının ana çizgilerini izledik. Yazılarımızla, şiirlerimizle, öykülerimizle, halkımızın ve dünya halklarının nabzını tutmaya çalıştık. Emeğin Sanatı, sanatın alınıp satılan meta olmasına karşı çıktı hep. Sanatın ve sanatçının alınıp satıldığı bir dünyaya karşı yazılarımızla tavır aldık. Artık gerçek sanatçıların, piyasa egemenliğini benimsemiş sanatçılardan ayrıştırmasının gerekliliğine vurgu yaptık. Piyasalaştırılan sanatın ürünlerinin sanat olma niteliklerinin sorgulanması gerekliliğini savunduk. Sermaye karşıtı devrimci sanatçılar, yapıtlarını kitaba dönüştürmekte zorluklar çekmekteydiler. Bunun üzerine dört yıl önce internet üzerinden yayın yapan e-yayınevini oluşturduk. İssuu.com üzerinden 44 elektronik kitap yayınladık. Bu kitaplarımız büyük ilgi gördü. Yayına devam ediyoruz. 174 sayı boyunca yüreğinde sevda türküsünü eksik etmeyenlerin türküsü olduk. Çark ve çıkrık sesleri arasında, maden ocaklarında ter döken her biri Ferhat, emekçilerin gözü, kulağı olduk. Özgürlüğe, ileriye, yarınlara yürüyen şafak yolcularının çağrısı olduk. Yoklukları yokluklara katarak hölük eleyen, savaş, kırım içinde bebesine aş pişirme derdinde, evlâdını cellâtlara kaptıran yorgun ve çileli anaların çığlığı, ağıtı olduk. Polis düdüklerine, canavar sirenlerine aldırmadancopa, sise, gaza, zehire direnen gençlerin bildirisi olduk. Katillerin, cellatların, ceylan avcılarının karşısında duranların, bu uğurda sonsuzluğa yürüyenlerin ırmağı olduk. Labirentlere ışık tutarak gölgeleri yaşamımızdan silmek isteyenlerin şavkı olduk. Onurun şahdamarına yürüyen kitlelerin pankartı olduk. Karanlık hücrelerde binbir çile ve işkenceye direnenlerin düşleri olduk. Bütün bunları olmaya hep devam edeceğiz. Hep birlikte, el ele, kol kola, omuz omuza... Yılmadan, düşmeden, durmadan, gerilemeden... Başlangıçtan beri, bugün de hep birlikte olduğumuz, zaman içinde uzaklaşan ve sonsuzluğa yürüyen yoldaşlarımıza da bin selâm olsun. ALİ ZİYA ÇAMUR


BU SAYININ SAVSÖZÜ Sanatçılık onuru, düşünce, düşüebilme onuru diye bir şey var. İnsanoğlunu, alırım beşe satarım onayla koşullanmış kafası, yüreği yozlaşmış bütün insanlık değerlerini bu koşullanmayla birlikte yitirip bir ucube hâline gelmiş bezirgânlar yönetecekler de sanatçılar bu işe katılmayacaklar. Dünyayı yapanlar, düşünce adamları, sanat adamları yönetime seyirci olacaklar da yozlaşmış bezirgânlar yönetecekler dünyayı. Bu dünya bir felaket içindeyse bugünlerde, eğer ölümün, açlığın, eşitsizliğin en yoğun yerine gelmiş dayanmışsa, bu yozlaşmış bezirgânların yönetimleri yüzündendir. Bundan önce böyleydi, bundan sonra da böyle olacak, alırım beşe satarım ona'ya koşullanmış bezirgânlar dünyanın neresine parmak değdirirlerse orası çürüyecek... Bütün insanlık yeteneklerini ve değerini bir tek alırım beşe satarım ona'ya yöneltmiş, bundan başka çok az şey düşünmüş, ya da ancak bunu düşünebilme olanağın bulabilmiş bir kafa düşünün ki insanlığı yönetiyor, bu kafa, bu fıkaralık, bu düşkünlükle. Ve bu satarım ona kafası insanoğlunu yönetme hakkını yalnız kendine tanıyor, sanat, düşünce adamına gelince , ona köşede durmayı salık veriyor. Çok yazık., çok yazık ki bir takım sanatçılar, düşünce adamları da buna uyuyorlar. Sanat bir usta çırak sorunudur. Dün de öyleydi, bugün de böyle, yarın da böyle olacak. Bunu kimse yadsıyamaz. Öyleyse edebiyatın temeli edebiyattır. Edebiyat bir sçz sanatı, söz ustalığıdır. Sanat bir biçimdir. Usta olamamış, söz ustalığına önem vermemiş bir kişi, söz biçimlerini anlayamamış bir kişi nasıl sözle sanat yapar da usta olabilir? Çağlar boyunca her tür sanatı düşünelim, her sanatın ustaları çırakları olmuştur. Homeros’un çırakları çağlar boyunca Homeroslular diye uzayıp yüzyıllara gelmiştir. Ya resim sanatı, ya müzik... Önce bütün sanatlar usta çırak işidir, işte ondan sonra başka şeyler başlar. Önce zenaat, sonra sonra sanat... Bunun dışına çıkmak epeyce olanaksız. Ve asıl sorun da işte bundan sonra başlıyor. Dünyada ve Türkiye’de sözüm ona düşünürler, sözüm ona sanatçılar bir akım üretmeye çalışıyorlar, bugün değil epey uzun bir süreden beri. Diyorlar ki, söz sanatı özsel olarak, salt söz sanatı olarak kendine yeter, ne söylediği, ne işlediği, ne yaptığı bizi ilgilendirmez. Bir söz biçimleridir edebiyat. Yaşamla ilgisi olursa da olur olmazsa da... Daha ileri gidiyorlar, söz sanatını iyice yaşamdan koparmak istiyorlar. Yani söz hiçbir şey söylemeyecek, unutuyorlar ki, söz bir şey söylemek için icat edilmiştir, yalnız biçimler yığını olarak kalacak, sanat, gerisi lafı güzaftır demeye getiriyorlar. İşte böylesi düşünceler tuzu kuru, sömürgeci ülkelerde doğuyor, varsın doğsun, onların bu düşüncelerde çıkarları var, ne bileyim ben, en iyi niyetle bunalımları var ya bizimkilere ne oluyor? ....... Böyledir az gelişmiş düşünce adamı tipi. Böyledir az gelişmiş öykünüzü, kendi kültürüne yabancılaşmış aydın kafası. Şahtan çok şahçı olurlar.

YAŞAR KEMAL

Militan Dergisi, Şubat, 1975


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

UZAKLARI BİLEN ADAMLAR

Karşı dağın alnacından gelen kişi Kararan çalının duldasında siğnenen Sinesinden bulutlar geçen ayın terkisine binip Yıldızlardan su içen Bize su’nun kıvrımlarını okumayı öğret Ne yazar taşların aya çizgilerinde Güneş ak alınlarından doğardı Öküz gönü çarıklarla kara yere dağlar gibi basarlardı Onları bekledik bunca zaman bilin mi Neredir yerleri söyle bize Kuzgunlar bebe üleşir çağlarda kaldık Mayaları çan çalan kervanlardan arta Ak taşları belekleyip ağlayan Anaların çaldığı o kanlı nende kaldık Zamanlardan ötelerde zalimin pençesinde Mahzun ve naçar Çakmak taşı yonup döven dişledik Hayatı bin ağladık bin işledik Çağların dışında devrildi kara kağnı Gel bize ağaçların şarkılarını anlat Yılkı yılkı turna oymaklarından Meydanlara kurşun yağdı dağıldık pırna pırna Kurt bulanık boralarda gece kondu semtlerinde Baskınlar hayın faklar çevirmeler içinden Yedi kat yer altından doğan pınarlar gibi Karanlıklar içinden sağıldık geldik


Gecenin bir yarısı kör duman sis içinden Kapımızı çalar gelirlerdi Biz onları bilmezdik Onlar bizi bilirlerdi Adımızı söylerlerdi Sessizliği yontarlardı Kirkit vururlardı karanlığa Işık dokurlardı

Sayfa 7

Yıldırımların sırrını bilirdi parmakları Aşka lav akarlardı Ateşi bilen adamlardı Kıvırcık karanlıkta İğne işlemez gecede Bağırsan ses ulaşmaz yoldaşına Yalnızlık loda loda yağar başına Bağırsan sesine ses veren olmaz Olmadık zamanlarda geldikleri doğrudur su dilini taş dilini aşk dilini bilirler ağaçlar eğilir onlar geçerken Kaldırımlara hoyrat yürüyen yabancı Yanlarından bir vaşak gibi geçer gece barlarının Sırtında yeşil parkası vardır hâlâ Ve cebinde yasaklanmış bir bildiri Cebinde kırık bir başak Karşı dağın yamacından kente dökülen güneş Çıkart çarıklarını dinlen biraz Bize fırtınaların sırrını bilen adamları anlat Ve savrulan yaprakların hüzünlerini söyle Ne zaman girdik insanlık bahçesine Ne zaman çıktık insanlıktan Bulutların kitabını okuyan Toprağın dilini bilen adamlar gerekli bize Değilse aşksız kalacak sonra gelenler Ki sevdasız bir dünyada geriye dönemez acı Giden bir sevgili gibi hüzün bir daha uğramaz yüzümüzün göğüne Bize bir bildiri gibi aşkı gülümseyen insanlar gerek


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

“sen onu dediğinde çağla yeşiliydi gülüşün hani “sular gibi akmak” dediğin günbatımında o zaman akmaktaydın aslında kıvrım kıvrım kuşkusuz çağla yeşili de senin gülüşün olmak istiyordu suyun sen akması gibi- senin akmak istediğin o an bir çiçeğin ürperdiğinde nasıl ürpermez dünya" otuz kuş gibi yağmalanmış turna katarlarından kalbimizde kanla çizilmiş yol haritaları ve tecavüz edilmiş değerleri insanların gönlümüzün zulasında fırtınalı günlerde yol yitirip ayrıldık adalarım –kıtalarım yarımadalarım buz dağlarım –yalıyarlarım-uçurum yanlarım kaldı bende hiç birini satılığa çıkartmadım batakane köşelerinde orda yeşerip sarardım orda göverip karardım işte o umudun alın çatında yeniden gelişine büyüyerek baharların celebin önünde birbirini yiyen sürü yalnızca bir parçamı gördüler ve orayla kavgalaştılar onlara batan bir güzelliklerime saldırdılar en dürüst yanlarımı taşladılar kurşuna dizdiler umudu savunan gülüşlerimi bütün güzelliklerime bile bile kör kaldılar nere yol düşürsem hazırdı düşmanlarım müzevirler gülüşüme çetele tutar hainler bekleşir yol çatlarımda çünkü bir ağaçlarımın çiçeklenmesi taammüden cinayet ve nifak kardelen umudumun kaldırımı delmesi taşın söylediği bir kuru yankı mı yalnız toprağın altında ağaçlar gibi zağlanırız alanlardan geçmişiz kanla yıkanmış yağmurlar işlemiş iliğimize safi hüzünden postunu satılığa çıkartan dostlardan ayrılmışız kenarın adamlarıyız sürgünleriz mimliyiz bütün zamanlarda atlasın her yerine bulaşmış kanımız


Sayfa 9

“ben dağların ağaçların yolların bekçisiyim kara gece kalmaz öyle şafağım süzülür oflaz ormanları güden çobanım yol arkadaşım kuşlar karşı dağın yamacından güneşle gelenim ben gecenin içinde sabır yakarım kor kor akkorunu avuçlarım umudun hapaz hapaz” çok bekledik karanlık uzun sürdü gecede kan sesi kesilmez kasvetli bacalarda eğik bir duman pervazlar döküldü rüzgarsız boynu vuruk bir güneşle yetindik onca zaman bize yağmurların dilini bilen adamlar gerek değilse aşksız kalacak bizden sonra gelecek çocuklar sevdasız yama tutmaz yürek bir kadın ak kireçle sıvayamaz kerpiç duvarı ananın ördüğü çorap sökülür sabah gelmez o mavimsirek gülüşüyle bir türkü gerekli bahar gibi uyanmak için ölüm uykularından kesilsin halkların o bin yıllım iniltisi yeter artık ateşin saçlarını yolmaya hazır parmaklarımız bize şafakların dilini çözen adamlar gerekli karşı akan al buluta binip giden bize o adamların yerini söyle Evcil bir duygudur o kara gözlü hüzün Birlikte yaşamayı öğrendiğimiz Ağustos çarpması bozkırlarda bir ağaç Yaprakları altında gölgelendiğimiz Hani sağanaklar gibi Çarparız kendimizi yerlere Hani bir yer vardır Kalakalıp –bıkkın Göllendiğimiz


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

Karşı dağın yamacından geçen atlı Tam da ufuk çizgisinde Yitti yitiyor derken Sen hep bulut kesilirsin Habersiz Sevinç Bir göz kırpımlık an Acı ki bir çöl yolunun ağrısı Öfke kalbe kırbaç vurmak Bir yer var Nere gitsek Bütün duyguların iklimlerinden Onun yağmurlarına hep geri döndüğümüz… o hala dolaşıyor yeşil parkasıyla yüzünde yanık bir mektup gibi bakışı zamansız ipe giden onurun gözlerinde sevda mezatlarında yürek pazarlarında ayağında postalları hiç eskimemiş en fazla 23 yaşında volta vuruyor hınçla o hala grevci işçilerin arasında büyük krizlerine gülerek emperyalizmin birinci cigarası hala parmaklarında ve küheylan bir gökkuşağına binmiş ansızın gözüne değdiği yerde zamanın heybesi silme yıldız geçiyor umuda sarıldığın her yerde uzakları bilen adamlar sen bu karanlığı silkip atmadıkça sen onu göremezsin o seni göre göre bekler yanıbaşında

ADNAN DURMAZ


Sayfa

11

SORUMLULUK Kendi kendine konuşan rüzgâr olmayı seçsen de dumanı tüter yaktığın ateşin Yazgına yenik düşme yeter ki onulmaz dediğin yaraya bir sevdalı kuş konar çiçek açar bir yerinden bakarsın türkülenir yeniden meyve verir dokunduğun her dal Varsın barut kokusu karışsın kokladığın çiçeklere kurşun sesleri kuş çığlıklarını bastırsın Yaşama tutkusunun derin sancısı vahşi bir ezgi örneği tutuşmakta değil mi kanında günün her doğuşunda yaktığın her ateşin dumanı görülür bir yerlerden kendi kendine konuşan bir rüzgâr olamazsın ey yâr

F. KADRİ GÜL


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

tan doğan

şâir yüreği ne kadar taşır bir kalp ne kadar şâir yüreği… “ne arteryo skleroz* ne nikotin ne hapis işte bu yüzden doktorcuğum bu yüzden bende bu angına pektoris* ” ne kadar yaşar bir şâir ne kadar ‘aşk’sa şiiri… “sonra her şafak vakti doktor her şafak vakti kalbim yunanistan'da kurşuna diziliyor” ne kadar susar bir dil ne kadar yanıksa sözü “kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor” ‘zaman’ nâzım dinleyip nâzım söylüyor


Sayfa 13

BİR YUDUM ÇAY Muhammet DEMİR “O kadın hala çay içiyor mu? Bakan görüyor mu? Elinde bardak var mı? Ya Sehpasında demlik?” Kimseler görmemiştir aslında onun çay içtiğini. Pek tiryakisi değildir. Benim gibi değildir yani. Ancak ne ilginçtir ki her vakit önünde dolu duran bir bardak çayı mutlaka vardır. Ne enteresan değil mi? Hem bardak sürekli dolu ve elinde, ama kimse yudumladığını görmüyor. Baksanız görürsünüz siz de. Hem her bakan görecek değil tabi ki. Aslında haklısınız siz de. Çünkü her bakan göremiyor bardağını. Var yahu var elinde tabi ki her zaman, hem de dolu ve içmeye hazır. Çok tuhafsınız siz de. Görünmez mi bakınca? Elbette bakınca görmeli insan değil mi? Ya da hayallemeli. O bardağı. O bardaktaki çayı. O demliği. Siz bilmezsiniz tabi ki. O demlik onca zahmetle alınmıştır. Küçücüktür. İki kişiliktir. Alüminyumdur. Başkaları için değersizdir. İki tane mandal bile etmez eskiciye verseniz. Ama öyle işte. Sehpanın üzerinde demliklerin ardında kalan kısımda bir boş çay bardağı vardır. Bardak ters çevrilmiştir. İçi boş görünür. Oysa o bardak o biçimiyle adeta bir cam fanustur. İçi havayla doludur. Her an bir misafir beklenir. O evde. Ama o misafir bir türlü gelmez. Çay soğur. Çay bayatlar. Yeni bir çay demlenmeli, yeniden beklenmelidir o misafir. Bir yudum dahi olsa tadına bakılmalıdır çayın. Aslında misafir her zaman beklenilendir. Evet, gayet tabi ve doğal olarak konuksever bir ev sahibesi her an bir yudum içirecek çayı bulundurur demlikte. Öyle değil mi? *** "Otur karşıma" der kadın. “Emreder gibi mi?” Usul, usul sallanan sandalyenin diğerine ilişir konuk. "Yok, emir değil kadınınkisi, sadece alışkanlık, ağız alışkanlığı.”


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı Fanus artık açılmış hava karışmıştır diğer ortamdaki hava ile. Kadın çayı köpürtmeden hem de tam deminde doldurur bardağa. Zaten bilir nasıl içtiğini konuğunun. Bu bir önsezidir belki de. Bilir. Sesiz ve de usulca çaylarını içerlerken karşılıklı olarak. *** Sessiz ve usulca içtiler çaylarını. Hâlbuki konuşacak o kadar çok şey vardı. Ama onlar konuşmadılar. Konuşmadılar ama sessizce birbirlerini dinlediler. Bu anın hiç bitmemesini dilediler içlerinden. Ve hep sessiz ve dertliydiler. Hâlbuki dert çoktu ya çare. Elbette çare de çoktu. Sessizce hallettiler her şeyi. Saatin tik takı da olmasa. Şu dışarıdaki meltemin ağaç dallarında ve yapraklarında yarattığı ses olmasa. Şu kuşun cıvıltısı olmasa. Şu tıp tıp akan musluğun sesi olmasa. Bir çalışıp bir duran buzdolabının sesi olmasa. Şu bardaktan yudum yudum içilen çayın sesi olmasa. Ama hepsi vardı. "Evet, evet haklısın hepsi vardı." Ve bunun için bile yaşamaya değerdi. Bunun için bile karşılıklı olarak saatlerce sessiz ve derin derin oturmaya değerdi. Bir demlik çay demlenmeye değerdi. Her şeye değerdi. Üç, İki, Bir ve Sıfır diye geriye saymayı tamamladılar içlerinden. Peş peşe sorularla birbirlerini soru bombardımanına tuttular. İşte o anda sessizlik bozuldu. Ama büyü asla bozulmadı. Diğer sesler kayboldu evin duvarlarında. İkisinin sesi kaldı. Sadece ikisinin sesi. Ve kapı çalındı. Ev sahibesi kapıya doğru yöneldi. Misafir huzursuz oldu. Ev sahibesi kapıyı açtı ama kimsecik yoktu ortalıkta. Sağa sola bakındı. Yoksa düş müydü bu. Kapıyı kapatıp içeri doğru yöneldi. Ama oda da kimsecikler yoktu. Misafirini aradı köşe bucak. Masaya baktı. Kendine doldurduğu çay bardağı vardı. Konuğu için doldurduğu çay bardağına gözü ilişti. Bardak ilk masaya koyduğu gibi idi. Ters çevrilmiş bir vaziyette. Sonra koltuğuna çöktü. Sallanmaya devam etti. Yapayalnız ölecekti. Nice sonra bir sesle irkildi. Birisi cama taş atmıştı. Koştu cama doğru ama kimseyi göremedi. Eğildi. Taşa bir kâğıt sarılıydı. Kâğıdı açtı ve okudu. “Merhaba” diyordu notta “Merhaba kendine iyi bak. Bir dahaki sefere söz geleceğim” diyordu. “Geleceğim ve çayımızı birlikte yudumlayacağız. Saatlerce konuşup, saatlerce susacağız” diyordu. “Ama şimdi değil.” Yine aynısını yapmıştı. Tekrar sallanan koltuğuna oturdu. Kumandanın düğmesine basarak TV’yi açtı. Niyeti TV dinlemek ya da seyretmek değildi. Sadece kafasını dağıtacaktı. Zap yapıyordu durmadan. Ama birden durdu. Adı yazıyordu beklediği konuğunun. Adı bir kazaya karışmıştı. Tam da ona geleceği yol güzergâhında olmuştu olay. Bir otomobil bir yayaya çarpmıştı. Ve oracıkta ölmüştü genç adam. Elinde ise sıkı sıkıya tuttuğu bir paket vardı. Görüntüler karıştı allak bullak oldu. Oraya olayın olduğu yere doğru evden apar topar çıktı. Daha doğrusu çıkmak için kapının koluna asıldı. Ama. Ama kapı açılmıyordu bir türlü. O kadar heyecanlanmış ve paniklemişti ki. Oracıkta düşüp kafasını yere çarptı. *** “Merhaba” diyen bir ses duydu. Tatlı bir ses. Tanıdık bir ses. Bu ses onundu. Arkadaşının sesiydi. Ama o ölmemiş miydi? Elinden tuttu arkadaşı ve onu oturtturdu. “ Sen beni çay içmeye davet etmiştin ama kısmet benim seni çaya davet etmemmiş” dedi arkadaşı. Ve taze demlenmiş çayla dolu bardağı uzattı. Sonsuza kadar sohbete zamanları vardı artık.

MUHAMMET DEMİR


Sayfa 15

RÜZGARA GÖMÜN BİZİ

Asım GÖNEN

bu şafak sonudur bütün şafakların ve bu gecenin adı yoktur dışarda aç bir sokak ve uçsuz bir kederdir gölgem gözü kara gönlü yok paylaşıp bu son sofrayı benimle dostumdu ağzını bıçak açmayan dostumdu ışığa resmimi yapan al beni konuş ey hava ağır hava kördüğüm zamanın zamanı yok gözsüz bakıp gözlerime bu gecenin sabahı .............göğsüne düşmüş kelledir güneşi doğmayacak ........................destandır ranzam yüzü tarih boğazı emanet elleri taş ayakları nefret al bu yürek bu ölüm kanlı mayıs göklerinde karanlığın bu insan seli koy ağlasın karnına sarılmış aç ve kahreden çocuklar ağıdısın unutup yaşamı yarını ören anamsın

boğazımda karnının kanlı acısı beton memeleri ağzımda rüzgarın kaneviçelere işle gözlerimi yıldızlara tak yaşama gül veren ölümü okşamak mor sessizliği dağların bilsin ağuyu emziren yalan fırat bilsin gürleyen gök çakan şimşek ve sesinde sesimi savuran rüzgar bilsin tüketemez ölümü ölüm durmaz ağlarda ....................çığlık çığlığa susmak çemberin öte yüzünde çemberin öte yüzü kadar çıplak ve afat bulutları kadar yanıktır sesim artık ağlama resmime kapanıp artık kuş seslerine yama soluğumu sulara bırak


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

dediler ki burda başlıyor ebedi ayrılığın dediler ki bu avluda bir sen bir de yosunlu yalnızlığı ağaçların nasıl üşüyor koynumda bir de merhametli uzaklığı kuşların işte yoksul bir tarih pörsüyor yüzünde bir de alanlar dolusu kalabalıkların çekil o yıldızdan şimdi anacığım çekil ki yanmasın gözlerim başımın üstünde gökyüzü başımın üstünde alev alev lhıçkırığın bir de geceyi yırtar gibi bekçi düdükleri gelip gelip örtüyor üstünü sevdamın neki bu can şimdi bu ıssızlığı neki sokakların alaşafaklara eyerli fırat fırat ki burda ayakları çıplak akan bütün denizlerini dünyanın bir fırat türküsüyle dağlayıp mavi sessizliğe yanan ekmeğin destanını yazar kanat sesleri gibi kuşların boynumda boynu gibi şarkıların başladı kapımda fısıltılar kalk dostum bırak fırat ı zamanın zamanı yok geldi ak urbalar içinde ölüm geldi iki yüzü ortaçağlı bir yobazın sakalını kapkara giydirip haksızlığa açlığı allahlayıp çanağına halkın sabır taşlarından kale yaptın benim kellem satılmadı satmadı kanını vatanın dokunma güneşime ey gölgeme basma sarıl sofra artıklarına tıkın

süt bakışları çocukların ekmeğe avuç açsın ve sen kirletme acımı tanıyan yok seni bu ırmaklarda biz ki avuçlar dolusu amindik ve kul biz ki açlığımız kadar kördük .............................ve açlığımız kadar uzaktı bizden ekmek vardık ki bir grevler ordusudur sevinmek vardık ki güneş değdi acımıza şimdi yaşam içindir böyle upuzun susmak ey açıp güneşe yaras ını şimdi yaşam içindir ölümü ağzından öpmek bu avlu ankaradır bu avlu rüzgarı donmuş bahardır özgürlüğe yerlidir bulutları da kendisi acılara tutsaktır taş duvarlarında ayrılık taş duvarlarında hüzünle arkadaştır burda çınarlar ömrüdür özlem de yıldızlar uzaklığıdır kavuşmak burda derisi yüzülmüş nesimidir akşamlar ayışığıyla


Sayfa 17

söküp ruhundan burda rüzgara gömmüştür sesini pir sultan rüzgarda mahşeri uğultusu açlığın rüzgarda türküsünü yüzdürür acıların bir yanımda özgürlük birinde kanlı gömleği börklüce mustafa nın burda tarih olmuştur ne varsa ey burda gökyüzü kadar büyüktür haklılığım bilsin artık boynuma karnından bakan ve yoksul bir memeden semiren acının şahı bilsin ne ağzı sönmüş bir volkan ne de yenilgimdir bu urganda sallanan gökyüzüne sesimle çizdiğim yaşam için ölmenin resmidir bedinem ağzımda kör bir meme olsa da boşluk ağzımda ateş almış sözdür haklılık

tanıktır elim ayağım alnımdan bal sağan tarih tanıktır öpüp selamını açlığın karanlıkta upuzun susan gölgeme katıp gölgesini gözlerime sığınan tanıktır yeşil bakışları ağaçların şimdi ölüm ve yaşam bey ve kul şimdi zifiri bakışları cellatların şimdi yılan gibi dolanıp boynuma şimdi göğsümde kapalı kalan havasız çırpınıp havada şimdi boynumda yuvarlanan bir ölümdür soğuyan şimdi selam bütün yağmurlara şimdi selam yüreğimi karnına koymuş bütün analara.

ASIM GÖNEN


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

İTİRAZLI İŞPORTA

herkesin cehennemi kendine yanıyor kimsenin nârı karışmıyor yanındakine herkes gün boyu koşuşturuyor da kimse yetişemiyor kendine ah ki tutunamadım önümden akıp giden kalabalık düşlere sürtünüp geçiyor hayat'a yalnızlığın bu ufak tablasına tıkıştırdığım umutlar ağır tonajlı hüzünler taşıyor ceplerimden unutulmuş bir şemsiye gibiyim kaldırımlarda ıskalanmış çocukluğunu bekleyen sokağın seyir defterinde kalır gündüz telaşlarının parmak izleri gece olunca sırtlanırım Ay'ı çıkarım yalnızlığın teras katına beklemek için eski sevda hayaletlerini

SERKAN ENGİN Agora Eylül 2007


Sayfa

19

ÎŞPORTAYA Bİ ÎTİRAZ

Dojeha her kesî ji xwere di şewite, Agirê tu kesî têkilî yê din nabe. Her kes heta roj ava li hev dibezin Û kesek nagihîje yê din. Ax ku min xwe pê negirt Ew xewn û xeyalên li nav gilûr Li ber min herikî û çûn. Xwe tê dide û derbaz dibe jîyan Hêvî yên ku min dihejiqand Li ev xwelîdanka biçûka tenêbûnê. Kedirên bi tonajên giran fûrîn dibe ji bêrîkê mina. Wek sîwaneke ji bîr bûme, Zarotîya mina kixsikî ya li peyaran dipê.

Helbest: Serkan ENGİN Werger: Resul ÜSTÜN

Li seyra kolana defteran dimîne Qelqela yên şopa tilîya li rojê. Wexta ku dibe şev, Ez heyvê li pişta xwe dikim Û derdikevim banoka tenêbûnê Ji bona payîna xeyalên evînên kevn.


