Milyonlarca kirli sır ön okuma

Page 1

Milyonlarca Kirli Sır C. L. Parker

Bu kitabı kız kardeşim Jessica Neidlinger’a ithaf ediyorum. Akıma yazma fikrini sokan, bu fikri besleyen ve şimdi olduğum yazara dönüşmemi sağlayan kişi kendisidir. O olmasaydı, yazıyor olmazdım. Tüm başarılarım için sana borçluyum Jess. Yani, mecazi anlamda elbette. Hah! Seni seviyorum; böyle olduğun ve beni olduğum kişiye dönüştürdüğün için.

Giriş Ben bir seks kölesiyim. Yani, bir kişinin malı olarak ona hizmet eden, onun hâkimiyetine tam anlamıyla itaatkâr biri. Temel olarak, sanırım “fahişe” sözcüğü olduğum şeyi tanımlamak açısından daha uygun olacaktır. Anlayacağınız, ben para karşılığında kendimi bir adama (bu sadece tek bir kişi olsa da) sattım. Sadık ve ağzı sıkı olmam, bedenimi onun istekleri doğrultusunda, istediği her şekilde ve pozisyonda ona sunmam gerekiyor ama görevim sadece bunlarla sınırlı değil. İşin ilginç yanı, ben bu hayata itilmedim; bu hayatı seçtim. Yani, o sırada daha iyi bir fırsat karşıma çıkmadığı için başka seçeneğim yoktu ama yine de, ne olursa olsun, bu hayatı seçtim. O, beni buna zorlamadı. Beni bir yerlerden bulup buluşturmadı. Kaçırılıp feci şekilde dayak yiyerek itaat etmeye zorlanmadım. Kendi ayağımla gittim ona. Ve her şeyi birinin hayatını kurtarmak için yaptım. Benim adım Delaine Talbot ama bana Lanie diyebilirsiniz. Bu benim hikâyem.

1 Yaptığımız Fedakârlıklar

Lanie Tam bir seks tanrıçası olan arkadaşım, çalıştığı (ve takıldığı) gece kulübünün kapılarından girdiğimden beri resmen milyonuncu kez şu soruyu sordu: “Bunu yapmak istediğine emin misin?” Dez benim dayanağımdı. Hayat fazla zorlaştığında beni ayakta tutardı ve hayat o sıralar aşırı derecede zordu. Dez, kabaca “şeytana ait” olarak tercüme edilebilecek Desdemona isminin kısaltılmışıydı. Anne babası daha önce izin vermediğinden, ismini on sekizine bastığı gün değiştirmişti. Gerçekten. Annesiyle babası, dünyaya geldiğinde ona Prenses ismini vermişler fakat onlar dışında biri kalkıp ona bu isimle hitap etmeye kalkıştığında, az sonra kopacak yaygaraya hazırlıklı olmalıydı. Dez inanılmaz güzeldi, o romans kitaplarında okuduğunuz iri göğüslü dilberlere benziyordu: Uzun, ipeksi siyah saçlar, kıvrımlı vücut hatları, uzun mu uzun bacaklar ve bir tanrıçanın yüzü. Tek sorun, motorcu hatun imajını benimsemiş olmasıydı. Yeni motosiklet markalarını deneme sürüşüne çıkarmaktan hoşlanırdı. Daha önce söylediğim gibi, fahişe işte. Gelgelelim, onu ailemden biriymiş gibi seviyordum.


Ve ailemden biri için yapmaya kalktığım şey göz önünde bulundurulursa, bunu söyleyebilmek önemliydi. “Hayır, emin değilim Dez ama bunu yapmalıyım. O yüzden, sayende fikrimden cayıp özüme dönerek buradan tırsak bir kedi gibi kaçmadan önce şunu sormayı bırak artık,” diye parladım. Parlamalarımı hiçbir zaman kişisel algılamazdı çünkü ona göre her şey göze göz dişe dişti. Hem de nasıl. Üstelik karşılık verirken bir nebze bile utanmazdı. “Yani bekâretini yabancının tekine vermeyi dert etmiyor musun gerçekten? Romantizm olmadan? Şarap yok, yemek yok, altmış dokuz yapmak yok?” Ardı arkası kesilmeyen soruları en sonunda bardağı taşırdı; bir yandan da beni sevdiği ve her şeyi enine boyuna düşündüğümden emin olmak istediği için böyle yaptığını biliyordum. İnce eleyip sık dokuyarak bütün artıları, eksileri düşünmüştük ve herhangi bir şeyi atladığımızı hiç sanmıyordum. Fakat beni en çok endişelendiren şey bilinmezlikti. Çalıştığı kulüp olan Foreplay’in tekinsiz bölgesine uzanan karanlık koridorda onu takip ederken, “Mesele annemin hayatıysa mı? Hiç tereddütsüz,” dedim. Foreplay: Hayatımın değişeceği yer işte burasıydı. Dönüşü olmayan nokta. Annem Faye, ölümcül bir hastalığın pençesindeydi. Kalbi oldum olası güçsüzdü ve yıllar geçtikçe daha da kötüleşti. Beni doğururken ölümün kıyısından dönmüş ama tıpkı sonradan geçirdiği sayısız ameliyat ve operasyonda olduğu gibi, sağ salim çıkmayı başarmıştı. Şimdi ise sağ salim çıkma şansı yoktu. Hayat ışığı aşırı büyük bir hızla sönüyordu. Şu aşamada artık o kadar güçsüz ve kırılgandı ki yatalak olmuştu; bundan önce ise sürekli hastanelere yatmış, babam Mack de bu nedenle işini kaybetmişti. Sırf salak bir fabrikanın üretim sayısını sağlama alacağım diye annemi yapayalnız bırakmayı reddetmişti. Onu bu yüzden asla suçlamadım. Söz konusu olan karısıydı ve babam kocalık görevini çok ciddiye alıyordu. Ona bakmakla yükümlüydü, roller farklı olsaydı annemin ona bakmakla yükümlü olacağı gibi. Gelgelelim, iş yoksa sağlık sigortası da olmaz. Bu da babamın emeklilik günleri için dişinden tırnağından artırarak biriktirdiği tasarruf hesabından geçinmemiz anlamına geliyordu. Dolayısıyla, sağlık sigortası satın almak ailemin altından kalkamayacağı bir lükstü. Harika, değil mi? Her şey gitgide daha da kötüleşti. Faye’in hastalığı, hayatta kalabilmesi için kalp naklinin şart olduğu noktaya dek ilerledi. Bu haber hepimizi, en çok da Mack’i harap etti. Babamı günbegün izliyordum. Kilo veriyordu, önceliği hep anneme verdiğinden kendisini ihmal ediyordu. Kan çanağı gözlerinin altındaki koyu halkalar, uykusunu gerektiği kadar alamadığını belli ediyordu. Her nasıl olursa olsun, annem için her zaman cesur görünmeye gayret ediyordu. Annem yakında göçüp gideceğini kabullenmişti fakat babam… Onun hâlâ umudu vardı. Sorun, bu umudunun gitgide azalıyor olmasıydı. Annemin her geçen gün ölüme yaklaşması, ruhunu paramparça ediyordu. Sanki annemden kopup giden her bir parçayla ondan da bir parça gidiyordu. Bir gece, annem derin derin uyurken babamın yanına gitmiştim. Televizyon koltuğuna gömülmüş, başını ellerinin arasına almıştı ve omuzları ümitsiz hıçkırıklarla sarsılıyordu. Kimsenin kendisini böyle görmesini istemezdi. Fakat ben görmüştüm. Onu daha önce hiç bu kadar ümitsiz görmemiştim. Annem ölürse babamın da çok geçmeden onu takip edeceğini tekrarlayıp duran bir sızı vardı yüreğimde. Babam ölümüne yas tutacaktı. Bundan en ufak şüphem yoktu. Bir şey yapmalıydım. Her şeyin daha iyi olmasını sağlamanın yolunu arıyordum. Onların daha iyi olmasını sağlamanın.


Dez benim en yakın arkadaşımdı. Benim tek en yakın arkadaşım. Onunla daima her şeyimi paylaşırdım, bu yüzden durumu gayet iyi biliyordu. Ne oldum değil, ne olacağım demeli. İşte, Dez de benim ne kadar çaresiz olduğumu görünce, bana Foreplay’in altında yürütülen esrarengiz bir işten bahsetti. Bu işletmenin sahibi Scott Christopher’a hırslı bir girişimci demek mümkündü. İşin aslı, o bir kadın tellalıydı fakat öyle sokaklarda gördüğünüz alelade kadın tellallarından değil. Hem de hiç. Bu adam, cepleri ağzına kadar dolu olan tiplerden para sızdırmanın bir yolun bulmuştu. Kadınların en fazla parayı verene satıldıkları bir açık artırma, seçkin bir işletmeydi onunki. Foreplay, paravan işiydi fakat ekmeğini açık artırmadan kazanıyordu. Yukarı kat tam bir üniversite partisi gibiydi, öğrenciler takılacakları kızları buluyor, kendi isimlerini hatırlayamayacak kadar sarhoş oluyorlardı; bu da aşağıdaki seçkin mekân için mükemmel bir paravandı. Anlayabildiğim kadarıyla, ben de dahil bazı kadınlar açık artırmada gönüllü olarak yer alırken, bazıları Scott’a borçlu olduğu için bunu yapıyordu. Bedenlerini satmak ona olan borçlarını ödemek için başvurdukları son çareydi; böyle yaparak özgürlüklerini kaybetseler de. Dez, müşterilerin kabarık banka hesapları olduğunu söyledi. Dünyanın en zengin kodamanları bile en alışılmadık, insanların duymasını asla istemeyecekleri türden fantezilere açlık duyuyordu. Doğru meblağ karşılığında, bunları gerçekleştirmeye gönüllü birilerini bulabilir ve sırlarının güvenliğinden endişe etmek zorunda kalmazlardı. Bahtıma ne çıkarsa... Zarif ve kibar birine de denk düşebilirdim, malına hükmetmekten keyif alan bir zorbalık abidesine de. Şayet tarih gerçekten de tekerrür ediyorsa, kesin ikincisine denk düşecektim. Geçmişte şans yüzüme pek gülmemişti, şimdi ilahi güçlerin bana kıyak geçeceğine neden inanacaktım ki? Annemin hastalığı sadece babamın değil, benim de sürekli fedakârlık yapmamı gerektiriyordu. Buna içerlemesem de, üniversiteye gitmek yerine babam çalışabilsin diye annemle beraber evde kalıyordum. Artık babamın işi olmadığından, evde olmak zorunda hissetmeme gerek olmadığını düşünüyorlardı. Ben hiçbir şeyi zorunluluk gibi görmedim. O benim annemdi ve onu seviyordum. Zaten kafamda kendime bir gelecek de çizmemiştim henüz. Yirmi dört yaşında bir kadının hayatına çekidüzen vereceğini düşünebilirsiniz ama benim durumum böyle değildi işte. Onların umutlarını perçinlemekle çok gereksiz bir hamle yapmış olabilirim fakat dediğim gibi, umuda benim evimde pek rastlanılmıyordu ve onlara bunu az da olsa tattırmak çok da kötü olmazdı. Böylece, annemle babamı süper ballı, tam kapsamlı bir bursla New York Üniversitesi’ne kabul edildiğime ikna etmeyi başardım. Evet, böyle bir şeyin hayatımın şu noktasında pek mümkün olmadığını biliyordum fakat sonuçta ailem bunu bilmiyordu ve bu da önemli olan tek şeydi. Evden bu kadar uzak olmak, sık sık ziyaretlerine gidemeyeceğim anlamına geliyordu ve ölmek üzere olan annemden ayrı kalmak bana acı verse de, planımın yürümesi için bunu yapmam şarttı. Şanslıysam, hiçbir şeyin farkına varmayacaklardı. Fakat size şansım konusunda söylediklerimi hatırlıyorsunuz, değil mi? Scott ile yaptığım anlaşma gereğince, iki yıl süreliğine “sahibimle” yaşayacaktım. Ne daha uzun, ne daha kısa. Sonrasında ise kendi hayatıma devam etme özgürlüğüm olacaktı. O noktada bunun tam olarak nasıl bir hayat olacağı henüz belli değildi fakat olumlu bakmalıydım. Ne olursa olsun, iki yıl, annem için ve nihayetinde babam için az da olsa zaman kazanmanın karşılığında küçük bir bedeldi. Yukarıdan gelen kulüp müziğinin basları duvarlarda gümlüyor, kalp atışlarımı ele geçiriyordu. Yukarıda, ayaklarının altındaki gizli mekân hakkında en ufak bir fikirleri olmayan insanların yaptığı


gibi, kendimi içki ve eğlenceye boğmak isterdim. Aşağıdaki kadınlar tamamen bambaşka bir şeyde boğuluyorlardı çünkü. Klipsli panosunda VIP listesini tutan kapı görevlisinin yanında durduk. Kim olduğumuzu ve neden geldiğimizi biliyordu, bu yüzden bizi hiç beklemeden içeri aldı. Koridorda dizilmiş kadın kalabalığının yanından geçerken neredeyse cesaretimi yitirecektim. Çeşit çeşit kadın vardı burada; bazıları hiç o taraklarda bezi yokmuş gibi, bazıları da daha önce bu tür işlere bulaşmış gibi duruyordu. Belki de büyükler liginde ilk kez oynuyorlardı. Çıplak göbeklerine yapıştırılan numaralarla, karşıdaki duvarı kaplayan aynanın karşısında dikiliyorlardı. “Çift taraflı ayna,” dedi Dez. “İçeriye gelen müşterilere açık artırmaya katılan kızlarla ilgili açıklamalar veriliyor. Sonra kızlar bir sürü gibi buraya getiriliyor ve müsrif beylere sergileniyorlar. Böylece fiyat teklifinde bulunacakları zavallı kızın takım taklavatına göz atma fırsatları oluyor.” “Vay be, sağ ol Dez. Bu söylediklerin gerçekten çok iyi geldi.” “Ah, sakin ol. Öyle demek istemediğimin farkındasın,” dedi beni daha iyi hissettirmeye çalışarak. “Bu tür şeyler sana göre değil, biliyorsun. Sen onlar gibi değilsin.” Başıyla koridordaki diğer kadınları işaret etti. “Ama anlıyorum. Bunu Faye için yapıyorsun ve bu benim duyduğum en fedakârca şey.” Diğer kadınların da evlerinde bir Faye olabilir diye düşündüm etrafa kaçamak bakışlar atarken. Koridorun sonuna ulaştık ve Dez bir kapıyı tıklattı. İçeriden bir ses bizi içeri çağırdı; Dez geriye çekilip bana kapıyı işaret ettiğinde panikledim. Sadece dakikalar sonra nefes alış verişlerimi toparlamakta güçlük çekeceğimi biliyordum, bunu biliyordum. “Hey, bana bak.” Dez, gözlerine bakmaya zorladı beni. “İçeriye girmek zorunda değilsin. Şimdi arkamızı dönüp buradan gidebiliriz.” Ne kadar kendimi yatıştırmaya çalışırsam çalışayım, bedenimi sarsan titremelere engel olamadan, “Hayır gidemeyiz,” dedim. Pişmanlığını ve kaygısını gizlemeyi pek başaramadan, “Seninle içeriye gelemem. Bundan sonra tek başınasın,” dedi. Anladığımı göstermek için başımı salladıktan sonra, gözlerimde biriken yaşları görmemesi için bakışlarımı önüme düşürdüm. Dez beni hızla kendisine çekip göğsüne bastırdı ve ciğerlerimde hava kalmayana dek sımsıkı sarıldı. “Bunu yapabilirsin. Ayrıca bakarsın bu işten senin payına da iyi seks düşer. Nereden bileceksin. Don Juan o aynanın diğer yanında ayaklarını yerden kesmek için bekliyor olabilir.” “Hah! Hiç sanmam,” diyerek dudak büktüm ve onun güvenli kollarından ayrılmadan önce küçük bir tebessüm takınmayı becerdim. “Ben kendime dikkat ederim. Sen sadece beni seçen pisliğin anlaşmamızın şartlarını uyguladığından emin ol. Bunu yapmazsa FBI’ı derhal tam gaz göndermen gerekecek.” “Kızım, bunu sakın dert etme. Ve numaramı da biliyorsun, arada rapor vermek için arasan iyi olur yoksa peşinden gelirim, ona göre. İşten atılmamak ve seninle ilgili ne konuşuluyor bakmak için bara dönmem gerek artık. Ama unutma: Seni severim, bilirsin, falan filan.” Sevgi gösterileri yapmak Dez’e göre değildi fakat bunun Seni seviyorum demek olduğunu biliyordum. Yanağımı öptü ve “Göster onlara günlerini, bebeğim,” dedi. Sonra da popoma bir şaplak atıp yürümeye koyuldu. Beni kandıramamıştı. Uzaklaşırken onu göremediğimi düşündüğü sırada başını öne eğip parmak uçlarıyla gözlerindeki yaşları sildiğini fark ettim.


“Ben de seni severim, bilirsin,” dedim fısıldayarak çünkü beni duyamayacak kadar uzaklaşmıştı artık. Kapıya döndüm ve cesaretimi kaybedip vazgeçmeden önce kendimi yatıştırmaya çalıştım. Annemi aklıma getirir getirmez artık geriye dönüş yoktu. Kapıyı açtım ve kontratımın şartlarını netleştirmek üzere ofise girdim. Scott’un ofisi bir mafya babasına aitmiş gibi görünüyordu. Zemini pelüş bir halı kaplıyor, tavanın ortasından güzel bir avize sarkıyor, ışıklı vitrinlerde muhtemelen bir servet değerinde eşyalar sergileniyor, duvarları tablolar süslüyordu. Görünmez hoparlörlerden gelen klasik müzik, beni sahte bir güven duygusu vererek büyülemeye çalışıyordu sanki. Müzik ve zarif dekorasyon, müşterileri evinde hissettirebilecek seçkin bir mekân yanılsamasını taşıyordu belki, fakat ben böyle olmadığını biliyordum. Bir domuza takım elbise giydirip kravat takabilirsiniz ama bu onun bir domuz olduğu gerçeğini değiştirmez. Scott, bir elinde sigara, diğerinde bir viski bardağıyla masasının başındaydı. Ayaklarını masanın üzerine atmış, koltuğunda geriye yaslanmıştı, parmakları da sanki dünya umurunda değilmişçesine, görünmez bir orkestrayı yönetiyordu. Bana bakıp doğruldu ve sigarasını mermer bir küllükte söndürerek sırıttı. “Ah, Bayan Talbot. Bu gece bizi varlığınızla onurlandırıp onurlandırmayacağınızı merak ediyordum ben de.” Omuzlarımı dikleştirip başımı yukarıya kaldırdım ve gözlerinin içine baktım. Bu benim anlaşmamdı ve para ödenene dek kontrol bendeydi. Scott Christopher’ın altı üstü bir aracı olduğunu unutmasına izin vermeyecektim. “Geleceğimi söyledim ve işte buradayım.” Ayağa kalkıp, beni baştan aşağıya süzdüğünü saklamaya bile çalışmadan bana doğru yürümeye başladı. “Çok da iyi oldu. Eğer gelmeseydin senin için bir arama kurtarma ekibi yollamam gerekebilirdi. Bu gece bana çok para kazandıracaksın.” “Kontratımın koşullarını netleştirsek olur mu artık?” dedim içimi çekerek. Ona güvenmiyordum ve bunun için iyi bir sebebim vardı. Bir nebze vicdan azabı duymadan, para karşılığında insan satıyordu. Geçinmek için bunu yapan birine nasıl güvenebilirdim ki? Bir başka seçeneğim olsaydı, o an orada olmazdım elbette. Masasına dönüp üstünde kalın siyah harflerle benim adımın yazılı olduğu karton dosyayı açarken, “Tamam,” dedi. “Şahsen bu geceki müşterilerle gizlilik konusunda hiçbir sıkıntı yaşanmayacağına kefilim. Hatta benim mekânıma gelen herkes için bir önkoşuldur bu. Bu adamlar kodaman, centilmen liginin seçkinleri… Neye harcayacaklarını bilemeyecek kadar çok parası olan, lagalugaya gelmeyen ciddi tipler. Benim yaptığım türde ticarete ilgi duymalarının nedenini sadece kendileri bilir, paramı ödedikleri sürece kimsenin işine burnumu sokmam.” Annemin hayatını kurtaracak olmam dışında kararım konusunda içimi rahatlatan tek şey, beni satın alacak kişinin annemin ihtiyacı olan ameliyatın parasını karşılayacak kadar zengin olacağını ve ağzını kapalı tutacağını bilmemdi. O kadar parası olan biri, bu ameliyatla ilgisinin olduğunun bilinmesini istemezdi. Ayrıca annemle babamın da bunu öğrenmesini kesinlikle istemiyordum. Sadece bu bilgi bile onları öldürmeye yeterdi ve onlar için yapmaya çalıştığım şeyin bir anlamı kalmazdı. Diğer bir avantaj (en azından öyle olmasını umuyordum), bu parayı ödeyebilecek birinin muhtemelen hayatımı cehenneme çevirmeyecek kadar seviyeli biri çıkacak olmasıydı. Saf değildim; dünyada hastalıklı fetişleri olan bir sürü insan olduğunu biliyordum ama buna rağmen umudumu yitirmiyordum. Scott kâğıtları karıştırırken, “Herhalde benim yüzde yirmi payım konusunda bir sıkıntın yoktur, değil mi?” diye sordu.


“İyi denemeydi. Yüzde on diye anlaşmıştık,” dedim. Beni dolandırmaya çalışması azıcık bile eğlendirmemişti beni. “Doğru ya. Yüzde on. Ben de öyle demek istemiştim.” Göz kırptığında tüylerim diken diken oldu; sonra kontratı bana doğru iterek bir kalem uzattı. “Burayı… ve burayı imzalasan yeter.” Gösterdiği çizgilerin üstüne gelişigüzel bir şekilde imzamı çiziktirirken, hayatımın bundan sonraki iki yılından böylece vazgeçtiğimin tamamen farkındaydım. Kısa bir süre sonra, bana soyunup hayatımda gördüğüm en küçük bikiniyi giymemi söyledikleri bir odaya götürüldüm. Bikini hayal gücüne hiç yer bırakmıyordu ki sanırım amaç da zaten buydu. Adamlar büyük paralar ödemeden önce malı görmek istiyorlardı. Anlıyordum fakat bu korunmasız ve kırılgan hissetmemin önünde bir engel değildi. Sonra, bir makyöz ve kuaför hünerlerini sergileyerek ilginç bir şekilde ucuz değil de, hoş görünmemi sağladı. Daha sonra, Scott göbeğime şanslı numara altmış dokuzu yapıştırdı. Çift taraflı aynanın önündeki kadınların arasına karışırken başımı dik tuttum. İşin en kötü yanı, aynanın diğer tarafında kimin veya neyin olduğunu bilememekti, onları göremiyordum. Sadece kendimi görebiliyordum. Asla şımarık biri değilimdir ama diğer kadınlarla karşılaştırıldığımda güzel göründüğümü itiraf etmeliyim. Hiçbir zaman göz kamaştırıcı olduğumu düşünmemiştim fakat güzeldim. Uzun ve gür sarı saçlarım vardı. Soluk mavi gözlerim pek öyle özel değillerdi fakat bir zamanlar yaşam dolulardı. Annemin hastalığı kötüleşmeden önceydi tabii bu. Vücudum mükemmel sayılmazdı ama ne çok şişman ne de çok zayıftım, gereken yerlerde kıvrımlarım vardı. Sonuçta, genel olarak güzel göründüğümü umuyordum. Kadınlar odadan arka arkaya çıkarılıyordu. Başta onların seçildiğini düşündüm ve beden eğitimi dersinde her zaman en sona kalan şişman çocuk gibi hissettim kendimi. Fakat sonra benim numaram söylendi ve benden öncekilerin çıktığı siyah kapıya doğru ilerledim. İçeri girince, odanın ortasına götürüldüm. Etrafımda cam duvarları olan daha küçük odalar vardı. Her bir odada loş ışıklı bir masa lambası, bir telefon ve rahat, kırmızı bir kadife koltuk vardı. Odadaki adamların tek ortak noktası para, çok fazla paralarının olmasıydı. İlk odada koyu camlı güneş gözlükleri, uzun, beyaz kefiyesi ve takım elbisesiyle bir Arap şeyhi vardı. Önceden benimle koridorda olan kadınlardan ikisi adamın iki yanında duruyor, bir yandan adamı öpücüklere boğuyor, bir yandan da kasığını ve göğsünü ovuyorlardı. Utanarak gözlerimi kaçırdım ve bir diğer odadaki adamla yüz yüze geldim. Bu adam iri yarıydı, hatta devasaydı. Bana fena halde Jabba’yı1 hatırlatıyordu. Onun yanında zincirlenmiş prenses Leia’nın görüntüsü zihnimde belirir belirmez omurgamdan aşağıya bir ürperti indi. Kendimi çocukken Prenses Leia olarak hayal edenlerden değildim ve bunu şimdi yapmaya hiç niyetim yoktu. Onun yanındaki odada, iki yanında iri kıyım korumalarla ufak tefek bir adam duruyordu. Korumlar ellerini önlerinde kavuşturmuştu ve muhtemelen en rahat halleri de buydu. Adam, bacaklarını zarif bir şekilde üst üste atmış, içinde bir şemsiye olan meyveli kokteylinden yudumlar alıyordu. Beyaz ceketini, sanki öyle bir tarz belirlemiş gibi omuzlarına atıvermişti. Galiba daha ziyade erkeklerden hoşlanıyordu. O kadar da tehlikeli bir tip olduğunu sanmıyordum. Muhtemelen insanların gözü önünde tatlı, genç bir hatunla takılırken, arka kapıdan gizli gizli birini sokmanın derdindeydi, anlarsınız işte. Son odaya baktığımda içeride ışık yanmadığını görünce nefesimi tuttum. Belli ki oradaki her kimse seçimini yapmış ve gitmişti, bu da bana geriye kalanlar konusunda pek umut vermiyordu.


Derken sonra, karanlık odada, yeni yakılmış bir sigaranın ucundaki kor gibi küçük, turuncu bir ışık parladı. İyice baktığımda, koltukta rahatça oturan bir bedenin hatlarını seçebildim güçbela. Bu kişi, pozisyonunu değiştirerek öne doğru eğildiğinde ona daha iyi bakabildim fakat yine de pek bir şey anlayamadım. Scott ellerini çırparak “Beyler,” dedi, sonra da bana doğru gelip arkamda durdu. “Bu güzeller güzeli Delaine Talbot, bu geceki listemizde altmış dokuz numara. Sanırım bütün özellikleri sizde var ama izin verin onu size daha yakından tanıtayım. “Her şeyden önce, bize kendi arzusuyla geldi. Göz alıcı olduğu su götürmez, yani sosyal etkinliklere katılacak bir partnere ihtiyacı olanların işini fazlasıyla kolaylaştırabilir. Genç bir kadın ama çok genç değil, yani arkadaşlarınız ve aileniz, geleneksel bir ilişkiniz olduğuna kolayca inanacaktır, tabii bu tür şeyler sizin için önemliyse. İyi eğitimli ve terbiyeli bir kız, tüm dişleri tamam ve sağlığı yerinde. Canınızı sıkacak bir uyuşturucu sorunu yok, bu da demek oluyor ki sizi onunla… ve ona istediğinizi yapmaktan alıkoyacak bir detoks kampına falan gerek yok. “Ve sanırım en değerli özelliği de hâlâ bozulmamış olan masumiyeti. Bu, saygıdeğer beyefendiler, birinci sınıf bir bakire. Lekelenmemiş, dokunulmamış… taze kar kadar saf. Eğitmek için mükemmel, ne dersiniz? O halde, şimdi açık artırmayı bir milyon dolardan açalım ve en şanslı olan piçin kazanmasını dileyelim,” dedi büyük, sahte bir gülümsemeyle. Dönüp bana göz kırptı ve kenara çekildi. Odanın ortasında yer alan, üstünde durduğum platform hareket etmeye başladı; çok hızlı dönmese de beni hazırlıksız yakaladığı için hafifçe yalpaladım ve dengemi yeniden kazandım. Açık artırma başladığında dönüp duruyordum. Sesleri duyamıyordum, kapıların üstündeki ışıkların arada bir çıkardığı vızıltılar vardı sadece. Işıkları yanmadan önce, adamların yanlarında duran telefonu alıp konuştuklarını görebiliyordum, teklif verme yöntemi bu olmalıydı. Tekliflerin ne kadar yükseğe çıktığı konusunda bir fikrim yoktu. Sadece Faye’in ameliyatını karşılamaya yeten bir rakam olduğunu umuyordum. Bir süre sonra, Şeyh ve ufak tefek adam, açık artırmadan çekildiler ve Jabba ile Gizemli Adam’ı baş başa bıraktılar. Tabii Gizemli Adam’ın neye benzediği hakkında hiçbir fikrim yoktu ama vıcık vıcık Jabba’dan iyi olsa gerekti. İkisinin arasındaki çekişme yavaşlamaya başladı. Platformun üzerinde dönmek ise gitgide başımı döndürüyordu. Aslına bakarsanız, bu iş bitsin de kaderimin ne olacağını öğreneyim, ne olacaksa olsun istiyordum sadece. İçimden hâlâ gizemli yabancı için tezahürat yapıyordum. En son Jabba’nın ışığı yandı, yani teklif verme sırası Gizemli Adam’daydı, fakat o bir şey yapmıyordu. Scott odaya gelip yanımda durduğunda paniklemeye başladım. Jabba’ya gülümsedi, sonra da Gizemli Adam’ın olduğu yöne doğru bakıp soru sorarcasına kaşını kaldırdı. Gözlerimden bu adama yalvardığım belliydi, biliyordum. Bu onun için en ufak bir fark yaratır mıydı bilmiyordum ama şansımı denemeliydim. Saniyeler ıstırap içinde geçiyordu. Her şey ağır çekimde ilerliyordu sanki; başım dönüyordu, sersemlemiştim. Beynime biraz oksijen gitmezse her an düşüp bayılacağımı biliyordum ama nefesimi tutmuş, Gizemli Adam’ın beni hayal kırıklığına uğratmaması ve kazananın o olmasını istedim diye sonradan pişman olmamak için dua ediyordum. “Görünüşe bakılırsa kazananımız belli oldu…” diye girdi söze Scott. Fakat sonra, Gizemli Adam’ın odasının üstündeki ışık yandığında ve vızıltı duyulduğunda aniden durdu. İhtiyaç duyduğum o derin nefesi içime çektim, beynimin canlılık veren bir duyguyla titrediğini hissettim. Başımı hızla Jabba’ya çevirdim. Başını iki yana sallayarak elini pes edercesine havaya


kaldırdığında ve masanın üstündeki ışığı söndürmek üzere koltuğundan doğrulmaya çalıştığında rahatlayarak bir nefes verdim. Scott, kulağıma biraz abartılı bir şekilde, “Artık bir sahibiniz var Bayan Talbot,” diye cıvıldadı. “Neden bu tarafa gelip sahibinizle tanışmıyorsunuz?” Scott platformdan inmem için beni çekiştirirken, sadece onun duyabileceği kadar yüksek sesle, “Ona ‘sahip’ diye hitap etmeyeceğim,” diye köpürdüm. Kolumu kavrayıp beni Gizemli Adam’ın odasına doğru götürürken, “O kendisine nasıl hitap etmeni istiyorsa öyle hitap edeceksin, tabii az önce senin için ödediği mis gibi iki milyonu istiyorsan,” dedi sertçe. “İki milyon dolar mı?” diye sordum afallayarak. Kolumu elinden kurtarmaya çalıştım çünkü anlaşmamızda kaba kuvvete başvurmasını içeren bir madde yoktu ve cidden tepemin tasını attırmıştı. Ne var ki, Scott kolumu bu kez daha da sertçe kavrayıp beni çekiştirdi. “Ne? Yetmez mi? Amma açgözlü bir ufaklıkmışsın sen!” Karşılık vermeme fırsat vermeden Gizemli Adam’ın odasının cam kapısını açtı ve beraber içeri girdik. Sigara kokusu, koku duyuma saldırdığı halde tuhaf bir şekilde bundan iğrenmedim. “Bayan Delaine Talbot.” Scott, beni hâlâ karanlıkta gizlenen figürle tanıştırdı. “Tebrikler, Bay Crawford. İçimden bir ses, onun her kuruşa değeceğini söylüyor.” “Kontratı adresime göndertin,” dedi derin, boğuk bir ses gölgelerin içinden. Sigarasının ucundaki kor parladığında yüz hatları çok hafif aydınlanıyor, sonra yeniden karanlıkta kayboluyordu. “Ayrıca ellerini malımdan çek, Tanrı aşkına. Hasarlı mala vermedim ben o parayı.” Scott, ellerini anında benden çekti; kolumun arkasını ovuşturdum, sabaha orada bir morluk olacağından emindim. “Nasıl isterseniz.” Scott kaba bir şekilde başını eğdi. “Odada dilediğinizce kalın, ama dikkat… Bu kız biraz kavgacı çıktı.” Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, o yüzden bana sonsuz gibi gelen bir süre boyunca orada beceriksizce dikilmekle yetindim. İki yıl boyunca birlikte o odada kalmamızı planladığına ikna olmaya başlamıştım ki, nihayet içini çekti ve sigarasını söndürdü. Işık açıldı, bir an körleştim çünkü gözlerim karanlığa alışmıştı. Yeniden ışığa alıştığımda, ona baktım. Midemde ani bir hoplama hissettim, kalbim ise bir anlığına… Belki daha da uzun bir süre durdu sanki. Adam göz kamaştırıcıydı. Onu şöyle bir süzmemek için kendimi zor tutuyordum. Ben ona bakarken öylece oturup sırıtmakla yetindi. Ismarlama dikilmiş simsiyah bir takım elbise giymişti. Kravat takmamıştı ve gömleğinin üst düğmeleri, köprücük kemikleri ile seyrek kılların kapladığı biçimli göğsünü sergileyecek şekilde açık bırakılmıştı. Gözlerim, boynunun sıkı kaslarından, pis sakallarıyla gölgelenen çıkıntılı çenesine doğru kaydı. Dolgun dudakları mükemmel bir pembe tonundaydı, burnu dümdüz ve kusursuzdu, gözlerine gelince… Tanrım, o gözler. Daha önce hiç bir sürü farklı renkle harmanlanmış, o kadar yoğun bir ela, o kadar uzun kirpikleri olan bir erkek görmemiştim. Koyu kahverengi saçları kısa kesilmişti, üst kısımları daha uzun, ön kısmı sivri sivriydi. Hayatımda gördüğüm en güzel adam olması kuvvetle muhtemeldi. Elini kaldırıp uzun parmaklarını saçlarından geçirdi. Bu hareketi onu süzmem karşısında çileden çıktığından mı, yoksa alışkanlıktan mı yaptığını anlamadım ama her halükârda seksiydi. Onun gibi birinin, istediğini elde edebilecekken neden abartılı bir seçim yapıp bir partner satın aldığını düşünmeye başladım. Derken, ağzını açıp bana bunun masalsı bir karşılaşma olmadığını ve


benden beklenen, istesem de istemesem de yapmak zorunda olduğum birtakım şeyler olduğunu hatırlattı. “Evet, bir bakalım buna değer miymişsin,” diyerek iç geçirdi ve pantolonunu indirip devasa organını dışarı çıkardı. Küçük dilimi yutmuştum; bekâretimi ona böyle iğrenç bir yerde vereceğimi düşünmüş olamazdı. Yani, onun malı olduğumu biliyordum ama iş buna mı varacaktı? “Dizlerinin üzerine çök, Delaine, yoksa anlaşma bozulur ve diğer odadaki domuz herifle gidebilirsin. Seni gerçekten çok istiyormuş gibi bir hali vardı,” dedi seksi bir sırıtışla. Bir yandan da muhteşem organını sıvazlıyordu. “Bana ne kadar müteşekkir olduğunu göster.” Birinci sorun: Hayatımda bir kere bile oral seks yapmamıştım.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.