SES DERGİSİ OCAK SAYISI

Page 1

Ses Dergisi

Ocak / 2020 SayÄą 6

1


İnsan ve İçindeki Boşluk FÖZ

Ölmez miyim Anne Sine Elif

Editörden

Kürt Aktivist, Yazar ve Şair: Musa Anter Hilal Kaya

Musa Anter ve Kürtçe Islık Şerif Aydın

Yorgun Ömer Dilbaz Vurgun Dilara Tuhaf Esra Dolunay Ayrılık Acemi Seyyah

Asasız Musa Olmak Yusuf Kaya Aynalar Seyfullah Sacit Aslına Rücu’ Veda Geçmiş Zaman Hecelemeleri Arif Olgun Yeşilyurt Bundan mı Mihman Bozkırın Çocuğu Katre 22 Yaşıma Giriyorum Sadık Eren Namık Kemal, Hürriyet ve Hamaset Deniz Barış Ben Bir Kürdüm Zeynep Gür

İyi Sevmeler Rabia

Sana Geldim Rabbim Sibel Irmak Gönül Sohbeti Sevgi Neva Fırat Benim Bayramım Sadık-ı Meva Aynalar Elvin Mütaliboğlu Yağmur Yağmalıydı Şimdi Zeynep Gür Gidelim Sinem Der ki Bahar Çiçekleri Zeynep K. Gazap Üzümleri, J.Steinbeck Esra Dolunay


Ses Dergisi

Editör Yazısı

G

üzel dostlar merhaba! Altıncı sayı ile karşınızdayız. İlk sayıyı yayına hazırlarken demiştim, “Ses olmak istiyoruz” diye. Çıkan her sayının derginin ismiyle müsemma olduğunu düşünüyorum. Bu halin devam edeceğini gittikçe sisin ardında bırakılmış seslere de nefes olacağını düşünüyor ve umut ediyorum. Ahmet Altan’la başladığımız kapak dosya çalışmasına Frida’dan sonra ünlü Kürt yazar, şair ve aktivist Musa Anter ile devam ediyoruz. Neden Musa Anter? Türkiyenin yakın dönem edebiyat tarihi mahalle edebiyatıdır malesef. Kendinden olmayanların söz söyleyemediği bir mahallenin içinde var oluş kavgası veren bir dergi olmak istemiyoruz. İlkeleri toplumun sesi olmak olan tüm sanat ve edebiyat erbabı sesimizdir ve onların sesi olmak da boyun borcumuz. Durum böyle olunca Musa Anter tam da dergimize alacağımız bir kalemdi ve aldık. Mem u Zin aşkını filme çeken bir aşığın kırılan kalemini sayfamıza taşımak tarihi ve mesleki bir sorumluluktu ve onu yaptık. Dergimize yeni yeni katılan şair ve yazarlar var, altıncı sayımızda altmış civarında kalemle yürümek bir tarifsiz mutluluktur. Hepsine tek tek “hoşgeldiniz” diyorum ve sayfaya düşen her kelimelerinden dolayı teşekkür ediyorum. Önceki sayılarda olduğu gibi bu sayıda da çok güzel bir dille yazılmış olmalarına rağmen malesef edebiyat kriterlerine ve derginin yayın ilkelerine uymadığı için içimiz acıya acıya kenara koymak zorunda olduklarımız oldu. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Edebiyat dergisiyiz, dini dergi değiliz, ama buna rağmen yine az dahi olsa kıramıyor ve bazılarını yayınlıyoruz. Sizlerden bir küçük ricam: Yazı ve şiirlerinizi dindar da seküler de okusun istiyorsanız dini imgeleri, terimleri biraz azaltın. Dergi ekibiyle ilgili çokça sorulan sorulardan birine kısa cevap vermiş olayım. “Dergi ekibi ve yazar kadrosu herhangi bir ücret alıyor mu?” diye soruyorlar. Hayır hiçkimsenin bir şey almıyor. Ne maddi bir gelirimiz var, ne kimse bir şey ödediğimiz. Edebiyat severler ekibiyiz. Güzel dostlar, sizleri hem yazmaya hem yazılanları paylaşmaya davet ediyorum. Yeni sayıda buluşmak üzere, iyi okumalar... ŞERİF AYDIN

Ocak / 2020 Sayı 6

SES DERGİSİ Aylık Kültür - Sanat - Edebiyat Dergisi

Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın

Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın

Yayın Editörü

Hilal Görgülü Ülkü Çetinkanat

Yayın Heyeti Sacit Orçan Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay Mavi

Yayın Türü

Ulusal Sürekli Aylık

Baskı Türü Dijital

Dijital adres:

www.issuu.com/enesengin

iletişim:

www.sesdergisi.ca facebook: @sesdergisicanada www.youtube.com/sesdergisikanada www.instagram

Sosyal Medya Koordinatörü Mavi D.

Adres: Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisine aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir. 3


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

Kürt Aktivist, Yazar ve Şair: Musa Anter

Hayatı

HİLAL KAYA

M

usa Anter, 1920 yılında Mardin’in Nusaybin İlçesine bağlı Ziwing(Eskimağara) köyünde doğmuş ilkokulu doğduğu köyde okumuş, ortaokul ve liseyi ise Adana’da okumuştur. Yaşadığı devir ve ortama bakılınca Kürtlerin yaşadığı sosyal hayatın bir adım önündeid Anter zira Annesi Fesla Hanım ilk kadın muhtarlardandır. Kürtler’in yaşadığı sosyal sorunlar daha gençliğin ilk dönemlerinde gündemine girmiş ve bu durum Musa Anter’in okuma aşkını ateşlemiştir ve Kürtler için kalem ile mücadele edilmesi gerektiğini savunmuştur. Silahla çözüm olmaz görüşünü savunduğu için “Öfkesiz Kürt” olarak da anılmıştır. Musa Anter İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra Abdurrahim Rahmi Zapsu’nun kızı Ayşe Hale ile evlenmiştir. Musa Anter ile Ayşe Hale evliliğinden Anter, Rahşan ve Dicle isimlerinde 3 çocukları dünyaya gelmiştir. Musa Anter’in Siyasi Hayatı usa Anter’in hem Kürtçe hem de Türkçe eserleri mevcut ama başına bela olan esas konu yazdığı Kürtçe kitaplardır. Bu kitaplardan yüzünden hakkında açılan davalarla yıllarca hapis yatmıştır. İlk hapsiyle üniversite sıralarında tanışır. Dersim İsyanı döneminde kırk beş gün hapis yatar. Bu hapisler sonraki günlerde de peşini bırakmaz Yusuf Azizoğlu ve Canip Yıldırım ile birlikte İleri Yurt Gazetesi’ni çıkaran Musa Anter , gazetede yayınladığıKürtçe şiiri “Qimil / Kımıl”

M

4

nedeniyle 1959 yılında 49’lar Davası kapsamında idamla yargılanmıştır. Yargılamanın başlangıç gerekçesi oldukça ilginç. 6 Eylül 1959 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Doğu illerimizden birinin merkezinde çıkan bir gazetede anlaşılmaz sebeplerle Kürtçe bir şiir neşrediliyor” der ama bu yayında yalnız değildir zira 19 Eylül 1959 tarihli Ulus ise “Bir soru da benden: Bu gazeteye kim kâğıt veriyor” diye başka bir provakasyon kapısını aralar. Netice itibariyle Anter davası yerel bir sorgudan ulusal bir soruşturmaya dönüşür. Aktif bir sosyal hayatı vardı Musa Anter’in, Devrimci Doğu Kültür Ocakları, Halkın Emek Partisi, Mezopotamya Kültür Merkezi ve İstanbul Kürt Enstitüsü’nün kurucularındandı. Yazı hayatı renkli olan Anter, Deng, Barış Dünyası, Yön Şark Postası, Dicle Kaynağı Azadiye Welat, Yeni Ülke, Özgür Gündem, Rewşen ve Tewlo gibi gazete ve dergilerde yazmıştır. Musa Anter ve Hapishane Yukarda da ifade ettiğim gibi Anter hapishane ile daha erken yaşlarda tanışır. Kürtçe şiiri “Qimil / Kımıl” sebebiyle 1959 yılında 49’lar Davası’nda idamla yargılandı. Üzücü olan şu ömrünün en verimli yıllarını hapiste geçiren birçok fikir insanı gibi Musa Anter de aynı kaderi yaşar. 27 Mayıs Darbesi’nde aftan yararlanarak serbest kalan Anter, 1963’te 23’ler davası ile tekrar cezaevine girdi. Mamak, Sultan Ahmet, Balmumcu, Seyrantepe ve Nusaybin cezaevlerinde yattı. 12 Eylül Darbesi’nden sonra yine tutuklandı. Hayatı boyunca toplam 11, 5 yıl hapis yattı. Musa Anter ve Kürt Sorunu ürt sorunu sadece Kürtler sorunu değil, Türkiye sorunu olann bir sorun. Yıllarca devam eden ölümler, tehcirler ve hapisler gösteriyor ki lokal görülen bu ağrı bölgesel değil ulusal bir etkisi var. Birçok aydın

K


Ses Dergisi gibi Musa Anter de bu sorunla yakından ilgilenir. Anter, Kürt Hareketi’nin silahsız mücadele edilmesi gerektiğini savunmuştur. Bundan dolayı Yaşar Kemal ona ”Öfkesiz Kürt” lakabını takar. Ama kalem ile mücadele eden Musa Anter kendisini açıktan “Kürt” olarak ilan ettiği için soruşturmalar yer, yazdıkları kitaplarda Kürtçe şiirler yazılar geçtiği için yıllarca hapis yatar. Traji-komik olan şu bu Kürt sorunun silahsız çözülmesi gerektiğini söyleyen Musa Anter, bu sorun silahla çözülür diyenler kadar hapis yatar. Musa Ante, dağ yolunu seçenler için ise şu tespiti yapar “Çocuklarımız zulümden, hürriyetsizlikten, anadillerini konuşamamaktan, kendilerine her yerde hain gözü ile bakılmaktan… Kürdistan dağlarına çıktılar. ” Musa Anter’in Kişiliği sterseniz bir gözlemle başlayalım bu konuya. 1960’lardan itibaren kendisini yakından tanıyan Arslan Kılıç’a göre Musa Anter “Ender rastlanan renklilikte bir kişiliğe sahipti. Dost ve arkadaş canlısıydı. Sofrası gibi gönlü de genç-yaşlı, cahil hâkim, Türk-Kürt herkese açıktı. Kıvrak zekâlı ve hazırcevaptı. En ciddi konuları bile, kıvrak zekâsının ürünü olan mizahının imbiğinden süzdüğü öykü ve masallarla süsleyerek anlatırdı. Bu tarz, kendisini ve meramını karşısındakine en kavratıcı şekilde iletmesini sağlıyordu. Yine bu tarz onu, gazeteciliğin günlük fıkra yazarlığı dalında ilgiyle izlenen bir yazar olmasını sağlamıştı. Terbiyeli, ince ve zevk sahibi bir insandı. Ama yeri gelince, en okkalı küfürleri savurmaktan çekinmezdi. Ama bu durum onda hiçbir zaman bir çiğlik ve kabalık olarak görünmezdi. Toplam olarak bakıldığında Musa Anter, Türkiye’nin ihtiyacı olan bir aydındı. Türkiye’nin düşünce ve kültür hayatına, birikiminden, kültüründen ve yeteneklerinden çok şey katacak bir aydındı. Türkiye’nin siyasi yaşamına kalite katacak bir siyasi deneyim ve tarih birikimine sahipti. Maalesef Türkiye’yi yönetenler, önce Cumhuriyetin kireçlenme yıllarının dar kafalılıkları, sonra da Atlantik sistemine bağlanmanın yarattığı gericilik nedeniyle, birçok değerli aydın gibi Musa Anter’in de değerini anlamadı. Ona kıyıcı davrandı.”

