Ayl覺k Sosyalist Sanat E-Dergisi Y覺l: 11 Say覺: 181 Aral覺k / 2016
EMEK VERENLER / İÇİNDEKİLER A. KARABAĞ AYHAN KAVAK ADNAN DURMAZ BEKİR KOÇAK AKMAN GEDİK BEKTAŞ ÇAĞDAŞ ALİ HALDUN HAKMAN BÜLENT AYDINEL ALPER SANCAR CEM EREN ASIM GÖNEN ERCAN CENGİZ ÖN KAPAK 1 ÖN İÇ KAPAK 2 EMEK VERENLER İÇİNDEKİLER 3 EMEĞİN SANATI’NDAN 181. MERHABA ADNAN DURMAZ SUNU YAZISI 4 BU SAYININ SAVSÖZü BABÜR PINAR 5 Hey Ülkem ADNAN DURMAZ ŞİİR 6 Yiğit Sevi FEYYAZ KADRİ GÜL ŞİİR 9 Menzil ASIM GÖNEN ŞİİR 10 Bir Devrim Düşü ERDOĞAN TEZGİDEN ÖYKÜ 11 Kalır BÜLENT AYDINEL ŞİİR 14 Güller Uyansın HASİBE AYTEN ŞİİR 15 Açıklıyor Olanı Bir Yoksul HASAN ÇAPİK ŞİİR 16
ERDOĞAN TEZGİDEN FEYYAZ KADRİ GÜL HASAN ÇAPİK HASİBE AYTEN HAYDAR DOĞAN MERİÇ AYDIN
MUAMMER ERTURAN MUZAFFER GÜL NECİP TIRPAN OĞUZ ATEŞOĞLU ÖZLEM KESKİN SEMAHAT ÜNAL
Bir Güli Cinayet Harabede Çiçek ÖZLEM KESKİN MUAMMER ERTURAN ÖYKÜ ŞİİR 17 42 Terli Gece HAYDAR DOĞAN Kırmızı Atlılar ŞİİR ALİ HALDUN HAKMAN 21 ŞİİR Hüznün Senli Seyrinde 43 A. KARABAĞ Yürümek ŞİİR AYHAN KAVAK 22 DENEME Kusura Kaya Düşmesin 45 SEMA LALE Çocuğun Gözlerindeki Şiir ŞİİR MERİÇ AYDIN 24 ŞİİR Küçürek Hikayeler 50 SEMAHAT ÜNAL Duvarlara Kişniş Helva ÖYKÜ YAŞAR DOĞAN 25 ŞİİR Sorma 51 CEM EREN Ötekiler ya da Ana/Dolu ŞİİR NECİP TIRPAN 27 ŞİİR Unutmayın Dar Ağacında 52 BEKTAŞ ÇAĞDAŞ Hastanede ŞİİR VEDAT KOPARAN 28 öykü Aynı Noktadayız 53 BEKİR KOÇAK Fidel İçin Üç Satır ŞİİR TEMEL KURT 29 ŞİİR Yaşıyorsan 55 ERCAN CENGİZ Tahir Elçi Anısına ŞİİR MUZAFFER GÜL 31 şiir Şiirimizde TopL. başkaldırılar – 6 56 ALİ ZİYA ÇAMUR Tükenmeyen İçten Sesleniş:O. İNCELEME V. Kanık 32 TEMEL DEMİRER Sesim Rüzgarla Gider MAKALE AKMAN GEDİK 57 ŞİİR Yeni Bir Gün 41 ALPER SANCAR ŞİİR 63
SEMA LALE TEMEL DEMİRER TEMEL KURT VEDAT KOPARAN YAŞAR DOĞAN ALİ ZİYA ÇAMUR
Bana Lanetler Söyle OĞUZ ATEŞOĞLU ŞİİR 64 Dizelerde “Şiir ve Şair” A.Z.ÇAMUR SEÇKİ 66 Yaşam ve Sanatta Bir Ayın İzdüşümü 67 Aralık Ayında Önemli Günler 71 DÜNYA EMEK-BARIŞ- DEMOKRASİ ŞİİRLERİ 99 Yanan bir sigara MONGANE WALLY SEROTE(Güney Afr. Cumh.)) ÇEVİRİ ŞİİR 100 Leylekler RESUL HAMZATOV(Dağıstan) ÇEVİRİ ŞİİR 101 Koşmalar ERNESTO CARDENAL(Nikaragua) ÇEVİRİ ŞİİR 102 *** MUHRAN MAÇAVARİANİ(Gürcistan) ÇEVİRİ ŞİİR 103 Dünya ŞairleriKısa Biyografi DERGİ KÜNYESİ 104 ADNAN DURMAZ GÖRSEL/METİN 105 Erdal Eren NİHAT ZİYALAN KONUK ŞİİR 106
EMEĞİN SANATI’NDAN 181. MERHABA Devrimci Şiirin Önündeki Engeller Merhaba, Duyumsamadan, söze dökme süreci içinde duyguların yaşanmadığı, sevgi, özlem, öfke, isyan, merhamet gibi, insanı insan yapan duygulardan yalıtılmış, şiir diye, mantığını kullanarak, sözcükleri belirli kalıplarda dizen bir robotun üretimidir. Burjuvazinin şair geçinen robotları, insan duygularından, geniş kitlelerin ruhundan uzak; ancak onların taklidini yaparlar. Sayısız medya organlarıyla da bunun adına “şiir” derler. Gerçek anlamda insanlığın ve halkların duygularının dile gelmiş hali olan ozanlarınsa, insanlara ulaşmasını önlerler. Böylece, zamanımızda “şiir bitti” gibi söylemler yaymaları da normaldir. Çünkü burjuvazinin kendi benini aşan duyguları yoktur. Egemen güçler, kitleleri robotlaştırma sürecinde, duyguların yok edilmesini çok önemserler… Şizofren bir ruhun ancak kendisinin anlayacağı posalar ve anlamsız söz yığınlarının nedeni budur. Bu tür robotlar, devrimci şair iddiasıyla ortalıkta dolaşmayı da kimselere bırakmazlar. Bütün yazın dergileri onların tekelinde, bütün söylev salonları onlarındır. Ne gecekonduluyu, ne kıraç tarlada çalışan kır yoksulunu, ne de fabrikadan atılan işçiyi tanırlar. Devrimci sanatçının ve sanatın alaşağı etmesi gereken birincil unsur bunlardır. Bunun için de teorik anlamda tam donanımlı olmak durumundadır. Hayatında kitap satın alıp okumadan, imla dahi bilmeden “ben devrimci şairim” diye saçmalayanlar da, devrimci şair ve şiirin alaşağı etmesi gereken önemli posalardır.
Adnan Durmaz
BU SAYININ SAVSÖZÜ Sosyalist sanatçı, İnsana ve doğaya ait her eylem ve durumun estetik ifade ediliş sürecinde, sanatsal normları üretimin araçları olarak benimser; Yadsımaz. Sosyalizmi bir yaşam biçimi olarak içselleştirmiş bir sanatçı insanlığın ulaştığı tüm sanatsal biçim zenginliğini yaratım sürecinde kullanır. Onun üslubu yaşam biçiminin bir yansımasıdır. Sosyalist sanatçının, yaratım sürecinde yöntemi diyalektik materyalizmdir. Devrimci sosyalistler, teorik vargılarını somut olgular üzerine oturturlar; her sorunun, maddi, entelektüel ve tarihsel köklerinden kopmadan ve o an ki durumun gerçekçi irdelenmesine dayalı soyutlamayla teorik sonuçlara ulaşırlar. Her yeni durumda, yeniden, bu kuramların da yaşananla ilişkisini irdelerler. Ancak, aynı zamanda, nesnenin, somut durumun, toplumsal fenomenin ve eylemin, yalnızca görünen, deneyle kavranılabilinen yanıyla değil, içsel bağıntılarıyla da ilgilenirler ve toplumsal olguların iç bağıntılarını da birbiriyle ilişkilendirirler. Diyalektik materyalist yöntemi, kaba gerçekçilikten ayırdeden temel nokta da budur. Devrimci sosyalist sanatçı, üretim sürecine “ben sosyalist içerikli bir ürün yaratacağım” diye başlamaz. Entelektüel varlığının estetik yansıması olan ürününe, sosyalist niteliği kaçınılmaz olarak taşınır. Devrimci sosyalist sanatçının yaratım sürecinin felsefi biçimlenişinin adı sosyalist gerçekçiliktir. Sosyalist gerçekçilik yaratım sürecinin kılavuzu, aracı değil; İçselleşmiş sosyalist yaşam biçiminin sanatsal yetiyle yaratım sürecine yansımasının tanımlanmasıdır. Bu böyle olmasaydı, Sosyalist gerçekçilik tanımlanması yapılmadan önce, sosyalist sanatçıların sosyalist gerçekçi olarak görülmesi mümkün olmazdı. Bu durum bir burjuva sanatçı içinde geçerlidir. Burjuva sanatçı da entelektüel varlığının burjuva niteliğini ürününe taşır. Küçük burjuva entelektüel yaşam sürdüren bir sanatçının, toplumsal ve dolayısıyla bireysel kaygıları, yaşam tarzı, düşünüş biçimi yaratım sürecine yansır. Sanatçı ben şu ya da bu felsefi akıma bağlı olarak eserimi yaratacağım diyemez. İdeolojik (felsefi, siyasi) yüklenimi, yaratım sürecini belirler ve sanat yapıtı da entelektüel yüklenimini içerir. Sürecin felsefi adlandırılması sonra gelir. Küçük burjuva bir sanatçının, sosyalist nitelikli bir ürün vermesini ya da sosyalist gerçekçiliği benimsemesini beklemek abesle iştigaldir. Sosyalist sanatçı kendi yolunda ilerlerken başkalarını ikna etme çabasına girmez, girmemelidir. Yaratım sürecinde diyalektik materyalist yöntemin kendisine sağladığı zenginlikten yararlanarak, toplumsal ilişkileri ve öncelikle de kendi yaşamını estetik boyutta geliştirmeye katkıda bulunacak ürünlere ulaşır. Üründen geçim kaynağı olarak yarar beklemeksizin toplumun entelektüel ilişkiler sürecine sunar. Sosyalist sanatçı olarak, hiçbir sanatçıya neden burjuva yolu tutuyorsun diye sormadım; sormuyorum da. Çünkü biliyorum ki kapitalist yolu izlemeleri onların iradelerini esir alan toplumsal bir sürecin sonucudur ve bu durumu aşmaları zordur ve hatta olanaksızdır. Bu değişim toplumsal bir altüst oluşa bağlıdır. Küçük burjuva sanatçıların, “azınlık” olan sosyalist sanatçılara saldırmalarının altında, bu toplumsal altüst oluş koşullarının varolması ve “kıyamet gününü “ sınıfsal içgüdüleri ile hissederek korku ve kaygıya kapılmaları duruyor. Biliyorum ki küçük burjuva sanatçılar, esiri oldukları kapitalizme başkaldırmadıkları sürece bunalımları sürecek ve sosyalizme saldırarak azda olsa acılarını dindirecekler. Ama sosyalizm alternatifi varoldukça, onların korkuları hep varolacaktır. Herkesin korkusu kendine.
BABÜR PINAR (http://www.niteliksel.com/sosyalist-gercekcilik-uzerine/)
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
HEY ÜLKEM
Adnan DURMAZ
hey ülkem hançer kavlince yaşayan aşk eşgalince mağrur ve mağdur hayatın yaralı oğulları ve kızlarının ülkesi ateşi ve aşkı yoksulluğu ve isyanı taşıyan omzunda acının bin renkli heybesi bir yangın yeri yüreğin binlerce yıl kopup gelmiş büyük kaçkunluklardan acıyı ekmeğine katık edip yaşamış hayalarıyla düşünen sultanlar sultasından bedreddinin tasından ölümü yudumlamış hey ülkem bahtı zulmun pulluklarıyla hep nadas nadas ağıtlar türküler biçmiş gönlünün tarlasından yemin kasem aşk ve ölüm adına urganlara zincirlere zındanlara aşikar özürsüz ve hesapsız sevgler adına boynu ilmiklerde ha bire yanan hey ülkem tufanlar ve figanlar diyarı hey ala karlı boz dağların ardında ak memeli bulutlarda berivan dağlarda şivan kan kan kan boğaziçinde şarkılar “bandıra bandıra ye beni/hiç doyamazsın tadıma “ “pantolonunu çok sevdim/ çıkar onu bebeğim”
Sayfa 7
dağların ardında kadim ağıtlar dağların ardında dengbejler ağlar dağların ardında kanadından vurulmuş dağların ardında un uçar kepek kaçar ne doğduğu belli ne de öldüğü aç bi ilaç yalın ayak sırtı üryan dikenler içinde sancılı yeller gibi dağların ardında vurulmuş ve dağların ardında 5000 yıl öncelerde zaman unutulmuş hey ülkem sırtında bin yamalı acıları giyinmiş sürünür bütün tanrıların eli yetmediği yerde bu dünyadan doğar doğmaz kovulmuş kertiyen dikeni kaba yelde savrulmuş alınmış satılmış ıssızlara ıssızlara atılmış ekmeğine gözyaşı suyuna kan katılmış ve en çok gücü ölmeye yetmiş kör karanlıkta geçitsiz yollarda yedi ceddi yok sayılmış ulan kapınızın köpeği miyim sizin saltanatınız için hazır ve nazır kelle vermeye malı mülkü yok gayri bir kuru candan
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
halımı bilir de iki yüzlülük susar arsız susar hırsız susar namussuz omurgasız din taciri allahsız susar halımı bilir de yalaka susar korkak pusar binyıllardır bu ıssızlar kan kusar hey ülkem bir avuç tarlada aç sırtı yağır olmuş zalimlerr taşımaktan diklense zındanlar sıralanır önünde bağırsa katli vacip ağlasa isyan sayılır gün olur da kalkılır lan kalkılır ol dağlardan ötelere bakılır ağıtlar yakılan yoksulluklarda gözyaşları alev alev yakılır cellatların kalesi öle öle yıkılır hey ülkem kara yazgım kara sevdam umudum ateş sağanağı keser gözyaşı yürek yarar döşü isyan bombası ayağa kalkar acı halkın yumruğudur sabreden vareden ve bağışlamayan karanlığın saltanatı yakılır dişin tırnak birikmiş bir umutla özgürlüğe ve hayata sahip çıkılır
ADNAN DURMAZ
Sayfa 9
YİĞİT SEVİ
Rüzgar boza pişirse de türkülü sesinde Mavi kanatlı bir sözcük devinir denizde Yiğit sevi korkmaz karakıştan
FEYYAZ KADRİ GÜL FOTOĞRAF: HASAN HAMZA BALCIOĞLU
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
MENZİL kaynıyor su kabuğu içinde demirden adetlerin ölüm ecel sağnakları gibi vuruyor alnına yaşam sığmıyor çerçevelere her buğusunda dörtnala bir proton vuruyor kanatlarını paslı çeperlere dar kalıplarda kaynıyor su uyandı uyanacak ummanların en derin uykusu bir hayalet dolaşıyor üstünde demir perdelerin bütün renklerine dünyanın bütün ışıklar vuruyor bir bir kenetleniyor çiçekleri bütün bahçelerin serpilen binlerce yıllık tohumdur bu sprartaküs’ten bu yana karmat’tan babek’ten veriyor yemişlerini en katıksız beraberliğin köpürüyor kükrüyor su kaldırıyor başını en afyonlu gecelerden en parlak şafaklara ummanların en derin uykusu hasretinden dağları deliyor nehirler ve en mavi kavuşması bütün renklerin ummanların aynasında yakamozlarını yüzdürüyor en saf gülücüklerin birleştikçe çöllerin aman dilediği ovalarda turna katarlarına hesap veriyor avcılar artık el ele bir yeryüzüdür bütün mevsimler ve zulümsüz bir alemin nabzıdır en meyveli dallarda ilkbahar akıyor su ne başıboş bir afat gemisidir o ne de başına duman çökmüş bir dağdır illa bir damladır ki o bütün ummanlar onun içinde bir damladır o bütün ummanların içinde bir damla varır ki alın teriyle göz nuru en parlak ışıkların vurduğu sularda hasret çekenlerin en mavi kavuşmasıdır
ASIM GÖNEN
Sayfa 11
BİR DEVRİM DÜŞÜ Erdoğan TEZGİDEN Tam korsan mitingden sonra uygun biçimde uzaklaşmaya çalışırken Beyoğlu girişinde yolu kesen polisler birlikte yürüyen Hasan’la Yılmaz’ı teşhis edip yakaladılar.... Yolda polis otosunda bol bol dayak ve küfür yiyerek 2. Şubeye getirildiler. Hasan, burayı çok iyi biliyordu. Hasan deneyiminin getirdiği sakinlik içinde iken, Yılmaz yedikleri dayakların, işittikleri küfürlerin de etkisiyle göğsü bir demirci körüğü gibi inip kalkıyordu, öfkeyle soluyordu. Hasan ona sakin olmasını söylemeye, teskin etmeye çalıştı ama Polis a tarafından gözaltında katledilen ağabeyinin de etkisiyle Yılmaz, sinirinden zangır zangır titriyordu. Hasan’a seslendi: — Hasan Yoldaş, bunlar bugün burada bizi sağ komayacaklar. Ben de Yılmaz’sam, bir kaçının kanını akıtmadan teslim olmayacağım. Hasan ona sessizce beklemesini söylemeye kalmadan Yılmaz koptuğu gibi koridorlara daldı. Kendisine müdahale etmek isteyen polisleri kafa ve yumruk darbesiyle durdurup silahlarını da alarak koridorlara dalıp çıkmaya devam etti. Önüne çıkan polise kurşun sıkıyordu. Çok iyi korunan Gayrettepe Emniyet koridorları ana baba günü olmuştu. Polislerin çoğu da şaşkındı. Yılmaz uygun bir çıkış yeri arıyordu. Birçok sporu profesyonel ve amatör olarak sürdüren Yılmaz, atletik sporcu vücudu ile hızla ilerliyordu. Uygun boşluğu bulduktan sonra on metre yüksekliğindeki pencereden cam ı kırarak aşağı atladı. Atlar atlamaz kalabalık sokaklara doğru koşmayı tüm hızıyla sürdürdü. Bir kaç sokak değiştirdikten sonra uygun sessiz bir aradan kanalizasyona inmeyi başardı. Yoldaşları, avukatlarıyla birlikte onları almayı beklerken Yılmaz’ın apansız çıkışı herkesi allak bullak etmişti.. İlk şaşkınlık geçtikten sonra bir grubu avukatla mahke-
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
me kapısında bırakarak Yılmaz’a yardımcı olmanın yollarını aramaya başladılar... Birkaç yoldaşı onu bulup kaçması için yönlendirmek üzere peşinden kanalizasyona daldılar. Telefonlar aracılığıyla Yılmaz’ı bulup Denize akan bir kanalizasyona yönlendirdiler. Cep telefonuna gideceği yönleri gösteren bir planı gönderdiler. Kanalizasyonun sessiz sakin bir noktada çıkış noktasında gereken tedbirleri de aldılar... Polis, her köşede Yılmaz’ı ararken, yoldaşları tarafından İzmir’e giden tanıdık bir şoförün kamyonuna en uygun şekilde yerleştirildi. Kamyon İzmir’in içine girmeden önce uygun bir yerde Yılmaz’ı kamyonetten indirdiler. Burasıi, sakin bir deniz kıyısında kuytu bir yerdi. Bu arada Hasan, Yılmaz’a duydukları kin nedeniyle epey dayak yedikten sonra çıkarıldığı mahkemede, yüzünün gözünün durumuna bakan hakim tarafından beraat ettirildi... Şimdi herkesin nabzı Yılmaz’da atıyordu... Yılmaz’ın Yunan adalarına kaçışı için iki planı vardı. Ya yüzerek ya da edineceği dalgıç giysisiyle denizin altından adaya yüzecek, Sisam adasına ulaşacaktı Bir balıkçı teknesi, yedek oksijen tanklarını taşıyacaktı... a Sonunda dalgıç giysisiyle Sisam’a ya da başka bir Yunan adasına gitmesine karar verildi... Ancak bu hızlı ve yorucu süreç içinde Yılmaz oldukça zayıflamış, yorgun ve halsiz düşmüştü. Dostları bir gezinti teknesine aldılar onu. Burada, güverteye çıkmaksızın iyice kendine gelmesi beklenecekti. Bu arada polis teyakkuz hâlinde her köşede Yılmaz’ı arıyordu. Gazetelere bakıldığında, tüm Marmara bölgesi emniyeti Yılmaz’ı arıyor, bir kısmı da Meriç’ten Yunanistan’a ya da Karadeniz üstü Bulgaristan’a kaçabileceğini yazıyorlardı... Nihayet son gün geldi. Ayın çıkmadığı karanlık bir gecede kuytu bir koydan Ege’nin karanlık sularına daldı. Balıkçı teknesi, son tüpü verdikten sonra geri dönecekti. Vurgun yememek için Yılmaz belli bir mesafeden yüzecekti... Son tüpü salladıktan sonra balıkçı teknesi geri döndü. Yılmaz, Ege’nin sularında yapayalnızdı artık. Belli bir süre sonra pusulası arıza yapınca göz kararıyla yön değiştirmemeye çalışarak yüzmeye çalıştı. Dört saatten sonra çevreyi kolaçan ederek su yüzüne çıktı. Henüz şafak sökmemişti. Kıyıda ışıklar görülüyordu. Işıklara doğru yüzdü. Sisam adasına çıkacağını umuyordu. Çok yorulmuştu, ciğerleri sızlıyordu artık.
Sayfa 13 Son bir umutla karaya doğru yüzmeyi sürdürdü.. Tam kıyıya çıkarken kıyıda içki içen birkaç kişinin konuşmalarını duydu. Baktı, dikkat etti, Türkçe konuşuluyordu. Kıyı kıyı dikkatle yüzerek ilerdeki ışıklı tabelalarda neler yazdığını okumaya çalıştı. Karaya çıktığı yerin Sisam değil Çeşme olduğunu anlayınca yıkıldı Yılmaz. Bir süre açığa yüzdü ama direnci kalmamıştı artık. Yorgundu, bitkindi, açtı, susuzdu. Her şey düşünülmüştü ama Ege’deki ters akıntıların ona bir oyun oynayabileceği düşünülmemişti. Dalgıç giysilerini çıkardı, kendini Ege’nin soğuk sularına bırakıverdi.
a Birkaç gün sonra cesedi karaya vurdu. Yüzüne yapışan deniz kabukluları nedeniyle yüzü tanınmayacak hâldeydi. Kıyıya bir ceset vurduğunu duyan yoldaşları, olay yerine koştu. Ona uğur olsun diye verdikleri Karşıyaka Spor Kulübünün yeşil kırmızı renklerini taşıyan şortundan ve formasından Yılmaz’ın özgürlükle buluşamadığını anladılar. Belediye aracılığıyla kimsesizler mezarlığına defnedilmeden Yılmaz’ı kaçırmayı başardılar. Egeye bakan, sit alanı içindeki bir tepede yumruklar ve devrim andıyla toprağa verdiler Yılmaz’ı...
ERDOĞAN TEZGİDEN
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
KALIR Bir kışı eskitirsin uzun mevsime çıkarsın Trenlerden kıvılcım düşer ardında bir gar kalır Dağ seni terk etmemiştir sen ondan gitmişsindir Doruklarda bunun tanığı masmavi bir kar kalır Su bulanır dize yanar bir kafiyeyi öpersin Öptüğün yer kızarır utangaç bir bahar kalır İnattan mülteci şehir şehirden iltica kahır Metruk muhkem bahçelerden yarına bir nar kalır Sen bir gül tutuşturursun biz tanırız öyküsünü Okyanuslar yıkılır ejderha takalar kalır Ey çılgın saldırısı garbi cehennemlerin Yürek deriz destursuzdur tavrı yadigar kalır
BÜLENT AYDINEL
Sayfa 15
GÜLLER UYANSIN Cinli düzenler Demokrasiyi çarpıyorlar Gecelerle medyumlar Cinleri doğuruyorlar İpeğini mi sağıyoruz yaşamın Çilesini mi Diken sevgi değilse Güller uyansın Gözleri sürmeliler Gidelim Birer fidan dikelim Toprağımız kız gibi Ormanlaşırsa günler Turnalaşır türküler
HASİBE AYTEN
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
AÇIKLIYOR OLANI BİR YOKSUL
yokluk yoğunsa kaktüs olursun diken bedava çöle deli olmadık bu arada okumamız vardır fırtınaları vakti geldiğinde fırtına kesilmek de.
