Sır Muhafızı/Kate Morton

Page 1

1

İngiltere taşrasında, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde, 1960’ların başlarında bir yaz günü. Mütevazı bir ev: Beyaz boyalı, yarı ahşap. Batı tarafında boyası yer yer soyulmuş, sıvanın arasından yaban asması yükseliyor. Baca tepelerinden duman tütüyor. Bir bakışta, üstündeki ocakta içten içe kaynayan leziz bir şey olduğunu anlarsınız. Sebze bahçesi evin arkasına doğru uzanıyor. Vitraylı pencerelerin kıvançlı pırıltısı, çatıdaki kiremitlerin özenli dizilişi… Rustik bir çit evi çevreliyor, ahşap bir kapıysa işlenmiş bahçeyi öte taraftaki çayırlıklardan, arkadaki çalılıklardan ayırıyordu. Sık ağaçların arasında nehir, taşların üstünden süzülerek akıyor, yüzyıllardır olduğu gibi ışıkla ve gölgeler arasında geçip gidiyor, ancak sesi buradan duyulamıyor. Çok uzakta. Ev, oldukça sessiz. Uzun, tozlu, ağaçlı araba yolunun ucunda duruyor. İsmini paylaştığı taşra yolundan görünmüyor. Ara sıra esen rüzgâr dışında tam bir durağanlık, bir sessizlik hâkim. Geçen senenin modası bir beyaz hulahop, mor salkımlı kemere dayanmış duruyor. Gözü yamalı ve ağırbaşlı bir hoşgörüye sahip görünen bir oyuncak ayı, yeşil bir çamaşır arabasına tutturulmuş sepetteki gözetleme yerinde bekçilik ediyor. Saksılarla dolu bir el arabası da sabırla hangarda bekliyor. Bunca sakinliğine rağmen -hatta belki tam da bu yüzden- bütün bu manzara, bir beklenti, heyecan dolu bir his veriyor. Tıpkı oyuncuların kulisten çıkmasından hemen önceki tiyatro sahnesi gibi. Tüm olasılıklar insanın gözü önünde serilince, kader henüz koşullarla kısıtlanmamışken, işte o zaman… “Laurel!” Uzakta gelen bir çocuğun sabırsız sesi. “Lau-rel, neredesin?” Sanki büyü bozulmuş gibi. Evin ışıkları sönüyor ve perdeler kalkıyor. Bir grup tavuk aniden ortaya çıkıp bahçe yolundaki tuğlaların arasında yemlenmeye koyuluyor. Bir kestane kargasının gölgesi bahçe boyunca geziniyor, yakındaki bir çayırlıkta duran traktör çalışmaya başlıyor. Ve bütün bunları tepeden gören, ahşap bir ağaç evin döşemesinde sırtüstü uzanan on altı yaşındaki bir kız, emdiği limonlu Spangle’ını ağzına iyice ittirip iç geçiriyor. Acımasızlık bu, diye düşünüyordu, beni aramayı sürdürmelerine izin vermek. Fakat sıcaklık ve sakladığı sır yüzünden, oyun oynamaya -hem de çocukça oyunlar- gücü