Ocak / 2020 Sayı 6 şuydu: Siverekli bir kız, kımıl zararlısı tarafından samana döndürülmüş bir torba buğdayı çerçiye götürüyor, çerçi buğdayın işe yaramadığını görünce, buğdaya karşılık mal veremeyeceğini söylüyordu. Kızcağız da yüzyıllardır gelenek olduğu üzere, üzüntüsünü bir türküyle dile getiriyordu: Şiirin Türkçesi şöyleydi: ‘Dağa tırmandım amca, zavallı dağ mahzunlaştı/Arpa olgunlaştı amca, buğday un ufak oldu biçare/Kımıl geldi amca, kafile halen de zavallı/Buğdayı yedi, geride samanı bıraktı zavallı…’ Yazar yazının sonunda şiirin kahramanı kıza şöyle diyordu: ‘Üzülme bacım, seni kımıl, süne ve sömürenlerin zararından kurtaracak kardeşlerin yetişiyor artık.’ Bu şiir gerçekten endişe verici miydi yoksa endişeli ve rahatsız kafalar

İ

Kürtçe şiiri “Qimil / Kımıl” nter’i nerdeyse idama götürecek olan şiiri gerçekten bu denli tehlikeli miydi? Fikirleri tehlike görenler için evet. İleri Yurt gazetesinde ‘Amma Ne İleri Yurt’ adlı hiciv sütununda ‘Qimil’ (Kımıl) adlı Kürtçe bir şiir yayımlanmıştı. Şairin adı Musa Anter’di. Kürtçe şiirin teması

topluma sürekli endişe enjekte ederek ayakta kalma yolu mu tercih etti ehl-I vicdan bunu değerlendirir ama görünen o ki bugün gibi dün de medyanın kirli silah olarak kullanılması sonucu Anter hedef tahtasına konur. Beklendiği üzere İleri Yurt ve Musa Anter aleyhine dava açıldı ancak olay yerelden ulusal düzleme taşmış, sanıkları savunmak için başka şehirlerden avukatlar gelmeye başlamış, mahkeme salonu ve adliye binasının önü miting alanına dönüşür. Aynı şekilde Ankara ve İstanbul’daki Kürt asıllı lise ve üniversite öğrencileri heyecanla davayı izler. Netice? Hapis…

A

5


Ses Dergisi

Musa Anter’in hayatından anekdoktlar: üşünen ve yazan kafaların uğradığı üzücü saldırıları ve mahrumiyetleri Anter de iliklerine kadar yaşar. Sabrı ve vicdan sınırı geniş olan Musa Anter, hakkında Kürtçe yazıları sebebiyle defalarca soruşturmalar açılmasına rağmen itidali elden bırakmamıştır. Türkiye tarihinin Kürt soruna yaklaşımında kara mizaha konu olacak olaylardan birini mahkemede yaşar Musa Anter. Anter, Kürtçe ıslık çaldığı için hakkında soruşturma açan savcının ”Ne Kürtçesi? Kürtçe diye bir dil yoktur. Toplasan 30 kelime anca vardır” sözüne; ”Savcı Bey, ben çocukken tavuk kümesimizin yanına uzanır, kulağımı dayar, tavukların çıkardığı sesi dinlerdim. Bir tavuğun bile 30 çeşit gıdaklaması vardır. Siz nasıl koskoca bir halkın dilinin 30 kelime olduğunu söylersiniz, bize tavuk kadar da mı değer vermiyorsunuz.! ” cevabını verir. Bir diğer trajikomik vaka ise yine mahkeme koridorusundan. Musa Anter’in yazdğı Kürtçe şiiri “Qimil / Kımıl” sebebiyle mahkeme salonunda Musa Anter’e Hakim “Ne diye Kürtçe yazıyorsunuz?” sorusuna Musa Anter: “İstanbul’da Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler gazete çıkarıyor. Ayrıca İngilizce ve Fransızca da gazeteler çıkıyor. Ben Kürtçe yazıyorum diye ne olacak?” Yargıç, “Efendim, onlar azınlık” diye cevap verir. Bunun üzerine Musa Anter şöyle der: “Yani bir memlekette azınlık, çoğunluktan daha mı üstündür? Eğer bir azınlık kadar hakkım yoksa ben böyle çoğunluğu ne yapayım? Lütfen karar verin ve beni de azınlık kabul edin!” Bir başka vaka ise şöyle: Yine Kürtçe Yazısından dolayı kendisini yargılayan hakime : “Sayın hakim; Kürt olmayı ben seçmedim, gücünüz yetiyorsa beni Kürt olarak yaratanı yargılayın,” cevabını verir.

D

Musa Anter’in Öldürülmesi evenlerinin deyimiyle Apé Musa, 20 Eylül 1992’de Kültür-Sanat Festivali için Diyarbakır’dadır. Gündüz festivale katılır, kitaplarını imzalar. Akşam Seyrantepe Mahallesi’nde yeğeni gazeteci-yazar Orhan Miroğlu ile birlikte silahlı saldırıya uğrar. Anter bu saldıran sağ kurtulamaz ve Türkiye bir bir fikir ve düşünce insanını daha susturulanlar listesine ekler. Apê Musa’nın mezarı, Mardin ili Nusaybin ilçesine bağlı Akarsu Beldesi Eskimağara (Ziwingê) köyündedir. Musa Anter’in Eserleri

S

6

Ocak / 2020 Sayı 6

Birina Reş / Kara Yara (1959) Qimil / Kımıl (1962) Ferhenga Kurdî-Tirkî / Kürtçe-Türkçe Sözlük (1967) Hatıralarım I (1991) Hatıralarım II (1992) Vakayiname (1992) Fırat Marmara’ya Akar (1996) Çinara Min (1999)


Ses Dergisi

Ocak / 2020 SayÄą 6

7


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

MUSA ANTER ve KÜRTÇE ISLIK Şerif Aydın “Musa Anter’in ıslığı Şili’deki şarkıcı Victor Jara’nın yasaklanan Venceremos şarkısıdır.”

H

iç neşeli veya az biraz hüzünlü olduğunuzda bir müziğin ritmini tutturup ıslık çaldığınız oldu mu, veya yanınızda ıslık çalan? Çobanların flütten sonra en ritimli müziğidir ıslık. Veya nöbetteki askerin gecenin sessizliğini bozmak için zaman zaman kendine çektiği müzik ziyafeti… Yaşı biraz ilerlemiş insanlarla oturmuşluğunuz olduysa iki dudak enstrümanıyla yapılan bu müziği duyanınız vardır belki. Peki ıslığın Türkçe’si veya Kürtçe’si diye bir ayırım duydunuz mu? Sizi bilmem ama bölge halkı arasında Apè Musa yani Musa Amca diye bilinen Kürt Yazar ve Şair Musa Anter’in hayatını okuyuncaya kadar ben bilmiyordum. Meğer ıslık çalmanın Kürtçesi de varmış. Tarihimizin trajikomik vakalarından bir tanesidir bu Kürtçe ıslık hikayesi. Islığın hikayesini ıslak çalandan dinleyelim isterseniz, içinde argo sözler var ama tarihe not düşmek için değiştirmeden aktarayım. Diyor ki Apè Musa “1943 yılında İstanbul’da Dicle Talebe Yurdu müdürüydüm, bir gün polislerce yaka paça dönemin birinci şubesine götürüldüm. Şubeden içeri girer girmez üç- beş polis ve komiser çullandı. Tekme, tokat küfür… Sebebini sordum. Komiser “Ulan hain oğlu hain, kusurunu bilmiyor musun?” dedi. “Hayır bilmiyorum” dedim. Komiser, “Radyonuz yok mudur?” diye sordu. “Var” dedim. “Peki pikabınız?” diye sordu. “O da Var” dedim. ‘Peki it oğlu it, bu kadar güzel Türkçe plak varken ne 8

b*k yemeye yurtta Kürtçe ıslık çalıyorsunuz?’ dedi”. Hiç değişmiyor değil mi tarih? Hatırlarsanız bir önceki yazımda Şili’de darbecilerin susturmak için önce ellerini kestiği, sonra gitarını kırdığı, sonra da idam ettiği şarkıcı Victor Jara’yı anlatmıştım. Ahmet Altan’ın hapishanedeki kağıttan flütü çalan mahkumun hikayesiyle birleştirmiştim sonra. Musa Anter’in ıslığı Victor Jara’nın şarkısıdır. Yıllar sonra aynı Musa Anter, Kürt klasik destanından esinlenerek Mem u Zin aşkının anlatıldığı filmi çekiyor ve filmin gala gecesine dönemin başbakanı tebrik mesajı yolluyor. İlginçtir, birkaç ay önce, Şilide bir kutlama vardı. Cinayetin üzerinden 46 yıl geçmişti. Binlerce insan ellerinde gitarlarıyla, Victor Jara’yı unutmadığını göstermek için o gün yarım kalan Venceremos şarkısını hep bir ağızdan söyledi. Bu arada, bu yazıyı kaleme aldığım dakikada bir yandan da ıslık çalıyorum, Musa Amca’nın çaldığı ıslık hangi şarkının ritmi olduğunu bilmeden. Niye mi? Ya ıslığı suç gören komiseri anlamam lazım ya da ıslık çalma suçu işleyen Ape Musa’yı. Çalıyorum epeydir ama bu ıslıktan bir sonuç çıkmayacak belli. Ama şunu gördüm, tarihin örtüsünü bir ıslıkla aralayınca bugün, geçmişte nelere kulağımı kapatmış nelere gözümü kısarak bakmışım onu gördüm. “Bırakın Musa Amca’yı, ıslık çalmak hiçbir dilde suç değildir!” diyebilirdim mesela. Bir yurt müdürünü ıslık çaldığı için gözaltına alan muktedirleri de sorgulayabilirdim. Mem u Zin’in aşk öyküsü gibi bir filmi çeker miyim ilerde bilmem ama bir gün devrin başbakanı fikir özgürlüğünü savunduğum için bir tebrik göndereceği günü bekleceğim. “Hiç olur mu, öyle şey?” demeyin. Bal gibi olur. Islık çalmaya devam edin siz, aşkını filmini çekeceğimiz günler de gelecek….


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

ASASIZ MUSA OLMAK Şerif Aydın “Asasız Musaları yazmaya devam edeceğiz, nahif ve düşünen ruhların kalpleri hileli korku yılanlarını yutacağı günlerin geleceğine inanıyoruz çünkü.”

B

ir adam düşünün, ülkenin yarası olan bir toplumun önemli bir temsilcisi. Bir adam düşünün, ülkenin yarasının şiddete başvurulmadan çözülmesi gerektiğini savunur. Bir adam düşünün, şiir, hikaye yazar, çevresine pozitif enerji verir. Bir adam düşünün, toplumunu yaralayanların da, yarasını iyileştirme iddasında olup yara deşenlerin de hedefinde. Kendi dilinde ıslık çaldığı için hakarete maruz kalır. Kendi dilinde kitap yazdığı için yargılanır. Toplumuna yapılan haksızlığı hicvin diliyle yazdığı şiirden dolayı da idama mahkum edilir. Kendisiyle birlikte ona destek veren 50 kişi gözaltına alınır. Gözaltına alınanlardan biri mide kanamasından ölünce geriye 49 kişi kalır ve davaları sayılarıyla anılır. 49’lar Davası… 14 ay tutuklu kaldıktan sonra sanıklar mahkeye çıkarılmayı beklerlerken 27 Mayıs Darbesi gerçekleşir. Nihayet 3 Ocak 1961 tarihinde mahkeme başlar. Savcılık 50 sanıktan 15’in kafi delil bulunmadığı için, 10 sanık hakkında mahkûmiyete yeterli delil olmadığı için beraat kararı verilmesini ister ama 24 sanığın TCK’nun 125. maddesine göre yargılanması istenir. Daha sonra idamla yargılanan 24 sanığının 10’u beraat eder, 15’i bir kez beraat edip bir kez suç vasfı değiştirilerek davanın yenilenmesi neticesi 1965 yılında TCK’nun 141 ve 142. maddelerinden 16 ay hapis, 5 ay 10 gün sürgün cezası alırlar. Sürgünü bol bir coğrafyanın ne ilk sürgünleridirler ne de son sürgünleri olacak bunlar. 27 Mayıs Darbesi’nde genel aftan yararlanır bu adam ve tahliye edilir ama yine mahkeme koridorları yine hapisler.

