Ayl覺k Sosyalist Sanat E-Dergisi Y覺l:10 Say覺: 177 May覺s / 2016
EMEK VERENLER / İÇİNDEKİLER A. KARABAĞ ABUZER YALÇIN ADNAN DURMAZ ASIM GÖNEN BEKİR KOÇAK BEKTAŞ ÇAĞDAŞ BÜLENT AYDINEL
CEM EREN ERCAN CENGİZ ERTAN ŞAHİN FEYYAZ KADRİ GÜL GÖKMEN SAMBUR GÜLEFER C. SAVRAN HALDUN HAKMAN
ÖN KAPAK 1 DOSTOYEVSKİ G:ADNAN DURMAZ GÖRSEL/ŞİİR 2 EMEK VERENLER İÇİNDEKİLER 3 EMEĞİN SANATI’NDAN 177. MERHABA ADNAN DURMAZ SUNU YAZISI 4 BU SAYININ SAVSÖZü AYHAN GERÇEKER 5 Haikular ADNAN DURMAZ ŞİİR 6 Aç Bir Annede Oğul ASIM GÖNEN ŞİİR 7 Deniz'in Dengi FEYYAZ KADRİ GÜL ŞİİR 8 Akşamüstü Giden Çocuk ÖZLEM KESKİN ÖYKÜ 9 Haziran Yağmuru TAN DOĞAN ŞİİR 12 Öç İRFAN SARİ ŞİİR 13 Zamanı Yalın Ayak Geçerken Serüvenciler BÜLENT AYDINEL ŞİİR 16 Çocuk Kalbi ABUZER YALÇIN ÖYKÜ 18 Nice Hünkârlar HASİBE AYTEN ŞİİR 23
HAMZA İNCE HASİBE AYTEN HAYDAR DOĞAN İRFAN SARİ MUAMMER ERTURAN MUSA SU NECİP TIRPAN
Güne Doğru HAYDAR DOĞAN ŞİİR 24 ... GÖKMEN SAMBUR ŞİİR 26 Gofret Ve Çikolata YÜKSEL KURTUL ÖYKÜ 27 Korkmasak Diyorum BEKTAŞ ÇAĞDAŞ ŞİİR 29 Ceylan Öldü SEMA LALE ŞİİR 30 Abime Gelsin SEMA LALE ÖYKÜ 33 İki Mayıs ERTAN ŞAHİN ŞİİR 31 İzmir Fuarı NECMETTİN YALÇINKAYA ÖYKÜ 32 Özgürlüğün Yazgısı BEKİR KOÇAK ŞİİR 34 Saklı Kentler MUSA SU ŞİİR 35 Suvarma Sırası Ey Kuzen YAŞAR DOĞAN ŞİİR 36 Papatya GÜLEFER CAMBAZ SAVRAN DENEME 37 Çorak MUAMMER ERTURAN ŞİİR 38
N.YALÇINKAYA OĞUZ ATEŞOĞLU ÖZER GENÇ ÖZLEM KESKİN SEÇKİN ZENGİN SEMA LALE
İsyan ERCAN CENGİZ ŞİİR 40 Yalnızlığın Çoğul Senfonisi: Sait Faik Abasıyanık TEMEL DEMİRER İNCELEME 41 Geçer ÖZER GENÇ ŞİİR 46 Akis ERTAN ŞAHİN ŞİİR 47 Atıyorum Umutları HAMZA İNCE ŞİİR 48 Bıra Mın Mızık Acılar CEM EREN ŞİİR 49 Çaresizlik Duvarının Önünde ADNAN DURMAZ DENEME 50 Sevda SEÇKİN ZENGİN şiir 59 Kelimesine Yandığım Zevkler ABDULLAH KARABAĞ ŞİİR 72 İbrahim Kaypakkaya Direndi.... YAVUZ AKÖZEL MAKALE 61 Edepsizleri Gök Yüzüme Kapakladı HALDUN HAKMAN ŞİİR 67 Ak Alnım Deniz NECİP TIRPAN ŞİİR 68
TAN DOĞAN TEMEL DEMİRER VEDAT KOPARAN YAŞAR DOĞAN YAVUZ AKÖZEL YÜKSEL KURTUL ALİ ZİYA ÇAMUR
Şiirimizde Dün ve Bugün Toplumsal Başkaldırılar – 2 ALİ ZİYA ÇAMUR ARAŞTIRMA 69 Üzerimizde Gök Yüklü Acılar Sağanağı VEDAT KOPARAN ŞİİR 78 Teen Slasher OĞUZ ATEŞOĞLU ŞİİR 79 Dizelerde “Şiir ve Şair” A.Z.ÇAMUR SEÇKİ 80 Yaşam ve Sanatta Bir Ayın İzdüşümü SANAT HABERLERİ-ANMA 81 MAYIS Ayında Önemli Günler 85 Asya Halkları Şiirleri 105 İnsan Sevgilisinin Yanında Nasıl Yürekli olur? GOMBOZHAV (Moğolistan) ÇEVİRİ ŞİİR 106 Bir Adam TAKİGUŞİ MASAKO (Japonya) ÇEVİRİ ŞİİR 107 Yine ARUN MİTRA (Hindistan) ÇEVİRİ ŞİİR 108 Sabah Söylenen Aşk Şarkısı CHE LAN VIEN (Vietnam) ÇEVİRİ ŞİİR 109 Dünya ŞairleriKısa Biyografi DERGİ KÜNYESİ 110 ARKADAŞ Z. ÖZGER ADNAN DURMAZ GÖRSEL/ŞİİR 137 1 MAYIS TURGAY KANTÜRK KONUK ŞİİR 112
EMEĞİN SANATI’NDAN 177. MERHABA GORKİ’NİN BAHSETTİĞİ BARSAK ŞERİDİ İLE OĞUZ ATAY’IN TUTUNAMAYAN’I AYNI ŞEY ÜÇ BÜYÜK ŞEHRE, ÖZELLİKLE DE İSTANBUL’A KURMUŞLAR OYMAKLARINI. BELİRLİ BARLARA, MEKÂNLARA TOPLANIP, AĞIZLARINA DOLAN SAKAL BIYIK KILLARINDAN İÇKİLERİNİ SÜZDÜREREK DEVRİM AŞK SANAT VE KADIN KONULARINDA AHKÂM KESİYORLAR EZBERLENMİŞ LAFLARLA. KAFALARINDA OLAN SAÇLARI UZATMAK, SAKALLARINI SALIVERMEK MODALARI... ŞİİRE SANATA MERAKLI SEMPATİZAN KIZLARIN BEYNİNİ “ANI YAŞAMAK, ÖZGÜR BİREY” VS. GİBİ LAF SALATALARIYLA YIKAMAK KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLERİ. SOSYAL DEMOKRAT BELEDİYE SALONLARI VB. MEKÂNLARDA KÜRSÜLERİ OLUYOR. ORADA VAAZ VERİYORLAR MÜRİTLERİNE. 50 YILDIR DEVRİMCİLİK YAPTIĞINI BEYAN EDİP, ÖRTÜLÜ GEÇMİŞLERİNİ, UYDURUK KAHRAMANLIK HİKÂYELERİYLE SÜSLÜYORLAR. KİMİSİ DENİZLERLE HÜCRE ARKADAŞI, KİMİSİ YILMAZ GÜNEY’İN KANKASI. SAÇMA SAPAN OTUZAR KİTAPLARI VARDIR, İÇİNDE ŞİİR BULAMAZSINIZ. NE HALK, HALKLAR, EZİLENLER ONLARI TANIR, NE DE ONLAR EZİLENLERİ; AMA DİLLERİNDEN DÜŞÜRMEZLER HALKLAR VE HALKIMIZ SÖYLEMİNİ. ÇOĞU ZAMAN ALKOLİKTİRLER ZATEN. SAKALLARINI MARKS’A ÖZENİR GİBİ BIRAKMIŞ OLSALAR DA, BAŞLARINDA UYDURUK CHE ŞAPKASIYLA, BİRER TARİKAT EHLİDİRLER. ÜLKEDEKİ DEVRİMCİLİĞİN DE ŞİİRİN DE AĞZINA SIÇAN BUNLARDIR. NE HASAN HÜSEYİN, NE NAZIM, NE YILMAZ GÜNEY, NE AHMET ARİF'E BENZEMEZLER, ÖYLE GEÇİNSELER DE. YILLAR ÖNCE FARZI MİSAL ON İKİ EYLÜLDE 6 AY BİR YIL PARTİDEN ÖRGÜTTEN ALINIP YATIP AKLANIP ÇIKMIŞLARDIR AMA BİTMEZ BUNLARIN DİRENİŞ ÖYKÜLERİ. MARKS’TAN BİRKAÇ ALINTI KAGAN'DAN, LUCAS’TAN ÜÇ BEŞ EZBER, ORDAN BURDAN ÇALINTI. KOKUŞMUŞLUĞUN SÜNGÜSÜ DÜŞÜK REZİLLERİ… HİÇ HAZZETMEZLER, ARADA ÇIRPINIP DURAN, OKUYAN UYKUSUZ KALAN, YAZAN, OYMAKSIZ, AHBAPÇAVUŞSUZ EZİLENLERLE İÇ İÇE OLAN, DOĞRU İNSANLARI; GÖRMEZDEN GELİRLER, TUTTUKLARI SUBAŞLARINDA ONLARI… ÖDÜL MAFYASIDIRLAR, HOLDİNG YAYINEVLERİNİN SOFTASIDIRLAR… VE TABİİ ŞİİR ATÖLYELERİ VE AVENELERİ......... BİRBİRLERİNİ TANIRLAR ŞARKTAN GARBE KADAR. OTURDUKLARI HİÇBİR MASADA HESAP ÖDEDİKLERİ VAKİ DEĞİLDİR. ÇIKARDIKLARI DERGİLERDE HEMEN OYMAKLAŞIRSEN BEN BİZİMOĞLAN DERGİSİNE ÇEVİRİRLER. EZBERLERİNİN VE MUHABBET ESNASINDA DİNLEDİKLERİNİN DIŞINDA OKUMAZLAR; AMA ALLAME İ CİHANDIRLAR. ARKADAŞLARININ KAFALADIĞI GENÇ KIZLARI KADINLARI KAFALAMAK GİBİ BİR BAŞKA AHLAKSIZLIKLARI DAHA VARDIR. GORKİ’NİN BAHSETTİĞİ BARSAK ŞERİDİ İLE OĞUZ ATAY’IN TUTUNAMAYAN’I AYNI ŞEYDİR. YANİ BU GRUP YANİ BU GÜRUH… ADNAN DURMAZ
ADNAN DURMAZ
BU SAYININ SAVSÖZÜ Sanatta bir dış diyalektik, bir de iç diyalektik vardır. Basitçe söylemek gerekirse, dış diyalektik sanatçıyla toplum arasında, iç diyalektik sanatçının kafasında oluşur. Bu iki diyalektik birbirinden ayrı değildir; aksine birbirini etkiler, birbirine yol açarlar; iç içe girmişlerdir. Şeylerin bütünlüğü ya da dış diyalektik, sanatsal birikimin ilk adamıdır. Geçmiş bütün tarih ve bugünkü toplumsal durum oluşturur sanatçının bilincini. Sanatsal yaratımın kökü olan bilinç, bütün bu tarihsel, sosyolojik ve giderek son çözümlemede ekonomik ilişkilerin karmaşık bir yansımasıdır. Ne bu yansımaya bilinç adını vermek ve onu tinssel anlaşılamayan bir varlık olarak görmek, ne de bilincin karşı etkisi olduğunu söylemek bu gerçeği değiştiremez. Bilincin şüphesiz karşı etkisi vardır, hele bu, sanatta çok daha yoğundur; ama diyalektik de bunu böylece belirtmeyi gerektirir zaten. Marksizmin bilijnç anlayışını, mekanik maddecilikle karıştırmak ve bizim bilinci bir ses alma makinası olarak gördüğümüzü söylemek en azından bir yanılmadır. Kafka’nın çağında milyonlarca insan yaşadı, ama yalnız Kafka yazabildi Dava’yı. Ama söz burada bitmiyor: Kafka ancak o çağda yazabilirdi Dava’yı, ilkçağda değil, ve ancak Avrupa’da yazabilirdi, kuzey kutbunda değil. Toplumla girdiği ilişkiler sanatçıya niceliksel birikimi sağlar. Bu dış diyalektik, sanatçının içindeki iç diyalektiğe dönüşür ve bu niceliksel birikim sanatçının biincinde niteliksel bir değişimle sonuçlanır. Bu değişim sırasında bilincin etkisi girer işin içine ve niteliksel değişimin doğuşunu etkiler, aynı olayın şöyle değil de böyle algılanmasına yol açar, ya da bu bilgi sanatçıyı belli konulardaki algılarını çoğaltmaya zorlar. “Sex contains all” inancı ya da bilgisi, Vietnam’da kadınların öldürülüşünü değil, kadınların memelerini algılamaya zorlar sanatçıyı. Yani niceliksel birikim, sanatçıya bağlı olarak şu ya da bu yönde olur artık. Görüldüğü gibi sanatçının bilincini, giderek yazacağı şeyi belirleyen iki şey vardır: niceliksel birikimin ne olduğu (dış diyalektik)ve sanatçının bu birikimi algılayış, değerlendiriş şekli (iç diyalektik). Bunları somut olaraktoplum için ele almakgerekir. Toplumsal gerçek, sanatın en önemli etkenidir.......
AYHAN GERÇEKER “Sanat-Toplum-Diyalektik” / Türk Edebiyatı - 1971
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
Sayfa 7
AÇ BİR ANNEDE OĞUL VE AÇ BİR OĞULDA ANNE gövden “definelere malik virane” yoklanmış bütün damarların varıp ellerini öpüyorum anne kızgın saclarda kalıyor dudaklarım
sana hasreti kanatlanmış geliyorum alevden gülücükler çiziyorsun sana volkanik bir oğul getiriyorum gözlerinden metal lavlar aktıtıyorsun
terin arı sütüdür diye altın suyudur diye kanın gövdenden varidatlar sağmışlar sararmış bütün yaprakların
sen ki aç bir oğulda anneydin sana yaşam için ölen bir yüz sakladım zulümsüz bir aleme sancılanıyormuşsun anne çıkarıp bütün organlarımı bağışladım
sana anne diyorum altın kubbelerde akşam güneşi gibi parlıyorsun varıp göğüslerine aç gömülüyorum kanayan bir merhameti emziriyorsun
ölüm için yaşayanı yaşam eğlemez artık afatlara gebedir biriken ver ki gülücüğünü anne sana hudutsuz bir sevinç getirem
ASIM GÖNEN
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
DENİZ'İN DENGİ — Deniz Gezmiş'e — Çiçek açmış dal gibi yeni bir imge bulsam Yaksam sözün çubuğunu bağdaş kurup otursam Bilincin yazgıyı alt ettiği yerde Deniz'in dengi olsam
FEYYAZ KADRİ GÜL
Sayfa 9
AKŞAMÜSTÜ GİDEN ÇOCUK
Özlem KESKİN
Sen hep akşamüstü mü gidersin çocuk ? Akşamüstü mü bulaşır hüzün ömrüne ? Hangi akşamüstüydü ilk gidişin ? Ne zaman daldın sömürüye ? Günlerden ne, hangi ay, hangi sene bilmiyorum. Bir okul tatilinin ilk günleriydi daha. Aşırı değildi sıcak. Karadeniz ne kadar a sıcak olabiliyorsa o kadardı. Fındıklar pamukçuktu, erikler yeni oluyordu. Deniz soğuktu . Yalnızca kabuğuna sığamayan erkek çocuklar girebiliyordu . Yanakları kırmızıydı çocuğun, elleri çocuk tombulluğu tavında henüz, balon balon. Diz kapakları boğum boğum. Şort giyse giyecek. Gözleri iri ve oldukça zekiydi. Kötü, akıbeti belirsiz bir yaz başlıyordu usulca. Her gece tarifi imkansız bir yalnızlık girip koynuna uyandırıyordu çocuğu. Gerçi fazlaca derin düşünemeyecek kadar küçüktü çocuk. Kapı önünde yağlı ekmek yiyebilmek kadar küçüktü. Sınıfta kalmıştı çocuk. Ancak çocuk düşlerde esebilecek kadar kuvvetli bir rüzgar alıp gitmişti karneyi ama yine de bu onun sınıfta kaldığı gerçeğini değiştiremedi . Kalmıştı işte çocuk. Kalabalık ailesi, gürültülü evi, meraklı komşuları, yokluk, yoksunluk, eğitim sistemi, kendisiyle hiç üç beş kelime konuşmamış öğretmenleri, herkes geçmişti de sınıfı bir o kalmıştı .
Okuyamayan çocuklar çırak olurlar. Çocuk alternatif üretemeyecek kadar çocuktu. Çırak olacaktı. Pastacı çırağı. Hem de çok uzaklarda. Onu şimdi yalnızca uzaklar paklardı.
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
Günlerden ne, hangi ay, hangi sene bilmiyorum. Yaşı on dört var ya da yok daha. Bir gün önce yeni ve küçücük bir valiz alındı ona. On üç çocuk yaşını doldurdu içine tombul elleriyle . Gerisi boştu . Gerisi önemsiz . Elle tutulur giysileri yoktu içine koyacak. O gün için alınmış pantolonunu, gömleğini giyindi. Baktı kendine, sevindi. Paltosu yoktu , mevsim yazdı . Bir akşamüstü gitti çocuk. Bahçenin taş merdivenlerinde utangaç ayak sesleri, odunlukta bilyeli araba, sapan lastiği, sonraki yıllarda kimse tarafından anlaşılamayacak küçük kardeşi sahipsiz kaldı. Gitti çocuk Annesi gençti henüz. Büyük acıları olmamış, felaketlerde sınanmamıştı yüreği. Büyük zaferleri yoktu. Yenilgileri de. Ama o gün, o akşamüstü yuvarlanıp giderken gözlerinden yumak oğlu öyle bir yenildi, bir yanı hep yenik kaldı. Fındığın dalına uzanmadı, ağaçtan bir tane bile erik koparmadı. Gitti çocuk. Omuzlarında kızamadığı, kıyamadığı afacan kardeşinin ılık ağırlığı. Gitti çocuk.
a
O gitmezden önce bilmiyorduk; pastacılığın pastalar kadar süslü bir iş olmadığını ve onun yumuk, beyaz ellerini bir daha hiç göremeyeceğimizi. Sonraki yıllarda o, elleri fırın yanığı, yüzü hamur karası geldi. Pastalar vitrinlerde halen beyaz, temiz ve güzeldi. Bir daha hiç birimiz o akşamüstü giden çocuk yüzü hiçbir yerde hiç göremedik. Uzak yerlerde kendi kendine büyüttü kendini çocuk. - Çok özledik seni, halen durma alevlenen bir yangın gibi özlüyoruz. Adam çocuk, güzel çocuk . – Nerede, nasıl, ne biçimde geçti yılları; hiçbirini öğrenemedik. Tek bir şey öğrendik. Biz artık kızmıyoruz, sabah çayında yanık simitlere rastlarsak. Öpücükler konduruyoruz yanıklarca. Kızmayın artık yanık simitlere rastladığınızda. Akşamüstü giden küçük bir çocuk yenik düşmüştür uykuya fırının başında. Yanmıştır çocuk düşlerince yoğurduğu simitleri ve tombul küçük elleri . Nerede şimdi o akşamüstü giden çocuk? Bilmiyorum .
Sayfa 11 Bir pastacı imalathanesinin boğucu kokusunda elleri hamur belki, çocukluğunun şehrine hasret Sıla adlı bir çocuğun babası belki. Adı neydi, o akşamüstü giden çocuğun? Bilmiyorum. Can, Düş, Ali, Ahmet, Tevfik belki.
a işte seni çocuk .- Hani bilmediklerim vardı, yazamazdım, yazdım Bir gün bir yerde okursun belki ...
ÖZLEM KESKİN
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
tan doğan
haziran yağmuru haziran yağmuru ‘çöl’e çatlak dudaklara topraklara kuru dallara yüreklere açlığa savaşa zulme sağır kulaklara kör gözlere sızıya sancıya ve acıya derman olur mu sence ‘çöl’e : yokluğa yoksulluğa kimsesizliğe kırık kanatlara ellere boynu bükük öksüz ve yetimlere aç bebeklere çocuklara sütü yitik analara işsiz-ekmeksiz babalara sana bana bize derman olur mu sence el verir mi umuda haziran yağmuru yol verir mi ‘mavi’ye can katar mı dirence bugüne yarına seviye haydi söyle nâzım haydi söyle:
ölmek mi zor dönmek mi şiire
Sayfa 13
a
ÖÇ
İrfan SARİ
her kesik içinden kanar bıçak şarapnel kurşun bilhassa yürek kesiği ve cennetinden kovulan çocukların derin yarasını tanrı bombalar acı içinde inleyen topraklarda toprak masum
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
kapkaraya dönüşünce gece bulut yüklü annelerin yüreğine oğul düşer kız düşer upuzun selvi dalı esmer ve akşamın son fotoğrafı gibi sonrası anaların cennette bile ayaklarının yakıldığı yerdir sonrası ne anlaşılmaz yalan ekmek için ekilen buğdaylar yalan başaklar dolu dolu yalan boy verir ölüm hepsi bir kelebeğin yaşadığı zaman terslalenin yurdunda sipîrêz sıra sıra bakardı durmadan gözyaşları kar kütlelerine karışırdı sıcak ve tuzlu köy yumurtası severdi çocuklar ve çeşit çeşit çiçeklerden bir ev balkonu a denizi kurşun kalem ile çizebilirlerdi martıları umudu dövdüler sol bileklerinin üstüne umudu gördünüz sonra sarayın sesinden lay laylar loy loylar kimselersiz tanrı çocukları aç bir öç lê kurt artisti karanlığını giyinmiş yine ilk değil sahte bezirganların kandırır çerçiliği biraz tarihten kanlı paslı ve eğri kılıç anımsamak yeter
Sayfa 15
o ince ruhlu filizlerin tohumdan kurtuluşu yani güneşin suyun toprağın bol harmanından sevişen mevsim yıldızların yalınayak çocukların ayaklarına battığına tanıktır yaşları yüzlerine buruşmuş babaların ay batmış şakaklarına ayyy kocaman denizler dökülür yaşarken daha üstlerine mezarları yasaktır toprağa kazma vurmak eyleme çıkmış çünkü ölü çocuklarınız kalbinizin enkazında kalsın istiyorlar de hadi şöyle modern yüzyılın iç yakıcı bir hikayesi de yok efendim yok kuşanmış insan öldürüyor bu haydut akımı
a
ömrü ağıt yakılacak kadar sürmeyen bebeleri de var bu toprakların çoğu da anne karnında sürgün diğerleri demli kaçak çayların hatırına büyür diğerleri namlu diğerleri avuçlarının kesiğinde yeşertir kengerleri üstlerine salıverilmiş balık ağları gibi diğerleri ne ceza ne hüküm birden bire bin parça
İRFAN SARİ
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
Zamanı Yalın Ayak Geçerken Serüvenciler
Bülent AYDINEL
Bir yağmur damlası düşse gökten Ayrıldığı yerde bir boşluk Geldiği yolda bir iz Düştüğü yerde bir anı kalmalı Demiştim sana Oysa Bir yüreğe damlamak yağmurun kaçıncı düşüdür Biliyordun Aynalar eskir Bir kırlangıç diyeti kalır yazılmamış uçurum türkülerinde Bulut bulutluğuyla geri çekilir Dağ dağlığıyla büyür Bir sancı sığlaşır bende Gidersen Gülüşler tutukluk yapar Böyle olurum işte Demiştim sana Hani bir suyduk ayrıydık akardık Çarpardık ya kayalara Bir aşkın resmi O kayalardan da yapılabilir aslında Biri seni seviyorumların üstünü örter Biri geceyi sakınır ateşi tazeler Biri şiir okur dağlara Bir aşkın resmi O dağlardan da yapılabilir aslında
Sayfa 17
Sen durulmamış bir buluttun Görülmüştün bir fırtınada Çağlayanlar nehirlerin yatağını tanımlayamazmış Nehirler onlara doğru aksa da Ve hiçbir su taşıyamaz bir sevdanın şiire kadar uzanmış kırık sözcüklerini Demiştim sana Zamanla değişen ancak takvim yapraklarıdır Zamanı değiştirmediyse insan Acılar yaşandığı gibi kalır Ve hiçbir şiir unutmaz bakışını bir yerde O yere bilerek bırakır Mavi uçurumlardan yeşil kayalara kadar Gözleri nakış nakış bir kartal Nerede bir çığlık görse Artık seni hatırlar Işığa şıvgın verir ya çam ağaçları Fırtınalara yiğit karşı koyuşlarda Bir aşkın resmi O fırtınalardan da yapılabilir aslında Zamanı yalın ayak geçerken serüvenciler Sevdaların ayak izleri kalır o karanfil denizinde Ve elbette Bir su ne kadar sınırlı olabilir Bir düş ne kadar derin Kim savunabilir güneşini Sevdaya düşen bir gölgenin Uğrunda bedel ödenmemiş hangi aşk kalmış yarına Bir aşkın resmini yapmaya Tam buradan başlanabilir aslında
BÜLENT AYDINEL
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
ÇOCUK KALBİ a
Abuzer YALÇIN
Tüm dünyayı çocuklar yönetse nasıl bir yer olurdu acaba? Her halde bugünkünden kötü olmazdı, olamazdı. Çünkü tüm çocuklar temizdir. Dünyayı ve çocukları doymak bilmez hırslarımızla biz büyükler kirletiyoruz. Ya çocuklar yönetmeliydi dünyayı ya da yönetenlerin içindeki çocuk asla büyümemeliydi. Ayhan ve Okan sınıfın iki afacanı. Ele avuca sığmaz bu iki çocuk diğer tüm çocuklar gibi temiz, bir o kadar da yaramazlar. Bir çocuğun yaramazlığından ne çıkar? Neyse mesele şu ki bizim bu iki kafadar ilkokula beraber başlamış ve bugün altıncı sınıfa kadar beraber okumaktadırlar. Ortaokul ikinci sınıflara -yani altılara- haftada üç dersten ücretsiz kurs açılmıştı. Ayhanların sınıfının kurslarından ikisi hafta içi üçüncüsü olan matematik ise hafta sonuydu. İşte bu matematik kursunun birinde en arka sırada oturan Ayhan ile Okan yine dersten bihaber başka âlemlere dalmışlardı. Okan özenle hazırladığı bilgi notunu uzun boylu matematik öğretmenine çaktırmadan Ayhan’a uzattı. Ayhan notu açtı ve okudu. Notta: ”Kanka babamdan yirmi lira aldım. Çıkışta berbere gideceğim. Beraber gider oradan da internet kafeye gideriz.” diye yazıyordu. Ayhan kâğıdı avucunun içinde buruşturdu ve başıyla“olur” anlamında bir işaret yaptı.