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

TOPRAK KOKUSU Necmettin YALÇINKAYA

Sokağın başında durdum, gözlerimdeki kederle, sokağı izlemeye başladım. Evlerin çoğu çoktan dört-beş katlı apartmanlara dönüşmüştü. Çocukluğuma dair hiçbir iz kalmamıştı. Burnumun direği sızladı. Yavaş adımlarla yürüyüp sokağın öteki ucuna gittim. Kederle sağıma soluma baktım, sevindim birden Elektrik direğinin dibindeki ev neredeyse hiç değişmemişti ve zamana karşı direniyordu; evi ve içindekileri hayal etmeye çalıştım. İlk sahibini anımsadım. Sait Dede otoriterdi ama aynı zamanda çocuklara karşı sevecendi. Şeker ve limonata dağıttığı günlere gittim. Bir köşede durmuş, etrafına bakıyordu. Beni görünce gülümsedi. “Gel evladım” dedi. “Limonatamdan tat. Kendi ellerimle yaptım. ‘’ dedi. İlgilenmediğimi fark edince: ‘’Erkeksin bak, içmezsen bir yerlerin şişer. Demedi deme sonra” diye caydırdı beni. Üzeri çam fıstıklı iki bardak limonatayı afiyetle içtim. Gerçekten de güzeldi. Utanmasam bir bardak daha isteyecektim... Burnuma limonata kokusu geldi. Dudaklarımı dilimle ıslatıp evin yıllara meydan okuyan, eski, paslı demir kapısından gözlerimi alamadım. Bir an kapı açılacak, Sait Dede elinde limonata sürahisiyle çıkacak ve yine çocuklara seslenecek sandım. O anı yaşar gibi, çocukların da neşe içinde seğirttiklerini gördüm. İçime anılar limonata tadında ılık bir sevgi olup doluştu. Mutlu hissediyordum kendimi. Bu kez gözlerim bahçe duvarına takıldı. Kayısı ve şeftali ağaçlarının tepelerini görür gibi oldum. Sağıma dönecektim ki vazgeçtim


Sayfa 21 birden. Tekrar bahçe duvarına baktım. Buruk bir sevinç duydum. Duvarın üzeri çocuklar şeftali ve kayısı ağaçlarına dadanmasınlar diye cam kırıklarıyla betonlanmıştı. Duvara tırmanan Coşkun’un elleri gözlerimin önündeydi; kanıyordu hâlâ. Merak ettim Coşkun’u. Yıllar öncesi bir arkadaşımdan onun taksicilik yaptığını duymuştum. Hepsi o kadardı. Hızla yanımdan havlayarak geçen bir köpek korkuttu beni, tüm dikkatimi dağıttı. Sessiz adımlarla yürümeye başladım, sokağı geçip sağa döndüm. Yer yer sıvaları dökülmüş, boyası kabarmış bir evin önünde durdum. Giriş kapısının üzerinde kalın zincire takılı kocaman bir kilit gördüm. Ekrem’i hatırladım. Okul yolunu, yalınayak koşturduğumuz sokakları, boş arsalarda saklambaç oynadığımız günleri anımsadım, hayal ettim, aradım. Sararan ve kaybolan yıllara için için ağladım. Yanıma yaklaşan kadını fark etmedim bile. “Beyefendi” dedi, “satılık değil o ev. Boşuna vakit harcama buralarda.” Sustu, yüzüme dikkatlice baktıktan sonra: “Bu evin sahipleri var ya… Düğün dönüşü geçirdikleri bir trafik kazasında -büyük oğulları Ekrem hariç- hepsi öldüler.” Kalbim duracak gibi oldu. Dondum âdeta. Dudaklarım titreyerek: “Ekrem’e ne oldu peki?” diye sordum. “Zavallıcık sıyırdı kafayı… Kazadan kendisini sorumlu tutuyordu. Onun düğünüydü çünkü. İçine kapandı. Kimseyle fazlaca konuşmaz, sokağa çok nadiren çıkardı. Sonra bir gün karısının abisi geldi. Giderken kız kardeşini de yanında götürdü. Bir daha da dönmedi. Oysa ne güzel ne de sıcak bir kadındı. Karısı da gidince Ekrem bir başına kaldı. Yaşayan bir ölüden farksızdı. Sonra o da sessizce kayboldu ortalıktan. Bir daha da ondan haber alamadık. Bir akrabası geldi kapısına kilit asıp gitti…” Dizlerine vura vura yanımdan uzaklaştı. Gözlerim nemlenmiş, hüznüm artmış, içime tarifsiz bir acı kıvranıp yatmıştı. Oysa Ekrem ne iyi bir çocuktu. Şen, şakrak ve hayat doluydu. Boş arsada futbol oynardık. Kaleye geçer, müthiş kurtarışlarıyla herkesi kendine hayran bırakırdı. Hatta İzmir’in köklü spor kulübü Altay’dan teklif bile gelmişti de babası kabul etmemiş, ”Top oynamak günahtır, şehitlerimize hakarettir!” demişti. Karşımdaki evin paslı demir kapısı gıcırdayarak sokağa açıldı, içerden yirmi yaşlarında, yakışıklı, saçları özenle arkaya doğru taranmış, elinde valiziyle genç bir erkek çıktı. Onu saçları kırlaşmış, göbeği öne fırlamış, güleç yüzlü yaşlı bir erkek izledi. Oğlunu yolcu ediyordu. Yaşlıca bir kadın ikinci katın balkon demirine yaslanmış, kendini sarkıtmış bir hâlde, “Vardığında bizi aramayı ihmal etme oğlum” diye seslendi, “merakta koma bizi” “Tamam, anne” Dikkatli bakınca, saçları kırlaşmış adamı hemen tanıdım. Mesut’tu bu! Nihayet geçmişime ait bir iz yakalamıştım. Sevindim; içime ılık bir sevgi doluştu. “Mesut!” diye bağırdım. Gözlerimdeki ışık alazlandı. Mesut dönüp baktı; yüzümü incelemeye, tanımaya çalıştı. “Neco


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı sen ha!” diye bağırdı birden. Hızla koştu yanıma. Ot uz beş yılın özlemiyle sarıldık birbirimize. “Gözlerinden, bakışlarından tanıdım seni,” dedi, ”hiç değişmemiş bakışların” Ardından baştan aşağı beni bir güzel süzdü. “Yaşlanmışsın, çökmüşsün” dedi. “Te “ dedim, “diyene bak hele. Sanki kulp takıyor.” Gülüşt ük. Kadın balkon bakıp gülümsedi. “ Neco bu” dedi, benden çok onu severdi. Kıskanmıyor

kendisi eskisi gibi filinta Mesut da, bir de kalkmış bana korkuluğuna dayanmış, bize bakıyordu. Mesut karısına “bizim mahallemizin eski demirbaşlarından… Annem değildim hani…”

Kolumdan tuttu, çekeleyerek zorla eve sokmaya çalıştı. Kolumu kurtarmaya çalıştımsa da başarılı olamadım. “Bırakmam, boşuna debelenme” dedi, “otuz beş yılın hesabını soracam sana. Bunca yıl ne arayıp sordun ne de bir haber saldın ?” Yukarı kata çıkan merdivenlerin başında Ümmühan Abla’yı gördüm. Yaşlılıktan ötürü beli bükülmüş, vücudu küçülmüş ve saçları yok denecek kadar azalmıştı. Gelini yanına geldi, sessizce durdu. Elindeki bastonuna yaslanmış, gülümsüyordu. “Neco’m, gerçekten sen misin?” dedi, yaşlı, boğuk bir sesle. Basamakları birer-ikişer hızlı adımlarla çıktım. Nefes nefese kalmıştım. “He ya Ümmühan Abla, benim ben” dedim nasırlı ellerine sarıldım. “Azıcık boynunu eğ de yanaklarından öpeyim” dedi bana. Dizlerimin üzerine çöktüm. Bir çocuk gibi sarıldı bana. Saçlarımı kokladı. “Neco’m” dedi, “mahallede bir biz kaldık. Herkes ya taşındı, ya da göçüp gitti bu dünyadan. “Ağlamaya başladı. Gelini de sessizce ağlıyordu. Yeniden sarıldı bana. Öptü, yüzümü okşadı. “Biliyor musun sen eski mahallemizin insanları gibi toprak toprak kokuyorsun” dedi, “nerde şimdi o insanlar? Toprak bile kalmadı, her yer betonlaştı” diye hayıflanıp durdu. Dayanamadı bayılır gibi oldu. Onu bir küçük çocuğu taşır gibi kucakladım, salondaki kanepenin üzerine sarsmadan bıraktım. Yanağından öptüm. “Ah benim güzel Ümmühan Ablam, ah “dedim kederle, “bir başına kaldım bu dünyada; her yanım beton benim…” Kızaran gözlerimden bir damla yaş yanaklarımdan aşağıya doğru süzülmeye başladı, oradan da yüreğime aktı…"

NECMETTİN YALÇINKAYA EN SON BAŞLANGICI BULMAK Kafamızda belirlenen gelecek olan yıl, bize doğru yönetilen aktif bir sistemdir. Bilincimizi, aklımızı ve mantığımızla birlikte umutların arasında yansıtılan hayatı sunar. Kendi yollarımızı belirleyen, çizgilerimizi oluşturur. Dönen dünyanın yarattığı döngünün ışığında, görülen bedeni ve görülmeyen ruhu canlandırır. İnsan olmanın yapısallığı, eline alınan bir güç sayesinde, galaksinin derinlerinde haklarını yönlendirir. Yeni yılın içinde saklanan, yolun bilincinde oluşan hisler, mahkum edilir. İnsanın duygularıyla yaratılan edebiyat, düşüncelerimizin haddini yansıtır. Sonuçlanan galibiyetimiz ile başlangıç için savaşılır. Yazmak, şuan itibariyle bir başlangıçtır. Ama anlatmak, en son başlangıcı kendimizde bulmaktır.

BEGÜMHAN VARLIK


Sayfa 23

SEHPADAKİLER sordu darağacı kaç yaşındasın çocuk ve neden yanmaktadır gözlerin çakmak çakmak düşündü darağacı neden koşarak gelirler bana hep nereden alırlar bilmem bu yürekleri mangal sordu yağlı ip titremez mi elleriniz hiç beni geçirirken boynunuza bu yiğitlik kimlerden kalıt düşündü yağlı ip ne denli çoklar bu çocuklar neden tükenmezler acep ve şimdi de Erdal diye bir on yedilik sordu iskemle nereden öğrendiniz böyle dimdik durmayı ölüme giderken dudağınızda bir alay gülücük düşündü iskemle güneş neden doğar her gün yeniden ve kovar tan yerlerini durmadan.

A.UĞUR OLGAR


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

FUKARA güvercin kanadı dileklerimle beklerim seni elde kalan kırık dökük anları kır pazarına çıkartsam kimse dönüp bakmaz bile ay karası gece bir yıldız düşür önüme şehir yokuşları dizlerimden ince süyüm çekilir canım dikiş izine hasret gider balık sırtı kumaşın havları denizlerin atlası üç kilim deseni daha dökmemiş yaprağını yazını kışına sürükleyen dere gök gürültülü geçer bütün gece yol arkadaşlığımız olsun düşün duvarına yazılan sözler bizi çok yordu şu dünyanın çıkmazları öbür tarafın adamı çok ama hepsi birbirinden fukara

MEHMET RAYMAN


Sayfa 25

TIRAŞ OLMUŞ BİR ÖLÜYLE SELAMLAŞIR MI BİR KENT

Bir sevdanın alın yazısı kaç göz boncuğuna sığar Kim alır bir türkünün içinden kahır sözcüğünü Tıraş olmuş bir ölüyle selamlaşır mı bir kent sabah sabah Sokaklara pimi çekilmiş zebaniler salıp gülleri topladılar pencerelerden On yedi kimin uğurlu sayısıdır 13 Aralık hangi kıyametin tarihi Telgraf tellerine konan bir kuş gibi durmaz insan - işlevi öyle olsa da Boynundan sıkan bir iple sallanırken havada Korku dolu bir orta çağ resmi değildir o Bir sevda karanfile dönüşebilir Aylardan aralıksa Aynasında sen suretli bir çocuktur merhaba Erdal Eren adında

BÜLENT AYDINEL


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

"SENİ BAĞIŞLIYORUM!“ Gülefer Cambaz Savran

“Sil baştan demek lazım" diyor radyodan şarkıyı söyleyen kadın. Yanık sesi ruhumun en derinlerinde kabuk tutmaz yaramı kanatır sanki. Canım çok yanıyor. İç sesim durmaz konuşurken, kirpik uçlarımda birer kurşun gibi duruyor gözyaşlarım. Biliyorum, birazdan göğsüme dökülüp vuracaklar beni. Bu duygunun pişmanlık mı yoksa kırgınlık mı olduğunu adlandıramıyorum... Ani bir kararla askıda olan ceketimi alarak kendimi sokağa attım. Dışarıda sonbaharın bütün hüznü hâkim. Sarı yapraklar yol boyunca birikmiş, temizlik görevlileri ellerindeki çalı süpürgeleriyle çöp bidonlarına dolduruyor onları. Gökyüzünü kaplayan kara bulutlar birkaç saate kadar yağacak yağmurun habercisi… Böyle bir havada onun olduğu yere gitmem pek akıl işi değildi; ama bunu bugün yapmazsam bir daha yapabileceğimden emin değilim. Bir daha kendimde bu cesareti bulamayabilirim. Yılların bütün acıları iyileştireceğini düşünürdüm, fakat içimde her geçen gün çoğalan bu acıya son zamanlarda dayanamıyorum.


Sayfa 27 Uzun süredir kimi görsem ona benzetiyorum Mesela," Özledin mi?” diye soruyorum içimdeki küçük çocuğa. Sonra dönüp kızıyorum. “Özleme sakın, özlemeyecektin hani öyle söz vermiştin kendine" Yine de son zamanlarda o kadar çok aklıma geliyor ki geceleri uyumayı sevmez oldum. Düşlerime geliyor sık sık "Gel” diyor, “Bir şey konuşmalıyız seninle"... Omuzlarımı silkerek "Hayır” diyorum, ”Ben sana çok kırgınım", boynunu bükerek gidiyor sonra. Yanımdan hızla geçen taksiyi elimi kaldırarak durdurdum. Taksi şoförüne gideceğim yeri söylerken aynadan yüzüme "Kadın başına orada ne işin var?" der gibi baktığını gördüm. Olduğu yer şehrin oldukça dışında, tekin bir yer değil, biliyorum; yalnız gitmek de pek doğru değil ama yanımda kimsenin olmasını da istemiyorum. Bayramlar ve özel günler dışında oraların çok kalabalık olduğunu görmek mümkün olmaz "Sonbahar erken geldi “dedi taksinin şoförü. "Evet" dedim. Onunla konuşmak istemiyordum ,o konuşmasına devam ediyordu. "Birazdan yağmur başlar sizi dönüşünüz için bekleyeyim mi? oradan sık araç geçmez zor durumda kalmayın. " Cevap vermedim. İçimde derin bir sızı aklımda yıllardır sormak istediğim sorularım. Bütün vücudumun titrediğini hissedebiliyordum. Şoför de fark etmiş olmalıydı ki, “Dilerseniz klimayı açabilirim" dedi. "Buna gerek yok "dedim. Sessizlik istiyordum. İç sesim zaten durmadan konuşuyordu. Küçük bir kız çocuğu karanlık odaların içinde yediği dayağın acısını unutarak, sadece korktuğu karanlıktan onu çıkarması için babasına yalvarıyordu. "Lütfen beni buradan çıkar, çok korkuyorum, söz veriyorum bir daha yapmayacağım, ." ""Bir daha yapmayacağım " yüksek sesle söylemiş olmalıydım son sözcüğü şoförün "Efendim" dediğini duyduğumda "Yok bir şey" dedim utanarak. Ücretini uzatırken adam tekrar etti: "Sizi bekleyeyim mi?" "Hayır " dedim öfkeyle, ısrarcı tutumu canımı sıkmıştı. Büyük devasa kapının önünde durup üzerinde yer yer silinmiş yazıya baktım "KOKLUCA MEZARLIĞI" yazıyordu. Buradaydı işte bulunduğu yer. Uzun yıllar önce getirip gömmüştük; bir kere gelmiştim ziyaretine. Bir daha da hiç uğramamıştım, olduğu yeri bulabilir miydim, emin değildim. Bu büyük yaşlı çam ağaçlarına uzaktan bakıldığında burayı herkesin zevkle gezebileceği bir ormanlık alan gibi gösteriyorken, içeri girildiğinde insanın içini tarifsiz bir hüzün kaplıyor. Adımlarımı ağırdan alıp sakinleşmeye çalışıyordum. Yanından geçtiğim mezar taşlarının üzerindeki yazıları zihnimi dağıtsın diye okumaya başladım. Yazılar orada yatanlar hakkında kısa bilgiler ve övgülerle doluydu. Ne garip hiç kötüler


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı ölmemiş, nedense bütün ölenler iyiydi. Kiminin sevgili annesi, kiminin babası, kardeşi, sevgilisi… ‘Ne çok ölmüşler’ diye düşündüm. Aklıma Maupassant’ın bir öyküsü geldi. Gece olunca bu mezar taşlarındaki yazılar aslında gerçekte bu kişilerin kim olduklarını öyküdeki gibi yazacak mıydı? Yokuş yukarı doğru çıkarken nefesimin sıklaştığını hissediyordum. Yine o ses "Korkuyor musun? ondan "dedi. "Hayır, korkmuyorum büyüdüm ben artık " dedim. Etrafta hiç kimse yok, üstelik aradığım yeri de bulamadım. Geri dönmeliyim galiba hastalanacağım. Nefesim sıklaşıp kalbim hızla atıyor, birazdan kriz geçireceğim burada ve beni kimse görmeyecek. Üzeri çalılarla kaplı ve paslı, demir kafesle çevrili mezarı, mermer büyük mezarların arasında zorlukla gördüm. Üzerinde asılı demir tabela yamulmuş, yer yer silinen harflerle yazılan ismi zor bela okudum. Bacaklarımı yırtan dikenlere aldırmadan yanına gittim. İşte oradaydı, sanırım uzun süre kimseler de uğramamıştı yanına. Gökyüzü daha da kararmış, göçmen kuşlar çığlıklar atarak üzerimden uçup gidiyorlardı. Uzaklardan saksağanların cıkardığı sesler yankılanıp tekrar bana doğru geliyordu. Esen rüzgâr mezarların üzerindeki kuru otları diğer mezarların üzerinden sürükleyip uzaklara götürüyordu. Başım dönüyor, kalbim sıkışıyor. Kahretsin krizim tuttu, çıkarken alıçlarımı da içmedim nefes alamıyorum, nefes alamıyorum... *** Omuzlarımdan tutmuş iki kocaman el beni sarsıyordu. "Hadi ayağa kalk!" Birkaç defa denediysem de beceremedim olduğum yerde debelenip duruyordum. Biraz şaşkınlık, çok fazla heyecandan ayaklarımın üzerinde durmam mümkün olmuyordu. Çaresiz yanıma oturmak zorunda kaldı, sırtımızı yer yer kenarları dökülmüş mezara dayayarak oturduk. Hiç konuşmadan birbirimizin yüzüne baktık bir süre. Sessizliği ilk o bozdu. "Kırgın mısın hâlâ? " dedi. Sustum. Sözlerine devam ediyordu: "Geçmişi değiştiremeyiz değil mi? " Gözlerimi yerden kaldırmıyordum. Mezar taşlarının üzerine yapışmış, kurumuş salyangoz kabuklarına bakıyordum manasız. "Hiçbir şey değiştiremem biliyorum. Bunu kendin için yapmalısın ve artık mutlu olmaya çalışmalısın Araf’ta kaldık ikimiz de" *** Bütün çocukluğum ve gençliğim kavgalarımızla geçti babamla. Ben onun beni anlamadığına yanardım. O benim asiliğime kızardı. Genelde bütün konuşmalarımız kavgayla biter ve ben


Sayfa 29 yüzüme yediğim kocaman tokatla susmak zorunda kalırdım. O gün merdivenlerden yukarı çıkarken sessizlik beni çok tedirgin ettirmişti. Dışarı kapısı ardına kadar açıktı. Koridordan geçip oturma odasına geçmek üzereyken karşılaştık Salonun orta yerinde uzanmış, bana bakıyordu. Hipnoz olmuş gibi birbirimize baktık bir süre. Gözlerini benden alamıyordu. Kalabalıktan bir çığlık koptu. Annem: "Öldü, öldü!" diye bağırdı. Amcam oturduğu koltuktan yere inerek dizlerinin üzerine çöktü, nefesini kontrol etti. 0 hâlâ bana bakmaya devam ediyordu. Işıksız " evet ölmüş." dedi , babamın açık gözlerini elleriyle kapatarak. Annem acıyla üzerine kapandı babamın. Halam annemi kucaklayıp koltuğa oturttu, daha sonra başındaki tülbentti çıkarıp babamın çenesini bağladı. Ellerini göğsünün üzerinde birleştirip, üzerini bir çarşafla örttüler. Odanın içinde bir feryat koptu ve annemin sesi bütün sokağı sardı. Komşular koşup geldiler. Ben eşikte öylece donakalmıştım. Banyoya gidip elbiselerimle duşun altına girdim, nefes alamıyordum. İçimde bir çocuk bağırıyordu: “Ağlamayacaksın! Ağlamayacaksın!” En son kavgamız yedi yıl önce olmuştu; kapıyı çekip çıkarken arkamdan bağırdığını duyabiliyordum: "Ölümüme bile gelmeyeceksin!” diyordu öfkeli. Kararlıydım artık ölüsüne bile gitmeyecektim aksi huysuz adamın. Yıllarca uğramadım yanına o günden sonra . Defalarca haber gönderdi daha sonra. “Gelsin” diyormuş, “görmek istiyorum onu.” Önce amcam geldi. “Olmaz!” dedim. Ardından halam… Sonunda ikna olmuştum. Uzun zaman olmuştu karşılaşmayalı. Odanın içinde onu beklerken heyecandan öleceğimi sanıyordum. Koridorda ayak sesleri duyduğumda yerimde duramıyordum . Kapıdan içeri girdiğimde şaşırdım. Elinde bastonu vardı, yürümekte zorlanıyordu. Omuzları çökmüş, çok zayıflamıştı. ‘Ne kadar da yaşlanmış’ diye düşündüm. Boğazımda kocaman bir düğüm, içimde bir acıma duygusu, ona olan kırgınlığım o an geçmişti. İki gün sonra tekrar aradı annem. "Mutlaka gelmelisin" dedi, "Baban çok hasta. Bütün gece seni sayıkladı. Konuşacakları varmış seninle" "Olur” dedim. Ertesi gün iş çıkışı yanına gittim. Bu defa karşısına geçecek, onunla konuşacaktım. Sorularım vardı. Bu defa mutlaka cevaplarını alacaktım. Kapının zilini çaldım, annem açtı kapıyı. “Geç içeri geliyorum” dedi ve mutfağa gitti. Babam pencere kenarındaki yatağında... Yattığı yerden gökyüzüne bakıyordu. "Baba” diye seslendim. Bana dönerek gülümsedi, yıllar olmuştu bana bu kadar güzel gülmemişti. Uzattığı elini öptüm. "Hoş geldin” dedi.


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı "Hoş bulduk” "Kimsin sen?" Şaşırdım. “Benim, Bahar." "Kimin kızısın, baban ne iş yapıyor? " Dedi. Gözleri bir yabancıya bakıyordu. "Senin kızınım" diyecektim, diyemedim. Boğazımda kocaman bir düğüm. "Beni hatırlamıyor" dedim birazdan yanıma gelen anneme zaten beni hiç hatırlamadı!" Hızla orada uzaklaşırken annem arkamdan bağırıyordu: “Nereye böyle, otur sakinleş biraz hastalanacaksın yine…” Yüzüme nerden geldiğini anlayamadığım suyla irkildim. Gözlerimi açtığımda yağmur yağıyordu. Demek rahatsızlanmış ve bayılmıştım. Orada ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum. Aşağıda gelen sese doğru baktım; yeni ölen biri için mezar kazılıyordu, üst ümü başımı düzelttim bir süre önümde duran mezar taşına baktım. Ve yüksek sesle bağırmaya başladım: "Seni bağışlıyorum!" Üzerimde asırlardır taşıdığım bir yükten kurtulmuş gibi kendimi özgür hissediyordum artık. Ceketimin yakalarını kaldırdım, şiddetlenen yağmurla birlikte yokuş aşağı yürüdüm. Gökyüzü büt ün şiddeti ile yağıyordu ve ben içimde tanımsız bir duyguyla ağlıyordum ama ardımda bütün öfkemi kırgınlığımı da bıraktım.

GÜLEFER CAMBAZ SAVRAN


Sayfa 31

TUZU EKSİK BİR TER sabrın yarası bu o kadar çoğaldı ki cephe kanatmış zamanı üstünde uzak yakın kıtalararası rengi koyu kahverengi ortadoğu boya cıla gırla göz göze gelmeye korkuyor tanrılar kendi dünyasını yaratmış birileri eski uygarlıklar bahane insanlar gözleri renkli camda karanlığa kurulmuş ne varsa sabahı akşam akşamı sabah ediyor oynanan saklabaç oyunu her yanı karakış yıkılan dünyanın gülşeni medya telaşımız diken olmuş yaşama bakarken soluyor güller okunan dudaklar tuzu eksik bir ter ne varsa anlık yanında suskuların dokuz ayı yok hiç bir şeyin koruma orduları içinde yalnızlıklar evler cami avlusu sokaklar çığlık değil kemiği kemiğinde buz ipinden boşanmış sürü gece ayazına çiy uğraş sanıyorlar arafa yakın bir değil binlerce içki sofralarında hırı gürü elma dişlemekten bi haber cennetlik yavrularımız atı ayrı herkesin aşan aşana üsküdar'ı saklamak gereksiz yazarlar kırmızıyı seviyor imlasız her şey aşk dediğin gece işi paktlardan ölüm oyuncakları alev aldı mı apış arası kadavrada kalan ruh yaşamalı şehveti arıyor tenini ne boykotu ne grevi mevsimden mevsime bir garabet düzeninde yeni dünyanın sığmıyor miğfere ferhatlar ne ki kutsalım bu diyor aklında üç beş dize varoş camları kirli utanç aklı feodal fabrikalar korku töresi can evinde gerek yok çıldırmaya kirli üç beş tel sakal herkes asgariyi yaşıyor ağlaması gülmesi yapmacık yan yana takke ve cüzdan hepsi plastik bir avuç tuz gibi yazgı çizgi sayılır avuç içi fal sazını asmış ozanlar çoğu mahsun toprak ölüme alışıyor

BEKİR KOÇAK


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

GÖZ GÖZE

Akışkan suların aynasında Bakışırken göz göze Kaç kez değiştirdi Yüzümüz giysisini Ölüm ayrılmak mı aynadaki yansıdan Yaşam gerçeğinin çiçeği mi sararıp solan

HASİBE AYTEN


Sayfa 33

ETHEM SARISÜLÜK Kan düştü toprağa Namlu yakın iki metre Mezar derin iki metre İsviçre bankalarına doldurmuş Bir baba yığmış gemileri. Bir baba yüreği altın, elleri altın Hakkını almamış, Haksızlık olmasın diye Emekli aylığı kalmış sandıkta Herkesin attığını toplamış Yememiş haram içmemiş haram. Haramın mermisi dört metre Hak kanamış yüzünde Ethem'im Karanfil ayrılığı toprağa selam Hak haram, su haram Hakkını sormayan hakka. Ağrım büyük yaram kanıyor Mezara kan düştü Mezar iki metre Namlu dört metre. Kandan saraylar boyanmış altınla Kemikler bulutları emziriyor, Kör memeler kalem kırıyor Yetimler hesap soruyor. Hak haram, su haram Hakkını sormayan hakka. Bir baba yoksulluğu giyinmiş Vazgeçmiş elindekinden. Bir baba altın gemileri giyinmiş Vazgeçmiyor ellerin olandan.

MUSTAFA SÖYLEMEZ


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

YUMURTA Özlem KESKİN - Gaç dene yımırta büşüdün? - Bırak şindi. - Nine bişey demicin ki. İsdeyon demedim. Yisin amcam. - İyi gızım, büşürüvörü anaız yirsiniz. - Ne zaman büşürüvörü. Satmayasun sanki. - Belaı versin. A gız kokünü mü satıyon. - Orda başgası da va mı. - Vardu. - Başgasına da verecek mi - Yahu bırak şindi yımırtayı. - Nidiye amcam orda. - Nidecek yatıya. - Niye yatıya. - Yaturuyorla. - Niye yaturuyorla. N e gada yatacak. -Emme ba bak ağzını dağıdacın şindi. - Aman iyi be… Deli bir sonbahardaydı zaman. Şehir nemini kurutmuş, salınıyordu rüzgârda. Deniz dingin, yapraklar savruktu. Okullar açılmıştı. Hava silgi kokuyordu. Bütün yollar; okul yolu… Okullu çocukların arasından sıyrılıp beklemekte olan insan birikintisine aktılar nine, kız. Az önce kapışsalar da el ele tutuştular beklerken. Her kafadan bin sesin çıktığı birikintilerinde hiç konuşmuyorlardı. Yalnızca nine arada “selamin aliykim” diyordu. Çoğu zaman yanıtsız kalıyordu. Neyse ki kız bunun havada başıboş bırakılmış bir selam olduğunun farkında değildi. Ninesi bu cümleyi her kurduğunda utangaç bir gülümsemeyle arkasına saklanıyordu. Birkaç tane sözcüğü vardı konuşmak için. Tanımadıklarıyla konuşmaya hiç yoktu. Susuyorlardı. Onların dışında susanlarda vardı. Bir kenara çekilip bekleyen kadınlar. Yerden taş, havadan kuş sayanlar… Ve bolca konuşanlar vardı. Onlar çok can yakıcıydılar. Salıvermişlerdi seslerini; fısıltı sanıyorlardı.


Sayfa 35

- Gaç dene yımırta büşüdün? - Bırak şindi. - Nine bişey demicin ki. İsdeyon demedim. Yisin amcam. - İyi gızım, büşürüvörü anaız yirsiniz. - Ne zaman büşürüvörü. Satmayasun sanki. - Belaı versin. A gız kokünü mü satıyon. - Orda başgası da va mı. - Vardu. - Başgasına da verecek mi - Yahu bırak şindi yımırtayı. - Nidiye amcam orda. - Nidecek yatıya. - Niye yatıya. - Yaturuyorla. - Niye yaturuyorla. N e gada yatacak. - Emme ba bak ağzını dağıdacın şindi. - Aman iyi be… Deli bir sonbahardaydı zaman. Şehir nemini kurutmuş, salınıyordu rüzgârda. Deniz dingin, yapraklar savruktu. Okullar açılmıştı. Hava silgi kokuyordu. Bütün yollar; okul yolu… Okullu çocukların arasından sıyrılıp beklemekte olan insan birikintisine aktılar nine, kız. Az önce kapışsalar da el ele tutuştular beklerken. Her kafadan bin sesin çıktığı birikintilerinde hiç konuşmuyorlardı. Yalnızca nine arada “selamin aliykim” diyordu. Çoğu zaman yanıtsız kalıyordu. Neyse ki kız bunun havada başıboş bırakılmış bir selam olduğunun farkında değildi. Ninesi bu cümleyi her kurduğunda utangaç bir gülümsemeyle arkasına saklanıyordu. Birkaç tane sözcüğü vardı konuşmak için. Tanımadıklarıyla konuşmaya hiç yoktu. Susuyorlardı. Onların dışında susanlarda vardı. Bir kenara çekilip bekleyen kadınlar. Yerden taş, havadan kuş sayanlar… Ve bolca konuşanlar vardı. Onlar çok can yakıcıydılar. Salıvermişlerdi seslerini; fısıltı sanıyorlardı. - Şu garının oğlanı anarşiye garışmış. Burada yatıyamuş.bak ona bakma gelmiş. - Aman allah gorusun. Uşamız devşimiz va. Ortalığı garuştudula. Kız bilmiyordu; anarşist, ne demek. İşin aslı; nine de bilmiyordu. Ninenin bildiği; bu anarşist dedikleri başta oturup, gençleri birbirine kırdıranlardan daha kötü olamazdı. Emindi nine; buradaki insan yığınının hiçbir şeyine göz dikmemişti oğlu. Namusluydu. Kızın bildiği; iyiydi amcası. Diş fırçası, macunu bile vardı. Ondan öğrenmişti dişlerini fırçalamayı. Onu özleyince dişlerini fırçalardı. Her zaman değil ama, özleyince.