yoktu. Üstelik tüm bunlar mücadelenin bir parçasıydı ve babasının dediği gibi, insan verdiğinin karşılığını alırdı, denemediği sürece öğrenemezdi. Saklanacak yerleri bulmak konusunda daha iyi olması, Laurel’in suçu değildi. Doğru, diğerleri ondan daha küçüktü ama bebek de sayılmazlardı. Her hâlükarda, kimsenin onu bulmasını da istemiyordu. Bugün değil. Tek istediği, burada yatmak, zihni sadece onunla dolarken, elbisesinin ince keten kumaşının çıplak bacaklarına değdiğini hissetmekti. Billy. Gözlerini kapattı. Kararmış göz kapaklarının altında, ismi kendiliğinden beliriverdi. Neondu, canlı pembe neon. Teni ürperdi ve Spangle’ı ağzında öyle bir çevirdi ki oyuk olan orta yerini dilinin ucunda dengeledi. Billy Baxter. Siyah güneş gözlükleri üzerinden ona bakışı, o kaba, eğri gülümsemesi, siyah, güzel saçları… Bir anda olmuştu. Gerçek aşkı nasıl bilirse öyle. Shirley’yle birlikte beş cumartesi önce otobüsten indiklerinde, Billy ve arkadaşlarını dans salonu merdivenlerinde sigara içerken görmüştü. Göz göze gelmişler ve Laurel, haftalık harçlığını bir naylon çoraba verdiği için Tanrı’ya şükretmişti. “Hadi ama Laurel.” Iris’ti bu. Konuşması, havanın sıcaklığından ağırlaşmıştı. “Neden dürüst oynamıyorsun?” Laurel gözlerini daha da sıkı kapattı. Her dansta birlikte dans etmişlerdi. Grup, müziği daha da hızlı çalmaya başlamıştı. Laurel’in Bunty’nin kapağından dikkatle taklit ettiği Fransız topuzu gevşemişti. Ayakları ağrıyordu. Yine de dansa devam etmişti. Sonunda Shirley gelip kimse onunla ilgilenmediği için küsünce, teyzesi gibi yanında bitti. Laurel, eğer izin saatine yetişmek istiyorsa eve dönen son otobüsün yaklaştığını söylediğinde durmuştu ‒ Shirley gelse de gelmese de sorun değildi. Derken, Shirley ayağını yere vururken, Laurel yüzü kızararak veda etti. Billy elini tutup onu kendine çekmişti. Laurel’in içinde bir şeyler, bu zamanı, bu güzel, görkemli anı, hayatı boyunca beklediğini çok net görebiliyordu. “Ah, keyfin bilir.” Iris artık kısa ve sinirli konuşuyordu. “Ama doğum günü pastası bittiğinde beni suçlama.” Öğle vakti geçmiş, ağaç evin penceresinden sıcak hava giriyor, Laurel’in göz kapaklarının içini yakıyordu. Laurel dik oturdu, fakat saklandığı yerden çıkmak için hiçbir girişimde bulunmadı. Makul ama -Laurel’in, annesinin yaptığı Victoria kekine karşın, zayıflığı efsaneviydi- boş bir tehditti bu. Laurel kek bıçağının mutfak masası üstünde unutulduğunu, ailecek piknik sepetlerini hazırlarken -evden kilimler, köpüklü limonata, yüzme havluları, yeni transistörü alıp uçar gibi kapıdan fırladıklarındaçıkan kargaşa arasında unutulduğunu çok iyi biliyordu. Biliyordu çünkü saklambaç oynarmış gibi oraya geri dönmüştü. Paketi almak için, serin, loş eve gizlice girdiğinde, bıçağı meyve kâsesinin yanında, üzerine kırmızı bir kurdele bağlanmış hâlde buldu.


