SES DERGİSİ HAZİRAN 2020

Page 1


Haziran / 2020

SES DERGİSİ

İÇİNDEKİLER

Sayı 10

HAZİRAN 2020, SAYI 10

03 EDİTÖR NOTU Dergimizin yazarlarıyla yazarlık atölyesi başlatıldı. Ayrıca, dergiye "Mektuplar" diye bir köşe ve yazarlarımızla aylık röportajlar eklendi.

11 KANADA EDEBİYATI

24 MEKTUPLAR

03

Edebiyat tarihinde ilgiyle takip edilen türü olan Mektuplar, dergimizde de yerini aldı. Kahramanları gerçek hayattan, üslubu edebiyattan satırları okuyacaksınız

ALICE ANN MUNRO

16

ALTI YAZAR, BİR HİKAYE

YAZARLIK ATÖLYESİ

Bir ay boyunca genç yazarlarla çalıştığımız "şiir, deneme, öykü" çalışmalarımızdan bazılarını dergimizde yayınlıyoruz. Bu ay "Altı Yazar Bir Hikaye" yazdık.

28 OKUYUCU YORUM KÖŞESİ Her ay okuyuculardan gelen bazı yorumları sizinle paylaşıyoruz. Bu ay Kemal Gülen beyin dergimiz için kaleme aldığı bir yoruma yer verdik.

19

4-40

YASEMİN TATLISEVEN

DENEMELER

Zeynep Gür sordu, Yasemin Tatlıseven cevapladı. Hatıralar, edebiyata dair fikirler ve dahası....

sevgi, aşk, özlem, sitem, özgürlük, umut, neşe, fikir, isyan gibi duyguların gezdiği tüm alanlardan yazılar yer aldı.

2

47 ARKA KAPAK Her ay kullanacağımız bir imaj resmi, bir cümle ve bir paragrafla bir yıl boyunca dergimizin poetikasını yazmak istiyoruz. Bu ay Seyfullah Sacit Bey'in paragrafı ve dergiyi neden çıkarıyoruza bir cevap yazdık.: Macera değil bizimkisi, Ses olmaya geldik

sesdergisicanada@gmail.com www.sesdergisi.ca

10 KÜLTÜR-SANAT- EDEBİYAT

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Kanada Edebiyatı dünyanın en genç edebiyatlarından biri. Tema ve tarzları aynı olup dili iki olan dünyadaki özgün edebiyat.


SES DERGİSİ

Haziran / 2020

Sayı 10

Kültür - Sanat - Edebiyat

EDİTÖR’den

S

Yayın Editörü Sinem Der Ki Esra Dolunay Yayın Heyeti Seyfullah Sacit Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay Web dizayn: Enes Aydın

Kültür-Sanat-Edebiyat

Şerif Aydın

Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın

Ses Dergisi

evgili güzel dostlar, Haziran sayısıyla tekrar merhabalar. Her ayın son günlerinde başlayan telaş ve yoğunluğu “ne siz sorun ne ben söyleyim” demeyeceğim, siz sormadan ben söyleyeyim. Saatlerce bilgisayar başında çalışmalar, heyacanla okunan yazılar, kararsız kararsız bazı yazıları silbaştan tekrar okumalar... Yazı seçimi bitince “yazıları, şiirleri elenen arkadaşlara nasıl bir izahta bulunsam da yazma şevkleri kırılmasa”nın sancıları içinde iki-üç gün süren dizayn trafiği, uykusuz geceler... “Kapak dosya çalışması ne olacak?” diye zonlayan kafa ve en sonunda kapağa göre bazen birkaç saati bulan kapak dizaynı... “Eeee, sonra?” diyeceksiniz. Sonrası çok çok tatlı bir an. Her şey bitmiş, bir tuşa basıp PDF’ini aldıktan sonra, digital siteye yükleyip ardından sosyal medyadan duyurusunu yapıyorsunuz. Sonra? Sonrası “bir çay hakkettim” deyip, kendinize bir çay ikramıyla gelen yorumları okuyorsunuz. Şu anda editor sayfasını yazarken gece saat 03.33 her şey bitişe yakın, çayı sabah içerim diye umut ediyorum. Bu ayki sayıya kapak dosya çalışması için Kanadalı ünlü öykü yazarı ALICE ANN MUNRO’yu seçtik. Amacımız bir taraftan dokunulmamış konu ve yazarları işlemek, bir taraftan da Kuzey Amerika yazarlarını okuyucularımızla buluşturmak. Bu sayıda üç yenilik var. Birincisi ilk defa kendi yazarlarımızla röportaj’a başladık. İlk konuk yazarımız, dergimizin ilk sayısından beri bizimle olan sevgili Yasemin Tatlıseven hanımefendi. Hem kendisine hem de röportajı gerçekleştiren sevgili Zeynep Gür hanımefendiye teşekkür ediyorum. İkincisi, edebiyat tarihimizde tür olarak önemli bir yeri olan “Mektuplar” serisine başlamış olduk. Bundan böyle her sayıda bir mektup yer alacak. Üçüncüsü, bazı yazarlarımızla ortak yazarlık çalışmasına başladık. Her arkadaşın, bir bölümünü yazdığı, “Altı Yazar Bir Hikaye” başlığı ile yayımladığımız hikayeyimiz bu çalışmanın ürünü, umarım beğenirsiniz. Son olarak dergimizin müdavim kalemlerinden sevgili Seyfullah Sacit bey bu hafta dünya evine girdi. Hem kendisini hem sevgili eşini yürekten tebrik ediyoruz. Sevgiyle kalın dostlar...

Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın

Yayın Türü Uluslararası Sürekli Aylık Baskı Türü Dijital Dijital adres: www.issuu.com/enesengin iletişim: www.sesdergisi.ca Facebook: @sesdergisicanada Instagram: @sesdergisikanada Twitter: @sesdergisica www.youtube.com/sesdergisikanada E-mail: sesdergisicanada@gmail.com Adres: Ottawa, Kanada

Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisi’ne aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.

3


ALICE MUNRO

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Haziran / 2020

4

“Herkesin aynı olmadığını biliyorum ve hiçbir zaman da herkes eşit olmayacak. Fakat saygınlıklarını korumak için halktan uzak durmaları gerektiğini düşünenler en az düşmanın karşısında ölüm korkusuyla saklananlar kadar yerilmeyi hak eden kimseler.” A.M

Sayı 10


Sayı 10

Haziran / 2020

K

anadalı yazar Alice Ann Munro… Bir yazarın ömründe alabileceği en değerli ödülleri almış ama bu ödüllerden daha değerli olan ise okuyucularına, Kanada edebiyatını dünya gündemine taşıyacak, 15 öykü kitabı ve bir roman hediye etmiş. Kanada’da kitapları en çok satan yazarlardan birisi olan Munro’nun, bildiğim kadarıyla geçtiğimiz günlerde Türkçe’ye kazandırılan “Açık Sırlar” ile birlikte, sekiz kitabı çevrilmiş durumda. Dünya Nobel Ödülü’nü almış olmasaydı, belki bu öykükadını tanıma fırsatını yakalayamayacaktı bir çok kitap sever. Eğer daha okumadıysanız, gecikmeden ve arayı daha fazla uzatmadan okumanızı tavsiye ediyorum, eminim beğeneceksiniz. Mesela Can Yayınları’ndan çıkan “Firar” isimli kitabıyla başlayabilirsiniz veya “Bazı Kadınlar” ya da “Boyutlar” ile. Çehov’un hikâye tarzıyla benzerlik gösteren bir üslubu olan yazar, olayları değil insanları; dönemleri değil anları yazıyor. Onunla, hikâyelerindeki heyecanı kesintisiz yaşarsınız çünkü hikâyeleri uzundur ama sıkılmazsınız, sâdedir öyküleri, hikâyenin uzunluğuna rağmen dili ve temposu sizi yormaz. Bir eleştirmen;

Şerif Aydın

“Munro’nun kurgularında, öyküyü kimin, nasıl finale taşıyacağı belli değildir. Kartlarını tek tek açar yazar. Başta birbiriyle ilintisi yokmuş gibi görünen her kart, öykünün tamamlanmasıyla anlam kazanır. Belirsizliklerle olasılıkların kol gezdiği, bağlantıların kesinliğinin ortadan kalktığı bir anlamdır bu. Yazar, şüphenin tohumlarını atıp filizlenmesini sabırla beklemiş, yerleşip boy atmasını izlemeyi ya da hasat almayı okuruna bırakmıştır.” diyerek, tam da anlatmak istediğim betimlemeyi yapmış usta kalem hakkında. Peki kimdir Alice Munro? Kanada’da doğmuş ve büyümüş olan Munro, kazandığı bir bursla 1949 yılında Batı Ontario Üniversitesi’ne girer. Burada öğrenciyken ilk öyküsü olan “Dimensions of Shadows” (Gölgelerin Boyutları) yayımlanır. Ardından öğrenimini yarıda bırakarak evlenir, Vancouver’da bir banliyöye taşınır ve burada senelerce bir kitabevi işletir. İlk öykü derlemesi “Dance of Happy Shades” (Mutlu Hayaletlerin Dansı) 1968’te yayımlanır ve Kanada Edebiyat Ödülü’ne lâyık görülür. 2009 yılında kanser tedavisi gördüğünü ve by-pass 5

Kültür-Sanat-Edebiyat

ÖYKÜKADIN

Ses Dergisi

ALICE MUNRO


Haziran / 2020

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

ameliyatı geçirdiğini söyleyen yazar, bundan üç yıl sonra yaşam dolu bir kitap olan “Dear Life” ile yeniden yazım dünyasına girer. İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi’nin, “Çağdaş hikâyenin ustası.” sözleriyle tanımladığı Alice Munro, taşra yaşamına odaklanan öyküleriyle tanınıyor. 2009’da Man Booker Uluslararası Ödülü’ne de layık görülen Munro’ya, 2013 Nobel Edebiyat Ödülü’nün ise “Duruluk ve psikolojik gerçekçiliğiyle öne çıkan, incelikle işlenmiş hikâyeleri” nedeniyle verildiği açıklanır. Bu “duruluk” vurgusu önemlidir ve gerçekten de bu kelime, onun öykü anlayışını tam olarak yansıtır. Munro’nun belki de en dikkat çekici yanı, öykü türüne gösterdiği özen, ısrar ve devamlılıktır. On beş öykü kitabına (bir de roman) imza atan Munro, sadece öykü yazılarak da dünya çapında bir yazar olunabileceğini ispatlamıştır. Bu nedenle, onun öykücü kimliğiyle Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanması da anlamlıdır.

Size iddialı gelebilir ama okuduğunuzda hak vereceksiniz sanırım, İngilizce kısa öykü konusunda “Yaşayan yazarların en büyüğü”, “Çağımızın Çehov’u” olarak görülen Munro, hep öykü yazmış, (‘Lives of Girls and Women’ novella ya da roman olarak görülebilir.) onlarca öykü… Bazen bir mektupla ya da bir günlük yazısıyla, bazen çıkılan bir yolculukla, bazen belleğin garip oyunlarıyla, bir karşılaşma ya da tanışmayla, hayatın garip bir tesadüfüyle dönülen bir geçmiş bu. Bunun için başarıyla kullandığı kurmaca teknikleri var Munro’nun. Sâde yazmasıyla Çehov’a yaklaşsa da uzun hikâye yazmayı tercih etmesi ile de Çehov’dan uzaklaşır; çünkü Çehov, kısa öykü yazmanın öykünün bir erdemi olduğundan ve uzunlukta iktisattan yanayken, Munro uzunluk konusunda çok cömerttir. Herkese bir yönüyle yakın ama genel itibarıyla sadece kendisine benzeyen Munro’nun öykülerini, Katherine Mansfield ile Flannery O’Connor arasında bir yere yerleştirmek mümkündür; 6

Sayı 10 ama Mansfield’in yoğun anlatımı, betimlemeler ve çağrışıma yaslı kurgusu, onun öykülerinde olmamakla birlikte, seçtiği karakterler, olaylar, durumlar benzerdir. Bir “kadın yazar” olarak yarattığı kadın karakterleri, sâhici ve yaşayan birer kimliğe büründürmüş Munro. Tekrara girmeyecek kadar üretken ve sizi sıkmayacak kadar akıcı bir dili var onun. Mesela özgün adı “Too much Hapyness” olan “Bazı Kadınlar” kitabında, bizi on farklı öykü ve on farklı kadınla tanıştırıyor, onların yaşamına sokuyor. Öykülerinde, bize yabancı olmayan sahneler, davranışlar ve insan hâlleri, Munro’ya özgü, polisiye tadı veren gerilimle sürdürülüyor. Bir söyleşide; “Neden daha çok kadın?” sorusunu; “Onlar mutfakta daha çok zaman harcadıkları için konuşacak çok şeyleri var.” tümcesiyle açıkladığı kadar basit olmasa gerektir bunun sebebi. Belki bunda, yazarın kadın olmasının da rolü vardır. “Her öyküsü roman derinliğinde ve değerinde olan Kanadalı yazar “Öykü sevmiyorum, okuyamıyorum.” diyenlere bile öyküyü sevdirecek ve büyük bir hayranlıkla okutabilecek metinler kaleme alıyor. Son derece sâde ve doğal bir anlatımla, her bir kelimenin üzerinde durarak yazdığı öyküler, bilgece yazılmış birer “modern çağ trajedisi” olarak okunabilir. Bazen bir Yunan trajedisini anımsatıyor anlatı, bazen bir Rus romanını, bazen de Sheakspeare’in dramalarını… “Bu söylediklerimi ‘övgü’ olarak görebilirsiniz ancak bunlar benim uydurduğum değil, Munro hakkında yazılanlardan oluşan bir derleme sadece.” diyor S. Sezer. Sezer’in fazla bir şey söylemediğini düşünüyorum, çünkü hikâyelerini okuduğunuz zaman Munro’nun, sıradan insanların hayatına yeni bir bakış


Haziran / 2020

Sayı 10

iğinde tıkanmış olan Clara’nın “kaçış çabasını” anlatıyor. “Şans, Yakında ve Sessizlik” Juliet’in yaklaşık kırk yıllık hayatının belli başlı dönüm noktalarını aktarıyor; bir genç kadın olarak çıktığı bir yolculuk, aile evine geri dönüşü ve bir anne olarak kızının hayatından çıkışını. “Tutku”da, Grace’in yirmili yaşlarında, başından geçen tuhaf bir mâceranın hâtırasını okuyoruz. “Hatalar”da, küçük bir kız olan Lauren’in, ailesiyle birlikte yeni taşındığı kasabada, geçmişinin bilinmeyen hikâyesi açığa çıkıyor.

“Entrikalar” ise Robin’in hayatındaki bir karışıklığın, yıllar sonra ortaya çıkışına tanık ediyor bizi. Son olarak altmış altı sayfayla kitabın en uzun öyküsü olan “Güçler”de, Nancy, psişik güçleri olduğu düşünülen arkadaşı Tessa ve Nancy’nin evleneceği Wilf ile kuzeni Ollie’nin, 1927 yılında başlayan ilişkilerinin, on yıllar boyunca geçirdiği dramatik anların hikâyesini izliyoruz. Bunların her birisi, hayatın içinde hemen her toplumda sıklıkla görülebilecek yaşamsal sıkıntılar ve kadınların yüzleştiği acı, gerçek olaylar. Belki de yazarı bu kadar etkili kılan bir diğer yönü bu. Munro’ya işlediği konular açısından baktığınız zaman, o her toplumun yazarına benziyor diyorsunuz ama üslûbu açısından Amerikan yazarlarına benzer; çünkü sade, serinkanlı, derin bir anlatımı benimser. O, öykülerinde olayları aktarırken ve insan ilişkilerine yoğunlaşırken, anlatıcı, müdâhil, yorumcu ve yönlendirici değil, daha çok olay aktarıcı konumdadır ve ilginç olan bir yanı da neredeyse hiç tasvire başvurmadan, durumlar ve olayları sıralıyor olmasıdır. Hikâyelerinde, bolca konuşma ve hareketle örgülenmiş olaylar, okuyucuyu alıp götürür, insanlar bir araya gelir ve daha sonra bir şekilde yolları ayrılır. Sıradan, yoksul, taşralı ailelerin içerisinde geçen hikâyelerin kahramanlarını, aralarında geçen diyaloglardan tanırsınız, tasvirlerden değil. Aileler kimi zaman, hem 7

Kültür-Sanat-Edebiyat

Her öyküsü roman derinliğinde ve değerinde olan Kanadalı yazar “öykü sevmiyorum/okuyamıyorum” diyenlere bile öyküyü sevdirecek ve büyük bir hayranlıkla okutabilecek metinler kaleme alıyor. Son derece sade ve doğal bir anlatımla, her bir kelimenin üzerinde durarak yazdığı öyküler bilgece yazılmış birer “modern çağ trajedisi” olarak okunabilir.

Ses Dergisi

açısı getirdiğini göreksiniz. En son Türkçe’ye çevrilen “Açık Sırlar” kitabında, merkezde kadınların olduğu öyküleri okuyorsunuz mesela. Bu kitapta yazarın kendi öykü evrenini derinleştirmeye devam ettiğini görürsünüz. Kırsal kesimdeki kadın hâlleri, kadınların hayatlarını sürdürme şekilleri, evlilikleri, onların yalnızlıkları, kitabın konusu. Sırtında odun taşıyan kadınlar, evlilik bekleyen kızlar, aldatılan genç kızlar, aşk peşindeki kadınlar gibi konular etrafında dönen öykülerinin merkezinde, hep kadınlar vardır. Burada başarılı olan yönü; tümüyle kadın erkek ilişkilerine odaklanıp, kadınların penceresinden ilişki hikâye edilirken, kadınların dünyasının incelikle işleniyor olmasıdır. Yazarın/anlatıcının kadın olmasının, bu duyguların daha da berraklaşmasını, ayrıntıların ortaya çıkmasını sağladığını görüyorsunuz. Günümüz dünyasında bir kişi veya bir yazar bu kadar övülüyorsa, belki abartılı bulur veya reklam zannedersiniz ama “Firari”yi okuduktan sonra rahatlıkla “Munro hakkında söylenenler doğrudur.” dersiniz. Sekiz öyküden oluşan bu kitaba “Firar” ismini veren ilk öykü, hayatında ve evlil-


Haziran / 2020 kendi içindeki sorunlarla boğuşur, hem de dışarıdaki tehditlerle boğuşurlar; ama bu sıcak ve stresli gibi görünen olay örgüsünde, anlatıcı son derece serinkanlı ve dışarıdan bir gözle hikâyeyi aktarır.

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Munro’nun öykülerde anlattığı hayat, daha çok “geç(me) miş hayat” aslında. Sanki şunu fısıldıyor bu metinler bize: “Geçmiş bitmiş bir şey değildir, arkada kalmaz, bugündedir geçmiş…” Karakterlerini birkaç aydan, kırk yıla kadar uzanan bir geçmişe yollayan yazar, o geçmişi tıpkı o gün yaşanıyor gibi ustaca anlatır. Kanada’daki taşra toplumunda, kadının var olma savaşının mücadelesini yansıtan yazar; onları ölüm, değişmek veya gitmek gibi seçeneklerle karşı karşıya bırakır. Onun, “kadın duyarlı” öykülerinin en sık işlenen temalarından biri, “suçluluk duygusudur.” Kısacası; Alice Munro’yu okumadıysanız, kendinize zaman ayırıp okumaya başlayın derim. Edebiyatın dilini sevdiren “ÖYKÜKADIN”ı seveceksiniz…

Yazarın Türkçe’ye çevrilmiş kitapları: 1.Bazı Kadınlar, 2011 2.Çocuklar Kalıyor, 2012 3.Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik, 2013 4.Firar ( Kaçak), 2014 5. Sevgili Hayat, 2014 6. Castle Rock Manzarası, 2016 7. Gençlik Arkadaşım, 2016 8. Açık Sırlar, 2017

8

Sayı 10


Zafer Kaya

Haziran / 2020

KANADA EDEBİYATI

Sayı 10

K

Ses Dergisi

Gabrielle Roy Quebec, New Brunswick ve Nova Socotia’nın bir ulus devlet inşaa etme üzerine vardıkları mütâbakat sonrası, 1867’de kurdukları konfedarasyonla, yavaş yavaş bu alanda edebî türlerde eserler vermeye başladılar. Bu tarihten önceki eserler ise Isjouvelle France’i (Yeni Fransa) kuran çiftçiler, râhipler, tüccarlar ve yeni kurulan Amerika’dan göçüp, İngiliz yönetimini tercih edenler tarafından ortaya konmuş. Yerleşimden 1900’e Kanada Edebiyatında Düzyazı ve Şiir Kanada’nın ilk İngilizce yazarları, kâşifler, gezginler ve İngiliz subayları ve eşlerinden oluşan, İngiliz Kuzey Amerika izlenimlerini çizelgeler, günlükler, dergiler ve mektuplarda kaydeden ziyaretçilerdi. Seyahat notları ve yerleşimlerin bu temel belgelerinin coğrafya, tarih ve kökenler ile kişisel ve ulusal kimlik arayışını temsil ettiği Kanada edebiyatında, belgesel türünde eserler geleneği ön plana çıkmaktadır. Eleştirmen Northrop Frye’un ifade ettiği gibi Kanada edebiyatı, “Burası neresi?” sorusu üzerine kuruldu. Böylece halkların ve yerlerin mecâzi haritalamaları, Kanada’yı, edebî hayal gücü evriminin merkezi hâline getirdi.