Susturulmak istenir, özgürlük alanı kısıtlanır, ülkenin büyük gazeteleri tarafından imalı manşetlerle hedef haline getirilir. Sonuç: 11.5 yıl hapis... Kaderine terk edilmiş bir coğrafyanın değil, kaderini hak çiğneyenlerin belirlediği coğrafyanın çocuklarının hikayesini anlatan bir adam.. Haksızlıkları dile getiren, kurulan yanlış denklemleri eleştiren dil… Yaşadığı cofrafyada insanların diri diri atıldıkları asit kuyuları, “terörle mücadele ediyoruz,” bahanesiyle devlet eliyle köy yakmaları ve keyfilikten öte bir hal alan tutuklamalar… Bunlar yetmezmiş gibi Diyarbakır hapishanesi duvarlarından dökülen kireçlerin miktarı kadar işkenceyle ölen insanların iniltileri. Burası Güneydoğu, bu sorun Kürt sorunu ve bu adam Musa Anter. Düşünün ki biri var ve bu sorunun şiddete başvurulmadan çözülmesi gerektiğini anlatır. Ve düşünün ki bu adamın devletin derinleri tarafından bir suikastle kalemi kırılır. Yanlışa dur dedikleri için kendilerine karşı yapılan yanlış, onların yıllarca hapishanelerde ölüme terk edilmeleri, kalemlerin susturulması ve cinayetlere kurban gidilmeleri ise, vicdanlı bir toplum en azından bir doğruda birleşmesi gerekir. Yanlışları dile getirenlere karşı yapılan yanlışlara HAYIR. Musa Anterlere, Hrant Dinklere, Uğur Mumculara yanlış yapıldı ve diyorum ki bu sesler muhaliflerine inat yeşermeli ve yaşamalı bu topraklarda. Yanlış kutsanan devletin kılıcı her zaman Demokles’in kılıcı değil, Hülagu’nun ateşe veren hıncı da olabilir ve parmağı da her zaman şeriat kesmiyor olabilir. Parmak acıyor acıyor çünkü. Eli kalem tutanların elinin sıkılması gerektiğini öğretin insanlara, boğazlarını sıkmak değil. Musa Anter, kalem tutan bir eldi. Musa Anter kendi tarihi için bir onur, onu susturanlar için de bir ayıp. Asasız Musaları yazmaya devam edeceğiz, nahif ve düşünen ruhların kalpleri hileli korku yılanlarını yutacağı günlerin geleceğine inanıyoruz çünkü.

9


Ses Dergisi

AYNALAR En çok kendi hakikatimle yüzleşmek bana zor geliyordu. Ulvî hakikatler peşinde koştuğum hayal ufkundaki adam olmadığımı düşünüyordum

G

örüntülerin dağlardan tepelerden uzağa gittiği vakitlerin kıskacında doğurdu zihnim harmanlandığı kelimeleri. Tahayyül ufkumda yüce hayaller peşinde koşmamın dışında rahatlayamıyordum. Hakikat ormanında kaybolmanın acısıyla geçtiğim bu âlemin içinde bir meczuba dönüştü ahvalim. Fikir ve düşünce ummanından kovulmanın bende oluşturduğu hezeyan, içi boş kelimeler ülkesinde ayrılık acısına dönüştü.

Ocak / 2020 Sayı 6 vasıtasıyla kaçıyordum belki de. Bilemiyorum... En çok kendi hakikatimle yüzleşmek bana zor geliyordu. Ulvî hakikatler peşinde koştuğum hayal ufkundaki adam olmadığımı düşünüyordum. Bu acı veren düşünce beynimi uyuşturuncaya kadar zihnimden gitmiyordu. Daha fazla dayanamayıp olduğum yere yığılıp uyumak istiyordum. Gerçekte ben kimim? Bunu öğrenmeye hiç tahammülüm yoktu sanki. Geceler hayallerle, gündüzler ise o güzel hayalleri başarma hevesiyle geçip gidiyordu. Bir şey eksikti ama... Hiç biri gerçekleşmiyordu. Ben olmamasını kendime bağlıyordum. Bir şey eksik diyordu bana... Benden o kahraman çıkmazdı sanki. Kendimle yüzleşmem gerektiğinin idrakinde olsam da, o kötü yüzümü tanımaktan korkarak sabahlıyordum. Yine uyku ve yine bu kısır döngünün içinde bir gün daha...

Zaman geçtikçe bu savaşın bir kaç noktasında kendimle yüzleşmeye Zamanın ilaç olamayacağı anların çalıştım. Ben kimim sorusuna cevhicranı içinde dolaştım köşe bucak ap aradıkça daha büyük bir girdabın bu beldede. Sözcükler kaybolmuş içine girdiğimi itiraf etmeliyim. Her anlamlarıyla karşımda hıçkırıklara yerde aynalar ve ben bu aynalardan boğuluyordu. Benimse gücüm olkaçıyordum. Tarih boyunca işlenmiş madığından onlara hakiki anlamher suçun, her günahın izlerini yüzümde görüyordum. larını iade edemiyordum. Bilmenin yetersiz kaldığı Aynalar zindan ve ben bu zindandan kaçmaya çalıştıkça vakitlerin içinden geçiyordum. Güçsüzlük mefhu- daha çok zindanın içine düşen biçare adam. Başka bir munun en doruk noktasında duruyordum. Hiç bir şairin dediği şey doğuyordu gönlüme bu kez. Susup şey değişmiyordu. içimden sadece onu tekrarlıyordum. Onca acı ve keder yükünden yoksun yaşayanların ortasında gamdan dağlar kurmalıyım diyen şairin hissiyatını paylaşıyordum. Hayal âleminde ülkemin toprakları üzerinde adalet rüzgârları estiriyordum. Kahramanlar doluyordu her bir yana. Hepsi ayrı bir güzel hasletle karşımda gülümsüyordu. Ümit rüzgârları esiyordu dört bir yanımda o an. Tahayyül ufkunda hala yüce düşünceler içinde geziniyordum.

“Çıkamam, aynalar, aynalar zindan. Bakamam, aynada, aynada vicdan; Beni beklemeyin, o bir hevesti; Gelemem, aynalar yolumu kesti.”

Kesti... Aynalar yolumu kesti. Ben bu aynalardan kurtulup çıkamadığım zindanımda anlam dolu kelimeler yüklü cümleler kurmaya devam ediyorum. Daha da zindana hapsolarak, daha da kendimden kaçarak... Uzunca bir süre devam etsin diye uğraşsam da olmuy- Dışımda bir âlemden habersiz yaşayarak… O bir hevesti ordu o ufukta gezinmek. Gerçeklikle yüzleştiğim an- demek çok zoruma gidiyor. Şair kadar cesaretli olamıyolarda kelimelere anlam yüklemekten yoksun bir vazi- rum. Çünkü bir hevesten daha fazlası olduğuna kenyette, yazmayı dahi geçtim, konuşmaya bile mecal dimi inandırmak istiyorum. Yoksa kaybolacağım... Yok bulamadığım için yığılıyordum olduğum yere. Uyku olacağım... hali bastırıyordu o an. Gerçekle yüzleşmekten uyku SEYFULLAH SACİT 10


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

ASLINA RÛCÛ

Ama cevapsız kalmış sorular zamanının gelmesini bekliyor cevaplanmak için. oğuğun, bizim için çok da soğuk olmadığı ve ha- Orada kalmış aklının gelmesini bekliyor bedenin tamayatı da dondurmadığı zamanlarda Türkiye’nin mlanmak için... ortasında bir yerlerde doğmuştum. Hava şartları- Yarım kalmış bir hikaye aslına yavaş yavaş rücu ediyor... na kötü demenin Gayretullah’a dokunacağını bilirces- Ne diyor: ine kar ile arkadaştık. Yusuf Has Hacib ‘in Buğra Karahan’a sunulan eseri Kutadgu Bilig (Mutluluk veren bilgi)’de; Kürt olarak doğmaktan rahatsız bile değildik ama bize Kürtler denilirdi. Tam Kürt olamadık da, evde Işık hâlâ doğudan yükseliyor. Türkçe konuşurduk. Zaman doksanları gösterdi, bir- Hâlâ kovalıyor gece gündüzü, gündüz geceyi... likte büyüdüğümüz, Alevîliğin ayrım sebebi olduğunu Gökyüzü hâlâ kuş; su balık; toprak insan kokuyor... bilmediğimiz arkadaşlarımız mecburen taşınıp gittil- Eskiyenler de var hâlâ eskimeyenler de... er. Biz on kişiydik beş kaldık, can arkadaşlarımız gitti. Zaman hükmünü icrâ ediyor, Biz Sünnî olduğumuzu, onların Alevî olduğunu ayrılık Gelen gidiyor... acısıyla birlikte öğrendik. Hiç kin olmadı aramız- Hâlâ dönüyor dünya! da sadece onlar gitti biz arkada kaldık. Acıyı şiddetli İnsan hâlâ insan... hissedenler daha güçlü oldu, kalanlar hayatin içinde Unutuyor! sıradanlaştı. Değişen ne?..

S

Gazeteci olma hayalimle başladığım güzel okulumda Kürt organizasyonlara çağırılmaya başlandım ama ben yolumu çizmiştim bile çoktan .Hizmet etmeye 28 Şubatta anlayamadan verdiğim ara sonrası yeniden başlamıştım bu yıllarda. Okulda mescit yok, başörtüsü yasak, ajanlar cirit atıyor... Okul bitti, ikincisini okudum… Sosyoloji sonra psikoloji. Ne tam Kürt olabildim ne Türk, ne Sünnî ne Alevî, ne oralı ne buralı, ne feminist ne gazeteci, ne sosyolog ne psikolog. En zor olanı anne olmak oldu, kadın olmak, iyi insan olmak, düşünür olmak ve susar olmak, vakti geldiğinde konuşmak ve cesur olmak... Yaşadığım ülkede hepsi çok zordu.. Sonunda bir damga vuruldu anlıma ve Meriç’ten geçtim o damgayla. Aslında kaç tane damgaya direnmiştim yıllarca, herkese insanca saygıyla yaklaşmıştım ve tüm damgaları sessizce bertaraf edip sadece ben olmuştum. Son fırtına çok karaktersizdi ayırmaya niyetliydi beni yavrularımdan, anamdan, gökyüzünden, denizden. Özgürlüksüz olmaz deyip geçtim yavrularımla o sudan. Boğulmadım, ölmedim, sevdiklerimi aramadım o suda! Sadece bir gece yarısı geçtim. Geldim bu soğuk ama havaya kötü denilmeyen memlekete. Şimdilerde yaş otuz beşi geçmiş, hava soğuk, dil yok, ırk yok, damga yok, sadece ayni gökyuzu, deniz ve sessizlik...

Veda

11


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

Geçmiş Zaman Hecelemeleri “Alışmakta öldürür, bize bu keder fazla.” Geceleri nöbet tutardı babam, Sabahın ilk ışıklarıyla gelirdi elinde ekmek, gazete. Ekmeği bölerdi annem, gözüm gazetede, “En geç 98 de Avrupa Birliğine tam üyeyiz” Diye atılmış bir manşet Ne Avrupa Birliği ne Birleşmiş Milletler üyeliği, Camları kızıla çalan bir evde, Mardin’de, Ya da havası puslu coğrafyamın , Kömür gözlü insanlarında kalırdı aklım. “Heybem düş kırıklarıyla dolu, Günahlarımı sırtımda taşıyorum.” Kadim şehirlerin ulu mabedinde, Karanfil kokulu ellerin göğüs kafesime dokunuşudur bu. İnandığım yanlışlardan doğruları çıkarmakta hünersiz oluşum, Ağzımda çalkalanan küfrü yutkunuşumdandır. Bileklerimde taşırım özgürlüğün ve körlüğümün izlerini, Ki ben biraz da sana benziyorum. Çıplak ayaklı, itelenmiş, susuyorum… Yitirdiğim her ne varsa kulluğa yakışır şekilde bulmalıydım. Soğudukça dudaklarım titremeliydi, Berrak suları içimde yoğurmalıydım. Silinmiş bir haritada yabancı konumuna düşen, İki mülteci olmalıydık seninle, Payımıza düşeni almalıydık bürokrasiden, Ya da biz, Biz olmayabilmeliydik. “Aklımın en güzel tutulmuşluğudur sözlerim.” Fikrimden gözlerin geçiyor belki de, Belki de yavaşça terk ediyor sahneyi, Kör kötürüm sonbahar. Mevsimler fikrimden göçüyor sevgilim, Şimdi hiç zamanı değil eylemsizliğimizin. Kitapların önsözüne gelip kalıyorum, Sabahlar ne de sessiz geliyor sensizken, Uykularım iyice hafifledi biliyor musun? Uykudan bahsetmenin hiç zamanı değil biliyorum. “Ay ışığında yol tutuyorum, Ölüm soluğumda can veriyor.” Olur da sözün hükmü kalmazsa kitaplarda, Uzun bir yolculuğa çıkalım uzak köşelerine dünyanın, İlahi emre hazır olalım zulme hazır olduğumuz gibi, Biz gidersek belki kurtulur coğrafyamız, Asya’nın ıssız toprakları bereketlenir, Mezopotamya tekrar aydınlığına kavuşur. Gidelim artık herkes gibi yaşamadık nasıl olsa.