HASAN ÇAPİK
Sayfa 17
BİR GÜLİ CİNAYET ÖZLEM KESKİN -Artık o kentte tüm mevsimler kış Hava dehşet ayaz, Her köşede bir kelebek üşüyormeydan okuduğum çocukluk kınalarım, sokak arası sayışmalarım, her defasında kuruttuğum fesleğenlerim, bir türlü beceremediğim anne kekim, kedi hırıltılarım, sevimli yalnızlığım, kahkahalı kalabalığım, doğurup doğurup üzerinde tepindiğim kadınlığım ve huzurlu çocuklar için süt yokladığım damarlarım acıyor. Dişlerim, ellerim, bütün kemiklerim ayrı ayrı a acıyor. Okumakta olduğum kitabım, yeni başladığım şiirim, yaşamakta olduğum günüm acıyor. Susmalarım acıyor. Çenemi tutmalarım… Susarsam böğüre böğüre öleceğim… Birini öldürdüm. Biz birini öldürdük. Bir araya gelip birini öldürdük. Planlayarak birini öldürdük. Biz bütün bir şehir toparlanıp, tasarlayıp, birleşerek bir kızı öldürdük. Tam da göğsünün orta yerinden vurup öldürdük. Biz büyüktük, kalabalıktık. Bütün dünyayı arka cebine sokuşturduğu telefonla anlık gezinen adamlar da vardı aramızda, sabah kuşağında program program koşturan kadınlar da. Masal anlatan anneler de vardı. İşten çıkmış babalar da. Düğünde kuru pastayı taze bulacak teyzeler, takacağı takıyı hesaplayan amcalar vardı. Okumuşumuz da vardı yazanımız da. Hatta konuşurken kendinden geçenimiz de.
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
Bir anlığına toplanıp öldürdük kızı. Kimimiz işten dönüyorduk, kimimizin çay saati, kimimiz hoş bir sohbette. Kimimiz çocuk seviyorduk. Günü içine çekmişti kimimiz, unuttum kimimizin ne yaptığını… Bir tek gerçek kaldı geriye; kız köşeye sıkışmıştı, biz bir kız öldürdük… Dehşet bir soğukkanlılıkla, akıl almaz bir umursamazlıkla, günlük işlerimizden biri gibi öldürdük kızı. Sonra çirkin gözyaşlarımızla kirletip ölüsünü, susmaktan korkunçlaşmış ağızlarımıza kocaman bir şaşkınlık yapıştırıp, kaçıştık evlerimize. On yedisinde bir çocuk, kendi kendine karar alamazken, oy kullanamazken, araba bile süremezken kendi yapabilecek değildi ya; baş kaldırıp yasalara köşeye sıkıştırdık kızı. Üzerine yürüdük. Sonra da öldürdük. Hem de ona yaşama tutunmayı öğretecekken… Hem de biz büyük, o küçükken. Su gibiydi. İncecik sızan bir dere suyu… Öyle oluyorlar o yaşta çocuklar. Yaşamla tek alışverişi birikmiş bayram harçlıklarıyla alınmış ucuz yollu zavallı bir gömlekti belki, ne bilsin can pazarını… En fazla oyalı bir yazma değişmiştir arkadaşıyla çocuk… Biz işte onu öldürdük.a Birini seviyordu belki ya da bir gün sevecekti bilmiyorum. Kesin varmıştır yeni sezonda devam edecek dizileri. Dinlediği şarkılar varmıştır. Yarısı örülmüş bir işi. Kurulmuş hayalleri. Küçücük elleri varmıştır. Halen gizlediği çocuk memeleri… Biz öldürdük. Kırlangıçların lokma lokma kurdukları yuvalarına inat evliliği ulaşılması zorunlu, meşru ve düzenli bir cinsellik olarak algılayanlar pazarına bir parça et olarak atılmış çocuğun altını yoklamak buzağıyı kısır öküzün altında aramak. Bulunacak bir şey yok büyük adamlar, büyük kadınlar. Biz birleşip küçük bir çocuk, kocaman bir çocukluk öldürdük. Biz öldürdük. Yokmuştur işin içinde iş. Başka bir şey yokmuştur. Bu pazardan daha büyüğü yokmuştur. İnsanın süreğen bir cinsellik için başka bir insanla değişilmeye kalkışıldığı bir pazarlık söz konusuysa, kimse kendini kandırmasın; ölümün koşulları fazlasıyla oluşmuştur. Başka bir sebep yokmuştur. Bu yaştaki çocuklar cinli, perili film izleyince bir ebeveynle yatmak istiyorlar ve adet olduklarını biri sezecek diye endişeleniyorlar. Bu çocuğun daha büyük bir cinneti yokmuştur.
Sayfa 19
Biz öldürdük. Çünkü; o şehirde hepimiz, bin tanesi bir para bir davetiyeyle cadılar davetine iştirak etme ihtimali taşıyorduk. Hatta işler yolunda gitseydi en fazla geline kaç bilezik takıldığını konuşurduk. Biz öldürdük. -Bir kedinin dokuzuncu canına çarpan araba ya da dokuzuncu canına çarpılmış bir kedi gibi böğür şimdi dünya. Böğür ve susmaBiz yine bir kız öldürdük. Bir oğlanla gizliden bakışma, ilk buluşmada komşu amcaya yakalanma, kendine leylak rengi bir patik örme, bir kitabı bir gecede bitirme -Milena’ya Mektuplar mesela-, dışarıdan okuduğu liseden sonra üniversiteyi kazanma, vakti geldiğinde a hatta en yakın öğüne bir çorba sevdiğinin kolunda nazlı bir gelinlikle salınma kaynatma ihtimalleri dururken öldürdük onu. Ederi olmayan bir araştırma şirketinin anketinde berdel ya da çocuk gelin kategorisinde yüzdeliği değiştirmeyen bir minik çizik, bir rakam artık Gülizar… Sessizce gömülmüş bir utanç ölüsü. Biz öldürdük. Öldüremeyip soğuk cinnet yataklarına kurban verdiklerimizin vebalini de bulaştırdı boynumuza cinayetimiz. Öldürdükten sonra bir daha hiç bir araya gelmedik. Kızı biz öldürmeseydik en entel sözcüklerimizi o başka dünyaya gönderirdik. O başka dünya yokmuş oysa. Orta yerimizdeymiş pazar. Birleşip insan satan, sattıran, bu pazarı kuran zihniyetin üzerine yürümezsek kurbanlarımızla ödeşemeyiz. Boğmazsak karanlığı aklanamayız hiçbirimiz. Kaç çocuğa masal okusak, kaç çocuk öpsek, kaçını koklasak, kaçını doyursak bağışlarsın küçük kız; yaz köşesi, kış köşesi, donup kaldığın yer kokuşmuşluk köşesi. Biz öldürdük seni.
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
Bir kız daha öldürdük. Tutamadığımız ellerinden, bakamadığımız gözlerinden, duyamadığımız çığlığından vurup öldürdük. Göz göre göre öldürdük. Susarsak iflah olmayız…
-yokluğun ahlaksızlığının yoksulluğun onurunun a ırzına geçtiği yerdir berdel ve akıl almaz bir cinnet, korkunç bir cinayettir. Ve yurtsuzdur. Soluksuzdur. Çünkü yolsuzdur-
ÖZLEM KESKİN
Sayfa 21
TERLİ GECE utandırma beni haydi kay gözlerimi kenetlediğim yıldız dile gelmez oldu bakışıma konan gece ses veren baykuş ve içinde kaybolduğum iğde hangi tene düşer çiğ tanesinin hazin öyküsü, diyemem utandırma beni sahipsiz gök sahipsiz gece berbatım bu saatte, nereye rüzgar çıktı suratıma bir çizik atıp kaçtı ardına bile bakmadı ardıç kokulu olsun sırılsıklam göğsüme inen merhamet, hesapsız bir gecede çırılçıplak utandırmadan öpüp şakıdayan tende biriken iz olsun, utancım
HAYDAR DOĞAN
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
HÜZNÜN SENLİ SEYRİNDE
A. KARABAĞ
Zihnimde serabî bir şarkının ezgisi, acısı içimden karıncalanır kelebek dokunuşuyla, başbaşa veren yenidünyaların sessiz seyrinde Güz sonu ve kışa girerken doğa, yol boyunca iki yandan yemyeşil dal ve çiçeklerle. Bir şeyler arıyorum solan zamanın, peşimden sensizliğin kadife yorgunluğu yenidünyaların salkım dallarından tozan. Kulaklarımda eski günlerden kopan o şarkının daveti hatırlayamıyorum, sende kalmış sözleri Okumak isterdim kışa çiçekle koşan bu ağaçlara. Boydan boya ilerliyorum güneş saklayan yaprakların ve uçlarına demet takan dalların kemer altlarında, özünden taçların arılar bal devşirir peteklere Hüznün avuca dolan sarısı savrulan saçlarından üzerime savrulur. Toprağın yumuşaklığında ayak izlerim, birileri aynı izlerden, hisseder gibiyim dönüp bakamıyorum, belki hislerim bir başka söyler Varsın arılar vızıldansın çiçekten çiçeğe, hiçbiri konmayacak anıları yol eden gizemine.
Sayfa 23
Bir ben düşerim birdenbire, yitip giden yılların yenidünyalara emanet elemlerin seher seline bir arı ne arar kışa gülen demetlerin bakışlarında Oysa dondurucu mevsimin kapısındadır tomurcuklar balı da peteği de bunlara taşımalı arılar. Sensiz buluşmanın havası alaçakır demin keyfinde bir yel eser, dalgalanır tepemdeki ağaç, bir çift kuş görünür bir yığın çiçek sofrasında Ve böyle devam eder arının iğnesinden bal, kuşun gagasından ezinç Ve tek kişilik perdeler çekilmiş ayalarına yaprakların. Gündüzü neyse, akşamı hazin unutkanlık ve soğuk, ellerimde eldiven yok sarıca şal kuşanmış meyveye yürüyen dallar Hem de upuzun yapraklarla örtünür kol başları bir ben bilirim zemheride buketle çile dolanı.
ABDULLAH
KARABAĞ
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
KUSURA KAYA DÜŞMESİN Portakal çiçeği gelincik ayrıkotu Tebessümlü ama mevsimsiz papatyalar Papatya olmak onların en zor işi Hani sevda diyoruz özgürlük diyoruz Gözler çayıra kesiyor Sesler panjursuz pencerenizde Bahar her an bahar Sevdalanacak yoksulluklarımız gene Bir yanın insan bir yanın gazete haberleri Bir yanın sevda bir yanında vahşetin dişi -Şimdi şu dizelerin kusuruna kaya düşmesin amanBir aşık olmayı deneyin dünyaya Değiştiriverirsiniz bu gidişi
SEMA LALE
Sayfa 25
KÜÇÜREK HİKAYELER Semahat ÜNAL KIRMIZI KAMYON Köyün girişinde ki çamların dibine oturmuşlar, kırmızı kamyonu bekliyordu çocuklar. Kasabanın pazarı olan cuma günü, köylü sabahın erken saatinde kamyona doluşur, kasabaya giderler. Kiminin heybesinde bir haftalık biriktirdiği tereyağı topları. kiminin de iki üç tavuk, ya da soyulup hazırlanmış kendir demetleri.
a
Köyden götürdükleri erzakları satan köylü, kasabadan aldığı gaz, tuz, ne
varsa kamyona doluşur, akşam köye dönerlerdi. kamyon tepeden görünür, çocuklarda hareketlenir.Kırmızı kamyonla, çocukların yarışı başlamıştır. Yarışın galibi kırmızı kamyondur,kazananı ise çocuklar.Kasabadan, akide şekeri gelir,leblebi gelir, sakız gelir....
OKUMUŞ GELİN Konuşma yaklaşık yarım saat sürdü.Kızının nişan elbisesi çok ışıltılymış, nişanda dağıtmak üzere renkli sabun paketleri hazırlamış. internete bakıyormuş gelenekleri araştırıp, uygulamak istiyormuş. Dediki diğeri: "Gelenek yaşanılagelen alışkanlıklardır.internete neye bakıyor?" En güzelini uygulamak istiyormuş. Ha, bu arada Amerikada yaşayacaklarmış düğün-
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
den sonra. Kalktı masadan, parkın biraz ötesindeki banka oturdu.Kuş sesleri kulağına daha bir hoş geldi.
YAT GEZİSİ Yat,öğle yemeğinden önce mola verdi, deniz masmaviydi. Herkes, denize dalmak için yatın katlarına çıktılar. Çığlıklar kahkahalar, cıvıl cıvıldı yatın etrafı. Sadiye teyze Kırşehirden misafir gelmişti Alanya’ya. "Adet böyle herhalda atlayıveriyim" dedi içinden. Mikrofonla da uyarmış-lardı "Yüzme bilmeyen sakın denize girmesin" diye. Sadiye teyze "samanlıkta saman eşerken ,samanın içinde zıplamak gibi bir şey bu, atlayıveriyim” dedi. Sadiye abla alt kata indi "ne olur ne olmaz" dedi gene içinden. Atladı denize...
a üç metre derinlikten çekip çıkardılar Can kurtaran gençler dikkatliydi neyse ki, Sadiye teyzeyi. Şükür kurtuldu da.
BAŞAK
Sanki bir orkestra gizlenmişti buğday tarlasının içine. Başaklar hafif esintide birbirine değdikçe çıkardığı hışırtı,çekirge sesleri,yılan börtü böcek çıtırtısı. Usulca sokuldum buğday başaklarının arasına. On adım, fazla değil. O ritmi bozamazdım, içim ısındı. Az ileride, nadasa bırakılmış komşu tarlada kargalar düğün ediyorlardı
SEMAHAT ÜNAL
Sayfa 27
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
GÖRSEL: ADNAN DURMAZ
UNUTMAYIN DAR AĞACINDA unutmayın sesimin izi kaldı asılı dar ağacında güneş dolanmış boynuma, ay ışığının şavkı, saçlarımda idam sehpası kurulmuş avluya umutlarım koynumda gecenin zifiri karanlığında sesim delerken geceyi sabahın seher vaktinde kilitli kapılar açılıyor birer birer bir yüreğe toplamış savuruyorum avucumda biriktirdiğim sözlerim buz kesen zemheriye inat mutlu günleri beraberce görmek için çocuksu düşlerim devrim yolunda sanmayın ki ,zavallı ve çaresizim gözünüz arkada kalmasın yoldaşlar sesimin izi kaldı asılı dar ağacında unutmayın
BEKTAŞ ÇAĞDAŞ
Sayfa 29
AYNI NOKTADAYIZ aynı noktadayız çocuklar dönmedi uçaklar henüz ufkun kızılında uzaklar emiyor ateşini silahların öfkenin külü tenin kokusu onlardan önce varacak sabaha demokrasi taşınıyor insan hakları denemek için sıcağı sıcağına patlıyor patlıyor patlıyor bombalar önce uçurum önce karanlık mazlum mağdur ölçüsü eksik yemledikçe canavarını yakıştırıyor çağına çizdim oynamıyorum hesabı bir yere bakıyor bir göğün katına yerde kırık bir oyuncak yanı başında göynük ceset insancıl misketlerin hedef sapması ve gazetelerde manşet gaddar ve kimliksiz direnişçiler ne varsa değer adına işgal ederek birer birer yok ettiğini yazıyor emperyal hala kimler mi diyorsun sana yaşamı çok görenler karanlığın koridorundasın hep sırtın güneşe dönük güneşin bile işgalde kederi katmerlemiş egemen acıyı yazgı belledikçe sen çok uçaklar uçar üstünde çok silahlar patlar siz de denenen işte size demokrasi insan hakları işte kan gözyaşı yoksulluk budur payınıza düşen
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
cenneti ve cehennemi düşledikçe sizler kurur güller serabında çölün yağmalanır insanlığın kültürün tiran dudağında dua kadın ve kadın tanrı buyruğunca dokunulmaz sürdükçe neme lazımcı inadın eh ne yapalım o zamanda okyanus ötesinden gelir kokusu petrolün
BEKİR KOÇAK
Sayfa 31
YAŞIYORSAN yaşıyorsan, ses vermelisin sesime yoksa, nasıl anlarım ki sesini kestilerse eğer şairden iyi dost olur diyorlar yoksul sofrasında yoksulu üzme n’olursun sararmasın umutlar Mırıldanabilirsin kendi dilinde ezgileri yarın orkestralarda sesler birleşir meydan meydan Sakın, rüzgara kanıp değiştirmeyesin yolunu sen bir uçurtma değilsin kötü bir havada yol almışsan kanma toy birine götürüp bir çukura atabilir
ERCAN CENGİZ
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
ŞİİRİMİZDE DÜN VE BUGÜN TOPLUMSAL BAŞKALDIRILAR – 6 A. Ziya ÇAMUR
a KATLİ: PİR SULTAN ABDAL VE Tasavvufun gelişimi ve toplumda yankı bulmasıyla birlikte tasavvuf kapısından batınî inançlarla yuğrularak ortaya çıkan halk ozanları 16. yüzyılda tekke anlayışından sıyrılarak dindışı şiirler yazmaya başlarlar.Üretici güçlerin gelişimine ayak bağı olan dirlik düzeninin 16. Yüzyılda hızla çöküşe geçişi ile kişisel mülkiyetin hızlı oluşum arasındaki emekçi ve yoksul kesim ve saraylılarla büyük derebeylerinin yuttuğu dirlik sahiplerinin öfkesi sonucu başkaldırılar Osmanlı devletini kasıp kavurmaya başlar. 16. yüzyılda başlayan Celali ayaklanmaları sırasında devlet halkı bilinçlendiren önderleri ve ozanları gizli ya da açık katletmeye başlar. Sabri Altınel, “Ölümden Öte” şiirinde Pir Sultan Abdal’ı şöyle anlatır:
Sayfa 33 Sivas yollarında oturmuşum bir sisin içinde Ağaçlar ıslak Turna sesleri aşağılarda, bir sürgünün başında Yeni bir yaşama doğru ölümden öte Acı rüzgârlarda kalmış sallanır durur Gömleği Pir Sultan Abdal’ın Halk ozanı doğal olarak, içerisinden çıktığı yoksul kesimin yanında yer aldığından devletin bir numaralı düşmanları arasına girmişlerdi. Pir Sultan Abdal’ın katlinin bir nedeni de budur. Hasan Hüseyin, “Ağlasun Ay Şafağı” şiirinin bir bölümünde başkaldırıyla Pir Sultan Abdal’ı eşitler: kimi yumruk kaldırır saltanata saz ile adına haydar derler pir sultan abdal saray göçer gün biter haydar gider a ad kalır. 16. yüzyılda ikinci bir Şah İsmail Vakası ortaya çıkar. Pir Sultan’ın şiirlerinde kurtarıcı olarak belirttiği şah budur. Şiirlerinde Şam-Hama’da başlayıp Sivas’ta noktalanan 2. Şah İsmal ayaklanmasını çağrıştırmaktadır: Gözleyigözleyi gözün dört oldu Ali’m ne yatarsın günlerin geldi ........ Kızılırmak gibi bendinden boşan Hama’dan Mardin’den Sivas’a döşen Düldül eyerlendiZülfikâr kuşan Ali’m ne yatarsın günlerin geldi Mümin olan bir nihana çekilsin Münafık başına taşlar dökülsün Sancağımız Kazova’ya dikilsin Ali’m ne yatarsın günlerin geldi
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
Pir Sultan’ın şu somut ayaklanma çağrısı da kendisinin doğrudan içinde bulunduğu bir ayaklanma hazırlığı ile ilgilidir: Muhammed Mehdi’nin hak sancağını Çekelim bakalım nic’olursa olsun Teber çekip münkirlerin kanını Dökelim bakalım nic’olursa olsun ................ Münkirlerin sarayını bozalım Yıkalım bakalım nic’olursa olsun ................. Bunca yattığımız gayrı yetmez mi Kalkalım bakalım nic’olursa olsun Yıldız Dağında gelip sema eyleyen, orda halkı harekete geçirmek için konuşmalar yapan, Banaz’a inen, Pir Sultan’la konuşan “Şah” elbette İran şahlarından biri değildir. Cemal Süreya, “Kalın Abdal” şiirindePir Sultan’a şöyle seslenir:
a
Pir Sultan benim ağıtım ben de senin ağıtınım uzar gideriz bu yolda sen nereye uçuyorsun gökyüzüne kana kana İlhan Başgöz’e göre, Pir Sultan’ın baş düşmanları, Osmanlı düzeninin adalet dağıtıcıları, kadıları ve müftüleri, siyasal gücü elinde tutanları, beylerbeyleri, paşaları, valileri, sonra da, onların ardındaki en büyük din ve siyaset gücü olan Sultandır. Oktay Rıfat, “Bayır Aşağı” şiirinde başkaldırıda Pir Sultan’la Köroğlu’nu buluşturur: Sağımızda Pir Sultan Abdallarıyla Rüzgâr gibi Solumuzda Köroğlu Kırk atlısıyla dolu dizgin
Sayfa 35 İşte 1578’teki “Şah İsmail” ayaklanması hazırlık aşamasında kaldığı için yakalanamayan Pir Sultan Abdal, Alevilere zulmüyle öne çıkmış, bu konuda uzmanlaşmış Hızır Paşa tarafından önce tutuklanır, sonra da katledilir. Ali Mustafa, “Pir Sultan Olana” şiirinin bir kıtasında Pir Sultan Abdal’ın fikirlerinin meyve verip dört bir yana dağıldığını dile getirir: sallanır bir insan yüzlerce yıldır utanç ağacında yüreğinde ölümsüz umu dallanır bir insan acıda dağılır meyveleri yeryüzüne Ömer Faruk Toprak da “Camların Aynası” şiirinde Pir Sultan Abdal’ın öfkesini, umudunu, isyanını paylaşır: almışım yanıma pir sultan abdalımı sivas ellerinden öfkeyle geliyorum umut gibi yemyeşil sıra dağlarla
a
Pir Sultan Abdal, genellikle, güzel günlere umut, ve bekleyiş içersinde olmuş, düzmece Şah İsmail’in en hararetli yoldaşlarından olmuştur. Melih Cevdet Anday, “Olsun da Gör” şiirinde düşlerin gerçek olması ve hakların sorulması için Pir Sultan’ın dirilmesini arzular. O da Köroğlu ile Pir Sultanı eylemde birleştirir: Yazık olur bu düş yarı kalırsa Barış günü insan hakkı yenirse Köroğlu’nun sözü dinlenmelidir Sivas ilinin Banaz köyünden Pir Sultan Abdal dirilmelidir O dönemin koşullarına bakarsak, Pir Sultan Abdal’ın düzmece Şah İsmail’i umut olarak görmesinin nedenini anlarız: 1564’te hükümete verilen raporda halkın açlıktan ot otladığı belirtilirken Şah Kulu da işçilerin, köylülerin ayaklar altın da ezildiklerini söylüyor, işkenceye dayanamayanlar için başkaldırının bir hal olduğunu belirtiyordu. Metin Demirtaş, “Sivas Üstünde Bir Bulut” şiirinde ozanı şöyle tanımlıyor:
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
Salınır gelir bir başka bulut Banaz üstünden Okşamış ki Pir Sultan’ın perçemini Rengi, onurumuzun rengi Ak mı ak Pir Sultan da, Osmanlı padişahlarını Anadolu’yu sömüren, yoksul halka yaşama olanağı tanımayan, yoksulun hakkına göz diken, Alevileri acımasızca katleden bir zorba olarak görüyordu. İlhan Başgöz’ün deyişiyle, “Pir Sultan’ın kavgasının temelinde yeni bir toplum düzeninin arayışı vardır.” Necati Yıldırım, “Mayıs Notları” adlı şiirinde Pir Sultan Abdal’ı bugünün devrimcileriyle buluşturur: mayıs günlerini konuşursunuz sivas sabahından pir sultan gelir omuz omuza vuruştuğun yiğit arkadaşlar arkadan vurulmuş delikanlı gövdeler voltada çeteci günleri konuşursunuz
a
Mehmet Bayrak’a göre, “O bazılarının beyan ettiği gibi ne din mücahididir, ne de Alevi din öncüsüdür. O, zamanın kırsal kesiminde bir “lider-ozan”dır. Dinsel bir cila ile de süslenmiş olsa, daha iyinin, daha güzelin, daha aydınlık bir geleceğin sözcülüğünü yaptığı için bugün de yaşayabiliyor. Ahmet Telli, tek dörtlüklük “Pir Sultan” şiirinde onu şöyle betimler: Solgun bir gülün usulca kanattığı yara Ağacaktır hazin bir gülümseyişle zamana Ve berdar edecektir her mevsim yeniden Gülleri ve gülümseyişleri ol hızır paşa Pir Sultan’ın kıyamı ve katli pek çok şaire esin kaynağı oluşturmuştur. Ozan Telli, Sivas toplu kırımına anıştırma yapan “Behçet Aysan” şiirinde yakılanları Pisr Sultan Abdal’la buluşturur: Sizler Ateşin alevden yelelerini yolan Hür vatan yiğitleri
Sayfa 37 Sizler Hızır paşalı devranın Pir Sultan şehitleri Murathan Mungan, “Çağdaşımız Pir Sultan” şiirinde Pir Sultan’ın acılarını bügüne getirir: bir ağaç vardı dalları kanatlanan güneş saçlarını taradı: rüzgâr sanki dalları darağaçlarının haykırdı pir sultan ölmedim ben, dedi ölmedim acı çekmekteyim hâlâ asılmaya asılmam ya iş lu ipleri kurtarsam boynumdan yoruldu iplik yoruldu urganve ipler birzaman kopmak içindir Şair Hüseyin Ferhad, Pir Sultan için “Pir Sultan’a Tuyuğ” adlı tuyuğ biçeminde bir şiir a yazar: Asıldık ak köynekli seher yelinde bir sabah Abdal gönlüm, görklü Sultan’ım, dilimin Pir’i ölüyü diri gördük külüng seslerinde ham demiri evvel ebed insan adına lâ ilâhâ illallah Kemal Burkay, Dersim kitabında Hızır Paşa’yı ve Pir Sultan’ı şöyle dizelerde canlandırır: II—Hızır Paşa O ki Hızır Paşa’dır Berdar edecektir Berdar edecektir güneşleri Pir Sultansız bir evrendir onun evreni O ki Hızır Paşa’dır Hayatı yasaklar denizi bellemiştir Gayri özsu yürümesin dallara
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
Türkülere Zincir vurulsun .... III— Orda Vardır Pir Sultan Bileğin nerde kelepçeli Orda vardır Pir Sultan Başlarsa yeni bir zindan Orda vardır Pir Sultan Eşkiyalar tutmuşsa su başlarını Bebeler açsa Orda vardır Pir Sultan İnsan duyarsa “Topraksız insanın Ve insansız toprağın feryadını” Orda vardır Pir Sultan
a
Tahsin Saraç da, Direnmeler adlı kitabında “Ozan Ata Pir Sultan’a” şiirinde Pir Sultan’a şöyle seslenir: Sen bir yol oğluydun Pir Sultan, ozan ata Üstü kan köpüklü meşe seli Bir edip canları hamle kırdın kırmaya Yoksul lokmasını çalan elleri. Ve koca mangal bir yürekle İnancın bükülmez o çelik onurunda Verdin kelleni. Öğrenerek belleyip bizler de bunu Uyur iken uyandık, diriye saydırdık kendimizi. Ve işte bundan bugün, yıkanır kan göleğinde Yürekler biçilen gök ekin örneği Yukarda Tahsin Saraç’ın işaret ettiği, Pir Sultan Abdal’ın aşağıdaki dizeleri Mehmet Başaran ‘a da esin kaynağı olur: Dost elinden dolu içmiş gibiyim Üstü kan köpüklü meşe seliyim
Sayfa 39 Kitabına da ad olan “Meşe Seli” şiirinde Pir Sultan’ı tüm direnenlerle buluşturur: Kimi Bedreddin kimi Pir Sultan Yaşamın gözüpek emekçileri Tükenmez kırılmakla Sesleri gelir dağlardan Sesleri kitaplardan Tanyeri gibidir alınları Çifte su veriyor özgürlüğe Kan köpüklü meşe seli Adnan Durmaz da “Ilgım Çiçeğim” şiirinde “meşe seli” imgesiyle birlikte Anadolu halkının acılara direnmesini anlatır: acım ki on bin yıldır yazgısı değişmeyen bozkır köyleri gibidir yüreğim binyıllarca çiğnenmiş at toynaklarında a susuşum bundan deli duruşum bundan ağıt gülüşüm meşe seli atsız pusatsız yağmursuz yarık yarık yarılmayı öğreneli çok oldu Hilmi Yavuz, “Pir Sultan” şiirinde, Pir Sultan Abdal’ı şu dörtlükle sonsuzlar: alçaktan uçarken yaza dokunan sessizliktir belki ahşap kanatlı kulluğa acı tuz vuran son atlı bir hüznün soyadıdır pir sultan
ALİ ZİYA ÇAMUR
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
SESİM RÜZGARLA GİDER hangi dağa sığınsam rüzgarına emanet bırakır beni sesimin yankısı rüzgarla gider gözlerimde bir sağanak yağmur ve kalkmayan karlar düşer saçlarıma yüzümde sarı güz biter tılsımı bilinmeyen çok söz birikir yüreğimin tekil hanesin(d)e mana maya atar dilimin eşiğine derler ki; ol kainatın hafızası insanda imiş insan ise, küçük bir kainatmış esasında ve nicedir bir ses döner durur hançeremde çarpar durur sarsar durur yırtar durur göğsümün zemherisini bir göz bir söz bir ses olur da çiçek açar kapı aralar bahara donmuş kelimeler eriyiverir dilimdeki baharın cemresine yüzümde dinmeyen bir sevinç fırtınası ve üzerimde zamanın ağırlığı gider...
