Define Av覺
Murad Ertaylan
Başlarken... Dedem Reşat‟ın dedesi, Mevhibe Ertaylan‟ın babası Nazım Paşa, 1854‟te İstanbul‟da doğdu. İttihat ve Tercüman-ı Hakikat gazetelerinde uzun süre edebi makaleler yazdı. Takvim-i Vekayi muharrirliği, İstanbul Mektupçuluğu ve Beyoğlu Mutasarrıflığı yaptı. İlk valiliği Beyrut'ta başladı, sırasıyla Suriye, Akdeniz Adaları ve Edirne Valilikleri'nde bulundu. Sonra 1910‟da vali olarak İzmir'e atandı ve 1911‟e kadar bu görevi yürüttü. 1913 Ocak ayında ikinci kez İzmir valisi oldu. İstanbul'da ölen Nazım Paşa'nın, Engizisyon Esrarı ve Endülüs isimli iki tarihi, Aleksaniç, Sohum ve Hicret isimli tiyatro eserleri vardır. Babamın dedesi, Reşat‟ın babası İsmail Hikmet Ertaylan, 1889‟da İstanbul'da doğdu. Orta öğrenimini Galatasaray Lisesinde, yüksek öğrenimini ise Mülkiye Mektebinde tamamladı. İlk vazifeye Düyun-ı Umumiye kaleminde başladı. Galatasaray Lisesi ve Robert Koleji edebiyat öğretmenliğini takiben Hariciye Nezareti Matbuat Müdürlüğü Tetkik ve Teşhis Kalemi Mümeyyizliği görevinde bulundu. Bir Süre Azerbaycan Bakü Üniversitesinde edebiyat tarihi öğretim üyeliği, Yüksek Pedegoji Enstitüsü ile Tiyatro Mektebinde Türk Edebiyâtı, Batı Edebiyatı ve Sanat Tarihi Hocalıklarında bulundu. 1933‟te yurda döndüğü zaman Ankara Kız Lisesi, Gazi Terbiye Enstitüsü Türk Edebiyatı ve Sanat Tarihi Hocalığı, Kıbrıs Türk Lisesi Müdürlüğü, Maarif Vekaleti Müfettişliği, Ankara Musiki Muallim Mektebi Müdürlüğü, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Müdürlüğü ile Afganistan Maarif Nezareti Müşavirliğinde çalıştı. Son olarak İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı kürsüsünde profesör olarak tayin oldu. Burada Ordunaryüs profesörlüğe yükseldi ve 1958 senesinde emekliliğini istedi. 1967 senesinde İstanbul‟da vefat etti. Edebiyâta şiir, hikâye ve roman denemeleriyle başladı, basın hayatına ise Tanın gazetesinde Tevfik Fikret ile birlikte atıldı. Sonra edebiyât araştırıcılığına yönelen İsmâil Hikmet, yakın târihin değerli araştırmacılarındandır. Kır Çiçekleri isimli şiir kitabından Dante ve Eserleri‟ne, Öğretmen Marşı‟ndan Fatih ve Fütuhatı‟na kadar uzanan geniş bir edebi yelpazede onlarca eser vermiştir. Babam Cengiz Ertaylan, 1943‟te İstanbul‟da doğdu. Ortaokulu Avusturya Lisesi‟nde, liseyi İstanbul Erkek‟te tamamladı. Lise yıllarında fotomuhabir olarak adım attığı Babıali‟de, Basın ve Yayın Yüksekokulu‟nu bitirmesini takiben Hürriyet Gazetesi‟nin yazı işleri müdürlüğüne kadar yükselmesinde, oğlu olarak benim öykü yazmamda acaba bu genetik mirasın hiç etkisi yok mudur? 2005 ortasında İstanbul‟dan İzmir‟e taşınmam tamamen bir tesadüf sayılabilir mi, yoksa dedemin dedesinin izinden yürümek 1973 yılında kaderime yazılmış mıydı? “Belki de tesadüf dediğimiz, bir şeyin bilinmeyen nedenidir.” - Voltaire Alıcısı olduğum şeye bağlanabilmem için özgürlüğe ihtiyaç duyarım, sanatçı bana biraz hareket alanı bırakmalı ki kendimce bir anlam bulup çıkartabileyim. Diğer türlüsü dayatma gibi geliyor sanki. Yontula yontula zayıflamış, rötuşlanmaktan ham gücünü kaybetmiş eserleri sevmiyorum. Dolayısıyla öykülerimi de bir sanatsever olarak bana davranılmasını istediğim gibi yazıyorum, herkese aynı derecede beğendirme kaygısından uzak. Kafamdakileri kağıda döktükten sonra üzerinde tekrar tekrar kalem oynatmayı tercih etmiyorum. Rafineleştirme olarak adlandırabileceğimiz bu süreci açıkçası okura bırakıyorum, adeta bir ödevmişçesine... Bu kitap benim üçüncüm, eğer öncekileri okumadıysanız da çok bir şey kaybetmiş sayılmazsınız, çünkü doğası gereği hepsi bir öncekinden daha iyi. Edebiyatın pozitif bilim olmaması ve dolayısıyla objektif kriterlerin de bulunmaması sebebiyle beğeni çıtasının yüksekliği her okura göre değişmektedir.
Bu durumda da şiir nedir öykü nedir, şair kimdir yazar kimdir, iyi eser nasıl olur gibi sorular, nesillerdir tartışılmasına rağmen, bir türlü sağlam temellere oturtulamamaktadır. Konunun özüne doğru pratik bir yaklaşımda bulunacak olursak, bence "Yazar kime denir" sorusunun cevabı, olay örgüsü kurmaya karakter canlandırmaya doğayı tasvir etmeye, kısaca edebiyata cüret edendir! Bu elbiseyi kendime uysun diye dikmedim, ama söz konusu tanımlamadan ben de faydalanabilirim elbette. Sonuç olarak, karşınıza üçüncü kez yazar olarak çıkmaktan gurur duyuyorum, keyifli okumalar dilerim.
İçindekiler Ağır Vazife ..........................................................................................................................................5 Bardak Çatlak......................................................................................................................................9 Devir Teslim ...................................................................................................................................... 11 Erguvanın Gölgesinde ....................................................................................................................... 14 Fikri’nin Fikri ..................................................................................................................................... 16 Gelecek Gelmeyecek ......................................................................................................................... 17 Göldeki Nar Taneleri ......................................................................................................................... 20 Hayatın Kiri ....................................................................................................................................... 25 Haydan Gelen, Hayat Götürdü .......................................................................................................... 28 İlk Aşk Son Aşk .................................................................................................................................. 31 İsimsiz Karakterler............................................................................................................................. 34 Kardeş Kardeş ................................................................................................................................... 38 Kaşalot.............................................................................................................................................. 43 Kaza .................................................................................................................................................. 47 Kirli Pencere...................................................................................................................................... 49 Midyeciler......................................................................................................................................... 51 Müzmin Bekar Kiracı Aranıyor ........................................................................................................... 54 (Ne) İç(in) Savaş ................................................................................................................................ 57 Ölüm Orucu ...................................................................................................................................... 60 Sağlık İçin Futbol ............................................................................................................................... 64 Son Matine Mısırları.......................................................................................................................... 67 Tarif Gerekmez ................................................................................................................................. 69 Üzüntü ve Muz Kabuğu ..................................................................................................................... 71 Yazarın Ölümü .................................................................................................................................. 73
Ağır Vazife "Şerefle bitirilmesi gereken en ağır görev, hayattır." Alexis de Tocqueville Birazdan okuyacağınız öyküler bana ait değil. Pek gönüllü olmamama rağmen hatırlı dostların ısrarı ile jüri üyesi olduğum bir edebiyat yarışmasında finale kalan dört eseri okuyacaksınız. İlk defa bu sene düzenlenen yarışma şartnamesindeki tek madde, öykülerin, “Genç kadının, “Yine başlama lütfen!” şeklinde bağırması üzerine tüm başlar kendisine döndü.” cümlesini devam ettirmesi ve beş yüz kelime sınırını aşmamasıydı. Yemek kitaplarının bile hikayeden çok sattığı bir ülkede yarışmaya katılım tahmin edeceğiniz üzere pek yoğun olmadı, hepi topu yirmi üç eser geldi posta kutuma. Kendimce akıllılık edip, değerlendirme kurulundaki diğer arkadaşlara ön elemeyi yapma görevini verdim. Meğerse kazığın büyüğü bana kaçmış. Elemeyi geçen öyküleri bana teslim edip, tatile çıktılar. Bahsettiğim zaten dört kişi, oğlum, kızım ve eşleri. Anlayacağınız eşimin adına düzenlenen yarışmada kazananı ilan etmek bana kaldı. Edebiyat öğretmeni olarak çalıştığı askeri lisenin kapısında geçen sene şehit ettiler aslan gibi adamı. Tabi sadece kocam değil, servise binmek üzere olan dört meslektaşı da hayatını kaybetti patlayan bombanın etkisiyle. Neyse konuyu toparlayacak olursak, dört tane bile olsa el emeği göz nuruyla yazılmış hikayeleri sıralamanın hiç de sandığım kadar kolay olmadığını gördüm. Çocuklardan umudu kesince, aklıma sizden yardım alabileceğim geldi. Eşimin sözüdür, “Vazife bir kişi için fazla ağırsa, pay etmek gerekir.” Evet, işte öyküler, ne derseniz kabulüm artık, gönlünüze sağlık. Bu arada unutmadan, bu bir sır olarak aramızda kalmalı, çocuklar bu işi de kıvıramadığımı bilmesinler, lütfen! -oGenç kadının, “Yine başlama lütfen!” şeklinde bağırması üzerine tüm başlar kendisine döndü. Körüklü otobüste kendisine yaslanan adamdan kalabalığı yararak kaçıp en arkaya gitmesine rağmen adam da ısrarla onu takip etmiştir. Mesai çıkışı olmasını fırsat bilip her akşam kendisine genç bir kurban bulan sapık, baltayı bu defa taşa vurduğunun farkında değildir. Daha diğer yolcular adama müdahale etmeye fırsat bulamadan, Safiye kendinden beklenmeyen bir çeviklikle arkasındaki adamın sağ bileğini yakalar ve kendi ekseni etrafında döner. Aylarca devam ettiği kendini savunma derslerinde öğrendiği bu hamle tacizcinin acıyla feryat etmesine sebep olur. Safiye adamın kulak hizasına eğilerek, “Her kuşun etin yenmez.” Zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışan adam elini kurtararak, “Yahu elimi kıracaktın ne yapıyorsun sen, karate filmi mi çeviriyoruz burada. Ben bayılıyor muyum kalabalığa sanıyorsun, çok sıkıştıysan inip taksiye bin!” Kapıya yakın duran bir genç de olaya müdahil olur, “Kıvırtıp durma kardeşim, ya efendi gibi özür dile bayandan ya da ağzını yüzünü kırmadan önce in kurtul!” Safiye‟nin de cesareti artmıştır, “Utanıcam, ses çıkarmayacağım sandın değil mi, terbiyesiz herif. Ben senin gibileri bilirim, ürkek kadınların karşısında aslan kesilirsiniz, ama zora gelince kuyruğu kıstırıp lafı evelemeye gevelemeye başlarsınız.” “Yok kardeşim, ortada bir yanlış anlama var. Siz neler diyorsunuz, ben çocuk muyum ya... Herkes gibi yorgun argın evime dönmeye çalışıyorum...” diye konuşarak şoföre ineceğini bildiren düğmeye basar. Gencin çıkışından cesaretlenen kalabalık da homurdanmaktadır. Arkalardan biri atılır, “Geçen gün de uslanmaz herifin teki kardeşime sürtünmüş otobüste, yoksa sen misin lan o sapık?” Otobüs sarsıntıyla durur ve kapıya hücum edenlerin arasında olayın faili gözden kaybolur. Yolculuğun geri kalanı için ortak bir konu çıkmıştır herkese ve günün tüm yorgunluğu unutularak hararetli bir şekilde sohbete başlanır. Yeni binenler de çok geçmeden
Safiye‟yi, yağmurluklu adamı ve diğer detayları öğrenirler. Şehre akşam çökerken dayak yemekten ucuz kurtulmuş olan adam durakta bir sonraki avını getirecek otobüsü beklemektedir. -oGenç kadının, “Yine başlama lütfen!” şeklinde bağırması üzerine tüm başlar kendisine döndü. Telefonda konuştuğu sevgilisi işten o hafta içinde ikinci kez geç gelmesini bahane edip kıskançlık krizine kapılmıştır. “Hayır Murat, gelip almana gerek yok, zaten otobüsteyim... Yanılıyorsun... Tabi ki yalnızım, yani şu anda bu konuşmaya kulak misafiri olan onlarca yolcuyu saymazsan.” Ağzından çıkanı duyan kulaklar Ebru'nun beynine ses tonunu alçaltması yönünde bir uyarı yollar. “Daha fazla devam edemeyeceğim Murat, gelince konuşuruz, hadi kapat lütfen. Burak'ın nerede olduğunu nereden bileyim, çok meraklıysan, arayıp ona sor.” Kapatma tuşuna basar ve telefonu hışımla çantasına sokar. Etraftakilerin dikkati dağılır ve herkes yavaş yavaş iç dünyasına geri döner. Yalnızca iki sıra arkadaki emekliler Ebru'nun hikayesini kendi aralarında devam ettirmeyi tercih eder. “Biz gençken böyle miydik kuzum, bu kızlar pek huysuzlar. Oğlan merak etmiş ki soruyor, belli ki seviyor. Hadi iki zarif sözü bir araya getiremedin, bari efendi efendi cevap versene.” Bayan arkadaşı da kafasını aşağıya yukarıya sallayarak konuşur, “Bu oğlanlar da pek akılsız şekercim, bunları süslü püslü görüp tepelerine çıkartıyorlar.” “Aman onlarınki de süs mü? Aslında çocuklarda da kabahat yok, ailelerde o kadar şımartıyorlar ki, bunların da dili böyle pabuç kadar oluyor.” “Ne anaya babaya saygı var, ne sevgiliye kocaya. Ben bizimki hesap sorduğunda böyle cevap verseydim kızılca kıyamet kopardı... Ahh ahh, hayatta olsaydı da isterse koparsaydı yaygarayı.” Arkadaşının hüzünlenmesiyle dedikodu hevesi kursağında kalan bayan camdan dışarı doğru dönerse de kulaklarını kabartmaktan geri duramaz ve ağzına sakız olacakları beklemeye koyulur. -oGenç kadının, “Yine başlama lütfen!” şeklinde bağırması üzerine tüm başlar kendisine döndü. Plaja on dakikalık yürüyüş yolundan gelmelerinin üzerinden on dakika bile geçmeden kakası geldiğini söyleyen çocuk, annesinin sabrını taşırmıştır. “Sana evden çıkarken kaç kere sormadım mı, neden evde yapmadın? Ne zaman tuvalet olmayan bir yere gelsek senin kakan geliyor. Peki şimdi eve dönersek yapacak mısın? Eğer kakan yine kaçarsa bugün bir daha denizi göremezsin ona göre! Bir dur ve bağırsaklarını iyice dinle istersen, seni kandırmadıklarına eminsen toparlanmaya başla bakalım. Emre az ileride güneşlenen kız kardeşleri görünce çok da acelesi olmadığına karar verir, “Tamam, tamam yanlış alarm.” Az önce yerinden kalkmaya üşenen kendisi değilmiş gibi bu sefer de anne tatmin olmaz bu cevaptan, “Emin misin oğlum, bak sakın altına kaçırayım falan deme... Akşama misafir gelecek, bok yıkamakla uğraşamam.” Emre yaz sonunda birinci sınıfa geçecek olmasına rağmen zaman zaman tuvalet problemi yaşamaya devam etmektedir. Doktor sorunun psikolojik olabileceğini ve ilgi çekmeye çalışan çocuklarda bu tip durumların görülebileceğini söylemiştir. Anne çok ikna olmamıştır, çünkü Emre de en az kardeşi kadar ilgi görmektedir evde. Emre aslında olgun bir çocuktur ve kardeşini kıskanması için geçerli bir sebep de yoktur, ayrı odası bile vardır. Yaşıtlarının aksine kızlarla oynamayı hiç de sıkıcı bulmayan Emre bakkalın kızını da geçen yazdan beri beğenmektedir. Normalde kış dönemi boyunca unutulup gitmesi gereken bu hoşlanma ne yazık ki karşılıksızdır. Su hem yaşça hem de boyca Emre'den büyüktür. Emre hipnotize olmuş gibi kızlara yaklaşır, annesine cevap vermediğinin farkında bile değildir. “Merhaba, ben Emre.” Küçük kardeş atılır, “Merhaba Emre, benim adım Bu, otursana...” Şaşırarak sorar, “Gerçekten adın Bu mu?” O ana kadar ilgisiz kalmış
olan abla yavaşça doğrulur, “Hayır aslında adı Buse, ama benimle uyumlu olsun diye kendine Bu diyor. Çocukça bir şey işte!” Emre ayakta kalmak ile oturmak arasında kararsız çömelir. Karındaki bu ani basınç artışı gazları tetikler ve duyulabilecek bir ses çıkar. Emre kıpkırmızı kesilir, ama hiçbir şey olmamış gibi normal davranmaya devam ederse, başkalarının da bu hareketi örtülmesi gereken bir kabahat olarak görmeyeceğini düşünür. Yanılmıştır. “Ohaa, fare ölüsü mü yedin, o da neydi öyle?” Su'nun umulmadık çıkışı karşısında Buse de en az Emre kadar afallar. Oğlunun o vaziyette ileri geri sallandığını gören genç kadın daha geç olmadan müdahale eder, “Emre hadi, denize gireceksen gir, eve geç kalacağız.” Özür dileyerek kalkar Emre ve kızgın kumların ayaklarını yakmaması için koşarak denize atlar. Kapının önünde bekleyen yemek artıkları aydınlığa çıkar ve sudan hafif oldukları için yüzmeye başlarlar. Bunu görenler ise çığlıklar atarak Emre'yi merkez alan bir daireden eşit hızla uzaklaşırlar. Emre, ertesi günü cezalı olmamasına rağmen evden dışarı adım atmaksızın odasında geçirir. Bir karar vermiştir, artık doğanın çağrısını ertelemeyecek ve kendinden büyük kızlardan uzak duracaktır. -oGenç kadının, “Yine başlama lütfen!” şeklinde bağırması üzerine tüm başlar kendisine döndü. Hayvanat bahçesindeki papağan genç kadının kafese yaklaştığı her sefer göğüs tüylerini yolmaktadır. Veteriner olarak göreve başladığından beri hayvan neredeyse çıplak kalmıştır. Fıstık, meyve ve hoşuna gidebilecek türlü yemişler verdiyse de başkalarının ilgisini çekmek için türlü taklit yapan bu yaratığın arkadaşlığını kazanmayı başaramamıştır. Okuldaki bir hocasından aldığı tavsiye üzerine son çare olarak parfümünü değiştirmiş, ama papağan kendini kelleştirmekten vazgeçmemiştir. Kitaplarda da aradığı çareyi bulamayınca aklına bir önceki veterinere danışmak gelir. İdareden Kamil Bey'in telefonunu alır, ama numaranın geçici olarak kapalı olduğunu öğrenir. Veterinerlerin gerçek anlamda emekli olamayacağını bildiği için birkaç gün boyunca denemeye devam eder ve sonunda hattın öbür ucunda bir insan sesi duyulur. “Alo, buyurun.” “İyi günler, Kamil Bey'le görüşmek istemiştim ben Hale, hayvanat bahçesinin yeni veterineriyim” “Merhaba Hale Hanım, babam telefonu evde unutmuş, doktora gitmişti, ama muhtemelen öğleden sonra evde olur.” Geçmiş olsun, ben papağan ile ilgili Bir şey soracaktım da, o yüzden rahatsız ettim, sonra tekrar ararım.” “Nalan mı?” “Efendim?” “Hangi papağan, büyük olan mı?” “Evet, evet Nalan. Anlaşılan siz de tanıyorsunuz bizim kırmızılı hanımı?” “Elbette, babama her geldiğimde saatlerce kafesinin önünde otururdum. Bizim anladığımız şekilde konuşmazdı, ama seyrine doyum olmazdı.” “Nalan türünün çok güzel bir örneği, daha doğrusu ben gelene kadar öyleydi. Nedense yıldızlarımız barışmadı ve beni her gördüğünde tüylerini yolup, tepki veriyor.” “Ben galiba sorunu anladım, ama bunu size telefonda söyleyemem.” Hale hem şaşırır hem de aradığı çözümün çok da uzakta olmadığını düşünerek sevinir. “Sizinle meslektaş mıyız acaba?” “Hayır, ben moda fotoğrafçısıyım. Bakın, Nalan çok kıskançtır ve bu kadar şiddetli tepki vermesi sizi tehdit olarak gördüğüne işaret ediyor olabilir. Sizi bu kadar uğraştırdığımı duysa babam çok kızardı bana, orası kesin, ama sizden randevu kopartmaya çalışıyorum, çünkü Nalan'ın zevkine güvenirim.” Kahkahasına engel olamasa da sesinin şuh çıkmamasına büyük özen gösterir Hale. “Eğer dediğiniz doğruysa ona yaklaşmak için yanıma erkek bir yardımcı almam gerekecek demektir. Bu akşam Nalan'ın aşısı var, eşlik etmenizi istesem, yanlış anlamazsınız umarım” Şaşırma sırası amatör çapkındadır, “Gerçekten mi, yani istersem gelip sizi görebilir miyim?” “Beni ve tabi ki Nalan'ı, onu kazanmam lazım.” “Yani amaca giden her yol mubahtır ve siz de meslek aşkı uğruna benim varlığıma katlanacaksınız, öyle mi?” “Akşam yedi buçukta, Kamil Bey'in de işi yoksa, kendisiyle tanışmaktan çok memnun olurum.” “Babam o saatlerde briç kulübünde olur, ama ben selamınızı iletirim. Orada olacağım. Şimdilik hoşça kalın.” “Görüşmek üzere deyip kapatmadan önce adınızı sorabilir miyim?” “Kerem ben, akşama görüşmek üzere Hale Hanım.”
En başta söylemeyi unuttum, belki merak etmişsinizdir bu öykülerin hepsinin aynı giriş cümlesine sahip olma şartı da nereden çıktı diye ve hatta, “Genç kadının, „Yine başlama lütfen!‟ şeklinde bağırması üzerine tüm başlar kendisine döndü.” cümlesini kim ve neden seçti diye... Efendim rahmetli kendi çapında yıllardır yazardı ve kendisinden kalan son not defterinden anlaşılıyor ki, bir öyküye başlamış, ama sonunu getirmeye ömrü vefa etmemiş. Bizim yarışma düzenleme çabalarımız da bir nevi miras. Ortak olup yükümü paylaştığınız için sonsuz teşekkürler.
Bardak Çatlak Evlerinin öyle ahım şahım bir manzarası yoktu, ama komşularının yeni yıkanmış çamaşırlarını seyretmek de favori Pazar günü aktivitesi değildi. Çamaşırları hele hele metrelerce çarşafı balkonda kurutma alışkanlığına oldum olası bozulurdu aslında, ama havuçlarını yiyen onlarca tavşandan ibaret görüntü bu kez onu rahatsız etmedi. Üst katın balkonundan sarkan ıslak kumaş, hem güneşin göz alıcı parlaklığını filtreliyor hem de hoş kokulu bir serinlik veriyordu genç kızın odasına. Eylül‟e girmiş olmalarına rağmen hala bunaltıcılığını koruyan sıcak kadar, yeni taşınan üniversite öğrencilerinden birinin dikkat çekici yakışıklılığı da Aslı‟nın tepkisini yumuşatıyordu muhtemelen. Babası yöneticiyle kavgalı olduğu için apartman toplantısına annesi katılmıştı. Boş duran dairenin üç bekar erkek tarafından tutulmak istenmesine itiraz etmemişti annesi, ama temizlik kurallarına uyulmaması durumunda ihtar verilmesini de karar defterine yazdırtmıştı. Mutfakların böcek ve karınca işgaline uğraması hikayeleri bu yaz kulaktan kulağa dolaşmıştı mahallede. Ev sahipleri için üniversite kampüsüne yakın olmak, kira gelirleri açısından avantajlı olduğu kadar çeşitli sakıncaları da beraberinde getirmişti. Beş sene önce okulun temel atma çalışmalarına başlandığında sokak sakinlerinin aklına gelmeyen türlü olay yaşanmıştı bu zamana dek. Zaman zaman polis ve itfaiye araçlarının canavar düdükleri bile kapalı pencerelerden içeri sızmış, kırmızı mavi yanar döner ışıklar duvarları yalamıştı yakın geçmişte. Aslı, adı Timuçin olan çocukla sabahları merdivenlerde karşılaşıyordu sık sık. Hatta bir keresinde sokağın başına kadar birlikte yürümüşler ve sohbet sırasında ev arkadaşlarının isimlerini de öğrenmişti Timuçin‟den. Uzun boylu, atletik yapılı, kumral olanı Cenker ve esmer, sıska, gözlüklü olan da Aziz‟miş. Aynı sınıfta olmalarına rağmen Aziz, Timuçin‟den bir yaş küçük ve Cenker de büyükmüş. Lisedeyken Cenker voleybol antrenmanlarından dolayı okulu aksatıp sene kaybetmiş, Aziz de ilkokula erken başlamış. Timuçin gitar çaldığından bahsetti ve rahatsız olup olmadıklarını sordu. Aslı hiç duymadığını söyleyince de dinletmek için akşamüstü misafirliğe davet etti. Aslı, delikanlının kendisine asıldığını farketti, ama Cenker ile tanışma fırsatı olabileceğini düşünerek teklifi reddetmedi. Öğrenci evi olduğuna inanmak zordu, Aslı‟nın görebildiği kadarıyla her yer derli toplu ve tertemizdi. Salon iyi havalandırılmıştı. Gençlerden her birinin ayrı odası vardı ama Aslı salonda oturmayı tercih etti. Timuçin gitarını getirmek için odasına giderken arkasından seslendi ve böylece odasının balkon manzarasını kapayan tavşan resimlerinin Aziz‟e ait olduğunu öğrendi. Ne çamaşır makinesine ne balkona birden fazla yatak takımı sığıyormuş ve Timuçin‟in sırası da bir sonraki Pazar günüymüş. Annesi ona çoraplarını ve iç çamaşırlarını elde yıkamayı öğrettiği için nevresim, çarşaf haricinde sıra beklemiyormuş. Aziz ve Cenker onun kadar titiz olmadıkları için evi de Timuçin topluyormuş. Öğrenci mutfaklarında pek rastlanmasa da Timuçin sofra kültürüne meraklı olduğu için kahve makinesi varmış. Aslı evi gezmek istemediğini ve kahve sevmediğini söyleyince bir an sessizlik oldu. Bu süre uzadıkça söz almak, anlamlı bir cümle sarfetmek zorlaşacağı için Timuçin gitarına sarıldı. Aslı‟ya istek parçası sorup da bilmediği bir cevap almaktansa ev arkadaşları tarafından iyi çalıp söylediğine inandırıldığı bir parçaya başladı. Timuçin olanca sempatikliğiyle Aslı‟yı etkilemeye çalışıyordu. Elleri gitarın tellerindeyken gözleri de genç kızın yüzünde dolaşıyordu. Bakışının Aslı‟nın göğüslerine kaymamasına çaba sarfettiği için hafiften terliyor ve arada şarkı sözlerini karıştırdığı da oluyordu. Aslı
nakaratlarını dahi bilmediği için Timuçin‟in hatalarını yakalaması mümkün değildi, ama bu durum hünerlerini sergileyen açısından bir avantaj oluşturmuyordu. Müziğin, evrensel olması lazım gelen dili aralarına bir mesafe koymuş, onları birbirlerine yabancılaştırmıştı adeta. Aslı kendini küçük, güçsüz, ezik hissediyordu. Çalınanların şarkı mı türkü mü olduğunu ayırt edemiyor, içi sıkılıyor, ama yakalanırsam endişesiyle de duvardaki saate bakmaya çekiniyordu. Misafirlikte teklif edilen yiyecek içeceği ilk seferde kabul etmemek nezaket icabı mıydı, neyi ispatlıyordu ki, kahveyi reddettiği için kendine ve bu koşullanmadan ötürü annesine kızdı Aslı. Timuçin tekrar sormadığı için ona da biraz içerlemişti. O esnada genç adamın da aklında aynı sıkıntı vardı, kahve konusunda ısrarcı olmadığına pişman olmuştu. Belki bir daha yakalanamayacak bir fırsatı kaçırmıştı, ama içi elvermemişti işte, beyninden giden emirlere direnmişti ağzı ve de kalbi. Zil sesi ikisini de daldıkları düşüncelerden çekip çıkarttı. Aslı saate, Timuçin‟de ayağa kalkarken Aslı‟nın göğüslerine doğru kaçamak bir bakış fırlattı. Kapının zili tekrar çaldı. Aslı tüm kalbiyle gelenin Cenker olmasını diledi. Ancak Timuçin‟in gecikmesinden ve ses tonundan kapıdakinin yabancı biri olduğunu anladı. Meğer yan komşu gürültüden rahatsız olmuş. Anlaşılan Timuçin kendini kaptırıp tedbiri elden bırakmış. Cenker ile tanışmak hayalini başka bir güne ertelemek en uygun seçenekti. Beklemekle şansını arttıramayacağına ikna olan Aslı, saati bahane ederek izin istedi. Birazdan annesi pazardan, babası işten dönerlerdi. Tekrar gelmesine dair ısrarlar karşısında ucu açık bir cevap vererek evine döndü. Cenker ile başbaşa kalmak, biraz sohbet, belki kısa bir dans, belki de küçük bir öpücük gibi romantik anlar kadar tatsız olaylar yaşamak da olasıydı elbette. Timuçin‟in şeytana uyup sarkıntılığa yeltenmesi, izin almadan gittiği için dönüşte annesiyle münakaşa etmek, bir erkekle yalnız başına kaldığını öğrenen babasının avaz avaz bağırması... Aslı gün boyu hayal gücünün yettiğince düşünmüş, kimi aşk kitaplarından alıntılanmış yaramaz heyecanlarla bezeli kimi ise gerilim filmlerinden çıkma sahnelerle dolu olmak üzere bir çok senaryo yazmıştı kafasında. Yine de merakına yenik düşüp çıkmıştı üst kata ve hiç bir şey olmamıştı işte. Demek ki, sıklıkla aile bütçesini deldiği yolundaki ithamlar karşısında, babasının başvurduğu savunma cümlesi pek de yanlış değildi, “Hayat çatlak bardaktaki suya benzer, içsen de bitecek içmesen de!” Aslı kendince, gelecek için endişelenmek yerine her anı dolu dolu yaşamak gerekir gibi bir anlam çıkartırdı ve bu cümlede ağustos böceği neşesi bulurdu. Annesini aksi bir karınca gibi düşününce kikirdedi. Oysa Aslı yanılıyordu, Timuçin‟in beyninden geçen yakışıksız fikirlerden ve mutfaktaki tuzaklardan habersizdi. Çünkü saftı, tecrübesizdi, toydu. Eğer kendi evlerinde olmayan makineyi görmek amacıyla mutfakta yeterince oyalansaydı, usulca düğmesi çevrilecek ocaktan sızacak gazın kokusuna veya süt köpüğü ile taçlandırılmış kahvenin tadına bakmak isteseydi fincanına atılıp karıştırılacak küçük kırmızı haplara karşı hiçbir savunması yoktu.