12

Arif O. Yeşilyurt


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

BUNDAN MI? Mihman Sahici olan zamana mı kızgınsın Gidişinin ardını düşünmeyişin bundan mı? Sevdanın memleketine mi dargınsın Gülüşünden mahrum etmen bundan mı? Hasret çöllerinde susuzluğun kitabı Özlemlerin, iklimlerin arasında dolandı Bakışın içimdeki sevda ateşini yaktı Umudun ardından bakışın bundan mı? Savaş ortasında barışı ne ararsın Bir türkü içinde bulundu bulunan Yön taksiminde ne doğusun ne batısın Bir türlü yönünü bulamaman bundan mı? Kırkikindi geçti sevdanın üzerinden Gün geceye gece güne hasretken Kavuşmak imkânsızın serencamında gezinirken Gönlündeki yanan ateş bundan mı?

13


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

BOZKIRIN ÇOCUĞU KATRE

Ö

nce senin semalarından göçerdi kuşlar ve onlar gitmeden gelişlerini özlerdin. Önce senin dalların boşalırdı da gözünü toprağa diker Kuddüs zikrederdin. Omuzların dertlilerin konağıydı, yüreğin enginlere yelken açanların limanı. İçindeki yangın dünyayı sarardı, sen yanarken ab-ı hayat devşirirdin. Kimileri gökyüzüne serenat dizerken cümbüşlü gecelerden, sen yıldızları toplama sevdasındaydın elifli hecelerden. Sen… Bozkırların çocuğu… Suyun toprakla buluşmasını da bilirdin, dudakları çatlatan ayazı da. Donduran gecelerde bir bardak demli çaydı yarenlik ettiğin ve bir kaç satır hasbihal umudu yeşerttiğin. Yalancı baharlar hazandı senin mevsiminde. Ne baykuşların yoluna tünemesiydi derdin, ne şarkılar dinlemekti bülbüllerden. Sen çiçeği özüne erdirme sevdasındaydın firdevsî bahçelerden. Gün batışları serin olur bozkırın guruplarında. Kaybolan günün kızıllığına fısıldarsın hüznünü gizlice; bir de avuçlarında biriktirir, gözyaşlarınla sunarsın herşeyin sahibine. Hasretini başka mevsimlere doğru yola çıkan güneşin zülfüne takarsın. Ondandır tanışıklığın gurbetin garipliğiyle… Ondandır hoyrat dillere susuşun ve ondandır dost eliyle bin parçaya bölünsen de acıyı balla yoğuruşun. Şubatın soğuğuna da eyvallah, Temmuzun ateşine de… Sen bozkırın gurbette açan çiçeği… Toprağa aşık, göğe sevdalı. Kuru dikenlerin arasından olgun başaklar toplamaktır seni coşturan. Berekettir lokman, şükürdür suyun. Gün gelir gurbetin semalarını doldurur kanatlarında âtîyi taşıyan kuşlar. Dallarını meyveyle donatır bir Hayy üfleyişi. Hasbihalin şükür bulutlarında yoğunlaşır. Sakın eğilmesin başın, düşmesin omuzların. Sen gurbetin bozkır yüzlü çocuğu… Şimdi çiçeğin özüne ereceği yerde, gurbetin Kurbete değdiği mevsimdesin. Ayağın takılmasın gölgelere, bahara uyanış seferindesin.

14


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

22 YAŞIMA GİRİYORUM Gecesi soğuk gündüzü sıcak bir ülkede Günler kaldı yeni yaşıma girmeme Ama senden ayrı olduğum günden beri Sanki hiç büyüyemedim anne Onsekizimde ayrılırken yanından Dilimde vardı hep bir cümle Dünyada değilse görüşürüz ahirette Birgün görüşeceğiz elbette... Bilemezdim senelerce uzak kalacağımı Her hatıranın gözümden yaş akıtacağını En çok da yapayalnız bayram sabahları Söylermiş insan içinden geçen ahları Gittiğinde herkesin memleketine Kalıyor insan yalnızca bu semtte Işte o zaman çıkıyor özlem doruğa Bakarken yalnızca o bomboş sokağa Sonra çeviriyorum başımı semaya Açıp ellerimi veriyorum kendimi duaya Çünkü biliyorum ki Rabbim tek tesellim Ancak ona yalvarmakla hafifleyecektir özlemim Sen merak etme annem oğlun emin ellerde 22’sine sensiz girse de girmese de...

SADIK EREN 15


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

NAMIK KEMAL, HÜRRİYET VE HAMÂSET “Uçurumun kenarında uyanan bir vicdan, nesillerin şikayetlerini haykırıyor, şikayet ve gafletlerini… Anlaşıyor muyuz? Temelde, evet; teferruatta, hayır” (Cemil Meriç)

H

ürriyet! Nedir hürriyet? Ya da esir alınmak istenen nedir? Fikirler mi? Hangi kafese sığar ki fikirler! Hele sonsuzluk deryasında yüzerken… Sığdıramazlardı, sığdıramadılar… Bazen sürgün oldu adı, bazen hicret. Ama vatanı olamadı özgür düşünmenin. Sığdıramadılar… Dünya mı küçük geldi yoksa fikirler mi büyük geldi bilinmez. Lakin kim hürriyet dese, hamâsete kapılsa… Ya canından oldu ya sürgün edildi ya da hapsedildi. Oysa toprak olacak bir bedeni hapsetmekle ebedlere adanmış bir ruhu daha da büyüttüklerini bilemediler. “Ne mümkün zulm ile bidad ile imha-i hürriyet” Tanzimat dönemi aydınlarından Namık Kemal; Hürriyet kavramını ilk kez edebiyata taşıyan kişidir. Serbest bir mizaca sahip olmakla birlikte aldığı eğitimlerle serbest olarak yetiştirilmiş bir insandır. Bu serbestiyetin tamamlayıcısı ‘hamaset’tir. Yani sonradan ortaya atacağı ‘hürriyet‘ kavramının birbirinden ayrılmaz iki yönü… Ki Namık Kemal’in hürriyet anlayışı Batılı kaynaklarının liberalizmini pek yansıtmaz; bu daha çok kurtarıcı bir hürriyet anlayışıdır. Temelini iktisatta değil iman ve gayrette bulur. “Dünyaya gelmek hüner değildir. Yüksel ki yerin bu yer değildir.” Namık Kemal’i şair yapan şey incelik ve zevk değildir. Akıl ve inançtır, kendine mahsus şiirlerde kullandığı pek çok kelime ve özellikle de terkiplere yükleyebildiği azim ve güçtür. Namık Kemal tasavvuf, felsefe, tarih gibi disiplinlerle, hikmet ve sırra yakın bir şairdi. Şinasi’den sonra Namık Kemal’in bakışları bir nebze gökten yere çekilmiş oldu. Soyutlamadan değil, somutlamadan alınan güç. Bu fikir akımında büyük etki ise Şinasi’ye aittir. Fikir hürriyetini, devletin kurtuluşu için devletin başına nasihatte bulunmak yerine kitleleri bilinçlendirmek ve kendi fikirlerinin serbest bir tarzda yayılmasını sağlamayı amaçladılar. Tasvir-i Efkâr böyle çıktı. 865 yılında Şinasi’nin Paris’e kaçmasının ardından gazete yazılarını sürdürdü ve Yeni Osmanlılara katıldı. Yeni Osmanlılar Ali ve Fuad Paşaların gadrine uğrayınca Namık Kemal ve yoldaşı Ziya Bey’e gönüllü olarak Avrupa sürgününe gitmek kaldı. Namık Kemal düşünce ve tavrını geliştirme bakımından Avrupa sürgününden en iyi yararlanan “Yeni Osmanlı” veya “Jön Türk” kabul edilmelidir. “Ne efsunkâr imişsin ah, ey dîdar-ı hürriyet; esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten.” Ziya Paşa ile birlikte “Hürriyet” ve daha sonra Ebuzziya Tevfik beylerle birlikte “İbret” gazetesini çıkardı. Çıkan bazı yazılar sebebiyle gazeteler kapatıldı. Gelibolu’ya sürüldü. Orada “Vatan Yahut Silistre” oyununu yazıp sahneledi. Ve arkadaşlarıyla beraber tutuklanmanın ardından Magosa’ya sürüldü. V. Murat tahta çıktığında af çıkardı ve üç yıllık Magosa sürgünü Namık Kemal ve arkadaşları için son buldu. Ardından sanki talihi açılmış gibi Şura-yı Devlet üyeliğine getirildi ve Kanun-i Esasi’nin hazırlanmasına yardım etti. Sonra -düzen bozucu hareketleri!sebebiyle bu kez de Midilli’ye sürüldü. Ve Midilli sürgünü sonrası bir daha memlekete dönemedi. Özellikle Hürriyet Kasidesi’nde bir devlet büyüğü yerine hürriyet duygusu kasidenin konusu olmuştur. Ayrıca vatan, adalet, hak, hukuk gibi meseleleri de eski nazım biçimlerini ve aruz veznini kullanarak işlemiştir.

16


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten Mürüvvet-mend olan mazlûma el çekmez i’ânetten (Kendini insan bilenler halka hizmet etmekten usanmaz, mürüvvet (mertlik) sahibi olanlar, mazlumlara, zavallılara yardım etmekten kaçınmaz.) Kazâ her feyzini her lutfunu bir vakt için saklar Fütur etme sakın milletteki za’f u betâetten (Kader, her feyzini, her lütfunu bir zaman için saklar; milletteki gevşeklikten, zayıflıktan sakın korkma!) Değildir şîr-i der-zencire töhmet acz-i akdâmı Felekte baht utansın bi-nasib- erbâb-ı himmetten (Zincire vurulmuş aslana ayaklarının güçsüzlüğü suç değildir; bu dünyada nasipsiz himmet sahiplerinden talih utansın.) Vatan bir bî-vefâ nâzende-i tannâza dönmüş kim Ayırmaz sâdıkân-ı aşkını âlâm-ı gurbetten (Vatan, bir vefasız alaycı sevgiliye dönmüş, aşkına bağlı olanları gurbet acılarından ayırmıyor.) Müberrâyım recâ vü havfden indimde âlidir Vazifem menfaatten hakkım agrâz-ı hükümetten (Korkudan, yalvarma ve yakarmadan uzağım; benim gözümde görevim menfaatimden, hakkım hükûmetin kötü niyetlerinden daha üstündür.) Etkisi çok geniş kitlelere yayıldı. Uğrunda hayatını verdiği vatan, millet ve hürriyet kavramları içerikleri çok fazla benimsenmese de sayısız insanın, bilhassa gençlerin amentüsü haline geldi; bu yüzden devlet ricali gözünde tehlikeli birine dönüştü ve sürgünden sürgüne dolaştırıldıktan sonra 1888 yılının Aralık ayının ikinci günü vefat etti. Richelieu’nun siyasi vasiyetnamesinde; “Avamın okuyup yazmasına ne lüzum var? Eğitim Fransayı boşboğazlarla doldurur. Hiç işe yaramaz bunlar; halkın huzurunu bozarlar. Kitap avamın kafasında şüpheler yaratır.” Başka bir yerde “Bütün politikacılar bilir ki, der, halk refaha kavuşunca zaptedilmez olur. Katıra benzer avam, yük altında uysaldır, fazla dinlenince azar” denilmektedir. Evet isimler değişir, zaman değişir, mekanlar da değişir…Maalesef yaşananlar değişmiyor. Düşünüyorsan vatan haini ilan edilirsin. Sığmazsın hiçbir yere, sığdırılamazsın. Düşüncelerinin bir vatanı olamaz.Tarih tekerrür ediyor derler ya, hiç ders alınsaydı tekerrür eder miydi? “Basın hürriyeti ancak hatalarını düzeltmek istemeyen hükümetler için tehlikedir” (Âli Paşa) “Uçurumun kenarında uyanan bir vicdan, nesillerin şikayetlerini haykırıyor, şikayet ve gafletlerini… Anlaşıyor muyuz? Temelde, evet; teferruatta, hayır” (Cemil Meriç)

satırlarda buluşmak dileğiyle…

Bu yazı hayattan sürgün edilmiş kelimelerle kaleme alındı. Hep yanlış yere konulup, başaşağı sürüklenmiş kelimelerle… Küstürülen kelimeler yerine üç nokta bırakıp esaretlerin son bulduğu , sonsuz sevgi, barış, adalet, özgürlük, refah içeren ; kalemin kağıdı özgürce öptüğü o asil