Sayfa 41
ey hayatın kayıt defteri ! umuda ayarla sayfalarını kayıp seslerden başla, anlatmaya sığındığım dağ çiçeğe durur elbet sesimi geri getirir bana rüzgar, bilirim sesim ki rüzgarın suvarisidir gider döner iç(er)imin ırmakları sığamaz da yatağına akar akar, gider... bahar giyinince renkli giysilerini ben düşerim telaşlı yollarına hayatın ve giderim mavi toplamaya, gökyüzüne ve de öğrenmenin daimi yolculuğuna giderim...
AKMAN GEDİK
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
KIRMIZI ATLILAR
RESİM: FRANZ MARC
-IKırmızı atlarıyla yalıya koşuyorlardı Yelelerini havalandıran rüzgârı hissedebilirdiniz Burunlarından çıkan solukları duyabilirdiniz Nallarından çıkan kıvılcımlar gökyüzüne savruluyordu Kırmızı atların... Geniş bir denizde yıkanacak yürekler gibi Dörtnala koşturdukları kırmızı atlarının üstünde Adeta silüetleriyle sevişen görüntüler gibiydiler... Gölgelerine düşen güneş ışınlarını çiğneyen Nal izleri bırakarak artlarında Koşturuyorlardı kırmızı atlarını... -IIGökyüzüne dikilmiş gözleriyle Kıpkırmızı yüreklerinin içinde taşıyorlardı Sevgiyi...
Denize doğru âdeta yürüyüşlerini hızlandırıp Sulara koşturuyorlardı atlarını Dörtnala yıldırımlar gibi çakan nallarıyla... Kırmızı atlarını... -IIITökezleyivermesinden hiç mi ama hiç korkmadan Koşturuyorlardı kırmızı yeleli atlarını... Mızrak gibi giriverecekken suya Kırmızı sağrılı atlar Sesler duruluverdi anda Sessizliğin kulakları sağır eden çığlığında Duyulabilecek tek ses: Kırmızı atlarla Kırmızı yürekli binicilerin Tek yürekmişçesine atan Kâlp sesleriydi... -IVÇizgi halinde yalı boyunca uzayan sessizlikte Ortak yürek vuruşlarının büyüsüne kapılmışçasına Şaha kalkıveren kırmızı gülüşlü atlar; Nalları Kızarmış güneşin altında parlıyan Kırmızı atlarının üzerindeki Kırmızı alınlı süvariler Kızarmış ufka gözlerini dikmiş Geniş bir denize bir milim kala Donakalmışlardı sanki... |Hep birlikte tarihe bakıyordu insanoğlu... | -VYürekleri kora dönmüş kızıl atlıların Yüreklerini kızıl bir kora yakarak atlarıyla Geniş bir denize girdiği o an... Dünyanın tüm ufuklarında tutuşan koskoca Bir yangın gibiydi görüntü... Tüm buzulları eritecek bir ateşle adım attılar denize... Sonsuzca koşturuyordu Kırmızı atlı süvariler... Kızıl Yüreklerini...
HALDUN HAKMAN
Sayfa 43
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
HARABEDE ÇİÇEK Kül olmuş duman olmuş savrulmuş yıkık dökük tuz buz toz toprak içinde karanlık desen gözü göze göstermeyeninden… Bir ölü şehir yerle bir terk edilmiş gidilmiş dersin ki sevda değil savaş görmüş geçirmiş… Hele bir yarın olsun doğsun güneş bakılacak görülecek açar mı açmaz mı harabede çiçek…
MUAMMER ERTURAN FOTOĞRAF: A.Z. ÇAMUR
Sayfa 45
YÜRÜMEK
AYHAN KAVAK
a
Sizin hiç ayağınız soğuktan-kardan yandı mı? Ne menem bir ağrı ve sızı verdiğini tahmin edebilir misiniz? Hele bir de yanmışsa ve nasıl davranacağınızı bilmezseniz, ayak parmaklarınız ve hatta bilekten kesilmesiyle yüz yüze kalmanız kesin olursa kahrolup hayıflanmanız... Karlar altında kalıp da sığınacak yer bulunamaması, ne zor bir durumdur öyle. Ola ki ulaşılacak bir yer bulunursa ve tedavi edecek birileri çıkarsa karşınıza kendinizi şanslı kabul edersiniz. Bu suretle kararmış derilerin temizlenmesiyle parmakları kurtarmak mümkün olur. Ama o inim inim acısı yok mu acısı; kıvrandırır, harap eder. Acıdan yerinde duramaz, kesip atmak istersin uzvunu. Kişisel tarihimde nice müdahale edip kurtardığım ayakların yanı sıra, geç kalınmadan ötürü kangrenleşen parmakları kesmişliğim de vardır. Onun dışında benim de başıma geldi. Biraz da şanslı sayılırım. Karda, kışta, kıyamette yanık parmaklarımı kendimce tedavi ederek, derinin dermiş tabakasını geçmiş ölü dokuları kesip sıyırsam da aradan yirmi yıla yakın bir süre geçmesine rağmen soğuk havalarda hâlen ince bir sızıyla yoklar, hatırlatır yaşanmışlığı. Bu yüzden hiç sevmez oldum karlı havaları. Kar yağdığında zorunlu
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
olmadıkça havalandırmaya çıkmamam o yüzdendir... Kar ve Bingöl- Bandozlar... Bingöl’ün Bandoz Dağları yamandır kışın. Kar, boran ve tipiden geçit vermez duruma gelse de naçar, aşılacaksa o şahikalar, bir yol bulmak adına geçilmesi elzemdir. Tabii, en kötüsü tipiye yakalanmaktır. Göz gözü görmez, yön duygusu yitirilir. Adını bir Rus generalinden almış bir dağ silsilesinden bahsediyoruz. Bandoz ismi I. Dünya Savaşında oraya kadar gelip, kışın ayaz ve tipisine maruz kalan 70 askerin donarak ölmesine istinaden General Bandoz’dan almış adını. Türkçede Şeytan Dağları diye geçen o çetin coğrafyada gidecek hiçbir yerin yoksa, tırmanıp saatlerce yürüyüp, vadilere inerek bir kovuk, sarılacak naylon parçası bulamazsan şayet vay hâline. Bazen ayaz olup da kar kurşe (karın sertleşmesi) tutmamışsa bata çıka ilerlersin. Kurşe tutmuşsa da iz bırakmadan soğuğa meydan okuyup menziline ulaşmaya kilitlenip gidersin. Ayağında giymek için gıslaved denilen kara lastik ayakkabılar olması evladır. Ola ki ufacık bir ateş yakarak mola verildiğinde ayağındaki çorap ve ayakkabıyı şıppadak kurutursun. Aman ha aman, o vakit sakın üşüyorum diye ayak ve ellerinizi ateşe yaklaştırmayın! Olur da elim tutmuyor, cigara sarmak için biraz ısıtayım derseniz; o an belki hissetmeseniz de sonrası adeta denizde vurgun yemiş sünger avcısından beter olursunuz. Tabii ateşe yaklaşmadan da aynı a akıbetle baş başa kalabilmek kabildir. Ayaz gecelerde, karlar içinde saatlerce süren yürüyüşlerde donup gider ayak parmaklarınız. Koruyamazsanız ve açıkta kalmışsa elleriniz de keza donabilir. Kendi ayağının ayırdına varılmaması çokça yaşanmıştır. Böylesi bir yaşanmışlıktan örnek vereyim isterseniz: Bir gün Bandozlarda tipiye yakalanır bir grup özge can. Kazma-kürek ve naylonlarının olması hayatlarını kurtarmıştır. Canlar hemen bulundukları yerde alelacele karları küreyerek küçük bir oyuk açıp içine tıkışır, naylonu üstlerine çekerler. Bir arkadaşın ayağı dışarıda kalmıştır. O arkadaş, naylonun dışında bizatihi kendi ayağının kalmış olduğunun ayırdında olmadan şöyle seslenir arkadaşlarına, “Kimin ayağıdır öyle naylonun dışında kalan?” Diğerleri baktıklarında onun ayağını olduğunu görüp hemen naylonun içine çekerek masaj yapıp donmaktan kurtarırlar. Kışın olanca dehşet yüzünü gösterdiği korkutucu Bandozlardır orası. Sayısız kez geçmişliğim de var elbet. Bir keresinde Bandozlarda saatlerce süren çetin koşullardaki yolcuğun ardından içinde sobasının olduğu naylondan bir çadıra sığınmıştım. Orada ne kadar sobadan uzak otursam da ayak parmaklarım içler acısı bir durumdaydı. Boynumdaki kefiyenin saçakları, sallandıkça şıngırdayan cam misaliydi. Kefiyenin ıslanan her yeri donmuştu... Çadırın sobadan uzak köşesinde ayaklarımı bir battaniye parçasının altına çorapsız olarak sokarak korumaya çalışsam da fayda vermedi.
Sayfa 47 Bir saat içinde ağrısından dayanamaz hâldeydim. Adeta yüreğe kalleşçe saplanan bir hançerin acısıyla kıvranıyordum. Ağrıdan yerimde duramıyordum. Ayaklar üstüne dikilmeye çalışsam, ağrı daha bir katlanılmaz oluyordu. Çare yoktu, fazla beklemek de olmazdı orada. Hele sobanın yanında hiç olmazdı. Ne denli çekilmez ağrılar içinde olsam da yollara vurmak, dağları aşmak icap ederdi. Ozan Ahmet Arif’in dizelerinde dile gelen demlerden geçmekteydik: “... Döğüşenler de var bu havalarda El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem Ümit, öfkeli ve mahzun Ümit, sapına kadar namuslu Dağlara çekilmiş Kar altındadır...” Ve ülkem, Bandozlar şimdi olduğu gibi kar altındaydı. Kara bata çıka, yer yer donmuş küçük dereleri yol belleyip yürüyüp gitmek tek umarımızdı. İşte ayaklarımdaki ağrı, o soğuk sularla temas ettiğinde birden yok olmuştu. Elbette bir sonraki molaya değin. İlk bekleyişte, kuruyan ayakların sızısı kendini açığa çıkaracaktı. Yürüyüşle birlikte güppedek ortadan kalkmış ağrı, tüm yorgunluğumu bir tarafa bırakıp büyük yaşam a coşkusuyla mesafeleri kat etmiştim. Yürümek bana analjezik olmuştu. Son menzilimize ulaştığımızda, anca o vakit ayaklarımı tedavi edip ardı sıra bahara ulaşacaktık... Kar deyince yâdıma o yürüyüş düşer, bu soğuk duvarlar ardında. Oradan bilirim, karın ölümün kardeşi olduğunu. Yürümek iyidir! Omuz omuza yürümek ölüme meydan okuyup cana can katar daima... Mevsimlerin döngüsü kışı gösteriyor gene. Bu kez havası kirli sürgün yediğim bir başka uzak diyarda, kış mevsimini karşılıyorum naçar. Dört bir yana kara rahmet okutan zulmetin zulmü yağmakta. Coğrafya fark etmiyor; nefessiz bırakılıyor, insanlıkta ısrar eden külli canlar. Sokaklar, kentler ablukada. İstiyorlar ki in cin top oynasın her yerde. Tikellikte kristalleştirilen hoyrat uygulamaların hepsi, hegemonyanın daim kılınması üzerine şekillendirilmekte. İktidarlarını kudretli kılma telaşesindeki zat-ı muhteremler, insani olan her duyguyu da iç etmekten geri durmazlar. Hele acılar, bizlere yaşatılan acıları bile gasp etmeleri daha bir dokunur, öfkelendirir beni. Doğrusu yaşatılan acılarımızı sahiplenip kendi acıları diye ilan etmeleri aymazlığına söyleyecek söz bulamıyorum. Bilirim elbet onları. Onlar iktidara tahvil edilebilecek her ne varsa sahiplenerek tedavüle sürmeden geri durmazlar. Başkalarına yaşattıkları acıları da yeri geldiğinde, sanki
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
kendisi çekiyormuşçasına göstermekten geri durmayan fecaat bir dönemden geçmekteyiz. Şu an anımsamadığım bir kitaptan tilki ve devenin meselini okumuştum. Meramımı anlatmaya cuk oturacaktır; şöyledir: Yaşlanan tilki artık eskisi gibi avlanamadığından ölme raddesine gelmiş. Bir gün eli boş vaziyette av ararken, yavrusu yanında otlayan bir deveyi görür. Kafasında bin bir desiseyle devenin yanına gelir. Selam verip hâl hatırını sorar. Tilki kendini sevimli göstermek için olmadık şeyler anlatır. Sohbetin devenin hoşuna gittiğini anlayınca, kurnazca teklifte bulunur; “Deve kardeş, bu dünyada yalnız kaldım. Gel seninle dost olalım, birlikte büyütelim yavrunu” der. Gen türlü diller dökerek ikna eder deveyi. Tilki hep, “Bizim yavru şöyle, bizim yavru böyle” diyerek deve yavrusunu sahiplenmekten geri durmaz. Artık ben değil, biz kıvamına gelmiş bir güven duygusuyla birlikte yaşamayı sürdürürler. Tilki zamanın gelmesini bekliyormuş. Bir gün anne deve, tilkiye güvenerek tek başına uzak bir yere otlamaya gider. Tilkiye gün doğmuştur. Fırsatını yakalayan tilki, hemen yavru deveyi öldürüp etini yer. Ardı sıra şişmiş karnıyla uzanıp yatar. Akşam vakti otlanmadan dönen anne, yavrusunun nerede olduğunu sorar. Tilki, “Senin peşinden koşturdu. Senin yanında değil miydi?” diye bilmezden gelir. Anne, korkuyla her yerde yavrusunu ararken tilki de ona eşlik ediyormuş. Birkaç gün geçer. Deve bir kayanın dibinde saklanmış kemikleri gördüğünde yavrusuna kıyıldığını anlayarak feryat figan eder. Deve, “Vah yavrum, yavrumu öldürdüler” diye kendini paralarken; a tilki olanca pişkinliğiyle, kızar gibi yaparak “Bak öyle deme. Bizim yavrumuz öldürüldü de!” diyerek anne devenin acısının kendi acısı da olduğunu söylüyordu. Lakin anne, tilkinin oyununa geldiğini anlamış sonunda... Evet, tıpkı bu meseldeki gibi acılar da devşirilir, timsah gözyaşları dökülerek. Acı çektirir ve sanki o acıları kendisi de yaşıyormuş gibi hayatın akışını ters yüz ederler. Aslolan yaptıkları kötülüğe kanmamak, aldanmamaktır. Zira temiz hiçbir yerleri kalmamıştır onların. Bize düşen cerahat kaplı kirli yüzlerine karşı haykırıp tükürmedir. Her haykırış hakikate delalet edecektir! Burada Diogenes’e atfedilen bir anlatıya sığınayım: Bir gün adamın biri Diogenes’i ihtişamlı bir eve götürür; ortalığı kirletmemesi için de, “Sakın yerlere tükürme!” diye tembihler. Lakin canı acayip tükürmek isteyen Diogenes etrafa bakar ve direkt yanındaki adamın yüzüne okkalı bir balgam atıp, bulduğu yegane pis yerin orası olduğunu söyler... Hayatın şaşmaz bir gerçekliği vardır. Ne denli kendilerini gizemle sarmalayıp saklasalar da; bilinen hakikat, muktedirlerin meymenetsiz olmalarıdır. Çalıp çırpmada ellerine su döken çıkmaz. Statükolarını ezel-ebed çerçevesinde kurumlaştırmayı esas alırlar. Bunu ifa ederken de toplumsallaşmış insanlığa karşı her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmezler. Yeter ki oturdukları koltuklarına zeval gelmesin, daim kılınsın egemenlikleri... İşte bu
Sayfa 49 yüzden, dün olduğu gibi bugün de toplumsal kırım ve kıran günlerinden geçmeye devam ediyoruz. Ne yazık, coğrafyamızda zulmün cenderesinden mustarip olanlar o kadar çoğaldı ki tüm uzam açık mahsus mahale dönüştü. İçeri ve dışarı arasındaki çizgi bu denli flulaşmamıştır. Daha bir kudretli olmak isteyen soğuk nevale, dokunmadık alan bırakmamaya yeminli ve höykürdükçe höykürmekte. İşgal edilmedik yer bırakmıyorlar. Kaç zamandır şekilsel olmuş demokratik teamüller bile askıya alınmış vaziyette. Şiddetin dozu her geçen gün katlanarak arttırılmakta. Ve sokaklar, bizim sokaklarımız kar altında... Özellikle de yüreklere yağan kar dondurur, bedeni katatonik hâle sokar. İnsanlık zulmetin karı altında, biçare canlara dönüştürülmek istenmekte, oturup beklemek akla ziyandır. Sobanın başına kurulmak sizin de ayaklarınızdan başlayan kangrenleşmeye sebebiyet verecektir. Alimallah bu gidişle tüm bedenimiz kangrenleşecektir. Doğanın karı masum elbet. Kar değil ama toplumsal kangrenleşme dayatımına maruz bırakılmak daha da beterdir. Oturdukça bütün bünyeyi saracak düzeyde bir donmayla karşı karşıya olunduğu idrak edilmeyi bekler. Kötülüğün sıradanlaştırıldığı ahir zamanda kendi kilidini açacak olan da insandır. Ancak açılmış, toplumsallaşmış kilitler aydınlatacaktır her yeri. Nesneleştirmeye karşı a acılarımızı gasp etmeye yeltendiği “biz” özne olmanın farkındalığıyla, muktedirlerin mefhumunu kirlerinden arındırabiliriz. Onların biz’i değil; mazlumların, yoksananların, ezilenlerin biz’ini içselleştirelim. Yollara vurulan canların bir olma, birlik olma anındayız zira. Yola revan durmalı insan. Yoksa ayaklar yanar, kangrene döner uzuvlar. Yürüyerek ayakların sızısına şifa bulursun. An yürüme, sokakları arşınlama ve kötülüğe karşı gelmeyi çığırır. Yürümek güzeldir be kardeşlik! Işık yürümede saklıdır. Son sözü Jose Marti söylesin; “Şimdi ateşten gömleği giyme zamanı; yeter ki ışığı görelim”...