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

- Gaç dene yımırta büşüdün? - Bırak şindi. - Nine bişey demicin ki. İsdeyon demedim. Yisin amcam. - İyi gızım, büşürüvörü anaız yirsiniz. - Ne zaman büşürüvörü. Satmayasun sanki. - Belaı versin. A gız kokünü mü satıyon. - Orda başgası da va mı. - Vardu. - Başgasına da verecek mi - Yahu bırak şindi yımırtayı. - Nidiye amcam orda. - Nidecek yatıya. - Niye yatıya. - Yaturuyorla. - Niye yaturuyorla. Ne gada yatacak. - Emme ba bak ağzını dağıdacın şindi. - Aman iyi be… Deli bir sonbahardaydı zaman. Şehir nemini kurutmuş, salınıyordu rüzgârda. Deniz dingin, yapraklar savruktu. Okullar açılmıştı. Hava silgi kokuyordu. Bütün yollar; okul yolu… Okullu çocukların arasından sıyrılıp beklemekte olan insan birikintisine aktılar nine, kız. Az önce kapışsalar da el ele tutuştular beklerken. Her kafadan bin sesin çıktığı birikintilerinde hiç konuşmuyorlardı. Yalnızca nine arada “selamin aliykim” diyordu. Çoğu zaman yanıtsız kalıyordu. Neyse ki kız bunun havada başıboş bırakılmış bir selam olduğunun farkında değildi. Ninesi bu cümleyi her kurduğunda utangaç bir gülümsemeyle arkasına saklanıyordu. Birkaç tane sözcüğü vardı konuşmak için. Tanımadıklarıyla konuşmaya hiç yoktu. Susuyorlardı. Onların dışında susanlarda vardı. Bir kenara çekilip bekleyen kadınlar. Yerden taş, havadan kuş sayanlar… Ve bolca konuşanlar vardı. Onlar çok can yakıcıydılar. Salıvermişlerdi seslerini; fısıltı sanıyorlardı. - Şu garının oğlanı anarşiye garışmış. Burada yatıyamuş.bak ona bakma gelmiş. - Aman allah gorusun. Uşamız devşimiz va. Ortalığı garuştudula. Kız bilmiyordu; anarşist, ne demek. İşin aslı; nine de bilmiyordu. Ninenin bildiği; bu anarşist dedikleri başta oturup, gençleri birbirine kırdıranlardan daha kötü olamazdı. Emindi nine; buradaki insan yığınının hiçbir şeyine göz dikmemişti oğlu. Namusluydu. Kızın bildiği; iyiydi amcası. Diş fırçası, macunu bile vardı. Ondan öğrenmişti dişlerini fırçalamayı. Onu özleyince dişlerini fırçalardı. Her zaman değil ama, özleyince. Hem parmakların ardındaki adam her ne olursa olsun onu görmek istiyorlardı. Hatta


Sayfa 37

haşlanmış yumurtaları ona vermek. Yiyip, mutlu olduğunu bilmek… Çünkü nine ve kız için mutluluk, yumurtayla tarif edilebilecek kadar küçüktü. Ya da o kadar büyük diyelim. Bir an önce ulaşmak istiyordu kız merdivenlerin tepesindeki tel örgülü kapıya. “Geri dur.” diyordu sürekli nine. İtişerek geçti zaman. Herkes görüp gitti yakınını. Öteki anarşistlerin anaları kaldı. Bir de nine, kız… Kaçının çantasında haşlanmış yumurta vardı bilinmez. Sıraları geldiğinde yine el ele çıktılar merdivenleri. Şimdiye dek gördüğü en büyük kafese şaşkınla bakıyordu kız. Tarlalarda büyüttüğü oğlunun tıkıldığı deliğe daralıyordu nine. Tel örgülerin ardından gülümseyerek belirdi adam. Belki de bunu sadece onlar yapabiliyordu. O dönem anarşistle tanımlananlar. Bir tek onlar fırlatabiliyorlardı gülüşlerini parmaklıkların ardından. Kız hemen yakaladı az önce fırlatılmış gülüşü. Öptü ve gülümsedi karşılığında. - Amca sa yımırta götüdük. Nerden verecüz? - Sen yersin canım onları. Almazlar içeri. Yumurta bir çocuğu ancak bu kadar acıtabilirdi. Nine bu yaradan habersiz gözlerini kocaman açmış söyleniyordu: “Terbüyesüzlük etme.” Neydi şimdi terbiyesizlik? Kimdi terbiyesizlik yapan? Yok değildi terbiyesizlik, vardı. Hem de kocamandı. Belki de nine, kızı haşlanmış yumurtalarla sevgili bir cana tellerin dışından bakmaya tutuklamaktı. Terbiyesizlik yumurtadan korkmaktı. O gün; yumurtanın acıttığı yer, ancak yıllar sonra, kız terbiyesizliği arayıp bulduğunda sızlamayacaktı. Süre azıcıktı. Amcayı kafeste bırakıp indiler merdivenleri. - Nine yımırtaları almadıla. - İyi yirsin pis bozuna. - Yicin demedim. Nine, kız dalaşarak yürüdüler. Ama bırakmadılar ellerini. İkisinin de taşıdığı aynı yaraydı. Bıraksalar ellerini; birbirlerinin yarasına değeceklerdi. Bırakmadılar. Öyle hızlı gittiler ki evlerine; arkalarından sonbahar bakıp, kaldı… Biliyorum; silik bu öykü. Seksenlerin ortaları. Kahramanların sırtında postal izleri… Okuduktan sonra yıkayın ellerinizi. Denedim kaç kere; rutubetli kafes ve haşlanmış yumurta kokusu siniyor. İncecik bir kan sızıyor köşesinden. Bir de tutuklanmış gülmek… O kız mı? Artık hiç yumurta yemiyor. Çok cezaevi gördü sonra; teknolojinin tutsaklığı taçlandırdığı çok cezaevi. Hatta yıllar sonra başka bir ziyarette sütyen telini bile dışarıda bırakmak zorunda bırakıldığı onur kırıcı aramada dahi yumurtalarını dışarıda bıraktığı kadar yanmadı.


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

Ve artık dilin bütün sözcükleriyle, konuşmayı beceremediği o günlere inat dilediğince oynuyor. Yap, boz öyküler kuruyor. İçine gülümsemeler katıyor. Cezaevlerinde de okunuyor öyküleri. Tanımadığı tutsaklara mektuplar yazıyor. Kenarına yumurta sarısı iliştiriyor. Bir de eski İnebolu Cezaevi dahil insan eskiterek eskiyen tüm cezaevlerinin müze olmasını istiyor. Çocuk oyunları müzesi ya da çocuk kitapları… Sözü var kendine o zamandan; bu olduğunda, gidip, o tel örgülerin her karesine boncuk geçirecek dize dize… Ayrıca yanına bir İnebolulu bulursa; tadına vararak konuşabilir yine bir İnebolulu gibi keyifle… Ve isterse; bütün bu yazdıklarını silip, yalnızca: “Yara almıştık eylülden. Mutluluk tutukluydu. İçeri yumurta bile almıyorlardı. Elimizde yumurtalarla kanıyorduk dışarıdan.” der. Bir de dil çıkarır konuşamadığı tutsaklığa…

ÖZLEM KESKİN


Sayfa 39

YARASI SAĞALMIŞ BİR SAYIKLAMADIR ŞİİR Yarası sağalmış bir sayıklamadır şiir Kıyı kentlerini darmadağın eden Büyük fırtınalardan sonra yazılmış. Anlayamazsın acısını sıcakken Etine saplanan kurşun yarasının. Ölüm bile sonradan yazar kendi öyküsünü. Sağalır yavaş yavaş Açık yaraların Ve diner başında zonklayıp duran ağrı. Kalbin sıkışmadan geçebilirsin Bir mezarlığın kıyısından. Gözlerini kaçırmazsın artık Bir çift mavi gözden. Dalıp giderken uzaklara Yanı başında çiçeklendiğini görürsün birden ağaçların Derin bir nefes çekersin içine Yay gibi gerilir kolların Uzatıp koymak istersin kalbini Gökyüzüne güneş yerine Senin için durduğunu sandığın dünyanın Yeniden döndüğünü fark edersin bütün güzelliğiyle. Yarası sağalmış bir sayıklamadır şiir Dost mezarlarında Kızıl çiçekler açtıktan sonra yazılmış...

MELİH COŞKUN


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

GELECEKLER

Ufuk çizgisi daha öpmeden dağların doruklarını Gelecekler. İnsan boyu kar kaplasa da o yamaçları Kirpikleri buz tutarak İnecekler. Tel örgüler Karakollar Kalekollar göğe kadar yükselse de Bir ardıç ağacının kökleri gibi Dağı taşı toprağı delerek Gelecekler. "Ateşin saklı kalsın ocakta nazlı anam Çayın demde, Kulağın iyi tanır mavzer sesini Bir de beşikte memeye varmak isteyeni" Daha karışmadan Cudi'nin gözyaşları Dicle'ye Barut kokusu çıkmadan topraktan Düşmeden yola kefensiz çocuklar Gelecekler, biliyorum.

HAYDAR DOĞAN


Sayfa 41

YALNIZLIK NOTLARI gecenin söylediği kendini arıyor şimdi yorgun akşamların içinde sesini kaybetmiş bir şehir gözbebeklerimde demlenen gecenin sessiz soluğudur tenimde güz kırgınlığı bir hüzün… yaşama ağrısıdır bu bizi çocukça bir aldanışa boğan sevmek öyleyse tüm kötülüklerin belini kıran ve insan çok katmanlı bir yalnızlıktır kalbinde sonsuz sırlar taşıyan bilsinler isterim ki sır Ali’den sorulur insan umuttan!

MERİÇ AYDIN


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

ATEŞLE SINAMA BENİ Şimdi hangi rüzgârın uğultusundasın, Yorgun bu gözler daha kaç bulut taşır. Soluklandığım saçların şimdi bir urgan Avuçların mezar, Daraldığım yerdeyim. Mavisi olmayan Nebula gibi Tozdan zerreye bu yıkım. Magma kayması Yer yarılması Göğe cekilen okyanus gibi, Kurumuş nehir Tuzsuz ve susuz bir göl Arş'ın toprakla buluşması Küçülmüş Everest gibi Yokluğun... Şimdi tanrıların konuşsun Sustuğum yerdeyim!!

GÖKMEN SAMBUR


Sayfa 43

Tahir Elçi ve KENDİ masumumuz, KENDİ mazlumumuz

Vildan SEVİL

Canlı yayında, gözlerimizin önünde, Diyarbakır’da, Baro Başkanı Tahir Elçi, basın açıklamasında"Biz Diyarbakırlılar olarak Diyarbakır Barosu olarak tarihi değer ve eserlerimize insanlığın bin yıllık emeğine birikimine, bu kadim şehre sahip çıkalım. Biz buradan çağrı yapmak istiyoruz. Biz bu tarihi, birçok medeniyete beşiklik etmiş, ev sahipliği yapmış bu kadim bölgede, insanlığın bu ortak mekânında silah, çatışma, operasyon istemiyoruz. Savaşlar, çatışmalar, silahlar, operasyonlar bu alandan uzak olsun diyoruz.” dedi ve ensesinden girip sol gözünden çıkan tek kurşunla, koruma polisiyle birlikte katledildi. Ankara katliamı da canlı yayında izlenmişti. Artık kitle katliamları, cinayetler, tekbir getirip kafa kesmeler, işkenceler, ya canlı yayında ya da videolarla pervasızca teşhir ediliyor. Psikolojik bir saldırı. Efendimiz KORKU’ya çabucak boyun eğmemiz, sinmemiz, susmamız için. Tahir Elçi de ne İsa’ya ne de Musa’ya yarananlardanmış. İnsan hakları ve barış savunucusuymuş. Sorunlara silahlı savaşımlarla çözüm bulunamayacağını düşünenlerdenmiş. Doğal olarak da savaştan, kandan kimler medet umuyorsa hiçbirine yaranamayanlardan. Hrant Dink gibi. Hrant’ı da ne Ermeni Lobisi ne de Türkiye Cumhuriyeti devleti seviyordu. O da zulme, kana, emperyalist oyunlara ve işbirlikçilerine karşıydı. Adalet, özgürlük, barış istiyordu. Aydındı, saygındı Tahir Elçi gibi. Nitelikli ne çok aydınımız, değerimiz katledildi. Biz yaşlılar, bu iğrenç oyunu öyle çok seyrettik ki… Öyle çok canımız yandı ki… Artık bu tekere çomak sokmanın, “Dur” demenin, oyunu bozmanın zamanı gelmedi mi? Katilin-lerin amacı besbelli oysa. Bu coğrafyada istedikleri gibi sınırlar çizilene, tüm çıkarlarını elde edene kadar etnik, dinsel, mezhepsel ayrılıkları körüklemek, aynı toprakların insanlarını bölmek, düşmanlaştırmak… Tahir Elçi de bu amaçla katledildi. Bizlere gelince…


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı Yine yalnızca kendi mazlumumuz için mi gözyaşı dökeceğiz, ağıtlar söyleyeceğiz? Türkler Türklere, Kürtler Kürtlere, Aleviler Alevilere, Sünniler Sünnilere mi ağlayacak? Kime ağlayacağımıza siyasi, dini, etnik niteliğimiz, bunların önderleri mi karar verecek? Kendi aklımızı, kendi vicdanımızı dinlemeyi öğrenemeyecek miyiz? Cenazelerde, meydanlarda, sokaklarda “Kahrolsun şu ya da bu, hesabı sorulacak, kanı yerde kalmayacak” sloganları atarken gaza boğulacak, kurşunlanacak, yine başka cenazelere koşacak, yine gazla boğulup kurşunlanacak mıyız? Yalnızca KENDİ masumumuzun, KENDİ mazlumumuzun yanında, daha büyük düşmanlıkları kuşanıp saf mı tutacağız yine? Arkadaşlıklar, dostluklar, komşuluklar yine düşmanlıklara mı dönüşecek? Yine cinayetler, yaşam alanlarımızın tümüne yayılacak, sıradanlaşacak mı? Kimse kimseye güvenmeyecek, yalnızlaşıp can derdine mi düşeceğiz? Bu sırada hükümet timsah gözyaşları döküp “Geniş çaplı soruşturmalarını” (Çap, hep geniştir çünkü) yürütecek elbette. Muhalefet liderleri, kınama demeçleriyle, mecliste ıvır zıvır söylemleriyle, salı günlerinin değişmez kaderi, o boğucu grup toplantılarıyla müthiş(!) muhalefetlerini sürdürecekler. Onlardan medet mi umacağız yine? Peki ya katil-ler!... Katiller, iktidar, para, her türlü çıkar temelinde kurdukları bu kanlı oyunu sürdürecek mi sonsuza kadar? Katiller arada sırada hırlaşır gözükse de dostlukları, ortaklıkları adına kadeh, ayran tokuşturup işlerine devam edecekler mi yine? Her cinayette olduğu gibi sonuçta bu cinayetin de faili ya meçhul kalacak ya da bir, birkaç maşa yakalansa bile tetiği çektirenler gizlenecek, onlar yine masumu, mazlumu oynayacaklar mı? Hrant’ta ve diğer cinayetlerde olduğu gibi. Ben, tüm söylem ve yazılarımda, bu oyunu bozmanın ilk adımının, herkesin beynini, yüreğini düşmanlıklardan arındırmak olduğunu savunuyorum her zaman. Sakın ola artık hiç kimse, katledilen aydınların, saygın önderlerin etnisitesine, dinine mezhebine, hatta siyasal görüşüne göre saf tutmaya kalkıp da “Ama o da…..” ile başlayan, kendi işine geldiğince


Sayfa 45 “Yok devlet yaptı, yok PKK yaptı, yok şu yaptı bu yaptı” demesin, diyorum. Kimse gösterilen maşalara kanmasın artık. Çünkü sonuçta maşa, maşadır. Kim yaptıysa yaptı. Asıl katiller, ortaya çıkmayacaktır. Biz onları, bilgimizle, aklımızla, sağduyumuzla, vicdanımızla, ön yargılarımıza başkaldırarak tanıyabiliriz ancak. Tahir Elçi, Ape Musa, Vedat Aydın, Hrant, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Abdi İpekçi, Sivas, Maraş, Çorum, Ankara katliamındakiler, Roboski’dekiler, Reyhanlı ve Suruç’takiler, Gezi’deki yavrular, saymakla tükenmez nice cinayet, katliam… Katil-ler gizlenecek elbette ama katledilen BEN’im, BİZ’iz, bu toprakları yurt edinmiş, yönetmeyen herkes katlediliyor yavaş yavaş… Bu gerçeği hâlâ görmeyecek miyiz? O canlarımız, bir anda katlediliyor. Biz, yavaş yavaş… Düşmanlıklardan arınmayı beceremediğiz, gerçek katilleri görmemekte inat ettiğimiz sürece; SEN, BEN, O, BİZ, BİZLER… Yani yönetilenler… Hepimiz… KATLEDİLİYORUZ, KATLEDİLECEĞİZ. Çocuklarımız her gün, kimi üniformalı, kimi poşulu, dağlarda, şehirlerde birbirine kırdırılıyor. Ne dağlarımız ne de şehirlerimiz kalacak böyle giderse. Dağ taş mezar dolacak. Sağ kalanlar, Suriyeliler, Libyalılar gibi yer yurt arayacaklar ser sefil. Ben bir Türk’üm kardeşim Tahir Elçi. Hrant gibi, Uğur gibi, bu kanla sürdürülen düzenin diğer tüm kurbanları gibi sen ve koruma polisin de benim öz kardeşimsiniz. Onlar ve diğer yiğitlerimiz, aydınlarımız için çok ağladım, şimdi de senin, koruma polisin ve kendim için akıyor gözyaşlarım. Sen vurulup öldürüldün, ben ağır yaralandım yine. Belki senin katlinle öğreniriz, o kurşunun bize de sıkıldığını. Umut işte… Güle güle silaha, savaşa karşı savaşan, barışsever kardeşim, sevgiyle…

VİLDAN SEVİL


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

ZULÜM SALTANATINIZDA YAVER Gözlerinde finans tütünleri Bin yılı borçlanıyor insanlığa Kestane açarken yanıyor çınar ağacı Biz korkunuzdan bıktık diyor şiir Değişimin diyalektiğine gün doğarken

Kuzinede kalan küllerden Yüzüne kamuflaj çizer şiir

Bu şiir öldürülür bir gece vakti Cenazesi sürülür Bir yere gömülür belki

Bu bir cenaze merasimidir İhtilalsiz ölen bir şiire topyekun ağlanacaktır Meraklısına bildirilir

Zulüm saltanatınızda yaver Maltepe açıklarında patlayan bir semaver

Şair ki bazen-ama bazen- yalnızdır Siz yalnız bile olamazsınız

Şairler ki delidir Onları yakarken çay için İyi gelir

SEMA LALE


Sayfa

ERDAL EREN İÇİMİZDESİN...

ERDAL EREN içimizdesin... Susmak susamak kadar yakın değildir... Kuşları doğmuş umudun Kanat gibi yıldırım gibi Gürül gürül alaboralarda Açıldı nefesim yarınlara Bir parça ışık gibi Düştün aklıma Oysa Canım esirgemem senden Ve bu yürek... Bir ateş harmanı Bir bahar dalı Yürüyorum Uçurumun ucuna...

BURCU TÜRKER

47


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

VAY bilmez misin can dostum ne kadar yalnızsan o kadar özgür ne kadar özgürsen o kadar sancılı ve ne kadar sancılıysan o kadar kavgacı kavgasına belasına eyvallah yoksa siz sevdayı kavgasız günlere mi bırakmıştınız ya da tırnak içi sevdalar adına kavgadan mı kaçmıştınız vay olsun size

ÖZER GENÇ


Sayfa 49

FOTOĞRAFLAR VE İZDÜŞÜMLERİ Adnan DURMAZ

YIKILMA asla yıkılmayasın madem zulmün iktidarında devran gülüşlerin kıvrımında zaptiyeler dolaşırken gözlem altında başak işgal altında kınalı türkü işgal altında çift çubuk kara saban illegal bir türkü gibi yasaklı alaşafak davran ve onurun gönderinde dalgalandır çünkü kanlı bayrağımızdır yüzün bu sevdada ayak yarıklarının arasında bin yıl öncesinden emanet kıvılcımlar taşıyan adamlar kül altında saklanan kor ve çocuğunun başından bit kıran ana ki toprakla haldaştır bu eller


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı ağaç kökleriyle aynı türküye ışırlar karanlıkta onlara güven ve yıkılma zaman tekinsiz bir bakış gibi uzarken binlerce kez ırzına geçilen caddelerde hani arabalara el kaldıran güzel kız bizdendir tezgah arkasında iş bitirenler elleri gres yağına boyanmış işçi güneşi ekmek diye kırıp yer ya öğle arası kaderleri kara ile yazılmış kara karıncalar gibi işsizlik sokaklarında yoksulluğun söylemeye ar eder naçarlığa başını çarpan ana bizdendir bizdendir eti emeği teri peşkeş çekilen o büyük suskusunun altında çelik bir onur yükselir bütün orduların yenemediği ölümüne kara gecelerin en yıldızlı yerine asılan bizdendi bizdendi bitliste donan öğretmen bizdendi Beyazıt meydanında düşen ve Çanakkale içinde 350 bin can televizyonlar dolusu ağız dışkısı lânetlendi kaldırımlar işkencede katledileli al karanfil savaş gazileri dilenenden bu yana tükürdük bu düzenin yüzüne ve kurtuluş bayrakları kulpuna dikileli içki bardaklarının çocuklar karanlığa fidye olalı ve namus peşkeş çekileli ırz düşmanına onur dileneli el kapısında tak dedi gayri cana bıçak iliğe dayandı gayri sevdadır girdi kana kendi öz toprağında maraba altı okka yüreği beş paraya satılan sakın yıkılma ve dededen toruna ömrü ömre ekleyip sabır denkleyen sakın yıkılma ey çünkü dosta düşmana malum o dağlar yıkan yiğitliğini çünkü öfkeni silah yaptık biz


Sayfa 51

BEN AŞKI ORALARDA ESKİ BİR GÖMÜT KAPAĞINDA GÖRDÜM DE BİR GECEYARISI ÇILDIRAYAZDIM.... der Büyük Usta Hasan Hüseyin. Ben de bir gömüt taşında binlerce yıl önce nakşedilmiş bir gül kabartması görünce naçizane "KARA TAŞA AŞK NAKŞETTİM/ KÖR YÜREKLİ GÖRMEZ BENİ" demiştim.. İşte taşa binlerce yıl önce nakşedilmiş bir aşk... Aşık bile ölüyor ama aşk yaşıyor taşta... TAŞTA YAŞAYAN EN KADİM CANLIDIR AŞK...


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

Taşlar da unutur mu nakkaşların kalplerine dokuduğu aşkları—belki unutur.. Taşın da bir yaşamı ve ölümü var.. Ama onların unutulması yokoldukları anlamına gelmez.. Taş ölümlüdür ama aşk ölümsüz…


Sayfa 53

O güzel insanlardı.. Dam başlarına bacalarını her sonbahar yeniden yaparlardı.. Yeniden akan damlarına yuvak çekerlerdi.. Başka güler başka söyler başka bakarlardı.. O güzel adamlardı.. Her şeylerini yüzüstü bırakıp gidenlerdi.. Ve dönmeyenlerdi


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

O güzel insanların beş bin yıldır aynı malzemelerle yapılmış aynı planda evleri vardı.. Boşalan hanelerde dumansız bacalar ve artık çıra gaz lambası yanmayan geceler... O gecelerde evin unutamadığı kahkahalarla müzikleşmiş anılar kaldı...


Sayfa 55

Atalarının gömüt taşlarına benzer eğri ve küf bağlamış çoğu dökülmüş dişleri.. Öyle gülerlerdi arsızca.. Ar damarı çatlarcasına.. Gülüşler de susar düşler gibi.. Yankısı kalır sadece duyabilenlere yalnızca.. Biz aşkı sahibi ve anımsayanı kalmamış gömüt taşlarındaki yosunların yazdığı hikayelerden okumaya durduk.. Tam da bir gün.. geleceğimiz yerlerden birinde… Sonsuzun sesini dinledik silinmiş dizelerde…


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

O güzel kadınlar aşkla doğarlar ki, aşkla büyürler çocukluklarınca.. Genç kız gülüşleri aşkın ipeğinden nakşedilir inci dişli gülüşlerine.. Aşkı taşırla aşk kesildikleri erkeklere.. Tek sözcük etmeden konuşulan bir dille.. Ve onlar aşkla yaşlanır aşklarını da götürürler toprağa.. Bundandır belki bunca güzel olması çiçeklerin.. Yalnızca aynaları kalmışsa, işte o aynalar tanıktır aşklarının gizlerine.. Kendime bir ayna bulmalıyım mutlu aşkların anılarıyla yaşamaya parlamaya devam eden...


Sayfa 57

O güzel insanların yurdunda ıssızlıkla kolkola, hüzü dolaştık bu gün de.. İşte tam alnında BUYURUN yazan bir kutucuk ev.. Kapıya gelen insanlara sesleniyor orada kimse olmasa da bir zamanlar bu yapıyı yapanlar.. Şimdiyse, sanki insansızlıktan darmadağın olmuş, bir gelen olsun istiyor ve aynı yerden fısıldıyor… Buyurun… Çok daha önce bir ustanın taşa yonttuğu çiçekler, pencerenin üzerinde zamana meydan okuyor… Pencerenin kör gözüne tezek yığmış birileri… Hazin..