DENİZ BARIŞ 17


Ses Dergisi

BEN BİR KÜRDÜM

Ben bir Kürdüm. Mahalledeki hiç tanımadığın o yabancıyım. Beni tanımıyordun Ama evime gelen giden polis ve jandarmaları tanıyordun. “Aaaa karşı eve yine gelmişler… Kim bilir ne yapmıştır!..” diyordun hani… Oysa ki beni tanımıyordun. Gelenler de ben Kürdüm diye geliyorlardı. Çok değil, şöyle evimi eni boyu arayıp Biraz da dağıtıyorlardı… Hımm.. ne mi buluyorlardı? Hiççç!.. Yok yok aslında buluyorlardı. Gözü korkudan yerinden fırlayacak bir çocuk… Oğlumu götürecekler mi acaba diyen yaşlı anam… Kocamı götürürlerse nasıl geçiniriz diyen karım… Evde bir de sevdiğimiz bir kaç ünlü sanatçı cd’si Ahmet Kaya, Şivan Perwer vs… Bir dahaki gelişlerine kadar biz terörist olmuyorduk ama Onlar yine de kontrol ediyorlardı. Ne de olsa biz Kürdüz. Potansiyel suçlu!! Ha bu arada bir amcam var, dağda. Daha küçük çocukken kaçırmışlar, Dağa çıkarmışlar. Annesi hâlâ gözü yaşlı; Ya ölüsü ya dirisi gelse diye bekliyor her gün… Ana o; oğlu dağa kaçırıldı diye bu gerçek değişmiyor ki!.. Ana o… Senin benim gibi bakmıyor ölüye. Oğlunun ölüsü gelirse bir gün, Senin için terörist cenazesi… Ama onun evladi işte. İnsan be, sadece ölmüş bir insan Hani ölen kim olursa “Nasıl bilirdiniz meftayı” diyen hocaya Hep bir ağızdan “iyi biliriz” diyorsunuz ya İşte öyle… O da bir insan cenazesi! Haaa hayatımız sadece bunlar değil tabi. Senle bir çok ortak yanımız var Mesela, aynı mahallede yaşıyoruz Benim ana dilim farklı olsa da Senle Türkçe konuşabiliyorum

18

Ocak / 2020 Sayı 6

Zeynep GÜR


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

Aynı TC kimliğine sahibiz Üstelik benimkinde Kürt bile yazmıyor Ben de senin gibi bu ülke vatandaşıyım yani Hoş, ben Kürdüm demeye de korkuyorum Beni dışlarlar, ötekileştirirler diye Askere de gidiyorum biliyor musun?.. Haa sen çok dindarsın ya.. Ben de elhamdülillah müslümanım. Baya baya da dindar sayılırım hani… Ben de okudum, Meslek sahibi oldum. Senin kızla benim oğlan aynı sırada oturuyor mesela. Baya baya ortak yanımız var. Aynı pazara, aynı markete gidiyoruz. Korkma bir kere çal kapımı Bizi çok misafirperver bulacaksın.

19


Ses Dergisi

İNSAN VE İÇİNDEKİ BOŞLUK İnsan... Kendi içindeki boşlukları görmek için, Hiç eğilip bakmaz kendine... Gözleri hep keşif için bakar etrafına, Yere, göğe, yanındakileri, uzaktakilere, Varlığı izler durur, Ve seyir hali devam eder gider. Unutur kendini, Bir ışığın ardından koşan kelebekler gibi, Sever çiçekleri, kuşları, yıldızları , dünyayı Varlık ile olan bağı çıkar aklından, Etrafındakilerle anlam bulduğunu düşünürken. En kıymetli varlığın kendisi olduğunu unutuverir insan. Kaybettiklerine üzülürken içindeki en büyük kıymeti göremez gözleri. Şeytan, Adem ilk yaratıldığında ona dokunup, “Ne kadar çok boşluk var içinde, istediğim gibi dolaşırım” diyerek sevinç çığlıkları atmıştı. Fakat nafile, insan kendini hep tam, Hatta tastamam görür ve görmek ister. Bildiklerimiz herzaman en doğru olmayabilir azizim... Dönüp baklım kendimize... Ve bil ey nefsim diyelim... Ey insan, Sen bil ki alemler bilinsin, Sen öğren ki nesnenin rengi görünsün... Ama ne olur dön bak kendine her zaman. Sonrada seyreyle alemi ve olanları.

20

Ocak / 2020 Sayı 6

FÖZ


Ses Dergisi

ÖLMEZ MİYİM ANNE

Ocak / 2020 Sayı 6

SİNE ELİF

N

asıl dayanıyorsun kızım?” diye sormuştun anne. Cevabı bilenen soruları cevaplamak niye bu kadar zor Allah'ım? Çenemde bir zelzele, anne. Senden kalan. Dudaklarımda bir serçe var, duygularım harfe bürünürse çatlayacak kalbi, biliyorum. İki damla düşüyor eteğime, tuzunda yanıyorum. Dayanamıyorum anne. Her şey, herkes çok uzak. Ben kilometreleri saymıyorum anne. Ben yılları sayıyorum uzaklık diye. Yirmilerimin başlarındaydım giderken şimdi yolunu yarılamış küçücük bir kadınım. Miniciğim anne. Hâlâ dizinde yatışlarımı hayal ediyorum. Gözlerimi kapatıp şahlanmış bir atın üzerinde hayallerime uçmayı dilediğim gündeyim. O günü hatırlıyor musun anne? Yavrumun yavrusunu uyutayım da yavrumla uyuyayım demiştin hani. Ellerin saçlarımın arasından akarken neler düşündün anne? Kahverengi bukleleri parmağına sararken, beyazlayan saçlarımı okşayamayacağın aklına gelir miydi? Şimdi söylesem saçlarımdaki yıldızların sayısını üzülürsün anne. Çok üzülürsün. Bizim saçlarımız ağarmaz ki dersin. Çenendeki küçük benin titreye titreye döker gözyaşlarını. Anneannenin bir tek beyazını görmedim derken, yaşmağın yetişemez incilerini silmeye. Oyaları dökülür örtünün. Sen çiçekleri serpmeyi iyi bilirsin anne, üzülme. Seni bunca sene göremeyeceğimi bilmediğim o gün, sana sımsıkı sarılıp tam arabaya binerken bana niye bir daha sarıldın anne? Neydi beni kolumdan çekip göğsüne bastırdığın o hissin adı? Kalbini avcumun içine bırakmış gibiydin anne. Titriyordun. İyi ki bana bir daha sarıldın anne. Sardın, sarmaladın beni. Yoksa ben nasıl dayanırdım on yıl. On koca yıl. Dünya, Güneş'in etrafında dönmüş defalarca. Karlar yağıp erimiş, fidanlar ağaç olmuş, bebekler çocuk, yeniler eski. Dedim ya anne ben kilometre ile değil yıllarla ölçüyorum hasretimi. Dünyayı kaç yılda gezebilirdim anne? Düşünsene, sana dünyayı dolaşmaktan daha uzağım. Bana kızmıyorsun değil mi anne? Sana, senin istediğin gibi özlem cümleleri kuramadığım için. Hani sana “gel” demiştim. “Gelemem, özlemine alışıyorum ya hasret giderip bırakamazsam o zaman nasıl dayanırım?” demiştin. Ya dönemezsem ama dönmem gerekirse. Seni seçemezsem. Ne acı anne. Birbirimizi seçemeyişimiz, sarılıp uyuyamayışımız, öpüp koklayamayışımız. Dayanamıyorum anne. Her pazar kahvaltısında içimde suskun bir çocuk. Uzamayan çay fasıllarının lâl kızıyım artık. Hayatı buklelerinden kıl payı yakalamış olsam da eksikliğinin hüznü sevinçlerimi buduyor. Bahar uğruyor da tohumlarım hep uykuda anne. Dayanamıyorum anne. Siz orda kalabalık sofralara çay taşırken, tabağımda gide gele bayatlayan kurabiyenin yalnızlığı içimi kemiriyor. Coşkulu bayram temizliklerinize karşılık bir avuç toz bulutu verebiliyorum genzimi yakan. Bayram sabahlarımı da apar topar gittiğim bir restoranta sıkıştırıyorum. Dayanamıyorum anne. Dünyayı görmeye gidecektim ben. Dünyadan koparılmak değildi niyetim. Keşke bir takvim verebilsem anne. Çayı koyun, geliyorum desem. Dayanamıyorum anne. Seni ne çok özledim bir bilsen. Bir söyleyebilsem. Hep dudaklarımdaki serçeden. Seni çok özledim anne.

21


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

Ömer Dilbaz (Seyyah)

YORGUN Hüzünler yorgun, Merhametsizlik insansızlığın gözlerinden akarken. Sevgiler dargın, Zulüm çocukların başını zalim elleriyle okşarken. Sözler durgun, Vicdansız dillerden şefkatsiz gönüllere akarken. Güneş ağlamaklı, Dili lâl olmuş dünyaya doğarken. Rüzgâr utanıyor, Kulakları sağır dünyada eserken. Zaman şaşkın, Olanları seyredip insanlar hiç olmamış gibi yaşarken. Şefkat hasta, Çocuklar annesiz, anneler çocuksuz bırakılırken. Yine de mazlumlar ümitli, Yusuf ’u zindandan alıp sultan yapan, İbrahim’i yakacak ateşi gül eden, Yunus’u balık karnından kurtaran, Musa’ya Kızıldenizi yardırıp, Firavunu Kızıldeniz’e gömen, Merhametlilerin merhametlisi, Rahman ve Rahim olan, Allah’a bağlıyken...

22


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

VURGUN Yazmaya itiyor bu coğrafya, Ne yapılır başka bilmiyorum. Bir de gerekiyor istifra, Yürek ancak böyle temizlenir sanıyorum… Ben bilmem nasıl silinir duvarlar ağıtlardan. Nasıl çıkar is kokusu yanmış ciğerlerin… Kurumuş hayaller, kapı açık unutulmuş belli… Seni beni bölen makas keskin mi?.. Bütün bu haksızlıklar sahi değdi mi?.. Neye mâl oldu hayatımız?.. Nerede bu kazıyarak aldığınız kanatlarımız?.. Uçabilmek bu kadar korkutuyor muydu size?.. Dumanı elbet tütecek yarınlara ithafen Yazıyorum, elimden başka bir şey gelmeden. Yeşertmez diye güvendiğiniz kışa binaen, Bir gün açar kardelen… Dilara

23


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

TUHAF

“Dalgalar.. Sakin bir denizi izlemek ne hoştur. Ya fırtınada?.. Aynı dalgalar ürperti vermez mi insana?”

T

Esra Dolunay

uhaf (Bir.. iki.. üç.. Nefesini tut. Şimdi ver. Tekrar... İşte uğuldama geçiyor. Her şey tekrar gün yüzüne çıkıyor. Deniz dibinden yüzeye yaklaşmak gibi… Ve sonra başını sudan çıkarmak gibi… Şimdi dipteki bulanıklık, berraklığa dönüyor. bozuk frekanslar ve karıncalı görüntüler netleşiyor. Gözlerimi açabilirim.