AYHAN KAVAK 14.11.2016
1 No.lu T Tipi Cezaevi A-12 Bandırma/BALIKESİR
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
ÇOCUĞUN GÖZLERİNDEKİ ŞİİR şimdi her şey bir ayrılıktan arta kalan hüzünler kadar durgun sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi kör hiçbir söz söylenmemiş gibi sağır tüm anılar bir yığın kağıt artıkları ve hayal kırıklıklarından ibaret ve kalbimde tıkır tıkır işleyen ayarı bozuk saatli bir bombadır akıp giden zaman benim kaybolan bu gökyüzü sevdam şimdi hangi uzaklığın görünmezliğin de bekler? ve benim uzaklara duyarlı bu özlemim oyuncağı elinden alınmış bir çocuğun Israrlı çabası gibi hep sonuçsuz kaybolduğunun farkında olmayan kimsesiz bir çocuk sesiyim evren de saçlarım sözlerimden kısa ve yüreğimden uzak kervanlar geçer şimdi beni tutup ikiye bölseler bir yanım hep çocuk kalacaktır bir yanım kuşlar gibi gökyüzüne karışıp bir yanım deli taylar gibi özgürce şahlanacaktır bir şiiri, bir çocukta yazdırabilir bir manzara da ve ben, iddia ediyorum dünyanın en güzel şiiri bir çocuğun gözleridir ve ben, en güzel şiiri bir çocuğun gözlerin de gördüm
MERİÇ AYDIN
Sayfa 51
DUVARLARA KİŞNİŞ HELVA Kimi suratlar çarpman gereken bir duvar Kimileri tözüne duran cevher -BU NE ZEHİRZEMBEREK YAĞMUR Haziranda da üşür mü insan Donup kaldık burada resmen Bu ne zalim komplo/ Kuyruğundan tutup asmalı meydana Dünyayı bize zindan edip Uzayın gizinde kendine cennet kuranları Ya bre aklım ermiyor diyeceksin yaOnu doğuşundan beri Öyle bi karışırmışlar ki Hala ayakta olman bile bir tesadüf Demeye varmıyor dilim Komploculardan daha güçlü Bir nefes Püf mü ediyor o boktan heveslerine/ Şahsen şaşmam –etin kemiğin onların Aklının kognitif noktası ise Sadece uymak onların yasasına - Yani kölesisin bir sistemin Demokrasi falan bir fasa-Faso Ne güne duruyorsunuz Kalkıp çarpsanıza bütün örülmüş duvarlara Uyanınca göreceksiniz ki o duvarlar Kendine ihanet eten sırtlara monte edilmiş Sahte cennetlerdir ki Yüzünüzün gülmemesi için asla
Köle ve ya kral Doğmak diye bir şey yok Çırılçıplağız çıkarken o akvaryumdan Artık atıp eski yıldız tozlarını üstümüzden Kibrini de bir üstün ırk olmanın Hayatı hiç kimseye de haram etmeden Doğduğumuz an gibi yaşayalım hep beraber Varsa bir yerde kıskançlık Tutup kıskıvrak kuyruğundan Bütün meydanlarda asalım Sonsuz sevgilerle ebediyen yaşamak için Aldatmak ve sömürmek hiçbir akılda yok!
YAŞAR DOĞAN / Lolan
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
ÖTEKİLER YA DA ANA/DOLU Kavimler gezinmiş burçlarında Ateşler biçmişiz Ana/dolu’ya. Düğümlenmiş her dağında bir yara, Ovasında irin beslemişiz. Bin pıtraklı dalları, her yanında harlı nar yağar Yediveren gül sanki./Sur, Cizre, Silopi Solmuş gonca gül sanki Yakamda bir rozet gibi Elleri yok, kanı süzülmüş Dağları bin fersah Karanlığı dipsiz Ölüm çukurlarında tepiniyor iblis. Geleneksel kurbandır sözcüklerim Her yanında bir hançer Heceleyerek karanlığı Dizlerimde durarak Sayıyorum dev cüceleri, Cüceler ki; özgürlüğün eceli. Tarihe ayraç gibi Yüzümdeki izden tanıyorum, Çocuk gülüşlerini genç bir annenin dondurucuya gömmüş Vurulmuş bebesini. Ölümle yaşlanıyor bedenim Bebeler ölümle yaşlanıyor gerçeğin göğü saklamaz zulmünü Sen ki buradaydın “Adem’den evvel.” Memleketim, boynumdaki şimşir, sen ki,”sol mememin altıdaki cevahir” Yangınımın en harlı yeri Yanıyor “kanda-har” misali. Kırılır elbet öfke bileyenlerin elleri, Anadolu hep bunu söyledi Halklar biriktirir gerçeği Gerçek ki, kahrını besler, affetmez kendine edileni…
NECİP TIRPAN
Sayfa 53
HASTANEDE Vedat KOPARAN
a Gündüzleri güneş alaycı sırıtsa da, mevsimin zorluğu başlamış, kış gelmişti. Hava zıpkın gibi çarpıyordu insana. Dışarıda rüzgâr ıslık çalıyordu. Erciyes dağına kar düşmüş olmasına karşın henüz şehre kar yağmamıştı. İnsanların burunları akıyor, kâğıt mendil fabrikaları amerikancı krize rağmen çalışıyordu. Suni ve sentetikleşen bir yaşamda ne havaların ne mevsimlerin eski tadı düzenliliği yoktu. Adeta gökten mikrop yağıyordu. Grip mikrobu, zayıf düşen bağışıklığını kaybeden toplumun belası oluyordu. Osman geçmişine dalıp dalıp gitse de yaşadığının gerçekliğinde, kahırlanmanın bir fayda getirmeyeceğinin bilincindeydi. Otuz yaşını çoktan geçmişti. Geçirdiği iş kazası nedeniyle ayakları işlevini yitirmişti. Sabah hastaneye gidecekti. Erken yattı yatağa, uyumaya çalışıyordu. Zorlu, acabalarla dolu düşünceleriyle yorgun bedenini uykuya teslim etti. Dderin bir uykudan sabah ezanıyla uyandı. Akşamdan kalan aceleciliği ve telaşıyla giyinip tıraşını oldu. Bir iki lokma ekmek, birkaç zeytin ve bir dilim beyaz peynirle bir bardak çay içip yola koyuldu. Yolda, sabah işine gidenlerin iç sızlatan bakışlarını bir güz rüzgârı gibi yalayarak bir sürüngen gibi yürüye yürüye nihayet devlet hastanesine geldi..
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
Gerekli evraklarını 8. bölüme verdi. O merdivenleri aşmanın binbir zorluğuyla sakat raporu veren kurulun bulunduğu bir blok ötedeki bölüme gitti. Kapıda sıra vardı, sırasını beklemeye koyuldu. Bir süre sonra sıra kendisine gelmişti, yetkili uzman doktorun karşısına çıktı.. Doktor evraklarını 8. bölümden getirmesini söyledi. Kapı açıktı, olanı bir çift göz görmekteydi. O Seher kadının öfkeli bakışları, bir mıh gibi yapıştı doktorun gözlerine. Kadın içinden iç geçirerek ben gidip alsam getirsem diye düşündü. Tam bir hamle yapmak üzere iken genç adam boynunu bükerek, odadan zorlana zorlana çıktı. Ayakları işlevsiz adam, kadınla göz göze geldi. Kadın kendisine ‘Siz bekleyin ben gidip sizin için evraklarınızı alayım’ dedi. Osman teşekkür etti, elleriyle merdivenleri inerek gözden kayboldu. Seher, öfke tufanında ürpererek tutamadı kendini ve yanaklarına ılık iki damla gözyaşı süzüldü gözlerinden.
Derimin altında ne var Bu güneş mi ay mı? Dünyamızı aydınlatan Kalmamış mı? Düşüncelerinde sorgular Yoksul ve yoksunlaşan Zavallılaşan acınası insan Nerende vicdan Senden öteye Kendi dışından Hiç baktın mı o ışığa Benliğinde ışıldayan Her şeyde hep birlikte Bir bütünüz Mavi evren gezgininde
a
Bitmedi…
VEDAT KOPARAN
Sayfa 55
FİDEL İÇİN ÜÇ SATIR Niye böyle uzak kaldık elma ağaçlarından Oysa derin kuyu ağızlarında ışırdı umut Karanlıklığa bırakılan dilek fenerleri gibi
TEMEL
KURT
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
Tahir Elçi anısına Coştu sakin akan ırmaklar Acı ki içimizden şelaleler gibi döküldü Çıldırmış denizler Dalga dalga dövüyor acıları Duvar duvar set örmüşler Kaleler surlar korku içinde Dört ayaklı minareler vurulmuş Susmuş dimağlar Her sessizlik bir kavgaya durmuş Haykıranlar bitmeyen bir kavgada Elçi sini arayanlar Acılarını dört ayaklı minarenin Sütunlarına bağlatıp Feryadı fiğan eylemişler Akan kanlar çatlatmış toprağı Zeytin dalı filizlenmiş Damar damar büyümüş Kök salmış acılarımız gibi İnsan ki yitirmişse umudu Çıldırsın varsın bütün acılar
MUZAFFER GÜL
Sayfa 57
TÜKENMEYEN İÇTEN SESLENİŞ: ORHAN VELİ KANIK[*] Temel DEMİRER “Deli eder insanı bu dünya; Bu gece, bu yıldızlar, bu koku, Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç.”[1] Şiirin en kendine has şairlerinden, yaramaz çocuğuydu. Şiirleri gibi hep genç kaldı; ölmedi. Ve 14 Nisan 2014’de 100’üncü kez doğdu Orhan Veli Kanık. Onu hep 36 yaşında biliyoruz bilmesine de, meğer O, 100 yaşına gelivermiş. Ama hâlâ öyle genç, öyle yeni, öyle sıcak, öyle yaratıcı ki... ***** Kimileri inkâr etmeye kalkışsa da, şiir tarihindeki büyük değişimi başlatanların başında gelir a Orhan Veli... Onu, belki de en iyi Oktay Rifat anlatır, “Birkaç neslin belki arka arkaya başarabileceği bir değişmeyi o birkaç yılın içinde tamamladı,” diye… Orhan Veli, şair denildiğinde kalabalıkların aklına ilk gelendir. Çünkü o, “Üzerinde en çok durulmuş, zaman zaman alaya alınmış, zaman zaman kendini kabul ettirmiş, tekrar inkâr, tekrar kabul edilmiş; zamanında hem iyi hem kötü şöhrete ermiş bir şairdir” der Sait Faik… Sait Faik, Orhan Veli’yi şöyle çizer: “İki incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanarya sarısı bir kaşkol, müselles (üçgen) bir yüz, şişirilmiş bir göğse benzeyen bir sırt, denebilirse- ergenlik bozuğu bir yüz: İşte görünüşte Orhan Veli.”[2] Garip akımının kurucularındandı Orhan Veli (Oktay Rifat ve Melih Cevdet ile birlikte)… “Garipçiler, şiirde her türlü kurala ve önceden belirlenmiş kalıplara karşı çıkıp kuralsızlığı kural edinmişlerdi...”[3] ***** Mesela “Mirovê ku gotınê beredayî dikê mîna jamê ye, ji ber nav vala bûnê, jê zêde deng derdikeve/ Boş konuşan insan çana benzer, içi boş olduğu için çok ses çıkartır,” diye haykıran Onun şiirleri… ‘Gün Olur’un, “Gün olur, alır başımı giderim,/ Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda./ Şu ada senin, bu ada benim,/ Yelkovan kuşlarının peşi sıra…/ Dünyalar
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
vardır, düşünemezsiniz;/ Çiçekler gürültüyle açar;/ Gürültüyle çıkar duman topraktan…/ Hele martılar, hele martılar,/ Her bir tüylerinde ayrı telaş!/ Gün olur, başıma kadar mavi;/ Gün olur başıma kadar güneş;/ Gün olur, deli gibi,” dizelerindeki kadar özgürlükçü… ‘Sizin İçin’in, “Sizin için, insan kardeşlerim,/ Her şey sizin için;/ Gece de sizin için, gündüz de;/ Gündüz gün ışığı, gece ay ışığı;/ Ay ışığında yapraklar;/ Yapraklarda merak;/ Yapraklarda akil;/ Gün ışığında bin bir yeşil;/ Sarılar da sizin/ için, pembeler de;/ Tenin avuca değişi,/ Sıcaklığı,/ Yumuşaklığı;/ Yatıştaki rahatlık;/ Merhabalar sizin için;/ Sizin için limanda sallanan direkler;/ Günlerin isimleri,/ Ayların isimleri,/ Kayıkların boyaları sizin için;/ Sizin için postacının ayağı,/ Testicinin eli;/ Alınlardan akan ter,/ Cephelerde harcanan kurşun;/ Sizin için mezarlar, mezar taşları,/ Hapishaneler, kelepçeler, idam cezaları;/ Sizin için;/ Her şey sizin için,” dizelerindeki kadar eleştirel gerçekçi… ‘Bizim Gibi’nin, “Arzulu mudur acaba/ Bir tank, rüyasında/ Ve ne düşünür tayyare/ Yalnız kaldığı zaman?// Hep bir ağızdan şarkı söylemesini/ Sevmez mi acaba gaz maskeleri/ Ay ışığında?// Ve tüfeklerin merhameti yok mudur/ Biz insanlar kadar olsun?” dizelerindeki kadar anti-militarist… ‘Lakırdılarım’ın, “Allah varsa eğer,/ Başka bir şey istemem ondan./ Bununla beraber istemem/ Ne Allahın olmasını,/ Ne de işimin/ Allaha kalmasını,” dizelerindeki kadar a kuşkucu… ‘Sol Elim’in, “Sarhoş oldum da/ Seni hatırladım yine;/ Sol elim,/ Acemi elim,/ Zavallı elim,” dizelerindeki kadar eleştirel solcu… ‘Bayram’ın, “Kargalar, sakın anneme söylemeyin!/ Bugün toplar atılırken evden kaçıp/ Harbiye nezaretine gideceğim./ Söylemezseniz size macun alırım,/ Simit alırım, horoz şekeri alırım;/ Sizi kayık salıncağına bindiririm kargalar,/ Bütün zıpzıplarımı size veririm./ Kargalar, ne olur anneme söylemeyin!” dizelerindeki kadar çocuksu içtenlikle toplumcuydu… ‘Pırpırlı Şiir’in, “Uyandım baktım ki bir sabah/ Güneş vurmuş içime,” dizelerindeki kadar insana aitti… ‘Tahattur’un, “Alnımdaki bıçak yarası/ Senin yüzünden;/ Tabakam senin yadigârın;/ ‘İki elin kanda olsa gel’ diyor/ Telgrafın;/ Nasıl unuturum seni ben,/ Vesikalı yârim?” dizelerindeki kadar tutkulu aşık… ‘Gözlerim’in, “Gözlerim,/ Gözlerim nerede?// Şeytan aldı, götürdü; / Satamadan getirdi.// Gözlerim,/ Gözlerim nerede?” dizelerindeki kadar hülyalı… ‘Anlatamıyorum’un, “Ağlasam sesimi duyar mısınız,/ Mısralarımda;/ Dokunabilir misiniz/ Gözyaşlarıma, ellerinizle?/ Bilmezdim/ Şarkıların bu kadar güzel,/ Kelimelerin kifayetsiz olduğunu/ Bu derde düşmeden önce./ Bir yer var, biliyorum;/ Her şeyi söylemek mümkün;/ Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;/ Anlatamıyorum,” dizelerindeki kadar kadar içten…
Sayfa 59 ‘Macera’nın, “Ne yardan geçerim, ne senden/ Ne denizlerden, ne gökyüzünden,” dizelerindeki kadar kadar bağlanmış… ‘İstanbul’u Dinliyorum’un, “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;/ Önce hafiften bir rüzgâr esiyor;/ Yavaş yavaş sallanıyor/ Yapraklar, ağaçlarda;// Uzaklarda, çok uzaklarda,/ Sucuların hiç durmıyan çıngırakları;/ İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.// Çekiç sesleri geliyor doklardan,/ Güzelim bahar rüzgârında ter kokuları;// İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı/ Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;/ alnın sıcak mı değil mi, biliyorum;/ Dudakların ıslak mı değil mi, biliyorum;/ Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından/ Kalbinin vuruşundan anlıyorum;/ İstanbul’u dinliyorum,” dizelerindeki kadar delicesine duyarlı… ‘Delikli Şiir’in, “Cep delik cepken delik/ Yen delik kaftan delik/ Don delik mintan delik/ Kevgir misin be kardeşlik,” dizelerindeki kadar kadar meteliksizdi… Ve nihayet ‘Eskiler Alıyorum’un, “Eskiler alıyorum/ Alıp yıldız yapıyorum/ Musiki ruhun gıdasıdır/ Musikiye bayılıyorum…/ Şiir yazıyorum/ Şiir yazıp eskiler alıyorum/ Eskiler verip Musikiler alıyorum.../ Bir de rakı şişesinde balık olsam,” dizelerindeki kadar kadar şairdi… ***** 13 Nisan 1914 tarihinde, İstanbul’da doğan Orhan Veli Kanık’ın, “Nüfus kağıdı” da denilen kimliğinin kopyasına göre, adı Ahmet Orhan’dır. Babasının adı Veli olduğundan, soyadı kanunundan (1934)a önce Orhan Veli olarak tanındı. Aynı kaynağa göre 13 Nisan 1914 pazartesi günü İstanbul’un Beykoz semtine bağlı Yalıköy’de bulunan İshak Ağa yokuşundaki Çayır Sokağı’nda 9 numaralı konakta doğmuştur. Cumhurbaşkanlığı Armoni Orkestrası şefi, klarnet üstadı Mehmet Veli Kanık ile Fatma Nigar Hanım’ın ilk çocuklarıdır. Mizah yazarı Adnan Veli Kanık’ın ağabeyi olan şairin, Füruzan (Yolyapan) adlı bir de kızkardeşi vardı. 1921’de Galatasaray Lisesi’ne gönderildi. Dördüncü sınıfa kadar bu okula devam ettikten sonra, 1925’te babasının tayini nedeniyle, ailesiyle birlikte Ankara’ya taşındı. Okula Beşiktaş’ta Akaretler İlkokulu’nda başlayıp ertesi yıl Galatasaray Lisesi’nin ilk bölümünde yatılı oluşu, bu okul mezunu ve öğretmeni şairlere bir selam gibidir. Babasının Ankara’ya atanması Ankara’da okurken Ahmet Hamdi Tanpınar’la Rıfkı Melûl Meriç’in öğrencisi olmasını sağladı. Liseyi bitirdiği yıl, İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe Fakültesi’ne girişi (hatta Talebe Cemiyeti Başkanı seçilişi) kaynaklarda akıl karıştıracak tarih farklılıkları, karışıklıklar gösterir. O yüzden kendi yaptığı özet kullanılmalı: “1 yaşında kurbağadan korktum. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak sardım. 13’te Oktay Rıfat’ı, 16’da Melih Cevdet’i tanıdım.” Orhan Veli Kanık, günün şiirde “devrim” denilecek değişiklikleri birlikte yapacağı arkadaşlarını bulmuştur. 1933 yılında İstanbul’a geri döndü ve İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesinin Felsefe Bölümü’ne devam etti. 1936’da, lisans eğitimini bırakmaya karar verdi ve
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
ertesi yıl Ankara’ya geri döndü. Başkentte bir süre, PTT Genel Müdürlüğü Telgraf İşleri Reisliği Nizamlar Bürosu’nda memurluk yaptı. II. Dünya Savaşı nedeniyle uzatılan askerlik görevini, 1945 yılında, yedek subay rütbesiyle tamamlayan Orhan Veli, Ankara’ya dönerek Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda tercümanlık yapmaya başladı. Burada Azra Erhat, Oktay Rıfat ve Erol Güney ile birlikte ortak çeviri çalışmaları yürütürken, 1947 yılında, Reşat Şemsettin Sirer’in Milli Eğitim Bakanı olmasıyla birlikte, yeni bakanlık yönetimini “antidemokratik ve tutucu” davranmakla suçlayarak görevinden istifa etti. Hemen ardından, Mehmet Ali Aybar tarafından yayımlanan, Hür ve Zincirli Hürriyet adlı gazetelerde, siyasal, sosyal, kültürel ve edebi konular üzerine eleştirel yazılar kaleme almaya başladı. 1948 yılında ise, bir süre, Ulus gazetesinde, Yolcu Notları başlığı altında makaleler yazdı. Murat Yalçın’ın anlatımıyla Orhan Veli, “Lise mezunu, üniversiteye kaydolmuş ama gitmemiş. Memurluğunda dört defa işten uzaklaştırılmış, maaşına haciz gelmiş. Okulla, kurumlarla, işle alâkâsı hiç olmamış. Askerde de kaçıp kaçıp Salim adında salaş bir meyhaneye gidiyormuş. ‘Herkes gider talime ben giderim Salim’e’…” 1944 yılında Muvaffak Sami Onat’a yazdığı mektubunda kendini şöyle tanıtıyor Orhan Veli: “1914’te doğdum, 1 yaşında kurbağadan korktum. 2 yaşında gurbete çıktım. Yedisinde mektebe başladım. 9 yaşındaa okumaya, 10 yaşında yazmaya merak sardım. 13’te Oktay Rifat’ı, 16’da Melih Cevdet’i tanıdım. 17 yaşında bara gittim, 18’de rakıya başladım. 19’dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25’te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok âşık oldum. Hiç evlenmedim. Şimdi askerim.” Eserlerinin yayımlanmasında ve sergide emeği büyük olan Yücel Demirel de “En rahat ettiği dönem askerlik” diyor: “Askerde çok eğlenmiş, keyif sürmüş. En tasasız dönemi. Çünkü hayatı sıkıntı ve parasızlıkla geçiyor.” 10 Kasım 1950 gecesinde, onarım için kazılmış, ancak üzeri kapatılmamış bir çukura düşerek ayağını incitti. Ardından İstanbul’a dönen şair, bir arkadaş ziyareti esnasında aniden fenalaşması üzerine kaldırıldığı Cerrahpaşa Hastanesi’nde, 14 Kasım 1950 tarihinde beyin kanaması sonucu girdiği komada hayatını kaybetti. “Urumeli Hisarı’na oturmuşum, Oturmuş da bir türkü tutturmuşum” diyen Orhan Veli’yi arkadaşları Rumelihisarı Mezarlığı’ndan başka bir yere gömmeyi düşünmezler. Mezar taşına sadece “Orhan Veli 1914-1950” yazılır. Ve nihayet, kendisini şöyle anlatır dizelerinde O... “Ben Orhan Veli,/ ‘Yazık oldu Süleyman Efendi’ye’/ Mısra-ı meşrunun mübdii.../ Duydum ki merak ediyormuşsunuz/ Hususi hayatımı,/ Anlatayım:/ Evvelâ adamım, yani/ Sirk hayvanı falan değilim./ Burnum var, kulağım var,/ Pek biçimli olmamakla beraber.