Devir Teslim Üzerine kalın bir uyku çekip, rüyalarına sarıldı. Sabah yarı aralık panjurlardan giren parmak parmak ışık demeti iki kişilik yatakta uyumakta olan yalnız bedenin üzerinde şefkatli bir el gibi dolaştı. Güneş, tüm duvarları boydan boya okşadıktan sonra ayaklı boy aynasında çoğaldı, çoğaldı ve odayı aydınlığa boğdu. Tek gözünü aralayan Şevket tembelce diğer tarafa döndü. Yorgan, yorgun yatağın ortasında bir kümbet haline geldiği için görüşü engelliyordu. Eşinin ılık bedenine, hiç değilse lavanta kokulu saçlarına dokunabilmek için elini uzattı, uzattı ama taa uca kadar herhangi bir engelle karşılaşmadı. Yine mi yalnızım? diye hafiften bozuldu. Nevin, bebeğin ağlamasına kalkıp gitti, sonra da çocuğun odasında uyuya kaldı diye düşündü. Terliklerini ayak yordamıyla buldu ve içi ürpererek giydi. Bugünden tezi yok deri terlikleri kaldırıp, dolaptan kumaş olanları indirmeye karar verdi. Ayaklarını sürüye sürüye koridorun ucundaki küçük odaya gitti ve kapıyı usulcacık açarak başını uzattı. Hayır, Nevin yoktu. Erkenden toplantısı mı vardı acaba? Genelde yatmadan evvel ertesi gün yapılacakları konuşurlardı ama oğlanın telaşından unuttuğunu varsaydı. Küçük Onur diş çıkarıyordu ve gece çok huysuzluk etmişti. Son bir senedir cumartesi geceleri hariç karısıyla beraber doğru düzgün bir uyku çekememişti. Evlendiklerinde ikisi de iki kişilik yatakta uyumaya zor alışmışlardı. İlerleyen yıllarda birbirlerinin ısısını, kokusunu benimsediler. Şevket eşinin uyurgezerliğine bile alıştı zamanla ama şimdi koca yatakta tek başına uyanmak zoruna gidiyordu nedense. Salona gidip, deri koltukların rahatlığına bıraktı kendini. Belki Onur uyanıncaya kadar kestiririm, diye iç geçirdi. Çocuğun ilişkiye yeni bir boyut katacağı, evliliğe harç olacağı söylemleri yanlış çıkmıştı. Oğlunu seviyordu, kanından canından bir parçaydı ama Nevin ile aralarına girdiği de bir gerçekti. Onur doğduktan sonra pabucu dama atılmıştı Şevket'in. Nevin'le birlikte olabilmek için uykusundan fedakarlık yapmaya, kolları kopuncaya kadar bebek sallamaya, sabaha kadar nöbet tutmaya ve hatta alt açmaya bile katlanmıştı ama yine de kendini işe yaramaz hissediyordu. Sanki mahalleye yeni zengin bir çocuk gelmiş ve cafcaflı oyuncaklarıyla en iyi arkadaşını çalmıştı ondan. Şevket yapayalnız kalmıştı. Canı hiçbir şey yapmak istemiyor, sabahtan akşama bir köşede somurtuyordu. Tarih tekerrürden ibarettir sözü doğru çıkmıştı. Aradan yirmi sene geçmesine rağmen Şevket aynı iç burkulmasını hissediyordu. Çocukluktan kalma bu duygu o kadar rahatsız ediciydi ki, çocuğuna bile soğuk duruyordu. Mutlu bir evlilik meyvesini vermişti ama elma kurtluydu işte! Kurtlar yaprakları kemiriyor ve günden güne ağaca da zarar veriyorlardı. Düşüncelerinden utandı ve kendinde korktu. Bir baba evladı hakkında nasıl kötü bir dilekte bulunurdu? Vicdan azabını azaltmak için derhal Onur'un odasına gitmeli ve küçüğü kucağına alıp, bağrına basmalıydı. Uyandırılınca ağlama riski oldukça yüksekti ama salonda tek başına oturmaya devam edemezdi. Gömüldüğü koltuktan kalktığı sırada telefon çaldı, mutfağa koştu. Şevket, üçüncü çalışta ahizeyi kaldırmayı başardıysa da geç kalmıştı. Karşı tarafta ses yoktu. Evde çocuk olduğunu bilen biri bu saatte rahatsızlık vermemek için ısrarcı olmamıştı herhalde. Belki de kahvaltı saatini bildiği için Nevin mutfakta olacağını tahmin etmişti. Nevin'in ofis telefonunu hatırlamak için durakladı ve dudakları numarayı bir kez mırıldandıktan sonra ahizeyi tekrar eline aldı. İçinden bir ses, “Hiç değilse çocuk gürültüye uyanmadı...” diyecekti ki, bir başka ses onu huzursuzca bastırdı, “Niye uyanmadı?” Telefonu kapatıp koridoru hızla bir uçtan bir uca geçti. Küçük bir peluş ayının bağlı olduğu tokmağı çevirip içeri girdi. Oda oldukça serindi ve rüzgar perdeleri uçuşturuyordu. Garip, çek-yat açılmamıştı. Zaten bebek karyolasının üstü de, ağustos sonunda Nevin'in yazlık evi kapatırken yaptığı gibi tozlanmasın diye örtülmüştü. Onur nerede peki? Zihni bulanıklaşmaya başladı. Hangi gündeydik? Yoksa cumartesi mi bugün? Onur'u cumartesi sabahları anneanneye bırakır ve pazar akşamüstü de alırlardı.
Böylece hem karı koca baş başa bir gün geçirirler hem de pazar günleri aile büyükleriyle beş çayı içmek için bahaneleri olurdu. Belki de Nevin erkenden Onur'u annesine bırakmış ve dönüş yolunda da evi arabadan aramıştır. Gayet tabii, niye endişeye kapıldım ki? Rahmetli babasının sözlerini hatırladı. Her şeyin mantıklı bir açıklaması vardır! Derin bir nefes alıp mutfağa yöneldi. Buzdolabının kapağını açarken mıknatıslardan birkaçını yere düşürdü. Kapak, baştan aşağı evlenmeden önceki seyahatlerinden getirdikleri süslü mıknatıslarla doluydu. Dokuz ayrı ülkenin yirmi iki farklı şehrini gezmişlerdi. Onlarca mıknatıs yüzlerce anıya bekçilik ediyor, güzel günlerin unutulmasına engel oluyorlardı. Portakal suyu doldurduğu bardağı bir dikişte yarıladı ama ağzındaki acı tat yüzünün buruşturmasına sebep oldu. Kutuyu eline alıp, son kullanma tarihine baktı. Yirmi yedi mart. Bugün ayın kaçıydı ki? Kapıya gidip gazeteyi aldı ve tarihi kontrol etti. Yahya yine yanlış gazeteyi getirmiş olmalıydı. Kapıcının kulağını çekme vakti gelmişti. Geçen sefer şeker yerine tuz getirdiği zaman adamakıllı kalaylamıştı ama besbelli kafasına laf girmiyordu bu Yahya'nın. ---o--Serap kamyonete bindi. Güneşliğin kenarına iliştirdiği fotoğrafa göz attı. Sarı bir çocuk, Tarık. Ona arkadan sarılmış kumral bir kadın, kendisi. Geçen yaz gittikleri kıyı kasabasında vermişlerdi bu pozu. Onur işleri dolayısıyla gelememişti. Belki de işi bahane etmiş, evde kafasını dinlemek istemişti. Kocasının zamparalık etme ihtimalini aklına getirmek istemezdi Serap. El kadar bebekle dul kalmak hayatını kolaylaştırmayacağına göre, boşanmak çıkar yol değildi. Bilip de katlanmak acı çekmekten zevk alanlara göreydi. En iyisi görmezden gelmek, ipucu peşinde koşmamak, düzeni bozmamaktı. Her erkek gelip geçici hevesler peşinde koşar ama sonunda yuvasına dönerdi. Onur da boylu poslu hoş adamdı doğrusu. Genç kızların ilgisini çekmesi normaldi. Zaten birkaç günlük bir kaçamak yılların evliliği yanında neydi ki? Artık çocuk da yaptığına göre Onur'u eve bağlamış sayıyordu Serap. Halden aldığı balıkları çözdürmeden eve yetişmeliydi. Kontağı çevirip, yola koyuldu. ---o--Yahya günlük bakımını yapmak üzere Şevket beyin odasına girdi. Sakalını tıraş etti, tırnaklarını düzeltti, saçlarını taradı. İhtiyar adam boş gözlerle tavana bakıyor, ne itiraz ne teşekkür ediyordu. Ölse kurtulur belki ama Allah'ın işine karışılmaz, tövbe! diyerek çıktı Yahya. Huzurevinde, kırk iki bakıma muhtaç erkek ve yirmi dokuz tane de hanım vardı. Bazısının akrabaları ay başlarında uğrar para bırakırdı. Şevket beyinkiler bunu bile çok görüyorlardı zavallıya. Ödemeyi banka havalesi ile hallediyorlarmış, müdür bey öyle söylemişti bir keresinde. Yahya'nın babası, annesi olacak yaştaydı çoğu. Yahya onlara üzülür ve elinden geldiğinde horlamamaya çalışırdı. Şevket beyin ilk yıllarında sarf ettiği kaba sözlere bile aldırış etmemiş, nezaketi elden bırakmamaya gayret etmişti Yahya. ---o--Babasından kalan dairenin alım satım işlerini bitirince, biraz olsun rahatlamıştı Onur. Bu para onları uzunca bir süre idare ederdi. Küçük yerde insanın paraya ihtiyacı olmuyordu pek. Yiyeceği zaten deniz ve toprak veriyordu. Paralar suyunu çekince de Serap'ın yanına dönmüş, emektar teknesinin başına geçmişti yeniden. Yaz boyunca öğrencilere mavi tur yapar, kışın da balığa çıkardı. Tarık'ın dünyaya gelişiyle hayatı altüst olmuştu. Zar zor denkleştirdiği aile bütçesi her ay açık vermeye başlayınca çareyi babasının dairesini satmakta buldu. Babasını
eskiden midyeye benzetirdi, Onur. İnsanlar onu ya çok sever ya nefret ederdi. Esprili, zeki, yardımsever, dürüst ama ukala ve hatalar karşısında hoşgörüsüzdü. Dili iki ucu keskin ama küt uçlu bir bıçak gibiydi; öldürmez ama istenirse çok yaralayıcı olabilir. Bu da insanların Şevket beye karşı ortalama duygular beslemesini zorlaştırırdı. Yaşlandıkça önce zekası sonra yardımsever yanı onu terk etti. Nevin hanım öldükten sonra gerçekliğini hepten yitirmişti zaten. Huzurevinde en azından akranlarıyla birlikte olur, beraber çatarlardı dünyaya, spora, siyasete gençliğe. Orada da Yahya'nın başına bela oldu ya neyse. Onur bir taraftan söyleniyor bir taraftan da halatları çözüyordu. Herkesin ortak çıkarları için yaptığının en doğrusu olduğuna kendini inandırmaya çalışarak demir aldı ve marşa bastı. Zaten elinden başka ne gelirdi ki?
Erguvanın Gölgesinde Mesafe kısa olmasına rağmen yürüyerek gitmemeye karar verdim. Hem çiseleyen yağmur hem de genç bir erguvan alacak olmam sebebiyle araba daha doğru bir tercih olacaktı. Üstüme erguvâni bir hırka alıp çıktım. Annemin en sevdiği renktir bu, bir örnek ruju, ayakkabıları ve hırkası ile her daim şıktır. Fidanlıkta çalışan Rüstem, Müzeyyen Teyze'nin oğluydu. Para kazanmak için Ziraat fakültesini üçüncü sınıfta bırakmak zorunda kalmış ve annesine yakın olmak için doğruca buranın kapısını çalmıştı. Güler yüzlü ve eline çabuktu. Bir taraftan erguvanın Bizans İmparatorlarının simgesi sayılmasının hikayesini anlatırken bir taraftan da seçtiği ağacı bagajıma yükledi. Kentin soyluları kendi kanlarının halktan farklı renkte olduğuna inanırlarmış ve bu sebeple saraydan olmayanların bu erguvan rengini kullanması yasakmış. Trafiğe kalmamak için çay teklifini kibarca reddederek yola çıktım. Elli dakikada köprüyü geçip, Avrupa yakasına vardım. Boğaz yolundaki cıvıl cıvıl pembeler, morlar baharı müjdeliyordu âdeta. Annem her zamanki gibi merdivenlerin başında karşıladı beni. Yeni sulanmış toprak ve taze biçilmiş çim kokusuna rengârenk çiçekler karışıyordu. Son gördüğümde nasılsa aynı hala, oysa ben değiştim. Zaman, her şeyi eskiten elini bana da değdirmişti. Fiziksel olarak belki çok fazla yıpranmış görünmüyordum. Saçlarımın arasındaki kırların ve göz kenarlarımdaki çizgilerin sayısında artış vardı muhakkak, ama asıl hasar ruhumdaydı. Son olaylar psikolojimi altüst etmişti. Annemin istediği gibi biri olmaya uğraşıyor, ancak bir türlü başaramıyordum. Geçen sefer anneme verdiğim sözü de tutamamış ve bu şirketten de ayrılmıştım. Yine de onu üzmemek için masum birkaç yalanın kusuruna bakılmazdı. Hayır, atılmadım anne, ben kendim istedim ayrılmayı. Biliyorsun, müdür benim yerime kendi yeğenini getirmek için elinden geleni yapıyordu. Ee, benim de sabrım taştı sonunda. Ben istenmediğim yerde zorla duracak kız mıyım? Sen beni böyle yetiştirmedin mi, niye kızıyorsun şimdi? “El verene değil, yalvarana varacaksın, seni en çok isteyenin yanında mutlu olursun,” diyen sen değil miydin? Ne yani, herkes haftada beş gün çalışırken ben cumartesileri bedavadan nöbet mi tutsaydım yeğeninin başında. Bitirilmemiş işim olsa hadi tamam, fazla mesai verse yine gocunmam, ee o da yok! Aptal Safiye'nin kafası basmıyor diye, onun hatalarını ben mi düzelteceğim. Bastım istifayı çıktım, mosmor oldu Fikret Bey, görmeliydin! Boş versene be anne, üzülmene değmez. Bir iş gider, başka bir iş gelir. Ben artık eskisi kadar takmıyorum. Sen onu bırak da, Müzeyyen Teyze'nin Rüstem vardı ya, ben onunla yapabilir miyim sence? O da bekâr hala, kimseyi beğenmiyormuş. Beni çok güldürüyor, buraya gelmeden fidanlığa uğradım, sana da selam söyledi. Bitkilerle ilgili ilginç şeyler anlatıyor, bazen de uyduruyor. Mesela karpuza, Hindistan cevizine falan hilebaz diyor. Dışı başka içi başka renk olduğu için meyvelere isim takmış, hoş değil mi? Yok canım, yüreğime cemre düşmüş falan değil, ama düşündüm de... Off be anne, ne zormuş hayat! Küçükken sana bir şiir yazmıştım, hatırlıyor musun? Öğretmen çok beğenip, panoya asmak istemişti de nazar değer diye sen rıza göstermemiştin. Giysi dolabının kapağına asmak istediğini söylemiştin. Seni mutlu etmek arkadaşlarımın beğenisini kazanmaktan daha önemliydi. Şimdi istesem de erkeklerin ilgisini çekemiyorum ne yazık ki. Belki biraz spor yapsam iyi olur, haklısın. Hem yeni insanlar tanımak hem de forma girmek için en iyi yol bu.
Benim için en iyi olanı biliyorsun her zaman. Tamam ilk iş gidip, mahalleye yeni açılan salona yazılacağım. Belki iş bulmam için de faydası olur. Geçen gün izlediğim filmde, çocuk tenis oynarken tanıştığı kızın babasının şirketine müdür oluyordu. Evet, ama filmlerdeki öykülerin benzerine gerçek hayatta da rastlanabiliyor. Neyse geç olmadan ben bekçiyi bulayım da şu erguvanı diktireyim. Şu köşe uygun mu, ne dersin anne, yoksa çok mu gölgelik olur? Toprağa derince bir çukur açamadan önce meraklı salyangozları olası bir kürek darbesinden korumak için kabuklarından tutarak uzaklaştırdım. Ağacın dibine can suyu verdikten ve kabristan bekçisinin kuruluktan çatlamış parmaklarına iyi bir bahşiş sıkıştırdıktan sonra yalnız kalınca, üç KulhüvAllah bir Elham okudum. O sırada kulağıma uzaktan bir ezan sesi çalındı. Belki ilk defa bu efsunlu makâma eşlik etmek istedim. Müezzin duyulmaz olana kadar bildiğim yegâne iki arapça duayı peşi sıra okudum. Yavaş yavaş basamaklardan inerken dönüp, diktiğim erguvana bir kez daha baktım. Çiçekleri annemin gülüşünün rengindeydi. Hafif bir esinti saçlarımı dalgalandırarak yanağımı okşadı. Bir sonraki görüşmemizde sana daha güzel haberler vereceğimi umarım, şimdilik hoşça kal canım annecim!
Fikri’nin Fikri Hayatım mutluluktan ibaret. Yalnızca keyif aldığım işleri yapıyor, dilediğimce yaşıyorum. Şanslıyım, çünkü omuzlarımda dünyanın yükünü taşımıyorum, sorumluluklarım yok. Fikri işe giderken ben deniz kenarında yürüyor, sinemaya gidiyor, çoğunlukla da yazıyorum. Sabah yediye on kala çalıyor saat. İkimiz de uyanıyoruz ama ben onun aksine hemen kalkmıyorum. Yatağın ılıklığı kaçmasın diye yorganın bizden tarafını iyice altıma sıkıştırıyorum. Diğer taraf karımın, yâni karımızın. Fikri ile aynı gün nikâhlanmadık, ama şimdi ikimiz de evliyiz Şükran ile. Ben bağlanmaktan korktuğum için bir süre daha bekâr yaşamaya devam ettim, gezdim, tozdum, onları izledim. Baktım ki iyi idare ediyorlar, bıraktım haytalığı, hovardalığı, evliliğe ortak oldum. Şimdi üçümüz, hatta dördümüz -on bir ay önce bir bebekleri oldu, ben henüz benimseyemedim- birlikte takılıyoruz. Genelde yemek saatlerinde aynı anda masaya oturuyoruz. Ancak çok geçmeden velet yaygarayı basıp da ağzındakileri ortalığa püskürtmeye başlayınca ben odama çekiliyorum. Alıyorum elime kalemi kağıdı başlıyorum kaldığım yerden yazmaya. Küçüğün uyku saati gelip de Şükran yatak odamıza gidince benimki de yanıma geliyor. Bu sefer beraber yazmaya başlıyoruz, fakat ben onu beklemediğim için Fikri sadece kendinden sonraki kısmını biliyor hikayenin. Sayfaların süreklilik arz ettiğinin farkında değil ve defterin başına her oturduğunda taze bir başlangıç yaptığını sanıyor. Oysa yeni isimler vermek, yeni tarihler düşmek farklı karakterler yaratmaya, zamanı dilimlemeye yetmez ki! Ayrı bir kimliğim olmadığı için paraya ihtiyacım yok, dolayısıyla çalışmaya mecbur değilim. Mekana gereksinim hissetmediğim gibi bazen zamanı da anlamsız buluyorum, hatta hayatı ve onu yaratanı da... Bence insanlar tanrıyı suistimal ediyor. Onu çağlardan beri kullanıyor, ilkel dürtülerine ve emellerine alet, korkularına zevklerine kederlerine köle ediyorlar. Bir tanrının, eğer o her anlamda gerçek bir tanrı, bir yaratıcı, bir ilah ise sevdikleri, beğendikleri, yasakladıkları, nefret ettikleri, istekleri, emirleri, kaprisleri olabilir mi? Sizin tanrınızın da benzer iyi ve kötü huyları var mı?, diye paragrafı sonlandırıyorum. Birazdan işten gelir ve yıkanırız. Soğuk su ikimize de iyi geliyor. Duştan çıkınca fırsat bulursa deftere bakar, ama felsefi söz oyunlarından haz etmediği için yazdıklarımı görmez. O, dine olmasa da tanrıya inanıyor. Her gece dua ediyor. Kimi zaman düşüncelere dalıp, hayallere kapılıp sonunu getiremese de en azından başlıyor. Ben dua etmem pek, belki çok zorda kalınca... Fikri tüm sevdikleri ve hatta ölmüşleri için de iyi dilekler de bulunuyor. Herkese hoş görüyle yaklaşıyor ve mümkün ise seviyor. Beni de seviyor, biliyorum. Zaten sevmese on bir aydır içinde filizlenmeme; yediğine içtiğine, aldığı nefese, yatağına, defterine kalemine ortak olmama izin vermezdi. Hastane koridorlarında benden vazgeçer, ilk “ıngaa” ile kişiliğinden bölündüğüm anda beni karanlığa terk ederdi. Tam aksine beni her yere taşıyor. Onun yapamadıklarını yapabildiğim için seviyor, koruyor ve bazen de kıskanıyor. Gücüme imreniyor ama kötücül bir duygu değil bu, benim adıma mutlu oluyor tatminimi paylaşıyor. Biz iyi bir ekibiz ancak Şükran bizi yakalamasın diye saklanıyoruz. Belki benden korkar ve bizi ayırmaya kalkabilir. Asla buna izin vermem, Fikri‟siz yaşayamam. Ben bu satırları yazarken o esneyerek yarınki kıyafetlerini hazırlıyor, gömleğine kravat uydurmaya çalışıyor, diye bitirdi cümlesini Fikri. Önceki sayfaya dönüp yazdıklarını okudu ve en çok tanrı ile ilgili bölümü sevdi.
Gelecek Gelmeyecek Sık ağaçlıklı yüksek dağlarla çevrili Çerkez köyü Beslanbey, yemyeşil doğası, tertemiz havası ile büyük şehre at sırtında yarım günlük mesafede olmasına rağmen adeta cennetten bir köşedir. Kırmızı müdavimi gelincik tarlaları arasında yüzlerce at özgürce, korkusuzca dolaşır. Halkı yabancılara karşı pek konuksever değildir ama kendi aralarında çok paylaşımcı ve yardımseverdirler. Köyde hayat, günün ilk ışıklarından bile önce başlar. O sabah, önceki günün yorgunluğundan mı, gördüğüm rüyanın mahmurluğundan mı nedir, ılık yatağımda bir süre daha kalmak istiyordum. Kır çiçeklerinin baş döndürücü kokuları eşliğinde ağabeyimin seslendiğini duyuyor gibiydim. Beynimi zorlayarak anlamlandırmaya çabalıyordu ki, sesindeki şakaya taviz vermeyen ton bekleyen günlük işleri, ahır temizliğini, tımarı, yemlemeyi “son kez” hatırlattı. Saatler sürecek bir koşuşturma bekliyordu dışarıda beni, ağabeyimi, diğer Mustafaları, diğer Kemalleri ve Zeliha'yı. Babam, partisini takım tutar gibi sever ve kötü de yönetse, kötü de yönetilse sandık başına gittiğinde oy pusulasında bastığı mührün yeri değişmez. Dedemden öyle görmüş, öğrenmiş. Yanlış, doğru diye sorgulamadan bildiğini okur. Yalnız babam değil, köyümüzdeki herkes tüm ilericiliğine, açık fikirliliğine rağmen alışkanlıkları, adetleri konusunda son derece tutucudur. Mesela yazılı bir kuralmış, ataların vasiyetiymiş gibi tüm erkek çocuklara ya Kemal ya Mustafa ismi verilir. Bizim gibi iki oğlu olan ailelerde de Mustafa ve Kemal bir arada yan yana bulunur. Köydeki kırk dördüncü yaşayan Kemal benim. Ağabeyim de hayattaki kırk dokuzuncu Mustafa. Herkes bizleri soyadımızla çağırır o yüzden. Öğretmen, muhtar, imam bile erkeklere sadece soy ismiyle seslenir. Kızlar daha şanslı. Fikriye, Latife, Safiye gibi tarihi kişiliklerin isimleri ağırlıkta olsa da, özellikle yeni nesilde farklı isimlerin sayısı artıyor. Hele bir Zeliha var ki, ismiyle bütünleşiyor. Çeşmeye giderken, dereden dönerken tam bir su perisi edasıyla geçiyor yanımızdan. Ağabeyim de tüm yaşıtları gibi Zeliha'ya yanıktı. Ama ona Zeliş diyen bir tek benim ağabeyim, tabii Zeliha'nın ailesi dışında. Ağabeyim aileye girmeyi kafasına koyduğundan mıdır nedir, gördüğü yerde yapıştırıyor “Zeliş”i; Günaydın Zeliş, Nasılsın Zeliş, Hoşça kal Zeliş diye. Zeliha'nın babasından bile çekinmiyor ağabeyim, cesurların cesuru o. Koca köyde onun kadar iyi at binen, ciritte hüner gösteren başkası bulunmaz. Güzeller güzeli Zeliş'e layık bir koca adayı yani. Ama Zeliş'in rüyalarını şehir hayatı süslüyormuş. Topuklu ayakkabılar giymek, saçlarını kadın berberinde kestirmek falan istiyormuş. Bizim buralarda yok tabii öyle şeyler. Televizyondan mı, radyodan mı, okuduğu kitaplardan mı nereden öğrenip, özeniyormuş orasını bilmiyor ağabeyim ama o da kafaya koymuş büyük şehre gitmeyi. At yarışı seyretmek, sinemaya gitmek, dört büyüklerden birine karşı tribünlerden tezahürat yapmak düşüncesi onun da kanını hızlandırıyor besbelli. Yıllardır burnumuzun dibinde durmasına rağmen işimiz olmadıkça inmediğimiz şehrin birdenbire kazandığı bu cazibeye bir sebep de, köyün sınırları içinde hiç yalnız kalamama, baş başa verememe sıkıntısı olsa gerek. Daima tanıdık birileriyle karşılaşmak, uzaktan bile olsa arkadaşlar, büyükler tarafından izlenmek işine gelmiyordu Mustafa'nın. Amcam baktı ki buralar artık bize dar geliyor, her sene gelip düzenli olarak ondan tay alan bir adamın adını adresini verip, selamını yolladı. Hıdır Emmi bizi iyi karşıladı, evine buyur etti. Ağabeyim binici olmak istedi ama jokey olacak kadar kısa ve hafif olmadığı için, ağabeyime seyislik önerdiler. O da kabul etti tabii. Hem atlara yakın olacak hem de çocukken eğlence olarak gördüğümüz işler için para alacaktı. Bana iş vermedi Hıdır Emmi. Daha iyisini yaptı, okula yazdırdı. Böylece yeni bir gelecek bizi bekliyordu artık. Ağabeyim yeterli parayı biriktirince Zeliş'e haber salacak çağıracak, olmazsa
alıp kendisi getirecek buraya. Bir de resmi nikah kıydık mı, hayaller gerçek olacak. Ağabeyimden mutlusu olamayacak o zaman dünyada. Bizim dünyamızda... -oAğabeyim yıllarca seyislik yaptı. Köyde atlarla iç içe büyüdüğümüz için isteyerek, severek çalıştı. Ta ki, o talihsiz kazaya kadar. Hıdır Emmi bahis işine girmiş ve kendi atının kaybetmesi için jokeyine talimat vermiş. Atı, dizginlerine asılarak zoraki frenlemişler pistte. Koşmak isteyen at koy verilmezse hırçınlaşır. Kaybettiği yarışın acısını da ağabeyimden çıkardı. Koşumları çıkartılırken attığı çifteyle ağabeyimi sakat bıraktı. Hayvanın suçu yok, ağabeyimin hiç yok ama olan oldu. Ağabeyim hem topal hem işsiz kaldı. Mecburen okula ara verdim ve ekmek kavgasına ben de katıldım. Hem simit satıyorum hem de oynanmış sayısal loto kuponları. Ağabeyim de bir gazete bayiinde çalışmaya başladı. Bütün gün ayakta durmaktan canı çıkıyor ama en azından yürümesi gerekmiyor. Sabah ben götürüp, akşam ben alıyorum. Kol kola, omuz omuza gidip geliyoruz. Eski arkadaşlarından tüyo gelirse altılı ganyan oynuyor ve bazen para da kazanıyoruz ama toplama baktığınızda hep zarar hep zarar. Şehir bizi öldürmüyor ama süründürüyor. Köyümüzün ciğerleri bayram ettiren havası yok, neşeli cıvıltılarla yeni günü müjdeleyen kuş sesleri yok, çoğu sabah güneş bile yok ama kendi düşen ağlamaz. Yine de buna da şükür diyoruz, hiç değilse aç değiliz, açık değiliz. Karınca yuvası misali yerden yükselen kalabalık, isli, rutubetli bir binanın en alt katında da olsa başımızı sokacak bir göz odamız, ağzımıza atacak iki lokma ekmeğimiz var. Hatta televizyonumuz, telefonumuz bile var ama, yalnızız. Koca şehirde hal hatır soracak, iki lafın belini kıracak akranımız, ahbabımız yok. Varsa da biz bulamadık. Günleri birer birer, şehrin azı dişleri arasında öğütüyoruz. Derken, güneşin güler yüzünü bile görmeyi beklemediğimiz sisli bir sabah telefon çaldı ve sindiğimiz bu kuytu köşede, Allah'ın bizi unutmadığını anladık. Arayan ağabeyimin seyis arkadaşlarından biriydi. Gelen tüyo ilk ayakta favorinin değil plasenin, üçüncü ayakta ise sürprizin kazanacağı şeklindeydi. Ağabeyim banko geçilen kolonlardan birine de ikinci bir at yazdı, çünkü hayvanın adı Zeliş'ti. Aradan geçen onca zamana rağmen köydeki Zeliha'yı unutamamıştı ağabeyim. Kör gözüne parmak, o gün Zeliş ile birlikte diğer yazdığımız atlar da galip gelince talihimiz bir anda döndü, dünyalar yeniden bizim oldu. O akşam gidip kuponu teslim ettik ve paralarımızı aldık. Üç kişi doğru bilmiş ve toplam ikramiye sadece üçe bölünmüş. Bir çanta dolusu para elimizde, ağızlar kulaklarda yürüyoruz ama tedbiri de elden bırakmıyoruz. Ara sıra arkaya bakıp etrafı kolaçan ediyorum, daha doğrusu edermiş gibi yapıyorum. Ayaklarım yere basmıyor, adeta kayarcasına gidiyorum. Gözlerimin önünde sanki rengarenk fişekler patlıyor, bir metre ötesini bile görmüyorum. Derken kestirme olsun diye girdiğimiz ara sokakta iki çocuk, ben yaşlarda, sustalı çektiler bize. Eskiden olsa ağabeyim onları tek eliyle döver ama eskiden... Şimdi ise put gidi durduk. Normalde bana göre çok daha atak olan ağabeyimin sesi soluğu çıkmıyor. Hatta delici bakışlarını hasmının gözüne dikeceğine önüne bakıyor. İlk defa korkuyor mu, yoksa çocukları şaşırtıp gafil avlamak için numara mı yapıyor anlamadım. Başka zaman olsa veya yalnız olsam, cüzdanı ayaklarının dibine fırlattığım gibi tabanları yağlarım ama, ama bu para lazım bize. Okula dönmem için, yeni koltuk değnekleri için, bakkala olan borcu kapamak için lazım. Bir sürü yeri var paranın ama adreslerin hiçbiri bu hırsızlara ait değil. Çocuklar ağabeyimin elindeki çantaya doğru hamle yapacak oldular ve ne olduysa o anda oldu. Hangi filmden öğrendiysem artık, öndeki zibidiye kafayı yapıştırdım. Benimki yere düşünce, ağabeyimin gırtlağına dayanan bıçağın sahibine atladım. Bir kargaşa koptu ve nasıl becerdiysem bıçaklanmadan ikinci rakibimi de alt ettim. O sırada kafayı yiyen yerden kalkmış ve arkasına bakmadan topuklamıştı bile. Ağabeyim de yavaş yavaş doğruldu ama herifi fena marizlemiş olacağım ki, bir türlü yerden kalkmıyor. Zafer sarhoşluğumdan çocuğun kazağının önünde gittikçe büyüyen lekeyi görerek uyandım. Alt alta üst üste boğuşup, yuvarlanırken bıçak böğrüne saplanmış.