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

Pencere her insan topluluğu için önemli… Bu bakımdan en yoksul ev bile, ucuz ama iç dünyasının renkleriyle bezenmiş perdelerle kapatır… Yüreğe benzer bazan, yârin varsa penceren kapalı çiçekli basmalarla.. Binlerce türkü var pencerenin olduğu… Her insanın kapısı varsa nasıl penceresi de var.. İNSANIN KAÇ, PENCERESİ VAR YÜREĞİNDE, İÇİNİ IŞIKLARLA DOLDURMAK, DIŞARIYA IŞIKLAR SALMAK İÇİN; SEN ONA BAK. HEM HER YERLİ, HEM DE HİÇ BİR YERLİSİN; . EĞER ŞAİRSEN, İNSANİN VATANİ İNSANDIR BELLEMİŞSEN…. (Yazmıştım bir zaman...) Bozkırın bir yerlerinde, 2000 yıl önce Romalı bir ustanın yaptığı çiçek oymalı mermeri pencerenin başı üzre koymuş; ancak ondan sonra gelenler, kadrini bilmeyip tezeklerle doldurmuş pencereyi… Kalbinizin aydınlığının karanlığa yayıldığı ve dünyanın oradan içeri girdiği pencereleri değerbilmez ellere bırakırsanız, ahıra çevirirler… Bir daha sevecek yeri kalmaz.. Varın yıkın aşksa çıkıp giden gönül evinizden, sonrasına kalmasın bir şey…


Sayfa 59

Eğer yüreğinde aşk varsa, bazı topraklarda açmayabilir, direnir, kaya delmeye çalışır, aşkı bilmeyen bir çöl yüreğin bağrında aşk büyümez.. Kahrolur, yaralanır, paralanır… Aşkı bilen toprakta sonbaharda bile açabiliyor işte aşk… Bu gün ıssız bir mezarlıkta gülümsedi bana…


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

Baş yoldaşıyla, bir ömür geçirip, ay ışığında orakla ekin devşirdiler türküler çağırarak.. Onca çocuk büyüttüler yokluk yoksulluk aldı gitti uzaklara.. Sonra gitti baş yoldaşları gark oldu gara toprağa… Yürelerinden sevdikleri için, keselerine ve kisvelerine bakmadılar yârlerinin.. Sonra işte kaldılar yıkıntıların arasında yalnızca anılarıyla.. Anaydılar, yardiler.. Ulu çınarlarıydılar bu toprakların.. Nazımlar, Yılmaz Güneyler, Denizler, Mahirler onların yazgısını değiştirmenin kavgasını verdiler; Bu yüzden gönüllü gittiler mahpuslara zındanlara sürgünlere, ölümlere, asla pişman olmadılar.. Aşkın ve umudun çınarları yıkıntılar içinde bekliyor hâlâ…


Sayfa 61

GEL HA GAYRİ... MEŞE SELİM MOR BULUTUM SERÇE MASUMU GÖZLÜM BU BİR KAVAL KANAMASI ZAMANIN SİNESİNDEN SAĞILIR GELİR BİR KEDER BAHÇESİDİR... HER GÖNÜLE UÇ VERİR DE AÇAR BİR ZAMAN BİR MASAL BOHÇASIDIR BU YÜREK YÜREK DEĞİL ISSIZDA BİR KUYUNUN DELİK KOVASIDIR BERİ GEL ALLI TURNAM... TÜRKÜ GÜLÜŞLER TAŞISIN GÖZLERİN KENDİNDE BUL BENİ... SANA GEL... BANA GİT BU SEVDASINA YİTİK KARINCANIN ÖYKÜSÜDÜR AKIP GİDER DE ALLI TELLİ BU KIRAÇTA KOYUNLARIN KUKUSUDUR... BULUTLARIN KOKUSUDUR... SABAHIN KOKUSUDUR... AKŞAMIN TERİ GECENİN ELLERİDİR AKIP GİDER DE HAYAT... DOKUNUR TAŞA DOKUNUR ISLIĞA... ONU KAVİSLENDİRİR... KAYAYA GÜL OYAN SEVDADIR... VE BİZ GELİRİZ... BİR KAHIR... BİR ACI BİR HAY BİR HUY YAĞMA SOFRASI BİR ÖMRÜN HARİTASINDA TUTSAK GELDİĞİNİ BİLEMEDEN SEVDİK DE YAŞAMAYI... SEVDİK TENEKE BARAKALARI... KERPİÇ DAMLARI... YAĞMURDA AKAN EVLERDE SEVİŞTİK GECE KARANLIKTI


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı ANLAMADIK... ÇÖZEMEDİK... DOĞUŞTAN HASRETLİ BİR SUYDU İŞTE HAYAT VE ÖLDÜK GERİDE TÜRKÜLER BIRAKAN KARASEVDALARDA YANA YANA BİR GÜN BELKİ DE BOZKIRDAN KALKAN BİR TOZ HORTUMU OLUR DA DÜŞLERİMİZ SAVRULURUZ GÜNAHLARIMIZ SUÇLULUK DUYGULARIMIZLA BİR GÜN BELKİ ADAMI EŞKIYA DÜŞÜREN SEVDANIN TÜRKÜSÜNÜ BİR ÇOCUK GELİR DE SÖYLER YIKILMIŞ EVLERİMİZDEN KALAN SON TAŞIN ÜZERİNE OTURARAK BERİ GEL... BELKİ ZAMAN DA HİÇTİR HER NEYSE YAŞAMIN ANLAMI... ONUN EN GÜZEL ANDACI OLSUN Kİ AŞKIM SANA BÜTÜN CİDDİ ADAMLAR SULTANLAR ÖFKELER BAR BAR BAĞIRMALAR... BAŞINI TAŞLARA VURMALAR DA YOK OLACAK BİZ VARIZ ŞİMDİ... GEL DE GÖR SENİM İŞTE YOKLUĞUN... ÖMRÜMÜN GECESİDİR DAĞLAR DA AĞLAR... ASLINDA UZUN HAVALAR YANKILANIR YA AHINI ZAPTEDEMEYENİN ÇIĞLIĞI KESİLİR TAŞ OLUR DORUKLARINDA DAĞLAR DA AĞLAR BULUTLAR ÖPERKEN SAÇLARINI... GÜN HER BATIŞINDA KANATIRKEN YÜREĞİNİ TAŞLAR DA GÜLÜMSER... O EN ESKİ USTA AŞKI NAKŞEDERKEN BAĞRINA GÜLER TAŞ... HÜZÜNDEN BAKIŞLARINDA EĞİREREK SEVDAYI NE ZAMAN BİR KADIN KİLİM DOKUSA SEN BENİ ARAMAYA ÇIKARSIN YÜREĞİNİN GERGEFİNDE GÜL SAĞNAR GEL... ARTIK GEL SENSİZLİKTE DAĞLAR DA AĞLAR YIKILMIŞ SURLARIN ALTINDA KAÇ ÖMÜR RÜZGARA DÖNÜŞTÜ DAĞLARIN ARDINDA KAÇ SEVDA BULUT OLUP YAĞDI ÇÖLE FERHADIN YÜREĞİ SEBİL KÜLÜNGÜ SÖZ OLDU... BÜTÜN DİNLER KOVDU ONU YAĞMALANA YAĞMALANA GELDİM DE İŞTE ÖMÜRDÜ AZIĞIM... SERMAYEM YÜREK TAŞLANDIM SOKAKLARDA İBRETİ ALEM İÇİN SENSİZ GÖZLERİMİ SAÇTIM KARANLIĞA YILDIZLARDIR ŞİMDİ DAMITTIĞIM DÜŞLERİM EKŞİYİP ZEHİR OLDU YENİLGİLERDEN GELDİM-YORGUNUM ELLERİN YOK VE ZAMAN VE RÜZGAR GEL GAYRİ GEL YAŞAMAK SENİNLE BAŞLAR

FOTOĞRAFLAR VE METİNLER:

ADNAN DURMAZ


Sayfa 63

MAJİSKÜL DİLLİ CADDELER Bakıyorum da Caddeler artık sarkıtmıyor dilini Sanatçılar artık yaprakların altından Aniden fırlamıyor Palyaçolar resimlerde tutunamıyor... Kovulmuş bir sessizlik sırıtıyor kentin üstünde Baca diplerinde `illegal` kol geziyor Kurum kurum dökülüyor şöminelerden... Bir kadın Bileğindeki bileziklerin hırsıyla ağlıyor Çifter çifter geziyor sevgililer ama tek sıra Park ve Bahçeler Müdürlüğü`nün komutlarıyla Çifterli bir sıra selvi baş eğiyor... Komut alıyor biteviye Kundak bebeleri memeler tükürüyor Kadınlar birbirini dürtüp kollarıyla Annelerinin suratlarına Gösteriyorlar delikanlıyı Bir adam gözyaşlarını ceplerine dolduruyor Soruyorlar Gizli gizli ve sebepsiz yere... gördün mü ne yakışıklı ama... Bakıyorum da Kadınlık baldırlarına çimdikler atıyorlar sonra Tüm sakinleri kentin selam durmuş Bu izlere zaten yıllardır dostçasına.. Bakıyorum da Başıboş havlamıyor hiç bir köpek Eğitimli bir koro uluyor Şef başlarında havayı Değneğiyle dövüyor... Medeni köpekler bunlar Medeni kemikler yalıyorlar Ve arasıra ısırıyorlar da tabi... Bakıyorum da İçerdekilerin dışarı fırlayıvermesi Dışardakilerin içeri girmesi Manzara-i umûmi`ye bir değişiklik getirmeyecek Bakıyorum da Ceplerim ıslak ıslak...

ALİ HALDUN HAKMAN RESİM: CAMİLLE PİSARRO


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

BİLİNÇSİZ ANARŞİST seni sen yapan köklerine yok olur ayna tuttuğun ellerin ışığı yutan iskeletin bir yerlere kaçamayan ruhun omurgası sağlam ağaçların düşünde yeşil düşerken yaprakları yüzü gözü sarı uzandın hopladın zıpladın bir uçumluk vakitti çaldığın çocuk zaman kozasından yerin çekti seni canı yuvaya döndü kanadın tüyün boynu bükük havada kaldığın vakitlere say ey özgürlük

ERTAN ŞAHİN


Sayfa

HAYDE Örgütsel boşluğun dilidir yenilgi Didikler etimi İhanet çukurundaki. Yıldızlar değil/suskunun izdüşümü Ayın şavkın da gezinir gölgeleri. Hele bir, iplerine ulaşabilse elin Acılardan daha dingin gücün. İstersen, kan ve gözyaşı/hasret kalır bize, Elmanın çekirdeğinden gireriz cennete! Bilensin kavgamız sınıf dilinden/emeğin en kutsal yeri Çocuklar ölüyor, bahara beş kala,/gözlerinden göçmüş fer i bebeği emziren, Annenin göğsünden kopartılıyor memesi karanfil bitiyor yerinden hayde bre, hayde...

NECİP TIRPAN

65


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

NASIL DÜŞÜNÜR İNSAN Nasıl düşünür insan nasıl konuşur Ayaklar tavanda saçlar yerde sürünürken. Senin de Deniz'li türküler gelir mi aklına Saat gecenin birinde nöbetler değişirken... Nasıl düşünür insan nasıl konuşur Nasıl yorumlar seni yeni kuşaklar Nasıl şahitlik yapar inilip çıkılan merdivenler sonrası Külçe gibi atıldığın taşlıklar... Nasıl düşünür insan nasıl konuşur Filistin askısında can direnirken Nasıl çay ve sigara düşler insan Açlık grevinde dostlar Şekeri suya katık ederken...

ADİLHAN ŞANLI Keşan Ask.cezaevi/19.Eylül.1980/


Sayfa 67

EDEBİYATIN DİRENİŞİ Mİ… DİRENİŞ EDEBİYATI MI… Adil OKAY

“postmodernizm moda şimdi / unuttuk şiirin hâle’lerini / post totem tapınaklarda / zil takıp oynar / şair katilleri / ah yalelelli…”

Adil Okay Konumuz “Edebiyatın Direnişi”… Dikkat edin, “Direniş Edebiyatı” değil. Zira “Direniş Edebiyatı” yüzyıllardır yaratılıyor ve hakkında yazılıyor. Ama “Edebiyatın Direnişi” hakkında çok yazılmadı. Peki, ne demek “Edebiyatın Direnişi” Sadece Edebiyatçının (sanatçının) direnişinden söz etmiyoruz burada. Bir sosyal bilimin – sanat disiplinin neoliberal çağda yok edilmeye çalışılması ya da iğdiş edilmesi konumuz. Tabi bu konu iki sayfaya sığmaz. Bu nedenle ben “yeni akımlar – deneysel sanat -edebiyat” adı altında yapılan olumlu - olumsuz örnekler üzerinde durmayacağım. Neo-liberal politikaların sanattaki yansımalarını irdeleyeceğim. Sorular soracağım. Yanıtları sorgulayacağım. Dün muhalif sanatçılarıedebiyatçıları fiziki olarak –hapse atarak, katlederek- imha eden egemenler bu gün farklı yöntemlerle edebiyatı-sanatı “muhalif” kimliğinden soyuyorlar. Oysa “sanat doğası gereği muhaliftir”. İşte Yeni Dünya Düzeni’nin ideologları da bunu bildiğinden sanatçılara “muhalif olmayı değil muhalif görünmeyi” salık veriyor. “Sadece banka yayınevimizde, bizim bienallerimizde, bizim salonlarımızda, gazete ve dergilerimizde muhalif olmanıza izin var” deniyor. Özetle söylenen şu: “ Yeter ki halka açılmayın. Sokaklara çıkmayın. Roboski’yi, Suruç’u, Ankara’yı yok sayın. Filistin hakkında yazın ama Kürtler hakkında yazmayın. Fabrikalardaki


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

grevlere destek olmayın. Nükleer santralleri, HES’leri eleştirmeyin. Ruhani meselelerle uğraşın.“ “Sanat biçimlendirmedir.” Bir nesneyi ya da sözcükleri ters çevirip, estetize ederek “bakın böyle de bakılabilir” dediğiniz an o nesne(ler) yahut sözcükler “ete kemiğe bürünür, sanat olarak görünür.” Burada kastettiğim “emek” faktörüdür. Peri Bacaları doğa harikasıdır. Ama insan eliyle-emeği ile yaratılmadığı için “sanat” diyemiyoruz. Bu anlamda sanatta insan emeği olmazsa olmazdır. Peki bu insan emeği her zaman sanata evriliyor mu. Hayır. Yeni yazmaya, çizmeye, yontmaya başlayan sanatçılar için değil saptamam. Onların emeklemelerini anlayabiliyoruz. Tabi istisnalar olabiliyor. Konumuz rüştünü ispat eden “sanatçıların- edebiyatçıların” savrulmaları. Bienallerde kerli felli kadın ve erkeklerin “sanat” adına sundukları ve bu sunulara büyük sermayenin destek sunmasının nedeni. Ciddiyeti ile bilinen Ali Artun da dayanamamış bu konularda ağır bir yazı kaleme almıştı. “ Anne Ben Hıyar mıyım” adlı yazıdan bir bölüm paylaşıyorum:

“Tarihsel ve estetik bütün normların silindiği bir döneme özgü sergiler olmalarına rağmen, piyasanın işletme modellerine göre işleyen bienallerin ömrünü doldurdukça her açıldıkları metropolde birbirini tekrarlayan tekdüze, bıktıran-usandıran gösterilere dönüştüğü biliniyor. Bu durumun yarattığı patoloji (marazi hal-daralma duygusu), 13. İstanbul Bienali’nde iyice tırmanıyor. Örneğin, artık kimsenin izlemeye sabrının yetmediği video sanatı gösterileri. Hito Steyerl’in “Müze Bir Fabrika mıdır?” makalesinde “beyaz küplerin siyah kutuları” dediği odalarda gösterilen, bölük-pörçük izlenen ve sonunda hiçbir anlam ifade etmeyen binlerce imge. Video ifratının yarattığı anlamsızlığın en uç örneği 11. Documenta’da yaşanmış: bu sergide, bir izleyicinin Documenta’nın açık olduğu 100 gün içinde izleyebileceğinden daha çok video sunulmuş. Videoların realizmi, aslında bienalin tamamına egemen olan estetiğin bir yansıması. Bunun 13. Bienal’deki en vahim örneği ise, Garanti Bankası’nın galerisi olan Salt’ın girişine yerleştirilen direniş çadırı enstalasyonu. (…)Son dönem bütün İstanbul bienallerini dolduran ve çok-kültürlülüğü kutsayan işler 13. Bienal’de de eksik değil. Oysa bu neoliberal politikalar çoktan geride kaldı. Artık Angela Merkel ve David Cameron gibi Avrupa egemenleri bile, Žižek'in çok önceleri açıkladığı gibi, çok-kültürlülüğün ırkçılığı beslediğini düşünüyor. (…) Bienal’in perde arkasını oluşturan sanat piyasasının egemenleri arası bağlantılar, şirketlerle sanat kurumları arasındaki temaslar ve alım-satımlar, kuşkusuz uluorta cereyan etmiyor. Daha ziyade, kültürü özelleştiren ve sanatı finansallaştıran şirket yöneticilerinin malikânelerinde verdikleri şaşaalı davetlerde kotarılıyor.” (25/9/2013 / skopbülten / Ali Artun) Özetle Ali Artun, “kral çıplak” demiş. Yazının bütününü okumanızı önererek devam ediyorum sorgulamaya. Edebiyatın Direnememesinin en önemli nedeni, egemenlerin uysal edebiyatçı istemeleridir. Hatta tekelci sermaye kimi zaman muhalif edebiyatçılara (sanatçılara da)


Sayfa 69 ödüller dağıtıp, kitaplarını yayınlayıp onları da ehlileştirmeyi denemektedir. Tabi sözünü ettiğim edebiyatçılar onlara rağmen var olan, eserleri sınırları aşan isimlerdir. Nazım Hikmet’in tüm telif haklarının Yapı Kredi Yayınları (bankası) tarafından satın alınması önemli bir örnektir. “Y.K.Y.” ilk iş olarak Nazım’ı sansüre uğratmış, sosyal paylaşım ağlarında şiirlerinin yayınlanmasını yasaklamaya girişmiştir. Gelen tepkiler üzerine geri adım atmıştır. Edebiyatın- sanatın önündeki engellerden biri de “Telif hakkı” yasasıdır. Telif Hakkı yasası sanatçıyı – okuru korumuyor. Sermayenin çıkarını kolluyor. Öyle ki internet üzerinden bile “paylaşmayı” yasaklamayı hedefliyor. Dönem dönem de Y.K.Y.’nın yaptığı gibi “yasaklama” girişimleri görülüyor. Konuya başka bir örnek vereyim: “ Dünyanın en büyük sosyalleşme sitelerinden MySpace ve Last FM MÜYAP'n şikayeti üzerine 19 Eylül'de erişime kapatıldı. Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütü, MySpace sitesinin tamamına Türkiye'de erişim yasağı getirilmesini kınadı; "Telif hakkına sahip çıkarken ifade özgürlüğü hakkı engellenemez" dedi. (…)Tabi konu burada kalmadı. Kapanmadı. MySpace ve Last FM kullanıcıları sitelerin erişime kapatılmasına karşı harekete geçtiler. Sosyalleşme sitesi Friendfeed'de bir araya gelenler MÜYAP'a "Özgür müziğe dokunma" yazan kapakların içine yerleştirdikleri boş CD'leri yollayacaklarını bildirdiler.” (Paris - BİA Haber Merkezi 24 Eylül 2009) Peki Sanatçı duyarlılığı nedir? Bir sanatçı beste veya resim yaparken, heykel yontup, fotoğraf çekerken, aşkına şiir yazarken; parayı veya aynı anlama gelecek telif hakkını düşünmez. Sanatçı öncelikle egosunu tatmin için eser yaratır. Paylaşılmak, izlenmek, onanmak, ego tatmini zaten yaratılan eser için bir ödüldür. Karşılıktır. (Kimi sanatçıların ücret karşılığı sipariş üzerine yaptığı çalışmalar, ders kitapları yazanlar veya ‘evet ben bu işi para için yapıyorum’ diyenler konumuz dışıdır.) Telif Hakkı yasası ise, kültürün endüstrileştirildiği, sanatın metalaştırıldığı dünyada sanatçıların da eserleriyle birlikte alınıp satılabileceği, kirli banka sermayesiyle kurulan yayınevleri arasında ‘transfer’ edilebileceği anlamına gelmektedir. Sosyal paylaşım ağlarının rolü Bu konuda sözü kısa bir süre önce kaybettiğimiz Dr. Özgür Uçkan’a bırakıyorum: “İnternet halka açılalı beri, askerin elinden çıkıp, sivil dünyaya geçtikten sonra çok hızlı bir şekilde gelişti. (…) Şu anda dünya nüfusunun yarısı internet kullanıyor. (…) İnternet aslında başından beri sadece sosyalleşme aracı değil. Bir muhalefet aracı, örgütlenme aracı. Bunun ilk örneklerini biz, Dünya Ticaret Örgütü’nün 1998’de Seattle’daki toplantısında, küreselleşme karşıtı hareketlerin patlama yaptığı dönemde gördük. Göstericiler sadece telefon ve internet üzerinden organize oldular. Filipinlerde devlet başkanı gitsin diye bir milyon SMS gönderildi. Bu eylem dünyanın en büyük elektronik eylemi olarak tarihe geçti. Zapatistalar bunu çok yerinde kullandılar. Milislerin yaptığı köylü katliamlarını internet üzerinden haber yaptıkları için, birkaç saat içinde Meksika hükümeti özür dileyip milisleri yakalamak zorunda kaldı.”


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı Özgür Uçkan’ın belirttiği gibi İnternetin yararları yok sayılamaz. Teknolojik gelişmeye arkaik düşünce silsilesiyle karşı duracak değilim. En başta iletişim sorunu olan insanlar internet sayesinde dış dünyaya açıldı. “Gerçekler” tekel olmaktan çıktığı gibi sorgulanmaya başlandı. Derken sokak muhalefeti, eylem çağrıları ve örgütlenme bu ağlar sayesinde kolaylaştı. Tabii arada ego tatmincileri, yalancı peygamberler, sahtekâr “hoca”lar da bu ağlardan yararlandıysa da, “yararı” zararından fazla demek durumundayız. Sosyal paylaşım ağları Edebiyata da nefes aldırdı. Ara sıra “paylaşım yağmuru” arasında kaybolsalar da muhalifdirenen edebiyat örnekleri okuyucuyla buluşabiliyor. Örneğin benim ilk tercihim “basılı dergi ve gazeteler” olsa da, yayınlanan yazımı kaynakça gösterip sosyal paylaşım ağlarında da sunuyorum. Kimi zaman sözünü ettiğim dergi veya gazetelerden daha çok okuyucuya ulaştığını görebiliyorum. İşte bu nedenlerle Türkiye’de hükümet, iki de bir Facebook, Twetter v.d. “yasaklansın” diye feryat ediyor. Son söz: Kapitalist sistem havayı, suyu, dağları, denizleri olduğu gibi sanatı da satışa çıkarmaktadır. Bu gidişe dur denmezse yakında gerçekleri yazmak suç sayılacak, ses, söz, mısra, ıslık çalmak ve âşık olmak da vergiye tabi olacaktır. Kaynakça: PolitikART, 11 Kasım 2015

ADİL OKAY


Sayfa 71

YILDIZ DAĞLARIN ÖTESİNDE Hayaller ülkesinde Bir sevda masalıydı yaşadığımız Yıllara biraz yorgun mu düştü Sevdalı bakışlarımız Yer yer ürkek yer yer cesaretle savunduk Sabırların isyanların suyundan gelerek Üstelik isyanlar yasak Biz isyanlardaydık Kuşatmalar altında Yazık olurdu biz sevdamıza sınır koyarsak Oysa sınırları aşmış tabuları yıkmıştık Nasılda güneşten geldik güneşin çocuklarıyız diye Aydınlıklara bıraktık aydınlık yüreklerimizi Sabahlara bırakmaya çekinirdik Gün doğmaz gecelerde diye Ya mehtap düşermi üzerimize Gel yazık olmasın sevdamıza Yoksa alır uçuk mavi yüreğimi giderim Yıldız dağların ötesinde Hüzün bulutlar kaplı gözlerimle

VEDAT KOPARAN


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

ARALIK HELVASI

Şimdi şu irkilme iki binin aralığında Zehir zemberek açan gülün şiiridir Ölen toprağa donarak Yaprak yaprak düşüşü Üşüşürken içimize kan ve can nezdinde Sarılırcasına açtığı yerde bize Bir sevgili duruşuyla -oy ölürüm ben sana – gül bana Ne de kar yağıyor şirin şirin Köpürdü öfkeden yağmurlar da Yarı baygın doğan güne karşı Yezit yeminli Komploları idrak etmediğimizden Nefretlerdeyim eğilip -sudan alınca eşkâlimi

Heyelan ki çıt çıksa kopar Tahtlar saraylar kalır altında Yıkanmış beyinlerin Kaldıkça aç gözleri vitrinlerde Küfreder ayağına bulaşan toprağa -lanetler savururken yağmura Ki hayat hep toprak hava ve suydu Şimdi hepsi de kirli Sentetik tadımlar aldatırken şuuru Türeyen hastalıkların antidotu Cep doldurmak sadece -inleyişini bin katına çıkarırcasına

Sanala ve yalana doymayan obur Ne zaman yaşayacaksın kendin için Ne zaman anlayacaksın Sistemde var olan neye kalmadı ki nefretim Bu büyük komplonun Oysa ne çok özlemişim köyümü Tek kurbanı yine sen oluşunu Farkları tartınca mantığın tabancasında -Sıra sana gelince gözbebeklerime bakıp ağlama Biz paranın pulun çelemediği bir aileydik Sökünlerle döküldüğümüz yollar kan revan Puştluğunu kendin as bu ihanet meydanında! -onurlu yaşamanın kilidi kalbe emanetim -Şu çıkmaz sokaklara

YAŞAR DOĞAN / Lolan


Sayfa

BARIŞ İnsan en zeki varlık Ama çok azı ölebiliyor yatağında Oysa kuşlar ve balıklar Değerini hiç bilmeden altın kaşıkların Nasıl da huzurlular maviliklerde İşte böyle bir şeydir barışda...

TEMEL KURT

73


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

GÖBEKLİTEPE, BİZE NEYİ ANLATIYOR?[*]

Sibel ÖZBUDUN

“Bilgisiz insan, anlamadığına tapar!”[1] Alman arkeolog Klaus Schmidt 1994 yılında Urfa’nın 6 mil kadar ötesinde, Göbeklitepe’de günümüzden yaklaşık 11 bin yıl öncesine, yani İ.Ö. 9000’lere tarihlenen anıtsal sütunları ortaya çıkardığında, arkeoloji ve tarihöncesine dair paradigmalarda derin bir sarsıntıya yol açacağının bilincinde olmalıydı. Çünkü anıtsal sütunlar, öyle anlaşılıyordu ki, üst paleolitik sonlarında yaşamış avcı-toplayıcılar tarafından inşa edilmişti: uzman-olmayan söylemde genellikle, üyeleri arasındaki işbölümünün düşük düzeyde, servet farklılaşmasının asgari, özel mülkiyetin kişisel eşyalarla sınırlı olduğu, hiyerarşik-olmayan, göçer, eşitlikçi gruplar, yani takımlar hâlinde yaşadıkları varsayılan avcı-toplayıcılar... Arkeoloji -ve antropolojidünyasında yaygın kanıya göre, bunlar, geniş kolektiflerin eşgüdümlü çabasını ve karmaşık bir işbölümünü gerektirecek girişimleri yürütme yetisinden yoksundu: bu yetiyi insanlık ancak geniş ölçekli tarımın (koşum hayvanlarının evcilleştirilmesi ve sabanın kullanıma girmesiyle mümkün olan bir girişim) devreye girmesi ve bunun yol açtığı daha geniş yerleşimlerin ve karmaşık toplumsal örgütlenmelerin biçimlenişiyle edinebilecekti... Biraz daha açımlayayım: Avustralya kökenli Marksist arkeolog V. Gordon Childe’ın arkeoloji


Sayfa 75 dünyasında uzun süreli geçerliliğini korumuş kuramına göre, daha geniş ölçekli, daha karmaşık yapılı ve hiyerarşikleşmiş toplumlar, ancak onun “Neolitik Devrim” adını verdiği, tarımsal üretime geçişle mümkün olacaktı. Childe’a göre neolitik (ya da tarımsal) “devrim”, “Verimli Hilâl” olarak bilinen Gazze’den Anadolu’nun güneyine dek uzanan ve günümüz Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Filistin, Kıbrıs ve Mısır topraklarını kapsayan bitek bölgede bir yerlerde başlamış, oradan da dünya yüzeyine yayılmıştı. Kurama göre bitki (ve hayvan) evcilleştirilmesi, insanların yaşamında köklü değişimlere yol açmıştı: tarımla birlikte insanlar yerleşik yaşama geçmişler, tarımın sağladığı besin güvencesi sayesinde nüfus hızla artmış, gelişen işbölümüyle birlikte karmaşık toplumlar biçimlenmiş; tarımın ortaya çıkardığı artı ürünün denetlenmesine ilişkin tasarruflar, servet eşitsizliklerinin, bu da toplumsal-siyasal hiyerarşilerin biçimlenmesinin önünü açmıştır. Böylelikle neolitik devrimi, “kent devrimi” izleyecektir. Yeryüzünde köy boyutunu aşan ilk yerleşimler, ilk kez İ.Ö. 4000’lerde Aşağı Mezopotamya’da ortaya çıkacaktır... Uygarlığa hoşgeldiniz![2] Bu yaklaşıma göre insanların simgesel yaşamı, bu meyanda din de, bu gelişmelere koşut bir hat izler. Eşitlikçi avcı-toplayıcıların doğacı-animistik inançları, bitkilerin evcilleştirilmesiyle birlikte ürün ve hayvanları denetleyen antropomorfik (insan-biçimli) ilahlara/ ilahelere, ardından da kalabalık, karmaşık ve hiyerarşik kentlerle birlikte tapınak çevresinde örgütlenmiş karmaşık ve hiyerarşik panteonlara dönüşür. Bir başka deyişle, göksel tasavvurlar, yeryüzündeki yaşam modelinde yeniden örgütlenmiştir.[3] - Göbeklitepe buluntuları, ilk bakışta arkeoloji ve antropoloji çevrelerindeki yaygın kanaatleri derinlemesine sarsmıştır. Çünkü Göbeklitepe’de ortaya çıkan, içiçe halkalar hâlinde sıralanmış, çoğunun üzerinde tilki, arslan, akbaba, akrep, yaban domuzu, ceylan gibi figürlerin kazındığı T-biçimli kireçtaşı megalitler (ki Schmidt ve ekibi bunların dev insan figürleri olduğunu düşünür), ancak bir avcı-toplayıcı takımın boyutlarını aşan bir işçi grubunun uzun süreli, zorlu ve eşgüdümlü çalışması sonucu dikilebilecektir.[4] Schmidt ve ekibinin bölgede en az 16 megalit halkanın gömülü olduğunu saptaması, bu kanıyı daha da güçlendirmektedir. Öte yandan, arkeologlar ve diğer uzmanlar, Göbeklitepe’de yerleşim izine rastlamamışlardır. Alanın çevresinde konut, ocak kalıntılarına, çöp yığını, ya da aynı döneme tarihlenen yerleşimlerde bulunan kil (“bereket”?) figürinlerine, yani bölgenin iskan edilmiş olduğuna dair herhangi bir ipucuna rastlanmamıştır. Buna karşılık, alanda bulunan ve incelenen yüzbinlerce yaban hayvanı kemiği (ceylan, yaban domuzu, yabani koyun, kızıl geyik, akbaba, leylek, yaban kazı...) megalitleri inşa eden işçilerin yiyeceklerinin, avlanılarak ötelerden taşındığını göstermektedir.[5] Bu buluntu ve saptamalardan, tarihsel-maddeci arkeoloji ve antropolojinin uzun süreli kaziyelerinden birinin “yıkıldığı”nın ilanına bir hamle yetecektir: Schmidt ve diğerlerine göre, buluntular yeni bir uygarlık kuramına işaret etmektedir: “Bilimciler uzun süredir insanların ancak çiftçiliği öğrenip yerleşik topluluklar hâlinde yaşamaya başladıktan sonradır ki


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı tapınaklar inşa edip karmaşık toplumsal yapıları destekleyecek zaman, örgütlenme ve kaynaklara kavuştuğuna inanagelmişlerdir. Ancak Schmidt, bunun tersini öne sürmektedir: monolitleri inşa etmeye yönelik yaygın, eşgüdümlü çaba, karmaşık toplumların gelişmesinin temelini atmıştır.”[6] Bir başka deyişle, insanlar önce dev “tapınaklar” inşa etmeye başlamışlar, ardından da yerleşik hayata geçip, tarımı öğrenmişlerdir! “Tapınak”? Evet, Klaus Schmidt, Göbeklitepe’nin “ölüler kültü”ne adanmış bir “kutsal” mekân olduğu düşüncesindedir. Onun bu savı, Göbeklitepe’nin gerek akademik/profesyonel, gerekse popüler medyada “tapınak” olarak vaftiz edilmesine yol açacaktır. Bu durum ise, “yeni sağ”ın dört elle sarılacağı bir argümana kapı aralamaktadır: Din(sel düşünce) insanlık tarihinde maddecilerin iddia edegeldiği üzere bir epifenomen, maddî koşullar doğrultusunda biçimlenen bir görüngü değil, tersine bir motor güç işlevi görmüştür. Yani devrim önce insanın simgesel dünyasında yaşanmış, bu, gerçek dünyayı biçimlendirmiştir! ‘Yeni Akit’ gazetesinin Göbeklitepe bulgularını “Darwinist görüş ile yazılmış on binlerce kitap ve yüz binlerce makaleyi çöpe attıracak bir bilgi” olarak selamlaması[7] boşuna değildir... Ne ki “bu” bakış açısı, iki temel zaafla yüklüdür: Bunlardan ilki, tarihöncesinin, 100 bin yıl kadar sürdüğü düşünülen “üst paleolitik” evresini tekil ve biteviye bir durum olarak algılama yanılsamasıdır. Fena hâlde statik olan bu algıya göre üst paleolitik homo sapiens’leri yüz bin yıl boyunca, belirli bir bölgedeki (yaban) bitki ve hayvanları tükettikten sonra başka bir bölgeye göç eden, az nüfuslu, aralarında cinsiyete dayalı işbölümünden (“avcı-erkek”/ “toplayıcı-kadın”) başka bir işbölümü bulunmayan farklılaşmamış, küçük takımlar hâlinde yaşayagelmişir. Oysa durumun böyle olmadığını, prehistoryayla (tarih-öncesi) ilgilenen herkes bilir. Üst paleolitiğin (“epipaleolitik” ya da mesolitik olarak da adlandırılan) sonlarına doğru, einkorn ve emmer gibi günümüz tahıllarının atası olan yaban tahıl ile yaban keçisi, yaban koyunu gibi evcilleştirilebilir hayvan türlerinin ortaya çıkmasına yol açan radikal iklim değişikliklerinin yaşandığı Ön Asya’da, “üst paleolitik avcı-toplayıcıları”na değgin klişelerden çok farklı toplum ve yaşam biçimleri şekillenmeye başlamıştır. En çarpıcı örnekleri İ.Ö. 12 500 - 9 500 yılları arasına tarihlenen ve Ön Asya’nın Levant olarak anılan Doğu Akdeniz havzasında, Suriye’de Tell Abu Hureyra, Mureybet, Filistin’de Jericho (Eriha), Ürdün’de Beidha, Anadolu’da Göbeklitepe ve Nevali Çori gibi yerleşimlerde karşımıza çıkan epipaleolitik (ya da bir başka terimle mesolitik) kültürler, tarım-öncesi yerleşik toplumlardır. “Natufyen” olarak adlandırılan bu epipaleolitik halklar, iklimin ısınıp buzulların geri çekilmesiyle ılımanlaşan coğrafyalarında ceylan, yaban domuzu, yabani koyun vb. gibi hayvan türlerini avlayarak ve bölge faunasında (bitki örtüsü) yeni ortaya çıkan yabanî tahıl türlerini devşirerek (dikkat: henüz bilinen anlamıyla tarım, yani bitkilerin insan eliyle toprağa ekilerek hasat edilmesi sözkonusu değildir) bitki ve hayvanların evcilleştirileceği ve böylelikle “neolitik” olarak adlandırılacak tarihsel evreye doğru yol almaktadır.