Sayfa 61 Evde otururum,/ Masa başında çalışırım./ Bir anne bir de babadan dünyaya geldim./ Ne başımda bulut gezdiririm,/ Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet./ Ne İngiliz kralı kadar/ Mütevazıyım,/ Ne de Bay Celâl Bayar’ın/ Ahır uşağı kadar aristokrat./ Ispanağı çok severim./ Puf böreğine hele/ Bayılırım./ Malda mülkte gözüm yoktur./ Vallahi yoktur. Yayan dolaşırım,/ Mütenekkiren seyahat ederim./ Oktay Rifat’la Melih Cevdet’tir/ En yakın arkadaşlarım./ Bir de sevgilim vardır, pek muteber;/ İsmini söyleyemem,/ Edebiyat tarihçisi bulsun…”[4] •* * * * Sevgili(si)… dedik… Orhan Veli’nin, 1947 ile 1950 arasında, Nahit Hanım ile yaşadığı aşkın belgesi mektupları, ‘Yalnız Seni Arıyorum’ başlıklı yapıttadır… Zeynep Oral’ın, “Güzeldi, akıllıydı, zekiydi” diye betimlediği Nahit Hanım’a sırılsıklam tutkundu O; hatta şunları kaleme alacak kadar: “Canım sevgilim, tekrar ne zaman buluşacağız? Arzum, ümidim, zevkim, neşem, her şeyim sensin. Ancak senin yanında bahtiyar oluyorum. Hiç ayrılmadan yaşayacağımız gün gelmeyecek mi? Sen bu arzumun ebedi olacağına inanmak istemiyorsun (...) Sevdiğim, hoşlandığım, arzuladığım, güzel bulduğum, eşsiz şekilde güzel bulduğum tek kadın sensin. Hep senin yanında olmak, sonunda da senin yanında ölmek istiyorum. Bu sözlerimi mübalağa sanma. Duyduklarımı anlatamıyorum bile. Ben senin hayranın, esirinim. Her şeyinin hayranı, her şeyinin esiri. Yüzünün, saçlarının, a vücudunun, kokunun, sıcaklığının, her şeyinin. (...) Diyordun ki ‘Ben başkalarından ne mektuplar aldım’. Ama ne çare ki onlar mektup, benimki hakikât. İş mektup yazmaya kalsa, yani mesele sadece bir edebiyat meselesi olsa ben de bir şeyler söyleyebilirim. Ama mesele benim için bir edebiyat meselesi değil. İşte bunun için değil mi zaten mektup yazmaya kalktığım zaman, elimden, duyup düşündüklerimi çırılçıplak söylemekten başka hiçbir şey gelmiyor...”[5] Sırılsıklam aşık ve meteliksizdi. Orhan Veli’nin halk tarafından sevilmesi ve sahiplenilmesi, halkının eskiye dayanan şiir sevgisi kadar, şiirlerinde gündelik olanı, sıradan insanları gündelik dille aktarması da etkilidir. Öykücülükte Sait Faik’te gördüğümüz bu yalınlık ve insan sevgisi şiirde Orhan Veli ile hayat bulmuştur. Mesela Ahmet Haşim, “Göllerde bu dem bir kamış olsam” mı dedi, Orhan Veli, “rakı şişesinde balık olsam” diyordu. Haşim, “Cânân ki gündüzleri gelmez/ Akşam görünür havz üzerinde” mi dedi, Orhan Veli, “Canan ki gündüzleri gelmez/ Geceleri hiç gelmez” deyiveriyordu. O, sanatla edebiyatı birbirinden ayırdığını söylerken; şiiri sanata sokar, öyküyü ise roman ve tiyatro ile birlikte edebiyata… Orhan Veli, “Fikir sanatta yer alamıyor. Ama edebiyat fikre dayanıyor” diye açıklardı edebiyatla sanatın farkını. “Bu itibarla edebiyatın halk kitlelerine bir şeyler söylemesi lazım. Okur-yazarları halka doğru götüren bir edebiyat isterim. Yani edebiyatın
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
çoğunluğa hitap etmesini istiyorum. Çoğunluk okuyup anlamalıdır. Anlayabilmesi için de edebiyatta kendi meselelerinden bahsedilmesi lazım. Bugünkü dünyada, çoğunluğu fakir halk teşkil ediyor. Demek ki edebiyat da onların edebiyatı olacaktır.” Gerçekten de Rıfat Ilgaz’ın, “Orhan Veli toplumcu gerçekçiydi,” demesi boşuna değildir… Evet O, ‘Garip’çiliği üzerine birçok eleştiriye maruz kalsa da, “Yeni, değişik bir şiir (ile)… şiirin ‘insanın beş duyusuna değil, kafasına hitap eden bir sanat’ olduğu söyleniyor. Şairanelik reddediliyor. Geleneksel şiir anlayışına, ölçüye, uyağa karşı çıkılıyor”du.[6] ***** 36 yaşında giden Orhan Veli, ardında unutulmaz dizeler, sözler bıraktı… Onun için “Orhan, genellikle güzel giyinirdi. Zarif bir adamdı. Hep ondan beklenmeyen şeyler yapardı, insanı şaşırtmayı çok severdi” diye anlatmış yakın arkadaşı Erol Güney. Orhan Veli kısacık yaşamına onca eseri, çeviriyi sığdırmasıyla, yaşam biçimini değiştirecek nitelikteki kararlarıyla, yapıp ettikleriyle hep şaşırtır.”[7] “Şaşırtmak” Orhan Veli’nin şiirinin de temel özelliğidir. Hangimiz bizi şaşırtan bir Orhan Veli dizesinde aşık olmadık, hangimizin gözleri dolmadı? a Aşkı, ayrılığı, yalnızlığı anlattığı şiirlerinde hangimiz kendimizden bir şeyler bulmadı? Hangimiz paylaşmadı aynı duyguyu Onunla? “Hayatta olduğun için sevin, hayatı sev, hayatı sevdir, derdi,”[8] Orhan Veli; bitip tükenmeyen içten seslenişiyle… İş bu nedenle de yalnızca büyük bir şair değil, şiirle hayatın ne denli iç içe, bir arada yaşayan şeyler olduğunu göstermesiyle de benzersizdir.
TEMEL DEMİRER NOTLAR [*] Patika, No:87, Ekim/ Kasım/ Aralık 2014… [1] Orhan Veli. [2] Sennur Sezer, “Çok Âşık Oldu; Hiç Evlenmedi”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:571, 24 Şubat 2012, s.14-15. [3] M. Şeref Özsoy, “Garipçiler 100 Yaşında”, Radikal Kitap, Yıl:13, No:677, 7 Mart 2014, s.20-21. [4] Hikmet Altınkaynak, Toroslu Kitaplığı, Çağdaş Türk Şiiri, Toroslu Kitaplığı, 2003. [5] Orhan Veli, Yalnız Seni Arıyorum, YKY., 2014. [6] Metin Celal, “Çok Yaşa Büyük Usta!”, Cumhuriyet, 12 Mart 2014, s.15. [7] Metin Celal, “Orhan Veli’yi Göreceksin ‘Sakın Şaşırma’…”, Cumhuriyet, 9 Nisan 2014, s.15. [8] Bülent Çetiner, “Orhan Veli veya İroninin İyimserliği”, Güney, No: 68, Nisan - Mayıs - Haziran 2014, s.37.
Sayfa 63
YENİ BİR GÜN ‘Hazır ol.’ dedi yalnızlık. Sesi suya değen insanlar için, Sabret diye fısıldadı, ağaca yaslı günlerim. Düşmesin diye beklerken, Elimdeki ucu açık kalemlerin kederli boz bulutları, Sen her gün bilmediğin bir güne uyanıyordun.
ALPER SANCAR
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
BANA LANETLER SÖYLE
ı) Ey şair müsveddesi bana lanetler söyle… belaların lanetlesin kimleri?.yani en iğrenç enstrümanla şiiri katledenleri..yani o müptezel keşişlerin katedral ayinleri..Ve nefretin ilmiğinden geçir; satanist cübbelerin pentagram lanetini..sayrılık bataklığına çek;çarmıhına gerilen çivi çiçeklerini. .vebalar bulaşsın onlara çamurlardan.. kapkara bataklıktan vesveseler sıçrat...hiçbir karantina defetmesin marazı..bataklıkta parçalanan şeytani kanatları;damarına şırıngala şerli metinlerin..efkarın göğüskafesini neşterlerle yar da;içorganını kus depresif efkarların…Neşterle bestelenmiş nakaratını deş;otopsi masasında kadavra türkülerin; mısraların ilmeğinden geçir nefretlerini intiharla kafiyeli müntehir şairinin..Küfürlerle lanetle; mürekkepte boğulan sahife cesedini..lanetle! dolmakalem tırnaklı müntehir şairleri! Müseylemetülkezzap değilseler de lanetle! İblislerin indirdiğini zikreden müridleri! cümle şair sapıtmış şeyhler gibi! Ey şair müsveddesi bana lanetler söyle… II)Belalar söyle ve lanetle! Çünkü en İğrenç kibirlerle Sıvanmıştır onlar.Alkolden parçaparça ciğerlerle çürüyüp Karafaki kanyonunda salyalanıp solurlar..kafatası hokkasına Dolmakalem daldırıp,kanlı mürekkeplere hep cinayet çekerler Ve işledikleri sadist cinayetlere bıçakların lisanıyla şiir derler! Damarlarda fokurdayan uyuşturan alkolle ve genizlerde kaynayan kokainin şerriyle; serotonin kusmaktır onların lakapları… amfetamin yerine çaktıkları şehvetle, bulantının girdabında çalkalanıp dururlar..kanlı enjektörlerden eroinli şiiri,çakarlar damarlara iğrenç helalarında... goldenshottan geberip gömülür cesetleri..gömülür cesetleri dışkılı sıvılara..en sapkın kaplanları kükretirler aşk diye..kükretirler kaplanları cenaze töreninde ey şair müsveddesi sen onları gebert de… III) Hayır hayır sen onları lanetle! Yani;bataklıkta yalpalayan en azgın domuzları!bataklığın Çamurunda vebalar saçanları! En azgın tümörlerle kırbaçlanan ruhları! ciğerleri parçalanmış o yabani hayvanları! Lanetle Onları! Çünkü kırbaçlı marazları bulaştırır dururlar.bulaştırıp dururlar beynine bulantının. mikroplu bataklıkta pisliği yumurtlayıp tersistavroz çizerler dinsiz katedrallerde…tapınak Sunağında putlarına taparlar; putlarına taparlar şerli tapınakların... kafataslarını Neşterlerle yararak tümörlü mısraları otopside saçarlar.Kadavra efkarı neşterlerle deşerler ve bu korkunç otopsiye şiir derler! ey zavallı yaratık sen onlardan kaç!
Sayfa 65
IV) Kaç sen onlardan! Onların şeytani öclerinden kaç! Vesveseyi şeytana Çağıranın öclerinden...ve fısıltıyı bulantıya çağıranın öclerinden!..Kork Onlardan! Çünkü irinli mürekkeple zehirler onlar...boynuzluyılan gibi şahdamara sokulup enjektörle zerkederler zehrini Şiirlerin...çeliktapınakların avlusunda tapınıp, sunaklarda hayvanları Alkole boğdururlar...satanist ayinlerde karacübbeleriyle Pentagram çizerler o tapınak kalplere.depresyon tapınağında bakire kurbanları kurban verirler şeytanın kibirine...boynuzlu yılanların iğrenç kibirleriyle sokarlar ciğerini korkunç melankolinin . yıkmalısın mabedleri, demir balyozlarınla. Vesvesenin tapınağını yeraltına gömmelisin! Çünkü sen o cübbeli keşişlerden değilsin! İşte onlardan kaç! fısıltıyı bulantıya çağıranın öclerinden… V) ve karantinaya al o sapkın kavimleri…helak etmenin hücresine sal.çünkü o zehirli yılanların şerrinden zehirlendin.sömürülmüş yaraların kanar durur hala…damarların, sapkınlığın zehriyle kanar hala...onlar tımarhanede sayrılık nöbetiyle vesveseyi üflicek kafatası ilmiğine..korkunç çığlıklar saçacaklar koğuşda. ağzının inşaatına betonarme harç örüp,korkunç örümceklerle çıldırırlar hücrede..yeraltının diplerinden mahlukat çığlıkları bindesibel gürültüyle şaklıcak ah!.dipsiz tımarhanelerin kokuşmuş koğuşunda hamamböceği gibi çürüyecek onlar… çürümenin kimyasına cesedini çekerek; manyetizma lanetine çağırırlar haşaratın…Ve çürümüş hayvanların korkunç işkencesine… ey şair müsveddesi bana lanetler söyle!
OĞUZ ATEŞOĞLU
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
ŞİİR-ŞAİR
POETİKA Ateşböcekleri gibi yansın kanatlansın her sözcük bir kızıl yalıyarda kararmasın diye şiir
F.KADRİ GÜL
çaban özgünlüğe yönelik olmasın sıradan konuş unutma ki özgünlük mayanda ya var ya da yok çabayla ulaşılmak istenen özgünlük ozanı daha bir iter sıradanlığa SABAHATTİN KUDRET AKSAL İşte ateş tuğlası ağaçlar kökleri işte ayağımızın bukağısı sırtımızdaki hançer yazılmamış şiir isimsiz kapalı kitap ÖZDEMİR İNCE Ne yoksulları üşütmek Ne çocukları sevindirmek için Şarilere şiir Yazdırmak için yağar Beyaz bir esin perisi Gibi kar İSMAİL UYAROĞLU kilidin bir ucunda sen olmayan sen öbür ucunda bencil kalem-kağıt AHMET NECDET Yaşamın özü ve özlemleri Bezensin her imgeye. Gecenin kara örtüsüne Yıldızlardan sim-sırmalar işlensin. ALİ ZİYA ÇAMUR
Aşktan şiir yapmaktan çok şiirden aşk yapmayı başarmalıdır şair ABDÜLKADİR BUDAK Yaşamsal akış düzleminde ilerleme ve toplumsal kurtuluş adına üretilen gülpembe söylemlerle; ya yığınlarla birlikte uyutulmak ya da karşı bir duruşla, tek başına da olsa, ifadenin zengin örgüsünde, özel ve basit yaşamı kırdırmak... ABDULLAH KARABAĞ Şiir buzdağında cemre Şiir âşık Yunus Emre OLCAY YAZICI kanattır rüzgara hangi yöne eseceğini bilmez şiire sorar FEVZİ KÖK Şiir bu, Silahtır işkencede ne mapus dinler Ne takılır parmaklıklara Merhemdir kırılmış güvercin kanadına. NECİP TIRPAN Çocuğun çemberle oynaması Ayın ırmakta yansıması Sokakta şiir Gezer afili Yele sırt vermez şair
DERLEYEN:A.Z.ÇAMUR
L. ARAGON
BABÜR PINAR
Sayfa 67
YAŞAM VE SANATTA
AYIN İZDÜŞÜMÜ ŞAİR YILMAZ BOZAN’I SONSUZLUĞA UĞURLADIK Mersin’de yaşayan şair Yılmaz Bozan, girdiği a ameliyattan sağ çıkamayarak sonsuzluğa göçtü. İçel Sanat Kulübü önünde seyyar sahaflık yaparak yaşamını kazanan Bozan’ın İnce Sus, Ahşap İsim Treni, Erotoman ve Uykusuzlar kulesi adlı dört şiir kitabı bulunmaktadır. Yılmaz Bozan, hayatın içinden beslenen bir şairdi. Akdeniz’in o lirik sesini, kendi imgesel dünyasında yoğurmayı çok iyi başarmıştı. Yetenekli ve başarılı bir şair olarak anılıyordu. Yıldızlar yurdu olsun..
YARINA KALAN Zamanın sonsuzluğuna yenik düşer herşey Bir tek, bitti dediğin anda başlayanlar zamanı alt eder Çünkü zamanın hükmü ölüme kadar Ve sadece o anda başlayanlardır mezara kadar tükenmeyenler
YILMAZ BOZAN
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
ÇEVİRMEN VE YAZAR BERTAN ONARAN HAYATINI KAYBETTİ... Cervantes, Emile Zola, Stendhal, Albert Camus, Jules Verne gibi yazarların başyapıtlarını dilimize kazandıran çevirmen ve yazar Bertan Onaran, 79 yaşındaaramızdan ayrıldı. Onaran, Cervantes’in başyapıtı Don Quijote’yi ilk kez tam metin olarak Türkçeye çeviren çevirmen olarak tanınıyordu. BERTANONARAN KİMDİR? 1937'de doğan Onaran Haydarpaşa Lisesini, İÜ Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyat Bölümünü bitirdi. İlk açevirilerini 1963 yılında yayımladı. 1964’te Memet Fuat’la tanıştı, eserlerini çevirdiği yazarlar arasına Andre Gide, Jean Paul Sartre, Albert Camus, Mayakovski katıldı. Ardından Saint-Exupery, Marguerite Duras, Albertine Sarrazin, Gilles Martinet’den çeviriler yaptı. Cervantes’in başyapıtı Don Quijote’yi ilk kez tam metin olarak çevirdi. Wilhelm Reich’ın bütün kitaplarını Türkçeleştirdi. André Malraux, Émile Zola, Stendhal, Panait Istrati, Eugène Ionesco, Alain Robe Grillet, Nathalie Sarraute’dan çeviriler yapan Bertan Onaran’ın 1972’de Beauvoir’dan aktardığı Konuk Kız’a TDK çeviri ödülü verildi.
“Sevgi bedelsiz aldığımız, acunsal yaşam enerjisinin aynı biçimde yaşamın sürmesine katkıda bulunma hazzının dışında bir çıkar gözetmeden başka varlıklara aktarılması. Bunu her varlık aynı ilkeyle gerçekleştirebilse, yeryüzünde sevgisiz insan başka bir deyişle mutsuz kişi kalmayacak. Peki neden olmuyor? Nedeni doğal değil eğitsel. Doğadaki yaşama enerjisinin tek tek hepimizde dolu dolu bulumasıı engelleyen tek şey ataerkil düzenin kuruluşundanberi süregelen büyük bir yanılsamayla doğru dandığımız buyurgan eğitim. Kadın erkek ilişkisinden başlayıp bütün toplumsal yaşamı cehenneme çeviren de o.” Yaşama Sanatı Günlüğü – Bertan Onaran
Sayfa 69
ŞAİR ABDULLAH KARABAĞ’IN ÇOK DİLLİ YENİ ŞİİR KİTABI YAYINLANDI Emeğin Sanatı dostlarından Abdullah Karabağ’ın bugüne kadar basılan toplam kitabın on dördüncüsünün genişletilmiş ikinci baskısı olan, Kürtçe – Türkçe şiirlerinin yer aldığı “Berfîn Dibarin Li Reşiyan/Kardelen Yağar Karın Alacasına” kitabı, Sokak Kitapları Yayınları tarafından, Ekim 2016, İstanbulda yayınlandı. Kitapya Her dilden kırkardan seksen şiirden oluşuyor. İsviçre’de yaşayan şair’in Fransızca yayınlanan şiirleri de bulunmaktadır. Bu kitap, kendi alanında önemli bir çalışmadır denilebilir. 1955 Doğumlu...Gaziantep’in Araban İlçesi’nden. İlkokulu köyde okudu. Düziçi ilköğretmen Okulu ve Öğretmen Lisesi`nin 1974-1975 Öğretim yılı mezunlarından. Mardin, Gaziantep ve Siirt`te ilkokul öğretmenliği yaptı. 12 Eylül 1980 Dönemi`nde tutuklandı. Uzun bir süre içeride kaldı. Bırakıldıktan sonra da defalarca gözaltına alındı. 1990’da yurtdışınaçıktı. Hâlâ İsviçre`de yaşıyor.
a
T. Y. SENDİKASI (TYS), DEVLET TİYATROLAR'INDAN AÇIĞA ALINAN EREN AYSAN İÇİN BİR AÇIKLAMA YAPTI... Kültür Bakanlığı’na bağlı Devlet Tiyatroları (DT) Genel Müdürlüğü’nde dramaturg olarak görev yapan şair-yazar Eren Aysan, Kanun Hükmünde Kararname kapsamında açığa alındı. 1993’teki Sivas katliamında yitirdiğimiz şair Behçet Aysan’ın kızı olan Eren Aysan, aynı zamanda faili meçhul ve siyasi cinayetlerde öldürülenlerin aileleri tarafından kurulmuş Toplumsal Bellek Platformu’nun üyeleri arasında yer alıyor.
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
Bu durum üzerine Türkiye Yazarlar Sendikası bir basın açıklaması yaptı. “AKP iktidarı, cehaletini ‘aydınların aynası’nda izlemeyi sürdürüyor. Aydınlara “Görme, duyma, söyleme!” diyen TYS, bunun için de olağanüstü hal bıçağını günden güne keskinleştiriyor.” ifadelerini kullandı. Açıklama şöyle; “Gören, duyan, düşünen, söyleyen herkesi “kopyala-yapıştır kanun hükmünde kararnameler”i kullanarak tutsaklıkla, sürgünle, görevden uzaklaştırmayla cezalandırıyor. Bu baskı çemberinde de yasaları değil, “ülkenin güvenliğini tehdit” “teröredestek” gibi gerekçeleri kullanıyor. Devlet Tiyatroları dramaturglarından Şair Eren Aysan da bu gerekçelerle iktidarın siyasal zulmüne uğradı ve “Görevi başında kalmasında sakınca görülecek” değerlendirmesiyle “Kültür Bakanlığı-Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü iş birliğiyle” açığaalındı. Kendi deyişiyle “Hayatını sözcüklerin gücüne vermiş” yazarımıza yapılan bu haksızlığın karşısında olduğumuzu, Eren Aysan’ın sözcüklerle verdiği “Erdemli, barışçı insan savaşım”ının, bizimde savaşımımız olduğunu kamuoyuna duyuruyoruz.”
ARKADAŞ Z. ÖZGER ŞİİR a ÖDÜLÜ’NÜN YİRMİ İKİNCİSİ VERİLECEK... Bugüne kadar şiir kitabı yayımlanmamış şairlerin aday olabilecekleri Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü için son başvurutarihi 15 Mart 2017. Adayların; kitap bütünlüğü taşıyan, basıma hazır şiirlerinden oluşturacakları, adres, telefon ve özgeçmişlerini de içeren 6 adet dosyayı; Mayıs Yayınları’nın Sakarya Cad. Özkanlar 35 Apt. A Blok, No: 36 / 20, Manavkuyu, Bayraklı – İzmir adresindeki Ödül sekreterliğine, APS, kargo ya da taahhütlü posta ile göndermeleri veya elden teslim etmeleri gerekiyor. Mayıs Yayınları yetkilileri, Ödül alacak dosyayı 2017 yılı içinde, telif karşılığını ödeyerek kitaphalinde yayımlayacaklarını açıkladılar. Özger’in ölümünün 44. yıldönümünde, 6 Mayıs 2017 tarihinde verilecek Ödülün seçici kurulu Sina Akyol, Orhan Alkaya, Gökhan Arslan, MeryemCoşkunca ve Suat Çelebi’den oluşuyor. Ayrıntılı bilgi: 0.232.348 71 91 / www.mayisyayinlari.com (edebiyathaber.net )
Sayfa 71
ARALIK AYINDA ÖNEMLİ GÜNLER DÜNYA BARIŞ TUTSAKLARI GÜNÜ VE İNSAN HAKLARI GÜNÜ‘NÜ ACILAR, BASKILAR ,ZULÜMLER İÇİNDE KUTLUYORUZ 01 Aralık Dünya Barış Tutsakları Günü ile birlikte ülkemizde ve dünyanın bir çok yerinde izi silinmeye çalışılan 10 Aralık Uluslararası İnsan Hakları Gününü kutluyoruz… Vicdanî ret hakkını kullan-mak isteyen, bu nedenle işkencelerden ve zindanlardan geçen barış tutsaklarını da selamlıyoruz…
a dünya genelinde yaşanan insan
hakları
Aralık, Uluslararası İnsan Hakları Günü kutlanmaya başlayalı 64 yıl oldu. Ancak her 10 Aralık, ihlallerinin
gölgesinde kalıyor... Gün
geçmiyor ki, ülkenin ve dünyanın bir yanından insanlık hakkı ihlalleri gelmesin. İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin 10 Aralık 1948‘de, BM‘de kabulünden bugüne dek geçen sürede ise yaşanılan savaşlarda yaklaşık 18 milyon insan yaşamını yitirdi. Özellikle kadınlar ve çocuklar insan hakları ihlallerinin mağdurları oldular. Hâlâ savaşlar, baskı, işkence, zulüm kol gez-mektedir. İnsan hakları barış, demokrasi, özgürlük ve insanca yaşam hakkı söylemleri altında her geçen gün daha da derinleştirilerek ihlal edil-mektedir. Dünyamızı yöneten emperyalistkapitalist sistemin egemenliği altındaki milyarlarca insan barınma, beslenme, eğitim gibi temel insan haklarından yoksun yaşamaktadır. Sömürüye, bas-kıya, işkenceye, şiddete, sürgüne, savaşa, karşı; ekmek, su, özgürlük, barış, eğitim, barınma, beslenme.... Kısaca insanca yaşamın tesisi için insan hakları mücadelesi kazanılması gereken önemli bir mücadele olarak önümüzde durmaktadır.