-oArada bir metreden bile az mesafe varken, karşındakinin gözlerinin içine bakabilecek ve ruhundaki yaraları bile görebilecek kadar yakınken, onunla telefonda konuşmak ne tuhaf! Tıraşsız yüzün, yağlı saçların ve sağlıksız rengin ile gitgide sağrısı çökmüş, kasları erimiş, yelesi kıtıklaşmış, yaşlanmış, güçten düşmüş bir atı andırıyorsun. Neyse ki, sesinin bakır tellerden geçerken mekanikleşen tınısı ile göz bebeklerinden dışarı taşan inanç tam bir tezat oluşturuyor. Yılgın, bitkin dış görünüşüne rağmen gözlerinden hala umudunu kaybetmediğini, seni yenemediklerini anlıyorum. “Az kaldı, dayan,” diyorsun bana, “Üç yıl kaldı, sabret!” Halbuki bunları söyleyen ben olmalıyım. Üzerine yapıştırılmış gibi duran kostümün ve makyajın senin bir mahkumu canlandırdığını anlatıyorsa da gözlerin rolünü iyi oynamıyor, oynayamıyor. Açıkça belli ki, şu an bile benden daha güçlüsün. Zaten hep öyle olmadın mı? Babam bizi bırakıp kaçtığında da, annem öldüğünde de. Kazadan sonra, hastanede sakat kalacağını söylediklerinde bile. Daima çok güvendin kendine, şartlar ne olursa olsun koşulları zorladın, zorlandın ama hiç yılmadın. Benim hapishane ortamına dayanamayacağımdan, ezileceğimden endişe edip, suçu üzerine alman da kendi iradene olan bu aşırı güveninden kaynaklanıyordu. Ama aynı zamanda da ucuz bir kahramanlık gösterisiydi. Belki bana değil, hatta kendine bile değil de Zeliha'ya ispatlamaya çalışıyordun, tek bacakla bile eli bıçaklı iki gencin hakkından gelebileceğini, evinin erkeği olabileceğini. Hala onunla evlenme hayalleri kurduğunu adım gibi biliyorum. Yalan mı? “Hayır,” diyorsun, “Sebeplerden biri bu, doğru ama sadece bu değil. En önemlisi, senin benden daha önemli olman. Kefeni yırtabilirsin, başarabilirsin, senin bir geleceğin var!” “Geleceğim, gelecek.... Belki de hiç gelmeyecek.” “Efendim? Yok, sana söylemedim, tabii ki geleceğim. Haftaya aynı saatte görüşürüz, kendine iyi bak...”
Göldeki Nar Taneleri Holden salona açılan kemerli alınlıkta enlemesine yerleştirilmiş bir çerçeve göze çarpıyordu. Altın varaklı çerçevenin içindeki nefti kumaş üzerine simli iplikle ve gotik havası verilmiş harflerle şu yazılmıştı; “Etraf karanlık ise suç gözlerin değil, Önce kalp sevmeli, sonra beyin tanımalı ışığı, Gece bile siyah değildir bakmasını bilene...” – Yeshim Narsizm yüklü bu karşılamadan sonra girilen kırk sekiz metre karelik koca odanın ortasında iki adet sütun vardı. Altıgen kesimleriyle ellişer santim çapında iki dev kurşun kaleme benziyorlardı. Pencerelere yakın olanı iki adet saksıyla süslenmişti, bir arapsaçı ve bir aşkmerdiveni. Aşkmerdiveninin açık yeşil parlak yaprakları, koyu yeşil kıvırcık arapsaçı ile hoş bir uyum sergiliyordu. İç taraftaki diğer sütunun tam ortasından elli santim yüksekliğinde bir cam silindir geçiyordu; kristal dev bir alyansı andıran bu kapalı hacim onlarca balığa ev sahipliği yapmaktaydı. Akvaryum o kadar ihtişamlıydı ki evin köpeği bile büyülenmiş gibi saatlerce kurşun kalemin dibinde oturup rengarenk komşularını seyrederdi. Misafirlerini etkilemek için evine harcadığı paraya acımayan bir mimardı Yeşim. Neo klasikçi olmakla birlikte rokokonun kıvrımlarından vazgeçemeyen, din felsefesine meraklı ama ukala, feministliği hemcinslerini sevecek kadar ileri götüren agresif bir kişilik. Kendi çizdiği binanın çatı katında yaşıyordu. Gecenin bir yarısı zilinin çalmasına telaşlanmayacak derecede ziyaretçilere alışıktı. Meditasyon seanslarına denk gelmedikleri sürece de oldukça arkadaş canlısıydı. Gelenlerin büyük çoğunluğu yirmi ile kırk yaş arasındaki bayanlardı. Yeşim'in haftada bir ders verdiği üniversitedeki öğrencilerden, yüz bin dolarlık proje veren müşterilere kadar geniş bir yelpaze oluşturan bayanların ortak özelliği boylarının Yeşim'den kısa olmamasıydı. Aslı, kendisinin de bir istisna olmadığını bildiği halde Yeşim'e bu kompleksinden kurtulmaya çalışmasını telkin ediyordu. Aslı, üniversitedeki mimarlık bölümü başkanının karısıydı; eski karısı. Yeşim ile Aslı'nın tanışıklıkları bir yılı geçiyordu ve Aslı, Yeşim'in acemice örtmeye çalıştığı ilgisinin farkındaydı. Bu ilgiden rahatsız değildi ve kesinlikle utangaç da sayılmazdı, ama karşı taraftan açıkça bir teklif almadan arkadaşlık sınırını zorlamamaya da kararlıydı Aslı. Aslında o güne değin ne bu tür bir eğilimi olmuş ne de kız lisesindeyken benzer bir macera yaşamıştı, bildikleri arkadaşlarından duyduklarından ve filmlerde gördüklerinden öteye geçmezdi. Yine de yeni tecrübelere hem zihnen hem bedenen açık biriydi, özellikle de eski kocasının ona bıraktığı kötü anılardan sonra. Yeşim ile ilişkileri şimdiye kadar entelektüel boyutu aşmamıştı. İki iyi eğitimli, akıllı, başarılı insanın; bir anlamda denk kuvvetlerin platonik aşkından ibaretti yaşananlar. Saf, masum ve kirlenmemiş, tutkuların esiri olmamış bir aşk. İki dağın arasındaki billur, ayna gibi bir göl manzarası. Yeşim'in salonundaki kristal alyansın içindeki balıklar bir ay önce bu gölden gelmişlerdi. -o“Duygular sebep değil sonuçtur. Duygular davranışı doğurmaz, aksine, kararlı tavırlar duyguları belirler. Sen sinirlenmek istiyorsun, hatta hoşuna bile gidiyor. Benim kararım ise soğuk kanlılığımı bozmamak. Hiddetini söndürüp, eline koluna ve en önemlisi diline hakim olana kadar seninle konuşmayacağım,” dedi ve telefonu kapattı. Bir ay önce Yeşim'in kanını kaynatan işte bu sözlerdi. Acımasız ama ölçülü, ciddi ama aynı zamanda duygusal. Aslı‟nın
sözlerine muhatap olan şüphesiz Yeşim‟in bölüm başkanıydı. İnsanın eski bile olsa kocasıyla, bir zamanlar her şeyi paylaştığı insanla bu duruma gelmesi üzdü Yeşim‟i, ama belki de aradığı fırsatı bulmuştu. Yavaşça yerinden kalkıp Aslı‟nın masasına en yakın güzergâhı takip ederek tepsisini yemekhane görevlisine teslim etti. Dönüş yolunu bulmak için geçtiği yola serptiği çakıl taşlarını takip eder gibi bakışlarıyla tekrar Aslı‟yı buldu. Şans bu ya, genç kadın da o taraf bakmaktaydı. Yüzüne hücum eden kan, onu olduğundan da etkileyici kılmıştı. Yeşim utangaçça gülümseyip başıyla selam verdi. Aslı ile tanışıyorlardı elbette, ama tüm çekiciliğine karşın evliliği onu ulaşılmaz kılıyordu. Yeşim üniversitede göstermeye alışık olmadığı bir cesaretle Aslı‟ya doğru ilerledi. İçinden yapmayı geçirdiği bir hareketin beyin perdesine düşmesi miydi, yoksa gerçekten ona doğru yürüyor muydu? “Merhaba, ben Yeşim.” “Evet, biliyorum Yeşim. Nikah masasında verdiğim yanlış kararın anılarını silmeye çalışıyor olabilirim, ama hafızamı kaybetmedim. Bu ne resmiyet, otursana...” Yeşim bu sevimli emre itaat ederken bir taraftan da Aslı ile bu kadar samimi olmasının kaynağını hatırlamaya çalışıyordu. Çıktığı kızlardan birinin arkadaşı, babasının arkadaşlarından birinin kızı, aynı spor kulübüne üyelik... Hayır resimdeki eksik parçayı bir türlü bulamıyor Yeşim. Hafiften kol altları terlemeye başladı. Bir taraftan da konuşuyor ve Aslı‟nın tebessümüne bakılırsa akıllı laflar ediyor. Kim bilir ne söylüyorum, diye düşündü. Aslı ayağa kalkınca otomatikman Yeşim de kalktı. “Akşam görüşmek üzere o zaman, şimdi bir dersim var, hoşça kal!” Akşam... buluşmak... peki nerede? Besbelli, tatlı dili görevini başarıyla yerine getirmiş, sohbet sırasında randevuyu kapmıştı. Tek sorun sadece 'saat yedide' kelimelerinin etrafında neonlar yanması, tabelanın gerisinin karanlıkta kalmasıydı. Bulabildiği tek çözüm Aslı‟yı takip etmekti. Fena fikir değildi aslında, ama bir kusuru vardı. Tüm gün giydiği ve muhtemelen ter kokuttuğu gömlekten kurtulamayacaktı. İçgüdüsel olarak koltuk altını koklama ihtiyacı hissetti. Etraf kalabalık, dikkat çekmemek gerek. Sağ elinin parmaklarını bir tarak gibi açarak fiyakalı bir şekilde saçlarına götürdü Yeşim. Boynunu hafifçe sağ aşağıya eğerek ve burun deliklerini mümkün olduğunca açarak bu hareket boyunca havayı içine çekti ve problemin korkulacak boyutta olmadığına kanaat getirdi. Bu numarayı erkek arkadaşlarından öğrenmişti. İçi rahatlayıp, endişeler çenelerini kapatınca, kendini bir sevinç dalgasının içinde buldu. Aslı ile akşam yemeği yiyecekti. Ne harika! Mesai saati bitimine kadar oyalanmak için kütüphaneden uygun bir yer bulunmazdı. Fakat o da ne, Aslı değil mi şu köşede oturan, yoksa dersi bahane mi etmişti? Tabii ya, kızcağız kabalık etmemek için bir bahane bulmak zorundaydı. Israrlarıma dayanamayıp yemek teklifimi kabul etmiş olmalı. Muhtemelen akşama doğru arayıp başının çok ağrıdığını söyleyecek ve başka bir güne ertelemek isteyecektir. Dışarıda bir sürü güzel kız var zaten, peşinden koşmam tam bir aptallık. En iyi gidip doğrudan ben iptal edeyim bu geceyi. “Okul göründüğünden de küçük galiba, bu ne tesadüf?” “Selam Yeşim, Profesör Tüzmen rahatsızlandığı için ders iptal oldu. Herhalde biliyorsundur, ben onun asistanıyım.” Hayır Yeşim bunu bilmiyordu, ama itiraf edecek cesareti kendinde bulamadı. Kızgınlığı şaşkınlığa döndüğü için ne yapacağını da bilemeden dikilip durmaya devam etti. “Sen de araştırman için mi geldin buraya?” “Evet. Yok yok hayır aslında, bir kitap sipariş etmiştim, onu sormaya geldim. Mimaride temel elementlerin kullanımı ile ilgili... Biliyorsun yeni alış veriş merkezleri havayı içeri almak için dış cephe duvarlarını yok edecek kadar ileri gittiler. Japonya özellikle su konseptini yoğun olarak iç mekanlara sokuyor. Ben de acaba güvenli bir şekilde ateşe projelerimde yer verebilir miyim diye araştırıyorum. Yani hem evet, hem hayır!”
Gülüştüler. Aslı‟nın dişleri fazla beyazdı sanki, aşırı parlıyor gibi geldi Yeşim'e. Kendini kaptırmamak için kıza kulp takmaya çalışmadığını da kimse iddia edemezdi. “En sevdiğin kadın mimar kim?” diye sordu Aslı. “Kadın olmasının önemi ne senin için?” “Özellikle vurgulamadım, sadece öylesine sordum.” “Bence çok güzel bir soru. Mutlaka fark etmişsindir, mimarlık sınıflarında erkeklere oranla kız öğrenciler çoğunlukta. Zaten ders vermek istememin sebeplerinden biri de bu!” Bu seferki kahkahalar ortamın sessizliğine uymadı. Uyarı almamak için Aslı, Yeşim'in koluna girerek onu dışarı çıkardı. Bir kadının kolunda ilk kez yürümüyordu Yeşim, ama okul koridorlarında bir dedikoduya yol açmaktan da çekiniyordu. Aslı oldukça dominant bir tipe benziyordu. Acaba yatakta nasıldır diye düşünmeden edemediyse de kendini banâllık sularına kaptırmamayı bildi. “Piyasaya baktığımızda ise bayan mimar sayısı erkek mimar sayısına göre çok çok az, değil mi?” “İhtiyaçlar aynı ve evrensel ise, bireyler niye denk olmasın ki? Din, dil, cins gibi ayrımlar temel düzeyde değil, sadece insani ihtiyaçları tatmine giden uygulamaların şekli açısından farklılık yaratır.” Bu kadın ne dediğini iyi biliyor. Peki bizim başkanda ne buldu ki? Sırık gibi boyundan ötürü kamburu çıkmış ve telaffuzu bozuk herifin tekiydi. Belki de ışıklar söndüğünde ortaya yenilik peşinde koşan uslanmaz bir âşık çıkıyordur. Dört kadeh şarabın üstüne bu detaylar mide bulandırıcı olabilirdi. Ortak ilgi alanlarını keşfetmek için sinemaya gitmek yerine rahatça konuşabilecekleri bir yere gitmek her ikisine de cazip geldi. Yeşim‟in evinden uygunu yoktu, ya da Yeşim iyi olduğu kadar da ikna edici bir mimardı. Güvenli sularda yüzmek gibisi yoktur. Yeşim eski rakibinin yarattığı hasarın boyutlarını merak etti. Asansörden inerken, “Mutlu musun?” diye soruverdi. “Mutlu olmak dünyaya karşı bir ödev ve sorumluluktur.” “Peki ya, görevi en iyi şekilde yerine getirmek için mevcut kaynaklar yetersiz ise..?” “O zaman geride bırakılan bir acıdan, aşılmış bir engelden yardım almak gerekir. Şaşırtıcı bir şekilde, hayali bile mutlu etmeye yetecektir.” Göz açıp kapayıncaya kadar Yeşim müzik setine, Japon davullarının insanın kanını hızlandıran coşkulu parçalarını içeren bir diski sürmüştü. Bu kadarı fazlaydı doğrusu. İyi bir dersi hak eden kocasının zayıflattığı surlardan sinsice giren zeki bir mimar, lezzetli suşiler ve duvarlardan yansıyan uzak doğu ritmleri. Yeşim bir avcı gibi arkadan yaklaştı ve tüm cesaretini toplayarak Aslı'nın kulağına fısıldadı, “Sana aşığım.” Aslı'nın dönüp dudaklarına yapışmasını bekleyen Yeşim beklemediği bir hamleyle karşılaştı... “Bir daha söyle!” Yazmak bile yeterince zorken nasıl bir kez daha, hem de aynı tonlamayla dillendirilir aşk?.. “Ee duydun ya işte.” “Belki tam duyamamışımdır, belki de o cümleyi senden tekrar duymak hoşuma gidecektir.” Tam o anda Aslı‟nın cep telefonu çaldı. Ortamın ısısı birden düştü. Saygılı bir partner gibi müziğin sesini kıstı Yeşim. Yay gibi gerilen sinirleri zaten az olan sabrını iyice azaltıyordu. Teknoloji bazen özel hayata fazla müdahale etmiyor muydu? Çelik kafesli beton duvarlar arasında bile şebekenin çekmesi biraz da ürkütücüydü. Aslı da neden açmıştı ki sanki..! Konuşma uzadıkça öfkesinin kabardığını hissediyor, akvaryuma bakıp oyalanmaya çalışıyordu. Telefon kapandığında ikisinin de havası kaçmış, büyü âdeta bozulmuştu... “Zamanlaması harika, bayımızı tanıyor muyum?” Aslı cevap vermedi. Kalenin içinde olan Yeşim‟di ve surların dışındaki birini kıskanmanın lüzumu yoktu. Yine de krize engel olamıyordu...
“Duymadın galiba, bir soru sordum,” dedi ve ilk kıvılcımı çaktı. Aslı‟nın da canı burnundaymışçasına alttan almadı. Güzel anlara gebe bir gece başlamadan bitti, göl suları yosunlandı. -oİki gün sonra birbirlerine yeni bir şans vermek üzere sözleştiler. Geçen seferki gerilimli gecenin ağızlarında bıraktığı buruk tadı silmek üzere bu kez sinemaya gittiler ve her şey umdukları gibi gitti. Sorunsuz geçen buluşmayı bir hafta kadar sonra diğeri izledi, ama Aslı ile Yeşim'in gölü yine husursuzlandı; söz dönüp dolaşıp Aslı'nın evliliğine gelmiş ve Yeşim iğneleyici olmaktan kendini alamamıştı. Bir süre görüşmeme kararı alındı, ancak sadece on gün dayanabildiler. Bir sonraki randevu beklendiği gibi geçti, gelecek için umut vardı... Günler birbirini kovalarken gökyüzünün maviliğini yansıtan kıpırtısız sular bazen nefes kesici bir güzeliğe bürünür bazen gölgelenirdi. Yeşim'in kıskanç, Aslı'nın sabırsız olduğu günlerde bölüm başkanının heybetli gövdesi, manzaraya kara bulut etkisi yapardı. Küçük kırmızı balıklar böylesi iç karartıcı günlerde güçlerinin yettiğince bekler, gittikçe oksijeni azalan sularda ölmemek için çırpınırlardı. Uzatmalı bir aşkın kıpkırmızı meyveleriydi onlar; dut, kızılcık, böğürtlen... -oEvvelki hafta akvaryumda Yeşim'in dikkatini yeni bir tür çekmişti; iki adet nar tanesi. Diğerlerinin evrimleşmesi sonucu mu ortaya çıkmışlardı, bir arkadaşı sürpriz mi yapmıştı bilemiyordu. Yeni balıkları Aslı'ya da sormuştu sormasına, ama bulutlu günlerde doğru düzgün bir cevap beklemek fazlaca iyimserlik demekti. Tek gecelik olmak istemeyen, kendisine biçilmiş rolü beğenmeyen bir konuğun hınzırlığıdır diye düşünüp, konuyu kurcalamaktan vazgeçmiş ve Aslı ile araları düzelince de büsbütün unutuvermişti onları Yeşim. Son birkaç gündür aralarında oldukça güçlü bir çekim vardı, ikisi de mümkün olduğunca birbirlerinin olumlu yönlerini görmeye çalışıyor ve de başarılı oluyorlardı. Eros usta bir illüzyonisttir ve bir gözbağcının işini hiçbir şey, kandırılmaya istekli olan izleyiciler kadar kolaylaştıramaz. Flörtlerinin ay dönümünde egzotik bir lokantada rezervasyon yaptırdılar. Romantik yemek sonrası geceyi taçlandırmak için Yeşim'in evinden, maskelerini ilk düşürdükleri mekandan elverişlisi olamazdı. Martini yemek üstüne mükemmel bir seçim değildi kuşkusuz, ama barda ne konyak ne viski kalmıştı. Aslı'nın gözleri ışıl ışıldı. Yeşim'e sokuldu, “Beni sevdiğini söyle.” Yeşim cevaben dudaklarını uzattı, ama Aslı karşılık vermek yerine, “Hadi söyle lütfen, sevdiğini biliyorum,” dedi. “Kocan seni fazla alıştırmış anlaşılan, ben gereksiz konuşmayı sevmiyorum. Hem sana karşı olan duygularımı hem de bu aşk ilanlarından hoşlanmadığımı biliyorsun, ama hâlâ ısrar ediyorsun.” “Yine mi konu kocama geldi, senin sorunun da bu, komplekslisin. Boy takıntından da belli zaten, sorun sadece uzunluğu değil, sen kendini erkeklerle kıyaslıyor ve içten içe gücünü ölçüyorsun. Benim için geçerli tek ölçü sevginin gücü.” Konu gerçekten de Yeşim için oldukça hassastı. Aslı belden aşağı vurmak istememiş, ama sözleri bilinçsiz de olsa tam hedefe isabet etmişti. Gecenin ilk saatlerine damgasını vuran heyecan fırtınası gitgide bir hezeyana dönüştü. Her ikisi de altta kalmamak için ağızlarına geleni söylemeye, düşünmeden konuşmaya başladılar. Tansiyon yükseldikçe sesler sivrildi, kelimeler keskinleşti, cümlelere sürülen zehrin dozu arttı. Böylece aşk hayatlarının en şiddetli harbi patlak verdi... Oklar, mızraklar karşılıklı fırlatılmakta ve kâh sevgiliye saplanıp kâh sekerek geri dönmektedir. İşler kontrolden çıkmıştır; iyi eğitimli, akıllı, görgülü iki insan öfkenin rüzgarına kapılmış uçuruma doğru hızla sürüklenmektedir. Yeşim, yüreğinin
derinliklerinden bir şeylerin yanlış gittiği mesajını almakta, ama durup dinlemeye fırsat bulamamaktadır. Soluklanacak güvenli bir siper yoktur. Aslı olanca gücüyle, ateşiyle saldırmaya devam eder. Yeşim yaşanan dehşeti tüm çıplaklığıyla görebilmektedir; izlerken yaralanır korkarken yaralar, üzülür, ama elinden bir şey gelmez. -oSabah uyandığında Aslı‟nın yattığı tarafın boş olduğunu fark eder. Yeşim, çarşafın tam olarak soğumamasından geri dönüşün mümkün olabileceğini umar, oysa artık geçtir... Aslı‟nın kalbi dakikalar önce Yeşim için çarpmaktan vazgeçmiş, aşklarının köşkünü sessizliğe gömmüştür. Sıkıntıyla doğrulup sağı solu yoklar Yeşim; bir yerlerde bir iz, bir vicdan azâbı olmalıdır... Salona gider ve akvaryuma bakar; balıkların sayısında bir azalma mı vardır? Köpekle beraber seyretmeye ve saymaya başlar. Sütunun etrafında dönüp durdukları için hesap sürekli karışmaktadır, ama nar tanelerini görmediğine emindir Yeşim. Onlarca litre suyu boşaltmak ve kesin bir sonuca ulaşmak için, akvaryumu satan firmanın anlaşmalı bakım ekibini aramaya ve sıra beklemeye yetecek kadar sabrı yoktur. Yarım saatin sonunda pes eder ve midesinden gelen komutlara boyun eğerek mutfağa gider. O da ne, aradığı vicdan işte tam karşısında, buzdolabının kapağında durmaktadır... Mıknatıslara iliştirilmiş nottan son kez seslenmektedir Aslı; “Duygular sebep değil sonuçtur. Duygular davranışı doğurmaz, aksine, kararlı tavırlar duyguları belirler. Kararım kesin, içimdeki seni öldürmenin tek yolu bu; elveda!”