Sayfa 19
Bitiş zilinin çalmasıyla ikisi de yerinden fırladı. Tüm öğrenciler adeta parçalanmış bir atar damardan fışkıran kan misali âlâ devam ederken yedinci sınıfların kursu bitmiş ve tüm sınıf eve doğru yola çıkmıştı. Ayhan ile Okan ise eve gitmek yerine okulun az yukarısında bulunan yeni mahalle camisinden sağa dönerek şehrin merkezine doğru yola koyuldular. Yolda iki kafadar arasında koyu bir sohbet açıldı: “Kanka biliyor musun geçenlerde sekizlerden bazı öğrencileri müdür tuvalette sigara içerken yakalamış.” “Biliyorum, öğrenciler aralarında konuşurlarken onlara şahit oldum. Okan sana bir şey söyleyeceğim ama kimseye söyleme olur mu?” “Tamam, söylemem.” Elini dudağına götürdü, “ağzımı bantladım” gibilerden bir işaret yaptı. “Yemin et. Vallahi billahi söylemem de.” “Vallahi de billahi de söylemem. Hadi merak ettim söyle ne söyleyeceksen.” “Ben sigara içtim” “Ne, ne yaptın sen?” “Sigara içtim! Bak yemin ettin ama…” “İyi de neden böyle bir şey yaptın? Sigara çok kötü bir şey, hem biliyor musun sigara içenler kanser oluyormuş.” a Ayhan utanmıştı. Sessizce yola devam ettiler. Suriyelilerin açtığı bakkal dükkânının önünden geçtiler. Vitrin Arapça yazılardan seçilmiyordu. Az ilerdeki marketten sağa döndüler ve işte berber karşılarındaydı. Hemen içeri girdiler. Berber Ahmet Usta bu iki genci görünce elindeki spor sayfası açık gazeteyi bıraktı. “Usta ben tıraş olacağım.” dedi Okan. “Amerikan tıraşı. Olmazsa alaburus da olabilir. Ama üstlerden çok almayın. Olur mu?” Çocuğun adeta büyümüşte küçülmüş gibi kurduğu bu cümleler Berber Ahmet’i güldürmüştü. Oturması için koltuğu gösterdi. Okan hemencecik koltuğa oturdu. Berber gerekli eşyaları hazırladı ve hızlı bir şekilde tıraşa başladı. Tıraş esnasında klasik sorular soruldu.“Baban kim? Nerde okuyorsunuz? Senin baban nerde çalışıyor? Böyle güzel oldu mu delikanlı?” gibilerden uzayıp gidiyordu işte sorular. Berberde iş biter bitmez internet kafe tartışması başladı. “Okan hangi internet kafeye gideceğiz?” “Bilmem, doğan İnternet Kafe’ye mi yoksa Yıldız İnternet Kafeye mi gidelim?
“Yıldız İnternet Kafeye gitmeyelim onun bilgisayarları donuyor. Okan keşke
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
Ulaş’ı da çağırsaydık.” dedi birden. Ulaş, Okan ve Ayhan’ın en yakın arkadaşıydı. Bu üçlü arkadaş çetesi bir nevi üç silahşorlar gibiydiler. Uzun yılların arkadaşı olan üçlüden Ulaş ağır bir rahatsızlık geçiriyordu. “Hadi gidip Ulaş’ı da alalım. Hem sağlığı nasıl onu da öğreniriz.” Okan’ın bu sözünden sonra geldikleri yoldan tekrar döndüler. Hemencecik mahalleye vardılar. Ulaşların evi Okanların evinin az yukarısındaydı. İki katlı eski bir binanın alt katında oturuyorlardı. Kapıya gelince Ayhan zili çaldı. Kapıyı önce açan olmadı. Tekrar zili çalıp beklemeye başladılar. Az sonra Ulaş’ın annesi kapıyı açtı. Karşısında oğlunun arkadaşlarını görünce yüzünde çoktandır olmayan bir gülümseme belirdi. “Teyze Ulaş evde mi? Beraber internet kafeye gidebilir miyiz?” dedi Okan. Kadının bir anda gözleri dolar gibi oldu. “Çocuklar Ulaş hasta gelemez.” “Ama teyze lütfen çok durmayız vallahi birasaat. Söz bir saat sonra eve geri getiririz. “ “Çocuklar Ulaş lösemi hastası yani kan kanseri ve dışarı çıkması yasak. Ama isterseniz siz içeri gelin az oturun hem onunda sizi görünce bir miktar morali yerine gelir.” Çocuklar löseminin ne demek olduğunu anlamamışlardı. Ama kanserin ne demek olduğunu biliyorlardı. Göz göze geldiler. Sonra birden Okan’ın işareti ile ikisi de ayakkabılarını çıkarmak için yeltendi. Ulaş’la zaman geçirme fikri ikisinin de hoşuna gitmişti. Ulaş’ın annesi içeri girmeden Ulaş’la tokalaşmamaları gerektiğini çünkü mikrop kapabileceğinden söz etti onlara. Ayrıca hastalığını sormamalarını ve mümkün olduğunca onun hoşuna gidecek komik şeylerden bahsetmelerini tembihledi. İki çocuk önlerinde Ulaş’ın annesi içeri girdiler. Ulaş yalnız başına TV’de çizgi film seyrediyordu. Ancak hatırladıklarından daha küçük göründü ikisinin de gözlerine. Ayhan ve Okan’ı görünce gözlerinin içi parladı Ulaş’ın. İki çocuk önce ne söyleyeceklerini bilemediler. Çok garipsemişlerdi Ulaş’ın halini. Hele de saçlarının tamamının dökülmüş olması çok garipti. Sessizliği Okan bozdu: -“Ulaş nasılsın?” dedi. “İyiyim Okan. Evde çok canım sıkılıyor ama annem dışarı çıkmama izin vermiyor. Hastalığımdan dolayı mikrop kapabilirmişim.” “Sen de çıkma.” Dedi Ayhan. “Annenin sözünü dinle.”
Sayfa 21
Gülüştüler. Okuldan, derslerden, öğretmenler hakkında yaklaşık yarım saat konuştular. Bu arada Ulaş’ın annesi de çocuklara meyve suyu ve gofret ikram etti. Son iki aydır ilk kez Ulaş’ın yüzü bu kadar gülüyordu. Çocuklar artık gitmek için müsaade istediler. Ulaş az daha kalmalarını isteyecekti ama annesi izin vermedi. Çıkarken kapı ağzında yine bir sohbet açıldı. Ulaş: “Okan saçların ne güzel olmuş. “ “Teşekkür ederim.” “Keşke benim de saçlarım olsa. Ama tedavim bitince yeniden çıkacakmış. Doktor öyle söyledi değil mi anne?” Annesi biraz da yutkunarak cevap verdi Ulaş’a. “Evet, oğlum hele sen bir iyileş.” Okan birden söze atıldı: “Elbette çıkar yeniden saçın. Sen iyileşmene bak. Sanki bizde var da ne oluyor?” İki arkadaş sokağa çıkmışlardı. Ama moralleri çok bozuktu. İkisinin de okul çıkışı içinde olan istek yoktu. Sessizce yürüyorlardı. Ayhan’ın sorusu ile sessizlik bozuldu: “Ne yapalım şimdi? Benim internete gitmeaisteğim kalmadı.” Okan daha kötüydü. Gözleri yaşarmıştı. “Benim de isteğim kalmadı.” “ Senin saçlarını çok kıskandı. Yazık çocuğa ya sence ölür mü?” Soru öylece havada asılı kalmıştı. İkisinin de yüreği soruya cevap vermeye yetmedi. Az sonra Okan’ın aklına güzel bir şey gelmiş gibi gözlerinin içi parladı. Ayhan’a dönüp sordu. “Ayhan Ulaş bizi gördüğü için mutlu oldu değil mi?” “Evet. Biz yıllardır arkadaşız.” “Onu daha fazla mutlu etmeye. Yanında olduğumuzu, onun yalnız olmadığını göstermeye var mısın?” “Nasıl yani? Ne yapacağız?” “Tekrar berbere gidip saçımızı kazıtalım. Tıpkı Ulaş gibi bizde kel olalım.” “Nasıl yani? Ama okulda bizimle dalga geçerler.” “Kim ne derse desin arkadaş. Benimle misin değil misin? Ulaş bizim dostumuz.” Hızlıca geldikleri yoldan tekrar berbere döndüler. Berberden ikisinde saçını kazımasını istediler. Önce makine ile saçlar sıfıra verildi. Ardından sakal tıraşı için kullanılan köpük ve ustura nöbeti devraldı. Artık ikisinin de kafasında tek tel saç kalmamıştı. Öylece birbirlerine baktılar. İkisinin de yüzünde hem bir garipseme hem de bir mut-
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
luluk vardı. Okan cebinde kalan tüm parayı berbere teslim etti. Beraber tekrar Ulaş’ın evine doğru yola çıktılar. Ayhan arada bir abarttıklarını düşünüyor. İlle de okul gelince aklına pişmanlığı büsbütün artıyordu. Okuldaki diğer öğrencilerin dalga geçmesinden korkuyordu. Çok kısa sürede Ulaş’ın evine vardılar. Bu sefer bir yandan zili çalıyorlardı bir yandan da kapıyı tekmeliyorlardı. İçerden Ulaş’ın annesinin sesi işitildi. Böyle kapıya vuran kimdi acaba? Kadın sinirli şekilde kapıyı açtı. Karşısında bir saat önce yolcu ettiği iki çocuğu bulunca şaşırdı. Üstelik kafalar ayna gibi kazıtılmış şekilde geri dönmüşlerdi. Şaşkınlığı büsbütün arttı. “Teyze Ulaş’a onun yalnız olmadığını göstermek için geldik. Üstelik böyle yarın okula da gideceğiz. İsterse herkes dalga geçsin. Ulaş iyileşip tekrar okula gelene kadar böyle gidip geleceğiz okula.” Kapının önündeki konuşmalar içeride televizyon karşısında olan Ulaş’a kadar gitmişti. Ulaş da ne olduğu anlamak için kapının önüne geldi. Bir anda iki arkadaşını öyle görünce küçük bir şok geçirdi. Üzerindeki şoku atlatınca kahkaha atmaya başladı. Ulaş’ın ardından Okan da gülmeye başladı. Ayhan olup bitene bir anlam verememiş ve hâlâ okulda -başta Oğuzhan ve Emre olmak üzere- tüm çocukların dalga geçmesinden nasıl kurtulacaklarını düşünüyordu.
a
Gülme faslı bittiğinde Okan’ın ağzından tek bir cümle döküldü:”Kanka yalnız değilsin.” Bu cümlenin ardından Ulaş önce biraz mahcuplaştı ama bu seferde üzülmesine Ayhan izin vermedi:”Sen yine iyisin ya biz okula gidince ne yapacağız? Vallahi akşama kadar bizimle dalga geçecekler.” dedi. Kapı önünde olanlar bu sefer hep bir ağızdan bir kahkaha tutturdular. Sonunda Ulaş’ın annesi iki çocuğu da içeri aldı ve hep beraber akşam yemeği yemeyi teklif etti. Ayrıca annelerini arayıp kendisinin izin alacağını da ekledi. Çocuklar içeri geçmiş sohbete dalmışken anne eline telefonu aldı ve önce Ayhan’ın annesini sonra da Okan’ın annesini aradı ve tüm yaşananları kâh ağlayarak kâh umut dolu gözlerle anlattı. Tabi ahizenin karşısında dinleyen de ağlıyordu. Sonunda konuşmayı bitirdi. Gözlerini bir an için tavana dikti ve kollarını göğe doğru açıp:”Şükürler olsun sana yarabbi, inşallah oğlumu bana bağışladığın günü de görürüm! Allah’ım sen şifa ver ne olursun.” Sözlerini tamamlayıp gözünün yaşını sildi. Yerinden doğruldu. Göz ucuyla çocukların ne yaptığına baktı. Onlar artık kendi âlemindeydi. Hastalığı falan unutmuş başka konulardan konuşuyorlardı. Gülümsedi. Ardından mutfağın yolunu tuttu. Şimdi bu çocuklara çok güzel bir akşam sofrası kurmanın zamanı idi. Daha henüz mutfağa girmeden hangi yemekleri yapacağının telaşı içine girmişti bile.
ABUZER YALÇIN
Sayfa 23
NİCE HÜNKÂRLAR nice hünkârlar geçti altın saraylardan kandilli yosmalarla şairler de geçiyor zamanın içinden şiirli şamdanlarla
HASİBE AYTEN
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
GÜNE DOĞRU Bir fırsatını bulup damla güne. Senden önce akanlara karış. Malatya'da Kayısı Artvin'de Elma donmuş dalda. Sar bedenini bir kuru ayazda. Isparta gül'e uyanmış. Tene sürmüş kırmızı yaprağı genç kız. Buram buram bir aşkla sinmiş gözleri yavuklusuna. Öpmüş. Bırakıp mendilini bir kuytuya Kaçmış. Kayseri pazarda el sıkışmış Üç aşağı beş yukarı dökmüş alın terini. Kale duvarına tünemiş Sinop Bir beklediği var kara sulardan gelecek Kürek cezası değil bu çektiği Ateş toplar derinlerden Yüreğe basar. Ankara yine telaşlı. Konur Sokak'ta bildiri dağıtmakta bir delikanlı. Kırmızı bir önlük giymiş bahar.
Sayfa 25
Simitçi tezgahında tütmekte buhar. Kuşlar bildiğimiz gibi fırsatını kollamakta. Yüzünü çeviriyor Haymana boş bir kuytuya. Tepelerden göz göz açmış geriye bakıyor kondular. Direksiz bir gök altında Yükseliyor kömür kokusu. Sulardan bir çan sesi titretiyor dalgaları Van kıyılarında. Alışmış kedi sudaki gölgesine. Umursamadan bakıyor. Gölge yükseliyor Bursa'da. Hacı Cevaz hiç durur mu sakin ? Kapıları tekmeliyor. "Uyan eyy şehr-i şer"! Ahşap evlerde ömrünü yakıyor Rize. Yağsa yağmur bu kent verir demini tepelerden düze. Soluksuz bir bulut dağlara doğru yürüyor. Şekilden şekile giren bulut varıp Ağrı eteklerinde döküyor hasretini. Bir yanı sürgün bir yanı nadasa bırakılmış ömürler çeltik tarlalarında sınıra dizilmişler. "Buraya kadar" der gibi gözlerini Acem üzerinden salıyor bu yana. Ötelerde elleri güneşe serili başaklar, çatlak dilleri ve çizgili alınlarıyla kısarak gözlerini bakıyorlar. Susuyor duvar dibine tünemiş al yazmalı kambur ömür. Yürek dayanır mı bilinmez bakışı var. Hecesi geceye şahit bir Mayıs sabahı uzaklardan titreyerek yürüyor önümde. Sakındığım ne varsa gözlerime bulanmış. Kocamış ömürler, çocuk ömürler yanyana bakıyor Anadolu'dan. İsyandır vakitsiz açan dal düşen yaprak çatlayan toprak, Sen gülü düşün. İsyandır Çocuk adımlarında sokak pankart altında yumruk, Nar heyecanında diş izi Sen güle bulaş.
HAYDAR DOĞAN
...
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
Gitme dediğin yerdeyim, karanlıkta.. Dilimi bıraktığım ellerimi unuttuğum tenhalarında Kalbimin atışını duymuyorum Rüzgar uğultusu bu Birazdan başlar yağmur, siren sesleri böler geceyi Üşürüm belki Sokak lambalarına düşen sahipsiz gölgeler gibi Gitme dediğin yerde titremelerdeyim... Çocuk utangaçlığı pembemsi değil -bir ölü yüzü soğuk suratım. Geçmeyecek trenleri beklemenin yorgunu gözlerim Bir sonun eşiğine dayanmış Yabancısı olduğum istasyon saati.. Gitme dediğin yerde Bir başka gezegende Sönmüş üç yıldız altında Bir sen, bir ben bir de başlamamış öykümde.
GÖKMEN SAMBUR
Sayfa 27
GOFRET VE ÇİKOLATA
Yüksel KURTUL
Bir hışımla kalktı. Gözlerine şimşek çakıyordu sanki. Yarı ağlamaklı, yarı yenikti ama bazı şeylere bir an önce karar vermek zorundaydı. Hızlı adımlarla mutfağa girdi, çekmeceleri karıştırmaya başladı. Sonunda aradığını buldu. Gömleğinin altına gizlemeye çalışıyordu, birilerinin görmesini istemiyordu çünkü. Kızına ve karısına çaktırmadan evden çıkması gerekiyordu. Yine de kızını öpmeden edemedi. “Az sonra gelirim” diyerek kapıdan çıktı. Uçarcasına merdivenleri ikişer üçer atlıyordu. Apartmanın dış kapısına vardığında, nefes nefese kalmıştı. Her şey geçiyordu aklından. Doğum sonrası kaynanası onu eline verdi-ğinde çok güzel bir bebekti, yüzü tıpkı annesine benziyordu. Şaşkındı, ne diyeceğini bilemiyordu. Yavrusundan önce ken-disi ağlayacaktı nerdeyse. Sokakta sarhoş gibi bir oraya bir buraya dolanıp duruyordu. Kafasında binbir türlü konular beyninin içini kemirip duruyordu. Ayaklarında yürümekten takat kalmamıştı. Dolanıp duruyordu ama hâlâ bir karara varamamıştı. Kızına, “döneceğim” demişti ama üzerinde kaç saat geçmişti, kaç zamandır buralardaydı, hafızasından silinmişti işte. Yanından insanlar geçiyor, yoldan arabalar. Ne insanların farkındaydı ne de arabaların. Yerde bulduğu bir dal parçasıyla bir böcekle uğraşıp durdu. İşsizdi; evde çıktığında dönesi gelmiyordu. Eşi öğretmendi; onunla yüz göz olmak istemiyordu. Kaynanasıyla evin içinde ölü gibi dolaşıyordu. O gün yine iş aramış, bir yerleri aşındırmış, yine eli boş dönmüştü eve. Gece yarılarında
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
eve gitmeyi kendine iş etmişti. Kimseye görünmeden kendini salona atmak, koltukta kestirmek istiyordu ama olmadı işte. Herkes ayaktaydı. İşsizliğini ve işe yaramadığını hissediyor yine bu yüzden kendini küçük görüyordu. Kimsenin yüzüne bakmadı, bakışlarını yerdeki halıya dikti; çiçeklerine hayranlıkla baktı, atılan ilmikleri saydı, püskülünü çekiştirdi… Eşi dudak ucuyla: “Aç mısın?” diye sordu. Malûm eve para getiren oydu. Eski Yeşilçam filmlerinin bir yerinde geçiyordu yaşamları, neredeyse zengin- fakir, okumuşcahil ayrımı yaşanıyordu evde ya da ona öyle geliyordu. Kızının “Baba yok” sözleriyle kendine geldi. Kızı emekleyerek babasının ceketine ulaşmış, ara sıra getirdiği çikolatayı bula-mamıştı. Bundan ötürü. “Baba yok” deyip duruyordu. Son günlerin sıkıntısından ne dediğini anlayamıyordu kızının. Kaynanası oturduğu seslendi: “Çikolatayı bulamamıştır ceketinin cebinde!” O an yerin dibine girecek gibi oldu. Ne diyeceğini bilemez bir halde kendini dışarıya zor attı. İçi daralmıştı. Yol tenhaydı, esnaflar dükkânlarını çoktan kapatmışlardı. Az ilerde dışa-rıdaki bira kasalarını içeriye taşımakta olan büfeciyi gördü. Hızlandı. Büfeye hızla daldı. “On sakız, on gofret ve on çikolata istiyorum” dedi. “Peki abi.” Büfeci kendinden istenilenleri bir poşete adoldurup verdi. “Bunların parasını en kısa zamanda getiririm” deyince büfeci donup kaldı. “Olur olur” dedi. Koşar adımlarla büfeden çıktı. Eve kadar hızını düşürmedi hiç. Poşetin içindekileri kızının önüne döktü. Kendisini büfecinin polise şikâyet edebileceği fikri üzüyor diğer yandan kızına bir şeyler getirmenin mutluluğunu yaşıyordu. Sabaha kadar uyuyamamıştı, her an eve polisler gelir korkusu yüzünden. Ama korkusu yersiz çıktı…
Sabah erkenden bir arkadaşına gitti. Ondan biraz borç para aldı. Gecenin heyecanı ve tedirginliğini hâlâ üzerinden atamamıştı. Azıcık da korkuyordu, büfeci tarafından nasıl karşılanacağını kestiremiyordu, belki de saldırıya uğrayabilirdi. Belkilerle büfeye doğru yöneldi. Büfeci onu görünce ürktü, ama aldırmıyormuş gibi davranıyordu. “Merhaba” dedi büfeci, “akşam senden korkmadım değil…” Hiç sesini çıkarmadan elindeki parayı büfeciye uzattı. Büfeci: “İşin içinde çocuk olunca bilirim yokluğu, yoksulluğu” deyip almadı kendisine uzatılan parayı. Gözleri doldu, içinde tuzlu ırmaklar akmaya başladı.