Sayfa 77 Natufyen halklar, yukarıda da belirttiğim gibi, (tarımı bilmeseler de) yerleşik ya da yarıyerleşik bir yaşam tarzını sürdürmekte, üst paleolitiğin tipik göçer avcı-toplayıcı takımlarından farklı olarak nüfusu yüzlerce kişiyi bulan köyler hâlinde yaşamaktadırlar. Yerleşik ya da yarı-yerleşiktirler, çünkü gündelik menülerinde giderek ağırlıklı bir yer tutmaya başlayan yaban tahıllarına bağlanmaktadırlar yavaş yavaş; bu türlerin tanelerini rastlantısal olarak saçılmış oldukları topraklardan devşirmekte, evlerinin yakınlarındaki katran kaplı depolarda saklamakta, taş dibeklerde ezip suyla karıştırarak evlerinin yakınlarındaki fırınlarda ekmek yapmaktadırlar. Dahası, arkeolojik kayıtlar, Abu Hureyra, Mureybet ve Tell Qaramel’de İ.Ö. 10 000’ler dolayında bazı tahıl türlerinin evcilleştirilmiş olabileceğine işaret etmektedir.[8] Arkeolojik araştırmalar, tarıma yönelik ilk denemelerin yoğunlaştığı bölge olarak Verimli Hilâl’in kuzeyini, Anadolu[9] Kürdistan’ını işaret etmektedir. Bugün Atatürk barajı gölünün suları altında kalmış olan Nevali Çori ile, Göbeklitepe’nin 60 mil kadar kuzeybatısında yer alan ve modern einkorn buğdayına en yakın yabanıl türlerin bulunduğu Karacadağ’ın olası tarıma geçiş yerleri olduğuna dair kanıyı günümüzde çok sayıda uzman paylaşıyor.[10]

Öte yandan, kireç taşından oyulmuş T biçimli megalitler, sadece Göbeklitepe’ye özgü değildir; benzer anıtsal taş sütunlar ve imgeler Göbeklitepe’yi çevreleyen diğer Natufyen yerleşimlerde de bulunmuştur. Kaldı ki, Klaus Schmidt, kendisinden önce (1960’larda) gerçekleştirilen yüzey çalışmasında ortaçağ Bizans mezarları zannedilerek önemsenmeyen Göbeklitepe kalıntılarının üst paleolitik sonlarına tarihlendiğini fark etmesini, uzunca süre alandan sadece 20 mil kadar uzaklıktaki Nevali Çori’de çalışmış, dolayısıyla da geç paleolitik/ Natufyen megalitik sütunlarına aşina olmasına borçludur... Ve bir nokta daha: Göbeklitepe’nin bir “tapınak” alanı olarak nitelenmesi, nihayetinde arkeolojik hayalgücü ürünü, giderek spekülasyondan başkaca bir anlam ifade etmemektedir.


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı Nitelemenin fikir babası, Schmidt’ir: “Bir grup avcı-toplayıcının kitlesel bir tapınağı inşa etmesi, örgütlü dinin tarımın ve uygarlığın diğer veçhelerinden önce ortaya çıkmış olabileceğinin delilidir. Kutsal ayinler için bir araya gelme itiminin insanların kendilerini doğal dünyanın bir parçası olarak görmeyi bırakıp onun üzerinde hâkimiyet kurmaya başladıklarında ortaya çıktığını akla getirmektedir. Avcıtoplayıcılar köylere yerleşmeye başladıklarında, kaçınılmaz olarak insan dünyasıyla -yüzlerce kişinin yaşadığı sabit konut kümeleri- kamp ateşinin ötesinde, öldürücü hayvanlarla dolu tehlikeli topraklar arasında bir ayrım oluşturdular. Fransız arkeolog Jacques Cauvin bilinçteki bu değişimin bir ‘simgeler devrimi’, insanların fizik dünyalarının ötesindeki evrende varolan tanrıları -insanlara benzeyen doğaüstü varlıklar- tahayyül etmelerine olanak sağlayan kavramsal bir kayma olduğuna inanıyordu. Schmidt Göbeklitepe’yi Cauvin’in kuramının kanıtı olarak görmektedir. ‘Hayvanlar ruhlar âleminin bekçileriydi,’ diyor. ‘T-biçimli sütunlar üzerindeki rölyefler, bu öteki dünyayı göstermektedir’.”[11] Schmidt’e göre Göbeklitepe, yüz millik bir çapta yaşayan avcı-toplayıcıların devrî ayinlerini gerçekleştirmek üzere bir araya geldiği ve olasılıkla rahiplere ve zanaatkârlara armağanlar sunduğu kutsal bir mekândı...

İlginç... Ama sadece zihniyetleri konusunda dizginlerinden boşalmış imgelemimizin üretimleri dışında hiçbir fikir sahibi olmadığımız yazısız halkların inançları, “din”leri ve “simgesel dünyaları”na ilişkin bir başka spekülasyon... Öyle ya, Göbeklitepe’nin neden, diyelim ki farklı epipaleolitik yerleşimlerden avcı-toplayıcı toplulukların ürünlerini trampa etmek, bu arada belki eşlerini seçmek, ittifaklar oluşturmak, ya da ne bileyim dans etmek... vb. için bir araya geldiği seküler bir ticaret ya da “şenlik” merkezi değil de (öyle ya, Schmidt ekibinin kazılarında, bira varilleri de bulunmuştu) bir kutsal mekân olarak nitelenmesi gerektiğine dair somut bir bulgu yok elimizde. Spekülasyona dizgin vurmak imkânsız olduğuna göre, alanın bir “rasathane kompleksi” olduğuna dair, (aynı ölçüde temelsiz) spekülasyonlar dolaşıma girdi bile...[12] Yakında Göbeklitepe’yi uzaylıların inşa ettiği fantezileri suyüzüne çıkarsa, şaşırmayalım. Her ne hâl ise... “Spekülatif” diyorum, çünkü Schmidt’in kazı ekibinden bir lisans öğrencisinin gazeteci Elif Batuman’a söylediği gibi, “kült amaçlı olduğunu düşünüyoruz.


Sayfa 79 Birşeyin amacını bilmediğimiz zaman böyle deriz. Tabii kült amaçlı olmayabilir de. (...) Her durumda, o zamanlar kutsal ve profan ayırımı yoktu. Bu ayırım çok daha yeni...”[13] Peki, maddeci tarih kavrayışı yerle bir ettiği, simgeler devrimi, giderek dinin maddi yaşamın üretim biçimini öncelediğini kanıtladığı gibi bir hayli ideolojik (yeni sağ söylemi bağlamına yerleşen, post-seküler) iddiaları bir kenara bırakacak olursak, bugüne değin Göbeklitepe’de bulunanlar bize neyi anlatmaktadır? Öncelikle, insanlık tarihinin “üst paleolitik” adını verdiğimiz ve 100 bin yılı aşkın bir süre devam edegelmiş kesitinin, hiç de tahayyül edildiği üzere tek-biçimli, yeknesak ve statik bir dönem olmadığını, insanlığın bu dönem boyunca, doğa güçleri üzerinde denetim sağlamasına olanak verecek bilgi ve teknikleri, ekolojik değişikliklerle de bağlantılı olarak tedricen biriktirdiğini... Bu nedenle de, tarıma geçişin eşiğini oluşturan İ.Ö. 10 000 yıllarında yaşayan toplulukların, günümüzden 40-50 000 yıl önce Eski Dünya’ya yayılmakta olan (örneğin Pireneler’in yamaçlarında bulunan mağara resimlerini çizmiş) avcı-toplayıcılardan çok daha farklı yaşam tarzları ve toplumsal örgütlenişler sergilediğini anlamamız gerekecektir. İkinci olarak, tarıma geçişin popüler bilginin çarpıtmalarından ibaret olan ve hak etmediği bir biçimde Gordon Childe’a mal edilen, “tarım devrimi”nin apansız bir gelişme, deyim yerindeyse “gökten zembille inmiş” bir moment olduğu algısından kaçınmak gerekmektedir. “Tarım devrimi”, yeryüzünde olagelen ekolojik değişimlerin Ön Asya bitki ve hayvan örtüsünde yol açtığı değişiklikler zemininde, insan topluluklarının yeni türlerle binlerce yıl süren deneyimlerinin bir ürünüdür. Natufyen topluluklar, hiç kuşkusuz ki dördüncü buzul çağının göbeğinde yaşayan Avrupalı atalarından çok daha farklı bir yaşam tarzı geliştirebilecek yeti ve yeteneklere sahiptiler. Popüler imgelemin Buzul devri avcı-toplayıcılarına ilişkin tahayyüllerden çok daha farklı ve karmaşık yaşam biçimlerini örgütleme yetisine sahiptiler. Bu yetilere, madenlerin ve metal işçiliğinin henüz bilinmediği bir dönemde dev kireçtaşı sütunlar yontup üzerlerini yabanıl hayvan figürleriyle bezeme de dahildir. Bir sonraki adımları, Nevali Çori ve Karacadağ’da şimdiden giriştikleri üzere, bitki ve hayvanları evcilleştirerek besin kaynaklarının üretimini, rastlantılara bırakmaksızın kendileri üstlenmek olacaktır. Tekrar ediyorum, bu bir “moment” değil, bir “süreç”tir, uzun, sancılı, olasıdır ki geri dönüşleri de içeren, kararsızlık ve belirsizliklerle yüklü bir süreç... (Nitekim jeolojik kayıtlar, Verimli Hilâl’de İ.Ö. 10 800 dolaylarında ısının 11 derecelik bir düşüş kaydettiği ve 1200 yıl kadar süren bir “mini buz devri”ni açığa çıkarmaktadır. Arkeolojik bulgular, bu dönemde kuraklaşan bölgede, yaban tahıl devşiriciliğine girişmiş, yerleşik bir yaşam sürdüren pek çok topluluğun göçer avcı-toplayıcılığa döndüğünü ortaya koymaktadır.) Avcı-toplayıcı yaşam biçiminden tarıma, hayvancılığa dayalı bir yaşam biçimine geçiş süreci... Ama nihayetinde, bugün baktığımızda insanlığa getirileri açısından Gordon Childe’ın “devrim” nitelemesini hak eden bir süreç... Bir insanlık devrimi...

Göbeklitepe, bu hâliyle insanlığın avcı-toplayıcılıktan kendi besin kaynaklarının üreticiliğine


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

doğru uzanan serüvende bir konak, bir merhale, bir durak, bir geçiş formudur. Yakın başka bölgelerde farklı örneklerine dair deliller bulunan olası ve kararsız geçiş formlarından biri... Örneğin Paris Komünü gibi... Örneğin Rojava gibi... Onu “insanlığın ilk tapınağı”, “dinin maddi hayat üzerinde belirleyiciliğini imleyen post-seküler bir anıt” olarak ele alan ideolojik söylemlerin aceleci cazibesine kapılmaksızın, bu hâliyle ele almakta ve avcı-toplayıcı atalarımızın toplumsal ve teknik yeti ve becerilerini küçümseyen, onları ilkel teknikleri ve sınırlı imgelemleriyle doğayı yağmalayarak yeryüzünde dolaşan küçük takımlar olarak görme alışkanlığımızı sorgulamakta sonsuz fayda var...

SİBEL ÖZBUDUN 8 Ekim 2015 17:47:28, Ankara. N O T L AR [*] Yeniden Sanat ve Hayat, No:46/01, Sonbahar 2015… [1] Cesare Lombroso. [2] Nitekim, ünlü Sümerolog Samuel Noah Kramer’in Sümerlerin tarihiyle ilgili klasikleşmiş yapıtı, “Tarih Sümer’de Başlar” başlığını taşımaktadır. (Türkçesi: Kabalcı Yayınları, 2014) [3] Gordon Childe’ın kuramı için bkz: Gordon Childe, Tarihte Neler Oldu, Alan Yayıncılık (6. Baskı-1995) Çev.: Mete Tunçay-Alaaddin Şenel ve, Gordon Childe, Kendini Yaratan İnsan, Varlık Yayınları (4. Basım-1992) Çev.: Filiz Ofluoğlu. [4] “Bu insanlar avcı-toplayıcılardır,” demekteydi Klaus Schmidt; yabanıl bitkileri toplayıp, yaban hayvanları avlayan insanlar. “Avcı-toplayıcılara ilişkin imgemiz, daima birkaç düzine insandan oluşan küçük, hareketli gruplar olagelmiştir. Sürekli kaynakların peşinde hareket etmek zorunda oldukları için büyük, kalıcı yapılar inşa edemediklerini, kendilerini besleyecek ekstra tedarikleri yanlarında taşıma olanağından yoksun oldukları için ayrı bir ruhban ve zanaatkâr sınıfına sahip olamayacaklarını düşünüyorduk. Oysa Göbeklitepe’de yaptıkları tam da bu...” (Aktaran: Charles C. Mann, “The Birth of Religion”, http://ngm.nationalgeographic.com/2011/06/gobekli-tepe/mann-text/2) [5] Andrew Curry, “Gobekli Tepe: The World’s Firs Temple?”, Smithsonian Magazine, Kasım 2008. http://www.smithsonianmag.com/history/gobekli-tepe-the-worlds-first-temple-83613665/?noist=&fb_locale=zh_TW&page=3 [6] Andrew Curry, a.g.m. [7] “Evrimcilerin Çözemediği Gizem: Göbekli Tepe” Yeni Akit, 21 Ocak 2015. [8] Bkz. S. Lev-Yadun, A. Gopher, ve S. Abbo. “The cradle of agriculture”. Science 288(5471):1602-1603. [9] Anadolu (Anatolia) adı, Grekçe ἀνατολή (anatolḗ)’den gelmektedir ve “Doğu”, ya da “gündoğumu” kavramından türetilmiştir. Terim, Türklerin bölgeye gelmesinden çok önceleri kullanımdadır. [10] Öyle ki, Göbeklitepe’yi ortaya çıkartan Klaus Schmidt, tarımın buradaki megalitlerin imalinde çalışan taş işçilerinin beslenmesi amacıyla başlamış olabileceğini öne sürmektedir. Bkz. Mann, agm. [11] Charles C. Mann, “The Birth of Religion”, http://ngm.nationalgeographic.com/2011/06/gobekli-tepe/manntext/2) [12] “The Secret of Gobekli Tepe: Cosmic Equinox and Sacred Marriage”, 4 Nisan 2015, http://www.ancientorigins.net/opinion/secret-gobekli-tepe-cosmic-equinox-and-sacred-marriage-part-1-002861 [13] Elif Batuman, “The Sanctuary. The world’s oldest temple and the dawn of civilization”, http://www.newyorker.com/magazine/2011/12/19/the-sanctuary


Sayfa

81

RESİM: DAVİD R WETZEL.

KEYFİNDEN ÖLÜRLER Dünyada Aç mezarı var mı? derler. Kara çocuklar Bir deri Bir kemik Keyfinden ölürler.

SEÇKİN ZENGİN


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

LANETLİ BİR ÇARMIHTA ÇİVİ ÇİÇEKLERİ KUSMAK

Begonya Sevgilim! Şimdi bir begonyanın kökhücreleriyle kökleri arasındaki uçuruma sekaratı sentetikle çarpıştırıp korkunç techizatlarla ineceğim tüberküloz tahribatlı parçatesirli alkollerin salgıladığı zehirlerden sekaratı amonyakla damarımda çarpıştırarak gelip vurgun yiyeceğim kayalığında uçurumlu ellerinin.. şimdi sen iniltiyi şiirin uğultulu esvabından soyundurup aşkın gövdesine ecnebice giyindir frapan dudaklarını şehvet manyetizmasını latince manifestolarla tersinden lanetlerken beni intiharın damarından şırıngayla çekilmesine zincirle! Kendinle dölyatağı arasındaki göbekkordonunu kes bataklığın kes ki hayvan zerreciklerinin damarından boşanma sanrıları; dökülmesin tortusuna kadınlık salgılarının.. dudağının neşterlerinde kadavraları otopsilerle biçimlendirirken replikleriyle açılsın kepenklerinde yara koleksiyoncusu esnaflığın yarayla iltihabı çiftleştir transparan organların gölgesinde barutla ateşin diplomasiye aykırı çiftleşmesinin nezaretinde iltihabın damara dağılması gibi kanasın damarımda kadınlığın! İstiridye kabuğundan içkanamalı cerahat koleksiyonu çıkarsın küfürbazlığa kin sıvamış ateşgahlarda o Mecusi ellerin.. dekoltesinden taşan hüzünbaz hayvanların mezarlığı göğüslerinle materyalist kuşların kanatlanmış çarpıntısını emzir.. şerli intiharın aşkla kurgulanmış senaryosunu mürekkep balığı hokkasından damıtılmış mürekkeple yaz gitsin kurgusu yazgısına teslim jiletlerin kanlı kolonisi damarların kanlarına dehşetle mühürlensin bu cinayet mahallinin en izbe güzergahlarından besmelesiz geçerken maktüllüğüme failimeçhul bir cinayet bahşedilsin! Çünkü ben bu katil parmakizlerini kadavramdan silip maktüllüğümle cinayetmahalline fırlatılan bir bumerangın kilometrelerce süratiyle döneceğim yani; ya beni gebertecek kasvetli çarmıhlara çivileyen kibir ya begonya saçların tımarhane mezarında intihar çiçekleri..


Sayfa

Kibrine kin sürülmüş salkımsöğüt ağıdıdır sürrealist ecelim Yazgımın Seyirdefterine ecnebice mühürlensin yırtılmış çığlıkların ateşime kıyamet ayetleri üflesin mahşeri gazaplarda alevin… Kabzası ciğerimi dağlamış mavzerlerin mahlasıdır gözlerin Kırağısı damlayan pervazın ciğerinde güvercin çığlığıyla neşterlenir damarım Şimdi iniltinin fırtınalı esvabından soyundurup şehvetini Kirpiklerindeki karanfil kasırgasına hüzzamkarca giyindir… çarmıhına gerilsin partizanlığım ateşimi emziren kibir mezarlığının münker nekir topuzunda klonlanan azaplar kışkırtsın kadavramı tılsımına sır dökülen salkımsöğütsağnaklarda dağlansın şakaklarım yazgımdan intihal müntehir şiirlere payandadır intihar parşömenleri ceylani parşömene nakşolsun müntehir şiirleri sapkın şairlerin alüvyonlu kıyılara boşansın dekolte deltasında kudurmuş nehirlerim Şimdi bir şehvetin kökhücreleriyle kökleri arasındaki uçuruma sekaratı sentetikle çarpıştırıp korkunç techizatlarla ineceğim indiğim yerde korkunç depremine gebedir enkazından yıkıntılı şehir İndiğim yerde cerahattır mürekkebin damarında çalkanan perişanlığım Yara kabuktan boşanırken kanasın iltihapları bakire ceylanlığının Salkımsöğüt sağnaklarda kanatlansın kirpiğinde güvercin hıçkırığı Hüznün kanaviçesine işlensin begonyacesetleritabutluğundaaşkın Maktüllüğüme bahşedilsin cinayetçiçekleri nazarların kurşuni tımarhane betonları karantina ederken meczupluğumu hücresinde sersefil tabutluk azabından yontulurken tabutlar ecelimdin bilmedin! Begonya sevgilim! Şimdi ger gövdelenmiş kederini naçar gövdesizliğime Çiviçiçekleri kusan kristal bir çarmıh diye gerileyim…

OĞUZ ATEŞOĞLU

83


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

ŞİİR-ŞAİR

POETİKA Şiir akıl işi değil 'tanrılarla cenk etmek' işte sanrılardan gerçekliğe An'dan nice zamanlara sözün gücüyle akmak

(Şiir Döllemesi) Öylesine olmalı ki değinme Döllemeli, yetmez orgasmus. Embriyon ve dölüt Başlamalı büyümeye beyinde. BEHÇET NECATİGİL F.KADRİ GÜL

demosthenes gibi yap ağzında çakıl taşı denize karşı konuşurdu o senin de dizeler olsun ağzında onlarla otur kalk onlarla uyu onlarla uyan. SABAHATTİN KUDRET AKSAL

Biz Buz Çağı’nın üstünde oturmuş yazıyoruz Zenci bir kalemleAfrika’dan sıcak, Eriyor buz Şairlerin tuhaf damgası budur. CAN YÜCEL

yağ çekmek değil şiire şiir yücedir de böylesine ondandır onu türkülediğim saygım ondandır tek dize yazana bile İSMAİL GENÇTÜRK

Yoruma göre değişir şiir Soldan sağa, sağdan sola Bin türlü okunur Ve büyülü bir kumaş gibi Her okunuşunda yeniden dokunur İSMAİL UYAROĞLU

Bir şiir, kapalı kapılarda pencerelerde ateşi suyu ve toprağı duyan gönlü yeşil çayırlar bir bayram yeri ÖZDEMİR İNCE

Yaşananı aşan sevda yorumu Şiirn kanıyla yoğrulmamışsa Gülün hevengini coşturan bengisu Verilmemiştir çeliğin damarına AHMET TELLİ Şiir,

Şiir kumsalın eleğidir, kayanın tortusu. Mermerin sunduğu damardır şiir. ÜLKÜ TAMER

Çekili perdelerden süzülen gün ışığıdır ki, Yürek tayfından geçmeden vermez alını yeşilini.

ALİ ZİYA ÇAMUR

İncelik olmalı kafiyelerimde Gözyaşlarım gibi silahların üstünde LOUİS ARAGON

DERLEYEN:A.Z.ÇAMUR


Sayfa 85

YAŞAM VE SANATTA

1 AYIN İZDÜŞÜMÜ DÜNYANIN TÜM ŞAİRLERİ İDAMLA YARGILANAN AŞRAF FAYAD İÇİN BİRLEŞTİ Suriyeli şair Adonis, İrlandalı Paul Muldoon, Britanyalı Carol Ann Duffy, Amerikalı John Ashbery, Filistinli Gassan Zaqtan, İstailli Amir Or’un da aralarında bulunduğu tüm dünyadan şairler, Filistinli şair Aşraf Fayad’la dayanışma içinde olduklarını göstermek için bir mektup yayımladı. Fayad’ın Suudi Arabistan hükümeti tarafından ölüm cezasına çarptırılmasının “dehşet verici” olduğu söylenen mektup, Fayad’a ve yetkililere ulaştırılmak üzere, İngiliz PEN tarafından Londra Suudi Arabistan elçisine teslim edildi. Aşraf Fayad, İslamı reddettiği gerekçesiyle ölüm cezasına çarptırılmış, kendisi suçlamaları reddetmişti. Fayad’a temyize başvurması için 30 gün verilmişti. Temyiz başvurusu, Filistinli şairin mahkûmiyetini kınayan, aralarında Uluslararası PEN’in de bulunduğu çok sayıda kültür ve ifade özgürlüğü kuruluşu tarafından imzalandı. Mektupta, Fayad’ın ölüm cezasına çarptırılması “Suudi Arabistan Krallığı’nın ifade özgürlüğü karşısındaki hoşgörüsüzlüğünün ve özgür düşünen insanlara karşı süregelen zulmün son örneği” olarak nitelendi. Mektupta, “Bir fikir ne kadar rağbet görmese de, onu ne savunmak ne de barışçıl bir biçimde ifade etmek suç değildir. Her birey inanma ya da inanmama hakkına sahiptir. İnanç özgürlüğü insan özgürlüğünün temellerinden biridir” denildi. Mektup,Aşraf Fayad’ın serbest bırakılması talebiyle sona erdi:


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı “Fayad’ın meslektaşları olarak bizler, bireyleri ifade özgürlüğü adına yürüttükleri barışçıl faaliyetleri için cezalandırmaktan vazgeçmeleri ve Fayad’ın acil ve koşulsuz bir biçimde salıverilmesi için Suudi yetkilileri uyarıyoruz.” Konuyla ilgili Guardian'a konuşan Macar şair George Szirtes şunları söyledi: “Tahrik bir suç olabilir, nefret söylemi belki bir suçtur ama fikirler suç değildir. Bu, PEN gibi örgütlenmelerin varlık sebebini kesin olarak açıklıyor. Bir bireye fikrinden ötürü verilen her ceza Suudi Arabistan’a utanç getirir. Ölüm cezası ise en büyük utançtır.” Szirtes ayrıca, İngiltere’nin Suudi Arabistan ile müttefik olmasını “çok saçma” olarak nitelendirdi: “Bu, sadece şairler ve yazarlar olarak değil, insan olarak bizlerin bütün düşüncelerine, alışkanlıklarına ve içgüdülerine taban tabana zıt. Bu sırf kültürel bir mesele değil; bu tamamen bizim evrensel insan hakları diye tanımladığımız bir mesele.” Fayad geçen hafta Guardian’a yaptığı açıklamada ceza karşısında “şok olduğunu” ancak her ne kadar bu cezayı hak edecek bir şey yapmamış olsa da sonucu beklendiğini söylemişti: “Beni ateist olmakla ve bazı yıkıcı düşünceleri halka yaymakla suçluyorlar” diyen Fayad, delil olarak gösterilen “Talimatlar Dahildir” adlı şiir seçkisi için şöyle söyledi: “Filistinli bir mülteci olarak benim hakkımda… Kültürel ve felsefi meseleler hakkında. Ama aşırı dinciler bunu Allah’a karşı yıkıcı fikirler olarak açıklıyorlar.” Fayad ayrıca 25 Kasım’da destekçilerine bir mesaj yolladı: “Benim için çalışan herkese minnettarım. Dürüst olmak gerekirse çok şaşırdım çünkü burada kendimi yalnız hissediyordum. Sağlığım iyi. Tüm gelişmeleri takip etmek için uğraşıyor. Buradaki kimseye karşı olmadığımı insanların bilmesini istiyorum, ben bir sanatçıyım ve özgürlüğümü arıyorum.” *** Berlin Uluslararası Edebiyat Festivali’nde, Suudi Arabistan’ın hakkında ölüm cezası verdiği Filistinli şair Aşraf Fayad’a destek amaçlı “Okuma Eylemi” çağrısı yapıldı.14 Ocak 2016’da dünya çapında eşzamanlı gerçekleştirilmesi hedeflenen “adalet ve özgürlük uğruna dayanışma” etkinliğinde seçilen ortak metinler okunacak. Yazdığı şiirlerden dolayı Suudi Arabistan Karanlık Dünya Bekçileri tarafından idama mahkum edilen şair Aşraf Fayad’ın Mona Kareem tarafından İnglizceye çevrilen şiirlerinden Haşim Hüsrevşahi’nin Türkçe’ye aktardığı bir şiiri...