Hayatın Kiri Babaannesi büyüttü Ali‟yi, tabii tek başına değil, tüm mahalleyle birlikte. Üstünde emeği olanlar sadece komşular da değildi üstelik, çocuk parkındaki ağaçlar, kediler ve hatta o uzun saçlı, pis kokulu adamın bile katkısı vardı büyümesinde. Kimsenin görmediği ya da herkesin görmezden geldiği bir adam. Üstü başı kirli, dişleri sararmış, sakalı ağarmış, sabahtan akşama bankta oturup etrafını sarmış kedilere dert anlatırdı. Gece nerede yatar, nereden yemek yer, bilen yoktu. Parka gelen anneler anneanneler, küçüklerin yaramazlık yapmalarını önlemek için bazen iğneci doktordan bazen başıboş köpeklerden bazen de bu kimsesiz biçareden medet umarlardı. Çocuklarına adamı göstererek, “bunu böyle yaparsan seni amcaya veririm” veya, “şunu şöyle yapmazsan seni kimse sevmez, onun gibi olursun...” diye korkutmaya, doğru yolu buldurmaya çalışırlardı. Bu tarz sözler çoğu zaman ve çoğu çocuğa gözdağı vermeye yeterdi. Ali farklıydı. Babaannesinin önünden koşarak parka girer ve oyuncaklara koşmadan önce ağaçlara selam verirdi. Sonra sırasıyla kuşlara, kedilere ve de Amca‟ya. Sonuncusu oldukça uzaktan ve ses çıkarmadan, sadece kalpten verilirdi, ama olsun selam selamdı. Herkesten önce gelir, kalabalık artınca da babaannesine gidip, “Tamam, bu kadar yeter,” derdi. Yaşlı kadında torununun bu huyunu bilir, kendisi de zaten onlarca çocuğun hep bir ağızdan bağırmasını kaldıramadığı için ısrar etmezdi. Biri köhnemiş bir gövdede diğeri körpe bir bedende de olsa örselenmiş ruhlar birbirini anlıyordu. Ali belki de sırf bu yüzden, adeta o bölge mayınlanmışcasına kimsenin yanına yaklaşmadığı adama yakınlaşmak istiyordu. O da kendisi ve babaannesi gibi terk edilmiş olmalıydı. Başkalarının neşesini kıskanıyor, kendine acıyor olmalıydı. Rüyalarında sevdiklerini de görüyordu mutlaka. Artık sadece “O adam” tanımlamasıyla yetinemiyor ama mahalledekilerin taktığı isimleri de aşağılayıcı bulduğu için benimseyemiyordu. Etten kemikten bir insanın gerçek bir ismi olmalıydı. Annesi babası onu nasıl çağırıyorlardı acaba? Muhittin, Nurettin, Şemsettin, Emrullah, Abdullah... Aklına hep tanıdığı büyüklerin isimlerini getiriyor ama nedense hiçbirini yakıştıramıyordu. O sabahki yağmurdan sonra henüz kimse parka gelmeye cesaret edememişken o amca yine buradaydı. Sanki Ali‟den önce gelip, Ali‟den sonra gitmeye çabalıyor ve başarıyordu da. Oturduğu bankı hiç değiştirmezdi. Haftalardır merak ettiği adamı yakından tanımak için bundan iyi fırsat bulamam diye düşündü. Babaannem kapıdan girinceye kadar en azından adını sorar ve kimsenin bilmediği bir şey öğrenirim diye heyecanlandı. Belki de sadece kedilerle konuşmayı biliyordur diye aniden beklentisine başka bir yön verdi ve bastırdı içindeki coşkuyu. Islak kum kokusunu içine çekerek küçük adımlarla ilerlemeye başladı. Bu koku Ali‟ye okul açılmadan önceki son günleri çağrıştırdı. Yaz yağmurunda denize girmeyi, iri damlaların kumdan kalesini delik deşik edişini seyretmeyi severdi. En yakın banka vardığında sırt çantasını ve yağmurluğunu bıraktı ve adamdan yana kaçamak bir bakış attı. Midesinde bilmediği bir kasılma hissediyor, dizleri sanki oyuncak askerlerinki gibi yavaş hareket ediyordu. Bilinmeyeni keşfetmenin, peşin hükümlü olmamanın önemini öğrenmişti babasından. İnsanın kendi içindeki kötüye yenik düşmesinden başka korkulacak bir şey olmadığını da ezberletmişti babası uzun uzun. Ali şimdi içinde, derinlerde bir yerde azıcık korku hissediyordu. Yine de yürümeye devam etti. Keşke babam görse beni, cesaretimle gururlanırdı, diye iç geçirdi. Annesi, “merak etme, bir gün babanı tekrar göreceksin, baban üzülmeni istemez...” demişti ama kesin bir tarih söylememişti. Bir gün ne kadar sürerdi acaba. Babasının gidişinden sonra Ali yalnızlığını biraz olsun azaltmak için hayali bir arkadaş edinmiş ve kendini “diğer Ali” ile avutmuştu. Derken bir gün annesi de gitti. Ali, o günden
sonra “biz” diye konuşmayı adet haline getirdi, uslu Ali ve yaramaz Ali. Babaannesi bu durumu çok garipsemedi, çünkü kendisinin de dul kaldığı yıllardan beri hayali bir arkadaşı vardı. Aslında çocukluktan kalma bir arkadaştı, ama gece yatakta yaslanacak güvenli, sıcak, kokusu bildik bir sırtın eksikliği dayanılmaz olunca daha sık hatırlanır olmuştu. Yaşlı kadın her gece saatlerce, tüm mahallede üstüne dinleyici olmayan bu arkadaşıyla sohbet eder, içini döker, dua eder rahatlardı. En iyi arkadaşının dualarını kabul ettiğini görmekten de sonsuz bir mutluluk duyardı. Çok şükür sağlığı yerindeydi, torunu da akıllı mı akıllıydı, daha ne olsun diye düşünür, sözcükler ağzından dökülmemesine rağmen nazar değmesin diye dilini ısırırdı. Yine de torununun yaşı, etten kemikten gerçek arkadaşlar edinmek için daha uygundu. Ali'nin gönlünü biraz olsun ferahlatmak için babaannesi, dili döndüğünce anne-babasına olanları anlatmaya çalıştı. Uslu Ali'nin aklı biraz olsun yattıysa da yaramaz Ali bulutların ötesinde bir ülke olduğuna inanmamıştı. Ali düşüncelerinden sıyrıldığında kedili, kokulu, dertli adamın dibine kadar girmişti bile. Siz beni terk etmezsiniz değil mi benim kuzucuklarım? Adam kendisi gibi kirli bir kediyi kucağına almış okşuyor, bir taraftan da kendisini çevrelemiş diğerlerine içini döküyordu. Ali, gözlerini dikip ağaç kabuğunu andıran tırnaklı ellere bakmamak için büyük bir irade sarf ederek kafasını kaldırdı. Merhaba, ben Ali. Yıllardır sevgi dolu bir çift göz değmemiş çapaklı gözlerini kocaman açarak baktı adam. Hayretle ama sesini çıkarmadan, yaşıtlarından farklı olduğu su götürmeyen bu çocuğa baktı. Kediler de Ali‟yi fark etmiş ve geçmesine izin verir gibi oluşturdukları çemberi aralamışlardı. Yerine değiştirerek Ali‟yi süzen gri-boz kedi, belli ki eskiden sıcak bir yuvada yaşıyordu ve kesinlikle bu renkte değildi. Dört ayaklı savunma hattını yararak bankın ucuna ilişti. Tam merak ettiği soruyu dillendirecekken, babaannesinin telaşlı sesini duydu. Aliii, gel evladım, terli terli üşüteceksin... Babaannesi dizlerini kırmış, elindeki yağmurluğu Ali‟nin kollarını geçirebileceği hizaya indirmişti. Ali yüzüne özür diler gibi bir gülümseme yerleştirerek yaşlı adama döndü ve usulca, “döneceğim,” diyerek kalktı. İsteksizce babaannesi doğru koştu ve yağmurluğunu giydi. Aralarında geçen fısıldaşmalardan sonra zamanın yaşlandıramadığı bakımlı elinden tutarak babaannesini kedilere doğru çekiştirmeye başladı. Adam misafirlerin çoğalacağını anlayarak hafiften toparlandı. Tanıklık edecek kimsesi kalmamasına rağmen eskiden iyi eğitim görmüş, görgülü bir ailede büyümüştü. Liseden sonra iki sene yurt dışında yaşamışlığı bile vardı. Zamanında boylu poslu, ağzı laf yapan, etrafı kalabalık bir erkekti. Sohbet için uğrayanlar, fikir danışanlar, borç isteyenler kapısından eksik olmazdı. Karısının en iyi arkadaşlarından biriyle evden kaçmasından çok, iki oğlunun, sorumluluğu onun omuzlarına yükleyip, ilgisizliğinden, sevgisizliğinden, zamansızlığından şikayet etmeleri onu yaralamış. Kendi çocuklarını mutsuz ettiğini görmeye dayanamayarak tüm mal varlığını bir mektup eşliğinde onlara bırakarak şehri terk etmiş. Artık zamanı bolmuş ama kimsenin beş parası olmayan bir adamın zamanına ihtiyacı yokmuş. Zaten o da giderek insanlardan kaçar ve Ali‟nin de şahit olduğu gibi sadece kedilerle arkadaşlık yapar olmuş. Ali önde, babaannesi arkasında yanına geldiler. Merak etme amca, ben seninle oynarım, yağmur da yağsa, babaannem hasta olmadıkça hep geliriz parka. Adam başını kaldırdığında yüzüne belli belirsiz bir renk geldiğini gördüler veya onlara öyle geldi. Yaşlı adam bu parkı mesken tuttuğundan beri ilk kez kendi türünden biriyle konuşmak üzere ağzını açtı. Benim adım Ali, yanınızda bizim için bir şey var mı, çok açız! Çantasından babaannesinin hazırladığı sandviçi çıkarttı. Peçeteleri sıyırıp, ekmeği bankın üstüne bıraktı. Salam kokusunu alan kediler banka doğru hareketlendiler. Gri-boz olan diğerlerinden atak davranarak patisiyle ekmeği kenara itti ve ortaya çıkan pembe ete bir dil darbesi attı. Salam kaşardan sıkıldın mı Aliciğim, neden kediye verdin yemeğini? Çok açız
dedi babaanne, sen bize evde başka bir tane yaparsın diye düşündüm. Gülümseyerek, “Ah bu yaramaz,” diye mırıldandı yaşlı kadın. İstemiyorum demiyor da, aklı sıra beni kandırıyor, neymiş, kediler açız demiş. Soğuklar kapıyı çalıp oyun mevsimi kapandığında kediler bile terk etti parkı. Ali oyuncaklarını bırakmıştı parkta, bir devri kapatan. Ve bir de keskin gözlerin, saf bir ruhun okuyabileceği bazı silik izler kalmıştı sadece. Kirli izler ve çocukluk, Ali'nin kalbinde, göz korkutan. Küçük bir çocuk, hayali bir arkadaş ve yaramaz bir Ali kaldı geride, boş bankta yalnız oturan.
Haydan Gelen, Hayat Götürdü Haydaaa, al başına belayı, sevinsem mi üzülsem mi şimdi? Oynarken laf olsun diye, sırf arkadaşların heyecanına ortak olayım diye oynamıştım. Babam duyarsa dövmekten beter eder beni. Acaba paraya sevinir de affeder mi ki, yok hiç sanmam. Kumara bulaşmış muamelesi yapar, burnumdan fitil fitil getirir. Aslında ihtiyacımız da var, ama ben babamı bilirim, avantadan hele hele şans oyunlarından gelecek ekmeği yemektense açlıktan kıvranmayı tercih eder. Eee, ne halt edeceğim peki ben? En iyisi Mustafa'ya haber vermek, o bilir paranın en iyi nasıl ve de hızlıca ezileceğini... "Alo, Mustafa evde mi? Ben Murat." "N'aber lan köfte, rüyanda mı gördün beni?" "Yok lan, bırak gırgırı da sana önemli bir şey söylemem gerek. Kahvaltıdan sonra benimle top sahasında buluş." "Söylesene oğlum, ne meraklandırıyorsun adamı?" "Tamam tamam uzun etme, yarım saat sonra görüşürüz. Oburluk edip de bekletme beni!" Ya şimdi yarısını isterse? En iyisi az söylemeli. Hoş, eninde sonunda birisine açılacağım zaten, tek başıma pavyon kapatacak halim yok! Fazla üste başa da bir şey almaya gelmez, evdekiler hemen şüphelenir. Önce şu telefonu değiştirmeli, annem fark etmez. Bir çift de spor ayakkabı alsam mı? Babamın ruhu duymaz, ama annem kesin enseler beni. Koşu dersinde kazandım, öğretmenim aldı desem, yer mi acaba? Onu alma, bunu alma, ne yapacağım çuvalla parayı, harcamayıp da gömecek değiliz ya? "Lan köfte Murat, neymiş derdin? Dökül bakalım!" "Yok ulan, öyle senin bildiğin gibi bir dert değil. Aslında dert bile değil de işte..." Gerilime yenik düşüp gülmeye başlar. "Ne bok yemeye çağırdın beni, dalga mı geçiyorsun ulan, eşek herif?" Murat kendini tutmaya çalışır, ama sarsılmaktan doğru dürüst konuşamaz. "Siktir git lan, ne halin varsa gör!" Zar zor, ağzından bir kaç söz dökülür Murat‟ın, "Dur lan, gitme!" Biraz daha toparlanmıştır, "Hani geçen gün at yarışı oynadık ya..." "Eee..." Murat bir iki yutkunur. "Kaşınıyor musun oğlum, bak çakacam şimdi kafayı." "Evet, yani hayır. Dur be sıkboğaz ettin, ne diyeceğimi şaşırdım. Şans yüzüme güldü, altılıyı tutturdum." Beklemediği bir haberi pat diye almış gibi oldu Mustafa, sanki dakikalardır Murat'ın ağzından kerpetenle laf sökmeye çalışan o değilmiş gibi bir anlığına dondu kaldı. "Hadi len, yeme beni!" "Abicim iki saattir dolaşıyoruz, kürek çekmekten yoruldum, dönelim artık ha, ne dersin?" "Patlama be, daha yarım saat var, tükendiysem bırak sandalı kendi haline." "Açılırsak hiç dönemeyiz, hava 'erkek havası' denen türden, bende güç kalmadı bilesin." "Sosislileri mideye indirirken gayet enerjiktin, ama nereye gitti o kadar et?" "Lokmalarımı mı saydın hıyar herif? Cimrilik etme de bırakalım sandalı. Akşam inmeden lunaparka gideceğiz daha..." "Ulan eskiden olsa son saniyesine kadar inmezdin kayığın tepesinden, şimdi yaptığına bak. İyi tamam, döndür burnu kıyıya!" "Ne kadar kaldı para, yarıladık mı?"
"Sinemayla, dönme dolapla bitmiyor oğlum, başka bir dalga bulmak lazım." Mustafa önden önden yürümektedir. "Oğlum kimlik yanında, değil mi, bak herifler gıcıklık yaparsa sakın efeleneyim deme haa..." "Tamam lan, uzatma anladık. Gören de kırk yıllık müşterisin sanır." Kapıdan sorunsuzca geçerler. On beş yirmi adım sonra Murat çakılır, "Abi, şuraya bak, off yaa, acayip heyecanlıyım. Şuna sorsam mı acaba?" "Bence güzel değil. Cebin doluyken git en güzeline yazıl. Hayatının günü bugün, bu kıyağımı da unutmazsın artık." "Niye senin kıyağın olsun lan, para benim. Asıl sen şükret kardeşine ki, sponsor oldu bu gününe!” “Yok yaa, nerden para senin oluyormuş, beraber oynamadık mı kuponu?" "Hop hoop, ayıp oluyor ama!.. Sen kendi kuponunu ödedin, ben kendiminkini.” "İyi be iyi, iyi ki bi paran var. Ben şuraya giriyorum, bir saat sonra çıkışta görüşürüz." "Seninki beş dakkadan fazla sürmez oğlum!" Gevrek bir kahkaha kopartmaya çalışsa da gırtlaktan çınlayan ergen sesi karizmayı çizer. Bozuntuya vermeden Murat da ilk boş bulduğu kapıdan girer. Murat‟ın yanakları alkolün ve yaşadıklarının etkisiyle iyice pembeleşmiştir. "İçelim güzelleşelim, off be dünya varmış. Naber moruk, nasıldı seninki?" "İyi işte, olması gerektiği gibi. Normal yani..." "Normalini yerim, senin normun nedir ulan, milli takımın kaptanı gibi konuşmayı bırak da, ayrıntılı anlat biraz!" "Sana ne be detaylardan, viziteyi ödedin diye telif hakkı mı istiyorsun?" "Ne bozuluyorsun hemen, takılıyoruz işte. Yoksa beceremedin de ondan mı bu tafra?" Mustafa kalkar masadan ve arkasını dönüp gider. Murat şaşırmıştır, ama pişkince oturmaya devam eder. Görüntü önemlidir. Arkasından koşsa, millet ne düşünür sonra, karı gibi... Yok olmaz, en iyi biraz daha beklemek. "Hem zaten belki Mustafa da döner. Nereye gidecek ki zaten? Ayrıca o ne biçim tepki öyle be, karı gibi kalkıp gitmek falan... Sanki espri yaptığımı bilmiyor hıyarağası?" "Yetti canıma be, parasını yiyoruz diye bu lafları sineye çekecek değiliz, ne sanıyor ki kendini? Sanki gurbetlerde çalıştı da kazandı. Keşke ben de son ayakta Şahmercan'ı yazsaydım, yatırdı bizi namussuz beygir." Gazetenin üçüncü sayfa haberi, "Haydan gelen, hayat götürdü!” Alt başlık, “Para saadet getirmedi." Haber detayında, "İki arkadaş kazandıkları parayı aileleri at yarışı oynadıklarını öğrenip kızmasın diye gizli gizli harcadı. M.T. İle M.E., üç hafta önce tutturdukları kupondan elde ettikleri iki bin beş yüz lirayı kimseye haber vermeden bitirmek uğruna haftalarca okula gitmeyip gizli gizli harcadılar. Çocukların eğlencesi dün Yakacık'ta son buldu. İçkili lokantadan daha önce çıkan M.T., yokuş aşağı yürürken freni patlayan bir minibüsün altında kalıp can verdi. Aynı saatlerde kazadan habersiz M.E., ile sonradan olay yerinden kaçan iki müşteri arasında tartışma çıktı. Büyüyen kavga M.E.'nin bıçaklanmasıyla son buldu. Talihsiz genç kaldırıldığı hastanede can verdi. Eşgalleri polis tarafından çıkartılan iki şüphelinin yakalanması için arama çalışmaları devam ediyor. M.T., ve M.E.'ye Allah'tan rahmet, ailelerine sabır diliyoruz." “Taksiratlarını affet yarabbim. Bak oğluum, iki gün sonra arkadaşlarına uyup da toto, loto falan oynarsan eğer...” “Yok baba, oynamam ben.” “Biliyorum evladım da, eğer merak edip de şansını denemek istersen...”
“Söz baba, oynamayacağım.” “Dinlesene hergele! Ola ki şeytana uydun oynadın. Tut ki, eğrisi doğrusuna geldi de kazandın. Sakın ha... Bak sakın diyorum, “babam kızar, döver” falan deyip benden saklama tamam mı?” Çocuk şaşkın, “Tamam baba.” “Bak sonra, gazetedeki bu ağabeyler gibi olursun, karışmam ha!”
İlk Aşk Son Aşk Mischa (mişa), her ne kadar kız kedi adını çağrıştırsa da boynuna siyah bir papyon takılmış olarak kırmızı hasır sepet içinde kapımıza kadar getirilen erkek kedi yavrusuna eşimin uygun gördüğü isimdir. Kedi adımlarına sahip bir Rus baletin lakabıymış bu ve Mischa‟ya da gayet yakışmışmış. Baletlerin cinsiyeti başlı başına bir tartışma konusu olabilir kanımca, ama neyse... Kaçınılmaz sona razı olmadan önce son bir gayretle İdris, Sefer ve illa Rus ismi olacaksa Boris, İvan gibi erkeksiliği su götürmeyen alternatifler önerdim. Fakat aile bireylerinin adlarına kendisinin karar vereceğine dair bir inancı vardı eşimin. Kızımızın adını da bu doğal hakkını kullanarak yine o koymuştu zaten. Hatta elinde olsa benim nüfusa kaydımı babamdan önce yaptırmayı da çok arzulardı eminim. Mischa sağır – doğuştan mı böyleydi yoksa dördüncü katın pervazında kumru kovalarken dengesini kaybettikten sonra mı işitme duyusunu yitirmişti bilinmiyor – ve dolayısıyla adının onun için fazla bir önemi yok. Çağrıldığını anlaması için illa ki göz göze gelmeniz lazım. Ya da mutfaktan yayılan et - beyaz veya kırmızı fark etmez – kokusu davetimizi ona ulaştırır, ama bu çoğu zaman hatalara açık bir mesajlaşma yöntemidir. Yemeğin kendisine verilmediğini görünce derin bir hayal kırıklığı – sanki söz verip de tutmamışsınız gibi hissettirerek - içinde koltuğuna geri döner. Mischa‟nın kendisine ait olduğunu düşündüğü yer, yemek masamızın dört adet kollu sandalyesinden biridir. Kiraz ağacı kaplanmış ahşap iskelet ve saks mavi fitilli döşemelik kumaş anlaşılan karım kadar onun da zevkine hitap ediyor. Tahmin edileceği üzere evde benim seçimime tabi olan pek fazla ayrıntı yoktur. Jilet yerine elektrikli makine kullanmam - ki bir sonraki daha bile önemli, çünkü sakal tıraşım konusunda olmadığı halde bu sefer eşimin karşı bir fikri vardı ve üstelik geçen sene gittiğim cildiyeci de ondan yana taraf olmuştu, ama ben hala bildiğimi okuyorum – ve boksör şortu yerine slip çamaşır giymemdir. Kedilerin renk körü olduğu – bazı kaynaklarda mavi ve yeşil tonlarını ayırt edebildikleri iddia ediliyor – ne kadar sağlam bir bilgidir açıkçası fikrim yok, ama Mischa aynı kumaşın bej olanına kesinlikle oturmaz. İkisi bej ikisi saks mavi sandalyenin yerini ara sıra değiştirmemize rağmen o mutlaka kendisininkine kurulur. Sağır olduğuna ise, renk körlüğünden farklı olarak, kuşkumuz yok. Bilimselliği tartışılabilir belki, ama ayak seslerimi duyurmadan yaklaşıp korkutabildiğim ya da arkasında el çırpmama rağmen kulak tüyünü dahi oynatmayan başka bir kedi tanımadım. Ada dünyaya gelene kadar Mischa evin tek çocuğuydu. Tek oğul olma sıfatına ise sahip olmaya devam ediyor ve de muhtemelen gelecek yıl başı çekilecek piyangodan çıkacak ikramiye ile satın alacağımız evin bahçesini bekleyecek köpeğimiz aramıza katılana kadar da bu böyle kalacak. Mischa‟nın bize gelişi, dişi kedileri yediz doğuran arkadaşlarımızın yavrulardan mümkün olan en iyi ve süratli şekilde kurtulma projesi ile yeni bir eve taşınma tarihimizin örtüşmesi sonucunda gerçekleşti. Belki aldığımız ve de ömrümüz boyunca alacağımız en güzel güle güle oturun hediyesine ne eşim ne de ben hazırlıklıydık. Her ikimiz de evlenmeden önceki hayatlarımızda evcil hayvan sahibi olma tecrübesini yaşamıştık, ama onlar köpek bu ise bir kediydi. Kedi insanı olmak deyimine inanıyor ve bu tanıma uymadığımızı düşünüyorduk, ama denemeden de bilemezdik. Sorun kedilerin nankör olduğu hurafesi veya havada uçuşan tüylerinin soluk borumuz vasıtasıyla ciğerlerimize yapışıp bizi hasta edeceği kuruntusu değildi, sorun ikimizin de şimdiye kadar hiç kedi beslenen bir evde yaşamamış olmamızdı. Ayrıca bir kedi eğitilebilir miydi, köpeğin verdiği sevgiyi verebilir miydi? Bu soru işaretlerini gidermenin en iyi yolunun iki haftalık bir deneme süresi olduğu konusunda yediz babası arkadaşımızla da mutabık kaldık. İleride sahip olmayı umduğumuz bebek için de faydalı bir tatbikat olabilirdi bu fedakarlık dönemi. Kısacası bir kedimiz olacaktı, ama bizim haftaya
çıkılacak bir seyahat planımız vardı. Bir haftalık erteleme talebimiz olumlu karşılandı ve Mischa‟cık annesinin yanına emanet bırakıldı. Gezi dönüşü ilk iş kedimizin durumunu sormak oldu, ama telefon görüşmesi beklediğimiz gibi neşeli geçmedi. Açık unutulan bir pencereden pervaza çıkan haylaz ufaklık on metreden betona düşmüş. İyi haber kırık kemiğinin olmamasıydı, ama kimsenin aklına kulaklarını muayene ettirmek gelmemişti. Zaman içinde sağır bir kedi ile aynı evi paylaşmanın kimi avantajları olduğunu gördük, özellikle Mart aylarında çoğalan çağrılara karşı kayıtsızdı Mischa ve en büyük merakı bizimle beraber huzurlu huzurlu oturup televizyon seyretmekti. Derken Mischa ergen oldu... Yüzünde sivilceler çıkmadı ya da ses tonu değişmedi, ama doğanın emrine uyan hormonlar çalışmaya başladı ve kedimizin erkek olduğunu ispatlama ihtiyacı hissetmesine sebep oldu. Testosteron içerikli parfüm ile işaretlenen masa bacakları, saksılar, yer minderleri Mischa‟nın topraklarının sınırlarını belli ediyordu etmesine, ama burnumuzun direğini de sızlatıyordu. Çamaşır suyuyla bile evden sökülüp atılamayan koku kedimizin erkekliğinin de sonu oldu. Veterinerden bir hafta sonraya ameliyat günü alındı. Bir haftalık sürede kızışmış bir dişi bulup oğlumuza ilk ve son kez bir gönül macerası yaşatmak amacındaydık. Veterinerin aracı olmasıyla uygun bir gelin adayı bulundu ve ertesi güne randevulaşıldı. Kız tarafı oldukça kalabalık geldi, heyette Uğur‟un sahibi olan küçük kız, kızın annesi, babası ve tabii ki Uğur vardı. Erkeksi olmayan isimli damada, dişilikten yoksun isimli bir kız uygun görülmesi tanrının espri anlayışının bir göstergesiydi tahminimce. Uğur burnu duvara çarpmış gibi basık olmasına rağmen güzelliğinden zerre kadar kuşku duymayan bir erişkindi. Boynundaki çıngırağı her adımında öttürerek başta erkekler olmak üzere herkesin bakışlarını üzerinde toplamaya alışıktı ve besbelli bundan hoşlanıyordu. Beklediği ilgiyi görememekten ötürü büyük ihtimalle ilk hayal kırıklığını yaşayacaktı, çünkü Mischa‟nun sesleri duymadığından haberi yoktu. Tanışma faslına eşlik eden çaylar tüketilince Uğur‟un ailesi iki gün sonra gelmek üzere izin isteyip kalktılar. Oğlunun kız arkadaşını yatıya alan babanın güvensizliğine bir de örfümüzdeki misafirperverliğe hiç de yakışmayacak şekilde kızın namusuna el uzatılacağını peşinen kabullenmenin getirdiği garip bir duygu karışıyordu. Mischa ilk defa karşı cinse yaklaşan her toy delikanlı gibi gayet ürkekti, adımlarını tarta tarta atıyor, mehter takımı gibi iki ileri bir geri gidiyordu. Uğur ise çemberin feleğinden geçmişçesine davetkar davranıyordu. Yere sırt üstü yatıp bir sağa bir sola dönen bir dişinin karşısında eli ayağına dolaşan oğlum, bana ilk gençlik günlerimi hatırlatmış olacak ki, bu utançtan bir an evvel kurtulmak amacıyla süreci hızlandırmak istedim. Mischa‟yı cesaretlendirmek amacıyla, köy düğünlerinde damada yapılan davranışın kibarcasını sergiledim ve sırtından ite ite Uğur‟a yaklaştırdım. Bu kadar işve, cilve bizimkini iyice donuklaştırdı. Kız kendini ağırdan satıp naza çekse Mischa atağa geçebilirdi, belki de baştan kazanılmış bir zafer çok çekici gelmiyordu çapkınıma... Belki de sebep çok daha basiti ve sarı, siyah, beyazdan oluşan üç renkli kürkü oğlum sevmemişti. Gözlerimiz uykudan kapanmak üzereydi ve aksiyon dozu düşük seyirlik gerek izleyiciler gerek de oyuncular için başarılı bir final vaat etmiyordu. Çok geçmeden kız da acemi delikanlıyı gaza getirme gayretlerinden sıkılmış ya da kadınlık gururu zedelenmiş olacak ki ve mama kabının başına gitti. Ancak o mama kabı Mischa‟ya aitti ve Uğur hariç odadaki kimse bu girişimin nasıl sonuçlanacağını bilmiyordu. O kendinden son derece emin ve sanki daha önce defalarca Mischa ile aynı tabağı paylaşmışcasına teklifsizdi. Mischa da ataletinden kurtuldu ve çabucak kızın peşinden gidip olayı yerinde inceledi. Açıkça efelenmedi ve anladığımız kadarıyla ters bir söz de söylemedi. Ama kulakları duymayan insanlar gibi Mischa‟nın da miyavlaması bozuktu ve bu durum iyi niyetli kelimelerin yanlış anlaşılmasına sebep olmasa bile iletişim kalitesini düşürme riski taşıyordu. Neyse ki endişelerimiz boşa çıktı, Uğur kenara kayarak
sofrada yer açtı ve gençler aynı kaptan yemek yemeye başladılar. Onları kendi hallerine bırakarak yattık. Sabahın ilk ışıklarıyla gözümüzü açtığımızda evdeki sessizlik dikkatimizi çekti. Mischa genelde yatağın ayak ucunda yatar ve gün ağardığında da bizi uyandırırdı. Çalar saatimizi emekliye ayıracak kadar dakik kedimizin sıcaklığı bile yoktu çarşafta. İki kedinin de çıt çıkarmamasını yardırgayarak eşimle odadan çıktık. Ben önde o arkamda koridoru geçtik. Mama kabı boştu ve normalde bu bile başlı başına bir isyan gerekçesiydi. Ebeveynlerinin yatak odasının kapalı kapısına yaklaşan bir çocuk gibi usul usul salona girdik. Manzara olağanüstüydü, iki kedi kanepenin üstünde ana kucağındaki kardeşler misali üst üste sarmaş dolaş yatıyorlardı. Hemen eşimden fotoğraf makinesini bulmasını istedim. Dakikalar geçtiyse de makine bulunamadı. Derken gençler uyandı ve o eşsiz an sadece belleklerimizde kaldı. Fotoğraf makinesi ancak akşama doğru bulundu. Mutlu çiftin beraberlikleri ertesi gün sona erecekti, ama görünüşe bakılırsa aslan oğlum çoktan skor yapmıştı. Kanepede doğrulup gururla bana bakışından anlamıştım, ben de yirmi birinci yaş günümün sabahında aynaya böyle bakıyordum. Günün ilerleyen saatlerinde Mischa marifetini bu kez de bizim şahitliğimizde tekrarlamak amacıyla bir kaç kez Uğur‟un üstüne çıkmaya çalıştıysa da kızın önceki günkü ruh halinden eser yoktu. Çekingen misafir rolünü benimseyen kız sırtına duvara verip sehpa niyetine kullandığımız eskitilmiş ahşap taburenin arkasına siper aldı. Defalarca reddedilmekten ve ailesine küçük düşmekten bıkan bıçkın erkeğimiz hedefe ulaşmanın gösterişli bir yolunu buldu; sıçramaya hazırlanan iri bir çekirge gibi bacak kaslarını iyice sıkıştırdı ve birden yayı boşalmışcasına olduğu yerden taburenin üstüne fırladı. Oğlumun hesaplayamadığı ise dört buçuk kiloluk cüssesini taşımakta normalde hiç zorlanmayan eşyanın, zıplamanın ivmesiyle devrileceğiydi. Daha vahim bir hata ise taburenin düşeceği yerde Uğur‟un olmasıydı. Kazayı önceden algılamama rağmen gövdemin harekete geçmesi zaman aldı ve tabure üstünde Mischa ile birlikte büyük bir gümbürtüyle zavallı kızcağızın üzerine düştü. Bereket versin ki bir sakatlık çıkmadı, ama taze bir aşkın sonu oldu bu olay. Akşama kadar iki kedi bir daha birbirlerine sokulmadılar. Ertesi gün Uğur‟un ailesi gelmeden önce Mischa, ev sahibi konumundaki bir centilmen olarak bir özür dileme girişiminde bulunduysa da havaya kalkan üç renkli pati onu anında bu niyetinden vazgeçirdi. Ayrılık esnasında soğuk kanlılığını koruduysa da hava kararınca acısını saklayamadı, tüm odaları teker teker derinden gelen gürültülü bir miyavlamayla dolaştı ve tahmin ediyorum ki, aralarında şiddetli geçimsizlik de olsa eşini aradı. Kısırlaştırma operasyonu sorunsuz geçti. Mischa testisleri çöl kumuyla, aklı ise iki günlük aşkın hatıralarıyla dolu olarak bizimle yaşamaya devam ediyor. Zaman içinde başımızdan geçen, biri şehir dışına olmak üzere üç taşınma sinir sistemini alt üst ettiyse de ilk macerasını unutmadığına eminim. Oğlumuzun çocukları oldu mu bilmiyoruz, ama attığı tohumlar eğer sağlıklı yavrulara dönüştüyse en azından birini tek bir kez olsun kucağıma alıp sıcacık göğsünü, yumuşacık kulaklarını, pembe tabanlarını okşamak isterdim. Torun hevesimiz kursağımızda kalmasın diye umutlarımızı Ada‟nın eteklerine bağladık. Ancak beklentimiz tabii ki, tek bir kez mis kokusunu içimize çekmenin ve bebek topuklarını ısırmanın çok daha ötesinde...
