ANKARA
GELECEK FUTURE ZUKUNFT
.
.
HENÜZ BITMEDI
“Bu çağımızın en büyük kafa karışıklığı: Bu en büyük sürpriz: istediğimiz her şeyi kusursuzca değiştirmek. Bu, geleceği gereksiz kılmakta ve tehlikeye atmakta.” G.M. Tavares (2003) 4.0 sürümlü yeni sanayi devriminin eşiğinde Dünya, kökten bir dönüşümle karşı karşıya kalmak üzere. Yeni üretim biçimleri, ekonomide emeğin örgütlenmesi, sermaye birikimi, siyasette güç ilişkileri ve toplumsal bağlamda bireyin rolü üzerine yerleşik eğilimleri çözmekte ve bozuma uğratmakta. Bu durum mekanda yeni karşıtlık ve birlikteliklerin ortaya çıkmasına neden olacak, yoğun bir değişim süreci sonrasında daha önce deneyimlenmemiş mekansal örüntüler oluşacak. Hiç kimse, söz konusu geleceğin neye benzeyeceğini tam olarak kurgulayamıyor. Bu bağlamda geleceğin dünyasını ütopya olarak düşlemlemek , bugüne karşı salt ideolojik bir tepki değil, aynı zamanda tarihsel birikim içerisinde geleceğe yönelik köklü bir entelektüel merakın da yaşama geçmesi aslında. Süreğen değişime eklemlenen merak, bizi hiç bir şeye değilse de düşlemeye, düş kurmaya itiyor.
“Ankara bir düşler kentidir, kentin kendisi insanları düşler dünyasına taşıdığından değil: İnsan Ankara’da düş kurmadan yaşayamaz da ondan.” A. Cengizkan (1994) Ankara, 3000 yıllık yaşamı süresince üzerinde on bir ayrı uygarlığa ev sahipliği yapmış olsa da, imparatorluk taydaşlarına inat, her zaman ağırbaşlı ve mütevazi bir karaktere sahip olmuştur. Hiçbir zaman büyük ve gösterişli plan ve ihtiraslara hizmet etmemiştir. Ama Anadolu bozkırının ortasında adına cumhuriyet denen düşün evrensel gezgini de olmaya itiraz etmemiştir. Bu nedenle gelecek mefhumuna hiç de yabancı değildir. Ancak bugün düş kesintiye uğramış, olgunluk çağında kent geleceğe yönelik iradesini kaybetmiştir. Geleceği kurgulamadan yaşamın kaçınılmaz akışına bırakalı çok uzun zaman olan bu kent için düşleyen uzgörürü kurucular ve onun teknokrat sınıfından sonra bugün artık kenti biçimlendirme sırası bir hayalperestindir. Yaşanan, tam anlamıyla oyun alanındaki çocuksu fantezilerin tatmin edildiği bir akıl tutulmasıdır artık. Post-rasyonalizmin alaturka sürümü ile birlikte tarih, kafalarda bir saplantı halini aldı. Doğru düzgün bilmediğimiz tarih, geleceğimizi biçimlendirmeye çalışıyor. Entelijensiyanın geleceği tahayyül etme konusundaki zafiyeti, onun düşlemlemeye yönelik kuşkucu çekingenliğinden kaynaklanıyor. Bugünün sorunlarının aciliyeti, sığ faydacılığın aklımızı tutsak almasına neden oluyor. Pek azımız günümüz sorunlarını çözmenin en iyi yolunun alternatif yarını yaratmak olduğunun farkındayız. Kavrayış ve görümüzü gösterişli ve kaba fantezilerin hegemonyasından özgürleştirmek için her şeyden önce gereksinim duyduğumuz ise cesur bir düşlemdir. Bu eleştirel bakış açısı ile ODTÜ Kentsel Tasarım Programı 2015-2016 Stüdyosu, Gelecek Ankara ’ya yönelik yaratıcı bir bakış açısı önermekte. Çalışmaların yaratıcıları tasarımcılar olsa da sunulan ürünler birer kent tasarımı değil. Sanat eseri de değil. Görecekleriniz, geleceğin gizil olasılıklarını açığa çıkarmak için düşünceyi hatta rahatsız etmeyi amaçlayan mekansal imgelemlerdir. Gelecekçi bakış açısının bugünün hatalarını yarının dünyasında yinelememek için insan aklını uyaran distopik imgelemi ile birlikte kurgulanan bu imgeler ütopyacı düşüncenin naif iyimserliğine kapılma niyetinden uzakta duruyor. Insanlığın bugüne kadar ürettiği en büyük yapıt (artifakt) olarak kentler, çok sayıda düşlemin ortak ürünü olan kolektif varlıklardır. Tekil aklın son ürünü değildir ve zaten hiç bir zaman da öyle ol(a)mamıştır. Ankara bu anlamda istisna oluşturmaz. İşte bu gerçeklik, yorgun kentin dinamik geleceğine yönelik akılcı umudu besleyen temel motivasyonuzdur: daha henüz bitmedi dedirten..
NOT FINISHED YET “This is the greatest confusion of our time: This is the greatest surprise: to flawlessly change everything we want to. This made future redundant, and at this point lies the danger.” G.M. Tavares (2003) On the doorstep of a new industrial revolution, version 4.0, the World is about to face radical transformations. New modes of production are to change the settled conventions in organization of labor, capital accumulation in economics, power relations in politics and the role of the individual in society. This entails new collectivities and contradictions in space. After such an intensive course of change, unprecedented patterns of human habitation will emerge. The chief dynamics of the initial transformations are still being explored, but nobody knows what the future will look like. Imagining the future of urban societies as utopia is not only an ideological reaction against the present, as it used to be, but also the realization of a deep-rooted, historically accumulated intellectual curiosity about the future. This curiosity, added to the reality of a continuous change, allows us nothing but to imagine; as:
“Ankara is a dream city, not because the city itself carries people to the world of dreams, but a person cannot live in Ankara without (forming) a dream.” A. Cengizkan (1994) For about 3000 years, though having hosted about eleven civilizations on her, Ankara has always been a kind of city used to exposing a modest and graceful character, as opposed to her imperial counterpart. She never served grand and ostentatious plans and ambitions. Yet in the midst of the Anatolian plain, she has been truly the universal traveller for a utopian dream called res publica . Therefore, she is not unfamiliar with the notion of the future. Yet, when the dream was worn off, she lost her control over the future as she was maturing. Thus it has been so long to resign herself to the indispensable flow of ‘real life’ without imagining the future. Following the technocrats after the visionary founders, now it is a daydreamer ’s turn to shape the city. Currently, there is a full eclipse of reason with saucebox fantasies on the playground. Through the alla turca version of post-rationalism, minds are obsessed with history. The history that we are yet to know does actually tend to lead our future. The intelligentsia is not only weak in envisioning the future, but it is also skeptical of imagination. The immediate urgencies of the present complications trap the mind within the limitations of shallow pragmatism. Few think that the best way to solve the problem of today is to create an alternative future. What we need is just courageous imagination to free our mindset from the hegemony of the rustic fantasies of a man. From that critical perspective, METU Master of Urban Design Studio_2015-2016 suggests a creative response to the Future Ankara . Though the authors of the works are all designers, the exposed materials are not designs of a city. They are not artworks, either. They are just spatial imaginations, aiming to agitate the mind to explore the concealed possibilities of the urban future. By doing this, we do not tend to convey the naive optimism of utopian thinking. The futurist perspective involves dystopic imagination stimulating the human mind that is prone to making the same mistakes over and over again. Cities are collective entities. They are not the end-product of a mastermind. They never have been. As the biggest ever human artifact, cities continue to evolve through various imaginations. Ankara, in this sense, is not an exception. This is the fundamental motivation behind the rational belief in the dynamic future of that exhausted city: It is not finished yet.