Sayfa

1. Petrol zararsızdır, sadece peşin sıra bıraktığı yoksulluk izi dışında O gün, başka petrol kuyusu keşfedenlerin yüzleri iyice kararır Ruhundan kamu kullanımına daha fazla petrol çıkarmak için hayat senin yüreğinde patladığında İşte… o… petrolün verdiği sözdür, gerçek bir söz. Son! 2 Çök oraya dendi Sizlerden bazılarınız hepsinin düşmanısınız Öyleyse şimdi bırak onu Nehrin dibinden kendinize bakın Yukarıda olanlarınız aşağıdakiler için merhamet bağışlamalı… Yerinden yurdundan olan yardımsızdır Petrol piyasasında kimsenin almak istemediği kan gibi! 3 Affet beni, bağışla! Senin için daha fazla gözyaşı akıtamadığım için Adını özlemle mırıldanamadığım için… Yüzümü senin kollarının sıcaklığına çevirdim Senden başka aşkım olmadı, sadece sen, ve ben senin ilk sığınmacınım 4 Gece Zamanla deneyimin yok Senin geçmişini yıkayıp götüren Ve senin dindarlık diye söylediğinden kurtaran Yağmur tanelerin yok O kalpten… aşık olabilen Oyundan Ve o ahlaktan zayıf dinden açık açık çekilme ilginden Sahte tanzillerden[1] Ve onurunu kaybetmiş tanrılardan Yıkayıp götüren yağmur tanelerin yok… 5 Eskisinden daha çok geğiriyorsun Parmaklıklar ziyaretçilerini kutsadığında Okumalarla ve baştan çıkaran danslarla.. DJ’ye eşlik ederek Kendi sanrılarını ezbere oku Ve kendi övgülerini söyle sürgüne salınan bu gövdelere…

AŞRAF FAYAD

87


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

22 YILDIR CEZAEVİNDE OLAN AYNUR EPLİ’NİN RESİMLERİ MERSİN’DE SERGİLENDİ.. Mersin Görülmüştür Ekibi ve Akdeniz Belediyesi Kadın Meclisi, İnsan Hakları Haftası etkinlikleri kapsamında 22 yıldır cezaevinde tutulan AYNUR EPLİ'nin çizimlerinden oluşan sergiyi açtı. Sergi hakkında bilgi veren şair, yazar ve insan hakları eylemcisi Adil Okay: “Mersin Görülmüştür Ekibi olarak yıllardır hapishanelerde bulunan tutsaklarla yazışıyoruz. Bu süreç içerisinde hapishanelerde bir sürü sanatçı keşfettik. Aynur Epli de bunlardan biri. 22 yıldır İzmir Şakran Kadın Cezaevi'nde tutsak olan Epli, hiçbir resim kursu veya dersi görmemiş, kendi kendine resim yaparak çizgilerini geliştirmiş. Çalışmalarında daha çok kadına ve hapishaneyi anlatıyor. Kadın temasını hem içeride hem de dışarıdaki baskıyı işliyor. Bu yüzden ismini "‘İçeride dışarıda kadın' koyduk” dedi. İnsan Hakları Haftası etkinlikleri kapsamında açılan sergide, Epli'nin cezaevinde çizdiği resimler ve Epli'nin yaşam öyküsüne yer verildi.

TÜRKİYE YAYINCILAR BİRLİĞİ: “OKUMAK VE YAZMAK SUÇ DEĞİLDİR, KİTAPLAR SUÇ DELİLİ SAYILAMAZ” Türkiye Yayıncılar Birliği; Hasan Cemal’in Delila: Bir Genç Kadın Gerillanın Dağ Günlükleri ve Çözüm Sürecinde Kürdistan Günlükleri, Tuğçe Tatari’nin Anneanne Ben Aslında Diyarbakır’da Değildim ve Müslüm Yücel‘in Abdullah Öcalan: Amara’dan İmralı’ya adlı kitapları ile diğer birkaç kitap hakkında verilen toplatma kararına dair basın açıklaması yaptı. Açıklama şöyle: “Gazeteci Hasan Cemal’in Delila: Bir Genç Kadın Gerillanın Dağ Günlükleri ve Çözüm Sürecinde Kürdistan Günlükleri, gazeteci Tuğçe Tatari’nin Anneanne Ben Aslında Diyarbakır’da Değildim ve Müslüm Yücel’in Abdullah Öcalan: Amara’dan İmralı’ya adlı kitapları ile diğer birkaç kitap hakkında Gaziantep 3. Sulh Ceza Mahkemesince toplatma kararı verildiği öğrenilmiştir.


Sayfa 89 Ev aramalarında bulunan kitapların mahkeme kayıtlarına geçmesiyle, maalesef Türkiye Yayıncılar Birliği’nin Yayınlama Özgürlüğü Raporlarından eksik olmayan “suç delili sayılan kitaplar” arasına üç başlık daha eklenmiştir. Kararda, bu kitaplarda terör örgütünün şiddetini meşru gösterecek ve teşvik edecek şekilde propagandasının yapıldığı, suçun övüldüğü ileri sürülmektedir. Yazarlar Hasan Cemal, Tuğçe Tatari ve Müslüm Yücel’in terörist olmadıklarını, yazılarını terör örgütleri için yazmadıklarını biliyoruz. Kitapları bulunduranların kitap okudukları için terörist sayılmalarını da kabul etmiyoruz. Okumak ve yazmak suç değildir, kitaplar herhangi bir suçun kanıtı sayılamaz. Acı olan, bu gerçeği tekrar tekrar dillendirmek ve savunmak zorunda kalmaktır. Bu kitaplarının yasaklanması tesadüf değildir. İktidarın kitaplara bakınca silahlardan daha büyük bir tehdit algılamasının değişmediği anlaşılmaktadır. Bunun nedeni, bazı yayınların, hatalı eylem ve politikaları eleştirmede silahlardan daha etkili olması, toplumun geniş kesimlerince kabul görüp yayılması, iktidarları toplumu dinlemeye ve hatalarını düzeltmeye zorlamasıdır. Tam da bu nedenle kitaplar, yazarlar, gazeteciler özgür olmalıdır. Zira endişemiz odur ki, böyle sivil ve barışçıl ifade yollarının yasaklarla bastırılması sadece sonlandırılacağı iddia edilen şiddet ve savaş ortamının daha da büyümesine yarayacaktır. Genellikle terör suçlarına dayandırılan kitap toplatma kararlarının yanı sıra, TCK’nin “hakaret” maddesine dayanarak devlet görevlilerinin kitaplarından dolayı gazeteci ve yazarlara davalar açması, bu kişilerin ağır para cezalarıyla sindirilmeye çalışılması da hız kesmeden süren bir yayınlama özgürlüğü ihlalidir. Son olarak gazeteci Ahmet Şık’a Paralel Yürüdük Biz Bu Yollarda adlı kitabında Binali Yıldırım’a hakaret ettiği gerekçesiyle dört bin lira manevi tazminat cezası verilmiştir. Bu kararlar, yargının bağımsızlığına olan güvenimizi zedelemekte, gelecek günlerde daha ağır temel hak ihlalleriyle karşılaşacağımız endişesi doğurmaktadır. Yargıyı ve iktidarı ülkemizde sivil ve barışçıl ifade biçimlerini bastırarak şiddet ortamına katkıda bulunmamaya çağırıyor, yayınlama özgürlüğü ve barış çağrımızı yineliyoruz. (EDEBİYATHABER.NET)

ŞÜKRAN KURDAKUL İNCELEME / MAKALE ÖDÜLÜ ŞARTNAMESİ Bigadiç Kültür ve Eğitim Vakfı (BİKEV) tarafından, vakfın kuruluşunda büyük emeği geçen şair, yazar, edebiyat tarihçisi, yayıncı, siyasetçi Şükran Kurdakul’un anısına 2016 yılında “inceleme ödülü” verilecek Ödül, Cumhuriyet dönemi şair ve yazarlarının edebi kişilikleri, eserleri; edebi dönemlerin belirleyici özellikleri üzerine yazılmış, 30 sayfadan (A4 boyutunda) az olmayan incelemelere / makalelere verilecektir.


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı Ödüle aday olacak eserlerin hiçbir yerde yayımlanmamış olması gerekmektedir. Ödüle aday olacak incelemeler, Times New Roman yazı karakteriyle ve çift aralıkla yazılacaktır. Ödüle aday olacak incelemelerin yazarları özgeçmişlerini, bir vesikalık fotoğraflarını, adres ve telefon numaralarını ayrı zarf içinde göndereceklerdir. Yazarlar, ödüle gerçek adlarıyla katılacaktır. Ödül alan eserin telif haklarını on (10) yıl Bigadiç Kültür ve Eğitim Vakfı (BİKEV) kullanacaktır. Ödül jürisi uygun görürse “övgüye değer” eser belirleyebilecektir. Ödül, 2016 yılı için 2000 TL’dir. Dosyalar altı 6 nüsha olarak hazırlanacak, kargo veya postayla Bigadiç Kültür ve Eğitim Vakfı, Nurullah Aykut Sokak, No: 6, Bigadiç/Balıkesir adresine gönderilecektir.İnternet üzerinden gönderilecek dosyalar ödül dışı tutulacaktır. Ödül jürisi Prof. Dr. Mustafa Durak, Prof. Dr. Salim Çonoğlu, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Akkaya,Öğr. Gör. İbrahim Oluklu ve Mehmet Ağaoğlu’ndan (BİKEV temsilcisi) oluşmaktadır. Ödül, Şükran Kurdakul’un doğum yıldönümü olan 23 Mart 2016 Çarşamba günü Balıkesir’de verilecektir. Son katılım tarihi 1 Mart 2016’dır.

ARKADAŞ Z. ÖZGER ŞİİR ÖDÜLÜ 2016 BAŞVURULARI BAŞLADI Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü’nün yirmi birincisi veriliyor. Bugüne kadar şiir kitabı yayımlanmamış şairlerin aday olabilecekleri Ödül için son başvuru tarihi 15 Mart 2016. Adayların; kitap bütünlüğü taşıyan, basıma hazır şiirlerinden oluşturacakları, adres, telefon, ve özgeçmişlerini de içeren 6 adet dosyayı; Mayıs Yayınları’nın Sakarya Cad. Özkanlar 35 Apt. A Blok, No: 36 / 20, Manavkuyu, Bayraklı – İzmir adresindeki Ödül sekreterliğine, APS, kargo ya da taahhütlü posta ile göndermeleri veya elden teslim etmeleri gerekiyor. Mayıs Yayınları yetkilileri, Ödül alacak dosyayı 2016 yılı içinde, telif karşılığını ödeyerek kitap halinde yayımlayacaklarını açıkladılar. Özger’in ölümünün 43. yıldönümünde, 7 Mayıs 2016 tarihinde verilecek Ödülün seçici kurulu Sina Akyol, Orhan Alkaya, Gökhan Arslan, Suat Çelebi ve Monica Papi’den oluşuyor. Ayrıntılı bilgi: 0.232.348 71 91 www.mayisyayinlari.com (EDEBİYATHABER.NET)


Sayfa 91

2016 KIYI-RUHİ TÜRK YILMAZ ŞİİR ÖDÜLÜ

Yazın alanında değişik türlerde pek çok yapıtı bulunan, elli dört yıldır kültür-sanat dünyasının güzelleşmesine ürünleriyle katkıda bulunan, sanat yaşamının büyük bir bölümünü geçirdiği Almanya’da oluşturduğu yazınsal birikimleri bu alana gönül verenlerle paylaşıp yapıtlara dönüştüren şair Ruhi Türkyılmaz adına Kıyı dergisinin 2011’de birincisini gerçekleştirdiği şiir ödülü, 2016’da 6. kez verilecek... Ödüle aday olan yapıtlarda çağdaş bir dünya görüşü, şiirin gerektirdiği estetik ve dil bilinci temel ölçüt olacaktır. 1 Ocak 2015 - 1 Nisan 2016 tarihleri arasında yayımlanan şiir kitapları ya da kitap oylumundaki (en az 30 şiirden oluşan) şiir dosyaları ile ödüle aday olunabilir. Ödüle son başvuru tarihi 1 Nisan 2016’dır. Ödüle katılacak kitap ya da dosyanın 5 örneğinin katılımcı tarafından bir başvuru dilekçesi, kısa özgeçmiş ve iletişim bilgileriyle belirtilen adrese kargoyla ulaştırılması gerekmektedir. (İnternet yoluyla gönderilen dosyalar değerlendirilmeyecektir.) Seçici Kurul; Ahmet Özer, Ali Mustafa, Ayten Mutlu, Çiğdem Sezer ve İbrahim Dizman’dan oluşmaktadır. Ödül, 2.000 (iki bin) TL’dir. (Ödül töreni yer ve tarihi daha sonra açıklanacaktır) Ödül bölüştürülmeyecektir. Ödüle katılan kitap ve dosyalar, sahiplerine geri gönderilmeyecektir. İletişimAdresleri: e posta: kiyidergisi@gmail.com Kargoyla kitap ve dosya gönderme adresi: Ahmet Özer Uğur Mumcu Mahallesi 1589. Sokak, Umut Sitesi No: 36 Batıkent- ANKARA


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

4 ARALIK DÜNYA MADENCİLER GÜNÜ’NDE YER ALTINDA TER DÖKEN, CAN VEREN MADEN EMEKÇİLERİNİ SELAMLIYORUZ... Yüreğinde insan sevgisi, barış, kardeşlik, özgürlük, eşitlik, bağımsızlık tutkusu bulunan; güzel günlerin bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine, omuz omuza kurulacağına inanan ve bu inançla bulunduğu her yerde; Soma`da, Ermenek`te, Kozlu`da, Karadon`da, Elbistan‘da, Kemalpaşa`da, Dursunbey`de, Gediz`de, işyerinde, sokağında, mahallesinde, köyünde kentinde mücadele eden; başka türlü bir dünyanın mümkün olduğuna ve çocuklarına daha onurlu bir geleceği sunabileceğine dair sarsılmaz bir kararlılığı olan herkesi madencinin öfkesi, umudu, direnişiyle selamlıyoruz. İzmit`te, Roma İmparatorluğu`nun zulmünden kaçıp madencilere sığınan Santa Barbara, 4 Aralık`ı bütün dünya madencilerine armağan ederek, madencilerin onurlu mücadelesi ile yazılan tarih bir destan şeklinde kayda geçti. Çünkü her yerdeydik; Seattle`da, Zonguldak`ta, Mentawai`de, Cape Town`da, And Dağları`nda, Delhi`de, dünyanın bütün yer altı zenginliklerinin emekçi nefesimize karıştığı dehlizlerde, şevlerde, galerilerde, aynalarda… Zulüm nerede katmerlendiyse, madenciye daha da katmerlisi bahşedildi. Nerede talan, peşkeş, sömürü olduysa, en çok madenciden çalındı. Çünkü en yoğun emek madencinindi; bunun sonucunda, en büyük öfke de madencinin oldu. Dünyanın her yerinde 4 Aralıkları bir mücadele gününe çeviren, coşkuyla kutlayan madenciler; ülkemizde yaşadığımız iş cinayetlerden dolayı acılar içerisinde... Hepinizin huzurunda başta Soma olmak üzere Ermenek`te, Şırnak`ta, Zonguldak`ta, Elbistan‘da, Yatağan`da ve adını sayamadığımız onlarca yerde yaşanan iş cinayetlerinde canlarını kaybeden, aralarında meslektaşlarımızın da bulunduğu maden emekçilerini saygıyla anıyoruz. Soma Faciasından sonra gelip günah çıkardılar, halkımıza ve maden emekçilerine umut dağıttılar ama ne torba yasada, ne de çıkaracakları maden ve iş güvenliği yasalarında gereğini yapmadılar ve yapmayacaklar. Çünkü bu onların fıtratlarında var. 4 Aralık Dünya Madenciler Gününde Ermenek, Soma, Kozlu, Elbistan, Dursunbey, M. Kemalpaşa, Gediz, Sorgun, Merzifon, Armutçuk ve adını sayamadığımız yüzlerce yerde meydana gelen iş cinayetlerinde yaşamını kaybeden maden emekçilerini saygıyla anıyor, maden emekçilerinin onurlu mücadelelerini destekliyoruz.


Sayfa 93

ARALIK AYINDA ÖNEMLİ GÜNLER DÜNYA BARIŞ TUTSAKLARI GÜNÜ VE İNSAN HAKLARI GÜNÜ‘NÜ ACILAR, BASKILAR ,ZULÜMLER İÇİNDE KUTLUYORUZ 01 Aralık Dünya Barış Tutsakları Günü ile birlikte ülkemizde ve dünyanın bir çok yerinde izi silinmeye çalışılan 10 Aralık Uluslararası İnsan Hakları Gününü kutluyoruz… Vicdanî ret hakkını kullanmak isteyen, bu nedenle işkencelerden ve zindanlardan geçen barış tutsaklarını da selamlıyoruz… Aralık, Uluslararası İnsan Hakları Günü kutlanmaya başlayalı 64 yıl oldu. Ancak her 10 Aralık, dünya genelinde yaşanan insan hakları ihlallerinin gölgesinde kalıyor... Gün geçmiyor ki, ülkenin ve dünyanın bir yanından insanlık hakkı ihlalleri gelmesin. İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin 10 Aralık 1948‘de, BM‘de kabulünden bugüne dek geçen sürede ise yaşanılan savaşlarda yaklaşık 18 milyon insan yaşamını yitirdi. Özellikle kadınlar ve çocuklar insan hakları ihlallerinin mağdurları oldular. Hâlâ savaşlar, baskı, işkence, zulüm kol gez-mektedir. İnsan hakları barış, demokrasi, özgürlük ve insanca yaşam hakkı söylemleri altında her geçen gün daha da derinleştirilerek ihlal edil-mektedir. Dünyamızı yöneten emperyalist-kapitalist sistemin egemenliği altındaki milyarlarca insan barınma, beslenme, eğitim gibi temel insan haklarından yoksun yaşamaktadır. Sömürüye, bas-kıya, işkenceye, şiddete, sürgüne, savaşa, karşı; ekmek, su, özgürlük, barış, eğitim, barınma, beslenme.... Kısaca insanca yaşamın tesisi için insan hakları mücadelesi kazanılması gereken önemli bir mücadele olarak önümüzde durmaktadır.

19 ARALIK KATLİAMI UNUTULMADI, UNUTULMAYACAK!


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı On bir yıl önce 19 Aralık 2000’de en vahşi hapishane katliamlarından biri yaşandı. Katliamın hemen ertesinde bu dört yıllık zaman diliminde hapishanelerde, tecrit ve izolasyona karşı direnişlerde, ölüm oruçlarında 117 devrimci yaşamını yitirdi, yüzlercesi sakat kaldı. Ama devrimcilerin savaşım azmini kıramadı bu katliam... Onur ve siyasi kimlik mücadelesinde son derece zengin bir savaşım geleneğine sahip olan devrimciler bu saldırıya karşı da ölümüne diren-diler. 100’ü aşkın şehit, yüzlerce sakat verildi bu uğurda. Binlerce tutsak F tipi cezaevlerinde ölüm hücrelerine kapatıldı ama yine de teslim alamadılar devrimci iradeyi. Direniş bugün farklı biçimlerde de olsa sürüyor, sürecek de. 19 Aralık 2000... Bu tarihi zihnimize iyi belletmemiz gerekir... Bu tarih nasıl bir zamanın üzerine kıvranıp uyuduğumuzun çıplak gerçekliğidir. Bu tarih tek bir zaman kesitinden geçmişimizin bize adeta ispatıdır... Bu tarih bu coğrafyada yaşayanların miladıdır.. Bu tarih koyaklarımıza ölüm rüzgârlarını savuranların pervasızlıklarının resmidir. Bu tarih yaşadıkça öğretecek olan bilge bir andır..... 19 Aralık 2000, bu ülkede an gelince adaletimizden, güvenliğimizden, haber alma özgürlüğümüzden sorumlu bulunanların yekvücut olarak, koro halinde yalanlarıyla bizi karşıtları olarak dışarı atabileceklerinin tarihidir. 19 aralık 2000, tarihi devlet şefkati ile karşılaşmamızın ürkütücü kesişmesidir.. 19 aralık 2000 tarihi, belleğimizin zaman ayracında soluyarak her an kendini bize hatırlatan vicdanımızdır.... 19 Aralık 2000 tarihi, zihnimizin sokaklarını kan ile yıkayanların cellat takvimidir. 19 aralık 2000 tarihi içimizin şiarıdır: ''Unutma, unutturma!''.... kara ölüm kirpiğinde göz altında kara ölüm dili durmuş konuşamaz gayri duymaz kessen elin bakışının gecesinde yanan bir tek alev kalmış hem mahpus hem aylardır aç ölümü bir bayrak yapmış hücresinde bombalanmış ...... soğumuş eli ayağı bağır-çağır duymaz artık ölüm orucuna yatmış

başucundaki deftere yakıcı bir şeyler yazmış ve nazımdan bir kitabın sayfaları açık kalmış ..... ölümü bir bayrak yapmış hem mahpus hem aylardır aç bir deri bir kemik kalmış kirpiğinde kara ölüm ölümü bir bayrak yapmış yürüdü uzak ışığa.. en uzak ışığa varmış

ADNAN DURMAZ’ın “Masalda Bir Yitik Çocuk “ şiirinden.


Sayfa 95

34. YILINDA MARAŞ KATLİAMINI UNUTMADIK, UNUTTURMAYACAĞIZ Yakın tarihimizin en acımasız, insanlık adına en utanç verici kitlesel katliamı olan Maraş Katliamı’nın üzerinden 34 yıl geçti. Katliamda, resmi rakamlara göre 114 insan katledilmiş, 1000’nin üzerinde kişi yaralanmış, 552 ev, 289 işyeri yakılıp tahrip edilmişti. Katliamdan sonra Alevilerin yüzde sekseni kenti terk etmişti. Maraş Katliamı neydi? Katliamdan bir hafta önce görevli olduklarını söyleyen bir takım kişiler, bir tür nüfus sayımı yaptıklarını söyleyerekten konutları dolaşıp evde kaç kişinin oturduğunu tespit edip, kapıları kırmızı boyayla işaretlediler. 19 Aralık günü Çiçek Sinemasında, ÜGD tarafından getirilen filmin gösterimi sırasında patlama olur. 20 Aralıkta Alevilerin kahvesi bombalanır. Polis olaya el koyar, bombalamaların ülkücüler tarafından yapıldığı ortaya çıkarılır. Yine ifadeler sonucu İstasyon Caddesi üzerindeki bir caminin avlusunda gömülmüş, patlamaya hazır beş adet dinamit de ortaya çıkarılır. Tutuklananlar arasında MHP milletvekilinin oğlu da vardır. Gelişmelerden kaygı duyan halk, sol Partiler ve demokratik kitle örgütlerinin temsilcileri aynı gün valiye, emniyet müdürüne ve jandarma alay komutanına endişelerini belirtip, önlem alınmasını isterler. Alınan cevap; “Devlet güçlüdür, önlemler alınmıştır. Vatandaşlar emin olsunlar” olmuştur. 1 Aralıkta iki TÖB-DER’li öğretmen öldürülür. Cenazelerin kaldırılması sivil faşistlerce engellenir. Alevilere ait işyerleri tahrip edilir. 22 Aralık günü üç insan daha öldürülür, aynı gün sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Polis, can güvenliğini gerekçe göstererek kenti terk eder. Çevre illerden gelen sivil faşistlerce tam bir katliama girişilir. Alevilerin yoğun yaşadığı mahallelere saldırılar yapılır. Sonuç; insanlık adına utanç vericidir. Tablo; Maraş’ta devletin gözü önünde insanlık suçu işlenmiştir. Devlete güvenmek hatasına düşenlerin cesetleri sokaklarda kokuşuyordur. İnsanlar yaralı, aç ve sefil durumda kalmışlardır. Maraş’ta olan bir iç savaş değildir, bir katliamdır. Bu, Alevi-Sünni çatışması da değildir. Bu planlı ve örgütlü bir faşist saldırıdır. Çevre illerden Maraş’a getirilen katil çetelerine belli


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı belli hedefler gösterilerek, her şeyi hesaplanan bir planla yürürlüğe konan faşist bir eylemdir. Kin ekip, kan çiçeği büyütenlerin, “Milli direnme hakkı doğmuştur” diye bildiri dağıtanların eseridir. Maraş Katliamı, “Müslüman Türkiye, Milliyetçi Türkiye, Allah İçin Cihad Başına” sloganlarıyla kadın demeden, çocuk demeden katliam yapanların, “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirte-mezseniz” diyenlerin ve bundan destek görenlerin eseridir. Maraş Katliamını yaratan zihniyet ve destekleyicileri bugün de iş başındadır. O gün “devlete yardımcı güçler” olarak desteklenenler, bugün de “duyarlı vatandaş” olarak sahnededirler. Yine katliamlarına ve linç girişimlerine devam etmektedirler. Maraş Katliamı ve sonrasında yaşanılan katliamları unutmadığımızı ve unutturmayacağımızı belirtmek istiyoruz. Maraş Katliamının 34. Yılında yaşamını yitiren canlarımızı saygıyla anıyor, katilleri, koruyucularını ve onları yönlendiren insanlık dışı gerici faşist ideolojilerini nefretle kınıyoruz. İşte o yıllarda yayınlanan Genç İşçi Dergisi'nde düşen acıyı yansıtan bir şiir: (Bu şiir, derginin sıkıyönetim tarafından kapatılma nedeni de olmuştu.)