İsimsiz Karakterler Az önce çıkardığı işin keyfine vararak dalgın dalgın büroya dönüyordu. Mesleğinin ilk şartı olan objektiflik ilkesine sonuna kadar bağlıydı, ama ilk defa sanki kendini konudan soyutlayamıyordu. Röportaj yaptığı ressam kız doğuştan görme engelliydi. Gerçekten üstün yetenekliydi, hayata tüm gücüyle tutunuyordu ve de öyle güzeldi ki. “İnsan dünyaya ait bilgilerinin yüzde seksen sekizini görme yoluyla edinir. Körüm ve üstelik renk, ışık, perspektif bilgisine dayanan resim sanatı ile uğraşıyorum. Nasıl olup da resim yaptığım ile değil, ortaya koyduğum eserlerle gündeme gelmek isterim.” “Işığı ve renkleri bilmiyorsunuz ama yine de resim yapıyorsunuz. Kendinizi ifade etmek için müzik, heykel, yazarlık gibi dallar da deneyebilirdiniz, neden illa resim?” “Kendimi bildim bileli parmaklarımla hissettiklerimi zihnimde şekillendiririm, yani bir anlamda her anımda zaten resim yaparım, hem de fırça, boya, kağıt kullanmadan.” “Bu konuda bir profesyonelden eğitim aldınız mı peki?” “Hayır, resim öğretmenleri gözleri görmeyen bir öğrenciye ders vermek için pek hevesli değillerdi.” “Ama siz pes etmediniz.” “İnsan, kendisi olmaktan bıkmamalı, vaz geçmemeli. Babam her zaman böyle der.” “Kendi kendinize mi öğrendiniz?” “Yaptıklarımı anneme babama gösteriyordum, onlar da hatalarımı tarif ediyorlardı. Tekrar yapıyordum ve onlar tekrar düzeltiyorlardı. Deneye yanıla öğrendim, ama tamamen kendi başıma diyemem.” Ne kadar cesur diye düşündü gazeteci... Ve ne kadar güzel! Oldukça etkilenmişti. Belki biraz da acıdı içinden. Keşke.... “Abi, ...abi, baksana bi abicim!” Duygularına gem vuramamanın kafa karışıklığı ile ara sokaklardan geçerek, işe kestirmeden dönmek isterken yolu bir ilköğretim okulunun kapısına düşmüştü. Sokağa çıktığında iplik iplik yağan yağmur kalınlaşmış, irileşmişti. Yürürken su birikintilerine basmamaya çalıştığı için kafası önündeydi. “Abi, şu parayla bize karşıdan bir top alsana, hadi be yakışıklı abim, yap bir güzellik!” Döndü baktı. Demir parmaklıkların arasından kendisine uzana eller, ellerin sahiplerinin isteyen bakışlı yüzleri ve açılıp kapanan ağızları vardı. Kendisine bir şeyler söylüyorlardı. Kulak verdi. Teneffüse çıkmış çocuklar, yaşları on dört on beş olmalıydı, demir paralar uzatıyorlardı. İşaret ettikleri yöne baktı. Küçük bir dükkan, vitrinine renk renk toplar dizmişti. Küçüklerin çağrısına uydu ve topun parasını alarak yolun karşısına geçti. Yirmi yıldır top satın almadığını düşünerek dükkâna girdi. “Bir top alacaktım, çocuklar için.” “İstediğinizi seçin.” Dükkan sahibinin halinden bu tip alışverişlere alışık olduğu belliydi. Elindeki topla okulun kapısında sabırsızlıkla bekleşen çocuklara doğru yaklaştı. Teşekkür sesleri arasında iki üç el birden uzandı topa ve plastikten küreyi istemeden yere düşürdüler. Yola yuvarlanan oyuncağı almak için hızla hamle yapan gazeteci karşıdan gelen arabanın yavaşlayacağına emindi, çünkü okul önündeki yolun her iki ucunda da hız kesici tümsekler vardı. Direksiyon başındaki emekli subay hiç de acemi bir sürücü değildi, ama kalp kası bir süredir düzgün çalışmıyor, tekliyordu. Ansızın göğsüne saplanan bir ağrı sonucu istemsizce sağ ayağını gaz pedalına dayadı ve göz açıp kapayıncaya kadar kısa sürede bir tonluk metal kütle yola eğilmiş genç adamı altına aldı.
Kaza kurbanı şans eseri ölmedi, ama bir çok genç erkek için ölmekten beter korkulan bir sona maruz kaldı. Tekerlekli sandalyeye mahkûm olmanın isyanını, mesleğine karşı duyduğu tutku ve kaza günü röportaj yaptığı genç kızın aklından çıkmayan varlığı sayesinde dizginledi. Gazetenin amirleri ona kucak açmış ve işine devam etmesi için onu cesaretlendirmişlerdi. Acaba ressam kız da beklentisine uygun davranacak ve ona ilaç olabilecek miydi? Adaletli tanrı gazetecinin başına gelen felaketi dengelemek istemiş olacak ki, genç kız da delikanlıdan etkilenmişti. Birbirlerinin ilgisine ve sevgisine muhtaç iki genç kısa sürede sevgili oluverdi. Birlikte daha çok zaman geçirmek karşılıklı güvenlerini arttırdı, ilişkileri köklendi ve aralarındaki kuvvetli bağı ölümsüzleştirmek amacıyla işi resmiyete dökmeye karar verdiler. Gazetecinin ailesi durumdan haberdardır ve de çok mutludur. Ressamın evindeyse anne gençlerin ortak bir gelecek hayalini bilmektedir, lakin anne kız ortak bir kararla durumu son âna kadar babadan gizlerler. Albay emeklisi baba kızına oldum olası pek düşkündür ve yaşlandıkça askeri disiplini de biraz gevşemiştir, ama dediğim dedik olması ile nam salmıştır. Ağzından çıkan cümlenin peşinden sonuna kadar gider ve üstelik astlarından da tereddütsüz itaat bekler. Nitekim ordudan ayrılması da aslında verdiği bir kararın yanlış olduğunun çok geç farkına varması yüzünden kendine kızıp yine ani bir kararla istifa etmesi sonucu olmuştur. Evin hanımları da eski askerin bu huyundan çekindikleri için uygun zamanı beklemektedir. Tekerlekli sandalyedeki adam, “Klasik nikah şekeri yerine lavanta dolu kesecikler dağıtalım istiyorum, ne dersin?” diye müstakbel eşinin fikrini sorarmış gibi yaptı. Aslında kendi görüşünü kabul ettirmeye çalışıyordu. Genç bayan hem romantik hem de ısrarcıydı. “İki adet badem şekeri birlikte bir kalbi temsil ediyorlar, eğer illa farklılık yaratmak istiyorsan şekerlerin rengini değiştirebiliriz. Mesela beyaz yerine sarı kırmızı kaplamalı badem sardıralım beyaz tüllere.” “Senin kadar fanatik kadın görmedim, umarım beni de takımın kadar seviyorsundur.” Futbol tutkunu gelin damadın yanağına bir öpücük kondurur, “Aman da aman, daha şimdiden kıskançlık yaparmış benim sevgilim! Hiç endişelenme aşkım, sensiz asla maç seyretmeyeceğim.” Trafik kazası sonucu yürüme yetisini kaybeden erkek neşelidir. Gülerek, “oh şimdi içim rahatladı işte.” Kız eve heyecanla gelir. Televizyonda tuttukları takımın maçı vardır ve spikerin skor anonsu, babanın keyfinin yerinde olduğuna işaret etmektedir. Annesinin de onayıyla müjdeyi(!) verirler... Babanın kafasının maçta olduğu bellidir. “Çok sevindim, bir yastıkta kocasınlar.” “Kim kocasın? Baba ne diyorsun? Duymadın beni galiba...” “Evlenme kararı almışlar ya... öyle demedin mi?” Son düdük çalar ve ailenin reisi esas konuya odaklanır. Biraz önce duyduğu cümledeki öznenin kendi kızı olduğunu öğrenince birden gerginleşir. Sorgulama başlar, kaç yaşında, adı ne, ne iş yapıyor, daha önce evlenmiş mi?... Duydukları onu tatmiş etmiş gibidir. Anne kızının mürüvvetini görecek olmaktan son derece kıvançlıdır. Kız ise havayı koklayarak, detay anlatıma girişmeli mi yoksa sadece sorulanları mı cevaplamalı ikileminden çıkmaya çalışmaktadır. Bu yaşa kadar her zaman kontrollü oldum, bu evin kurallarına uydum, ama artık yeter, kendi hayatımı kurup, kendi kurallarımı koyacağım diye düşünür. “Tanıyınca siz de seveceksiniz. Beni ne kadar sevdiğini görünce içiniz rahatlayacaktır eminim.” “Daha fazla geciktirmeyelim bu tanışmayı, zaten en son ben öğrendim. Bu pazar birlikte piknik yapalım.”
“Olur tabii. Yalnız baba bir şey daha söyleyeceğim. Benim için bir problem değil ve sizin değer yargınızı da olumsuz etkilemeyeceğini biliyorum, ama sonradan sürpriz olmasın... Onun bir tekerlekli sandalyesi var!” Baba biricik evladının özürlü birisiyle, ne kadar sevgi dolu olursa olsun, evlenmesine razı olmaz. Kızın itirazları ve karısının telkinleri karşısında yumuşamak şöyle dursun, büsbütün hırçınlaşır. “Kendim olmaktan vaz geçmemem için beni yıllarca cesaretlendiren sen değil misin? Ne derdin unuttun mu? Kostümlerinden kurtul, korkularından arın ki, özgür kalasın. Ama mutlaka bir şeye bağlan ki, hürriyet ziyan olmasın. Sevgini ve ömrünü ona ver ki, kendini bulasın.” ”Tuvallere aşkın sönmesin diye söyledim onları, kastettiğim resimdi, yürüyemeyen bir adam değil. Kızımı tehlikelerden korumaktan aciz biri ne yüzle karşıma çıkıp bebeğimi benden alacak. Asla olmaz, seni ona vereceğime vururum!” Albayın hanımı daha fazla sessiz kalamaz. “Aman bey, neler söylüyorsun, ağzından yel alsın, iyice tozuttun yine” “Yok yok aklım başımda, korkma hemen, tabii ki kızı vuracak değilim. Kastettiğim o herifi vurup bu meseleyi kökünden halletmekti.” Öfkesini güçlükle bastıran genç kız, babasını ikna edemeyeceğini anlar. Asi kız rolü işleri büsbütün kötüye götürecektir. Durumu telefonla sevdiğine bildirir ve bir daha görüşemeyeceklerini söyler. “Senin iyiliğin için, anlamıyorsun, hayatın tehlikede.” “Kaçarız, bizi bulamazlar. Çocuk değiliz, kimseden izin almak zorunda değiliz!” “Deli olma, babamı tanımıyorsun. Her yerde tanıdığı vardır, eli kolu uzundur. Ne yapar eder bulur bizi ve ikimizi de öldürür.” “Ben korkmuyorum, ama sen aşkımızı bu boş tehditlere feda edeceksen o başka!” “Hayır saçmalama, benim için yanmıyor mu sanıyorsun?” Delikanlı ağladığının duyulmaması için telefonu kapatır. Genç kız telefonu elinden bıraktığı gibi resim odasına dalar. Tuvalleri yırtar, boya tüplerini tekmeler, fırçaları kırar, ama hırsını alamaz. Anne o sırada babayı yatıştırmakla meşguldür. Aşk acısıyla paramparça bir kalp tarih boyunca daima çok tehlikeli olmuştur. Nitekim beyin kontrolü ele almakta gecikince kız kendini bir anda elinde babasının beylik tabancasıyla buluverir. Kalbi isyan içinde kan pompalayarak, damarlara zehirli mesajlar taşımaktadır. Çok geçmeden sağ elinin tetik parmağına, “Bu acıyla yaşanmaz”, mesajı ulaşır. Hayallerine kavuşmasını engelleyenleri cezalandırmak için tüm dinlerin yasakladığı bir yolu seçer ressam ve tavanı koyu kırmızıya boyar. Kurşun, alışık olmayan eller tarafından yönlendirildiği için hedefi bulamamış ve damaktan girip beyni sıyırdıktan sonra çıkmıştır. İntihar diye bir şey yoktur aslında. Kurbanlar zaten önceden öldürülmüşlerdir. İntihar eylemi onların, kimi kez korkudan bazen de sevgiden, katillerini ele vermeme yöntemidir. Babasının tabancasıyla intihar girişiminde bulunan genç kız tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı. Organları babası tarafından, annesi taraftar olmasa da, bağışlandı ve kızları dört kişide yaşamaya devam etti. Kalbin nakledildiği emekli subayın kalp kası fonksiyonları bozuk, akciğer basıncı yüksekti. İnsanlar üstünde ilk kez denenen bir ameliyat tekniğiyle eski kalp alınmadan kalp nakli gerçekleştirildi ve bünyenin yeni kalbi kabul etmesi için tedavi uygulandı. Cerrahların kayda değer başarısı ve haftalar süren ilaç desteği sayesinde hasta yaşamını iki kalple sürdürmeye başladı. Hastane çıkışında etrafını saran basının ilgisi karşısında şaşırdı.
Tekerlekli sandalyesinden ötürü en önde mevzilenen muhabir atak davrandı, “Buraya gelirken ölebileceğinizi hiç düşündünüz mü?” İki kalbi olan adam ameliyat yerini göstererek, “Bu bozuk kalp, bir gencin sakat kalmasına sebep oldu. Onunla yaşamaya devam etmek başkaları için de tehlikeliydi. Evet riskli bir ameliyattı, ama doktorlar ne yapacaklarını çok iyi biliyordu.” “Ama şimdiye kadar sadece hayvanlar üstünde denenmiş bir yöntem uygulandı, korkmadınız mı?” “Doğrusunu söylemek gerekirse biraz korktum, ama görüyorum ki doğru karar vermişim.” Gazeteci, “Şimdi nasıl hissediyorsunuz, doktorlar ne kadar ömür biçti?” Emekli subay, “Gayet iyiyim. Sürenin bir önemi yok, ben sormadım, onlar da söylemediler. Bir komutanımız şöyle derdi, Horozların durmaksızın öttüğü gecenin şafağında öleceğim. Yeniden başlamak için!” “Ne kadar cesurca, bravo doğrusu. Bizlere vereceğiniz bir mesaj var mı, benzer durumdaki hastalara ne önerirsiniz?” “Hayata tutunmaktan vaz geçmesinler. Büyük savaşları kazanmak için risk almak gereklidir ve fedakarlık olmadan başarı gelmez. Sonuçta ben galip çıktım, şimdi sevmek ve umut etmek için iki kat fazla kaynağım var.” Ancak tıp adamlarının başarısı, gelen bir mahkeme celbi ile sekteye uğradı. İki kalpli adama kaza sonucu kalıcı sakatlığa sebebiyet vermekten dolayı dava açılmıştı. Kalp genç bir kızdan alınmıştı, ama beyin yaşlıydı ve bedenin patron koltuğunda o oturuyordu. Mahkeme koridorlarının kokusunu sevmeyen yaşlı patron(!) şirketi kapatmaya karar verdi. Emekli subay tıp tarihine geçmenin sorumluluğu kaldırmış, ama ceza dosyalarına adının girmesinin ağırlığına dayanamamıştı. Kış o sene bazı hayatlara doğaya geldiğinden daha erken geldi. Kısa sürede çeşitli rahatsızlıklar baş gösterdi ve yapılan ilk tetkikler sonucunda çifte kalbin enfeksiyon kaptığı belirlendi. Derhal bir ilaç kürüne başlandıysa da durumu kötüye gitti. Hastane yatağında, tüm organlarının bağışlanması talebinde bulunduysa da enfeksiyon sebebiyle son isteği yerine getirilemedi. Hayat her zaman olduğu gibi devam ediyordu. "Hayırdır, bir derdin mi var, suratın asık?" "Hiç sorma, bugün aldığım bir haber çok keyfimi kaçırdı" "Üç dört kadehin geçiremeyeceği kadar büyük bir sorun mu?" "Evet" "O zaman sana bir yetmişlik lazım.” “...” “Peki sana ilik gibi bir Rus ayarlasam, otelde bir saat sana unutturamaz mı sıkıntını?" "Evet belki, ama ya bir saatin sonunda?" "Tamam o zaman, Maldivler'de bir hafta tatil senin derdine kesin çare olur. Olmaz mı?" "Olur herhalde, ama o kadar para nerede?" "Demek ki, paranın çözebileceği bir sorun, takma kafana o zaman. Otur da çalış! Bu arada aldığın haber neyle ilgiliydi?" “Geçen hafta vücuduna ikinci bir kalp nakledilen bir adamla röportaja gitmiştima ya... ölmüş.” Yavaştan bir kar başladı dışarıda. İki arkadaş önce dışarı sonra birbirlerine bakıp anlamış ve anlaşmışçasına sustular. Mimiklerinden geleceğe dönük beklenti ve dilekleri belli oluyordu. Yağan kar insanlıktan eskidir. Aceleden yoksun bir şekilde donuk gökte salınışı, geçmişi bilmektendir.
Kardeş Kardeş Cezaevinden yazılan mektuplardaki özlem, pişmanlık, öfke, gerçekçilik o kadar dokunaklıydı ki, kitap basılır basılmaz edebiyat çevrelerinin ilgisini çekti. Sadece gazetelerin ilgili eklerinde değil, kulaktan kulağa yayılan fısıltı gazetesinde de kendine önemli bir yer buldu mahpusta yaşananlar. Bu şöhretin sebebi kitabın edebi kuvvetinden ziyade yazarının kimliğini gizlemesiydi. Öyle karanlık olaylara ışık tuttuğu falan yoktu anlatılanların, aksine son derece sıradan gündelik şeylerdi içindekiler, ama yine de içerideki dünya dışardakiler için bir merak konusuydu. Adeta bir günce diliyle yazılan sayfalar hapishanede geçen herhangi bir televizyon filminden daha çarpıcıydı. Ekranlara yansımayan gündelik detaylar ve duygular satırlardan taşıyor, okuyanın kafasında can buluyordu. İlk günün şaşkınlığı, duşların soğukluğu, şiltenin kokusu, betonun dokusu, radyonun umudu, hepsi ve dahası mektuplardaydı. Kitap onlarca aya yayılan onlarca mektuptan oluşmuştu. Yayınevi gazetecileri cevapsız bıraktı. Özel bir anlaşma gereği yazarın kimliği saklı kalmalıydı. Bilinmeyenin cazibesi dikenli telleri, yüksek duvarları, demir parmaklıkları bile iki çorba taşımı sürede aştı ve tüm cezaevlerinde en çok aranan kitap oldu. Aslında yazılanlar hiçbiri için ilginç veya yeni değildi. Hatta içlerinden bazılarının kalemi daha kuvvetliydi, ama işte bu kitap para kazanıyor ve kazandırıyordu. İşin sırrını öğrenmek için okuma sırasına girenlerden bir kişi diğerlerinden daha çok şaşırdı. Sadece duygular değil, kelimeler de ona aitti, ama bir kitap yazdığından habersizdi. Acaba bu benzerlik nerede son bulacak diye sonuna kadar bir solukta okudu. Sayfalar tükendiğinde ise o güne kadar sergilediği akıllı uslu tavrından, sakinliğinden eser kalmadı. Duvarları yumrukladı, boğazı maviye kesinceye kadar bağırdı. Onu yakından tanıyanlar olayın iç yüzünü bilmeseler de ortada bir haksızlık olduğunu anladılar. Dört duvar arasına sıkıştırılmış on binlercesi gibi Haluk da kader kurbanıydı, ne acı çektirmekten hoşlanan bir zorba ne de bir azılı bir soyguncuydu. Ağabeyinin aldığı krediye kefil olmuş ve geri ödemeler gecikip de banka kapısını çalınca Haldun'u sırra kadem bastığını öğrenmişti. Evdeki eşyalar haciz edilirken karısı çareyi çocuğu da alıp baba ocağına sığınmakta buldu. Tek başına bir erkeğin doğada hayatta kalması, açlığa dayanması, barınak bulması, kavgaya tutuşması daha kolaydı. Karısı iç güdülerine kulak vererek doğru bir karar vermişti, ona kızamaz darılamazdı. Bir akşam dertli dertli kahvede otururken yanına yaklaşan karanlık bir tip, tek seferlik bir iş anlaşması önerdi. Eğer becerebilirse yüklü sayılabilecek bir miktar kazanacak ve eşyaları rehinden kurtarabilecekti. Aksi halde ise bir yıla kadar hapis cezasına çarptırılma ihtimali vardı ki, tek başına çıplak bir evde yaşamak ve üstüne bir de kira ödemektense, askerlik yaşamından alışık olduğu koğuş düzeninde uyumak çok da korkunç gelmiyordu kulağa. Hele de önümüzdeki ayların ülkenin geçireceği en soğuk kışa gebe olduğun herkesin dilindeyken, Haluk'un seçimini yapması zor olmadı. Kaybedecek bir şeyi olmayan adam işi kabul etti, ama şansı yaver gitmeyince yakayı ele verdi ve kodese tıkılıverdi. Aylar sonraki bir görüşme gününde ise bankanın izini bulamadığı ağabey çıkageldi. Haldun süklüm püklüm özür dilemiş ve bir avukat tuttuğunu, en kısa zamanda işleri yoluna koyacağını söyledi. Polis kurşunuyla bacağını kaybettiği için iş gücü kaybına uğradığını ve devletten alacaklı konumuna karşılık cezai indirime gidilebileceğinin müjdesini verdi. İşlerinin yoluna girmeye başladığını ve yakında ekonomik olarak rahata çıkacaklarını eklemeyi de ihmal etmedi. Haluk eskiden beri ağabeyinin hazır cevaplılığına, laf
cambazlığına hayrandı. İçinde biriktirdiği öfke, tanıdık bir yüz görmeden geçen aylardan sonra karşısında kanından canından birini bulmanın etkisiyle tahmininden çabuk söndü. Tabii bunda Haldun‟un tatlı dilinin de payı vardı... - Hatta yıl sonundan önce protez parasını bile denkleştiririz, bakarsın eski günlerdeki gibi yürüyüşe çıkarız beraber! Ne dersin, güzel olmaz mı? - Kuru bir özür dilemek yerine bu kadar süslü laflar hazırladığına göre keyfin gerçekten yerinde olmalı. Bana bak Haldun, son iki yıldır çektiklerim bana yeter, bundan sonra beni rahat ettirmek boynunun borcudur. Altında yatacak bir dam ve karın tokluğuna yetecek zıkkımı burada da veriyorlar zaten, ama protez bacak gerçekten de makbule geçer, eksik olma! - Bu arada kitap mevzusunu da suratıma çarpmadığın için sağ ol, kulağına geldiğini biliyorum, büyüklük gösterdin. Güya ağabeyin olacağım, ama sen hep benden olgundun. - İlk başta kızmadım değil, ama şimdi düşünüyorum da fena da etmemişsin hani. Bir dikili ağaç bırakmak geriye, bu dünyaya bir çivi çakıp da gitmek az şey değil yani. Yazarın adı gizli olduğuna göre çalmış da sayılmazsın. Öyleyse sorun yok diye düşündüm. Sorsaydın iyi ederdin belki, ama affettim gitti işte. Ne zaman göreceğim seni tekrar? - Bir süreliğine İstanbul‟a gideceğim, ama bir aya kalmaz gelirim yine. Umarım daha da iyi haberler getiririm bir daha ki sefere. Bu arada o taraflarda tanıdığın var mı hiç? - Evet, askerden bir iki kişi olacaktı... Kitaplarımın durduğu koliyi aç, içinde bizim dönemin yıllığı var. Mesela Mert‟i bul, selamımı söyle, iyi çocuktur, yol iz bulmanda yardımcı olur. - Tamamdır, icabına bakarım. Hakkını helal et kardeşim! - İyi, helal olsun bakalım. Su gibi git, su gibi gel! Mert banyodan seslenir, “Telefona bakar mısın, ellerim kirli.” İkinci çalışta Esma cevaplar, “Alo, evet eşiyim. Kendisi biraz meşgul, sizi arasın mı? Peki, iyi akşamlar.” - Kimmiş? - Askerden bir arkadaşın, Haluk. - Haluk mu, Haluk Sertbıyık mı? - Bilmiyorum. Soyadını ya hiç söylemedi ya da o kadar hızlı söyledi ki dikkat edemedim. - Numarasını bıraktı mı bari, peki beni nereden bulmuş, onu söyledi mi? - Annenlerin numarası yıllıkta varmış, burayı da annen vermiş. Yarım saate kadar tekrar arayacakmış. - Enteresan. Bunca sene sonra ne alaka... - Samimi miydiniz? - Sohbetimiz vardı tabii, ama yakın arkadaş listemde değildi doğrusu. Neyse, göreceğiz bakalım. - Bu Haluk‟tur herhalde, ben bakarım. Alo, evet hatırladım. Şaşırdım tabii, hayırdır? Dakikalar sonra Mert mutfağa gelir, yüzünde çarpık bir tebessüm vardır. Esma kocasının, “izin isteyen çocuk” suratını tanımaktadır. - Ne işi düşmüş sana, borç mu istiyor? - Hayır, bu akşam şehre gelmiş de, yarın görüşmek istiyor. Yemeğe davet etsem mi, yoksa dışarıda mı buluşsak? - Askerdeyken bile fazla samimi olmadığın bir adamı ne diye eve getireceksin ki? Yemek sonrası bir şeyler içmek için kulübe götür mesela.