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
19 ARALIK KATLİAMI UNUTULMADI, UNUTULMAYACAK! On bir yıl önce 19 Aralık 2000’de en vahşi hapishane katliamlarından biri yaşandı. Katliamın hemen ertesinde bu dört yıllık zaman diliminde hapishanelerde, tecrit ve izolasyona karşı direnişlerde, ölüm oruçlarında 117 devrimci yaşamını yitirdi, yüzlercesi sakat kaldı. Ama devrimcilerin savaşım azmini kıramadı bu katliam... Onur ve siyasi kimlik mücadelesinde son derece zengin bir savaşım geleneğine sahip olan devrimciler bu saldırıya karşı da ölümüne diren-diler. 100’ü aşkın şehit, yüzlerce sakat verildi bu uğurda. Binlerce tutsak F tipi cezaevlerinde ölüm hücrelerine kapatıldı ama yineade teslim alamadılar devrimci iradeyi. Direniş bugün farklı biçimlerde de olsa sürüyor, sürecek de. 19 Aralık 2000... Bu tarihi zihnimize iyi belletmemiz gerekir... Bu tarih nasıl bir zamanın üzerine kıvranıp uyuduğumuzun çıplak gerçekliğidir. Bu tarih tek bir zaman kesitinden geçmişimizin bize adeta ispatıdır... Bu tarih bu coğrafyada yaşayanların miladıdır.. Bu tarih koyaklarımıza ölüm rüzgârlarını savuranların pervasızlıklarının resmidir. Bu tarih yaşadıkça öğretecek olan bilge bir andır..... 19 Aralık 2000, bu ülkede an gelince adaletimizden, güvenliğimizden, haber alma özgürlüğümüzden sorumlu bulunanların yekvücut olarak, koro halinde yalanlarıyla bizi karşıtları olarak dışarı atabileceklerinintarihidir. 19 aralık 2000, tarihi devlet şefkati ile karşılaşmamızın ürkütücükesişmesidir.. 19 aralık 2000 tarihi, belleğimizin zaman ayracında soluyarak her an kendini bize hatırlatan vicdanımızdır.... 19Aralık 2000 tarihi, zihnimizin sokaklarını kan ile yıkayanlarıncellat takvimidir. 19 aralık 2000 tarihi içimizin şiarıdır: ''Unutma, unutturma!''....
Sayfa 73
38. YILINDA MARAŞ KATLİAMINI UNUTMADIK, UNUTTURMAYACAĞIZ Yakın tarihimizin en acımasız, insanlık adına en utanç verici kitlesel katliamı olan Maraş Katliamı’nın üzerinden 34 yıl geçti. Katliamda, resmi rakamlara göre 114 insan katledilmiş, 1000’nin üzerinde kişi yaralanmış, 552 ev, 289 işyeri yakılıp tahrip edilmişti. Katliamdan sonra Alevilerin yüzde sekseni kenti terk etmişti. Maraş Katliamı neydi? Katliamdan bir hafta önce görevli olduklarını söyleyen bir takım kişiler, bir tür nüfus sayımı yaptıklarını söyleyerekten konutları dolaşıp evde kaç kişinin oturduğunu tespit edip, kapıları kırmızı boyayla işaretlediler. 19 Aralık günü Çiçek Sinemasında, ÜGD tarafından getirilen filmin gösterimi sırasında patlama olur. 20 Aralıkta Alevilerin kahvesi bombalanır. Polis olaya el koyar, bombalamaların ülkücüler tarafından yapıldığı a ortaya çıkarılır. Yine ifadeler sonucu İstasyon Caddesi üzerindeki bir caminin avlusunda gömülmüş, patlamaya hazır beş adet dinamit de ortaya çıkarılır. Tutuklananlar arasında MHP milletvekilinin oğlu da vardır. Gelişmelerden kaygı duyan halk, sol Partiler ve demokratik kitle örgütlerinin temsilcileri aynı gün valiye, emniyet müdürüne ve jandarma alay komutanına endişelerini belirtip, önlem alınmasını isterler. Alınan cevap; “Devlet güçlüdür, önlemler alınmıştır. Vatandaşlar emin olsunlar” olmuştur. 1 Aralıkta iki TÖB-DER’li öğretmen öldürülür. Cenazelerin kaldırılması sivil faşistlerce engellenir. Alevilere ait işyerleri tahrip edilir. 22 Aralık günü üç insan daha öldürülür, aynı gün sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Polis, can güvenliğini gerekçe göstererek kenti terk eder. Çevre illerden gelen sivil faşistlerce tam bir katliama girişilir. Alevilerin yoğun yaşadığı mahallelere saldırılar yapılır. Sonuç; insanlık adına utanç vericidir. Tablo; Maraş’ta devletin gözü önünde insanlık suçu işlenmiştir. Devlete güvenmek hatasına düşenlerin cesetleri sokaklarda kokuşuyordur. İnsanlar yaralı, aç ve sefil durumda kalmışlardır. Maraş’ta olan bir iç savaş değildir, bir katliamdır. Bu, Alevi-Sünni çatışması da değildir. Bu planlı ve örgütlü bir faşist saldırıdır. Çevre illerden Maraş’a getirilen katil çetelerine belli
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
belli hedefler gösterilerek, her şeyi hesaplanan bir planla yürürlüğe konan faşist bir eylemdir. Kin ekip, kan çiçeği büyütenlerin, “Milli direnme hakkı doğmuştur” diye bildiri dağıtanların eseridir. Maraş Katliamı, “Müslüman Türkiye, Milliyetçi Türkiye, Allah İçin Cihad Başına” sloganlarıyla kadın demeden, çocuk demeden katliam yapanların, “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirte-mezseniz” diyenlerin ve bundan destek görenlerin eseridir. Maraş Katliamını yaratan zihniyet ve destekleyicileri bugün de iş başındadır. O gün “devlete yardımcı güçler” olarak desteklenenler, bugün de “duyarlı vatandaş” olarak sahnededirler. Yine katliamlarına ve linç girişimlerine devam etmektedirler. Maraş Katliamı ve sonrasında yaşanılan katliamları unutmadığımızı ve unutturmayacağımızı belirtmek istiyoruz. Maraş Katliamının 34. Yılında yaşamını yitiren canlarımızı saygıyla anıyor, katilleri, koruyucularını ve onları yönlendiren insanlık dışı gerici faşist ideolojilerini nefretle kınıyoruz. İşte o yıllarda yayınlanan Genç İşçi Dergisi'nde düşen acıyı yansıtan bir şiir: (Bu şiir, dergininsıkıyönetimtarafından kapatılma nedeni de olmuştu.)
a
Sayfa 75
EMEKÇİLERİN VE EZİLENLERİN ŞAİRİ SELMA AĞABEYOĞLU'NU UNUTMAYACAĞIZ! Yaşamında ve şiirle-rinde, emekçilerden, e-zilenlerden taraf olan, adayan şairyaşamını şiire ve yoksul anadolu insanının öz-gürleşmesine , yazar Selma Ağa-beyoğlu 18 Aralık 2009’ da en üretken yaştaayrıldı aramızdan. Evrensel gazetesinde uzun bir dönem köşe yazarlığı yapan Ağabeyoğlu, sanata olan ilgisini toplumsal duruşuylabirleş-tirmiş bir şairdi. Ankaralı Aydın ve Sanatçılar Girişimi`nin bir üyesi olarak F Tipi Cezaevleri`ne, işkenceye karşı da demokrasi mücadelesinin ön saflarında yer alan Ağabeyoğlu, Şiirlerinde kadın ve anne duyarlığını öne çıkararak, toplum sorunlarına olan ilgisini de kendine özgü duyarlılığıyla eserlerinden eksik etmedi. Haksızlıklara isyan edişi ve sorgulamasına tanık olunan şiirlerinde, Ağabeyoğlu, değişmesini arzuladığı dünya için yazdı şiirlerini. 1994`te yayınlanan ilk şiir kitabı “İnsanı Ararken Ağlayacaksın”la, Salih a Bilgin Şiir Yarışması`nda ve 1999`da Yeni Gün (Almanya) gazetesi yarışmalarında ikincilik ödülünü aldı. 1996`da ikinci şiir kitabı “Bütün Fotoğraflarım Siyah Çıkıyor”u okura sunan Ağabeyoğlu, üçüncü şiir kitabı “Gecikmiş Bir Çocuk”(2000) ile Türk Tabipler Birliği Behçet Aysan Şiir Yarışması`nda `Övgüye Değer Şiir` ödülünü aldı. Aynı kitapla 2003`te Karşıyaka Belediyesi Homeros Şiir Yarışması`nda Jüri Özel Ödülü`nü de aldı. “Ömrüm Yeni Baştan”(2003) ve “Beni Senden Sorarlar”(2007) isimli iki şiir kitabını da yayınlayan Ağabeyoğlu, Evrensel Gazetesinde yayınlanmış köşe yazılarından oluşan “Hep Aklımda Kaldı” isimli denemesini ise 2004`te okuyuculara sundu. Şiir anlayışını şu sözlerle vurguluyordu: “Şiirimi inceliklerle, imgelerle kurarken estetik kaygılarımdan ödünsüz yazmaya çalışırken, onu besleyen kaynaklara gözlerimi kapatıp, kulaklarımı tıkarsam namuslu ve onurlu bir yazar olmanın vicdani hesaplaşmasında başımı yere eğmek istemiyorum gibi ahlak penceresinden de bakmam çok doğaldır...” Sennur Sezer, ardından, onun için şu sözleri yazıyordu: "Selma Ağabeyoğlu bir şairdi. Bir yaprağın zamansız düşüşünü bile duyan, bunu dizelerine yansıtan bir şair. Çağının tanığı olmayı aksatmayan bir bilinç işçisi. Şiirleri yanında yazılarıyla da tanıklık etmeye çalışan bir kadın yazar. Selma, kadınlığın bilincinde bir insandı. Ülkemizde kadın olmanın zorluklarını da sorum-luluklarını da yansıtan bir yazar. Kadın olmanın alçakgönüllülüğünü de görürsünüz dizelerinde, tutkularını, kırılganlığını, başkaldırısını da. "
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
EY HAYAT Ey hayat akıl gözünde bir çift güvercin besledim gönül kapısında ezildi gitti güller ey hayat! ben seni böyle bilmedim... nöbetteyim anne. bekliyorum dertleri gözümün bebeğinde umut seyrimesi o gece ışık bitti. düşte ağladımdı sanki kan uykularına yattımdı hani kızıla boyanır ya toprak toprak diyorum... isyana duruyordu İman ölüyordu... İman ölüyor... İman...
ah! çocuk gözlerine baktıkça tenhayım yakıyor kalbimi şiddeti zulmün acıyı süzüyorum ömürden. gözyaşım düşüyor bir kız çocuğunun defterindeki kan izine sonra çiçeğe duruyor her sayfa... o kız çocuğu, bebeğim benim bir gül damlası dudağında... çığ düştü yaprağa, kırıldı dal yüreğimde çocuklar ağlıyor anne anne bana umut al..
sonra saçlarını döktü ay taze çimen kokulu o yere
SELMA AĞABEYOĞLU
Sayfa 77
SOSYALİST SİYASAL EYLEMCİ VE ŞAİR SERVET ZİYA ÇORAKLI KAVGAMIZDA YAŞIYOR HÂLÂ... 12 Eylül öncesi Sinematek başkanlığını yapan, 12 Eylül sonrası Almanya’da sürgün yaşamı süren Şair Servet Ziya Çoraklı, 60 yaşında, 29 Aralık’ta Hamburg’da aramızdan ayrılmıştı. 1 Şubat 1946 Ağrı doğumlu olan Çoraklı, İlk sürgünlüğünü daha lise yıllarında yaşadı. Ağrı Lisesi’nden Trabzon Lisesi’ne komünistlik yaptığı gerekçesiyle sürgüne gönderildi. Dev-Genç, TKP-B hareketlerinde yer aldı. 12 Eylül cunta döneminde ağır işkencelere maruz kaldı. 1981’de yurt dışına çıktı. 1985’te tekrar döndü. Mücadeleye atıldı. O zaman basında çok meşhur olan Türk-İş İzmir mitinginde işçilere şekerli bildiri eyleminin içinde yer aldı. Bu mücadele dönemi bir operasyonda yakalanmasıyla sona erdi . Mücadeleyi işkencede, zindanda sürdürdü. Zindan yılları biter bitmez devrimci mücadeleye devam etti. Parti kongresi nedeniyle yeniden yurtdışına çıkan Servet Ziya için bu ikinci mültecilik dönemi oldu.aBu defa Hamburg’a yerleşti. Son nefesini verene kadar da orada yaşadı. Hem şiirlerine hem de devrimci mücadelesine orada devam etti. Barış için sanat girişimi imzacılarındandı. Bir yoldaşı onu tanımlarken, “O gerçek bir komünistti” dedi. “İşçilerle işçi, Kürtlerle Kürt, Ermenilerle Ermeni, kadınlarla kadın, Alevilerle Alevi idi. Yani bütün ezilenlerle birlikte olmak, onların mücadelesinde yer almak onun göreviydi.” Bu mücadele içinde onu ve eşini en çok yaralayan herhalde biricik kızları UMUT’un amansız hastalığı oldu. Tam da bunun üstüne 12 Eylül faşizmi gelince hem kaçaklık hem parasızlıkla boğuşa boğuşa Servet Ziya kızı UMUT’u kaybetti. Ama devrime ve devrimci mücadeleye olan UMUT’u hiç azalmadı. 1981 sonlarında iyice bastıran polis operasyonlarından sonra örgüt kararıyla sürgün dönemi başladı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Hatay’dan sınırı yürüyerek geçip Şam’a ulaştılar. Oradan da bir yıl sonra Berlin’e... Açlık ve yokluklar içinde sürgün macerası başladı. Yoldaşlarının ve devrimci çevrelerdeki emekçilerinsahiplenmesiylemücadeleyi sürdürdü. Çevresinde “Servet Hoca” olarak tanınan Çoraklı, zaman zaman çeşitli dergi ve gazetelere makaleler yazdı. Sosyalistlerin hak mücadelesi ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin birçok etkinliğinde yer alan Çoraklı, ‘Düşler-Trâume’ adlı Türkçe ve Almanca şiir kitabının önsözünde şunları yazmıştı: “İnsanlık çok şeyler borçlu düşçülere/düşlere... Düşçüler düşleriyle yeninin yenisini aramasaydı, insanlık belki de var olanla yetinip karınca adımlarla yollar katedecekti... Genel olarak
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
sanat, özel olarak şiirin kısaca tanımını yapmak kolaycılığına düşmeden
sanatın başeğmez çocuğu şiirin önemli yanlarından olan; daima muhalefette kalışını, gerçeğin gerçeğini, yeninin yenisini aramasını, var olanla barışık olmaması yanlarının altını çizmek gerek diye düşünüyorum. Bu bağlamda şiir asidir, kalıpları reddeder, resmi olanla sürekli kavgalıdır.” Servet Ziya Çoraklı, son konuşmalarından birinde, bize şu sözleriyle yol gösteriyordu: “Yoldaşlar, faşistlerin işkence merkezlerinde direnmek yetmiyor, namuslu olmak gerekir. Ezilen halkların yanında olmak, hayatın her alanında direnişler örgütlemek gerekir. Biz aydınız. Faşistlere boyun eğmek bize yakışmaz. Bizim tarihsel görevlerimiz vardır. Aydın demek, halkının öncüsü, yol göstericisi demektir. Kürt aydınları bunu başardı. Türk aydınlarının da başarmasını istiyoruz…..Gün ülkesini sevenlerin ülkesinin özgürlüğünü, halkların özgürlüğünü savunma günüdür. Gün faşizmin ülkemizdeki kalelerini yıkma günüdür.” Anılarını kavgamızda yaşatacağız.
a
Sayfa 79
EDEBİYATIMIZIN TAŞRADAN SES VEREN ÇALIŞKAN EMEKÇİSİ: SUNULLAH ARISOY 1925 yılında İstanbul Şile’de doğdu, 18 Aralık 1989’da yaşamını yitirdi. Bir süre İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenim gördü. Eğitimini yarıda bıraktı. Memurluk yaptı. Ankara'da bir banka-da, Bilgi Yayınevi ile Türk Tarih Kurumu Basımevi'nde çalıştı. Varlık dergisinde 1950’li yılların sonunda yayınlanan şiirleriyle adını duyurdu. Önce Garip akımı ve İkinci Yeni etkisinde şiirler yazdı. Şiirlerinde halk şiiri özelliklerinden ve temalarından da yararlandı. 1960 sonrası kısa kurgulu, karamsar içerikli toplumsal gerçekçi çizgide bir şiire yöneldi. Biçim arayışlarına girdi, divan edebiyatına özgü gazel tarzında şiirler denedi. Son döneminde Özdemir Asaf'ta olduğu gibi kısa, zekice söylenmiş, keskin sözcüklerle özlü anlatıma dayalı şiirler yazdı. Roman ve uzun anlatı türünde eserleriyle, şiir ve mizah antolojileri de var. Varlık dergisinde 1950’li yılların sonunda yayınlanan şiirleriyle adını duyurdu. Önce Garip akımı ve İkinci Yeni etkisinde şiirler yazdı. Şiirlerinde halk şiiri özelliklerinden ve temalarından da yararlandı.
a
TTK ve TDK'da çalıştı. 1960 sonrası kısa kurgulu, karamsar içerikli toplumsal gerçekçi çizgide bir şiire yöneldi. Biçim arayışlarına girdi, divan edebiyatına özgü gazel tarzında şiirler denedi. Son döneminde Özdemir Asaf'ta olduğu gibi kısa, zekice söylenmiş, keskin sözcüklerle özlü anlatıma dayalı şiirler yazdı.Kişiliği hakkında Burhan Günel şunları yazmaktadır. "M. Sunullah Arısoy’u anımsıyorum. Dingin görünüşlü bir beyefendi. Az konuşan. Konuşunca dinlemeden edilemeyen. Gözlük camlarının ardındaki gözleri uzaklara, derinlere, kimi zaman uzun uzun kendi içine bakan. Biraz mesafeli duran ama tanıdıkça açılan, pencerelerini aralayan bir kimlik... Arı dil savaşımcısı. Özgürlükçü. Toplumcu. İçten ve hesapsız. İnsana saygılı, insancıl. Sonuna kadar yurtsever.." Burhan Günel aynı yazısından Sunullah Arısoy'u şu şekilde betimlemeye devam eder: "İlk basımı 1958’de yapılmış olan “Karapürçek” adlı romanında şunları söyler: ‘Bu kasabanın uyanışını her zaman sevmişimdir. Leblebiciler dükkânlarını açtılar mıydı, mesele yoktu. Kasaba uyanmış demekti. Kav-rulmuş nohut kokusu, bir çalkantı sesi çarşı içine doğru yayılırdı. Nalbantlar, demirciler... Sonra okul çocukları... Çocukların sabahları okula gidişlerini seyrederken, ama her zaman, içim titrer benim. Nasıl yaşama sevinci dolu, bir ses çığlığıdır çıkardıkları... Nasıl koşuşurlar, gülüşürler... Kas-vetsiz yaşamanın ta kendisi!’ Bunlar, günümüzün küreselci, postmodernist edebiyat anlayışında basit, gereksiz, anlatılmaya değmez, sıradan, giderek ayıp şeyler! Çünkü günümüzdeki renkli medyanın ve çirkinliğin görüntülü kanallarının arsızlıkla öne çıkardığı yaşam tarzı ve anlayışı Arısoy’un önemsediği ilişkileri ve insan sevgisini, yaşama sevincini çoktan tüketti; bunların üzerine kanlı, çamurlu, kirli süngerini çekti. Şimdi insani ve doğal güzelliklerden ve toplumsal gerçeklerden kaçış zamanı. Şimdi arabesk, şimdi dünya vatandaşlığı, yurtsuzluk, kimliksizlik, ilkesizlik, onursuzluk, paraya ve güce tapınma ve daha bin türlü yozluk geçerli.”