Archibald Lampman

Büyük Britanya’dan kopmama yanlıları, bazı edebiyat yapıtları ortaya koymuşlardı. 9

Kültür-Sanat-Edebiyat

anada edebiyatı, Kanadalılar tarafından üretilen yazılı eserlerin gövdesi. Ülkenin ikili kökenini ve resmî iki dilliliğini yansıtan Kanada edebiyatı, iki ana bölüme ayrılabilir: İngilizce ve Fransızca. Bu makale, bu edebiyatın her birinin kısa bir tarihsel özeti olacak. Aynı kültüre, tarihe, değerlere sahip çıkan iki dilli edebiyat… Dünyada benzeri az. Büyük bir bölümü Avrupa kökenli olan bu ülke insanlarının kültür renkleri, ister istemez Fransız ve İngiliz edebiyatının etkisinden kurtulamamıştır. Sömürge edebiyatının izlerini çok derin görmenin en büyük sebebi de sanırım bu olsa gerek. Sadece İngiliz ve Fransız edebiyatından etkilenmekle kalmamış, coğrafî konumun da ekisiyle, Amerikan edebiyatından da etkilendiği çok bâriz görülmüştür. Geniş toprakları ve Kuzey Amerika ile Avrupa kültürüyle olan açık iletişimleri, şair ve yazarların ülke kültürlerini yazarken aynı zamanda evrensel tema ve diller ile eserler ortaya koymasını sağlamıştır. Tüm dünya kültürlerinin bir başlangıcı olduğu gibi Kanada edebiyatının da başlangıcı sayılan bir dönem vardır. İlk edebî türler 1860’lara dayanır. Özellikle büyük Britanya’nın kuzey Amerika’daki sömürge faaliyetlerinden sonra bu topraklarda yaşayanlar, başta Ontario,


Haziran / 2020 İlk şiirlerin çoğunun vatansever şarkılar ve ilahiler (The Loyal Verses of Joseph Stansbury and Doctor Jonathan Odell, 1860) ya da topografik anlatılar olması yanısıra, ilk ziyaretçilerin, yeni toprakları ve sakinlerini keşfetme ve adlandırma konusundaki endişelerini yansıtıyordu.

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Lampman manzaradaki meditasyonlarıyla tanınırken hükümet yöneticisi olan Scott, Kanada’nın kuzey vahşi doğasını tasvir etmesindense Kanada yerlilerinin asimilasyonunu savunmakla tanındı. 1606’da, Acadie’deki Port Royal’de (günümüzde Annapolis Royal, Nova Scotia), Samuel de Champlain’le birlikte bir kış geçiren Marc Lescarbot, Yeni Dünya’daki ilk Fransız tiyatro yapıtı olan “Le Theâtre de Neptune Neptunus” adlı danslı oyununu sahneletti. Eşi 1760 yıllarında Quebec City’deki İngiliz garnizonunun râhibi olan Frances Brooke, ilk Kanada romanı sayılan 4 ciltlik “History of Emily Montague”nün (Emily Montague’nin Öyküsü) büyük bölümünü yazdı. Kanada’nın bu en eski yazarlarından sonraki kuşağın edebiyatçıları, İngiliz Kuzey Amerikası’nın en güzel, en çok beğeni toplayan yapıtlarını yarattılar. John Richardson’un, Pontiac suikastini konu alan “Wacousta” adlı yapıtı, başlangıç dönemi Kanada edebiyatında büyük yer tutan tarihsel romanın en başarılı örneklerinden biri oldu. New England’den Nova Scotia’ya yerleşmiş göçmen bir ailenin oğlu olan T.C. Halibuston’un, “The Clockmaker, or The Sayings and Doings of Samuel Slick of Slickville”i (Saatçi ya da Slickvilleli Samuel Slick’ın Sözleri ve Davranışları, 183536) adlı romanı, 1830 yıllarından sonra gerek Kanada’da, gerek Kanada dışında yayınlanan birçok romanda örnek alındı. X. Garneau, yayınladığı “Kanada Tarihi” ile (184548) bütün bir yazarlar kuşağını -özellikle Fransız mirasını dile getiren Octave Cremazie’yi- etkiledi. 1867’DEN BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NA 1867 Konfederasyonu ve onu izleyen dönemde Rupert’s Toprağı (1870), İngiliz Kolombiyası (1871) ve Prens Edward adasının (1873) konfederasyona katılması, yalnızca “denizden denize bir dominyon” oluşturmakla kalmayıp, ulusal Kanada edebiyatının gelişmesine de önayak oldu. Bu gelişmenin evrelerinden birini, Kanadalı yazarların, Kanada tarihinin önemli olaylarına ve 10

Sayı 10 kişilerine ilişkin yapıtlar vererek, tarih bilinci yaratma girişimleri oluşturdu. Louis Honore Frechette, Mississipi’nin Louis Jolliet ve Jacques Marquette tarafından keşfinin 200. yıldönü mü nedeniyle, Kanada’nın “yeni kaderine” inancını vurgulamak için, “La Decouverte du Mississippi” (Mississippi`nin Keşfi) şiirini yazdı. William Kirby’nin İngilizlerin eline geçmesinden önceki Nouvelle France’ı konu alan “The Golden Dog” (Altın Köpek, 1877) romanı, İngiliz-Kanada tarihi ve mitolojisine, Kanada’daki Fransız mirasının katkılarını ortaya koymak amacıyla yazıldı.

Margaret Eleanor Atwood XX. yy. öncesindeki edebiyatın bir başka evresini, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki on beş, yirmi yıl içinde ürün veren, birbirlerin- Nova Scotia, New Bru den bir ölçüde kopuk, Kanadalı yazarlar topluluğu oluşturdu. Okur Kanada ve Aşağı Kanad kitlesi arasında “Konfederasyon Quebec) konfederasyona Şairleri” adıyla anılan ve gerçekçilik ile bölgeciliğin birleşimini ya- ve yazarlarda vatansever pan topluluk yazarlarının şiirleri yetlerin bir telaşını h ve düzyazıları, gerek Kanada’da, gerek Kanada dışında büyük ilgi uyandırdı. Wilfred Campbell, Bliss Carman, Charles G.D. Roberts ve Duncan Campbell Scott gibi edebiyatçıları içeren topluluğun belki de en önemli yazarı olan Roberts,


Haziran / 2020

unswick, Yukarı da’nın (şu anda dönüşmesi şair r ve edebi faalihızlandırdı.

Modern dönem, 1900 –

Günümüzde Kanada edebiyatı, Konfederasyon yazarlarının açtığı yoldan yürümekte, Kanada tarihinden olay ve kişiler, günümüzün yazarlarına da konu olmayı sürdürmektedir. Thomas Raddal’ın “His Majesty’s Yankees” (Majestelerinin Yankeeleri, 1942), Nova Scotialıların, Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında karşılaştıkları sorunların, karmaşık, ayrıntılı bir betimlemesidir. Kanada Büyük Okyanus Demiryolu’nun yapımını anlatan epik

Dünyanın her yanında ilgiyle okunan İngiliz asıllı Kanadalı yazarların en ünlüleri arasında, İrlanda asıllı Kanadalı öykücü Brian Moore (I Am Mary Dunne, 1968) ve ünlü edebiyat eleştirmeni Northrop Frye sayılabilir. (Çifte Yalnızlık, 1945) ve “Return of the Sphinx” (Sfenks’in Dönüşü, 1967) adlı yapıtları ile Gabrielle Roy’un “Bonheur d’Occasion” (Ucuz Mutluluk, 1945) adlı romanı, Quebec’te, günümüzdeki Fransız ayrılıkçı hareketini irdelemekten de öteye giden romanlardır. Sürekli Kanada dışında yaşayan az sayıda çağdaş Kanadalı yazar bulunmasına karşın, ülkeleri dışında uzun yıllar geçirenlerin sayısı çoktur. Bunların çoğu, Kanada üstünde yoğun etkilerini hâlâ sürdüren üç ülke arasında gidip gelmektedirler. Sözgelimi Paul Morin ve Morley Callaghan Paris’te yaşamışlardı; Mavis Gallant günümüzde de Paris’te yaşamaktadır. Mordecai Richler, uzun yıllar yaşadığı Londra’dan Kanada’ya kısa süre önce dönmüştür ve bir göçmen Yahudi ailenin oğlu olarak çeşitli yönlerden, Kanada’nın çok kültürlü, çok dilli bir topluma dönüşmesine katkıda bulunan bir topluluğun temsilcisidir. Richler gibi zaman zaman ABD’de yaşayan Leonard Cohen’de, Yahudi asıllı bir yazardır. Fransız Kanada’nın kendi kimliğini bulma isteği, çok sayıda yetenekli yazarın, şairin ve gazetecinin ortaya çıkmasına yol açmış, bunların çoğu Kanada’nın yanı sıra, uluslararası alanda da ün kazanmışlardır. Öykü yazarı, Marie Claire Blais, bu edebiyatçıların en çok tanınanlarından biridir. Şair ve romancı Jacque Godbout, “Tetes a Popineaui” (1982) adlı yapıtında, bağımsızlık özlemi ile İngiliz Kanada’ya duyulan gereksinme arasında sancılar çeken Fransız Quebec’teki siyasal gerilimleri yansıtmıştır. Antoine Maillet, Acadie’de geçen “Pelagie Anayurduna Dönüyor” romanıyla, 1979’da Fransa’da Goncourt Ödülü’nü kazanmış, 1982’de romanın bir tür devamı olan “Çent Ans dans le Bois”yı (Ormanda Yüz Yıl) yayınlamıştır. Quebec lehçesiyle yazdığı ilk tiyatro oyunu “Les Belles Soeurs” (Eltiler) ile büyük yankılar uyandıran Michel Trembley, Fransız asıllı yazarların en etkinlerindendir. Kurgusal öz yaşam öyküsü üçlemesinin son cildi “La duchesse et le Roturier” (Düşeş ile Serseri), 1982’de yayınlanmıştır. Dünyanın her 11

Kültür-Sanat-Edebiyat

Seleflerinden farklı olarak, artık sadece doğayı tanımlamayıp veya ahlakî hâle getirmeyip aynı zamanda Ottawalı şair Archibald Lampman’ın “Şairin ruhu ve doğanın ruhu ve gizemi arasındaki cevap uyumu”nu yakalamaya çalıştılar. Lampman manzaradaki meditasyonlarıyla bilinir. Hükümet yöneticisi olan Scott, Kanada’nın kuzey vahşi doğasını tasvir etmesindense, Kanada yerlilerinin asimilasyonunu savunmakla tanındı.

şiiri “Towards the Last Spike” (Son Mızrak, 1952) ile E.J. Pratt, uçsuz bucaksız toprakları ama dağınık bir nüfusu bulunan ülkede, Kanadalı-ABD’li ilişkileri ile iletişim sorununu irdelemiştir. Hugh Maclennan’ın “Two Solitudes”

Ses Dergisi

Kanada’da ve Kanada dışında geniş bir okuyucu topluluğu edindi ve çok sayıda yapıtıyla Kanada edebiyatının gelişmesine büyük katkılarda bulundu. Savaş öncesi yazarlarından L.M. Montgomery’nin, Prens Edward adasındaki çocukluğunun acı ve tatlı yanlarını anlattığı “Anne of Green Gablesh” (1908), dünyada en çok okunan kitaplar arasına girdi. (Günümüzde de büyük bir okuyucu kitlesinin ilgisini çekmektedir). Montgomery’ninkiler gibi romanların Kanada’ya getirdiği ün, başka uluslardan yazarları da Kanada’yı konu alan yapıtlar vermeye yöneltti. Bunun en ilginç örneklerinden biri, Louis FJemon’un, Avrupalıların çoğunda Kanada imgesinin yerleşmesini sağlayan ve daha gerçekçi bir Kanada edebiyatının oluşmasına katkıda bulunan, “Maria Chapdelaine” (1916) adlı romanı oldu. Nova Scotia, New Brunswick, Yukarı Kanada ve Aşağı Kanada’nın (şu anda Quebec) konfederasyona dönüşmesi, şair ve yazarlarda, vatansever ve edebî faaliyetlerin telaşını hızlandırdı.

Sayı 10


Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Haziran / 2020 yanında ilgiyle okunan İngiliz asıllı Kanadalı yazarların en ünlüleri arasında, İrlanda asıllı Kanadalı öykücü Brian Moore (I Am Mary Dunne, 1968) ve ünlü edebiyat eleştirmeni Northrop Frye sayılabilir. Şair ve romancı Margaret Atwood, “The Handmaid’s Ta- /e” (Elişi Öyküsü, 1986), “Cat’s Eye” (Kedi Gözü, 1988), vb. yapıtlarında, yaşama feminist bir gözle bakmayı seçmiştir. Öykü yazarı Alice Munro’nun “The Progress of Love” (Aşkın Yolu, 1986) dizisi büyük beğeni toplamıştır. Denemeci-romancı Robertson Davies’de “The Depttord Trilogy” (Deptford Üçlemesi, 1970-75) ile ünlü yazarlardandır. Sri Lanka asıllı şair Michael Ondaatje, “In the Skin of the Lion” (Aslan Postu İçinde) adlı romanıyla ödül almış, Çek mültecisi Josef Skvorecky, aralarında bütün eleştirmenler tarafından ilgiyle karşılanan “Dvorak in Love” (Dvorak’ın Aşkı, 1986) adlı romanının da bulunduğu, birçok önemli yapıt vermiştir. ABD kökenli olsa da uzun süre Kanada’da yaşamış olan Elizabeth Spence ise 1986’da “The Light in the Piazza” (Alandaki Işık) adlı unutulmaz bir öykü derlemesi yayınlamıştır. Önde gelen şairlerden Dorothy Livesay’de, şairlik yaşamının en güzel şiirlerini “The SelfCompleting Tree” (1986) adlı kitapta toplamıştır. Tarihsel bir söylem olan ansiklopedik bu yazı tarzının sıkıcı olduğunun farkındayım ama tarihsel akışı ele almak zorunda olduğumuz için ilk yazım bu şekilde olmuş oldu. Girişte de ifade ettiğim gibi Kanada edebiyatının beslenme kaynağı baskın Avrupa kültürleri ve dolayısıyla İngilizce, Fransızca idi. Bununla birlikte, son yıllarda Kanada’nın edebiyatı diğer ülkelerden gelen göçmenler tarafından güçlü bir şekilde etkilenmiştir. 1980’lerden bu yana Kanada’nın etnik ve kültürel çeşitliliği edebiyatına açıkça yansımış, en önemli yazarlarının çoğu etnik azınlık kimliği, ikilik ve kültürel farklılıklara odaklanmış durumda. Bu bu dönem veya yaşayan Kanada edebiyatı? Tartışmasız, uluslararası alanda en tanınmış Kanadalı yaşayan yazar -özellikle Robertson Davies ve Mordecai Richler’in ölümlerinden beri- üretken bir romancı, şair ve edebiyat eleştirmeni, Margaret Atwood’dur. Kanada’nın 20.Yüzyıldaki diğer önemli yazarları Margaret Laurence, Gabrielle Roy ve Alice Munro’dur. Bu grup, İngilizce kısa öykülerin yaşayan en iyi yazarı olarak adlandırılan, Nobel Ödülü sahibi Alice Munro ile birlikte, Kanada Edebiyatını dünya sahnesine yükselten ilk kişilerdi. “Günümüz Kanada Edebiyatı” diye tasnif edilebilecek Kanada’nın yaşayan edebiyatını bir sonraki sayıda ele alacağım. 12

Sayı 10

Kaynak: https://www.britannica.com/art/Canadian-literature http://www.nedirnerededir.com/nedir/kanada(edebiyat)#.Xvbe8C2z36A


Sayı 10

Gökhan Ergüt

Haziran / 2020

Günyüzü -IGüneş çavmış çevirmiş yüzünü üşüyen denizin kalbine kuşlar ki hissedar uçar ayak bu sevince.

Ses Dergisi

Kuşlar uçuşuyor en güzel ötüşüyle durmadan ve basıyor göğün ziline uyansın diye kötü huylu bulutlar ki kaçışıyorlar şehrin ağrıyan ense kökünden birer ikişer bir ayak evvel.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Bir hâl var görünen bir yanda denizin şefkati bir yanda göğün merhameti uyandırıyor iskele altını üstünü güzel şeyler görsün diye çocuklar. -IIBir adam var yırtık fukara yeleğinden tanınan deliyor kirlenen yakasını suların ve asıyor oltasını bir balığın kahır dolu ağzına balık ki boz bulanık sulardan kaçıyor takılıyor kuşların sesinde havasında güzel bir sabahın başında adamın oltasının dilsiz ucuna. Bir günyüzü sevdasına asıyor balık çaresiz hüznünü adamın hüznünün üstüne hüznün ateşinde fukara bir adam ve bir balık tütüyor.

13


Haziran / 2020

Altı Yazar Bir Hikaye

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

“FIRTINA”

S

oluğu kesilene kadar koşuyor. Arkasına bakmadan kaçıp saklanacak bir yer arıyordu. Peşi sıra sürüklenen korkularını, sanki her an ensesinde belirecek gibi hissediyordu. Kalbi neredeyse yerinden çıkacak gibi atıyordu. Bir an durup nefesini toparladı. Bu yaşadıkları gerçek olamazdı. Evet evet, hepsi bir kâbus olmalıydı, ama değildi.. Şimdi buradaydı, hâlâ hayattaydı ve gün kararmadan, bu ıssız sahilde sığınacak bir yer bulmalıydı. Gözüne, karşı tepedeki eski bir deniz feneri ilişti. Korkularından kaçarken, bir kâbusun içine düşeceğinden habersiz, yorgun fakat ümitle, sığınağı zannettiği zindana doğru hızla yol aldı.. Attığı her adımda, ayaklarına batan çakıl taşlarının acısıyla beraber, beyninde zonklayan sesleri de hissediyordu; “Daha hızlı kürek çek!” “Acele etmeliyiz!” “Unutma tamam mı? Söz verdin unutma!” En son söz, cebini yoklarken daha güçlü zonkladı beyninde. Gözlerinde bir parlayıp bir kaybolan deniz fenerinin ışığının her yanışında, yeni bir sahne belirip kayboluyordu zihninde. Kesik kesik anlamsız sahneler... Eski deniz fenerine ulaştığında, arkasına dönüp baktı. Kıyıya vuran dalgaların ittiği bir kaç tahta parçası ve fenerle beraber, batan güneşin ışıltılarının yansıdığı köpüklerden başka bir şey görünmüyor, dinmiş fırtınanın uğultusunu şimdi hissediyordu. Tahta kapıyı biraz zorlayıp içeri girdi. Güneşin son ışıklarının aydınlattığı bu yerde ilk duyumsadığı şey, kesif bir kolza yağı kokusuydu.. Evet evet kolza yağı kokusu... Onca hengâmenin içinde bu koku ona, bir an durup “Neredeyim ben?” sorusunu sorma fırsatı sunmuştu. Bütün bu düşüncelerle beyni 14

Sayı 10

(Bu hikaye dergimizin, yazar kadrosuyla başlattığı yazarlık çalışmasının ürünü olup altı yazarın, kendisinden önceki yazarın yazdığı satırları okuyup eklemeler yaparak oluşturmuş olduğu tarihi kurgu hikayesidir. Sorulan soru: Hikaye tarihi kurgu olacak. Büyük bir deniz fırtınasından kurtulan biri olarak, 19. yüzyıldan kalma, Peru’nun güney sahilinde gizemli bir deniz fenerinin içinde güvenli sığınılacak bir yer arıyorsunuz. İçinde bekleyen büyüleyici (veya korkutucu) gözlemleri anlatan bir hikaye yazın…

uyuşurken, bir anda duyduğu ses ile irkildi! Fenerin içinde ondan başka biri daha olduğunu düşünüp, dikkat kesildi! Sesler alt kattan geliyor gibiydi. Korkarak bir adım ileriye çıktı, bastığı zemin gıcırdıyordu. Bu daha da ürkmesine sebep oldu. Kararsızdı ama yapacak başka bir şeyi yoktu. Bir adım daha attı. Gözüne iki üç metre ileride bir demir parçası ilişti. Tahta zemini gıcırdata gıcırdata ilerledi. Fenerin kubbesinden yansıyan ışık ile bu demir parçasının, aslında alt kata açılan tahta bir kapının kulpu olduğunu farketti. O an üç saat öncesini düşündü. Köpeği Armoni ile kaçak bindiği gemide Amerika’ya gitmek için sabırsızlanıyordu. “Keşke Armoni yanımda olsaydı.” diye düşündü. Keşke zamanı geri alabilseydi. İstemeye istemeye, tahta kapıyı yukarı doğru kaldırdı. Bir anda ortalık toz dumana karıştı. Öksürmek istemiyordu, eğer aşağıda biri varsa kendisini farkedebilirdi. Nefesini tuttu. Kafasını uzatıp aşağıya doğru baktı, dar ve korkunç, demir bir merdiven asılıydı. “Aşağıda ne var acaba?” diye düşünürken, derinden gelen o ses tekrar duyuldu.


Haziran / 2020

Sayı 10

Neyse ki sadece rüzgârdı. Derin bir nefes aldı. Son basamağı da indi. İçeriye şöyle bir göz attı. Büyük bir yer altı sığınağıydı burası. İçerisi hafif dumanlı ve loştu. Duvarda asılı eski gaz lambasını farketti. Demek fenerin içine ilk

“Onlar Lima’ya, salgın ve bulaşıcı hastalıkların gelmesini engellemeye çalışan, efsanelerde adı geçen İncaların, kalan son temsilcileri olmalıydı...!”

İçini bir korku kaplamıştı, kalp atışları kulaklarında uğulduyordu. Gaz lambasının loş ışığı ve duvarda titreyen karartılar ise tedirginliğini daha da arttırmıştı. Bu kitabı biliyordu. Bilinçli olarak yayılan salgın ve bulaşıcı hastalıkların, toplumlar üzerindeki etkisini anlatan bir kitaptı bu. Sonra gözü kitaplığın yanındaki bölmeye kaydı. Eski usül tıbbî malzemeler, ilkel deney gereçleri ve birçok kolza yağı merhemi gördü. Duvardaki resimlerde de, hastalık ve ölümü çağırıştıran tasvirler ve kolza çiçeği resmi olduğunu hatırladı. Bir grup araştırmacı ile çalışma yaptıkları dönemde, İnca’larla ilgili araştırmalarını anımsadı; Avrupalıların onlara çiçek, frengi ve kızamık gibi hastalıklar getirdiğini ve İncaların bu nedenle çok zayıf bir toplum haline gelerek zaman içerisinde yıkıldığını hatırladı... Şimdi film şeridi zihninde tekrar oynamaya başlamıştı. Bütün bunlar, bugün mucize eseri hayatta kaldığı gemiyi sebepsizce alabora edip, onlarca ölüme sebep olanların 15

Kültür-Sanat-Edebiyat

“Kim var orada?” Arkasına döndüğünde sesine karşılık bulamadı. Seslenişi uzun ve loş koridorda dalga dalga yayılıp azaldı. İçini bir telaş kapladı. Tekrar seslendi; “Kim var orada?” İçini bir korku kaplamıştı, kalp atışları kulaklarında

Bir süre sonra, gözü karşı dolaptaki kitaba ilişti. Kitap, şimdi merak duygusunu kendine çekiyordu. Kilitlenen bacaklarını yeniden hissetmeye başladı. Dolaba doğru ilerledi. Cildi yerinden oynamış kitabı eline aldı. Tozunu üfledi. Kitabın üzerinde; “Mahşerin Dördüncü Atlısı / Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Tarihi” yazıyordu.

Ses Dergisi

girdiğinde duyduğu kolza yağı kokusu, lambadan geliyordu. Biraz daha dikkatli bakınca duvarlarda bir çok resim olduğunu gördü. Uzun koridorda ilerlerken, bu resimlerin İnkalardan kalma resimler olduğunu düşündü. Daha önce bu konudaki efsaneleri duymuştu. Resimlerin birinde, Güneş Tanrısı İnti’ye adanan bir lamanın adak töreni görülüyordu. Başka bir resimde güneş, ay, şimşek ve dağlar çizilmişti. Koridorun sonundan daha geniş bir odaya çıktı. Benzer resimler bu duvarları da kaplıyordu. Resimlere dalmışken biri tarafından izlendiğini hissetti.

uğulduyordu. Gaz lambasının loş ışığı ve duvarda titreyen karartılar ise tedirginliğini daha da arttırmıştı. Sesine karşılık bir ses alamamasının, üzerinde oluşturduğu gerginlikle terlemişti. Deniz fenerinin dar yapısı içinde sıkışmış gibi hissetti. Ayakları olduğu yere çakılıp kalmıştı.


Haziran / 2020

Sayı 10 yaşarlardı ve yaklaşık kırk bin kişilik bir orduya sahiplerdi.” Adımları hızlanıyor, koridor daralıyordu... “Ölen kişiler kraliyet ailesine mensupsa mumyalanarak And Dağları’nın yüksek yerlerine yerleştirilirdi. Dağlık bölgelerde lama ve alpakalardan yün ve et üretimi, yani hayvancılık yaparlardı.” Nefesi daralıyor. Duvarlardaki resimler sanki kendisiyle konuşuyordu. Lama figürleri kandilin ışığında yürüyor... Zihni susmuyordu... ;

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

“1520’lerin başında, başta çiçek ve diğer salgın hastalıklar, Meksika’yı ve And’ları baştan sona kasıp kavurmuştu. Salgınla birlikte nüfusun %90’dan fazlası yaşamını yitirmişti. Bu bir çeşit soykırımdı!” Alnındaki terler yavaşlamıyordu...;

niyetini, açıkça anlatıyordu aslında. Onlar yalnızca deniz korsanı olamazdı, çünkü hırsızlık için gelmemişlerdi. Onlar Lima’ya, salgın ve bulaşıcı hastalıkların gelmesini engellemeye çalışan, efsanelerde adı geçen İncaların, kalan son temsilcileri olmalıydı...! “Buradan derhal çıkmalıyım.” diye düşündü. “Bir kitap, tıbbî malzemeler, bulaşıcı hastalıklar ve insanlığı kurtarmaya çalışan İnkalar..” Resimler, kandilin aydınlattığı odadan koridora belli belirsiz uzanırken, buradan ilerleyen aksak adımlarına, loş duvarlara yansıyan düşünceleri de eşlik ediyordu. Duvarda yanında akıp giden bir gölge gibi.. Bir nevî, hafızasında canlananların duvara yansıması... ; “Kimdi bu İnkalar…?” “Şimdilerde Güney Amerika ismi verilen kıtada, And Dağları’na yakın olan Cuzco şehrinde yaşamışlardı. İlk kralları Manco Capac’tı ve krala Sapa Inca yani Ulu Önder denirdi. İnkalar, Güney Amerika’da, Kolomb öncesi dönemde kurulmuş en büyük imparatorluğa sahipti. Kabile halinde 16

gözlerini

yakıyor...

Adımları

“1525 yılında Avrupalı kâşiflerin getirdiği çiçek hastalığı ile ölen imparatorları ve sonrasında kardeşlerin arasında çıkan kavgaları.... Bu savaş sonunda, kardeş, kardeşi cezaevine göndermişti...” Bir kaç ter damlası, yerdeki su birikintisine damlıyor, karanlık koridorda hızlı adımlar yankılanıyordu...; “İspanyollar... İspanyollar İnkalardan, kendilerine güvenmelerini istemişti. Bunun sonucunda da, onları bozguna uğratmışlardı. İnsanoğlu, tarihin hiçbir safhâsında değişmiyordu. Kendi kardeşini bile yok etmeye çalışacak, şeytanî fikirlere sahip olabiliyordu…” Koridorun sonundaki ışık... O küçük kapı...! İşte oradaydı! “Kardeş!” Kardeş kelimesi ile durdu. Bu kelime ile zihninde bir şimşek çaktı… Cebini tekrar yokladı… Evet, kürek çekerken bunu kardeşi vermişti... Suya düşmeden hemen önceydi. “Daha hızlı kürek çek!” “Acele etmeliyiz!” Ve kardeşinin takâti kesildiğinde, gözlerini kendisine dikmiş, bir kaç kez tekrar etmişti;


Haziran / 2020

Sayı 10

“Unutma tamam mı? Söz verdin unutma!” Evet söz vermişti…! İnkaların başına gelen kardeş katli, İspanyollara duydukları güven sonucu ihanete uğramaları ve hastalıkla baş edemeyip, soykırıma uğramaları… Ne kadar da benziyordu hayatları birbirine..! Belki de, bu fenere yolunun düşmesi tesadüf değildi… O da bu sebeplerle kaçmak zorunda kalmıştı ülkesinden ve cebindeki mektup ile söz vermişti; Eğer başarırsa, bu mektubu geride bıraktıklarına ulaştıracaktı. Bir gün geri dönecekti. Söz vermişti… Sonları İnkalar gibi olmayacaktı. Bu sorumluluk duygusu ile bir cesaret ve kararlılık hâli gelmişti üzerine... Ses Dergisi

Kendini çıkışta bulduğunda, tüm korkularından sıyrılmıştı.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Dışarı çıktığında bir karartı kendisine doğru koşuyordu. Armoni...!! O da kurtulmuştu... Bu zorlu günün ardından, hayatın ona bir armağanı gibiydi bu...! Gün ağarıyor, onlar gün doğumunu izlerken, ilerden bir cankurtaran teknesi kıyıya yanaşıyordu. Bir elinde mektubu, kucağında Armoni ile teknedekilere, “Heyy! İşte buradayız.” diye seslenirken, aslında yeni hayatına daha güçlü bir, “Merhaba!” diyordu...

17


Haziran / 2020

Sayı 10

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Canan Duyuş

DİZELER TUTTU ELİMDEN

G

Cama vuran pıtır pıtır seslerle başımı pencereye çeviriyorum. Dışarda yağmur yağıyor. Yağmur… Ne büyük bereket, rahmet, toprağa değen serinlik… Yağmur dolu dizeler içindeyim şimdi. Bir yağmura bakıyorum bir de aynaya.

aflet uykusunda yatar uyanmaz Can gözü kapalı gafilân çoktur…” Çok uykuyla hemhal olduğum bir günün sabahında dilimde bu dizeler dönüp duruyorum evin içinde. “Gidişatın iyi değil!” diyorum kendime. Aynanın karşısında kendimle yüzleşiyorum. Gözlerimle bir yolculuğa çıkıyorum. “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen / Merdum-i dide-i ekvân olan âdemsin sen” diyerek Şeyh Galip yol gösteriyor bana. Daha yeni okuduğum ‘Lâ’ isimli romanda yazar bu dizeyi de almıştı satırlarına. Gülümsüyorum. “Bak sen!” diyorum kendime. “Demek ki arada iyi işler yapmışsın!” Yaşadığım şu günleri düşünerek… Öylesine, donuk, yeknesak… Oysa ben böyle miydim? Allah’ım bugünü şiir günü ilan ettim kendime. Her şey bana bir şiir dizesi olup selam veriyor. “Ben böyle bakıp durmayacaktım dili bağlı…” diyor Mehmet Akif. Sonra Mehmet Akif ’li dizeler art arda kuşatıyorlar etrafımı. Safahat’ın yaprakları arasında yürüyor gibiyim. “Ey dipdiri meyyit! İki el bir baş içindir. Davransana.. Eller de senin, baş da senindir!” diye haykırıyor bana ruhumun şairi. “Dipdiri Meyyit” nasıl ve ne kadar da güçlü bir tezat bu böyle! Ellerime bakıyorum. Bir zamanlar kalem tutan, sınıftaki tahtaya bir şeyler yazan, başında toplanmış öğrencilerine şiirler okuyan ben! “Hocam” diye bir ses işitiyorum. Yıllar yıllar öncesinde kalp sandığıma sevinçle kilitlediğim. Ve devam ediyor o ses: “Ders anlatırken gözleriniz parlıyor!” O gün öğrencime verdiğim cevabı tekrar ediyorum: “Gözlerim ışığını sizden alıyor.” Haftanın sözleri etkinliğimiz vardı bizim. Çok ümitsiz ve olumsuz bir hava estiği bir ders vaktinde o haftanın sözü: “Âtiyi karanlık bilerek azmi bırakmak 18

Alçak bir ölüm varsa eminim budur ancak!” (Mehmet Akif) olmuştu. Öğrencilerime “Pansuman Dizeler” diye ezberletmek istediğim dizeler, şimdi benim imdâdıma yetişiyor işte! Hatırlıyorum… ”Gün Olur Asra Bedel” deki gibi hatırlıyorum. Kim olduğumu, kötüye yorumlanan niyetlerimi hatırlıyorum şimdi. “Kim Olduğunu Hatırla!” diyor Aytmatov. Ben de bu uyanış emrini kendime diyorum. Hatırladıklarım güzel tatlar. Sanki çok susuz kalmışım ama yavaş yavaş gitmeye başlamış bu susuzluğum. Gülümsemeye başladım. İyi bir şey olsa gerek bu halim! Bir iyileşme emâresi… İmgeler değiyor bakışlarıma. İmgeyi kendime hatırlatmaya çalışıyorum. Edebî hafızamın öğrencisiyim şimdi: “Şairin sınırsız hayal gücüyle, g ü n l ü k yaşantıda bir araya getiremeyeceğimiz kelimeleri…” “Sen geldin, benim deli köşemde durdun.” diyor Sezai Karakoç. Evet ‘Deli Köşe’ bir imge. Aklımı yokluyorum. Sonra da deli köşelerimi bulmaya çalışıyorum. Ne delilikler geçiyor içimden. Deli düşünceler… Hayır hayır. Çok şükür iyiyim. Delirmedim! Şairin dediği gibi, belki deli köşelerim var ara sıra gidip oturup, kimseler duymadan kimi zaman delice ağladığım, kimi zaman kendi kendime konuştuğum, kimi zaman da kahkahalar attığım. Deli Köşe… İmge…


Haziran / 2020

Sayı 10

“Zincirlerle çekiyor işçiler Güneşi yatağımın başına Ben nasıl çıkarım bu kirli yüzle Güneşin karşısına

Kültür-Sanat-Edebiyat

19

Ses Dergisi

Kuşlar başucumda toplanmış Perdeleri açılıyor sabahın Ben nasıl sokarım bu tembel vücudu Bahçesine Allah’ın?” (Celal Sılay) Ne çok severdim bu dizeleri. İşçilerin güneşe zincirler takarak yanıma kadar güneşi getirmeleri… Aydınlığa gözlerini yumunca insan, bazen böyle gayret gerektirir ışığı görebilmesi! Sahi ben en son ne zaman izledim güneşin doğuşunu? Halbuki “akıllı insan güneşi üzerine doğdurmaz!” der eskiler. “Uyan ey gözlerim gafletten uyan Uyan uykusu çok gözlerim uyan!...” Hem bedenen hem kalben uykulardan uzağa atmalıyım kendimi. İçimin kıpırtısında harekete geçmeliyim. Her gün yeni bir gün olmalı. Mevlana Hazretleri’nin o müthiş dizeleri zihnimden kalbime akıyor: “Her gün bir yerlerden göçmek ne iyi Her gün bir yerlere konmak ne güzel Bulanmadan donmadan akmak ne hoş Dünle birlikte gitti cancağızım Ne kadar söz varsa düne ait Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım!” Cama vuran pıtır pıtır seslerle başımı pencereye çeviriyorum. Dışarda yağmur yağıyor. Yağmur… Ne büyük bereket, rahmet, toprağa değen serinlik… Yağmur dolu dizeler içindeyim şimdi. Bir yağmura bakıyorum, bir de aynaya. “Bu yağmur bu yağmur Bu kıldan ince Nefesten yumuşak yağan Bu yağmur Bu yağmur bu yağmur Bir gün dinince Aynalar yüzümü tanımaz olur” diyor Necip Fazıl. Dinsin istemiyorum bu yağmuru. Aynalar yüzümü tanımaya devam etsinler. Yaşayıp güzel şeyler yapayım. Üzerimdeki ölü toprağını atma vaktidir şimdi. Alışkanlıklarımdan, ataletten, kurtulup ümitsizliği yenmem gerekli. Bunca şiirin ve şairin bir aynadan bana baktığı şu demle toparlanmalıyım. “Her dem yeniden doğarız Bizden kim usanası” diyor Yunus Emre Hazretleri tebessümle. Nasıl desem, ne söylesem de sözlerim kifayetsiz kalır benim. Yunus Emre’ye kendi dizeleriyle mukabele ediyorum: “Yunus ne hoş demişsin Bal u şeker yemişsin Ballar balını buldum Kovanım yağma olsun” Çocuklarım sesleniyorlar bana ortancamın karnı acıkmış, küçüğüm üstüne su dökmüş. Büyüğüm kendi halinde…Hayat işte! Hep aynanın karşısında dizelerle yaşanacak değil ya! Zaman diyorum. Tebessüm ediyorum. “Ne içindeyim zamanın Ne de büsbütün dışında…” (Ahmet Hamdi)


Haziran / 2020

Sayı 10

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Zeynep Gür

Zeynep Gür’den YASEMİN TATLISEVEN ile Röportaj

Z

“Ses dergisinin Haziran sayısı için, bu dergide ilk sayısından beri genelde anı türünde yazılar yazan Yasemin Tatlıseven hanımefendi ile bir röportaj yaptık. Benim ilk röportaj deneyimimde Yasemin Hanım gibi içten bir yazarla konuşmak çok güzeldi. Röportajımızı yaparken teknik bazı sorunlar yaşasak sonuç harikaydı. Çok değerli hayat birikimleri röportajımızı da anı tadında geçirmemizi sağladı. Geçirdiği hastalığa edebiyatla hayata tutunarak cevap vermesi hepimiz için örnek teşkil ediyor. Gülerken ağlatan ağlarken güldüren bir üslubu var. Karşılıklı bol gülüşmelerimizin olduğu keyifli bir sohbetti. Kendisine çok teşekkür ederim.” Z.G

eynep Gür: Merhaba Yasemin Hanım! Sizi Ses Dergisi’nde genelde anı türündeki yazılarınız ile biliyoruz. Peki bize kendinizi tanıtır mısınız? Yasemin Tatlıseven kimdir? Yasemin Tatlıseven: Ben Yasemin Tatlıseven. 44 yaşındayım. O yüzden anı yazıyorum. Çünkü anım çok benim. (Karşılıklı gülüşmeler) 20 senelik evliyim. Allah bağışlarsa 17 yaşında oğlum var. 15 yaşında bir kızım var. Trakya Üniversitesi İşletme Bölümü mezunuyum. 20 sene Türkiye’de bilfiil muhasebecilik yaptım, asıl mesleğim bu. Süreç boyunca (15 temmuz darbesi ve sonrası) işsiz kaldım. 3 yıl boyunca eşimden , 2 yıl çocuklarımdan ayrı kaldım. Pasaportuma el konulmuştu. Dolayısıyla Türkiye’den çıkıp çocuklarımın yanına gidemiyordum. Yasal yollardan uğraştım, bir türlü pasaportumu almayı başaramadım. Sonuç alamayınca 2018 yılında yasal olmayan yollardan çocuklarımın yanına gitmeye karar verdim. 2018’de Meriç Nehri’ni geçerek Yunanistan’a vardım. 2019 Nisan ayında da, yaklaşık 8 ay sonra, çocuklarımın yanına geldim. Ancak geldikten sonra herşey bitmedi. Zeynep Gür: Tabi imtihan bitmedi. (Karşılıklı gülüşmeler.) Yasemin Tatlıseven: Aslında çocuklarım çok sevinmişlerdi. Bir araya geldik. Yaşasın! Artık herşey geride kaldı derken, benim bir rahatsızlığım ortaya çıktı. Geldikten yaklaşık 15 gün sonra kanser teşhisi koyuldu. Bir ay sonra ameliyat oldum. Zeynep Gür: Geçmiş olsun. Yasemin Tatlıseven: Sağolun, teşekkür ederim. Aşağı yukarı bir yıldır tedavilerim devam ediyor. Kemoterapi, radyoterapi aldım. Bir yıl içinde iki defa operasyon geçirdim. Çok şükür 20

Ramazan öncesi tedavilerim bitmiş oldu artık. Bundan sonra rutin kontrollerim var. İnşallah atlatmışımdır. Zeynep Gür: İnşallah çok uzaklara gitmiştir. Atlatmışsınızdır umarım. Ya s e min Tatlı s e v e n : Zeynep’ciğim, hastalığımdan bahsettim çünkü ilk başlarda redediyordum. Reddedince daha zor oluyordu benim için. Kabul edip onunla beraber yaşadığım zaman yaşam kolaylaşıyor ya da insanlarla paylaştığım zaman da... Ben artık kendimi onunla beraber tanımlıyorum. Zeynep Gür: Aslında paylaşmış olmanız bile kabullenişinizin bir kanıtı olmuş oluyor. Çok mutlu olduk sizi tanıdığımıza. Edebiyat ile ilginiz ne zamandan beri var? Ses Dergisi’nden önce edebiyat ile ilgili bir şeyler yapıyor muydunuz? İlk yazma deneyiminizi nasıl gerçekleştirdiniz? Sizi etkileyen olay, durum veya duygu


Sayı 10

Haziran / 2020 neydi? Hatırlıyor musunuz? Yasemin Tatlıseven: Edebiyat ile bir ilgim yoktu açıkçası. Muhasebeci olduğum için birbirine çok zıt şeyler. Ben sayısalcıydım. Matematiği çok seviyordum. Öte yandan

doğduktan sonra günlük tutuyordum ya da canım bir şeye çok sıkılırsa, kafam bir şeye bozulduğu zaman yazıyordum kendimle dertleşir gibi. 2016 ‘da işsiz kalınca yaptığım ilk şey kendime kocaman bir defter, bir kalem almak oldu. O

Geçenlerde “Pandemi” ile ilgili bir yarışmaya katıldım ama kendimi çok zorlayarak yazdım. 15 gün sürdü o yazıyı derleyip toparlamam. Çok da içime sinmedi oysa ilham geldiği zaman öyle olmuyor. Kalemi elime alınca şakır şakır yazıyorum. İyi ya da kötü... Çok rahat, akıcı yazıyorum. O yüzden ilham gelmesini bekliyorum. O da genelde gecenin köründe geliyor. 02.00’de, 03.00’de...