-
Çok yakın değildik, ama geçmişe ait herhangi biri bile şimdi kıymetli geliyor insana. Düşünsene aylarca aynı yemeği yedik, aynı çatı altında uyuduk. Garip, ama böyle hissediyorum.
Buluşma sonrası sarhoş denemeyecek bir alkol miktarı ile Mert eve gelir. - Nasıl geçti geceniz, özlemiş misiniz birbirinizi? - Evet, anılar falan derken bayağı bir konuştuk. Yıllar amma da hoyrat davranmış Haluk‟a, sanki benden on yaş büyük. Bu arada doğru tahmin etmişsin, borç da istedi, ama sadece bir hafta için... Yayınevi sahibi ile birlikte nüfus müdürlüğüne gidecekler ve gerçek ortaya çıkınca da alacağı paradan borcunu ödeyecek. - Hangi yayınevi, ne parası? Yine içinden düşünüp dışından konuşuyorsun. Baştan anlatsana şunu! - Bizimki bir kitap yazmış, ama ağabeyi sahiplenmiş. Yayıncı da kim kimdir bilmediği için ödemeyi yanlış kardeşe yapmış. Yanlış hesap Bağdat‟tan dönecek, merak etme. - Ağabeyi neredeymiş şimdi peki, neden ondan istemiyor, yayıncı iki kere para vermez ki? - Orası karışık biraz, boş ver. Zaten bizi batıracak bir miktar değil istediği. - İyi de, kafan yatmadıysa ne diye borç vereceksin, kolay mı kazanıyorsun sanki? - Yok, yok kafam yatmadı değil, anlatması uzun sürer diye öyle söyledim. - Ne yani, beni geçiştirmeye mi çalıştın? Ben sana hesap sormadım, gecenin nasıl geçtiğini sordum sadece. Eğer uygun gördüysen ve geri almasan bile için rahat edecek ise benim açımdan sorun yok, “zekat niyetine” der, unuturum ben. - Fıstıkçık, seni seviyorum. İyi vakit geçirdim, geldim. Hadi üzmeyelim birbirimizi. Ben erken kalkacağım, sana iyi geceler. Esma konuşmayı devam ettirmeye niyet ettiyse de Mert hemen arkasını dönüp horlamaya başladı. Top atılsa kocasının uyanmayacağını bildiğinden, söyleyeceklerini çaresizce içine atıp takvimden bir gün daha eksiltti. Ertesi akşam telefon çalar, Esma yine mutfaktadır. Mert içerden koşarak salona gelir ve açar. Kısa bir konuşmanın ardından yüzü biraz asık Esma‟nın yanına gider, “Haluk‟tu arayan. Parası bitmiş, otel de peşin ödeme istediği için kalacak yer sıkıntısı çıkmış. Yarın akşam gelebilir miyim dedi, geri çeviremedim. Kusura bakma lütfen, fazla uzun sürecek bir misafirlik olmayacak söz veriyorum.” Haluk‟un yatıya kaldığı ilk gece, Mert asker arkadaşının garip huyunun hala devam ettiğini fark etti. Yıllar içinde unutmuştu, ama aşina olduğu için çok şaşırmadı. Tekdüze ritmli bir mırıltı eşliğinde kendini sağa sola sallayarak uyuyan koca bir adam, gerçekten de alışılmadık bir görüntüydü. Esma ilk defa şahit olduğu için önce ürktüyse de sonradan karı koca epeyce güldüler. - Bu ne ayol böyle, hasta falan mı? - Hayır, çocukluktan kalma bir şey, tik gibi farz edebilirsin. Anne babası küçük yaşta ölmüşler. Haluk da uyuma zorluğu çekmeye başlamış ve sonra çareyi böyle yapmakta bulmuş. Beynini uyuşturuyor bir nevi. Bu davranış biçimi askerdeyken de vardı ve düşün ki nasıl alay konusuydu. Sadece bizim koğuş değil, tüm taburun diline düştü çocukcağız. Özellikle huzursuz olduğu geceler iyice azıtır, neredeyse yan odadan duyulur sesi. Keyfi yerindeyken ya hiç yapmaz ya da hem kısa tuttar hem alçak sesle geçer bu fasıl. - Ben de ne bileyim, öyle iniltiye benzer sesle, yatak gıcırtısı falan duyunca irkildim. Kulak kabarttım, ama bir anlam veremedim. Sen de dürtmelerime rağmen
-
uyanmayınca merakıma yenik düşüp açık duran kapının önünden bir geçeyim dedim. Sallanan koca gövdeyi görünce de yolumdan koşa koşa dönüp, zıpladım yatağa. İlahi Esma, gel fıstıkçık, sokul yamacıma. Parayı verdin mi, ağabeyinden haber var mı, ne zaman nüfusa gidecekmiş, yayıncı ne diyor? Dur bir soluklan yahu, boğulacaksın. Parayı daha vermedim, yarın vereceğim. Gerisini de sabah kahvaltı sofrasında konuşuruz beraberce. Uyuyalım artık.
Sabah bakkala giden Mert, yüzü allak bullak geri döner. Elindeki gazetenin ilk sayfasında cezaevinde çıkan isyan haberi ve fotoğraflar vardır. - Ne oldu Mert, bu ne surat, hayırdır? - İsyanda ölen tutukluların isim listesinde Haluk Sertbıyık var. Ne acayip bir rastlantı, Haluk kalktı mı? - Evet, banyoda. - Haluk, işin uzun mu? - Çıktım abicim, çok beklettim mi? - Ondan değil de... Neyse, gel sofraya konuşuruz. - Sesin bozuk biraz, hayırdır Mert? - Yok bir şey, gazetedeki bir habere keyfim kaçtı. Al bak istersen! Sayfayı eline alıp da haberin detaylarını okuyan Haluk bembeyaz kesilir. Tek söz etmeden ayağa kalkar ve yattığı odaya gider. Esma da peşinden seyirtir. - Haluk iyi misin? - Evet, yenge, unuttuğum bir şey geldi aklıma da... - Ne o çıkıyor musun, kahvaltına bile dokunmadın, ne bu acele? Mert baksana Haluk çıkıyor! - Ne oluyor Haluk, sakinleş biraz konulaşım. Ne bu telaş? - Sonra ararım, kaybedecek vakit yok! - Yayıncıya mı, nüfus müdürlüğüne mi, nereye? Haluk hızla sokağa fırlar. Akşam olduğunda Haluk hala gelmemiştir. Yatakta ikisinin de gözüne uyku girmeyince kalkıp misafir odasına bir göz atmaya, bir ipucu aramaya karar verirler. Esma çantayı, Mert de ceketin ceplerini kontrol etmeye başlar, ama kendi evleri olmasına rağmen sanki her an basılacaklarmışçasına tedirgindirler. Karı koca nefeslerini tutmuş sağı solu yoklarken Esma kurdelayla bağlanmış bir deste mektup bulur. Yıpranmışlıklarından çok yeni olmadıkları bellidir. Hepsinin göndereni Haluk Sertbıyık, alıcısı Haldun Sertbıyık‟tır. - Kendi yazdığı mektupların çantasında ne işi var? - Ağabeyi vermiştir belki, ama neden? - Gazetedeki isim Haluk Sertbıyık‟tı ve bu mektupların da içeriden yazıldığı üzerlerindeki mühürden açıkça anlaşılıyor. Acaba bu Haldun mu? - Senden yaşça bayağı büyük duruyor aslında, ama olabilir mi ki? Birlikte yaşadıklarınızı o kadar detaylı nasıl bilebilir? - Tüm askerlik anıları birbirine benzer, belki de ben duymak istediklerimi duydum. Kafam çok karıştı şimdi, yoksa... - Yoksa ne? Eve aldığımız adam tanımadığımız biri miymiş? Ertesi günkü gazeteler bir trajediye işaret ediyorlardı. Tüm televizyon kanalları da ağız birliği etmişçesine benzer ifadelerle ilk sıradan Sertbıyık kardeşlerin haberine yer veriyordu. Haluk ve Haldun‟un bir gün arayla ki ayrı kazada hayata gözlerini yummaları, hapisteki isyan sırasında tahta bacaklı Haluk‟un kaçamadığı için iki ateş arasında kalma sahnesi, yan yatmış vagonlar, raylarda yatan ve belden aşağısı bulanıklaştırılmış yarım bir bedenin tanıdık yüzü, o
yüzün sahibi olan Haldun Sertbıyık'ın son zamanların ilgi gören kitabının yazarı olduğuna dair röportaj veren yayınevi çalışanlarının görüntüleri bir anda ülkenin gündemine oturmuştu. Dedikodu sever kitleler, o günkü malzemelerine dört elle sarılmalarına rağmen bu konunun da hızla tüketileceği kesindi.
Kaşalot Bildik bir manzara; ayaklarını önündeki pufa uzatmış bir kadın televizyon seyretmektedir. “Koş koş, bizimkilerin yarışması başlıyor!” Elinde iki koca dilim karpuz ile bronz tenli, adaleli, ama beyaz sakalı nedeniyle olduğundan daha yaşlı görünen bir adam içeri girer. --o-İki direkli Ketch tipi teknenin kaptanı iki yolcusuna yatacakları kabinleri göstermektedir. Kamuran duvarda asılı iki kaşalot fotoğrafını görünce sormadan edemez, “Burası Atlantik mi Pasifik mi?” “Gemiler Adası civarı... On iki metrelik bu yavrunun alt çenesi ve kuyruk kısmına takılan ağ, kılıç balığı avına özgü ve kullanımı da aslında yasak, ama ne yazık ki sadece kağıt üstünde...” “Hadi canım, beni kandıramazsınız! Teknenin adı Kaşalot diye internetten bulup asmışsınızdır bunları. Türkiye‟de balina olmadığını bilecek kadar ilgiliyim denizle!” Kaptan sakin ve kararlı bir tonda anlatır, “Akdeniz kıyılarında nadir de olsa balina türleri görülebilmektedir. Bu dişi kaşalot alt çenesinden ve kuyruk yüzgecinden ağa takılmıştı. Deniz Kuvvetleri bile katıldı kurtarma operasyonuna... Bizler bir tam gün boyunca denedik, ama beceremedik. On iki metrelik hayvan ancak iki günlük uğraşın sonunda açık denize kavuşturuldu.” “Ne yani burası gerçekten Fethiye‟mi, peki neden hiç duyulmadı televizyonlarda falan? Gazetelerde de bir satır habere rastlamadım.” Levend‟in imdadına sevgilisi yetişir, “Bu olay altı sene önceydi, sizin milletin aklı o zaman da futbol ve dansöze takılıymış demek ki...” Kamuran fotoğrafların hangi kamera ve objektifle ve kim tarafından çekildiğini soracaktı ki, kaptan merdivenlerden yukarı çıkmıştı bile... Öğrendiklerini doğrulatmak için hemen cep telefonuna sarılır ve asistanına konuyu araştırmasını rica eder. Fotoğrafçının heyecanını güzel meteorolog paylaşmamaktadır. Onun ilgisi dümenin yanındaki higrometre ve barometreye kaymıştır. “Hava ilerleyen saatlerde bozabilir, bence biran evvel yola çıkalım ki, açık denizde fırtınaya tutulmayalım.” Teknesine güvenen denizci soğukkanlılığını bozmaz, “Merak etmeyin gideceğimiz ada fazla uzak değil, iyi yelken basarsak en fazla yetmiş beş seksen dakikalık mesafede. Zaten üç beş dakika içinde demir alacağız.” Aslında bu mevsimde mavi tura çıkmazdı, ama önerilen ücret normalin iki katıydı ve sezonda umduğu kadar iş yapamadığı için paraya ihtiyacı vardı. Fazla konuşmayı sevmediği için iki yolcusuna yönelttiği yegane soru kaç günlük kumanya alması gerektiğiydi. Karadaki hesabın denizde şaşacağını bilecek kadar tecrübeliydi ve tedbir olarak fazladan dört günlük daha malzeme aldı. Sadece ihtiyaç halinde tüketilecek, aksi halde masraftan düşülecekti. Eski bir asker olan kaptanın gırtlağından geçen her lokma hak edilmişti, bu da gelmeden önce Türklerin ticaretteki uyanıklığı hakkında türlü dedikodu duymuş olan Ness için bir gurur kaynağıydı. Kıvırcık sarı saçlı kadının gerçek adı Vanessa‟ydı, ama herkes onu kısa ismiyle çağırırdı. Üniversiteden mezun olur olmaz arkadaşlarından bol bol dinlediği Fethiye‟ye gelmiş ve bir daha geri dönmemişti. Bunda bölgenin doğal güzellikleri kadar kaptanın kişiliğinin de rolü büyüktü. Levend şefkatli, sabırlı, görgülü ve bilgiliydi. Onu yakından tanıyanlar dış görünüşünün yabaniliğine takılmazdı. Tatil sonunda dönüş bileti parası biriktirmek için başladığı aşçılık kısa sürede Ness‟in hayatını değiştirmiş ve teknede yaşamak onda da bir tutku haline gelmişti. Kaşalot, limanın güvenli kollarından yavaş yavaş açılırken hangi amaç birlikteliği için bir araya geldikleri ve aralarındaki ilişkinin ne olduğu bilinmeyen iki yolcu alışılmışın aksine kamaralarına çekilmişlerdi. Ness bile bu durumu garipser, “İnsanlar bu manzarada en iyi yeri kapmak için güvertede itişirler, bunların derdi ne?” Levend‟in elleri dümende gözleri ufuktadır, hemen cevap vermez, “Belki de güneşin battığını görmek onları üzüyordur.” Ness
arkadan sarılır, “Şair ruhlu aşkım!” Merdivenlerde Kamuran‟ın başı görünür, “Duygu‟yu gördünüz mü? Kapısını tıklattım, ama ses vermedi.” “Yukarı çıkmadı, belki de deniz tutmuştur ve tuvalettedir.” Levend‟in bıraktığı yerden sözü Ness alır, “Fotoğraf çekmek istemez misiniz, ışık çok müsait.” Kamuran duymamış gibi döner ve iner. “Duygu ile biraz sohbet ettik, bir televizyon kanalında çalışıyormuş. Hava durumu sunacak kadar güzel, ama sadece raporları hazırlatıyorlarmış.” “Tekneyi niye kiraladıklarından söz etti mi?” Ness şımarık bir kız edasıyla cevaplar, “Hayır kaptan!” Levend gevşemez, “Hadi sen in de biraz dinlen.” Sessizce geçirilen ilk yarım saatten sonra rüzgarın şiddeti artmaya, dalgalar bordayı tokatlamaya başlar. Gökyüzü maviden laciverde dönmüştür. İkinci yarım saat boyunca güvertedeki tek hareket kaptanın yakasını bir kaldırıp bir indirmesidir. Sonunda adanın kuzey burnu pruvada belirir. “Kara göründü, işte ilk durak!” Ness uysal bir tavırla mutfağa yönelir. Levend yağmurluğunun yakalarını tekrar indirir ve konyağından bir yudum alır. Kaşalot adına yakışır bir şekilde dalgaları yararak hedefine ilerlemektedir. Derken Kamuran gelir, “Duygu hala çıkmadı mı?” Levend ileriye bakmayı sürdürerek konuşur, “Hayır, ama yemeğin kokusunu alınca boy göstereceğinden kuşkum yok!” İkisi de tebessüm ederler. “Eskiden askermişsiniz... İstifa mı ettiniz, emekli mi oldunuz?” “Aramızda çok yaş farkı olduğunu sanmıyorum, dilersen kara insanlarına ait bu saygı takılarını bırakalım ve birbirimize ismimizle hitap edelim. Evet, binbaşılıktan ayrıldım.” “İyi olur, ben kırk iki yaşındayım. Siz.... Yani sen?..” “Kırk yedi.” “Sakalının bembeyaz olmasını saymazsak, oldukça iyi yaşlanmışsın. Eee, insanın etrafında böyle güzellikler olunca...” Kamuran kafasıyla aşağıyı işaret edip göz kırpar. Levend gözünü ufuktan ayırmayıp sessiz kalınca konuyu değiştirir, “Bu arada balina konusunda Ness haklıymış, arkadaşlarla konuştum, haber basında çok az yer almış ve her nasılsa hepimizin gözünden kaçmış.” Levend sessizliğini sürdürür. Kamuran konuşmakta ısrarcıdır, “Varmamıza ne kadar kaldı?” “Az.” “Yemeği mutfakta yeriz herhalde değil mi?” “Koya girdiğimizde hava muhtemelen kalır.” “Şu anda rüzgar epeyce sert esiyor, üşütmeyelim...” “Aşağıda ne yediğimi anlamıyorum. Üşürüz dersen söyle Ness‟e, size ayrı sofra kursun.” O sırada Duygu çıkar güverteye, “Selam, nasıl gidiyor?” “Uyuya mı kaldın, birkaç kere çaldım kapını...” “Evet, haritaları incelerken içim geçmiş. Bulutlu olmaz ise size bu akşam yıldızları anlatırım, ister misiniz?” Levend ilk defa pozisyonunu bozar ve konuklarına döner, “Sen yokken „siz‟den vazgeçtik, „sen‟e döndük, sakıncası yoktur umarım.” “Biz zaten Ness ile doğrudan öyle başlamıştık muhabbete...” “Kamuran ile birlikte aşağıda mı yemek istersin, yoksa bize mi katılırsın?” Kamuran dışlanmaktan hoşnut olmaz, “Yok canım oyunbozanlık yapmam, Duygu da açık havayı tercih ederse ben niye cezalı gibi mutfakta oturayım...” “Seyir güvenliği söz konusu olmadıkça kimseyi zora koşmam, ne de olsa müşteri sizsiniz.” Kaptan ustaca bir manevrayla koya girer ve demir atar. “Neesss! Nerede bizim yemek Neesss?” Elinde kocaman bir tepsi ile Ness görünür. Rüzgar Levend‟in beklediği gibi dinmiştir. Ahtapot yahnisinin kokusu ortalığı kaplar. Kamuran yemek için yaşayanlardan olarak tepkisiz kalamaz, “Sen de ne cevherler varmış Ness, bunun tarifi için ekstra ücret ödemeye hazırım.” Levend'in de neşesi yerine gelmiştir, “Önce bir tat bakalım, pazarlık ondan sonra.” Duygu atılır, “Ben benim versiyonumu söyleyeyim, sen de eksiklerimi tamamla Ness, olur mu?” “Demek aramızda bir aşçı daha varmış haa, hadi öyleyse hodri meydan!” “Ahtapotları dövülmüş olarak alır ve derin dondurucuda bir iki gün bekletirim. Yemeden önce çözdürür ve güzelce yıkayıp düdüklü tencerede yarım saat haşlarım. Tabi suya sirke de ilave ederim ki, et daha çabuk yumuşasın. Haşlandıktan sonra derisini soyar ve eti kuşbaşı doğradıktan sonra kızdırılmış yağda soğanla birlikte döndürürüm. Salça, tuz, karabiber ilave edip ateşten alırım. Ee ne diyorsun bakalım?” Ness, meydan okumaya pabuç bırakmaz, “Temelde hatan yok, ama ben salça yerine domates kullanırım. Ayrıca düdüklüye defne yaprağı ve tavaya da beyaz şarap eklemek yahninin lezzetini arttırır. Beyler soğutmayın
lütfen.” Kamuran‟ın tükürük bezleri fazla mesai yapmaktadır, ekmeğini sosa ilk daldıran o olur. Göz açıp kapayıncaya kadar iki kilo et buhar olur. Şarap eşliğinde yenen yemekte kahkahalar eksik olmaz. Hafif gergin başlayan yolculuk çam kokuları, dalga sesleri, kendini bu gece için feda eden bir ahtapot ve özellikle de iki şişe şarap marifetiyle neşelenmiştir. Karnı doyanlar ufak ufak kendi hayal alemlerine çekilirlerken masaya sessizlik hakim olur. Gecenin ilerleyen saatlerinde esinti başlasa da şarabın hararetini bastıracak kadar etkili değildir. Levend kıç taraftaki hamağına uzanmıştır. Ness aşağıda bulaşık yıkamaktadır. Kamuran gözleri kapalı bir şekilde teknede bulduğu eski gitarı tıngırdatmakta ve bir taraftan Ness ile Duygu'nun sofrada olduğu gibi yatakta da rekabet ettiklerini canlandırmaktadır. Duygu ise bu fanteziden habersiz az ötedeki mindere uzanmış yıldızları seyretmektedir. “Tahminimden daha keyifli bir hafta olacak gibi, sen ne dersin Kamuran?” “Evet, ıssız bir adada bir hafta sıkıntıdan patlayacağımı düşünüyordum, ama şansımıza Ness ile Levend kafa dengi tipler... Umarım dalış sırasında da bir aksilik çıkmaz. Yeni objektifi ilk kez deneyeceğim sualtında...” “Tüpleri kontrol edelim mi?” “Levend‟ten isteriz benim uykum geldi.” Kamuran ayağa kalkar ve hamağa yaklaşır, fakat Levend‟in gözlerinin kapalı olduğunu görünce geri döner. “Ness‟e soralım tüplerin yerini, Levend‟ten fayda yok!” Duygu ile beraber inerler, ancak Ness de ortalar da görünmemektedir. “Neyse, en kötü ihtimalle ilk dalışta makineyi almayız ve fazla derine inmeden kısa bir keşif yaparız.” “Hadi iyi uykular o zaman.” Duygu kendi kamarasına girer. Kamuran‟ın aklı Ness‟e kayar, acaba tuvalette midir? Nedir şu kadınların sindirim problemi, kırk saat çıkamazlar. Tam kaptan kamarasına yönelecekken irkilir, Levend tam arkasındadır, “Yarın erken kalkacaksın, yat istersen” “Tüpleri kontrol etsek mi diyecektim, ama haklısın bu kafayla yapılacak işten hayır gelmez. İyi geceler!” “Tüp mü, dalmak mı istiyorsunuz? Listede tüp yazılmamıştı ama” “Duygu söylemeyi unuttu herhalde, ne yani bu dalış teknesi değil mi, mutlaka tüpünüz vardır.” “Dalış turu demediniz, bir haftalığına tekneyi kiralamak için faks çektiniz ve o kağıtta mavi tur yazıyordu. Malzemelerin de yaz sonu bakımı yapılmadı. Tekneyi kiralayınca mazot dahil diye ayrıca belirtmenize gerek yok, ama dalış istediğinizi mutlaka belirtmeliydiniz. Üzgünüm, yarın dalmanıza izin veremem, bu ciddiye alınması gereken bir spordur, gitar çalmaya benzemez!” “Sinirlenme lütfen, haklısın, madem unutulmuş, olduğu kadarıyla yetiniriz biz de...” “Sinirli değilim, iyi geceler!” Levend kamaraya girer ve Ness‟in yanına uzanır. “Sesin niye yükseldi, her şey yolunda mı?” Levend omuzunu öper, “Evet, sorun yok, sen uyumana bak.” --o-Karpuz dilimlerinden birini kıvırcık saçlı kadına uzatarak, “Hatırlıyor musun nasıl da tedirgin başlamıştı ilişkimiz, ama onlar da hiç ipucu vermediler, nereden bilebilirdik ki?” “Evet haklısın, ilk başta ikisini de oldukça itici bulmuştum. Bir haftanın sonunda ise ne çok ortak yönümüz olduğunu görünce şaşırmıştım.” --o-Küpeşteden sarkıttığı oltasına takılan bir kupesi iğneden çıkartmaya çalışan Duygu'nun keyfine diyecek yoktur. “Baksana Levend ne tuttum, bundan kahvaltılık çıkar mı bana?” “Aşçı olan ben değilim, Ness'e sor.” Kamuran da güverteye çıkar, “Güneş bizim için doğmuş gibi değil mi, etrafta bizden başka kimse yok, ne güzel!” “Kamuran, sabah tüpleri kontrol ettim, eğer bana brövelerinizi gösterirseniz size iki tüp verebileceğim.” “İşte bu güzel haber, hadi Duygu kurtul o balıktan ve bröveni göster kaptana!” Ness elinde tepsisiyle çıkar basamakları, “Kahvaltı hazııır!” Fesleğenli ekmek arasında keçi peyniri ve domatesten oluşan enfes tostları mideye indirdikten sonra dalış ekipmanlarını hazırlamaya başlarlar. Balıkadam
elbiselerini giyip teçhizatlarını donanmaları süresince tostlar çoktan eriyip gitmiştir. Kıç taraftaki merdivenden birer birer suya inerler. Su on derece civarındadır ve yedi milimetrelik neopren bile üşümelerine engel olamaz. Yirmi beş dakikalık dalış süresince görüş mesafesinin yeterli ve dip yapısının sualtı oyunlarına uygun olduğuna kanaat getirerek çıkarlar. Gördüklerini şirkettekilerle paylaşmak için Kamuran ve Duygu öğleden sonra fotoğraf makinesini alıp ikinci bir dalış daha yapar ve ilk günkü hedeflerini tamamlamanın huzuru içinde akşam eğlencesine hazırlanmaya başlarlar. Levend ve Ness gün boyu pek az görünmüşlerdir. Güneş batınca günlük meşgaleler yapılamaz hale geldiği için bu saatlerin tek uğraşı sosyalleşmektir. Geceler, bulutların yoğunluğuna göre ya mitolojik kahramanların ve burçların isimlerini taşıyan takımyıldızlarının hikayeleri dinlenerek ya da kağıt oynanarak geçer. Ertesi günlerde adanın çeşitli koylarının ve iç kısımlarının incelenmesi ile fizibilite çalışması öngörülen sürede biter. Kısıtlı mekanda yaşamanın handikaplarını kendi lehlerine çevirme becerisini gösterememeleri halinde hem misafirler hem ev sahipleri için katlanılmaz olabilecek bir mavi yolculuk sona ererken geriye iki günlük kumanya, ekranlarda hayat bulan bir program ve bir hikaye kalır. --o-“Kamuran da az fırlama değilmiş, sen kalk kimseye haber vermeden ıssız adanın uygun bir plato olup olmadığını anlamak için tekne tut.” “Ama sonra anlattı ya, yapım şirketindeki iş arkadaşlarının bile farklı kanallarda eşi dostu var diye büyük bir gizlilik içinde hareket etmek zorunda kalmışlar. Televizyon dünyası işte...” “Evet, savaştan farksız. İyice mevzilen, kendini ele vermeden bol bol istihbarat topla, çabuk karar ver, hızlı hareket et ve daima bir hamle önde ol ki, zafer senin olsun!” “Levend bak, sunucuyu tanıdın mı?” “Aaa saçlarını kıvırcık yaptırmış, vay Duygu vay...” Ness erkeğine sokulur, “Keşke satmasaydık Kaşalot'u, ne çok hatırası vardı.” “Belki bir gün yenisi gelip takılır ağımıza...” “Zaten benim içimde bir tane yaşıyor...” Levend sevgilisine sarılırak şakacı bir tonda gecenin son cümlesini söyler, “Hangimizin içinde bir kaşalot yok ki?” ve kumandaya uzanarak ekranı karartır.
Kaza Ana arterlerdeki trafikten sıyrılmak için ara sokaklara saptı. Geceleri bu mahalleler pek tekin değildi, ama arabanın içindeki birini soymaya kalkacak kadar da gözü dönmüş olamazlar diye düşündü. Zaten bu dar yollar bile tenha sayılmazdı, önünde arkasında bir sürü araç vardı. Yine de anayoldaki yüzlerce araba ile karşılaştırınca varacağı yere daha hızlı gidebileceğine dair umudu içinde taşımaya devam ediyordu. İlk soldan aşağı sonra ikinci sağdan yukarı, ne garip, buralarda yaşayanlar da kendini büyük şehirli sayıyor, oysa yaşadıkları hayatın köydekinden farkı yok. Çamaşırlar sokakta kuruyor, balkonlarda tavuk besleniyor, çeşme başlarında uzun kuyruklar, her eve en az beş altı somun ekmek giriyor... Benden daha yaşlı arabaların bagaj kapakları tatlıcı tezgahına döndürülmüş, gelen geçene yarı fiyatına baklava satılıyor. Yokuş yukarı ağır akan trafik benim için tam bir kabus. Neden tüm otomobiller fabrikadan otomatik vitesli çıkmıyor ki sanki, madem böyle bir teknoloji var, yararlanmamanın mantığını anlamıyorum. Üstelik bu araba da sanki benim şoförlük yeteneklerimi sınıyor... Babama kaç kere el frenini tamir ettir dememe rağmen, belli ki yine üşenmiş. Debriyaj pedalının üstündeki ayağımı kaydırırsam motor duracak, freni kaçırırsam araba geri kayacak, off bu ne eziyet, keşke anayoldan ayrılmasaydım. Ulan önüne baksana! Herifçioğlu da tamponuma dayanmış, hay aksi. Korktuğum başıma geldi işte. Önümdeki eşek zamanında hareketlenmeyince suçlu ben oldum tabii. Neyse ki arkadaki minibüs yüksek olduğu için ön takımı fazla zarar görmemiş, far tampon çamurluk falan... Ama benim kaporta haşat, arka koltuğa kadar girmiş beyinsiz. İçindeki heriflerin suratlarında da meymenet yok. İnsanca konuşarak çözüme ulaşmak bir hayal besbelli. Akşamın bu saatinde polis mi bekleyeceğiz? Amma da meraklısı varmış bu yolun, bekle kardeşim patladın mı, kaza oldu işte! “Alo baba, baba küçük bir kaza oldu, senin tamircinin telefonunu versene. Kaç kere söyledim sana, ne yapayım tutmadı fren kaydırdım işte. Neyse olan oldu, sen neredesin, beni duyuyormusun, alo, beni dinliyor musun baba? Baba ya, bırak başkasına laf yetiştirmeyi, buradaki herifler çok para istiyor, senin arkadaşına gösterelim de o bir bedel biçsin bakalım, akşam akşam soyulmayalım. Gelmene gerek yok, sen telefonu söyle yeter.” Bu ne ulan böyle? Haydaa, bu nasıl iş kardeşim, kim yapmış bunu, bir insan evladı görmedi ulan, yoksa minibüsteki heriflerden biri mi yaptı? Üç kuruşluk araba, şeytan diyor ki, terk et gitsin! Yok olmaz, plakadan bulurlar, sonra bir ton da ceza ödetirler adama. Ne lastik ne cam bırakmış insafsız herifler. Hadi lastikleri çaldınız, ulan camları niye kırdınız köpeksoyları! Ne halt edeceğim şimdi ben, tanrım neden hep benim başıma geliyor böyle şeyler, ne mendeburluk ettim ki? Polis çağırsan ne anlatacaksın, kimi şikayet edeceksin, adamların ne eşgali var aklımda ne adı. Kabahat bende, aman trafiği tıkayıp küfür işitmeyelim diye otomobili bir köşeye sokarsan olacağı budur, böyle izbe bir semtte başka ne bekliyordum acaba. Aynı filmlerdeki gibi, şuraya bak, rezillik diz boyu. Allahım bir rüya olsa da bu hemencecik uyansam. Ne işim vardı benim bu sokaklarda, kahretsin! Keşke şu tamirci bari açık olsaydı, en azından can yoldaşı olurdu bana, babamın selamını söyleyince boğazımdan bir çay geçirmeden bırakmazdı hem. Adamcağız can derdinde koyun mal, nereden bilsin benim başımı böyle bir derde sokacağımı, hem bilse sanki ne olacak, aman bu gece hastalanmayayım, sıkayım dişimi de hastaneye yarın mi gideyim diyecekti? Bu saatte karakollarda dert anlatacak adam da bulunmaz, iyisimi gidip yatayım, güneş altında belki daha farklı görünür her şey, bir çıkar yol bulunur elbet.
“Alo baba, benim evet. Herşey yolunda merak etme. Yok tamircini bulamadım. Dükkanı buldum tabii, hödüksek o kadar da değil, adamın böbrek sancısı tutmuş, hastaneye gitmiş. Arabayla gelmiyorum, taksiye atlayacağım. Arabanın gelecek durumu yok. Hayır kaza büyük değildi, ama soymuşlar. Teypsiz de araba yürür elbet, müşkülpesent değilim ama çalınan sadece radyo değil. Tamam peki, kabahat bende. Evet haklısın, herşey yolunda değilmiş, yanlış söylemişim. E ne deseydim yani, telefonda üzmeyeyim diye düşündüm, sorguya çekeceğini nereden bileyim. Tamam, tamam kapatıyorum şimdi, şarjım bitiyor, gelince konuşuruz. Trafik rahatlamıştır çoktan, bir saate kalmaz oradayım. Anneme çaktırma diyeceğim, ama sen zaten çoktan söylemişsindir... Evet, ben iyiyim, sorduğun için teşekkür ederim. Ben de sizi seviyorum, hadi artık kapatalım, telefon sonra da lazım olabilir. Belli mi olur, belki taksici beni ormana falan kaldırmaya kalkar da seni arar yardım isterim. Tamam, baba, tamam, iyi geceler.”
Kirli Pencere "Tertemiz olmaya çalışın, çünkü dünyaya bakacak pencere kendinizsiniz." - George Bernard Shaw
Bedeni yaşlı, ama hırsı hala genç olan avukat bugüne kadar evlenmemişti. Belki de dava peşinde koşmaktan, mesleğin cilvelerine kafa yormaktan zaman bulamamıştı. Finansal açıdan oldukça iyi durumdaydı, ama paranın sefasını sürebileceği bir eşi yoktu. Yasadaki açıkları nasıl lehine kullanacağını biliyor ve bulduğu fırsatlardan istifade etmekten hiç de gocunmuyordu. Emekli olmadan evvel belediyede çalıştığı uzun yıllar boyunca sahipsiz arsaları, boş duran evleri ve hatta durumu şüpheli yeşil alanları bile istimlak etmeye, kamulaştırmaya alışmıştı. Kitabın ayrıntılarını, satır arasında yatan şeytanlıkları kendisi de eski bir avukat olan başkandan öğrenmişti. Özellikle azınlıklara ait olduğu bilinen, ama türlü sebeplerle resmi ispatı mümkün olmayan gayrı menkulleri arayıp buluyor ve bunlara kurumu adına el koyuyordu. Ara sıra kulağına çalınan yakınmaları ise hiç üstüne alınmıyor, temsil ettiği makama ustalıkla havale ediyordu. Halen oturmakta olduğu daire, çok hisseli karışık bir miras davasında sergilediği türlü kanuni kurnazlıklar karşılığında elde ettiği bir başarı abidesiydi. Dava konusu iş hanında aslan payını kapan akraba ona bir dükkan vermiş, o da üstüne kendi kârını koyarak hanın idaresinde söz sahibi olmak isteyen başka bir davacıya satmıştı. Eline geçen toplu parayla da şehir merkezindeki bu teras katını almıştı. İcraatlarıyla “örnek” teşkil eden belediye başkanı da hizmet süresi yettiğince bir çok daireyi benzer şekilde mülkiyetine katmıştı. Kaybettiği seçim sonrası belediyenin şerbetli kapısını terk etmek zorunda kalan başkan, kendi adına kira toplama işiyle görevlendirmek için güvenilir bir tanıdık arayınca yolları yine kesişti. Eski belediye avukatı ile eski başkan böylece güçlerini yeniden birleştirme olanağı buldular. Bu şansı ilahi adaletin bir tezahürü olarak gören avukat, boynuzun kulağı geçtiğini ispata çalışmaya başladı. Kiracılardan topladığı paranın kendince makul bir kısmını müvekkilinin günahlarından arınma bedeli olarak kenara ayırıyordu. Aklı sıra eski iş vereninden, evsiz bıraktığı veya üç kuruşa yerinden ettiği insanların intikamını alıyordu. Babaannesi de İstanbullu bir Rum olduğu için kendisinde bu hakkı pekâla görüyordu. Kapalı kapılar ardında da olsa ezilmişlerin hukukunu savunmak içini rahatlatıyordu. Aklını kurcalayıp gönlünü daraltan tek konu, parayı işe yarar bir şekilde değerlendirmekti ki, henüz somut bir cevap bulmuş değildi. Çoğu zaman çözümü, zamana bırakmayı tercih ediyor, düşünmemeyi seçiyordu. O sabah da eski amirinin akarlarını toplamak üzere yaşlı bekar yollara düştü. Yürümek için elindeki bastona ihtiyacı yoktu aslında, ama ona puan kazandırabilecek hiçbir ayrıntıyı göz ardı etmezdi; bu bir ağaç dalı bile olsa... Üç kiracıyı yoklamış ödemeyi geciktiren birini tahliye ettirmekle tehdit etmiş ve görevini layıkıyla yapmanın verdiği iç huzurla öğleni bulmuştu. Balık pazarı fazla uzak değildi ve birkaç haftadır canı fena halde lüfer çekiyordu, tam mevsimiydi doğrusu... Günlerden cuma olduğunu hatırlamış olsa belki de iştahını ertelerdi. Son zamanlarda kaldırımların, özellikle de haftanın son iş gününde yürünmeyecek hale geldiğini bilmeyen yoktu. Nitekim bildik manzara ile karşılaşmakta gecikmedi. İşgâl altındaki yaya yolundan araçlara ayrılmış asfalta indi. Belediye otobüsünün şoförü son anda onu fark etmese, ayağını gazdan çekmekte gecikse veya o son anda kendini gerisi geri
kaldırıma atmayı beceremese ya da bunların hepsi aynı anda olmasa, muhtemelen altmış yıllık hayatı çamurlu bir lastiğin altında sona erecekti. Yüz yıllık iş hanının köşesindeki ithal ayakkabıcının sahibi, otobüse her zamankinden daha güler yüzlü bindi. Özenle toplattığı orijinal fransız otomobilini trafiğe sokmaya kıyamadığı ve yürümeye de üşendiği için pinti söylentilerine aldırmadan işe otobüsle gidip geliyordu. O günkü neşesinin özel sebebi, sonucunu iştahla beklediği dava kararının lehine çıktığını öğrenmesiydi. Yeni otobanın bağlantı yolu dededen kalma toprağın üzerinden geçince devletle mahkemelik olmuştu. Aylar süren duruşmalardan sonra epeyce yüklü bir tazminat almaya hak kazandığını bildiren haber, az önce telefonla gelmiş ve zaman kaybetmeden avukatının bürosuna gitmek için gün ortasında yanında çalışanlara izin vererek dükkânı kapatıp çıkmıştı. Kasayı yıllarca yanında çalışanlara dahi iki saatçik emanet etmediği için asla tatil yapmaz, iş hanı açık olduğu sürece dükkânda otururdu. Dolayısıyla bugün diğer esnaf için de farklı bir gündü ve muhtemelen gelecek saatler türlü dedikoduya ev sahipliği yapacaktı. Projeyi çizen mühendisin, akrabası olduğu bilinse başının derde girmesi kaçınılmazdı; nitelikli dolandırıcılıktan uzun yıllar içeride yatması kuvvete muhtemeldi. Aldığı büyük riske rağmen huzurunu kaçırmamış, sabrını ve umudunu ayakkabı kutuları içinde aylarca saklamıştı. İçi rahattı, çünkü azınlık olmanın az sayıdaki avantajlarından birinin, son derece güçlü aidiyet duygusu olduğunu biliyor ve cemaat üyelerinin bağlılığına güveniyordu. Hem mühendis zaten soyadını mahkeme kararı ile değiştirmiş, hukuken devşirilmişti. Yani çıkıp da kendisi itiraf etmediği veya topluluktan dışlanmayı göze almış birisi ihbar etmediği sürece yakayı ele vermesi güçtü. Kendi ülkelerinde birbirlerini umursamayacak, hatta kapı komşusunun herhangi bir başarısını kıskanacak insanların başka bir milletin bayrağı altında kolayca birlik olması, tek yumruk gibi davranması şaşılacak şeydi doğrusu. Devletten alacağı istimlak parasının hayali gözlerine kadifeden bir perde indirmişken, ani bir fren ayakkabı satıcısını uyandırdı. Bastonlu bir ihtiyar, seccadelere basmamak için kaldırımdan inmişti... Hızla virajı alan belediye otobüsünü son anda gördü. Tekrar kaldırıma çıkmaya çalışırken tökezlediyse de kuvvetli bir refleksle bacağını tekerleğin önünden kurtardı. Mağaza sahibi derin bir “ohh!” çekti, “Amaç ibadet değil gösteriş, koca câmi dar mı gelmiş de sokakta namaz kılıyorlar,” diye söylendi. Bir elinde evrak çantası bir elinde baston, bu yaşta bile ekmek derdinde olan çalışkan bir adamın son anda canını kurtarmasından memnun bir şekilde kendi dünyasına geri döndü.
Midyeciler Midyenin, üreme faaliyetlerinin yoğunlaştığı aylarda yenmemesi tavsiye edilir. Denizlerimizde midyeler özellikler Nisan-Mayıs ve Eylül-Ekim dönemlerinde yoğun olarak döllendikleri için ağzının tadını bilenler bu aylarda midyeye pek rağbet etmez. Dolayısıyla midye tüketiminde önemli bir düşüş görülür ve buna bağlı olarak toplama çalışmaları da azalır. Akılda kalıcı olması bakımından halk arasında kullanılan formül, isminde “s” harfi olan aylar arasında midye yememektir. Bu bana yengemlerin Hıdırellez günü, içinde “s” geçen sekiz çeşit yemek hazırlama telaşlarını anımsatır. O gece sekiz çeşit S'li yemek yiyenin dileği kabul olurmuş, öyle inanırlardı. Sofranın olmazsa olmazları, kavun çekirdeklerinin toz hale getirilmesinden elde edilen bir içecek olan Subiya ve Ege bölgesine has ot mezeleri olan Arapsaçı ile Cibes'dir. Kalan beş çeşit ise ağabeyimin keyfine ve kesesine göre değişiklik gösterir. Biz Egeli değiliz ama yengemin ailesi dört kuşaktır buralı. Ağabeyim evlenip de İzmir'e taşınınca beni de peşinden sürükledi. Doğrusu bizim şehre göre pek hoştu buralar. Körfez boyunca uzanan parklarda sabah akşam güzel insanlar, gece gündüz ışıl ışıl geniş caddelerde son model arabalar dolaşıyordu. Aynı sokaklarda biz de bir süre dolaştık ağabeyimle, iş aradık. Ama bizim şehirde ne bulduysak burada da aynısını bulduk, yani hiç. Milyonlarca insan her sabah nereye gider, akşama kadar ne iş yapar, nasıl para kazanır bilenimiz yok. Ağabeyim birkaç ay kayınbabasının kahvehanesinde çalıştıysa da rahat etmedi orada ya da ettirmediler, bilemiyorum. Evde boş oturup, kadın lafı dinlemeyi de kendine yediremeyince başladı eski tanışların izini sürmeye. Telefon rehberinin sayfaları arasında eşinirken asker arkadaşlarından ikisine rastladı. Orhan'ın çalıştığı oto sanayinin ortamı hoşuna gitmeyince cep telefonu satan Faruk'a takıldı bir süre. Gel gelelim iş başka dostluk başka demişler, ilk üç ay sonunda satış gelirleri iki aileyi doyurmayınca Faruk ile ağabeyimin yolları ayrıldı. Tam ağabeyim karaları bağlayacaktı ki, büyüklerin, “Allah bir kapıyı kaparsa, başkasını açar,” sözü doğrulandı. Bizim sokağın köşesini kendine mekan tutmuş midyeci Arif yol yordam gösterdi ve yüzümüz de cebimiz de biraz olsun güldü. Başladık mı biz her sabah ilk otobüsle sahile inip, Arif ağabeyin ailesi ve arkadaşlarıyla birlikte midye toplamaya. Yalnız sahile inmek yetmez, bilenler bilir, sıcak soğuk demeden belinize kadar denize girip saatlerce suda kalmak, kilolarca kumu elekten geçirmek demektir, İzmir'de midye toplamak. Arif ağabey sahici Mardinli. Nedense tüm büyük kentlerde denizi olmayan bu Anadolu şehrinden çıkanlar midyecilik yapıyorlarmış. Mardinlilerin piyasada adı çıkmış ya, biz de soran olursa Mardinliyiz diyoruz. Sabahtan öğlene kadar kürek kürek topla, sonra otur tek tek içine pilav doldur, akşamdan sabaha kadar da avuç avuç sat! Hayatımız, içimiz dışımız oldu midye. Ama sakın midye deyip de geçmeyin, çok önemli bir hayvandır, sizin benim yapamadığımız boyundan büyük işleri yapar o. Mesela kaçımız dakikada on litre deniz suyunu süzebiliriz? O, her dakika yapar bunu. Kabuklarının siyah mı, mor mu olduğu tartışma götürse ve hatta lezzeti bile damak zevkine göre değişiklik gösterse bile ekonomik değeri herkesçe kabul edilir. Biz de modern dünyanın geçim zorluğundan etkilenen kadınlı erkekli kalabalık bir grup olarak, ilk insanlar olan avcı-toplayıcıların kültürlerini devam ettiriyoruz. Ellerimize kendi imalatımız olan aletlerimizi alır ve ekmeğimizi doğadan toplarız. Kimimizde torbalı ağ veya süzgeç kimimizde demir tırmık veya kepçe, hiçbirini bulamayanlar kürek ile çalışırdık. Haziran ve Aralık aylarında işler açılır ve diğer illerden mevsimlik işçiler gelirdi. Cemal ve İsmet ağabeylerle de bu sayede tanıştık. Amca çocuklarıydı ve İzmit'ten gelmişlerdi. Çocukluklarında geçimlerini sağlamaya kendi körfezleri de yetişirmiş. Gel-git zamanı sular iyice çekildiğinde deniz tabanına iner ve yenebilecek ne varsa, yengeç, balık,
midye, toplarlarmış. Cemal ve İsmet küçük olduğu için anne babalarını bekleyen diğer çocuklarla beraber kıyıda oturup oynarlarmış. Bir gün ne olduğunu anlayamadan açıklarda patlayan güçlü bir günbatısı fırtınası sonucu beş, altı metrelik liman dalgaları İsmet'in babasını almış. İsmet denize düşman olmuş ama hıncını almanın, çıplak elleriyle denizden hesap sormanın bildiği tek yolu varmış. O da midyeci olmuş. Fakat zamanla körfez pislenmiş ve midyelere cıva dolmuş, yiyenleri hasta etmiş. Onlar da tası tarağı toplayıp diyar diyar gezmeye başlamışlar. Bazen pamuk toplamak için doğuya, bazen fındık için kuzeye gider, nerede karınları doyarsa orayı yurt bilirlermiş. Şimdi de burada bizimle beraber midye topluyorlar. Ağabeyim, İsmet ile Cemal ağabeyin hikayesini dinledikten sonra onlara duyurmadan usulcacık, “Med-Cezir midyesi gamlı olur, tat vermez!” demişti bana. Sıkıntısı, denizden uzak kalmak ve özgürce gezememekmiş. O yüzden bu öksüz midyeler makbul sayılmaz ve sofra adabı bilenler tarafında masaya buyur edilmezlermiş. Ağabeyim de tam midyeci olmuş hani, ağabeylerin hası, midyecilerin kralıdır o! İzmir körfezinin sığ olan kuzey sularında -ki bizim midye tarlamız tam da burası oluyor- kimi zaman çamurdan adalar oluşur. Bu adalar, civarda yüzlerce türü olan, kuş kolonileri için önemli bir yumurtlama alanı teşkil ediyor. Egeli olmayan midyeciler biraz bilgisizlikten biraz açgözlülükten bu adalara çıkar ve yumurta toplarlar. İnsanı taşıyacak kadar güçlü olmayan çamur yığınları da bozulur ve adalar batar. Arif ağabeyin hanımı onlara sertçe çıkışır. Elleriyle dağılan çamurları bir araya getirmeye uğraşır. Ben de bazen ona yardım ederim ama insan kokusu sinen yere kuşlar bir daha kolay kolay gelmezler. Biz böyle sularla, çamurlarla didinirken bizi seyreden çok olur. Ben de onlara kaçamak bakışlar atarım. Zabıtalar da gelir bazen. Bakar, bakar giderler. Kimi yakalayacaklarının hesabını yapıyor, belki de aralarında iddiaya tutuşuyorlardır, kim bilir? Galatasaray eşofmanlı bir amca her sabah düzenli olarak yürüyüş yapıyor. Ben de Cimbom'luyum tabii, o geçerken izliyorum uzaktan. Önce sağdan sola doğru hızlı adımlarla gider, yirmi dakika kadar sonra aynı yoldan ama bu kez hafif bir koşu ile geri döner. Ara sıra o da bize bakar ama selamımı almaz. Ya bize doğru bakar görünür ama daha da uzaklara bakar ya da bakar ama biz seçilemeyecek kadar uzakta oluruz. Otobüsü kaçırdığımız ve dolayısıyla Arif ağabeylerin gruba yetişemediğimiz bir gün, ocak ayı deniz çivi gibi, yanımızdan geçerken amcaya seslendim. “Ateşin var mı bey amca?” Cevap vermeden elini cebine sokup çakmağını çıkarttı ve bizden tarafa uzattı. “Fazla sigara var mı peki, hava çok soğuk, bizde tek kalmış da...“ Ağabeyim her zamanki gibi fırsatçılık yapıyor. Daha dün gece okeyde bir paket sigara kazandı, üstelik yabancı marka! Neyse ki, amca terslemedi onu. Cebinden bu sefer cüzdanını çıkartarak, “Alın bakalım dinlenme molası verdiğinizde gidip benden iki çay içersiniz”, diyerek bana bir banknot uzattı. Ağabeyimin parayı elimden almasına karşı koymadan, amcanın gözlerinin içine bakarak uzun süredir aklımı kurcalayan soruyu yönelttim. “Siz, emekli futbolcu musunuz?” Hafifçe gülerek bana baktı ve, “Eski bir sporcuyum ama futbolcu değil, balıkadamım daha doğrusu balıkadamdım,” dedi. “Benim adım Adem diyerek elimi uzattım. Hiç beklemediği belli olan bu ataklığım karşısında bir anlık bocaladıktan sonra, “Benim de adım Ragıp, memnun oldum,” diyerek elimi sıktı. Ağabeyim çoktan bizi bırakıp suya inmişti bile. Ragıp amca ertesi gün bana oldukça eski ama elden geçirilmiş ve hiç deliği olmayan bir balıkadam elbisesi getirdi. Boyu posu ağabeyime göreydi ama benim giymem için bana vermişti. İçime balıkçı yaka kazak giyerek ve de paçaları katlayarak durumu kurtarıyordum. Zaten ertesi sene de elbise tam üstüme oturdu. Bu koşullar altında sekiz sene çalıştık. Ağabeyim zabıtalara yakalanıp tezgahı defalarca kaptırdı ama zabıtalar bıktı, o bıkmadı seyyar satıcılıktan. Derslerden hatırladığım kadarıyla toplayıcı toplum anaerkil, avcı toplum ise ataerkildi. Ağabeyimin avcı ruhu sokaklarda müşteri peşinde koşmayı seviyordu. Ben köşe kapmaca oynamaktan sıkılınca kolayı seçtim, çarşıdaki bir mezecinin içine kurdum tezgahımı. Mezecinin sahibi kazancımın yarısını alıyordu ama en azından bir adresim ve telefonum vardı artık. Özellikle telefon çok
işime yaradı. Sokağa çıkmaya üşenen mahalle sakinlerinden sipariş almaya başladım. Evlere servis, dükkandaki tezgahtan çok kazandırıyordu. Dükkan sahibi de çok geçmeden midyedeki potansiyeli gördü. Bir yıla kalmadan tekrar tokalaştık ve altı aylık kazancım karşılığında ortak oldum mezeciye. Avcı-erkeklerin, toplayıcı-kadınlardan daha akıllı olduğu ve dolayısıyla modern toplumda da erkeğin baskın rolünün haklılığı tezi, böylece çökmüş oldu. Bu zaman zarfında Arif ağabeyin esas adının Sabri olduğu ve yıllardır kaçakçılıktan arandığı ortaya çıktı. Bir akşam polis apar topar götürdü ve bir daha da onu gören olmadı mahallede. Ailesi de o kış ertesi taşındı zaten. Ağabeyim de o sıralarda boşandı. Cebi para gördü karıyı boşadı, genç bir dilber alacak diye dedikodu çıktı ama ağabeyim diye söylemiyorum, külliyen yalan! Diğer kadını bilmem ama aline para geçse mutlaka haberim olurdu. Her ne hikmetse atılan nikahın üzerinden bir yıl geçmeden tekrar evlendi ağabeyim. Ama daha genç değil yeni yengem, daha bakımlı ama eskisiyle aynı yaşta. Ailesi bizim oralardanmış. Ertesi yaza kalmadan ağabeyim baba, ben de haliyle amca oldum. Bebek yürüdü, konuştu falan derken göz açıp kapayıncaya kadar beş yıl daha geçti. Belimi iyice doğrulttum artık, evlenme yaşım geldi de neredeyse geçiyor diye düşünüp, bir yandan da müşteri listesindeki bekar bayanları gönül terazimde tarttığım sakin bir sabah acı bir fren sesiyle dükkandan fırladım. Müşteri peşindeki azman bir minibüs, dalgın dalgın karşıdan karşıya geçmekte olan ortağımı yatağa mahkum bıraktı. Paket servisi için yanıma bir çocuk alıp bir süre idare etmeye çalıştım ama ne ben ne de müşteriler memnun kaldı. Hem dükkana hem dışarıya yetişemeyince imdadıma, aldığı kilolardan dolayı zabıtalardan kaçmakta zorlanan ağabeyim koştu. Yıllar boyu, “Sokaklar bile dar geliyor, on beş metrekareye dünyada sığamam ben!”, diyen ağabeyimle mezeciyi şimdi beraber işletiyoruz. Ortağıma ve ailesine de akşamdan akşama en iyi mezelerimizden yolluyorum. Mevsimine göre de irilerinden midye dolma. Aydan aya kârdan hissesine düşeni ise bizzat elden götürüyorum. Ne de olsa ortağım beni bilir, beni tanır. Sağ olsun, çok iyi insan, bana güveniyor. Ben yine de defterleri kuruşu kuruşuna tutar, üç ayda bir kontrol etmesi için ona bırakırım. İş başka, dostluk başka! Allah işlerimizi rast getirirse seneye ikinci şubeyi bile açarız. Nazar değmesin, işlerimiz tıkırında. Yeğen büyüsün onu da doyurur burası. Ağabeyim rahat durmuyor tabii, şimdi ikinciyi düşünüyorlarmış. Bana da, “Hayırlı bir kısmet ayağıma gelsin diye bekleyeceğine git dolaş biraz, ben dükkana bakarım,” diyor ama ben aynı fikirde değilim. Nede olsa o avcı, ben toplayıcıyım. Evlilik bence biraz kader biraz şans işi, öyle gezmekle hovardalıkla olmuyor. Acelem yok, nasibim var ise gelir burada da bulur beni. Bu arada eğer merak edeniniz varsa, Ragıp amca hala dimdik ayakta. Göğsüne üçüncü yıldızı taktığı yeni eşofmanıyla her akşam uğrar, hem hoşbeş eder hem de alışverişini yapar. Adı, en iyi müşterilerimiz listesinde boşuna durmuyor yani. Yolunuz İzmir çarşıya düşerse, mutlaka bekleriz. İlk midye dolmalar ikramımız!