YÜKSEL KURTUL
Sayfa 29
KORKMASAK DİYORUM
hani korkmasak diyorum yılandan çıyandan, dağdan, taştan, karanlıktan Şundan bundan, ondan kaçmasak yani... tutuşsak el ele sabahın seherinde güneşin tepeye çıktığı bir öğle vaktinde. korkmasak diyorum öpüşsek dudak dudağa bir pazar yerinde ulu orta. dolaşsak şehrin en işlek ceddelerinde hani yadırganmasa seninle sarılmalarım dudak kenarına bulaşmış karanfil kokusu alır gibi nefesini içime çekerek öpmelerim... hani diyorum, hor görülmese zamansız bir yerde zamansız sevişmelerimiz hiçbir göz iz bırakmasa tenimizde hiçbir kurşun acıtmasa canımızı ele güne karşı korkmadan edepsizce yaşayabilsek seninle herkesin yasaklarını
BEKTAŞ ÇAĞDAŞ
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
CEYLAN ÖLDÜ Sevgilimi vitrine bakıp hatırlamayacağım Gözlerimi düşürdüm Yerime ağlar mısınız Kuş bitti gökyüzü kederden yağmur Eşya parantezinde günler Balkona çıkar mısınız Uluslar arası ama ulusal olmayan bir teknede buz dağlarına karşı yüzerken şiirin can yelekleri Sokak çocuğu olmuş bir sözcük buldum adı sevgi Saçını okşar mısınız Yeri yok gaz lambası ve tütün muhabbetinde çengelli askılara ilişen paltoların Biz üşüdük o teslim sözlerde Çok koşarsanız çok susar mısınız İntiharı ertelemişti göç ettirici şifreler Orman yandı ceylan öldü Anımsar mısınız Bir tüy düştü ince kanadından kış günü bir serçenin Geri vermenizden vaz geçtim -üstüne basmasınlarKenara koyar mısınız
SEMA LALE
Sayfa
İKİ MAYIS yıldız yıldız olduğunu bilmez çıkar bir gün delinin biri maddesine mana katıp ona yıldız der ağaç ağaç olduğunu kuş kuş olduğunu köle köle olduğunu bilmez.. bu nasıl okuldur ki işçi sınıfından mezun vermez
ERTAN ŞAHİN
31
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
İZMİR FUARI a Necmettin YALÇINKAYA 1960’lı yılların sonlarıydı. Sekiz dokuz yaşlarında ya var ya yoktum. Babama sigara almak için bakkala gitmiştim. Kasada amcaoğlu Ekrem vardı. “Hacı” dedi, “bu akşam fuara gidelim mi?” “Olur,” dedim, “Avni gelmiyor mu?” “Cezalı o!” Donup kaldım, bir şey diyemedim. Sonra nedenini anlattı. Avni bu sıcacık havada (ağustos) sobayı yakmış. -Soba orta boy bir varilden bozma, içine onlarca odun atıldıktan sonra, “daha yok mu?” diyen, gürül gürül yanan türden bir şeydi.- Sobada yanan alevin içine de radyonun eski pillerini atmış. Piller peş peşe patlayınca, evde bulunanlar korkmuş. Kadir amcam da Avni’yi cezalandırmış. Bir hafta boyunca kasap dükkânına ve bakkala bakacaktı! “Sigarayı babama verip geliyorum hemen” dedim Ekrem’e. Gelirken arkama kardeşim Taco takıldı. Ne yaptımsa kurtulamadım ondan. “Ben de geleceğim.” diye tutturdu. “Yoksa babama söylerim.” diye tehdit ediyordu. “Ekrem kabul etmezse, bizimle gelmeyeceksin, anlaştık mı?”
Sayfa 33 Kabul etti. Ekrem de etti. Ben en çok Avni’nin gelmesini istiyordum. Çok iyi anlaşıyorduk bir kere. Üzgün üzgün kasanın arkasında bize bakıyordu. İçinin yağları eriyordu. Bakıştık. Yokuş aşağı yürümeye başladık. Arkamdan seslendi. Döndüm. Avucuma bozuk para sıkıştırdı. “Bununla oyuncuklara binersin” dedi. Mutlu bir şekilde Ekrem’e yetiştim. Düzlüğe indik, oradan Efe Açıkhava Sineması’nın afişlerine baka baka Dayko’ya vardık. Cami durağı, Üçler Sineması, Gürçeşme Musevi Mezarlığı’nın önünden tren raylarını geçerek Kapılara vardık. Köprünün korkuluklarına abanarak Yeşildere Çayına uzun uzun baktık. Tabakhanenin pisliği yavaş yavaş suya karışıyor, bakır rengine dönüştürüyordu. Salhane gibi ağır kokmuyordu ama. Basmane Garı’nın dış duvarlarının etrafındaki dükkânlarına baka baka yürüyorduk. Saz yapıp satan bir dükkânın önünde durduk, adam kapının önünde küçük bir iskemleye oturmuş, saza akort yapıyordu… Garın geçip, sonunda vardık fuara. Basmane kapısındaki kuyruk sağa sola taşmıştı. Kuyruğa girmedik. Paramız vardı ama kaçak girecektik. Böylelikle cebimizdeki para bize kalacak, biz de o parayla da oyuncaklara binecektik. Taco’yu önden yolladık. Gözümüz onun üzerinde. Küçük ya, kimse bilet sormadı ona. Ama bize sordular. “Biletimiz yok.” deyince kovulduk. Basmane Otogarı karşısındaki tellerden içeriye atlamayı kafamıza koyduk bu kez. Tellere takılmamak için ağır hareket ediyorduk. İşin içinde bir de bekçilere yakalanmak vardı. Birkaç denemeden sonra önce ben atladımaiçeriye, sonrada Ekrem’in atlamasına yardım ettim. Taco tahta bir banka çökmüş, gözlerini iri iri açmış, etrafını gözlüyordu. Görünce bizi sevinçle ayağa kalktı. Yanımıza koştu. Ellerimden sıkıca tuttu. Lunapark iğne atsan yere düşmeyecek gibi kalabalıktı. Arı kovanını andıran bır uğultu, çocuk bağırtıları, “Buna da binelim…” diye zırlayan çocuklar, “hayır bugünlük bu kadar yeter” diyen anne babaları… Dönme dolaplar, çarpışan arabalar, korku tüneli… Aynaların olduğu yere geçtik. Dev aynaları karşısında şekilden şekle giriyor, gülmekten ağrıyan karnımızı tutuyor ve gözlerimizden yaşlar geliyordu… Hayranlıkla oyuncakları seyrederken birden Taco ortalıkta kayboldu. Aradık, aradık bulamadık onu. Anons ettirdik. Bekledik, oradan da bir sonuç çıkmadı. Evdekilere nasıl hesap verecektim, bilemiyordum. Oyuncaklara binemeden, moralimiz bozuk, çaresiz bir halde geriye döndük. Yolda aramızda kararlaştırdık. “Taco nerede? Gördünüz mü?” diye soracak olurlarsa, “Görmedik!” diyecektik. Dayko’ya vardığımızda, soluklanmak için oturacağımız sırada, ikimiz de gördüğümüz manzara karşısında taş kesildik adeta. Taco karşımızda durmuş, sırıtarak otuz iki dişini gösteriyordu. Koşupboynuna sarıldık, ağlamaya başladık.
NECMETTİN YALÇINKAYA
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
ÖZGÜRLÜĞÜN YAZGISI neden bize günaydınsız sabahlar neden el gözlerinde yazgımız karanlık hücrelerde düşünürüz ödün vermeyiz karanlığa yiğitçe ölürüz neden günaydın diyemiyoruz bizbize neden gülleler yağar yüreklerimize neden umutlarımızı avuçlar onlar bilinki nasırlı avuçlarımızda kıskaç çelik örslerde kızarmış demir ya kelepçe / ya zincir özgürlüğün yazısı bu kalabalıktılar gözleri çoğul ateşin közünde bir nokta ellerimizdi bizimle konuşan
sustuk onlar korktular ilacı yok sancılar içinde kodular bizi yine de türküsünü söyledik devrimin fidanlar gibiyiz dal dal büyürüz budasalarda yellerle söyleşiriz dolu gibi dökülürüz yüreklere ağarır şafakla bir siperler dökülür gözlerimizden uyku silah çeken eller gene de direnci içinde savaşın akarız yüreklere gürül gürül
yağmuru yeli vererek bize karanlıkla bir yürüdüler üstümüze ve bizim avuçlarımızda kan bitirdi sabrını soluduk dağlara yamaç dost gibi bizleri yaladı ayaz yürekler bir şiire sığmaz bir güleç bir şahan bakışlı ordu gibi çoğalarak dağlarda tutuşturmuş ateşini aydınlığın barışın dostu gibi açlık kucaklar sıvasız odalarda bizi acının alfabesini oğlum öğrendik ilkin düşündük beyinlerimize danışarak
BEKİR KOÇAK
Sayfa
35
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
SUVARMA SIRASI EY KUZEN — Haydar Doğan’a —
Neyi özlemedim ki ey boynuna sarılaşım Yürekten kopan kuzen Yıkılırken değerler bu talanda Tavanda hep aynı yıldız ve gezegenler Medyalarda hep aynı satılmış gerzekler Sırt-sırta evlerimiz bizim gibi darmadağın Attılar bizi evlerimizden yasal eşkıyalar Anılar dağlıyor yüreğimizi Hani bahar ya ışkın istiyor canım Hopik yaylasında O ateş etrafında Hep dans edip oynayalım diyor bana ruhum Onlar bulmasaydı bizi Unutup gitselerdi keşke bizi Ve biz hep halay çekseydik keşke Kurtlar saldırmasın diye sürüye Tuttuğumuz o nöbetler şimdi bir uçurum Ucunda Denklem kuruyor devinimine Bir farklı güzelliğin Ellerin cepte ne işi var Tarla sulanmazsa kurumaz mı Söylesene ey sevgili kuzen Bu gece bu saatte su sırası kimindi Böyle parçalanmasaydık Tarih boyunca yettik kendimize Tarih boyunca boyun eğmedik kimseye Bu düdükler O uzun kuyruklarını saklayıp O titreyen Bacakları arasında saklayıp gelirken bize Bir tutam umut için Ne yapmalı o piçleri bana onu söyle
YAŞAR DOĞAN / Lolan
Sayfa 37
PAPATYA Dalgasını geçiyor tabiat anayla soytarı. Soğuk ve dondurucu uzun kışın ardından, topraktan başını kaldırıp “yine başardım“ diyor ya gökyüzüne bakarak seviyorum onun bu ukala hallerini ve her seferinde ilk gördüğümde içimi kocaman bir sevinçle dolduruyor. Başardık diyorum o bana ben ona kavuştuk yine. Dizlerimin üzerine çöküp gördüğüm yerde beyaz teninden öpesim geliyor.
a
Yıllardır aramızda garip bir ilişki var. Ne zaman onu görsem yüzümdeki aptalca gülümsemeyi engelleyemiyorum. Üzgünüm ama o biraz serseri. Sevmiyor bir yerlere bağımlı kalmayı. Kendi kafasına göre takılıyor her zaman. Belki de bu yüzden seviyorumdur onu. Bir kaba sığmayışıdır ben de onu çekici kılan. Bazen bir uçurum kenarında karşılaşıyoruz onunla, bazen bir yol kenarında geçip giden araçların ardından bakarken görüyorum ya da yemyeşil bir ovada küçük bir çocuğunun minnacık avuçlarında gülümsüyor bana, bazen de genç bir kızın saçlarının arasından göz kırpıyor. Hovardalığı da var üstelik âşıkların ellerinde ”seviyorum, sevmiyorum “deyip harap ederken kendini bir de beni kıskandırıyor . Ama her şeye rağmen seviyorum onu. Gördüğüm her yerde uzatıp elimi incecik belinden tutuyorum. Bazen bir bebek gibi kucağımda taşıyorum saatlerce ya da “yerin başımın üzeri” deyip şımartıyorum. Çünkü yakında gidecek biliyorum bir daha ki bahara kadar özlettirecek kendini. Ah benim sevdiğim, biraz asi. Biraz deli hovarda PAPATYA çiçeklerim.
GÜLEFER CAMBAZ SAVRAN
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
ÇORAK Ne yalın yürek ne deli fişek ne sevdarenk dizeler kanatlanıp durdu gece boyu… Ne çok sebep vardı ne çok umut ne çok şevk iple çekmek için sabahı… O nemrut bulutlar o imansız fırtına o zehirli ok yağmuru yok mu ya sade suya tirit bahanelerle ne kanat kodu ne umut ne şevk kalbura çevirmedik yere sermedik… İp sabaha baktı sabah ipe gün kısır kaldı öz ırak söz çorak…
MUAMMER ERTURAN
Sayfa 39
İSYAN
Sıkı sıkıya sarıldığın Elini öpüp başına koyduğun İşte o, bu çarkın efendisidir Suyunu kirletip ekmeğini aşıran Sen sıkı sıkı sarıldıkça Ezildiğin kâr kalır yanına Döner durursun bir ömür Sürüne sürüne, o çarkın dişlerine İsyanım sanadır da bilesin
ERCAN CENGİZ
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
SANA DAİR Seni özleyince içime yağmur yağar Çiçekler fışkırır toprağımdan Bilirsin papatyalar ne söyler insana Ya karanfillerin gülüşü... Bilirsin en kırmızısı güllerin yüreğinde açanıdır insanın.
TEMEL KURT
Sayfa 41
YALNIZLIĞIN ÇOĞUL SENFONİSİ: SAİT FAİK ABASIYANIK[*] a
Temel DEMİRER “Ben en zorunu buldum. Ölüme çareyi! Ölmeyecekmiş gibi düşünüyorum. Oluyor. Bir tecrübe edin.” [1]
‘Medar ı Maişet Motoru’, ‘Semaver’, ‘Lüzumsuz Adam’, ‘Son Kuşlar’, ‘Şimdi Sevişme Vakti’, ‘Sarnıç’, ‘Şahmerdan’, ‘Mahalle Kahvesi’, ‘Havada Bulut’, ‘Kumpanya’, ‘Havuz Başı’, ‘Alemdağ da Var Bir Yılan’, ‘Az Şekerli’, ‘Tüneldeki Çocuk’, ‘Mahkeme Kapısı’, ‘Kayıp Aranıyor’ vd’leriyle öykücülüğümüzün öncülerindendi. Peyami Safa’nın, “Bizden sonraki edebiyat gençliği, Sabahattin Ali ve Sait Faik adlı iki yaman hikâyeci peydahladı. Hiç şüphe yok, bu iki isim, yeni Türk hikâyeciliğinin baş sedirinde oturuyor,” notunu düştüğü O, “inceliğin doruğu, zarafetin kaynağı” diye betimlenebilecek yazınsal sadeliktir. Elbette “Sait Faik, Türkiye öyküsünün tek başına kurucusu değildir belki ama esas yazıcılarındandır demek abartı sayılmaz. Her türlü retoriğin dışında, dilciliğin ötesinde, İstanbul’a inen bu öykü, oradan dalga dalga insana ve Türkiye’ye yayılır. Sait Faik’ten çıkmak gibi bir tabir kabul görseydi eğer, saf öykü ilk kez Sait Faik’te anlamını bulmuştur diyebilirdik. Çünkü, düşünerek yazmış bir öykücü değil, yazdıkça düşünmüş gibidir ve bu durum onu yaşar öykünün ölmez çizgisine daha bir yaklaştırır. İşaret
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
parmağını aradan çeken bu yazış biçimi, yazar özne ile okur özneyi birleştirmekle kalmaz, ortaklaşa üzerine eğildikleri hayatı da berraklaştırır. Anlattığı öykülerin, çizdiği tiplerin bunca sıradanlık içinde gerçek olmasının bir izahı da bu olmalı…”[2] “Dünyayı güzellik kurtaracak,” diyen O; yalnızlığın yarattığı insan olması yanında; “kaybedilen” insanlığın, minik yaşama sevinçlerinin, tevazunun, duruluğun hikâyecisidir. Yani insanların gittikçe küstahlaştığını, başkalarını hor görmeyi bir marifet sandığını hatırlatmış, utandırmış yazardır. Söz konusu özellikleriyle de, sokağı, gündelik konuları ustaca hikâyelerine taşıyan halk insanıdır. Öyküleri güneşli günlerde çekilmiş fotoğraflar gibidir. Ayrıca kahramanları toplumsal birer bakış açısıdır. Sait Faik içten içe onlara karşı bir sevgi besler. Dertlerini, iç dünyalarını dile getirir. “Bir insanı sevmekle başlayacak herşey” cümlesi, onun felsefesini kendi ağzından en iyi anlatan formülasyonken; Sait Faik öyküleri, çoğu insanın, yazarın, aydının “hayatı” addettiği bir yığın zırvadan daha değerli şeyleri kaleme almış öykülerdir. Ona göre bir çingene çocuk, kestaneci bir dost, bir Ermeni balıkçı ve bir topal martı, bir ay ışığı, bir bahçe, bir vapur, havada bir bulut, bir mahalle kahvesi, lüzumsuz bir adam, bir semaver, bir dilim kızarmış ekmek, bir orman ve ev, bir gramofon, Yahudi bir kadın, bir dülger balığı, isimsiz bir köy, vs… O kasvetli, iç karartıcı milliyetçi değerlerden kat kat üstündür. Onu Sait Faik Abasıyanık yapan da budur. Dürüst bir öykücüdür, dünyayla sizin aranızda a mutlu ve güvenilir bir bağ kurup bırakır. Kolayca ayırt edilebilecek denli basit, taklit edilemez ölçüde kendine özgü bir bakışı vardır. Sezgileriyle görür, insanın kalbine doğru yürür ve oradan yazar. ***** “Öykünün büyük ustası Sait Faik Burgazada’nın simgesi”yken;[3] bunların yanı sıra gazeteciliğiyle de tanınan ve edebiyata gazeteciliğiyle de katkı yapan bir isimdir. 28 Nisan 1942 ile 31 Mayıs 1942 tarihleri arasında, ‘Haber’, ‘Akşam Postası’ adına muhabirlik yapan Abasıyanık, deri işçilerinin ve çeşitli emekçi kesimlerin yaşadıklarını ve yaptıklarını öykü tadında haberleştirdi. Mahkemelerde yaptığı röportajları ve oralarda edindiği izlenimleri ise “Mahkemelerde” başlığı ile gazetede yayınladı. Bu yazıları daha sonra 1956 yılında Varlık Yayınları, Mahkeme Kapısı ismiyle kitaplaşacaktı. “Mahkeme Kapıları” ve “Yasaklar” O’nun yaşamında önemli bir yeri kapsar. Sait Faik Abasıyanık, 1940’ın sonbaharında ‘Yeni Mecmua’ dergisinde bir roman (kendisi öykü diye de bahseder) yayınlamaya başlar…2 bin adet basılan kitabın Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılmasına kadar 99 adet sattığı söylenir. Sait Faik, ‘Medarı Maişet Motoru’nda kahramanlarından birine eski bir asker kaputu giydirir; kitap bu yüzden 1944 yılında sıkıyönetim mahkemelerince toplatılır. ‘Medarı Maişet Motoru’ için Sait Faik bir de üstüne ceza öder, vesaire... Sansürlü hâli, 1952’de ‘Birtakım İnsanlar’ adıyla bu kez Varlık Yayınları tarafından basılır. *****
Sayfa 43
Onu egemenler nezdinde “sakıncalı” kılan “insan olmak suçu”dur aslında! ‘Kayıp Aranıyor’da, “Riyakârlık aşağılıklığın en son haddidir,” notunu düşen O; “Büyük hayaller kuralım sevgilim!” “Aşkın ne olduğu anlatılamaz, ama nasıl olduğundan belki bir nebze bahsedilebilir. Sahi nasıldır aşk? Sizce de bir felaket gibi değil midir? Kimi zaman sanki salgın bir hastalık gibi, deprem gibi bazen büyük bir savaş gibi değil midir? Sizce de bir felaket değil midir aşk! İstanbul’da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana aşığım,” derdi! “Çiçek ve balık adlarını bilmeyen, hikâye yazamaz,” sözünün sahibiydi… Yazmak O’nun için yaşamaktı: “Söz vermiştim kendi kendime; yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum, tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım,” sözlerindeki üzere… ‘Son Kuşlar’daki saptamalarıyla, “Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak a anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak…” “Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor,” diye uyarırdı insan(lar)ı; ‘Lüzumsuz Adam’da da şunu ekleyerek: “Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?” ‘Kayıp Aranıyor’daki, “İnsanı dolu günleri değil, boş günleri dolduruyor,” saptaması eşliğinde, “Ölesiye yalnız, ölesiye mesudum.” “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor,” demişti İstanbul için… Sonra şunları da fısıldamıştı kulağımıza: “Dünya her şeye rağmen güzeldir. Ne güzeldir bu yağmur! Sevgilim ne güzeldir. Beni sevmemesi ne kadar acı...” “Ben mesutken de rahat değilim…” “Ne kadar kaçmak ve uzaklaşmak arzusu ile dolu isem, o kadar da bağlanmak, kalmak, bağdaş kurup oturmak istiyorum…” “Küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır. Hafızalarının bu
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutmadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir...” “Dünya çarelidir. İnsanlar dünyaya bir çare bulacaklar…” ***** “Her şey bir insanı sevmekle başlar,” tümcesiyle insanın sevgiye olan ihtiyacını başka türlü ifade edilemeyeceğini düşündüren, mutlu, hüzünlü, ezik ama gerçek yaşamların perdesi kitapların yazarı ki, “Yazmasan çıldıracaktım” diyebilecek denli tutkulu bir yazardı, bir insanı sevince her şeyi başlatandı. Ama gene de kavun acısı yalnızlıklarda kalandı… Onun için Yaşar Kemal, “Bu adamın üstünden başından yalnızlık akar”; Ece Ayhan, “Biraz haksızlık edildi adama. Yapayalnız bırakıldı,”[4] derken; Orhan Pamuk; ‘Öteki Renkler’inde eşcinsel olduğunu yazmıştı. Edebiyatımızdaki bohemlerdendi; Lautreamont, Verlaine, Baudelaire gibi şairlere hayrandı ve Haldun Taner’in deyişiyle “Sevimli bir aylak”tı. ‘The Guardian’ın 24 Ekim 2005 tarihli nüshasında “Türk Çehov’u” olarak tanımlanan O; edebiyata katkılarından dolayı 1953’de ‘Uluslararası Mark Twain Derneği’ fahri üyeliğine seçilmişti. Durum öyküsünün öncüsü olan yazar. İnsanı ve insani duygulanımı, hâlet-i ruhiyesini en iyi anlatanlardandı. * * *a * * Toparlarsak: “Ne var ne yok Sait? Hikâye yazıyor musunuz?” sorusuna, “Yok yaşıyorum” yanıtını veren “Hüzünlü bir insandı Sait Faik, küçük dertlerin insanı; 1950’lerin başlarında bile kötülüklerden yılmış, yalnızca iyiliği aramış bir insan, dünyanın bugünkü hâlini görse ne yapardı, bilmiyorum… Sait Faik, Orhan Veli’yi çok seviyordu. Hem arkadaş, hem şair olarak. Zaman zaman Sait Faik’in 1940’larda bu denli yaratıcı bir düzyazı biçimini ve öykü anlayışını nasıl bulduğu üstüne durup düşünülür, nedenleri arasında Orhan Veli’nin olağandışı yaratıcılığı da olmalıdır… Sait Faik’i bireyci yazar olarak görenlerin tamamı günah çıkardı. Sait Faik görmedi bunu. Öldükten bir on yıl sonra okunur muyum acaba, diye sorduğu günlerin hemen ertesinde öldü. Paradan puldan yana değil -gerçi o zaman para da yoktu pul da- yalın bir hayatı yaşamaktan yana bir yazar, kendi dilini ve biçimini kendiliğinden yakalayabilir. Sanki doğadan gelir, sonra biçimlendirmek için süzülmüş bir düşünceden de geçirmiştir onu Sait Faik… Dünyayı şöyle bir silkeleyip gitmiştir Sait Faik. Hikâyesi, hikâyemizdir...”[5] Örneğin, “Kazlıçeşme’ye doğru giden tren fakir İstanbul’dan geçer. Kafesli pencereler, fesleğenli balkonlar, yamalı çamaşırlar, kansız insanlar... Şairane İstanbul! Yıkık bir Bizans hamamı, kapısında incir ağacı bitmiş bir Bizans kilisesi, bir baca görürsünüz. Leyleğin yuvası boş. Bir hüzündür kaplar insanı: Bir işçi kızın siyahı kırçıllaşmış çorabı bir balkonda mahzun... İçinizde biraz sonra göreceğiniz bir insanoğlu hâli, bu Piyerloti aptallığının sözde şairliğinden muaf tutar,”[6] tümcesi Sait Faik’in ‘İnsanın Hâline
Sayfa 45 Doğru’ başlıklı yazısının satırlarladır… Yeni Dünya’ gazetesinde yayınlanan -deri işçilerinin durumuyla ilgili- 4 Aralık 1945 tarihli bu röportajda, Maksim Gorki gerçekçiliğinin, yine toplumcu gerçekçi yazarlardan Jack London’un tadını alırsınız… En iyisi Onu, ‘Çorumlu Okurlara Mektup’undaki kendi satırlarıyla anlatmak: “Kendinden bahsetmek iyi birşey değil. Ama çaresiz... Hikâyelerimde bir şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane şiir yazdım. İçinde hikâye kokuları var dediler. Demek ki ben ne bir hikâyeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip birşey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin… Ben insanları tek cephelerinden göremiyorum. Bence, insanın yaptığı şu vakanın veya bu vakanın ehemmiyeti vardır. Ama daha çok insanın kendisi beni ilgilendiriyor. Hareketi, konususu, düşünüşü, yürüyüşü, hatta bütünüyle insanın kendisi, yaşayışındaki şu veya bu olayın büyük ehemmiyetini inkâr etmemekle beraber bence bu olayın fazla bir kıymeti yok. Müthiş vakalar dünya yüzünde ve insan hayatında mütemadiyen tekerrür etmez gibi geliyor bana; ama pekâlâ herhangi bir ufacık vakanın insan hayatında, bir insan üzerinde tesir yapabileceği merakımı çekiyor. Mesela bir erkek genç bir kız seviyor diyelim. Bu kız birden bire nişanlanıyor. Benim için mühim hadise, hikâyeyi böylece bitiriyorum. Bizim sonuç dediğimiz şey ölüm gibi, hapis a gibi, intihar gibi bir nihayetle biten birşeydir. Benim hikâyelerimin kahramanlarını öldükleri zaman bile yaşamaya devam eder gibi öldürmek isterim. İnsanları yaşarken yakalayabiliyorsam ne ala. Sonuçlu şeyleri sevmiyorum da ondan böyle yazıyorum. Bununla hikâyelerimi methettiğimi sanmayın. Ben iyi bir hikâyeci değilim. Hikâye tarzı benim yazı yazmam için bir vesiledir. Düşündüklerimi, duyduklarımı, sevdiklerimi, üzüntülerimi ve işittiklerimi, gördüklerimi benden başkalarına temizce bir lisanla anlatmaya çalışırım. Hikâye değildir yazdıklarım. Hikâyeye benzer bir konuşmadır.”[7] ***** Diyeceklerimi tamamlıyorum: ‘Şimdi Sevişme Vakti’ni okuduysanız eğer, ‘Kiraz Mevsimi’ gelince anılmadan geçilemeyen ve kendisine, “- Bir gün meşhur bir edebiyatçı olacağınızı çocukluğunuzda tahmin eder miydiniz?” sorusunu, “Çocukluğumda da ilk gençliğimde de bir şey olmaya değil olmamaya karar vermiştim. Sözümü tuttum gibime geliyor, siz istediğiniz kadar bana meşhursun deyin,” diye yanıtlayan yazardır Ve Onun öyküleriyle hüzünleneceğiz, öyküleriyle tebessüm edeceğiz, öyküleriyle düşüneceğiz her zaman…
TEMEL DEMİRER
Sayfa
47
AKİS salkım söğüt gibi güvendim de serildim önüne bakmak için sende kendime üstünde üç beş kuğu birkaç ördek gezen ucu bucağı görünmeyen koca bir göl gibiydin kirpiğinden kaşına dalmışım ellerin de ne uzunmuş ki senin hangi vakit uzandı ceplerime! aşk la göz arasında..