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
Sayfa 81
İNSANÎ GERÇEKÇİLİĞİN İNCE ŞAİRİ BEHÇET NECATİGİL’İ ANIYORUZ! Burjuva edebiyatçılarca “küçük duyarlıkların şairi” olarak nitelenen, ama evinin penceresinden dünyaya açılan yüreğinde insanî gerçekleri de yansıtmaktan çekinmeyen şair Behçet Necatigil 13 Aralık 1979’da geride kendi şiir-düz yazı çevirilerden oluşan altmış üç yapıt bırakarak aramızdan ayrılmıştı. İlk şiiri, lise öğrencisi olduğu yıllarda Varlık dergisinde çıktı. O tarihten, ölümüne kadar hep şiirinin ve edebiyatının içinde oldu. Şiirlerinde evler, aile, çevre, aşklar, bunalımlar, hastalıklar, yalnızlıklar ve ölüm onun kendine has anlatımı ile çok defa kısa mısralar haline gelir. Eski ve yeni kelimeleri ustaca şiirine yerleştirir. Sağlam ve tutarlı bir şiir dünyası vardır. Döneminin garip ve sosyalist gerçekçi ve daha a sonra 2. Yeni şiir akımlarına rağmen daha çok bağımsız bir söyleyiş özelliği gösterdi.Behçet Necatigil'in şiir evreni daha derli toplu, daha somut, ama şiirsel derinliği daha az değil. O, titiz bir dize kurma ustasıdır, böylece de, en uç modernliğine ve özgünlüğüne karşın, Necati'den Şeyh Galib'e büyük divan şairlerini muhteşem dize sanatlarında derin kök salmıştır. Bu bağlılığını göster-mek için, Gönül olan soyadını, Necati soyundan anlamına gelen Necatigil olarak değiştirmiştir. Onun şiiri, inceltilmiş dize sanatıyla uyum halinde, sıradan insanın yaşamındaki sözde küçük, her gün yeniden karşılaşılan, dolayısıyla önemli sayılması gereken tasaları ve aykırılıkları kavrar: "Bir yanı var ömrümüzün kırık / Farlar büyültür gecede".Onun yapıtı bir divan oluşturur, ama saray yaşamının ve saraylıların hayal dünyasının değil, milyonluk kent İstanbul'daki semt insanlarının yaşamını, duyarlıklarını modern ve tarihsel çizgide ortaya koyar. Necatigil şiirini bilinçli olarak geliştirmeyi, onu öykünülmesi güç, öykünülünce sırıtan, kendine özgü bir şiir dili haline getirmeyi bildi. Şiirin araç ve gerecinin dil ve sözcükler olduğunu çok iyi bilen bir şair olarak Necatigil, baştaki yalınlığın, sadeliğin bir amaç değil, ancak gerçek şiire varma yollarından biri olduğunu da göstermiş oldu böylece. Nitekim çok sonraları, 1973'te, "Yalın şiir, bilgiden yoksun şiir, tek yönlü şiirdir. Oysa şiir, kesin bir açıklama, bir bildiri değildir; şaşmaz doğru, doğrultu değildir, tek yön değildir. Dilediğimiz yollara, yolculuklara açık, çeşitli yönlerdir, türlü doğrultulardır" diyerek "yalın" sözcüğünün başlangıçtaki dar algıla-nışına karşı çıkacaktır.Behçet Necatigil şiirlerinde, bir insanın ilgilenmesi lazım gelen sorunlardan bu sorunlar içinde hayat mücadelesi veren insanlardan bahseder. Harp olmuş, nice insanlar ölmüş, niceleri evsiz-barksız, anasız-babasız kalmıştır. Bir küfeci bile harpten, harbin getirdiği sefaletten bahsettiği halde, bir şair bundan niçin
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı bahsetmesin? Behçet'in denizaltı şiirinden bir parça: “Harp patladı, nüfus azaldı,/Çehreler ufaldı./Toprağın üstü kan içinde / yüzdü./ Ölüleri yerleştirmekte / Aciz gökyüzü.” Ve şair, bu vahşet karşısında "İnsanlık sevgisi lafta kaldı" demekten kendini alamaz.. O, kendi zamanını, beraber yaşadığı, her gün görüp tanıdığı insanları, onların dertlerini, sevinçlerini, küçük ve temiz hayallerini veriyor şiirlerinde. Onun şiirlerinde kendimizi, haklı buluyoruz. Gerçi şiirde bir kişi konuşur; fakat bu konuşan, geniş bir insan kütlesinin dertlerini, sevinçlerini kendi kalbinde duymuş, bu geniş insan kütlesinin sözcüsü olmuştur. Fertçi gözüken bu şiirlerin böyle bir sosyal karakteri vardır. Behçet Necatigil'in şiirlerinde çok tabiî, rahat bir söyleyiş vardır. O hakikaten söyleyecek sözü olduğu için şiir söyler. Bundan dolayı şiirlerinde hiçbir zorakilik, kendini sıkma yoktur. Behçet Necatigil'in de her şiirinde konuşma dilinin ifade zenginliğinden gayet ustalıkla faydalandığını görüyoruz. Behçet Necatigil, şiire bakışını şu sözlerle somutlar: "Şiir bilgi mi? Kuramsal bilgilerle mi yazılır şiir? Yoo, hayır, küçültür şiiri bu! Bilgiyi, bildiriyi öne alarak, standart maddelerle şiir yazanlar da olur. Ama şiir bir yaşantıdır; bize el koymuş, içimize taş gibi koymuş olayları, olguları kalıplara, biçimlere dökmek işidir..... Şiir, kesin bir açıklama, bir bildiri değildir; şaşmaz doğru, doğrultu değildir, tek yön değildir. Dilediğimiz yollara, yolculuklara açık, çeşitli yönlerdir, türlü doğrultulardır. Ben, düşündürücü yanlarını çoğaltmış, yatırım ve çabaları çokça, çokgen bir şiirden yanayım. Şiiri ağırlaştırıp, atraksiyonlara, süslere yatırıp, özü havasızlıktan boğmak değildir bu. “
Sayfa 83
EMEĞİN VE DİRENCİN ŞAİRİ ŞÜKRAN KURDAKUL'U HİÇ UNUTMADIK UNUTMAYACAĞIZ!.. Şükran Kurdakul için ilk söylenecek şey, onun bir “kararlılık ve direnç anıtı” olduğudur. Yaşamıyla ve yüreğiyle direnen bir anıt... Düşünceleri doğrul-tusunda yaşayan, düşüncelerinden ödün vermeyen, düşüncelerinin eyleme ve yaşama geçirilmesi için örgütlü savaşımlarla dolu bir anıt… O, acıyla, di-rençle, sevgiyle, coşkuyla ve bilinçle yükselen bir anıttır. O’nu tanımak için, genç yazarların, şairlerin örnek alması gereken yaşamından yola çıkmak en doğru yoldur. Şükran Kurdakul, devrimci, sınıf bilincini yaşamı ve yapıtlarıyla içselleştirenbir insandı. Bu şairliği, öykücülüğü, edebiyat tarihçiliği ağır basan bir yaşam ustasının kimliğine baktığımızda gördüğümüz şunlardır: 1927 doğumlu Şükran Kurdakul, “Kırk Karanlığı” içinde, “Fedailer Manga-sı”nın bir genç savaşçısı olarak henüz 19 yaşındayken (1946’da) TCK’nın ünlü 142. mad-desinden a tutuklanır. Şükran Kurdakul’un bu tutuklanması belki de yarım yüzyıllık bir onur ve direnmenin habercisidir. Bir yıl sonra tahliye edilir ve öğrencisi olduğu İzmir Karşıyaka Lisesi’nden Bakanlık kararıyla çıkarılır. Genç Kurdakul’un “Mah-pushane saksılarındaki baharı benden sor” dediği bu günlerden sonra yaşamındaki zorluklar başlar. Zorlukla ve zorbalıkla savaştır bu aynı zamanda. 1948’den 1950’ye kadar Maraş “sürgün alayı”nda askerdir. 1953’te 141. maddeden yargılanır ve 1955’e kadar Harbiye cezaevinde tutuklu kalır: “Acıların sütüyle büyüttüğü umutlar/Mahpushane avlularında boy verir...”der, 1956’da aklanır. Şükran Kurdakul’un yaşamını anlamada bu özetleme yetmez elbette. Bir başka açıdan baktığımızda onun örgütçülüğünü görürüz. Onun örgütçü bir edebiyat adamı olarak tanınmasının başlangıcı 1964’te “Türkiye İşçi Partisi” (TİP) üyeliğiyledir. İki yıl sonra partinin Balıkesir il başkanlığına ve Genel Yönetim Kurulu yedek üyeliğine, ardından da 1967’de Merkez Yürütme üyeliğine seçilir. Örgütçülüğünü edebiyat örgütlerinde sürdürür ve 1964’te “Türk Edebiyatçılar Birliği” Genel Sekreterliği’ne seçilir. 1976’dan sonra, “Türkiye Yazarlar Sendikası” (TYS) ikinci başkanıdır ve 12 Eylül döneminde yine 141. maddeden TYS davasından yargılanır. “PEN Yazarlar Derneği”nin kuruculuğu (1988), ikinci başkanlığı ve genel başkanlığı (1991-1997 arasında), “Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı” yöneticiliği, 1995’ten itibaren “Özerk Sanat Konseyi” ile “Ulusal Sanat Kurulu”nun da kuruculuğu ve ilk başkanlığı da Şükran Kurdakul’un yaşamının dönemeçlerindendir.
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
Şükran Kurdakul’un yaşamında süren yalnızca bunlar değil elbette. Öncelikle bir şair yaşamı vardır onun. Üstelik, şiire çok erken yaşta başlar. 1943’te 16 yaşında bir lise öğrencisiyken Tomurcuk adlı ilk şiir kitabını çıkarır. Şiire yeniden yoğunlaşması 1950’li yılların başındadır. Bu dönem yazdığı şiirlerin çoğu içine sinen bir yapıda değildir. Daha sonra, bu şiirleri için, “toplumsal duyarlılıkları olan dizelerin yer aldığı şiirlerde kendi sesini bulduğu...” söylenince çok sevinir. Cezaevi yıllarındaki çalışmalarının bir kısmı Giderayak’ta (1956) yer alır. Kurdakul’da şiir, sanki özgürlük, doğa, dostluk, sevgi özlemiyle kuşatılmıştır ve bu kuşatmaya karşı bir direniş boy vermektedir sürekli.İçerikle biçimin bütünleşmesinin Şükran Kurdakul şiirindeki ilk örnekleridir ve kendi şiirine doğru önemli adımlar atmaktadır. Kurdakul, 1942-52 dönemini kendisi şiirinin çıraklık dönemi olarak tanımlar. İyimserlikle, aydınlıkla dolu Nice Kaygılardan Sonra (1963) adlı kitabıyla ise şair kimliğini doğurmaya başlar. Onun şirinin doru-ğuna çıkmaya başlaması, bir şair duyarlılığının ve inadının olanca görkemiyle ortaya çıkması, 1970’lerden sonraki şiirlerindedir. Usta şair ürünlerini, örneğin “Sözcüklerle büyüdük, ezgiler yarattık/Düşlerle saltanat kurduk, benzetiler yarattık/ Kurtuldum sandığın gün Pir Sul-tan’dan/Sevdamızla Yunus, hüznümüzle Fuzu-liler yarattık.” dizeleriyle karşımıza getirmeye başlar: Acılar Dönemi (1977). Şükran Kurdakul, daha sonra çıkardığı ve 1983 Nevzat Üstün Şiir Ödülü’nü alan Bir Yürekten Bir Yaşamdan (1982)’da “Al Beni Sevecenliğine” der ve yine kendini koyar ortaya: “Ben sevdayım, al beni sevecenliğine/Ben gülüm, dallarına aşıla beni/Çocuğum ben, göğsünde büyüt/Umudum ben, düşüncende geliştir./Acıyım, gerçeği ararsanbende/İnancım, coşkuyuararsan bende.” Şiirle anlatamadığı temaları öykülerde işler. Toplumdaki adaletsizlik ve yargının sorunları, hapislikler, Kurtuluş Savaşı’nın insanları, beyaz yakalılar dediği kafa emekçileri onun öykülerinde işlediği konulardır. Şükran Kurdakul’un edebiyat tarihçiliği de bir başka özelliğidir. Onun bu kimliği araştırıcı bir edebiyat adamını çıkarır toplumun karşısına. 12 şiir kitabı ve beş öykü kitabının sahibi olan bir şair ve öykücü olmaktan başka özgün bir edebiyat tarihçisi ve düşün adamı olarak da devrimci kültürümüze ışık tutmayadevam ediyor: ARMAĞAN
Bunca yıl çok ışık birikti avuçlarımda Senin olsun Esinlen sevgi dokuyan ellerimden Bunca yıl şiirin, kardeşliğin, kavganın Has bahçelerinde yarattım bu gerçeği, Sabrım senin olsun. Aşkım senin olsun. Acıların sütüyle büyüttüğüm umutlar Mahpushane avlularında boy verdi, Dolunay menekşelendi kirli kara camlarda.
Her görüşte yeniden vurulduğumuz ana evren Özgürlüğe boyadık saksıdaki çiçeği Senin olsun. Biz ki acılar döneminden Ellerimizi kirletmeden geçtik. Direncim senin olsun, Sevgim senin olsun.
ŞÜKRAN KURDAKUL
Sayfa 85
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
FATVA TUKAN, ŞİİRLERİNDEN KAVGA VE UMUT SAĞIYOR HÂLÂ…
a Filistin ve Arap şiirinin en önemli temsilcile-rinden; yaşamı sürgünler ve işgaller içinde geçen Fatva Tukan, 9. ölüm yıldönümünde de şiirleriyle Filistin’in ve dünya halklarının özgür-lük mücadelesine ses vermeyedevam ediyor. Fatva Tukan, 1914 yılında Nablus'ta doğdu. Filistin şiirinin önemli adlarından İbrahim Tukan'ın kardeşidir. Ağabeyinin katledilmesi üzerine geçirdiği üzüntülerin ardından onun izinden yürümeye karar verdi. 1967 yılında çıkan savaştan önce şiirleri bütün Arap dünyasına yayıldı. Bu savaşta Nablus düşünce Fatva Tukan da İsrail'in işgal ettiği topraklarda yaşamak zorunda kaldı. Bu savaşın sonucunda O'nun şiiri yeni bir görünüm kazanmaya başladı. Sürgün ve ezilmişlik duyguları altında, kavgaşiirineyöneldi. Fatva Tukan yıllarca Filistin’in özgürlüğe, bağımsızlığa ve kurtuluşa kavuşması için savaşmış devrimci bir şairdir. Ömrü boyunca baskılara, işkencelere ve zulümlere maruz kaldı, cezaevlerinde yattı. Ama 7’den 70’e bütün Filistinlilerin elinde dolaşan bir silah oldu O’nun şiirleri. Şiirleriyle yurtsever Filistin halkını, Filistin’in bağımsızlığı için kavgaya ve mücadeleye çağırdı. Onun şiirleri, Filistin halkını kavgaya çağıran bomba süsü verilmiş pankartlardır ve bildiriler olarak da tanımlandı. Onun şiirleri emperyalizme, faşizme ve sömürgeciliğe karşı pimi çekilmiş bombalar ve dinamitler oldu. Bu yüzden olsa gerek , İsrail Savunma Bakanı ve Başkomutanı Moşe Dayan, Fatva Tukan
Sayfa 87
a yıkıcıdır" demişti. Bir süre hapiste de hakkında, "Onun şiirleri, 10 suikasttan daha yatan Fatva Tukan, Nablus’ta yaşamaya devam etti. 13 Aralık 2003'te sonsuzluğa göçtü. Filistin şiirinin bu önemli kavga şairini saygıyla selamlıyoruz.
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
ABİDİN DİNO EMEĞİN ÇİZGİLERİNDE VE RENKLERİNDE YAŞIYOR… Tek bir bireyin değil, insanlığın mutluluğuna resimler çizen Abidin Dino’yu 16. ölüm yıldönümünde anıyoruz. Ağabeyi şair Arif Dino'nun desteğiyle resim, karikatür ve yazı alanında kendini geliştirmeye başladı. İlk desenleri Yarın gazetesinde, ilk yazıları Artist dergisinde 1930'lu yılların başında yayınlandı. Bu yıllarda Nazım Hikmet'in şiir ve oyun kitaplarına kapak desenleri çizdi. Çok genç yaşta ünü ülke sınırlarını aştı.1933 yılında D Grubu adlı sanat akımının kurucuları arasında yer aldı. Grubun amacı, memlekette sanatın gelişmesini ve yayılmasını sağlamaktı. Düşünce yanı ağır basan resimler yapacak, batıdaki çağdaş akımlarla boy ölçüşecek yenilikler getireceklerdi. Başlangıçta Chagall ve Picasso'nun etkisinde kalan sanatçı, daha sonraları yapıtlarında özgün ve yerel bir senteze ulaştı. Yeniler Grubu'nun Liman çevresindeki balıkçıları konu alan ilk sergisini açtığı 1941 yılında Abidin Dino, siyasi nedenlerle önce Çorum Mecitözü'ne, sonra da Adana'ya sürgüne gönderildi. Adana'da Türk Sözü gazetesini yönetti. Kel adlı bir oyun yazdı, ancak oyun hemen toplatıldı. Çukurova'nın pamuk işçilerini konu alan resimler yaptı. Resmin yanı sıra heykel le de ilgilenen Dino 1943 yılında dilci Güzin Dino ile evlendi. Sürgün sona erince İstanbul'a döndü. 1952'de yurt dışına çıkış yasağı kalkınca Paris'e yerleşti. Zaman zaman Türkiye'de kişisel sergiler açan Abidin Dino, 7 Aralık 1993 günü Paris'te hayatını yitirdi. Abidin Dino, büyük dostu Nâzım Hikmet gibi, Marksistti. Dünyadaki tüm değişikliklere, yaşanan büyük tragedyalara, reel sosyalizmin çöküşüne karşın, bu inancını hiçbir zaman yitirmedi. Bu inancın gereği olarak da halktan, özgürlükten, barıştan yana bir sanat yolunu izledi.
Sayfa 89
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
FAŞİSTLERTİN KATLETTİĞİ İLERİCİ BİLİM İNSANI, CAVİT ORHAN TÜTENGİL ÜRETTİKLERİYLE HEP ARAMIZDA.. Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil 33 yıl önce öldürüldü. Katilleri ve onları azmettirenler hâlâ hesap vermedi. Dava dosyası kaybedildi. Türkiye yasaları uyarınca, olay zaman aşımına uğradı. Yıllar önce "Benden yarına kalacak olan namusluca yaşanmış bir hayat, kitaplarım ve çocuklarım olabilir" diye yazmıştı. Yarına bir de kapanmayan bir dosya bıraktı. Biraz önce eşiğinden geçtiğimiz bu kapıdan 7 Aralık 1979 sabahı çıktı. Derse yetişecekti. Birkaç dakika sonra, uğursuz gürültüler kapıyı geçip içeri doldu. Öğrencileri dakikliğine hayran oldukları hocalarını beklediler. Otobüs durağına giden asfaltta Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil'in cansız bedeni yatıyordu. Dokuzdaki derse geç kalma telaşıyla yola çıkan babasıyla, şimdi şu etrafında oturduğumuz masada son kez kahvaltı edemediği için hayıflanan Deniz Tütengil, "Cinayeti işleyenler yakalanıp cezalandırılmadıkça babam o asfaltta yatıyor olacak" diyor. "Ve biz bu ülkede mutlu, huzurlu yaşayamayacağız.“ Tütengil öldürüldüğünde 58 yaşındaydı. Mezartaşında bir yazısından şu alıntı yer alıyor: “Dünyamızı güzelleştirmeye bakalım. Can dostların ölümünden sonra yaşamanın bedeli, dünyamızı güzelleştirme doğrultusundaki çabalardadır”. Faili meçhul diye anılan binlerce cinayetin işlendiği ve tetikçiler ile onları azmettirenlerin hesap vermediği, korunup kollandığı, hatta yüceltildiği bir ülkenin, Türkiye’nin, bu ayıptan arınmadan dünyayı güzelleştirmeye katkısı olabilir mi? Tütengil, toplumbilimci olarak edebiyat ve sanatla da yakından ilgilenmiş, birçok alanda yazılar yazmış, geride araştırmalarının ve düşüncelerinin ürünü çok sayıda yapıt bırakmıştır. Cavit Orhan Tütengil’in yaşamı ve bilimsel yapıtları, bir aydın olarak onun en temel özelliğini öne çıkarırken, yurtsever kimliğini ve insancıl yanını da ortaya koymaktadır. Cavit Orhan Tütengil’in aydın konusundaki, şu sözleri de, bize bugün yapmamız gerekenleri ve duruşları hatırlatır gibidir:
Sayfa 91
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
ERDAL EREN HALKIN KAVGASINDA HALKIN YÜREĞİNDE DAİMA YAŞIYOR! Sadece Türkiye tarihine değil, dünya tarihine de kara bir leke olarak geçen 12 eylül askeri cuntası, 17 yaşında idam sehpasına yolladığı Erdal Eren adıyla da lanetlenmeye devam ediliyor. Bir askeri öldürdüğü iddiasıyla, “jet hızıyla” yapılan göstermelik yargılama sonucu idam edilen Erdal Eren, idamının 29. yılında tüm devrimciler ve kavga arkadaşları tarafından anılıyor. Askeri yargıtay 3. dairesi’nin, önce “delillerin noksanlığı” nedeniyle esastan, ardından da, idamın müebbet hapse çevrilmesini gerektiren “TCK’nın 59’uncu maddesinin uygulanmaması” nedeniyle usulden bozma-sına rağmen, daireler kurulu iki kararı da reddetti. red kararlarıyla yargılamanın yeniden yapılmasının yolu kapatılırken, Eren’in avukatı Nihat toktay, kararı, “yargıtay içinde bitirildi” diye değerlendirdi. Güvenlik konseyi tarafından onaylanan karar, dünya çapında yürütülen “ idamı engelleyelim, Erdal Eren idam edilemez” kampanyalarına rağmen 13 aralık 1980’de Ankara Merkez Cezaevi’nde infaz edilirken, faşist cuntanın başı Kenan Evren’in, “asmayalım da besleyelim mi?” sözleri zihniyetlerini özetledi. 17’sinde yiğit, genç devrimci Erdal Eren’in idamını, basit bir hukuksuzluktan çok, sınıf mücadelesinde önemli bir uğrak, durak, nokta olarak görüp, öyle değerlendirmek gerekir. Zira, o işçi sınıfının bu mücadelede en önde çarpışan, çarpıştırılan ve her türlü yiğitlik, kahramanlığı hak etmiş bir militanıdır. Sınıf mücadelesinin ne kadar keskinleştiğini gösteren bir tanıktır. Mahkemelerdeki, işkencehanelerdeki, mahpushanedeki duruşu bunu gerektiriyor. O bir mazlum olmaktan çok, sınıf mücadelesinin keskinleştiği bir dönemde saflarda yerini almış, devrimci, yiğit bir gençtir. Böyle anılmayı hak ediyor. Erdal da mahkemede söylediği şu sözlerle bu savı doğruluyor: "Bir gün, mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru kararı verecektir!”
Sayfa
93
KAFA Dergisi 16. Sayı arka kapağından alınmıştır.
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
DÜŞÜN VE EYLEM İNSANI ÖLÜMSÜZ DEVRİMCİ SİMAVNALI ŞEYH BEDREDDİN’İN KATLEDİLİŞİNİN 600. YILDÖNÜMÜNDE DÜŞÜNCELERİYLE IŞIK TUTUYOR Balkanlarda 5 asırdan beri konuşulan, ülkemizde ise son 50 yılda sözü edilmeye başlanan biri Şeyh Bedreddin. Dünya tarihinde toprak sahiplerinin değil, toprağı işleyenin çıkardığı, gayet cüretkâr ve evrensel ilk ayaklanmanın da tezahür etmesini sağlayan ilk tebliğ insanı idi. Bir Anlamda, Şeyh Bedreddin ve düşüncesi , sosyalizmin bu topraklardaki kökleri idi. Şeyh Bedreddin, yalnızca Anadolu topraklarında gerçekleşmiş bir devrimci ayaklanmanın lideri değil; bütün insanlık için adil ve eşit bir toplumsal düzen fikrinin ilk yaratıcılarındandı. Belki de bunun için aradan geçen neredeyse altı yüzyıldan sonra bile sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için yürütülen mücadelelere ilham kaynağı olmaya devam ediyor. Bedreddin günümüzden altı yüzyıl önce insan toplumunun içine sürüklendiği sapmanın farkına varmış, bu yanlışın kaynaklarına ve kökenlerine inerek yeni bir toplumsal düzenin nasıl mümkün olabileceğini araştırmaya girişmişti. Bedreddin’in ilk fark ettiği gerçek, insanların eşit olarak doğmaları gerekirken eşitsizliğin hüküm sürdüğü bir dünyada ve adaletten tümüyle uzak bir toplumsal düzen içinde yaşadıklarıydı. Bedreddin aslında binlerce yıllık bir gerçekliğin bilincine varmıştı. Gerçekten de insanlık tarihinin bilinen en eski ilişki biçimlerinden birisi insanların topluluk halinde yaşaması ise diğeri bu topluluk yaşantısı içinde ortaya çıkan ezen-ezilen ilişkisidir. Bu tarihsellik içinde, her dönemin egemen ideolojisi bu gerçekliğin egemen güçler lehine devam etmesi için çeşitli yöntemler denedi. Buna karşılık insan toplumlarının eşitlik arayışı her seferinde türlü yöntemlerle bastırılmaya çalışılsa da bir şekilde kendisini ortaya koymayı başardı. Kapitalizmin ideolojik hegemonyası, sadece kendi toplumsal yapısını ve hükmetme biçimlerini dayatmak ve korumakla sınırlı kalmadı; buna karşı gelişebilecek muhtemel tepkileri de sistematik olarak yok etmeye girişti. Kapitalizm, insan topluluklarının eşit ve özgür bir toplumsal düzen kurma mücadelesinin ideolojik ve tarihsel dayanaklarını ortadan
Sayfa 95 kaldırmaya, bunları bilim dışı, gerçeklik dışı ilan etmeye kalkıştı. Kapitalizm yalnızca kendisine alternatif bir düzenin kurulmasını engellemekle de yetinmedi, insanlığın ütopyalarını bile yoketmeye girişti. Bugün kapitalizm en ağır darbelerini insanların ruhuna ve beynine indiriyor. Ütopyaların bile yasaklandığı bir kapalı devre sistem, devrimin ve eşitlikçi bir toplum idealine ulaşmanın imkansızlığı propagandasını yapıyor. Şeyh Bedreddin ise eşitsizliğin kutsandığı günümüzden asırlar öncesinden kopup gelen hakikat çağrısıyla bütün insanlığa yeniden hakikat yolunu gösteriyor bugün. Şeyh Bedreddin’e gelinceye dek insan toplumunun eşitlik arayışı daha çok bir “cennet arayışı” şeklinde, kendiliğinden gerçekleşmesi beklenen bir ütopyadan ibaretti. Bedreddin ve talebelerinin öncülük ettiği ayaklanma ile birlikte örgütlü ve disiplinli bir devrimci örgütlenme yoluyla yeni ve eşitlikçi bir toplum kurma mücadelesi ete kemiğe bürünmüş oluyordu. Bedreddin’e kadar tarihsel ilerleme ve medeniyetlerin gelişimi daha çok fetihler ve yağmalar şeklinde gelişen tarihsel devrimlerle gerçekleşmekteydi. Bedreddin isyanından sonra ise sosyalizm bir “cennet” beklentisinin ötesine geçerek örgütlü kitlelerin bir ideoloji etrafında ve bir örgütsel yapı öncülüğünde gerçekleştirecekleri bir yeni düzen olarak ortaya çıkıyordu. Bu açıdan Varidat kitabı, Şeyh Bedreddin Hareketinin manifestosudur aynı zamanda... Bedreddin de bu mücadeleyi tek başına değil Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal gibi yoldaşlarıyla birlikte verdi.. Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa da tek başlarına değildiler, etraflarına topladıkları binlerce köylü ile birlikte hareket ettiler. Artık ortak konulan eylem manifestosu çevresinde çeşitli ırk ve dinden insanlardan oluşan bir toplumsal mücadele söz konusudur. Ortaklaşmacı bir düzeni kurmak için ortak bir dava yaratılması söz konusudur. Böylelikle Bedreddin’le birlikte ilk kez mevcut düzenin ezilenler lehine değiştirilmesini hedefleyen ve bunu kitlelere bilinç götürme yoluyla gerçekleştiren bir toplumsal mücadeletoplumsal devrim fikri yaratılmıştır. Toplumsal yapıya bilinçli bir müdahale ve bunun yolu olarak örgütlü mücadele fikri, Bedreddin’in sosyalist mücadele birikimine yüzyıllar öncesinden yaptığı en önemli katkıdır. Bu toplumsal mücadeleyi de en güzel şekilde yine Nazım anlatır Şeyh Bedreddin Destanı’nda; hep bir ağızdan türkü söyleyip hep beraber sulardan çekmek ağı, demiri oya gibi işleyip beraber, hep beraber sürebilmek toprağı, ballı incirleri hep beraber yiyebilmek, yarın yanağından gayrı her şeyde her yerde hep beraber! diyebilmek İçin onbinler verdi sekiz binini...