21

Kültür-Sanat-Edebiyat

zaman Türkiye’de çok yazdım. Onlar hala bana gelmedi, orada kaldılar. Atina’da da çok yazdım. Şimdi de dergide yazıyorum. İnşallah böyle de devam eder. Zeynep Gür: Umarım Türkiye’deki yazılarınıza da ulaşırsınız. Yazdıkları insan için evladı gibi oluyor bence. Ben yazdıklarımı çok kaybettim. Her kaybettiğimde çok üzüldüm. En son Atina’da telefonum çalındığında telefonuma değil yazdığım yazı ve şiirlerin de yok olup gidişine üzülmüştüm. Peki Yasemin Hanım, yazarken ilham gelmesini bekliyor musunuz? Yoksa bir konu belirleyip üzerine yazmayı mi tercih ediyorsunuz? Yasemin Tatlıseven: Bir konu belirlediğim zaman zorlama oluyor. Sonunu getiremiyorum. Çok uğraşmam gerekiyor böyle bir durumda yazıyla. Geçenlerde “Pandemi” ile ilgili bir yarışmaya katıldım ama kendimi çok zorlayarak yazdım. 15 gün sürdü o yazıyı derleyip toparlamam. Çok da içime sinmedi oysa ilham geldiği zaman öyle olmuyor. Kalemi elime alınca şakır şakır yazıyorum. İyi ya da kötü... Çok rahat, akıcı yazıyorum. O yüzden ilham gelmesini bekliyorum. O da genelde gecenin köründe geliyor. 02.00’de, 03.00’de... (karşılıklı gülüşmeler) Tam güzel bir uykuya dalacağım, bir başlık beliriyor kafamda ve onun altını bir paragraf ile doldurmaya başlıyorum. Derken ikinci paragrafı dolduruyorum. Sonra sabah olunca hiç birini hatırlamayacağım deyip kalkıp yazıyorum. Sonra sabaha kadar oturup yazıyorum. Zeynep Gür: Evet, bende de böyle oluyor. Size tam burda şunu sormak istiyorum. Her an yazmak için cebinizde hazır beklettiğiniz bir kaleminiz, not defteriniz var mıdır, beklenmedik anlarda aklınıza bir fikir gelip yazmaya başlamak için? Yasemin Tatlıseven: Yok. Öyle bir defterim yok ama karalama yaptığım 5-6 defterim var. Bu arada benim el yazım berbattır. Bazen ilham gelip kalem nerede defter nerede deyip hızlıca yazıyorum sonra kendim okuyamıyorum.

Ses Dergisi

öyle bir yeteneğim vardı. İlkokuldan itibaren bütün öğretmenlerim beni hep yazmam konusunda teşvik ettiler. “Çok güzel yazıyorsun. Sakın bunu bırakma. Doğuştan gelen bir yetenek...” derlerdi ama hiçbir zaman üzerine eğilmedim ve zamanım da olmadı. Türkiye’de eğitim sisteminden dolayı puanım işletmeye yetmişti. Ondan sonra okuduğum için muhasebeciliğe yöneldim. İlk ne zaman yazmaya başladım dersem ; çok eskiden özel televizyonların olmadığı zamanlarda TRT’de çocuk saati olurdu. Benimle yaşıt olanlar ancak bilir bunu. O çocuk saatlerinde yarışma programları düzenlenirdi. İlk defa arkadaşımla ona katılmıştık. Radyoyu dinlerken bir paragraf verdiler. Sonunu istediğiniz gibi tamamlayıp söylenen adrese belirtilmiş vakite kadar gönderin deniyordu. Biz de arkadaşımla hemen yazıp gönderik ama dereceye giremedik. Demek daha iyi yazanlar varmış ama ondan sonra ilkokul öğretmenimize söyledik. Çok mutlu oldu. O zamanlar beni çok destekledi yazayım diye fakat devam etmedim açıkçası. Çocuklar


Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Haziran / 2020 (Karşılıklı gülüşmeler) Hiçç bir şey bulamazsam da telefon çok kurtarıcı oluyor, yani dışarda, otobüste gibi bir yerdeyim diyelim ki, hemen telefonun notlar kısmına yazıyorum. Sonra onu bir kaç gün içinde deftere geçiriyorum. Ben öyle bilgisayara da yazamıyorum. İlla deftere yazacağım. Öyle özellikle bir defter aramıyorum. O an ne bulursam, onunla yazıyorum. Bazen ses kaydı yaptığım bile oluyor. Zeynep Gür: Ben de ses kaydı yapıyorum. Önceleri yazdıklarımı hemen o ilk duygu ile seslendiriyordum. Sonra bir kaç tane de, önce seslendirdim sonra yazdım. Çünkü ilham perileri gelmişken ben yazıncaya kadar duygu ve düşüncem değişiyor. Bazen yazdıklarımın rotası değişiyor. İlk düşüncem ile yazdıklarım farklı oluyor. Yasemin Tatlıseven: Evet. Evet bende de oluyor. Hatta ben paragrafları satır başlarını not alıyorum. Çünkü paragrafın altını doldururken unutuyorum fikirlerimi. Yoksa dediğin gibi konu çok farklı bir yere gidiyor. Az önce çok güzel bir şey düşünmüştüm diyorsun o anda aklına gelmiyor. Yazmaktan keyif alıyoruz. Zeynep Gür: Evet yazmaktan keyif alıyoruz. Peki yazarken yaptığınız tipik, karakteristik bir alışkanlığınız var mı? Mesela ben fon müziği dinlerim. Ya siz? Yazmayı tercih ettiğiniz özel bir kaleminiz, evinizde özel bir köşeniz var mıdır? Şerif Bey’in deyimiyle kaleminizi açıp mı başlarsınız yazmaya? Yasemin Tatlıseven: (Gülerek ) Çay. Çaysız yazamıyorum, zaten benim çaydanlığım hep ocaktadır. Çay olmazsa yazamıyorum. Evim de çok müsait değil. Öyle özel bir çalışma alanım yok. Şunu da tahlil ediyorum; bazen koltukta yazayım diyorum. O zaman çok verimli olamıyorum, masanın başına geçince daha ciddi çalışıyorum. Yani masa başa olmasını tercih ediyorum. Yazı yazabileceğim sert bir zemin olması benim için yeterli. Bahçemiz var. Afrika’da olduğumuz için 12 ay yaz mevsimi. Bahçeye çıkıyorum genelde. Orda daha rahat yazıyorum. Bahçede odadakinden daha akıcı oluyor. Kalem olarak da kurşun kalem tercih ediyorum. Şerif Bey’in dediği gibi ucunu açıp başlıyorum. Uçlu kalemle çirkin yazdığım için tercih etmiyorum. Hızlı hızlı yazmaya çalışırken ucu kırılıyor. Onu değiştirinceye kadar sinir oluyorum. Zeynep Gür: Anı türünde yazıyorsunuz. Bu anıların kaynağı nedir? Kendiniz ve yakın çevreniz mi? Yoksa yaşam serüvenlerini dinlediğiniz kişilerin yaşamlarından bize bir kesit mi sunuyorsunuz? Yasemin Tatlıseven: Kendi hayatımdan da yazıyorum. Etrafımdaki insanların hayatlarını da gözlemliyorum. Biz yazan çizen insanlar, etrafımızı daha fazla gözlemliyoruz. Dün bir arkadaş grubuylaydım. Arkadaş kendi hayatıyla ilgili bir kesit anlatırken bir cümle söyledi. Ben o cümlenin 22

Sayı 10

altını doldurmaya başladım zihnimde. O cümle benim için bir başlık oldu. Arkadaş “Beni dinlemiyor gibisin” dedi. “Evet. Öyle güzel bir başlık verdin ki bana, onun altını Tam yatacaktım. Dergini dolduruyorum.” dedim. Eve Kendi adımı gördüm. Kız gelince de bunları yazdım. Hemen koşup kızımı uyan Şimdi bu yazı o arkadaşın çıkmış, yazılarımız çıkmış hayatı. Tabii kendi hayatımla ilgili de yazıyorum. Yazınca solukta okuduk. Sabaha ka da kendi hayatım olduğunu okuduk belirtiyorum. Genelde dergiye kendi hayatımı gönderdim. Biz yazarlar gözlemci olduğumuz için, bir çocuğun düşmesinin, ağlamasının fotoğrafını çekiyoruz ya da bir ağaca çiçeğe bakarak bir şeyler

çıkarıyoruz. Bunlarla ilgili farklı anlamlar canlanıyor aklımızda ve bunları yazıya dökebiliyoruz. Umarım iyi şeyler dökülüyordur. Zeynep Gür: Kesinlikle çok güzel şeyler yazıyorsunuz. Derginin ilk sayısından beri yazıyorsunuz. Sanırım sayın Şerif Aydın’ın bir duyurusunu görüp harekete geçmişsiniz. Bunu bize biraz anlatır mısınız? Ne hissettiniz duyuruyu


Haziran / 2020

ilk okuduğunuzda? Yasemin Tatlıseven: O zaman kemoterapi alıyordum. Çok ağır ilaçlar kullanıyordum. Çok da in kapağını gördüm. kendimde değildim ama duyuruyu zımın adını gördüm. gördüğümde hemen bir şimşek çaktı ndırdım. “Kalk, dergi kafamda. Hemen kızıma da söyledim. Kızım ve ben hemen kısa sürede ş.” dedim. Hemen bir yazılarımızı hazırladık, gönderdik. adar dergiyi defalarca Açıkçası ben Şerif Bey’in bu kadar çabuk hareket edeceğini düşünk. memiştim. Derginin bu kadar hızlı hayata geçeceğini öngörmemiştim. 2-3 ay sürer yazıları eleyip seçmeleri diye düşündüm. Bir gece sürpriz oldu. Tam yatacaktım. Derginin kapağını gördüm. Kendi adımı

23

Kültür-Sanat-Edebiyat

“Meriç’te Can Pazarı” hikayesi. Bu hikaye ilgili bize ne söylemek istersiniz? Yasemin Tatlıseven: Bir büyüğüm bana “Çok güzel yazıyorsun ama yazdıklarını yaşarken not al. Bu duyguyu yaşıyorsan, o bulunduğun ortamdayken yaz. Çünkü ortamı değiştirdiğinde duygun da değişebilir ya da üzerinden zaman geçtiğinde aynı şeyleri hissetmeyebilirsin. Yaşadığın anda olabildiğince hızlı o duyguları kaleme al. Yanında her zaman kalemin kağıdın olsun.” derdi. Tabii biz Meriç Nehri’ni geçerken kağıt kalem yoktu yanımızda, bu sebeple Atina’ya gittikten sonra ilk yaptığım şey markete gidip küçük bir defter, kalem almak oldu. “Meriç’te Can Pazarı” nı o zaman yazmıştım. Meriç bizim için çok sıkıntılıydı. Belirsizlik... Bir daha ülkeye dönüp dönemeyeceğimizi bilmiyoruz. Belki ölümüz bile gitmeyecek ülkemize. Bunları bilerek çıktık yola. Annemizi, babamızı bir daha görebilecek miyiz, bilmiyoruz. Öte yandan benim çocuklarım var kavuşmayı beklediğim. Ölüm var kalım var. Herşeyi göze alarak çıktık. Aynen o yazıdaki gibiydi duygularım, yaşadıklarımı aynen birebir satırlara döktüm. Ne kadar hissedildi bilmiyorum. Zeynep Gür: Evet, gönüllerimize tercüman oldunuz. Yasemin Tatlıseven: Meriç çok anlamlı bir anıdır. Meriç’i geçtikten sonra Atina’da ev hayatına geçiyoruz. Yeni gelenlere soruyoruz. “Nasıl geçtiniz? Ne yaptınız?” O zaman konuşuluyor sonra bir daha konuşulmuyor. O geceye geri dönmek istemiyor kimse. Bir travma gibi. Yaşananlar kolay değil. Ülkemizi o şekilde terketmek zorunda kalmak, başka bir ülkeye kaçak girmek kolay değil. Kimse konuşmuyor ama bunları yazınca bir çok arkadaş “Aaa evet, biz de aynı duyguları hissettik.” dedi. Zeynep Gür: Kesinlikle öyle... Yasemin Hanım, etkilendiğiniz, hayran olduğunuz, takip ettiğiniz yazar ve şairler var mıdır? Yasemin Tatlıseven: Şiir konusunda çok iyi değilim. Yazamıyorum. Lise üniversite yıllarında okurdum. O zamanlar Sezai Karakoç’un “Ey sevgili” diye bir şiiri vardı. Özdemir Asaf ’ı takip ediyordum. Popüler kültürden o dönem İbrahim Sadri parlamıştı. Şiirle ilgim o yıllarda bu kadardı. Ben kitap okumayı çok severim. Biraz da popüler kültürü okuyorum. En çok satılanlara bakarım kitapçılardan veya internetten. Onları özellikle takip ederim. Ahmet Ümit’i çok seviyorum. Onun romanlarını seviyorum. Onun romanlarında oluşturduğu Başkomiser Nevzat karakteri var. Tüm kitaplarında o karakter var. Polisiye ama çok seviyorum. Çok samimi ve sürükleyici geliyor bana. İstanbul’un sokaklarında gezdiriyor genelde bizi. En son “Elveda güzel vatanım” ile ilgili bir totem yapmıştım. Aldım ama bir türlü okuyamamıştım. Dedim ki; “Ne zaman ben bu kitabı

Ses Dergisi

gördüm. Kızımın adını gördüm. Hemen koşup kızımı uyandırdım. “Kalk, dergi çıkmış, yazılarımız çıkmış.” dedim. Hemen bir solukta okuduk. Sabaha kadar dergiyi defalarca okuduk. Çok mutlu olduk. Yazdıklarımız bir köşede duruyordu. Böyle bir ortam bulup da başkalarının okumasına da vesile ol-duğu için Şerif Bey’e çok teşekkür ederiz. Çok sevindik, mutlu olduk derginin hayata geçmesiyle. Zeynep Gür: Ses Dergisi’nde yayınlanan ilk yazınız

Sayı 10


Haziran / 2020 okursam, ülkeme ‘elveda’ diyeceğim.” Sonra gerçekten okudum ve ülkeden çıktım. Dan Brown seviyorum. Kayıp Sembol isimli kitabını çok seviyorum. Elif Şafak, Canan Tan, Ayşe Kulin seviyorum. Debbie Macomber’in Küçük Mucizeler Dükkanı serisini seviyorum. Amerika’daki değişik değişik insanların hayatlarını anlatıyordu. Bana çok hoş gelmişti. Sarah Jio var. Murat Menteş’e bayılıyorum. Çok ince, naif, esprili bir üslûbu var. Onun kitaplarını kahkahalar atarak okuyorum. Nazan Bekiroğlu’nun “Nar Ağacı” kitabının etkisinden günlerce kurtulamamıştım. Harika bir kitaptı. Siyah beyaz resimlere bakıp o resim-

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

“Dan Brown seviyorum. Kayıp Sembol isimli kitabını çok seviyorum. Elif Şafak, Canan Tan, Ayşe Kulin seviyorum. Debbie Macomber’in Küçük Mucizeler Dükkanı serisini seviyorum.” lerin içine girmiştim. Bana çok ilginç gelmişti. Tasvirleri çok güzeldi. Tebriz, Batum o civarlarda geçiyordu hikaye. Çok merak etmiştim. Bir an önce İran’a gidesim gelmişti. Uçurtma Avcısı’nı çok beğenmiştim... Zeynep Gür: Bir de şunu sormak istiyorum; İstanbul Cağaloğlu ile ilgili bir hayaliniz var. Ses Dergisi’nin 10 yıl sonrasıyla alakalı bir hayal bu. Bunu bizimle paylaşır mısınız? Gerçekten 10 yıl sonra sizce Ses Dergisi nerede olur? Yasemin Tatlıseven: İnşallah hayal ettiğimiz gibi olur, teknoloji çağında yaşıyoruz. Aslında biz olması gerekeni yapıyoruz, dijital dergi çıkartıyoruz. Geçenlerde pandemiyle ilgili bir program izledim. “İnsanlar artık ofislerde değil evlerde çalışacak; bundan sonra basılacak gazete olmayacak dijital gazeteler olacak.” deniyordu. O zaman “Biz bunu yapıyoruz zaten.” dedim. Evet biz onu yapıyoruz ama ben eskiye bağlı biriyim. Bilgisayarda yazamam, kağıda yazarım. İnternetten kitap okumayı sevmem, kitabın kokusunu içime çekmeyi severim. Dolayısıyla da dijital dergiyi okuyorsun tabii fakat o dergiyi eline alıp kuşe kağıda dokunmak, sayfaları çevirmek, yeni basılmış kitap kokusunu almak, daha bir hoş geliyor. Hayale dönecek olursak, ileride belki İstanbul Cağaloğlu’nda olmaz ama Kanada’da olur Ses Dergisi, Amerika’da olur... Biz oralara gideriz belki de. Teknoloji değişiyor. Şartlar değişiyor. Dünya bir kabuk değiştiriyor şu an. Umarım çok güzel şeyler olur. Zeynep Gür: Yasemin Hanım yazdıklarınız hayatınızı 24

Sayı 10 etkiliyor mu ya da hayatınız yazdıklarınızı etkiliyor mu? Yasemin Tatlıseven: Yazdıklarım hayatımı etkiliyor. Yazı yazmaya dalıp yemek yapmayı unutuyorum. (Gülüşmeler) Bir bakıyorum saatler geçmiş ama ben 5 dakika geçti sanıyorum. Yazmak hastalığım süresince de beni hayata bağlayan bir unsur oldu. Bu açıdan da çok güzel bir etkisi var. Atina’da kaldığım dönem de psikolojim iyi değildi. Görüştüğüm bir psikoloğa “Yaşadıklarımı yazarak kendimi demoralize mi ediyorum?” dedim. Psikolog “Yazmanız çok faydalı. Yazıyorsanız içinizden atıyor, kendinizle paylaşıyorsunuz. Derdi dertle paylaşıyor gibi değil de, yazarak kendinizi deşarj ediyorsunuz. Yazmak çok yararlı bir eylem, öyle bir yeteneğiniz varsa kullanın. Olumlu olumsuz her duyguyu yazarak boşaltın.” demişti. O yüzden yazmanın faydalı olduğunu düşünüyorum. Bir de bu dönemde istediklerimizi özgürce yazamıyoruz belki, sevdiklerimize bir zarar dokunur mu diye ama Allah ötede hesap sorarsa “Arkadaşlarınız bu kadar sıkıntı yaşarken, siz ne yaptınız?” diye. Ben de iki satır karalamış olmayı tercih ediyorum. Belki hiç bir şeye yaramıyordur yazdıklarım ama bir yerlerde okunuyorsa ve birileri “Bu da böyleymiş.” diyorsa ya da 10 yıl, 20 yıl sonra insanlara “Ya insanlar neler yaşamış, bizim hiç haberimiz olmamış, yazıklar olsun” dedirtebilirsek, yani tarihe bir iz bırakabilirsek, ben çok mutlu olurum. Yazdıklarım bu şekilde hayata dokunursa, birilerine bir pencere, yeni bir düşünce kapısı açarsa, çok mutlu olurum. Zeynep Gür: Son olarak yazmak isteyen ama yazmaya cesaret edemeyen, yazan ama bunu herhangi bir platformda paylaşmayan, geleceğin yazar ve şairlerine son bir not olarak ne söylemek istersiniz. Yasemin Tatlıseven: Böyle bir yetenekleri varsa kaleme kağıda dört elle sarılsınlar. Kalem kağıdın üzerinde gezinir. Asla yazmayı bırakmasınlar. Keşke demek çözüm değil ama küçüklükten beri beni yönlendirenleri dinleseydim de, keşke daha önceden yazsaydım. O yüzden genç kalemler bu konuda başarılı iseler asla bırakmasınlar. Kendilerini sürekli geliştirsinler. Ben dergiye yazdığımdan beri Türk Dili Kurumu’nun sitesinden çıkamıyorum. Acaba bu nasıl yazılıyor diyorum. Bazen doğru bildiklerimiz yanlış çıkabiliyor. Burada imkanlar az. Keşke burada da yazarlık kursları olsaydı. Ben Afrikada’yım ama gençlerin önünde daha çok fırsatlar var. İstedikleri şeyi azimle çalışarak elde edebilirler. Şuan online imkanlar çok. O yüzden hayallerinin peşinden koşsunlar . En önemlisi hayal kursunlar. Yazmak çok önemli. Bu gün neden yazarlar tutuklanıyor. Çünkü insanların bakış açısını değiştiriyorlar. Eğriyi doğruyu gösteriyorlar.


Sayı 10

Haziran / 2020

KATRE

BEKLENEN SES Demet demet sevda heybemde, yolum kapıların ötesine. Bıçaklar boyun bükecek İsmailî tevekküle ve cellatların ellerinde can verecek urgan. Ses Dergisi

Ö

Kültür-Sanat-Edebiyat

nce içimde yankılanır gök gürültüleri, şimşekler ve yıkılan kaleler.. Dostluklar kurtlar sofrasında can çekişirken, fırtınaların susmak bilmediği mevsimlerde ve bir saçak altında beklemekteyim. Gürültüyü susturacak bir fısıltıya hasret dinlemelerdeyim. Yıldızlara tutunurken bakışlarım, ruhumu ele geçirir kelepçeli ellerin sesi ve göz göz büyür içimde kurumuş gözyaşları. Düğüm düğüm çözülürken göğsümdeki kafes, dua dua inlemelerdeyim. Bir fısıltıydı beklediğim dosttan, uzaktan ya da yakından. Razıydı canım dostun atacağı gülden acımaya ama bendim işte bıçağın altına atılan kurban, okuldan kaçan çocuk ve filmin kötü adamı. Şehrin işaretli kapısı benim kapımdı yol aldığım. Daha hanın ilk kapısında bırakmıştı dostlar ellerimi. Bulutlara dokunsam ağlardı, gül yanardı busemden ve su kanardı içmeden. Oysa bir hâl hatır yeterdi toplamaya kalbimin kırık parçalarını. Aldırmazdım kanayan ellerime. Kalem yalancı cennetlere teslim oldu, sadakat can verdi yırtıcı pençelerde. Bir fısıltıydı beklediğim dosttan, bir selam ya da bir söz. Kulakları sağır eden sükût olsa da payıma düşen, biliyorum o ses gelecek uzaktan ve yakından. Demet demet sevda heybemde, yolum kapıların ötesine. Bıçaklar boyun bükecek İsmailî tevekküle ve cellatların ellerinde can verecek urgan. Umudu soluklayacak ve yeniden vefayı heceleyecek bütün bekleyenler. Bütün zamanların kiplerinde çeke çeke büyütüp o sesi, her cümle fısıldayacak elifçe bir nefesi. Bir kere cemre düştü mü gönüllere, bir hece ondan, bir hece senden ve benden, yaprak yaprak gül dolacak ellerimiz. Şimdi bir çay koyup ocağa, söylenecek sözlere bir sestir beklediğimiz.

25


Haziran / 2020

Sayı 10

Betül Aydan’dan

MUHTEŞEM’e Mektuplar

M Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

uhteşem Hocam”, “Muhteşem” Dostum, Yıllar sonra sana isminle hitap etmek ne güzel,ne büyük saadet ismini yazabilmek. Sana isminle başlayan bir hitapla mektup yazmak... İsmin ayrı güzel, dost oluşun ayrı...

yüzündeki tebessümle senin de gülümsemen? Hissetmen... Hem mektuplarda konuşunca sessiz sessiz. “Ben de seni arayacaktım!” demeyiz birbirimize. Mektupta hissederiz, her satırda kimseler duymadan konuşuruz. Kimse müdahale edemez bu içten muhabbete. Ne kadar “Muhteşem”di mektuplaşmamız değil mi? İsmin gibiydi her şey. “Zamanla nasıl değişiyor insan” diyen Cahit Sıtkı çok hak“Dağ odur ki üzerinde kar ola lıydı. Anladığım o ki, hatta sadece insan değil mektuplar da Bülbül odur ki ötüşünde zâr ola değişiyormuş, yazılanın elinden, gözünden uzağa atılıyorDost odur ki dar gününde yâr ola muş, dosyalar içinde saklanıyormuş. Gizli hatıra defterinin Geniş günde düşman bile yâr olur” kilidi kırılıyormuş hoyrat ellerle. (Erzurumlu Aşık Reyhâni) Bizim mektuplarımız böyle olmadı mı? En son senin için Muhteşem... Biz, nice mutlu zamanları yaşadık beraber. Sonra kapımıza yazdığım ve mahkemeye giden “Muhteşem” mektubumyığılan nice zor zamanı beraber yaşadık, kapıyı açmaya la kalem, kağıt, zarf ayrı düştü elimden. Tutuldu mektuplarımın gülümseyen ay yüzleri. mecburken ama zor günlerimizde hep beraber olduk şükür. Delildi, suçtu sana yazdığım Birlikte olduğumuz her dem ne kadar da kıymetliydi bimektup. Masum olan ama zim için. Hatıra defterimizin “dost” çizgili sayfalarında okunması yasaklanan her duruyor yaşadıklarımız. kitap gibiydi. Sadece sen Çok uzun zaman oldu “Muhteşem” sana mektup okuyasın diye yazmıştım yazmayalı. Ne oldu bize? Yaşadığımız şeyler mekoysa, en son “Muhteşem” tup yazmayı da mı unutturdu? Oysa ne güzel, mektubumu. Gizli özel konuşuyorduk mektuplarımızda. Sessiz sessiz tarihimize küçük bir anlatıyorduk yaşadıklarımızı. Korkularımızı not düşmüştüm ama o anlatıp heyecanlarımızı paylaşıyorduk. sabah... O kasım saMektuplarımızdan kuleler yapacaktık bahı... Evinize dolan zamanla. Hem kuleler hep kumdan olonca insan(!) kirli mazdı ya! gözleriyle okudu“Mektuplarımız uç uca eklenince, lar yazdıklarımı. bizim gizli, özel tarihimiz oluşur!” “Muhteşem diyordu yazar. “Sevgisiz Işıksız Hocam” diye Mektupsuz Kaldık” adlı denemesinde. y a z ı ş ı m ı (Ali ÇOLAK) kıskandılar. Gizli Özel Tarih... Ne kadar anlamlıyAslında senin isdı mektuplar, ne kadar özel, ne kadar mini çekemediler. Muhteşem oluşun ağır geldi onlara. Oysa alımlıydı. O zamanlar renkli zarflardaydı yazdıklarımız. Mektup kağıdı alırdık kırtasiyelerden. İçimiz kıpır kıpır... “Muhteşem Hocam...” hitabım sendin. Masum bir hemhâl “Sen şimdi bu mektubu okurken, ben şimdi nerede, ne oluştu seninle. Hasbihâldi sadırdan satıra dökülen... yapıyor olacağım?” diye de sorardık mektubumuzda. “ ‘Muhteşem Hocam’da kim?” diye birbirlerine sordular. Hem ne güzel değil mi, birinin senin yazdıklarını okurken Kafaları karıştı. Bir mektup ve muhteşem ve hocam... İşte 26


Haziran / 2020

Sayı 10

Ses Dergisi

“Muhteşem” bir belgeydi buldukları suç kayıtlarına. Büyük bir iş başarmışlardı akıllarınca. Hâlbuki edebiyat öğretmeniydim ben. Edebiyat, muhteşem bir hayat tarzıydı benim için. Okumak, yazmak... Hayat edebî olunca, sanat da insanın hep yanı başındaydı. Mektup yazmak da bir edebî güzellikti aslında. İnsan olan, kötü niyetli yaklaşmazdı hiçbir edebî değere ama zihninde kötü niyet asılı olanlar, senin için yazdığım “Muhteşem Hocam” mektubuma takılıp kaldılar. Yazdıklarımdan yakın ve uzak anlamlar seçtiler “Muhteşem” bir şekilde. İsminin çağrışımını suç ilan ettiler. İki anlamlıydı ismin. Bizim için bir iltifat, onlar için hem itiraftı, hem lüzumsuz kaygılarına aynaydı bu tutumları. Önce emniyetteki sorguda cevap aranmıştı “Muhteşem Mektup” için! Sonra da nöbetçi mahkemede o gece yarısında “Muhteşem Hocam” ifadeli mektubumu eşine sormuştu hakim. O da: “Arkadaşının yazdığı edebî bir mektup” diye biliyorum demişti. Hem mektup başlı başına bir edebî türdü. Bilmeliydi herkes! Aradan aylar geçse de bir sonraki mahkemede, herkes sessiz, herkes üzgün ve gerginken, hakim: “Bir de delil olarak ‘Muhteşem Hocama Mektup’ var!” deyince, eşin artık bu sorudan bıkmışlıkla: “Sayın hakim, o benim eşimin ismi!!!!” demiş, herkeste bir tebessüm belirmişti, gizli gülüşmeler... Hatta avukatınız da senin nüfus cüzdanının bir fotokopisinin önlerindeki dosyada olduğunu söylemişti. Ben nereden bilecektim Muhteşem? Senin adına yazdığım mektubun “Muhteşem” çağrışımlarla mahkemelerde gezecegini? Tarih tekerrür etmişti bu “Muhteşem”di. Üstadın “Ramazana Dair” yazdığıyla Ramazanlar, senin ismine yazdığım mektubumla da “Muhteşem” olanlar sorgulanmıştı. “Gizli Özel Tarih” değildi artık mektubum. Mahkemede delil, hakimin ağzında bir suç duyurusu, eşinin ve avukatınızın savunması gereken “Muhteşem” isminle “Tarihe Bir Not” düşmüştük çoktan. Şimdi sana bu “Muhteşem” ismi koyan babana rahmetler dileyerek hitama erdiriyorum mektubumu. Ve biliyor musun, dostum, hocam? “Muhteşem” bir kararla artık sana tekrar mektup yazmaya devam edeceğim. Mektuplarımın başlığı da belli: “Muhteşem’e (Muhteşemlere) Mektuplar”

Kültür-Sanat-Edebiyat

Resim: /www.escrituraliteraria.org

27


Haziran / 2020

Sayı 10

Şairler Delidir..

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Şairler delidir... Bazısı da kronik mutsuzdur... Anlaşılamamak hissi, onları kalemle buluşturan ortak dertleridir. Dünyaya ayak uydurmaları da zordur çoğu zaman, Ancak bütün bunlara rağmen, “Umudu yazan şairler” ise hepten delidir.. Tıpkı bembeyaz tuvallere, hayallerini ilmek ilmek işleyen ressamların deli olduğu gibi... Bir gece fırtınaya rağmen, Johnsy’e son yaprağı çizen ve sonra huzurla gözlerini kapatan, Behrman’ın baş yapıtı gibi... Ahmet Arif ’in bir kelimesi için, 20 yıl beklettiği şiiri gibi, ya da çok sevdiği Leyla’sına mektup gönderecek pul parası olmadığı için, iki saat Diyarbakır’da hamallık yaptığı gibi.. Oğuz Atay’ın Tutunamayıp, yine de Olric’le dertleştiği gibi, Nazım’ın sürüldüğü topraklardan, yine de hasretle bahsetmesi gibi, R’leri söyleyemeyen naif Özdemir Asaf ’ın, taksiciye Karaköy yerine Eminönü diyip, Karaköy’e kadar yürümesi gibi... Böylesi yüce gönüllülük ve büyük sevdalar için, böylesine hassas ve ince ruhlu kalpler için, Madde dünyasında akılla izâhı olmayan herşeye kolayca söyleyip geçtiğimiz gibi; “Deliliktir şairlik...” Dünyaya ayak uyduramasa da onunla dans etmek deliliktir... Bütün kırgınlıklarına kalemi sarmak, Mutsuzluğun üzerine basıp, gökkuşağının renklerini almak deliliktir... Fırtınaya inat, son yaprağı boyayıp, ölüme gülerek yürümek, Bütün acıları en derinden hissedip, herşeye rağmen vazgeçmeden umut edebilmek, gerçekten deliliktir... Selam olsun renklerini, satırlarını, başka gönüllerle bölüşenlere...! Selam olsun acıyı merheme çevirip, kaleme sürenlere...! Selam olsun, dünya da tuhaf kalsa da, yine de umudu büyüten, Tüm ince ruhlu, deli şairlere...!

28


Sayı 10

Haziran / 2020

Yasemin Bozkurt

Bir İstanbul Masalı Bir yolculuk ki maviliğe gider Deniz,kuşlar,manzara ve sen Bazen susar, bazen konuşuruz Ses Dergisi

Ara sıra izleriz maviliği Uzaktan bakarız tarihe Fotoğraf çekeriz

Kültür-Sanat-Edebiyat

Saçma sapan güleriz Çok güzeldi be İstanbul Galata kulesi bize yukardan baktı Kız kulesi denize uzak Gülhane parkı bizle anlam buldu Nede güzeldi sabah İstanbul İstanbulda sen ve ben Bir masal oldu taksimde İstanbul heryeri çok güzel Çok başka, çok yabancı Aşkın yaşanabilir özgürlüğü Bir İstanbul masalı..

29


Okuyuculardan

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Kemal Gülen

Haziran / 2020

S

es ile başladı varlık. Ol dedi Hak, herşey oldu bir anlık. Edebiyat zevki gelişmiş insanlar yalnızlıktan kurtulur. Çok iddialı bir cümle ile başladım. Buna çok genç yaşlarda inandım. Hangi meslek sahibi olursanız olunuz, mesleğinizi icra etmek için başka bir şeye veya başka bir canlıya ihtiyaç duyarsınız, ancak edebî zevk sahibi iseniz her şey ile barışıksınız demektir. Kelimeler canlıdır ve her kelimenin ecdâdı ve evlâdı vardır. Edebiyat bir harf, bir ses ve bir kelime ile başlar. Sesler ve kelimeler sırtlarında büyük manalar taşır. Bazen bir elif harfine bakmak, sevdiğinizin isminin baş harfini göğsünüzde taşımak, bir yağmur damlasını incelemek, bir yaprağın kıvrımlarında dolaşmak sizi zaman üstüne taşır. Sesler doğanın dilimizdeki yansımalarıdır, bir yansıma bir sesi çağrıştırır, bazen de tam tersi olur. Edebî zevkiniz gelişmiş ve latifeleriniz hassaslaşmış ise kâinat kitabından duyduğunuz her sesi ve soluğu ruhunuzda hisseder, ruhunuzun kanatlandığını fark eder ve kendinizi bulutların üstünde yağmur damlalarıyla beraber raksederek yere inerken bulursunuz. Ses gözle görülmeyen canlı bir değerdir, ses kulakla duyulan vicdanla yudumlanan değerler üstü bir cevherdir. Her harfin sesi olduğu kadar her sesin harfi yoktur. Harfi olmayan seslerin zenginliğini anlatmak imkansızdır. Onu hissedersiniz, her millet farklı hisseder aynı sesi. Köpekler başka havlar, yumruktan başkaca ses çıkar, çocukların iniltisi başka harflerle ifade edilir ama seslerin oluşturduğu duygular benzerdir. Rüzgârın ılgıt ılgıt esmesi, kavak ağacının şarkısı, şelalenin gürültüsü, çölün sessizliği, uzayın boşluğu, suyun derinliğindeki uğultu, yunus balığının çığlığı her insanda benzer duyguları 30

Sayı 10

Yorum

tetikler. Yalnızlık, heyecan, coşku veya bitmişlik hissi kelimelerle anlatılmaz bazen, sadece sesle veya iniltilerle ifade edilebilir. Gülmek, ağlamak, öfkelenmek de birer sestir ve yerinde bir makale kadar etkilidir. Susmak ise diğer önemli bir sestir ve susmak kadar güçlü gürültü yoktur bazı zamanlar. Bazen de haykırırsın, feryat edersin, dağları taşları yerinden oynatır iniltilerin, lâkin bir insan evladı duymaz sesini,

sinek kanadı kadar kıymet vermez senin yürek seslerine. Yine de seni kimse duymuyor, dinlemiyor diye küsmezsin, susmazsın; inlemekten, dertlenmekten vazgeçmezsin; bilirsin ki seni dinleyen bir vicdânın var, seni duyan varlar üstü biri var. Ses çıkarmak kadar, çıkan bir sese kulak vermek, onu duymak ve duyulur kılmak da çok değerlidir. Ses Dergisi genç kalemlerin sesi olmak için yola çıktı. Yıllarca başka meslekler icra etseler bile, içlerinde besledikleri edebiyat aşkı ile temeyyüz etmiş gizli hazineleri, usta kalemleri biraraya getirdi. Gizli saklı büyüttükleri edebî zevklerini paylaşmak için, içlerinde alevlendirdikleri yangınları saf ateş olarak gönüllere boşaltmak arzusuyla, yola düştüler onlar.


Haziran / 2020

Sayı 10

Dertli söylegen olur, işte Ses Dergisi yazarlarının, duyguları çok keskin ifade etmeleri bundan; dertliler, cesurlar ve söyleyecek türküleri var. Bıraksanız her hafta bir dergi çıkartacak kadar doğurganlar; üretmek ve paylaşmak istiyorlar. Edebiyatın lafzî ve ruhî mânasını sindirmiş seçkin insanlar. Onlar zıtlıkları birlikte yaşıyorlar, yalnız başına gurbete göçen, evinden, eşinden ve çocuklarından uzak, yarını hakkında fikri olmayan bir altın kalem umut aşılıyor okuyucusuna, cesaret ekiyor korku dolu gecelere ve fazilet devşiriyor görünüşteki kötü hadiselerden. Onlar, aralarında bilgiçlik taslayarak kıskançlık yapmadıkları gibi, her konuda birbirlerini besliyor ve destekliyorlar. Farklı düşüncelerin birlikte yaşayabildiği, fikirlerin özgürce konuşulduğu, kimsenin kendini ifade etmekten korkmadığı bir zeminde yeşeriyor yazılar. Dün, bugün ve yarın çizgisinde ele alınıyor bütün gündemler. İçlerinden geleni yazıyorlar. Okuyucu mutlu, çünkü yazanların içleri pırıl pırıl, duru bir Anadolu pınarı gibi yürekleri. İçerde ne varsa dışa o sızıyor. Sıza sıza göl oluyor, akıp akıp yol buluyor. Yaradan’a sığınıyor bütün ekip, çünkü biliyorlar ki; O isterse nice az şeyler bir gün bollaşıyor, bereketleniyor. Bereketli olsun sesiniz, sözünün, yazınız ve okuyucunuz. Selam olsun çoğu insanın sesini sakladığı bu asrın en acımasız günlerinde Ses’inize ses verenlere, kalemiyle, düşüncesiyle ve ses rengiyle dergiyi büyütenlere.

m Köşesi

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat 31


Esra Dolunay

Haziran / 2020

Sayı 10

Kırkikindi

2-

A Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

kşamüstü bulutlanır düşüncelerim Tıpkı kırkikindi yağmurları gibi”

39. gün Gün ağarırken ötelerde yer yer aydınlanıp sönen bulutlar dağılmaya başlamış ve aralarından belli belirsiz bir kızıllık sıyrılmıştı. Kızıllık, penceredeki bir telden sıyrılıp Safa’nın yastığına değerken aralamıştı gözlerini. Bir diğer diyarda iki kızıl kirpiğin aralandığı gibi. O diyarda, aynı kızıllık atların çiğnediği otların ucunda uzamıştı vadiye. Sonra çitlere, ardından çiftlik evinin çatısına ve yumurtadan yeni çıkmış iki bıldırcın yavrusuna... Elinde iki kovayla kapıda belirdi Melek... Gün ağarmadan sütleri biriktirmeliydi. -Ne çok yağmur yağmış yine! Diye mırıldanırken. Çiftliğin köpeği Cesur’un yanında belirmesiyle irkildi. -Demek sen de uyandın! birazdan senin kahvaltını da getireceğim az bekle olur mu? Cesur’un ağzından sarkan poşete takıldı Melek’in gözleri : -Demek bekleyemedin. Ne yedin sen öyle? Çekiştirip çıkarttığı poşet parçasının içindeki rulo dikkatini çekti : -Bu da ne ki ? ! Ruloyu açtı ... tam ruloya sığacak İnce uzun bir yazı: ... Sessizleştim bu günlerde Sensizleştim.. İnsanların dertlerine gülüp bilindik tesellilerle avuttum Hissizleştim bu günlerde Körleştim 32

Yalanı dinleyip Gerçeği susturdum Rutinleri kabından çıkarıp Ukdeleri dondurdum. Neşesizleştim bu günlerde Gökkuşağının kaç renk olduğunu unuttum Hoşgördüm bu günlerde Ve boşverdim Ve göçüverdim birikmişlerimden Hepsini öteye süpürdüm Senin varlığından habersiz Seninle büyüdüm Yolda olduğundan habersiz Seninle yürüdüm Yaşadığından habersiz Seninle öldüm Hiç’te seninleyken Hep’te sensizleştim... ... Bir kez daha yavaşça okudu. Her satırda gezdirirken gözlerini son satırda gözlerine bir buğu oturdu. Herhangi bir isim

yoktu sonunda. En iyisi boşvermeliydi. Güne devam etmeliydi. Hiç bir şey değişmemişti sonuçta . Değişmiş miydi ? -Melek! Aceleyle cebine attığı rulo ile annesine yardıma gitti.


Sayı 10

Haziran / 2020 40.gün Koğuşta sıradan bir gündü. Su ısıtıcıda menemen yapmak gibi çözümlerle yapılan kahvaltının ardından: -Safa senin küçük notlar bitti galiba! Bu ani soruyla ranza arkadaşına tereddütle baktı Safi: -Bugün 40. gün artık azalmaya başlar bu yağmurlar. Su gideri de kurur. -Adrese ulaştığına eminsin yan ! Bayram tatiliyse geç gider . -Geç dalganı tabi . Sanki sen çok lüzumlu işler yapıyormuş gibi! -Tamam sinirlenme kardeş sen de olmasan kime takılacağız... Dostluk kavramı ve mutlu muhabbet, çayın buğusunda yükseliyor, soğuk ama atmosferi sıcak koğuşun duvarlarında yankılanıyordu.

Eve döndüklerinde kapının önünde bir kova vardı ve içeriden sesler geliyordu. Ailesi biriyle konuşuyordu. İçeri girer girmez kasketi ve tulumuyla mutlu bir yüz seslendi: -Oo Melek nerelerdesin kızım?

Nasılsın görüşmeyeli? -Hoşgeldin İlyas Amca! -Hoşbulduk. Ağı toplamaya gelmişken size de uğrayayım dedim. Nasıl, baya balık gelmiş mi ? -Sel gelince yarısını götürmüş ağla beraber balıkların, ama sel sayesinde baya balık da takılmış. E çer çöp de çok takılmış tabi . Zaten çevre iyice kirlendi burada bile. Biraz temizlemeye çalıştım çok beceremedim kusura bakmayın. poşet parçaları mı dersiniz ne varsa takılmış. Sonra balıkların

Aceleyle attı cebine ve İlyas amca gidene kadar yoklayıp durdu.

“Melek kovayı alıp mutfağa gitti . Balıklardan ilkini, parlak ve kızıl yüzgeçli olanı seçti. Yüzgecine takılan poşetleri temizlerken gözüne bir şey takıldı. Cesur ‘un ağzında gördüğü gibi bir rulo.” Gerçek olduğuna emin olmak için içinde tarifsiz bir merakla akşamı cebindeki notlarla bekledi. .... -3“Geceleyin parlar düşüncelerim Tıpkı dolunayın halesi gibi” -Hayırlı akşamlar bize de bekleriz selametle! İlyas amca gidince odaya koştu Melek. Cebindeki ruloları masaya saçtı Hiç vakit kaybetmeden önce poşetlerini açtı, sonra sırayla ruloları. Evet hepsi yazılıydı. Bunlar çöp değildi!

33

Kültür-Sanat-Edebiyat

O gün öğleden sonra Çiftliğin bir kaç yüz metre ötesindeki kuzulara bakmaya Cesur‘la gidiyordu Melek. Taşkının yaşandığı nehrin kıyısından geçerken İlyas amcanın kurduğu balık ağının bir tarafı bozulmuş, yatağından taşan nehir, ağı oldukça hırpalamıştı. Sahi taşkından sonra epeydir İlyas Amca uğramamıştı. Cesur balık ağına doğru havlayıp durmuştu. Melek hadi diye çekiştirerek Cesur’u sürükledi.

Melek kovayı alıp mutfağa gitti. Balıklardan ilkini, parlak ve kızıl yüzgeçli olanı seçti. Yüzgecine takılan poşetleri temizlerken gözüne bir şey takıldı. Cesur’un ağzında gördüğü gibi bir rulo. Sonra kovanın dibinde parlayan poşetler... bir değil bir çok rulo! Tam beş tane sarılmış poşet...

Ses Dergisi

40. gün

boğazına yüzgecine takılıp öldürüyor onları da . -Evet , Cesur la geçerken görmüştük. -Neyse gelmişken yarısını size bırakayım dedim. Bu bize zaten çok. Birazını siz alın.


Haziran / 2020 I “Uzakta ve yakında Zirvede ve dipte Tutmayı yeğledim Vermek istemediğim nefesi Ciğerimin yanışını Ciğerimin kanayışına değiştim Ve nefesimin tükendiği yerde Nefes almaktan vazgeçtim ” II

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

“Fazla almış bir çay demini Gökyüzünün mat rengi gibi Şehir bîcan , şehir lâmekan Yine de olsan.. Yeniden üşüdüm Yeniden düşündüm” III “Özlemek” derler İki harf fazladır yolunda ölmekten Bir harf eksiktir yolunu gözlemekten İnsan özünde eksik olanı özler Eksilmesin diye saklamak ister Başka bir yerde “hasret” derler Bildiğin “hasar”dır bu, başka türlü ifade edemezler...” Son iki ruloyu okuyamadı. Çok su aldığından yazılar tamamen birbirine karışmıştı. Ne farkeder ! Her birinin bir öncekinden daha güzel olduğuna emindi. Madem bilmediği bir adres ve bilmediği bir isimden kendisine ulaşan bir not olmuştu. O zaman kendisi de bir satır yazmalıydı. Bu kadar iyi yazamazdı ama ne önemli var! süslü cümleler değil samimi bir satır ekleyebilirdi. Kendi cümlesini bir kağıda yazıp, diğer notlarla bir zarfa koyup masaya bırakırken ,parlak ayın nehirdeki yakamozu gözlerinde ışıldıyordu. -4“Henüz yaşanmamış bir kaderin, olmadığı anlamına gelmediği gibi...” 34

Sayı 10 41. gün Bugün de çiftliğin rutin işleri tıkırında ilerliyor. Bir kaç yeni mahsul alınıyor. Hayvanlar besleniyor. Ve sabah rutininin ardından bir ağacın altına sıvışan Melek, kitabını okumaya devam ediyor. Beyninde ise plak gibi düşünceler dönüp duruyordu: “Bu kitaptaki cümlelerden bile güzel yazmış ... Ünlü biri midir? !” “İyi de neden ünlüyse çöp poşetine sarmış?” “Belki de biri sinirlenip kendisine yazılan şeyleri atmıştır, sel de götürmüştür.” Dönen plak hiç cevaba götürmüyordu sadece dönüp duruyordu... .... Safa ‘nın koğuşunda ise bir hareketlilik vardı. -Bugün mektup günü kardeş! -Bana mektup hiç gelmez biliyorsunuz dedi Safa .... Melek kitaplarını ağacın altından toplayıp eve geldi. Annesi: -Hah ben de seni arıyordum. İlyas amcanın unuttuğu mektubu bulmuşsun. Verdim ben de. Yeğenine gönderiyor ya. Melek bir an donakaldı sonra odaya koştu. Masada zarf yoktu. ... Herkes hummalı bir heyecanla mektupları açarken; -Safa benim mektupta senin çöp poşetli ruloların ne işi var bu nedir , şaka mı yapıyorsun kardeş! İlyas amcam böyle şeyler yazmıyor tanıdığım kadarıyla ! Safa şaşkın uzatılan zarfı aldı, kendi notlarından üçü ve yanında başka bir küçük sayfada başka bir elyazısı vardı. Safa bu farklı el yazısıyla yazılmış iki satıra baktı... gülümsedi.


Mecit Özdemir

Haziran / 2020

Sayı 10

SELAM SANA KARA BAHTIMIN AK YAZISI

S

elam sana kara bahtımın ak yazısı. Selam sana kör yanlarımın aydınlığı... Sevdim seni... Sevdim de sevgini gönlüme yazdım... Ömrümün on yedi yılını senin gölgende huzur içinde yaşadım. Deli gönlüm seninle duruldu. Senin koruyucu limanlarında huzura erdi, türlü taşkınlıklardan, hastalıklı ve arızi hallerden emin yaşadı.

Her akşam sensizliğin zindanında Bir hüzün düğümlenir boğazımda Bir çare ararım içine düştüğüm hayata Visalinden başka yol gelmez aklıma.

Resim: pascalvinepoet.wordpress.com

35

Kültür-Sanat-Edebiyat

Hangi yana dönsem ıstırap Hüzün çökmüş zindanımda Bir ateş yanıp duruyor ta şuramda Senin sevginin attığı tarafta

Ses Dergisi

Baharın tüm güzelliklerini seninle yaşadım ben Sen ömrümün hem neşesi, hem semeresi oldun. Kederli anlarımın tesellisi, neşeli anlarımın eğlencesi idin. Seninle çekiliyordu akşamın yalnızlığı, seninle daha güzeldi günlerin aydınlığı... Yazın gölgesinde serinlediğim, kışın nefesinde ısındığım sendin. Güz akşamlarının hüznü sende kaybolurdu. Bahar sabahlarının neşesi sendin. Sen, benim sevdiğimdin. Adını gönlüme yazdığım, düşlerimin kahramanı, şiirlerimin ilhamıydın... Bir bahar mevsiminde bahar çiçeği gibi, gül gibi açtın gönlümde. Bir güneş gibi doğdun hayatıma. Önce gözlerinin ateşi düştü kalbime sonra gönlümde sevdan alev aldı. Hayatıma dokunan, hayatıma giren ilk yabancı sen oldun. Öyle bir girdin ki sen ben oldun, ben sen oldum... Sen iyi ki benim oldun, benimle oldun. Sen kalbimin ferahlığına vesile, gönlümün hoşluğuna vasıta oldun. “Kimin dünyada güzel ahlaklı, iyi huylu bir hanımı varsa, onun rahatı tam demektir,”diyen şair ne güzel söylemiş. Ey benim iyi huylu, iri gözlü meleğim. Sayende, seninle geçen yıllarda rahatım tamdı, huzurum yerindeydi. Ya şimdi? Sensiz geçen günlerde, gecelerde halim nicedir? Bir yıldıza ulaşmak, bir mehtabı seyretmek gibiydi yanında olmak. Şikâyetsiz akşamlar da umut dolu, gönülden yaşamaktı hayatı. Bir bardak çayda sevdayı yudumlamaktı, hayatı yaşamaktı, hayatın tadını almaktı... Seninleyken her şeyin tadı vardı... Sen hayatın tadıydın. Çayımda şekerim, çorbamda tuzumdun. Ne fayda ki, şimdi yanımda değilsin. Tadı kaçtı hayatın...

Ey yar! Ne güzel talihin varmış senin... Neden mi diyorsun? Nedeni şöyle ki en güzel yerindeymişsin kalbimin... Seni seven, sana değer veren, seni incitmekten, üzmekten kaçınan bir sevdiğin varmış. Ey sevgisini gönlüme ektiğim, iri gözlerinin hasretini çektiğim yar! Yüreğimin derinlerinden gelen ancak dilimden bir türlü dökülemeyip de şimdilerde kalemimin ucundan damlayan yukarıdaki satırları okuduğunda gönlünde solmayan güller açacak biliyorum. Belki göz pınarlarından sevginin, özlemin, sevilmenin güzelliğinden kaynaklanan bulutlanmalar, buğulanmalar oluşacak. Belki bulutların yoğunluğundan akan yaşlar, gözpınarlarından dışarıya doğru akacak. Sonra “başına taş düşmüş olmalı bu adamın” diyeceksin, şaşıracaksın belki de... Emin olmak için bir daha okuyacaksın. Sonra duvarların da dile gelebildiğine, duygusal olabildiğine şahit olacaksın. “Yok yok, bunun başına taş düşmüş olmalı” diye bir kez daha söyleneceksin. Ne yalan söyleyeyim. Hasretinin ateşi düştü gönlüme, sevdanın volkanı patladı yüreğimde, özleminle... İşte bu satırlar patlayan volkanın ateşi gibi yakan, gül kırmızısı lavlardır. Bilemem ki bu gül kırmızısı lavlara dokunabilir, içine dalabilir misin? Sensizliğin zindanında Ateş düştü yüreğime Sende kaldı bir yanım Yarım halimle nasıl yaşarım


Seyfullah Sacit

Haziran / 2020

B

Sayı 10

YOL VE BEN

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

ir veda daha… Kaçıncı oldu bu sayamadım. Kaçıncı kez yola çıktım hatırlamıyorum. Dokuz köyden kovulmuş adam gibi hissediyorum artık. Hala onuncu köy gelmedi mi? Vedalara alıştım. İnsanlara, kentlere, ülkelere... En zoru da gönüllere edilen vedalar oldu. Alıştım, en son dünyaya veda edeceğim. Sanırım artık ondan da korkmadan gideceğim. Her veda da olduğu gibi ardımda birçok şey bırakarak belki… Yine yoldayım. Bunda bir amacım yok. Yola çık yolda bulursun aradığını demiş erenler. Yola çıktım lakin ne aradığımı bilmeden bu kez. Gidişlere alışmışken artık dönüşlerin olmayacağını bilmek en acı olanı. Son iki yılda çok sert bir şekilde tecrübe ettim, bir zamanlar her şeyin olanların şimdi bir hiç olmasını… Yola dökülmüş birkaç not. Yürümekten ayağındaki ayakkabılarına kadar yırtılmış bir insan. Ayakkabı önemli değil, gönüle zeval gelmesin. Her an yeniden başlayan bir yolculuğun hiç yol almamış yolcusu. Anlamdan uzak, anlama tuzak, bir beldenin en anlamlı haline bakmak. Sahi! Bir kule ne kadar anlamlı gelebilir ki bir insana..? Sessizce geçen günün ardından gece… Gece çıktım hep yola... Ve bir gece vakti yine… Yoldayım... Anlamın en anlamsız halinde yol almaktayım. Bir gün daha… Sonra bir gün daha… Ardından bir gün daha… Hepsi bir yola işaret. Ben durunca öleceğim. Bunu idrak ettim. Koşmak ile yürümek arasında fark yok. İkisinde de yol üstündesin. Önemli olan ne yöne gideceğin demiş erenler. Ben yönümü tayin edemedim. Kısa kısa notların kitapları okunulmaz hale getirmesi gibi, yolda, bende kısa kısa oldu. Yola alışmışken bir yerde konakladım. Oraya alışmışken yine yol göründü... Ve son devirde bir sükûtun içinde gidiyorum. Her daim olduğu gibi yine yalnız başıma bir şeyler karalayarak. Ve bitti. Son. Gidişlerin başlangıcı olan son… Bir nokta halinde yaşanan hayatın kendinden vazgeçme hâli olan yol...

36


Sayı 10

Haziran / 2020

TUGAY YALÇIN

ÜZERİMİZE TAŞ YAĞDI

Ü

37

Kültür-Sanat-Edebiyat

Başımıza göklerden taşlar yağmadı; önce kalpler taşlaştı, tüm güzel duygular unutuldu, iyi olanın adı kötüye çıktı…

Ses Dergisi

stümüze zaman yağdı, hüznümüz ondan…” der Yahya Kemal Beyatlı. Evet 2018’in Nisan’ı ve biz baharları, dalından güller toplamayı, kuş seslerinin çocuk seslerine karıştığı bir dünyayı, ne kadar çok arzu etmiştik.. Dost meclisinde, gece bilmem kaçlara kadar çayın en koyusuyla hasbihallere dem tutmayı arzu etmiştik… Ve şimdilerde içimiz yangın yeri, gönüllerimiz paramparça; zamanın ağırlığı yağdı üzerimize, ondan… Belki de taş yağdı… Hani mahalle kahvelerinde, evinde bir seksenliği bulananların sofrasında, câmi çıkışlarında hep döner dillerde. Bir cereyan eder bir yerlerde; bir çocuk alnının ortasından vurulur, bir kadın iftiraya uğrar, birileri küfürler savurur, kimisi kavga eder, kimisi onca insanı kandırır dolandırır… Şu veya bu ahlâka, dine, kültüre aykırı bir hâdise oldu muydu dile vurur hemen “Başımıza taş yağacak…” Bizler çocukluğumuzdan bu yana o taşları Allah’ın gökleri yararcasına başımıza yağdıracağını, bunun da olup olan onca çirkin ve kötü hâl veya onca günah müsebbibiyle olacağını düşünürdük… Ve bazen göğe bakarken içimiz ürperirdi. Korkardık; lâkin bu Rabb’in büyüklüğüne olan erdemli bir korkma değildi… Bu câmilerde, sokaklarda, kahvehânelerde eliboş, gönlü boş, dili dolu insanların Allah’ı hep korkulan göstermeleri ya da kıt bilgileriyle o kadarını bilmeleri ve inanmalarından ibaretti… Olan oldu, yıllar geçti ve zaman hüznüyle geliverdi. Biz taşları gökten beklerken; taşlar dost bildiklerimizin, bizim vatandaşımız, bizim milletimiz deyip sahiplendiklerimizin elinden, dilinden, bakışından geldi… Komşular, ah o komşular; Efendiler Efendisi’nin(sav) “… zannettim ki; Hz. Cibril komşuyu komşuya varis kılacak…” dediği komşulardan zannetiğimiz, öyle kutlu bir muhabbete, birlikteliğe lâyık gördüklerimizden geldi, ihanete ve zehre bulanmış hançer darbeleri… Bir de anneler var, babalar var, eşler var, çocuklar var…

Kendi evladını kucağında küçücük bir bebekle ya sokağa atıyordu yahut zalimlere kendi eliyle teslim ediyordu. Kimisi de annesini babasını tehdit ediyordu… Kırk yıl baş koyduğu yastığa ihanet edenler de vardı elbet… Onca güzelliği, iyiliği unu-tup gönülleri taş kesilen, Allah’ın Rahmet’ine gönüllerini kapamış, vicdanını elleriyle öldürmüş, sevmekten bîhaber, muhabbetten bîhaber, insanlıktan bîhaber koca bir güruh… Her şeyini, ahlâkını, vicdanını, arını dünyalıklarına kurban eden, kalbi taş kesilmişler yağdı üzerimize… Bir çocuğun gözyaşlarıyla eğlenen taş yürekliler, bir annenin feryadına türkü yakıp oynayan taş kesilmişler, Hz. Allah “Ayetlerimi az bir karşılık ile satmayın…(Bakara 41)” buyurmasına rağmen inancını üç beş kuruşa satan, makama satan, taş yürekliler yağdı dünyanın üzerine, hele de güzel ülkemize… Başımıza göklerden taşlar yağmadı; önce kalpler taşlaştı, tüm güzel duygular unutuldu, iyi olanın adı kötüye çıktı… Gönlü güzel olan onca masumun hayallerine, küçücük bir bebeğin gözlerini ilk açışına, çocuklarımızın oyuncaklarının üzerine, gözü yaşlı annelerimizin sinelerine, yiğitlerimizin sırtlarına, omuzlarına, ihtiyarlarımızın avuçlarına, kalbi taş kesilmiş, yürüyüşü taş, konuşması taş, nefesi taş, bakışı taş onlarca zalim, haydut, şeytanın avâneliğini, bayraktarlığını yapan onlarca câni, kendini bilmez tarafından taşlar atıldı… Adına vatan dediler, taşlarını gönlü güzellerin sadırlarına geçirdiler, din bilmezler din deyip, kitap bilmezler kitap deyip inancın en seçkinini oyun ettiler… Gönlü güzel olanlar bilir ve inanır ki; zamanın hüznü yağıyor, yağacak… Dahası taşlaşmış ve çürümüş insanlar, kemmiyetlerine kemmiyet katacak, her gün biraz daha büyük taşlar atacaklar, koca koca kayalar altında ezmeye çalışacaklar… Lâkin umudumuz bâkidir... O’ndan gelen her hâle “eyvallah” deyip sevginin diliyle konuşmaya, nefes almaya, yaşamaya, koşturmaya, duaya, sabra devam etmek bizim şiarımızdır. Bize, iki çay azîzim!


Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Hüseyin Odabaşı

Haziran / 2020

M

. Bremond saf șiire dair 1930’un Haziran ayında Akademi’de y apt ı ğ ı bi r konuşmada, şiir lisanına “dua” adını vermiştir. (Tanpınar, Makaleler) Biz de bu benzetmeyi kabul ediyoruz; çünkü samimiyetin bütün imkanlarıyla gönülden gelerek yapılan bir dua gibidir şiir; çünkü şiirin aktığı yerle duanın aktığı yer aynıdır. İnsanın kalbindeki feryadı ve hüznü, derdi ve tasası, ancak şiirle ve duayla en güzel ifadesini bulur; çünkü şiir, nesir gibi göz yaşını ve kaynaklarını izah etme ve ortaya çıkarma cehdinde bulunmaz. Gerekirse gözyaşının kendisi şiir olur. Mısra mısra gönlümüze damladığını hissettirir bize. Hüznü tarif etmez, psikolojinin dilini kullanmaz. Onda ne aklın vuzuhu ne de dili vardır. Bilakis şiir, kağıda tutturulmuş bir hüzündür. Bir dil kullandığını mecburen ifade etmek gerekirse, şiir kalbin, hissin ve duyguların diliyle konuşur. Kalbin dili yani acıların, sancıların, aşkın, tutkunun, feryadın ve ızdırabın lisanıdır. Aşkı, sevgisi, tutkusu ve ızdırabı olmayanlar şiirin bu dilini pek anlamazlar. Şiirini kalbine söylettiren Mevlânâ’nın mısralarına hele 38

Sayı 10

DUA ve ŞİİR “Şiirin mânevi benliğini yapan havasındadır. Birbiriyle irtibatı olmayan rüyet ve düşünce parçalarını, hissin ve hayalin bütün dağınık parçalarını kendi içinde ve vahdet halinde toplayan, işte bu asıl havadadır. Mana bu havaya ses ve melodi gibi refakat (arkadaşlık) eder” bir bakın: Sine hahem şerha şerha ez firak Ta biguyem şerh-i derd-i iştiyak (Özlem ve hasret derdini anlatabilmek için, ayrılık ateşinden kavrulmuş, şerha şerha (param parça) olmuş bir gönül isterim.) Bu bakımdan nice kalplerin kendine benzettiği şiirler olduğu gibi, nice şiirlerin de

kendisine benzettiği kalpler vardır. Şair yazdığı şiiri kendi kalbine, okuyan da kalbini şiire benzetir; çünkü, pek çok şiirde kalbin feryatlarıyla hasta mısralar, aşk ateşiyle âhı, göğü tutan ciğeri yanmış beyitler vardır. “Beni candan usandırdı cefdan yar usanmaz mı?

Felekler yandı âhımdan muradımın şerm’i(mumu) yanmaz mı?” Bu arada iyi şiirin ip uçlarını da yakalamış oluyoruz. İyi bir şiirin dua gibi ızdırapla atan bir kalbi, nabzında ise sevdanın sıcaklığı olur. Kötü şiir gibi gafletle yapılan dualarımız yok mudur? İçinde izdırap olmayan dualar.. Kalbi bir kenara fırlatarak yaptığımız, yani kalbi olmayan dualar... Sevdası, aşkı, tutkusu olmayan her istek kuru ve gaflet yörüngelidir. Gaflet uykusunu herhalde yatak uykusuyla karıştırmıyoruzdur! Gâfil dualar gibi gafletle yazılmış şiirler de vardır. Gafletle yapılan dua Allah’a ulaşmadığı gibi, bu tür şiirler de okuyucusunun gönlüne bir türlü ulaşmaz. Uyuyan uyandıramaz ki! Izdırabı olmayan mısralar kalbi bir akrep kıskacı gibi nasıl yakalayabilir? Dua bir söz yığını veya kelime kalabalıklığı olmadığı gibi, şiir de bir yığın söz değildir. Yani şiirinde şair, mümkün mertebe kalbini ortaya koyacak, fakat her türlü duygunun, sevincin, neşenin veya ızdırabın zarfı olan kalp aritmi değildir. Atışları ritmiktir. Zira onda musikinin saf hendesesi(matematik) mevcuttur. Kalbe en çok benzeyen sanat olarak şiirin de hendesesi vardır veya en azından şiir hendese ile barışık olmalıdır. Ayrıca musikinin şiirde varolma zarureti bu durumu gerekli kılmaktadır. Dua da aritmik değildir. Kalbimden geliyor


Sayı 10

Haziran / 2020 diye akordu bozulmuş bir sesle bağırmak ve çağırmak olmaz. Kalbin ritmik ve derinden atışları misâli edep duanın hendesesi mesabesindedir. Kainatta matematik neyse müslümanda ahlâk, dualarımızı süslemesi gereken edep aynı şeydir. Dünyamızın ağaçları, ovası, obası deresi, ırmakları “her nasılsa” kalbimizin duyguları gibi dağınık dağınık gözükür, fakat dünyamızın dönmesinde ise bu dağınık duruşa mukabil kuvvetli bir hendese hakim değil midir? Şiirlerimiz de dualarımız da böyle olmalıdır. Duada madde, bildiğimiz şekliyle yoktur. Arzuların tarifi gün ışığında yapılmaz, madde kalıplarına oturtulmaz. Çizgiler, sonsuza uzanacak şekilde esrarengiz bir mahiyet arz eder. Çünkü herşeyiyle sonzuz olan bir Zat’ın karşısında eller açılmış, gönül kapılarına dayanılmıştır. Dolaysıyla dua, sınırlının Sınırsız’a karşı kendini arzetmesine uygun bir vasıta özelliğini daima muhafaza etmelidir veya dua, sınırsıza doğru açılmaya müsait bir üslupla dolup taşmalıdır. Şiir ise duayla yakalanan bu esrarı sembollerle yapar. Parça parça hayallerin tasviriyle maddeyi aşan manevi bir özellik meydan getirir. Bu durumuyla şiir edebiyatın, dua da ibadetlerin özüdür. Edebiyatın özünü meydana getiren şiirde bir mânevi havanın var olduğunu kabul edenlerden biri de Tanpınar’dır. “Şiirin mânevi benliğini yapan havasındadır. Birbiriyle irtibatı olmayan rüyet ve düşünce parçalarını, hissin ve hayalin bütün dağınık parçalarını kendi içinde ve vahdet halinde toplayan, işte bu asıl havadadır. Mana bu havaya ses ve melodi gibi refakat (arkadaşlık) eder” (Makaleler, sf,19) Duanın arşa dayanan enginliğiyle şiirin kanatlarının aynı anda üveykler gibi çarptığı da olur. Bazen de şiirle dua, gönül semamızla gönül yamaçlarımız arasında bir gökkuşağı oluşturarak her türlü rengi ve deseni bize tattırır. Öyle ki bir yerden sonra şiir dua; dua da aynıyla şiir olur: “ Ey kupkuru çölleri cennetlere çeviren gül; Gel o bayıltan renklerinle gönlüme dökül! Vaktidir ağlayan gözlerimin içine gül!.. Ey kupkuru çölleri cennetlere çeviren gül!”

Ses Dergisi

Dua bir söz yığını veya kelime kalabalıklığı olmadığı gibi, şiir de bir yığın söz değildir. Yani şiirinde şair, mümkün mertebe kalbini ortaya koyacak, fakat her türlü duygunun, sevincin, neşenin veya ızdırabın zarfı olan kalp aritmi değildir.

Kültür-Sanat-Edebiyat 39


Medine Yıldız

Haziran / 2020

Sayı 10

Hiszen

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Sancımın ızdırabı kaldı ağrılarımda.. Acıyan bir gözyaşı, o yardan da yara.. Yaramın sızısı, gurbetin vatanı şimdi. Ahlaşan derdime bir tek çare uzak.. Uzaklaşan bir hayat var birde içime karışan... Ahiretin selamlaması soluğumu... Ve sancıyı unutmayacak kader.. Kaderci bir ruh, ruha sessiz bir beden... Ya lisân anlamayacak kelimeleri... Ya anlayacak bir kalp olacak, kırık ... Ağrılarımın sadist hikâyeleri... Sarılmayı çok istediğim sevgilisi, Kahramanı ise sayfalara inat.. Hikâyelerden yorulmadım değil... Dinlemek istiyorsam, Bitkinliğimin çaresi olmadığından... Yaşıyorsam inancımdan, sonsuzluktan, saygımdan yaratılışa... Olmazsa olmaz bi hikaye varsa dinlemek için değil, yaşamak için... Gidilmeyen bir yer varsa duymak için değil, gitmek için... Tâkati soranlara; tâkatimi harcayamıyorum: hikayem uzun.. Hiszen olunca dönüyormuş acılar ... Döndükçe değişen mevsimden bir tanesi kış.. Acıtan olunca yürüyemiyormuş keder... Kaderden gelen keder, o da misafirmiş... Hani gitse bütün dünyanın küseceği.. Bir yudum aldığın sessiz nefesin de tadı, Tadını aldığın her acıdan daha ağırmış... Ağır durduğum her satırda bir yaşlılık... Her baş ağrısında bir kanser oda duyulmamış ... Bitmemiş yağmurlar var herkesin içinde... Sönmemiş lambaları sokaklarında... Bitmemiş geçmemiş acılar da kaldırımda... Bazen gidemediği ayakları geçmişten tutsak... Yalnızlığa hazırlanmış bir imtihan... Yüreğe de elvedası ağır gelen bi soru... Bu imtihanın neresinde kalbim doğru?

40


Sayı 10

Zeynep Kayadelen

Haziran / 2020

O Ses Çocuktum o melodiyi ilk duyduğumda Rüzgârla esiyordu köyün yamaçlarında Dar patikalardan inip akıyordu tarlalara Hüzünle sıvazlıyordu dolu başakları Ta güneşi sarsıyordu görüyordum Neden diğerleri duymuyordu onu Yüzlerinde aynı sağırlık gözleri dalgın Karlar inerken tüten bacaların arasında O melodi yürürdü hep aynı ritimle avluda Ses Dergisi

Çiğdem toplamaya gittiğimde yazıya kıra O eteklerimi savurur benden öne geçerdi Bir eksiklik duygusu yaptığım her işte

Kültür-Sanat-Edebiyat

Ben daha çocukken hüzünlüydü kalbim Bu yüzden geceleri sıkışırdım yorganıma Beni yapayalnız hissettiren o sesi Çok istiyordum susturmalıydı birileri Köyden ayrıldım biraz büyüyünce Şehrin gürültüsüne sığındım hevesle Şarkılar türküler dinledim yüksek sesle Heyhat o melodi büyümüştü benimle Her yerde karışıyordu yağmura kara Yıllar geçti artık kabullenmişken o sesi Dediler senin köy boşaldı pınar kurudu Köy mezarlığı tanıdıklarınla doldu Gittim gezdim köyün yamaçlarında Devrilmiş mezar taşlarının arasında Nihayet bir sessizlik yükseliyordu Evet, o melodi burada son buluyordu

41


Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Yasemin Tatlıseven

Haziran / 2020

S

Sayı 10

SON BAKIŞ “Bir yandan onu dinlerken, diğer yandan masalara göz atıyorum. Bizi dinleyen var mı diye tetikteyim. Oysa Mecidiyeköy’de mahalle arasında bir pastane burası... Onun da gözü kapıda, içeriye giren biri oldukça tedirgin oluyor.”

oğumuş çaylarımızdan birer yudum alıyoruz. “Seni bilmem ama” diyor, “Ben kararlıyım.” Fırsat buldukça irtibat kurup, buluşuyoruz. İçime öyle doğuyor ki bu son buluşmamız olacak. Kaçamak cümleler kuruyorum. Yavrularım gözlerimin önüne geliyor, “Ya bana bir şey olursa çocuklarım ne yapar?” diyorum. “Haklısın” diyor, “Ben anne değilim, senin gibi düşünemem ama bildiğim bir şey varsa o da gideceğim.” Bir yandan onu dinlerken, diğer yandan masalara göz atıyorum. Bizi dinleyen var mı diye tetikteyim. Oysa Mecidiyeköy’de mahalle arasında bir pastane burası... Onun da gözü kapıda, içeriye giren biri oldukça tedirgin oluyor. Saklanarak yaşamaktan yorulmuş. Ailesine, akrabalarına ve arkadaşlarına kendisini ifade edememenin verdiği çaresizlik gözlerinden okunuyor. Sıradan bir biyoloji öğretmeni... Genç yaşının verdiği enerjiyle kabına sığamıyor. Daha anlatacağı bir sürü ders, eğiteceği bir sürü öğrenci var. Öğrencileri ve okulu elinden alındı, ha keza diplomasıda öyle! Hiçbir şey yapmadan, eli kolu bağlı oturmak ona göre değil. Yapacak işleri var, görüyorum. Ve biliyorum, gidecek! Evinin eşyalarını ikinci elde haraç mezat satmış. Eksiği varmış, parayı tamamlayamamış. Ağlayarak babasının karşısına geçmiş, “Gitmem gerek, baba” demiş, “Gitmem gerek!” Adamcağız artık kredi mi çekti ne yaptıysa, üç beş günde bulmuş, buluşturmuş. Elindeki para onu çokta idare etmez ama bir noktaya kadar götürür. 42

Gözlerimin içine bakarak, “Beraber gidelim” diyor, “Birbirimize arkadaş, dayanak oluruz.” Bir sürü bahane sıralayıp, “Karar vermek için düşünmeliyim.” diyorum. Fazla zamanının olmadığından bahsediyor. Hesabı ödeyip kalkıyoruz. Durağa kadar yürüyoruz. Bazen o dönüp arkasına bakıyor, bazen ben... Takip edilip edilmediğimizden emin olmak istiyoruz. Metrobüste, ikimizi de derin bir sessizlik kaplıyor. Ayrılık cümleleri kurmak istemiyoruz. İneceği durağa yaklaşınca, “Hakkını helal et” deyip ayağa kalkıyor. “Helal olsun” diyorum, “Sende helal et.” Kapıya doğru yürüyor, dudaklarından helal olsunu okuyabiliyorum. Metrobüs duruyor, son kez başını çevirip bana bakıyor! Göz göze geliyoruz. Son bakış bu, zira son bakışları ezbere bilirim! Dünya gözüyle bir daha birbirimizi görür müyüz diye düşünürken, metrobüs hareket ediyor. Durakta kaybolana kadar ona bakıyorum. Önüme dönüp göz yaşlarımı siliyorum. Uzunca bir süre ondan haber alamıyorum. Bir bir gidiyor en sevdiklerim! Rehberimden sildiğim bu kaçıncı isim... Ve bir gece telefonuma bir çağrı düşüyor. Yurtdışı numarası bu... Ekrana bakıp gülümsüyorum, “Başarmış” diyorum, “Çok şükür ki başarmış.” Resim: https://stock.adobe.com/ca/images


Sayı 10

Seyfullah Sacit

Haziran / 2020

Kırık zambaklar ülkesi Ayaz yemiş tomurcuklar Hazan yeli bahar içinde Görüntüler yanılsama menzilinde . . Resimler yanıltıcı Sesler yoldan çıkarıcı Çığlık atar benliği Vaveylâ ile geçmişi Ümit ile geleceği Anımsar . . Varıldı varılmadı Hepsinde varma noktası Bir ordu yürüyüşü İki ileri bir geri duruşu Özlemden ve ümitten Geçmiş ve gelecekten Hepsinin üstünde bir anda Hayatı izliyordur. . . 3. Şimdi yersiz ve yurtsuz Mahrum kalmış vatandan Dünya vatandaşı Putların yıkılışı Sonunda gerçek mâhiyet Şimdi gel Kutlu göçle kendini keşfet...

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

1. Önce Eller uzaklarda Seslerin ulaşması mümkün değil Avuçlarda besteler Gözlerde parıltı Görüntüde etki atkısı . . İstekle gidiş İsteksiz dönüş Belirsiz zamanlar çağında Belirli mekanların gezintisi Ayna kırığı Yansıyan simâ Görünen nehir. . . Uzakta Kudüs Yakînde Mekke Arasında bir mekan adı zikret Orası nerede Hadi hepsini say Tek tek irdele Bir mekana sığmış mısın? . . 2. Sonra Görüntü uzakta Gönül memlekette Zorla çıkmışlık Cebren yolla tanıştık Mekan başka yerde Kalp başka . .

Dünya Vatandaşı

43


Tesnim

Haziran / 2020

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

G

Başını kaldırıp baktı önünde durduğu binaya. “Evim” diye bir kelime çıktı iki dudağının arasından. O öyle bir çıkıştı ki sanki tüm kalabalık, yerde gezinen karıncalar, havada uçuşan kuşlar hepsi işitmişti bu sesi.

üneşin ilk ışıkları ile yarışırcasına kalkmıştı o gün. Geceyi çok uyuyarak geçirdiği de söylenemezdi zaten ama içindeki heyecan, ona saatlerce uyunan uykunun vereceği dinçliği vermişti. Sürekli kendine “sâkin ol” telkinleri verse de bastıramıyordu heyecanını. Hazırlıklara başladı hemen. Birkaç parça kıyafet, diş fırçası, kitapları falan derken küçük bir çantayı doldurdu. Çabuk hazırladı bunları, zira alışmıştı bu aralar çantasını alıp alıp çıkmaya; kaplumbağa misali evini sırtında taşımaya, kâh orası kâh burası... Kapıdan çıkarken bir nefes aldı ve “her şey güzel olacak” diye fısıldadı. Hızlı adımlar ile yürümeye başladığı yolun, dolambaçlı sokaklardan, dik yokuşlardan , sert virajlardan oluştuğunu biliyordu olsun, olsun... Yine de bitecekti bu başlanılan yol! Cesaret toplamak için elini cebine götürdü. Güzel günlerden ayırıp kenara koyduğu bir tutam saadeti çıkardı dikkatle, içine çeke çeke kokladı. Kokulardan hatırlanırmış geçmiş. İtina ile cebine yerleştirdi tekrar. Otobüse binince başını cama yasladı hemen oturduğu koltukta. Hep yapardı bunu ama bu sefer sadece bakmaya değil, görmeye de niyetliydi. Hatta kulak vermeye.. Yanına aldığı kitaplardan birini aldı açtı. Sayfalarının arasında çiçek misali kuruttuğu “neşe”yi çıkarıp saçına taktı. Şimdi biraz daha dikti omuzlarını, zira hayat böyle daha kolay karşılanıyordu. “Gülmesini, güldürmesini bileceksin

44

EVİM

Sayı 10

bu hayatta” diye düşündü. “Yaşamak...” Bu kelimeyi bir daha tekrarladı; yaşamak... yaşamak... Sonuncusunu farkında olmadan yüksek sesle söylemiş olacak ki, yanındaki kadın dönüp baktı. “Pardon” dedi mahcup bir edayla, başını hafif öne eğerek. İşte böyle yüksek sesle, vurgulayarak, altını çizerek, uğraş verip, kıymet bilerek ; saçtaki beyazın, yüzdeki kırışıklıkların, dizdeki kireçlerin hesabını vererek, anısını hatırlayarak dolu dolu yaşamak... Takvimdeki her bir günün kağıdını kopartıp “bu güzel günün anısı” olsun diye saklamak istercesine yaşamak... Yine derin sulara dalmıştı ki, kıyıya doğru kulaç atmaya başladı, çünkü ineceği durağa gelmişti. Kalbinin sesini işitiyordu kulakları etraftaki gürültüye rağmen. Ruhu kanatlanmıştı adeta. Başını kaldırıp baktı önünde durduğu binaya. “Evim” diye bir kelime çıktı iki dudağının arasından. O öyle bir çıkıştı ki sanki tüm kalabalık, yerde gezinen karıncalar, havada uçuşan kuşlar hepsi işitmişti bu sesi. Kıpırdamaksızın, elinde çanta, gözünde yaş, ne kadar süre bakakaldığını bilmiyordu evim dediği binaya. En sonunda camlardan birindeki perde aralanıp el sallayınca biri, kendine geldi. Artık sadece ruhunda değildi sanki kanatları. Uçarcasına girdi binaya. Evet.. O, binaya girmişken ne siz sorun niyeydi evden bu ayrılık ne de o anlatsın. Kavuşmanın güzelliği kalsın hepimize...

Resim: www.dreamstime.com/


Sayı 10

Haziran / 2020

Handan Tunç

Azadî *

Ey azadî, Sen gidince kara bulutlar kapladı her yeri, Dört mevsimin adı sadece kış oldu, Yürekler buz tuttu, cemreler düşmez oldu. Hayat sadece siyah ile gri arasında dolaştı durdu, Yollarımız mavilere çıkmadı bir türlü, Uğramaz mısın bizim vatana? Ey azadî, “Ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam!” Diyenlerin mirası, Yolunu gözleyenlerin pembe hülyası. Hapishane kapılarının kilidi, Mahpusların gelecek umudu, Uğramaz mısın bizim vatana?

Kültür-Sanat-Edebiyat

Ey azadî, Yüreğimizdeki hasretle, Avucumuzdaki duayla, Zühre yıldızı gibi kalbimizde parlayan umut ile Gözlüyoruz yolunu! Uğramaz mısın bizm vatana?

Ses Dergisi

Ey özgürük! Ey yalçın dağların zirvesi, Ey kapkaranlık gecelerin sabahı, Ey zemheri soğukların baharı Uğramaz mısın bizim vatana?

Ey azadî! Ey uğrunda canların gittiği, Kadınların dul, evlatların yetim kaldığı... Ey azgın sularda yitip giden, Uğramaz mısın bizim vatana?

Ey azadî, Sen gideli sevinçler hüzne döndü, Mutluluklar kedere... Matem elbisesini giydi bulutlar, bayırlar, ovalar. Sen gideli gün aymadı, Gece karanlıktan çıkmadı, Uğramaz mısın bizim vatana? Ey azadî, Sevenler sevmeye yol bulamadı, Yarım kaldı duygular gönüllere akmadı, Sen gideli buralar eskisi gibi olmadı, Uğramaz mısın bizim vatana? *Özgürlük 45


Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

F. Tuba Araman

Haziran / 2020

S

Kielolar Hatırına

Sayı 10

“Kielolar, benim düğünümde gelin çiçeklerimdi. Kocam, geçen yıl vefat etti. Yarın bizim evlilik yıldönümümüz, onun başka bir şehirdeki mezarına ziyarete gideceğim. Orada kielo yetişmiyor, bu çiçekleri ona götüreceğim.”

ıklıkla yürüdüğüm yoldu. Son birkaç yıl içinde anlam veremediği birçok ayrılık yaşayan 6 yaşındaki kızımı, devam ettiği anaokulundan almaya gitmiş, kamptan taşınacağımız için bir vedasına daha şahit olmuştum. Onun buruk ama tatlı sorularını cevaplamaya çalışıyor, yine bir sonraki yerimizle ilgili bir mutluluk tablosu çizmeye uğraşıyordum ama ressam yorgundu... Her gün, her an başka bir sürprizle beni şaşırtan ağaçlardaydı gözüm. Hayata merhaba diyen her yeni yaprak, gördüğüm her çiçek umut veriyordu neyse ki… Birkaç gün önce tanışmıştım onlarla. Kahve standında geçmişin izlerini taşıyan, narin bir vazoda zarif duruşlarıyla dikkatimi çekmişlerdi. Tasarımlarına hayran olmuş, onları yakından incelemiş sonra dayanamayıp fotoğraflarını çekmiştim. Kahve satan Finli hanımefendi, tatlı bir gülümsemeyle yanıma gelip, ismini söyledi güzelim çiçeklerin; Kielo… Genellikle ilk adımı karşısındakinden bekleyen, ürkek, sakin ama sevgi ve samimiyet dolu Finli dostlardan görmeye alıştığımızın ötesinde bir sıcaklıkla, çiçekleri koklamamı istedi benden. Bu koku, enteresan bir şekilde huzur veriyordu insana. O günün hafıza defterimdeki adı oldu kielo. Ve benim kıymetli hikayem şöyle başladı: Kaldığımız kamp binasının karşısındaki yer, bir çeşit huzureviydi. Orada kalan insanlar için bir etkinlik düzenlenmiş ve kampın direktörü, arkadaşıma bir ikram masası hazırlamayı teklif etmişti. İstişare edip birlikte bir şeyler yapmaya karar verdik. Kamptan evlerimize taşınacağımız o günlerde bu ricayı geri çevirmek olmazdı. Hasretler, zorluklar için dökülen gözyaşlarımızın, tedirgin bekleyişlerimizin adıydı Karkku. Ülkenin orta bölgesindeki bu küçük kasabada bir kış geçirmiş ve yaşayacaklarımıza dair her farklı duyguyu, dualarımızla birlikte, çoğu zaman bize rahat bir nefes aldıran tek güzellik olan, göle üflemiştik. İşte göğsümüzü 46

daraltan ama galiba ruhumuzu da güzelce yontan bu yere dair, bavulumuza koyup götürmek istediğimiz fazlaca anı yoktu. Geride kalsın istiyorduk, umutlarımız ve dualarımız dışındaki her şey. Yine de kielolar gibi saklamak isteyeceğimiz, müstesna bir an yaşatıyordu Allah. Bize bakan yönüyle kendimize yakışanı yapmak istedik buradaki hayatımız adına. O seneki Ramazan ayının huzurlu günlerinden biriydi, işe koyulduk. Hummalı bir çalışma ve pırıl pırıl bir sunumdu çok şükür ortaya çıkan. Rengarenk bahar dallarından bir buket de hazırlamıştık masamız için. Genel mutfaktan vazo bile bulmuştuk. Bir satış günü etkinliği olduğundan, elimize geçeni sıkıntıda olan kardeşlerimize gönderir, bereketli olmasını dileriz, diye de niyet etmiştik. Heyecanımıza huzur eşlik ediyordu . Direktörün parlayan gözlerle tebrik ve teşekkürü… Tanışıp, son yıllar içinde yaşadıklarımızdan biraz bahsettikten sonra, birbirimize sarılıp ağlayışımızın üç ya da dört dakika içerisinde gerçekleştiği, Finli fizyoterapist hanım… Artık yürümeye mecali kalmamış, ürkek ama masum bakışlı onlarca ihtiyar Finli… O güzel günü, kurutulmuş bir çiçek gibi saklıyoruz hafızamızın sayfa aralarında şimdi.


Kültür-Sanat-Edebiyat

47

Ses Dergisi

Sayı 10 Haziran / 2020 Birkaç gün sonrasında etkinlik gününün sıcaklığını hâlâ Orada kielo yetişmiyor, bu çiçekleri ona götüreceğim.” içimde hissediyordum ki orman yolunda, yokuşun he- Hiçbir şeyin rastgele yaşanmadığının kanıtıydı olup men bitimindeki çam ağaçlarının altında, zümrüt rengi bitenler. Elina’nın neredeyse 50 yıllık hatırasını ayakta uzun ve geniş yaprakların hemen dibindeki kielolar ile tutan kielolar, artık benim umutlarımı da ayakta tutuygöz göze geldik. O sabah, patika ile çamlığı birbirinden ordu. Gelişlerin, gidişlerin, yeniden doğuşların, doğuştaayıran çamurlu hendeği aşıp, yıllardır görmediği arkada- ki sancıların ve sancının sonundaki derin nefeslerin adı şına kavuştuğunda ondan bende; kielo. gözlerini ayıramayan Öğretmenimiz söylediği gibi eşinin ziyaretine gitti, göl biri gibi, heyecan ve kıyısındaki küçük evinden ve ağaçların arasından fotoğraşaşkınlıkla gittim flar gönderdi bize. Bir insan huzuru bulmak için gittiği yanlarına. yerden birine fotoğraf gönderiyorsa eğer ve o fotoğraflarBir çiçek beni niye bu daki huzuru muhatabı da hissediyorsa, Allah’ın verdiği kadar heyecanlandırmıştı mesaj çok büyüktür, diye düşündüm. Elina’yla birlikte sonradan anlayacaktım. Üzerine gölü seyrettim, ağaçların dallarına dokundum ve kuşları düşününce fark ettim ki gözlerim hep on- dinledim. Kalplerimiz suyun kenarında bir kere daha birları aramış günlerce. Özenle topladım iki demet. likte attı. Biri kamp arkadaşlarımızın odası için, diğeri bizim Biz taşındık, ailemize ait bir mutfak ve lavabomuz olduğu odaya. için şükrettiğimiz bir evimiz var artık. Birçok kez yazıştık Az ışık alan, basık odamıza iyi gelecekti bu çiçekler. Geldi de. Su bardaklarımızdan biriyle masamızın üzerinde duruyor, odamızı şenlendiriyordu kıymetli misa- Kielolarla gelen mesaj, bana sahipsiz olmadığımızı firlerimiz. Nasıl oluyordu da birkaç dal çiçek bir kere daha öğretti. Hazreti Musa’nın Allah’a yainsanın bir zamandır kırık, buruk ve tedirgin karışına şahit olan, çok fazla bir şey bilmediği halolan kalbine şifa oluyordu? Önümüzdeki günlerde kamptan ayrıla- de kalbindeki büyük sevgisiyle Rabbi tarafından cağımız için, o sabah dersten sonra Fince müdafaa edilen çobanın hissi gibi bir his kapladı öğretmenimizle de vedalaşmıştık, satış içimi. gününün mimarı olan arkadaşımla. Kısa bir sürede bilgisini ve nezaketini bizimle cömertçe paylaşan öğretmenimize, küçük bir hediye ve Elina’yla. 2. Elizabeth ile aynı yaştaki tatlı annesinden, her puslu gözlerle veda etmiştik. Annelerimizin yaşındaki gün ilgilendiği küçük bahçesinden, kızlarından, karantiElina, elimizi sıkıca tutmuş: “Ağlamayacağım, güzel şey- nadan, bizim dil kursundan bahsettik. Fince bir şarkı gönler yapacaksınız. Siz iyi öğrencilersiniz. E- posta adres- derdim ona geçen ay. Çok mutlu olduğunu yazdı. imi vereyim ne gerekirse yazın bana.” demişti. Pembe, beyaz duygulara eklenen bir vedayı da cebime koyup Kielolarla gelen mesaj, bana sahipsiz olmadığımızı bir kere döndüm odaya. Yaşanılanların eseri ürkek yüreklerinize daha öğretti. Hazreti Musa’nın Allah’a yakarışına şahit güç olmuştu söyledikleri. olan, çok fazla bir şey bilmediği halde kalbindeki büyük Eşim öğle saatindeki dersine gitmek ve Elina’yla ve- sevgisiyle Rabbi tarafından müdafaa edilen çobanın hissi dalaşmak için odadan çıkarken: “Bu çiçeklerden mi gibi bir his kapladı içimi. götürsem hocaya?” dedi; güzel bir fikirdi. Hemen hazır- Tam bir yıl sonra bugünlerde tekrar açıyor güzellerim. Bu ladık kıymetlilerimizden. Ders dönüşü anlattıkları, işte his, o ilk günün heyecanına can veriyor. bu yazının sebebi oldu... İmzasıyla kendini her dem hatırlatan büyük sanatkar! Elina, çiçekleri görünce çok mutlu olmuş, çok da duygu- Ey bütün kieloların Rabbi! Ne olur bizi bize bırakma! lanmış. Onun eşime söylediği sözler, o gün bugündür Her dem umudunu tazelemekle şereflendirdiğin kulkalbimin güzel bir yerinde asılı duruyor: larının arasından ayırma! “Kielolar, benim düğünümde gelin çiçeklerimdi. Kocam, Bütün göllerin, ağaçların,çiçeklerin, kieloların, huzurun, geçen yıl vefat etti. Yarın bizim evlilik yıldönümümüz, umudun, duanın sahibi olan güzel Allahım! Sana binler onun başka bir şehirdeki mezarına ziyarete gideceğim. şükürler olsun.


Fuat Şahin

Haziran / 2020

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

O

Trafikteki Kız

Kızın kaybolduğu yöne doğru bir kere daha baktı. Az önce düşündüğü şeylerden ötürü çok utanmıştı. O, kıza tiksinen gözlerle bakarken, kız tatlı bir tebessüm ile kendisine iyilik yapmıştı.

gün gerçekleşecek olan görüşme için ayrı bir özenli giyinmişti. Pek dikkat çekmeyen sade şeyleri tercih etmişti. Görüşmenin mahiyetini tam olarak bilmese de, uzun süredir beklediği terfiyi aldığını düşünüyordu. Büyük bir şirkette müdür yardımcısı pozisyonundaydı. Müdürlüğe terfi etmesi hiç de sürpriz olmazdı; ancak bu içindeki heyecana mâni değildi. Nihayetinde çok çabalamıştı bu konuma gelebilmek için. Hiç uyumadığı gecelerin sayısı az değildi fakat şu an buradaydı. “Hepsine de değdi.” diye düşündü. Trafik yoğun değildi ama açık da sayılmazdı. Ara ara duraksamalar olsa da akıyordu trafik. Bu gidişle yetişecek gibi duruyordu. Trafik durduğu sırada, beş şeritli yolda satış yapmaya çalışan birkaç kişi gözüne ilişti. İnsanlar arabalarında iken emr-i vakî yaparak para koparmaya çalışan tiplerdi bunlar. Hele o cam silip -gerçi çoğu zaman daha çok pisleniyordu ya!- arsızca para isteyen ve gitmeyen sokak çocukları yok mu...? Nefret ediyordu onlardan. O pis, esmer suratlarını görmek bile huzursuz ediyordu. Evinde beslediği Golden cinsi köpek bile daha sevimliydi onlardan. Fakir doğmuş olmaları onların suçu değildi belki, kendisi de çok zengin bir ailede doğmamıştı. Orta halli bir memurdu babası ancak Bill Gates’e bu konuda çok hak veriyordu; “Fakir doğmak sizin suçunuz değil ancak fakir ölmek sizin suçunuz.” Çalışıp çabalamak yerine, ucuz numaralar ve duygu sömürüleri ile insanlardan para koparmaya çalışanlar, son derece itici idi. Derken birden, arabanın camını birisi tıklattı. 8-9 yaşlarında esmer, pasaklı bir kız çocuğu cama vuruyordu. Üzerinde belki kendine iki beden büyük, kedi desenli pembe bir tişört, elinde de 4-5 paket ucuz ıslak mendillerden vardı. Umursamadan yola bakmaya devam etti. Hatta ilgilenmediğini göstermek için kafasındaki güneş gözlüğünü de gözüne indirdi fakat gitmiyordu işte kız. Trafiğin de akma gibi bir niyeti yoktu. Kızdan kurtulamayacağını anlayınca, camı yarıya kadar indirdi. Tam “Kaybol velet!” diyecekti ki, kız, elindeki 48

Sayı 10

ıslak mendil paketinden bir adet çıkartıp camdan uzattı ve öteki eliyle camın arkasından yakasını işaret etti. Sonra tek kelime etmeden koşarak, otobandaki arabaların arasında gözden kayboldu. 30 saniye hayretler içinde kızın gittiği yöne doğru bakakaldı. Yakasına baktı. Uzaktan bakılsa bile sırıtacak bir leke vardı. Sabah acele ile iki yudum alıp bıraktığı taze sıkılmış portakal suyundan damlamış olmalıydı. Bardağın geri kalanına ne olduğunu ise kendisi bilmezdi. Muhtemelen evdeki hizmetçi lavaboya döküyordu. Elindeki mendille lekeyi sertçe ovaladı. Leke şaşırtıcı bir şekilde kaybolmuştu. Bıraktığı ıslaklık da kurursa, pek bir şey kalmayacak gibiydi. Kızın kaybolduğu yöne doğru bir kere daha baktı. Az önce düşündüğü şeylerden ötürü çok utanmıştı. O, kıza tiksinen gözlerle bakarken, kız tatlı bir tebessüm ile kendisine iyilik yapmıştı. Kendisinin aksine, kızın

yüzü kapkara olmasına rağmen, kalbi temiz ve saftı. Çıkarcılıktan, hırstan, anlamsız rekabetten uzak bir kalp idi bu. Bir anlığına kendinden, o kızdan iğrendiğinden daha fazla iğrendi fakat sadece bir an. Trafik açılmaya başladığında son model jipinin kontağını çevirdi ve çalıştığı binanın 58. katında gerçekleşecek


Sayı 10

Haziran / 2020

49

Kültür-Sanat-Edebiyat

Derken dehşetli ve uzun bir korna sesiyle irkildi. Sesin geldiği yöne bir refleks ile kafasını çevirdi ancak gördüğü son manzara devasa tırın dörtlüleri idi.

Ses Dergisi

olan görüşmesi için gaza bastı. Yarım saat sonra, kendisi tüm şehrin en yüksek binalarının birinde afilli bir plaket alırken, o kız elindeki mendilleri trafikte iki liraya satabilmek için çabalıyor olacaktı. (Arabasına binip eve dönüş için yolculuğa başladığında) ruhunda ufacık bir burkuntu hissetti. Hissetti ancak kendisi de bu noktaya tırnaklarıyla kazarak gelmişti. Bill Gates’in lafını düşündü. İçi rahatladı. Artık içinde bir burkuntu yoktu. Kızın bakışlarını unutmuştu bile. Umursamazca gaz pedalına daha da asıldı. Eskiden olsa bu kadar çabuk unutamazdı bu olayı. Kendisi de kendisine şaşırıyordu ancak rahatsız etmedi bu onu. Bu kadar acının yaşandığı bir dünyada, bu kadar ruhsuzlaşmamış olsa, gece gündüz çalışarak geldiği konumun tadını çıkaramazdı. Vicdanın yok olması ve umursamazlık, bu dünyadan zevk alabilmesi için şarttı bir nevi. Artık o kızı tamamiyle unutmuştu. 10 dakika önce yaşadığı bu sarsıcı olayı, artık hiç yaşamamış gibiydi. Yakasındaki ıslaklık da ha kurudu ha kuruyacaktı. Yani kendisini o pasaklı kıza bağlayan bir şey kalmamıştı. Onu düşünüp can sıkmasının da alemi yoktu pek âlâ. Derken dehşetli ve uzun bir korna sesiyle irkildi. Sesin geldiği yöne bir refleks ile kafasını çevirdi ancak gördüğü son manzara devasa tırın dörtlüleri idi. Sebebini kesinlikle anlayamadığı çok ani bir şekilde gelmişti ölüm. Bu ölümü hazin kılan şey, genç ve başarılı bir iş kadınının, kariyerinin zirvesinde iken bir trafik kazasına kurban gitmesi değildi. Bir insanın vicdanının son damlasını da tükettiği bir anda ölmesi çok daha acıklı idi. Belki o kızın yüzünü beş dakika daha hatırında tutsa, vicdanındaki bu sızıyı beş dakika daha hissetmiş olsa, dünyadan hâlâ iyi bir insanken ayrılmış olacaktı. O iğrendiği ve aşağılık gördüğü kız, temiz bir kalp ile yaşamına devam ederken, kendisi bir kâtil olarak ölüp gidiyordu. Evet kâtildi ve belki de uzun yıllar yaşasaydı bir katil olarak yaşayacaktı. İçindeki insanlığı az önce öldürmüştü çünkü. Kendi içindeki insanlığı katletmiş birinden daha âlâ kâtil mi olurdu? (Son nefesini verirken) Belki tek teselli noktası, bu cinayetin tek şahidinin kendisi olması idi.


Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat Haziran / 2020

50

Sayı 10


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.