Burada bir yazar yok. Kalemini aldım ondan. Yaşamamış birinden beni anlatmasını mı isteyecektim! Buna cüret edebilecek miydi? Aslında alışmışız üçüncü kişiden dinlemeye bir başkasının öyküsünü. Bu hep daha cazip gelmiştir. Çünkü sorumlu olmazsın. Dışarıdan bir olayı izliyor gibi hissedersin. Oysa sen okuyan kişi, şu an savunmasızsın. Tam buradasın. Ne olduysa sen de şahit oldun. Buradaki Ben’in yani kahramanın tek tanığısın. Sorumlusun! ... -Eve gidiyoruz kızım! Sevdiğin çikolatalı pudingten yaptım. Ama yemekten sonra yiyebilirsin tamam mı? Israr etmek yok! - Yaşasın!! Parka ne zaman gideceğiz anne? Bak sağda!... -Nerede? Evet gördüm. Haftasonu gideceğiz, söz. Hah! Otobüsümüz geldi. Sana da kart basmak gerek 9 yaşını geçtin. Neden olmadı bu ? Adam yine tuhaf bakıyor. Geçelim biz. Şurası boş gel kucağıma otur bakalım. -Bu teyze neden öyle bakıyor peki. -Önemli değil kızım. Sen kitabını oku! İnsanlar alışılmadık bir şey gördüklerinde böyledir. (Dalgalar.. Sakin bir denizi izlemek ne hoştur. Ya fırtınada?.. Aynı dalgalar ürperti vermez mi insana?)

-Son durak. Geldik.. İniyoruz hadi. -Babam bizi bekliyor değil mi? İşten geldi mi? -Yeni gelmiştir. Hadi sen bas bakalım asansör tuşuna. Hay Allah ışık söndü. - İyi misiniz? -Yetişemiyorum düğmeye anne! - İlacımı almayı geciktirmişim. Basit bir atak. -Tamam ben basarım. Alt katımızdaki teyze de binecek - Ne zamandır bu belirtiler var? sanırım. -Hatırlamıyorum. Buraya geldiğimden beri. -İyi günler! Biz de yukarı çıkıyorduk. -Ne zaman geldiniz? -Size de.. - ...bir dakika bakayım. Evet… ay... yani bir kaç ay önce. (İşte o da böyle bakıyor.. Kendimi tuhaf sanırdım ..) - Atak sırasında gördükleriniz ve hissettikleriniz neler? -Çamurlu ayaklar.. yağmur.. dalgalar.. ışık - karanlık.. -Biz geldik! Bak baban gelmiş işten. yosun kokusu.. kuşlar.. kırmızı kurdela ve uğultu.. -Hoşgeldin. Nasıl geçti doktor randevusu? -İlacınızın dozunda değişiklik yapıp tekrar yazıyorum. -Aynı. Düzenli devam edersem daha iyi olacak. Akşam yeYalnız mı geldiniz? meğine kadar dinlensem iyi olur. Biraz yorulmuşum. Sen -Hayır, kızım dışarıda bekliyor . kızımıza göz kulak ol. -Geçmiş olsun. Haftaya kontrol için bekliyorum. -Biraz dinlen istersen. Her şey daha iyi olacak tamam mı? -Teşekkür ederim. (sen de tuhaf bakıyorsun.) ... ... Dışarıya çıktım. Köşede uslu uslu oturan küçük kızım ve Gözlerim ağırlaşıyor. Sehpanın üzerindeki resim.. Hep begüzel gülümsemesi.. Şimdi daha iyi hissettim işte. Ben kim raberiz. Hâlâ aynı kıyafetleri giyiyorsun kızım. Bu kırmızı miyim? Bu öyküde yerini almış bir kahraman.. Öyles- kurdelayı çok sevdiğinden mi çıkarmıyorsun? Ne tuhaf.. ine uydurulmuş mu sanıyorsun?.. Sen uzaktan okuyan! Ayakların çamurlu neden yıkamadın daha? Artık benim24


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6 le konuşmuyor musun? Akşam yemeğine kadar uyuyayım. Sonra hepsi geçecek.. Gözlerim ağırlaşıyor... -Çamura batıyorum anne! -Eve varınca sileriz. Yürümeye devam et! -Bacaklarım ağrıyor! -Burada duramayız yürü hadi! -Ayaklarım yere değmiyor. -Tutun bana az kaldı. Bak ışıklar orada... Dalgalar... Yosun kokusu... Hırçın dalgalar... Siyah gece. Sakinleşen dalgalar... Yüzeyde serin hafif dalgalar… Dalgalarda kaybolan kırmızı kurdela...

25


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

AYRILIK

Y

üreği acıtan bir yaradır ayrılık, gönlü derinden sızlatır. Vuslatın zamanını bilmeden insanın sevdiğinden sevdiklerinden kopmasıdır. Adem’in cennetten çıkması, Yusuf ’un Yakup’tan kopması, İbrahim’in Hacer’den ayrılması, Yunus’un Ninova’dan ve Canlar Canı’nın Mekke’den gidişidir ayrılık. Hepsi sabrın, imtihanın başlangıcıdır. Ama ne var ki tüm ayrılıklardan sonra gelir güzellikler ve şükredilecek nimetler. Adem cennetten çıkmasaydı insan insan olamayacaktı belki de. Yusuf ’un gönüllere ve Mısır’a sultan oluşu Yakub’un gözyaşlarında, Yusuf ’un ayrılık hasretindeydi. Ninova’nın hidayeti Yunus’un ayrılığındaydı. İsmail’in sırrı, zemzemin sebebi Kabe’nin inşaası Hacer’in ve İbrahim’in ayrılığındaydı. Medine’nin varoluşu Mekke’nin değeri Ballar Balı’nın ayrılığındaydı. Evet ayrılık zordu meşakkatliydi, çileliydi fakat bir o kadar da hayırlı bereketli ve lütufluydu. Ayrılık zor olsa da içindeki sır zorluğunda gizliydi. Kıymetli olan her şeyin bir bedeli vardı ve bu bedeli ödeyenler de en kıymetli olanlardı…

ACEMİ SEYYAH

26


Ses Dergisi

İYİ SEVMELER

Ocak / 2020 Sayı 6

RABİA

“Sana ben şiirler sözler büyüttüm.” İçime en çok dokunan iltifat. En kıymetli ilan-ı aşk. Ama söyleyemedim diyor yazar.... Yazabilmek zaten zor zanaat, üstüne O’na yazabilmek çok yüce. “O” yerine kimi koyarsanız işte. Kalbinize “O” dediğinizde kim geliyorsa. Düşünsenize: Biri sizin için sözler büyütüyor. Büyümenin ve büyütmenin hengamesinde… Çiçek büyütmek gibi bir şey değil işte. Sevilmek tabii ki çok güzel. Ama sevmek… Hatta çok sevmek daha güzel. Öyle güzel ve öyle özel... Şiirler ve sözler büyütün sevdiklerinize. Sevgiyi göstermenin bir yolu kelimeleriniz işte. Baharlar ve yazlar büyütün o kişiye. Ya da en sevdiğiniz mevsimi. Ama söyleyin olur mu? Şarkı gibi hüzünlü olmasın sonu. Her şeyi söyleyin. Büyüttüğünüz her kelimeyi. Şarkılar yazın, ama okuyun. Ve yanınızda ise hep dokunun…

27


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

SANA GELDİM RABBİM

Zaman diye bilinen uçsuz tünelde, 72’den beri göçerek geldim. Sen ‘’OL’’ dedin; yekpare oldu kainat, Ben de o hengamede, oldum da geldim. Oldum demek yakışmadı, olmadım henüz, Geceyle gündüzü etmedim ters-yüz, Baharlar aynı bahar, güzler aynı güz, Sağımı solumu şaştım da geldim. Dört başı mamur gezerdim yerde, Parça parça oldum şimdi çöllerde, Her yanımdan biraz keder derdim de, Mahzunca boynumu büktüm de geldim. Ne güzeldi ilk yola çıkışlarımız, Nemli gözlerle âtîye dalışlarımız, Bitmedi, bitmeyecek umutlarımız, Çeyiz gibi heybeme koydum da geldim. Hani kırmızılı bir kızçe vardı, Üşüdüm, yoruldum diye ağlardı, O ağladıkça benim içim yanardı, Gözyaşım şahidim, aldım da geldim. Gökhan hoca Açıkkollu, arar hakkını, Vermediler Gülsüm’e ilaçlarını, Daha nicelerinin feryatlarını, Duyarsın, şahitsin... bildim de geldim. Görüş yollarında kaybolan canlar, Arşı titretiyor edilen ahlar, Görülür hesabı, elbet vakti var, Tecdid-i iman eyledim geldim. Ah! O dostların susması yok mu? Vefasızlık desem acaba çok mu? Çokları aç iken bazısı tok mu? Lokmaları boğazıma dizdim de geldim. Sevdiklerini yanına aldın, hep bir bir, Geride biz kaldık acep nedendir? İnan Rabbim, nefsim senin bendendir... Gidenlere yetişemedim, koştum da geldim.

28

Mucib(cc)’sin, kapından kovmazsın zinhar, Şu satırlarım ahirette delil olsunlar, Yolundan dönmez, yola başın koyanlar, Efendim(sav)’in şefaatini umdum da geldim.

SİBEL IRMAK


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

GÖNÜL SOHBETİ

K

alem yine tuttu kağıdın elinden. Naif bir parantez açtılar geceye birlikte. Çay dumanıyla eşlik etti sohbetlerine:

- “Hasret” diye fısıldadı kalem kağıda. “Ne kadar kalabalık bir kelime. Her şey sığıyor içine yaşını aldıkça insan. Hasret.. İki büklüm ediyor belini kalemin. Yazması kolay yaşaması güç; söylemesi kolay katlanması güç...” - “Ya beklemek” diye sordu kağıt. - “Beklemek... İnsanın duygularına iğne iğne saplanan bir acı. Beklemek, bekledikçe durulmak hatta mayalanmak gibi. Mayalandıkça kıymetlenmek gibi.. Beklemek sabrın ikiz kardeşidir. Sabır küserse ruh kurur kalır güz yaprakları misali. Kalem doğrultamaz belini. Gönül, zihin hapishanesinde biçare bekler ışığı. Sebepler yağar ümidin üstüne, dolu vurmuş bahar çiçeklerine döner ümit.” - “İlacı yok mudur peki bu halin?” dedi kağıt. -”Olmaz mı?” diye cevapladı kalem. “İlaçların en tesirlisi, siyah-beyaz dünyayı rengarenk yapan, ışığı görmezden gelip zifiri karanlıkta yürüyenlerin kandili olan, göğüs kafesinde kilitli kalmışların elinden tutup dışarı çıkaran, yangın yerlerini deniz derya yapan... Tevekkül!” Ve ekledi kalem; - “Eğer gönlün göğe dönük yaşarsan, hasret yazılan tevekkül okunur vesselam...”