ERTAN ŞAHİN NOT: 176. Sayımızda yayınlanması düşünülen ve tanıtımda adı yayınlanan bu şiir, PDF oluşturumu sırasında sehven çıktığından yeniden yayınlıyoruz. (E. S.)
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
ATIYORUM UMUTLARI Kaçan uykularım sabah olmayan ömrümde Gözlerim gökyüzü boşluğuna asılı Delirtircesine halden anlamayan yaşam Gözükmez penceremde beklemedeki aydınlık Bir uğultudur bitmeyen gece kulaklarımda Tabakam tütünüm ve unutulmaz hayalim Esir alır yatağımı birde ağlayan çaresizlik Giden gençliğim kırılmışlığın peşi sıra Güzelliğin sesini bir kere duymak için Dayalı kulaklarım evin taş duvarına Ayaklarım altında gıcırdayan ahşap tabure Anlatır geceye her şeyin boş olduğunu İğrençleşir evren ve insan şair dünyamda Yıllarımın seyrinde kamburlaşan bedenim Uzun bakışlarda çözdü insan oğlu insanı Yapay dostluğun yalanın mimarı olduğunu Tad kırıldı dudaklarımda güzelliğin erişmezliği Ak sakalımda bekleyen sınırlı zaman diliminde Geçmiş uzanır acı gerçeklerde sıra sıra bitkin Anlaşılır acılarda yanlızlığımın sesi sebebi Atıyorum umutları beklemeyi hayalimde Beynimi yoran boş hayatı gördü gözlerim Kirli bir fanila gibi atılmaya yaklaşan ömrüm Dost toprağı haberdar eder son isteğim
HAMZA İNCE
Sayfa 49
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
Çaresizlik Duvarının Önünde, Yol Ayrımlarında, Kendini Yalnızlığa Büyüterek, Bazen Oğullar Analarını Doğurur Hayata
Adnan DURMAZ
a
Yalnızlık Korunaklı hayatınızda eğlencesiz kalmanın verdiği boşluktu çoğu zaman.. Birileri olur yaşamınızda hep. Onlarla en başta kendinizi paylaşırsınız. Siz anlatırsınız, ’ben’ diye başlayan cümlelerle, onlar da aynını yapar. Ortak, bir yerde buluşan sorunlarınız olur. Sevmedikleriniz olur, ortak. Sevdikleriniz olur. Çevre,dediğimiz şey işte. Bazen, akrabalarla olan sorunları konuşur, bazen en çok sıkıntı veren derdinizi paylaşırsınız. Çocuklarınızın, eşinizin veya sevgilinizin sizde yarattığı sıkıntıları. Kutlamalara gidersiniz, hatır gönül bilirsiniz karşılıklı. Dersiniz ki, ”beni en çok falanca anlıyor”. Dersiniz ki, ”onunla iyi anlaşıyoruz”. Karşılıklı rahatlarsınız. Bir tür dayanışmadır bu. Ne zaman sıkılsanız, yalnızlık duysanız, onu ararsınız. İnsan en çok,kendisini en çok anlayanı sever.
Sayfa 51 Ama bitmeyen sorunlar üst üste geldiğinde, boşandığınızda, ananızın, çocuğunuzun hastalandığında, ardından parasız kaldığınızda; kirayı ödeyemediğinizde, iflas ettiğinizde, İnişlerinin mutlak yokuşları da olan yaşamda, dünyanızın artık hiç gülmediği karanlık, yıldızsız dönemlerde; bir türlü sorunları sıkıntıları atlatamadığınız zamanlarda, yapayalnız kaldığınızı görürsünüz. En çok değer verdiğiniz insanlar, bir iki arar, sonra aramazlar. Ölümcül hastaların ziyaretçisinin az olduğu gibi, sıkıntısından dünyayı göremez olanların da, dostu arkadaşı kalmayıverir.Adettendir,başına gelmeyen anlamaz. Bu konuda dinleyip okuduğunuz bütün hikâyeler yalandır. Birlikte çok zaman, insan olmanın, dostluğun neler olduğunu konuşup hemfikir olduklarınız. Sizin sorunlarınızla kafalarını yormaktan, acı duymaktan özenle kaçar. Anlarsınız ki; birilerinin sıkıntılı zor anlarında ‘var oldukça’ varsınız. Anlarsınız ki: günlük yaşamda korunaklı hayatı içinde, herkes birilerini bulur ve yalnızlık, kimsesizlik duygularıyla öyle baş eder. Yeni bir işe girmeden, başka bir kente ve yaşama gitmeden önce,bulacağınız insanlar bellidir. Ancak size sunulan yaşama alanının içinde olanlardan yaparsınız seçimlerinizi. Bu seçimler içinde yaşarsınız en büyük düş kırıklıklarınızı da.
a
Sanki bir zamanlar güzel anları olmamış gibi,aşktan söz etmemişler gibi.Evlenirken,ak gelinlikler içinde,hangi gözlerle bakıyordu adam kadına; ona hangi sıfatlarla sesleniyordu. İzmir İnönü Lisesinin resim öğretmeni, dünyalar güzeli Sevil Öğretmen kanser olunca, kocası onu terk etmişti. Aşk da siz sorunsuzsanız, sıkıntınız yoksa aşk oluyor bu düzende, arkadaşlık da sıkıntıya hiç gelemiyor.Siz varsanız var hepsi,siz güçlüyseniz güçlü. Dokuz Eylül Üniversitesinin çocuk bölümünde çalışan Oya ise, tam boşanacağı sırada, lösemiye yakalanan eşinden boşanmayıp, sonuna kadar onunla birlikte savaş verdi. Başın beladayken seni aramayan dostlar ve sevgili; işte orada acı da olsa yol ayrımındasın demektir. Yaşamın acı deneylerini yaşarken, işte o geçirimsiz çaresizliklerde boğuşurken,dostlar ve yar kendini ele verir.Yol ayrımlarıyla,yaşamın sıkıntıları aynı anda gelir. Zordur, gücüne gider insanın. Anasının acil hasta olduğunu duyduğunda otobüsle saatlerce uzaktı. İlk aradığı insan,”Abi “dedi,””yoğun işim var”. İkinci aradığı kişiyse,’başka bir yerde olduğunu ‘ söyledi. Kimse,arabasına binip de,acil bir hastanın başında koşturmak istemiyordu. Bu kez tanıdığı bir taksiciyi ve doktoru aradı.Onlar da görevlerini yaparak Ana’yı hastaneye yetiştirdiler. Dostlar ki, nice sıkıntılarında,hep onu bulurlardı; o da, elinden
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
geleni yapardı. Aradığı insanlardan ilki, bir insanın yardıma ihtiyacı olunca, çıkartıp para veren biriydi. Birine para yardımı yapmak, eğer paran varsa, kolaydır. Verirsin, rahatlarsın. Aklına geldikçe de, yardım etmenin iç huzuru sarar seni. Ama birine vermenin ötesinde yardım etmek, ilgilenmek, kolay, yani eskilerin ‘meşakkat‘ dedikleri şey kolay değildir.
İnsan, zorluklarda, çaresizliklerde gerçekleşiyor. Savaş, ölüm harmanı; işte orada gerçek oluyor insan. Başkaları için ölürken; arkadaşını kurtarma yolunda kurşunlanırken insan büyüyor. Özveri: hiçbir dostluk,sevgi ve aşk onsuz gerçek olmuyor. Kadınlar koğuşunda, refakatçi olarak kaldığında, odada ağızsız dilsiz üç hasta daha vardı. Başlarında da üç tane refakat eden kadın. Yoksul insanlardı. Aralarında tek erkek olmak biraz tuhafına gitti. Bir şekilde sandalyelerin üzerinde uyuyacaklardı elbet. Onların arasında ne yapacağını bilemedi. Ananın altını almak, yıkamak falan gerekiyordu. Birileri, koridorda, yoğun bakımda yatan, doktorun “umut yok” dediği yakınlarının ölmesini bekliyordu gece gündüz. Fukara yeriydi hastane. Kimileri, içerde yatan babasının öldüğü anda, koridorun orta yerinde, ne tarafa gideceğini ve ne yapacağını bilemeden, a donakalıyor, kan çanağına dönmüş gözleri dehşetle ayrılıyordu. Ansızın çığlıklar çarpıyordu koridorların duvarına. Çıkıp,hastane bahçesinde arada bir sigara içiyordu. sıkıntıyla; ama arayan Ankara’dan Orhan telefon etti, “yardım lazımsa geleyim Abi”. Orhan ona sonradan sonraya “Abi” demeye başlamıştı. 1988’de Artvin’de öğretmenken tanıştığı,jeoloji mühendisi. Meslektaşları arasında, ”birileri,” bu adam gizli örgüt üyesi buraya özellikle gönderildi” gibi yaygaralar yapınca, herkes ondan kaçmış, hiç kimse konuşmamıştı. Yalnızca Orhan kalmıştı yanında. Bundan dört beş yıl önce sıkı bir depresyona yakalanınca, karısı telefon edip “Abi acele gel,Orhan ölüyor” dediğinde, yaşadığı köyden hemen İzmir’e gidip ona sahip çıkmıştı. Orhan,intihar etmeyi düşünüyordu o zaman. Demişti ki, ”ben ölürsem kızım sana emanet”. Orhan ölmedi, depresyonu yendi, işlerinde başarılı oldu. Başka da arayan yoktu. Odaya döndüğünde, ana,ağızsız dilsiz yatıyordu. Yoksulluktan gelen köylü kadınlar dedi ki: ”kardeş sen merak etme, ebeye biz bakarız, altını da alırız, yıkarız da.”. “Ben gece sizin rahatsız olmanızı istemiyorum” dedi. ”belli bir
Sayfa 53 saaten sonra dışarıda dururum, bir şey olursa bana çağırırsınız” Anadolu insanının kadınları böyleydi işte. Her yerde yoktu artık bunlardan. Yıllar önce, bir İzmir’den dönüş yolculuğunda, yakın köyden Apiş Emmi’yi görmüştü yan koltukta. Apiş Emmi’yi çevre köylerin hepsi tanırdı. Yıllarca, eşek arabasıyla köy köy çerçilik yapmıştı. Şimdi İzmir’de çalışan çocuklarının yanından geliyordu. Yanında bir asker oturuyordu. Yanındaki asker hiç konuşmuyordu. Arka koltukta oturan ve ona refakat eden iki asker daha vardı. Onların anlattığına göre,askere gitmeden önce biraz safmış; belirli ruhsal sorunları varmış. Gitmemesi için bir rapor falan almamış yakınları ki, o durumda askere gitmiş. Olan aklını da orada kaybetmiş. Artık nereli olduğunu bile bilmiyordu. Köy yerinde, askere gitmek hem gençleri, hem aileleri için bir onur meselesidir. Gitmesine önayak olmaları bundan olmalı. Gerekli tedavileri yapılmıştı. Şimdi de tek başına dönemediğinden yanındaki askerler götürüyordu onu köyüne. Hasta asker, Apiş Emminin kucağına yatmış uyuyordu. O da bir bebek gibi elini askerin başına koymuş okşuyordu. Anadolu İnsanı böyleydi işte.
Gün olup onun bir hikâye olduğunu öğreneceksin. İçi boşaltılmış bir kavramın orta yerinde yapayalnız kalacaksın: dostluk. Aşk da öyle değil miydi. Her a defasında, güzel anların paylaşıldığında güzel, zorluklarda tökeziyen, kapaklanan; bir yalan. Ay bir masal prensesi gibi, gecenin merdivenlerinden inip, süt akı denize ayaklarını sokarken, yeminler eden sevgililer nerede şimdi? Büyük şehirler bıraktın ardında. Büyük şehirlerde yaşanan uzun yıllar. Sayısız anıyı paylaştığın onca insan; neredeler şimdi? Hani seni aramayınca küstüklerin, sensiz edemeyenler? Hani, bir yanlış yapmak üzereyken, utanma duygunun ortaya çıktığı, kendini sorumlu hissettiğin dostlar. Nerdeler şimdi. Çok umursadıklarının ne kadar umurundasın ey şair. Dost dediğimiz insanlara duyduğumuz sorumluluk duygusu değil mi bizi biz yapan biraz da.. Kaç doğrumuzu yapmaktan vazgeçmemize sebep olanlar, nerede şimdi? İçinden geçtiğin, içinden geçen şehirlerin ne kadar umurundasın şimdi. Bir yerlerde, o yerler nere olursa olsun, dünyanın bir köşeciğinde, yaşadığın kovuktasın. Yaşadın bütün ayrılıkları, bütün hasretlere yandın. Ya hani, insansız bir cennette tek insan mutlu olmaz derken, en güzel yaşamlarda yanı başında olmasını istediğin dostlar... Anladın mı şair, Yalnızlık atıdır şairin ve onun sırtında sonsuz arayışını sürdürür, gözyaşları yağmurunda bazen; bazen yüreğini ölümün avuçlarında en çok sen duyarak..
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
Her kent bir yolunu bulup, seni tükürmüşse, denizlerin kıyıya vurduğu bir odun parçası gibi. Kalmışsan her defasında yerleşik hayatların güvenli korunaklarının dışında. Aslında sen seçmedin bunca deli yaşamaları; aslında kimse seçmez acısını. Hayatın en uç noktasında denenip de, ateşleri yanmadan geçmeden aşka nasıl aşk denir.Sadece tatlı sözlerle,hoş davranışlarla aşk aşk olur mu.Güzel sözün hoşluğu kadar, kırıcı sözün acısını da kaldırabilmelidir; kolay değil öyle. Abartma, elbette o insanların bir kısmı,şu an senin nerede ve hangi durumda olduğunu bilse,elbette arardı; abartma.İşte tam bu noktada, her şey tükenmiş gibi, tüm geçmişinin üzerine bir çarpı koymak, yakışmıyor sana. Zor gününde yanında olmak, ne kadar bize özgü bir kavram. Zor gününden haberi olup da yanında olmayan sevgiliye yâr mı denir, dosta dost mu, kardeşe kardeş mi?.. Günler sonra, anayı alıp köydeki eve getirdiğinde, ana her ne kadar yerinden kalkamasa da, doktorların verdiği umutla doluydu. Ancak burada, her zaman yanına gelip gidenler, gelmediler. Abisi Almanya’dan gelmişti, bir hafta önce. Hastaneye bir defa uğramış, sonra kendi işine gücüne dalmıştı. Bir saatlik yoldan taksi tutarak getirdi anayı, Abinin arabası olmasına rağmen. Şimdi Anaya tuzsuz yemek gerekiyordu. Bir kaç kez yenge yaptı getirdi.Ananın altı değişeceği zaman bir defa a Abiyi aradı, birlikte değiştirdiler. Bir kaç gün sonra, yeni bir kontrol yapıldı. Akşam evde otururken, dedi ki; ”Anamı tıp fakültesine götüreceğiz. Orada bazı testlerden geçmesi gerekiyormuş”. Hiç oralı olmadı kimse. İçerde başkaları da vardı. Yenge ve Abi o kadar yüksek sesle konuşuyor kahkahalar atıyorlardı ki, Ana “bu kadar gürültü etmeyin“ dedi cılız sesiyle. O da “vallahi bir düğün kalabalığı kadar sesiniz çıkıyor“ dedi gülerek. O anda Abi ve Yenge kalktılar. Yenge; ”Hadi gidelim “ dedi “Kibarca kovulduk”. Gittiler. Anayla yapayalnız kaldı. Aslında ne yemek yapmasını bilirdi, ne ev işlerlinden anlatırdı. Ancak denedi, yapabildiği kadar yaptı. İnsan bu zamanlarda yaşıyor o kimsesizlik duygusunu. Hayat ister tanrının yaptığı, isterse kendi kendimize karşı bir sınav olsun. Sonuçta bir sınav. Önümüzde hep engeller olacak ve biz onları aştığımız sürece, kendimizi de aşmış olacağız. Başka türlü nasıl büyür ki insan. Seni, aramasını beklediklerin aramayacak, herkes yapayalnız bırakacak çaresizliğinde; ve oradan daha dik çıkacaksın bir sonraki basamağa. Bileceksin ki, zaten hep yalnızdın. Bileceksin ki, yalnızca kendine güvenmelisin. Kim ki, sana gerçekten yalnız olmadığını hatırlatır. İşte o dostundur. Dost olunmadan ne kardeş olunur, ne akraba ne de sevgili... Aşktan daha sihirli bir söz var mı, su gibi, gün ışığı gibi dokunduğu yere yaşam
Sayfa 55 versin. Var elbet, olmaz mı; işte onun adıdır umut. Ne aşk aşka benzer umutsuz, ne yaşamanın bir tadı vardır. Tükeniş noktasıdır umutsuzluk. Umutsuzluk noktasında, söz edilemez ki mutluluklardan. Umutsuzluk, diri diri gömülmek değil mi kendi içindeki sonu gelmez karanlığa. Aşkın katili olan canavar sistem, umudun da katilidir. Aşk gibi, mutluluk gibi, umudun da sahtesini sahneye koyalı çok olmuştur. İnsanlığın binlerce yıldır yarattığı, iç dünyamızda kök salıp, yaşamı anlamlı ve bizi insan kılan, tüm kavramlar gibi, umudu da tersine çevirip, bir kandırmacaya, gözbağcılığa, bir abrakadabraya döndürmüştür sistem. TV dizilerindeki evler mükemmel, kadınlar tam da herkese güzel diye, erkekler tam da herkese yakışıklı diye yutturulan ölçülere uygun. Mobilyalar, yollar, yemek sofraları, aşklar, giysiler sanki bu ülkenin gerçeğinden değil de başka ve hayalî bir dünyadan kopyalanıp yapıştırılmış gibidir. Olmak istediğiniz, insan oradadır, yaşamak istediğiniz aşk, yaşam; düşlediğiniz ev, hep orada. Binlerce reklâmla bombardıman edilen bilinçaltınız, özlemlerinin somut olarak gösterildiği yerle sizi özdeş kılar. Umut, hep ileri zamanlardan gelmesi beklenen ama bir türlü gelmeyen güzelliklerdir. Aklımızın köşesinde, düşlerle beslediğimiz o serabı terk edemeyiz bir türlü. Yaşamaya olan bağımızdır çünkü. Ama insanca olmayan,a canavarca olan, bir hayat boyu insanları asla ulaşamayacakları hedeflere yönlendirmektir. Sistemin yaptığı da tam olarak budur. Milyonlarca, milyarlarca insan, asla ulaşamayacakları isteklerle doldurularak programlanmış, onları kovalayan birer robottur artık. Onlara aşktan, umuttan, mutluluktan söz eden yazıcılarsa, sadece sistemin aşağılık birer uşağından başkası değildir. Sanki kaçınılmaz olarak gelecek olan ölümlerini geriye atmak için, her yola başvururken, can havlinin acımasızlığını taşıyanlardır onlar. Egemenliklerini bilimin tersine daim ve ölümsüz kılmak için, her şeyi yok ederler. Bütün firavunlar ve diktatörler, hükümranlıklarını biraz daha sürdürebilmek için, ellerini insan kanıyla yıkamıştır. Onlar için aşk yoktur zaten. Onlar için aşk olsa, onlar birer zulüm makinesi olmazdı. Bu nedenle korkarlar sahici aşklardan. Sahici umudu yok etmeden, nasıl kandırabilirler kalabalıkları. Tek onların egemenliği devam etsin diye, her gün bir yerlerine dünyanın, gökten bombalar yağdırılır. Binlerce insanın ölümü, hangi silah tüccarının umurunda olur ki. Ormanların yanması, doğanın dengesinin bozulması umurunda olur mu, yapacağı binalardan kazanacağı paraların sonsuza dek akmasını isteyenin. Ozon tabakasının delinmesinden daha önemlidir, buna sebep olanların çıkarları. Sahte umutlar, sahte aşklar, sahte mutluluklar olmadan, kalabalıklar nasıl uyutulabilir ki. Milyonlarca insan, dünyanın kıyılarında köşelerinde, kendi acılarıyla baş başa kaldığı bu zamanlarda artık ne dostluk kavramı insancadır, ne de arkadaşlık, ne de aşk. Bütün batan gemilerden hep fareler ilk başta kaçar. İşte tam da o noktada yüreğinin gönderinde dalgalanmalı umudun bayrağı. Bütün olumsuzluklara rağmen dimdik ayakta durduğun kadar yaşama katılmış olursun. Mademki seni diz çöktürmek
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
isteyen bir devrandasın, o halde dik dur, dik yürü; çünkü zavallılaşmak, insanlıktan çıkmaktır. Ölüm dedikleri, bir gün her canlının başına gelmeyecek mi. Herkes bir gün sonsuz akışa katılacak. Güzel bakan gözler de toprak olacak, namuslular da namussuzlar da. Yolunu dürüstlükten yana seçmeyen için ne umut vardır ne aşk ne de dostluk. Köyün en saf kadınıydı Ayşe. Akşama kadar bahçe tarla dolaşır, evdeki ineklere ot toplardı. Yine de kıymeti bilinmezdi. Bir bakarsın köyün bir başında, bir bakarsın başka birinin kapısında çalışıp yardım eder. Başkalarına iş yapar ama hiç paradan söz etmezdi. Zaten ne sayı saymayı ne de para hesabını bilirdi. İlçede tek arabacılık yapan kocası da karısından çok aşağı değildi saflık konusunda. Bir defasında Ayşe’yi fena halde dövmüştü. Kafası gözü kırılan kadın, ayazın bıçak gibi kestiği bir kış akşamı yollara düşmüştü. Tükürsen, yere buz düşer bir akşam karanlığında, köyü terk etti. Akşam soğuğunda taksiyle işten köye dönüyordu. Araba zor yürüyordu buz kesmiş yolda. Ansızın Ayşe’yi gördüler. Durdurup aldılar arabaya. Yolda gelirken, donmak üzere olan, eli yüzü kan içindeki kadın olanları anlattı. Doğruca onların evine geldiler, Ayşe’yi zorla indirdiklerinde dışarıya çıkan kocasına, ”eğer bu kadına a bir daha dokunursan seni içeri attırırım, bir daha da yıllarca çıkamazsın “ dedi. Onun en iyi anlayabileceği dil buydu, bir daha da karısını dövdüğü duyulmadı. Şimdi, bu zor zamanda, çıkagelip işleri tutmaya başladı evde. Ev topladı, patates soydu, bulaşık yıkadı. İşe yaradı. Hayatının karanlık döneminde Hızır oydu. Sanki kendi işi gibi her gün geldi, büyük bir sorumluluk duygusuyla bir şeyler yapmaya çalıştı, yardım etti. Başka da kimse gelmedi. Aslında tuhaftı, gelmeyebilirdi o kadın. Neden böylesine bir sorumluluk duygusuyla köyün ta öbür ucundan geldiğini, hiçbir zaman, tam olarak anlamayacaktı. Ancak, gerçek insan değerinin kimde olduğunu anlamak konusunda, sıkı bir dersti bu davranış. Hayatın yol ayrımları çoğu zaman bu kadar acımasız olaylarla kazılıyor. Aynı yolda birlikte yürüdüğün insanlarla, aslında ne kadar uzak, ne kadar farklı ve başka olduğunu görüyorsun. Ve ne kadar da yalnız. Aynı yerde yalnızlığın bekliyor seni Aynı yerde düşlerin kırılmış oluyor Aynı yerde ayrılıyor yollar Ve o yeri, hayatının her hangi bir yerinde ortaya çıkan bir zor zaman hazırlıyor, acı dolu, sıkıntı dolu bir olay. Arkadaşınla Kardeşinle Yârinle yol ayırıyorsun
Sayfa 57 İnsanın aklına gelmez mi? Dalgın, büyülenmiş gözlerinde gülücük çiçekleri açtırarak, saçlarına, parmaklarıyla tek tek incitmeye korkarcasına dokunan kadın. Ansızın bir akşamüstü, uzak bir yerde, geçip de gitmiş zamandan kalan bir bakıştaki o derin aşk, insanın aklına gelmez mi. Ancak nasıl oluyor da, bütün hayatını uzatır gibi dudaklarını sana uzatan kadın, zor zamanında seni yapayalnız bırakıyor bu dünyanın ortasında. Riya denilen şey, şeytan kadar aldatıcı oluyor demek ki. Bütün aldanışlar melek maskesiyle giriyor ruhumuza. Bütün yalanlar, gerçekten daha gerçek giysilerle bizi aldatırken, duygularına maske takanlar en çok yaralayanlar oluyor. Kim bilir, karşınızdaki insan bile, gerçek anlamda duygularının ve kişiliğinin farkına, sizi çaresizliğinizde bıraktığı zaman varıyor belki. Berbat bir ruh hali olmalı. Günler kırık bir kağnı gibi ağır ağır geçerken, yaşlı Ana da yavaş yavaş canlanmaya başladı.. Önce tuvalete kadar yürüdü, sonra da mutfağa kadar. Bu kadarı da güzeldi. Ana ölümden dönerken, o noktada, bir sürü insana bakışı değişmişti oğulun. Başka bir yol ayrımı yaşamıştı. Artık, kesin biliyordu, yalnızdı. Bu dünyada tam da aşk var diyeceği sırada, onun aşk olmadığını görmüştü. Önündeki kitabı aralayıp karşısına çıkan şiiri yavaş bir sesle ezgin ezgin okumaya başladı sigara dumanlarının gümüş halkaları arasında.. Dışarıda, karanlık gecede, köyün köpekleri yalnızlığa havlamaktaydı:
a
SENİN KORKULARINI, BENİM İNCELİĞİMİ.. Tenin tenime bu kadar sinmişken, ömrüm azala azala önümden akarken, gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken.. Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime, bıraktığın boşluğu yonta yonta binlerce heykelini yapacağım. Senin Korkularını Benim İnceliğimi Ayrılık ne biliyor musun? Ne araya yolların girmesi, ne kapanan kapılar, ne yıldız kayması gecede, ne ceplerde tren tarifesi, ne de turna katarı gökte. İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini, birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine. Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken, duvarlara dalıp dalıp gitmesi. Türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık. Saçına rüzgar, sesine ışık düşürememek kimsenin. Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun. Güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya. İki adımdan biri insanın, sevincin kundakçısı, hüznün arması ayrılık. O küçük ölüm! Usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan. Ayrılık, o köpüklü öpüşlerin ardından gidip ağzını yıkadığında başlamıştı. Ben bulutları gösterirken, “bulmacanın beş harfli yemek sorusuna” yanıt aramanla halkalanmış, “Aşkın şarabının ağzını açtım, yar yüzünden içti murt bende kaldı” türküsü tenimde düğümlenirken, odadan a çıkışınla yolunu tutmuş, Dağlarda öldürülen çocukların fotoğraflarını bir kenara itip, “bu eteğin üstüne bu bluz yakıştı mı? ” diye sorduğunda varacağı yere varmıştı çoktan. Şimdi anlıyor musun gidişinin neden ayrılık olmadığını, bir yaprağın düşmesi kadar ancak, acısı ve ağırlığı olduğunu. Bir toplama işleminin sonucunu yazmak gibi bir değer taşıdığını. Boşluğa bir boşluk katmadığını, kar yağdırmadığını yaz ortasında.... Ne mi yapacağım bundan sonra? Ayak izlerimi silmek için sana gelen bütün yolları tersinden yürüyeceğim önce. Şiir yazmayacağım bir süre, Fotoğraflarını güneşe koyacağım, bir an önce sararsınlar diye. Hediyelik eşya satan dükkanların önünden geçmeyeceğim. Senin için biriktirdiğim yağmur suyunu, bir gül ağacının dibine dökeceğim. Falcı kadınlara inanmayacağım artık. Trafik polislerine adres sormayacağım, Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye....
Sayfa 59 Ne yapacağımı sanıyorsun ki? Tenin tenime bu kadar sinmişken, ömrüm azala azala önümden akarken, gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken.. Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime, bıraktığın boşluğu yonta yonta binlerce heykelini yapacağım.
a
Şükrü Erbaş
ADNAN DURMAZ SEVDA
Bir sevda peşinde Bulgur sokusuna Düştü yüreğim Habire tokmaklar iner Un ufak olurum
SEÇKİN ZENGİN
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
KELİMESİNE YANDIĞIM ZEVKLER Özgürlüğünü harmanladım zevklerin Mutlulukların rastgele tüketildiği bir anda. Bir çay içersin ya da kahve Başka şeyler de ısmarlayabilirsin Sigara içmek bedevadır, ateşi de Çünkü bedeli cebinden karşılanacak İstersen sigara üstüne sigara yakabilirsin İstersen gazı bitene dek çakmağı çakabilirsin... Şu türlü zevkine yandığım özgürlük, neymişsin! Özgünlüğünü harmanladım zevklerin Keyiflerin hovardaca ağırlandıkları bir anda. Bir çıkarlı bakışla kollarsın veya çıkarsız Başka şekilde de bakılabilir İster yukarıdan, ister aşağıdan... Aç bırakılmışlıktan kopuyor aykırısı Gözün dışarılarda kör olana dek bakabilirsin... Şu yüzsüzlüğüne yandığım özgürlük, neymişsin! Hafife alınanları harmanladım zevklerin Dostların endamına göre sırım çektikleri bir anda. İncelikler karşılıksız boy verir Referanslı dans davetleri de olabilir Çok ileri gitmek çıtayı zorlayabilir Bir başka kadınasa gülümsemek sorun yaratabilir Kapalı bir köşeye geçebilirsen Hal ve hareketlerinde daha rahat olabilirsin Şu otosansürüne yandığım özgürlük, neymişsin! Yanına yaklaşılamayan zevkleri de harmanladım Sevdalanıp solanı, hırsından yerinde duramayanı Sarmaşık gibi sarılanı, kedi gibi sırnaşığını... Yüz çevirsen kuyruk sallar, dönsen tekmeler Servise koyup götürsen başından ayrılamazsın İhmal edilen zevkler her şeyi alt üst eder... Şu kelimesine yandığım özgürlük, neymişsin be!
ABDULLAH KARABAĞ
Sayfa 61
a
RESİM: ADNAN DURMAZ
İBRAHİM KAYPAKKAYA DİRENDİ AMED DİRENDİ
Yavuz AKÖZEL
18 mayıs 1973 İbrahim Kaypakkaya’nın Diyarbakır zindanlarında katledilişi’nin 43.yıl’ı. Yine, her yıl olduğu gibi bu yıl da İbrahim Kaypakkaya devrimci, demokrat ve komünistler tarafından anılacak. Bu anmalarda her zaman olduğu gibi Nazım Hikmet’e, Yılmaz Güney’e vb. yapıldığı gibi yine ceset sömürücülüğü yapılacak bu değerler içi boşaltılarak hatta çarpıtılarak anılacak. Dünya demokratik, devrimci, komünist hareketine mal olmuş değerlerin böyle içi boşaltılarak anılması değil de, onların yaptıkları teori ve pratiklerindeki doğru ve yanlışların böylesine önemli anmaları fırsat bilip değerlendirerek kitlelerin bilinçlenmesi, aydınlanlanması ve onlardan dersler çıkarılması adına gündeme getirilmesi, açımlanması ve esas alınması bir gerekliliktir. Amed zindanlarında ser verip sır vermeyen TKP-ML’ in kurucusu ve teorisyeni İbrahim Kaypakkaya’nın katledilişinden 43 yıl sonra faşist TC, Amed’i yerle bir edip bu kentin
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
ezilen halklarına topyekun ‘terörist’ damgasını vurarak yüzlercesini katletti. Amed zindanlarında direnen Kaypakkaya, direnişin bir sembolü olarak kendinden sonraki demokrat- devrimci-komünist kuşaklara manidar bir örnek oluşturdu. Şeyh Said’ler, Kaypakkayalar, Mazlum’lar yakılan yıkılan harabeye dönmüş Amed sokaklarında egemen güçlere korku salarak şimdi yeniden bir dirilişin yankısı olarak kol geziyorlar. Faşist Türk devleti surların mazgallarında, Amed’in simsiyah bazalt taşından oluşan kan ve ölüm çığlığına bulanmış dar sokaklarında görüleşen cellatlarının korku saçan hayaletlerini kurşunluyor, bombalıyor ! Onlara korku salan İbo’nun, Mazlum’un, Said’in hayaletlerini!
a
18 mayıs 1973 (Amed)
21 mart 1982 (Amed)
29 haziran 1925 (Amed)
İbrahim Kaypakkaya 1948 yılında Çorum’un Sungurlu ilçesi’nin Karakaya köyünde doğuyor. İlk okuldan sonra Hasanoğlan öğretmen okulu ardından İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okuluna devam ediyor. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü öğrencisidir de. Çapa Yük.Öğ.Okulu Fikir Kulübleri Federasyonu kurucuları arasında yer alıp başkanlığını da yapıyor. 1968’de yürüttüğü devrimci faaliyetlerden ötürü Çapa Yük.Öğ.Okulundan atılıyor. FKF ve TİP içinde ortaya çıkan ayrışmada Milli Demokratik Devrim(MDD) tezini savunan kesimde yer alıp Proleter Devrimci Aydınlık inisyatifinde çıkan İşçi Köylü gazetesinin İstanbul bürosunda çalışıyor. Yine bu dönemde Aydınlık ve Türk Solu dergilerinde yazılar yazıyor. Aydınlık ayrışmasında Doğu Perinçek’in başını çektiği PDA
Sayfa 63 (TİİKP) saflarında kalıp 1972 yılına kadar da bu örgütte Doğu Anadolu Bölge Komitesi (DABK) üyesi olarak görev alıyor. Aynı yıl içerisinde Doğu Perinçek ve çevresini revizyonist olarak değerlendirerek arkadaşlarıyla beraber PDA’dan kopup TKP-ML (TİKKO) yu kuruyor. Tabii ki bu kopuşta kendisini ML teori’nin önemli konularındaki derin kavrayışının rolü oluyor. Bu kavrayış İbrahim’i dönemin diğer devrimcilerinden niteliksel olarak farklı bir konuma getiriyor.1972 şartlarında dünya komünist hareketini derinden etkileyen ÇKP ve Mao Zetung düşüncesinin etkisinde elbetteki o da kaldı. Seçme yazılarında Şafak revizyonizmine ve Küçük burjuva devrimcilerine karşı ML’in birçok ilkesini parlak bir şekilde savunurken Mao Zetung düşüncesinin etkisinde kalarak bir çok revizyonist tez’de savundu. Leninist çağ tespitinde temel bir hata sadece İ.Kaypakkaya da değil, Mao Zetung(1893-1976) önderliğindeki Çin’in görkemli DHD’nin ardından da Büyük Proleter Kültür devrimi’nin etkisinde kalan Dünya komünist ve devrimci hareketinde vardı. Bu etki önemle Mao Zetung düşüncesi olarak Lin Biao(1907-1971) tarafından ileri sürülen çağ tespiti, yine Mao Zetung düşüncesi tarafından 1970’ler’de öne sürülen ve sonradan da Mao Zetung henüz yaşıyorken Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda Teng Hsiao Ping tarafından okunarak ÇHC’nin resmi siyaseti olduğunu a duyurduğu üç dünya teorisi gibi anti ML düşünceleri kapsıyordu. Mao Zetung düşüncesine göre “ içinde yaşadığımız çağ, emperyalizmin toptan çöküşe, sosyalizmin bütün dünyada zafere ilerlediği YENİ BİR ÇAĞ” dı. 21.Y.Y’da da içinde bulunduğumuz çağ’ın ML tespiti “ emperyalizm ve proleter devrimler çağı” olmasına karşın 1972 şartlarında Dünya komünist ve devrimci hareketi’nin ezici çoğunluğunun etkisinde kaldığı Büyük Proleter Devrimi’nin revizyonist tezlerinden İ.Kaypakkaya da nasibini aldı ve seçme yazılarında çağ tespitini bu şekilde yaptı. Böyle yapmakla kalmadı; içinde bulunduğumuz çağın gereği olarak da yarı sömürge yarı feodal ülkelerin neredeyse tümünde devrimci durumun sürekli olduğu, fevkalade olduğu Lin Biao’ya özgü anti ML devrimci durum tezini de savundu. Yine i.Kaypakkaya K.Kürdistan/Türkiye sosyo ekonomik yapısı üzerine yaptığı manidar araştırmalarda sağlam, sonuçlar çıkarmasına, doğru yolda ilerlemesine karşın(Çorum ve Malatya-Kürecik bölgelerinde sınıfların tahliline dair yaptığı çalışmalar) Mao Zetung Düşüncesinin tüm yarı sömürge ülkeler için yaptığı yarı feodal tespiti ve buna bağlı olarak da halk savaşı stratejisi anti ML tezlerinin etkisinde kalır. Sosyo ekonomik yapı yarı sömürge- yarı feodal olunca, devrime giden yol’da uzun süreli halk savaşı oluyordu. Bu şu demekti : Devrimin rotası kırlardan şehirlere doğru gelişme ve kızıl siyasi iktidarların kurulması !
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
Oysa Çorum, Kürecik bölgelerinde manidar somut tahliller yapan İ.Kaypakkaya Mao Zetung Düşünce’sinin hazır formüllerinin etkisinde kalmayarak K.Kürdistan/Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi’nin doğru tahlillerini yapıyor. Buna karşın yine de kendi doğru tahlilleriyle çelişerek, devrimin yolu olarak Mao zetung Düşüncesi’nin yaptığı gibi yapıyor : HALK SAVAŞINI savunuyor. Hareketimizin nihai hedefi, insan üzerindeki her türlü sömürü ve zulmü ortadan kaldırmak, halkımızı sınıfların kalmadığı bir dünyada en büyük ve en mutlu geleceğe, komünizme ulaştırmaktır(İbrahim Kaypakkaya, Seçme yazılar)
İbrahim’i Dönemin Devrimcilerinden Ayıran Özelliği Komünist Olmasıdır!
Mayıs ayında yitirdiklerimiz arasında İbrahim Kaypakkaya’nın yeri ayrıdır. Kuzey Kürdistan/Türkiye’de Komünizmin, Marksizm-Leninizm'in şanlı kızıl a bayrağını 1972'de yeniden göndere çekmeye önderlik eden İBRAHİM KAYPAKKAYA'dır. İbrahim’in temel özelliği, onu dönemin bütün devrimcilerinden ayıran özelliği, onun komünist niteliğidir. İbrahim, MarksizmLeninizm’in devrimci özüne sahip çıkan ve Marksist-Leninist temelde komünist parti inşasını Kuzey Kürdistan/Türkiye devriminin en önemli sorunu olarak kavrayıp bu yönde adımlar atan komünist önderdir. İbrahim, dört aya yakın süren tutsaklık döneminde ser verip, sır vermeyen komünist devrimci tavrıyla zindanı faşistlere karşı mücadelenin bir arenası haline getirmiştir. Onun karşısında yenilen faşistler çareyi onu katletmekte bulmuştur. Faşistler henüz 24 yaşında olan İbrahim yoldaşı öldürmekle kuşkusuz İbrahim’in uğrunda mücadele ettiği davaya, emekçi halkların kurtuluşu, devrim, demokrasi, sosyalizm, komünizm davasına ağır bir darbe vurdular. Fakat faşistler İbrahim’i katletmekle gerçek amaçlarına, komünizm davasını durdurma amacına ulaşamadılar, hiçbir zaman da ulaşamayacaklar. İbrahim Kaypakkaya yoldaşın katlinden sonra da, onun uğrunda öldüğü dava durmadı, durmayacak!(BP.Özel sayı , 18 mayıs 1983)
Sayfa 65 İbrahim Kaypakkaya Sadece Diyarbakır zindanlarında ser verip de sır vermiyen bir devrimci değildir. 1972 koşullarında K.Kürdistan/ Türkiye devrimci hareketinde Kemalizm, ordu, Milli mesele, proleterya diktatürlüğü, Komünist parti gibi ML’in temeline ilişkin konularda öz olarak doğru bir konumda durmaktadır. Bu duruş onu dönemin K.Kürdistan/Türkiye devrimci hareketindeki diğer parti ve örgütlerden nitelik olarak ayrı bir konuma, ML bir konuma yükseltmektedir. Bundan 44 yıl önce ulusal sorunu gündeme getirdiğinde K. Kürdistan/Türkiye’de ulusal hareket oldukca kısırdı ve sol içerisinde şövenizm egemendi. --Ulusal sorunda doğru bir temel’e sahip olan Kaypakkaya, K.Kürdistan/Türkiye’deki ulusal sorun’a ilişkin tezlerinde çıkış noktası olarak Lenin ve Stalin’i alarak bu konudaki tezlerini parlak bir şekilde Türkiye somutuna uygulamıştır. --Kaypakkaya daha 1972 ler’de Kürdistan ulusan sorunu için BÖLGESEL ÖZERKLİK formülünü gündeme getirmiştir.(Bak.İ.Kaypakkaya, seçme yazılar say.259) --Kaypakkaya, Kürt ulusu’nun kendi kaderini tayin hakkı’nın “ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı” olduğunu dönemindeki ulusal sorunu iğdiş eden, revizyondan geçiren K.Kürdistan/Türkiye solu’na karşı berrak bir şekilde savunmuştur. --Kaypakkaya, K.Kürdistan ulusal mücadelesinde İşçi-köylü ittifakının sağlanması ve bu mücadelenin proleterya önderliğinde DHD’ine ulaşılması doğru tezini savunmuştur. a --Kaypakkaya, başta Ermeniler olmak üzere tüm ezilen ulus ve azınlıklara (Tam hak eşitliği)ni savunmuştur.(Ermeni sorununda ki eksikliği, ulus olma özelliği katliamlarla yitirilmiş olan bir tarihi haksızlığın bu haksızlığı gidermek için yeniden Kuzey Kürdistan sınırları içerisinde bir Ermeni devleti’nin kurulabileceği olasılığını bu anlamda Ermenilerin de ‘ayrılıp ayrı devlet kurma ‘hakları’nın savunulmamış olmasıdır. İbrahim ve Ermeni Sorunu! 1972’de İbrahim’in Ermeni sorununda tavır takınması, Ermenilerin kitlesel olarak katledildikleri ve topraklarından sürüldüğünü belirtmesi önemlidir. Bu dönemde Ermeni sorunu üzerine konuşmak, yazmak bir tabudur. Türkiye devrimci hareketi içerisinde Ermeni sorununda tavır takınması ile İbrahim diğer devrimcilerden ayrılmaktadır. O dönemde Türkiye devrimci hareketi açısından Ermeni sorunu diye bir sorun yoktu. 1972 koşullarında Türkiye devrimci hareketine Kemalizm hayranlığı damga vurmaktadır. Mahir Çayan ve THKO’nun yazılarında tek bir Ermeni lafı geçmemektedir. Ermeni soykırım anmalarının ilk defa 1965’te Doğu Ermenistan’da başladığını biliyoruz. 1972’de henüz Asala eylemleri de başlamamıştı. Ermeni sorununda ölüm sessizliğinin yaşandığı bir dönemde İbrahim’in tavır takınması, onun komünist niteliğini göstermektedir.(Bolşevik Partizan Özel sayısı)
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
--Kaypakkaya yine Kemalizm konusunda K.Kürdistan/Türkiye solu’nun Kemal Atatürk’ü neredeyse ‘sosyalist’ mertebesine ulaştırarak Kemal Atatürk ve Kemalizm hayranlığını ayyuka çıkardığı bir dönemde Kemalizmin öz’de doğru bir tahlilini yaparak Türkiye Komünist ve devrimci hareketine eşsiz bir katkıda bulunmuştur. Bugün Şeyh Said’lerin, Mazlum Doğan’ların, İbrahim Kaypakkaya’ların Kürdistan devrimci hareketine bıraktıkları çığlık giderek büyüdü ve sadece Amed’i değil tüm Kürdistan’ı neredeyse kapladı. Egemen güçler onların artık vokallaşmış, yeri göğü inleten çığlıklarını ne yaparlarsa yapsınlar susturamıyor,önliyemiyorlar. Çığlık büyüyor, büyüyor, büyüyor ! Kan gölüne çevirdikleri Kürdistan’da yepyeni bir dünyanın gülümseyen çehresi giderek berraklaşıyor ! Diyarbakır Zindanlarında katledilen TKP/ML (TİKKO) önderi İbrahim Kaypakkaya’yı bir kez daha saygıyla anıyor, onun mücadelesinden ve düşüncelerinden dersler çıkarmaya devam ediyoruz.
YAVUZ aAKÖZEL 18 Mayıs 2016, Braunschweig
Sayfa 67
EDEPSİZLERİ GÖK YÜZÜME KAPAKLADI Ondan sarardı gök Yüzüme kapaklandı Ağzımın aralanacağını Bir yudumu bile Bilip Ondan sırnaştı yağmurlarla İkisi konuşur Yüzümde fiske fiske Sözcükler Dudağım çatlak Kırmızı mor arası göğermiş Gözüm Altında durup İkisi çekiştirir Neymiş Gök altında dolu İhtiyar kavruk varmış Koza damlası yutmuş keza Böcekler Adımladığı yerde kopmuş ayaklarını Tükürük sürüyorlar yüzüme bu ikisi Bıyıklarımı öksürdüğümü duymadan Sürüp durur Gidinin edepsizleri
HALDUN HAKMAN
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
AK ALNIM DENİZ
Düş'üme düşer Siyah göz gibi göz akım ki yorgun, beyaz karanfil Düşer us'uma sehpada ak alnım Deniz. Kara deliktir zaman kocaman, kocaman elleri vardı kavgadan kalan köpük köpük ak alnım Deniz yırtılan kıyılardan karanlığı toplayan
NECİP TIRPAN
Sayfa 69
ŞİİRİMİZDE DÜN VE BUGÜN TOPLUMSAL BAŞKALDIRILAR – 2
A. Ziya ÇAMUR
BABA İSHAK BAŞKALDIRISI: a
Toplumsal yapıdaki bu hareketlilik, Baba İshak ayaklanmasıyla patlayıverir. Doğudan sürekli Batıya göçen Türkmen boyları Selçuklu Beylerinin fermanınca Sivas, Amasya, Tokat, Çorum, Kayseri, Yozgat çevresinde durdurulur. Daha batıya geçmeleri önlenmek istenir. Doğudan Batıya bu yoğun akış, egemenler için bir takım sorunları da birlikte getiriyordu. Göçebe Türkmen boyları daha ileriye geçişe izin verilmeyince Anadolu içlerinde yağma ve talan hareketlerine girişmek zorunda kaldılar. Egemen Beyler bu durumdan şikâyetçi olurlar.
Şair Ozan Telli, İshakça adlı kitabında Türkmenlerin akışını şöyle betimler: çöl kavurdu yel savurdu seyipleyip bizi yurttan yürüdük dağı taşı ovaları bürüdük arı akıncıları karınca katarları
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
ateş böcekleriyle uluları velileri türkmen çocuklarıyla oğuzca yağızca yamanca yollar boyu yıllar boyu doğudan batıya anadolu’ya türüdük
a
Kısaca, 13. yüzyılda Selçuklu yöneticileri Moğollarla işbirliği yaparak Türkmenlere dayanarak yönetimi kuran Anadolu Selçuklu Sultanları, egemenliklerini perçinledikten sonra onları ezmeye başlamışlar ve yenildikleri moğol talancılarını da yanlarına alarak halkı acımasızca soymaya başlamışlardı. Bu durum Anadolu’da Babaî ayaklanmasının doğmasına neden oldu. Muzaffer Oruçoğlu’nun “Baba İshak Destanı” adlı bir şiir kitabında Baba İshak ağzından ayaklanmanın niteliğini şöyle anlatır:
Üzerinde sekizyüzbin parmak olan, seksenbin çıplak ayakla nakışlandı bağrım. Büyük ateşler yaktılar. Sakallarının kızıllaşan şavkı vurdu salara. Irklar sofrasıyla kuşattılar ateşleri. Yükselen alevlerin aynasında, seyrederken kendilerini, “Enelhak!” diye bağırdılar. Yıldızlar, toprak ve ateş, “Enelhak!” diye yankılandı.
Sayfa 71
Irkları, dilleri, renkleri birleştiren, birlik nağrasının doğurduğu büyük zenginlikten, bereket yağdı toprağa. Destan bereketi... Menzilsiz, kör edici bir ışık seli... Ve anadan üryan, bismillahsız, günahını kabzasında taşıyan, ağır bir kılıçla ayağa kalktım. Cehennem gibi ısınmıştı toprak. Güneyde başlayan büyük yangınlara doğru yürüyordum. Destanın başladığı ufuk çizgisine doğru. Ortaçağ’daki eylem adamlarının çoğunda olduğu gibi dinsel otoriteyi de temsil eden Baba İshak, Amasya’da oturan Horasanlı Baba İlyas tarafından yetiştirilmişti. ŞamAdıyaman bölgesinde Baba İlyas adına çalışmıştı. Baba İshak’ın halka seslenişini Muzaffer Oruçoğlu şöyle aktarır:
Size geldim Yaklaşın yaklaşın İri, işkilli gözler ile Süzmeyin beni öyle Ben ne Nemrud ne Şeddad, ne Firavun Ne Cemşit, ne Kisra Ne de Karun'um. Sofi değilim ibadet bilmem Veli değilim keramet bilmem Yedi iklim gezgini Sahrada bir kumum. Bilin ki Doğanlara Ve doğacak olanlara Bildirin ki İnsan İki direkli bir deryadır Cihanda olan her şey İnsanda vardır.
Tutmuş İnsanı insana Köle eylemişler a Halbuki Bir kainat harikası Yıkıcı bir hükümdardır.
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
Baba İshak, Türkmenlerin yoğun olduğu bölgelerde, Harizm, Eyyubi ve Selçuklu askerî harekatının sık yapıldığı, Müslüman ve Hristiyan halkların , İsmailî zümrelerin iç içe yaşadığı; Mani, Zerdüşt, Şamanist ve Hristiyan inançlarının bulunduğu alanlarda propaganda çalışmalarına, örgütlenmeye başladı. Yarı şaman, yarı şeyh biçiminde toplumun siyasal, dinsel ve toplumsal sorunlarını, yoksulların çıkarları doğrultusunda açıklıyor; haksızlık ve adaletsizlikleri belirtip bunları düzeltme olanaklarını arıyordu. Türkmenler gibi yoksul Kürtler, Ermeniler, Süryaniler ve Hristiyanları da yandaş sayıyordu. Davranış ve düşünceleriyle herkesi kendisine bağlıyordu. Ermeni Babailere “Pavlakiler” deniliyordu. Şair Ozan Telli İshakça adlı Baba İshak ayaklanmasının destanını dile getirdiği kitabında insanların Baba İshak’a bakışını şöyle aktarır:
baba ishak başı diktir alnı ak gün doğanda her şafak usa gelir sese gelir dillenir oğul verir peteklerde ballanır arılanır çiçekte durulanır gerçekte baba ishak içi nur daneli
pirimizdir narımızdır
a
..... ishak’ın dergahında kurt ulumaz kuzu için kuzu melemez kurttan korkup kuş peyikmez candan ürküp yoldaş yoldaş çalışılır yoldaş yoldaş bölüşülür uyulur ter töresine pirimiz ishak’ın ünü duyulur her yöresine koca anadolu’nun
aynada sırımızdır yüzümüzü özümüzü sayesinde gördüğpümüz sayesinde sardığımız yaramızı emlemiştir bulamaçlar bulayıp umudu umuda ulayıp yağmur olup damlamıştır bereketli topraklara
Sayfa 73 Selçuklu sultanlarının sömürüsüne dayanamayan Türkmenler ve yoldaşları, mal ve hayvanlarını satarak silahlanırlar. Karıncalar gibi kaynaşan bu insanlar, büyük bir inançla savaşa girip Kefersud, Adıyaman, Kahta ve Gerger’den sonra Malatya subaşısı Muzaffereddün Ali-Şir’i yenilgiye uğratırlar. Malatyayı ve daha sonra Sivas’ı ele geçirdikten sonra Amasya-Tokat üzerine yürürler. Gıyaseddin Keyhüsrevi korkusundan İran’a kaçar. Bu zaferi Şair Ozan Telli şöyle dizelere döker:
dağdan omuzları üstünde güneşten başlarını kaldırdılar ağardı ortalık emekte ekmekte hakça ishakça ortaklık kurmak için saldırdılar hainlere hasımlara sümeysat’ı kahta’yı adıyaman’ı aldılar kavimlere hızımlara a muştucular saldılar yola gelenler malatya’da babai olanlar subaşı müzafereddin ali-şir bağışlandılar kendine müslüman halkına kafir lakin ensesi kalınlar bilmektedir geçirili kılıçtan seher yelleriyle beslenen kurulan kanarada nehir ulaşırsa denize dirliği bozulacak varlığı bitecektir bundan babailerin üstüne üstüne yürüdü lakin gümüş savatlı çelik zırhlı pusatlı atlıları eridi kargıları tunç temrenli türkmenlerin önünde
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
Amasya’ya gelen Hacı Armağanşah, Baba İlyas’ı ele geçirip boğdursa da Türkmenler onsuz da sürdürürler savaşı ve Hacı Armağanşah’ı öldürürler. Türkmenler ve yoldaşları bundan sonra Ortaanadolu’ya yönelirler. Sivas, Kayseri ve Kırşehir üzerinden başkent Konya’ya yürürler. Selçuklu sultanı, parayla tutulmuş Frank askerleri ve Gürcülerden de yararlanarak altmış bin kişilik bir ordu toplar, Necmeddîn Behramşah’ın buyruğuna verir. Behremşah ve ordusu, Türkmenleri Kırşehir dolaylarında bozguna uğratır. Baba İshak bu savaşta öldürülür. 1240’ta Türkmenlere karşı acımasız bir kıyım başlar. Bu savaşı ve yenilgiyi Ozan telli dizelerinde şöyle canlandırır:
altmış bin kişilik ordu çil altına kiralanmış ihanete sıralanmış frank askerleri önde güz sarısı o bir günde türkmenler cenge girdi sırtlarında kefenleri yaratarak tufanları boyandılar kızıl kana dövüştüler döne döne düştüler dize gelmeden birer selvi dal gibi ekmek üstüne gül gibi
a
İbni Bibi, bu katliamı şöyle anlatır: “...Genç yaşlı kimseye aman verilmedi. Arkadan büyük ordu yetiştiği zaman piştar kuvvetleri kumandanları işi bitirmişlerdi. İki-üç yaşındaki çocuklardan başka hiçbirini sağ bırakmadılar.” Babailer ayaklanması, ortaya çıkış, kitle tabanı hazırlama, siyasal iktidara yönelik etkin propaganda ve ayaklanmaya katılanların sınıfsal konumu açısından daha sonra gelişecek olan Şeyh Bedrettin ve Şah Kulu ayaklanmalarına benzemektedir. Bu nedenle Baba İshak ayaklanması, birçok yönüyle köylü ayaklanmalarına kaynaklık etmiştir. Ozan Telli, destanının sonunu şu dizelerle bağlar:
Sayfa 75
Aradan yüzyıllar geçti Demirimiz çift su içti Böyle dönüştü çeliğe Civciv kabuğunu Deldi ne güzel Böcek kozasında Öldü ne güzel Miras koyup ipeğini Ve büyüdü bebeler Toprakça tohumca hakça Çoğaldı yiğit babalar İsyanlara ishakça İS-HAK-ÇA Ceyhun Atuf Kansu da, “Baba İshak” şiirinde Babai eylemini ve sonucunu şöyle döker dizelerine:
a kentine Hey oğul, gel gidelim seninle Ferhat Sevinin dal dal sarktığı elma bahçelerine Amasya’dır, bir kan gülü açar mağrasında Horasanlı Baba İlyas, yolcusu İshak’ın Güneşteki kardeşliğin ve ekmekteki güneşin Türkmen töresinde bir eski devrimcinin Anadolu’nun gökyüzüne vuran öyküsüne. Bir yaprak açıp insanın gönül betiğinden Derdi ki, Baba İshak Türkmen “Bizler Oğuz oğluyuz, kutsaldır toprağımız Gökyüzüdür bayrağımız, dolaşır şarabımız Bir eşit salkımdan mayalanıp elden ele Yeryüzünde insanoğlundan yanayız Karşıyız bey oğluna, sultan kuluna Seviden, hoşgörüden, gülüşten Dut yaprağını ipeğe çeviren işten yanayız” Duyurtu saldı ki köylü Anadolu’ya Ermiş savaşçı Baba İshak Bir bozuk düzendir Selçuk oğlu Konya Acem’dir saray direği yabandır yıkılacak
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
Hışıldayan bir güzel düzendir akça kavak Obaların direğini tutan halk ağacı Bir kulaktır ses alır, saraydan dışarı Köylü Anadolu’nun Türkmen oğulları Vardılar, Baba İshak’ın eteğine Ala yazma kadınlar, çocuklar söğüt dalı sapan Dediler: Söyle Baba İshak öğret, yol iz aç bize Kara bulut bunalımı atalım üstümüzden Sevinç mayası kat kara somun ekmeğimize Geldik işte, Canik dağlarından oba oba Çorum’dan, Sivas’tan ve uzak Maraş’tan Gecelerimizi yıldız kağnılarıyla çekerek Baba İshak eyitti mağarasından, seslendi: “Kardeş Türkmen oğulları yeryüzü evinizdir Toprağıyla yaşadığımız, ekmeğiyle döşediğimiz Ve bir gül dalı altında birleştiğimiz Bir eşit dönüşümdür, ölüm! Üç yağıdır savaşacağımız: Baskı,aezinç, yağma Üç dostunuz var: Yaşamak gönlünüzce Beyliğiniz söylenir dilinizce Buğday, su ve güneş yetmeli evinizce…” Baba İshak, tanyeri ağaranda, çoban yıldızı yol verende Düştü Türkmen oğullarının önüne Bir kol Sivas yollarındaydı Bir kol Konya önlerinde savaşmadaydı Parayla tutulmuş Frenk askerleriyle Köylü buğdayı altına çeviren çarşı beyleri Sürüklenip gittiler değirmeni döndüren suyla Ne ki ey oğul, öykümüzün sonu acı Varlıklı sultanların utkusu kıyıcıdır Devrildi bozkır güneşi karanlığın ardına Kırşehir kilimi yandı Malya ovasında, Yalnızdı Tokat Türkmenleri ve Adıyaman çobanları Bir umut eğiriyorlardı belki Amasya ovası Doğurgan gücüyle buğdayın anası Yedi kılıçlı yörük kadını güneş, arka çıkardı halka
Sayfa 77
Bir güzel düş adına çarpışan Baba İshak’a Gün döndü, gün devrildi bir kan düğünü Gelin bacıları ve Türkmen savaşçıları bir gerdekte Amasya’da ay doğarken devirdi geceye Yetiş ey Baba İshak, dediyse de köylü Anadolu Yetişemedi… Şundan ki, Amasya’da ay doğarken Bir düş salkımıydı kalenin burçlarında Baba İshak’ın sallanan ermiş başı Ay başlangıçtır yaz gecesine Seher vaktine ve yol çıkışlarına gebe Işığın doğurgan anasından… Sürdü halk dalının kırımı, yarayı gül yaprağıyla saran Gönüller çardağı Hacı Bektaş gününe dek… Yetişemediğinden ermiş dut ağacı Baba İshak O kanlı kıyımdan kalmadır Anadolu’da açan her gelincik!…
a
ALİ ZİYA ÇAMUR
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
ÜZERİMİZDE GÖK YÜKLÜ ACILAR SAĞANAĞI hüznümü tetikleyen hangi zaman kanamada kayıp giden o çokça sayamadığım yıldızlarda bunca acılar sağanağında kalmışken bir başına bu günde gözler ateş alımı madımak yangını seyircisi olunan yaşamın kahpe bir saldırısı çıkardım bir bir derin kör kuyulardan suskuları uzanır kara ses buluta tükürürsün yapışmış gırtlağa üzüntümüzde saldırgan bir talan dolanır ortalıkta bastım tuz basımı acıları ses olsun dağ yangınlarına gördüm o yangını ve nicelerini tarih geçti önümden gözlerim yandı tepeden tırnağa acı acıyı kesti hey hüznü arş’a eren dost kaldır başını bir baş ki yetim öksüz kırgın ama dik olsun bizimkisi
VEDAT KOPARAN
TEEN SLASHER
Sayfa 79
konformist damarıma pis nefsimden eroin şırıngalanır O cephede nefsimden şeytani bir ejderha kanatlanır Materyalist krallıkla sınanır kırılgan kanatlarım Raconsuz akbaba konar katakulliye getirip şanımı; yağmurun darağcında idamdır buyurulan fermanım.. Materyalist kuşlar uçar zuhredince serseri intiharım; boynumun toprağına çığlıklarla dökülen bir ırmağım.. Ya da fahişe kuşlarından pezevenk çığlıklar araklayıp fonksiyonel aygıtlarla putperest tapınağı da yıkarım ama koftidendir bu kelam çünkü mezarlığım katliamdır mezarlar açılır ciğerimde; zonklar hep şakağında soykırım Kafatası kulesiyle kamufledir irin sağnaklarında üstüm Beton putların deccalları kükrer; yıkmaz putları ölüm iğrenç sağnaklarla şakırdar boynumun metafizik kuşları Ceseti morgumdadır bütün korkunç çocukların! Bağırsaklardan sıçılan banknotla cerahatlanır lağım Bağırsaklardan suratlara globalleşme sıçılır ayıp! darağacında fermanım anakonda urganla asılmaktır Anakondadır lakabı; pusatlı coğrafyada emperyalist yılanın Tarikatlar açılır tarikatlı dervişlerin zikrinde bedduayım sonra pentagram sonra şeytani krallıklar ama sonra katliam Sonra karabasan, bataklıkta çamurlar,şakağımda intihar fabrikasyon atmıklar bataklıkta gürültüyle kaynar sanayi canavarı fabrika zekerinden radyoaktif atık kusar Kanserojen nikotine amonyaklı bazuka çeker uçurumlar ortadoğu mezarlığına şarapnel leşleri dökülür pusatımdan Yürek coğrafyasında komando intihar şakağıma nişanlanır sesim yırtıcı kuşların iğrenç sağnaklarla yağmasıdır Ceseti morgumdadır artık bütün korkunç kadınların! Küfürbaz damarıma nefsiemmareden eroin şırıngalanır O cephede şeytani bir ejderha gökyüzüme kanatlanır İşte bu kabusları anlatır katranla damgalanmış bu şiir Bu kabusların hepsi gerçektir yoksa halüsinasyon değil
OĞUZ ATEŞOĞLU
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
ŞİİR-ŞAİR
POETİKA Şair mi, et ile kemik arasında bir avuç yürektir. Şiir mi, o yazılmaz ki, yazdıranı sayısızdır..! ABDULLAH KARABAĞ
Her şehir bir şiir şairin yüreğinden damıttığı Yine de yeni renkler yeni imgeler gerek
şiir duvağıyla karartılar eşliğinde giden şair gölgen diye bıraktığın peşindeki esrik hikaye; bir kırılma anıdır göz bebeklerimde SERDAR ERDEMİR
Yepyeni bir ufuk sanatçıların iç çekişlerine yakışan F.KADRİ GÜL şair/ kirpikten ok (Şair) damladan deniz insanlığın yükünü taşımıyorsan, sözden mermi yapar kendinden söz etme. SABAHATTİN KUDRET AKSAL
AHMET TELLİ
Şiir bir ilkyaz sürgünü Şair kuru bir ırmak yatağıdır, Şiir düşlerin yorgunu onu şelale yapan düştüğü uçurumdur. BARIŞ ERDOĞAN şair/ kirpikten ok damladan deniz Bir şiir, bir sis çanı duvarlar arasında sözden mermi yapar yazmak için bir yürek, yatmak için bir ömür
OLCAY YAZICI
FEVZİ KÖK
unutma: şiirler de yatar zindanda. ÖZDEMİR İNCE
şiir; kendini yok saymaktır Elin elimdeyken okuduğum şiir iki dize arasında yakmaktır Yüzünü ışığıyla yıkarken ardından; Kayınca ürpertilerle sigara dumanı aralığından Boynunun saydam ipeğinden İSMAİL UYAROĞLU bir ölüye bakmaktır.
SERKAN ERARSLAN
Dağıtır da düzyazının çarkını zembereğini Yaşamı değil salt izdüşümünü verir. ALİ ZİYA ÇAMUR
DERLEYEN:A.Z.ÇAMUR
Sayfa 81
YAŞAM VE SANATTA
1 AYIN İZDÜŞÜMÜ ABDULLAH KARABAĞ’DAN İKİ KÜRTÇE KİTAP DAHA!.. Emeğin Sanatı dostlarından, Fransa’da yaşayan Abdullah Karabağ, Kürtçe iki şiir kitabı yayınlandı. “Tavên Stêrîn” adlı 128 sayfalık Kürtçe şiir kitabı, Sokak Kitapları tarafından yayınlandı. Tavên Stêrîn, çağdaş anlamda kendi dilinin ilk nehir şiiri. Evrenin oluşumundan coğrafyasına ve a insana kadim bir nehir gibi... Varoluşun, efsanenin, inancın, felsefenin, tarihin, mücadelenin, aşkın ve özlemlerin dere ve dereciklerinden beslenerek evrensele akıp giden güçlü bir nehir. Dîmenên Dıgerın adlı 112 sayfalık nehir şiir kitabı da Sokak Kitapları tarafından yayınlandı: Kiitabın tanıtımında şu sözlere yer veriliyor: « Işık da sevinir, güler, gücenir, düşünür... Yaşamın ebedî sevenleri ışık ve tiyatrodur. Bu eser bir nehir şiir gibidir. Işık şiir, oyuncular kayıp kimselerdir ki şair gibidirler; tiyatronun genelgeçer ölçülerini altüst ederek oynar, güldürür, ağlatır, düşündürürler...“ Türkçe-Kürtçe – Fransızca dilde şiirler yazan A. Karabağ’ın bu üç dilde de kitapları vardır. A. Karabağ’ın Emeğin Sanatı Kitaplığından yayınlanmı9ş iki adet e-kitabı bulunmaktadır: Tartıya Kalan Düşler: https://issuu.com/emeginsanati/docs/tartiyakaland____ler-abdullahkaraba/1 Yıldız Dalı Yasaklı Gönül: https://issuu.com/emeginsanati/docs/yildiz_dali_yasakli_g_n_l-a.karaba_/1
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
ORHAN KEMAL ROMAN ARMAĞANI İBRAHİM YILDIRIM’IN... Bu yıl 45. kez verilen Orhan Kemal Roman Armağanı’nın kazananı açıklandı. Selim İleri, Turhan Günay, M. Nuri Gültekin, Erendiz Atasü, Çimen Günay Erkol, Handan İnci ve Nazım K. Öğütçü’den oluşan Orhan Kemal Roman Armağanı Seçiciler Kurulu, 50 aday arasından yaptığı değerlendirme sonucunda İbrahim Yıldırım’ın ‘Dokuzuncu Haşmet’ romanını ödüle değer gördü. Dokuzuncu Haşmet, futbol, şiir ve direniş anılarıyla dolu bir roman. Roman, 2013 yılının Haziran ayında tuttuğu takımın formasını giyerek Taksim’e çıkan eski bir direnişçinin anlattıklarını merkeze alıyor. aRomanın kahramanı Haşmet Alçıtepe, konak benzeri çok eski ahşap bir evde yaşayan, tutkularını, acılarını, pişmanlıklarını okurla paylaşan unutulmuş bir şair. Yazara ödülü 2 Haziran 2016’da Beyazıt’taki Orhan Kemal Kütüphanesi, konferans salonunda, saat 10.30’da yapılacak olan Orhan Kemal’i anma töreninde verilecek.
2016 KIYI- RUHİ TÜRKYILMAZ ŞİİR ÖDÜLÜ BELLİ OLDU... Kıyı-Ruhi Türkyılmaz Şiir Ödülü Seçici Kurulu, ödülün düzenlenişinin 6. yılında şiir ödülüyle birlikte bir de “Emek Ödülü” verilmesini uygun gördü. Bu yıl altıncısını düzenlenen Kıyı-Ruhi Türkyılmaz Şiir Ödülü sahibini buldu. Onur Şahin, Gamdan Kale adlı yapıtı nedeniyle ödüle değer görüldü. “Emek Ödülü” için seçici kurul, sanat alanındaki üretimde kesintisiz çaba gösteren, bir yandan ürettikleriyle sanatına yeni ufuklar açarken, bir yandan da emek verdiği alanda sosyal paylaşıma katılarak farklı bir çekim alanı yaratan sanatçılara verilmesinin uygun olduğu görüşünü temel alarak, bu yıl ilk kez Ekinde/Yazında Sesimiz dergisini uzun bir dönem
Sayfa 83
yayımlayan, Kibele Sanat Galerisi’ni açarak görsel sanatlar alanında emeği olanlara sahip çıkan, seramik sanatçılarının toplumdaki çabasına öncülük eden, şiir alanında Dikende Gül Uyanır, Sevgi İklimi, Suların Kucağı, Suya Mühür; öykü alanında Aynaları Değiştirin adlı kitapları bulunan Ekin-Sanat dergisinin yazı kurulunda yer alarak dergi çevresindeki etkinliklere omuz veren, pek çok yazın dergisindeki ürünlerini okurla paylaşan şair-yazar Hasibe Ayten'i Kıyı-Ruhi Türkyılmaz Şiir Emek Ödülü’ne değer buldu. 62. SAİT FAİK ABASIYANIK HİKÂYE ARMAĞANI’NIN SAHİBİ MUZAFFER KALE Yazar Sait Faik Abasıyanık anısına her yıl bir öykücüye verilen ve Darüşşafaka Cemiyeti ile İş Bankası Kültür Yayınları işbirliğiyle düzenlenen Sait Faik Hikâye Armağanı’nın 62.’si sahibini buldu. Muzaffer Kale, Güneş Sepeti adlı kitabıyla ödüle layık görüldü.
a Doğan Hızlan’ın Başkanlığı’nda toplanan Jale Parla, Metin Celâl, Hilmi Yavuz, Nursel Duruel, Beşir Özmen ve Murat Gülsoy’dan oluşan Sait Faik Hikâye Armağanı Jürisi, ödül gerekçesini şöyle açıkladı: “62. Sait Faik Hikâye Armağanı’nın, kısa öykünün olanaklarını başarıyla kullanan ve varoluşun yoğunluğunu yaşamın ayrıntılarında yakalayan Muzaffer Kale’nin Güneş Sepeti adlı kitabına verilmesi oy birliğiyle uygun görülmüştür.” Armağanı’nın, kısa öykünün olanaklarını başarıyla kullanan ve varoluşun yoğunluğunu yaşamın ayrıntılarında yakalayan Muzaffer Kale’nin Güneş Sepeti adlı kitabına verilmesi oy birliğiyle uygun görülmüştür.” Aydın’da doğAN Muzaffer Kale, İlkokul dördüncü sınıfa kadar, Bodrum’un Bahçeyakası köyünde kaldı, beşinci sınıftan liseyi bitirene kadar Milas’ta devam etti okula. Liseden sonra, tiyatro başta olmak üzere , edebiyatla ilgili ilgisiz birçok işte çalişti. 1980’de Dicle Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdi. 1981’den beri dergilerde çalışmaları yayınlanmaktadır. Şiirleriyle ön plana çıkan, tanınan Kale, “Güneş Sepeti kitabıyla öykü alanında da iddialı olduğunu göstermiştir..
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
2016 YILIN YAZARI YAŞAR KEMAL ÖYKÜ YARIŞMASI DÜZENLENİYOR 2016 yılını Yaşar Kemal’e adayan Nilüfer Belediyesi, etkinlikler kapsamında "2016 Yılın Yazarı Yaşar Kemal Öykü Yarışması" düzenliyor. Yarışmaya başvurular 20 Haziran’da başlayacak. 2016 yılını, Türkçeyi zenginleştiren, dilin tohumunu koruyan ve besleyen usta yazar Yaşar Kemal'e adayan Nilüfer Belediyesi, Yaşar Kemal'in edebiyata kazandırdığı birikimin etkisinde, yazmayı kendine uğraş edinenleri "2016 Yılın Yazarı Yaşar Kemal Öykü Yarışması"na davet ediyor. İnsana, topluma dair yeni bir bakış ve yorumla yazmaya yönelenlerin öykü çalışmalarını değerlendirmeyi amaçlayan yarışmanın seçici kurulunda Feyza Hepçilingirler, Semih Gümüş, Feridun Andaç, Nahit Kayabaşı ve Şafak Palaayer alıyor. Öykü yarışmasına başvurular 20 Haziran 2016 tarihinde başlayacak ve 26 Ağustos’a kadar devam edecek. Birincilik ödülünün 3000 TL, ikincilik ödülünün 2000 TL, üçüncülük ödülünün de 1000 TL, olduğu yarışmada 3 kişiye de 750’şer lira mansiyon ödülü verilecek. Yarışmayla ilgili detaylı bilgi almak isteyenler Nilüfer Kütüphane'nin sosyal medya sayfalarını takip edebilir veya (224) 494 1954 numaralı telefondan bilgi alabilir . YARIŞMASI DÜZENLİYOR... PEN 2016 YENİ SESLER ÖYKÜ Uluslararası Yeni Sesler Ödülü için PEN Türkiye Merkezi bu yıl da öykü dalında verimler seçiyor. Bu yarışmaya hiç kitabı yayınlanmamış 19-29 yaşındaki genç yazarlar tek öykü ile katılabilir. Sunulan öykünün Times New Roman fontuyla 12 punto, çift aralıklı ve 2000-4000 kelime olması, ayrıca doc. docx. ya da rtf formatında iletilmesi gerekli; PDF kabul edilmez. 10 Mayıs'a kadar doğum tarihi belirtilerek sen.cakir@pen.org.tr adresine iletilen öyküler değerlendirmeye alınır. Ad yerine rumuz kullanılması, "rumuz-özgeçmiş" içeren ayrı bir sayfa/belge iletilmesi yararlı olur. Yarışma iki kademeli: PEN Türkiye Jürisi Zeynep Aliye, Suat Karantay, Tülin Dursun, Hikmet Altınkaynak ve Tarık Günersel'den oluşuyor. Jüri bir ya da iki öykü seçip Mayıs sonu duyuracak. Seçilen/ler İngilizce'ye çevrilip uluslararası jüriye yollanacak.
Sayfa 85
MAYIS AYINDA ÖNEMLİ GÜNLER SEVDAMIZIN VE KAVGAMIZIN ŞAİRİ ARKADAŞ Z. ÖZGER ŞİİRLERİNDE YAŞIYOR… Edebiyatımızda hep genç kalan şairlerindendir Arkadaş Z. Özger. 5 Mayıs 1973’te 25 yaşında onu yitireli 38 yıl oldu. 1 Mayıs 1973’te 1 Mayıs için yaptıkları gösteride polis eşliğinde faşistlerin saldırısına uğramışlardı. Bu arbedede başına bir cop darbesi alan Arkadaş Z. Özger, beyin kanaması geçirdiğinin farkına varılmadan tedavi için gittiği sağlık kurumundan tahliye edildi. 5 Mayıs’ta sokakta ölü bulundu. Yapılan otopsi’de beyin kanaması sonucu öldüğü belirtildi. Şiirleri Forum, Soyut, Yansıma, Yeni Eylem ve Yordam gibi dergilerde yayımlandı. Başlangıçta verili ortamdaki egemen söylemlerin, özellikle ikinci yeni akımı esintisini duyumsatır şiirleri; yaşama bilincinin, topluma ve insana bakışının gelişimi ile birlikte toplumcu gerçekçi çizgide, lirik, kırgın ve buruk bir sesle, ama inatla umudunu haykıran, a kazandıran imge örgüsü ile özgün şiirler konuşma diline yaslanarak çarpıcı bir akışkanlık yazdı. Gelecek güzel günlere olan inancını hiç yitirmedi: Deniz Faruk Zeren, “Şiirin Bordo Gülü” yazısın da şöyle anlatıyor Arkadaş Z. Özker’i: “Arkadaş Z. Özger, günümüz şiir dünyasının baronlarla, beylerle, piyasa adamlarıyla, eciş bücüş şiirimsi metinlerle şişirilmiş, dumura uğratılmış çatısı altında ne yazık ki unutulmaya terk edilmiştir nerdeyse. En acıtanı da bu genç ölüm güzeli sosyalist şairi, genç sosyalistlerin yeterince sahiplenmemesidir belki de. Oysa ülkemiz şiirinin yakın tarihinde ipince bir damardır Arkadaş Z. Özger’in şiiri. “Hangi yanağını Leyla Halide uzatsa Türkiyeli gerillacılara vurulan” enternasyonalist bir damar. İpince deyişimiz şiirinin herhangi bir zayıflığından değil; gerçekten ipincedir, sesiyle, soluğuyla, biçimiyle, özüyle ipincedir. Duru, naif, sessizce akan….. Başından sonuna bir arayış şiiridir Arkadaşınki. Her mısrasında kendi özgün sesini, şiir kaygısını koruyan ve kuşağının entelektüel birikimini, toplumsal duyarlılığını, acılarını ve özlemlerini kendi bilincinin, yüreğinin potasından şiire damıtmaya çalışan bir arayış. Döneminin atılgan ruhu içerisinde estetik kaygısını elden bırakmadan ve hatta bunu daha da güçlendirip sıradanlıktan kurtarmaya çalışarak yazar Arkadaş. Asıl inceliği, özgünlüğü buradadır. Eskiyi yıkmaya cüret etmiş 71 kalkışmasının yarattığı toplumsal anaforda yeninin içinde daha yeni arayışıdır Arkadaş’ın şiiri. Çünkü “uyuz bir kedi gibi kaşınıyor(dur) edebiyat”. Çünkü “bir rahibe ancak bu kadar ihanet edebilir kendine.
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
Sayfa 89
EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜN VE ÖZGÜR SESİ: S.F.ABASIYANIK 11 Temmuz 1954’te yitirdiğimiz durum ve kesit öyküsünün öncüsü Sait Faik Abasıyanık, öyküleriyle aramızda soluk alıp vermeye devam ediyor hâlâ. Uçurtmalar ve İpekli Mendil adlı yoksulları konu alan ilk öykülerinden sonra kendisini tamamen öykü yazmaya verir. Sait Faik, öykülerinde işçi ve emekçileri, kimsesiz çocukları, köşe başındaki dilenciyi ve bankta pineklik eden ayyaşı konu eder. İlk yapıtları Semaver, Sarnıç ve Şahmerdan’da çocukluk ve gençlik yıllarının hatıraları, Fransa’da kaldığı yıllarda yabancı çevreye olan yabancılaşması ve insan ilişkilerine dayanan tutumu yer alıyordu. Kimi zaman İstanbul’un kenar semtlerini, yoksul insanları, küçük insanların serüvenlerini ve en önemlisi insan sevgisini anlattı. Züppe burjuva insanlarına kızdığı bu dönem öykülerinde yoksulları yüceltir ve yaşama sevinci ağır basar. İkinci dönem öykülerinde ise insanları bireyler olarak ayrı ayrı değerlendirmeye ve eleştirmeye başladığını görürüz. Bunu takip eden üçüncü dönemde ise yazarın yaşama sevinci yavaş yavaş solar ve yerini hüzne bırakır. Asıl ününü, bu dönemde kaleme aldığı, yaşadığı Burgaz adasından ve çevresindena kaynaklanan, Rum balıkçıları, denizi, deniz kuşlarını, balıkları, doğayı konu edinen Lüzumsuz Adam, Mahalle Kahvesi, Son Kuşlar, Kumpanya ve Havuz Başı hikâyeleriyle yaptı. Uzun öykülerinin yer aldığı ilk kitabı Havada Bulut’ta Sait Faik, tamamen yalnızlığı, hüznü, çaresizliği, kaçıp gitmeyi anlatır. Sait Faik’in çevresi ve arkadaşları ilerici, devrimci şair-yazarlardan oluşuyordu. Ancak, bir burjuva ailesinin çocuğu olarak, baba malından gelen gelirlerle yaşayan yazar, yaşamının her anında politik etkinliklerden uzak durdu. Ama bu uzak duruş, toplumsal sorunlara duyarsız kalmak değildi. Hep bir arada yaşadığı işçileri, balıkçıları, yaşamını emeğiyle geçinen insanları yazdı. Bir işçiye karşı yapılan haksızlığa dayanamayıp kalemini sivrilten Sait Faik’in bu bakışı bile hangi saflarda olduğunu vurgulamaktadır:
“Semaver, ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi. Sabahleyin Ali'nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi. Sonra sesler. Halıcıoğlu'ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün Haliç'i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Ali’miz biraz şairce idi. Büyük değirmende bir elektrik amelesi için hassasiyet, Haliç'e büyük transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar.” Semaver öyküsünden....
Sayfa 91
ÇAĞDAŞ ÖYKÜCÜLÜĞE AÇILAN PENCEREMİZ: MEMDUH ŞEVKET ESENDAL Türk Edebiyatının önemli yazarlarından Esendal, 29 Mart 1883’te Çorlu’da doğdu. 16 Mayıs 1952’de Ankara’da yaşamını yitirdi.. Çocukluğu savaş yıllarına rastladığı için ve maddi sıkıntılar nedeniyle düzenli bir eğitim göremedi. Kendi kendisini yetiştirdi, Arapça, Farsça, Fransızca öğrendi. Babasının ölümünden sonra çalışarak ailesine baktı. 1900′de gümrük memuru oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdi. Parti müfettişi olarak Anadolu’yu dolaştı. Anadolu ve Rumeli halkını yakından tanıma şansı buldu. Çeşitli milletvekilliklerinden sonra 1941′de CHP Genel Sekreterliği’ne getirildi. 1945′ten sonra bu görevi de bırakıp sadece edebiyatla ilgilendi. İlk öyküleri Meslek gazetesinde yayınlandı. “Miras” adlı romanı da bu gazetede tefrika edildi. Siyasetçi ve edebiyatçı kimliklerini ayrı tutmak için yazılarında “M.Ş.E, Mustafa Memduh, Mustafa Yalınkat, M. Oğulcuk, İstemenoğlu” gibi takma isimler kullandı. “Ayaşlı ve Kiracıları” adlı romanıyla 1942 CHP roman yarışmasında dereceye girdi. 1946-1952 arasında Sanat ve Edebiyat, Seçilmiş Hikayeler, Ulus, Ülkü, Hisar, Pazar Postası, Türk Dili gibi gazete ve dergilerde yayınlanan öyküleriyle ünlendi. Öykü ve romanlarında ele aldığı konular, kişiler çeşitlilik gösterir. Sıradan insanların gündelik yaşamları üzerinde durdu. Ev içi yaşam, aile ilişkileri, kahve mahalle ortamı ile köylülük gibi temaları işledi. Katı sınıf ilişkileriyle belirlenmemiş bir toplum özlemini dile getirdi. Olayları ve kişileri önyargısız, sevecen ve gerçekçi bir yaklaşımla ele aldı. Uzun boylu çözümlemelere girmekten kaçındı. Dilde yalınlığı, duruluğu benimsedi, konuşma dilini esas alan bir yazı dilinin öncülüğünü üstlendi. Esendal'ın edebiyatımıza getirdiği en önemli yenilik, ele aldığı konuları büyük bir sadelikle işlemesidir. Bu konular, yine sıradan insanların yaşamları etrafında gezinir. Öykücülüğe başladığı ilk yıllarda, dilde sadeleşmenin öncüsü olan Ömer Seyfettin'in izinden giden Esendal, ustalık dönemine eriştiğinde, hem Ömer Seyfettin'den, hem de kendi çağdaşlarından daha sade ve düzgün bir dille yazmıştır. Uslübunda Çehov'un etkileri açıkça görülür. Hatta, bazı öyküleri, Çehov'dan yapılmış uyarlamalardır. Ancak bu etki, yazım tarzı, dildeki sadelik, kişilerin seçilişi ile sınırlı kalır. Esendal, Çehov'un karamsar bakışını tekrarlamaz. Kendi deyişiyle; insanlara yaşamak için ümit, kuvvet ve neşe veren yazılardan hoşlanır, insanları yoğunmuş mutfak paçavrasına çeviren ve yeise düşüren yazılardan hoşlanmaz.
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı Esendal’ın asıl başarısı bir tek parti iktidarı yöneticisi olmakla birlikte, eşyaya, olaylara bakışta tek bir gözlük kullanmamasıdır. Toplumsal değişim ve dönüşümlerde yaşanan çalkantılara, bürokratik otoriteye, gerektiğinde muhalif gözüyle de bakabilmiştir. Bürokrasi, Avrupa, Batı yaklaşımları bunun en iyi göstergesidir. Aslında, mesleki temsil ve toprak konusundaki görüşleriyle muhalif bir yanı da vardır. ESERLERİ: Roman: Ayaşlı ve Kiracıları (1934-1957) , Vassaf Bey (1983, ölümünden sonra); Öykü: Hikayeler 1. Kitap (1946, Otlakçı adıyla 1958), Hikayeler 2. Kitap (1946 Mendil Altında adıyla 1958), Temiz Sevgiler (iki cilt, ölümünden sonra 1983), Veysel Çavuş (1984, ölümünden sonra), Bir Küçük Çiçek (1984, ölümünden sonra), İhtiyar Çilingir (1984, ölümünden sonra)... Bütün eserleri 9 cilt olarak 1983-1984′te yayınlandı
HALK OZANI MAHZUNİ ŞERİF, ŞİİRLERİYLE, BESTELERİYLE TÜRKÜLENE TÜRKÜLENE AKMAYA DEVAM EDİYOR… Pir Sultan’dan Karacaoğlan’a, Nesimi’den Dadaloğlu’na zalime başkaldıran halk şiiri geleneğimizin son büyük ustalarından 17 Mayıs 2002’de yitirdiğimiz Âşık Mahzuni Şerif’i 8. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz.