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
Gerçekten de Bedreddin, daha 15. yüzyılda, özel mülkiyetin sorgulanmasının bile akla gelmediği bir dönemde özel mülkiyeti tümüyle ortadan kaldırmak için yola koyulmuştu. Bedreddin’in talebesi Börklüce Mustafa şeyhinden öğrendiklerini şu sözlerle özetliyordu; “ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmesin. Kadınlar hariç bunların hepsi hepimiz içindir ve hepimizin ortak malıdır” Eski düzeni yıkmak ve yeni bir düzen kurmaksa artık hem bir dava haline gelmiştir hem de insanın kendi benliğini ve özünü yeniden yaratmasını sağlayacak bir yeni insan yaratma sürecidir. Bu açıdan Bedreddin’in eylemi sadece kurulu düzenin yerine yeni bir düzen koymak değil, yeni bir insan ve yeni bir toplum yaratmayı da hedefler. Bu dönüşümü de önce kendinde uygular. Bedreddin, Edirne’ye bağlı Simavne kasabasının Kadısı olan babası dolayısıyla varlıklı ve ayrıcalıklı bir sosyal sınıfa mensuptur. Başlangıçta bu sosyal konumunun yarattığı ayrıcalıklarla ciddi bir dinsel eğitim alır. Aradan geçen süreçte ise ünü bütün Osmanlı coğrafyasına yayılır. Artık İslam hukukunun en büyük bilginlerinden birisidir. Bu sırada Osmanlı tahtı kardeş kavgalarıyla ve iktidar hesaplarıyla sarsılmaktadır. Bedreddin de, öğretmeni olduğu Musa Çelebi’nin Edirne’de hakimiyeti kurması üzerine Musa Çelebi tarafından Kazasker olarak görevlendirilir. Ancak içine doğduğu sosyal yapı ve edindiği ilmi ve siyasi mevkiler onu mutlu etmez. Bedreddin, toplumdaki eşitsizliklerin ve adaletsizliğin her geçen gün daha da derinleştiğini görmektedir. Bu eşitsizliklerin kaynağını araştırmaya giriştiğinde ise iktidarın ve zenginliğin, mülk sahibi olma ve yoksulluğun tanrısal bir düzenin kuralları olarak kutsandığı toplumsal düzenle karşı karşıya kalır. Mısır başta olmak üzere Osmanlı’nın ve İslam dünyasının pek çok önemli merkezinde geçirdiği zaman, onun bu fikirlerinin daha da olgunlaşmasına yardımcı olur. Bu gerçeği kavramasıyla birlikte ise kendisine büyük din bilgini sıfatını kazandıran bütün kitaplarını Nil nehrinin sularına atarak yok eder. O güne kadar kazandığı bütün ünvanları reddeder ve servetinin tümünü yoksullara dağıtarak kendisini bu adaletsiz düzenin bir uzvu haline getiren herşeyden kurtulmaya girişir. Bu noktadan itibaren önünde açılan yol yeni bir arayışın ilk adımıdır. Bedreddin, artık bir hakikat arayıcısıdır.Şeyh Ahlati’nin hizmetine giren Bedreddin artık sıradan bir din adamı değil bir Sufi’dir. Sufi, bütün zamanını iç dünyasını temizlemeye çalışarak geçiren kişiydi. Bedreddin, hakikate ve eşitliğe ancak bütün kirlerinden arınmış temiz bir ruhla ulaşılabileceği düşüncesiyle, kendisini acıyla terbiye eden bir arınma sürecine girdi. Bu ruhunu acıyla terbiye etme arayışı, O’nun halkın çektiği acıları kendi benliğinde ve vücudunda hissetmesine ve böylelikle gerçek eşitliğin ve adaletin dinsel kitaplarda vaaz edildiği şekilde öbür dünyada değil, tam tersine bu dünyada olduğu fikrine ulaşmasına yol açtı. Bedreddin artık talebelerine olabildiğince çok insanı hakikat yoluna çekmenin önemini anlatıyordu. Bu aynı zamanda insanları gerçekten özgürleştirmenin de tek yoluydu. Dünyada hiçbirşey insansız olamazdı. Ama bu insanların çoğu, küçük çıkarlar ya da anlık zevkler uğruna bütün insanlığın gerçek çıkarlarını göremeyecek derecede körleştirilmişlerdi. Bu nedenle Bedreddin’in talebelerine verdiği görev mümkün olduğunca fazla sayıda insanı hakikat yoluna çağırmak, onlara gerçekleri anlatmak ve onları doğrunun ve adaletin safına
Sayfa 97 çekmekti. Onlara, “Senin ilacın sende!” diyordu. Bedreddin, çevrersini saran karanlığa karşın, insanlara gerçekleri göstermek gerekiyordu ve bunun yolu da gerçeği insanların en kolay anlayacakları şekilde onlara anlatmaktan geçiyordu. Müritlerine tavsiyesi de bu oldu. Belki de bu nedenle olsa gerek, dönemin gerçekliğinin dayattığı bir biçimde Bedreddin ayaklanması, dinsel söylemlerin de kullanıldığı bir isyan olarak ortaya çıktı. Ancak amaç dinin öbür dünyada vaadettiği cenneti bu dünyada kurmak ve bütün insanları bu ideal etrafında biraraya getirmekti. Bu açıdan Bedreddin hareketi dinsel bir ayaklanma değil, sosyalist mücadelenin tarihsel süreç içindeki ilk önemli deneyimlerinden birisi olarak tarihteki yerini aldı. Bedreddin ve talebeleri bunun için ortaya atıldılar ve etraflarına topladıkları binlerce köylü ile birlikte isyan ettiler. Börklüce Mustafa Aydın’da, Torlak Kemal ise Manisa yöresinde Bedreddin’in fikirleri doğrultusunda örgütledikleri binlerce köylüyle birlikte büyük bir başkaldırıya giriştiler. Ancak isyan başarısız oldu. Bedreddin’in öğrencisi Musa Çelebi’nin iktidar kavgasında mağlup olması ile birlikte Osmanlı’daki iktidar yapısı tümüyle değişmişti. Mehmet Çelebi’nin iktidarı devralmasıyla birlikte Osmanlı iktidarı bu ayaklanmayı büyük bir güç kullanarak bastırma yoluna girdi. Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa mağlup edildiler ve yakalanarak öldürüldüler. Bedreddin ise bu haberleri aldıktan sonra Musa Çelebi’nin yenilgisinin ardından sürgüne gönderildiği İznik’ten ayrılırken yakalandı. Hicri takvime göre 27 Şeval 819, Rumi takvime göreyse 18 Aralık 1416’da Serez’in Bakırcılar Çarşısı’nda kurulan bir darağacında idam edildi Bedreddin. Gerçekten de dönemin özellikleri düşünüldüğünde böyle bir ayaklanma için erken davranılmıştı ve yenilgi kaçınılmaz olarak gelmişti. Ama insanlık tarihi her zaman ezilenlerin zaferini değil, çoğu zaman da yenilgilerini yazdı ne yazık ki. Ancak bugün, aradan geçen yüzlerce yıldan sonra bile, insanların eşit ve özgür bir düzen içinde yaşamaları için yürütülen bütün toplumsal mücadeleler için bir esin kaynağı olduğu düşünülürse, Bedreddin’in düşünce ve eyleminin o gün olmasa bile bugün büyük bir zafer kazandığı da görülecektir. Elbette her ayaklanmanın başarıyla sonuçlanması da beklenmemelidir ve zaten bu mümkün de değildir. Ancak tıpkı Bedreddin örneğinde olduğu gibi kendisinden sonraki mücadeleler için yolu açan ve gelecekteki zaferleri içinde taşıyan bir miras bırakılması bile başlı başına bir zafer değil midir aslında? İşte bize Bedredin’den kalan düşüncelerden bir demet: “Kötü ve Çirkin işlerle uğraşan insanlar Hak’tan uzaklaşmışlardır. Cehennem işte budur. Cennetle cehennemi başka yerde aramak saçmalıktır.” “Hakikat bize insanları varlıklarına, dinlerine, dillerine göre ayırmamızı değil, birleştirmemizi buyurur.” “Ay ve güneş herkesin lambasıdır, hava herkesin havasıdır, su herkesin suyudur. Ekmek neden herkesin ekmeği değildir?” “Evren yaratılmamıştır, yok da olmayacaktır.” “Dünyadaki bütün mallar, insanların ortaklaşa yararlanması içindir.” “Yeryüzünde doğal sınırlar yoktur, bu yüzden insanlar arasında bölünmüş topraklar bulunması da yanlış olur.”
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
Sayfa 99
DÜNYA EMEK - BARIŞ - DEMOKRASİ ŞİİRLERİ
GÜNEY AFRİKA CUMH. (MONGANE WALLY SEROTE ) DAĞISTAN (RESUL HAMZATOV) NİKARAGUA (ERNESTO CARDENAL) GÜRCİSTAN (MUHRAN MAÇAVARİANİ)
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
RESİM:DAVİD R. VETZEL
YANAN BİR SİGARA
Bu küçük kara çocuk paketten bir sigara çeker gibi geldi dünyaya ve yakıldı. Bakar yükselen, kıvrılan, dağılan duman olmuş umutlarına sonra... Hiç. Büyür sigaranın külleri gibi büyür, hem uysal, hem savunmasız. Ve ezilip söndürülür
MONGANE WALLY SEROTE (ÇevireniBilinmemektedir)
Sayfa 101
LEYLEKLER
Bana öyle geliyor ki bazen Savaş tarlalarından dönmeyen askerler Uzanmış yatmamışlar toprağa o zaman Bembeyaz leylek olup uçup gitmişler Ta o günden beri sanki Uçuyorlar uçuyorlar ve sesleniyorlar bize Sık sık susuveriyoruz ansızın Hüzünle bakarken göklere Uçuyorlar uçuyorlar uçuyorlar Yorgun akşam alacasının sisinde Ve küçücük bir boşluk var aralarında Belki benim için o yer Kuşkum yok gün gelecek bende Uçacağım bu sürünün içerisinde Aynı sisli alaca karanlıkta Ve kuşça sesleneceğim göklerden Yeryüzünde bıraktığım sizlere
RESUL HAMZATOV (Çeviri:Vera Feoneva)
Emeğin Sanatı 11. Yıl 181. Sayı
KOŞMALAR Buradan geldi geçti o, yürüyerek, işsiz ve makamsız, ve bir kuruşsuz. Yalnızca ozan, orospular ve pezevenkler o'nun şiirini tanıdılar. Yurt dışına hiç çıkmamıştı. O, zındandaydı. Şimdi öldü. O'nun anıtı yok. Ancak o'nu anımsa, beton köprüleriniz olduğunda, büyük tekneleriniz, traktörleriniz, gümüşlenmiş ambarlannız ve iyi hükümetleriniz olduğu zaman. Çünkü o, şiirleriyle halkın dilini temizledi, ve bunlarla günün birinde, tıcari anlaşmalar, anayasa, aşk mektupları ve kararlar yazılacak.
ERNESTO CARDENAL (Çeviri: Cevat Çapan)
Sayfa 103
*** Kadındır sabah, Toprak kadın, Akşam kadın, Yağmur kadındır, Her şeyi, Kadınmış gibi seviyorum. Ve ne zaman biri Benden daha iyi Yüceltse sabahı, Öyle sanıyorum: Benden alacaklar, Sevdiğim kadını
MUHRAN MAÇAVARİANİ (Çeviren: Fahrettin Çiloğlu)
DÜNYA ŞAİRLERİNİNKISA KISA ÖZGEÇMİŞLERİ: DÜNYA ŞAİRLERİNİN ÖZGEÇMİŞLERİ:
AGOSTİNHO NETO:Angola'nın ünlü şairi ve Angola Devlet Başkanı (1975-1979) Ülkesinin kurtuluş savaşına önderlik eden Neto’nun Angola halkının şiiri sıkı sıkıya Angola Kurtuluş Halk MONGANE WALLY SEROTE (1944 - kurtuluş ): Güneykavgasıyla Afrikalı yazar, daha liseilişkilidir. yıllarında “siyah bilinç İçin hareketi”ne Hareketi’nin yaptı. aktivizmin, Tıp Eğitiminden 1960'da harekete ve liderlik etmeye başladı ve olaylar katıldı. Şiirleribaşkanlığını sıklıkla, siyasi siyah sonra kimliğin gelişmesinin ayaklanma ve direnişin şiddetli esnasında Portekizlilerce 30 sivil öldürüldü, yaklaşık 200güçlü kişi yaralandı. Neto; Portekiz koloni makamlarıncaBu aynıtavrı görüntülerini konu edinmektedir. Serote'nin şiirleri bir siyasi itiraz unsuru içermektedir. yıl tutuklanarak Lizbon'da atıldı. ay Hapisten Fas'a sonra daoluşturulan Zaire'ye gitti. 1962 yılında nedeniyle, 1969’da tu tuklanhapse dı, dokuz tecri ttekaçan kaldı.Neto; Dahaönce sonra hakkında kamuoyu baskısı kurtuluş savaşına devam etmek üzere ülkesine döndü. Angola halkının Portekiz sömürgeciliğine karşı verdiği nedeniyle hükümet bedelsiz olarak serbest bıraktı. Newyork’ta güzel sanatlar eğitimi gördü, daha sonra kurtuluş savaşı, şair Neto'nun önderliğinde başarıya ulaştı. 1969-1970 Afrika Yazarlar Lotus ü Koluöbiye üniversitesinde eğitimini sürdürdü. Bugün Afrika Ulusal Asya Kongresi’nin sanat Birliği'nden ve kültür bölümün Ödülü'nü aldı. sanat, (1975-1976) Lenin Barış Ödülü'nü kazandı. Kanser uğraşmaktadır, tedavisi sürerken yönetm ektedir. kültür, yılında yerli mimarlık ve afrika rönesansı konularıyla 2004Moskova'da yılında Pablo hastanede sonsuzluğa yürüdü. Neruda ödülünü aldı. JORGE REBELO:1940 doğumlu Jorge Rebelo, MOZAMBİKli şair, avukat, gazeteci . Portekize karşı Mozambikli RESUL HAM ZATOV(1923-2003): Kuzey Kafkasyalı ünlü Avar şair Resul Hamzatoviç Hamzatov, bir Avar köyü gerilla grubu ile direnişin öncülerinden oldu. Şiirlerinde Mozambik özgürlükmücadelesini, bağımsızlık için olan Tsad a'da doğdu. Bab ası da Dağıstan halk şairi Hamzat T sadas'tı. Tsada köyün de orta öğreniminin mücadele, direniş çağrıları öne çıkmaktadır. Özgürlük savaşını ve savaşanları över, yoldaşlarını motive eder , ardından öğretmen okulun a gitti; ortaokul öğretmenliğişiddetli ve Avar Tiyatrosu'nda tiyatro oyunculuğu yaptı. kavgaya Avar çağırır. Bu şiir, Mozambik özgürlük mücadelesininen günlerinde, kendisiyle gizlice görüşmeye Moskova'da Gorki gazeteciye Edebiyat Ensti tüsü'nü 1970'd1975 e bitirdi. 1943ülkenin yılındabağımsızlığını SSCB Yazarlar Birliği üyesi, 1950 yılında gelen iki İsveçli verilmişti. Rebelo, yılında hemen sonra Mozambik'in ölümüne dekDağıstan Yazarlar Birliği başkanı seçildi. Hamzatov' un ilk kitabı 1943 yılında Avar dilinde enformasyon bakanı ve ülkedeki en güçlü adamlarından biri oldu. yayınlanmıştı. Ru s ve Avar dillerinde yazdığı onlarca şiir ve düzyazı kitabı bulunan Hamzatov, Puşkin, ELLİS AYİTEY KOMEY:(1816-1887) Proletaryanın sesini, sosyalizmi türküleri ve şiirleriyle dünayaya yayan Lermontov, Yesenin ve Mayakovski gibi şairdir. sanatçıların yapıtlarını Avar diline1848’de çevirmiştir. 1952'dedövüştü. Sovyetler Birliği şairdir. Enternasyonal’ın sözünü yazan Önceleri işçi olarak çalıştı. barikatlarda 1871 Devlet Öd ülü'nü, 1962'de Lenin Ödülü'nü 1959'da Dağıstan Halk Şairi,kaldı. 1974'de Toplum Çalışan Paris Komünü’nde milletvekili seçildi. Komünaldı; yıkılınca ABD’ye sığınmak zorunda Gıyaben ölüm İçin cezasına Kahraman ile onurlandırıldı. 2003 yılı, Dağıstan'da doğum anısınaaftan Resulyararlanarak Hamzatov Yılı ilan edildi. çarptırıldı.unvanı Sürgünde kaldığı sürece türkülerini yazmaya 80. devam etti.yılı1880’de Fransa’ya döndü. İlkCARDENAL(1925şiir kitabını o yıl yazdı. 2. kitabıKatolik «Devrimrahip Türküleri» sonra yayınlandı. ERNESTO ):Nikaragua , şair ölümünden ve politikacı. 1950 yılında, Yoksulluk Anastasioiçinde Somoza öldü ama yazdıklarıyla arkasında ölmeyecek katıldı. bir anıt bıraktı. García rejimine karşı 1954 Nisan Devrimine Cardenal, 1965 yılında Granada'd a bir Katolik papazı olarak DENNIS BRUTUS: Zimbabweli sporcu, spor etti. yöneticisi, özgürlük şair.sonra 1960 görevlendirildi. Orada (1924-2009) sanatçı kolonisi kurulmasına öncülük Bir köylü komün üsavaşçısı, kurdu. Daha solcu olimpiyatlarına hak ettiği halde siyah tenli olduğu için seçilmeyince bu kararda egemen olan Anti-CAD’a (Siyahî Somoza iktidarını devirmek için çalışan Sandinista Ulusal Kurtulu ş Cephesine katıldı. Zaferden son ra 1979 1987 Karşıtı İşler Dairesi Başkanlığıb organizasyonu) bunun sonunda ilk kez ve hapse atılır. 18 ay hapisten yıllarında kültür Nikaragua'nın akanı oldu. Carddirenir enal, Nikaragu a'nın edebiyatı kültür tarihi hakkında uzun çıktıktan sonra da mücadelesini sürdürdü Güney Afrika’da siyahların yazması ve yayınlaması yasakken o illegal zamandan beri önemli bir figür haline geldi. O, "Latin Amerika'nınen önemli şairi" olarak tanımlanmaktadır. yollardan bu yasağı deldi. Asma sonunda tekrar tutuklandı. Nijerya hapiste iken MBARI Şiir Ödülü'nü alan ilk MUHRAN MAÇAVARİANİ(1929-2010):Çağdaş Gürcü şiirinin önde gelen adlarındandır. Argveti siyah şair oldu. Ancak Brutus, ödülü ırkçılığı protesto etmek amacıyla geri çevirdi. 14 şiir kitabı olan Brutus, köyünde doğdu. İlk şiiri yılında yayınlandı. 1967-1982 yıl “ Sabah” dergisinin editörlüğünü Daha sonra yurt dışına çıktı.1949 Denver Üniversitesi, Northwestern Üniversitesi ve Pittsburgh Üniversitesi ‘nde sürdürdü. Gürcistan’da farklı bakışverdi. açısına sahip ve oldu. farklıAmerika’da entelektüel tarzı üyeliğini benimsemişyazar Afrika edebiyat tarihi üzerine dersler Buradan emekli öğretim sürdürdüğü ve yıllarda da ABD’de karşıtı gösterile düzenledi, kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Apartheid bittikten şairler arasında yer Apartheid aldı. sonra Güney Afrika'ya döndü. 2008 yılında sanat ve kültüre katkıları, ömür boyu gösterdiği özverili mücadelesi nedeniyleWİKİPEDİ Güney Afrika Lifetime Onur Ödülüne layık görüldü. Brutus, tüm zamanların dünyanın en iyi şairleri KAYNAK: arasında yer aldı. Korkusuz bir adalet savunucusu, ve büyük bir hümanist ve öğretmen oldu.
EMEĞİN SANATI E-DERGİ AylıkEMEĞİN Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi SANATI E-DERGİ ARALIK /2016 Yıl: 11 Sayı: 181 Aylık Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi
Kaynak: Yansıma Dergisi Sayı 30, 1974, Kurtuluş Hareketleri Ve Direnen Şiir Özel Sayısı
15.12.2014
Yıl: 9 Sayı: 163
Yayınlayan: Kolektifi Yayınlayan:Emeğin EmeğinSanatı Sanatı Kolektifi ©© Dergide hertürlü türlühakkı hakkı Dergideyayınlanan yayınlanan eserlerin eserlerin her şair veveyazarlarına, sanatçılarınaaittir. aittir. şair yazarlarına,görsel görsel sanatçılarına Kaynakgösterilmesi gösterilmesi koşuluyla koşuluyla alıntı Kaynak alıntıyapılabilir yapılabilir.
Yayın,Tasarım, Düzenleme: A. Z. ÇAMUR Görsel Tasarım Düzenleme: ADNAN DURMAZ Ön, ön iç , arka ve arka iç kapak: ADNAN DURMAZ Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostları, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler. Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler. Facebook grup adresi: https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Facebook grup adresi: https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati Twitter adresi:E-Kitaplığı: http://twitter.com/emeginsanati Emeğin Sanatı http://issuu.com/emeginsanati E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi