Kapitalizmin Kalesi DOSTOYEVSKİ - YAVUZ AKÖZEL

Page 1

1


2


KAPĐTALĐZMĐN KALESĐ

FYODR MĐHAYLOVĐÇ

DOSTOYEVSKĐ ( 30 Ekim 18211821- 28 Ocak 1881 )

YAVUZ AKÖZEL

Emegin Sanatı E-Yayınevi Emeğin Sanatı E-Kitaplığı Düşün Dizisi – 4 Ocak / 2013

3


Yavuz Aközel’in Emeğin Sanatı E-Yayınevindde yayınlanmış öykü kitabı: SESSĐZ BĐR YOLCULUK: http://issuu.com/emeginsanati/docs/yavuz_ak_zel-sessiz_bir_yolculuk_yk_?mode=window&backgroundColor=%23222222

KAPĐTALĐZMĐN KALESĐ DOSTOYEVSKĐ

Emeğin Sanatı E-Yayınları Emeğin Sanatı E-Dergisinin yan kuruluşudur.

Yavuz AKÖZEL Đlgili web adresleri: http://emeginsanatie-yayinevi.blogspot.com Kapak Düzeni: Ali Ziya Çamur Yayın, Tasarım ve Düzenleme: A. Z. ÇAMUR

http://emeginsanati.blogspot.com http://issuu.com/emeginsanati

Emeğin Sanatı E-Yayınları Emeğin Sanatı E-Kitaplığı 35. E-Kitap Düşün Dizisi:4 Ocak 2013

Emeğin Sanatı E-Yayınları e-posta adresi: emeginsanati@gmail.com

© Bu e-kitabın tüm hakları Yavuz Aközel’e aittir. Yavuz Aközel’in izni olmadan hiçbir biçimde taklit edilemez, kopyalanamaz, çoğaltılamaz. Ancak kaynak belirtilerek alıntı yapılabilir. 4


“Dostoyevski’de hiçbir olumlu düşünce bulamıyorsak, şimdiye kadar toplumda çoğunlukta olmadığımızı anımsamalıyız. Toplumumuzun çeşitli öbekleri ve katmanları Dostoyevski’de düşüncelerine destek aramaya ve onun hastalıklarından acı çekmeye devam edeceklerdir. Dostoyevski henüz ölmedi, ne burada ne de Batı’da, çünkü henüz kapitalizm ölmedi.” (Anatolu Vasilyeviç Lunaçarski, Sanat ve Edebiyat Üzerine, Kırmızı yay.S.142)

Kapitalizm can çekişirken azgınlaşıyor, sağa sola saldırıyor, geriye iyi bir şeyler bırakmamak ve dünyamızı özdeksel ve tinsel olarak korkunç bir savaş sonrasının yıkıntısına, sömürülmüş bir bedenin oluşmuş kupkuru kadavrasına dönüştürdükten sonra çekip gitmek için elinden gelen tüm ‘hin’likleri deniyor. Bu, giderek yok oluşa doğru giden kendi geleceksizliğinin yarattığı en gerici intikam duygularından ve tamamen bireyselleşmişliğin endekslediği egoizm batağına yuvarlanmışlığından kaynaklanıyor. Bu olguda Dostoyevski’nin rolü nedir? insansal tin’in bir mimarı mı, yoksa çöküntüye uğratan, bir ortaçağ engizisyon rahibi mi? Marksist eleştirmenler ve burjuva eleştirmenlerin Dostoyevski değerlendirmesinde birleştikleri yegane nokta, Dostoyevskinin kahramanlarının edilgenliği üzerinedir. Olumlu kahramanları yok denecek kadar az olan yapıtlarında, insanlığın içerisinde sürekli bir şiddet, kıskançlık, bilincin önünde yürüyen hırs olduğunu vurgulamıştır. Bu motivasyonun bir köşesine de zayıf insanın ezilmişliğini koymuştur. Ancak bu ezik insandan yana, ezilenlerden yana bir tavır içerisine asla girmemiştir. Dostoyevskinin sanatsal bakış açısında olan ‘sevgi’ maskesine gizlenmiş ‘nefret’ duyguları onun gerçeğin Đçerisindeki yüce olanı bulup çıkarmasına engel olmaktadır. Bu yüzden yapıtlarında çizdiği kahramanları yaşamsal gerçekleri yitirmiş kurgusal tiplerden, (Budala’daki Mişkin) veya yüce olan herşeyi kirleten, yıkan olumsuz tiplerden oluşmaktadır (Suç ve Ceza’daki Raskolnikov) gibi. Ancak, insana özgü, abartısız, doğal bir biçimde -yüce- olanı kendi benliğinde bir töz durumuna getirip çözümlemeye sosyalist gerçekçilikte ve sosyalist gerçekçiliğe esin kaynağı olan devrimci-demokrat yazında ulaşılır ve raslanır. Kötümserlik, burjuva dünyasının temelini oluşturmaktadır. Her iyi şeyin giderek yok edildiği dünyamızda sosyalizmin kapitalizm karşısında aldığı geçici yenilgi sonrası umutsuzluk ve yazgıya boyun eğiş 21.yüzyıl entellektüalizyonunun kitlelere sunduğu eski bir biçimin yeni seksiyonları şeklinde kendini göstermektedir. Umut, iyimserlik ve güzel bir geleceği yaratmanın olanaklı olacağını ancak az bir aydınlar grubu, bilinçli proleterya, hâlâ sömürgeciliğe, işgalciliğe ve emperyalist talana karşı savaşım yürüten ezilen ulus ve halklar dile getirmektedir.

5


Olgu bu bakış açısıyla irdelendiğinde 21.yüzyıl entellektüalizasyonunun Dostoyveski’ye neden böylesine dört elle sarıldığının ve onu kitlelere taşıdığının anlamı da anlaşılır olmaktadır. 20. Yüzyıl, dünyamızda kötü şeyler kadar güzel şeylerin de yaşandığı bir yüzyıl oldu. Đki tane dünya emperyalist savaşını yaşadık. Ve her iki savaşın ardından da proletarya önderliğinde, neredeyse dünyanın yarısını oluşturan sosyalist ve demokratik devrimlere tanık olduk. Çürüyen burjuvazinin çöküşmüş sanat ve edebiyatının karşısına güneş ve gelecek ile beslenmiş; yepyeni bir anlayışın, toplumcu sanat ve edebiyatı da bu güzel oluşumlarla birlik artık giderek etkin bir konuma geliyordu. Gelinen yerde sosyalizm ,yapılan yanlışlıkların Marksizm-Leninizm(ML)den sapmaların ve ML’i gelişmelere entegre etmedeki beceriksizliklerin en önemlisi de ML ile alakası olmayan burjuva ideolojisinin, ML adına sosyalist ve demokratik halk cumhuriyetlerinde uygulanmaya sokulması sonucu gürültüsüz, kansız, soluksuz, sessizce çöktü, gitti. Ama o dönemden kalan, örnek alınmaya değer çok önemli atılım ve pratikler, kültür-sanat yansımaları, tüm dünya proletaryasının ve ezilen halklarının demokratiksosyalist hareketinin hâlâ bir yol göstericisi, bir pusulası olmaya devam ediyor.

6


DOSTOYEVSKĐ’NĐN YAŞAMINDAN KESĐTLER, ÖNEMLĐ YAPITLARINA ĐLĐŞKĐN DEĞERLENDĐRMELER

Başlıca Yapıtları: A)Romanlar: Đnsancıklar Netochka Nezvanova Ezilmişler Ölüler Evinden Anılar Yeraltından Notlar Suc ve Ceza Kumarbaz Budala Ecinniler Delikanlı Karamazov Kardeşler

1846 1849 1861 1862 1864 1866 1867 1869 1872 1875 1881

Öyküler : Öteki 1846 Dokuz Mektupları Romanı, Mr.Prokharçin,Hozyajka 1847 Polzunkov, Bir Yufka Yürekli,Kıskanç Koca,Namuslu Bir Hırsız,Bir Noel Ağacı ve Düğün 1848 Beyaz Geceler 1848 Küçük Kahraman 1857 Amcanın rüyası,Stepançikevo Köyü 1859 Tatsız Bir Olay 1862 Timsah 1865 Ebedi Koca 1870 Bobok 1873 Uysal Bir Ruh,Köylü Marey 1876 Bir Adamın Düşüşü 1877 Kurgusal Olmayan Eserler : Yaz Đzlenimleri Üzerine Kış Notları Bir Yazarın Günlüğü

1863 1873-1881

7


8


Dostoyevski’nin Çocukluğu: Dostoyevski’nin babası Michael Dostoyevski 19.Yüzyılın ilk yıllarında Ukranya’dan Moskova’ya gelip Moskova Üniversitesi’nde tıp okudu.1812(1) seferinde askeri doktorluk yaptı. 1819 yılında Moskovalı bir bayanla evlendi, askeri doktorluktan istifa ederek Moskova’da özel bir hastahaneye doktor olarak girdi. 30 Ekim 1821’de ikinci çocuğu yani Fyodor Mikhailoviç Dostoyevski doğdu. Daha sonradan doğan kardeş-leriyle beraber sekiz kardeştiler ve hastahanenin bitişiğindeki küçük bir evde yaşıyorlardı. Oldukca disiplinli olan baba Michael Dostoyevski, çocukların başka çocuklar ve insanlarla oynamalarını ve konuşmalarını yasaklamıştı. Çocuklar kent dışındaki gezilerde dahi oynamaya, koşmaya kalkışamazlardı. Baba, sürekli çocukları fikren geliştirici konuşmalar yapar, onların çocukluklarını yaşamalarını engellerdi. Çocuklar ciddi konuların içerisinde –geometri,matematik vb gibi- “sözde“ eğitilirlerdi. Fyodr Mikhailoviç çocukluk yıllarında Moskova dışına hiç çıkmadı. O bir kent çocuğu olarak doğadan uzak, doğaya yabancı olarak büyüdü, dolayısiyle yapıtlarında doğa betimlemelerine az rastlanır; rastlanıldığı yerde de karamsarlık egemendir: “Sabaha doğru, hasta kendine gelir gibi oldu. Babasını çağırdım. Genç Potroviski’nin bilinci yerindeydi. Hepimizle vedalaştı. Sonra tekrar ağırlaştı. Boğuk sesiyle bir şeyler demeye çalışıyor; yalvarıyordu. Su götürdüm, başını çevirdi. Đstediği su değildi. Bakışlarından pencereyi işaret ettiğini anladım. Gidip perdeyi açtım. Hava ışımıştı; ama güneş yoktu. Gökyüzünü sisli bir bulut perdesi sarmıştı. Yağmur yağıyordu. Yağmur damlaları cama vurarak kirli sızıntılar halinde aşağı kayıyordu. “(Đnsancıklar, Antik Batı Klasikleri Yay. Say.48) Dar ve penceresiz bir odada çocukluk yıllarını tamamlayan Michael ve Fyodor Dostoyevski kardeşler, daha sonra da yine üç yıl gibi hatırı sayılır bir süre yatılı okulda kaldılar.(1834) Dostoyevski’nin okul yıllarında da fazla arkadaş içerisine giremediği, arkadaş edinmeyi de başaramadığı gözlemleniyor. Fyodor Dostoyevski’nin içinde yaşadığı, soluk aldığı ve kendini ispat etmeye çalıştığı toplumdan soyutlanmasında, kendisini çevresinden ve insanlardan uzak tutmasında, dünyaya, yaşama ve yaşam içinde gelişen tüm olgulara hastalıklı bir ruhun, hastalıklı coşkularıyla bakmasında, çocukluk yıllarında ona sunulan, verilen acımasız disiplinin önemli etkenleri olmalı: Büyük çocukların eğitimi şehir dışına yapılan bu yıllık gezilerin ilki sırasında başladı. Daha küçük yaşlarda anneleri alfabeyi öğretmişti. Ailedeki akşam okumaları onlara, Đncil’i ve Karamzin’in tarihinin bazı önemli bölümlerini tanıtmıştı. Daha sonra iki öğretmen gelmeye başladı: Bir papaz ve bir Fransız. Drashusov adındaki Fransız ufak bir özel okul açmıştı. Michael ve Fyodor, 1831’de bu okula gönderildiler. Burada Latince öğretilmediğinden, bu görevi baba üstlendi; çocukların, yemek masasının yanında dimdik durmak zorunda oldukları bu derslerde babanın sertliği, hoşgörmezliği üzerlerinde kuvvetli bir etki bıraktı. (E.Hallett Carr, Dostoyevski, Đletişim Yay.S.17.)

9


Bu etkenler, yine birazdan değineceğimiz yaşamındaki diğer mutsuz etmenlerle de birleşince, ışıksız ve çalkantılı yaşamının oluşturduğu ruhsal dengesizlik, kin, nefret, aşağılık duygusu, Dostoyevski’nin tüm öykü ve romanlarında belirleyici bir rol oynayacak, her yarattığı kahramana kendi gerçeğinden bir şeyler ekleyecektir. Gerçek yaşamda bir “antikahraman” motifi çizen Dostoyevski, bu kendine ilişkin özsel özelliği, ustalıkla yapıtlarına aktaracaktır. Hangi yapıtını elinize alırsanız alınız, orada birden fazla Dostoyevski bulacaksınız. Her değişik antikahraman, Dostoyevski’nin birbiriyle çarpışan tin’lerinin birer nesnelleşmiş karikatürleri olarak karşımıza çıkacaktır. Kapitalist toplumun umudunu yitirmiş, yıkılmış ve çıkışsız kalmış insanının hem topluma hem de kendine olan yabancılaşmasının en karanlık kesitlerini verirken, yürünen upuzun yaşam yolunun sonunu da yine karanlık ve karmaşık bir tinsel girdabın içerisine ulaştırarak oradan Ortadoksluğun en iki yüzlü kurtuluş öyküsünü fısıldamaktadır. Yatılı okulda sıkıntılı, parasız geçen üç yılın ardından 1837’de annelerini kaybettiler. Anneleri öldüğünde Fyodor 15 yaşındaydı. Annelerinin yası içerisindeyken, Puşkin’in bir düello sonucu öldüğü haberi yayıldı. Bir çok şiirini ezbere bilen ve Puşkin’e tapınırcasına hayran olan Fyodor, ağabeyine: “Aile yasımız olmasaydı, Puşkin için yas elbisesi giymek üzere babamdan izin isteyecektim .” diyecektir. Dostoyevski bir Puşkin hayranıdır ve çok şiirlerini ezbere bilir. Bu hayranlık aslında “haklı“ bir hayranlıktır. Puşkin’in yazıları ve eylemleri Rusyanın yetişmekte olan yepyeni bir aydınlar jenerasyonu üzerinde müthiş etkilidir ve bu jenerasyonun yetişmesinde Puşkin’in önemli bir payı olduğunu söylersek, abartı yapmış olmayız. Bu yepyeni jenerasyon, Puşkin ile birlikte, Rus halklarına ve Rus halk diline yönelip gerçekci yapıtlar yaratmaya başladılar. Dostoyevski, 1838’de Askeri Mühendislik Akademisine girer. Kardeşi Michael, hastalık nedeniyle okula alınmaz. Kardeşinden ayrı kalmak Dostoyevski’ye ağır gelir, okula ve arkadaşlarına bir türlü ısınamaz. Kendisini kitap okumaya verir. Shakespeare, Schiller, Hoffmann, Balzac, Gogol, Puşkin... okudukları arasındadır. 1839’da babası köylüler tarafından öldürülür.Dostoyevski bunalımlar geçirir. 1843’de okulu bitirir ve teğmen olarak istihdam dairesinde göreve başlar. 1844’te Balzac’ın “Eugenie Grandet” ve Schiller’in “Don Carlos”unu çevirir, Bir yandan bunları çevirirken bir yandan da “Đnsancıklar”ı yazar. Ordudan da ayrılır. 1845 yılında bitirdiği romanı Belinski’ye götürülür ve bir akşam toplantısında okunur. Belinski romanı çok beğenir; üç gün sonra da Dostoyevski, Belinski ile tanıştırılır. “Đnsancıklar” romanını gereksiz uzatmalar olmasına karşın, “olağanüstü” bulur ve heyecanla Dostoyevski’ye şöyle konuşur: “Anlıyormusun? Yazdığın şeyin ne olduğunu, anlıyormusun? Yirmi yaşındayken bunu anlaman olanaksız .” Ancak 1846’da yazdığı “Öteki, Ev Sahibesi, Mr.Prokharcin” öyküleri, Belinski tarafından beğenilmez, eleştirilir. Bundan sonra Dostoyevski, giderek Belinski’den uzaklaşır. Avrupadaki 1848 devrimlerinin(2) yenilgisi Batı Avrupa’daki devrimci harekete büyük bir darbe vurur ve gericilik doruk noktasına ulaşır, ideolojik gelişim sekteye uğrar. Buna karşın Rusya’da devrimci hareket canlanır, Çar I.Nikola’nın despotizmi de iki kat artar.

10


Dostoyevski, Petrashevski(3) çevresinde kurulan gizli siyasal örgütle yakın ilişkiler kurar, yine bu tarihte “Beyaz Geceler’i kaleme alır. “Beyaz Geceler” melankolikliğin ve yalnızlığın romanıdır. “Đnsancıklar” gibi, natüralizm (doğalcılık) ile gerçekçilik arasında bocalayan ve romantik bir karşı çıkışın derinden gelen fısıltısını yansıtıyor. 50 sayfalık kitap, romandan ziyade bir uzun öykü özelliğini taşımaktadır. “Đnsancıklar”ın başarısından sonra kaleme aldığı öyküler; “Öteki”, “Bir yufka Yürekli”, “Kıskanç Koca”, “Beyaz Geceler” ve o tarihlerde yazdığı diğer öyküleri ses getirmez, hatta beğenilmez. Bugün burjuva eleştirmenleri ve yazarları tarafından sözgelimi “Beyaz Geceler” sınırsız övülmektedir. Peki anlattığı konu nedir? Teması nedir? Okuyucuya, kitlelere ne vermek istemektedir? Beyaz Geceler (1848) Öykü, Petersburg’da geçen dört gece ve bir günle sınırlı. Adını bilmediğimiz konu kahramanı, yapayalnız bir kişidir, hiç arkadaşı falan yoktur. Sekiz yıl arkadaşsız olarak yaşadığı Petersburg’da, onun arkadaşları; geceler boyu gezintilerindeki hayalet binalar, boş yollar ve karşıdan gördüğü, sürtünerek geçtiği insan silüetleri, gölgeleridir. O, hemen hemen her gün çıktığı Nevski Bulvarı’nda bir yıldan beri sürekli karşılaştığı bir ihtiyarla selamlaşmaktadır. Đnsanlarla olan en yakın ilişkisi de işte bu, konuşmasız, sessizce eğilerek, şapka çıkararak yapılan merhabalaşmadan oluşmaktadır. Ama kahramanımız her gece önünden geçtiği ve artık iyice tanışık olduğu evlerle konuşmaktadır: “Petersburg’un evlerini de tanıyorum. Sokaktan geçerken her ev öne uzanıp pencereleriyle bana bakıyor, neredeyse şöyle diyor sanki: ‘Merhabalar, nasılsınız? Tanrıya şükürler olsun, ben de iyiyim. Mayısta üzerime bir kat daha çıkacaklar...’ Ya da ‘Sağlığınız nasıl? Yarın onarım var bende...’ Veya ’Dün az kaldı yanıyordum, öyle korktum ki...” (Beyaz Geceler, Bilge Kültür Sanat Yay. S. 8) Adsız kahramanımız böyle bir “beyaz gece”de kanal boyu yürürken rıhtımın parmaklığına yaslanmış ağlayan bir bayan ile karşılaşıyor,(....) arkadaş oluyorlar. Yaşamı yalnızlıkların derin bunalımlarında geçen adsız kahramanımız bayana hemen sırılsıklam aşık oluyor ve dört gün devamlı buluşuyorlar!.. Bayan bir başkasını sevmektedir. Ancak bizim adsız kahramanımızı da sevmeye başlamıştır ve onunla evlenmeye karar vermiştir. Çünkü sevdiği kişi söz vermiş “Bir yıl sonra gelirim ve evleniriz” demesine ve bir yılı çoktan geçmesine karşın, hâlâ gelmemiştir: Nastenka: “Onu seviyorum; ama geçecek bu, geçmek zorunda, geçmemesi olanaksız. Evet geçecek, hissediyorum bunu... Kim bilebilir, belki bugün bile bitebilir; çünkü siz burada benimle birlikte ağladınız, çünkü onun gibi terk etmediniz beni, çünkü siz seviyorsunuz beni, ama o sevmiyor... Ve çünkü ben de sizi seviyorum! Daha önce de söyledim bunu size, bunu biliyorsunuz... Seviyorum sizi, çünkü ondan iyisiniz, çünkü ondan dürüstsünüz, çünkü, çünkü o... ”.....” Sevgim de her zaman layık olacaktır sevginize... Peki, istiyor musunuz beni şimdi? “ (Aynı Yapıt S.71-72)

11


Sonra birleşmenin düşlerini birlikte kuruyorlar... Adsız kahramanımız mutlu, Nastenka mutlu, sevinçli görünüyor. Ama sonra?.. “O sırada genç biri geçmişti yanımızdan. Önce bir an durmuş, bize dikkatli dikkatli bakmış, sonra yürümüştü. Kalbim duracakmış gibi çarpıyordu... Alçak sesle, —Nastenka, dedim. Kimdi o, Nastenka? Ayakta zor duruyordu Nastenka, şimdi daha çok titriyordu, bana daha da sokulup fısıldadı: —Bu o! Arkamızdan bir ses duyuldu: —Nastenka! Nastenka! Sen misin? Ve genç bize doğru birkaç adım attı. Tanrım, nasıl bir çığlıktı o öyle! Nasıl ürpermişti Nastenka! Nasıl kollarımın arasından koparcasına sıyrılmış, ona doğru atılmıştı... Ölü gibi ayakta duruyor, onlara bakıyordum. Ama Nastenka tam elini uzatmıştı ona, tam kollarına atmıştı kendini ki, birden durmuş, dönüp bana bakmış, ben daha kendime gelmeden rüzgar gibi, yıldırım gibi yanıma koşmuş, kollarını boynuma dolamış, beni sıcak, içten öpücüklerle öpmeye başlamıştı. Sonra, bir şey söylemeden tekrar döndü, gence koştu, ellerini tuttu, birlikte uzaklaştılar..”(Aynı Yapıt S.71-72-75-76) O sabah, beyaz geceleri bitiyor adsız kahramanımızın, yine yalnızlık ve acılarla dolu bir yaşamın başlaması! Kitap şöyle bitiyor: “Nastenka, sevimli gülümseyişin hep mutlulukla ışıldasın. Yapayalnız, soylu bir yüreğe tattırdığın o bir dakikalık mutluluk için her zaman şükranla anacağım seni! Tanrım! Tam bir dakikalık mutluluk! Bir insana ömür boyu yetmez mi böyle bir mutluluk?” (Aynı Yapıt S. 80) Dostoyevski’nin “Beyaz Geceler”i, gelecekte yazacağı öykü ve romanlarında yaratacağı “ yeni insan”ının ( antikahramanının ) az çok motifini çiziyor. Sözgelimi “Suç ve Ceza” romanının birinci karakteri, kabuğuna çekilmiş, insanlardan kaçan, kendini yalnız kalmış bulan, yitirdiği gerçekleri Sonya’da yakalayıp ona dört elle sarılan, ruhunda aşağılanmanın çalkantılarından gelen çelişkili kompleksleri yaşayan Raskolnikov’un benzeş portresi, “Beyaz Geceler”deki adsız antikahramanımızda çizilmiş. Varoluşculuğun ve yabancılaşmanın salgıladığı uyumsuzluğun, başkaldırısı olmayan, yazgısına çoktan razı edilmişliğin hatta buhurdanlığından dinsel gizemciliğin dumanları tütsüyen bir absürd anlayışın ilk filizlerini bu öyküde yakalayabiliyoruz. Kapitalist ilişkilerin kişileri birbirlerine yabancılaştırdığı, insanları pısırıklaştırdığı, ürkekleştirdiği ve kendi kabuklarına çekilme zorunluluğunda bıraktığı, bu romanda ifadesini bir ilk adım olarak duyumsatıyor. Art arda yaşadığı ve gerçekliği yakaladığı dört beyaz gecenin ardından gerçekliğin yeniden yitirilmesi betimlenirken, bunu yaşama karşı bir dirençsizliğin ve savaşımsızlığın erdemsizliği olarak değil de bir erdemmiş gibi mantık dışı gizemciliğin kalıplarına uydurmaya çalışılmaktadır. “Beyaz Geceler”de, kişilerin mutsuz oldukları, oysa yaşamlarında oluşacak bir dakikalık mutluluğun bile insana bir ömür yetebileceğinin felsefesi yapılmaktadır. Her şeyin ‘Ben’ için var olduğu, her şeyin bireysel mutluluğu hedeflediği ve acılarla geçen bir ömrün ardından gelen sadece bir dakikalık mutluluğa dahi 12


‘Çok şükür’ demeyi haince insanlara layık gören bir varoluş anlayışı etiyle, kanıyla gözlemleniyor. Dostoyevski’nin “Đnsancıklar”ında da olduğu gibi “Đsavari” acıları yüklenme! Burjuva hümanizmasının en ikiyüzlü olanı öne çıkıyor. Đnsancıklar:(1846) “Đnsancıklar”da da Makar Devuşkin, acıları yüklenmeye hazır, acıları istemle yükleniyor. Belinski tarafından övülen “Đnsancıklar”da da mektuplaşan fakir bir genç kız ile (Varvara Alekseyevna) onu korumak isteyen Makar Devuşkin üzerine öykü kurulmuş. Ancak “Đnsancıklar”, anlatımında içinde bulunulan zamanın sosyal betimlemesini, kapitalist ilişkilerdeki acımasızlık, küçük burjuvazinin içinde bulunduğu ağır koşulların tinsel ve özdeksel motiflerini başarıyla veriyor: “Dediğim gibi odamdan memnunum; ama ev için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Öyle bir eve düştüm ki, ev demek için bin şahit lazım; yol geçen hanı gibi. Gürültüden durulmuyor..... Hayatımdan yakındığımı sanma. Hikâyecilerden esinlenerek evin tasvirini yapıyorum. Dış kapıdan girince burnunuza ekşi bir rutubet kokusu geliyor. Duvarlar kim bilir kaç seneden beri badana yüzü görmemiş. Karanlık koridor boyunca karşılıklı odalar sıralanıyor. Kapılar birbirine bakıyor. Odalar küçücük mahkûm hücresi gibi. Çocuk bağrışmaları, kadın çığlıkları, sarhoş naraları birbirine karışıyor. Kadınlar bile ağıza alınmayacak küfürler ediyorlar. Bir odada en az iki üç kiracı oturuyor. Düşünebiliyor musun, bir odada üç kişi!.. Ne can sıkıcı bir hayat! Biri kitap okumak, diğeri uyumak istiyor, üçüncüsü bir arkadaşını davet etmiş, içki içip şarkı söylüyorlar.” (Đnsancıklar, Antik Batı Klasıkleri Yay. S.8) Natüralizmin başarılı bir örneği burada yansıyor. Bana, Emile Zola’nın ‘Meyhane’ romanında başarıyla anlattığı kapitalizmin kusmuğu olan o, Paris’in kenar mahallelerindeki sefil evleri ve sefil yaşamları anımsattı. “Đnsancıklar”da kapitalizme bir yergi var. Okuyucu bunu kendisi bulup çıkarabiliyor: “—Bay Bıkov, dedim; bazı şeyler vardır ki, para ile ödenmez. Güldü: —Saçma, dedi; bu dedikleriniz şiirlerde ve romanlarda olur. Siz galiba çok roman okumuşsunuz.”(Aynı Yapıt S.156) Kapitalizm’de para her şeydir. Erdemlilik ve dürüstlük, artık herşeyin ‘para’ ile ölçüme vurulduğu bir devirde anlamsız ve faydasız şeylerdir. Kapitalizmde para insana güç ve cesaret verir. Toplum içerisinde onu, beş kuruşluk kişiliği olmasa dahi, kişilikli ve erdemliymiş gibi gösterir. Para, çok kere kişilikli ve erdemli insanları da kendi girdabına alarak kişiliksizleştirir ve erdemsizleştirir. Kapitalist düzende parası olmayan insan, sık sık çaresiz kalarak başkalarının yardımına muhtaç kalır. Onurlu insani kendisine yardım eden kişinin karşısında borcunu ödeyemediği süreç içerisinde sürekli bir eziklik duyar. Ve sonra, bir yer gelir ki, bu onurluluk ve eziklik duyma duyguları, düşkünlüğün sonucu başkalarından borç isteye isteye silinir gider, onun yerini, sözüne güvenilmeyen, parayı tanrı olarak görmeye başlıyan, kişiliksiz, onursuz ve namussuz bir tip alır.

13


Her ne kadar roman için “Bizdeki toplumcu gerçekciliğin ilk örneğidir” övgüsü Belinski tarafından yapılmışsa da aslında, M.Gorki tarafından ilk kez 1934 Sovyet Yazarlar Kongresi’nde ortaya konan anlamda bir ‘toplumcu gerçekçilik’ değildir. “Đnsancıklar”, natüralizmin başarılı bir örneği olarak ancak değerlendirilebilir. Elbet teki bu natüralizmin içerisinde toplumu biçimlendiren sistemin kişiler üzerindeki yansımaları anlatılmaktadır. Zaten gerçekçi bir romanın da yapmak istediği budur. Ancak bunu yaparken diyalektik yöntem göz ardı edilemez. Romanı toplumcu gerçekçi kılan, hem o yapıtın diyalektik hem de materyalist olma özelliğidir. Natüralizm, eleştirel gerçekçi yapıtlar bu özelliklerden yoksun veya bu özelliklere tam uyum içerisinde değildirler. Bu yapıtları toplumcu gerçekçilikten ayıran ayırıcı özellik de budur.Bundan dolayı Dostoyevski’nin “Đnsancıklar”ını da içine alacak şekilde 19. yüzyıl Rus yazınında toplumcu gerçekçiliğe açılan pencerenin öncülleri diyebileceğimiz birçok yapıt vardır. Önemli örnek olarak da Gogol’ün “Ölü Canlar”ı başta olmak üzere birçok yapıtlar, Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı“sı gösterilebilir. “16 Eylül Benim Talihsiz Kızım Varvara Alekseyevna, Bugün bizim evde hiç umulmadık şeyler yorumlaması zor şeyler, anacığım. Anlatayım da dinle.

oldu.

Açıklaması

ve

Bizim zavallı Gorşov beraat etti. Son duruşmaya katılmak için gitmişti. Hakim sonunda insafa gelip memur Gorşov’un lehindeki bütün delilleri değerlendirmiş ve tüccarı suçlu bulmuş, iftiraya uğrayan Gorşov’a hemen ve def’aten ödenmek üzere tüccarı yüklü bir tazminata mahkum etmiş. Böylece, zavallı memurun hem şerefi kurtuldu hem de hatırı sayılır bir paraya kavuştu. Kısacası adamcağız sonunda muradına erdi. Đnanabiliyormusun anacığım; adamın ilk işi bana uğrayıp yirmi kopek borcunu ödemek ve teşekkür etmek oldu. Ben çoktandır unutmuştum; zaten borç olarak vermemiştim. Beti benzi uçmuş, gözleri yaşlı, dudakları titriyordu. —Sağolun iyi bir komşusunuz, dedi. Bana yaptığınız iyilikleri nasıl unuturum? —Beni mahçup ediyorsunuz dostum; size ne iyiliğim dokundu ki? —Ah, sevgili Makar Alekseyeviç! Ben nankör bir insan değilim. Yaptığınız iyilikleri hiç unutur muyum. Çocuğumun ölüsüne gelip acımı paylaştınız. Kimse benim suçsuzluğuma inanmazken, siz inandınız ve mutlaka sonunda adaletin tecelli edeceğini söyleyerek ümit verdiniz. Kapınıza geldiğimde beni boş çevirmediniz. Kendiniz aç kalma pahasına, elinizdeki bütün parayı bana verdiniz. Adam o kadar içten konuşuyordu ki, dayanamadım. Birbirimize sarılıp ağlaştık. Akşam bütün apartman halkı toplanıp kendisini tebrike gittik. Bu hareketimiz kendisini çok duygulandırdı. Teker teker ellerimizi sıkıp teşekkür etti. Kamburu düzelmiş, boyu uzamış, omuzları dikleşmişti. Ancak hâlâ ilk

14


şaşkınlığının şokunu yaşıyordu. Ne söylediğinin, ne konuştuğunun bilincinde değildi. “Çocuklarım, karım,şerefim, namusum“ sözleri dilinden düşmüyordu. Hepimiz çok duygulandık. Bir ara Ratazyev, havayı yumuşatmak için olacak: —Aman kardeşim, dedi para olmayınca şeref ve namusun ne faydası var? Her şeyin başı para... Paraya kavuştuğun için şükretmelisin. Sonra sanırım Gorşov’u neşelendirmek için, omuzuna bir şaplak indirdi. Gorşov bundan hoşlanmadı gibi geldi bana. Bunu açıkça söylemedi, ama Ratazyev’e tuhaf tuhaf baktı ve elini omuzundan indirdi. Eskiden olsa bunu yapmaya cesaret edebilir miydi? Hiç sanmıyorum. Ratazyev haklı galiba; para insanı değiştiriyor. ......... Ratazev’in şaplağı boşa gitmemişti anlaşılan. Gorşov, “karım, çocuklarım, namusum, şerefim” sözlerini unutmuş; bunların yerine; ‘Evet’, diyordu, ‘Parasız olmuyor. Şükürler olsun, artık param var. ‘Biz odadayken hep aynı sözleri tekrarlayıp durdu: ‘Çok şükür, çok şükür! Artık param var.’ Gorşov’un karısı, ev sahibesini çağırıp akşama yemek hazırlamasını söyledi. Paranın kokusunu alan ev sahibemiz, bir zamanlar bu zavallılara ettiği hakaretleri unuttu. ‘Emredersiniz hanımcığım, mutfağa girip kendi ellerimle pişiririm’ demez mi!” (Aynı Yapıt S.149,150,151) Kapitalizmin, insanları nasıl değiştirip dejenerasyona uğrattığını, feodal dönemin ahlak anlayışını bir darbe ile ayaklar altına alıp çiğnerken, kendi ahlak anlayışını nasıl da geçer akçe durumuna getirdiğini, aynı zamanda Rus ulusal kültürünün de içerisinde bulunan sosyalist ve demokratik kültür birikimlerinin nasıl giderek yok olduğunu, eleştirel bir bakış açısıyla ve oldukca canlı, sahici aynı zamanda akıcı bir anlatımla betimliyor. Belinski’nin Dostoyveski’ye yeşil ışık yakmış olması, ona övgüler dizmesi elbette boşuna değildi. Dostoyevski’de öncelikle insanı keskin bir gözle gözlemleyebilme yetisi olduğunu anlamıştır. ‘Yeni bir Gogol doğuyor’ denildiğinde ondaki, bu insanı çok yönlü keskin gözlemleme, onun derinliklerine inebilme gücü anlatılmak isteniyor olmalı. Đkincisi de zamanın moda akımı olan nihilizmin devrimci etkilerinin bu romanda yansımış olmasıdır. Roman sosyal içeriklidir, Çarlık Rusyası’nın sefaletini, halkın ve küçük burjuvazinin içinde bulunduğu durumu olağanüstü canlandırmaktadır. Ayrıca Dostoyevski’nin entellektüel birikiminin yankıları, dünya roman, tragedya ve şiir türlerinin kesiştiği kavşağın ilk bilinçsiz noktası olarak “Đnsancıklar”da yansımaktadır. Bu küçük romanda, Gogol, Shakespeare, Puşkin, Balzac’dan izler de bulmak olanaklıdır. Önemle Gogol’ün etkisi, romanda iyice belli olmasına karşın, bir genç yazar için bunun oldukca olağan bir şey olduğu, hatta bir ‘zaaf’ olarak da değerlendirilmemesi gerektiği düşünülmelidir. Gerçi Gogol’ün yapıtları Dostoyevski için bir esin kaynağı olmuştur. Sadece “Đnsancıklar”da değil bir çok yapıtında Gogol’ün açık olarak yer yer tekrarı ve etkileri gözlenebilir:

15


“Ah Varenka ah yavrucuğum! Bugün çok kederliyim. Biri sana el açacak: ‘Bir ekmek parası!’ diyecek ve sen onu kuru bir ‘Allah versin’ ile savuşturacaksın. Ne üzücü bir durum! Dilenciliği meslek haline getiren adam, yüzünden belli olur anacığım. Yüzünün ar damarı çatlamıştır; iniltileri, yalvarmaları yapmacıktır. Kene gibi yapışır, bırakmaz. Bazıları da vardır ki, elini uzatmaya utanır. ‘Allah rızası için...’ deyişi insanın yüreğine işler. Đşte bugün, laternacıdan sonra, eve dönerken duvar dibinde bir adam gördüm. Her geçenden istemiyordu. Yanına yaklaştığım sırada, ‘Bir ekmek parası bayım’ dedi. Bunu öyle çekingen, öyle yumuşak bir sesle söyledi ki, yüreğime işledi. Đstediği meteliği vermedim, veremedim. Çünkü bende de yoktu. Zenginler yoksulların kötü talihlerinden yüksek sesle yakınmalarından hiç hoşlanmazlar. Bu, onlara arsızlık, yüzsüzlük gibi rahatsız edici gelir. Yoksulluk, elbette rahatsız edicidir. Yoksulun inlemesi, zenginin keyfini kaçırır. Nedendir dersin? Vicdanları rahatsız olduğu için mi keyifleri kaçıyor?...... Bazı günler işe giderken durur, şehrin manzarasına bakarım. Şehrin uyanışına, bacalardan yükselen dumanlara dalar, bir nokta kadar küçülürüm. Şehir mi bende, ben mi şehirde kaybolurum bilemem. Sisten kapkara kesilmiş koca bir apartmandan içeri girerim. Sefaletin kokusu burnuma kadar gelir. Belliki kiracılarının çoğu yoksul insanlar. Đşte iki odacıktan ibaret şu hücrede küçük bir esnaf zoraki uyanmış; işe gitmeye hazırlanıyor. Uyku gözlerinden akıyor. Adamcağız bütün gece rüyasında kazara derisini kestiği ayakkabıyı görmüş. Üç kopek kazanmayı umduğu işten beş kopek zarar etmiş. Çocuklarına o akşam ekmek götürememiş. Ayakkabıcı bu, rüyasında ipek gömlek görecek değil ya; ayakkabı görecek elbet.” (Aynı Yapıt S.134-135) Dostoyevski “Đnsancıklar”ı yazdığı zaman Belinski, Dostoyevski’ye şöyle demişti: “Anlıyor musun? Yazdığın şeyin ne olduğunu anlıyor musun? Yirmi yaşındayken bunu anlaman olanaksız. (Edward Hallett Carr.S.28, Đletişim Yay.) “Đnsancıklar” romanına “toplumcu romanın bizde ilk örneğidir“ diyen Belinski dolayısiyle ”Öteki” romanında aradığını bulamadı. Diğer yapıtları; “Bay Proharçin”, “Netoçka Nezvanova”, “Ev Sahibesi”, “Beyaz Geceler” de aynı akıbete uğrayınca Dostoyevski de edebi çevrelerin dışına itilmiş oldu böylece. Aslında “Đnsancıklar” ile başlayan ve 1864 yılında yazacağı “Yeraltından Notlar”a kadar olan yazın sürecinde Dostoyevski, yarattığı kahramanlara acıyan, onların çektikleri özdeksel ve tinsel acılara içten ortak olan, onlarla birlik ağlayan bir insan sever, bir burjuva hümanisti. “Đnsancıklar”da olduğu gibi bu öykü ve romanlarında da Victor Hugo, Hoffman, George Sand, Dickens, Balzac, Gogol’den etkilenmelerini sürdürmekte, insan psikolojisini seyrek gündeme getiriyorken daha çok onların özdeksel varlıklarıyla ilgilenmekte ama mistik ruh durumu, Đsa’ya olan inanç ve tutku gizli bir şekilde soluğunu duyumsatmaktadır. Gerçi Dostoyevski, Belinski çevresinden kopup da Petrashevski çemberine girdiğinde de hristiyan sosyalizmi gibi ütopik düşünceleri tartışıp hayal kuruyorlardı. Petrashevski çemberinin üyeleri sadece bir entellektüel grubu idi ve devrimcilikle yakından uzaktan bir ilişkisi yoktu. Günün entellektüalizminin modasına uyum içerisinde politikayı tartışıyor, gençlik heyecanı içerisinde çözümler üretiyorlardı. Resmi hristiyanlıktan nefret ediyor, yine de çözümü ve 16


insanlığın kurtuluşunu yeni bir toplumsal din aramada buluyorlardı. Petrashevski çemberindeki gençler, dönemin tüm ütopik sosyalist düşünceleriyle haşir neşir oluyor, bunlar üzerinde tartışıyorlardı. Saint-Simon, Lammenais, Cabet bunlardan bazılarıydı. Dostoyevski’den dinleyelim: “Bir akşam bana dönerek: ‘Biliyormusunuz!’ demişti çığlık çığlığa (çok heyecanlı olduğunda böyle keskin çığlıklar koparırdı), ‘Böylesine alçakça bir toplum düzeni kurulmuşken ve kişioğlu ekonomik açıdan inim inim inlerken, kötülük yapmamasının olanaksız olduğunu, onun her davranışını günah hanesine yazmanın, ondan sabırlı olmasını bekleyerek onca görevler yüklemenin ve kendi istese bile, ondan mantıksızca ve acımasızca doğa yasalarına göre yerine getiremiyeceği işler beklemenin ne denli saçma ve insafsız olduğunu biliyor musunuz?’ O akşam yalnız değildik, Belinski’nin saygı duyduğu, birçok bakımdan da sözlerini ilgiyle dinlediği bir dostu da vardı. O da yazarlığa yeni başlayan, ama sonraları yazın alanında ünlenen bir gençti. Belinski, birden öfkeli çığlıklarını kesti ve dostuna döndü. Beni göstererek: ‘Ona bakmak duygulandırıyor beni’ dedi. ‘Đsa’dan ne zaman söz açsam yüzü değişir, ağlayacak gibi olur.’ Yine bana yükleniyordu. ‘Đnanın, çok safsınız! Sizin Đsa’nız zamanımızda yaşasaydı, inanın kimsenin farkına bile varamıyacağı sıradan bir kişi olurdu. Zamanımızın bilimi ve insanlığı harekete geçirenler karşısında büsbütün silinir giderdi. “(Dostoyevski, Bir Yazarın Günlüğü ,S.12 ) Sibirya’ya sürgüne gittiği zaman, Omsk’dan ağabeyi Michael’e 22 Şubat 1854 tarihli mektupta şöyle yazıyordu: “Schicke mir den Koran und die “Critique de raison pure” von Kant, und wenn Du die Möglichkeit haben wirst, mir etwas inoffiziel zu schicken, dann noch unbedingt Hegel ;besonderes aber Hegels “Geschichte der Philosophie” Davon haengt meine ganze Zukunft.” (Dostojeweski,Gesammelte Briefe,1833-1881.S.98) Türkçesi: “Bana Kur’an, Kant’ın <Saf Aklın Eleştirisi>ni, şayet olanaklıysa resmi olmayan yollardan gönder; sonra, kesinlikle Hegel! Özellikle Hegel’in <Felsefe Tarihi> .Çünkü benim geleceğim bunlara bağlı da ondan!” Yazdığı bu ilk roman ve öykülerinde Dostoyevski’de henüz “yeni insan“ bir başka deyişle “antikahraman” motifi bir sis silsilesi içerisinde hayal meyal görünür gibi oluyor olmasına karşın, henüz ayakları zemine değen gerçek bir profile dönüşüp sistemleşmemiş, bundan ötürü de seçilen kahramanlar, her zaman günlük yaşamda karşılaşılan tiplerden oluşabiliyor. (Burada açıklanması gerekli bir olgu da şu ki; Dostoyevski’nin “Đnsancıklar”la başlayıp, “Karamazov Kardeşler” ile biten yazın serüveninde yarattığı önemli karaklertere hep acı çektirdiği, bir anlamda onlara Hz.Đsa’ya özgü, bizzat kendine özgü bazı özellikler katmak istediği ve kattığı gerçeği var.) 17


“Yeraltından Notlar” ile başlayan on beş yıla yakın bir aradan sonraki ikinci yazın yaşamında, konu aldığı kişiler, genellikle günlük yaşamda sık rastlanmayan, ÇEŞĐTLĐ PSĐKOLOJĐK RAHATSIZLIĞI OLAN olumsuz tiplerden oluşuyor. Bu anlamda toplumun asıl sorunlarını dışlayan, insanların dikkatini o süreçte verilmesi gerekli olan mesajın tamamen dışındaki ikincil şeylere yönelten yapıtlar ortaya çıkıyor. Henüz sürgüne giderken altı gün konakladıkları Tobolsk’ta, 1825 Dekabrist (4) hareketine katılan kocalarının peşinden giden ve 25 yıldan beri de orada yaşamlarını sürdüren kadınlar, Dostoyevski’ye para, yiyecek, giyecek ve tutsakların sahip olmalarına izin verilen tek kitap olan Đncil hediye ediyorlar. Dostoyevski’nin sürgünle başlayan ikinci dönem yaşamında işte bu incil önemli bir rol oynayacak; onun, “Ölü Evinden Anılar” ile başlayan yazın yaşamındaki ikinci döneminde kuramsal bakış açısı ikili bir özelliği de beraberinde getirecektir: Gerçekçi bir betimleme gücü ile insanın iç dünyasının derinliklerini de yansıtabilmiş olması! Ancak son çözümlemede idealizmin açmaz girdabına yuvarlanış. Dostoyevski’deki idealizm, Đncil’den ödünç alınmış bir safsata, bir ağu olarak karşımıza çıkıyor. Maksim Gorki şöyle yazıyor: “Die Genialitaet Dostoevskijs ist unbestreitbar,was die Darstellungskraft anbetrifft, so ist sein Talent Vielleicht nur Shakespare gleichzusetzen. Aber als Persönlichkeit, als >>Rihter der Welt und der Menschen<<, kann man sich Dostoevskij gut in der Rolle eines Inquisitors aus dem Mittealter vorstellen.” (Sozialistische Realismuskon Zeptionen Dokumente zum 1.Allunionskongress der Sowjetschriftsteller Herausgegeben von H.-J.Schmitt und G.Schramm.-edition suhrkamp) Türkçesi: “Dostoyevski’nin dehası yadsınamaz. Yalnız anlatım, tasvir etmedeki yeteneksel gücü Shakespare’inkine eşitti. Ama kişilik olarak >>dünya ve insanların yargıcı<< Dostoyevski, bir ortaçağ engizisyon mahkemesinin üyesi olarak düşünülebilir, tanıtılabilir.” Dikkat edilmesi gereken şey, Dostoyevski’nin estetiksel özellikleri üzerine tartışmaya giren yazar ve eleştirmenlerin büyük bir bölümü, Dostoyevski’nin yapıtlarının içeriğinden ziyade biçime ilişkin özelliklerini tartışmayı tercih etmektedirler. Bu ise bir bakıma aldatıcı ve tek yanlı bir değerlendirme oluyor. Lunacarski, Vladimir Nabokow, M.Gorki ve daha birkaç eleştirmenin bazı yorumlarını dışta tutacak olursak tartışma ve değerlendirmelerin ana ekseni biçim üzerine yoğunlaşmaktadır. Lunaçarski de olgunun bu yönüne, “Dostoyevski’de Ses çokluğu“ makalesinde değinmektedir. Mihail M.Bahtin’in “Dostoyevski Poetikasının Sorunları“ adlı yapıtına ilişkin kritiğinde şöyle yazmaktadır: “Adı geçen bu ilginç kitapta, M. M. Bahtin, Dostoyevski’nin sanatında yalnızca birkaç soruna değiniyor, sanatının belli yönlerini seçerek bu yönlere, her şeyden önce –hatta neredeyse yalnızca – biçim açısından yaklaşıyor.” (a.b.ç.) (A.V.Lunaçarski,Sanat Ve Edebiyat Üzerine S.111) 18


Aslında öz ve biçimin birbirini tamamladığı, bunların birbirinden koparılmamaları gerektiği ve birbirlerini karşılıklı etkilem içerisinde oldukları Marksizmin bakış açısı oluyor. Soruna böyle bakmak ve değerlendirmelerin de bu Marksist yöntemle ele alınması gerekiyor. Ancak, M. Bahtin, Dostoyevski’de asıl öne çıkarılması gerekli öz’e ilişkin sorunları her nedense ele alıp ‘biçim’i irdelediği gibi katiyen irdelememektedir. Evet, Dostoyevski, yapıtlarında çürümeye yüz tutmuş bir sistemin toplumsal çürümüşlüğünü olağanüstü bir anlatım gücüyle teşhir ederken, bu çürümüşlüğü değiştirebilecek bir yol da aslında göstermektedir. Bu onun ”taraflılığına“ da aynı zamanda bir yanıt niteliğindedir. Toplumsal çürümüşlüğe ivme kazandıran, insan ve toplumların acılar içerisindeki can çekişme sürecini uzatmakta önemli bir faktör olan DĐN, Dostoyevski’nin insanlığa sunduğu kurtuluş reçetesidir. Tıpkı Tolstoy’da olduğu gibi! Dostoyevski ve Petrashevski Topluluğu: Petrashevski topluluğu önceleri 8-10 kişi, sonra 20-30 kişi üye sayısına ulaştı. Dostoyevski ve Apollon Maikov 1846-1847 kışında örgüte girdiler. Örgütte Fransız ütopyacıları; Lamennais(5),Saint Simon(6 ) okuyor,Nihilist düşünceleri gençliklerinin verdiği tüm saflık ve içtenlikle savunuyorlardı. “Petrashewskliute çemberi 19. yüzyıl 40’ları ortalarında Petersbug’da oldu. Yazar, öğretmen, küçük memur, subay vb... Rus entellektüellerinden oluşuyordu. Çemberin başkanı Fransız ütopyacı sosyalist Charles Fourier’in görüşlerini savunan M. W.Butaschewitsch-Petraschewski idi. Petraschewski grubunu oluşturanlar aynı politik görüşü paylaşmıyorlardı ama hepsi de Çarlık otokrasisine ve köleliğe karşıydılar. Yazar M.J.Saltykow-Schtschedrin ve F.M.Dostojewski yanı sıra, şair A.N.Pleschtschejew, A.N.Maikow,T.G.Schewtschenko v.b. Petraschewski çemberiyle bağlantılıydılar.” (Lenin Werke,Band 7. S.28,554 ) 24 şubat 1848’de Fransa’da devrim oluyor ve Louis-Philippe’nin monarşisi devriliyor. Paris’te barikatları terk etmeyen ve silah bırakmayan proletarya, burjuvazinin genel oya dayalı bir cumhuriyet kurmasını sağlıyor... Bu devrim elbetteki sosyalist olmayan bir burjuva devrimiydi. Devrimin ardından, Avrupa’nın birçok sanayi merkezinde de devrim hareketleri başlıyor: Mart ayının 13’ünde Viyana, 18’inde Berlin ayaklanıyor. 10 Nisan tarihinde Đngiltere, Çartistlerin büyük bir gösterisiyle titriyor. Mayıs’ın ilk haftasında Đtalya’da halk ayaklanması başlıyor. Doğu Avrupa’da da durum benzeş!.. Polonyalılar, Macarlar, Prusya ve Avusturya egemenliği altında yaşayan Slav Halkları (Sırp,Hırvat,Çek ve Bulgarlar) ayağa kalkıyor. Rus Çar’ı Nikola I, Avrupa’yı baştan aşağı etkisi altına alan bu devrimci kasırgadan korkuyor. Saltanatının sallantıda olduğunu sezinliyerek, olağanüstü önlemler alıyor. Her yana ajanlar yerleştirip ,elde, avuçta bulunan demokratik kırıntıları da imha ediyor. Tabii bundan Petrashevski çemberi de nasibini alıyor, içlerine sızdırmayı başardığı bir ajan sayesinde çemberin üyeleri tek tek yakalanıp zindanı boyluyorlar. Dostoyevski de tutuklanıyor. Tutuklandığında eşyalarının arasında Etienne Cabet’in(7) “Le Virai Christianisme Suivant Jesus-Crist“ adlı kitabı da çıkıyor. 19


Yakalandığında, aslında Dostoyevski, kardeşi Michael ve birkaç arkadaşı Petrashevski çemberini pasif buldukları için cumartesi günleri 30 yaşlarındaki Durov’un evinde toplanıyorlardı. Birkaç toplantıdan sonra yazacakları siyasi makaleleri gizlice basacak bir baskı makinesi de tedarik ediyorlar. Yakalandıklarında baskı makinesi de ele geçmiş olsaydı Dostoyevski ve Durov hatta arkadaşları da gerçekten kurşuna dizilmiş olabilirlerdi. Her nasılsa Çar’ın adamları baskı makinesini bulamıyorlar! Dostoyevski, kurşuna dizilmekten kurtulup sürgüne gönderildikten sonra , dört yıl hapis, dört yıl da er olarak hizmet göreviyle ceza süresini dolduruyor... Tobolsk’da on günlük bir molanın ardından (Bak: Andre Gide, Dostoyevski,.S. 80), kızaklarla dondurucu soğukta (bazen -40 derece) üç gün daha yolculuk yaparak (toplam 17 gün) 4 yıl prangalı olarak yatacakları Omsk’taki hapishaneye varıyorlar. Hapiste geçirdiği 4 yıla ilişkin bilgileri, Sibirya’dan yazdığı “mektuplar”, Petersburg’a döndükten sonra yazdığı “ Ölü Evinden Anılar” ve çeşitli yazılardan edinmekteyiz. Dostoyevski, 10 yıl kaldığı Sibirya’dan, sürgün ve hapislikten Petersburg’a dönüyor. Bu on yıllık Sibirya yaşamında, düşüncelerini kökten değiştirmiştir. Tabii Petersburg’un ilerici, devrimci, demokrat çevresi Dostoyevski’nin bu on yıllık süreç içerisinde kabuk değiştirdiğini, fanatik ortadoksluk ve Slav milliyetçiliğine doğru evrilmiş olduğunu henüz göremeyip, onu Petrashevski Çemberi’nin devrimci görüşlerinin trajik kahramanı olarak algılıyorlardı. 1861 “Ezilenler”, 1861-62 “Ölü Evinden Anılar”, devrimci demokratlar tarafından “Đnsancıklar”ın devamı romanlar olarak değerlendiriliyordu. Ne zaman ki, kardeşi Michael ile beraber “Wremya” “Zaman” dergisini çıkarıp da gerici düşüncelerini yayınlamaya başlayınca durum anlaşılıyor ve Dostoyevski, devrimci demokrat çevrelerden dışlanmaya başlıyor.

20


(Soldaki Dostoyevski,1853,Sibirya)

Ezilenler: (1861) Dostoyevski, Sibiryadan Petersburg’a döndüğünde, yazdığı ilk romandır. 19.yy ikinci yarısı Rusyası’nın kentsel sosyal yaşamının belirli yönlerini gerçekçi bir bakış açısıyla anlatmıştır. Ancak, bu bakış açısını toplumun genel sosyal durumu ve savaşımı üzerine değil, felaketlere uğramış tek tek kişiler üzerine yoğunlaştırmıştır. Bu yoğunlaştırmada anlatılan değişik öykülerdeki betimlemeler, yer yer abartılı olsa da oldukca başarılıdır. Kapitalizmin, insanları ne duruma getirdiğini, zayıf olanı tamamen ezip yok ettiğini, güçlü olanın ise ne kadar acımasızca iyinin üstüne basarak daha da yükseldiğini detaylarıyla dile getirmektedir. Toplumun değişik sınıf ve katmanlarının dünyaları değil de, değişik özel konumları olan burjuva sınıfına ait kişilerin dünyaları yine başarıyla irdelenmiştir. Batı’yı karşısına alan, Turgenyev ve Herzen’i batılılaştıkları yönünde keskin eleştiriye uğratan Dostoyevski, aslında tüm romanlarında Batı Avrupa yazınının etkisinde kalmakla yetinmemiş, onlardan kopyalamalar da yapmıştır. “Ezilenler” romanındaki küçük Elena (Nelly), Dickens’in 1840’da yazdığı ‘Antikacı Dükkanı‘ adlı romanının baş kahramanı Nell’i anımsatmaktadır. Dickens’in “Antikacı Dükkanı”nda, Nell ve dedesi, borçlarından dolayı dükkanlarının ellerinden çıkması üzerine Londra’yı terkedip, uzak kasabalarda ordan oraya sürükleniyorlar. Sanayileşme dönemi kapitalist Đngiltere’sinde teknolojideki modernleşmenin halkın çeşitli katmanlarını refaha değil, iflas ve sefalete sürüklediğini çarpıcı bir gerçekçilikle gözler önüne seriyor. Ancak roman, aşırı duygusallığa kaçtığı için üstelik tesadüfler zinciriyle birbirine bağlanmış olduğu için bu gerçekçilik zaafa uğramaktadır. Dostoyevski’de de durum aynıdır. Aşırı duygu yüklü sahneler ve tesadüfler zinciri! “Ezilenler” romanının baş kahramanı ‘Vanya‘, Dostoyevski’den de bir kesit

21


sunmaktadır. Đlk romanının başarısı(Đnsancıklar), Belinski tarafından övülmesi, taşındığı ev vb. Taşındığı ev: “Smith’in (Nelly’in ölen dedesi-Y. Aközel-) boşalan dairesini görünce beğendim ve tutmağa karar verdim. Odanın çok büyük olması işime geliyordu. Bununla beraber, tavanı o kadar basıktı ki, ilk zamanlar hep kafamı çarpmaktan korkuyordum. O sıralar dergilerde çalışıyor, ufak tefek yazılar yazıyordum. Günün birinde büyük bir eser vereceğime içten inanıyordum. Büyük bir romana çalışıyordum, fakat sonunda hastahaneye düştüm. Artık ölürdüm herhalde... Sonum yaklaştığına göre, anılarımı yazmasam da olurdu?“ (Ezilenler S.15) Burda anlatılan ‘anılar‘, “Ezilenler”in ardından 1862’de yayınlanan “Ölü Evinden Anılar” olmalı. Kiraladığı tavanı basık evde, “Suç ve Ceza”da hem Dostoyevski hem de romanının baş kahramanı Raskolnikov’a ait olan tavanı basık, 5. kattaki, bu inceleme yazımızın “Suç ve Ceza”kısmında, Alberto Moravia’dan yaptığımız alıntılarla açıkladığımız ev olmalı. “Ezilenler”deki diğer ufak tefek tesadüfleri bir kenara bıraksak da Nelly’in hain Prens’in öz kızı olduğunun romanın sonlarına doğru ortaya çıkması!... Bana, küçükken annemlerin peşine takılıp da sevinçle gittiğimiz, küçük kasabamızın küçük sinemasının kadınlar matinesinde ağlaya ağlaya seyrettiğimiz, o tesadüflerle dolu, korkunç derecede acıklı, siyah-beyaz Yeşilçam filmlerini anımsatmadı değil! Dostoyevski, “Ezilenler”de kahramanlarının iç dünyalarına fazla yönelmez. Buna karşın, diğer roman ve öykülerinde yok denecek kadar az bulunan ‘doğa ‘ betimlemelerine de yer vermiş olması yapıtın bir özelliğidir. Ayrıca bu romanda Đsavari bir “hoşgörü” insana ilişkin haklı duygular karşısında bozguna uğratılmış,dinin emrettiği yazgıcılık ve boyun eğiş bir anlamda yadsınmıştır: “—Yakında öleceğim Vanya, dedi. Hem çok yakın... Beni unutma olur mu? Hatıra olarak sana şunu bırakıyorum. Boynuna haçla birlikte asılı irice muskayı gösterdi. Annem ölürken bana bırakmıştı. Ben ölünce boynumdan al, içindekini oku. Bugün onlara, muskamı yalnız sana vermelerini tembih ederim. Đçindeki yazıyı okuduktan sonra ona git, öldüğümü ve onu affetmediğimi söyle. Bu günlerde Đncil okuduğumu söylersin. Đncil’de, ‘Bütün düşmanlarınızı affedin’ yazılı. Bunu okuduğum halde onu affedemedim; çünkü annem ölürken konuşabileceği anlarda sadece, ‘Ona lanet ediyorum!‘ diyordu.”(Dostoyevski, Ezilenler, S.377) Kapitalizmdeki toplumsal yoksulluğu, adaletsizliği, kriminaliteyi tüm acımasızlığıyla gözler önüne seren Dostoyevski, bunlardan belirli siyasi sonuçlar çıkarmaktan kaçınmış olsa da, romanda dinsel bir hümanizmanın karmaşık yapılanması kurulmaya çalışılıyor. Roman, kendisini yine de natüralizmin dar sınırlarına tutsak ederek, bu sıkı eleştiriden toplumsal gözlemler ve yorumlar yapma yönünü tercih etmiyor. ’Tarafsızlık’ kuşkusu ile kaleme alınan yapıtlar(Aslında tarafsız bir yazın yoktur, olamaz da!) sonuçta insanlar ve insanlık karşısında bir düş kırıklığını dile getirmekten öteye geçemiyorlar. Umutsuzluk, yılgınlık, mutsuzluk, adaletsizlik bu yapıtların, bu natüralist anlayışın tek yazgısı oluyor sonuçta.

22


Ölüler Evinden Anılar(1862): “Ölüler Evinden Anılar”, insanların iç dünyalarını fazlasıyla yansıtmaz. Dostoyevski’nin bu romanını, diğer romanlarından ayıran ayırıcı bir özelliktir. Buna karşın, hapishane yaşamını oldukça canlı ve gerçekçi bir bakış açısıyla öylesine başarılı anlatabilmiştir ki, hapishanenin genel tinsel yankısını da her satırda duyumsarız. Ancak “Ölü Evinden Anılar”, hapishanelerdeki mevcut durumun düzeltilmesi için bir başkaldırı, bir protesto anlayışıyla asla kaleme alınmamıştır. Böyle bir protesto veya başkaldırı emaresine yapıt’a rastlanılmaz, ama Dostoyevski, başarılı yansıtmaların arasına dinsel, yazgıcı metafizik düşüncelerini de artık sıkıştırmaya başlamıştır. Ahlaksal çöküntünün, suç işlemenin toplumsal nedenlerine “Ölüler Evinden Anılar”da kafa yormamakta, ahlaksal çöküntüden ve suç işlemekten kurtuluşun gizini, elinde sürekli okuduğu, sahip olduğu tek kitap “Đncil”de aramaktadır. Aynı zamanda, bu korkunç hapishane yaşamını, kendi ruhunun kurtuluşu için gerekli ve şart bir aşama olarak görmektedir. Önceden beri kendinde var olan ‘dinsel ‘yönelimlere’, ‘ırkçılığa’ doğru yol alan bir dönüşüm de kendini duyumsatmaktadır. Bu yönelimin belki de Dostoyevski bile farkında değildir..Ama sonraları bu yöneliş, özdeksel bir töz olarak diğer romanlarının merkezine oturacaktır: “—E aziz dostum! Altı yıldır seni burada bekliyordum. Ne vereceksin şunlara bakayım? Yahudi’nin önüne çaputları seriyor. Cezaevine girdiğinden beri onu saran ve şimdi büsbütün üstüne düşen bir sürü alaycı, sakat ve korkunç yüze hâlâ bakamayan ve korkusundan ağzını bıçak açmayan Đsay Fomiç, rehine getirilen eşyayı görünce, birdenbire canlanıyor. Parmaklarını hızla oynatarak çaputları karıştırmaya başlıyor; hatta arada bir, kaldırıp ışığa doğru tutarak gözden geçiriyor. Herkes, onun ne söyleyeceğini beklemektedir. Eşya sahibi, göz kırparak, —Ne haber?diyor. Bir gümüş ruble vermeyeceksin herhalde, ha? —Pek gümüş ruble değilse de, yedi kopek veririm. Bu Đsay Fomiç’in cezaevinde söylediği ilk sözlerdi. Hepsi gülmekten katılıyorlar. —Yedi kopek ha!.. Ne yapalım, yedi olsun... Bu işte sen kazançlı çıktın. Ama malımı iyi sakla. Sonra başınla ödersin, karışmam! —Faizi de üç kopek... hepsi on kopek ediyor. Titrek ve kesik bir sesle konuşan Yahudi, korkak bakışlarla elini cebine sokmuş, bir taraftan ödü kopuyor, diğer taraftan da iş yapmak istiyormuş. —Yılda mı üç kopek vereceğiz? —Yılda değil,ayda. —Amma da yaman adammışsın be Yahudi! Adın ne senin? —Đsay Fomiç“ (Ölüler Evinden Anılar.S.140-141) Tüm tutsaklar bir yahudiyi beklemektedir borç para almak için! Çünkü tefeci ve faizciler yalnızca Yahudilerdir! Tabii bu dolaylı gönderme, yazarın sevecen okşayışları arasında dikkatlice gizlenmekte, okuyucunun bilinçaltına verilmek istenilen

23


ideoloji, usulca şırıngalanmaktadır. Đdeolojik imgeleme, şuuraltını kazıyarak yerleştiriliyor! Dostoyevski, her nedense kafayı Yahudilere iyice takmıştır. “Suç ve Ceza”da da, tefeci kadın Alyona Ivanova’nın iki kişi arasında dedikodusu yapılırken, şöyle betimlenmektedir: “Đyi bir kadındır, diye anlatıyordu. Ondan her zaman para alınabilir. Bir Yahudi kadar zengindir.” (Suç ve Ceza,S.70) Buradaki anlatı, olguyu derinlemesine bilmeyen okuyucuya, Yahudi düşmanlığına giden yolun ilk psişik şartlandırılması usulca sunuluyor ama giderek, bu ’imgeli Yahudi nefretliği‘ estetiksel kalıplardan sıyrılarak , gözleri dönmüş, ağzından köpükler saçan yalın bir nefrete dönüşüyor. Dostoyevski şöyle yazıyor: “(NB: Gerçi bazı durumlarda Yahudilerin şimdi daha çok hakka sahip oldukları gerçektir, daha doğrusu yerli halka göre olanaklardan daha çok yararlanmayı bilmişlerdir. (a. Dost. ç.). Burada aklıma sözgelişi şöyle bir fantazi geliyor: Ya zavallı yoksul köylümüzü türlü kötülüklerden,dertlerden koruyan köy cemiyeti herhangi bir nedenle sarsıntılar geçirir de, derken bu azat edilmiş köylüye, bunca deneyimsiz, her şeye kolayca kanan, hâlâ köy cemiyetinin eline bakan bu gariban köylüye bir Yahudi musallat olursa!.. Aman Allahım, neler olmazdı! Yarın elinde avucunda ne var ne yoksa, bütün varlığı Yahudi’nin eline geçiverirdi ve öyle bir dönem başlardı ki, bırakın toprak köleliğini, Tatar boyunduruğu bile yanında hiç kalırdı!”(Bir Yazarın Günlüğü 2.cilt.S.746-747) “Yahudi, aracı olmak ister, başkasının emeğini satar. Sermaye birikmiş emektir: Yahudi başkasının emeğini satmayı sever! Ama bunlar ne olursa olsun, şimdilik hiç bir şeyi değiştirmez: Buna karşılık Yahudi kodamanları, insanlığın üzerinde egemenliğini sürdürmekte, daha sağlam ve güçlü olarak dünyaya kendi kimliğini, kendi benliğini kabul ettirmeye çaba göstermektedirler.”(ay.yap.s.746) Bugün dahi Dostoyevski’nin 140 yıl önce söyledikleri yinelenmekte, hatta yer yer Dostoyevski’ye göndermelerde bulunularak onun Yahudi sorununda geleceği ne kadar keskin ve isabetli gördüğünün propagandası antisemitizm adına yapılmaktadır. Dostoyoveski’nin düşüncesinde görüleşen “halk “kimdir? Bilindiği gibi Dostoyevski, Sibirya’da tutsak olana dek, halkın arasına karışmamış, (halk denilince özellikle ilk elden akla gelen o günkü perspektifi ile –köylülükoluyor.) onlarla yakın bir ilişkisi hiç bir zaman için olmamıştı. Dostoyevski’nin yakından tanıdığı “halk” Omsk’ta, hapishanede dört yıl birlikte yaşamak zorunda kaldığı kendi deyişiyle “insan hislerinden yoksun, sapık ahlaklı“ kişilerden oluşuyor. Elbetteki Sibirya dönüşü kaleme aldığı tüm yapıtlarda, işte bu “halk”tan izlenimler taşıyan antikahramanlar boy göstermiş, sahnenin en önünde yerlerini almışlardır. Burada sorgulanabilecek ikinci bir olgu da, toplumdan dışlanmış —Dostoyevski’nin

24


deyişiyle— bu cani ve sapıkların ne dereceye kadar Rusya halkını temsil ettikleri, ne dereceye kadar Rusya halklarının genel özelliklerini taşıdıkları yönündedir. Çünkü Dostoyevski “Ben Rusya halkını, insanını, tutsaklığım sürecinde, hapiste tanıdım” demektedir. Burdaki çelişki ‘Rusya halkı‘ dediği bu tutsakları aynı zamanda birer sapık ve cani olarak değerlendirmesi olgusudur. Dostoyevski, 24 Mart 1856’da E.I.Tottleben’e şöyle yazıyordu:

sürgünden,

Semipalatinsk’ten

General

“....Cezaevine geldim. Dört üzüntülü ve korkunç yıl. Arkadaş toplumum haydutlar, insani duygulardan yoksun sapık ahlaklı kimselerden oluşuyordu. Bu dört yıl içinde memnuniyet verici hiç bir şey görmedim. Sadece karanlık ve çirkin gerçekler. Yanıbaşımda yürekten laf edebileceğim hiç bir yaratık yoktu. Açlığı, soğuğu, hastalığı yaşadım. Ağır işin ve yoldaşım olan haydutların, subay ve asil olduğum için bana karşı besledikleri nefret ve intikam duygularının acılarını yaşadım.“ (Dostojewski,Gesammelte Briefe 1833-1881 S.115-116) Dostoyevski, çelişkilerle dolu bir yazar. Bir yerde akladığını bir başka yerde karalıyabiliyor. Bu, Omsk’ta hapishanede tanıdığı ve “Rusya halkı“ dediği tutsaklar için de geçerli.

“Bir gün Đsa’nın hitabesini okuduk. Bazı yerleri özellikle duyarak okuduğunu gördüm. Okuduğunun hoşuna gidip gitmediğini sordum. Ali bana baktı, kızardı. —Evet,evet, dedi. Gerçekten, Đsa da Allah’ın peygamberiymiş. Đnandım ki, o da Allah’ın sözlerini tekrarlıyordu.Ne kadar da güzel sözler! —En çok neresi hoşuna gitti? 25


—‘Bağışla, sev, kötülük yapma, düşmanlarını da sev’ sözleri... Ne güzel söylenmiş!” (Aynı Yap.s.79) Suç ve Ceza, Budala ve Ecinniler’in genel bir kritiğini yapmadan önce, bir başlangıç olarak Lenin’in Lev Tolstoy’un ikili karakteri üzerine bir yorumunu buraya aktarmadan yapamıyacağım. Bu yorumdaki bakış açısı, aynı zamanda bize rehber olmalıdır. Birşey değerlendirilirken, değerlendirme adilce yapılmalı, olgu her yönüyle çekinmeden ortaya konulabilmelidir. Çekinmeden ve yürekli olarak!.. Đşte bu çok önemli! Lenin, Clara Zetkin ile yaptığı bir söyleşide de bunu çok anlamlı bir şekilde ifade etmiştir: “Ben ise ‘barbar’ olduğumu söyleme yürekliliğini gösteriyorum... Expresyonizm, fütürizm, kübizm ve diğer ‘izm’leri sanatçı dehasının en yüksek anlatımları olarak değerlendiremiyorum.” (Sanat Ve Edebiyat,Lenin,S.277) (Erinnerungen an Lenin,Clara Zetkin,S.21,Dietz Verlag,Berlin 1985)(Lenin’den Anılar) Demem şu ki: Eleştirmenlere ve entellektüel yazına bakıyoruz, bir Dostoyevski hayranlığı almış başını gidiyor. Övmekte yarış yapıyorlar! Binlerce sayfa övgü, her dilden! Dostoyevski, bir kale görevi görüyor burjuvazi için! Sağlam bir kale! Evet, Dostoyevski önemli bir yazar. Onda, belki de hâlâ aşılamayan, hâlâ ilgi ile okunacak çok şeyler vardır! Ama onda; yanlış, gerici, faşist ve tarihin karanlıklarına çoktan gömülmüş olması gereken şeyler de var! Üstelik bu tarihin Karanlıklarına çoktan gömülmüş olması gereken dinsel, gerici ve faşizan görüşler, Dostoyevski’de yerleşmiş bir ideoloji olarak 1861 sonrası tüm yapıtlarında giderek gücünü arttırarak, giderek etki alanını genişleterek yansıyor. Bu, Dostoyevski’nin 1861’den sonraki yapıtları tek tek ele alındığında dahi, ayrı ayrı her yapıtının özünde, genel anlamında saptanabilir bir gerçektir. Evet! Önemli bir yazar! Kendi mutsuz geçmişinden çektiği maddi sıkıntılardan, çektiği kişisel acılardan (Kurşuna dizilme anındaki yaşadıkları, tutsaklık ve sürgün yaşamı, veremden ölen karısı, Polin Suslova ile yaşadığı fırtınalı aşk ve terkediliş! Açlık, yoksulluk, sefalet, kumar, çaresizlikler, adeta çağının Rusyası’nın bir aynası gibi ve bunu, bu sefalet, mutsuzluk ve çaresizlikleri çok başaralı bir şekilde, insanın tinsel dünyasını da derinlemesine işleyerek, aynı zamanda Balzac gibi, Shakespeare gibi çok sesliliği de yapıtlarında hayranlık uyandıracak özellikte yansıtarak verebilmiştir. Bunlar, Dostoyevski’deki çok önemli olumlu yönlerdir. Şimdi, Lenin’in Lev Tolstoy değerlendirmesine bakalım: “Tolstoy ve okulunun bütün eserlerinde, düşüncelerinde ve öğretisindeki çelişkiler, gerçekten iyice belirgindir. Bir yanda yalnızca Rus yaşamının eşsiz tablolarını çizmekle kalmayıp, dünya edebiyatına da birinci sınıf eserler veren dahi bir romancı, öte yanda köyün tanrıdan esin alan kişisi rolündeki bir toprak sahibi. Bir yanda toplumdaki iki yüzlülüğe ve sahtekarlığa dikkate değer bir güçle açık yürekli ve içten bir karşı çıkış; öte yanda bir <<Tolstoy’cu>>, yani herkesin gözü önünde göğsüne vurup ‘Ben ahlaksızın biriyim, bir rezilim, ama 26


şimdi kendimi yetkinleştirmeye çalışıyorum, artık et de yemiyor, sadece pirinç hamuruyla yetiniyorum’ diyen ve kendisine Rus aydını ismini vermiş o cılız, isterik yaratık. Bir yanda kapitalist sömürünün acımasız bir eleştirisi, hükümetin uyguladığı zorbalıkların, devlet yönetimi ve adalet adı altında oynanan komedinin sergilenmesi, servetlerin büyümesi ve uygarlığın gelişmesiyle, işçi kitlelerinin yoksulluğunun ve ıstırabının da artması arasındaki çelişkilerin bütün derinliğiyle açığa vurulması; öte yanda, <<kötülüğe karşı, ŞĐDDET’LE(a.b.ç.) karşı KOYULMAMASINI(a.b.ç.) öğütleyen bir saflık, bir yanda en açık görüşlü bir gerçekçilik ve her türlü maskenin bir yana atılması ; öte yanda yeryüzünde varolabilecek en iğrenç şeylerden birinin kullanılması :YANĐ DĐNĐN ÖVÜLMESĐ(a.b.ç) ve resmi papazlar getirilmesi eğiliminden yana çıkılması. Bir başka deyişle, en ince ve doğal olarak da, en iğrenç biçimiyle bir papazlar saltanatının propagandası“(Sanat Ve Edebiyat, Lenin, S.33, 34) (Leninwerke Band 15, S.198, Leo Tolstoı als Spıegel den russıschen Revolutıon) Görüldüğü gibi Lenin, Tolstoy’u değerlendirirken ceset sömürücülüğü yapmıyor! Tolstoy’da bulunan ile bulunmayanı, doğru olan ile yanlış olanı, iç içe, birlikte değerlendiriyor. Yeraltından Notlar(1864) “Yeraltından Notlar”, “Varoluşculuk“ akımının esin kaynağı! .Albert Camus, J. Paul Sartre, Kafka gibi kapitalist bunalımın aynası olan yazarlar, Dostoyevski’nin etki alanı içerisinde olmuş, kapitalizmin büyük bunalımlarının doruk noktaya ulaştığı 20.yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan existentialismus(ekiztansiyalizm)(varoluşçuluk) ve yabancılaşmanın ilk örneklerini verirken, neredeyse Dostoyevski’nin o kahredici karamsarlığını, yeraltındaki yapayalnızlığını, toplumdan yalıtılmışlığını en önemlisi de artık, insanın, sosyal varlığıyla -BĐR ĐNSAN OLDUĞUNU UNUTMUŞLUĞUNUtanınmış yapıtlarında dile getirmişlerdir. Kafka ,Albert Camus,J.P.Sarte,Nietzche gibi yazar ve filozoflar Dostoyevski’nin etkisinde kalarak asıl temel felsefelerinin tözünü Dostoyevski’den almışlardır. Dostoyevski’nin bu yazar ve filozoflar üzerindeki etkisi öylesine büyüktür ki, Albert Camus, Dostoyevski’yi okuduktan sonra “Artık, yazmaktan neredeyse vazgeçiyordum“ diyecektir. Kafka, Dönüşüm adlı öyküsünü “Yeraltından Notlar”ın etkisinde kalarak yazmıştır. J. Paul Sartre’ın, tanrısız varoluşçuluğunun tözünde Dostoyevski’nin tanrılı varoluşculuğunun seslenişleri yankılanmaktadır. Friedrich Nietzsche 1887’de tesadüfen eline geçirdiği “Yeraltından Notlar”ın Fransızca çevirisini okur ve etkisinde kalır. Putların Alacakaranlığında da “Ölü Evinden Anılar” a atıfta bulunarak, şöyle yazmaktadır: “Burada söz konusu ettiğimiz ve kafa yorduğumuz konu açısından (Kafa yorulan konu, suçlu, suçluluk, suçluların toplumdan dışlanması vb.-Y.Aközel-) Doskoyevski’nin tanıklığı, hayati bir önem taşımaktadır. Zira, burada yeri gelmişken hemen itiraf etmeliyim ki, benim kendisinden her zaman bir şeyler öğrendiğim tek psikolog Dostoyevski’dir. Dostoyevski, benim hayatta karşılaştığım en mutlu olaylardan biridir. Benim için Stendhal’i keşfimden bile çok daha önemli ve mutlu bir olaydır.” (Friedrich Nitzche,Putların Alacakaranlığı.S.108,109) Dostoyevski “Yeraltından Notlar “da şöyle yazmaktadır:

27


“Sevgili okuyucularım, sizin dinlemek isteyip istemediğinizi bilmem ama şimdi size niçin bir böcek bile olamadığımı anlatmak istiyorum. Şunu ciddi olarak söyleyebilirim; pek çok kez böcek olmayı istemişimdir. Ama ne yazık ki buna bile layık olamadım.”(Yeraltından Notlar.S.11) Dostoyevski, romanının baş kahramanını hiçbir işe yaramayan, aşağılık bir varlık olarak tanıtıyor. Kişinin kendisini aşağılaması! Toplum içerisinde tamamen yalnız kalmışlığın, önemle burjuva aydın yalnızlığının ulaştığı en uç nokta! Kahrolası yabancılaşmanın bir ilk sunusu! Bir insan, insan olduğunu kavrayabilmesi için, öncelikle insanların içerisinde toplumsal yaşamak, dayanışmalı yaşamak, onurlu yaşamak zorundadır. Yeraltına, ruhunun karanlığına çekilmiş bir insanın üreteceği şey ancak ve ancak karamsarlık, sevgisizlik, yazgıcılık, teslimiyet olur. Ama bu tüm insanlığa ilişkin bir özellik değildir. Bir çarpık yaşama kendisini tutsak etmiş, belirli azınlığın ulumalı kıvranışıdır. Elbetteki insanın “kendi kendini” yalnızlığın dipsiz kuyusuna yuvarlamasının ana etmeni, kapitalist toplum; kapitalist toplum ilişkileri ve onun insanın maddî yaşamına olduğu kadar ruhuna da salgıladığı psikopatolojik durumlar, insan ruhunda yaptığı tahribatlardır. Böceklerin dahi bazen işe yaradığı gerçeğinden hareketle “Yeraltından Notlar”da “Bir böcek bile olamadım” söylemi, beş para etmezliği ifade ediyor! “Yeraltından Notlar”ın adsız baş kahramanı da psikopatolojik sorunları olan ve bunu ağırlıkla major-depresyon (Kendini değersiz hissetme, küçük görme, kendini beğenmeme, suçlu ya da günahkâr hissetme) şeklinde gösteren hastalıklı bir kişiliktir. Aslında Dostoyevski’nin yaşamı irdelendiğinde bu hastalıklı baş kahraman ile aralarında paralellikler, iç içelikler hemen kendisini ele verecektir. Şimdi biz olgunun bir başka yönüne, “Yeraltından Notlar”ın böylesine” nevroz” yazılmasına (Dostoyevski’nin o günlerdeki özel yaşamındaki çıkmazların ve olumsuzlukların etkilerini de göz önünde bulundursak dahi), bir bakıma, ASIL esin kaynağı olan bir başka tarihi olaya bakalım: Nasıl yapmalı? Nikolay Gavriloviç Çernişevski (1828-1889) Çernişevski, “Nasıl Yapmalı?”yı, 4 Aralık 1862 ile 4 Nisan 1863 arasını kapsayan dört aylık sürede, Petropavlovsk zindanında yazdı. Ama dört ayda yazılan bu romanın Rus toplum hayatı üzerinde yarattığı sarsıntı öylesine büyük oldu ki, Dostoyevski ve Tolstoy’dan, Kropotkin ve Lenin’e kadar pek çok yazın ve eylem adamı, kimi yerin dibine batırarak, kimi yücelterek, “Nasıl Yapmalı?”yı konuştu, tartıştı. (Nasıl Yapmalı,Cilt 2 S.315) Çarlık Rusya’nın egemen güçleri, Çernişevski ve önemle gençlik üzerinde muazzam etki yapan “Nasıl Yapmalı?”ya kara çalmak için elinden gelen herşeyi yaptı. (Dostoyevski’nin Epoha’da 1864 yılında yayınlanmasına başladığı “Yeraltından Notlar“da gerici burjuvazinin bir anti-Çernişevski ve anti-Nasıl Yapmalı? Propagan28


dasından başka bir şey değildi! Ama, yapılan propagandalar, karalamalar etkili olmadığı gibi, yapıta ve yazarına daha da ilgiyi arttırdı. “Nasıl Yapmalı?” dönemin Rus gençliği için bir tür siyasal program niteliğini taşıdı. 1860 yılı Rusya’da önemli bir tarihi işaret ediyor: Köylü reformlarına ilişkin hazırlıkların hızla sürdürüldüğü bir süreç. Toplumun her kesimi ayakta! 1861’de Çar 2. Aleksandr, Rusya halklarının devrimci isyanından korkarak büyük toprak sahiplerinin tepkilerine karşın serfliği kaldıran yasayı onaylıyor. On milyorlarca alınıp satılabilen köleleşmiş köylü kölelik prangalarından kurtuluyor.(zincirlerinden değil!) Toprağa bağımlı olmaktan kurtulan köylü, büyük sanayi merkezlerinin yolunu tutup, giderek sanayi proleteryasına dönüşüyor. Rusyada kapitalizmin gelişmesi hız kazanıyor. Đşte bu olaylar yaşanırken Çernişevski,1861 reformlarının ve Çarlığın içyüzünü anlatan “Köylülerin Efendiliği” başlığını taşıyan bir bildiri yazıp, köylüleri Çarlığa karşı ayaklanmaya çağırıyor. Yine 1861 yılında yazdığı birçok makalesi kovuşturmaya uğruyor ve ardından da gerici ,tutucu ve liberallere karşı devrimci ve demokrasinin bir kürsüsü durumuna getirdiği SOVREMENNĐK (Çağdaş) dergisi kapatılıyor. 7 Temmuz 1862’de de Çernişevski yakalanarak Çar 2. Aleksandr’ın direktifiyle Petropavlovsk kalesine (zindanına) atılıyor. Küçücük penceresi olan, loş, daracık bir tecrit odası! Tam iki yıl bu soğuk, rutubetli karanlık delikte Çernişevski ne ile suçlandığını dahi bilmeden yatıyor... Đşte “NASIL YAPMALI?”, Petropavlovsk zindanı’nın demir parmaklıklı küçücük penceresinin önünde, 4 ay gibi kısa bir sürede yazılıyor... Çok yerleri şifreli olarak yazılan yapıt, yalnız Rusya’da değil, tüm dünyanın devrimci hareketinde gençliğin adeta bir kılavuzu, devrime açılan yoldaki moral kaynağı oluyor. Çernişevski’de Ahlak Felsefesi: Çernişevski, felsefesini oluşturduğunda Marksizm’le tanışık değildi. Yine de diyalektik materyalizme oldukça yakın yerde konaklamayı başarabilmiş bir dehadır .O, önemle J.S.Mill’in felsefesinden etkilenmiştir. “Genel olarak, Çernişevski’nin “akla uygun bencillik“ hakkındaki görüşü, bütün ışık dönemlerine özgü olan şu eğilimi ortaya koyuyor açıkça: Ahlaklılık için bir dayanak noktasını, anlayış gücünde; tikel bir kişinin karakterinin ve davranışının açıklamasını da, o kişinin iyi kötü bir temele oturtulmuş olan hesabiliğinde(Hesabını iyi bilen.-Y.Aközel-) aramak. Çernişevski’nin bu konudaki akıl yürütmeleri bazan, iki su damlası gibi, Helvetius’ünkilere ve Helvetius gibi düşünenlerinkine benziyor. Ve gene bir o kadar çarpıcı bir biçimde, eski Yunan’daki ışıklar çağının tipik temsilcisi olan ve dostluğun savunmasını yaparken dost edinmenin AVANTAJLI olduğunu ispatlamak amacıyla dostların kara günde bize yararlı olabileceklerini ileri süren Sokrates’in akıl yürütme tarzını ansıtıyor insana. Akıl yürütme yetisinin bu türden aşırılıklarını, ışıklar çağı insanlarının genel olarak kendilerini ve henüz EVRĐMĐN GÖRÜŞ AÇISINA yerleştirmeyi bilemeyişleri ile açıklayabiliriz.” Felsefe Defterleri,Lenin.S.430431)((Plehanov,N.G.Çernişevski ) Çernişevski, aklın ve kişisel çıkarın, ahlakın temeli olduğunu savunuyordu. “Đnsan, kişisel çıkarlarının nedenlerini yanlış kavradığı oranda kötülüklere iteklenmek29


tedir. Bilgi ve entellektüel aydınlanma kişiyi doğru yola sevk eden yegane yoldur.” Genel tezinden hareket ediyordu “Nasıl yapmalı?” Çernişevski’nin kısaca özetlemeye çalıştığımız bu ahlak felsefesinin bir bakıma açımlaması oluyor. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”da bununla ilgili olarak şöyle yazıyor: “Bütün bunlar sadece hayaldir. Lütfen söyler misiniz ilk kez kim insanın kendisi için gerçekten neyin faydalı olacağını bilmediği için kötülük yaptığını ortaya atmıştır? Aslında bunu bilse kirli işlerden uzak durur iyi ve ahlaklı birine dönüşüverirmiş çünkü insanlar için asıl faydası olan tek şeyin iyilik olacağını bilirmiş. Bilinçli olarak kendi kendisine zarar vermeyeceğine göre kalan tek yol, iyilik yapmak olacakmış... Hey gidi saf, temiz yürekli çocuk! Dünya kurulduğundan beri insanların sadece kendisine fayda getirecek şekilde davrandıkları hiç görülmüş mü? O halde göz göre göre, yani asıl faydanın ne olduğunu bildiği halde bunu önemsemeden, başka tehlikeli yollara atılan milyonlarca insana ne demeli? Söz konusu insanları bu şekilde hareket etmeye mecbur kılan bir tek sebep yoktur; sanki kaderin onlar için çizdiği yoldan yürümek istememiş, inatla, başkaldırarak, karanlıklar içindeki yeni, zorlu ve karışık yollara girmişlerdir. Demek ki, onlar için isyan, kendilerine fayda sağlayacak işlerden daha cazip görünmüştür. Fayda!.. Fayda da neymiş? Đnsanlar için tam olarak neyin faydalı olabileceğini kesin bir şekilde söyleyebilir misiniz? Ya asıl fayda insanın kendisi için bazen zararlı olanı isteyebilmesinde ise buna ne demeli?“(Yeraltından Notlar S.27) “Nasıl Yapmalı?” 1863’de, “Yeraltından Notlar”da 1864’de yayınlanıyor. Đki yapıt da Rusya’daki aynı tarihi koşullarda okuyucuyla buluşuyor. Devrim ve karşı devrim güçlerinin kıyasıya savaşım verdiği bir dönem. Çarlık Rusya’sı bir açık hapishane konumunda. Tüm ileri basın susturulmuş, baş kaldıranlar hemen zindanı ve Sibirya’ya sürgünü boyluyor, ortam bu! Faili meçhul cinayetler, ev baskınları, sansür, gizli polis, kiralanmış ispiyonlar, ajanlar, işkence. Devrimci hareketi bastırmak için “her yolun mubah olması”! Türkiye bunu en şeffaf bir şekilde 1980 askeri faşist cuntasında yaşadı! (Türkiye örneğini, Türkiyeli olduğum için veriyorum. Bu değinilen ortamın 20.yüzyılın ikinci yarısında, önemle Orta ve Güney Amerika ülkelerinin bir çoğunda, Afrikada, Asya’da hatta Avrupa’da yaşanmış olduğu da bir gerçek!) O günlerin soluğunu yaşıyanlar veya kavrayanlar, anlatılmak istenilen şeyin ne olduğunu daha iyi anlarlar. Đşte böyle bir ortamda, Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı”sı, olumlu kahramanları, Vera, Lopuhov, Kirsanov, önemle Rahmetov’u sahneye çıkarıyor. Devrimci demokrat gençliğe bir ışık yakıyor, yol gösteriyor. Böyle dişe diş bir savaşım ortamında, militanca yazılmış (hem de zindanda), demokrasinin ve devrimin çıkarlarını her türlü estetiksel kaygının da önüne çıkaran bir yapıta yapılan YIKICI eleştiri, ancak insanlığa yapılan kirli bir ihanet olarak açıklanabilir. Burada estetiksel kaygılar kadar, insanî kaygılar da birincil önem kazanıyor. Her şey köleleştirilmiş ve bayağılaştırılmış, insanlığa bir ışık yakmak, yürünecek doğru yolun başlangıç noktasını mütevazi bir fenerle aydınlatmak! Şimdi tam da bu zindan, kan gölü ve hengamenin ortasında “Nasıl Yapmalı”yı yıpratmak için bir roman yazmak ve alelacele yayına sokmak! Ne ile açıklanabilir? Sanatsal bir kaygı ile mi? Yoksa... ne ile?

30


Edward Hallett Carr, bir burjuva eleştirmeni olmasına karşın, şunu da belirtmek zorunda kalıyor: “Notlar, son yıllarda, eleştirmenlerin ve Dostoyevski’yi inceleyenlerin abartılmış derecede ilgisini topladı“ (E.H.Carr.Dostoyevski ,s.115 ) Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı”da ortaya koyduğu “yeni insan tipi”ne sekiz ay aradan sonra Dostoyevski de bir antitez olarak kendi konumuna ve ahlak anlayışına özgü bir “yeni insan tipi“ yaratıp koyuyor. Çernişevski’nin “yeni insan“ı bir bakıma içinde yaşadığı dönemin zorunluluğu olarak ortaya çıkıyor. Đçinde yaşadığı dönem: Đsterseniz Lenin’in ,Felsefe Defterlerinden yanıt verelim: ” Çernişevski’nin yaşadığı dönemi tanık göstererek yanıtlayabiliriz bu soruyu: öyle bir dönemdir ki, o dönem, toplum tam hareket halindedir ve kötülüğün mutlaka yenileceği inancını pekiştirebilecek fikirlere gereksinim vardır bir çeşit.” (Felsefe Defterleri,Lenin s.435) Burada Dostoyevski’nin sanatsal dehalığından falan önce , konumu çok önemli ve öne çıkarılması gerekiyor. Dostoyevski’nin konumu; karşı devrim saflarından olanca kin ve nefretiyle devrim ve demokrasi saflarına saldırıya geçmiş olmasıdır.. Burjuvazinin tam dişine göre, tam istediği gibi, tam onlara benziyen “yeni insan”ını, ”Anti-kahraman”ını yaratıyor. Dostoyevski’nin yarattığı “yeni insan”, kendine güveni olmayan, kabuğuna bir böcek gibi çekilmiş, pasif, hımbıl, kendini aşağılık olarak değerlendiren, genelde psikolojik sorunları olan, hastalıklı tipler! Evet... Dönem öyle bir dönemdir ki! Bakınız, buradaki yaratılan insana! Toplumsal çalkantıyla, toplumun herhangi bir katmanıyla ne alakası var? Oysa, o dönemde bu toplumsal çalkantının içerisine katılmayan tek fert yok! Herkes nasibini alıyor. Çocuğunu emziren ana da, aç kalan bebek de nasibini alıyor! Zengin ve fakiriyle tüm toplum, öyle veya böyle hareketin bir tarafında, veya hareketten maddi, manevi etkileniyor. Bugün burjuva eleştirmenleri, hatta Markisist geçinen eleştirmenler dahi olgunun asıl yönünü es geçip ‘yüce sanat’ adına somut durum değerlendirmesi yapmadan, neyin, niçin, hangi ortamda söylendiğini, yazıldığını görmezlikten gelerek gerçeği karalayıp, asıl yüce olanı basitleştirmektedirler. Şimdi burjuvazi tarafından çok övülen, örnek alınan bu yapıt neresinden tutarsan tut, sallanıyor, dökülüyor! Burada bir parantez açıp, Maksim Gorki’nin 17 Ağustos 1934’te, Sovyet Yazarlar Birliği Birinci Kongresi’nde yaptığı konuşmadan bir kaç pasajı aktaralım: “Fikirleri faşizmin insanlık dışı öğreti ve eylemlerine temellik eden Nietzsche’nin de kabul ettiği üzere, Dostoyevski’nin etkisi özellikle büyük olmuştur. Dostoyevski “Yeraltından Notlar” adlı yapıtının başkişisinde, yozlaşmış, benmerkezci tipin en güçlü yazınsal portresini çizmiştir. Kendi öz karayazgısından, acılarından ve gençliğinin gerçekleşmeyen umutlarından öç almak için duyduğu karşı konulmaz isteği, Dostoyevski, aşağılık ulumaları, yaşamdan 31


tümüyle soyutlanmış bir ondokuz-yirminci yüzyıl bireyci gencinin ağzından dile getirdi. Dostoyevski’nin yarattığı bu başkişi, Marquis des Esseintes’in karakteristik özelliklerini içinde barındırıyordu; ayrıca Paul Bourget’nin yazdığı “Le Disciple”nin başkişisinin ve yazdıklarının başkişisi yine kendisi olan Boris Savinkov’un Oscar Wilde’in ve Artsibaşev’in Sanin’inin ve kapitalist devletin insanlıkdışı koşullarının anarşik etkisiyle ortaya çıkan yozlaşmış toplum kişilerinin en özgül özelliklerini taşıyordu. Vera Figner’e göre, Savinkov tıpkı bir dekadan(düşkün anlamında –Y. A.-) gibi düşünüyordu. ‘Ahlak diye birşey yoktur, yalnız güzellik vardır. Güzellik, kişiliğin özgür gelişmesidir, ruhun içinde var olan her şeyin engellemesiz bir oyunudur.’ Burjuva kişiliğinin ruhunu dolduran o kokuşmuşluğu çok iyi biliyoruz. Büyük bir çoğunluğun insan onuruna yakışmaz anlamsız acıları üzerine kurulmuş bir devlette, bireyin sorumsuz söz ve eylemleri, giderek yol gösterici birer ilke halini alacaktı. ‘Đnsanoğlu doğası gereği despottur’, ‘Đnsanoğlu işkence görmeye bayılır’, ‘Đnsan,acı çekmeye tutkundur’, ‘Đnsan yaşamın anlamını ve kendi öz mutluluğunu kendi istemlerinde, engellemesiz hareket özgürlüğü içinde bulur’, ‘Đnsan iradesi onun en büyük avantajıdır.' Ve ‘Bırakın dünya batsın ama şu çayımı içeyim’ gibi Dostoyevskici fikirler, kapitalizmin her alanda desteklediği ve haklı çıkardığı fikirlerdi. (Maksim Gorki,Edebiyat Yaşamım S 244,245) Maksim Gorki, Rusya’daki demokrat aydınların ‘ahlaksal ve zihinsel yoksullaşmalarının’ batıdaki demokrat aydınlardan daha hızlı bir gelişme gösterdi-ğinin altını çizerek, bu negatif gelişmeyi, Rus demokrat aydınının daha az bir tarihsel eğitime sahip olduklarına yorumlamaktadır. Yine bu “ahlaksal ve zihinsel yoksullaşmanın”, dünyayı yeniden kurma, halkların mutluluğunu sağlama görevini üstlenen PROLETARYA’ya kararlı bir şekilde katılma güç ve niteliğini göstermeyen tüm aydınların başına gelecek kaçınılmaz bir olgu olarak değerlendirmektedir. . “Yeraltından Notlar“, Dostoyevski’nin sonradan kaleme alacağı ve başyapıtlar olarak değerlendirilen “Suç ve Ceza”, “Budala”, “Ecinniler”, “Karamazov Kardeşler”in ideolojik bir önsözüdür. Yılgınlaşmış ve korku şokuna girmiş, bu yüzden de kademeli süreçler periyodunda elde ettiği tüm gerçeklerini yitirerek yeraltına sinmiş bir entellektüelin zavallı ve insanlık adına utanç verici umutsuz inilti ve yakınmalarını dile getirmektedir. “Beyaz Geceler“de de bir “çekirdek” olarak var olan “uyumsuz karakter”, “anti kahraman” betimlemesi, aradan geçen 16 yılın sonrasında; yani kurşuna dizilmekten kurtuluşundan ve hapis, sürgün yaşamından sonra, yapıtlarında iyice sistemleşmiştir. Maksim Gorki, 1934 Sovyet Yazarları Birliği Birinci Kongresinde,17 Ağustos’ta yaptığı konuşmada, Dostoyevski üzerine düşüncelerini belirtirken sonunda, “Dostoyevski’nin aradığı şeyin ne olduğunu anlamanın güç olduğunu belirtir.”(Ay.yapıt. S. 246)

32


Aslında söz konusu “Yeraltından Notlar” olduğunda, Maksim Gorki’nin ‘anlama ‘güçlüğü’ çektiği şey, sansürün gazabına uğrayıp, yapıtı, ne istediğini, neyi aradığını bilmeyen bir kaosa dönüştürmüş olmasından kaynaklanıyor. Aslında, “Yeraltında Notlar”ın orijinalinde yapıt ne istediğini bilmektedir. Edward Hallet Carr’dan yazalım: “...Michael’e yazdığı 26 Mart tarihli mektupta, sansürün notların birinci bölümünden yaptığı bir çıkarmaya değinmektedir: Sansürcüler ne domuz şeyler! Her şeye saldırdığım ve sövme gösterisi yaptığım yerlere izin verilmiş, fakat Hristiyanlığa inanmanın gerektiği sonucunu çıkardığım bölüme izin verilmemiş. ......Başka bir deyişle, bir başkaldırı çığlığı olmaktan uzak olan kitap, Çernişevski’nin Materyalist ahlakına karşı, Ortadoksinin savunusudur.” (E.H.Carr,ay.yap.s.117)

Suç Ve Ceza (1866) “Dragor’da Dostoyevski’nin “Suç ve Cezası”nı okuyordum. Önce bu kitabı seçtiğim için sağlıksızlıkla suçladı beni. Sonra da gençliğinde bir öğrenci arkadaşının piyanoda Chopin’i çaldığında uzun bir hastalığa (tabii uzun süre farkedilmeyen bir hastalığa) tutulduğunu, bu arada mücadele etme gücünü yitirdiğini anlattı. Brecht, Chopin ile Dostoyevski’nin insan sağlığı üzerinde özellikle kötü bir etki yarattıklarını düşünüyor. Okuduklarım konusunda beni başka yönlerden de iğnelemek için hiçbir fırsatı kaçırmadı. O sırada kendisi Şvayk’ı okuduğu için, ısrarla, iki yazar arasında karşılaştırmalı değer yargıları ortaya koymamızı istedi. Sonunda düpedüz Dostoyevski’nin Haşek’le boy ölçüşemiyeceği ortaya çıktı, böylece Brecht, daha fazla birşey söylemeden onu da würstchen(Sosis) arasına soktu, biraz daha ileri gitse, Dostoyevski için bir şey daha söyliyebilirdi; aydınlatıcı nitelikten yoksun, ya da öyle kabul ettiği her esere Brecht bugünlerde Klump (moloz ya da döküntü) diyor.” (Brecht’le Söyleşiler,Walter Benjamen)(Estetik ve Politika,Eleştiri yay)(Bak. Đnt. Halk Sahnesi Oyuncuları) Dostoyevski, “Suç ve Ceza”yı 1866 yılında yazıyor. Roman, Dostoyevski’nin çoğunluk romanlarında olduğu gibi Petersburg kentinde geçiyor. Petersburg’un kuruluşu Büyük Petro’ya dayanmaktadır. 1703’de Đngrai bölgesi’nin Đsveç’ten geri alınmasından sonra Baltık kıyılarına yakın bataklık bir bölgede kuruluyor. Moskova, Avrupa’ya ve denize uzak olduğu için Büyük Petro tarafından yeni bir başkent olarak düşünülmüştür. Saint Petersburg kentinin kurulmasındaki gaye, Vissarion Grigoryeviç Belinski tarafından şöyle açıklanmaktadır: “Moskova, Rus Çarlığının başkentiydi ve Rusya’nın tam ortasına düşen bir coğrafi konumdaydı, bu yüzden de Petro’nun genel ve köklü reformları için 33


uygun değildi. Ona, deniz kıyısında bir başkent gerekliydi. Ama elinde denizi yoktu. Çünkü Kuzey ve Doğu okyanusları (Kuzey Buz Denizi ve Büyük Okyanus) kıyılarıyla, Hazar Denizi kıyıları Rusya’nın Avrupa’ya yaklaşmasını sağlayamazlardı“ (Belinski, Gogol’e Mektup S.25) Kent, Avrupa’dan gelen mimarların da katkısıyla alelacele inşa ediliyor ve Belinski’nin deyişiyle, bir yılda yapılacak şeyler bir ayda yapılıyor. Bir insanın yani Petro’nun iradesi doğayı yeniyor. Petersburg’un yok olması demek, Rusya’nın da yok olması demekti. Çünkü Puşkin’in mısralarında betimlediği gibi: “Petersburg, Rusya’nın Avrupa’ya açılan yegane penceresiydi.” Rusyanın geleceği ise Avrupaî reformlara bağlıydı. “Buradan gözdağı vereceğiz artık Đsveçliye. Kibirli düşmanımızın korkulu rüyası kent Burada kurulacak. Doğanın takdiri Avrupa’ya buradan pencere açmak” Puşkin Rusyanın yeni başkenti, II Aleksandır’ın 1861’de yaptığı reformlarla (en önemlisi de serfliğin kaldırılması) büyük bir Đşgücü akımına uğrar. Serfliğin prangalarını kıran köylü, kentlere akın eder. Sanayi kollarında çalışmaya başlar, proleterleşir. Yine Belinski’nin deyişiyle, “St.Petersburg kenti günden güne değil, saatten saate büyür. “(ay.yapıt.s.29) Ancak bu büyümeyi gerçekleştiren, Avrupa’dan getirtilmiş Francesco Rasttelli gibi mimarların Barok tarzı yaptıkları yapılar, köprüler, kiliseler, kuleler değildir artık. Fabrikalarda, inşaatlarda, günlük işlerde çalışan proleter ve yarı proleterlerin, az ücretlerle yarı aç-yarı tok geçim telaşı içerisinde olan küçük memurların oluşturdukları, sokakları yazın tozlu, kışın balçıklı gecekondu ve Petersburg’un kocamış, kamburlaşmış binalarından oluşan eski mahalleleridir. St.Petersburg’un varoşlarıdır. Bu varoşlar, aslında eski Petersburg’un dönüşüme uğramış halidir. Viraneye dönmüş kasvetli hanları anımsatan çok katlı binalar, küçücük dairelere bölünerek kiraya verilmiştir. Dostoyevski’nin yaşamını sürdürdüğü beş katlı, uzun yılların yorgunluğu ile kamburlaşmış bina, işte bu eski Petersburg’un, yağan yağmurun etkisiyle sokağında küçük gölcükler oluşmuş, çamur ve balçıktan neredeyse yürümenin imkansızlaştığı, ekseriyeti işçi, öğrenci ve küçük memurlardan oluşan bir mahalledeydi: Hause Alonkins Wohnung nr.13 ( Alonkins Apartmanı, Daire 13) Alberto Moravia’nın 1950’lerde yazılmış “Bir Rusya Seyahati“ adlı yapıtında konumuzla ilgili bir bölüm var, size oradan yazayım : “...Ve nihayet kısa, geniş damalarla düzenlenmiş caddesiyle şehrin eski parçası. Evler kasvetli ve kendi haline bırakılmış! Eski arnavut kaldırımları, orada burada oluşmuş çukurlarda su birikintileri, huzursuz ve sessiz siyahımsı bir parıltıyla çiseleyen yağmura aldırmaksızın orada, burada üç-beş mahalle çocuğu oyun oynuyor. Biz, eşiği çamurla kaplı bir evin büyük avlusuna girdik. Burada arnavut kaldırımı yok. Sadece balçık ve çamur var. 34


..Yukarda kapıda orta yaşlarda bir bayan duruyor ve Dostoyevski’nin dairesini ziyaret etmek isteyip istemediğimizi soruyor. Biz bunun için buraya geldiğimizi söyleyip, merdivenleri çıkıyoruz. Görüntüsü oldukça uğursuz, çirkin geniş bir merdiven. Siyahlaşmış duvarlarında nemli lekeler görünüyor. Merdiven basamakları kirli, yerinden oynamış taşları orasından burasından aşınmış veya tamamen kırılmış.. Neden bu merdiveni böylesine detaylı anlatıyorum? Çünkü Dostoyevski yıllarca burada yaşadı ve hep bu merdivenden yürüdü. Ama bu merdivenden aynı zamanda Rodin Raskolnikov tefeci kadını öldürdüğü zaman da bir aşağı bir yukarı koşmuştu. Beni buraya getiren her iki Dostoyevski araştırmacısı(Forscher) Raskolnikov’un bu evde yaşadığına ilişkin garanti verdiler. Aynı zamanda Suç ve Ceza yazarının da ikamet ettiği yer burası!“(Alberto Moravia,Eine russische Reise S. 7, Almanca) Anlaşılıyor ki, Dostoyevski kendi oturduğu odacığı “Suç ve Ceza” romanında Raskolnikov’un oturduğu yer olarak da betimlemiş. Şimdi hem Dostoyevski’ye hem de Raskolnikov’a mekân olan bu dairenin Alberto Moravia tarafından betimlenişine bakalım: “Biz en üst kata ulaştık. Bayan yarı karanlık, siyah perdeli kapıyı açtı. Dolaplarla dolu koridor öylesine dar ki, ancak bir kişi geçebilir. Koridor iki kapıya açılıyor. Birbirine sıkıştırılmış küçük dairelerde iki aile iç içe yaşamak zorunda. Koridorun sonundaki üçüncü kapı, Dostoyevski ve Raskolnikov’a ait odanın kapısı olduğunu bize rehberlik eden bayan söyledi.” Bu odayı Dostoyevski’nin kendisinden dinleyelim: “Küçük oda, beş katlı yüksek bir binanın çatı katındaydı ve odadan çok bir dolaba benziyordu. Çok dar ve alçak olan oda, aslında koridorun bir devamı gibiydi.” (Ay.Yap. S.7,8) Dostoyevski, “Suç ve Ceza”nın ilk bölümlerini, aç ve sefil beş parasız, son kalan eşyalarını rehinlere bırakarak yaşadığı Wiesbaden’de yazdı. Çünkü elinde avucunda olan tüm parayı kumarda kaybetmişti. Rehin bırakacağı eşyaların karşılığında alacağı üç-beş taler için tek tek dolaştığı bu acımasız rehinciler Dostoyevski’de bir Raskolnikov ruhu filizlenmesine, tefecilere karşı, öldürmeyi düşünecek kadar bir nefretin oluşmasına neden olmuş olabilir. Yarı aç Dostoyevski, Petersburg’a döndüğünde de farklı bir durumda değildi ve paraya ihtiyacı vardı. Bunun için de bir başka romanın yazılması gerekiyordu: “Kumarbaz”! Bu roman için anlaştığı yayınevinden belirli bir avans aldı. Yayınevi ile yapılan noter anlaşması oldukça ağır hükümler içeriyordu. Üstelik roman, 30 Ekim 1866’ya kadar yazılıp teslim edilecekti, ama bunun için kalan süre bir ay bile değildi. Bir Stenograf tutması gelinen aşamada tek çözümdü.

35


Kendisine eş olacak Anna Grigorievna Snitkina ile tanışması bu vesileyle oldu. Anna, stenograf olarak Dostoyevski Đle 4 Ekim’de çalışmaya başladı. 26 gün gibi kısa bir sürede roman tamamlandı. Dostoyevski 8 Kasımda da evlenme teklifinde bulundu, yılın sonuna kadar da “Suç ve Ceza”nın geri kalan kısmı yazıldı. 15 şubat 1867’de de evlendiler. “Suç ve Ceza” Dostoyevski’nin yazın yaşamındaki yerini sağlamlaştıran, onu Rusya ve dünyada saygın romancılar arasına sokan yeni bir başlangıç oldu. Bu roman üzerine sadece Rusya değil, tüm dünya entellektualizasyonu, hiçbir romancıya nasip olmayacak şekilde olumlu-olumsuz kritik ve yorumlarda bulundu. Dünyada en çok okunan, sinema ve tiyatroya uyarlanan bir yapıt özelliğini kazandı. Peki bu ilgi nereden geliyor? Gerçekten Suç ve Ceza böylesine abartılı bir şekilde doruklaştırılacak bir baş yapıt mıdır? Böylesine tutulmasının ve insanların yoğun ilgisini çekmesindeki giz nedir? Bunlar üzerinde, olgunun çok boyutluluğu göz önünde tutularak çok boyutlu olarak değerlendirilmesi gerekir. Wiesbaden’deki açlık ve sefalet, tefecilere yüksek faizlerle rehin bıraktığı eşyalara karşılık aldığı 3-5 taler Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”yı yazması için esin kaynağı oldu. Ve hemen o sefalet ve açlığın içerisinde “Suç ve Ceza”yı yazmaya başladı. Roman, yüksek idealleri olan ancak parasızlıktan hukuk öğrenimine ara vermek zorunda kalmış Raskolnikov’un tefeci kadın Alyona Ivanovna’yı öldürme düşüncesiyle başlıyor. Sonra diğer kahramanlar: Marmaledev, Marmaledev’in hanımı Katerina Ivanovna ve kızı Sonya Semyonovna anlatılıyor. Olağanüstü Betimleme Yetisi: Gerçekten de küçük bir memur olan Marmaledev ve ailesinin abartılı ama olağanüstü bir betimlemesi yapılmış. Bu olağanüstülükte, yine insan doğasında sık rastlanmayan, pek seyrek olabilecek olgular ‘insanı alçaltmak için’ özellikle seçilerek romana konu edilmiş. Đnsanların değişik vicdansal yargılarına seslenerek ender rastlanan bir konu üzerinde odaklanmalarını böylece sağlayabilmiştir : “Delikanlı, Katerina Ivanovna’yı tanımakta zorluk çekmedi. Oldukça uzun boylu, güzel endamlı, ince zayıf bir kadındı. Koyu kumral saçları hâlâ çok güzeldi. Yanaklarındaki kırmızılıklar gerçekten birer leke halindeydi. Ellerini göğsüne bastırmış, dudakları kurumuş bir halde, küçücük odasında bir aşağı bir yukarı dolaşıyor ve kesik kesik düzensizce soluyordu. Gözleri bir humma nöbetiyle ışıldıyordu. Ama bakışları sert ve sabitti. Bitmekte olan mumun, titreşen son ışıkları altında bu veremli ve heyecanlı yüz, korkunç bir etki yapmaktaydı....... Merdivenlerden pis bir koku geliyordu ama merdiven kapısı kapanmamıştı. Aralık olan kapıdan, evin iç tarafından dalga dalga sigara dumanları geliyor, kadın öksürüyor ama kapıyı kapamıyordu. Altı yaşlarındaki en küçük kız çocuğu, iki büklüm bir halde başını sedire dayamış uyuyordu. Kızdan bir yaş büyük olan oğlan çocuğu bir köşede titriyor ve ağlıyordu..... Dokuz yaşlarında, uzunca boylu ve bir kibrit çöpü gibi incecik büyük kız çocuğu, köşede, küçük kardeşinin yanında durmuş, uzun ve ve çöp gibi kuru 36


kollarıyla onun boynuna sarılmıştı. Kızın sırtında yırtık pırtık, çok kötü bir entari vardı. Çıplak omuzları üzerine de..”(Suç ve Ceza S.28-29) Đnsan Doğasında Pek Seyrek Rastlanan Absürt Olgular: “..........Marmeladov odaya girdi, tam kapının ağzında diz çöktü, delikanlıyı da öne sürdü. Kadın, karşısında tanımadığı birini görünce, bir an için dalgınlıktan silkinerek, adeta bu adamın niçin geldiğini anlamak ister gibi, şaşırmış bir halde önünde durdu. Ama odalarının bir geçit yeri olması yüzünden, bu adamın bir başka odaya gitmekte olduğu, pek tabii olarak hemen aklına geldi. Bunu düşündükten sonra Raskolnikov’a daha fazla önem vermeyerek, kapamak üzere koridora açılan kapıya doğru yürüdü. Ve tam kapının önünde diz çökmüş kocasını görünce bir çığlık attı. Büyük bir öfkeyle: —Ha, diye bağırdı.Ev kaçkını!.. Canavar herif!.Paralar nerede? Göster cebindekileri bakayım!.. Geldin ha!.. Pranga değişmiş!.. Elbisesi de. Elbisen nerede? Paralar nerede? Söyle!.. Kadın, aramak için sarhoşun üzerine atıldı. Marmeladov ise bu arama işini kolaylaştırmak için, hemen, uslu uslu, uysal uysal kollarını kaldırdı. Ama ceplerinde bir kopek bile kalmamıştı. Kadın: —Paralar nerede, diye bağırıyordu. Aman tanrım, yoksa hepsini de içkiye mi verdin?.. Oysa sandıkta on iki ruble vardı. Kadın birden köpürdü, kocasını saçlarından yakaladı ve odanın içine sürükledi. Marmeladov ise uslu uslu, diz üstü sürünerek kadının işini kolaylaştırıyordu. Saçlarından sarsıla sarsıla sürüklenen, hatta bir seferinde alnı döşemeye çarpan Marmeladov: —Bu benim hoşuma gidiyor, diye bağırıyordu. Bu benim canımı acıtmıyor, hoşuma gidiyor, saygıdeğer efendim.” (Ay.yap.S.29-30) Đnsanların aşağı ve acınacak yaratıklar olduğu, bundan dolayı da ‘aşağılandıkları’ imajı, onları yücelttiği anlarda bile kendini bir fısıltı şeklinde veya bir tür sezgi yoluyla verilmektedir. Ondaki ikiye bölünmüşlüğün bir yönü de budur. Dostoyevski, gerçek yaşamında da ikiye bölünmüşlüğünün bir yanını, sürekli kendini aşağılama, aşağı görme hatta kendinin aşağılık bir kişi olduğu kompleksi oluşturmaktadır. Bu kendini aşağı görmenin Ortadoksluk’un “alçak gönüllü ol, başını toprağa eğ“ söylemi ile bağlantısı yoktur. Burdaki aşağı görme, kişinin kendinden tiksinmesini de içermektedir. Bir insanın kendinden tiksinmesinin, kendini aşağı görmesinin, bu kompleksin ve ‘kişilik bozulmasının’ oluşmasının mutlaka somut nedenleri vardır. Dostoyevski, kişilik olarak aşağılık ve onursuz olan şeylere karşı bir yönelim eğilimindedir. Bu da, onun yapıtlarındaki ana karakterlere yansımaktadır. Değişik kaynaklar, bunun böyle olduğunu ele alıp irdelemişlerdir. Bu irdelemelerin bazıları ikinci elden öne sürülen iddialar olmalarına karşın ilginçtir, üstelik yazdıkları ve yaşadıkları ile çelişkili değil, uyum içerisindedir. Bu konuya ilişkin bir de Dostoyevski ile Turgenyev arasında geçen, “Literatür”e girmiş bir olay anlatılır: 37


Dostoyevski, yaptığı alçakça şeyi itiraf etme gereği duyuyordu. Tıpkı Đncil’de öğretildiği gibi bir itiraf! Kendisine en çok acıyı çektirecek bir tarzda itiraf! Uzun süreden beri konuşmadığı, küs olduğu Turgenyev’e yapacağı itiraf gerçekten kendisine çok derin bir acı verebilirdi. Turgenyev’e gider ve 10 yaşındaki kız çocuğunun ırzına nasıl geçtiğini detaylarıyla anlatır. Turgenyev şok olmuştur ve içinden: “Bu Dostoyevski çıldırmış olmalı” diye geçirir. Sessizlik olur!.. Dostoyevski itiraflarını bitirdikten sonra Turgenyev’e: “Bay Turgenyev, size kendimden tiksindiğimi söylemek istiyorum!” diye acı ile yakınır... Yine sessizlik olur!.. Dostoyevski bir yanıt, belki de acılarını dindirecek, ruhunun kirlenmişliğini bir parça da olsa paklayacak bir yanıt, bir davranış bekliyordu! Ama bu yanıt gelmez, sessizlik devam eder... Đşte o an Đncil’in kendisine öğrettiği, ‘Đnsanların size nasıl davranmalarını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın’ (Luca,11:9-13) kutsal vecizesini de ayakları altında hırsla çiğneyerek, Turgenyev’e şu yanıtı verir: “Ama sizden daha çok nefret ediyorum.! “ “Dostoyevski’nin hayatında bazı dönemlerde çok karışık durumlar vardır. Bunlardan özellikle bir tanesine Dostoyevski “Suç ve Ceza” adlı eserinde(8) yer vermişti ve bu olay “Ecinniler”in bir bölümünde konu olarak kullanılmıştı. Ancak bu bölüm, “Ecinniler”in Rusça baskısında dahi yer almamaktadır. Bildiğim kadarıyla, sadece Almanya’da satışı yapılmayan bir baskıda yer almıştır. [Bu bölümün bir çevirisi Nouvelle Revue Française’de (Haziran ve Temmuz 1922) çıktı. Sonra Stavrogin’in Đtirafı adı altında basıldı.-Plon Nourrit-] Bu bölümde küçük bir kıza tecavüz söz konusudur. Đğfal edilen çocuk, bir odada kendini asar, yandaki odada ise kızın kendini astığını bilen suçlu, Stavrogin, onun ölmesini beklemektedir. Bu korkunç hikâyede gerçek payı nedir? Benim için bunu bilmek o kadar önemli değil ancak, Dostoyevski’nin bu tür bir serüvenden sonra, ister istemez şiddetli bir pişmanlık duyduğu bir gerçek...” (Andre Gide,Dostoyevski,104) Strokov’un 1883 Kasım ayında, Dostoyevski’nin öldüğü tarihten (28 Ocak 1881) 34 ay sonra Tolstoy’a yazdığı mektup da örnek olarak gösterilebilir. Ancak bu mektupların ve anlatımların şanssızlığı ve ikiyüzlülüğü de göz ardı edilmemelidir. Çünkü bu mektup ve anlatımlar, Dostoyevski ölmeden de olanaklıyken, Dostoyevski yaşamıyor, artık öldükten sonra gündeme getirilmiş olmasıdır. (Bak.E.H.Carr,Dostoyevski,S 98) Friedrich Nietzsche’nin Esin Kaynağı: Suç ve Ceza! Dostoyevski, “Suç ve Ceza”da Raskolnikov’a düşündürttüğü, söylettiği kendine ait öz düşünceler, sonradan Nietzche’yi derinden etkileyerek onun öz düşünceleri durumuna gelmiştir. Dostoyevski araştırmacılarının çoğunluğu tarihte derin kötü izler bırakan ve yine bırakacak olan bu düşüncelerden ziyade, sadece ‘mistik ahlak’ kapsamında olguya yaklaşmakta, “Suç ve Ceza”yı ideolojik içeriğinden yarı yarıya kopararak değerlendirme yolunu seçmektedirler. Ama Vladimir Nabokov, bu konuya kısa da olsa değinmiş, Dostoyevski’nin bir döneme damgasını vuracak olan faşist ideolojisinden söz etme gereğini duymuştur:

38


“ ....Ve o da (Raskolnikov) bu cinayeti işledi. Bu Dostoyevski’nin favori olan düşüncesiydi. Çünkü materyalist düşünceler kaçınılmaz olarak gençliğin ahlakî değerlerini yok etmektedir ve derin duyguları olan genç insanları zincirleme bu durumda kötü yola itip cani yapabiliyor. Dikkatinizi çekerim, Raskolnikov, kendi yazdığı bir makalede sürü insanı ve üst insan olmak üzere iki çeşit insan olduğunu gösteren garip, faşist düşünceler geliştirdi. Ahlak yasalarına çoğunluk uymalıdır. Ama yüksekte olanlar kendi yasalarını kendileri yapma özgürlüğüne sahiptirler... Newton ve diğer büyük kaşifler için onlarca, yüzlerce sıradan can feda edilebilir.” (Vladimir Nabokov,Die Kunst des Lesens,S.167) Bu faşist ideoloji, Raskolnikov aracılığı ile şöyle dile getirilmektedir: “Hatırımda kaldığına göre, makalemde şöyle bir düşünce ileri sürmekteyim: En eskilerden başlayarak Likürg’le, Solon’la ,Muhammet’le, Napolyon’la sürüp giden, insanlığın bütün kurucu ve kanun yapıcıları, hiç olmazsa yeni bir kanun yaparken, toplumun kutsal saydığı eski, babadan kalma kanunları çiğnedikleri için istisnasız olarak birer suçluydular. Tabi bunlar, kendilerine yardımı dokunuyorsa, kan dökmekten —hem de bazen eski kanunlara sadık kalmaktan başka suçu olmayan, tamamiyle masum kişilerin kanını dökmekten— çekinmemişlerdir. Hatta asıl olağanüstü olan şey, bu iyiliksever kişilerden, bu insanlığın kurucularından çoğunun özellikle korkunç birer kan dökücü olduklarıdır. Kısacası, ben şöyle bir sonuç çıkarıyorum: Büyükler şöyle dursun ama toplumun içinde biraz olsun sivrilenler yani küçücük bir yenilik yapmak yeteneğini gösterenler, yaradılışları gereğince, herhalde —tabii az ya da çok— birer cani olmak zorundadırlar. Yoksa sivrilmelerine imkan yoktur. Herkesle eşit seviyede kalmaya ise yine yaradılışları gereğince razı olamazlar. Bence zaten razı olmamak zorundadırlar. Tek kelimeyle, görüyorsunuz ki, görüşlerimin bu bölümünde hiçbir yenilik yok. Bu düşünceler binlerce sefer yazılmış ve söylenmiş şeylerdir, insanları sıradan ve olağanüstü olarak ayırt etmeme gelince, bu sınıflandırmanın biraz öznel olduğunu kabul ederim. Zaten ben, kesin sayılar üzerinde durmuyorum. Ben sadece ana düşüncelerime inanıyorum. Bu ana düşünceye göre insanlar,doğa yasaları gereğince, genel-likle iki sınıfa ayrılırlar: Aşağı sınıf —sıradan insanlar— dediğimiz insanlar ki, biricik görevleri, kendileri gibi birtakım yaratıkların çoğalmasına yarayacak materyal görevi görmekten ibarettir. Bir de kendi çevrelerinde yeni bir söz söylemek yetenek ve ustalığını kendinde gören insanlar sınıfı. Tabii bu arada bir yığın da ara bölüm vardır. Ama bu iki sınıfın ayırt edici çizgileri oldukça keskindir. Birinci bölüm, yani kendileri gibi birtakım yaratıkların çoğalmasına yarayacak materyal görevi görenler, yaradılışları gereğince tutucu insanlardır. Uysal bir yaşayış sürerler, boyun eğerek yaşamayı isterler... Bence bu çeşit insanlar söz dinler ve uysal olmak zorundadırlar, çünkü bu onların görevidir. Onlar,böyle bir yaşamada gururlarını incitecek hiçbir şey görmezler. Đkinci sınıfa gelince, bunlar boyuna kanun sınırlarını aşarlar, yeteneklerine göre yıkıcıdırlar ya da buna yatkındırlar. Bu sınıf insanların suçları pek doğal olarak nisbi ve çok çeşitlidir. Büyük bir çoğunlukla ve pek çeşitli sözlerle bugünün, daha iyi şeyler adına yıkılmasını isterler. Ama bunlardan birinin, ülküsüne erişmesi için bir ölünün, bir kan selinin üzerinden atlaması bile gerekse, bence büyük bir gönül rahatlığı ile kendinde bu kan seli üzerinden atlama iznini verebilir. Tabii bu, 39


ülküye, ülkünün niteliğine göredir, buna dikkat ediniz! Ben makalemde, ancak bu anlamda, insanların cinayet işlemeye hakları olduğundan söz ettim. “(Dostoyevski Suç ve Ceza,S.280-281) “Suç ve Ceza”da ana konu olarak ‘ahlak’ ele alınmış, feodal ve burjuva bakış açısıyla bir değerlendirmeye roman kahramanları üzerinden gidilmiştir. Burada asıl çaba, ateizmi ve devrimci düşünceleri çarpıtarak karalamak, ortadoks ahlakının yüceliğini öne çıkarmaktır. Bu öne çıkarış, kurtuluşun eski Rus geleneklerine dönüşte, acıda ve teslimiyette olduğu yönündedir. Romanın baş kahramanı Raskolnikov, bir üniversite öğrencisidir. Toplumun büyük bölümü gibi sefalet içerisinde yaşamaktadır. Đçinde yaşadığı toplumdaki bu acımasız dengesizlik ve eşitsizlik üzerine kafa yormakta, kendini yığınlardan daha yukarı bir yerlere koyarak ve hayalinde “Napolyonvari” bir üst insan profili çizerek çözümler üretmektedir. Üst insanlar, sorunların üstesinden hep bir başlarına gelmemişler midir? Tarih boyunca geniş halk kitleleri, yığınlar uğradıkları haksızlıklara, hor görülmelere ve bu doruksal boyutlardaki eşitsizliğe hep boyun eğmiş olmalarına karşın yine bu yığınların arasından çıkan çok az sayıdaki üst insanlar, yasa koyucularının koydukları yasaları çiğneyerek, her türlü toplumsal kuralı karşılarına alarak toplumların gidişatını değiştirmemişler midir? Evet! Bu üst insanlar, tarihe kendi ideallerine uygun şekilde biçim verip yönlendirmişlerdir. Acaba kendisi bir bit mi yoksa bit’ten öte bir şey midir? Bir insan mıdır? Yani üst insan! Dostoyevski, kendi yeni insanın siluetini çizip, mutluluğun ve kurtuluşun yönünü tanrı, Đsa, kilise ve Ortadoksluğa çevirirken dönemin devrimci, demokrat yazınını, materyalizmi mistisizmin karanlık dehlizlerinden eleştiri yağmuruna tutmaktadır. “Sonya? Ben oraya aklı başında bir insan olarak gittim. Beni mahveden de işte bu oldu ya! Đktidara geçmeye hakkım olup olmadığını, kendi kendime sorup soruşturmaya başladıysam, demek ki, iktidara geçmeye hakkım yokmuş! Mesela, hiç olmazsa bu noktayı bilmediğimi nasıl düşünebiliyorsun? Ya da insan bir bit midir, sorunu sorarsam, demek ki, insan benim için bir bit değildir. Belki aklına böyle bir soru gelmeyen, soru falan sormadan giden birisi için bittir. Napolyon gidermi idi, yoksa gitmez mi idi, diye günlerce kafa patlattığıma göre, kendimin bir Napolyon olmadığımı açıkça hissetmiş sayılırım.”(Suç ve Ceza S.458) Gelinen yerde Raskolnikov’da artık dönüşüme uğramış, günlerce ‘kafa patlatarak’ bir üst insan, bir ‘Napolyon’ olmadığını duyumsamaya başlamıştır. “Sonya: —Sana gereken şey acı çekmek, böylece işlediğin günahlardan temizlenmektir.”(Suç ve Ceza.S. 460) 40


Artık Dostoyevski’nin başlamıştır böylece:

“YENĐ ĐNSAN“ının profili de yavaş yavaş belirmeye

“Ama burada yeni bir öykü başlıyor: Bir insanın yavaş yavaş yenilenmesinin, yeni bir hayat bulmasının, bir dünyadan başka bir dünyaya geçmesinin, hiç bilmediği yepyeni bir gerçekle tanışmasının öyküsü... Ve bu öykü yeni bir kitabın konusu olabilir. Bizim şimdiki öykümüzse burada bitiyor.“ (Dostoyevski,Suç ve Ceza .S.600) Dostoyevski Ve Yabancılaşma Kafka, “Dönüşüm”(Die Verwandlung) adlı öyküsünde şöyle yazmaktadır: “Gregor Samsa, bir sabah telaşlı düşlerden uyanınca, kendisini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Zırhı andıran sertlikteki sırtının üzerinde yatmaktaydı ve başını azıcık yukarı kaldırınca yay biçiminde sert bölmelere ayrılmış kümbetimsi kahverengi karnı görünüyordu. Bu karnın tepesindeki yorgan her an kayıp yere düşmeye hazır, ancak zorlukla tutunabilmekteydi. Vücudun kalan bölümüne oranla acınacak kadar küçük bir sürü cılız bacakcık, ne yapacaklarını şaşırmış, gözlerinin önünde aralıksız yanıp sönüyordu. ‘Bana ne olmuş böyle?’ diye düşündü. Bu bir düş değildi. Gerçekten kendi odasındaydı. Yalnız biraz küçük; insanlara özgü bir odada, tanıdık dört duvar arasında sakin yatıyordru.” (Franz Kafka, Gökyüz Edebiyatı,Đnt.Sitesi,) (F.Kafka.Die Verwandlung,Philipp Reclam jun.S.5) Dostoyevski’den esinlenerek 1916 yılında kaleme alınan “Dönüşüm”de gerçeküstü bir öykü ile kapitalist toplumda insanın kişiliksizleşmesini, ’bu çalışma toplumunda’ köleden de beter bir yaşantı sürdürüldüğünden insanın insanlığını ve insanlığına ilişkin erdemleri yitirdiğini anımsatır. Đnsan, insan olduğunu unutur, böceğe dönüşür. Dönüşüm, yabancılaşmanın en üst boyutudur. Đnsanın kendi özüne, insanı hayvandan ayıran ideallerine yabancılaşması! Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”daki baş kahramanı ‘Böcek bile olamadığından’ yakınırken ve ne olduğunun farkında bile değilken, Kafka’nın Gregor Samsa’sı ancak böcek olduktan sonra eskiden bir insan olmuş olduğunun farkına varır. Kafka’nın yapıtlarında değişik grotesk özellikleriyle insanlar karşımıza çıkarlar. Beckett’in insanları ise sakat, felçli, ruhsal dengesi bozuk insanlardır. Dönüp Dostoyevski’ye baktığımızda, onun yarattığı insanlarda da hatta bizzat kendisinde de aynı grotesk özellikleri görürüz. Bu, kapitalist toplum insanının başına gelen kaçınılmaz bir gerçekliğin acı sonuçlarıdır. Bunları elbetteki anlatmak, göstermek gerçekçi bir yazının olmazsa olmazıdır. Sorun, burdan çıkarılacak sonuçlara ilişkindir.

41


Kapitalizm bir zorunluluklar alemidir ve insanlar yaptıkları işi sevdiklerinden değil de zorunluktan ötürü yaptıkları için de doğal olarak hem kendine hem de çevresine yabancılaşmaktadır. Engels, “Komünizmin, insanlığın zorunluluklar aleminden özgürlükler alemine sıçrayışıdır” demektedir. Bu aynı zamanda yabancılaşmanın da bitiş noktasıdır. Yapıtlarında korku, yalnızlık, umarsamazlık, topluma küsmüşlük, yaşamın anlamsızlığını dile getiren burjuva sanatçıları “gerçekliği“ sadece içinde bulundukları an olarak algılamakta, onun değişibileceği, gerçekliğin sınırlarının salt ‘bugün‘ ile sınırlanamıyacağının diyalektiğini görmek istememektedirler. Marks, emeği insanın karakteristik bir özelliği ve onu hayvandan ayıran etkinliği olarak görür. Ancak kapitalizm gelinen yerde bunu tersine çevirmiştir. Sorun, olguyu Marks’ın anladığı anlamda dönüşüme uğratmak için atılım yapabilmek, harekete geçebilmek sorunudur. Bu ise, geleceğe umut ile bakmak, yaşamın hiç de anlamsızlıklarla dolu durmuş bir zaman olmadığını, gelecekteki paylaşımcı yaşamın anlamlı, gerçekten özgür, aydınlık olacağını kavrayarak ancak olanaklı duruma gelir. Budala (1869): “Yine APTAL (Budala) romanı hakkında: Süleymaniye Camiini nasıl bir tane daha, bir kere daha tekrar etmek acaip bir şey olursa ---acaip, lüzumsuz ve sırf mimari tekniği bakımından da hatta mürteci(gerici) aynıyla muhtevası(kapsamı) bakımından değil, tabii bu bakımdan mesele aşikardır ve mürtecidir(gericidir)-- fakat sırf roman tekniği bakımından APTAL’ı tekrar ve taklit ve model almak da bence öyle mürteci olur. Aptal’ın roman tekniğinden sonra ---bu teknik senin de kaydettiğin gibi dahiyanedir-- roman tekniği kanaatimca bir hayli başkalaşmış ve tabir caizse inkîlapçılaşmış ve kuruluşunu, teknik hilesini daha az belli eder olmuş, muhteva realistleştikçe, teknik de realistleşmiştir (...) Aptal, Dostoyevski, bütün hünerine rağmen anlatılmağa değmez insanları anlattığı için nasıl boş bir emek, tek taraflı, kısır ve ölü bir doğum.”(Nazım Hikmet,Sanat ve Edebiyat Üstüne S.223) “Suç ve Ceza”nın bitiminde Dostoyevski, romanı tam noktalamamış, Raskolnikov’un yeni yaşamındaki dönüşümünü, “yavaş yavaş yenilenmesini” anlatacağı yeni bir öyküye açık kapı bırakmıştı. Bu yavaş yavaş dönüşüme uğrayan Raskolnikov, aslında bir parça Dostoyevski’ydi.. Yavaş yavaş dönüşüme uğrayan bir Dostoyevski!... Bu dönüşüm başka bir öyküde anlatılmadı ancak Dostoyevski’nin gerçek yaşamı, bunu en çarpıcı şekilde dile getirdi. Dostoyevski, romanını 1868’in Eylül’ünde Cenevre’de yazmaya başlıyor. Daha yazmaya başlamadan aldığı 3.000 ruble’ye karşılık “Budala”nın ilk bölümünü Russky Vestnik’de yayınlanmak üzere Katkov’a ancak 1869’un ocak ayında göndermeye başlıyor. Bu roman yazılırken de, Dostoyevski’nin yaşamı çalkantılarla doludur. Beş parasızdır, ölen kızı Sonya’nın acısı vardır, sağa sola borçludur, eline geçen parayı da “belki kazanırım” umuduyla rulet masalarında kumara bırakmıştır. Roman, işte böyle bir atmosferde, yıkım içerisinde yazılmaya başlanmış. Dostoyevski, “Suç ve Ceza”da Raskolnikov karakterini, bir bakıma ateizmi ve dönemin devrimci düşüncelerini gözden düşürmek, eleştirmek için yaratmıştı. Bu 42


süreç içerisinde Raskolnikov’un lnikov’un bir anti tezini de yaratıp romanlaştırmak düşüncesi hemen oluşmuştu. Anna G.Dostoyevski G.Dostoyevski, “Anılar”da şöyle yazıyordu: “Dostoyevski Dostoyevski 1867 sonbaharında özenle hazırlanan bir planla 1868 yılında bitirmek üzere “Russki Wjestnik” için “Budala””nın 1. bölümünü hazırlıyacaktı. Bu romanın teması Dostoyevski’nin nin favori düşüncesiydi. ‘Mükemmel, güzel bir insan’ insan görünümünü yazmak. Ancak bu görev ölçülemeyecek kadar zor görünüyordu. Tüm bunlar onu ciddi bir şekilde endişelendiriyordu.” (Anna Grigorjewna Dostojewski, Erinnerungen Das Leben Dostojewskis in den Aufzeichnungen seiner Frau) (Anılar, Dostoyevski’nin yaşamına ilişkin eşinin tuttuğu notlar) Bu mükemmel, güzel insan kim olabilirdi olabilirdi? ? Bunu yaratmanın çok güç olduğunu bir bakıma, Mezarındaki aki ölü Mesih’i gördükten sonra Dostoyevski için daha da güçleşmişti. Mezardaki Mesih, şimdiye kadar ressamlar tarafından çizilmiş çarmıha gerilmiş tüm Mesih tablolarından farklı, bir sükûneti, sevgiyi, güzelliği ve durgunluğu değil; şiddeti, acıyı, norma normall bir insanın işkencelerden sonraki korkunç durumunu anlatıyordu. Dostoyevski, Hans Holb Holbein’in bu ürpertici tablosu ile karşılaşıncaya kadar hayalinde hep mucizevi, ölürken dahi nurlar saçan, gülen, güzelliğinden hiçbir şey yitirmeyen, işkence ve ölüme ist istemle emle giden bir Mesih canlandırmıştı mutlaka. Müzede Hans Holbein’in ’in tablosu ile karşılaşan Dostoyevski’nin adeta donup kalması bu varsayımımızı ayımımızı daha da güçlendiriyor güçlendiriyor. Tılsım bir bakıma bozulmuş, Dostoyevski’nin mükemmellik kıstasları dumura uğramıştı. ratacağı mükemmel karaktere yeni bir bakış açısıyla bakmak gerekiyordu. Yaratacağı Mesih’i yeniden mercek altına aldı ve kendinde bozguna uğrayan, yiten birşeylerin yanıtını, çözümünü Yuhannas’ın uhannas’ın incilinde yeniden buldu.

Der tote Christus in Grabe (Mezarındaki ölü Mesih – Hans Hollstein) Hollstein

Anna G.Dostoyevski “Anılar”da şöyle yazıyor: “Başlangıçta, Baden Baden-Baden’den Baden’den Paris’e veya Đtalya’ya gitmek istiyorduk. Fakat mevcut fonlarımızı gözden geçirince, daha elverişli koşullarda, k daha sonra hareket etmek niyetiyle Cenevre’ye(Genf Cenevre’ye(Genf) yolculuğa karar verdik.Cenevre’ye ye giderken, müzedeki tabloları görmek için, bir gün Basel’de kaldık. Kocam, bu müzede bulunan bir tablodan söz edildiğini duymuştu. Bu 43


tablo, Hans Holbein tarafından yapılmış, Mesih’in insanlık dışı işkenceye katlanmış; çürümeye yüz tutmuş durumda haçtan aşağıya indirildiği anı betimliyordu. Onun şişmiş yüzü kanlı yaralarla kaplıydı ve korkunç bir görünüşü vardı. Resim,Fyodr Michailowitsch’te şok edici bir izlenim bıraktı ve taş kesilmiş bir şekilde resmin başında kaldı. (Bu görüntünün izlenimleri sonradan yeniden Budala romanında yansıdı ) Böyle bir tabloyu uzun görmeye benim gücüm yeterli değildi. O anki ruhsal durumum, böyle bir görüntüyü görmeye dayanamazdı ve ben başka bir salona geçtim. Onbeş yirmi dakika sonra döndüğümde, Fjodor Michailowitsch resmin önünde, aynı yerinde taşlaşmış gibi duruyordu. Telaşlı suratında, genellikle, benim dikkatimden kaçmayan, kriz öncesinin dehşetli izlerini görüp kavradım. Gayet sakince kocamın elinden tutup başka bir salona götürdüm ve bir banka oturttum. Her dakika bir kriz bekliyordum. Neyse ki gelmedi. Fjodor Michailowitsch yavaş yavaş sakinleşti ve müzeyi terk ederken resmi bir kez daha görmek istedi. “(Anna Grigorjewna Dostojewski,aynı yapıt,S.156 ) Dostoyevski “Suç ve Ceza”nın yazımına devam ederken bir yandan da yazacağı yeni romanının baş karakterinin arayışı içerisindeydi. Avrupa romanının en favori baş yapıtlarını ve bu yapıtlardaki dünyaya mal olmuş karakterleri de incelemeyi ihmal etmiyordu. “Budala”da yaratacağı baş karaktere “Don Kişot”a özgü bazı şeyler katmış olması, bu karakteri o güne değin yaratılmış en mükemmel bir karakter bulmuş olmasından ileri gelmektedir. 1867’de başladığı karakter aramaları, 1868’de meyvasını vermeye başlar. 1-13 ocak 1868’de Cenevreden yeğeni S.A.Iwanowa’ya şöyle yazmaktadır : “An S.A.Iwanowa Genf, I./ 13.Januar 1868 Benim sevgili, paha biçilmez arkadaşım Sonetchkam. Senin ısrarlı mektubuna karşın ben suskun kaldım. ............ Durumum doğrusu oldukca zor. Tüm kaderim çalışmama bağlı. “Russisches Boten” den sadece 4.500 Ruble avans almadım, redaksiyona namus sözü vererek ve her mektupta da bu sözü yineliyerek romanın gerçekten yazılacağını vurguladım. Ama müsveddeleri hazırlayıp redaksiyona göndereceğim sırada büyük bir bölümünü yok etmek zorunda kaldım. Romanı beğenmemiştim. (Fakat, ne zaman ki, kişi kendi çalışmasından memnun değilse, o çalışmanın iyi olması olanaksızdır.) Dolayısiyle yazdıklarımın büyük bir bölümünü yok ettim. Oysa bugünkü yaşamım, geleceğim, tüm borçlarımın ödenmesi bu romana bağlıydı. Üç hafta önce (yeni takvime göre 18 Aralıkta) Yeni bir romana giriştim ve geceli gündüzlü bu roman üzerinde çalışıyorum Romana ilişkin tasarımlar eskiye dayanıyor. Hep gerçekleştirmek istediğim bir tasarım ama olmadığı kadar da zor. Şimdiye kadar bu tasarımı gerçekleştirmeye cesaret edemedim.(a.b.ç ) Şayet bu çalışmaya başlıyorsam, bunun tek sebebi son derece umutsuz olmamdan ileri geliyor.Ama tasarımım Gerçekten mükemmel bir asil adamın öyküsü(a.b.ç.) Bu ise dünyada yapılabilecek işlerin en zoru, 44


hele bu günlerde. Bütün yazarlar, sadece bizimkiler değil Avrupalılar da pozitiv-güzel olanı betimlemek Đçin arayış içerisine girdiler ama bu çalışmalar gelişmedi. Çünkü bunu başarmak, aşırı derecede zordur. Güzellik bir idealdir. Đdeal, bizde olduğu gibi medenileşmiş Avrupa’da da uzun süreden beri hâlâ sağlam değil. Yeryüzünde pozitiv-güzel’i yansıtan bir tek kişi vardır: MESĐH (Hz.Đsa)(a.b.ç.) Bu sonsuz güzeli yansıtan kişi, elbetteki bir mucizedir. Tüm Yuhanna Đncili bu düşünce ile bir araya gelmiştir. Johannes bu güzelliğin(Mesihin) hayalet gibi insan şeklinde göründüğü mucizesini görmüştür. Sadece değinmek istiyorum. Hristiyan edebiyatında, tüm güzel tiplemeler içerisinde en mükemmel olarak görünen “Don Kişot”tur. “Don Kişot”, sadece mükemmel değil aynı zamanda gülünç-sıradandır. Dickens’in “Pickwickier”i de gülünçtür. (Onlar “Don Kişot”tan çok daha zayıftırlar ama yine de güçlüdür) ve onların büyük değerleri bu özelliklerden ileri gelmektedir. Kendi değerinin farkında olmayan bu gülünç kişilere karşı bir merhamet ve sempati uyanmakta, okuyucu da onlara karşı bir yakınlık duygusu oluşmaktadır.(a.b.ç.)” (Dostoyevski,Gesammelte Briefe S.251-252) Dostoyevski’nin yazacağı “mükemmel bir asil adam” betimleyecek romanın kahramanının tinsel ve özdeksel motivasyonu böylece yavaş yavaş belirmeye başlıyor. Bu “mükemmel asil adam” 19.yüzyıl Rusya’sına entegre olmuş Hz.Đsa, Don Kişot ve Raskolnikov’da da var olan biraz Dostoyevski karışımı ‘Budala’ olarak yansıyor. Budala: Prens Lev Nikolayeviç Mişkin! Đsa ahlakının parodisi olarak kavranabilecek özelliklere sahip “Đsavari“, “peygamberimsi” bir kahraman! Prens Mişkin, sara hastasıdır. Tedavi gördüğü Đsviçre’den cebinde beş kuruş olmadan sadece giysi bohçasıyla Rusya’ya dört yıl aradan sonra dönüyor. Bir ermiş kadar iyi olduğu için de “Budala” olarak değerlendiriliyor. Ama bu “Budala” kin, nefret duygularını tanımaz. Hep hoşgörülü ve kabul edicidir. Mişkin’in iç dünyası sadece karşılıksız da olsa sınırsız ve coşkulu “sevmek” duygularıyla dolup taşmaktadır. Zamanın etik anlayışı ile çatışan bu olağanüstülük, çevresi tarafından önce anlaşılmamakta, anlaşıldığında da artık onsuz yapamamaktadırlar. Saflığı ve açık sözlülüğü sayesinde kapitalist ilişkilerin dejenere ettiği güvenilmeyecek insanların karşısında güvenilir bir tip olarak sahneye çıkıyor. Đnsanlar daha ilk seans sonrası, birinci etapta ona güvenip sorunlarını paylaşıyorlar, evlerinin hatta yüreklerinin kapılarını ona cömertce açıyorlar. Đsavari özelliklerle donatılmış Mişkin “budala“ olarak değerlendirilmektedir. Demek ki, Đsa da kapitalist ilişkilerin insanı bozduğu ve parayı tanrılaştırdığı 19. Yüzyıl’da yaşasaydı ancak “budala“ olabilirdi. Dostoyevski, Hans Holbein’in tablosunun karşısında adeta taş kesilmiş bir durumda kıpırtısız duruyorken, belkide kulaklarında Belinski’nin söyledikleri yankıyordu:

45


“Đnanın çok safsınız! Sizin Đsa’nız zamanımızda yaşasaydı, inanın, kimsenin farkına bile varmayacağı sıradan bir kişi olurdu. Zamanımızın bilimi ve insanlığı harekete geçirenler karşısında büsbütün silinir giderdi.” Sıradan bir kişi... Evet, 19.yüzyılda yaşayan Đsa, ancak Prens Mişkin olabilirdi! Çünkü Prens Mişkin hem sıradan bir kişi hem de farkına varılamıyacak kadar da silik! Ama farkına varıldığında da vazgeçilmeyen, insanları adeta afsunlayan ve adeta kutsal bir tip oluyor. Prens Mişkin’deki biraz Dostoyevskilik: Prens Mişkin: “Böyle bir şeye insan tabiatının aklını oynatmadan katlanabileceğini kim söylemiş? Böyle çirkin, boş, faydasız bir harekete ne gerek var? Belki de kendisine ölüm kararını okudukları, sonra da, ‘Haydi git seni affettiler’ dedikleri insanlar da vardır, işte böyle bir insan duygularını anlatabilirdi sanırım. Bu acıdan ve bu korkunç şeyden Đsa da dem vurmuştur. Hayır, bir insana karşı böyle şey yapılmaz.” (Budala,S.27) Prens Mişkin: “- Bu şey..Hans Holbein’in bir kopyası, dedi. Gerçi büyük bir bilgiç değilim ama sanırım güzel bir kopyadır. Bu tabloyu sınır dışında görmüştüm, hâlâ da unutamıyorum..ama... sen”(Budala,S.249) “Çoktan beri yakasını bırakan sara nöbetlerinden biri gelmişti. Bilindiği gibi sara nöbetleri, yani düşme hali bir anda gelir. O anda birden yüz, özellikle bakışlar pek korkunçlaşır. Bütün vücudu ve bütün yüz çizgilerini ürperme ve titremeler sarar. Korkunç, akla hayale gelmeyen, hiçbir şeye benzemeyen bir çığlık göğüsten kopar.”(Budala,S.267) Yukarda, Anna Grigorjewna Dostoyevsi’den, Basel’deki müzede Dostoyevski’nin, Hans Holbein’in “Mezarındaki Ölü Mesih” tablosunun karşısında 1520 dakika çakılıp kaldığını alıntılamıştık. Ama bu 15-20 dakika içerisinde “çakılıp kaldığı yerde” neler düşündüğünü, “Budala” romanında kapsamlı olarak Prens Mişkin vasıtasıyla öğreniyoruz: “Bu tablo, Đsa’yı çarmıhtan indirdikleri zamanki halini görüntülüyordu. Bana öyle geldi ki, Đsa’yı gerek çarmıhın üstünde, gerekse oradan indirilirken canlandıran ressamlar, sanki Đsa’nın yüzünü hep olağanüstü güzel yapmak alışkanlığındadırlar. Yine bu ressamlar, en korkunç işkenceler ortasında bile Đsa’nın yüzündeki bu güzelliği korumak isterler. Rogojin’in tablosunda bu güzellikten eser yoktu. Tabloda çarmıha gerilmeden önce bile, uzun süre işkence çekmiş bir insanın cesedi canlandırılmıştı. Putunu taşıdığı için halk tarafından aşağılanmış, subaylar tarafından dövülmüş ve bu yorgunluklar altında en sonunda çarmıha gerilme cezası altı saat sürmüş bitkin bir yüz taşıyordu. Gerçekten bu resim, çarmıhtan yeni indirilmiş bir insan yüzü idi; henüz hayat ve canlılık taşıyordu. Yüzünün ifade ettiği anlam, sanki ölünün hâlâ işkence çektiğini anlatır gibi acıklı idi. Bu hâl, ressam tarafından gayet iyi anlatılmıştı. Buna karşılık, yüz acımasızca gerçeği gösteriyordu; burada sade doğa vardı. Bu kadar işkenceden sonra, herhangi bir insanın cesedi de böyle olmalıdır. Biliyorum ki, Hristiyanlığın ilk asırlardan beri, kilise tarafından kabul edilen dinî itikada göre Đsa, şeklen değil fakat gerçek bir acı çekmiş, bu şekilde de 46


çarmıhın üstünde, vücudu tamamen doğa kanunlarına tabi olmuştu. Tabloda gösterilen yüz, kanayan yaralarla kaplı idi ve şişmişti. Patlak gözleri cam gibi parlıyordu. Fakat çok garip olarak, bu işkence çekmiş cesedi dikkate alacak olursak, akla tuhaf bir soru gelir: Đsa’nın bütün öğrencileri, sonraları en belli başlı Havariyun olanlar, çarmıhın yanında ayakta duran ve onu iyileştirmeye çalışan kadınlar, bir kelime ile ona inananlar ve tapanlar madem ki, onun vücudunu bu şekilde gördüler, nasıl oluyor da ona inanabiliyorlar ve bu din uğrunda ölenlerin tekrar canlanacaklarına bel bağlıyabiliyorlar? Eğer ölüm bu kadar müthiş ise ve eğer doğanın yasaları bu kadar kudretli ise, onları nasıl yenmeli? Nasıl oluyor da, hayatında doğaya hükmetmeye çalışan ve “Talıtha Cumi” diye bağırarak bir genç kızı dirilten ve “Lazer, dışarı çık!“ diyerek ölüyü mezardan çıkaran Đsa, ölümün sillesi altında yere seriliyordu. Bu tablo, doğayı iri bir hayvan, acımasız ve dilsiz olarak canlandırıyordu. Daha doğrusu, benzetme ne kadar garip olsa da, modern bir inşaat makinesi, duygusuzca bir insan vücudunu yakalıyayarak çiğneyip eziyordu. Bu kıymetsiz varlık tek başına, bütün doğaya ve kanunlarına, belki de onu meydana getirebilmek için yaratılmış bütün bu dünyaya bedeldi! Size söz ettiğim bu tablo bende kör, küstah, uygunsuz bir duygu bıraktı. Bu size de aynı duyguyu verebilir. Bu havarilerin bir gecede bütün ümitlerinin ve hatta bütün güvercinlerin mahvolduğunu görerek, zor durumlara düşmeleri gerekir. Şüphesiz her biri, anlaşılmayacak kadar büyük fikirler taşıyarak dağıldılar. Hatta efendileri cezadan biraz önce kendi yüzünü görebilseydi, çarmıhın üstüne gerilmeye, böylece de ölüme kendi kendine yürüyebilir miydi? Đşte bu tabloya baktığınız zaman elinizde olmadan bu soru aklınıza geliyor.”(Budala.S.462-463) Dostoyevski’nin Hans Holbein’in “Mezarındaki Ölü Mesih” tablosu üzerine yaptığı yorum “Budala” romanında Mişkin’e yeniden yaptırılıyor. Mişkin, romanda yer yer Đsa’yı anımsatan bazı olağanüstülükler ve benzerlikler göstermektedir. Yine yukardaki örneklerle de gösterdik ki, Mişkin aynı zamanda yer yer Dostoyevski’dir. Olayları önceden sezme yetisi bir olağanüstülük olarak karşımıza çıkıyor: “—Evet şimdi trenden indim. Galiba, ben gerçekten de Prens Mişkin miyim diye sormak istediniz ama kibarlığınızdan sormadınız. Şaşıran uşak: —Hım! Diye homurdandı.“ (Budala.S.21) Đsa, konuşmaları ve tavırlarıyla döneminin haksızlığa uğramış, hor görülmüş, ezilmiş insanlarını derinden etkiledi. Sadece etkilemekle kalmadı, onlar için bir umut penceresi oldu. Đsa, her türlü haksızlığa karşı insanları harekete geçirmek isteyen bir eylem adamı değildi. Onun kitlelere verdiği telkin, otoritenin karşısında çaresiz ve güçsüz kalan insana sunulan bir umut reçetesinden ibaretti. O, bu reçeteyi sunarken üstün konuşma ve telkin yetisiyle insanları adeta büyülüyor, onları inanç ritüellerinin en ferah en mutlu seraplarında uyuşturup, pasifleştirmeyi ustalıkla başarıyordu. O şöyle sesleniyordu: “Ne mutlu ruhta yoksul olanlara ! Çünkü göklerin hükümranlığı onlarındır. 47


N e mutlu yaslı olanlara! Çünkü onlar avutulacaklar. Ne mutlu yumuşak huylu olanlara ! Çünkü onlar yeri miras alacaklar. Ne mutlu doğruluğa acıkıp susayanlara ! Çünkü onlar doyurulacaklar. Ne mutlu başkasının acısına ortak olanlara ! Çünkü onlar acılarında destek bulacaklar. Ne mutlu yüreği temiz olanlara ! Çünkü onlar Tanrı’yı görecekler. Ne mutlu barışçılara ! Çünkü onlara Tanrı çocukları denecek. Ne mutlu doğruluk yüzünden saldırıya uğrayanlara ! Çünkü göklerin hükümranlığı onlarındır.”(Luka 6:20-23) “ ‘Komşunu seveceksin, düşmanına da kin besleyeceksin’ dendiğini duydunuz. Ama size derim ki, düşmanlarınızı sevin ve size baskı uygulayanlar için dua edin. Öyle ki, göklerdeki babanız’ın oğulları olasınız.” (Luka 6:27,28) “ ‘Göze göz, dişe diş’ dendiğini duydunuz. Ama size derim ki, kötü kişiye karşı direnmeyin. Tam tersine, sağ yanağına kim vurursa, ona öbürünü de çevir.”(Luka 6:29,30) Dostoyevski, Prens Mişkin karakterini yaratırken Đsa’nın söylediklerini onun ruhununun derinliklerinden kopup gelen fısıltıları kendi duygularının metafizik dehlizlerinde damıtarak neredeyse olduğu gibi kendi “yeni insan”ı’na yüklemektedir. Onun için de Prens Mişkin tıpkı Đsa gibi bir eylem adamı değil, adeta tapınakta ahlak öğütleri veren bir vaizdir. Đsa peygamberin insanları telkin etme, kendini, konuşmalarıyla hipnoz edecek derecede etkileme yeteneğine sahip olduğunu Prens Mişkin’de de görüyoruz. Romanın uzun bir bölümü, Mişkin’in konuşmaları ve telkinleriyle geçiyor. Kontağı olduğu çevrenin tüm insanlarını kadınlı-erkekli etkisine alıyor. Hatta bunların içerisinde ‘en zor’ sayılabilecek olan Bayan Nastasya Fillipovna‘yı, Bayan Aglaya’yı bile etkisine alabiliyor, hatta âşık edebiliyor. Sözgelimi Nastasya’yı elde etmek için kimler savaşım vermemişti ki, romandan okuyalım: “Ama ideal örnekler, prensler, süvariler elçilik katipleri, şairler, romancılar, hatta sosyalistler, hiçbir şey Nastasya Filippovna’ya etki etmedi. Sanki bağrında yürek yerine taş vardı.” (Budala,S.52) Prens Mişkin ve Don Kişot: Dostoyevski, Hristiyan edebiyatında tüm güzel tiplemeler içerisinde en mükkemel görünen olarak Din Kişot’u gösterir. Onu sadece mükemmel değil aynı zamanda gülünç ve sıradan bulur. Ama mükemmellikten ne anladığını ve niçin gülünç ve sıradan bulduğunu açıklamaz. Don Kişot, kapitalist ilişkilerin giderek yok ettiği, artık geri gelmesi olanak dışı derebeylik ve şövalyelik ve o dönemin ahlak anlayışına özlem duyuyor. Bunun için 48


de, Don Kişot, imkansız olanın peşinde koşan gülünç, zavallı ve deli olarak değerlendiriliyor. Ama Don Kişot, sadece geçmişe özlem duyan bir karakter değildir. O aynı zamanda kapitalist ilişkilerin giderek yok ettiği dürüstlüğün, güzelliğin, mertliğin de özlemini çekmektedir. Don Kişot’un zavallı, gülünç, sıradan ve deli’liğinin ardında güçlü bir irade yatmakta, bu irade onu EYLEM ADAMI yapmaktadır. O, nandığı şey için dövüşen etkin bir karakterdir aynı zamanda. Boyun eğmez, direnmeyi ve haksızlığa karşı savaşmayı tercih eder. Dostoyevski, Don Kişot’un işte bu etkin yönünü görmemekte, Prens Mişkin’e imkansız olanın peşinde koşan ve onu gülünç, sıradan, zavallı ve deli olarak değerlendirmeye neden olacak Don Kişot’un burjuvazi tarafından da öne çıkarılan yönünü yüklemektedir. Dostoyevski, romanlarında, yarattığı kahramanlarının benliğinde iyilik ve kötülüğün aynı oranda var olduğu düşüncesinden hareket etmektedir. “Budala” romanı için her ne kadar ‘Bir aşk romanı’ deniyorsa da aslında romanda yaşanan mahzun aşklar ve mahzun fedakârlıklar Ortodoks ahlakının erdemlerini gösterebilme çabası için kurulan çürük sahnelerden ibarettir. Güzel gibi görünen bu sahneler de aslında kartondan yapılmış dekorasyonlarla süslenmiş... Buradaki ahlak anlayışı aslında gizli bir ikiyüzlülüğü fısıldayan ahlaksızlık örnekleri ile besleniyor. Sahneleri, bir dokunuşta yıkılacak kartondan dekorasyonlar ve bu dekorasyonun içerisinde boy gösteren gerçek dışı hayali yaratıklar! Üstelik bu hayali yaratıklar, gerçeğe saldırmakta, ahlaksızlığı oluşturan olguların toplumsal kaynaklılığını toptan yadsıyarak onu yazgısal, tanrısal yaratılışla ilgili basit bir varoluşa indirgemektedirler. Bu tanrısal yaradılış nihayetinde gelip mistik bir noktada kötü yaratılanlar ile iyi yaratılanlar kısır döngüsüne dayanıyor ve çözüm olarak da, insanın önüne bir tek yol’u öneriyor: Ortodoksluk ve Đsa’ya inanç! Dostoyevski’nin Roman Kahramanlarındaki Ruhsal Rahatsızlıklar: Dostoyevski, Sibirya sonrası yazdığı ikinci romanı “Ölü Evinden Anılar”, Rusya’nın değişik bölgelerinden, önemle kırsal kesimden getirilmiş katil, hırsız, manyak vb. toplum dışı kalmış sabıkalı insanların hapishanede geçen günlerinin öykülerini, bunların arasından seçtiği karakterlerin tinsel betimlemelerini de parlak bir şekilde yansıtarak yazdığı romanda ‘anti kahraman’, yani, Dostoyevski’nin ‘yeni insanı’ artık tam bir profil olarak görüleşiyor. Bundan sonraki tüm romanlarının da, bu profil, ana karakterlerini yaratırken esin kaynağı oluyor. Burada tanıdığı katil, hırsız ve diğer adi sabıkalılar, değişik kalıplarla diğer romanlarına yansımakta, bizzat kendisine ilişkin geçmişteki sarsıtıcı, kötü anılarla dolu yaşamının izdüşümleri ile de harmanlanıp işlenmektedir. Romanlarındaki biçime ilişkin özellikler, bu çerçevede gelişirken, öze ilişkin gelişmeler de Dostoyevski’nin sürgün yaşamı boyunca elinden hiç bırakmadığı, adeta ezberlediği Đncil’in karanlık labirentlerinde ilerlemesini sürdürmektedir. Bu 49


sürdürüş, “Suç ve Ceza”da, “Puşkin Üzerine Konuşma”da karmaşıklığını artık yitirmekte ve “Karamazov Kardeşler”de de netlik kazanarak noktalanmaktadır. Dosyoyevski’nin yapıtlarındaki kahramanların ruhsal hastalık kategorilerine (ulamlarına) göre uzman doktorlarca hazırlanmış bir liste sunulmaktadır. Vladimir Nabokov, “S. Stephenson, Smith ve Andrei Isotoff” a ait “The Abnormal From Within: Dostoevsky” adlı bilimsel araştırmadan, konuya ilişkin bir özet sunmaktadır. Bilindiği gibi Dostoyevski de bir “epilepsi” (sara) hastasıdır. Ve bu hastalık, yazarın birçok romanında ya baş kahramanlarda ya da aktiv kahramanlarda da motive edilmiştir. Sara (Epilepsi) Prens Mişkin (Budala ) “Fürst Myschkin in der Idiot” Smerdyakov (Karamazov Kardeşler ) “Smerdjakow in Die Brüder Karamasow” Kirilov (Ecinniler) “Krillow in die Daemonen” Elena (Nelly) (Ezilenler) “Nellie in Erniedrigte und Beleidigte” Demans (Alterschwachsinn) General Ivolgin (Budala ) Histeri (Hysterie) Lisa Chocklakowa (Karamazov Kardeşler ) Lisa Tuschins (Ecinniler) Dostoyevski’nin yapıtlarında çok sayıda değişik kliniklik histeri özellikleri gösteren kahramanlar vardır. Sözgelimi: “Budala”daki Nastasya, histeri eğilimleri taşımaktadır. (Hysteriechen Neigungen) “Suç ve Ceza”daki Katerina, hiper sinir (hypernervöse) hastasıdır. Ama genel olarak Dostoyevski’nin kadın kahramanlarının neredeyse tümünde açık olarak “histeri” vardır. Psikopat (Psychopaten) Dostoyevski’nin romanlarında bulunmaktadır:

çok

sayıda

“Psikopat“

ana

karakterler

Stawrogins (ahlaki delilik)(moralische unzurechnungs faehigkeit) Rogoschin (seks manyağı)(Erotomane) Raskolnikow(duru görü deliliği-görünmeyen şeyleri gören-)(helsichtigen wahnsinns) Iwan Karamasov ( yarı deli )(halbirrer) (Vladimir Nabokov,Die Kunst des Lesens,S.161,162,163) Dostoyevski’nin romanlarında ruhsal durumu “normal” olan karakterlere pek rastlanmaz. Karakterlerin neredeyse hepsinde kişilik kaybına ilişkin belirtiler vardır. Ayrıca yapıtlarında çok sayıdaki “psikopatların” yanı sıra “tam delilik” (vollstaendigen Irreseins) örnekleri gösteren değişik karakterler de vardır. Dostoyevski’nin yapıtlarındaki “gerçekçilik”in boyutları işte bu olgular gözönüne getirilerek değerlendirilmelidir. Böylesine özellikle seçilmiş roman

50


kahramanları ve romanlarda oluşan olaylar zinciri, ayrıca, Dostoyevski’nin bazı romanlarını adeta bir dedektif romanı paraleline getirmekte ve anımsatmaktadır. Ecinniler:(1872) Dostoyevski’nin politik düşüncelerini kapsayan ve dönemin politik ve felsefi akımlarıyla hesaplaşmak gayesini taşıyan bir yapıt. “Suç ve Ceza” ile başlayan bir dialogun politikleştirilme süreci olarak da anlaşılmalıdır aynı zamanda. “Ecinniler”, dönemin şartlarında Çar despotizminin ve gericiliğinin önemli bir kalkanı olma görevini yüklenmiş olarak Çarlığa ve gericiliğe iyi bir hizmette bulunmuştur. Maksim Gorki şöyle yazmaktadır: ”.....Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı belki de Schiller’in Soyguncular’ına karşı çıkmak için yazılmıştı. Ecinniler romanıysa, yetmişlerin devrimci hareketini karalamak için yapılmış sayısız girişimin en yetenekli, en bilinçli ve en başarılı örneğiydi. (Maksim Gorki,Edebiyat Yaşamım,S.41) Roman, 1840 radikal hareketinin 1860 sonrası geldiği son dönüşüm aşamasını da ele alması açısından enteresandır. Stepan Trofimoviç Verhovenski 1840’ların radikal bir tip’ini canlandırırken, oğlu Nikolay Vsevolodoviç Stavrogin ise, 1860 sonrasının nihilist, devrimci tipini temsil etmektedir. Üçüncü protip ise Shatov’dur. Dostoyevski, bu tip ile gerçekte kendi geçmişi ile geldiği noktayı, yaşamının önemli anlarını çağrımlaştırarak okuyucuya yansıtmaktadır. Önceleri, sosyalist düşüncelere meyleden Shatov’un süreç içerisinde nasıl değişime uğrayarak Slavcı ve dinci fikirlerle donanmış olduğunun evrimlerini açımlamaktadır. Yine Shatov’un aracılığıyla, yaşamın anlamını tanrıyı aramada, tanrıyı bağrında taşıyan Rus halkında, tüm dünyayı ahlaksal yüceleştirmekte de tek kaynak ve kurtarıcı olarak Rusyayı görmektedir. Shatov’a söylettiği, savundurttuğu bu düşünceler, aslında Dostoyevski’nin gerçek yaşamındaki tezleridir. Rusya’da giderek gelişen sosyalist ve devrimci harekete, eline geçirdiği güçlü bir koz ile saldıran Dostoyevski, haklı bir hareketi, gerçek yaşamdan çarpıtarak uyarladığı Pyotr Stepanoviç Verhovenski üzerinden karalamaktadır. Pyotr Stepanoviç Verhovenski, Nihilist devrimci, anarşist, Sergei Gennadijewitsch Netschajew (1847-1882) yılları arasında yaşamış devrimci-anarşist. Kasım 1869’da önderliğini yaptığı (Bakunin ilişkili) Halkın Öncü Komitesi terör grubundan ayrılmak isteyen ziraat akademisi öğrencisi Ivanov’u arkadaşlarıyla birlikte öldürüp, üniversitenin bahçesindeki havuza atıyor. Sonra da Đsviçre’ye kaçıyor. Đsviçrede Anarşist Bakunin’in yanına gidiyor ve onun aracılığıyla Karl Marks’ın başkanlığını yürüttüğü Enternasyonal’in adını kullanarak kirli işlere girişiyor. Enternasyonal’ın Genel Konseyi toplanıyor ve bu sorun gündeme geliyor: “Basle Kongresinden bile önce, Neçayev Cenevre’ye geldiğinde, Bakunin, onunla bir araya gelip Rusya’da öğrenciler arasında gizli bir dernek kurdu. Gerçek kişiliğini hep çeşitli “devrimci komite” adları ardında gizleyerek, Cagliostro zamanından kalma hilelere ve aldatmacalara dayanan otokratik bir güç elde etmeye çalıştı. Bu derneğin başvurduğu başlıca propaganda yolu, masum insanlara, Cenevre’den, üstünde Rusça olarak “gizli devrimci komite” yazılı sarı zarflar içerisinde mektuplar göndererek onları Rus polisinin karşısında zor durumda bırakmaktan ibaretti. Neçayev duruşmasının yayınlanmış tutanakları, Enternas51


yonal’in adının rezilce istismar edilmiş olduğunu kanıtlar. (5 Mart 1871,Londra ) (Marks-Engels, Seçme Yapıtlar,Cilt 2 S.304,Sol Yay.)(Enternasyonal Đçindeki Sahte Bölünmeler) Eylül 1871’de Enternasyonal(Uluslararası Đşçi Birliği), kamuoyuna bir açıklama yapma gereği duyuyor(9): (Netschajew Tarafından International’in Adının Kötüye Kullanılmas ısuistimal edilmesi- Hakkında Genel Konseyin Bildirisi) ( “Ulus devlet ” Nr.88,1 kasım 1871) 17-23 Eylül 1871’de Londra’da toplanan Uluslararası Đşçi Birliği Genel Konseyinin kamuya açıklamasıdır: Netschajew olmamıştır.

asla

Uluslarası

Đşçi

Birliği’nin

üyesi

veya

temsilcisi

Temin ederim ki, Enternasyonal’in bir şubesini Brüksel’de açtığı ve bu şubenin bir temsilciliğinin de Cenevre’de bulunduğu yalandır. Netschajew, Rusya’da dolandırıcılık ve vukuatlar yapabilmek için Uluslararası Đşçi Birliği’nin adını istismar etmiştir. Genel Konsey adına Karl Marx Almanya ve Rusya Sekreteri. (Karl Marx/F.Engels Werke,Band 17,S.435) “Suç ve Ceza”da belirli bir sınır içerisinde kalan ideolojik cinayet, “Ecinniler”de daha kapsamlı bir perspektif ile ele alınarak anarşistlerin işlediği cinayet, tam anlamıyla Rusya’da gelişmekte olan devrimci, demokrat, sosyalist hareketin üzerine yüklenerek ve devrimci hareketin Batı Avrupa’daki sosyalist ve devrimci harekete “kölece” bağlı ve bağlantılı olduğu savı öne çıkarılarak ele alınmakta, yine sosyalist ve devrimcilerin dinsizlikleri de vurgulanarak hedef tam merkezden vurulmaya çalışılmaktadır. Ama olayın Batı Avrupa’daki gerçek komünist hareketle hiçbir bağlantısı olmadığı, Enternasyonal’in Kamuoyuna açıklaması ile bilhassa Karl Marks tarafından açıklanmaktadır. Dostoyevski ,Neçayev olayını Dresden’de gazetelerden öğreniyor ve yarımyamalak bilgilerle hemen kaleme sarılıyor. Bu konuya ilişkin bilgileri de gazete haberlerinden ileriye geçmiyor. Dostoyevski, Dresden’den 8-20 ekim 1870 tarihinde,M.N.Katkow’a şöyle yazmaktadır : “Benim öykümdeki en önemli olay, bilinen, Moskova’da Đwanow’un Netschajew tarafından öldürülmesidir. Hemen şunu da açıklayayım ki, Iwanow, Netschajew ve cinayetin detaylarına ilişkin bilgileri gazetelerden edindim. Ama 52


daha çok bilgim olsaydı bile tüm ayrıntıları olduğu gibi kopya etmeyi düşünmezdim. Ayrıca benim fantazilerim kendi yolu üzerinde gitmekte ve belki de gerçeklikten büyük ölçüde ayrılmaktadır.” (Dostoyevski,Gessamelte Briefe,S.369) Bu yazıda “Karamazov Kardeşler”i ele almadım. Dostoyevski’nin yazdığı en son yapıt ve üzerinde ayrı olarak durmayı düşündüğüm için böyle yaptım. Dostoyevski’nin yeniden ayrı bir değerlendirmesini de yapmaya gerek görmüyorum. Çünkü yazının içerisinde yeterli bir değerlendirmenin yapılmış olduğu düşüncesindeyim. Ayrıca bu araştırmanın da kapsamlı olduğu iddiasında asla değilim. Ancak değişik bakış açılarını irdeleyip, olguya başka bir bakış açısıyla bakmanın gerekli olduğu sonucuna ulaştım ve öyle de yaptım. Hepsi bu kadar. Puşkin Üzerine Birkaç Not : “Güzel bir akşam, Đliç (Lenin) gençlerin ‘toplu olarak‘ nasıl bir arada yaşadıklarını görmek istedi. Güzel sanatlar Akademisinde öğrenci olan Varya Armand’ı ziyaret etmeye karar verdik. Yanılmıyorsam, 1921’de Kropotkin’in gömüldüğü gündü. Kıtlık yılı olduğu halde gençler yine de coşkunluklarını yitirmemişlerdi. Komünlerinde çıplak tahta üzerinde yatıyorlar, ekmek bulamıyorlardı. O akşam hizmet eden genç bir öğrenci “Bizim de bulgurumuz var” dedi gülerek. Hemen bir bulgur çorbası pişirdiler; gerçi çorba tuzsuzdu ama güzeldi. Đliç bütün bu genç insanlara, kendisini çevreleyen genç sanatçıların parıldayan gözlerine bakıyor ve onların neşeleri yüzünde yansıyordu. Ona yaptıkları içten resimleri gösteriyorlar, anlamlarını açıklıyorlar ve onu soru yağmuruna tutuyorlardı. Đliç ise gülüyor, sorularına (gençlerin-Y.A.-) kaçamak cevaplar veriyor, soruları soru sorarak karşılıyordu: “Neler okuyorsunuz? Puşkin’i okuyor musunuz?“ Đçlerinden biri: “Hayır”, diye bağırdı, “Burjuvanın biri o; biz Mayakovski’yi okuyoruz.” Đliç gülümsedi, ”Bence Puşkin daha iyi“ dedi. (Sanat Ve Edebiyat V.Đ.Lenin, S.260, 61, N. Krupskaya, Lenin’den Anılar’dan,Payel yay.) 29 Mayıs 1799 ( russischjulianischer Zeitrechuhng) –Avrupa takvimine göre de 6 haziran 1799’da Moskova’da dünyaya geldi. Soylu bir ailenin çocuğu olan Puşkin, iyi bir eğitim görme olanağı buldu. Babasının oldukça kapsamlı kütüphanesindeki kitapların çoğunluğu Fransız Edebiyatına aitti. Daha küçük yaşta okuduğu yazarlardan öne çıkanlar şunlardı: Oyun yazarı Pierre Corneille(16061684), Jean Racine(1639-1699), Şair Evariste Desire de Parny(1753-1814) [1813 yılında Puşkin, Parny için ‘O benim ustamdır’ deyip, bir şiirinde de ona atıfta bulunmuştur.], Voltaire(1694-1778) [Fransız yazar, filozof, aydınlanma hareketinin öncüsü.], Homer(Homeros) [M.Ö. 8. yüzyılda yaşamış Đlyada ve Odysseia destanlarının derleyicisi.], Nikolay Mihayloviç Karamzin (1766-1826) [Rus yazar ve tarihçi.], Denis Iwanowitsch Fonwisin (1745-1792)[Rus hiciv ve komedi yazarı Rus halk dilini Rus Edebiyatına sokmuş ve ustalıkla kullanmıştır]. O zamana kadar edebiyatta egemen olan Fransızca ağırlıklı aristokrat dili, Puşkin’le birlik sona ermiş, Rus dilinin önündeki aristokrat engeller Puşkin sayesinde etkinliğini yitirerek, Rus dilinin gerçek karakteri egemen duruma gelebilmiştir. Fransızca’yı ana dili gibi okuyup yazabilen Puşkin, aynı zamanda Almanca, Đtalyanca, Đngilizce de biliyordu. 53


Puşkin, Rusya’nın gerçek ilk ulusal şairidir. Aynı zamanda Rus ulusal ruhunun ilk uyandırıcısıdır. O, Rusya’nın en büyük şairi olduğu kadar aynı zamanda en büyük düşünürüdür de. Onun şiirleri, bugün bile öyle taze ve güncel, yüzyıl önceki gibi.(Die Hauptmannstochter,Puschkın,Büchergilde Gutenberg Verlag,Frankfurt Am Main,S.441) Yazdığı siyasi ve din karşıtı şiirleri yüzünden Çar I. Aleksandr tarafından Kafkasya, Kırım, Moldova’da dört yıl sürgün yaşadı. Bu sürgün döneminde birbirinden güzel lirik şiirlerinden “Kafkasya Tutsağı”, “Bahçesaray Çeşmesi”, “Çingeneler”i yazdı. Yine 1823’de “Yevgeni Onegin” şiir-romanını yazmaya, bu sürgün yıllarında yazmaya başladı. Sürgün dönüşü, 1824’de ateizm’den söz eden mektubu resmi makamların eline geçmesi üzerine memuriyetten çıkarılıp Mihaylovskko’ye, ailesinin yanına sürgün edilip göz hapsinde tutuldu. 1825’deki Dekabrist harekete bu yüzden katılamadı, yine de destekledi. 1826’da Çar I.Nikolay tarafından sürgünü kaldırıldı. 27 Ocak 1837’de yaptığı düello sonucu karnından yaralandı, iki gün sonra da yaşama gözlerini yumdu. Vissarion Grigoryeviç Belinski (1811-1848) Bir hekim çocuğu olan Belinski, yoksulluk içerisinde büyüdü. 1829’da Moskova Üniversitesi’nde öğrenime başladı. 1831’de yazdığı bir oyun sansür tarafından yasaklanır ve okulun şerefini küçültücü bulunur. Belinski okuldan atılır. Hatta askere gönderilmekle, Sibirya’ya sürgün edilmekle tehdit edilir. Yoksulluk içerisinde geçen bu yıllarında vereme yakalanır. Ama yine de Belinski, bir yandan yoksulluk ve hastalıkla boğuşurken diğer yandan da edebiyat dergilerinde çevirileri ve eleştiri yazıları yayınlanır. 1838 yılında yazdığı “Edebiyat Hayalleri” başlığını taşıyan uzun eleştiri yazısı ona büyük bir ün kazandırır. 1847’de dostlarının maddi yardımlarıyla Salzburnn kaplıcalarına gönderilir. Geçmişte Gogol üzerine pozitiv eleştiriler yazmış olan Belinskiy, Gogol’ün son yazdığı gerici kitap üzerine meşhur “Gogol’e Mektup”u yazar: “ ......Müfettiş ve Ölü Canlar’ın yazarı olan siz, şu iğrenç Rus ruhban sınıfını, katolik ruhban sınıfıyla karşılaştırılamayacak ölçüde üstün bulup bu kepaze insanlar için övgüler dizerken içten olabilir misiniz? Diyelim ki, katolik din adamlarının bir zamanlar hiç değilse bir şeyler yaptıklarını, bizimkilerinse dünyevi iktidarın uşağı ve kölesi olmaktan başka hiçbir şey yapmadıklarını bilmiyor musunuz? Đyi ama Rus halkının, din adamlarından nefret ettiğini de bilmiyor musunuz? Size göre, halkımız şu edepsiz fıkraları kimin için anlatıyor? Papazlar, onların karıları, kızları, hatta uşakları için değil mi? Madrabaz, et kafa, cennet öküzü sözlerini kimin için çıkarmıştır bu halk? Papazlar için değil mi? Rusya’da pisboğazlık, pintilik, yalaklık. yaltaklık. yüzsüzlük denilince bir tek papazlar akla gelmez mi? Ve şimdi siz bütün bunları bilmiyorsunuz, öyle mi? 54


Garip doğrusu! Size göre Rus halkı, dünyanın en dindar halkı. Katmerli bir yalan bu! Dindarlığın temelini pietizm, aşırı saygı, tanrı korkusu oluşturur. Rus insanı, tanrının adını kıçını kaşıyarak anar. Suzdalli kilise ressamlarının ağzıyla konuşur bizim insanımız: Olursa tanrı beğensin, olmazsa bilmem nereme kadar!.. Dikkatlice baktığınızda siz de göreceksiniz: Natüra olarak, alabildiğine ateisttir bu halk. Evet, pek çok kör inancı vardır, ama dinsellik dediniz miydi, zerresini bulamazsınız. Kör inançlar, uygarlık alanında kazanılan başarılarla yok olur gider. Ama dinsellik çoğu kez uygarlıkla uyum içinde yaşar gider..” (Belinskiy,Gogol’e Mektup S.118,119) Belinski’nin Estetik Anlayışı: Belinski’nin sanata bakış açısı “gerçekçilik“tir. Estetiksel değerlerin belirleyicisi sanatın gerçekliği doğru bir biçimde yansıtabilmiş olmasıdır. Sanat yapıtı, çağının tüm gerçeklerinin yani dinsel, siyasi,özsel vb. yaşamını vermeyi ne kadar başarırsa o sanat yapıtı da o kadar başarılı olur. Sanatçı, çağının sanatını iyi kavrayıp doğru olarak yansıtabilmesi için çağının tarihini, toplumsal yaşamını, gerçeklerini de iyi kavramış olması gerekir. Belinski, diyalektiğe bağlı olarak toplumların da sürekli değişime uğradığını kavramış olduğu için, sanatında, bu koşullar çerçevesinde sürekli değişim ve gelişim içerisinde olacağını savunuyordu. Sanat yapıtı, gerçeği doğru olarak yansıtırken bunun basit bir “kopyalama” olmadığına, olamayacağına da işaret ediyordu.. Georgi Plehanov, Belinski’nin estetik anlayışını beş yasa ile özetlemektedir: “1-Şiir, görünç kılığına girmiş doğrudur(verite). Şair imgelerle düşünür, doğruyu(hakikati) ispatlamaz, ama gösterir. 2-Şair, ülküsel yaratılışlarını gerçekliğin içinden geçirir. Başka bir deyimle, tek başına gördüğü şeyi, herkesçe görülebilecek hale sokar. Gerçekliği güzelleştirmez; insanları olmaları gerektiği gibi değil, oldukları gibi anlatır. 3-Yeni şiir, gerçekliğin şiiridir, hayatın şiiridir. Şiir, imge haline gelmiş düşüncedir. Đmgeyle belirtilen fikir, somut olmayıp da aldatıcı ve eksik olduğu zaman, imge bundan zarar görür ve sanatsallığını yitirir. 4-Sanat eserinin en önemli şartlarından biri, fikrin biçimle ve biçimin fikirle olan ahenkli uyarlığıdır. 5-Sanat eserindeki parçaların hepsi, birbiriyle uyumlu bir bütün meydana getirmelidir. Biçim birliği, düşünce birliği ve bu iki birliğin birliği olmazsa sanat da olmaz.” (Georgi Plehanov, Jean Freville-Sosyalist Gözle Sanat ve Toplum. S. 2223)

55


Belinski, edebiyat yaşamının ilk devresinde estetik eleştirinin kuramlarını araştırıken olguya idealistçe çözümler getirmeye çalışıyordu. Ama yaşamının son dönemlerinde estetik eleştirinin ‘Mutlak fikir’e değil de, sınıf ve toplumların diyalektik gelişme sürecine dayanması gerektiğini anlayabilmiştir. Belinski’nin Dostoyevski değerlendirmesinde, sanat anlayışı göz ardı edilmemeli, estetik anlayışındaki kanımca eksik bir yasa ( 2.madde ) olan “Sanatçı gerçekliği güzelleştirmez; insanları olmaları gerektiği gibi değil, oldukları gibi anlatır” anlayışı, “Đnsancıklar” kritiğinde de salt Belinski’nin bakış açısıyla değil, sosyalist estetik bakış açısıyla da değerlendirilmelidir. Çünkü Dostoyevski, dün olduğu gibi, bugün de kitleleri etkilemeye devam ediyor. Dün için ilerici sayabileceğimiz nihilizm, natüralizm gibi akımların gelinen yerde gerici bir rol oynadığı gerçeği unutulmamalıdır. O süreçte Belinski’nin kritiklerindeki ölçü olarak aldığı kıstaslar, dönemin en devrimci demokrat kıstaslarıdır diyebiliriz. Lenin, Rusya’daki Đşçi Basınının geçmişini değerlendirirken, Belinski dönemi için şunları yazmaktadır: “Rusya’da işçi basınının tarihi, kopmaz bağlarla demokratik ve sosyalist hareketin tarihine bağlıdır. Ancak özgürlük hareketinin temel aşamalarını bilirsek, işçi basınının hazırlanması ve doğmasının neden bir başka yolu değil de, belirli bir yolu izlediğini anlayabiliriz. Rusya’daki özgürlük hareketi, Rus toplumunun bu sürece damgasını vuran başlıca üç sınıfına uygun düşen, üç aşamadan geçmiştir: 1)Yaklaşık olarak 1825’den 1861’e kadar süren derebeylik dönemi; 2)Aşağı yukarı 1861’den 1895’e kadar uzanan halkçı ya da burjuva demokratik dönem; 3)1895’den günümüze kadar süren işçi dönemi. Birinci dönemin en dikkati çekici temsilcileri Aralık’çılar(Dekabristler) ve Herzen’di. Toprak köleliliğinin sürdüğü o sıralarda, toprak köleleri kitlesi içinden, yani haktan yoksun, “en aşağı”, “en sefil” olan bu kast’ın içinde bir ĐŞÇĐ SINIFININ SĐVRĐLMESĐ sözkonusu olamazdı. Đşçi (işçi -demokrat ya da sosyal- demokrat) basınının öncülük görevi, başında Herzen’in KOLOKOL dergisi olduğu halde bütün demokratik düşünceleri savunan yasadışı basına düşüyordu..... Toprak köleliği döneminde soyluların özgürlük hareketimizden tamamen sökülüp atılmasının öncülüğünü V.Belinski yaptı.” (Sanat ve Edebiyat.S.118,119) Demek ki, Belinski’nin dönemi, henüz işçi sınıfından bahsedilemeyen bir derebeylik dönemi! Bu dönem, devrimci atılımları Đle ilerde oluşacak işçi sınıfı basınının da öncülü oluyor.

56


“Ecinniler”den “Karamazov Kardeşler”e

“Hizmetçi odaya koştu ve bağırdı: ‘Đmparatoru öldürdüler!‘ Anna Grigoryevna bir sinir krizi geçirdi ve yaşlı general koltuğunda bayıldı. ‘Kocam hastalığından iyileşseydi bile bu çok sürmeyecekti’ diye yazıyor Anna Grigoryevna.’ 1 mart suikastı onun üzerinde yıkıcı bir etki yapacaktı, çünkü o, köylülerin kurtarıcısı olan Çarı taparcasına seviyordu.” (Henri Troyat,Dostoyevski.S.432)(A.G.Dostojewski ,Errinerung Das Leben Dostojewskis in den Aufzeichnungen seiner Frau,S.369)

Dostoyevski, “Ecinniler”i (Roman, 1958’de -Ecinniler- adı ile Ahmet Muhip Dıranas tarafından Türkçeye çevriliyor. Yine aynı yapıt -Cinler- adı ile Orhan Pamuk’un editörlüğünde 1. baskısı 2000 yılında, 17.baskısı da 2012 yılında Rusçadan Ergin Altay tarafından Türkçe’ye çevriliyor. (Ben yazımın bazı yerlerinde “Ecinniler”, bazılarında da “Cinler” adını kullandım.-Y.A.) Yazmaya başladığında Avrupa sancılı bir dönemden geçiyordu. 1 Eylül 1870’de Fransa, Sedan Meydan Savaşında Prusya’ya yenildi. 3.Napolyon 80.000 kişilik ordusu ile beraber esir düştü. Sedan galibiyeti, Prusya’nın 1866’da Avusturya’yı, Alman Birliğinin oluşmasında engel olarak görüp yenilgiye uğratmasından sonra (yedi hafta savaşı) BĐRLĐĞE giden son engeli de ortadan kaldırdığı anlamına geliyordu. 18 Ocak 1871’de Versailles Sarayında 1.Wilhelm’e Alman Đmparatorluk tacı resmen giydirildi. 30’dan fazla prensliklerden oluşan Almanya böylece ulusal birliğe resmen kavuşuyordu: Büyük Alman imparatorluğu! “Ecinniler”de ve o yıllara denk düşen bazı mektuplarında, Prusya-Fransa savaşına ve yorumlarına yer veren Dostoyevski’nin Fransa’nın yanında yer almış olması, tarihsel bir Alman düşmanlığından, ayrıca Prusya’nın savaşı kazanması ile birlik oluşacak güçlü bir Alman Đmparatorluğunun Rusya’nın batıya ve güneye doğru yapacağı genişleme ve öncülüğündeki Slavak Birliği düşlerinin gerçekleşemiyeceğinden ötürüydü. Dostoyevski’nin düşünsel evrenindeki en önemli evrilmelerden biri de panslavizm’dir. Sibirya sürgününden dönüp de Petersburg’a geldiğinde giderek sağa kayan Dostoyevski, panslavist düşüncelerle yakından ilgilendi.1845’lerde nasıl ki, sosyalist ve Çar karşıtı düşünceler geçerli akçe olduğu için o cephede saf tuttuysa; 57


şimdi de Rus halkı, Rus köylüsü, Rusya ve panslavizm düşünceleri; Tanrı, Tanrının varlığı - yokluğu üzerine olan dönemin popülaritesi geçerli akçe olduğu için giderek sağa kayarak tuttuğu saf’ı belli ediyordu... Dostoyevski Vremya dergisini çıkardığında kendilerine yeni bir isim buldular: Pochva(toprak) ve Vremya’nın yazarları kendilerine Pochveniski (Toprağın Đnsanları) diyorlardı. Burada yazdıkları yazılar, Dostoyevski’nin gerici ve milliyetçi çehresini de gün yüzüne çıkarıyordu. Böylece devrimci demokrat çevreler de, Dostoyevski’ye “Ölü Evinden Anılar”, “Ezilenle”’ romanlarına baktıkları bakış açısıyla bakmadılar ve Dostoyevski’nin konumu iyice belirginleşti . Bu konumun belirginleşmesinde Dostoyevski üzerinde bir çok panslavist düşünürün de derin etkileri oldu. “Ecinniler”de ve “Karamazov Kardeşler”de işlediği panslavist düşünceler doğrudan doğruya bu etkilendiği düşünürlerden devşirmelerdir. Dostoyevskii bu devşirme panslavist ve Ortodoksluğa ilişkin radikal düşünceleri birbirine harmanlıyarak romanlarında ve politik yazılarında(Bir yazarın Günlüğü) işlemiştir. Etkilendiği en önemli düşünür, yine kendisi gibi Petrashevski çemberi sanıklarından Nikola Yakovleviç Danislevskiy’dir. Danislevskiy de Dostoyevski gibi hapiste ve sürgünde geçirdiği yıllardan sonra Hazar Denizi bölgesinde doğal araştırmalar merkezinde görevlendiriliyor. Görev olarak da Darwin’in evrim teorisini çürütmek adına çalışmalar yürütmek için kollarını iyice sıvıyor! Bunun yanı sıra Rus siyasi tarihi ile de ilgileniyor. Danislevskiy’e göre: Rusya, batının çürük kültürüne karşı kendini ve Ortadoksluğa dayanan Slav kültürünü savunacak kadar güçlüdür. Her Slav, ister Rus, Çek, Sırp, Hırvat, ister Slovan veya Bulgar olsun, Tanrı ve Ortodoksluk dışında Slavcılığı en kutsal bir amaç olarak ele almalıdır. Bu ülkü özgürlük, ilim, eğitim ve terbiye, bilgiler ve genellikle herhangi bir maddi gönenç(refah) ve mutluluğun üstündedir; çünkü bu maddi gönenç ve mutluluklardan hiçbiri manen özgür olan bir Slav dünyasının gerçekleşmesinden önce elde edilemiyecektir. Avrupa’nın Rusya’ya karşı olumsuz duygular beslemesi, Rusya’nın kendini Çin ve Hindistan gibi aşağılamasına, haklarını çiğnemesine izin vermemesinden ileri geliyor. Slovakların Germanlardan ve önemle Almanlardan nefret etmeleri, kendiliğinden oluşmuş bir durumdur. Her iki toplum arasında daima düşmanlık hüküm sürmekte ve devam edip gitmektedir. Danilevski’ye göre bütün Slav ulusları bağımsızlıklarını kazanıp büyük bir Slav ittifakı kurmalıdırlar. Bu gerçekleştiği zamandır ki, Slav dünyası çürümüş Avrupa’nın etkisinden uzak kalabilecektir. Gelecekte kurulması tasarlanan bu Slav dünyasının ortak merkezi Đstanbul olmalıdır. Danilevski’nin bu düşünceleri, panslavizmin siyasi şiarı ve neredeyse anayasası olmuştur. Birçok düşüncesinin kökeni, Danilevski kaynaklı olmasına karşın Dostoyevski, Danilevski’nin Đstanbul sorununda getirdiği çözümlemeye karşı durmakta, “Bir Yazarın Günlüğü”nde Đstanbul’un tüm Slovakların ortak bir merkezi değil, yalnızca Rusya’nın egemenliğindeki ve denetimindeki bir Ortodoks merkezi olması gerektiği, daha da radikal aşırı bir Rus milliyetçi çizgisinde dile getirmektedir. Yıl 1876’lara gelindiğinde, Balkanlar giderek hareketleniyor ve Osmanlı Đmparatorluğu tarafından köleleştirilen, sömürgeleştirilen uluslar ayağa kalkmaya başlıyor. Đlk başkaldırı, Bulgaristan’da oluyor ve Osmanlı Đmparatorluğu bu başkaldırıyı acımasız katliamlarla bastırıyor. Bu olay, boyunduruk altına alınmış diğer

58


Slovak uluslarının ezen devlet, Osmanlı Đmparatorluğu’na karşı düşmanlığı ve nefretini daha da doruklaştırıyor. Slovak halklarının haklı öfke ve nefretleri Rusya’da Dostoyevski ve Katkov gibi yazarlar aracılığıyla ırkçı bir konuma sürüklenip olgu, Türk düşmanlığı boyutuna ulaştırılıyor. Çok geçmiyor, 2 Temmuz 1876’da Karadağ ve Sırplar, Osmanlı’ya karşı savaşa başlıyor. Dostoyevski, en başından beri Rusya’nın Osmanlı’ya(Türklere) savaş açması gerektiğini, Türkleri Avrupa’dan tamamen söküp atmanın Rusya’nın çıkarları için zorunlu olduğunu, Đstanbul’un kayıtsız şartsız Rusların olması gerektiğini ve Ortodoksların merkezi durumuna getirilmesinin kaçınılmazlığı üzerine çığırtkanlık yapıp, halkları birbirine düşürmek için elinden gelen herşeyi yapıyor. Mart 1877’de O, şöyle yazmaktadır: “...Hayır, amacımız derindir, ölçülemez derecede derin... Rusya, bütün Doğu Hristiyanları için, ayrıca dünyadaki Ortodoksluğun kaderi ve birleşmesi için gereklidir ve kaçınılmazdır. Halkımız ve devletimiz daima böyle anlamıştır bunu... Özetle, bu korkutucu Doğu sorunu —Avrupa’yla kesin çatışmayı da, yeni, güçlü, verimli ilkeler üzerinde onunla kesin olarak birleşmemizi de içinde barındıran bir sorun—yazgımız, görevimizdir; en önemlisi de tek çıkış yolumuzdur. Hoş, bu sorunun çözümünün bizler için şimdi ne kadar önemli olduğunu Avrupa nereden anlayacak? Kısacası, Avrupa’da şimdi sürdürülen diplomatik görüşmeler ve anlaşmalar ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın ,önümüzdeki yüzyılda da olsa, Đstanbul eninde sonunda bizim olacaktır! (a.ç.Dostoyevski) Yolumuzdan sapmadan, kararlılıkla yürümeli ve aklımızdan hiç çıkarmamalıyız. Đşte, sorunun Avrupa sürecini özellikle vurgulamak istedim.”(Dostoyevski,Bir yazarın günlüğü,S.729,730)

Sonunda istediği de oluyor: 27 Nisan 1877’de Rusya, Osmanlı’nın boyunduruğundaki Romanya’yı işgal edip, Osmanlı Đmparatorluğu’na savaş açıyor. Savaş nedeni, Osmanlı sınırları içerisinde yaşıyan Hristiyanların insan haklarının çiğnendiğine ilişkin oluşmuş kamuoyu, panslavizm düşüncelerin giderek egemen olması, Bulgaristan ve Romanya isyanları vb. Balkanlarda ve Kafkasya’da süren bir yılı aşkın kanlı savaşlardan sonra (Her iki tarafta da 100.000’in üzerinde insan ölüyor) Osmanlı Đmparatorluğu yenilip, ağır şartlarla barış imzalıyor. Bu, Osmanlı’nın Balkanlardaki egemenliğinin de sonu oluyor. Ancak Dostoyevski’nin düşleri gerçek olamıyor... Yeşilköy’e kadar gelmiş olan Rus ordusunun Đstanbul’u işgal etmesi, hatta Osmanlı Đmparatorluğu’nun bu şekilde, Rusya’nın vasıtasıyla yıkılışa gidişi, Đngiltere başta olmak üzere birçok batılı devletin hesabına gelmiyor. Đngiltere, Rusyaya bir ültimatom verip, Đstanbul’u işgal etmeleri engelleniyor! Rusya, Osmanlı’nın barış anlaşması teklifini kabul etmeye bir bakıma mecbur bırakılıyor! Ayastefanos(Yeşilköy) antlaşması imzalanıyor. Đşte, nasıl ki, 1870-1871 Paris-Prusya savaşı ve Paris Komünü, “Ecinniler” romanının ana eksenlerinden birini oluşturuyorsa, yine ayni şekilde 93 savaşı da(1877 Rus-Osmanlı savaşı) “Karamazov Kardeşler”in belirli bir eksenini oluşturuyor. Rus-Osmanlı savaşı’nın etkisi romanda Türk, Tatar düşmanlığı olarak motive edilmiş olmasına karşın Türkçe’ye yapılan çevirilerin tümünde bazen çevirmenler bazen de yayınevleri tarafından bilinçli olarak bu bölümler yazılmamış,

59


silinmiş veya Türk, Tatar adları belirtilmemiştir.(Çevirmen veya Yayınevleri tarafından sansüre uğratılmıştır.) Bizce sorun, Dostoyevski’nin Türklere duyduğu özel kin ve düşmanlıktan öte, onun bir ortaçağ şövalyesi olarak Ortadoks zırhına bürünmesi, elinde taşıdığı mum ve haçın da bir anda etrafına nefret saçan ateşe ve kana asla doymayan murdar bir kılıca dönüşmesidir. “Ecinniler, biraz daha geniş çerçevede ele alındığında, yapıtın etkin kaynaklarının önemli bölümünün, Dostoyevskilerin 1867’de Đsviçre’ye adım atar atmaz oluşmaya başladığını o süreçte oluşan olgu ve olayları sırasıyla ele aldığımızda görüyoruz. Dostoyevski, “Ecinniler” ile tüm bir geçmişi ile hesaplaşıyor, “Đnsancıklar” ile başlıyan (çevirilerini dışta tutuyorum) yazın yaşamındaki ideolojik ve felsefi anlamdaki kriterlerinin gelip konakladığı noktayı belirlerken, aynı zamanda geçmişinin de bir özeleştirisini vermiş oluyor böylece. Dostoyevski’nin “Đnsancıklar”ı yazdığı 1846’dan “Ecinniler”i yazdığı 1870-1871 yıllarına gelinceye kadar geçirdiği düşünsel dönüşümlerin bir ana krokisi “Yer Altından Notlar”da çiziliyor. Bu onun devrimci demokrat çevreleri ile arasına net bir sınır çektiği ilk atılımı oluyor ve bu atılım, orada belirtemediği, belki de cesaret edemediği veya henüz düşüncelerinde netlik kazanmamış diğer düşünceleri de artık pervasızca açımlamasının belirgin paradigması oluyor. Açımlıyor ve tamamlanmış bir ideolojinin, tamamlanmış bir ahlak ve Tanrıya ilişkin(mistik) felsefenin “Karamazov Kardeşler”de yaşamın pratiğine indirgenmesi ereğiyle son noktayı koyuyor. “Ecinniler”i ele alıp incelemek, yorumlamak demek, fevkalade bir tarihi, felsefi birikimi olan Dostoyevski’nin geçtiği yerlerden —de derinlemesine olmasa da— geçme gerekliliğini gösteriyor. “Ecinniler”i kavrayabilmek, öncelikle kişiyi yeniden 1789-1794 Fransız devrimini hazırlayan Avrupa’daki aydınlanma çağını, Dostoyevski’nin 1840-1848 dönemlerinde iyice etkisinde kaldığı ancak “Yer Altından Notlar” ile birlikte yadsımaya başladığı, “Ecinniler”de de artık açık olarak eleştirdiği Jean Jacques Rousseau’ya dek geri götürüyor. Yine Ecinniler, 1870-1871 Fransa-Prusya savaşı, Paris komünü hatta Fransa Milli Marşı ‘Marseillaise’nin tarihine dek kişiyi geri götürebiliyor. “Ecinniler”, bu geriye dönüp bakışlarla, tarihin sayfaları o günlerden başlayarak ileriye doğru yavaş yavaş açımlandığında, Dostoyevski’nin ne anlatmak istediği ve çizdiği metaforlardan hangi şeyleri anlamamız gerektiği de böylece belirginleşiyor. Dostoyevskiler, 1867’nin 3 Temmuz’unda Rusya’dan ilk gelip yerleştikleri Dresden’den Baden-Baden’e hareket ediyorlar. Bu şehirde, “Ecinniler”de ’Karmazinov’ olarak canlandırdığı Ivan Turgenyev yaşamaktadır. Onu ziyarete gidiyor ve aralarında geçen konuşmaları, Turgenyev’in düşüncelerini karikatürize ederek yapıtına yansıtıyor. (Bu karikatürize yapışta, giriştiği eleştiride Dostoyevski’nin haklı olan ve öne çıkarılması gerekli yönleri de vardır.(1) Ancak Dostoyevski haklı olduğu yönlerinde kalmakla yetinmeyip, Turgenyev’ den hareketle, Turgenyev gibi ateist olan ancak devrimci de olan Utin Nikolaj Isaakowitsch, Belinski, Herzen ve Çernişevski gibilerine de saldırıp, onları Turgenyev’le aynı kefeye koyuyor.) Dostoyevski’nin Turgenyev’i ziyaretinde aralarında geçen konuşmaları A.N.Majkow’a 16/28 Ağustos 1867’de, Cenevre’den yazdığı mektuptan öğreniyoruz. 60


Turgenyev’i kendini beğenmiş, burnu havalarda, işi tıkırında, zengin olduğu için hiç sevmeyen, alçak gönüllülük taslayan öpücüklerinden tiksinen Dostoyevski, yine de onu ziyarete gidiyor! Turgenyev’in yayınlanmış ‘Duman’ adlı romanı Rusya’da Slavcıların ve diğer entellektüellerin tepkisini çekmiştir Maksim Gorki “Duman” romanı ile ilgili olarak “Kişiliğin Parçalanması” adlı makalesinde, Dostoyevski’nin “Ecinniler”i ile Turgenyev’in “Duman”ını aynı yazınsal grup içerisinde değerlendirmekte ve bu yapıtlarda, başka bir yazınsal grup içerisinde değerlendirdiği Çernişevski, V. M. Garşin, D. L. Mordovstsev’in sırasıyla “Ne yapmalı?”, “Sanatçılar”, “Zamanların Belirtileri” adlı roman ve öykülerinde, yine sırasıyla; “Rahmetov, Ryabin, St- Ozharov” adlarıyla yaratılmış ‘tip‘lere karşı güçlü, hırslı bir kin duygusunun yansıtılmış olduğu yorumunu yapmaktadır. (Edebiyat Yaşamım, S.116-117) Hep pohpohlanıp övülmeye alışık Turgenyev, (Yapıtları Batı Avrupa dillerine çevrilen ilk Rus yazarı ünvanını taşımaktadır.) Bu keskin eleştiri ve protestolar karşısında oldukça alınıyor, o meşhur gururu iyice kırılıyor. Turgenyev “Duman” adlı romanını, kendini bir Rus değil de Bir Alman olarak görerek, duyumsayarak yazıyor. Dolayısıyle Rusya’yı her bakımdan küçümsüyor. Şöyle yazıyor: “Şayet Rusya bugün yeryüzünden silinirse, insanlık bir kayıba uğramaz ve hatta hiçbir iz dahi bırakmaz.” Bu sav aynı zamanda romanın ana fikri de oluyor. Turgenyev ile görüştüklerinden sonra Dostoyevski, Maikov’a şöyle yazar : “ ....Ama ondan acı bir şekilde şikayet etmemin asıl nedeni “Duman” adındaki yazdığı kitap yüzünden. Bana bu kitabın ana fikrinin ve neye değinmek istediğini kendisi şu şekilde anlattı: “Şayet Rusya bugün yeryüzünden silinirse insanlık bir kayıba uğramaz ve hatta hiçbir iz dahi bırakmaz.” Ayrıca Rusya üzerine temel düşüncesinin de bu olduğunu haykırdı. Çok sinirli durumdaydı nedeni de “ Duman” romanının başarısız oluşundan kaynaklanıyordu. ...... Ayrıca bu kişiler ateist olmakla da övünüyorlar. Bana, kendisinin de tam anlamıyla bir ateist olduğunu söyledi. Tanrım! Deizm(11) Mesih’i bize kazandırdı. Demem şu ki; Mesih öylesine yüce bir insan figürüdür ki, kişi alçakgönüllü olmadan onu kavrayamaz ve onun insanlığın sonsuz ülküsünün bir işareti olduğundan asla kimse şüphe edemez. Ve biz tüm bu Turgenyev, Herzen, Utin, Çernişevski’lere ne borçluyuz? En yüce güzelliğin üzerine tüküren onlarda bizim bulduklarımız;çirkin ve iğrenç bir gurur,yüzsüz bir duygusallık ve gülünç bir kibirdir. ..... (Turgenyev) Rusya’ya ve Ruslara çok kötü bir şekilde hakaret etti. Fakat ben şunun farkına vardım ki, Belinski okulunun yarattığı liberal ve ilericilerin büyük bir bölümü Rusya’ya hakaret etmekten memnunluk duyup zevk alıyorlar.

61


............ Memleket dışında, uzun süre yaşıyanlar memlekette geçen gerçek olaylardan en ufak bir fikir sahibi bile değiller(gazete okumalarına karşın). Rusya’ya olan sevgi ve anlayışlarını öylesine kaybetmişler ki, Rus nihilistlerinin bile artık yadsıyamadığı kendi başına olağan bir gerçek. Bunların kendi tarzlarında olguyu karikatürize etmelerini anlamak olanaksız. Bana anlattıklarının arasında, bizlerin Almanların önünde, tozların içinde sürünmek zorunda olduğumuzu çünkü medeniyetin genel olarak yanılmaz tek yolunun bu olduğunu ve Rusya’ya bağımsız, öz bir Rus kültürü getirmek için gösterilen çabaların delilik ve şaşmışlığın(ahmaklığın) bir yinelenmesi olduğunu söyledi. Kendisine, kolaylık olsun diye Paris’ten bir teleskop getirmesini tavsiye ettim. “Ne demek Đstiyorsun?” diye sordu. “Aradaki mesafe fazla uzun da..” diye yanıt verdim. “Teleskopu Rusya’ya doğru yönlendirecek olursan bizleri daha iyi görürsün, yoksa gerçekten görme olasılığınız yok.” Kudurmuşa döndü. Onu böylesine hiddetli görünce, tam bir saflığa bürünüp “Gerçekten de, kitabın hakkında yazılan küçültücü yazıların seni bu hâle sokabileceğini hiç tahmin etmezdim.” dedim. “Tanrı şahit ki, bu önemsenecek bir olgu değil, tükür üzerlerine olsun bitsin.” “Sen ne sanıyorsun? Ama, ben bundan dolayı hiç alınmadım ki!” diye, yanıt verdiğinde, yüzü mosmor olmuştu!” (Dostoyevski,Gesammelte Briefe S.223-224-225) Turgenyev ile aralarında geçen bu görüşmeden sonra, hemen ertesi gün Turgenyev, saat sabah tam 10’da gelip Dostoyevski’nin ev sahibesine kartını bırakıyor. Oysa, bir önceki gün, sabahları 11’e kadar uyuduğunu; öğlene kadar misafir kabul etmediğini, Dostoyevski ona söylemiştir.. Bu şu anlama geliyordu ki, aristokrat gururu iyice kırılan Turgenyev, Dostoyevski ile artık görüşmek istemiyordu. Nitekim aralarındaki küslük 1881 yılındaki meşhur Puşkin konuşmasına kadar sürecek, görüşmiyeceklerdir. Bu 1867 ‘Baden Baden’ konuşmasının 1870’de yazmaya başladığı “Ecinniler” romanına elbetteki yansımaları da oldu. Bir taraftan devrimci, demokrat, sosyalistleri, gerici düşüncelerinin doğrultusunda eleştiri yağmuruna tutarken, bir yandan da Turgenyev gibi demokrat geçinen liberal yazar ve aydınların “abartılı da olsa” ibret verici özelliklerini teşhir etme başarısını da gösterdi. Dostoyevskiler, 1867 Ağustos ayı’nın sonunda Cenevre’ye gidiyorlar. Dostoyevski, burada 1869’da Floransa’da tamamlanacak olan “Budala”yı yazmaya başlıyor. Ancak bunu yazarken “Ecinniler”e ilişkin birtakım düşünceler de gelişen olaylarla birlikte gelecek romanının güçlü anekdot’larını oluşturuyor. “Ecinniler”, bir bakıma, Dostoyevski’nin Belinski’yi tanıdığı 1846’lardan Paris Komünü’nün yenilgisiyle sonuçlanan 1871’in ortalarına kadar olan sürecin birikimlerinin patlama noktasıdır. Patladığı zaman, etrafına zarar vermesi, tahrip etmesi gerekiyordu. Nitekim öyle de oldu... “Ecinniler”, devrimcileri, sosyalistleri, demokratları karalarken, gerici çevreleri harekete geçiriyor ve onlara “nihayet işte bu!”, “Sana şükürler olsun Tanrım!” dedirtiyordu. Rusya Đçişleri Bakanlığı roman için “bütünüyle takdire şayan ve faydalı bir şekilde devrimcileri teşhir etmek amacıyla yazıldığı” değerlendirmesini yapıyordu. (Bak:E.H,Carr,Dostoyevski, S.216 )

62


Aynı zamanda, bu roman için gerici kalemşörler ve bir bütün olarak da burjuvazi de “gelmiş geçmiş zamanların en büyük ve en şahane siyasi romanı” değerlendirmesini yapacaklardı ve yapmaya da devam edeceklerdi. Ama romanın içeriğine ilişkin asıl yapılması gereken kritikleri bir yana bırakarak hiç de önemli olmayan ve hatta gereksiz de diyebileceğimiz yorumlarla “Cinler”i değerlendirmektedirler. Roman, gerici olduğu kadar, saçmalıklarla da doludur. Bu anlamda inandırıcılıktan oldukça uzak, kötü bir hayal dünyasının kabuslu düşlerini sunmaktadır. Her romanında bir kaç kişiyi intihar ettiren Dostoyevski’nin yapıtlarındaki değişmez bir tekrar olarak beliren bu olgu da, Camus’ya çok derin bir esinlenme vererek, onun intihar sorununu yine çok derinden inceleyip çözümlemesine neden olacaktır. “Ecinniler”deki Kirilov’un öne sürdüğü saçma(absürd) felsefe, Camus’nun bu konudaki asıl töz’ü olarak 20. yüzyılda yeniden hortlayacaktı.(Bak. Albert Camus ve Uyumsuzluk) (Fiziki intihar, Felsefi intihar ) “Ecinniler”de (şöyle bir bakışta intihar eden üç birincil rol yüklenmiş intihar olayı var : Krilov, Stavrogin, Stavrogin’in ırzına geçtiği küçük kız...(Küçük kız’ın intihar bölümü, yayınevi tarafından sansüre uğramıştır) Ayrıca bir han odasında intihar etmiş gencin intihar olayı en ince ayrıntılarına kadar betimleniyor: “Atış, üç namlulu küçük bir tabancadan doğrudan kalbe yapılmıştı. Pek az kan akmış, tabanca halının üzerine düşmüştü. Çocuk köşede kanepede yatıyordu. Birden ölmüş olmalıydı. En küçük bir ölüm acısı yoktu yüzünde. Huzur verici, neredeyse mutlu bir anlatımı vardı, yalnızca canlılığı eksikti.” (Cinler,Dostoyevski S.327) Ölen veya öldürülenler: Neredeyse romanın geriye kalan en önemli kahramanları :Şatov, Fedka, Lebyadkin ve kız kardeşi, Liza ve bebeği, StepanTrofimoviç! Geriye neredeyse hiç bir tane bile Dostoyevski’nin olumladığı veya ikisi arasında gel-gitleri oynayan kahraman kalmıyor. Öyle veya böyle ölüyor, intihar ediyor, kazaya kurban gidiyor! Đşte ‘siyasi başyapıt’ olarak lanse edilen bir roman, 19. 20. ve 21. yüzyılda insanların gerçek sorunları ve arayışları ile hiç bir ilgisi olmadığı gibi kişilerin tinsel gelişimlerini, psikolojilerini, psikriyatik durumlarını içinde bulundukları ortamlara, sosyal yaşantının izdüşümüne bağımlılığıyla ilintili olarak da ele almıyor. Lümpen takımının ve kendisinin de ait olduğu burjuva sınıfının değişik katmanlarındaki bir azınlığının abartılmış gerçek dışı konumlarının çizilmiş motivasyonları kendi tinsel buhranlarına tamı tamına ayarlanmış, uydurulmuştur. Ele aldığı küçük çevrenin zengin-fakir kahramanları tamamen halkın dışında,onlardan yalıtılmış olarak ele alınarak milyonlarca ezilen halktan yükselen gerçek haykırışlara, o kutsal uğultuya kulaklarını tıkamıştır. Dostoyevski’nin James Joyce’ye de esin kaynağı olan bu bireyselciliği Dostoyevski’nin vasıtası ile kapitalist dünyanın bir yansıması ve dışa vurmuşluğudur. 63


Bunun yanısıra yapıtlarında teknik olarak iyi bir yapılanma söz konusudur. Dostoyevski’nin yarattığı kahramanlar, her ne kadar abartılı kişilikleri ve eylemleri ile karşımıza çıkıyor olsalar da, onlarda, yazarın en azından görünen bir müdahalesi olmadan bağımsız hareket ederler. Her kahraman, kendi yazgısını kendi eline almış gibidir. Bu anlamda Dostoyevski’nin kahramanları, daha önceden programlanmış roller alan kişiler olmadığı kanısı okuyucu üzerinde uyanmaktadır. Olay örgüsü romanın içerisinde kendiliğinden gelişmekte, sonucun neye varacağına ilişkin de yazarın daha önceden saptadığı bir çözümün olmadığı izlenimi uyanmaktadır. Dostoyevski’nin yanlılığı da romanda açık olarak kendisini göstermediği gibi, olayların akışına dışardan müdahalesi de yokmuş gibi bir izlenim bırakmaktadır. Romanda gelişen diyaloglar, yazarın dışardan gözlemlediği kendiliğinden gelişen ve hangi yöne akacağını kendisinin de belirlemediği ve giderek “yazarın kontrolünden çıkmış gibi” o anda oluşan diyaloglar gibidir. Dostoyevski yanlılığını açık olarak belirtmese de, okuyucu bunu duyumsar, Dostoyevski’nin düşündükleri romanın içerisinde ayırt edilir, kimden yana olduğunu fısıldar. Her kahramanın Dostoyevski’den bağımsız kendine özgü düşüncelerinin oluşturduğu ‘çok sesliliği’ bu olgular göz önünde tutularak değerlendirilmelidir. “Dostoyevski, Cenevre’de 3. Barış ve Özgürlük Kongresi’nin yapılacağını ve Bakunin’in burada konuşacağını duyuyor. Dostoyevski, Dünya devrimine ilişkin yıkıcı fikirlerle ilk kez bu kongrede tanışık oluyor. Daha sonra Bakunin’i “Ecinniler” romanında, iblis ruhlu Schigaleff olarak betimliyor ve bu iblis ruhlu Bakunin’in nihilist entellektüalizmine 5000 dinleyicinin aptalca güven duyması, Dostoyevski’yi çok korkutuyor.“ (Maurina Zenta,Dostojewskij Menschengestalter und Gottsucher.S. 119)

“Barış kongresi, ilgimizi çekmişti ve kongrenin ikinci oturumuna katıldık. Đki saat boyunca değişik konuşmalar dinledik. Bu konuşmalar Dostoyevski üzerinde kötü bir izlenim bıraktı ve bayan Iwanoff-Chmyroff’a şöyle yazdı: ‘Onlar yeryüzünde barışı sağlamak için Hristiyan inancının yıkılması, büyük ulusların ortadan kaldırılıp yerlerine küçük hukuksal birimlerin getirilmesi, tüm mal varlıklarının ortak mülkiyete dönüştürülmesi için sermayeyi yok etmek gerektiğini bize anlatmakla söze başladılar.” (A.Grigorjewna Dostojewski,Erinnerung Das Leben Dostojewskis in den Aufzeihnungen seiner Frau.S.159) Dostoyevski’nin ,bu kongreye ilişkin görüşlerinin, Anna Grigogoryewna’nın anlattıklarından daha kapsamlısını 29 eylül-11 oktober 1867 tarihinde S.A.Iwanowa’ya yazdığı mektupta buluyoruz. Şöyle yazıyor: “Cenevre, Cenevre Gölü’nün yanında. Göl muhteşem! Kıyıları bir tablo gibi. Ama kentin kendisi can sıkıntısının bir simgesidir. Cenevre, eski bir Protestan kentidir ve her tarafta sayısız sarhoşlar görülür. Ben buraya 64


ulaştığımda Barış Kongresi yeni başlamıştı, ayrıca kongreye Garibaldi( 13) de gelmişti. O, akabinde tekrar gitti. Kongre, gerçekten inanılmaz. Bu sosyalist ve devrimci bayları biraz kitaplarından tanıyordum ve burada aslında ilk kez onları gerçekten görme olanağını buldum. Kürsünün üstünden 5000 dinleyiciye savurdukları yalanları anlatabilmek; onların gülünçlüklerini, hafifliklerini, anlamsızlıklarını ve içlerindeki çelişkileri betimleyebilmek olanak dışı. Bu ayak takımı, aşağılık(Bakunin-Y.A.-) adam, mutsuz emekçi yığınlarını gerçekten ayaklandırıyor. Ne kadar elem verici! O, barışı yeryüzünde sağlıyabilmek için Hristiyan inancını yıkmak, büyük devletleri ortadan kaldırıp bunları küçük küçük devletlere bölmek, müşterek, hep beraber bir yaşam için sermayeyi yok etmek vb. istiyor. Bütün bunlar, hiçbir delil olmadan öne sürülmektedir. Onlar, daha 20 yıl önce(14) öğrendikleri (ders aldıkları) halde bugün de hâlâ o gevezeliği yapıyorlar. Herşey öncelikle ateş ve kılıçtan geçtikten sonra, işte o zaman ebedi barışın geleceğine inanıyorlar. Ama yeter artık, bu konuda! Sevgili arkadaşım. Mektubunuza mutlaka ve derhal yanıt vereceğim.” (Dostoyevski,Gesammelte Briefe,S.233) “Barış ve Özgürlük Birliği”, 1867’de ağırlığını Fransız ve Almanlardan oluşan burjuva demokratları tarafından kuruluyor. Cenevre’de toplanan kongreye ilgi büyük oluyor. Bakunin(15) kongre üyelerine, teorisini geliştirdiği temel düşüncelerin(Anarşizm), hiç değilse bir bölümünü de olsa kabul ettirebilmek için kongreye katılıp, delegelere hitap ediyor ve Birlik yürütme kuruluna üye oluyor. Bu kongrede sonradan kitaplaştıracağı “Anarşizm, Sosyalizm, Anti-Teolojizm”i gerekçeli öneri olarak Merkez Komitesine sunuyor. Metinin aslı ya kaybolmuş ya da tahrip edilmiştir. Ancak Bakunin’in bir çok yapıtı gibi bu yapıtı da yarım kalmış, bitmemiştir. Yapıt üç bölümden oluşmaktadır. Birinci ve ikinci bölümler federalizm ve sosyalizm ile ilgilidir. Üçüncü bölüm ise J.J.Rousseau’nun devlet doktirinini analiz eder. Devlet-toplum, birey-toplum ve insan ile doğa arasındaki ilişkileri tartışır. (Bak: Mikhail Bakunin, Reference Archive 1817-1876) Bakunin, bir yıl aradan sonra bu burjuva birlikten ayrılıp 1868’de Komünist Enternasyonal’e giriyor. Karl Marx ile aralarındaki uzlaşmaz ideolojik çelişkilerden ve Bakunin’in Komünist Enternasyonal içerisindeki hizipçi çalışmalarından ötürü 1872 yılındaki Lahey Kongresi ile Bakunin kanadı örgütten dışlanıyor. Dört yıl gibi kısa bir süre de olsa Bakunin ve anarşist örgütü, Komünist Enternasyonal içerisinde çalışma yürütüyor. Neçayev olayı da bu süreç içerisinde meydana geliyor.. Dostoyevski, mektuplarında ve anılarında Bakunin’in Barış ve Özgürlük Kongresi’ndeki bu yapıtana ilişkin konuşmasını oldukça basite indirgiyerek ve yabansıyarak; barışı yeryüzünde gerçekleştirmek için Hristiyan inancının(dinin) yıkılması, büyük devletlerin ortadan kaldırılıp onların küçük devletlere bölünmesi anlamına gelen –die grossen Staaten vernichten und in kleine Staaten aufteilen– açımlaması ile olguyu biraz da çarpıtarak yansıtıyor. Çünkü Bakunin büyük devletle65


rin parçalanması değil, ama bir federasyon modelinden bahsetmekt bahsetmektedir edir ve müşterek yaşam için ‘sermayenin sermayenin ortadan kaldırılması’ gerektiğini zehirli bir dil ile eleştirmekte, adeta Bakunin’e küfür etmektedir. Bu gözü dönmüşlük ile de “Ecinniler” yapıtında, ideolojik konuyu çarpıtarak ve tüm şovenist venist düşünceleri ile karmaştırarak Bakunin’i ele almakta, sosyalizme ve devrim düşüncesine sine olan nefretini çizdiği ‘‘Shigalev’’ karikatürü üzerinden kusmaktadır.

M.Bakunin’e ait 1867 yılı, Barış ve Özgürlük Đçin Đnternasyonal Ligi üyelik kartı 1867’de Cenevre’de de yapılan Barış ve Özgürlük Kongresi’’ndeki Bakunin’in konuşmasını nefretle dinleyen Dostoyevski Dostoyevski, “Cinler”de de Bakunin’i Shigalev olarak takdim ediyor: “Ancak, akşam saat sekizde bulabildim onu evinde. Şaşılacak şeydir, konukları vardı: Aleksey Nilıç ile yarım yamala yamalak k tanıdığım Virginski’nin karısının öz kardeşi Shigalev diye birisi. Bu Shigalev, iki aydır kentimizdeydi. Nereden geldiğini bilmiyorum. Yalnızca, ilerici bir Petersburg etersburg dergisinde bir yazısı çıktığını duymuştum. Virginski, bir karşılaşmamızda, sokakta tanıştırmıştı nıştırmıştı beni onunla. Ömrümde, yüzü onunki kadar bulutlu, asık, elemli bir insan görmedim. Kıyamet gününü, bilinmeyen bir zamanda, doğru çıkmayabilecek birtakım kehanetlere dayanarak değil de, kesinlikle, yarın arın öbürsü gün gün, sabah saat tam onu yirmi beş geçe g bekliyor gibi bir hali vardı. Ne var ki, hiç konuşmadık sayılırdı ilk görüşmemizde, iki yeraltı örgütçüsü gibi el sıkışmıştık yalnızca. En çok olağa66


nüstü büyük, uzun, tuhaf bir biçimde dik duran, etli, geniş kulakları şaşırtmıştı beni. Hareketleri kaba, ağırdı... ............................... Üzerimde kötü bir izlenim bırakmıştı..” (Cinler,Dostoyevski,S.141) Neyi betimlemek istediği belli! Devrim isteyen, çarlığı yıkmak isteyen güçlerin aslında sorunlarının insanlığın kurtuluşu, özgürlüğü için bir savaşım değil, dünyanın sonunun gelmesi veya insanlığın ebedi olarak zincirlere vurulmuş köleler olarak kalması için; yakıp yıkarak, kaos yaratarak bunu gerçekleştirme beklentisi.. Nitekim Lebyadkin ve kızkardeşinin ölümü ile sonlanan Petersburg’da, bir anda birkaç koldan çıkan yangın, nihilistler (aynı zamanda siz devrimci ve sosyalistler olarak da anlayın!) tarafından çıkarıldığı üzerine bir yargı yaratılmaktadır. Çünkü kentin salonunda eğlence başladığında Stavrogin gözden kaybolmuştur.vb. Dostoyevski, Neçayev olayını ve nihilizmi devrimci demokratlara karşı ustalıkla kullanmasını bilmiştir. Yaratıtığı hayali olaylar, onun dünyasındaki tüm karanlığı açığa çıkarması bakımından da önemli. Kahramanlar, gece karanlığında gezintiye çıkmış sisler arasındaki silik hayaletler gibi. Her tarafta karanlık gömütler, korkulu öten baykuşlar ve gecenin derinliğini tırmalayan köpek, çakal, kurt ulumaları yankı yapıyor. Bu tüyler ürpertici etkileşimden sıyrılıp da tam aydınlığa ulaşacağınızı umduğunuz anda, karşınıza cehennem zebanilerinin ellerindeki kanlı tırpanlarla ve hiçbir zaman için ulaşamıyacağınızı sezinlediğiniz uzaklarda göz kırparak yanıp sönen o ışığa uzanan yoldan, sizi kendi karadeliğine doğru açılan metafiziğin açmaz yoluna yönlendiriyor... Gazeteleri günlük takip eden, romanlarına konu olacak bilgileri önemle sapıklık, kriminalitet,cinayetler vb. buralardan edinen Dostoyevski, 1871’in sonlarında yayına hazır duruma getirdiği; nihilistleri, sosyalizmi ve sosyalistleri karşısına alıp, onları ‘domuz’a benzettiği ECĐNNĐLER’i kaleme almaya başladığında, yani 1870’de Fransa ile Prusya(Almanya’nın en büyük krallığı ) kanlı bir savaşa tutuşmuş, sonunda, Fransa Sedan’da yenilerek ağır barış antlaşması koşullarıyla teslim olmuştu. 18 Mart 1871’de Paris’in yiğit proletaryası silaha sarılarak 72 gün gibi kısa bir zaman dilimini kapsamış da olsa dünyanın ilk proleter devletini kurdu:PARĐS KOMÜNÜ! Dostoyevski, elbetteki bunları yakından izliyordu. Dresden’de hemen hemen her gün gittiği kütüphanede, gelen tüm gazeteleri okuyor, notlar alıyordu. Daha Paris Komünü’nün gerçekleşmesinden önceleri Fransa-Prusya savaşı sırasında 17/29 ağustos1870 tarihinde Dresden’den S.A.Iwanowa’ya yazdığı mektupta, savaş “üzerine tavır alıyor, ama aldığı tavırın hiç de emekçilerden yana bir bakış açısı olmadığını, Fransız ve Alman emekçilerine sadece yıkım getirecek, Uluslararası Đşçi Birliği (U.Đ.B) (1.Enternasyonal) Parisli üyelerinin deyişiyle böyle rezil bir ‘üstünlük veya hanedan sorunu için savaş’ta Fransızlardan yana taraf tuttuğunu belli ediyordu:

67


“Kim kimi aldattı? Kim stratejik hatayı yaptı? Almanlar mı yoksa Fransızlar mı? Đnanıyorum ki, Almanlar! Benim şahsi görüşüme göre, daha 10 gün önce Almanlar söz sahipliğini ellerinde tutmak istediler, Fransızlar geçici olarak bir uçurumun önündeler. Hanedanlık çıkarları uğruna vatanlarını kurban edecekler. Ben size burda, gördüğüm Almanlara ilişkin ahlakı anlatmak, bugünkü politik ortamda çok yerinde olurdu ama bunu yazmaya şimdi zamanım yok.” (Dostojewskı,Gesammelte Briefe.S365) Ancak Karl Marks’ın sekreterliğinde bulunduğu Uluslararası Đşçi Birliği(U.Đ.B) (1.Enternasyonal)’in Parisli üyeleri, Reveil’de “Bütün Ulusların Đşçilerine“ başlıklı bildirgesini yayımlıyor, şöyle haykırıyorlardı: “Bir kez daha Avrupa dengesi ve ulusal onur bahanesi ile,siyasal niyetler dünya barışını tehdit ediyor. Fransız, Alman, Đspanyol işçileri, seslerimiz savaşa karşı bir kınama çığlığı içinde birleşsin! Bir üstünlük ya da hanedan sorunu için savaş, işçilerin gözünde, canice bir saçmalıktan başka bir şey olamaz. Kendilerini kan vergisinden bağışık tutan ya da halkların başına gelen felaketlerde yeni bir spekülasyon kaynağı bulan kimselerin savaş çığlıklarını, barış, iş ve özgürlük isteyen bizler protesto ederiz! Almanyadaki kardeşler! Bölünmemiz, Ren’in(1) her iki kıyısında da, despotizmin dört başı bayındır bir zaferinden başka bir şey getirmez. Bütün ülkelerin işçileri! Ortak çabalarımızın sonucu ne olursa olsun, biz, Uluslararası Đşçi Birliğinin (Đnternasyonal’in-Y.K. -) ülke sınırları tanımaz üyeleri, biz size, bozulmaz bir dayanışma güvencesi olarak, Fransa işçilerinin iyi dilek ve selamlarını gönderiyoruz.(Fransa’da Đç Savaş, Karl Marks S.23) (Paris Komünü Üzerine, Marks, Engels, Lenin.S.56) Fransızlar, ağır bir yenilgiye uğradıktan sonra silahlarını teslim etmeyen Paris proletaryası, burjuvaziyi alaşağı edip Paris Komünü’nü kurdular. Kurulan komün, dünyanın ilk proletarya diktatörlüğü denemesi olarak altın harflerle devrim tarihine kaydedildi. Paris Komünü’nden daha birkaç ay önce Marks, Parisli işçileri hükümeti devirmek için yapılacak herhangi bir girişimin ‘akılsızlık’ olacağını belirterek uyarıyor. Buna karşın Paris Proletaryası ayaklandığında da büyük bir coşkuyla bu devrimi selamlıyordu. Buna ilişkin olarak Lenin şöyle yazıyor: “Bununla birlikte, Marks, kendi deyimiyle “göğe saldırıya geçen” komünarların kahramanlığı karşısında, yalnız coşkulu olmakla yetinmedi. Kitle, devrimci eylemi, anına erişmemiş olsa da o, onu büyük önemi olan tarihsel bir deney olarak, dünya proleter devriminin kesin bir ilerleyişi, yüzlerce program ve düşünceden daha önemli pratik bir adım olarak gördü “ (Devlet ve Devrim,Lenin.S.36 )

68


K. Marks ve F. Engels

Aynı tarihlerde, Dresden’de (70’li yılların devrimci hareketini karalamak için) Dosktoyevski “Ecinniler”i yazıyordu. Fransız devrimci ve sosyalistleri, Paris Komünü’nü gerçekleştirdikleri için olanca öfke ve nefretiyle 18/30 Mayıs1871’de N. Nikolajewitsch’e, Dresden/Almanya’dan şu satırları karalıyordu: “ N. N. Strachow’a Sayın Nikolaj Nikolajewitsch, şimdi mektubunuza gerçekten Belinski ile başlayacağınızı tahmin etmiştim. Ama Paris ve Komünü’nü yine de dikkate alınız. Belki, siz de diğer kişiler gibi, komünün başarısızlığının tümünü insan eksikliğine ve olumsuz koşullara mı bağlıyorsunuz? Fakat bu hareket, bütün 19. yüzyıl boyunca hep, ya cenneti yeryüzünde kuracağız çabasıyla “örneğin Phalansterium gibi(15)” hep sınandı. Ama iktidarı ellerine aldıklarında da(1848, 1849 ve şimdi olduğu gibi), (sonucu) utanç verecek şekilde ispatlandı. Bunun için olumlu birşey söylenemez. Aslında, her şeyin “Rousseau“vari bir ham hayal, kuruntu olduğunu tüm dünyaya akıl ve deneyim yoluyla (Pozitiv olarak) gösterdi. Evet, biz bunları yeterince yaşadık ve söylemek gerekirse, onların iktidar olamayışları, rastlantısal bir olgu değildir, kafaları uçuruyorlar. Neden? Çünkü kafa uçurmak, diğer şeyleri yapmaktan daha kolaydır. Ama bir şeyler söylemek çok daha zordur. Paris yangını bir canavarlıktır. “Biz başarısız mı olduk, başarısız olursak aynı akibete tüm dünya da uğrasın. Çünkü, gerçek şu ki, komün, dünyadan ve Fransa’dan daha önemlidir.” Ama onlar (ve birçokları) bu çılgınlığı canavarlık olarak değil de aksine sadece güzellik olarak görüyorlar. Yeni insanlık, estetik

69


anlayışına tamamen gölge düşürdü. (Dostojewski,Gesammelte Briefe 18331881,S.401) Karl Marks, 1872 Paris komünü’nü büyük bir özveri ve heyecanla selamlıyor! Dostoyevski ise lanetliyor, bir ‘canavarlık’ olarak niteliyor! Dostoyevski, 1871 Paris Komünü’ne çok kızıyor. Asıl canavarlık yaparak Paris’in binlerce devrimci halkını katleden, kitlesel olarak kurşuna dizip idam sehpalarında sallandıran ve yine binlercesini uzak sürgünlere gönderip, zindanlara tıkan, Prusya Krallığı’na satılmış olan Fransa burjuvazisinin yaptıklarına gözlerini kapatmakta, hatta yenilgiye uğrayan Komün’ün bu katliamı hak etmiş olduğu intibasını vermeye çalışmaktadır. Dostoyevski diyor ki, işte, silaha sarılarak iktidarları devirip sosyalizmi gerçekleştirmek, eşitlik, özgürlük gibi öne sürülen belgilerin yaşama aktarılması olanak dışıdır. Çünkü bunun böyle olamıyacağını geçmişteki pratikler bize göstermiştir... 1848-1849 Fransa devrimleri, şimdiki Paris Komünü buna örnektir.. Rousseau’nun yazdıkları da ayrıca gerçekleşmesi olanak dışı ham hayallerden öte bir şey değildir. Peki, o zaman özgürlük, eşitlik, hak, adalet, sosyalizm, halkın iktidarı, iradesi vb. ne oluyor? Bunlar sadece düşüncede var olabilecek, ancak hiçbir zaman gerçekleştirilemiyecek düş ve ütopik idealler midir? Bunun en yalın yanıtını J.J.Roussoue üzerine yaptığı yukardaki yorumda veriyor: “1848-1849 ve Paris Komünü deneyimleri de gösterdi ki, bu girişimler Rousseauvari bir ham hayal ve kuruntudan öte bir şey değildir.” Dostoyevski’ye göre bir düzen, kan akıtılarak, şiddet uygulanarak, zorla değiştirilemez. Sonu hüsranla biter. Bu insanları özgürlüğe ulaştıracak bir yol, yöntem olamaz! Özgürlüğe ulaşmanın bir tek yolu vardır: Acı çekerek ruhun özgürleştirilmesi. Kurtuluş budur! Sosyalizm ile Katoliklik bu konuda aynı şeyi düşünüyor ve uyguluyorlar. Đnsanları bu dünyada mutlu edebilmek için özgürlüklerini ellerinden alıyorlar. Đşte Dostoyevski tam da bu sorunu, daha da berrak ve geniş bir şekilde “Karamazov Kardeşler”de işliyor.. Bu batıl düşünceler, işin tuhaf yanı, çok felsefi ve derin bulunarak romanın en etkili bölümü olarak değerlendiriliyor. Onun için bu konuyu ilerde “Karamazov Kardeşler”i işlediğimiz yerde yeniden ele alacağız. Dostoyevski mektubunun devamında şöyle yazıyor : “.....Batının ulusları Đsa’yı yitirdi(Katolikliğin yanıltısıyla). Batı bu yüzden, bu nedenden dolayı mahvolmak üzeredir. Şimdi ideal başka bir şeydir. Bu o kadar net ki! Ve papalık iktidarının çöküntüye uğraması, tüm Roma-Alman dünyasının çöküntüye uğramasına bağlıdır. (Fransa ve diğerleri de) Bunların hepsi, karşılıklı tartışılacak gerekli uzun anlatılardır. Ama ben sadece gerçekten şunu söylemek istedim: Belinskij, Granowskij(16) ve diğer tüm çapulcular bunları yaşasaydı şöyle söylerlerdi: “Hayır, bizim hedeflerimiz (ideallerimiz) bunlar değildi! Hayır, bu bir şaşkınlıktır: Bekliyelim, acaba bu ışık aydınlatacak mı? Gelişim ilerleme zaferi kazanacaktır, insanlık yepyeni, sağlıklı kurulmuş bir alt yapıyla(temel ile) mutlu olacaktır! Bunlar, hiçbir zaman bu yolun en sonunda komün’e veya Felix Pyat’a(17) akıbetine gideceğini itiraf etmiyeceklerdir. Đnsan70


lar öylesine köreltilmiş ki, yaptıkları hataları kabul etmiyorlar ve farkında olmadan fantastik rüyaları sayıklamaya devam ediyorlar. Belinski’nin kişiliğine kızmıyorum ama onun görünümü asla gerçek Rus yaşantısı olmayıp; iğrenç, zayıf, köreltilmiş bir Rus yaşantısını yansıtmaktadır.” Dostojewski,Gesammelte Briefe S.402) Dostoyevski “Ecinniler”de şöyle bir sahne kurgular: “Fransız-Prusya savaşı adında oldukça eğlenceli bir şarkıydı. Marseillaise’nin(18) korkunç notalarıyla başlıyordu. “Qu’inSeng impur abreuve nos sillons”(Ayak izlerimizi kirli bir kanla doldursun). Parlak bir meydan okuyuş, geleceğin zafer sarhoşluğu duyulur. Fakat birden, zafer marşının ustaca yerleştirilmiş notaları yanında, aşağıdan bir köşeden, fakat çok yakın bir yerden Mein Lieber Agustuin’in(19) iğrenç sesleri gelmeye başlar. Marseillaise, onlara aldırmaz. Marseillaise heybetinin sarhoşluğu içindedir; fakat Augustin, güç kazanmaktadır; gittikçe küstahlaşır ve birden Augustin, Marseillaise’in notaları ile kaynaşmaya başlar. Beriki kızmaya başlar; artık Augustin’e aldırmazlık edemez, onu silkeleyip atmaya çalışır; onu bir sinek gibi ezmek ister fakat, Mein Lieber Augustin, bütün gücüyle asılır, şen ve kendinden emin, sevinçli ve küstah olur ve Marseillaise, her nasılsa birden çok aptalmış gibi görünür; öfkesini ve incinmesini artık gizleyemez, ellerini gökyüzüne doğru kaldırarak, gözyaşları içinde lanetler yağdırır: “Pas un pouci de nötre terrain, pas une de nas fortresses.”(Toprağımızın tek karışını, istihkamlarımızın tek taşını!..) Fakat Mein Lieber Augustin’le beraber söylemek zorundaydı. Melodi en budalaca bir yolla Augustin’e geçer, yavaş yavaş azalır ve kaybolur. Yalnız zaman zaman orijinal melodi duyulabilir; “qu’un sang impur..” Fakat hemen iğrenç bir şekilde korkunç bir valse geçer, sonunda birden değişir; Bismarc’ın(20) göğsünde ağlıyan, herşeyi herşeyi ona veren Jules Favre(21) ortaya çıkar. Fakat şimdi sertleşen Augustin’dir; kısık sesler duyulur, insan kendisini sayısız şarap fıçılarının, aşırı bir çılgınlığın, milyonlarca para arzusunun, pahalı puroların, şampanya ve rehinelerin arasında olduğunu sanır; Augustin hiddetle bağırmaya başlar. Fransa-Prusya savaşı son bulmuştur.”(Dostoyevski,Ecinniler.S.380,381) Dostoyevski, bir sahne kuruyor ve bu sahne Dostoyevski’nin deyişiyle, Marseillaise’in (korkunç notalarıyla ) başlıyor. Marseillaise’in korkunç notalar! Marseillaise marşı bir devrimin öfkesini taşımaktadır. Bir yurt savunmasının da gururunu, cesurluğunu, yılmazlığını! Çünkü bu marş, 1789-1794 devrimi sırasında 25 Nisan 1792’de, devrimi ezmek isteyen Avusturya ile savaş içerisinde, devrimci Fransa’nın Avrupa gericiliğine karşı savunulmasında yaratılmış bir marştır. Evet! bu Marş’ın içerisinde savaş ve kan vardır... Çünkü devrim isteyen, ekmek ve özgürlük isteyen bir halkın direniş ve savaşımlarının bir yansıması, 71


yankısıdır. Marseillaise, 1. ve 3. Napolyon dönemlerinde yani 18141814 1871 arasında devrimci fikirler içerdiği düşüncesiyle yasak yasaklanmıştır. 1871’de 72 günlük Paris Komünü sırasında kısa bir süre de olsa serbest olmuştur. Paris Komünü yenildikten sonra, yeniden yasaklanmış, bu yasak 1879 yılına kadar sürmüştür.

Bu, Marseillaise marşı ile başlıyan ve 1870 Prusya Prusya-Fransız Fransız savaşına vurgu yapmayı gaye edinen sahne, romanda bir yama gibi ve zorlama ile oluşturulmuş kısa bir bölüm olarak betimleniyorsa da da, 1870’lerde gelişen ve denebilir ki, ki günümüze dek etkinliğini sürdüren muazzam bir tarihi yaşanmışlığın vurgulamasını mizahi bir bakış açısıyla da olsa ele alması önemlidir. Bu ele alış, ayni zamanda Dostoyevski’nin konakladığı, ulaştığı noktanın ne olduğunu ğunu belirliyebilmemiz açısından da çok önemlidir.

ulaşamı Đkinci bir nokta da, Dostoyevski, devrim yoluyla insanlığın özgürlüğe ulaşamıyacakları düşüncesindedir. Devrim denildiğinde, güç kullanma, zorla yıkma çağrışımlaşması vardır. Kan vardır vardır! Marseillaise’de ise’de de olan budur ve Dostoyevski’nin hiç de sevmediği (sözde !!!) yazgıcılığın antitezi olan bir durumdur bu. Dostoyevski, bir devrim düşmanıdır anıdır ve olduk oldukça da tutucudur! Bu sahne nereden çıktı çıktı, diyeceksiniz? Tarihi bir gerçek vardı ve Fransa’nın Fransa yenilip, Alman Birliği’nin nin gerçekleşerek Büyük Alman Đmparatorluğunun dünya sahnesine çıkmasına ve Avrupanın en güçlü militarist gücü konumuna gelmiş 72


olmasına tahammül edemeyen Dostoyevski, asıl sahnenin yanında ikinci bir sahne açmak gerekliliğini, içindeki kızgınlığı söndürmek için duydu. Bu kızgınlık, Rusya’ya ilişkin kurguladığı emperyalist Rus yayılmacılığının güçlü bir birleşik Alman imparatorluğunun var olduğu süreçte artık olanaksızlaşması olgusudur. Oysa protestan olan Almanya, Roma papalığına başkaldırışıyla, aslında katolik olan Fransa’ya nisbeten Dostoyevski’nin daha da sempati beslemesi gereken bir devlet olmalıdır. Ama Rusya’nın güneye inme, Slovak Rus egemenliğini KURMA DÜŞLERĐ, Fransa’yı bozguna uğrattıktan sonra güçlenen, Birleşik Alman Đmparatorluğu karşısında artık olanaksızlaşmıştı... Dostoyevski, bunun için de, Almanların Fransa’ya karşı Sedan’da kazandıkları zaferi kahırla karşılamıştır. Oysa, Dostoyevski için katolik Fransa 18. ve 19. yüzyıllarda oluşan tüm devrimlerin tezgâhlandığı nifak yuvasından başka bir şey değildir. Din ve Rusya tercih konusu olduğunda, o tercihini Rusya için yapmaktadır.Roma papalığına her zaman protesto ve karşı koyma ile diğer Avrupa milletlerinden kendini ayıran Almanya’nın Dostoyevski adına çok olumlu olan bu Germen başkaldırısı bile onun şövenist ve savaşçı duyguları karşısında etkin olamamıştır. Dostoyevski eleştirmenleri, Dostoyevski’nin 1871 Fransa-Prusya savaşında hangi taraftan yana olduğuna ilişkin olarak değişik görüşler belirtmektedirler. N. A. Berdyaev şöyle yazmaktadır: “Dostoyevski için Fransız devrimi, antik Roma düsturu olan evrensel “birlik” düşüncesinin yeniden yaratılmasıydı; onun yeni bir biçimiydi. Bu düstur, önceden gördüğü toplumsal devrimlerin de belli başlı öğesini oluşturacaktı. Zamanında patlak veren Fransa-Prusya savaşında, protestan Almanya’nın yanını tutması, insanların zorunlu birleşmesini savunan Roma düşüncesinin, yani Katoliklik ve Sosyalizmin ortadan kalkmasını istemesinden kaynaklanır” (a.b.ç.) (Berdyaev, Dostoyevski, S. 112) En sonunda, 7 Ağustos günü (Dostoyevski not defterine –Y.A-) şu özlü tümceleri yazıyor: “Roman, kesinlikle bir yana atıldı(çok korkunç bu!). Fransızlar yenildiler. Şimdi Metz önünde örgütleniyorlar yeniden. Sanırsam, duraksıyorlar, nereye gideceklerini bilmiyorlar, zaman yitiriyorlar” Ama savaş sırasında, Fransızları tuttuğunu tanıklığını mektuplarında aramak gerekir.(a.b.ç.):

gösteren

tepkilerinin

“Hun çapulcuları gibi işkenceler yapan, yağma eden bu Alman okulu, ne de güzel! Prusyalılar gelince, onlar barbarlardan da kötü davranıyorlar!.....” Biraz sonra şöyle yazacaktır: “Hayır, kılıç gücüyle kurulan, varlığını sürdüremi- yecektir. Bütün bunlardan sonra, bir de ‘Genç Almanya!’ diye bağırıyorlar. Tam tersine, tüm güçlerini tüketmiş bir ulustur bu....... Hayır ölmüş bir ulus, geleceği olmayan bir ulus!..” (H.Troyat,Dostoyevski.S.330,331) Dostoyevski’nin 1848,1871 burjuva ve proleter devrimler üzerine yaptığı yorumlara bakıldığında sanki o tüm savaşlara ayırımsız karşıymış gibi, ĐSA VARĐ bir

73


mistik anlayış içerisinde olduğu sanısına kapılabilinir! Hayır! Dostoyevski, sadece devrimci savaşlara karşıdır. O, Rusların Đstanbul’u almalarını istemekte, Osmanlı’nın Avrupa’daki egemenliğine son vermek gerektiğini savunmakta, Fransa-Prusya savaşında 1.Enternasyonal’in savaşa karşı çıkma tavrının aksi yönünde tavır belirlemekte, Fransa’nın yanında yer almaktadır. Paris Komünü yenilgiye uğradıktan sonra da bilgiççe “Paris yangınının bir canavarlık, kelle uçurmanın birkaç söz söylemekten daha kolay” olduğundan dem vuracaktır. O şöyle yazmaktadır: “Tam tersine savaş değil, asıl barış, uzun süreli bir barış insanları canavarlaştırır, acımasız yapar. Uzun süreli bir barış, her zaman zorbalığı, korkaklığı, kabalığı, kök salmış bir bencilliği ve en önemlisi de zihin durgunluğunu doğurur.” (Bir Yazarın Günlüğü,Dostoyevski,S.766) Avrupa’da gelişmekte olan işçi sınıfının devrimci hareketine pozitif anlamda ilgi duymayan hatta nefret eden Dostoyevski, yazı ve anılarında Karl Marks’ı hiç anımsamamaktadır. Oysa Karl Marks ve F.Engels tarafından kaleme alınan Komünist Partisi Manifestosu, ilk kez 1848 haziran ayaklanmasından önce, Paris’te, 1850’de Đngiltere’de 1860’da da Rusça olarak Cenevre’de yayınlandı. Çernişevski’ye saldırmaktan da geri kalmayan Dostoyevski, Marks’ın Çernişevski’ye övgüler dizdiği günlerde, Çernişevski, Marks’ı tanıyamadan, yapıtlarına ulaşma olanağı bulamadan Sibirya’nın ücra bir köşesinde en ağır koşullarda kürek mahkumuydu. Dostoyevski ise Marks’ın neredeyse burnunun dibindeydi! Acı çekmek için rulet oynuyor, parasını son meteliğine kadar kaybediyor, acılar içerisinde kıvranarak tanrısına biraz daha yakınlaşıyordu... Dostoyevski’nin Marks’ı tanımadığını, ondan haberi olmadığını bir çok eleştirmen vurgulamasına karşın, buna katılmak ve onaylamak, gerçekten benim için kabul edilemez bir şey! Mantıksal değil! Sözgelimi N. A. Berdyaev şöyle yazıyor: “Dostoyevski’nin karşısında, sosyalizmin kusursuz kuramsal biçimleri yoktu; Marx’ı tanımıyordu; bütün bildiği sosyalizm Fransa’daki sosyalizmdi.“(Berdyaev.Dostoyevski,S.108) Asıl toplumsal olan sorunlara ve toplumun geçirdiği (proletaryanın giderek güçlenmesiyle) devinimlere kulaklarını kapatır görünmekte, bu devinimleri kuşkuyla karşılamakta, ya da ilgi duyduğu popüler olaylara (Naçeyev olayında olduğu gibi) bunu sosyalizmin ve devrimcilerin anti propagandası olarak kullanmaktadır. Dostoyevski Rusyaya döndüğünde, “Ecinniler”in bir bölümü henüz bitmemiştir. Roman tefrika halinde, Russky Vestnik’te 1871 yılı boyunca yayınlandı ve 1872’de sona erdi. Dostoyevski, Paris Komünü’nü daha da çok irdeleme olanağını bulmuş oldu böylece. Onun için “Ecinniler”in Rusya’da yazıldığı son bölümlerinde, Nechaev’i canlandıran Pyotr Stepanoviç Verhovenski olsun Stavrogin olsun tam anlamıyla birer alçak,cani ahlaksızdırlar... Sorun tek tek kişilerin, böyle inandırıcılıktan uzak, abartılı bir şekilde nötr olarak gösterilmesinden öte, 1870’lerin sosyalist ve devrimcilerine yapılan genel göndermelerdir. Politik nihilizm ile kendi yarattığı antikahramanları özdeşleştirme girişimidir. Bir olumsuzdan hareketle, tüm güzel olan şeyleri pislikle sıvamaya kalkmak, kendinde, sorumluluk ve dürüstlük dürtüsü taşıyan hiç kimsenin, hele hele ‘gerçekçi’ geçinen bir yazarın başvuracağı bir yöntem olmamalıdır. Ama işin içerisinde Dostoyevski olunca, oluyor işte! Onda varolan betimleme ve olağanüstü hayal kurma yetisi, estetiğindeki tüm pis koku ve çirkinlikleri, kapitalizmin ağır 74


çarkları arasında sersemleşmiş, umudunu bir ölçüde yitirmiş ve tamamen yalnız kalmış insanların ruh derinliklerine damıtma ve hayranlıkla kabullendirme becerisini göstermiş oluyor böylece. Oysa 1870’lerin devrimcileri, Dostoyevski’nin bizlere sunduğu gibi midir? Bakalım: Marks’ı örnek olarak gösterecek olursak; o, Dostoyevski gibi kumar yüzünden aç kalmış, yoksulluklar içerisinde kıvranmış bir dahi değildir. Ordan oraya sürüldüğü için, kendisini gerçek bir ideale adadığı için aç kalmıştır ve hiçbir zaman için de yeraltına çekilen bir antikahraman ‘tip’ olmamış, kitlelerle sürekli iç içe olmuş, onlarla birlik omuz omuza savaşım vermiştir. Enternasyonal’in içerisinde aktif rol almış, kuruluşunda büyük katkıları olmuş, sekreterliğini üstlenmiştir. Başı hep dik, havada olmuştur. Đktidarların, kralların yağcısı ve fedaisi değil, korkulu düşü, karabasanı olmuştur. Paris Komünü saflarında, romanlara kahraman olarak alınabilecek yığınla devrimciler vardır. Hem de, bunlar çeşitli ulus ve milliyetlerden kişilerdir. Almanlar, Đtalyanlar, Ruslar ve bunların çoğu Komün için, güzel bir gelecek için çarpışarak can vermişlerdir. Marx’ın yakın dostları, Leo Frankel, kadın komünarların önderi Yelizveta Dimitriyeva, barikatlarda can veren Komün’ün Generali Jaroslaw Dombrowski ünlü yabancı komün önderleridir. Louis Michel: Devrimci, öğretmen. Paris Komünü yenildiğinde tutuklanıp mahkeme önüne çıkarıldığında şu savunmayı yapıyor: “Tüm varlığımla toplumsal devrime aitim ve bütün davranışlarımın sorumluluğunu kabul ediyorum. Yaptıklarımı bilerek ve isteyerek yaptım.” Sonra savunmasını şöyle noktalar: “Tek isteğim yoldaşlarımın öldürüldüğü Satory Meydanına gönderilmemdir. Beni de toplumunuzdan eksiltin. Zaten sizden bunu yapmanız isteniyor. Cumhuriyet savcısının hakkı var. Mademki özgürlük için çarpan her yüreğe bir parça kurşun nasip oluyor, ben de hakkımı isterim. Eğer yaşamama izin verirseniz, intikam diye haykırmaktan usanmıyacağım.” 1870’lerin devrimci ve sosyalistlerini kendi karanlık dünyasındaki karanlık bakış açısıyla yansıtan Dostoyevski’nin hayalinde yarattığı hayaletlerle, Paris Komünü’nün, 1870’lerin gerçek devrimci ve sosyalistleri arasında bir bağlantı kurabilmek, benzetme yapabilmek olanaksızdır. Üstelik her ne olursa olsun, Neçayev olayında Marks’ın açık bir tavrı olmasına karşın, Neçayev’in örgütsel yeteneklerine ve davaya kendini düşünmeden adamasına hayran olan Lenin, onu “DEVRĐMCĐ TĐTAN” sözleriyle övmüştür.

75


Çok tehlikeli bir anarşist ve devrimci olarak görüldüğü için 20 yıl Sibirya sürgünlüğü cezasını çekmek için Çar’ın emriyle Sibirya’ya gönderilmiyor. Çernişevski ve Dostoyevsi’nin de belirli bir süre tutsak kaldığı Peter-Paul kalesinde sıkı güvenlik önlemleri altında gözlerinin önünde olsun diye hücrede tutuluyor. Ama o burada da bir kısım gardiyan ve görevlileri örgütlemeyi başarıyor ve onların sayesinde dışardaki anarşist arkadaşlarıyla “NARADNAJA WOLJA” (Halkın Đradesi) örgütüyle bağlantı kuruyor.

Zelle in der Peter-Paul-Festung (Peter- Paul kalesi ve altta kalede bir hücre)

76


Narodnaya Volya (Halkın Đradesi): Bu grup, “Zemliya i Volya”(Toprak ve özgürlük) ün bölünmesi üzerine, 1879 Ağustosunda narodnik tedhişçilerin gizli siyasal örgütü olarak kuruldu .A. Đ. Zelyabov, A. D. Mihaylov, M. Frolenko, Morozov, Vera Finger, Sofya Perovskaya, Kıviyatkoviski ve daha başka kişileri kapsayan yüksek bir kurulun yönetimindeydi. Narodnaya Volya, çarlık mutlakiyetine karşı kahramanca bir savaş verdi. Ama “aktif” kahramanlar “pasif” halk yığınları yanlış teorisini izleyerek, toplumu yeniden kurmayı, halkın katkısı olmaksızın, sırf kendi çabasıyla ve bireyci tethişle gerçekleştirmeyi umdu. Aleksandır 2’nin 1 Mart 1881’de katledilmesinden sonra, vahşiyane misillemelerle ve ölüm cezalarıyla hükümet, bu grubun varlığına son verdi. (Bir Adım Đleri Đki Adım Geri S.301/302) (Leninwerke 7 S.255) Ayrıca bakınız: “Narodovolizm(Narodnaya Volya) Halkın Dostları Kimlerdir ve S. Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar. Lenin, Sol yay. S. 83, 248. Leninwerke 4, Dietz verlag S. 174, 440) Neçayev, 1872’de Bakunin’in mektupla uyarmasına karşın tedbir almıyor ve Đsviçre polisi tarafından tutuklanıp, “adi suçlu” statüsünde gösterilip Rusya’ya iade ediliyor. Petersburg’daki mahkemesinde örnek bir devrimci davranışı içerisinde Çar’ın mahkemesine meydan okuyor! Siyasi bir isyancı olduğunu, adi bir suçlu olmadığını, “Sizin zorba hükümetinize köle olmayı reddediyorum, imparatoru ve bu ülkenin yasalarını tanımıyorum” diye haykırıyor! Yaka-paça, yerlerde sürüklenerek mahkeme salonundan çıkarılırken de, ,”Kahrolsun despotizm! Kahrolsun Çar! Yaşasın özgürlük, Yaşasın Rusya halkı” diye ortalığı inletiyor. Halkın iradesi merkez komitesi Neçeyevin, Peter-Paul Kalesinden kurtarılması için karar alıyor. Ancak o sırada alınan bu kaçırma kararı erteleniyor. Çar 2. Aleksandır’a suikast öne çıkarılıyor ve tüm konsantrasyon bu suikasta odaklanıyor. Zindanda 40’a yakın muhafız-gardiyan’ı ayarlamayı hatta bazılarını örgütlemeyi başaran Neçayev, onlar aracılığıyla “Halkın Đradesi” örgütü merkez komitesiyle yazışıyor. Hatta Peter-Paul Kalesine ilişkin tüm yapısal ve tabya’ya ilişkin bilgileri örgüte ulaştırıyor. Kaçırılmasına ilişkin alınan erteleme kararı Neçayev’e bildiriliyor ve o da bunu uygun buluyor. Çar öldürülüyor. Ancak ondan sonra örgüt üyeleri tek tek yakalanıp ölüm ve ağır cezalara çarptırılıyorlar .Örgüt dağıtılıyor. Neçayev’de 1882’de verem ve iskorpit hastalığından vefat ediyor. (Bak.Nach Über Russland, Vera Finger, S. 110, 111,112,113,114,115,129 ) Üniversitelerde 1868 yılında, “Toprak ve Özgürlük Partisi”nin kurulduğu 1862 yılından itibaren etkinliği ve etkilemesiyle üniversitelerde devrimci hareket doruk noktasına çıkıyor. “Kartal “ lakablı Neçayev, devrimci öğrencilerin lideri pozisyonunda ve Piotr Tkoviç ile birlikte devrimcilere bir el kitabı hazırlıyorlar. Sıkı disiplin ve yer altında gizli örgütlenmeye ilişkin “gizli örgüt” bilincinin de temellerini atıyorlar. “Halkın Đradesi” de başta olmak üzere yeraltı örgütlenmesinde birçok devrimci örgütün Neçayev’lerin hazırladığı bu kitapçıktan yararlanmış oldukları söylenebilir. Lenin, “Nasıl yapmalı“ ve “Bir Adım ileri Đki Adım Geri” adlı yapıtlarında, bu anarşist örgüt ve üyelerine ilişkin olarak değerlendirmelerde bulunmaktadır. “Ne Yapmalı?”da ‘Devrimciler örgütü’nün özelliklerini gündeme getirip, 77


‘Devrimciler örgütü nasıl olmalıdır?’a ilişkin yanlış görüşlere karşı düşüncelerini açımlarken ‘Halkın Đradesi‘ örgütünü örnek olarak almakta, onların doğru ve yanlışlarından hareketle kendi düşüncelerindeki “partiyi” şekillendirmek için yararlanmaktadır.(Bak.Lenin Seçme Eserler,S.153-154-155 E-Komplocular Örgütü ve Demokratizm)(Bak.Leninwerke 5 S.491-e-“Verschwörer “ organisation und “Demokratismus”) Paris Komünü’nün 28 Mayıs 1871’deki yenilgisinden 41 gün sonra, 8 Temmuz 1871’de Dostoyevskiler, tren ile Rusya’ya dört yıl aradan sonra geri dönüyorlar. Anna Grigoryewna, anılarında, kocasının dönüş yolunda Petersburg’daki gelecek yaşamlarına ilişkin düşüncelerinin karamsar olduğunu yazıyor: “‘Eh Anna’cık, ‘biz yabancı ülkelerde dört yıl, zor saatlerimizin de olmasına karşın yine de mutlu olmuştuk. Petersburg, yaşamımıza neler getirecek? Bana kalırsa tüm geleceğimiz sislerle sarılmış. Çok büyük zorluklar, bir sürü engeller, telaşlar görüyorum. Ailece ayaklarımızı yere sağlam basarsak, ancak kazanırız. Bize bir tek tanrının yardım edeceğine inanıyorum.” (Anna G.Dostoyevski,Erinnerung Das Leben Dostojewskis...S.193) Petersburg’a varışlarında, hemen otele iniyorlar. Đki gün otelde kaldıktan sonra iki odalı, mobilyalı 3. katta Ismailowski prospekt Haus Nr. 4 adresindeki evi kiralıyorlar. Sürgün dönüşü, kendisinde daha da güçlenen dini inançları doğrultusunda, Batı Avrupa’ya olan nefreti de giderek fanatiklik derecesine kadar ulaşır. Eleştirilerinde, kapitalizmin saçtığı pisliklerin oluşturduğu tutucu bir Avrupa’dan ziyade, giderek gelişen endüstrinin doğal sonucu olarak proleter hareketteki gelişim, sosyalizm düşüncesinin yaygınlaşması odak noktasını oluşturur. “Ecinniler”de bu kuşkusunu da dile getirişi, 1871’de Paris proletaryasının 72 gün de olsa iktidarı ele alışındaki etmenlerde aranmalıdır. Proletaryanın bu -geçici de olsa-başarısı, egemenliği, Dostoyevski’nin geniş hayal gücünü ürpertilerle harekete geçirmiş, ”Özgürlük “ vaadiyle yola çıkan devrimlerin nasıl özgürlüğü yok ettiklerini, tanrı ve isa felsefesi yaparak idealist(mistik) bataklığın içerisinde anlatmaya çalışmıştır. (Dostoyevski’ye göre gerçek özgürlük, ancak ruhta sağlanabilir. Bu özgürlüğe açılan kapı “acının” bitmez yolunda sürekli yürünerek, tinsel anlamda ancak ulaşılabilen inançlardaki bir devrimdir. Anarşıst Shigalev şöyle söylemektedir: ”Sınırsız bir özgürlükten yola çıkıp sınırsız bir despotizmle bağlıyorum sonucu!“ ( Cinler,Dostoyevski.S. 401) Yine anarşist ve nihilist Pyotr Verhovenski ise, şöyle söylemektedir: “Bir ya da birkaç ahlaksız kuşak artık kaçınılmazdır. Đnsanı iğrenç, korkak bencil bir yaratığa çeviren bir ahlaksızlık, bize gerekli olan bu ve insanları alıştırmak için ufak bir damla da taze kan... Sonra da kargaşalık başlar. Dünyanın şimdiye kadar görmediği bir sarsıntı olacak. Rusya’nın üstü kararacak ve toprak eski Tanrılar için ağlayacak.“ Burjuva eleştirmenleri ve onların etkisindeki yeni jenerasyon yazar ve eleştirmenler, Dostoyevski’nin bu yorum ve varsayımlarını, onun geleceği ne kadar

78


isabetli gördüğü yolunda değerlendirerek işi getirip 1917 Bolşevik devrimine dayandırmaktadırlar. Tabii orada da kalmayıp, Stalin dönemine de atıfta bulunmaktadırlar! Özellikle Bolşevik Devriminden sonra, Dostoyevski’de ihtilalci mantığı görmekteki derin, kehanete varan bir yetenek göstermek isteyenler için alıntılar arıyanlara, “Ecinniler” elverişli bir alan olmuştur. Daha 1905 ihtilalinden sonra, Merezkovski, ona “Rus Đhtilalinin kahini” demiştir ve bugünkü rejime karşı olanlar için “Ecinniler”de bu lakabı doğrulayacak birçok bölüm vardır.” (E.H.Carr,Dostoyevski,S 220) Yine Andre Gide, H.Carr’ın yukarda verdiği Shigalev ve Peter Verchovenski‘ye ilişkin alıntıları vermeden önce şöyle yazmaktadır : “Eccinniler’de yavaş yavaş oluşan Bolşevikliği görürüz. Bunun için Shigalev’in kendi sistemini ortaya koyan sözlerini ve bu sözlerin sonunda yaptığı itirafı dinliyelim ....” (Andre Gide,Dostoyevski.S.203 ) Burada dikkati çeken bir şey var ki, önemli: Demek ki Andre Gide, Bolşevikliğin yukardaki Shigalev ve Peter Verchovenski’nin açıkladığı gibi olduğunu tasdik etmektedir. Anlaşılan Andre Gide de Bolşevikliğin bir ‘Zorbalık’ hatta bir ‘cinayet makinesi ‘ olduğunu düşünmektedir. Ve gerçi ayni Shigalev’in söylediklerini bir başka yapıtında kendisi de yinelemektedir. O şöyle yazmaktadır: “Stalin daima haklıdır, bu demektir ki: Stalin yaptığı her şeyde haklıdır. Bize proletarya diktatörlüğü vaad edildi. Çok yanıldık. Evet,diktatörlük, doğru. Ama bir araya gelmiş Sovyet proleterlerinin değil de bir adamın diktatörlüğü. Hiç aldanmadan gayet net olarak anlamak önemli; istenen buraya varmak değildi. Bir adım daha atarak şöyle diyebiliriz: Zaten tam anlamıyla istenmeyen buydu.” (Andre Gide,SSCB’den Dönüş,S.47 ) Andre Gide, SSCB’den Dönüş’ü; 1936’da Maksim Gorki’nin cenazesi için gittiği S.B‘den dönüşünde yazıyor. Yapıta olumlu olumsuz çok sayıda eleştiriler gelince, bu eleştirileri de kapsıyan ikinci bir kitabı da “SSCB’den Dönüş Üstüne Düzeltmeler” adıyla 1937’de yayınlıyor. Bu dönem, Avrupa’da giderek güçlenen faşizm, salt Avrupa’yı değil, tüm dünyayı tehdit ediyor. S. Birliği, Stalin önderliğinde, giderek dünyanın tüm ezilen ulus ve halklarını tehdit etmeye başlayan faşizme karşı gerekli önlemleri alıyor. Bu önlemlerin alınmasında(bazı aşırılıklar elbetteki eleştirilmelidir, eleştiriliyor da tarafımızdan) ne denli haklı olunulduğunu da tarih bir kez daha yanıtlamış ve göstermiştir. Bunu anlayabilmek için ise ön şart, O DÖNEMDEKĐ GELĐŞMELERĐ BĐR TEK KAYNAKTAN DEĞĐL DE, DEĞĐŞĐK KAYNAKLARDAN ĐNCELEMEKTĐR. Tüm emperyalist güçlerin Alman faşizmini Rusya’ya öncelikle yönlendirmek istedikleri, bu anlamda Alman emperyalizmini el altından güçlü bir şekilde maddi ve manevi olarak destekledikleri ispat edilmiş gerçeklerdir. Durum değerlendirmesi yapılırken, bu olgular göz ardı edilerek irdelenirse, Sovyetler Birliği’nin faşizmi neredeyse tek başına çok büyük bedeller ödiyerek yenmiş olduğuna, tahammül edememek gibi bir düşünce belirmiş oluyor. Bu tahammülsüzlük, sosyalizmin kapitalizm karşısında aldığı zaferin gizinde yatmaktadır.

79


Dostoyevski’den oldukca etkilenen Andre Gide, Dostoyevski’nin Shigalev’in ağzından dile getirdiği kendi düşüncelerini, varsayımlarını olduğu gibi benimsemiş ve 65 yıl sonra sanki ‘Shigalev ‘ söylüyormuş gibi yinelemektedir: “Đstenen buraya varmak değildi “ Shigalev, peki “Cinler”in 401’inci sayfasında ne söylüyordu?: ”Sınırsız bir özgürlükten yola çıkıp,sınırsız bir despotizme bağlıyorum sonucu“ Andre Gide ve Dostoyevski aynı dili konuşuyorlar. Andre Gide’yi CĐA destekliyor: Andre Gide, Komünizmin antipropagandasını, antiSovyetler Birliği propagandasını yapan solcu geçinen yazarlardan birisi! Ama Sovyetler Birliği’ne yönelttiği bazı haklı eleştirilerinin yanısıra, o aslında sistemin bütününe, felsefesine karşı bir entellektüel. Bu anlamda da, antikomünizmin etkili bir propagandacısı rolünü tam da Đkinci Dünya Savaşının başlama aşamasında üstlenmiştir. Stalin dönemine yönelttiği eleştirilerle de, dünyanın sömürülen emekçilerinin ve ezilen halklarının Staline karşı, Sovyetler Birliği’ne karşı, besledikleri sınırsız sempati ve desteğin önüne geçmek istemiştir. “CIA, sadece anti-komünist yazarlarla da işbirliği yapmadı. Örneğin; “Dünün Dünyası”nın yazarı Andre Gide gibi komünizme soğuk bakan ılımlı solcuları desteklemek, onların kitaplarını basmak, dağıtmak da CIA’nın planlarından biriydi. Đlk iş olarak da, Andre Gide’nin kendi hayat hikayesinden yola çıkarak komünizm hayalinin nasıl yıkıldığını anlattığ ”Başarısızlığa Uğrayan Tanrı” adlı kitabı bizzat CIA tarafından basıldı. Kitabı basan istihbarat destekli yayınevi ”Harper” idi ve daha da önemlisi, kitabın önsözünü yazan da CIA’nın psikolojik savaş sorumlusu Richard Crossman’dı. New York Times, 1977 yılında 1000 kadar kitabın yayımında CIA’nın payı olduğu iddiasında bulundu.” (CIA’ın kültürel soğuk savaş faaliyetleri: Avrupa ve Türkiye Örnekleri. www.dipnot.tv/1284) Orhan Pamuk , “Cinler” Üzerine Şöyle Yazıyor: “Cinler”, insanoğlunun yazabildiği en sarsıcı yedi-sekiz romandan biri, hiç şüphesiz, gelmiş geçmiş en büyük siyasal romandır. Đlk okuduğumda, yirmi yaşımdayken kitabın üzerimdeki etkisini, sarsılmak, hayret etmek, inanmak ve korkmak kelimeleriyle özetliyebilirim. O zamana kadar okuduğum hiç bir roman, beni böylesine derinden sarsmamış, hiçbir hikaye, insan ruhu ve şahsiyeti hakkında bana bu kadar sarsıcı bir bilgi vermemişti. Sarsıcı olan şey, insanın iktidar isteğinin ve affetme gücünün, kendini ve başkalarını kandırma yeteneğinin ve bir inanç bulma azminin, sevmenin ve nefretin, en kutsal olana ilgiyle en bayağı olana düşkünlüğünün boyutlarının genişliğini görmek, bu özelliklerin aslında hep yanyana bulunduğunu kavramak ve bütün bu duygu ve ruh durumlarını kitabın ölüm, siyaset ve aldatmacanın şiddetiyle yüklü olay örgüsüyle birlikte yaşamaktı. ...

80


Dostoyevski, bu cinayet aracılığıyla dramlaştırdığı Rus nihilistlerinin ve Batıcılarının ruh dünyalarına girerken, aslında bütün “yeni dünya”, ”devrim” ve “ütopya” hayallerinin arkasında, bu dünyaya, bugüne, eşimize, dostumuza, çevremize yönelik güçlü bir iktidar isteğinin de yattığını olanca açıklığıyla gösterdi. Bu yüzden ilk solculuk heyecanlarım içinde “Cinler”i okurken, sanki yüzyıl öncesinin Rusyası’yla değil, bana gırtlağına kadar şiddete dayalı radikal siyasete batmış Türkiye ile ilgili bir hikayeyle karşılaşmışım gibi gelmişti. Bütün o dünyayı değiştirme isteğinin, bir yerlerde bir örgütler olduğu hayalinin, içten devrimciliğin ya da adam tavlayıp kafakola almanın, bizimle aynı dili konuşmayan ve aynı görüşü paylaşmayanları kahredici bir şekilde aşağılama zevkinin gizli dilini, ruh hallerini Dostoyevski sanki bana korkutucu bir sırrı fısıldar gibi öğretiyordu. O zamanlar bu roman hakkında niye konuşulmuyor diye sık sık düşündüğümü hatırlıyorum. Bizim kültürel iklimimiz hakkında bu kadar çok şey söyliyen bu kitap hakkında solcu çevrelerdeki sessizlik, bana sanki bu kitabın korkutucu bir sır fısıldadığı izlenimini veriyordu.“ (Orhan Pamuk, Cinler, S. 9,11 Đletişim yay.) Orhan Pamuk burada, 1980 öncesi Türkiyesi ile 1870’lerin Rusyası üzerine bir paralellik kurmakta, olgulara tam anlamıyla Dostoyevski’nin bakış açısıyla bakmaktadır. Ve bu konuda gerçek düşüncesini şu cümlelerle ifade etmektedir: “Bizim kültürel iklimimiz hakkında bu kadar çok şey söyliyen bu kitap hakkında solcu çevrelerdeki sessizlik bana sanki bu kitabın korkutucu bir sır fısıldadığı izlenimini veriyordu.” Orhan Pamuk açık konuşmayı sevmiyor! Anlatmak istediklerini sisli bir görüntünün ardına gizliyor. Aslında o, şunu söylemek istiyor: “Terör‘ün doruk noktasına ulaştığı 1968’lerde başlayıp 1980 12 Eylül askeri faşist cuntasına kadar olan süreç, “GÜNAHKAR BĐR SÜREÇ”di, “KAN VE ŞĐDDET VARDI”. Đnsanlar öldürülüyor, düzen yerle bir edilmek isteniyordu. Aslında Dostoyevski bunu çok önceleri görmüş ve Ecinniler’de doğru olarak açımlamıştı. Bunu bizim devrimci çevreler biliyordu ve Ecinniler’in gerçekleriyle yüz yüze gelmek istemedikleri için de bu kitaba ilişkin olarak sessiz kalıyorlardı. Dostoyevski, yukarda da vurguladığımız gibi Fransa’daki burjuva devrimleri, Paris Komünü pratiklerinden hareketle silahlı ayaklanmalarla, zorla, kan akıtarak hedefe ulaşmanın olanak dışı olduğunu sonucun hüsranla biteceğini söylemektedir. Orhan Pamuk’un aslında anlatmak istediği budur. O, burjuvaziyi devirmenin ve halkın iktidarının kurulmasının ancak ve ancak şiddet yoluyla olabileceğini ve bunun ML’in bir ABC’si olduğunu es geçiyor, kabullenmiyor. Kabullenmiyor, çünkü o da Dostoyevski gibi karşı cephede, sınıfsal çıkarları gereği mevzilenmiş bulunuyor. Devrimci durumun olduğu dönemlerde, emekçi halkın talepleri, malî bunalım geçiren burjuvazinin istemese de bu talepleri yerine getirme zorunluluğunu doğuruyor. Böylesi dönemlerde, emperyalist yoz kültür ilgi görmüyor. Devrimci heyecan, sosyalizmin ve demokratizmin kültürünü öne çıkarıyor. Devrimci bilinçlenme, böylesine dönemlerde hızlı bir aşama geçiriyor. Yoz kültür temsilcileri neredeyse siliniyor, iflas ediyor.

81


Ecinniler’in karalamalarından(Dostoyevski’nin el yazmaları)

2006 Edebiyat dalında Nobel ödülü alan Orhan Pamuk’un Karamazov Kardeşler değerlendirmesi şöyle: Kardeşler” Bu dünyada “Bana göre, geçen bin yılın kitabı “Karamazov Kardeşler”dir. yaşamın, öteki insanlarla birlikte olmanın ve öteki bir dünyayı düşlemenin bütün sorunlarını, neredeyse ansikl ansiklopedik opedik bir boyuta varan bir genişlik ve yürekten gelen böylesine sarsıcı bir yoğunlukta dramlaştırabilen bir başka kitap bilmiyorum. Kilise ve devlet, ideolojiler ve güzellik, özgürlük ve sorumluluk gibi her zamanın sorunlarıyla, taşradaki küçük bir Rus ailesinin para, aşk, baba korkusu, kardeş kıskançlığı, itibar gibi iç sorunları arasında bu roman öylesine bir ahenk ve güçle gidip gelir ki; insan, okumanın verebileceği bileceği en büyük armağanı alır alır: 82


“Kendi hayat deneyimimizin de insanoğlunun deneyiminin bir parçası olduğunu derinden hissetmek “(Orhan Pamuk,Karamazov Kardeşler,Đletişim yay. Önsöz ) Orhan Pamuk, “Karamazov Kardeşler”in gerici özünü ele almıyor. O, dün olduğu gibi bugün de geçerli olmayan Dostoyevski’nin bir takım fantazi, ütopik ve sapık düşüncelerini övmekle yetiniyor. Ortadoksluğun, Slovak, Rus milliyetçiliğinin açık propagandası olan bu romanda, kriminaliteden öte hasta bir ruhun bozguncu feryadı yükselmektedir. Orhan Pamuk bu bozguncu feryada hayrandır! Şeytan’la Tanrı arasında bocalayıp duran Dostoyevski’nin antikahramanları en sonunda toplumdan bağı koparılmış bir değerlendirme ile tüm kötülüklerin şeytandan, iyiliklerin ise Tanrı’dan geldiği yönünde gerici bir düşünceyi fısıldamaktadır. Böylesine gerici düşüncelerle donatılmış bir yapıtın eleştirisiz, ayıklamasız göklere çıkarılması “GEÇEN BĐN YILIN KĐTABI” olarak değerlendirilmesi; gerçekten burjuva yazın anlayışının, burjuva estetik anlayışının hangi noktalara gelip konaklamış olduğuna ilişkin ibret verici bilgiler vermektedir. Bir çok edebiyat ödüllerine layık görülmüş Selim Đleri’nin, Dostoyevski romanları üzerine değerlendirmesi: “Bana sorarsanız, asıl güzellik hep onlarda, öteden beri, yirminci yüzyıl romanında en güçlü etkiyi Dostoyevski’de hissederim. Bir türlü söze dökemediğimi Victor Terras’ın yorumundan aktarıyorum: ‘Dostoyevski romanları, duru, açık seçik, iyi yazılmış veya mükemmel olmaktan çok, yaşayan romanlar. Anlatıcının ve karakterlerin konuşmalarını bitmiş bir ürün gibi değil, yaşayan bir akış içinde sunarlar.’ “ (Selim Đleri, Yeniden Dostoyevski, Zaman Online) Selim Đleri, Dostoyevski’yi yüceltmekte kendi ifadeleri yetersiz kaldığı için Victor Terras’a sığınıyor. O da, kapitalist sistemin kitleleri ve ezilen, sömürülen milyarlarca emekçi halkları uyuşturmak ve doğru yollarından saptırmak için öne çıkardıkları Dostoyevski ve Dostoyevski gibi hastalıklı yazarların yapıtlarını “yaşayan romanlar” olarak değerlendirmekte, övmektedirler. Ne diyelim? Dönem, kapitalizmin en uç noktasına ulaştığı bir dönem ve Dostoyevski, Dostoyevski gibilerinin de öne çıkarılması, kültür yozlaşmasının erozyonuna uğramış milyonlarca kitle tarafından da alkışlanması kadar normal bir şey olamaz. Nikolay Aleksandroviç Berdyaev: “Dostoyevski, bu yeniden oluş ve ateşle vaftize hazırlamıştır ruhları: Yeni ve sonsuz Mishak’ın canlı bir Hristiyanlığın belireceği manevi bir rönesans için zemin hazırlamıştır. O Tolstoy’dan daha çok din reformcusu sayılmalıdır. Tolstoy, Hristiyanlığın değerlerini yok etmiş ve kendi başına bir din kurmak istemiştir; yapmış olduğu hizmetler, yalnızca olumsuz olmuştur; eleştiriye açıktır oysa Dostoyevski, yeni 83


bir din bulmuş değildir. Hristiyan gerçeğine ve sonsuz geleneğine bağlı kalmıştır. Onlara taze ruh katmış yadsınamıyacak, yaratıcı bir itici güç sağlamıştır; hemen hemen tamamıyla geçmişte yaşadıkları bir çağda Yuhanna’nın apokalipsine atıfta bulunmuş, onların gözlerini geleceğe çevirmiştir. Yüksek ruhsal olanakların kâhince sunulması açısından, Dostoyevski’nin yapıtı olağanüstü derecede verimli olmuştur... ...Ruslar manen onun izinden gitmeye çalışmalı ve onun yaşantısından çıkarak kendilerini tanıyıp, arıtmayı öğrenmelidirler.” (N.A.Berdayev, Dostoyevski. S. 170) Berdyaev üzerine yorum yapmaya hiç gerek yok... O, Dostoyevski’yi tam bizim anlatmak istediğimiz gibi zaten anlatıyor! Tam anlamıyla teşhir ediyor!

Andre Gide, Dostoyevski adlı yapıtında şöyle yazıyor: “Tolstoy’un iri cüssesi hala ufku kaplamakta. Ama, aynı dağlık ülkelerde, kendisinden uzaklaştıkça, en yakındaki tepenin ardından, o tepenin gizlediği daha yüksek bir tepenin ortaya çıkışı gibi, bazı öncü kişiler daha şimdiden dev Tolstoy’un arkasından, Dostoyevski’nin ortaya çıkıp büyüdüğünü fark ediyorlar. Dostoyevski, işte o yüksek tepenin ardında, yarısı saklı duran diğer tepedir. Dağ zincirinin sırlarla dolu düğümü, bugün Avrupa’nın susuzluğunu giderebileceği ırmakların en verimli birkaç tanesi, kaynaklarını bu tepeden alıyorlar. Đbsen ve Nietzsche’nin yanında adının anılması gereken kişi Tolstoy değildir. Dostoyevki’dir. Onlar kadar büyük ve belki de üçünün en önemlisi.” (Andre Gide,Dostoyevski S.9) Vladimir Nabokov: Dostoyevski’yi eleştirilerinde içeriğe değil biçime yöneliyor. Genel olarak eleştirdiği Dostoyevski romanlarında, romanların kuruluşuna, anlatımına, işleyişine, okuyucu ile karşılıklı etki-tepkisine ve roman kahramanlarında gördüğü biçimsel özellik ve sorunlara odaklanıyor. “Karamazov Kardeşler”e ilişkin yaptığı kritikte de olguya biçimsel yaklaşmakta, eleştirilerini romanın içeriğine, ideolojisine, tema’sına değil biçimine yöneltmektedir: “Kitap, tipik bir kriminal (polisiye) romandır. Adeta yavaş çekimli bir gerilim filmi. Romanın başlangıcındaki durum, aşağıdaki gibi: Bir kez baba Karamazov kart bir zampara Hiç bir zaman,üzülmeyi hak eden bir maktül (katledilmiş kişi)değildir.Her ileri görüşlü yazar böylesine bir polisiye romanı hayal bile edemez.Baba Karamazov’un -üçü evliliğinden ve bir tanesi de evlilik dışı- dört oğlu da onun öldürülmesine ilişkin olarak şüphelidirler(zanlıdırlar).Gerçekten bir kutsallığı çağrımlaştıran en gençleri Aleksei şüphesiz olumlu bir kahramandır. Bir kere Dostoyevski’nin dünyasını ve uygulanabilir kurallarını kabul edersek,ağabeyine yardım etmek için babasını öldürebileceğini de bilmeliyiz.” (V.Nabokov,Die Kunst Des Lesens.S.195) “Karamazov Kardeşler”e biraz yakından bakalım: Romanda geçen önemli karakterler:

84


“Bu karakterler, neredeyse nörotikler(sinir hastaları) ve akıl hastalalarından oluşan bir koleksiyon. Bu sorgulamaya açık bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Bir yapıtta gerçekçilik ve insanî tecrübelerin bu olup olmadığı üzerine de Dostoyevski’nin yapıtları yargılanabilir.” (Vladimir Nabokov,Die Kunst des Lesens,S.164) Fyodor Pavloviç Karamazov: 55 yaşlarında, iğrenç, şehvet düşkünü, asalak, acımasız bir baba. Dimitri Fyodoroviç Karamazov (Mitya): 28 yaşlarında F. Pavloviç’in büyük oğlu. Annesinin ölümünden sonra hakkına düşen mirası değerinin çok altında üç kağıtçı babasına devretmiş, parasını da alıp har vurup harman savurmuştur. Mirası değerinin çok altında devrettiği için de babasından yeniden bir miktar para istemektedir. Katerina Đvanova ile nişanlı olmasına karşın, babasının da elde etmek istediği şuh kadın Gruşenkaya aşıktır. Şehvete ve eğlenceye düşkün, savruk bir gençtir. Kardeşi Alyoşa ile de sıkı bağları vardır. Đvan Fyodoroviç Karamazov: F. Pavloviçin ikinci karısından doğan 24 yaşlarındaki ikinci oğludur. Đyi bir eğitim almıştır. Nihilist düşünceleri olan bir ateisttir. Babasına karşı da kardeşi Dimitri(Mitya ) gibi düşmanca düşünceler beslemektedir. Aleksey Fyodoroviç Karamazov: F. Pavloviçin yine ikinci karısından olan 20 yaşlarındaki küçük oğlu. ‘Alyoşa’ olarak da çağrılır. Hristiyanlığı ve inancı temsil etmektedir. Bunun için de romanda özenle çizilmiş bir portre ve ’mistik olumlu kahraman‘ özelliklerini içeren bir karakterdir.(Dostoyevski’nin gerçek yaşamında kaybettiği üç yaşındaki oğlunun da adı Alyoşadır.) Alyoşa, inanç bakımından Đvan’ın antitezidir. Dostoyevski kendi bakış açısıyla Alyaşo’yu bir yeni insan, olumlu kahraman olarak işlemiştir. Pavel Smerdyakov: Lizaveta Smerdyaşçaya’nın F. Pavloviç ile ilişkisinden doğduğu düşünülen gayrimeşru çocuğudur.Saralıdır ve bakımı evdeki hizmetçiler tarafından üstlenilmiştir. Ağabeyi Đvan!a hayrandır. F. Pavloviç’e hizmet ve saygıda kusur etmemesine, hatta ona dalkavukça davranmasına karşın aslında ondan nefret etmektedir. Sonunda Đvan’ın telkinleri ile babasını öldürecektir. Staretz Zosima: Alyoşa’nın yaşadığı manastırın başrahibidir. Aynı zamanda bir azizdir. Kendisine çömezlik yapan Alyoşa’yı çok sevmektedir. Tıpkı Hz. Đsa gibi has- taları iyileştirmek gibi mucizeler göstermekte, bunun için de halk kitleleri tarafından sevilip sayılmaktadır. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşleri” yazmadan önce yaptığı araştırmalar sonucu, 1723-1783 yılları arasında yaşamış Aziz Tichon Von Zadonsk’u ‘Starez Zosima‘ adıyla romanında betimlemiştir. Nowgorod bölgesi Korotsko köyünde doğmuş olan Tichon Von Zadonsk, 1861 yılında Rus Ortadoks Kilisesi tarafından aziz ilan edilmiştir. Hristiyanlığa ilişkin birçok kitap yazmıştır. Agrafena Aleksandrovna Svetlova(Gruşenka): Genç yaşta aldatılmış sonra da terkedilmiş güzel, şuh bir kadın. Şuh ve güzel olduğu kadar uğradığı ihanetten dersler çıkaracak kadar da zekidir. F. Pavloviç Karamazov ile Dimitri’yi mesafeli bir şekilde idare etmekte, kişisel çıkarlarını ön planda tutmakta, bunları yaparken de gönlünde taht kurmuş bir subayı sevip gelmesini beklemektedir. Dimitri Karamazov ile babası arasındaki kıyasıya savaşımın nedenlerinden birisi de Gruşenkayı her ikisinin de elde etmek istemeleridir. Katerina Đvonovna Verkhovtseva: Dimitrinin nişanlısı. Babasının yolsuzluğunu ört bas etmek için Dimitri’den borç para almış, bunun için de, onunla 85


nişanlanmıştır. Aslında, oldukça ahlaklı ve onurludur. Romanda onur, asalet ve şerefi temsil eden ikinci bir olumlu karakterdir. Sonraları Đvan’ı sevdiğini anlar. Kolya Krasotkin (Nikolay Ivanov Krasotkin: Posta memuru olan babasını henüz bir yaşındayken kaybedince, annesi çok genç yaşta, on sekizinde dul kaldı, evlenmedi. Kendini biricik oğlu Kolya’yı yetiştirmeye verdi. Kolya, oldukça zeki bir çocuktu. Kendisini yetiştirmesini de iyi biliyordu. Babasından kalan kitapları dahi yaşının ufaklığına karşın okumuş, hatta bazı konularda öğretmenleriyle yarışacak duruma gelebilmişti. Kolya, zeki ve çalışkanlığının yanı sıra oldukca afacan ve cesur, gözünü budaktan sakınmaz, aşırılıkları sever, yaptığı aşırılıkları da ilgiyi üzerine çekmek gösteriş ve caka için yapardı. Dostoyevski, Kolya’yı betimlerkeni kendi ergenlik çağının portesini okuyucuya çizmektedir: “Yüzüne gelince; hiç de suratsız değildi. Hatta tam tersine sevimli, beyaz biraz solgun, çilli bir yüzü vardı. Đri olmayan ama canlı, gri gözlerinin bakışı korkusuz, çoğu zaman da duyguluydu. Elmacık kemikleri oldukça genişti, ağzı ufaktı. Pek kalın olmayan kıpkırmızı dudakları vardı. Ufak burnu iyice kalkıktı.”(Karamazov Kardeşler,S. 572) Henri Troyat ise Dostoyevski’yi şöyle betimliyor: “Kararlaştırılan saatte Baron Vrangel, al yakalı, kül renkli kaputuyla bir erin odasına girdiğini gördü. Adam biraz kamburca duruyordu. Kolları iki yanında sarkıyordu. Kaba burunlu, solgun yüzü çilliydi. Çelik grisi gözleri, üzüntülü, iğneleyici bakışlarla dosdoğru önüne bakıyorlardı. Kumral saçları, yönetmeliğe uygun bir uzunlukta kesilmişti” (H. Troyat, Dostoyevski S.172) Đlüşa: Kentteki bir öğrenci. Kolya tarafından okulun diğer çocuklarına karşı korunmuş, yaptığı yanlış bir hareketten sonra, (köpeği Juçka’ya iğneli ekmek yedirmesi) Kolya, Đlüşa ile ilişkisini kesmiş, onunla küsmüştür. Aslında karakterlerindeki ortak özelliklerinden ötürü, (Sözgelimi gururlu ve cesur olmaları, acıyı üslenebilmeleri vb.) birbirlerini sevmekte ve izlemektedirler. Ölümü ile romandaki olayların çok az bir bölümünü oluşturduğu sanılsa da aslında Đlyuşa ve Kolya’lı kısa öykü, Dostoyevski’nin romandaki biçime ilişkin teknik yetisinin üstünlüğünü, içeriğe ilişkin olarak da ideoloji ve felsefesinin önemli bir bölümünün ipucunu vermektedir. Dostoyevski, yalnız “Karamazov Kardeşler” romanında değil, diğer önemli romanlarında da adeta bir polisiye roman yazarıdır. Doğa ve eşya betimlemelerinin zayıflığı, tüm dikkati insanın iç dünyasına ve dış görüntüsüne yönlendirmesi polisiye roman düşüncesini daha da güçlü kılıyor. “Karamazov Kardeşler”deki ‘Cinayet‘ romanda gizli tutularak klasik polisiye roman türüne “Suç ve Ceza”dan daha da çok yakın düşüyor. “Suç ve Ceza”da Raskolnikov, henüz romanın başında gidip tefeci kadını ve kız kardeşini öldürerek okuyucu üzerindeki dikkat ve kurgulamayı başka kanallara aktarıyordu. Baba Karamazov’u öldüren Smerdyahov’a ‘Öldürme düşüncesini aşılayan ise bir ateist olan ve, ‘Tanrı yoksa herşey mübahtır‘ diyen iyi bir öğrenim görmüş, entellektüel birikime sahip üvey kardeş Đvan Karamazov’dur. Smedyahov için Đvan bir ‘idoldür‘, hep ağabeyini örnek almakta, onu taklit etmektedir. Ruhları birbirleriyle 86


uyum içerisindedir. Đvan, Tanrıya inanmayan bir ateist, Smerdyahov da şeytan ruhlu bir yaratıktır. Hem piç “gayri meşru” hem de Tanrı, onu özellikle şeytan ruhlu olarak yaratmıştır! Dimitri de babasının azılı düşmanıdır. Aslında o da öldürme niyetindedir. Hatta onu öldürmek için de eve kadar gelmiştir. (Gureşenkayı aramak için geldiği evin bahçe duvarından atlıyor, eline pirinçten bir demir alıyor, sonra da karşısına çıkan evin uşağına vuruyor) Đvan da babasının miras meselesinden ötürü düşmanıdır ve ölmesini istemektedir. Peki romanda en olumlu tip olan ‘ahlak ve erdem’ i sembolize eden Alyoşa’nın baba Karamazov’un öldürülmesine ilişkin konumu nedir? En azından Baba Karamazov’un öldürüleceğine ilişkin duyumları vardır Ancak içindeki dürtü ve duygular buna engel olmanın önüne geçmektedir. Yani Alyaşo da bu konuda en az diğerleri kadar sorumludur. “Büyük Bir Günahkarın Hayatı“ başlıklı bir serinin ilk kitabı olmak üzere yayınlanan bu roman, Dostoyevski’nin son yapıtıdır. Karamazov kardeşler, Dostoyevski’nin kaleme aldığı önemle sürgün sonrası yapıtlarının geldiği en son aşama, söylemek istediklerinin artık çözümlenmesi, sentezidir. Romanın konusu, Tanrı ve inanç üzerine kurulmuştur. Baba katilliği, kardeş, baba, arkadaş, aşk, sevgi, şehvet gibi romanı kapsıyan ilişki ve olgular, Tanrı, Đsa, kilise, Ortadoksluk ve Rusya’nın kutsallığını yansıtabilmek, motife edebilmek için sahnelenmiş olaylar, öne sürülmüş antikahraman ve figüranlar olarak algılanmalıdır. Romanda, Dostoyevski tüm ideoloji ve felsefede geldiği son aşamasını değişik karakterler üzerinden okuyucuya sunmakta, karşı düşünceleri birbiriyle tokuşturup sonunda kendi düşüncelerini parlak düşünceler, evrenselliğin de olmazsa olmazı olarak lanse etmektedir. 1871’de “Ecinniler” romanını yazdığında hangi sınırda durduğunu Shatov’a şöyle söyletiyordu: “Rusya’ya inanıyorum, Ortadoksluğa inanıyorum. Đsa’nın Rusya’da yeniden ortaya çıkacağına inanıyorum. ‘Ya Tanrı’ya? Tanrı’ya?’ ‘Ben ....Ben Tanrıya da inanacağım.” Dostoyevski, Tanrı’nın varlığı-yokluğu sorunu ile inanca ilişkin sorununa klasik hristiyanlığın bakış açısıyla bakmıyor. O, tanrının var olup olmadığına ilişkin bir tartışmaya kesinlikle girmiyor. Tartışmaları ve kafa yorduğu şey ‘Đnanç‘ üzerine oluyor. Tanrı olsun olmasın inanmak güzel şey diyor. Bir Tanrı yoksa, onu var eder ve inanırım anlayışıyla hareket ediyor. Tanrısı olmayan bir insan için her şey mübahtır. Bundan dolayı, Tanrının gerçekten var olması olmaması o kadar da önemli değil onun için. Onun için o olmasa da olduğuna inanmak, varmış gibi davranmak gerekmektedir. Bu ruhun ’gerçek olan’ ile ‘gerçek olmayan’ arasında yaptığı bir tercih meselesidir aynı zamanda. Bu yontulmamış metafizik anlayış, Dostoyevski tarafından öylesine radikalleştirilmiştir ki, ulusların var olup olmama, varlıklarını sürüdürebilme sınırına dek getirip dayandırılmıştır.

87


“Karamazov Kardeşler”de Đvan ile Zosima’nın tez ve antitezleri karşı karşıya geldiklerinde Đvan’ın öne sürdüğü savlar, pozitivizmi temsil etmekte ve daha ikna edici görünmektedir. Buna karşın ‘iman ve inancı’ temsil eden Zosima’nın düşünceleri, öne sürdükleri sadece bir düşler dünyasını betimliyor. Burada Dostoyevski’nin okuyucuya bir tercih bırakıyor inanç bağlamında. Ama o şöyle de fısıldamadan edemiyor: “Her kim ki, bana Đsa’nın gerçeğin dışında olduğunu ve gerçeğin onu dışarı attığını ispatlarsai o zaman ben, gerçeğin yanında değil, Đsa’nın yanında olmayı tercih ederim.” Aslında, Tanrıya Đnanma inanmama sorununda Dostoyevski, çelişkili bir pozisyonda da duruyor. Çünkü “Budala”yı yazmadan çok önceleri daha sürgün yıllarında Tanrıya inandığını söylüyordu: “Dostoyevski’nin kendi anlattığına göre, ilk sara nöbetini henüz zorunlu çalışma kampındayken geçirdiği ve din üstüne yapılan bir tartışmada bir tanrıtanımaza ‘Hayır, hayır ben Tanrı’ya inanıyorum’, diye var gücüyle karşı çıkmasından sonra bu nöbet, yukardan gelen Tanrısal bir açıklama niteliğini kazanmıştı.” (A.V.Lunaçarski,Sanat ve Edebiyat Üzerine S.132) Dostoyevksi, Tanrıya inandığını “tanrıtanımaz”a haykırdığında, yıl 1850’dir Omsk’da prangalı tutsaktır. Demek ki, Dostoyevski Tanrı’ya bir inanmış, bir şüpheye düşmüş, bir inanmamış, SAĞLAM ZEMĐN ARAYIŞI ĐÇERĐSĐNDE OLMUŞTUR. Bu ne zamana kadar sürmüş? Çıkarına uygun en kolay ve sağlam zemine ayaklarını basana dek! yıl 1871’de bu ortamı yakalıyor!

Đşte 1871’de Avrupa’dan Rusya’ya döndüğünde artık Tanrıya da inanır olmuştu! Yani Dostoyevski’nin değişimi artık tamamlanmıştı. Bu anlamda “Ecinniler”den sonra kaleme aldığı SON romanı “Karamazov Kardeşler”, Dostoyevski’nin değişimlerinin artık tamamlandığı ve son sözünü söylediği bir yapıt özelliğini de içermektedir. Elbetteki bu anlayışta gerçek dışı şeyler var! Nietzsche’nin ‘Tanrı öldü‘ demesi gibi gerçek dışı şeyler! Đsaya inanıyor, (Çocukluğundan beri) Ortadoksluğa inanıyor, sonradan da papazlara ve kiliseye de inanıyor şimdi de sıra Tanrıya inanmaya gelmiş bulunuyor: “Karamazov Kardeşler”de de artık Tanrıya inanıyor! Ama o, “Budala”da da Tanrıya bazen inanıyor, bazen de ‘Tanrıya da inanacağını’ fısıldıyor. Sibiya’da sürgünde ise, bir ateist olmadığını, Tanrıya inandığını söylüyor... Burjuva eleştirmenleri, Dostoyevski üzerine teoriler inşa ederken bazı çelişkileri görmezlikten geliyor veya göremiyorlar! Onun henüz “Đnsancıklar”ı yazdığı süreçteki yani Sibirya mahpusluğu ve sürgünü öncesi ‘Tanrı ve din ‘ üzerine olan saplantılarını kritiklerinde yer yer belirtmiş olmalarına karşın kendi yazdıklarıyla da çelişkiye düşüyorlar. Dostoyevski, Sibirya tutsaklığı ve sürgün yıllarını kapsayan Petersburg’dan ayrı kaldığı on yıl boyunca, Đncil’i adeta yutuyor ve onun kapsamlı bir kritiğini yapma olanağını buluyor. Daha sonra Petersburg’a dönüşüyle birlik, “Yer Altından Notlar” 88


ile düşüncelerinde oluşan gelişimleri sırasıyla cepheden açımlamaya başlıyor. Đlk önce saldırdığı yer, J. J. Russeau’nun ‘insan‘ üzerine olan hümanist değerlendirmeleri oluyor. Russeau’ya göre insan yaratılışı itibariyle, temelde iyidir ve onu kötülüklere toplumdaki adaletsizlikler, kötü yönetimler itmektedir. Russeau’nun bu aydınlanma dönemi tezlerine Dostoyevski , ‘hayır’ diye yanıt vermektedir! “Đnsanın daima mantığın ona söylediği gibi kendine fayda sağlayacak şekilde değil de canının istediği gibi davranmasıdır. Kendimize fayda sağlamayacak şekilde de davranabiliriz hatta bazen kesinlikle böyle olmalıdır.”(Yer Altından Notlar.S.31) Dostoyevski devamla insanları diğer canlılardan ayıran şeyin dünyanın her yanına lanetler yağdırmak olduğunu,lanet etmenin de sadece insana ait bir özellik olduğunu ,çünkü bu insanı diğer canlılardan ayıran bir ayrıcalık olduğunu belirtmektedir. Bu kadar değil! Đnsanın temelde pisliğe karşı, kötülüğe karşı bir eğilimi olduğunu, en erdemli kişilerin bile önüne tüm dünya nimetlerini serseniz de, bu erdemli kişi, insanın doğası gereğ “Nankörlüğü ve hayırsızlığı yüzünden inanılmaz rezillikler, bilinçli olarak, kendine bırakın faydayı, kesinlikle zararı dokunacak şekilde davranır.”(a.y.s.36) diye yazmaktadır. Đkinci olarak; insanın doğasında ‘acı çekmeye, günah işlemeye’ karşı sınırsız bir istem olduğunu özellikle vurgular. “Ecinniler” ve “Karamazov Kardeşler”de de bu savların geliştirilerek artık yapısal tümlemenin periyodik olarak tamamlanmış olduğunu görüyoruz. Dostoyevski’nin Turgenyev’e gidip itiraflarda bulunması, kendini onun önünde aşağılaması, Turgenyev’i tanıdıkları içerisinde en aşağı kişi olarak gördüğü içindir. En aşağı kişi tarafından aşağılanmak! Bu gibi saplantılı kişileri normal Đnsan kategorisine veya ‘dahi’ kategorisine tutup sokmak gerçekten düşündürücüdür. Bu günkü bilim böylesi olguları bir klinik vakası olarak ele alıp, müdahale etmektedir. Ondaki bu kliniklik durum, üstelik yaşamında sürekli var olmuştur ve Dostoyevski bu kliniklik durumun aslında hem farkında hem de oldukça memnun görünmektedir. Çünkü hasta bir vücudun düşünce sistemi de hastalıklıdır ve sağlıklı bir insanın göremeyeciği başka bir dünyayı görebilme olanağını yakalıyabilmektedir. Yani gerçek ilişkilerin sürüp gittiği elle tutulur, gözle görülür bir dünyanın dışındaki hayaller dünyası! Gerçek dışı bir dünya.. Đşte bu gerçek dışı dünyayı Dostoyevski, “epilepsi” sayesinde yakalayabildiğini ima edip, Tanrısının bu hastalığı kendisine verdiği için yaşamından bu anlamda şikayetçi olmayıp, hatta denebilir ki, bunun için hem memnun hem de gurur duymaktadır. “Suç ve Ceza”da Raskolnikov ile Svidrigaylov arasında şöyle bir dialog geçer: (Svidrigaylov ölmüş karısını uyanıkken üç kez gördüğünü söyler ve Raskolnikov’a hortlaklara inanıp inanmadığını sorar. Raskolnikov inanmadığını söyler) “.... Svidrigaylov adeta kendi kendine konuşuyormuş gibi, başı biraz yana eğik ve başka yana bakarak mırıldandı: 89


—Bu gibi hallerde, genel olarak ne derler? Size derler ki: ‘Sen hastasın, şu halde sana görünen şeyler aslı olmayan bir karabasandan başka bir şey değildir.’ Zaten işin mantığa sığar yanı da yok. Hayaletlerin, hortlakların yalnız hastalara göründüklerini kabul ediyorum. Ama bu hal, hayaletlerin, hortlakların sadece hastalara görünebileceklerini kanıtlar,yoksa onların hiç olmadıklarını değil !. Raskolnikov öfkeli öfkeli direndi: —Tabii, hortlak falan yok. Svidrigaylev, ağır ağır gözlerini ona döndürerek sözlerini sürdürdü: —Demek yok ha?... Siz böyle düşünüyorsunuz öyle mi? Peki, şöyle düşüne- mez miyiz? Siz de bana yardım edin! Hayaletlerle, hortlaklar, başka dünyaların parçaları, bölümleridir, onların başlangıcıdır. Sağlıklı bir adamın hortlakları görmesine sebep yok. Çünkü sağlıklı bir adam, her şeyden çok yeryüzünün çocuğudur. Bu hesaba göre de yaradılış kanunları gereğince, yalnız bir dünya yaşamı sürmek zorundadır. Ama bu sağlıklı adam biraz hastalanıverince organizmadaki normal yeryüzü düzeni biraz bozuluverir, hemen başka dünya parçalarının görünmesi de olağan bir hal almaya başlar. Adamın hastalığı arttığı ölçüde öteki dünya ile olan ilişkisi de artar.” (Suç ve Ceza S,.312-313) Bu öyküde, aynı zamanda sara hastası Dostoyevski’nin kendi gerçeğinin de bir yansıması var. Sara hastalarının kriz anında hayal alemleri olağanüstü genişliyor. Hasta, sağlıklı bir beynin yüklenemiyeceği, mantığın sınırlarını aşan metafizik duyumlarla zengin ama yalancı bir evrene yelken açıyor. Burjuvazinin ruhsal dengesi yerinde olmayan sanatçıları öne sürmesi boşuna değildir. Onlar, kendi düzenlerini sürdürebilmek için, insanın yozlaştırılması gerektiğinin kaçınılmazlığını iyi bilmektedirler... Yozlaşan insan, yozlaşmış bir toplumu oluşturur. Sanat da, insanları yozlaştırabilmenin en mükemmel aracıdır. Bu gün gelişim olarak en ileri saydığımız toplumlarda, bir çöküntü ve yozlaşma en doruk noktasına ulaşmışsa, bunun nedenleri, sunulan sanatın içeriğinde, bunu temsil eden yazarların özelliklerinde, ruhsal durumlarında, sınıfsal cepheleşmede ve konakladıkları mevzilerde de aranmalıdır. En gelişmiş toplumlardaki yozlaşmanın halkasının giderek büyüdüğü ve artık tüm dünyayı sardığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Bu halka genişledikçe genişledi ve insanlığı mutsuzluğun karanlığına yuvarladı. Đnsanlık karanlıklar içerisinde ve hastalıklı beyinleriyle, görme yetisini kaybetmiş gözleriyle duygusuzlaştırılmış ve körleştirilmiş olarak kölelik döneminin en üst aşamasını yaşıyorlar. Bu yıllarda Dostoyevski, Avrupa’nın geldiği noktadan nefret edip, geri kalmış Rusya’yı öncelikle tinsel yönden göklere çıkarırken Tüm Avrupa ve insanlığın kurtuluşunun Rus ortodoksluğu, Rus Đsa’sı tarafından ancak olanaklı olabileceğini kendisine iyice inandırmıştır. Đvan ile Alyoşa’nın tanrı üzerine tartışmasında, mantıkî verilerle ortaya çıkan Đvan, ağır basar görünmesine karşın ruhun derinliklerinde akıl yoluyla değil de iman yoluyla tanrının varlığına inanmanın (Dostoyevski tarafından

90


Đvan’ın daha da gerçekçi-pozitiv gösterilmesine karşın) gerekliliği anlatılmak isteniyor. Dostoyevski’deki bu “Đman yoluyla” gerçeğin bilerek yadsınarak gerçek olma- yan bir evrene doğru kanat çırparak yalancı bir mutluluğun huzuruna ulaşabilme anlayışı yeni değil, Sibirya’daki sürgün ve tutsaklık yıllarına dayanır. O, yürüdüğü yolda akıl ve deneyin pozitivizmine değil de ĐMAN’a öncelik tanımaktadır. Đman, düşüncenin olmadığı, düşüncenin bazı durumlarda durduğu yerde başlamaktadır. Tanrıya, evrene ve toplumların gelgitlerine tam da bu pencereden baktığı için, insanların kendi elleriyle savaşımlarla ve bileklerinin hakkıyla gerçekleştirmeyi önlerine bir belgi olarak koydukları özgürlük, eşitlik, adalet gibi istemleri ellerinin tersiyle itmektedir. Özgürlük için savaşımın ‘boş’ olduğu özgürlüğe ulaşmanın giz’inin çekilen acılarda gizli olduğunu vaaz etmektedir.

Dostoyevski, özgürlük ve mutluluk kavramlarını yorumlarken, Katolikliği örnek olarak ele almakta, Katolik kilisesi insanlığa ilişkin tüm sorumlulukları üzerine alarak, onların bu dünyada rahat etmelerini, mutlu olmalarını sağlıyor. Yani insan, insan sevgisi adına Tanrıya ihanet ediyor. Kilise bundan böyle Đsa’dan ruhsal anlamda değil, toplumsal anlamda yararlanma yoluna gidiyor. Toplumsal düzeni koruyabilmek için var oluyor. Buna Dostoyevski Hristiyan Komünizmi diyor. Oysa Đsa, insanlığa ekmeği değil acıyı salık vermişti. Çünkü acı, insana sınırsız bir özgürlük getirecekti. O, “Karamazov Kardeşler”in “Staretz Zosima’nın Konuşma ve Öğütleri”nden şöyle yazıyor: “...Yönetenler, yönlendirilenlere bakın, Đsa’nın sembolü ile tanrısal gerçeği tahrif etmediler mi? Ellerinde bilim var; ama maddeye tapan bir bilim... Đnsanın en soylu yanı olan maneviyat inkar ediliyor. Zaferle hatta tiksintiyle geri çeviriyor. Đnsanlar hele şu son zamanda bir özgürlütk şarkısı tutturdular; neymiş bu peşinde koştukları özgürlük: Yalnızca esirlik ve kendine kıymadan ibaret! Çünkü insanlar, “Đhtiyaçlarını tatmin etmeye bak, sen de en yüksek, en zengin kişilerle aynı haklara sahipsin “ inancına saplandılar..... Bugün herkesin dilinde bu var, özgürlük ne yazık ki böyle anlaşılıyor. ....Rahipliğin durumu başkadır. Boyun eğme, perhiz, kulluk bazen alay konusu olur. Oysa özgürlüğe giden gerçek yol budur. ....Halk da bizim gibi iman sahibidir. Đmanı olmayan, kalbi istediği kadar içtenlik, kafası deha dolu olsun, bizim Rusya’da hiçbir işte başarılı olamaz. Bunu unutmayın. Halk dinsizlere karşı gelip onları yenince tek, bölünmez Hristiyan bir Rusya meydana gelecektir. Halkımızı, onun kalbini koruyun....” (Karamazov Kardeşler, Dostoyevski, S 341-342) Staretz Zosima’nın ağzından aktarılan bu öğütleri, Dostoyevski’nin bilinen klasik düşünceleri olduğu unutulmamalıdır.

91


Sibiryadaki sürgün yıllarında, Omsk’dan 20-28 şubat 1854’de N. D. Fonwisina’ya şöyle yazıyordu: “Size kendimden bahsedecek olursam, bu yaşta hâlâ bir çocuğum ben. Đnançsız, şüpheci ve galiba da (hatta buna gerçekten eminim) hayatımın sonuna kadar böyle kalacak bir çocuk. Ne korkunç acılar vermiştir bu bana. (Hâlâ da verme- de) Bütün bunlara karşı elimde kuvvetli deliller olduğu halde, imanı özlemek, oysa ki Tanrı bana ara sırada tam huzur veriyor ve bu anlarda ben sevip sevildiğime inanıyorum. Böyle anlarımda kendime açıkladığım imanım; içimde açık ve kutsal benim için. Son derece basit, bu iman. Şöyle ki: Bir kurtarıcıdan daha sevgili, daha derin, daha akıllı, daha insancıl daha mükemmel bir şey olmadığına inanıyor ve kendi kendime kıskanç bir aşkla, orada olan ondan daha büyük bir kimse olmadığını söylediğim halde, orada da kimse olamıyacaktır. Hatta daha da ileri giderek şunu söyleyebilirim: Her kim ki, bana Đsa’nın gerçeğin dışında olduğunu ve gerçeğin onu dışarı attığını ispatlarsa o zaman ben gerçeğin yanında değil, Đsa’nın yanında olmayı tercih ederim. (a.b.ç.)” (Dostojewski,Gesammelte Briefe S.87) Yukardaki ‘Đsa ve gerçeklik‘ üzerine öne sürdüğü metafizik düşünce, daha sonraki romanları Budala, Ecinniler, Karamazov Kardeşler olmak üzere yazdıklarının ve yaşamının çekirdeğini, tözünü oluşturmuştur. Dostoyevski’nin öyküsü işte budur ve ibret vericidir. Ondan aldığımız şeyler nelerdir? Bize ne dereceye kadar bir katkı sağlamış ve sağlamaktadır? Bu çalışmamda, bunu az çok açımlamaya çalıştım. Kapitalist sistem, ondan hâlâ yarar sağlamakta, yapıtlarında dile getirdiği gerici düşünceler hâlâ kapitalizmin bir kalesi görevini üstlenmiş olarak son çırpınışını yapmaktadır.

92


Dostoyevski’nin tabutuyla birlikte cenaze alayĹ (12.02.1881)

93


NOTLAR: (1)1812 Fransa–Rusya savaşı:(24 Haziran-30 Aralık 1812) 1799’da “Onsekizinci Brumaire Darbesi“ ile iktidara gelen Napolyon Bonapart, üç konsuldan oluşan Cumhuriyetin birinci konsulu seçilmiş ve yetkilerle donatılmıştı. Ancak Napolyon 1805’te cumhuriyete son verip kendini imparator ilan ediyor . Đmparator olduktan sonra, orduyu yeniden düzenliyor, birtakım reformlar yapıp Fransa’yı Avrupa’nın tek efendisi olması yolunda hazırlıyor. 1812 Rusya seferi de bu siyasetin bir sonucudur. Rusya seferi’nin bir diğer önemli nedeni de, Rusya’nın, Fransa’nın kurduğu kıtasal sistemden çekilmesi oluyor. Ruslar, deniz yolu vasıtasıyla gelen başta Đngilizler olmak üzere diğer milletlerin mallarını serbestçe, gümrüksüz olarak kabul etmelerine karşın, Karayolu ile gelen Fransa’nın mallarına gümrük vergisi uyguluyor. Birtakım zahiri nedenleri öne süren Napolyon, Nyemen üzerindeki Kovno’da sınırı aşıp Rusyaya saldırıyor. 7 Eylül 1812’de de savaşı kazanıyor, 14 Eylül’de Moskova’ya giriyor. Açlık, soğuk ve Moskova kapılarında Çar’la yapılacak barış antlaşmasını beklemek ile kaybedilen zaman, Napolyon’un geri çekilmesine neden oluyor. Ama geri çekiliş tam bir yok oluş getiriyor. Geri çekilme Napolyon‘a 400.000 ölü ve 100.000 esire mal oluyor. Rusya tarihine bu savaş “Vatan severlik savaşı” olarak kaydediliyor. Vatanseverlik savaşı, Rus ulusal kimliğini, Slovak milliyetçiliğini güçlendirdiği gibi, Rusya’nın kapitalist gelişmesinde de bir kaldıraç oluyor. Dekabrist harekete katılan subay ve aristokratlar, savaş sırasında Rusya’nın geriliğini, Batı Avrupa’nın Rusya’ya oranla ne kadar ilerde olduğunu pratiklerinde yaşayıp görüyorlar. Böylece, Çarlık’a karşı güvenleri kalmadığı gibi nefretleri de bir devrim girişimi yapacak kadar doruksal noktaya ulaşıyor. (2)1848 Fransa Burjuva devrimi: “Bu ayaklanmada, modern toplumu ikiye bölen iki sınıf arasında ilk büyük çarpışma verildi. Bu burjuva düzenin sürdürülmesi ya da ortadan kaldırılması uğruna savaşımdı. Cumhuriyeti gizliyen perde yırtılıyordu!” K.Marks, Fransada Sınıf savaşımları S.52) 1848 Şubat devrimi, burjuvazi ve proletaryanın aynı cephede, malî burjuvaziye, malî aristokrasiye, toprak burjuvazisine karşı yaptıkları bir devrimdi. Fransada sanayi proletaryası henüz gelişmemiş olduğu için devrime önderlik yapabilecek özellikleri içermiyordu. Şubat devriminden 4 ay sonra, 22 Haziran 1848’da Paris işçileri ayaklandı. Yeterli silahtan, önderden ve iyi bir organizasyondan yoksun olan proletarya, 29 Haziran’da yenilgiye uğradı .Avrupa’da gericilik ve baskı, son haddine ulaştı. (3)Petrashevski: Rus Dışişleri Bakanlığında çalışan 25 yaşlarında bir genç. 1846 yılında “Rus Diline Girmiş Yabancı Kelimeler Sözlüğü”nün ilk iki cildini yayınlıyor. Sansür, ciltleri okumadan onaylıyor ve aylarca piyasada serbestce satılıyorlar... Ama sonradan sakıncalı görüp, piyasadan toplatıyor. Sözlüğün başarısı, Petrashevski’yi cesaretlendiriyor. Dostlarını ve yakın çevresini her hafta evinde çeşitli felsefi,siyasi konuşmalar yapmak için bir araya topluyor. Bu bir araya gelen topluluğa “çember” deniyor. Konuşmalara katılanlar da “çember”in üyeleri oluyor. Bu topluluk(çember), 94


bir araya geldiklerinde; çay, sigara içip yasak kitaplar okuyor, kendi aralarında basın özgürlüğünden, serflerin serbest bırakılmasından, ailenin kaldırılmasından, ideal bir toplumun kurulmasından söz ediyorlardı. S. Simon, Etienna Cabet, Lamennais vb. ütopik sosyalist ve komünistlerin kitaplarını okuyorlardı. “Çember”deki gençler, gerçekten entellektüel birikimleri olan kişilerdi. (4)Dekabrist hareket(Aralıkçılar): Çar 1. Aleksandr(1801-1825) ölüp,1.Nikola’nın tahta geçeceği gün hazırlanan darbe, başarısızlıkla sonuçlanıyor. Darbeyi hazırlayan önder kadrolardan beşi idam ediliyor, yüzlercesi de Sibirya’ya sürgüne gönderiliyor. Böylece Sibirya’ya önemle siyasi suçluları, yazar ve sanatçıları “sürgün” olarak göndermenin ilk örnekleri Dekabristler oluyor. Dekabristler, despot Çarlığı devirmek yerine meşruti monarşi veya federasyona dayalı bir cumhuriyet kurmak istiyorlardı. Hareket yenilgiye uğramış olmasına karşın, devrimci-demokrat hareketin, sanat ve edebiyatta, felsefe ve siyasette yükselişin, ilerlemenin esin kaynağı oldu. Gogol, Lermontov, Puşkin, Belinski vb.örnek olarak gösterilebilir. (5)Lamennais(1782-1854): Fransız teolog. Hristiyan sosyalizminin ütopik teorisyenlerinden. Diğer Fransız aydınları gibi J. J. Rousseau’dan etkilendi. Đnsan hakları, demokrasi ve cumhuriyet için savaşım yürüttü. Basın özgürlüğü talebini ortaya attı, din ve devlet işlerinin ayrılmasını (laiklik) önerdi.. Katoliklik ile liberal aydınlanmacılığının ilerici düşüncelerini birleştirerek hristiyanlığı kuramsal entegrasyona tabi kılmak istedi. Fideismin kuramsal kurucularından biri olarak kabul edilir: “ Wenn das Gesetz einen Menschen tötet,der sein Verbrechen bereut,tötet es einen Unshuldigen” “Yasalar , işlediği suçtan ötürü pişman olmuş bir insanı öldürürse; suçsuz bir insanı öldürmüş olur. ” (Hugues Felicite Robert de Lamennais) (6)Saint-Simon (1773-1842): 1803 yılında S.Simon’un kafasına şöyle bir düşünce takılıyor: Bir anda Fransa; devlet adamlarını, tüm aristokratlarını, tüm papazlarını, tüm mülk sahiplerini yitirse ne olur? Fransa üzülür!.. Oysa yine Fransa, Fransadır. Ama bir anda elli fizikçi, elli kimyacı, elli fizyolojisti, elli demircilik atelyesi şefini, altıyüz çiftçisini yitirse ne olur? Fransa, Fransa olmaktan çıkar! Şu halde Fransayı Fransa eden insan, indüstrielle(sınai) insanıdır. Oysa sınai insanı hiçbir zaman faiz ve kira almaz. Emeğinin karşılığını alır. Şu halde faiz ve kira, Fransa’ya hiçbir yararı dokunmayanların, Fransa’yı Fransa edenleri sömürmelerini sağlamaktadır. Đnsan, insanı sömüreceğine, planlı bir çalışmayla doğayı sömürmelidir. S. Simon, idealist ve metafizik yapısına karşın, sınıf savaşımını, toplumsal evrimi, sınıf savaşımının bu toplumsal evrimin itici gücü olduğunu ve sınıf farklarının da ÖZEL MÜLKĐYET’ten doğduğunu parlak bir şekilde açıklamıştır. (Daha geniş bilgi için bak; Komünist Manifesto, K. Marks, F.Engels, “Eleştirici-Ütopyacı Sosyalizm ve Komünizm)

95


(7)Etienne Cabet (1788-1856), komünizm kelimesini ilk kullanan ve Literatüre sokan ütopik sosyalist, komünist. Resmi hristiyanlığa karşı çıktı. Kurtuluşun kilise duvarlarının arasında değil ideal bir toplumda ancak olanaklı olabileceğini yazdığı “Voyga en Icarie “(Đcarie’ye yolculuk) ütopik romanında ortaya koydu. Đcarie’yi tam bir şehir planlamacası ve sanatçı gözüyle inşa etti. Komünist ilkelerle kurulan ideal bir toplumla ancak kurtuluşa ulaşılacağını ispat etmeye çalıştı. “Đcarie’ye Yolculuk”ta şöyle yazıyordu: “Aristokrat konaklar yok, hiçbir özel araba yok, hapishane yok, bakanlık ve kraliyet sarayları yok. Ancak saraylar kadar etkileyici olan okullar, pansiyonlar, halk meclisi var. Tüm saraylar ancak kamu amaçları için var olabilir. (Bak.www.Marxist.org Etienne Cabet Archive-Đngilizce.) Đnsanın suçlarının ve mutsuzluğunun kaynağı, toplumun kötü düzenlenmesinde aranmalıdır. Etienne Cabet. (8)”...Hayır dostum sen yalan söylüyorsun! “çevre” nin suç işlemede büyük bir rolü vardır, bunu sana kanıtlayacağım. —Büyük bir rolü olduğunu ben de biliyorum ama sen bana şunu söyle: Kırklık bir adam, on yaşında bir kızı kirletirse, onu bu işi yapmaya zorlayan çevre midir?“ (Suç ve Ceza, S.277) (9)(Erklaerung des Generalrats zum Missbrauch des Namens der Internationale durch Netschajew) ( “Der Volksstaat” Nr. 88 vom 1. November 1871 ) Die zu London vom 17.bis 23. September 1871 versammelte Delegiertenkonferenz der Internatıonalen Arbeiterassoziation hat den Generalrat beauftragt, offentlich zu erklaeren: Dass Netschajew niemals Mitglied oder Agent der Internationalen Arbeiterassozsoziation war; das seine (durch den politischen prozess zu St.Petersburg bekannt gewordenen)(1), Versicherungen, er habe eine Sektion der Internationalen zu Brüssel gestiftet und von einer Brüsseler Sektion eine Mission nach Genferhalten, Lügen sind; dass der besagte Netchajew den Namen der Internationalen Arbeiterassoziation usurpiert und ausgebeutet hat, um in Russland Betrogene und Opfer zu machen. London.25.Oktober 1871 Im Auftrag des Generalrats : Karl Marx, Sekretaer für Deutschland und Russland (1)In der Handschrift fehlen die in Klammern eingeschlossenen Worte (10)Liberal Turgenyef, 2. Alexandır’a sadık bir uyruk olduğunu ve Polonya isyanını bastırırken yaralanan askerler için Đki altın yardımda bulunduğunu bildiren bir mektup gönderince, Kolokol dergisi: (Herzenin Avrupada çıkardığı devrimci dergi –Y.A.-) “Kendisinin duyduğu vicdan azabından imparatorun haberi olmadığı için acı çekerek geceleri bir türlü uyuyamadığını Çar’a bir mektupla bildiren (erkek soyundan) ak saçlı kadın evliya Madeleine’den” söz etti. (Burada, Lenin, Herzen’in “Dedikodular karalamalar vb.” adlı makalesine atıfta bulunuyor) Turgenyef söz konusu Madeleine’nin kendisi olduğunu hemen anladı.

96


Polonya’yı savunduğu için bütün Rus liberalleri çetesinin kendisinden uzaklaşmasına, bütün “kültürlü yüksek sosyete”nin Kolokol dergisine sırt dönmesine Herzen şaşmadı. Polonya’nın özgürlüğünü savunmayı ve 2. Alexandır’ın yatıştırıcılarını, cellatlarını, adam asanlarını yerden yere vurdurmayı sürdürdü. Turgenyev’e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Rusya’nın onurunu kurtardık ve bu bize bir uşak çoğunluğunun saldırısına mal oldu.” (Lenin,Sanat ve Edebiyat,Herzen’in anısına S.80-81) (11)Deizm: Tüm dinleri rededen ancak tanrının varlığına inanan inanç şeklidir.Dinler reddedildiği için Peygamberler, kutsal kitaplar, cennet ve cehennem; melek, şeytan gibi kavramların “deizm” inancında yeri yoktur. Sadece evreni ve doğa kanunlarını koyan, bunun ardından evrene ve insanlığa hiç bir müdahelesi olmayan tanrıya inanılır. Evrim teorisine karşı değildir ayrıca akla ve doğaya dayanır. (12)Garibaldi Guiseppe(1807-1882) Đtalya devletinin kurulmasına öncülük etmiş, Đtalyanlar tarafından Đtalyanın en büyük kahraman ve yurtseverlerinden biri olarak kabul edilen halk önderi. (13)Dostoyevski, burada, 1848-1849 tüm Avrupa’yı sonuçlanan Fransa’daki burjuva devrimlerini vurguluyor.

etkileyen

ve

yenilgiyle

(14)Biz burada, Bakunin’in Marksizm karşısındaki konumunu tartışacak değiliz. Her durumda Marksizmin can alıcı ilkelerini yadsımış olmasına, teorik ve pratik olarak tutarsız bir çizgi sergilemiş olmasına karşın, devrimci bir pozisyonda durduğudur. Dostoyevski, Bakunin üzerinden tüm devrimci ve sosyalistlere saldırmaktadır. Onun hedefi Bakunin değil,Bakunin’in şahsında devrimci ve sosyalistler üzerinde çirkin ve nefret ettirici bir portre çizmek, tinsel dünyalarını da oldukça karanlık, dengesiz ve bir şeytan, bir cehennem zebanisi kalıbının içerisinde betimlemektir. (15)Phalanstère(Phalansterium): Ütopist sosyalist Charles Fourier’in(1772-1836) 1620 üyesiyle birlikte komünal olarak birlikte yaşamayı, üretmeyi, serbest aşk yapmayı ve birlikte tüketmeyi kurguladığı komün köyü. Fourier’in ve Owen’in Kuzey Amerika kıtasında çok sayıda takipçileri oldu ve bu ütopyacıların düşüncelerini de pratiğe uyguladılar. 1843-1858 yılları arasındaki 15 yıllık süre içerisinde Kuzey Amerika’nın çeşitli bölgelerinde içinde yaşayanları 100.000’i aşkın 40 kadar Phalanax kuruldu ve buralarda komünal yaşama geçildi. (16)Granowskij Timofei Nikolajewitsch(1813-1855) tarihçi, Hegelci ve “saf güzellik” düşüncesinin temsilcisi. Önde gelen batıcılardan .1840’lardaki genç Herzen, Belinski jenerasyonunun esin kaynağı. (17)Felix Pyat(1810-1889): Fransız sosyalisti, gazeteci, yazar, politikacı. 1871 Paris Komünü üyesi ve yöneticilerinden. Paris komünü yenilince yurt dışına kaçtı. Gıyabında ölüm cezası verildi. Genel af olunca Fransaya geri döndü(1880) ve La Commune gazetesini çıkardı. 1888’de Marsilya’dan milletvekili seçildi,1889’da öldü. (18)Marseillaise: Fransa Milli Marşı. 1792’de Fransa’nın Prusya ve Avusturya ile savaştığı dönemde yazılmış, 1795’de de Fransa’nın milli marşı olarak kabul edilmiştir. 1804-1814 yılları arasında yasak değildi çünkü bu dönemde Napolyon’un 97


kendisi devrim taraftarıydı. 1830 Temmuz devriminden sonra Marseillaise, devrimci içerik taşıdığı gerekçesiyle yasaklanmıştır. Yasaklı olduğu sürece de ‘La Parisisienne’ milli marş olarak söylenmiştir. (1830’da Burjuva-liberal monarşi kuruluyor ve iktidar toprak ağalarının elinden burjuvazinin eline geçiyor) 19.ve 20 yüzyıllarda Marseillaise, uluslar arası devrimci hareketin hararetli ve anlamlı marşlarından biri oluyor: “ Kimin peşindedir bu hükümdarlar Bu satılmış uşak takımı? Bu zincirleri kimin için hazırladılar Kimin içindir acaba bu demirden bukağılar? Sizin için ey Fransızlar, sizin için tüm bunlar! Olacak iş midir bu! Hepimiz hınçlı mı hınçlı, Şimdiden hazırız sıkmışız yumruklarımızı! Onlar sizi yeniden köle yapmak istiyorlar! Haydi vatandaşlar sıkıştırın safları, silahları kapın! Yürüyün ki şu alçakların kanlarıyla toprağımız sulansın.“ (19)Mein Lieber Augustin(Almanca şarkı) “Benim sevgili Augustin’im” (20)Otto Von Bismarck(1815-1898) 1.Willhem(Prusya Kralı ) tarafından Prusya’ya başbakan olarak atanmıştır. Devletler arası sorunların savaş yoluyla çözümlenmesinden yanadır. 1870-1871 Fransa savaşından sonra başarısından ötürü, Prusya Kralı 1.Wilhelm tarafından Prens ünvanı almış, şansölye ilan edilmiştir. (21)Jules Favre(1809-1880) Avukat, 1848 devriminden sonra içişleri bakanlığı genel sekreteri, Daha sonra Dışişleri bakanı. 1870-1871 Prusya-Fransa savaşında ağır şartlarla barış anlaşmasını imzalıyor. Fransa’nın Prusya’ya tesliminde olduğu kadar Paris Komün’ünde gerçekleştirilen kitlesel katliamlarında sorumlularından birisidir.

98


KAYNAKLAR : Dostoyevski, Andre Gide (L&M yay) Dostoyevski, Edward Hallet Carr (Đletişim yay ) Edebiyat Yaşamım, Maksim Gorki(Payel Yay) Sanat ve Edebiyat, V.Đ.Lenin (Payel yay.) Anatoli Vasilyeviç Lunaçarski, Sanat ve Edebiyat Üzerine (Kırmızı yay.) Dostoyevski Poetikasının Sorunları, Mihail M.Bahtin (Metis Eleştiri yay.) Gogol’e Mektup, Belinski(Evrensel yay.) Sanat ve Edebiyat, Marx, Engels, Lenin (Evrensel Basım yay.) Karl Marks/F.Engels, Komünist Manifesto (Bilim ve Sosyalizm yay.) Karl Marks/F.Engels Seçme Yapıtlar.Cilt II, (Sol yay.) Karl Marks, Fransa’da Sınıf savaşımları (1848-1850) ( Eriş yay.) Karl Marx/F.Engels –Werke, Band 17(Dietz Verlag) Lenin,Leninwerke, Band 7 (Dietz Verlag) Lenin, Leninwerke Band 15 (Dietz Verlag) Lenin, Leninwerke Band 16 (Dietz Verlag) Lenin,Felsefe Defterleri,(Sosyal yay.) Georgi Plehanov, Jean Freville-Sosyalist Gözle Sanat ve Toplum (May Yay.) Sozialitische Realismuskonzeptionen Dokumente zum 1.Allunionskongress der Sowjetsschriftsteller (Herausgegeben von H.-J,Schmitt und G.Schramm)(Suhrkamp Verlag) (Sovyet Yazarları birliğinin sosyalist gerçekçi 1. kongresi belgeleri. Hazırlayanlar: H.J.Schmitt ve G.Schramm) Friedrich Nietzsche, Deccal-Hristiyanlığa Lanet –(Say yay.) Friedrich Nietzsche, Putların Alacakaranlığı,(Alter yay ) Franz Kafka, Die Verwandlung -Dönüşüm-(Philipp Reclam jun.Stuttgart ) Eine Russische Reise , Alberto Moravia(rororo taschenbuch ausgabe,1966)( Bir Rusya seyahati “ Yolculuğu”) Erinnerung an Lenin, Clara Zetkin.(Dietz Verlag ,Berlin 1985)(Lenin’den Anılar ) Erinnerung. Das Leben Dostojewskis in den Aufzeichnung seiner Frau.Anna Grigorjewna Dostojewski ( R.Piper&Co.Verlag München Zürich) Sanat ve Edebiyat Üstüne, Nazım Hikmet(Bilim ve Sanat yay.1987.Hazırlayan: Aziz Çalışlar) Güzellik Bilimi Olarak Estetik ve Sanat, Prof.Moıssej Kagan(Altın Kitaplar yay.) Đnsancıklar (Antik Batı Klasikleri yay ) Beyaz Geceler (Bilge,Kültür Sanat yay) Ezilenler(Kutup yıldızı yay) Ölü Evinden Anılar (Sonsuz Kitap yay) Yeraltından Notlar (Antik Batı Klasikleri yay) Budala (Dionis yay ) Ecinniler (Gökyüzü edebiyatı internet sitesi. Bak: Kitap Dünyamız bölümü “Çevirimci Kitap Okuyoruz “ “F-Yazarları” Fyodor Mihayloviç Dostoyevski.) Suç ve Ceza (Sonsuz kitap yay.) Karamazov Kardeşler (Dünya Klasikleri yay ) Bir yazarın Günlüğü (2 cilt,1210 sayfa)(Yapı Kredi Yayınları –YKY-)Çeviri ve Notlar :Kayhan Yükseler Henri Troyat: Dostoyevski( Đletişim yay.)

99


Anna Grigorjewna Dostojewski: “Erinnerungen Das Leben Dostojewskis in den Aufzeichnungen seiner frau” (Dostoyevski’nin yaşamındaki anılarına ilişkin karısının tuttuğu notlar ) N. A. Berdyaev: Dostoyevski (Adam yay,1984) Dostoyevski: Gesammelte Briefe 1833-1881 (H.Janssen / Arkana -Verlag, Göttingen, 1981) (Toplanan Mektuplar 1833-1881) Dostoyevski: Dostoyevski’nin Mektupları(.Ararat Yay.) Dostoyevski: Ecinniler (Öteki yay.) Dostoyevski: Cinler (Đletişim Yayınları) Dostoyevski: Karamazov Kardeşler(Dionis yay.) Dostoyevski: Suç ve Ceza(Sonsuz Kitap yay ) Dostoyevski: Yer Altından Notlar(Antik Batı Klasıkleri yay.) Andre Gide: Dostoyevski (L&M Yayınları) Andre Gide: SSCB’den Dönüş(Anahtar Kitaplar Yayınevi) A.V.Lunaçarski: Sanat ve Edebiyat Üzerine (Kırmızı Yay ) Karl Marks: Fransada Đç Savaş (Eriş Yay.) Marks,Engels,Lenin: Paris Komünü Üzerine (Sol yay.) Lenin: Devlet ve Devrim(Günce yay.) Lenin: Bir adım ileri Đki Adım Geri (Sol yay ) Lenin: Seçme Eserler Cilt 2 (Đnter yay ) Lenin: Lenin werke Band 7 S 255 ( Dietz Verlag) Lenin: Lenin werke Band 5 S 491(Dietz Verlag) Vladimir Nabokov: Die Kunst Des Lesens,Meisterwerke der russischen Literatur N.Gogol, I.Turgenjew, F.Dostojewski, L.Tolstoi, A.Tschechow, M.Gorki (Fischer Taschenbuch Verlag) Maurina Zenta: Dostojewskij, Menschengestalter und Gottsucher Vera Figner: Nacht über russland Lebenserrinerungen einer russischen Revulutionaerin (Rowohlt TascenbuchVerlag)

100


YAVUZ AKÖZEL KĐMDĐR?

1947 Diyarbakır, Ergani doğumludur. Uzun yıllar Almanya’da kaldı. Đnşaatlarda, fabrikalarda bir süre çalıştı. Đnşaat fakültesine devam etti. Uzun süre ticaretle uğraştı. Yazıları Almanyada bazı dergi ve gazetelerde yayınlandı. Emeğin Sanatı E-Dergi’de öyküleri ve Dostovyevski üzerine bu incelemesi yayınlandı. Bu inceleme, Güney Sanat Dergisinde de bölüm bölüm yayınlandı. Yavuz Aközel, hâlen Almanya Marburg’ta ve Türkiye’de Urla'da yaşamaktadır. Yavuz Aközel’in Emeğin Sanatı E-Yayınevinde “Sessiz Bir Yolculuk” adlı bir öykü ekitabı da yayınlandı. “Sessiz Bir Yolculuk” adlı, çoğu konusunu öz yaşamından öykülerinden oluşan e-kitaba aşağıdaki linkten ulaşılabilir:

http://issuu.com/emeginsanati/docs/yavuz_ak_zel-sessiz_bir_yolculuk_yk_?mode=window&backgroundColor=%23222222

101


T

102


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.