a
Mahzuni, yaşamı boyunca, tüm baskıcılara ve baskılara karşı haklıların sembolü olarak, “Bizim suçumuz şerefimizdir” demesini bildi. Mahzuni, sazını eline aldığı günden bu yana, her türlü sömürüye karşı mücadelenin içinde birleştirici söz öğelerini kullandı. Âşıklık görevini yerine getirirken, halkın gözü, kulağı olma bilincini öne çıkardı hep. Mahzuni, bazen durgun bir su, bazen coşkulu akan ırmak, mazlum, mahzun ama yürekli bir Anadolu çocuğu olarak sazının tellerine vurdu mızrabını. Mahzuni, geri kalmış toplumların yoksul insanlarının yüz yıllardır oluşturduğu hayat felsefesinin içindeki, insanı yokluğa, uyuşukluğa götüren inanç motiflerini teker teker çıkararak, yerine toplumcu hayatın öğelerini koydu, sınıf çelişkilerini işledi: Çeker Gider Şiirinden
Bakmazdım zalimin gözü yaşına Sabıra bağlamazdım boşu boşuna İtikat etmezdim mezar taşına Taş yerine çiçek eker giderdim
İnsan olduğu yön kıbledir bana Ben böyle inandım çünkü insana Çok sebeptir diye kavgaya kana Bütün hududları söker giderdim
Sayfa 93
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
ŞİİRİMİZİN ÖZGÜN SESİ EDİP CANSEVER ŞİİRLERİYLE HAYATIMIZA SOLUK KATIYOR HÂLÂ… Her türlü kümelemenin dışında, biçimde 2. Yeni’yi teğet geçen, içerikte hayat-toplum-birey üçgeninde uzun soluklu şiirleriyle bakışımızı zenginleştiren Edip Cansever’i 28 Mayıs 1986’da 58 yaşında yitirdik. Edip Cansever hece ölçüsünden sürekli uzak durduğu için, kuşaktaşları gibi şiire heceyle başlayıp sonra serbest şiire geçiş bunalımı yaşamamıştır. İlk şiirlerinde birinci yeniden izler görülse de sonraları imgesiz şiir yazılamayacağını düşünerek bu akıma kendisini kaptırmaz. Cansever şiirinde ayrıntı gücü hemen göze çarpar. Kimi zaman neredeyse nesre yaklaşan şiirleri insanı kendi varoluşuyla yüzleştirir. Cansever, şiir anlayışını şu sözleriyle somutlar: "Bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirmek, giderek daha da derinlerine inerek, onun içsel dramını kurcalamak çabasındayım" Edip Cansever' in gerçek şiir serüveninin ilk ürünü olan "Dirlik Düzenlik", yer yer "Garip" şiirinin etkisini taşısa da daha sonra "İkinci Yeni" akımının şairleri arasında anılmasına neden olacak kimi özelliklerin de ilk ipuçlarını verir. Bir yandan da, alaycı bir söylem ve üstten bir bakışla zengin-yoksul ikilemini "Garip" şiiri yedeğinde işlerken, öte yandan sonraki yıllarda Cansever şiirinin vazgeçilmez öğeleri arasında yer alacak bireysel temalara yönelir. Söz konusu kitapta, şiirini toplumun sorunlarına açmak çabasında olan Cansever, ilk kitabındaki yüzeysellikten arınarak öze ve anlatıma ağırlık veren bir üslup edinme çabası içinde olmuştur. Hemen bir yıl sonra 1966' da yayımlanan "Çağrılmayan Yakup", anlatımcı (öykülemeci) şiirlerin ağır bastığı bir kitaptır. Şiirini, bir yandan yükselen toplumsal muhalefetin konu ve sorunlarına açan Cansever’in, imgeden görece uzaklaşarak şiirini "anlatım"a yaslaması, dönemin sosyal ve siyasal hareketliliği düşünüldüğünde kaçınılmazdır. Ama şiirinin asli ve değişmez eksenin yer verdiği "ben" ya da "birey" olgusu, Cansever şiirini özgün biçimde bir yerde tutar. Cansever, başkaldırının içerisinde yer alan, başkaldırı sonrasında gerçekleşecek dönüşümleri tutkuyla özleyen ve başkaldırı ruhundan beslenen bir bireyin şiirini yazar. Bu iç içelik nedeniyledir ki, "Çağrılmayan Yakup"tan dört yıl sonra yayımlayacağı, "Kirli Ağustos"ta, 1970 öncesi sol siyasi eylemlerin etkilerini, söz konusu eylemlerin içinde düşünsel ve duygusal varlığıyla yer almış birinin penceresinden yansıtır. Yine dört yıl sonra, 1972’te yayımlanan kitabı, "Sonrası Kalır" ise 12 Mart döneminde toplumsal planda yaşanan acıların ve etkisi 1980'li yıllara kadar uzanacak bir yenilginin ağıtlarıyla yüklüdür ve Cansever, "içerden" biri olarak, yapılan yanlışı sorgulamaya girişir. Birer yıl arayla yayımlanan "Ben Ruhi Bey Nasılım" ve “Sevda İle Sevgi" adlı kitaplarında
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
JOSE MARTİ KAVGAMIZDA DİNMEYEN SESTİR… 28 ocak 1853'te Havana'da doğan Jose Marti'nin babası İspanyol, annesi ise Kanarya Adaları'ndandı. 16 yaşında "özgür vatan" adlı bir gazete çıkardı. İspanya'ya karşı bağımsızlık savaşımı verenlerden olduğu için 17 yaşında tutuklandı ve 6 aylık kürek cezasından sonra İspanya'da Madrit'e sürüldü. Madrid'te Zaragosa Üniversitelerinde hukuk, felsefe ve filoloji eğitimi gördü. 1874'te Latin Amerika ülkelerini dolaştı.yaşamının büyük bölümünü sürgünde geçirdi. 1878'de Kübalı toprak sahiplerinin ispanyollarla anlaşması nedeniyle sona eren savaş ve çıkan af ile ülkesine geri döndü. 1878'de evlendi, bir oğlu ve bir kızı oldu. 1880'de Kuzey Amerika'ya geçti, göçmen olarak yaşadı. Yıllarca şiirler, kitaplar ve gazete makaleleri yazdı. Aynı zamanda siyasi eylemlerini de sürdürdü. Gizli siyasal faaliyetinden dolayı iki kez yine tutuklandı. Daha sonra NewYork'a yerleşti. Buradan Buenos Aires'te çıkan La Nicion adlı gazetede ona ayrılan köşedeki yazılarından dolayı ünü bütün Latin Amerika'ya yayıldı. 1892'de Partido Revolucionario Cubano (Küba Devrimci Partisi) kuruldu ve Marti, PRC'nin temsilciliğine seçildi; aynı zamanda Patria (Vatan) adlı gazeteyi çıkarmaya başladı. 1895'de Küba halkını bağımsızlık savaşına çağıran ve partinin manifestosu niteliğinde olan Monte Kristo Bildirisi'ni kaleme aldı. 1895'de Kübalı yurtseverler bir kez daha İspanya'ya karşı savaş hazırlıklarına başlamıştı. Marti Küba'ya döndü ve 1 ay sonra 19 Mayıs 1895'te arkadaşlarıyla birlikte küçük çaplı bir çatışmaya girdi ve çatışmada İspanyol askerleri tarafından öldürüldü. Jose Marti yaşamını, Küba'da İspanyol sömürge yönetiminin sona erdirilmesi ve Küba'nın ABD dahil başka ülkelerin egemenliği altına girmemesi için savaşıma adamıştır. öğretisinin özü, kişi özgürlüklerine saygılı olmayan ve yalnızca zenginliklerini büyütmeyi gözeten yönetimleri uyarmaya ve karşı çıkmaya dayanmaktadır. Yapıtlarında bütün despot yönetim düzenlerini ve insan haklarına karşı uygulamaları kınamıştır. Onun yazıları demokratik gelişmeye yol göstericidir. Marti'nin, edebiyat ve siyaset arasındaki ilişkiye getirdiği düşünce; yazmak, konuşmak, "yaratma"nın bir biçimidir; ama değişik bir biçimidir; değişik bir "yaratma"dır, eyleme katılmanın paralel bir biçimidir. Kısa süren ömrü boyunca, birkaç siyasal kitapçıkla incecik şiir kitapları Abdala (manzumdram) 1869'da, İsmaelillo (Mahvolan Dostluk, otobiyografik roman) 1882'de, Versos Sencillos (Basit Şiirler) 1891'de ve Versos Libres (Özgür Şiirler) 1913'te ölümünden sonra basıldı.
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
KOMÜNİST ŞAİR RİTSOS ŞİİRLERİYLE BARIŞ VE ÖZGÜRLÜK UMUDU SAÇIYOR HÂLÂ... 1 Mayıs 1909 ‘da dünyaya gelen Yunan komünist şair Yannis Ritsos’un 106. doğum gününü kutluyoruz. Büyük şairin halkla birlikte güçlü melodilere dönüşen şiirleri hala özgürlük ve eşitlik mücadelesinden ayrı düşünülmüyor. Yannis Ritsos için 'çağımızın en büyük şairidir' demiştir, Louis Aragon. İkinci Dünya Savaşı sırasında faşizme karşı kendi yurdunda direnişe katılan Ritsos'un şiirleri yine kendi yurdunda yasak edilir, Ege adalarına sürgün edilir. Epitaphios (1936- Yazıt Mezar Yazıtları ) adlı kitabı faşist cunta tarafından Zeus Tapınağı'nda törenle yakılır.
çalışır.
Ritsos, 1934 yılında ilk şiirlerini Vladamir Mayakovski'den esinlenerek yazmaya başlar, ilk şiir kitabının adı Traktör’dür. Yannis artık hayatı boyunca işçi sınıfı mücadelesi için
11 Kasım 1990'da Atina'da hayatını kaybeden Yannis Ritsos'un şiirleri 80'den fazla dile çevrilmiştiir. Türkçe'ye çevrilen eserleri şöyledir: Alışkanlıklar Da Değişir, Umarsız Penelope, Yaşlı Kadınlar ve Deniz, Helena ve Nöbetçi, Boyun Eğmeyen Ülke, Graganda, Erotika, Dikkatli Ariostos (Anlatı/Roman), Seçme Şiirler, Tüm Şiirleri, Ölü Ev, Taşlar, Yinelemeler, Parmaklıklar, Bir Mayıs Günü Bırakıp Gittin Yannis Ritsos’un 'Barış' adlı şiirinden:
'Çocuğun gördüğü düştür barış, annenin gördüğü düştür barış, ağaçlar altında sevdalıların sevda sözleridir barış; Gözlerinin içinde uçsuz bucaksız bir gülümseme elinde yemiş dolu bir zembil ve alnında ter tomurcukları, Pencerede suyu soğutan testideki damlalar gibi; Akşam üstü eve dönen babadır barış,
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı
NURHAK’TA UMUDA TIRMANANLARI UNUTMADIK! UNUTTURMAYACAĞIZ!… Ocak 1971’de Malatya’nın Akçadağ civarındaki dağlık bölgeye yerleşerek eğitim çalışmasına başlayan 20 kişilik THKO grubunu Sinan Cemgil komuta ediyordu. Mayıs ayının son günlerinde biten eğitimden sonra keşif gezileri yapılmaya başlandı. 31 Mayıs günü muhtarın ihbarı sonucu keşif kolu jandarma tarafından kuşatılınca çatışma çıktı. Çatışma sonucunda THKO önderlerinden Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alparslan Özdoğan yaşamını kaybetti, Mustafa Yalçıner ile Hacı Tonak yaralandı. Sinan Cemgil’in annesi, oğlunun cenazesini almaya geldiğinde, onları “eşkıya” diye nitelendiren köylülere şöyle seslenmişti: “Bu oğlum Sinan... Bunlar da onun arkadaşları (Kadir ve Alpaslan), kardeşleri.... Onlar da oğullarım... Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekâlı birer güzel insandı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar. Size yalan söylüyorlar. Onlar eşkiya değildi” Sinan Cemgil ve arkadaşları, sosyalizm kavgamızda bizlere göz kırpan birer kızıl yıldızdır şimdi!...
“Zincire, kelepçeye, kurşuna teşne bilekler, İsyanın türküsünü söylettiler destanlaşan mavzerlerine… Mavzerin namlusundan doğacak bir güneşin özlemi yansıyordu gözlerine… Güz vurdu ışıklı yüzlerinize Esti yüreklerinizde kahrın kara yelleri Başınıza üşüştü cehennem zebanileri güneşe gölge düştü!” A. Z. ÇAMUR
Sayfa 101
İBRAHİM KAYPAKKAYA BUGÜN DE KAVGAMIZA IŞIK TUTMAYA DEVAM EDİYOR...
GÖRSEL ÇALIŞMA: ADNAN DURMAZ 1973 yılının Ocak ayı sonunda, Dersim'de, -Vartinik Köyünün Mirik Mezrası'nda- devletin kolluk güçleriyle çıkan çatışmada arkadaşı Ali Haydar Yıldız düşerken, boynundan yara alan İbrahim Kaypakkaya, daha sonra bir ihbar üzerine tutsak edildi.. Her türlü işkencelere direnen İbrahim Yoldaş’tan sır alınamayacağını gören Faşist katiller dört ay süren yoğun işkenceler sonucu konuşmayacağına emin olduktan sonra, İbrahim'i, 17 Mayıs'ı 18 Mayıs'a bağlayan gece kurşunlayarak katlettiler. O, katledildiğinde henüz 24 yaşındaydı. Ama İbrahim Kaypakkaya'nın önemli bir önder olmasını sağlayan esas şey, ne onun gençliği ne de işkencede ser verip sır vermemesiydi... İbrahim'i, döneminin tüm devrimci önderlerinden ayıran temel farklılık, Türkiye üzerine hazırladığı tezler ve yaptığı incelemelerle yeni ve özgün, o dönem ilk kez ağza alınan strateji ve saptamalar bırakmasıdır. 20 yaşında, Çorum ili sosyal sınıflar ve ekonomik yapıları üzerine inceleme hazırladı. O döneme dek
Emeğin Sanatı 10. Yıl 177. Sayı sola yapışık gezen "kemalizm"in karşı devrimci konumunu saptayıp “sol” üzerinden fiskeleyip atan ilk devrimcidir Kaypakkaya... Ve 24 yaşında, Kürtlerin kaderlerini tayin hakkını ortaya koyan ve onların dilerlerse ayrılma haklarını kabul edip açıkça dillendirebilen ilk Türk sosyalistidir... Gene 24 yaşında, Türkiye koşullarına uygun ilk devrimci analizi yazan kişidir... Kaypakkaya, diğer devrimci önderlerden de öte Türkiye Solu'nun namusudur! Birçok konuda hâlâ bugün Türkiye'nin devrimci yapısına Kaypakkaya’nın tespitleriyle doğru bakabiliyoruz. Son 40 yıl içinde Türkiye solu'nda onun kadar özgün ve geniş perspektifli önder ne yazık ki çıkmadı.
Sayfa 103
YAŞADIĞIMIZ ÇAĞIN HER YERİ VE HER KAVRAMI KİRLETEN ANLAYIŞINA KARŞI, ONLAR BİZE HEP DEVRİMCİ İNANÇ VE TUTARLILIĞIN PİSLİKLERDEN ARINMIŞ ŞAFAĞINI GÖSTERECEKLER!
GÖRSEL DÜZENLEME: ADNAN DURMAZ
“HALKIN ULUSU, RÜZGÂRIN KARDEŞİYDİ ONLAR ATEŞİN ÖĞÜNDÜĞÜ ÜÇ ALINTERİ NEBİSİ BİR ŞAFAK VAKTİ ZULMÜN DEHLİZİNDE YİĞİTLİK ANITIN I SÜSLEDİ BEDENLERİ” REFİK DURBAŞ
Sayfa 105
ASYA HALKLARI ŞİİRİ
MOĞOLİSTAN – GOMBOZHAV JAPONYA - TAKİGUŞİ MASAKO HİNDİSTAN - ARUN MİTRA VİETNAM – CHE LAN VİEV
İNSAN SEVGİLİSİNİN YANINDA NASIL YÜREKLİ OLUR? Bizim kuyunun orda rastladım kendisine, Ah benim şaşkın,yanık yüreğim, "Sevgilim"demek geldi içimden de, Tutup "Baban nasıl"deyiverdim. N'olurdu başka şeyler söyleyeydim, Ama gözlerinin içine içine baktım ya Tasalıydı gözleri ama ne çıkar, Öfke okunmuyordu neyse bakışlarında. Kasabanın girişinde rastladım kendisine Gönlümün sultanı,köylü güzelim benim, "Kölen olayım"demek geldi içimden de, Tutup"Anan nasıl?"deyiverdim. Ne çıkar gizlediysem sevgimi, Zar zor gülümsediysem var mı önemi, Benim elimden gelen bu kadar Bakışlarıyla terslemedi ya beni. Kendi evinde gördüm bir gün de Dalgın dalgın çözüyordu saçının örgülerini "Seni seviyorum"diyesim geldi sessizce Tutup "Kardeşin nasıl?" demiyeyim mi? İyidir, dedi bana gülümseyerek, Anamın beklediği de iyidir, Sonra ağlamaklı iri gözlerini indirerek, Besbelli duygularını gizledi benden.
GOMBOZHAV (Moğolistan) ÇEVİRİ: ERAY CANBERK
BİR ADAM Biliyor ki Bacakları arasında bir kadının Bir çiçek açar değişe değişe İlkbahar Yaz Sonbahar Kış. Duraksamadan konuşuyor adam Geleceğ, okuyan bir büyücü gibi Tok sesi Utandırıyor kadını Tepeden tırnağa. İstiyor ki Sevgilisi ölsün çabukça İnanması için Tek onun olduğuna. Aydınlık bir kış günü Kadının ardına düşüp: “Ölürsen Ben taşıyacağım tabutunu” diyor. Acele eediyor Yeşermiş kayısının kızarması için Açması için zorla tomurcuk gülün. Sanıyor ki Ellerinin ayasıyla dokununca Olgunlaşır ve düşer bir kadın. Avuçları nemli Yehova gibi tıpkı.
TAKİGUŞİ MASAKO (Japonya) ÇEVİRİ: ERAY CANBERK
SABAH SÖYLENEN AŞK ŞARKISI Sen gidince akşam gelir Yitirir kuşlarını bahçe Sen gelince aydınlık gelir Açar bütün su çiçekleri İşte sen, parlıyor güneş Yakıyor ateşini mavilik Aşkın sayısız yıldızıdır Gökte altın tanelerinden Seni seviyorum: taze tomurcuklar Can veriyor sabaha Işıldayan altını mutluluğun Üstümde yanıyor Yarın geleceksin bana Sen yaratılmışsın çiçekten
CHE LAN VIEN (Vietnam) ÇEVİREN: ERAY CANBERK
DÜNYA ŞAİRLERİNİN KISA ÖZGEÇMİŞLERİ:
DÜNYA ŞAİRLERİNİN KISA ÖZGEÇMİŞLERİ:
AGOSTİNHO NETO:Angola'nın ünlü şairi ve Angola Devlet Başkanı (1975-1979) Ülkesinin kurtuluş savaşına önderlik eden Neto’nun Angola halkının kurtuluş kavgasıyla şiiri sıkı sıkıya ilişkilidir. Angola Kurtuluş İçin Halk Hareketi’nin başkanlığını yaptı. Tıp Eğitiminden sonra 1960'da harekete liderlik etmeye başladı ve olaylar GOMBOZHAV (1932-1966): halkının ve etkiliNeto; şairlerinden olanmakamlarınca Gombozhav, esnasında Portekizlilerce 30 sivilMoğol öldürüldü, yaklaşıkduygulu 200 kişi yaralandı. Portekiz koloni aynıkimi yıl tutuklanarak Lizbon'da hapse atıldı. Hapisten dile kaçan Neto; doüa önce Fas'a sonra da Zaire'ye zaman direniş çokça da halkının yaşantısını getiren ve aşk şiirleri yazdı. gitti. 1962 yılında kurtuluş savaşına devam etmek üzere ülkesine döndü. Angola halkının Portekiz sömürgeciliğine karşı verdiği kurtuluş savaşı, şair Neto'nun başarıya ulaştı.Dokuz 1969-1970 Asya Afrika Yazarlar Birliği'nden Lotus TAKİGUŞİ MASAKO (1941- önderliğinde ):Japonya’da doğdu. yaşında ailesiyle birlikte ABD’ye göçtü. Ödülü'nü aldı. (1975-1976) yılında Lenin Barış Ödülü'nü kazandı. Kanser tedavisi sürerken Moskova'da Japon şiirinin etkisi altında doğa ve aşk şiirleri yazdı hep. Japonca’dan İngilizce’ye ve İngilizce’den hastanede sonsuzluğa yürüdü. Japonca’ya çeviriler yaptı. Lirik birRebelo, şair olarak tanınmaktadır. JORGE REBELO:1940 doğumlu Jorge MOZAMBİKli şair, avukat, gazeteci . Portekize karşı Mozambikli gerilla grubu ile direnişin öncülerinden oldu. Şiirlerinde Mozambik özgürlükmücadelesini, bağımsızlık için mücadele, direniş çağrıları öne çıkmaktadır. Özgürlük savaşınıyapan ve savaşanları över, yoldaşlarını eder , ARUN MİTRA(1909-200)): Yüksek öğrenimini Paris’te Mitra, döndükten sonramotive akademisyen kavgaya çağırır. Bu şiir, Mozambik özgürlük mücadelesininen şiddetli günlerinde, kendisiyle gizlice görüşmeye olarak göreve başladı. Genelde Bengalce yazmayı yeğledi. Ve bu dilden ya da bu dile çeviriler de gelen Fransız iki İsveçliedebiyatından gazeteciye verilmişti. Rebelo, 1975 çeviriler yılında ülkenin hemen sonra Mozambik'in yaptı. da önemli oranda yaptı. bağımsızlığını Yerel kültürden edindiklerini çağdaş bir enformasyon bakanı ve ülkedeki en güçlü adamlarından biri oldu. üslûpla birleştirerekk yeni bir şiir dili kurdu. ELLİS AYİTEY KOMEY:(1816-1887) Proletaryanın sesini, sosyalizmi türküleri ve şiirleriyle dünayaya yayan şairdir. Enternasyonal’ın sözünü yazan şairdir. Önceleri işçi olarak çalıştı. 1848’de barikatlarda dövüştü. 1871 CHE VİEN milletvekili (1920-1989): Direniş Vietkong direnişçileriyle birlikteölüm oldu. Çinhindi Paris LAN Komünü’nde seçildi. Komün yıllarında yıkılınca ABD’ye sığınmak zorunda kaldı. Gıyaben cezasına çarptırıldı. Partisi Sürgünde kaldığı türkülerini yazmaya etti.gazete 1880’de yararlanarak Fransa’ya Komünist üyesi oldu.sürece Direniş şiirleri yazdı.. Budevam konuda veaftan broşürler yayınladı.Savaştan döndü. İlk şiir kitabını kitabı «Devrim ölümünden sonra Birliği’nin yayınlandı. başkanlığını Yoksulluk içinde sonraki yıllarında aşko yıl ve yazdı. doğa 2.şiirleriyle öne Türküleri» çıktı. Vietnam Yazarlar yaptı. öldü ama yazdıklarıyla arkasında ölmeyecek bir anıt bıraktı. Verimli bir edebiyatçı olan Vien, şiirin yanı sıra deneme, anı, eleştiri gibi bir çok dalda bir çok eserler DENNIS BRUTUS: (1924-2009) Zimbabweli sporcu, spor yöneticisi, özgürlük savaşçısı, şair. 1960 verdi. olimpiyatlarına hak ettiği halde siyah tenli olduğu için seçilmeyince bu kararda egemen olan Anti-CAD’a (Siyahî Karşıtı İşler Dairesi Başkanlığı organizasyonu) direnir bunun sonunda ilk kez hapse atılır. 18 ay hapisten KAYNAK: SEVDA TÜRKÜLERİ – ERAY CANBERK, Türkü Yayınları çıktıktan sonra da mücadelesini sürdürdü Güney Afrika’da Yeni siyahların yazması ve yayınlaması yasakken o illegal yollardan bu yasağı deldi. Asma sonunda tekrar tutuklandı. Nijerya hapiste iken MBARI Şiir Ödülü'nü alan ilk siyah şair oldu. Ancak Brutus, ödülü ırkçılığı protesto etmek amacıyla geri çevirdi. 14 şiir kitabı olan Brutus, Daha sonra yurt dışına çıktı. Denver Üniversitesi, Northwestern Üniversitesi ve Pittsburgh Üniversitesi ‘nde Afrika edebiyat tarihi üzerine dersler verdi. Buradan emekli oldu. Amerika’da öğretim üyeliğini sürdürdüğü yıllarda da ABD’de Apartheid karşıtı gösterile düzenledi, kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Apartheid bittikten sonra Güney Afrika'ya döndü. 2008 yılında sanat ve kültüre katkıları, ömür boyu gösterdiği özverili mücadelesi nedeniyle Güney Afrika Lifetime Onur Ödülüne layık görüldü. Brutus, tüm zamanların dünyanın en iyi şairleri arasında yer aldı. Korkusuz bir adalet savunucusu, ve büyük bir hümanist ve öğretmen oldu.
EMEĞİN SANATI E-DERGİ
Aylık Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi MAYIS/2016 Yıl: 10 Sayı: 177
Kaynak: Yansıma Dergisi Sayı 30, 1974, Kurtuluş Hareketleri Ve Direnen Şiir Özel Sayısı
Yayınlayan: Emeğin Sanatı Kolektifi EMEĞİN SANATI E-DERGİ © Dergide yayınlanan eserlerin herE-Dergisi türlü hakkı Aylık Sosyalist Kültür/Sanat şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. 15.12.2014 Yıl: 9 Sayı: 163 Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir.
Yayınlayan: Emeğin Sanatı Kolektifi © Dergide yayınlanan eserlerin her türlü hakkı şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir
Not: göndermek isteyen Not: e-dergimize e-dergimize yapıt yapıt göndermek isteyen dostları, dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler. emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler. Facebook grup adresi: Facebook grup adresi: https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi
BİR MAYIS ŞİİRİ yara böyle bir şey diyordum da kimse duymuyor, görmüyor kolum kanadım kırık dönüyorum gökyüzüme bulaşıyor kininiz dar alan diyorum aklınız için oysa herkes biliyor eşiğinizi ıpıslağım geceden günden beri yasağa çalıyor hep diliniz elleriniz kırılsın diyorum da diliniz tutulsun üşümekten korkunuzu sarıp sarmalayın ben geçmedim, siz geçiniz! yalan cadde, zulüm sokak no yok diyorum, susmuyorum ezberlense bari bu şiir, nedensiz kan damlıyor, mayın gibi; güneşsiz.
TURGAY KANTÜRK