Sayfa 97

EMEKÇİLERİN VE EZİLENLERİN ŞAİRİ SELMA AĞABEYOĞLU'NU UNUTMAYACAĞIZ! Yaşamında ve şiirle-rinde, emekçilerden, ezilenlerden taraf olan, adayan şairyaşamını şiire ve yoksul anadolu insanının öz-gürleşmesine , yazar Selma Ağa-beyoğlu 18 Aralık 2009’ da en üretken yaşta ayrıldı aramızdan. Evrensel gazetesinde uzun bir dönem köşe yazarlığı yapan Ağabeyoğlu, sanata olan ilgisini toplumsal duruşuyla birleş-tirmiş bir şairdi. Ankaralı Aydın ve Sanatçılar Girişimi`nin bir üyesi olarak F Tipi Cezaevleri`ne, işkenceye karşı da demokrasi mücadelesinin ön saflarında yer alan Ağabeyoğlu, Şiirlerinde kadın ve anne duyarlığını öne çıkararak, toplum sorunlarına olan ilgisini de kendine özgü duyarlılığıyla eserlerinden eksik etmedi. Haksızlıklara isyan edişi ve sorgulamasına tanık olunan şiirlerinde, Ağabeyoğlu, değişmesini arzuladığı dünya için yazdı şiirlerini. 1994`te yayınlanan ilk şiir kitabı “İnsanı Ararken Ağlayacaksın”la, Salih Bilgin Şiir Yarışması`nda ve 1999`da Yeni Gün (Almanya) gazetesi yarışmalarında ikincilik ödülünü aldı. 1996`da ikinci şiir kitabı “Bütün Fotoğraflarım Siyah Çıkıyor”u okura sunan Ağabeyoğlu, üçüncü şiir kitabı “Gecikmiş Bir Çocuk”(2000) ile Türk Tabipler Birliği Behçet Aysan Şiir Yarışması`nda `Övgüye Değer Şiir` ödülünü aldı. Aynı kitapla 2003`te Karşıyaka Belediyesi Homeros Şiir Yarışması`nda Jüri Özel Ödülü`nü de aldı. “Ömrüm Yeni Baştan”(2003) ve “Beni Senden Sorarlar”(2007) isimli iki şiir kitabını da yayınlayan Ağabeyoğlu, Evrensel Gazetesinde yayınlanmış köşe yazılarından oluşan “Hep Aklımda Kaldı” isimli denemesini ise 2004`te okuyuculara sundu. Şiir anlayışını şu sözlerle vurguluyordu: “Şiirimi inceliklerle, imgelerle kurarken estetik kaygılarımdan ödünsüz yazmaya çalışırken, onu besleyen kaynaklara gözlerimi kapatıp, kulaklarımı tıkarsam namuslu ve onurlu bir yazar olmanın vicdani hesaplaşmasında başımı yere eğmek istemiyorum gibi ahlak penceresinden de bakmam çok doğaldır...” Sennur Sezer, ardından, onun için şu sözleri yazıyordu: "Selma Ağabeyoğlu bir şairdi. Bir yaprağın zamansız düşüşünü bile duyan, bunu dizelerine yansıtan bir şair. Çağının tanığı olmayı aksatmayan bir bilinç işçisi. Şiirleri yanında yazılarıyla da tanıklık etmeye çalışan bir kadın yazar. Selma, kadınlığın bilincinde bir insandı. Ülkemizde kadın olmanın zorluklarını da sorum-luluklarını da yansıtan bir yazar. Kadın olmanın alçakgönüllülüğünü de görürsünüz dizelerinde, tutkularını, kırılganlığını, başkaldırısını da. "


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

EY HAYAT Ey hayat akıl gözünde bir çift güvercin besledim gönül kapısında ezildi gitti güller ey hayat! ben seni böyle bilmedim... nöbetteyim anne. bekliyorum dertleri gözümün bebeğinde umut seyrimesi o gece ışık bitti. düşte ağladımdı sanki kan uykularına yattımdı hani kızıla boyanır ya toprak toprak diyorum... isyana duruyordu İman ölüyordu... İman ölüyor... İman...

ah! çocuk gözlerine baktıkça tenhayım yakıyor kalbimi şiddeti zulmün acıyı süzüyorum ömürden. gözyaşım düşüyor bir kız çocuğunun defterindeki kan izine sonra çiçeğe duruyor her sayfa... o kız çocuğu, bebeğim benim bir gül damlası dudağında... çığ düştü yaprağa, kırıldı dal yüreğimde çocuklar ağlıyor anne anne bana umut al..

sonra saçlarını döktü ay taze çimen kokulu o yere

SELMA AĞABEYOĞLU


Sayfa 99

SOSYALİST SİYASAL EYLEMCİ VE ŞAİR SERVET ZİYA ÇORAKLI KAVGAMIZDA YAŞIYOR HÂLÂ... 12 Eylül öncesi Sinematek başkanlığını yapan, 12 Eylül sonrası Almanya’da sürgün yaşamı süren Şair Servet Ziya Çoraklı, 60 yaşında, 29 Aralık’ta Hamburg’da aramızdan ayrılmıştı. 1 Şubat 1946 Ağrı doğumlu olan Çoraklı, İlk sürgün-lüğünü daha lise yıllarında yaşadı. Ağrı Lisesi’nden Trabzon Lisesi’ne komünistlik yaptığı gerekçesiyle sürgüne gönderildi. Dev-Genç, TKPB hareketlerinde yer aldı. 12 Eylül cunta döneminde ağır işkencelere maruz kaldı. 1981’de yurt dışına çıktı. 1985’te tekrar döndü. Mücadeleye atıldı. O zaman basında çok meşhur olan Türk-İş İzmir mitinginde işçilere şekerli bildiri eyleminin içinde yer aldı. Bu mücadele dönemi bir operasyonda yakalanmasıyla sona erdi. Mücadeleyi işkencede, zindanda sürdürdü. Zindan yılları biter bitmez devrimci mücadeleye devam etti. Parti kongresi nedeniyle yeniden yurtdışına çıkan Servet Ziya için bu ikinci mültecilik dönemi oldu. Bu defa Hamburg’a yerleşti. Son nefesini verene kadar da orada yaşadı. Hem şiirlerine hem de devrimci mücadelesine orada devam etti. Barış için sanat girişimi imzacılarındandı. Bir yoldaşı onu tanımlarken, “O gerçek bir komünistti” dedi. “İşçilerle işçi, Kürtlerle Kürt, Ermenilerle Ermeni, kadınlarla kadın, Alevilerle Alevi idi. Yani bütün ezilenlerle birlikte olmak, onların mücadelesinde yer almak onun göreviydi.” Bu mücadele içinde onu ve eşini en çok yaralayan herhalde biricik kızları UMUT’un amansız hastalığı oldu. Tam da bunun üstüne 12 Eylül faşizmi gelince hem kaçaklık hem parasızlıkla boğuşa boğuşa Servet Ziya kızı UMUT’u kaybetti. Ama devrime ve devrimci mücadeleye olan UMUT’u hiç azalmadı. 1981 sonlarında iyice bastıran polis operasyonlarından sonra örgüt kararıyla sürgün dönemi başladı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Hatay’dan sınırı yürüyerek geçip Şam’a ulaştılar. Oradan da bir yıl sonra Berlin’e... Açlık ve yokluklar içinde sürgün macerası başladı. Yoldaşlarının ve devrimci çevrelerdeki emekçilerin sahiplenmesiyle mücadeleyi sürdürdü. Çevresinde “Servet Hoca” olarak tanınan Çoraklı, zaman zaman çeşitli dergi ve gazetelere makaleler yazdı. Sosyalistlerin hak mücadelesi ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin birçok etkinliğinde yer alan Çoraklı, ‘Düşler-Trâume’ adlı Türkçe ve Almanca şiir kitabının önsözünde şunları yazmıştı: “İnsanlık çok şeyler borçlu düşçülere/düşlere... Düşçüler düşleriyle yeninin yenisini aramasaydı, insanlık belki de var olanla yetinip karınca adımlarla yollar katedecekti... Genel olarak sanat, özel olarak şiirin kısaca tanımını


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

yapmak kolaycılığına düşmeden sanatın başeğmez çocuğu şiirin önemli yanlarından olan; daima muhalefette kalışını, gerçeğin gerçeğini, yeninin yenisini aramasını, var olanla barışık olmaması yanlarının altını çizmek gerek diye düşünüyorum. Bu bağlamda şiir asidir, kalıpları reddeder, resmi olanla sürekli kavgalıdır.” Servet Ziya Çoraklı, son konuşmalarından birinde, bize şu sözleriyle yol gösteriyordu: “Yoldaşlar, faşistlerin işkence merkezlerinde direnmek yetmiyor, namuslu olmak gerekir. Ezilen halkların yanında olmak, hayatın her alanında direnişler örgütlemek gerekir. Biz aydınız. Faşistlere boyun eğmek bize yakışmaz. Bizim tarihsel görevlerimiz vardır. Aydın demek, halkının öncüsü, yol göstericisi demektir. Kürt aydınları bunu başardı. Türk aydınlarının da başarmasını istiyoruz…..Gün ülkesini sevenlerin ülkesinin özgürlüğünü, halkların özgürlüğünü savunma günüdür. Gün faşizmin ülkemizdeki kalelerini yıkma günüdür.” Anılarını kavgamızda yaşatacağız.


Sayfa 101

EDEBİYATIMIZIN TAŞRADAN SES VEREN ÇALIŞKAN EMEKÇİSİ: SUNULLAH ARISOY 1925 yılında İstanbul Şile’de doğdu, 18 Aralık 1989’da yaşamını yitirdi. Bir süre İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenim gördü. Eğitimini yarıda bıraktı. Memurluk yaptı. Ankara'da bir banka-da, Bilgi Yayınevi ile Türk Tarih Kurumu Basımevi'nde çalıştı. Varlık dergisinde 1950’li yılların sonunda yayınlanan şiirleriyle adını duyurdu. Önce Garip akımı ve İkinci Yeni etkisinde şiirler yazdı. Şiirlerinde halk şiiri özelliklerinden ve temalarından da yararlandı. 1960 sonrası kısa kurgulu, karamsar içerikli toplumsal gerçekçi çizgide bir şiire yöneldi. Biçim arayışlarına girdi, divan edebiyatına özgü gazel tarzında şiirler denedi. Son döneminde Özdemir Asaf'ta olduğu gibi kısa, zekice söylenmiş, keskin sözcüklerle özlü anlatıma dayalı şiirler yazdı. Roman ve uzun anlatı türünde eserleriyle, şiir ve mizah antolojileri de var. Varlık dergisinde 1950’li yılların sonunda yayınlanan şiirleriyle adını duyurdu. Önce Garip akımı ve İkinci Yeni etkisinde şiirler yazdı. Şiirlerinde halk şiiri özelliklerinden ve temalarından da yararlandı. TTK ve TDK'da çalıştı. 1960 sonrası kısa kurgulu, karamsar içerikli toplumsal gerçekçi çizgide bir şiire yöneldi. Biçim arayışlarına girdi, divan edebiyatına özgü gazel tarzında şiirler denedi. Son döneminde Özdemir Asaf'ta olduğu gibi kısa, zekice söylenmiş, keskin sözcüklerle özlü anlatıma dayalı şiirler yazdı.Kişiliği hakkında Burhan Günel şunları yazmaktadır. "M. Sunullah Arısoy’u anımsıyorum. Dingin görünüşlü bir beyefendi. Az konuşan. Konuşunca dinlemeden edilemeyen. Gözlük camlarının ardındaki gözleri uzaklara, derinlere, kimi zaman uzun uzun kendi içine bakan. Biraz mesafeli duran ama tanıdıkça açılan, pencerelerini aralayan bir kimlik... Arı dil savaşımcısı. Özgürlükçü. Toplumcu. İçten ve hesapsız. İnsana saygılı, insancıl. Sonuna kadar yurtsever.." Burhan Günel aynı yazısından Sunullah Arısoy'u şu şekilde betimlemeye devam eder: "İlk basımı 1958’de yapılmış olan “Karapürçek” adlı romanında şunları söyler: ‘Bu kasabanın uyanışını her zaman sevmişimdir. Leblebiciler dükkânlarını açtılar mıydı, mesele yoktu. Kasaba uyanmış demekti. Kav-rulmuş nohut kokusu, bir çalkantı sesi çarşı içine doğru yayılırdı. Nalbantlar, demirciler... Sonra okul çocukları... Çocukların sabahları okula gidişlerini seyrederken, ama her zaman, içim titrer benim. Nasıl yaşama sevinci dolu, bir ses çığlığıdır çıkardıkları... Nasıl koşuşurlar, gülüşürler... Kas-vetsiz yaşamanın ta kendisi!’ Bunlar, günümüzün küreselci, postmodernist edebiyat anlayışında basit, gereksiz, anlatılmaya değmez, sıradan, giderek ayıp şeyler! Çünkü günümüzdeki renkli medyanın ve çirkinliğin görüntülü kanallarının arsızlıkla öne çıkardığı yaşam tarzı ve anlayışı Arısoy’un önemsediği ilişkileri ve insan sevgisini, yaşama sevincini çoktan tüketti; bunların üzerine kanlı, çamurlu, kirli süngerini çekti. Şimdi insani ve doğal güzelliklerden ve toplumsal gerçeklerden kaçış zamanı. Şimdi arabesk, şimdi dünya vatandaşlığı, yurtsuzluk, kimliksizlik, ilkesizlik, onursuzluk, paraya ve güce tapınma ve daha bin türlü yozluk geçerli.”


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı


Sayfa 103

İNSANÎ GERÇEKÇİLİĞİN İNCE ŞAİRİ BEHÇET NECATİGİL’İ ANIYORUZ! Burjuva edebiyatçılarca “küçük duyarlıkların şairi” olarak nitelenen, ama evinin penceresinden dünyaya açılan yüreğinde insanî gerçekleri de yansıtmaktan çekinmeyen şair Behçet Necatigil 13 Aralık 1979’da geride kendi şiir-düz yazı çevirilerden oluşan altmış üç yapıt bırakarak aramızdan ayrılmıştı. İlk şiiri, lise öğrencisi olduğu yıllarda Varlık dergisinde çıktı. O tarihten, ölümüne kadar hep şiirinin ve edebiyatının içinde oldu. Şiirlerinde evler, aile, çevre, aşklar, bunalımlar, hastalıklar, yalnızlıklar ve ölüm onun kendine has anlatımı ile çok defa kısa mısralar haline gelir. Eski ve yeni kelimeleri ustaca şiirine yerleştirir. Sağlam ve tutarlı bir şiir dünyası vardır. Döneminin garip ve sosyalist gerçekçi ve daha sonra 2. Yeni şiir akımlarına rağmen daha çok bağımsız bir söyleyiş özelliği gösterdi.Behçet Necatigil'in şiir evreni daha derli toplu, daha somut, ama şiirsel derinliği daha az değil. O, titiz bir dize kurma ustasıdır, böylece de, en uç modernliğine ve özgünlüğüne karşın, Necati'den Şeyh Galib'e büyük divan şairlerini muhteşem dize sanatlarında derin kök salmıştır. Bu bağlılığını göster-mek için, Gönül olan soyadını, Necati soyundan anlamına gelen Necatigil olarak değiştirmiştir. Onun şiiri, inceltilmiş dize sanatıyla uyum halinde, sıradan insanın yaşamındaki sözde küçük, her gün yeniden karşılaşılan, dolayısıyla önemli sayılması gereken tasaları ve aykırılıkları kavrar: "Bir yanı var ömrümüzün kırık / Farlar büyültür gecede".Onun yapıtı bir divan oluşturur, ama saray yaşamının ve saraylıların hayal dünyasının değil, milyonluk kent İstanbul'daki semt insanlarının yaşamını, duyarlıklarını modern ve tarihsel çizgide ortaya koyar. Necatigil şiirini bilinçli olarak geliştirmeyi, onu öykünülmesi güç, öykünülünce sırıtan, kendine özgü bir şiir dili haline getirmeyi bildi. Şiirin araç ve gerecinin dil ve sözcükler olduğunu çok iyi bilen bir şair olarak Necatigil, baştaki yalınlığın, sadeliğin bir amaç değil, ancak gerçek şiire varma yollarından biri olduğunu da göstermiş oldu böylece. Nitekim çok sonraları, 1973'te, "Yalın şiir, bilgiden yoksun şiir, tek yönlü şiirdir. Oysa şiir, kesin bir açıklama, bir bildiri değildir; şaşmaz doğru, doğrultu değildir, tek yön değildir. Dilediğimiz yollara, yolculuklara açık, çeşitli yönlerdir, türlü doğrultulardır" diyerek "yalın" sözcüğünün başlangıçtaki dar algıla-nışına karşı çıkacaktır.Behçet Necatigil şiirlerinde, bir insanın ilgilenmesi lazım gelen sorunlardan bu sorunlar içinde hayat mücadelesi veren insanlardan bahseder. Harp olmuş, nice insanlar ölmüş, niceleri evsiz-barksız, anasız-babasız kalmıştır. Bir küfeci bile harpten, harbin getirdiği sefaletten bahsettiği halde, bir şair bundan niçin


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı bahsetmesin? Behçet'in denizaltı şiirinden bir parça: “Harp patladı, nüfus azaldı,/Çehreler ufaldı./Toprağın üstü kan içinde / yüzdü./ Ölüleri yerleştirmekte / Aciz gökyüzü.” Ve şair, bu vahşet karşısında "İnsanlık sevgisi lafta kaldı" demekten kendini alamaz.. O, kendi zamanını, beraber yaşadığı, her gün görüp tanıdığı insanları, onların dertlerini, sevinçlerini, küçük ve temiz hayallerini veriyor şiirlerinde. Onun şiirlerinde kendimizi, haklı buluyoruz. Gerçi şiirde bir kişi konuşur; fakat bu konuşan, geniş bir insan kütlesinin dertlerini, sevinçlerini kendi kalbinde duymuş, bu geniş insan kütlesinin sözcüsü olmuştur. Fertçi gözüken bu şiirlerin böyle bir sosyal karakteri vardır. Behçet Necatigil'in şiirlerinde çok tabiî, rahat bir söyleyiş vardır. O hakikaten söyleyecek sözü olduğu için şiir söyler. Bundan dolayı şiirlerinde hiçbir zorakilik, kendini sıkma yoktur. Behçet Necatigil'in de her şiirinde konuşma dilinin ifade zenginliğinden gayet ustalıkla faydalandığını görüyoruz. Behçet Necatigil, şiire bakışını şu sözlerle somutlar: "Şiir bilgi mi? Kuramsal bilgilerle mi yazılır şiir? Yoo, hayır, küçültür şiiri bu! Bilgiyi, bildiriyi öne alarak, standart maddelerle şiir yazanlar da olur. Ama şiir bir yaşantıdır; bize el koymuş, içimize taş gibi koymuş olayları, olguları kalıplara, biçimlere dökmek işidir..... Şiir, kesin bir açıklama, bir bildiri değildir; şaşmaz doğru, doğrultu değildir, tek yön değildir. Dilediğimiz yollara, yolculuklara açık, çeşitli yönlerdir, türlü doğrultulardır. Ben, düşündürücü yanlarını çoğaltmış, yatırım ve çabaları çokça, çokgen bir şiirden yanayım. Şiiri ağırlaştırıp, atraksiyonlara, süslere yatırıp, özü havasızlıktan boğmak değildir bu. “


Sayfa

105


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

EMEĞİN VE DİRENCİN ŞAİRİ ŞÜKRAN KURDAKUL'U HİÇ UNUTMADIK UNUTMAYACAĞIZ!.. Şükran Kurdakul için ilk söylenecek şey, onun bir “kararlılık ve direnç anıtı” olduğudur. Yaşamıyla ve yüreğiyle direnen bir anıt... Düşünceleri doğrul-tusunda yaşayan, düşüncelerinden ödün vermeyen, düşüncelerinin eyleme ve yaşama geçirilmesi için örgütlü savaşımlarla dolu bir anıt… O, acıyla, dirençle, sevgiyle, coşkuyla ve bilinçle yükselen bir anıttır. O’nu tanımak için, genç yazarların, şairlerin örnek alması gereken yaşamından yola çıkmak en doğru yoldur. Şükran Kurdakul, devrimci, sınıf bilincini yaşamı ve yapıtlarıyla içselleştiren bir insandı. Bu şairliği, öykücülüğü, edebiyat tarihçiliği ağır basan bir yaşam ustasının kimliğine baktığımızda gördüğümüz şunlardır: 1927 doğumlu Şükran Kurdakul, “Kırk Karanlığı” içinde, “Fedailer Manga-sı”nın bir genç savaşçısı olarak henüz 19 yaşındayken (1946’da) TCK’nın ünlü 142. mad-desinden tutuklanır. Şükran Kurdakul’un bu tutuklanması belki de yarım yüzyıllık bir onur ve direnmenin habercisidir. Bir yıl sonra tahliye edilir ve öğrencisi olduğu İzmir Karşıyaka Lisesi’nden Bakanlık kararıyla çıkarılır. Genç Kurdakul’un “Mah-pushane saksılarındaki baharı benden sor” dediği bu günlerden sonra yaşamındaki zorluklar başlar. Zorlukla ve zorbalıkla savaştır bu aynı zamanda. 1948’den 1950’ye kadar Maraş “sürgün alayı”nda askerdir. 1953’te 141. maddeden yargılanır ve 1955’e kadar Harbiye cezaevinde tutuklu kalır: “Acıların sütüyle büyüttüğü umutlar/Mahpushane avlularında boy verir...” der, 1956’da aklanır. Şükran Kurdakul’un yaşamını anlamada bu özetleme yetmez elbette. Bir başka açıdan baktığımızda onun örgütçülüğünü görürüz. Onun örgütçü bir edebiyat adamı olarak tanınmasının başlangıcı 1964’te “Türkiye İşçi Partisi” (TİP) üyeliğiyledir. İki yıl sonra partinin Balıkesir il başkanlığına ve Genel Yönetim Kurulu yedek üyeliğine, ardından da 1967’de Merkez Yürütme üyeliğine seçilir. Örgütçülüğünü edebiyat örgütlerinde sürdürür ve 1964’te “Türk Edebiyatçılar Birliği” Genel Sekreterliği’ne seçilir. 1976’dan sonra, “Türkiye Yazarlar Sendikası” (TYS) ikinci başkanıdır ve 12 Eylül döneminde yine 141. maddeden TYS davasından yargılanır. “PEN Yazarlar Derneği”nin kuruculuğu (1988), ikinci başkanlığı ve genel başkanlığı (1991-1997 arasında), “Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı” yöneticiliği, 1995’ten itibaren “Özerk Sanat Konseyi” ile “Ulusal Sanat Kurulu”nun da kuruculuğu ve ilk başkanlığı da Şükran Kurdakul’un yaşamının dönemeçlerindendir.


Sayfa 107 Şükran Kurdakul’un yaşamında süren yalnızca bunlar değil elbette. Öncelikle bir şair yaşamı vardır onun. Üstelik, şiire çok erken yaşta başlar. 1943’te 16 yaşında bir lise öğrencisiyken Tomurcuk adlı ilk şiir kitabını çıkarır. Şiire yeniden yoğunlaşması 1950’li yılların başındadır. Bu dönem yazdığı şiirlerin çoğu içine sinen bir yapıda değildir. Daha sonra, bu şiirleri için, “toplumsal duyarlılıkları olan dizelerin yer aldığı şiirlerde kendi sesini bulduğu...” söylenince çok sevinir. Cezaevi yıllarındaki çalışmalarının bir kısmı Giderayak’ta (1956) yer alır. Kurdakul’da şiir, sanki özgürlük, doğa, dostluk, sevgi özlemiyle kuşatılmıştır ve bu kuşatmaya karşı bir direniş boy vermektedir sürekli.İçerikle biçimin bütünleşmesinin Şükran Kurdakul şiirindeki ilk örnekleridir ve kendi şiirine doğru önemli adımlar atmaktadır. Kurdakul, 1942-52 dönemini kendisi şiirinin çıraklık dönemi olarak tanımlar. İyimserlikle, aydınlıkla dolu Nice Kaygılardan Sonra (1963) adlı kitabıyla ise şair kimliğini doğurmaya başlar. Onun şirinin doru-ğuna çıkmaya başlaması, bir şair duyarlılığının ve inadının olanca görkemiyle ortaya çıkması, 1970’lerden sonraki şiirlerindedir. Usta şair ürünlerini, örneğin “Sözcüklerle büyüdük, ezgiler yarattık/Düşlerle saltanat kurduk, benzetiler yarattık/ Kurtuldum sandığın gün Pir Sul-tan’dan/Sevdamızla Yunus, hüznümüzle Fuzu-liler yarattık.” dizeleriyle karşımıza getirmeye başlar: Acılar Dönemi (1977). Şükran Kurdakul, daha sonra çıkardığı ve 1983 Nevzat Üstün Şiir Ödülü’nü alan Bir Yürekten Bir Yaşamdan (1982)’da “Al Beni Sevecenliğine” der ve yine kendini koyar ortaya: “Ben sevdayım, al beni sevecenliğine/Ben gülüm, dallarına aşıla beni/Çocuğum ben, göğsünde büyüt/Umudum ben, düşüncende geliştir./Acıyım, gerçeği ararsan bende/İnancım, coşkuyu ararsan bende.” Şiirle anlatamadığı temaları öykülerde işler. Toplumdaki adaletsizlik ve yargının sorunları, hapislikler, Kurtuluş Savaşı’nın insanları, beyaz yakalılar dediği kafa emekçileri onun öykülerinde işlediği konulardır. Şükran Kurdakul’un edebiyat tarihçiliği de bir başka özelliğidir. Onun bu kimliği araştırıcı bir edebiyat adamını çıkarır toplumun karşısına. 12 şiir kitabı ve beş öykü kitabının sahibi olan bir şair ve öykücü olmaktan başka özgün bir edebiyat tarihçisi ve düşün adamı olarak da devrimci kültürümüze ışık tutmaya devam ediyor: ARMAĞAN Bunca yıl çok ışık birikti avuçlarımda Senin olsun Esinlen sevgi dokuyan ellerimden Bunca yıl şiirin, kardeşliğin, kavganın Has bahçelerinde yarattım bu gerçeği, Sabrım senin olsun. Aşkım senin olsun. Acıların sütüyle büyüttüğüm umutlar Mahpushane avlularında boy verdi, Dolunay menekşelendi kirli kara camlarda.

Her görüşte yeniden vurulduğumuz ana evren Özgürlüğe boyadık saksıdaki çiçeği Senin olsun. Biz ki acılar döneminden Ellerimizi kirletmeden geçtik. Direncim senin olsun, Sevgim senin olsun.

ŞÜKRAN KURDAKUL


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı


Sayfa 109


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

FATVA TUKAN, ŞİİRLERİNDEN KAVGA VE UMUT SAĞIYOR HÂLÂ…

Filistin ve Arap şiirinin en önemli temsilcile-rinden; yaşamı sürgünler ve işgaller içinde geçen Fatva Tukan, 9. ölüm yıldönümünde de şiirleriyle Filistin’in ve dünya halklarının özgür-lük mücadelesine ses vermeye devam ediyor. Fatva Tukan, 1914 yılında Nablus'ta doğdu. Filistin şiirinin önemli adlarından İbrahim Tukan'ın kardeşidir. Ağabeyinin katledilmesi üzerine geçirdiği üzüntülerin ardından onun izinden yürümeye karar verdi. 1967 yılında çıkan savaştan önce şiirleri bütün Arap dünyasına yayıldı. Bu savaşta Nablus düşünce Fatva Tukan da İsrail'in işgal ettiği topraklarda yaşamak zorunda kaldı. Bu savaşın sonucunda O'nun şiiri yeni bir görünüm kazanmaya başladı. Sürgün ve ezilmişlik duyguları altında, kavga şiirine yöneldi. Fatva Tukan yıllarca Filistin’in özgürlüğe, bağımsızlığa ve kurtuluşa kavuşması için savaşmış devrimci bir şairdir. Ömrü boyunca baskılara, işkencelere ve zulümlere maruz kaldı, cezaevlerinde yattı. Ama 7’den 70’e bütün Filistinlilerin elinde dolaşan bir silah oldu O’nun şiirleri. Şiirleriyle yurtsever Filistin halkını, Filistin’in bağımsızlığı için kavgaya ve mücadeleye çağırdı. Onun şiirleri, Filistin halkını kavgaya çağıran bomba süsü verilmiş pankartlardır ve bildiriler olarak da tanımlandı. Onun şiirleri emperyalizme, faşizme ve sömürgeciliğe karşı pimi çekilmiş bombalar ve dinamitler oldu. Bu yüzden olsa gerek, İsrail Savunma Bakanı ve Başkomutanı Moşe Dayan, Fatva Tukan hakkında, "Onun şiirleri, 10


Sayfa 111 suikasttan daha yıkıcıdır" demişti. Bir süre hapiste de yatan Fatva Tukan, Nablus’ta yaşamaya devam etti. 13 Aralık 2003'te sonsuzluğa göçtü. Filistin şiirinin bu önemli kavga şairini saygıyla selamlıyoruz.


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

ABİDİN DİNO EMEĞİN ÇİZGİLERİNDE VE RENKLERİNDE YAŞIYOR… Tek bir bireyin değil, insanlığın mutluluğuna resimler çizen Abidin Dino’yu 16. ölüm yıldönümünde anıyoruz. Ağabeyi şair Arif Dino'nun desteğiyle resim, karikatür ve yazı alanında kendini geliştirmeye başladı. İlk desenleri Yarın gazetesinde, ilk yazıları Artist dergisinde 1930'lu yılların başında yayınlandı. Bu yıllarda Nazım Hikmet'in şiir ve oyun kitaplarına kapak desenleri çizdi. Çok genç yaşta ünü ülke sınırlarını aştı.1933 yılında D Grubu adlı sanat akımının kurucuları arasında yer aldı. Grubun amacı, memlekette sanatın gelişmesini ve yayılmasını sağlamaktı. Düşünce yanı ağır basan resimler yapacak, batıdaki çağdaş akımlarla boy ölçüşecek yenilikler getireceklerdi. Başlangıçta Chagall ve Picasso'nun etkisinde kalan sanatçı, daha sonraları yapıtlarında özgün ve yerel bir senteze ulaştı. Yeniler Grubu'nun Liman çevresindeki balıkçıları konu alan ilk sergisini açtığı 1941 yılında Abidin Dino, siyasi nedenlerle önce Çorum Mecitözü'ne, sonra da Adana'ya sürgüne gönderildi. Adana'da Türk Sözü gazetesini yönetti. Kel adlı bir oyun yazdı, ancak oyun hemen toplatıldı. Çukurova'nın pamuk işçilerini konu alan resimler yaptı. Resmin yanı sıra heykel le de ilgilenen Dino 1943 yılında dilci Güzin Dino ile evlendi. Sürgün sona erince İstanbul'a döndü. 1952'de yurt dışına çıkış yasağı kalkınca Paris'e yerleşti. Zaman zaman Türkiye'de kişisel sergiler açan Abidin Dino, 7 Aralık 1993 günü Paris'te hayatını yitirdi. Abidin Dino, büyük dostu Nâzım Hikmet gibi, Marksistti. Dünyadaki tüm değişikliklere, yaşanan büyük tragedyalara, reel sosyalizmin çöküşüne karşın, bu inancını hiçbir zaman yitirmedi. Bu inancın gereği olarak da halktan, özgürlükten, barıştan yana bir sanat yolunu izledi.


Sayfa 113


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

FAŞİSTLERTİN KATLETTİĞİ İLERİCİ BİLİM İNSANI, CAVİT ORHAN TÜTENGİL ÜRETTİKLERİYLE HEP ARAMIZDA.. Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil 33 yıl önce öldürüldü. Katilleri ve onları azmettirenler hâlâ hesap vermedi. Dava dosyası kaybedildi. Türkiye yasaları uyarınca, olay zaman aşımına uğradı. Yıllar önce "Benden yarına kalacak olan namusluca yaşanmış bir hayat, kitaplarım ve çocuklarım olabilir" diye yazmıştı. Yarına bir de kapanmayan bir dosya bıraktı. Biraz önce eşiğinden geçtiğimiz bu kapıdan 7 Aralık 1979 sabahı çıktı. Derse yetişecekti. Birkaç dakika sonra, uğursuz gürültüler kapıyı geçip içeri doldu. Öğrencileri dakikliğine hayran oldukları hocalarını beklediler. Otobüs durağına giden asfaltta Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil'in cansız bedeni yatıyordu. Dokuzdaki derse geç kalma telaşıyla yola çıkan babasıyla, şimdi şu etrafında oturduğumuz masada son kez kahvaltı edemediği için hayıflanan Deniz Tütengil, "Cinayeti işleyenler yakalanıp cezalandırılmadıkça babam o asfaltta yatıyor olacak" diyor. "Ve biz bu ülkede mutlu, huzurlu yaşayamayacağız.“ Tütengil öldürüldüğünde 58 yaşındaydı. Mezartaşında bir yazısından şu alıntı yer alıyor: “Dünyamızı güzelleştirmeye bakalım. Can dostların ölümünden sonra yaşamanın bedeli, dünyamızı güzelleştirme doğrultusundaki çabalardadır”. Faili meçhul diye anılan binlerce cinayetin işlendiği ve tetikçiler ile onları azmettirenlerin hesap vermediği, korunup kollandığı, hatta yüceltildiği bir ülkenin, Türkiye’nin, bu ayıptan arınmadan dünyayı güzelleştirmeye katkısı olabilir mi? Tütengil, toplumbilimci olarak edebiyat ve sanatla da yakından ilgilenmiş, birçok alanda yazılar yazmış, geride araştırmalarının ve düşüncelerinin ürünü çok sayıda yapıt bırakmıştır. Cavit Orhan Tütengil’in yaşamı ve bilimsel yapıtları, bir aydın olarak onun en temel özelliğini öne çıkarırken, yurtsever kimliğini ve insancıl yanını da ortaya koymaktadır. Cavit Orhan Tütengil’in aydın konusundaki, şu sözleri de, bize bugün yapmamız gerekenleri ve duruşları hatırlatır gibidir:


Sayfa 115


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

ERDAL EREN HALKIN KAVGASINDA HALKIN YÜREĞİNDE DAİMA YAŞIYOR! Sadece Türkiye tarihine değil, dünya tarihine de kara bir leke olarak geçen 12 eylül askeri cuntası, 17 yaşında idam sehpasına yolladığı Erdal Eren adıyla da lanetlenmeye devam ediliyor. Bir askeri öldürdüğü iddiasıyla, “jet hızıyla” yapılan göstermelik yargılama sonucu idam edilen Erdal Eren, idamının 29. yılında tüm devrimciler ve kavga arkadaşları tarafından anılıyor. Askeri yargıtay 3. dairesi’nin, önce “delillerin noksanlığı” nedeniyle esastan, ardından da, idamın müebbet hapse çevrilmesini gerektiren “TCK’nın 59’uncu maddesinin uygulanmaması” nedeniyle usulden bozma-sına rağmen, daireler kurulu iki kararı da reddetti. red kararlarıyla yargılamanın yeniden yapılmasının yolu kapatılırken, Eren’in avukatı Nihat toktay, kararı, “yargıtay içinde bitirildi” diye değerlendirdi. Güvenlik konseyi tarafından onaylanan karar, dünya çapında yürütülen “ idamı engelleyelim, Erdal Eren idam edilemez” kampanyalarına rağmen 13 aralık 1980’de Ankara Merkez Cezaevi’nde infaz edilirken, faşist cuntanın başı Kenan Evren’in, “asmayalım da besleyelim mi?” sözleri zihniyetlerini özetledi. 17’sinde yiğit, genç devrimci Erdal Eren’in idamını, basit bir hukuksuzluktan çok, sınıf mücadelesinde önemli bir uğrak, durak, nokta olarak görüp, öyle değerlendirmek gerekir. Zira, o işçi sınıfının bu mücadelede en önde çarpışan, çarpıştırılan ve her türlü yiğitlik, kahramanlığı hak etmiş bir militanıdır. Sınıf mücadelesinin ne kadar keskinleştiğini gösteren bir tanıktır. Mahkemelerdeki, işkencehanelerdeki, mahpushanedeki duruşu bunu gerektiriyor. O bir mazlum olmaktan çok, sınıf mücadelesinin keskinleştiği bir dönemde saflarda yerini almış, devrimci, yiğit bir gençtir. Böyle anılmayı hak ediyor. Erdal da mahkemede söylediği şu sözlerle bu savı doğruluyor: "Bir gün, mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru kararı verecektir!”