SEVGİ NEVA FIRAT

29


Ses Dergisi

BENİM BAYRAMIM

Ocak / 2020 Sayı 6

Sadık-ı Meva

“Vedalaşıyor herkes! Bense babama sımsıkı sarılıyorum. Kulağıma eğilip “bu evin direği sensin kızım!” diyor. Önce Allah’a sonra birbirimize emanet ediyor bizi.“

K

aranlık bir sokakta yürüyorum, adımımı nereye attığımı göremeden. Pis bir koku geliyor burnuma ve etrafıma bakıyorum kimseler yok. Adımlarımı hızlandırmaya başlıyorum şayet durduğum yerde kalmış olsam belki korkum iki katına çıkacak. Koşarken peşimden birilerinin geldiğini hissediyorum. Hızımı iyice arttırıyorum arkamdaki insandan kurtulmak için ama nafile! Şu an soğuk nefesini ensemde hissediyorum. Birisi omzumdan tutup yakalayıveriyor beni ve elindeki bıçağı acımasızca sırtıma saplıyor. Bu dayanılmaz acı ile sokağın ortasına seriliveriyorum! Alarmın sesi ile uyandım bu kabus dolu uykudan. Bu nasıl bir rüyaydı böyle! Sırtıma saplanan bıçağın acısı hala sırtımda sanki. Felaket bir acı! Doğrulmaya çalışıyorum; yok yok bu acı beni yatağa kilitlemiş durumda, kalkamıyorum. Bedenim nasıl kasıldıysa sanki gerçekten sırtımdan bıçaklanmış gibiyim. Odamın kapısını annem aralıyor, “hazırlan!” diyecek muhtemelen. Bugün bayram da… Burada gelenek midir nedir bayramın ilk günü herkes köyüne gider. Birbirlerinin hal ve ahvallerinden haberi olmayan pek kıymetli akrabalarımızın buluştuğu gündür bayramın ilk günü. Köye gideceğiz anlayacağınız! Sabahın nurunda hem de... Bayram demiştim değil mi? Bu seferki bayram kendisini pek bayram gibi hissettirmiyor bana. Hani evlerde bayram sabahı herkes erkenden uyanır, ailenin bütün fertleri bayramı karşılamak için hazırlık içindedir ya! Anneler kahvaltı hazırlar, kızları sofranın kurulmasına yardımcı olur ve saire… İşte bu bayram sabahı bu anlattıklarımdan eser yok! Biliyorum bu bayram pek de istediğim gibi geçmeyecek. Benim gerçek bayramım ne zaman başlıyor biliyor musunuz? Bayramın ikinci günü yani babama sarılabileceğim “açık görüş” günü! Küçük çocukların babalarına kavuştuğu gün. Annelerin evlatlarına hasretle sarıldığı işte o gün benim bayram günüm. Aile fertlerinin birbirlerine kavuştuğu bu günde herkes pek mesut. Eminim ki o güzel insanların yüzündeki mutluluk güneşini siz de görmek isterdiniz. Ne acılar yaşanıyor biliyor musunuz? Ben babama ayda bir sarılabiliyorken başka çocuklar beş altı aydır sesini bile duyamıyor babalarının -gözyaşlarım hemen de akıveriyor!- Bayramın ikinci günü geldiğinde herkes ama

30


Ses Dergisi herkes ancak sevdikleriyle beraber olabilecek. Şimdi size oturup da pek kıymetli akrabalarımdan bahsetmek istemiyorum, hele hele bayramın ilk gününden asla! Direkt bayramın ikinci gününden mevzuya gireyim. Çünkü ben size gerçek bayramımdan bahsetme istiyorum. Benim gibi olan insanların bayramından… Görüş günü sabahı erkenden kalkıyor bir güzel hazırlanıyorsunuz. Sonra da zalim gardiyanlar sizi ararken her şeyiniz alt üst oluveriyor. Kaç tane kontrol noktası ve aramadan geçiyoruz biliyor musunuz? Neyse beş dakika sonra babamı göreceğim ya az daha “sabır!” diyerek kendimi teskin ediyorum. Babamın o huzur dolu gözlerini bir görseniz; “biz burada çok iyiyiz, sağ olsun arkadaşlar her türlü yardımcı oluyor bize!” deyişini... Bizi teskin ediyor kendince ve gönlümüzde yanan ateşleri görürcesine yangınımızı söndürmeye çalışıyor bu naif kelimeleri ile… Babam ve babam gibileri hep böyledir zaten! Onlar içeride hep iyidir, sadece hasret ağır gelir yüreklere, gözyaşları sağanak olmuş yağıyordur kalplere... Annem ve iki kardeşim ile hemen bir masa seçiyor ve oturduğumuz yerden kapının açılmasını bekliyoruz. Çok pardon ya oturduğumuz yerden olur mu? Ayakta bekliyoruz her birimiz gelecek olanları... O günü hiç unutamam. Çoğu insan ayakta! Kimisi evladını kimisi eşini kimisi abisini kimisi de babasını bekliyor... Ayaktayız ve pür dikkat kapının ardındaki ayak seslerini dinliyor kulaklarımız. Az sonra kapının açılışını ve o mütebessim çehreleriyle içeriye giren güzel

Ocak / 2020 Sayı 6 insanları görüyor gözlerimiz. Kapının ardından gelen insanları görünce kalabalık birden mutluluk çığlıkları atıveriyor. Allah’ım bu nasıl bir mutluluktur böyle! Annelerin gözleri doluveriyor, çocuklar babalarına doğru koşup sımsıkı bacaklarına sarılıyor. O “saliha”lar ayrı bir heyecanla eşlerinin masaya gelişini izliyorlar. O gözler, o gün muhatabına ne çok şey anlatıyor bir görseniz… Gözler konuşuyor adeta! Diller lâl olmuş sanki. Bakışlar, komutayı eline almış anlatıyor gönlün hasret namelerini... Öyle mutlu ki herkes sanırsınız hapishanede değiliz, gardiyanlar bile mutlu! Gerçek mutluluk neymiş görün bakalım… Ve zaman hızla akıyor. Mutluluğumuz gardiyanın sevimsiz uyarısı ile son buluyor. Toplam görüş saati 45 dakika. Zaman, görüş anında sanki su gibi akıp gidiyor. Son dakikalara doğru aile fotoğrafı çekiniyoruz. Mutluyuz mutlu, gülümsüyoruz kameraya. Niye mutlu olmayalım? Benim babam suçlu değil ki! Niçin üzülelim, Allah aşkına! Ardından “görüş bitti!” sesi tırmalıyor kulaklarımızı. Bir beş dakika daha kalsalardı diyemiyorsunuz. Vedalaşıyor herkes! Bense babama sımsıkı sarılıyorum. Kulağıma eğilip “bu evin direği sensin kızım!” diyor. Önce Allah’a sonra birbirimize emanet ediyor bizi. Omuzlarıma yüklenen bu ağır yükü Rabbime havale ediyorum. Gidiyor güzel insanlar, sevdiklerini arkada bırakıp çilenin dört duvarına geri dönüyorlar. Gönlünüzü ferah tutun a dostlar! Gün gelecek bu masum insanlar alınlarının akıyla çıkacaklar! Yaşadıkları bu olayları hatırladıklarında ise “Hey gidi günler!” diyecekler. Elemi gidecek lezzeti kalacak… Selametle kalınız!

31


Ses Dergisi

AH İSTANBUL

Ocak / 2020 Sayı 6

YASEMİN TATLISEVEN

“Mısır çarşısından her geçişimizde, kahve kokularını duyar ,alışveriş telaşından içmeye fırsat bulamaz ama ”Eve gidince ilk işimiz Türk kahvesi içmek olsun” derdik ya hani… Hala eve gidince kahve içmeyi unutuyorum.”

Y

aşanmışlıkları hatırlamak… Cam kırıklarının üzerinde, Yalınayak yürümeye benzer bazen… Hem canına batar, hem hatırlarsın! Yaz akşamlarında, Eminönü’nden vapura biner, karşıya geçerdik. Sıcak ve bunaltıcı havanın aksine, vapur püfür püfür eserdi. Çocuklar martılara simit atardı. Işıldayan Galata Köprüsü’ne bakar, gittikçe küçülen Karaköy’ü ve Galata Kulesini bir masalın içindeymiş gibi izlerdik. Diğer yandan gökyüzü kızıl mavi tonlarını alır, Topkapı Sarayı’nın ardına düşen minareler, o muhteşem İstanbul silüetini oluştururdu. Bir ressamın fırçasından çıkmış eşsiz bir tabloya benzer, seyrine doyamazdık. Vapur karşıya yaklaşınca, yüzümüzü Haydarpaşa’ya döner, Üsküdar’a gelince inerdik. Kız Kulesine karşı çay içmenin keyfi bambaşkaydı. Üsküdar’dan Kadıköy’e yürümüşlüğümüz vardı bir keresinde… Çocukların ellerinden tutmuştuk, yorulmuşlardı. Siz yokken yine vapura bindim. Martılara simit attım, İstanbul silüetine baktım.Tuvalden bütün renkleri çalmışlar da sadece siyah ve beyazı bırakmışlardı sanki…Çayların da eski tadı yoktu artık… Mısır çarşısından her geçişimizde, kahve kokularını duyar ,alışveriş telaşından içmeye fırsat bulamaz ama ”Eve gidince ilk işimiz Türk kahvesi içmek olsun” derdik ya hani… Hala eve gidince kahve içmeyi unutuyorum. Haliç’in o eşsiz manzarasında, Süleymaniye’nin alt sokaklarında hala kayboluyorum. Şu Yeni Camii’de beraber iki rekat namaz kılsak ta hafiflese üzerimizdeki yük diyorum. Fatih camiinin avlusunda kedilerin peşinde koşturup duran çocukları gördükçe, bizim çocuklar geliyor gözlerimin önüne… Ne çok severlerdi kedileri… Veznecilerde otobüs beklerken yağmurda ıslanışımız düşüyor aklıma… Koşarak kendimizi Beyazıt’a atışımız… Buram buram tarih kokan caddelerden geçip, Çemberlitaş’tan Sultanahmet’e yürüyüşümüz…Tüm haşmetiyle karşılıklı duran Sultanahmet ve Ayasofya’yı görünce, “Asırlardır sanki birbirlerini izliyorlar” derdin. Son gidişimde At Meydanı’nda oturup, okunan ezanları dinledim. Sanki buralarda bir yerdeymişsiniz gibi gözlerim sizi aradı. Bir süre sonra yalnızlığımı farkettim. Yüzlerce yabancı insanın arasına ben de karıştım. Gülhane’ye doğru indim, hep yaptığımız gibi Sarayburnu’ndan Eminönü’ne kıvrıldım. Sirkeci’de eski tren garının önünde resim çektirmiştik. Nereden bilecektik son fotoğrafımız olduğunu!..Ve bir daha aynı karede gülümseyebilecek miydik kimbilir? Kapalı Çarşıda gezmeyi ne çok severdik. Bana ilk gösterdiğin kapısını ezberledim, mıh gibi aklımda! Diğer kapılarını hala karıştırıyorum. Mahmutpaşa’da kalabalık dükkanların arasında dolaşırken, oğlumuza aldığımız sünnetlikleri hatırlıyorum. Atmaya kıyamadım, anneme

32


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6 götürdüm, bazanın altına sakladım. Bir gün dönersek hatıra kalsın diye! Eski Edirne Asfaltında minübüsten iner, sohbet ede ede şu yokuştan Eyüp’e giderdik. O yorgunlukla hiç üşenmeden Eyüp’ten Feshane’ ye yürür, bazen teleferikle Pier Loti’ye çıkar, Haliç’e karşı kahve içerdik. Eyüp Sultan Hz.’nin türbesi ziyarete açıksa bizden mutlusu olmazdı. En sıkıntılı zamanlarımızda bile gelip sığınır, huzur bulurduk. Şimdi sen bu güzel sahabeye kilometrelerce uzaktasın. Kaç kez yapayalnız geldim, bizim için dua ettim. İçim ferahladı ferahlamasına ama anılar daha çok canımı yaktı. Bir seferinde camiinin dış avlusunda boş bir banka oturdum. Sonra yanıma bir çift geldi.Sanki tartışıyor gibiydiler. İçimden birbirinizin kıymetini bilin dedim. Gözlerim dolarak yanlarından uzaklaştım. Kalabalık metro istasyonlarında, akşamları iş çıkışı buluşmalarımızı hatırlıyorum. Hep durduğun o köşe boş şimdi, mahzun! Kayıp eşya bürosunun yanında durup beni beklerdin. Sonra beraber metrobüse biner o sıcacık evimize giderdik.Yol boyunca o gün işyerinde yaşadıklarımızı anlatırdık. Oturabilmişsek eğer başımı omzuna yaslar uykuya bile dalardım. Varlığının gölgesindeki o güvenli uykularımı bilsen nasıl arıyorum. Çocuklar okuldan gelmiş olur, bize kapıyı açarlardı. Tenceremiz kaynar, evimizden gülüş cümbüş eksik olmazdı. İlk evimizin olduğu mahalleden her geçişimde, uzaktan semt pazarının kurulduğu caddeyi izliyorum. Evcilik oynar gibi mutlu ve neşeli olduğumuz ilk yılları düşünüyorum. Oğlumuzun doğduğu Bakırköy’de ve kızımızın doğduğu Yenibosna’da sevinçten elin ayağına dolaşmış hallerin geliyor aklıma… Evlenmeden önce mobilyacılar sitesindeki koşturmacamız… Mağaza mağaza gezip, bütçemize uygun mobilya arayışımız… Yıllar sonra bir gecede hayatımız değişince, aylarca taksitlerini ödediğimiz eşyaları hiç düşünmeden, bir çırpıda sokağa atışımız! Çengelköy çınar altında saatlerce tek başıma oturup, kalabalıklar halinde gelen gruplara bakıyorum. Ortaköy’e yürüyor, bir kumpiri bitiremiyorum. İstiklal caddesinde, ışıl ışıl dükkanların arasında dolaşıyor, vitrinleri adeta görmüyorum. Dolmabahçe’de kendime bir çay söyleyip yalnızlığımda demleniyorum. N’apayım ben de böyle her köşe başında bir anıyı tazeliyor ve sizi anıyorum. Sevdiklerim yokken içinde üzgünüm ama İstanbul senden bile keyif alamıyorum. Kızkulesi’ne gitmeyi çok istiyorduk ta bir türlü fırsat bulamıyorduk. Olsun onu da yapılacaklar listesine attım, başka baharlara saklıyorum. Ulus’tan boğazın ışıklarını seyrederken hani şairliğim tutardı “Gece olunca ışıktan gerdanlığını takıyorsun ya boğazına, öyle daha bir güzel oluyorsun” diye methiyeler dizerdim İstanbul’a… Yakınlarından geçsek uğramadan edemediğin Vefa Bozacısı, olmazsa olmazın! Ve bu baharda lale bahçelerini birlikte gezemeyecek oluşumuz Emirgan’ın… Ah İstanbul! Sen şimdi bizim için yarım kalmış bir şarkısın… Bestekarı kim vurduya gitmiş! Faili meçhul…

33


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

AYNALAR Sana bakıp görüyorum kendimi Ancak bir ricam var. Yaparsın di mi? İster mutlu görüm sendeki beni Üzgün bakışları yok et aynalar Beni sen genç göster, sen gümrah göster Ateşli, kuvvetli, tam ferrah göster Yine saçlarımı simsiyah göster Beyaz saçlarımı kaybet aynalar Gördüğün her şeyi atma önüme İyilik yap verme sen beni zulme Çoktur hatalarım vurma yüzüme Sessizce kenardan seyret aynalar Merak ettim, söyle sen beni şahsen Nasıl biriymişim görüyorsun sen Ah dilin olsa da anlatabilsen Sohbetimiz hoş olurdu aynalar Sanki şair olmamış filan gibi Çocuksu bakışlı bir civan gibi Yansıt beni sade bir insan gibi Gerek değil bana şöhret, aynalar

Elvin Mütaliboğlu

34


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

YAĞMUR YAĞMALIYDI ŞİMDİ Yağmur yağmalıydı şimdi Şöyle sırılsıklam olmalıydık Ama elele Islanmak bile üşütmemeliydi bizi Aşkın ateşiyle ısınmalıydık Yağmur yağmalıydı şimdi Rengarenk şemsiyemizin altında Hayatımı nasıl renklendirdiğini anlatmalıydım uzun uzun Köşedeki çiçekçiden bir gül almalıydın Tıpkı bizim gibi sırılsıklam Ve tıpkı bizim gibi aşka yakışan Yakışmalı sevda insana Öyle uzun uzun konuşturmalı Delice güldürmeli Sevda bu ya! Gül gibi koklatmalı Her yanı aşk kokusu sarmalı Yağmur yağmalıydı şimdi Ilık ılık akmalıydı bulutlardan Tıpkı senin yüreğime akan sevdan gibi Yağmur yağmalıydı şimdi Bir Kasım akşamı hayatıma rahmet gibi yağman gibi Ölmüş toprağa can veren rahmet gibi Ölmüş ruhuma can verdin sen Yağmur yağmalıydı şimdi Sel olup akmalıydı tüm kötülükler Ayrılığın acısını Sel olmuş gözyaşlarım alıp götürmüyor Neden? Oysa yağmur yağmalıydı şimdi Ve gitmeliydi kalbimden tüm hüzünler Zeynep

Gür

35


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6

GİDELİM Açılsın artık kilitleri kapıların… Çözülsün iplerdeki düğümler… Kalksın yolların engelleri bir bir... Dağılsın gökteki kara bulutlar… Sevgilim… Gidelim… Hayli vakit kaybettik… Çokça da anı… Bak, iki çiçek büyüyor bizden uzakta, Kokusundan bîhaber… Bir yudum su veremeden köküne yaprağına… Hatırası olamadan, toprağını birlikte değiştirdiğimiz bir tek günün dahi… Oysa onlar “benim” çiçeklerimdi, “bensiz” büyüyorlar… Henüz bilmiyorum bile, neresi “yerini sevdi” açtı dedikleri… Ama ben sevmedim... Gidelim… Hem... Memleket gibi de kokmuyor hiç buralar… Dağların heybeti yok… Yolların öyküsü yok… Türkülerin derdi yok… Denizlerin martısı yok... Hele insanına diyecek gayri söz yok… Kumruların sesi karşılamıyor sabahları... Kedileri bile hep tutsak… Sürgün gibi bakıyor gözleri en sevdiğim köpeklerin… Ne yemeğin tuzu var, ne bayramın adı… Burda suyun bile tadı yok!.. Çok susadım … Gidelim... Öyle de zor ki tutunmak, gitmeyen bilmez… Hani bir sabah uyandığında, Sağır dilsiz ve kör uyanmak gibi; anlayamıyorsun ki kimseleri... Ve hani bir gece uyuduğunda , Karabasan çökmüş sanki, Boğazında bir yumru gibi, Anlatamıyorsun ki kimselere... Sesi yabancı, sözü yabancı, yüzü yabancı… Koskoca bir hayat tümden “yaban” - cı Uzay boşluğunda yersiz, yönsüz bir “son”suz gibi… Işığı aradıkça bulamadığın bir karanlık gibi… Umuda sarılıp beklediğinde, daha da çok uzayan saatler gibi… Uzandıkça uzaklaşan çöldeki serap gibi… Öyle de zor… Gidelim... Bak, rüzgarı daha da uzağa savuruyor dağılmış parçalarımızı… Yağmuru bile hiddetli yağıyor üstümüze… Üstelik güneşi de hiç ısıtmıyor… Üşüyorum… Gidelim… Açılsın artık kilitleri kapıların… Çözülsün iplerdeki düğümler… Kalksın yolların engelleri bir bir... Dağılsın gökteki kara bulutlar… Sevgilim… Evimize Gidelim…

36

Sinem Der Ki


Ses Dergisi

BAHAR ÇİÇEKLERİ

Ocak / 2020 Sayı 6

ZEYNEP K.

Kopkoyu sis çöktü o Temmuz’da ülkeye Sinsi tuzaklar kurulmuştu her köşeye Uyudular kanlı ve karanlık bir geceye Yazda zemheriye tutuldu bahar çiçekleri Uyandılar gömlekleri arkadan yırtık Hüküm verilmiş ceza kesindi artık Darbe yemişti adalet kayıptı hukuk Kara zindanlara atıldı bahar çiçekleri Çiçek değil zehirli dikendir dediler Katledilmeleri vaciptir fetva verdiler Ayaklar altında çiğnendi tepelendiler Soykırımla kırıldı bahar çiçekleri Kardeşleri de bu bendendir demedi Kimini anası babası kovdu reddetti Bıraktı toprağını hem ağladı hem gitti Uzaklara hicret etti bahar çiçekleri Kovalandılar diyar diyar nefretle Kin köpeği peşlerinde gitti her yere Kimi yaka paça getirildi geriye İşkencelere uğradı bahar çiçekleri Mevla dilemiş mutlak bahar gelecek Kışın ardından toprak yine dirilecek Bilirler ölseler de bu iş bitmeyecek Şevkle tohumlar saçtı bahar çiçekleri Karanlık kustu nura duyduğu nefreti Çalı ruhlar çekemedi alı moru yeşili Su vermediler kurutmak için hepsini Heyhat dünyaya yayıldı bahar çiçekleri

37


Ses Dergisi

Gazap Üzümleri J.Steinbeck

KİTAP DEĞERLENDİRME

B

ir süre okumaya ara verip son üç bölümü bir gecede bitirdiğim John Steinbeck’in bu romanından bahsetmeden olmazdı. Kitap oldukça sarsıcı, evet beni de sarstı; belki rahatsız etti. Rahatsız etmeliydi ki okumaya değsin. Öyle de oldu. İsminden az çok tahmin edileceği gibi daha iyi bir yaşam hayalleri ile yollara düşen on binlerce insan ve gazaba dönüşen hayatlar...Kısaca eserimiz, 1930’lu yıllarda Amerika’da “Büyük Buhran” dönemi. Küçük toprak sahiplerinin bankalar ve tüccarlar tarafından ellerinden toprakları alınıp Kaliforniya’ya göç etmek zorunda kalmaları ve orada hayata tutunmaya çalışmasını konu alıyor. Öncelikle epeyce hacimli olan bu eserin akıcılığından şüphe yok. Yaklaşık 550 sayfayı çabucak okuyabilirsiniz (başta sıkılıp ara vermezseniz). İster dışarıda yağmur ve fırtına varken okuyun, ister kavurucu sıcak… Zaten o dönemi kitaptaki aile ile beraber yaşamaya başlayacaksınız. Adım adım her dakikayı günleri ve mevsimleri beraber geçeceksiniz. Sanırım istemeseniz de bu eser zaten tüm hikayeyi beyninize çiviyle çakacaktır. Kapitalizm ve insan kavramlarını her bölümde farketmeden bazen de doğrudan sorgulamış yazar. Ayrıca aile olmanın ne demek olduğu ince ince örülmüş. Bir ara araçların motor seslerini duyacaksınız; bir başka bölümde açlığı ve bazen üşüdüğünüzü, kimi zaman da sıcaktan boğazınızın kuruduğunu hissedeceksiniz. En önemlisi de insanın bir üzüm kadar değeri olup olmadığını düşüneceksiniz. Unutamayacağım eserlerden biri olduğunu da ekleyeyim. Son paragrafı okuduğumda öylece “son” yazısına bakakalmak “bu nasıl bitiş?..” demek her

38

Ocak / 2020 Sayı 6


Ses Dergisi

Ocak / 2020 Sayı 6 eserde bulamayacağınız bir şey. Aynı yazarın “Fareler ve İnsanlar” kitabını okuyanlar kitaptaki gerçekçilikten rahatsız olmayacaktır ve muhteşem bir sonunun olduğunu tahmin edecektir. Bu eserin yazara Pulitzer Ödülü* kazandırmasına şaşırmadım. Ayrıca yazarımız Nobel Edebiyat Ödülünün de sahibi. Nasıl olur da böyle sıradan konuları bu kadar etkileyici anlatabiliyor, diyebilirsiniz. Sanırım ödülü de bu yüzden hakediyor. Belki romandaki gerçekçilik yazarın hayatından kaynaklanıyor. Çünkü J. Stainbeck Kaliforniya’da ırgatlık yapan bir ailenin çocuğuydu ve küçük yaşlarda çiftçilik yaptı. Bu tüm ayrıntıları iliklerimizde hissettirmesini açıklıyor gibi. Aslında yazmak için her zaman bir olayı yaşamak gerekmez ancak yaşadığını okura yaşatabilmek de, yaşamadığını hissettirmek kadar değerlidir bence. Her insanın hayatında okuması gereken önemli eserlerden biri olduğunu hatırlatalım. İşte kitaptan bir kaç alıntı: “Açlığını yalnızca guruldayan midesinde değil, çocuklarının yüzünde de duyan bir adamı nasıl durdurabilirsin ki? Onu korkutamazsın. O başka insanların ötesinde bir korkuyu tanımıştır.” “Ve nerede birileri özgür olmak için mücadele ediyorsa, onların gözüne bak anne, beni göreceksin.” “Evet, biliyorum, aynı dili konuşuyorlar. Ama aynı değiller yine de. Baksana nasıl yaşadıklarına!” “Herkes bu soruyu soruyor. Nereye gidiyoruz? Bana öyle geliyor ki, hiçbir yere gitmiyoruz. Her zaman yoldayız. Her zaman gidiyor ve gidiyoruz. Niçin insanlar bunu düşünmüyorlar?” ——————————————————*Pulitzer Ödülü: Amerika Birleşik Devletlerinde New York şehrinde, Columbia Üniversitesi tarafından verilen gazetecilik, edebiyat ve müzik ödülüdür.

Esra DOLUNAY

39


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.