Bıçak bir aile geleneğiydi. Tüm doğum günlerinde, Noellerde, Nicolson aile tarihindeki, birilerinin neşelenmeye ihtiyacı var pastaları’nı hep o kesmişti. Annesi geleneklere çok bağlıydı. Dolayısıyla birisi bıçağı almaya gönderilene dek, Laurel özgür olduğunu biliyordu. Neden olmasın? Sakin geçen dakikaların çok nadir bulunduğu, birisinin her zaman bir kapıdan girip diğerini çarparak kapadığı, onlarınki gibi bir evde yalnız kalabilmek, âdeta günahla eşti. Özellikle de bugün, yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Paket Laurel’e geçen perşembe günü, postayla gelmişti. Şans eseri, postacıyı karşılayan Rose olmuştu; Iris, Daphne ya da -Tanrı’ya şükürler olsun- annesi değil. Laurel bunun kimden geldiğini hemen anlamıştı. Yanakları kıpkırmızı olmuş, fakat bir şekilde Shirley’ye, bir grubun albümü olduğunu gevelemişti. Laurel’in olayı gizleme çabasını Rose anlamamıştı çünkü o sırada, en iyi hâliyle bile güvenilmez olan dikkati, parmaklık dikmesine çevrilmişti. O akşam geç saatlerde, televizyon karşısında toplaşmış Juke Box Jury’i izliyorlar, Iris’le Daphne, Cliff Richard ve Adam Faith’in göreceli yeteneklerini karşılaştırırlarken, babaları ise ikincisinin kötü Amerikan aksanından, İngiliz İmparatorluğu’nun genel israfından dert yanıyordu. O sırada Laurel gizlice dışarı sıvışmıştı. Banyo kapısını kapatıp yere oturmuştu. Sırtını kapıya yaslamıştı. Parmakları titreyerek paketi ucundan açtı. Kucağına, mendile sarılmış bir kitap düşmüştü. Kâğıttan, başlığını okumuştu -Harold Pinter’dan Doğum Günü Partisi’ydi. İçini bir ürperti aldı. Laurel, ciyaklamamak için zor duruyordu. O günden beri, yastık kılıfının içinde kitapla birlikte uyuyordu. Pek rahat olduğu söylenemezdi ama kitabı yakınında tutmak istiyordu. Yakınında tutması gerekiyordu. Önemli bir şeydi o. Laurel’in büyük bir ağırbaşlılıkla, insanın bir yol ayrımına geldiğine inandığı anlar olurdu. Hiç umulmadık bir anda, kişinin hayatının akışını değiştiren bir şey gerçekleşirdi. Pinter’ın oyununun galası tam da böyle bir anda yapılmıştı. Laurel haberi gazeteden almış ve gitmek için çok heveslenmişti. Annesiyle babasına Shirley’yi ziyarete gideceğini söylemiş, Shirley’ye ise kimseye bir şey dememesi için yeminler ettirmiş, ardından Cambridge’e giden otobüse atlamıştı. Herhangi bir yere, ilk kez yalnız yolculuk yapıyordu. Karanlık Sanat Tiyatrosu’nda oturup Stanley’nin doğum günü partisinin bir kâbusa dönüşünü izlerken, daha önce hiç benzerini yaşamadığı bir aydınlanma yaşadığını hissetmişti. Her pazar sabahı kızarmış yüzlü Bayan Buxton’ın görünüşte keyfini çıkardığı türden bir ifşaydı bu. Laurel heyecanlarının, Tanrı kelamından ziyade, yeni gelen genç papazla ilgili olduğunu düşünüyordu. Sahnedeki drama en can alıcı noktasında içine işlerken ucuz koltuğunun kenarında oturuyor, yüzünün mutluluktan kızardığını hissediyor ve anlıyordu. Tam ne olduğu belli değildi belki ama emindi: Hayatta çok daha fazlası vardı ve onu bekliyordu. Ne yapması gerektiğini bilmeden bu sırrı kendine saklamıştı. Üstelik bunu bir başkasına nasıl anlatabilirdi, bilemiyordu. Nihayet ertesi akşam kolunu ona dolayıp


yanağı deri ceketine dayalıyken, her şeyi Billy’ye itiraf etmişti… Laurel kitabın içindeki mektubu alıp tekrar okudu. Kısaydı, cumartesi öğleden sonra iki buçukta, yolun sonunda motosikletiyle onu bekleyeceğini söylüyordu ‒ona göstermek istediği şu küçük mekân vardı, sahilde en sevdiği yerdi. Laurel kol saatine baktı. Gitmesine iki saatten az bir süre kalmıştı. Ona Doğum Günü Partisi oyunundan ve kendini nasıl hissettiğinden bahsettiğinde, Billy başını sallamıştı. Londra’yı, tiyatroyu, adını unuttuğu bir sürü gece kulübünü anlatmış, Laurel bu pırıl pırıl olasılıklar karşısında gülümsemişti. Ardından Billy, kızı öpmüştü. Laurel’in ilk doğru düzgün öpüşmesiydi bu. Başında bir ışık patlamış, içindeki her şeyi aydınlatmıştı. Daphne’nin tuvalet masasına dayadığı küçük el aynasına dönüp kendine baktı. Her iki gözünün ucuna büyük bir titizlikle çizdiği siyah çizgileri karşılaştırdı. Eşit olduklarına kanaat getirince kaküllerini düzeltti ve içini bulandıran, çok önemli bir şey unuttuğu hissini bastırmaya çalıştı. Plaj havlusu gelmişti aklına. Mayosunu zaten elbisesinin içine giymişti. Annesiyle babasına, Bayan Hodgkins’in dükkânı silip süpürmek için ona biraz daha uzun süre ihtiyacı olduğunu söylemişti. Laurel aynadan dönüp tırnak etini ısırdı. Gizlice iş yapmak hiç ona göre değildi. İyi bir kızdı o, herkes böyle söylerdi -öğretmenleri, arkadaşlarının anneleri, Bayan Hodgkins. Ancak başka şansı var mıydı? Bunu annesiyle babasına nasıl açıklayabilirdi ki? Severek anlattıkları tanışma hikâyesi ne olursa olsun, annesiyle babasının aşkı hiç tatmadığına neredeyse emindi. Ah, birbirlerini yeterince seviyorlardı, fakat bu daha çok, omuz ovuşturmalar ve sürekli çay içerek ifadesini bulan, yaşlı birinin güvenilir sevgisiydi. Laurel hararetli bir şekilde iç geçirdi. İkisinin de diğer türlü bir aşkı, içinin kıpır kıpır olduğu, kalbinin güm güm çarptığı ve fiziksel arzular duyulan aşkı -Laurel kızardı- bilmediğini söylemek yerindeydi. Sıcak bir rüzgârla birlikte, annesinin uzaktan gelen kahkahasını işitti. Ne kadar belirsiz görünse de hayatının uçurumunda durduğunu fark etmek hoşuna gitti. Sevgili anne. Gençliğinin savaşta heba olması onun suçu değildi. Kocasıyla tanışıp evlendiğinde yirmi beş yaşındaydı. İçlerinden birinin keyfi bozuk olduğunda, hâlâ kâğıttan gemi yapma becerilerini gösterip dururdu. Yazın Bahçecilik Kulübü ödülünü kazanmış ve gazeteye çıkmıştı. (Sadece yerel gazete değildi -makale, bölgesel olaylarla ilgili özel bir sayı için, Londra basınına da dağıtılmıştı. Shirley’nin babasının avukatı, bu konuyu gazetesinde çıkarmaktan, getirip onlara göstermekten büyük bir zevk almıştı.) Babası gazete kupürünü yeni buzdolabının üstüne asınca, annesi utanmış gibi yapmış ve karşı çıkmıştı. Tabii yarım ağızla. Üstelik kupürü indirmemişti de. Hayır, kadın upuzun taze fasulyeleriyle gurur duyuyordu. İşte Laurel’in demek istediği şey, tam da buydu. Tırnağından söktüğü parçayı yere tükürdü. Anlatılmaz bir şekilde, taze fasulyeleriyle gurur duyan birini, dünyanın değiştiğine zorla ikna etmektense, aldatmak daha kibarcaydı. Laurel’in yalancılık konusunda pek deneyimi yoktu. Birbirlerine yakın bir aileydiler. Arkadaşlarının hepsi böyle söylerdi. Yüzüne karşı da arkasından da.


Dışarıdan insanlara göre Nicolsonlar birbirlerini gerçekten sevme günahını işliyor ve bu, herkese çok şüpheli görünüyordu. Ancak son zamanlarda işler değişmişti. Laurel her zamanki hareketliliğin içinde olmasına rağmen, yeni, tuhaf bir mesafenin oluştuğunun farkındaydı. Yaz esintisi tutam tutam saçlarını yanaklarına doğru savururken hafifçe kaşlarını çattı. Akşamları, yemek masasının başına oturduklarında ve babasının komik olmayan o tatlı şakalarına güldüklerinde, kendini dışarıdan içeri bakan biri gibi hissediyordu. Sanki diğerleri, bir tren vagonunda her zamanki gibi ailecek takılıyor, Laurel ise onlar uzaklaşırken, tek başına oturmuş, seyrediyordu.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.