Sayfa

117

KAFA Dergisi 16. Sayı arka kapağından alınmıştır.


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

DÜŞÜN VE EYLEM İNSANI ÖLÜMSÜZ DEVRİMCİ SİMAVNALI ŞEYH BEDREDDİN’İN KATLEDİLİŞİNİN 600. YILDÖNÜMÜNDE DÜŞÜNCELERİYLE IŞIK TUTUYOR Balkanlarda 5 asırdan beri konuşulan, ülkemizde ise son 50 yılda sözü edilmeye başlanan biri Şeyh Bedreddin. Dünya tarihinde toprak sahiplerinin değil, toprağı işleyenin çıkardığı, gayet cüretkâr ve evrensel ilk ayaklanmanın da tezahür etmesini sağlayan ilk tebliğ insanı idi. Bir Anlamda, Şeyh Bedreddin ve düşüncesi , sosyalizmin bu topraklardaki kökleri idi. Şeyh Bedreddin, yalnızca Anadolu topraklarında gerçekleşmiş bir devrimci ayaklanmanın lideri değil; bütün insanlık için adil ve eşit bir toplumsal düzen fikrinin ilk yaratıcılarındandı. Belki de bunun için aradan geçen neredeyse altı yüzyıldan sonra bile sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için yürütülen mücadelelere ilham kaynağı olmaya devam ediyor. Bedreddin günümüzden altı yüzyıl önce insan toplumunun içine sürüklendiği sapmanın farkına varmış, bu yanlışın kaynaklarına ve kökenlerine inerek yeni bir toplumsal düzenin nasıl mümkün olabileceğini araştırmaya girişmişti. Bedreddin’in ilk fark ettiği gerçek, insanların eşit olarak doğmaları gerekirken eşitsizliğin hüküm sürdüğü bir dünyada ve adaletten tümüyle uzak bir toplumsal düzen içinde yaşadıklarıydı. Bedreddin aslında binlerce yıllık bir gerçekliğin bilincine varmıştı. Gerçekten de insanlık tarihinin bilinen en eski ilişki biçimlerinden birisi insanların topluluk halinde yaşaması ise diğeri bu topluluk yaşantısı içinde ortaya çıkan ezen-ezilen ilişkisidir. Bu tarihsellik içinde, her dönemin egemen ideolojisi bu gerçekliğin egemen güçler lehine devam etmesi için çeşitli yöntemler denedi. Buna karşılık insan toplumlarının eşitlik arayışı her seferinde türlü yöntemlerle bastırılmaya çalışılsa da bir şekilde kendisini ortaya koymayı başardı. Kapitalizmin ideolojik hegemonyası, sadece kendi toplumsal yapısını ve hükmetme biçimlerini dayatmak ve korumakla sınırlı kalmadı; buna karşı gelişebilecek muhtemel tepkileri de sistematik olarak yok etmeye girişti. Kapitalizm, insan topluluklarının eşit ve özgür bir toplumsal düzen kurma mücadelesinin ideolojik ve tarihsel dayanaklarını ortadan


Sayfa 119 kaldırmaya, bunları bilim dışı, gerçeklik dışı ilan etmeye kalkıştı. Kapitalizm yalnızca kendisine alternatif bir düzenin kurulmasını engellemekle de yetinmedi, insanlığın ütopyalarını bile yoketmeye girişti. Bugün kapitalizm en ağır darbelerini insanların ruhuna ve beynine indiriyor. Ütopyaların bile yasaklandığı bir kapalı devre sistem, devrimin ve eşitlikçi bir toplum idealine ulaşmanın imkansızlığı propagandasını yapıyor. Şeyh Bedreddin ise eşitsizliğin kutsandığı günümüzden asırlar öncesinden kopup gelen hakikat çağrısıyla bütün insanlığa yeniden hakikat yolunu gösteriyor bugün. Şeyh Bedreddin’e gelinceye dek insan toplumunun eşitlik arayışı daha çok bir “cennet arayışı” şeklinde, kendiliğinden gerçekleşmesi beklenen bir ütopyadan ibaretti. Bedreddin ve talebelerinin öncülük ettiği ayaklanma ile birlikte örgütlü ve disiplinli bir devrimci örgütlenme yoluyla yeni ve eşitlikçi bir toplum kurma mücadelesi ete kemiğe bürünmüş oluyordu. Bedreddin’e kadar tarihsel ilerleme ve medeniyetlerin gelişimi daha çok fetihler ve yağmalar şeklinde gelişen tarihsel devrimlerle gerçekleşmekteydi. Bedreddin isyanından sonra ise sosyalizm bir “cennet” beklentisinin ötesine geçerek örgütlü kitlelerin bir ideoloji etrafında ve bir örgütsel yapı öncülüğünde gerçekleştirecekleri bir yeni düzen olarak ortaya çıkıyordu. Bu açıdan Varidat kitabı, Şeyh Bedreddin Hareketinin manifestosudur aynı zamanda... Bedreddin de bu mücadeleyi tek başına değil Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal gibi yoldaşlarıyla birlikte verdi.. Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa da tek başlarına değildiler, etraflarına topladıkları binlerce köylü ile birlikte hareket ettiler. Artık ortak konulan eylem manifestosu çevresinde çeşitli ırk ve dinden insanlardan oluşan bir toplumsal mücadele söz konusudur. Ortaklaşmacı bir düzeni kurmak için ortak bir dava yaratılması söz konusudur. Böylelikle Bedreddin’le birlikte ilk kez mevcut düzenin ezilenler lehine değiştirilmesini hedefleyen ve bunu kitlelere bilinç götürme yoluyla gerçekleştiren bir toplumsal mücadeletoplumsal devrim fikri yaratılmıştır. Toplumsal yapıya bilinçli bir müdahale ve bunun yolu olarak örgütlü mücadele fikri, Bedreddin’in sosyalist mücadele birikimine yüzyıllar öncesinden yaptığı en önemli katkıdır. Bu toplumsal mücadeleyi de en güzel şekilde yine Nazım anlatır Şeyh Bedreddin Destanı’nda; hep bir ağızdan türkü söyleyip hep beraber sulardan çekmek ağı, demiri oya gibi işleyip beraber, hep beraber sürebilmek toprağı, ballı incirleri hep beraber yiyebilmek, yarın yanağından gayrı her şeyde her yerde hep beraber! diyebilmek İçin onbinler verdi sekiz binini...


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı Gerçekten de Bedreddin, daha 15. yüzyılda, özel mülkiyetin sorgulanmasının bile akla gelmediği bir dönemde özel mülkiyeti tümüyle ortadan kaldırmak için yola koyulmuştu. Bedreddin’in talebesi Börklüce Mustafa şeyhinden öğrendiklerini şu sözlerle özetliyordu; “ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmesin. Kadınlar hariç bunların hepsi hepimiz içindir ve hepimizin ortak malıdır” Eski düzeni yıkmak ve yeni bir düzen kurmaksa artık hem bir dava haline gelmiştir hem de insanın kendi benliğini ve özünü yeniden yaratmasını sağlayacak bir yeni insan yaratma sürecidir. Bu açıdan Bedreddin’in eylemi sadece kurulu düzenin yerine yeni bir düzen koymak değil, yeni bir insan ve yeni bir toplum yaratmayı da hedefler. Bu dönüşümü de önce kendinde uygular. Bedreddin, Edirne’ye bağlı Simavne kasabasının Kadısı olan babası dolayısıyla varlıklı ve ayrıcalıklı bir sosyal sınıfa mensuptur. Başlangıçta bu sosyal konumunun yarattığı ayrıcalıklarla ciddi bir dinsel eğitim alır. Aradan geçen süreçte ise ünü bütün Osmanlı coğrafyasına yayılır. Artık İslam hukukunun en büyük bilginlerinden birisidir. Bu sırada Osmanlı tahtı kardeş kavgalarıyla ve iktidar hesaplarıyla sarsılmaktadır. Bedreddin de, öğretmeni olduğu Musa Çelebi’nin Edirne’de hakimiyeti kurması üzerine Musa Çelebi tarafından Kazasker olarak görevlendirilir. Ancak içine doğduğu sosyal yapı ve edindiği ilmi ve siyasi mevkiler onu mutlu etmez. Bedreddin, toplumdaki eşitsizliklerin ve adaletsizliğin her geçen gün daha da derinleştiğini görmektedir. Bu eşitsizliklerin kaynağını araştırmaya giriştiğinde ise iktidarın ve zenginliğin, mülk sahibi olma ve yoksulluğun tanrısal bir düzenin kuralları olarak kutsandığı toplumsal düzenle karşı karşıya kalır. Mısır başta olmak üzere Osmanlı’nın ve İslam dünyasının pek çok önemli merkezinde geçirdiği zaman, onun bu fikirlerinin daha da olgunlaşmasına yardımcı olur. Bu gerçeği kavramasıyla birlikte ise kendisine büyük din bilgini sıfatını kazandıran bütün kitaplarını Nil nehrinin sularına atarak yok eder. O güne kadar kazandığı bütün ünvanları reddeder ve servetinin tümünü yoksullara dağıtarak kendisini bu adaletsiz düzenin bir uzvu haline getiren herşeyden kurtulmaya girişir. Bu noktadan itibaren önünde açılan yol yeni bir arayışın ilk adımıdır. Bedreddin, artık bir hakikat arayıcısıdır.Şeyh Ahlati’nin hizmetine giren Bedreddin artık sıradan bir din adamı değil bir Sufi’dir. Sufi, bütün zamanını iç dünyasını temizlemeye çalışarak geçiren kişiydi. Bedreddin, hakikate ve eşitliğe ancak bütün kirlerinden arınmış temiz bir ruhla ulaşılabileceği düşüncesiyle, kendisini acıyla terbiye eden bir arınma sürecine girdi. Bu ruhunu acıyla terbiye etme arayışı, O’nun halkın çektiği acıları kendi benliğinde ve vücudunda hissetmesine ve böylelikle gerçek eşitliğin ve adaletin dinsel kitaplarda vaaz edildiği şekilde öbür dünyada değil, tam tersine bu dünyada olduğu fikrine ulaşmasına yol açtı. Bedreddin artık talebelerine olabildiğince çok insanı hakikat yoluna çekmenin önemini anlatıyordu. Bu aynı zamanda insanları gerçekten özgürleştirmenin de tek yoluydu. Dünyada hiçbirşey insansız olamazdı. Ama bu insanların çoğu, küçük çıkarlar ya da anlık zevkler uğruna bütün insanlığın gerçek çıkarlarını göremeyecek derecede körleştirilmişlerdi. Bu nedenle Bedreddin’in talebelerine verdiği görev mümkün olduğunca fazla sayıda insanı hakikat yoluna çağırmak, onlara gerçekleri anlatmak ve onları doğrunun ve adaletin safına


Sayfa 121 çekmekti. Onlara, “Senin ilacın sende!” diyordu. Bedreddin, çevrersini saran karanlığa karşın, insanlara gerçekleri göstermek gerekiyordu ve bunun yolu da gerçeği insanların en kolay anlayacakları şekilde onlara anlatmaktan geçiyordu. Müritlerine tavsiyesi de bu oldu. Belki de bu nedenle olsa gerek, dönemin gerçekliğinin dayattığı bir biçimde Bedreddin ayaklanması, dinsel söylemlerin de kullanıldığı bir isyan olarak ortaya çıktı. Ancak amaç dinin öbür dünyada vaadettiği cenneti bu dünyada kurmak ve bütün insanları bu ideal etrafında biraraya getirmekti. Bu açıdan Bedreddin hareketi dinsel bir ayaklanma değil, sosyalist mücadelenin tarihsel süreç içindeki ilk önemli deneyimlerinden birisi olarak tarihteki yerini aldı. Bedreddin ve talebeleri bunun için ortaya atıldılar ve etraflarına topladıkları binlerce köylü ile birlikte isyan ettiler. Börklüce Mustafa Aydın’da, Torlak Kemal ise Manisa yöresinde Bedreddin’in fikirleri doğrultusunda örgütledikleri binlerce köylüyle birlikte büyük bir başkaldırıya giriştiler. Ancak isyan başarısız oldu. Bedreddin’in öğrencisi Musa Çelebi’nin iktidar kavgasında mağlup olması ile birlikte Osmanlı’daki iktidar yapısı tümüyle değişmişti. Mehmet Çelebi’nin iktidarı devralmasıyla birlikte Osmanlı iktidarı bu ayaklanmayı büyük bir güç kullanarak bastırma yoluna girdi. Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa mağlup edildiler ve yakalanarak öldürüldüler. Bedreddin ise bu haberleri aldıktan sonra Musa Çelebi’nin yenilgisinin ardından sürgüne gönderildiği İznik’ten ayrılırken yakalandı. Hicri takvime göre 27 Şeval 819, Rumi takvime göreyse 18 Aralık 1416’da Serez’in Bakırcılar Çarşısı’nda kurulan bir darağacında idam edildi Bedreddin. Gerçekten de dönemin özellikleri düşünüldüğünde böyle bir ayaklanma için erken davranılmıştı ve yenilgi kaçınılmaz olarak gelmişti. Ama insanlık tarihi her zaman ezilenlerin zaferini değil, çoğu zaman da yenilgilerini yazdı ne yazık ki. Ancak bugün, aradan geçen yüzlerce yıldan sonra bile, insanların eşit ve özgür bir düzen içinde yaşamaları için yürütülen bütün toplumsal mücadeleler için bir esin kaynağı olduğu düşünülürse, Bedreddin’in düşünce ve eyleminin o gün olmasa bile bugün büyük bir zafer kazandığı da görülecektir. Elbette her ayaklanmanın başarıyla sonuçlanması da beklenmemelidir ve zaten bu mümkün de değildir. Ancak tıpkı Bedreddin örneğinde olduğu gibi kendisinden sonraki mücadeleler için yolu açan ve gelecekteki zaferleri içinde taşıyan bir miras bırakılması bile başlı başına bir zafer değil midir aslında? İşte bize Bedredin’den kalan düşüncelerden bir demet: “Kötü ve Çirkin işlerle uğraşan insanlar Hak’tan uzaklaşmışlardır. Cehennem işte budur. Cennetle cehennemi başka yerde aramak saçmalıktır.” “Hakikat bize insanları varlıklarına, dinlerine, dillerine göre ayırmamızı değil, birleştirmemizi buyurur.” “Ay ve güneş herkesin lambasıdır, hava herkesin havasıdır, su herkesin suyudur. Ekmek neden herkesin ekmeği değildir?” “Evren yaratılmamıştır, yok da olmayacaktır.” “Dünyadaki bütün mallar, insanların ortaklaşa yararlanması içindir.” “Yeryüzünde doğal sınırlar yoktur, bu yüzden insanlar arasında bölünmüş topraklar bulunması da yanlış olur.”


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı


Sayfa 123

ARAP ŞİİRİ

 IRAK

ABDÜLVAHAP EL-BEYATÎ

 LÜBNAN

UNSÎ EL-HAC

 MISIR

ABDÜLKADİR EL KOT

 SURİYE

ŞEFİK CEBRÎ


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

DÖNÜŞ Havaya buza yazıyorum... Adını ey Berlin Canımın içi Alnına güzelliğin çiziyorum yeni dünyayı Betimeleyemeyecekti hiçbir kartpostal bunu Sevdiğim denli yazıyorum, —Gece tanığı aşkımızın Yeni açmış bir çiçek sabahın Kumral saçların Güzelliğin alnına yıkılmış Yârim Yedim ekmeğinden Sağıyorum istediğimi senden Irmaklar adına türkü söyledim Mum ışıklarına Çeliğe İşçilere Türkü söyledim Havaya buza yazıyorum Adını ey Berlin Yârim Bir de bitimsiz ufkun yıldızları üstüne

ABDÜLVAHAP EL-BEYATİ ÇEVİRİ: Nuri PAKDİL


Sayfa

ŞARLATAN Oluşunuz ya kaçınız Kurtaracağım türküyü Toprağı yıkacağım / Yitik koyun boynum mezamirlerden inlemelerden kül saçlarım / Yiyorum lambayı üflüyorum hayaleti / Uzanıyorum üs tünde fiil tepelerinin Bunun için yıldırımın işaretimle düşmesi / Ölüm çiçeğe böbürleniyor yıldırım / Babil’den sığınıyor altına şebnemin kuş tırnağının / Ölüm kadınlarının tımarladığı devlete fırlatıyorlar masal okla rını / Kaynattıkları akan yıldızı / Tavuk gibi fırtınayı / zamkıyla memelerin alıkoydular alıcılarını / Bal mumuna yapıştırdılar döllerini (Güzeldiler bunlar oladursun biraz kaleşimtırak şövalyelerin gömleklerine benzer giysileriyle süslüydüler / Korkuyorum onlardan ve üşüyorum / Çekildi kanım damarlarımda Kim kulak verecek giyilmemiş sözlere)

UNSİ EL-HAC ÇEVİRİ: Nuri PAKDİL

125


Emeğin Sanatı 10. Yıl 174. Sayı

KIR PUTLARI Düşler şairi Yakıyor fenerlerini Karanlıklariyle gece Besliyor saçma imgelerini Kır putlarını Hayal kuran İn sanlarla arada kalan Kalabalığında dünyanın Kır putlarını Koş kıvanca Ey zayıflamış kalbim Gül eski sertliğine Uyuyanı ayağa kaldıran Sesleri dinle Ölülerdir şaşanlar Konutlarının cennetinde

Yükselen kuyusunda yaşamın Yankının tutkunu sen Geleceğin koşan Fallarını adlandıran Bak büyüsüne Mutlu şimdiki zamanın Yaşayanlarla gel Gir Gül Uğultusunda yaşamın

ABDÜLKADİR EL KOT ÇEVİRİ: Nuri PAKDİL


Sayfa

BÜLBÜLÜN İNİLTİSİ

Dalında bırakmış kendini bülbül Durmadan üzüntüsünü yinelemeye Şarkısında bulmadım hiç bir hile Tuhaf gelen ezgisine İnsanlar dolduruyorlar plaklarını şiirleriyle Plağı bülbülün işte bahçesi Bir aruz vezni var bülbüllerin: O da köstekliyor düşüncelerini Bir şarkısı var bülbülün: Serbest vezin o da Saklıyorsan bülbüle acını Sayıp döker önünde açıkça türkülerini Saklıyorsan ondan göz yaşlarını Bülbüle gelince duruyor önünde silâhsız Komşusu yitirdi mi yuvasını Böyle iç çekip duran dolaylarda Akbaba geçirdi mi kılıçtan dosyalarını Hıçkırıkla yorumluyor mu ayrılış esenleşmelerini De bana ey yurtsamayı yaşayan Görmedi mi insanlar ruhunun bu hâlini Bak ne tuhaf yurduna ağlayan sadece bülbüllerdir Acılarını yitiren insanlar Nasıl geri getirecekler onları

ŞEFİK CEBRÎ

ÇEVİRİ: Nuri PAKDİL

127


DÜNYA ŞAİRLERİNİN KISA DÜNYA ŞAİRLERİNİN KISAÖZGEÇMİŞLERİ: ÖZGEÇMİŞLERİ:

AGOSTİNHO NETO:Angola'nın ünlü şairi ve Angola Devlet Başkanı (1975-1979) Ülkesinin kurtuluş savaşına önderlik eden Neto’nun Angola halkının kurtuluş kavgasıyla şiiri sıkı sıkıya ilişkilidir. Angola Halk ABDÜLVAHAP EL-BEYATİ (1926) 1926’da Bağdat’ta doğdu. Arap Edebiyatı öğren imi Kurtuluş yaparak İçin öğretmen Hareketi’nin başkanlığını yaptı. Tıp Eğitiminden sonra 1960'da harekete liderlik etmeye başladı ve olaylar oldu. Çeşitli ülkelerde kültür ateşesi olarak görev yaptı. Bugün de, İspanya Madrid'de Irak Büyükelçiliğinde esnasında Portekizlilerce 30 sivil öldürüldü, yaklaşık 200 kişi yaralandı. Neto; Portekiz koloni makamlarınca aynı ataşe olarak hayatını sürdürmektedir. kitabı olan El-Beyati, Arapsonra edebiyatını iyice öğrendikten sonra yıl tutuklanarak Lizbon'da hapse atıldı. Birçok Hapisten kaçan Neto; önce Fas'a da Zaire'ye gitti. 1962 yılında Nazım Hikmet’ten esinlenerek şiirlerdöndü. yazmaya başladı. Irak Portekiz şiiri içinde farklı bir duyarlık kurtuluş savaşına devam etmek toplumcu üzere ülkesine Angola halkının sömürgeciliğine karşı yakaladı. verdiği Bu çabalarıyla Dünya Edebiyatı içinde önemli bir yer kazandı. Onlarca kitabı bulunm aktadır. Bunlardan kurtuluş savaşı, şair Neto'nun önderliğinde başarıya ulaştı. 1969-1970 Asya Afrika Yazarlar Birliği'nden Lotusen ilgi çekenleri ile Cinler”, Şiiri”,Ödülü'nü “Ölmeyen Kelimeler”, “Gülen ile Gelmeyen”... Ödülü'nü aldı.“Melekler (1975-1976) yılında “Sürgün Lenin Barış kazandı. Kanser tedavisi sürerken Moskova'da hastanede sonsuzluğa yürüdü. UNSİ EL-HÂC (1937-2014): Beyrut’ta doğdu. El-Nahar gazetesinin sanat-edebiyat bölümünü yönetti. Gazete JORGE REBELO:1940 doğumlu Jorge Rebelo, MOZAMBİKli şair, avukat, gazeteci . Portekize karşı Mozambikli ve dergilerde şiirdirenişin üstüne,öncülerinden Arap Edebiyatı’nın sorunlarıMozambik üstüne araştırmalar yaptı. Lübnan’ın ve için Arap gerilla grubu ile oldu. Şiirlerinde özgürlükmücadelesini, bağımsızlık dünyasının en ünlü eleştirmenlerinden biriydi. Çağdaş Batı Edebiyatından çeviriler yaptı. Şiirlerinde mücadele, direniş çağrıları öne çıkmaktadır. Özgürlük savaşını ve savaşanları över, yoldaşlarını motive ederçok , renkli, gerçeküstücü birMozambik anlayıştanözgürlük yola çıkarak yeni bir şiir anlayışı oluşturdu. kendisiyle gizlice görüşmeye kavgaya çağırır. Bu şiir, mücadelesininen şiddetli günlerinde, gelen iki İsveçli gazeteciye verilmişti. Rebelo, 1975 yılında ülkenin bağımsızlığını hemen sonra Mozambik'in enformasyon bakanı ve ülkedeki en güçlü adamlarından biri oldu. ABDÜLKADİR EL KOT (1916-2002): Mısır Edebiyatı’nda yeni klasiklerden sayılmaktadır. 1938’de Kahire ELLİS AYİTEY bitirmesinin KOMEY:(1816-1887) sesini, sosyalizmi türküleri konulu ve şiirleriyle dünayaya yayan Üniversitesini ardındanProletaryanın Londra’da “Araplarda Şiir Anlayışı doktora tezi hazırladı. şairdir. Enternasyonal’ın sözünü yazan şairdir. Önceleri işçi olarak çalıştı. 1848’de barikatlarda dövüştü. 1871 Üniversitede Edebi Eleştiri profesörlüğünde bulundu. Çağdaş Arap şiirinde yeni bir duygusal yükselişin Paris Komünü’nde milletvekili Komün yıkılıncada ABD’ye sığınmak zorunda kaldı. Gıyaben cezasına öncüsü oldu. Şiirinin yanı seçildi. sıra hayatı boyunca yazılarıyla demokrasi, sosyal adaletölüm aydınlanmayı çarptırıldı. Sürgünde kaldığı sürece türkülerini yazmaya devam etti. 1880’de aftan yararlanarak Fransa’ya savundu. döndü. İlk şiir kitabını o yıl yazdı. 2. kitabı «Devrim Türküleri» ölümünden sonra yayınlandı. Yoksulluk içinde öldü ama yazdıklarıyla arkasında ölmeyecek biryüzyılda anıt bıraktı. ŞEFİK CEBRÎ (1898-1980): Cebrî, yirminci Suriye'ye doğan parlak bir olarak tanımlanmaktadır. DENNIS BRUTUS: (1924-2009) Zimbabweli spor yöneticisi, özgürlük savaşçısı, şair.tanık1960 Osmanlı egemenliği altında büyüdü ve Birinci sporcu, Dünya Savaşı'nın dehşetini, trajedisini ve yıkımına oldu. olimpiyatlarına hak ettiği halde siyah tenli olduğu için seçilmeyince bu kararda egemen olan Anti-CAD’a (Siyahî 1947-1958 yılları arasında Şam Üniversitesi Edebiyat Fakültesi dekanı oldu. Şam Arasp Akademisine ve Karşıtı İşler Dairesi Başkanlığı organizasyonu) direnir bunun sonunda ilk kez hapse atılır. 18 ay hapisten Kahire Dilda Akademisi üyeliklerinde Şiirlerinde geçmişle çağdaş şiirin sentezi vardır.o Şiirinde çıktıktanArap sonra mücadelesini sürdürdü bulundu. Güney Afrika’da siyahların yazması ve yayınlaması yasakken illegal belirttiği gibi “aruz vezni var bülbüllerin: O da köstekliyor düşüncelerini” diyerek eskiye karşı yeniyi yollardan bu yasağı deldi. Asma sonunda tekrar tutuklandı. Nijerya hapiste iken MBARI Şiir Ödülü'nü alan ilk savunur. Şiirlerinde bağımsızlık ve özgürlük vurgusu ağır basar. siyah şair oldu. Ancak Brutus, ödülü ırkçılığı protesto etmek amacıyla geri çevirdi. 14 şiir kitabı olan Brutus, Daha sonra yurt dışına çıktı. Denver Üniversitesi, Northwestern Üniversitesi ve Pittsburgh Üniversitesi ‘nde Kaynak: Çağdaş tarihi Arap üzerine Şiiri, Nuri Pakdil, Edebiyat Yayınları, Afrika edebiyat dersler verdi. Buradan emekli1976) oldu. Amerika’da öğretim üyeliğini sürdürdüğü yıllarda da ABD’de Apartheid karşıtı gösterile düzenledi, kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Apartheid bittikten sonra Güney Afrika'ya döndü. 2008 yılında sanat ve kültüre katkıları, ömür boyu gösterdiği özverili mücadelesi nedeniyle Güney Afrika Lifetime Onur Ödülüne layık görüldü. Brutus, tüm zamanların dünyanın en iyi şairleri arasında yer aldı. Korkusuz bir adalet savunucusu, ve büyük bir hümanist ve öğretmen oldu.

EMEĞİN SANATI E-DERGİ

Aylık Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi ARALIK /2014 Yıl: 10 Sayı: 174

Kaynak: Yansıma Dergisi Sayı 30, 1974, Kurtuluş Hareketleri Ve Direnen Şiir Özel Sayısı

EMEĞİN SANATI E-DERGİ

Yayınlayan: EmeğinKültür/Sanat Sanatı KolektifiE-Dergisi Aylık Sosyalist © Dergide yayınlanan Yıl: eserlerin her163 türlü hakkı 15.12.2014 9 Sayı: şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. Yayınlayan: Emeğin Sanatı Kolektifi © Dergide yayınlanan eserlerin her türlü hakkı Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir. şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir

Yayın, Tasarım, Düzenleme: A.Z.ÇAMUR Resim-Yazı-Şiir Düzenlemeleri, Ön Kapak, Öniç Kapak, Arka Kapak ve Arka İç Kapak ADNAN DURMAZ Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostları, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler. dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler. Facebook grup adresi: https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.