UNVOLLENDET “Das ist die größte Verwirrung unserer Zeit: Das ist die größte Überraschung: Alles makellos zu verändern, was wir wollen. Das macht Zukunft überflüssig, und an dieser Stelle liegt die Gefahr. “ G.M. Tavares (2003) Vor der Tür einer neuen industriellen Revolution, Version 4.0, steht die Welt vor radikalen Veränderungen. Neue Produktionsweisen sollen die vereinbarten Konventionen in Arbeitsorganisation, Vermögensaufbau in der Wirtschaft, Machtverhältnissen in der Politik und der Rolle des Individuums in der Gesellschaft verändern. Das bringt neue Kollektivität und Widersprüche im Raum mit sich. Nach solch einem intensiven Wandel werden auch neue Muster menschlicher Behausung auftreten. Immer noch wird die Hauptdynamik der ersten Veränderungen erforscht, doch niemand weiß, wie die Zukunft aussehen wird. Die Vorstellung der Zukunft der urbanen Gesellschaften als Utopie ist nicht nur eine ideologische Reaktion gegen die Gegenwart, wie es früher der Fall war, sondern auch die Verwirklichung einer tief verwurzelten, historisch akkumulierten intellektuellen Neugier auf die Zukunft. Diese Neugier, zu der die Wirklichkeit einer stetigen Veränderung hinzukommt, läßt uns nichts anderes als die Vorstellung, denn …
“Ankara ist eine Traumstadt, nicht weil die Stadt selbst Menschen in die Welt der Träume führt, sondern weil keine Person in Ankara leben kann, ohne einen Traum (zu bilden).“ A. Cengizkan (1994) Ungefähr 3000 Jahre lang, und obwohl sie über elf Zivilisationen beherbergte, war Ankara immer eine Stadt, die mit einem bescheidenen und anmutigen Charakter ihrem imperialen Gegenstück gegenüberstand. Nie diente sie großen und protzigen Plänen und Ambitionen. Doch inmitten der anatolischen Ebene war sie wahrhaftig die universelle Reisende für einen utopischer Traum namens res publica . Daher ist ihr der Begriff der Zukunft nicht unbekannt. Doch als der Traum verschwand, verlor sie mit ihrer Reife die Kontrolle über die Zukunft. So ist es lange gewesen, sich dem unverzichtbaren Fluß des »wirklichen Lebens« zu entziehen, ohne sich die Zukunft vorzustellen. Nach den Technokraten, die nach den visionären Gründern kamen, ist nun ein Tagträumer an der Reihe, die Stadt zu prägen. Derzeit herrscht die Erblindung der Vernunft mit Saucebox Fantasien auf dem Spielplatz. Durch die alla turca Version des Postrationalismus sind die Gemüter von der Geschichte besessen. Die Geschichte, die wir noch nicht kennen, tendiert tatsächlich dazu, unserer Zukunft voranzugehen. Die Intellektuellen sind nicht nur schwach darin, sich die Zukunft vorszustellen, sondern misstrauen auch der Fantasie. Die unmittelbaren Dringlichkeiten der gegenwärtigen Komplikationen fangen den Geist innerhalb der Grenzen des oberflächlichen Pragmatismus ein. Wenige denken, dass der beste Weg, um das Problem von heute zu lösen, eine alternative Zukunft zu schaffen ist. Was wir brauchen, ist nur eine mutige Fantasie , um unsere Denkweise von der Hegemonie der rustikalen Fantasien eines Menschen zu befreien. Aus dieser kritischen Perspektive betrachtet, gibt METU Master of Urban Design Studio_2015-2016 eine kreative Antwort auf die Zukunft von Ankara. Obwohl die Autoren dieser Werke alle Designer sind, sind die exponierten Materialien nicht der Design einer Stadt. Das sind auch keine Kunstwerke. Sie sind nur räumliche Vorstellungen. Mit dem Ziel, den Geist zu bewegen, die verborgenen Möglichkeiten der urbanen Zukunft zu erforschen. Dadurch neigen wir nicht dazu, den naiven Optimismus des utopischen Denkens zu vermitteln. Die futuristische Perspektive bringt dystopische Fantasie mit sich, das den menschlichen Geist, geneigt dazu, den gleichen Fehler immer und immer wieder zu begehen, anregt. Städte sind kollektive Einheiten. Sie sind nicht das Endprodukt eines Genies. Das war es noch nie. Als größtes Artefakt des menschlichen Wesens entwickeln sich die Städte immer wieder durch verschiedene Fantasien. Ankara ist in diesem Sinne keine Ausnahme. Dies ist die ausschlaggebende Motivation für den rationalen Glauben an die dynamische Zukunft dieser erschöpften Stadt: sie ist noch nicht abgeschlossen.
..
..
DONUS THE RETURN .
DIE HEIMKEHR Eren Efeoğlu Ecesu Eşmen Ebru Şevik Mert Can Yılmaz
DÖNÜŞ “Bir yerde yaşamak, yere ait olmaktır.” C. Norberg-Schulz (1984) Anayurt Anadolu’da birçok uygarlığa barınak olmuş, çok sayıda yasama ve öyküye dokunmuş, çok sayıda katmanın izini süreceğiniz bir kent, Ankara. Emektar ve yorgun yaşam dokusu içerisinde Ulus ise bu engin varoluşun kalbi. Yeni kent, kendi tarihini yazarken Ulus; geçmişine, anılar a ve yıllar içinde yaratılan mekânın kimliğine ihanet etmek istemiyorcasına hala günün beraberinde getirdiği keskin kopuşa direniyordu.. Fakat yaşamın en can alıcı yanı, geleceği. Bireysel tarihinizde İmparatorluk Roma’sı olsa dahi ondan kaçamazsınız. Öyleyse eskinin yeni için hiçbir değer taşımadığı bir gelecekte yaşlı, bilge kentte ne olur? Yıl: 2067. Ankara, Bizans’ın yaşlı kentinin egemenliğinin altında ikincil bir kent değil artık. Eski parlak günlerindeki gibi refah ve umut arayan kitleleri kendine çeken kent, var olanın üzerinde kendini yeniden inşa ediyor. Yılların ihmalinden sonra Ulus, insanların yaratıcı yoğunluğuna sahne olan capcanlı bir hareketliliğe sahip. Nüfusun hızla artışı ile birlikte kent, gelenleri çabuk ama sürdürülebilir koşullarda ikamet ettirmek yönünde yepyeni ve zorlu bir iddiaya sahip artık. Çok katlı ve yoğun bir dokuya sahip kentin merkez bölgeleri açık alanlardan yoksun. Belli bir noktadan sonra var olan kent artan nüfusu barındıramayacak konuma ulaştığında sağlıksız kalabalıklar her yerdeydi. Kent çöküşe doğru hızla ilerlerken buna direnen, hala köklerini kentin kurucu tarihten alan yerlerdi. Ulus, kuskusuz bunlardan biriydi.
İçe çöküş günden güne artarken özel alanlar geriliyor; insanların bir araya gelip paylayışımda bulunduğu ve etkileşime geçtiği tüm yeşil açık alanlar ve kamusal mekanlar ortadan kalkıyordu. Herkes yeni bir yasam formunun umutsuz arayışındaydı. Bu arayış, ‘her şeyin başladığı yer ’e geri dönüş ile sonlanacaktı. Yaslı kentsel dokunun aşamalı yok oluşu yeni bir gelişim örüntüsünün ortaya çıkmasına neden oldu. Yeni fabrikasyon teknolojileri, sıradan insanlara kendi meskenlerini ve yaşam alanlarını inşa etme yetisini kazandırdı. Yalnızca yerde değil, yerin üstünde de.. Zamanla özellikle tarihi yapılardan oluşan kentsel doku içerisinde üç boyutlu esnek bir çatkı üzerinde yepyeni bir yerleşim tipi ortaya çıkıyor. Kentin yeni ahalisi kendiliğinden deneyimledikleri türlü çeşitli mekansal etkinliklerle yeni yasam birimleri ve ortak alanlar yaratıyor. Tasarımcı ve ‘kullanıcı’ arasındaki eski yerleşik ayrım geçerliliğini yitirdi. Herkes kendi yaşam çevresinin tasarımcısı, kentli kentin kolektif yaratıcısı!
“Yapılarımızı biz biçimlendirdik, ve sonra yapılar bizi biçimlendirdi.” W. Churchill (1944) Bu üç boyutlu yerleşim sistemi kentin sakinlerine serbestçe dolaşımla birlikte tüm etkinlik ve kullanımlara özgürce erişim olanağı sağladı. Kentte var olagelen mekansal yalıtım zamanla yeni kolektif yaşamın karmaşıklığı karşısında çözünüyordu. Her şey yeniden başladığında Ankara’da insanlar yalnızca kenti değil, geleceğin yaşamını da biçimlendiriyordu.
THE RETURN “To dwell means to belong to a given place.” Christian Norberg-Schulz (1984) As the locus of many civilizations in the motherland of Anatolia, Ankara is a multi-layered city where various strata hosting numerous lives and stories can be traced. Within the mature fabric of life, Ulus is the heart of that profound existence. While the ‘new city ’ writes its own history, Ulus still resists a rapid rupture of the present as if it never wants to betray its past, its and the place identity that were created over decades.
memories
Nevertheless, the most crucial feature of life is the future. You cannot escape it even if you have Romans in your personal history. What would happen to an old wise city in a future, when the old does not have any meaning for the new at all? Year: 2067. Ankara is not a secondary city under the hegemony of the old Byzantine metropolis. Attracting huge masses of people searching for prosperity and hope (as in the good old days..), Ankara is about regenerating what exists. After years of neglect, Ulus has a new vibe for the creative concentration of people. Through a dramatic increase in population, the city has an emerging challenge : to accommodate the newcomers in a quick and sustainable manner. The core city of Ankara was composed by hyper density, high-rise urban fabric that lacks open spaces for people. At a certain point, the existing fabric could no longer bear this overpopulation and started to crumble in time. The only places that survived such a collapse are the ones that have their roots in history. Ulus, in this sense, is one of those in the city. People refuse to live in an environment of degradation. The decline of personal spaces and the loss of public places, like green areas and open recreational sites where people gather, interact and share, led people to seek for new forms of dwelling in the search for new life patterns. This search ends with the return to the place where all begins… The gradual collapse of the old fabric leads to the emergence of new development patterns within the city. The new fabrication technologies allow people to construct their own living places not only on the ground, but also in the air. Making use of the surviving urban fabric mainly consisting of historic buildings, the new settlement typology is generated over a flexible 3D-structure. Future inhabitants of the city create new living units and common spaces by adopting various activities spontaneously. The old distinction between the designer and the layman is not valid anymore. Everybody is the designer of his own living environment; all the people are the creators of their city!
“We shape our buildings, and afterwards, our buildings shape us.” W Churchill (1944) The three-dimensional settlement system provides inhabitants with the freedom of movement, and free accessibility to different uses and activities. Conventional segregations in space are dissolved in time, and replaced with the lively complexity of the new collectivity. When it all re-began in Ankara, people did not only shape their environment, but also the life in future.
DIE HEIMKEHR “Zu wohnen heißt, zu einem Ort gehören.“ Christian Norberg-Schulz (1984) Als Ort vieler Zivilisationen und Heimatland von Anatolien ist Ankara eine vielfältige Stadt, in der man verschiedene Schichten verfolgen kann, welche zahlreiche Leben und Geschichten beherbergen. Im ausgereiften Gewebe des Lebens ist Ulus das Herz dieses tiefen Daseins. Während die “neue Stadt” ihre eigene Geschichte schreibt, widersteht Ulus immer noch einem raschen Bruch der Gegenwart, als wollte sie ihre Vergangenheit, ihre Erinnerungen und die über Jahrzehnte geschaffene Ortsidentität niemals verraten. Dennoch ist die Zukunft das wichtigste Merkmal des Lebens. Man kann ihr nicht entkommen, auch wenn man Römer in seiner Lebensgeschichte hat. Was würde denn einer alten weisen Stadt in der Zukunft passieren, wo das Alte dem Neuen überhaupt nichts bedeutet? Das Jahr: 2067. Ankara ist keine untergeordnete Stadt unter der Vorherrschaft der alten byzantinischen Metropole. Sie zieht riesige Massen von Menschen auf der Suche nach Wohlstand und Hoffnung an (wie in der guten alten Zeit). In Ankara geht es darum, zu erneuern, was existiert. Nach Jahren der Vernachlässigung hat Ulus eine neue Ausstrahlung für eine kreative Ansammlung von Menschen. Durch eine dramatische Bevölkerungszunahme hat die Stadt eine neue Herausforderung, nämlich den Neuankömmlingen schnell und nachhaltig Unterkunft zu bieten. Der Kern von Ankara setzt sich von sehr dichtem, mehrgeschossigem Gewebe zusammen, ohne Freiraum für Menschen. An einem bestimmten Punkt konnte das existierende Gewebe diese Überbevölkerung nicht mehr ertragen und begann mit der Zeit zu zerbröckeln. Die einzigen Orte, die einen solchen Zusammenbruch überlebten, sind diejenigen, die ihre Wurzeln in der Geschichte hatten. Ulus ist in diesem Sinne eine von diesen Orten in dieser Stadt. Die Menschen lehnen es ab, in einem Umfeld der Erniedrigung zu leben. Mit dem Rückgang der persönlichen Freiräume und dem Verlust von öffentlichen Orten, wie zum Beispiel der Grünflächen oder offenen Freizeitanlagen, wo sich Menschen versammeln, aufeinander einwirken und beteiligen konnten, begannen die Menschen nach neuen Wohnformen und neuen Lebensformen zu suchen. Jedoch endet diese Suche dort, wo alles wieder beginnt …. Der allmähliche Zusammenbruch des alten Gewebes führt zur Entstehung eines neuen Entwicklungsmusters innerhalb der Stadt. Die neuen Fertigungstechnologien ermöglichen es den Menschen, ihre eigenen Wohnräume nicht nur auf der Erde, sondern auch in der Luft zu bauen. Die neue Siedlungstypologie benutzt das überlebende städtische Gewebe, das hauptsächlich aus historischen Gebäuden besteht, und wird über eine flexible 3D-Struktur erzeugt. Zukünftige Bewohner der Stadt schaffen neue Wohneinheiten und gemeinsame Räume, indem sie spontan verschiedene Tätigkeiten übernehmen. Der alte Unterschied zwischen dem Designer und dem Laien ist nicht mehr gültig. Jeder ist Architekt seines eigenen Lebensraums; alle Bewohner sind die Schöpfer ihrer Stadt!
“Wir gestalten unsere Gebäude, und danach gestalten die Gebäude uns.“ Winston Churchill (1944) Das dreidimensionale Siedlungssystem versorgt die Einwohner mit Bewegungsfreiheit und freiem Zugang zu unterschiedlichen Verwendungen und Aktivitäten. Herkömmliche Abgrenzungen im Raum werden mit der Zeit aufgelöst und durch die lebhafte Komplexität der neuen Kollektivität ersetzt. Als alles in Ankara wieder neu begann, haben die Menschen nicht nur ihr Umfeld geprägt, sondern auch das Leben in der Zukunft.
MORFOGENEZ MORPHOGENE-CITY
MORFOGENESE Y.Baver Barut
Merve Özen
Begüm Sakar
MORFOGENEZ Sokaklar hep değişimin mekânı oldu. Büyük kitlesel gösteriler, sessiz protestolar, kendiliğinden bir araya gelişler, yaratıcı karşılaşmalar hep sokakta yasam buldu. Ya içinde kaybolduğumuz düzensiz ve ‘organik’ ya üzerinde yalnız ve yabancı hissettiğimiz açık geometri yle ‘planlı’..
“İnsan düz çizgide yürür çünkü bir hedefi vardır; nereye gittiğini bilir. Bir yere gitmeye karar verir ve oraya dosdoğru ilerler. Bir eşek ise kayıtsızca dolanır, koca taslardan sakınmak için zikzaklar yapar, dik yamaçlardan uzak durur. Mümkün olduğunca az enerji harcar. Eşek, ne yazık ki Paris dahil tüm Avrupa kentlerini planlamıştır.” Le Corbusier (1922) Sokaktan her zaman hem serbest ve çeşitli akışla kaybolmayı hem de etkin hareket ve erişim için hızı talep ettik. Hız yeni cağın gereksinimi ve tutkusu olsa da kenti kesip giden sıkıcı otoyolları, viyadüklere alışamamıştık, hiçbir zaman istememiştik. Sokaklar tarih boyu kenti üreten temel öge oldu. Coğrafyadaki hareketi kanalize ederken aynı zamanda kentlere bicim verdi. Buna karşın çokça kentin bünyesinde ayrı bir sistem gibi ele alindi, algılandı, planlandı. Kentin artan karmaşık düzeyi, onun yapısal sistemini yapılı çevrenin üretken dokusundan ayrıştırılamayacağı gerçeğini bize dayatıyor. Yarının sokağı salt bir sokak değil. Geleceğin hareket sistemleri kentin morfogenez yapısı ile bütünleşik artık. Kent büyürken yapılı çevrenin biçimlenişi ile birlikte kentsel ağ da kendini yeniden yapılandırıyor. Sistemi ‘akıllı’ kılan, tam da bu dinamik ve kendiliğinden uyumlanma yetisi.. Sokak ve caddeler yerleşim yörelerini aşıp gecen çizgiler değil artık. İçinde yaşanılan üç boyutlu bir ağ.. Form ve çatkı, bünye ve iskelet ilk kez bu derece bütün ve bütünleşik. Ne geleneksel sokak, ne modernist yol ve cadde.. Bu yeni ağ, kütle ve mekânı bünyesinde birleştirirken yaşamı da yeniden üretiyor. Kentin her yanını saran ağ , hiçbir yeri yalıtılmış ve öte bırakmıyor; yaşamı bütünlüyor. Gelecek Ankara, dev bir organizma artık.. Yaşamı yeniden üreten binlerce hücreden oluşan.. Yasam hücreleri ve can damarları, kentin dokusunu besliyor. Sağlıklı bir organizma için daha ne gerekebilir ki? Özgüdümlü hız kanalları, isteğe uyarlanmış yasam birimleri ve çokişlevli odaklar ağlar!..
morfogenez sistemde kenti yeniden yapıyor. Kent yaratan
Ankara sokaksız, caddesiz, sokak cephesiz bir kent. Geleneksel sokak hacme büründü; yapı, yol oldu. Toprağa ait ne varsa ağın hücrelerinde kaldı. Yasam dokusu, yeşil hücreleri canlı organizmanın bünyesinde kucakladı. Kent, artımlı ve aşamalı olarak kendini büyüten akıllı bir sisteme evirildi. Morfogenez-kent basit bir ‘hız kenti’ değil, ama devinim kenti. Sayısız eylem, kullanım ve etkileşimin tetiklediği kolektif yaratıcılık ve neşeyi bağrına basan bir kentsel devinim.. Bireyler nerede yasam kuracaklarına ve coğrafyaya yayılan ağa nereden bağlanacaklarına dair bütünüyle özgür. Ankara artık ne planlı bir makina ne de gelişigüzel bir ‘ yağ lekesi’ bundan böyle! Akıllı bir ağ, karmaşık morfogenez bir sistem, içinde ve birlikte yaşadığımız bağdaşık bir organizma artık.
MORPHOGENECITY Streets have always been the places where change is triggered. Huge demonstrations, silent protests, spontaneous interactions and creative encounters are all allowed to happen on them. Yet they used to be either traditionally irregular or ‘organic’ streets on which we used to get lost, or those planned by rigid geometry and form, on which we felt lonely and alienated.
“Man walks in a straight line because he has a goal; he knows where he’s going. He decides to go somewhere and walks right up to it. A donkey ambles absentmindedly along, zigzagging to avoid large stones, skirt steep inclines. He exerts himself as little as possible. The donkey marked out all our European cities, including Paris, unfortunately.” Le Corbusier (1922) We needed the street both for losing ourselves with free and diverse flows, and to ensure speed for an effective mobility in the new age. Though speed was a desire for the new society, we did not want to have the dull roads and viaducts tearing down the fabric of the modern city, either. The streets have always been the generators of cities in history. They shaped the settlements while canalizing the mobility in space as well. Yet, they were used as a discrete system within the urban body. The increasing level of complexity of the cities made it hard to isolate any structural system from the generative fabric of the built environment. In the future, the road is not merely a road anymore. The mobility system of the future is all integrated with the morphogenetic body of the city. When the city grows in time, the system structures itself along with the formation of the buildings that we live in. Then the road is not only the line to go through, but also a habitat. The built fabric and structure, the flesh and skeleton are merged together for the very first time. The new network encapsulates the space and form while generating the life in itself. There is no conventional street, either in the traditional or the modernist manner. The new network extends all over the city without leaving any part segregated. The connected network also integrates the life in the city. Future Ankara is a huge organism in which all the ‘cells’ relate to each other, and they reproduce life. There are living cells and veins sustaining the coherent tissue. What else does a healthy organism need? Automated speed channels, customized living units and multifunctional nodes in the new morphogenetic system gradually make the city. The network is the the city-maker.. Ankara is a city without a street, roads without facades. Voluminous streets have turned into the built fabric itself. Everything that belongs to the soil has remained in the space within the network. The living fabric embraces the green cells within the organism. The city has turned into a kind of smart system which decides how to grow in an incremental and generative manner. The Morphogene-City is not simply the city of speed, but that of kinesis. Kinesis that welcomes multiplexed activities, uses and interactions triggering collective creativity and enjoyment. Individuals are all free to select the location to inhabit, to be connected to the territory-wide-web. Ankara is not a planned machine anymore. It is a smart network, a complex morphogenetic system, and a coherent living organism to live in and together.
MORPHOGENESE Straßen waren schon immer die Orte, an denen Veränderungen ausgelöst wurden. Kolossale Demonstrationen, stille Proteste, spontane Auseinandersetzungen und kreative Begegnungen dürfen auf Straßen stattfinden. Doch waren sie entweder der Tradition entsprechend unregelmäßige oder ”organische“ Straßen, auf denen wir verlorengingen, oder mit starrer Geometrie und Form geplante Straßen, auf denen wir uns einsam und entfremdet vorkamen.
“Der Mensch geht geradeaus, weil er ein Ziel hat; er weiß, wohin er geht. Er entscheidet sich, zu einem Ort hinzugehen, und läuft direkt dorthin. Ein Esel schlendert zerstreut im Zickzackkurs umher, um großen Steinen auszuweichen und steile Hänge zu umgehen. Er bemüht sich so wenig wie möglich. All unsere Städte in Europa, einschließlich Paris, hat leider der Esel vermessen.“ Le Corbusier (1922) Wir brauchten die Straße nicht nur, um uns im freien und vielfältigen Strom zu verlieren, sondern auch, um die Geschwindigkeit für wirksame Mobilität im neuen Zeitalter sicherzustellen. Obwohl die Geschwindigkeit ein Verlangen für die neue Gesellschaft war, wollten wir auch die faden Wege und Talbrücken nicht, die das Gewebe der modernen Stadt niederrissen. In der Geschichte waren Straßen schon immer die Erzeuger der Städte. Sie gestalteten die Ansiedlungen und kanalisierten auch die Mobilität im Raum. Doch wurden sie als diskretes System im urbanen Körper benutzt. Das zunehmende Niveau der städtischen Vielschichtigkeit macht es schwer, ein Tragsystem vom Erzeugungsgewebe der erbauten Umwelt zu isolieren. Die Straße der Zukunft ist keine einfache Straße mehr. Das System der Mobilität in der Zukunft gliedert sich zusammen mit der Entstehung der Gebäude, in denen wir leben. Dann ist die Straße nicht nur eine Linie, in der wir gehen, sondern auch ein Lebensraum . Das erbaute Gewebe und Gefüge, das Fleisch und Gebein sind zum ersten Mal verschmolzen. Das neue Netzwerk enthält den Raum und die Form und erzeugt gleichzeitig das Leben an sich. Es gibt keine herkömmliche Straße, weder in traditioneller noch in modernistischer Art. Das neue Netzwerk erstreckt sich über die ganze Stadt und grenzt keinen einzigen Teil aus. Das zusammenhängende Netzwerk bezieht auch das Leben in der Stadt ein. Das Ankara der Zukunft ist ein enormer Organismus, in dem alle Zellen zusammenhängen und das Leben vervielfältigen. Lebende Zellen und Venen erhalten das einheitliche Gewebe. Was sonst braucht ein gesunder Organismus? Automatisierte
Geschwindigkeitskanäle,
individuell
angepasste
Wohneinheiten
und
multifunktionelle
morphogenetischen System gestalten langsam die Stadt. Das Netzwerk ist der Stadtgestalter...
Knotenpunkte
im
neuen
Ankara ist eine Stadt ohne Straße, die Wege sind ohne Fassaden. Die umfangreichen Straßen haben sich in das erbaute Gewebe verwandelt. Alles, das dem Erdboden angehört, verbleibt im Raum im Netzwerk. Lebendes Gewebe umfasst die grünen Zellen im Organismus. Die Stadt hat sich in eine Art intelligentes System verwandelt, das sich entscheidet, wie es zunehmend und generativ wachsen soll. Die Morphogene-City ist nicht nur die Stadt des Geschwindigkeit, sondern die Stadt der Kinese. Diese Kinese befürwortet gebündelte Tätigkeiten, Verwendungen und Auseinandersetzungen, die gemeinsame Kreativität und Freude hervorrufen. Jeder ist frei, den Raum, in dem er leben will, selbst zu wählen und sich mit dem gebietsweiten Netzwerk zu verbinden. Ankara ist keine geplante Maschine mehr. Es ist ein intelligentes Netzwerk, ein vielschichtiges morphogenetisches System und ein einheitlicher lebendiger Organismus, in dem man zusammen leben kann.
ASIRI HYPERCITY .
..
UBERSTADT Irmak Yavuz
Onur Tümtürk
AŞIRI Çağlar boyu süregelen arazi ve insan yerleşimleri ilişkisi düşünüldüğünde, Anadolu iki temel yaklaşıma ev sahipliği yapmıştır: mevcut jeomorfolojik yapı ile ustaca bir uyuma dayanan yapılaşma kültürü ve ızgara düzenin yeryüzünün dinamik doğasına karşın bir mekansal denetim aygıtı olarak cesur kullanımı. ... İçkalenin eteklerinde gelişmeye başlamasıyla birlikte Angora kenti, zorlu arazi ile kurduğu uyumlu ilişki ile gösterişli doruğu onurlandırdı. Zaman geçti ve geri kalmış bir orta Anadolu kasabası olan kent, modern Türkiye’yi biçimlendiren uzgörürü planlan bir parçası olarak yüzyılın başında çağdaş bir başkente evrildi. Genç Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun biçimlendirdiği yepyeni bir paradigma ışığında kent, arzu edilen ulusal devinimin odağı olarak haline geldi. Savaşın neden olduğu uzun süren acılı yokluk döneminden sonra canlı bir çağdaş yaşam, mekânın yeniden örgütlenmesi ile sağlanacaktı. İşte bu sebeple, Anadolu’nun orta yerinde, yeni bir yaşam biçimi daha önce deneyimlenmemiş mekansal formlarla kurgulanıyor; kentsel mekan, toplumun yeni yapısı ile uyumlu olarak tasarlanıyordu. Yıllar içinde dönüşen kültür ve siyaset anlayışı, kendi ‘modern’ini yaratan başlangıç enerjisinden, özgün uzgörürden kopuşu da beraberinde getirdi. Ankara, çağdaş kentsel toplumların karmaşık dinamiğine yanıt verebilme yetisini kaybetti. Egemen eğilim, yapılı çevrenin sorunlarını uzgörürden yoksun anlık ve geçici çözümlerle ortadan kaldırma yönündeydi. Büyük ve yıkıcı müdahaleler mekan ve insan etkileşimini öldürüyor, toplumun yaratıcı kapasitesini eritiyordu. Gelişmişlerin çoktan terk ettiği erken modernitenin göstergeleri olan kitlesel, durağan ve bütünüyle işlevselci gelişim ve yapılaşma programları hala yenilikçi ve güncel olarak kabul görüyordu. Bu ‘gecikmiş modernite’nin yabancı estetiği ise ‘modernite sonrasının sahte tarihselciliği ile ikame ediliyordu. Ama gerçek şuydu ki, çağ ‘aşırı modernite’ çağıydı. Hız, akış ve hareketin canlı dünyası. Teknoloji ve bedenin, bilgi ve maddenin yakınsadığı bir aşırılıklar cağı. Cağlar boyu süregelen doğayı denetleme arzusu, teknoloji ile onu aşma aşamasına evrildi. Doğa bugün, insanın fenotipik uzantısı olma yolunda.
“Hız için yapılan kent, başarı için yapılmıştır.” Le Corbusier (1925) “Hızın mantığı modern dünyanın örgütlenme ve dönüşümünde yatar.” P. Virilio (1977) Modernist akımın ilk dalgasını geçtiğimiz yüzyıl başında yakaladığı gibi Ankara bugün, ‘aşırı modernite’ ile kendini yeniden yaratmaya zorunluydu artık. Kentin gelecek formu, köklerindeki yenilikçi ruha uygun olarak o güne dek denenmemiş yöntem ve teknolojilerle biçimleniyor, kent doğal alanları örten kaba ve kalıcı yatay yüzeyler yaratmak yerine yere en az değen, yaşanabilir boşluklar bırakarak göğe uzanan karmaşık, esnek ve çok-katmanlı sistemlerle gelişiyordu. Yerin eşiklerini zorladıkça sistem, kendi yapay topografyasını da inşa ediyordu... Kendi içerisinde sağladığı hızlı erişim ve akış, insan etkileşimin ölçeğini başka bir boyuta taşıyor; yepyeni ve dinamik toplumsal birliktelik örüntüleri yaratıyordu. Anadolu’nun antik köklerinden aldığı ilhamla akıllı üç boyutlu ağ dizgede Ankara, bir kez daha çağdaş dünyaya kendi mesajını verecekti..
HYPERCITY Considering the age-old relationship between terrain and habitation, one could argue that Anatolia is the motherland of the two essential distinct approaches to the idea of human settlement: First, the building culture in subtle harmony with geomorphology, and second, the courageous use of the ‘gridiron plan’ as a tool of spatial ordering despite the dynamic nature of land. ... Right after emerging on the outskirts of the Citadel, Angora started honouring the gorgeous hilltop by establishing a harmonious relationship with the harsh terrain. Time passed and the small town of backward Anatolia evolved into a modern capital as a part of the visionary plans shaping modern Turkey in the beginning of the last century. The city was idealised as the focus of the desired dynamism with the new paradigms defined by the visionary founders of the young Republic. After a long and painful period of poverty caused by wars, the new dynamism was to be realised by the reorganisation of space for a lively modern future. A new form of life was imagined with the novel spatial formations. Urban space was designed in harmony with the new form of society. However, through the years, shifting cultural and political paradigms have resulted in a clear deviation from the original vision, the productive dynamism of the city as the generator of modernity. Ankara lost its ability to respond to the complex dynamism of the contemporary urban society. The tendency was to fix the problems of the built environment by ad-hoc solutions, without vision. Massive and disruptive interventions lead to the loss of spontaneous human interaction in space. This essentially meant the dissolution of the creative capacity of society. Massive, static and purely functionalistic developmental programs as the indicator of early modernity are still considered new and novel, though they have already been left aside in the developed world. The alien industrial aesthetic emerging out of such ‘late modernity ’, on the other hand, is compensated by the fake historicism of so-called post-modernity. Yet the truth is that we live in the hypermodern world: the living world of speed , flow and mobility. The era embodies the convergence of technology and body, information and matter. It is a new challenge to overcome natural limitations by technology as the extended phenotype of human society.
“A city made for speed is made for success.” Le Corbusier (1925) “Logic of speed lies at the organization and transformation of the modern world.” P. Virilio (1977) As it caught the early wave of modernity within its revolutionary time of foundation in the last century, Ankara is bound to regenerate itself with the emerging paradigm of hypermodernity. Responding to the innovative spirit in its origins, the future form of the city is to be shaped by the new methods and technologies. The city will not emerge out of vulgar and static footprints covering the natural land, but through complex, flexible and multi-layered systems rising up into the sky. While challenging the thresholds of the geography, the system is to create its own (artificial) topography. As the system enables high-speed mobility in itself, it also ensures strong human interaction through new dynamic collectivities. When the city gradually grows through its smart 3D-structure inspired by its ancient Anatolian roots, once again, Ankara will give the message to the contemporary world.
ÜBERSTADT In Anbetracht der uralten Beziehungen zwischen Terrain und Wohnraum könnte man sagen, dass Anatolien das Herkunftsland von zwei verschiedenen Ansätzen zum Konzept der menschlichen Siedlung ist: Erstens die Baukultur in subtiler Harmonie mit der Geomorphologie und zweitens die mutige Nutzung des Rasters als Werkzeug der räumlichen Ordnung trotz der dynamischen Natur des Landes. Sobald die Stadt am Rande der Zitadelle entstand, ehrte Angora den wunderschönen Hügel, indem sie eine harmonische Beziehung zu dem harten Gelände entwickelte. Die Zeit verging und die kleine Stadt im rückständigen Anatolien entwickelte sich zu einer modernen Hauptstadt, als Teil der visionären Pläne, die die moderne Türkei am Anfang des letzten Jahrhunderts prägten. Die Stadt war idealisiert als der Schwerpunkt der gewünschten Dynamik mit den neuen Paradigmen, die von den visionären Gründern der jungen Republik definiert wurden. Nach einer langen und schmerzhaften Periode der Armut, die die Kriege verursacht hatten, sollte die neue Dynamik durch Umgestaltung des Raumes für eine lebendige moderne Zukunft verwirklicht werden. Mit den neuartigen Raumformationen wurde eine neue Lebensform geschafft. Der urbane Raum wurde im Einklang mit der neuen Form der Gesellschaft entworfen. Doch im Laufe der Jahre haben veränderte kulturelle und politische Paradigmen eine klare Abweichung von der ursprünglichen Vision, der produktiven Dynamik der Stadt als Erzeuger der Moderne, ergeben. Ankara verlor ihre Fähigkeit, auf die komplexe Dynamik der modernen urbanen Gesellschaft zu reagieren. Probleme, die mit der gebauten Umgebung verbunden waren, versuchte man durch ad-hoc Lösungen, ohne Vision, zu beheben. Massive und störende Interventionen führten zum Verlust der spontanen menschlichen Interaktion im Raum. Dies bedeutete im Wesentlichen die Auflösung der schöpferischen Fähigkeiten der Gesellschaft. Massive, statische und rein funktionalistische Entwicklungsprogramme als Indikator für die frühe Moderne gelten nach wie vor als neu und neuartig, obwohl ihnen im Westen bereits keine Beachtung mehr geschenkt wird. Die aufkommende ausländische industrielle Ästhetik aus dieser “späten Moderne” wird dagegen durch den künstlichen Historismus der sogenannten Postmoderne kompensiert. Doch die Wahrheit ist, dass wir in der hypermodernen Welt,der lebendigen Welt der Geschwindigkeit, des Bewegung und der Mobilität leben. Die Ära verkörpert die Konvergenz von Technologie und Körper, Information und Materie. Es ist eine neue Herausforderung, natürliche Einschränkungen durch Technologie, als den erweiterten Phänotyp der menschlichen Gesellschaft, zu überwinden.
“Eine Stadt, die für Geschwindigkeit gebaut ist, ist für Erfolg gebaut.“ Le Corbusier (1925) “Logik der Geschwindigkeit liegt in der Organisation und Transformation der modernen Welt.“ P. Virilio (1977)
Da Ankara frühe Welle der Moderne in ihrer revolutionären Gründungszeit im letzten Jahrhundert erwischte, ist es klar, dass diese Stadt sich mit dem aufkommenden Paradigma der Hypermodernität regenerieren muss. Entsprechend dem Innovationsgeist ihrer Ursprünge soll die Zukunft der Stadt durch neue Methoden und Technologien geprägt werden. Die Stadt wird nicht aus vulgären und statischen Fußspuren entstehen, mit denen das natürliche Land übersät ist, sondern durch komplexe , flexible und mehrschichtige Systeme, die sich in den Himmel erheben. Während es die Grenzen der Geographie herausfordert, soll das System ihre eigene (künstliche) Topographie erschaffen. Da das System für sich selbst eine Beweglichkeit in Hochgeschwindigkeit ermöglicht, sorgt es für eine starke menschliche Interaktion durch neue dynamische Kollektivitäten. Wenn die Stadt allmählich durch ihre intelligente 3D-Struktur, inspiriert durch ihre alten anatolischen Wurzeln, wächst, wird Ankara wieder die Botschaft an die moderne Welt geben:
RAHATSIZ BEUNRUHIGT DISTURBAN Süleyman Demirel Duygu Kalkanlı A.Emre Karabacak Berçem Kaya
RAHATSIZ “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı hem aptallık, hem inanç devriydi hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı hem umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu… … kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kotu fark etmez, sadece ‘daha’ sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi.” Charles Dickens, İki Şehrin Hikayesi (1859) Ankara, karanlıkta umut, aydınlıkta çaresizliğin öyküsüdür. Işığını Hititlerden almış, bir dolu yeni öykü anlatmıştır. Kötü yazgısını bataklıktan ormana çevirdi, yüzyılın başında Anadolu’nun ortasında çağdaşlaşmanın yürek atışı oldu. Yoksul ulusun güzel düşlerinin odağı, yeni bir öykünün başlangıcı ise Ulus’tu... Devrimin budakları, bağımsızlık ve umudun tutku suyla Atatürk Bulvarı boyunca usulca büyüyen bu küçük kentin tüm sokaklarına uzanıyordu. Gün geldi kent büyüdü ve yükseldi. Kenti yaratan o mütevazılığı göz ardı etti. Kentin ‘muhafazakar liberal (özgürlükçü)’ yöneticileri, ne geçmişi muhafaza ediyor ne de geleceği özgürleştiriyordu. Yoğun ve hızlı ‘kalkınmacılık’, beton ve karkasla simgeleşti, yaşamsız yerleşimler keyifsiz mekanlar yarattı. Kimse bu umarsız akışın önüne geçemedi. Kent, eski arzu ve ışığını kaybetti. Bulutların üzerine uzandı, gelişti. ‘Yer ’i umursamadan... Büyük, yüksek ve heybetli olanın egemenliğinde yurttaşlar artık özgür değildi. Mekanda ve zihinde
sıkışmış , sıkılmıştı..
Hukukun egemenliği yerini ‘daha fazla’ olanın önlenemez istencine bıraktı. Ağır sanayileşmeyi kaçırmış toplum, yeni çağın hafifliğini ve esnekliğini, kenti üreten zengin karmaşıklığı da ıskalıyordu. Eklemlenen her şey öyle koca ve kitlesel di ki yanı başımızdaki yaşamı boğuyordu sanki.. Yaşayan bir bütünü öldürmek istiyorsan şayet onu parçalamak zorunda değilsin. Onu sınırları ötesinde büyüt yeter. Ankara buna en iyi örnekti... Sınırsız yükseliş, kenti günden güne yukarı taşıdı, gökte yaydı. Gökyüzünde büyüyen doku boşluk bırakmaksızın büyüdü, çoğaldı. Yer, anlamını yitirdi, toprak unutuldu. Kentin ‘gelişim alanları’ yerin yüzeyi değil, sokakların ve caddelerin göğüydü bundan böyle. ‘İnsan ölçeği’, insanın ölçeği değildi artık. Kentin yoğunlaşan dokusu, ‘ben’i saran kalabalık, kitle ve akıntı ile yalnız laştırıyordu her birimizi.
“...olanağı bulunan bütün kentler gökdelenlere yerleşiyor, yerleştikleri katların yüksekliği oranında aşağıları ve aşağıdakileri küçük görüyor, yollarda oraya buraya seğirten insanları birer karınca olarak niteleyecekleri geliyordu; ancak, günler geçtikçe, aşağılara indikleri ve dünyaya herkesle aynı düzeyden baktıkları zamanlarda da benzerlerini yine karınca gibi görmeye başlıyor, sonra, yavaş yavaş, eşleri, çocukları, hatta kendileri de küçülmüş, birer karıncaya dönüşmüş gibi bir duyguya kapılıyor, bir an önce yukarılara, gökdelenlerine dönmek istiyorlardı.” T. Yücel, Gökdelen (2006) Her şeyin başladığı o ‘ yer ’de, eski kentin surlarının eteğinde, yeni kentin yoğunluğundan uzak küçük bir mahalde hala bir grup insan, geleceğin hegemonyasına direnircesine geçmişin anılar a sarılmış yaşamlarını sürdürüyordu. Ütopyaların çağlar boyunca sunduğu parlak gelecek vaadine artık inanmıyorlardı. Bu, onların geleceğe dair umudu kaybettikleri anlamına gelmiyordu. Yalnızca gelecek güzel günlerin inançla değil; ona direnmekle yeniden geleceğini düşünüyor, düşlüyorlardı...
DISTURBAN “It was the best of times, it was the worst of times, it was the age of wisdom, it was the age of foolishness, it was the epoch of belief, it was the epoch of incredulity, it was the season of light, it was the season of darkness, it was the spring of hope, it was the winter of despair, we had everything before us, we had nothing before us… so far.. .. like the present period, that some of its noisiest authorities insisted on its being received, for good or for evil, i n the superlative degree of comparison only.” C. Dickens, A Tale of Two Cities (1859) The tale of the city of Ankara is a hope in darkness and despair in light. It brought its shine from the Hittites and tells so many new stories. To remove its bad fortune from the swamp to the light, in the beginning of the century, the city was considered as a symbol of modernization at the heart of Anatolia. The heart of the dream was Ulus, where the newest story began. Branches of the revolution stretched out through Atatürk Boulevard with a deep passion of hope and freedom within such a small and gently developed town. However, in time, the city got larger and higher with a great ignorance about the modest ambitions that built the city. The conservative liberal governors of the city neither conserved the past, nor did they liberate the future. The rapid and insensitive mood of ‘developmentalism,’ symbolized with carcass and concrete, ended up with estates without life, and spaces without public spirit and joy. Nobody could change the stream; the city lost its early aspiration and shine. It grew over the clouds while ignoring what was left on the ground. Under the hegemony of the big, the high and the massive, citizens of the city were not free anymore, but oppressed in space and mind. No rule of law, but the desire for more. The society, which had missed the heavy industrialization of early modernity, missed the lightness and flexibility of the new age and the rich complexity generating the city. Everything added is bulky and massive, suffocating the immediate life at reach. To kill a living whole, you do not have to crumble it into pieces. Letting it grow beyond the limits can serve for that. Ankara is the perfect case of this! Along with the limitless ascent, the height of the buildings grows day by day; the city keeps expanding into the sky. The fabric of the sky gets more and more intensive, until no gap is left. In the new context, the ground loses its meaning; the soil is forgotten while the ‘development land’ is not on the Earth, but high above the old streets and alleys. The human scale is not the scale of the human anymore. The dense and intensive body of the city only increases your loneliness while surrounding the self with crowd, mass and flow.
“…To make a long story short, all the town-dwellers that could afford it settled on the skyscrapers, looking down on the floors and the people below them in proportion to the height of the floor they settled on, and tending to regard the people scampering around below as ants; but as the days went by, as they descended and looked at the world from the vantage point of everyone else, they started to regard everyone else as ants again, until gradually they felt as if their spouses, their children, even they themselves had turned into ants, and lonesome ants that had lost their nest at that, and wanted to return upstairs to their skyscrapers as soon as possible.” T. Yücel, Gökdelen (2006) At the beginning of everything, over the slope of the castle, far away from the disturbance of city, on a tiny green land, there might be people still retaining the memories as if resisting the hegemony of the future. Not believing the utopia’s age-old promise of the bright beautiful future anymore. It does not mean that they lost their hope for future, they just think that the new good days will not come again by believing in the future, but by resisting it.
BEUNRUHIGT “Es war die beste und die schönste Zeit, ein Jahrhundert der Weisheit und des Unsinns, eine Epoche des Glaubens und des Unglaubens, eine Periode des Lichts und der Finsternis. Es war der Frühling der Hoffnung und der Winter des Verzweifelns. Wir hatten alles, wir hatten nichts vor uns.. bisher… [so] dass ihre lärmendsten Tonangeber im Guten wie im Bösen nur den Superlativgrad des Vergleichens auf sie angewendet wissen wollten.” C. Dickens, Eine Geschichte von Zwei Städten (1859) Die Geschichte der Stadt Ankara ist eine Hoffnung in der Finsternis und Verzweifeln im Licht. Sie brachte ihr Leuchten von der Hethitern, und erzählt so viele neue Geschichten. Um ihr Unglück vom Sumpf zum Licht zu schaffen, wurde die Stadt zu Beginn des Jahrhunderts als Symbol der Modernisierung im Herzen des Anatoliens betrachtet. Das Herz des Traums war Ulus, wo die neueste Geschichte begann. Ableger der Revolution strecken sich den Atatürk-Boulevard entlang, mit großer Leidenschaft der Hoffnung und Freiheit in solch einer kleinen und gelinde entwickelten Stadt. Doch mit der Zeit wurde die Stadt umfangreicher und höher, mit einer großen Unwissenheit über die bescheidenen Bestrebungen, die diese Stadt gebaut hatten. Die konservativen liberalen Gouverneure der Stadt konservierten weder die Vergangenheit, noch liberalisierten sie die Zukunft. Die rasante und empfindungslose Stimmung von “Entwicklungspolitik“, deren Symbole Kadaver und Beton waren, führte am Ende zu Siedlungen ohne Leben und Orten ohne Gemeinsinn und Freude. Niemand konnte den Verlauf ändern; die Stadt verlor ihr ehemaliges Streben und Leuchten. Sie wuchs über die Wolken hinaus und ignorierte dabei, was sie auf der Erde liegenließ. Unter der Vorherrschaft all dessen, das groß, hoch und wuchtig war, waren die Einwohner der Stadt nicht mehr frei, sondern unterdrückt im Geist und im Raum. Keine Herrschaft des Rechts, sondern das
Verlangen
nach mehr.
Die Gesellschaft, die die Hochindustrialisierung der Frühen Moderne verfehlt hatte, verfehlte die Leichtigkeit und Anpassungsfähigkeit des neuen Zeitalters, und die reiche Vielschichtigkeit, der die Stadt entsprungen war. Alles, was hinzukommt, ist so klobig und wuchtig, dass es alles unmittelbare Leben in der Nähe erstickt. Um ein lebendiges Ganzes umzubringen, muss man es nicht zerbröckeln. Durchgehen zu lassen, dass es über die Grenzen hinaus wächst, ist genug. Dafür ist Ankara das perfekte Beispiel! Gemeinsam mit dem grenzenlosen Aufstieg erstrecken sich die Gebäude Tag für Tag höher; die Stadt dehnt sich immer weiter gen Himmel aus. Das Gewebe des Himmels wird so undurchdringlich, dass kein Luftspalt verbleibt. In dem neuen Zusammenhang verliert der Erdboden seine Bedeutung; das Erdreich gerät in Vergessenheit, und das „Entwicklungsland“ ist nicht mehr auf der Erde, sondern hoch über den alten Straßen und Gassen. Das menschliche Maß ist nicht mehr das Maß des Menschen. Der massive und undurchdringliche Körper der Stadt verstärkt nur die Einsamkeit und umringt das Selbst mit Menge, Masse und Bewegung.
“Um es kurz zu machen, alle Städter, die es sich leisten konnten, ließen sich in Wolkenkratzern nieder, und im Verhältnis zu der Höhe des Stockwerks, in dem sie lebten, verachteten sie die unteren Bereiche und alle, die sich unter ihnen befanden, und neigten dazu, die Menschen, die auf den Straßen umherflitzten, wie Ameisen zu betrachten; doch mit jedem Tag, an dem sie herunterstiegen und die Welt von der gleichen Ebene wie alle anderen beobachteten, fingen sie an, andere doch wieder als Ameisen anzusehen, und allmählich überkam sie das Gefühl, ihre Ehepartner, ihre Kinder, ja sogar sie selbst seien in Ameisen verwandelt, und noch dazu vereinsamte Ameisen, die ihr Nest verloren hatten, und sie wollten so bald wie möglich wieder hinauf auf ihre Wolkenkratzer zurückkehren.“ T. Yücel, Gökdelen (Wolkenkratzer), 2006 Am Anfang von allem, jenseits des Hügels der Burg, weit weg von der Unruhe der Stadt, auf einem kleinen grünen Landfleck mag es immer noch Menschen geben, die an den Erinnerungen festhalten, als ob sie die Vorherrschaft der Zukunft Widerstand leisten. Sie glauben der uralten Verheißung der vielversprechenden, wunderschönen Zukunft nicht mehr. Das bedeutet nicht, dass sie den Glauben an die Zukunft verloren haben, nur dass sie nicht denken, dass die neuen guten Tage nicht dadurch zurückkehren, dass man an die Zukunft glaubt, sondern dadurch, dass man ihr widersteht.
-
SIGINAK BUNKER Astera Galali
Hatice Taş
Image by: Onur Erden, Astera Galali, Hatica TaĹ&#x;
SIĞINAK Yeni bir buz çağı yolda..
Dünya 15 yıl içerisinde ‘mini buz çağı’nı yaşayacak Yapılan araştırma 2030’lu yıllarda dünyanın yeni bir minimum güneş lekesi (‘maunder minimum’) dönemine gireceğimi ortaya koydu. En son 17. Yüzyılda görülen Londra’daki Thames Irmağı’nın donduğu ‘mini buz çağı’nın bir kez daha 15 yıl süre ile yaşanacağı bildirildi.
Monday, 05 December 2016
Yıl 2050.. Güneş Ankara’da da soldu. Soğuk ve sert yeryüzü koşulları ile baş etmemizi sağlayan teknolojiler sayesinde kent aynı mevkide faklı bir doğrultuda yeniden inşa edilebilirdi. Çözüm, yerkabuğu idi. Yeryüzü, üzerinde yerleşilen ve bizi besleyen yüzey doku değil, yerin altında gelişen yeni toplumun koruyucuydu artık. Askeri savunma yapısı olarak kullanılagelen bunker , tarih boyunca insan yaşamını hava saldırılarına, saldırılara, alevlere karşı koruma yönünde hizmet verdi. Bunker, küçük bir içsel umutla dışsal yıkıma karşı barınma ve sığınma nişiydi. Ankara’da ise, buzdan sonra, her ne kadar başta ‘geçici sığınma merkezi’ olarak düşünülmüş olsa da bunker zamanla oluşturulan yepyeni bir kolektif kimlik ve yaşam kalitesi ile ‘ yeni(den) Ankara’ haline geldi, kabul gördü. Kaynaklar sınırlı ve güneşten uzakta.. Doğal günışığı bunker ’in içine kısıtlı bir şekilde süzülüveriyor. Yer yüzeyinden aşılan ışık kanalları ise bunker ’in derinliklerine uzanan ışık hüzmeleri ile yeri dibe taşıyor. Yapay fiber-optik sistemler ışığa olan gereksinimini büyük oranda karşılıyor. Susuz ve suda tarım teknikleri sayesinde sayısız tipte meyve ve sebze yetiştirilebiliyor artık. Sistem, ileri düzeyde balık üretimin de önünü açmış durumda. Kimyasal bireşim (kemosentez) sistemleri ile ise güneş enerjisine gereksinim duymadan karmaşık molekülleri hızla büyüyen nüfusun beslenme gereksinimine yanıt veriyor. Jeotermal enerji, devingen ve hareketli yeni barınma sistemi için elektrik üretiyor.
Yerin altı, asgari düzeyde bir ortalama yaşam koşulunu gerekli kılıyor. Tarihselliği düşünüldüğünde her dönem mütevaziliğe yatkın olagelmiş bu kent için bu, hiç de yabancı bir durum değil. Tüm kent, üç boyutlu bir örgü ile destekli bir biçimde bir dizi akıllı inşa makinası ile peyderpey büyüyor ve yayılıyor. Karmaşık çatkı, yeni toplumun kolektif dokusunun oluşumunu da mekansal olarak destekliyor. Kamusal ve özel alanlar iç içe. Özel meskenler müstakil ve kendine yeten yaşam ünitelerinde kendiliğinden inşa ediliyor. Bir kısmı yer yüzeyinde kullanılmış konteynırların yeniden dönüştürülmesi ile yapılıyor ve yeni konut
BUNKER The next ice age is about to begin.
Earth heading for ‘mini ice age’ within 15 years Research has predicted a new solar ‘Maunder minimum’ in the 2030s. The earth is 15 years from a period of low solar activity similar to that last seen during the ‘mini ice-age’ of the 17th century, when the Thames froze in London.
Monday 05 December 2016
Year 2050.. The sun fell asleep in Ankara as well. Thanks to the technologies that enabled us to handle the cold and hard surface of the earth, the city would be able to survive in the same location, but in a different position. The earth’s crust was to be the solution. Covering the new city underneath, terra firma was not the field settling and feeding us anymore, but the protector of a new community to be generated under the ground. Serving through all thzzzzzzze world wars as defensive military fortification, bunkers have always operated for the protection of human life. Against flames and bombs, tornadoes and attacks. They were used as micro-habitation and protection against external destruction, with maybe an internal hope for a little peace. The new habitation in Ankara in the severe condition of ‘maunder minimum’ is like a bunker protecting the future community from the deadly glacial surface. Yet this bunker is not a closed cell, but an open nest growing through the deep surface of the underground. Though it was initially considered a provisional ‘refugee center ’ for the period, it is about to be accepted as the new Ankara, with a new living quality and spatial identity. Resources are limited away from the sun. Natural sunlight radiating into the bunker is limited. The need for light is artificially met by the hightech fiber-optic systems. Through a simple hydroponic or aquaponic system, numerous types of vegetables and fruits are cultivated. The system is adaptable. Chemosynthetic systems also create complex molecules without the energy source of the sun to feed the growing population. Geothermal energy generates electricity for driving the habitation . Bores from the earth’s surface to the bunker are utilized to devise air circulation. The life underground is minimal in style. This is not actually alien to Ankara, which has always been used to living in humble conditions. The whole city is supported by a three-dimensional structure, which is gradually built up and grown by a series of smart construction machines. The complex structure also supports the new collective form of society. The public and private areas are closely mixed. Private households are located in self-contained living units. Most of them are old containers carried down from the earth’s surface and forming the new housing clusters.
BUNKER Die nächste Eiszeit beginnt.
Die Erde erwartet eine ‘Mini-Eiszeit’ innerhalb von 15 Jahren Die Forschungen haben in den 2030er Jahren ein neues Sonnen-Maunderminimum prognostiziert. Die Erde trennen nur noch 15 Jahre von einer Periode der niedrigen Solartätigkeit. Solch eine Periode wurde zuletzt während der “Mini-Eiszeit” des 17. Jahrhunderts verzeichnet, als in London die Themse zufror.
Monday, 05 December 2016
Jahr 2050 .. Die Sonne schlief auch in Ankara ein. Dank der Technologien, die es uns heute ermöglichen, kalte und harte Erdoberflächen zu behandeln, könnte die Stadt an der gleichen Stelle, aber in einer anderen Position überleben. Die Erdkruste sollte die Lösung sein. Der feste Boden, der die neue Stadt darunter bedeckt, war nicht mehr das Feld, auf das wir uns niederlegen und das uns füttert, sondern der Beschützer einer neuen Gemeinschaft, die unter der Erde gebildet wird. Bunker dienten durch alle Weltkriege als defensive militärische Befestigung und haben immer für den Schutz des menschlichen Lebens gedient. Sie sorgten für Schutz gegen Flammen und Bomben, Tornados und Angriffe. Bunker wurden als Mikrohabitat verwendet und schützten gegen Zerstörung von außen, mit eventuell einer inneren Hoffnung für ein wenig Frieden. Die neue Ansiedlung in Ankara im schweren Zustand von “Maunderminimum” ist wie ein Bunker, der die zukünftige Gemeinschaft vor der tödlichen Eisfläche schützt. Doch dieser Bunker ist keine geschlossene Zelle, sondern ein offenes Nest, das durch die tiefe Oberfläche des Untergrunds wächst. Obwohl es ursprünglich als provisorisches Flüchtlingszentrum für den Zeitraum des Maunderminimums betrachtet wurde, geht es nun darum, es als ein neues Ankara mit neuer Lebensqualität und räumlichen Identität zu sehen. Weit weg von der Sonne sind die Ressourcen zweifellos limitiert. Natürliches Sonnenlicht, das in den Bunker strahlt, ist begrenzt. Der Bedarf an Licht wird künstlich durch die Hightech-Faseroptik-Systeme gedeckt. Durch ein einfaches hydroponisches oder aquaponisches System werden zahlreiche Arten von Gemüse und Früchten angebaut. Das System ist anpassungsfähig. Chemosynthetische Systeme schaffen auch komplexe Moleküle ohne die Energiequelle der Sonne, um die wachsende Bevölkerung mit Nahrung zu versorgen. Durch geothermische Energiequellen wird Strom für die Behausung erzeugt. Bohrungen von der Erdoberfläche zum Bunker werden genutzt, um die Luftzirkulation zu gewährleisten. Das Leben unter dem Boden erfordert einen minimalen Lebensstil. Dies ist nicht wirklich fremd für Ankara, die Stadt, die es schon immer gewohnt war, in bescheidenen Bedingungen zu leben. Die ganze Stadt wird durch eine dreidimensionale Struktur gestützt, die stetig wächst und durch eine Reihe von intelligenten Baumaschinen aufgebaut wird. Die komplexe Struktur unterstützt auch eine neue kollektive Form der Gesellschaft. Die öffentlichen und privaten Bereiche sind eng miteinander verbunden. Die privaten Haushalte befinden sich in geschlossenen Wohneinheiten. Die meisten von ihnen sind alte Container, die von der Erdoberfläche hinunter getragen wurden und die neuen Unterkunftgruppen bilden.
GELECEK zukunft
ANKARA
CURATION I CO-ORDINATION Duygu Cihanger Olgu Çalışkan
SUPERVISION M. Adnan Barlas Z. Müge Akkar Ercan Cansu Canaran Serdar Özbay
DESIGN Y. Baver Barut Süleyman Demirel Eren Efeoğlu Ecesu Eşmen Astera Galali Berçem Kaya Duygu Kalkanlı
A. Emre Karabacak
METU MUD Master of Urban Design
The 20th Anniversary
Merve Özen Begüm Sakar Ebru Şevik Hatice Taş Onur Tümtürk Irmak Yavuz Mert Can Yılmaz