Müzmin Bekar Kiracı Aranıyor Çınar anahtarı kilide sokup çevirdi. Yuvalarına çekilen parmak kalınlığında dört adet çelik milin tok sesi eşliğinde kapı hafifledi. İçeri girer girmez Ajda paçalarına süründü. Bu karşılama seremonisi tüm odalarda devam etti. Bu arada unutmadan söylemeliyim, Ajda evin kedisi değil, kendisidir. Günün yorgunluğundan bir an evvel sıyrılıp Ajda ile ilgilenmek üzere Çınar kendini duşa attı. Çıkınca üşümemesi için Ajda'nın nefesiyle ısıtıttığı koridordan geçerek yatak odasına gitti. Beğeniyle duvardaki siyah-beyaz fotoğraflara baktı. Daracık sokakların, kiliselerin, camilerin, boğazın, surların yirmiye otuz çerçevelere sığdırılması Çınar'ın boş zamanlarını değerlendirme çabasının meyveleriydi ve Ajda'nın duvarlarına da çok yakışıyordu doğrusu. Çınar her odayı farklı renklere boyamıştı, usta çağırıp boyatmak yerine kendisi yapmıştı bu işi, ağır ağır tadını çıkararak... Bir aydan kısa sürede bitirmişti tüm daireyi. Üstüne rahat bir şeyler geçirip mutfağa yöneldi. Ajda'nın en sevdiği yemeği yapacak, ortalığı mis gibi kurutulmuş defne, taze domates, azıcık sarımsak ve tereyağ kokutacaktı. Buğulanan levreğin kokusu rahatsız etmemesine karşın aspiratörü çalıştırdı, çünkü tok karnına fikri değişebilirdi. Tepsiyi fırına sürdükten sonra saati kurup salona geçti. Müzik setine bir klasik müzik diski sürdü. Kendisi işteyken duvarlara sinen hüznü silmek için sesi iyice açtı. Ajda keman ve piyanonun uyumuna, yükselen yumuşak notaların dansına bayılıyordu. Adeti olduğu üzere Murat'ı aradı, biraz çene çaldılar, konu yine kızlara geldi. Şu Murat ne biçim adamdı, bu yaşa gelmiş hala işi gücü gezmek tozmak zıpırlık. Neyse ki Çınar'ın parası ve enerjisi hafta arası dışarı çıkmaya elverişli değildi. Başbaşa yenen yemeğe eşlik eden şarabın etkisiyle Çınar da Ajda da gevşedi. Bulaşıkları çabucak hallettikten sonra Çınar elini ağzını yıkamak için banyoya uğradı ve Ajda ile buluşmak üzere salona gitti. Ajda mahremiyete önem verirdi, dolayısıyla Çınar'ı banyoda yalnız bırakırdı. Çınar her zamanki gibi iş yerindeki olağan olaylardan bahsetti biraz. Ajda cevap veremese bile anlıyordu, bugün Çınar'ın ekibinden biri emekli olmuş ve yerine çömez bir kız gelmişti. Aylar önce başlayan projeye sonradan katılmak kız için olduğu kadar ekip lideri olarak Çınar için de zordu. Ajda'ya içini döküp rahatladıktan sonra Çınar müziğin sesini biraz kıstı ve okuma koltuğuna kuruldu. Romanın heyecanlı kolları sanki bu akşam fazlaca sarıp sarmalamıştı Çınar'ı; sayfalar peşpeşe çevriliyor, yelkovan akrebe tur bindiriyor, ama kafası kitaptan bir an bile kalkmıyordu. Ajda sabırla beklemeyi sürdürdü. Sahibini seyretmenin huzuruna değişebileceği tek keyif, sabaha kadar aynı yatağı paylaşmaktı. Çınar yazarın ustaca kaleme aldığı maceraya kapılmış, alışkanlık haline getirdiği okuma süresini epeyce geçmişti. Ajda voltajı hafifçe düşürdü ve azalan ışığın özlem mesajını sevdiğine ulaştırmasını umdu. Fakat Çınar romanın sonuna bu kadar yaklaşmışken bitirmeden yatmamaya kararlıydı. Ajda bu sefer, Çınar'ın ayaklarının çabuk üşüdüğünün bilinciyle kalorifer borularında dolaşan sıcak suyun akışını yavaşlattı. Bu hamle çok geçmeden sonuç verdi ve Çınar kitapla olan göz temasını kesti. Ancak beklendiği gibi yerinden kalkmaktansa huysuzca etrafına bakındı ve ayaklarını yerden kaldırıp bağdaş kurdu. Koltuğun tepesine tünemiş gibi görünmesi komiğine gitti Ajda'nın, Çınar'ı bu haliyle de sevimli buldu. O sırada telefon çaldı ve metalik zırıltı, Ajda'nın yapamadığını başardı. Çınar yerinden kalkarken yüzünde hoşnutsuzluktan eser yoktu. İğrenç melodi çınlamaya devam ettikçe Ajda'nın yüreği sıkıştı. Çınar hevesle, konuşma tuşuna bastı ve kuş cıvıltısını andıran bir sesle cevapladı arayanı. Bu saatte bu da kimin nesi, Murat ile bu tonda konuşmaz ki? Ajda kulak kesildi. Duyduklarına inanamadı, bir kadındı ve yüzsüzce Çınar'ı iki tek atmaya davet ediyordu. Konuşma uzadıkça Ajda'nın sinirleri gerilmeye başladı. Bu kadarı da fazla değil mi, bugün onların tanışma yıldönümü! Gecenin başında Çınar unutmamış gibiydi, oysa son bir saattir
lanet romanından başka bir şeyle ilgilenmemişti. Şimdi de bu kadın! Sabahın erken saatlerinden hava kararana kadar Çınar'ı beklemeye isyan etmiyordu, ama karşılığı bu olmamalıydı. Geçen sene bu gün ikisi de ne kadar heyecanlıydılar halbuki. İlk görüşte aşk bu olmalıydı. Küçük bir daire, ama manzarası güzel diye düşünmüştü Çınar. Yaşı biraz küçük, ama tertipli diye sevinmişti Ajda. İlerleyen haftalarda ilk bakışta göze çarpmayan ufak tefek kusurlar fark edildi; Çınar aşırı tedbirli, Ajda kontrol düşkünüydü. Hangi bekar erkek iki banyoya iki mutfağa olmak üzere toplam dört adet tüpgaz koyardı eve ve hangi ev, sahibinin konforu için her santimetrekareye hükmederdi? Ancak birbirlerinin başkaları tarafından bilinmeyen bu tür zaaflarını keşfetmek onları daha çok yakınlaştırdı, aralarındaki bağı güçlendirdi. Mesela taşındığının ertesi günü Çınar ağaç dış kapıyı söktürüp yerine çeliğini taktırmak için ev sahibini aradı ve onay alamayınca kendi cebinden ödedi. Ajda'nın pek hoşuna gitmişti kendisi için bir alışveriş yapılması. Ev sahibi bunca yıldır çöp almamıştı. Zaten oldum olası bu kelimeden de nefret ederdi, ev sahibi. Ajda'ya göre, kimse bir eve rızası dışında sahip olamaz, sahibini ev seçerdi. Şimdiye kadar bir sürü insan tanımıştı Ajda, ama Çınar bambaşkaydı. Ayrıca bu beğenisi de tek taraflı değildi, beraberlikleri boyunca genç adam da ona az özen göstermemişti. Peki şimdi bu kara kedi de nereden çıktı, ne demeye bu saatte onları rahatsız ediyordu, Çınar'ı pervasızca bara davet etme cesaretini nasıl buluyordu? Neyse konuşma bitti ve Çınar kadının tuzağına düşmedi. Ertesi gün iş vardı ve Çınar uyuya kalma riskini alamazdı. Çınar, Ajda'nın ruhunda kopan fırtınadan habersiz yarım kalan romanına döndü. Bu iş fazla uzadı dedi Ajda içinden ve bu sefer elektrikleri tümden kesti. Çınar da az inatçı değildi hani, kalktı bir mum yaktı ve okumaya kaldığı yerden devam etti. Ajda onun bu huyunu seviyordu, kafasına koyduğu işi mutlaka yapardı Çınar. Ajda'nın siniri hemencecik geçiverdi. Bir yıldır aynı havayı soluduğu, kavurucu sıcaklara, dondurucu soğuklara koyun koyuna direndiği bu adama sevecenlikle baktı. Eriyen mum, fitilin dibinde göllendikçe alevi küçülüyordu. Ajda, duvarları belli belirsiz eğip bükerek titreşen ışığa eğlenceli gölge oyunları sergilettirmeye çalıştı. İlk günden beri tüm amacı Çınar‟a burasının konforlu, güvenli, huzurlu ve eğlenceli bir yuva olduğunu hissettirmekti. O kadın bu kadar özen göstermeye hazır mıydı acaba? Cevap “evet” olsa bile, gücü elbette bir ev ile boy ölçüşmeye yetemezdi. Ajda bu güvenle biraz daha beklemenin doğru olacağına karar verdi, en azından olayların nasıl gelişeceğini iyice görene kadar. Eğer ki Çınar günün birinde dönülmez bir yola girer ve Ajda‟nın küçüklüğünü bahane edip taşınmaya falan kalkışırsa da... Hayır, hayır olamaz, ne korkunç bir düşünce bu, sevdiğinin canını almak. Zorla güzellik olmaz... Olmaz mı gerçekten, Ajda‟nın daha önce benzer bir deneyimi olmadı ki? Bilmediği için merakı tam olarak tatmin edilemedi. Belki de öğrenmenin tek yolu denemektir, Çınar‟ı öldürmeyi denemek. Hayır durup dururken değil tabii, kendisini terk edeceğine iyice emin olduktan sonra, son çare olarak... Dalındaki kestane kadar dikenli bir çare, sadece ölümsüz bir tutkunun ölümcül bir çaresi olarak denenmeli. Çınar kitabı kapatarak bir süre etrafına bakındı, üç yüz sayfaya yayılmış macera ve bir hafta boyu süren merak mutlu sonla bitmişti. Ajda da mutluluğa ortak oldu, hayat güzel şeydi doğrusu... Ön camda nefes kesici bir manzara, ışıl ışıl boğazdan geçen ferah ferah gemiler onlara göz kırpıyormuş gibi geldi Ajda'ya. Derken iğrenç bir titreşim sesi bu mutluluk tablosunu yırttı. Çınar'ın cep telefonuna mesaj gelmişti. Bu karı da amma asalak çıktı diye iç geçirdi Ajda. Çınar'la beraber minik ekranda görünen ışıklı kelimeleri okudu, “yarın iş çıkışı sinema?” Şırfıntıya bak, gemi azıya aldı. Yine de öfke kusmadan evvel Çınar'ın cevabını bekleme sağduyusunu gösterebildi ve saniyeler içinde pişman oldu, “tamam ;-)” Gözlerine hücum eden yaşları zorlukla tuttu, burnuna çarpan rutubet kokusunun ayırdına vardı. Son derece havasızdı içerisi, peki ya dışarısı... Ne çirkin bir manzaraydı bu böyle, bakanı boğuyordu, günün her saati bir trafik, hiç huzur yok! Demek mesaiden çıkıp kendisine gelmek
yerine Çınar o süprüntüyle sinemaya gidecekti. Ya film çıkışı? Asla buraya getirmemeli o kadını. Gözlerimin önünde sevdiğime dokunmasına dayanamam. Çınar benimdir. Çınar mumu eline alıp mutfağa gitti ve çaydanlığa su koydu. Ajda'nın sinirden gözü karardı. Çınar, bir kıskançlık krizinin eşiğine geldiğinden habersiz salona dönerken dudağında bir ıslık vardı. Ajda gerçekten tehlikeli olabilirdi, gücünün sınırları oldukça genişti. Şu anda basitçe ocağın alevini söndürmesi veya ertesi sabah Çınar duş alırken şofbene üflemesi aşkını zehirlemeye yeterdi. Bir aşkın karşılıksız kalmasından daha acı verici tek şey ihanetti. Ve belki bir insan affederdi, ama ya bir ev?..
(Ne) İç(in) Savaş Dokuz ay on gün sonra Bahar Ergeç komadan çıkar ve sırasıyla üç soru sorar; “Neredeyim, hangi gündeyiz, babam döndü mü?” --o-“Barış Zeki Ergeç‟i arıyoruz.” “Sitede şu an o isimde biri bulunmuyor.” “Barış Ergeç?” “Hayır.” “Zeki Ergeç?” “Kayıtlarda Ergeç soyadlı sadece Özgür Yapıcı Ergeç var efendim. İlginizi çeker mi?” “Olabilir, belki bizimkini tanıyordur. Nerede bulabiliriz Özgür Bey‟i?” “Bu saatte kayıkhanededir. Cuma günleri namaz saatinde deniz kenarında görebileceğiniz tek erkek odur zaten, tabi sakatlar hariç! Nizamiyeden dümdüz gidin, koruluğun sonundan sağa dönün, bulursunuz...” İki arkadaş kimliklerini kapıda bırakıp girdiler Düzen Sitesi‟ne... --o-“Merak etme Bahar, ülkeye barış geldi. Burası güvenli bir hastane. Dokuz aydır sana biz bakıyoruz.” “Babam da burada mı?” “Şu anda hayır, ama kısa bir süre içinde kavuşacağınızı umuyorum. İki arkadaşın haftalardır babanı arıyor. Hükümet savaştan sonra esir kamplarını makyajladı ve sosyal konut statüsüne soktu. Ateşkes sırasında kamplarda bulunanlar, bu sitelerde tutulmaya devam ediyor, ama dışarıda bir akrabası olduğunu ispatlayabilenler çıkmakta serbestler. İki gün önce aldığım telefonda arkadaşların, kontrol etmedikleri son bir site kaldığını bildirdiler ve eminim ki babanı orada bulacaklardır. Sen şimdi dinlenmene bak, öğleden sonra yine uğrayacağım.” --o-“Sence burada izini bulabilecek miyiz? Gezdiğimiz on yedi kampta onu tanıyan bir kişiye bile rastlamadık.” “En azından aklımızda soru işareti kalmayacak, yine kimseyi bulamazsak içimiz rahat bir şekilde kurtulmayı başaramadığı sonucuna varabiliriz. Ama, yanlış görmediysem girişteki panoda Kamp Müdürü‟nün karşısında Nizam Yapıcı yazıyordu...” “Yani?..” “Yani, Özgür Yapıcı‟nın komutan ile bir akrabalığı olabilir ve belki de arşivdeki bilgilere ulaşmak konusunda bize yardım edebilir.” “Daha neler artık, arşiv tozu yutacak zamanımız yok, on gündür yollardayız!” “Burası Düzen Sitesi, buradaki arşivlerde toz olmaz!, hahaha...” “Hadi bırak zevzekliği, senin sinirlerin iyice laçka olmuş...” --o-“Çocuklar bana verdiğiniz isimleri birkaç arkadaşıma sordum. Nizam Yapıcı, Düzen Sitesi‟ne tayin olmadan önce ülkenin öbür ucundaki başka bir kampın müdürüymüş. Kızı Nermin, eski
kampta babasının tüm yasaklarına rağmen esirlerden biri ile fazlaca yakınlaşmış. Sonunda korkulan olmuş, ama kız kürtajı reddetmiş. Baba adayı eski bir öğretmenmiş, iç savaş patlak verince bizimkilerin yanında saf tutmuş... Nizam Yapıcı kızını ikna edemeyince mahkumun adını değiştirmesi şartıyla dede olmayı kabul etmiş.” “Tamamdır hocam, demek doğru iz üzerindeyiz. Yeni bir şeyler öğrenince yine haberleşiriz, Bahar‟a sevgilerimizi iletin lütfen, tüm yaptıklarınız için teşekkür ederiz!” --o-“Girişteki herif Cuma konusunda ne kadar takıntılıydı değil mi, bizimkini fişlemiş besbelli...” “Savaş bir girdap gibi hepimizi içine çekti, yüz binler boğuldu, ama lanet düzen değişmedi.” “Nerede bu kahrolası kayıkhane, koruluk biteli dakikalar geçti...” Biri uzun, diğeri kısa iki genç kahvehaneden bozma mescit binasının önündeki kalabalığa yaklaşır... “Selamın aleyküm, aranızda Barış Zeki Ergeç‟i tanıyan var mı acaba?” “Şey, biz aslında Özgür Yapıcı Ergeç‟i arıyoruz... Kayıkhane için doğru yolda mıyız?” O esnada iki göz odanın kapısında ibadetini bitirmiş Nizam Yapıcı görünür. Üstündeki eskimiş üniforma, sert bakışlar ve aksi yüz hatları kim olduğunu anlamak için nüfus cüzdanına bakmaya ihtiyaç bırakmamaktadır. Yeni gelenlere ters ters bakarak aşağı iner ve koruması eşliğinde yanlarından geçip gider. “Yabancıları pek sevmiyorlar galiba...” “Hele de soru soruyorlarsa...” Bakışlarıyla sahili tarar ve kayıkhane olabilecek bir yer ararlarken deniz kenarındaki küçük barakadan çökük omuzlu, soluk eşofmanlı, beyaz saçları kısacık kesilmiş birinin çıktığını görürler. Namaz firarisi de iki arkadaşı fark eder, ama başı önde yürüyüşünü bozmaz... “Merhaba, siz Özgür Yapıcı Ergeç misiniz?” Gri eşofmanlı adam çakır gözlerini sesin sahibine dikip, başıyla olumlar. “Merhaba, biz çok uzak yoldan geldik. Aslında Barış Zeki Ergeç‟i arıyoruz, ama belki tanıyorsunuzdur diye size sormak istedik.” “Kimsiniz?” Zayıf görünmesine rağmen sesi diri çıkmaktadır. Çocuklar hikayeleriyle ilgilenen birine rastladıkları için sevinirler... “Bizler Barış Bey‟in kızı Bahar‟ın arkadaşlarıyız. Aylar sonra komadan çıktı ve babasını görmek istediğini söyledi.” “Bildiğimiz tüm kampları araştırdık, babasını bulmak için burası son umudumuz, tabi hayatta ise...” Soluk eşofmanlı çökük omuzlar dikleşir, mavi bakışlar derinleşir, “Peki değilse?” “En azından kahredici belirsizliğe bir son veririz.” “Zaten Bahar kendini her ihtimale hazırladı, sadece gerçeği bilmek istiyor.” Gülümsemeyi andıran bir ifade tuzlu suyun derinleştirdiği yüz hatlarını yalayıp geçer, “Gerçeği?..” “Ööözgür, sandalınla oynamayı bitirdiysen biraz da kızınla ilgilen! Maviş prensesin seni bekliyor...” “Seslenen Nermin Hanım galiba...” “Özgüüür, beni duydun mu? Benim de işim gücüm var, hadi oylanma artık!” Barış Zeki veya yeni adıyla Özgür Yapıcı Ergeç‟in yüzünü az önce okşayan sevimlilik yerini iki kaşın ortasına aniden oturan öfke çizgilerine bırakır. “Ölmüş dersiniz!” Yaşlı kurt beklenmeyen bir çeviklikle uzaklaşır.
“Cesur bir adam.” Çocuklardan uzun boylu olanı hafiften bozulmuştur bu duruma... “Hangi açıdan? “Ne diye surat asıyorsun, „Selam söyleyin‟, deseydi daha mı çok faydası dokunacaktı Bahar‟a? Toplama kampından sağ kurtulmuş, yıkılmamış, vaz geçmemiş, kendine sıfırdan bir hayat kurmuş. Az şey mi? Ben yapamazdım doğrusu...” “Kendini o kadar büyük görüyorsun ki, bir yönüyle bile senden üstün nitelikli biriyle karşılaşınca hissettiğin hayranlığı abartıyorsun. Kaybedeceklerin azalınca cesaretin artar, kaybedeceklerin artınca da özgürlüğün azalır; bunda şaşıracak bir şey yok bence...” Her ikisi de kendince haklıdır; su götürmeyen tek gerçek, olayların akışının Barış Zeki Ergeç‟i devşirerek Özgür Yapıcı Ergeç‟e çevirmiş olduğudur. İki arkadaş geldikleri yoldan aceleyle geri dönerler; önlerinde yüzlerce kilometre, yüreklerinde Bahar‟a açamayacakları bir sırrın ağırlığı vardır...
Ölüm Orucu Avrupa‟nın birkaç bin kilometre kuzey doğusunda bir başkent, Kiev. O başkentin birkaç yüz kilometre uzağındaki bir köy. Onlarca evde yaşayan yüzlerce köylünün tarım ile uğraştığı sakin bir coğrafya. Şehirden ayda bir gelen kamyonlara yüklenen tahıl ile geçinen ekmek sever insanlar... Bu barışçıl atmosferin asker çizmeleriyle darmadağın edileceğini kim tahmin edebilir, ama oldu işte. Başlarına öyle bir felaket geldi ki, ne köyün ileri gelenlerinden Mykola, ne gün görmüş Boris, ne yerinde duramayan Oleksiy akıl sır erdirebildi. Kara Toprak bölgesi denilen bu yerde birbirine benzer onlarca köy vardı, çünkü az ağaçlı arazi gerçekten de koyu renkliydi. Humus açısından zengin topraklar o kadar verimliydi ki, Sovyetler Birliği‟nde en çok tahıl burada üretiliyordu. Çiftçiler hasılattan devletin payına düşen yüzdeyi verdikten sonra bile yetiştirdikleri buğday, çavdar, arpa ve yulafı tüketerek bitiremedikleri için satmaya başladılar. Tam da bu sebepten ötürü belayı çağırdıklarından habersizlerdi. Merkezi yönetim kişisel ihtiyaçları karşılamak için özel mülkiyete itiraz etmemekle beraber servet edinmeye varacak çapta bir ekonomik serbestiye kesinlikle karşıydı. Temel amaç, ordunun güçlendirilmesi olmalıydı ve dolayısıyla bu bölgedeki iktisadi kalkınma çok geçmeden komünist yönetimin dikkatini çekti. Bir sabah bir memur geldi ve vergilerin yüzde otuza çıkartıldığını bildirdi. O güne kadar kimseyle bir husumet yaşamamış, kavga nedir bilmez köylüler itiraz etseler de işin ucu toplu bir isyana varmadı. Ev yapımı votka kokan ağızlardan çıkan sunturlu küfürler ve beddualar arasında memur geldiği gibi sessizce gitti. Ertesi gün dev tekerleklerin gürültüsü köye kamyonlardan dakikalar önce ulaştı. Yeri titreten beş araçtan bir tanesinde on iki asker oturmaktayken, diğerleri boştu. Ama kısa sürede tahılla tıka basa doluverdiler ve göz açıp kapayana kadar köyün kışlık erzak stoku egzoz dumanları ile birlikte uçup gitti. Çoğunluk, “olan oldu” diye düşünürken Oleksiy‟in sesi diğerlerinden sert çıktı. “Arkadaşlar emeğimizi ekmeğimizi çaldılar ve biz göz yumduk farkında mısınız? Şimdi eskisinden de hızlı çalışmaya çabalayıp karnımızı doyuracak stok yapacağız. Peki, yarın öbür gün başka bir memur çıkıp gelecek ve yine ürünlerimizi elimizden almayacak mı?” Kimsenin gıkı çıkmıyordu. Sıcak nefeslerin sebep olduğu dumanlardan başka bir devinim yoktu. Oleksiy devam etmek üzere hamle ettiğinde Boris güçlü koluyla ağzına yapışıverdi. “Zehirli sözler bunlar. Kanımızı kaynatıp hepimizin mahvına sebep olacaksın, sus artık yeter! Savaşın yaralarını yeni yeni sarıp, acılarımızı biraz olsun dindirebildik.” Mykola da ağırbaşlılığı bir tarafa bırakıp söze karıştı. “Rıza göstermeyecektik de ne yapacaktık. Makineli tüfeğe kazma kürekle mi karşı koymamızı istiyorsun Oleksiy?” “Bir avuç askerdi alt tarafı, biz iki yüzden fazlayız.” Mykola gürledi. “İki güne kalmaz tanklarla gelmeyeceklerini mi sanıyorsun? Çocuk olma Oleksiy!” “Eninde sonunda tanrıya kavuşmayacak mıyız? En azından kuyruğu dik tutar, onu onurlandırırız!” “Mykola'yı bilmem, ama benim birkaç on sene daha ölmeye niyetim yok Oleksiy!” Boris'in bu çıkışı gergin havayı biraz yumuşattı, gülüşmeler oldu. Oleksiy kendinden büyükler ile laf yarıştırdığının farkındaydı, ama altta kalmaya niyeti yoktu. Nükteli olduğu kadar iğneleyici bir tonda konuştu. “Peki ne zaman ölmeyi düşünüyorsun saygıdeğer Boris, çıkmaz ayın son çarşambasında mı?” Ahaliye eğlence çıkmıştı, askerler çoktan unutulmuştu. İhtiyar kurt da zamanında Oleksiy gibi etkili bir hatipti ve kimseye kolay kolay pabuç bırakmazdı.
Boris göbeğini kaşıya kaşıya, “Horozların durmaksızın öttüğü gecenin şafağında öleceğim,” dedi ve kalın sesiyle ekledi, “Yeniden başlamak için!..” Halka oluşturmuş kalabalıktan bu söz düellosunun galibinin Boris olduğuna işaret eden alkışlar ve kahkahalar yükseldi. Gözler genç Oleksiydeydi. “Umarım bu planından Stalin'in de haberi vardır.” “Ben tanrıya söyledim, o bilmese de olur!” Kıvrak zekası ve hazır cevaplılığından bir şey kaybetmemiş Boris ile baş edemeyeceğini belli edercesine iki elini kaldıran genç kurt teslim oldu. Mahsulün üçte birini devlete veren çiftçilerin elinde satacak tahıl kalmamıştı. Eldeki avuçtaki ancak karın doyurmaya yetiyordu ki, vergiler yine arttırıldı. Askerler, uğradıkları köylerdeki ambarları dibine kadar boşalttılar. Bu sefer votka yüzünden her daim neşeli ayyaşların bile yüzleri asıldı. Moskova‟ya uygun dille bir cevap vermek için alışkanlığı olmayanlar bile kiliselere akın etti. Din adamları bu ilgiden memnundu. Halkı sükunete davet edip duayı aksatmamalarını tavsiye ediyorlardı. Komunistlerin arası tanrı ile çok iyi değildi ve katılımın yüksek olduğu bu toplantılara taviz vermediler. Başta din adamları olmak üzere Ukrayna‟nın sözü dinlenen, eğitimli sınıf mensuplarının tamamına yakını bölücülük suçlamasıyla Sibirya‟ya sürgüne gönderildi. Sosyalizm düşmanları derslerini almışa benzemiyorlardı. Bir ay geçti geçmedi memur ve askerler yine göründü. Memur elindeki kağıdı sallıyor ve bağırıyordu. “Sizi soyguncular, bizi aptal mı sanıyorsunuz? Cahiller sürüsü, bu kurnazlığınızın bedelini ödeyeceksiniz. Yapılan hesaplara göre devletten mal saklamışsınız.” Cümlesini bitirmeden askerler köyü didik didik aramaya başladı. Askerlerin getirdikleri köpekler sayesinde zulalar teker teker ortaya çıkartıldı ve gizlenen tahıla el kondu. Oleksiy bir askerin önünü kesmeye çalıştıysa da bir dipçik darbesiyle yere yıkıldı. Çamurun içinde bile bağırıp çağırmaya devam etti. “Namussuz itler, verilecek ödül kemiği uğruna bizi aç bıraktılar.” Boris de kendi köpeklerini çok sevmesine rağmen dört ayaklı askerlere kızgındı. “Evet genç dostum ne yazık ki yine bozguna uğradık. Hayvanlar da ırkçıdır, hatta sadece hayvanlar!” Memur bu sözleri duydu, ama üstüne alınmadı. Ne de olsa hakaretin muhatabı köpeklerdi. Yine de son sözü bir çiftçinin söylemesi yakışık almazdı. “Neden bu kadar ekmeğe düşkünsünüz, neden kendi bedeninize devletten ve ordudan daha fazla önem veriyorsunuz? Kilisenin tavsiyesine uyup dua etsenize, yoksa tanrı size ekmek vermiyor mu?” Sessizlikten yüz bularak küstahlığına devam etti. “Peki madem yemeden duramayacak kadar zayıf iradelisiniz ve tanrınız sizi duymuyor, o zaman Stalin‟e dua edin! Belki o size acır da ekmek verir.” O ana kadar ağızlarını bıçak açmayan askerlerin kahkaları eşiliğinde geldikleri gibi gittiler. Çevre köylerde de durum farklı değildi. Genel bir başkaldırı eğiliminden söz edilmese de arada çıkan tek tük öfkeli sesler politbüroya kadar ulaştı. Sadece Ukrayna‟ya değil, kuzeyin uçsuz bucaksız topraklarına hükmeden Sovyet rejiminin başındakiler sertlik yanlısı tutumlarıyla dosta düşmana nam salmışlardı. Otoritesinde herhangi bir çatlağa izin vermemeye kararlı iktidar partisi tüm telsiz ve radyo evlerine bir emir yayınlayarak, “ülkenin ortak çıkarları için kayıtsız şartsız işbirliğine ihtiyaç duyulduğu” mesajını yayınlattı. Duyurunun devamında, “gerekirse ileriki dönemde büyük baş hayvanlara da ordu tarafından el koyulabileceği, ancak şimdilik bu kadar sıkı tedbirlere başvurulmaya gerek olmadığı” da yer alıyordu. Böylece topluma göz dağı verilerek olası isyancıların baskı altına alınması amaçlanıyordu. Bu taktik aylarca başarılı oldu, ama kulaktan kulağa bu zalim tarım
politikasının sadece ekmeğin başkenti konumundaki Ukrayna‟da uygulandığını, Sovyetlerin tahıl ihracatının devam ettiği yayıldı. Amansız kış koşulları barışsever insanların dayanma güçlerini zorlamaya başladı. Çocuksu düşlerin aksine kar hafif, nazlı, yumuşak ve nâmeli değil, öfkeli, darbeli, iğneleyici, dondurucu ve hapsedici yağıyordu hayatların üstüne, dinmemecesine. Açlık kapıdaydı. Soğuk ve uzun gecelerde neşe kaynağı olan radyolar çok geçmeden yine kin kustu, merkezi hükumet hayvanlarını da istiyordu. Uzun zamandır gerilen sinirler koptu ve Oleksiy önderliğinde bir grup bıçaklarına sarıldılar. Kesici aletler zavallı hayvanların boğazını keserken haftalardır manzaraya hakim olan beyaz renk kızıla döndü. Onları gören diğer köylüler de, “başkasına yar olacağına en azından et yerim” zihniyetiyle tarladaki en büyük yardımcılarının canına kıydı. Ortalık günlerce kan koktu. Hareketlilik karanlıkta pusuya yatmış keskin gözlerden, hassas kulaklardan kaçmadı tabii ve partinin başındakiler için bu bardağı taşıran damla oldu. Onlar ki, tebâlarına adil ve eşit davranmış, özgürlüklerini kısıtlamamıştı. Ama bu yapılanlar düpedüz isyandı ve eğer en sert şekilde bastırılmaz ise kıvılcım pekala bir yangına dönüşebilirdi. Moskova‟dan gelen emir netti, “Ukrayna ablukaya alınacak ve her ne sebeple olursa olsun sınırlardan giriş çıkışa izin verilemeyecekti.” Hesapta, densiz köylülere verilecek ders, diğer milletlere de ibret olacaktı. Nitekim işler, insan sevgisinden yoksunların planına uygun gelişti. Oleksiy gibi gözü karaların sayısı azdı ve iradeleri, onlara uyup bir anlık heyecanla kendi hayvanlarını katledenlerin pişmanlığına karşı duracak kadar sağlam değildi. Açlık kısa sürede zaten zayıf olan halkı eritti. Ne erkeklerde ne kadınlarda iş görecek hal kalmadı. Çocuklar gıdasızlıktan bırakın oyun oynamayı şarkı bile söylemiyorlardı. Çocuk sesinden mahrum kalan ülke kaderine razı oldu. Ölüme mahkum insanlara yardım eli uzatacak hiçbir güç yoktu. Dünya derin bir uykudayken Ukrayna kilo vermeye devam etti. Kiev‟deki yabancı elçilikler burunlarının ucundaki trajediyi görmüyordu. Başkentte yaşayan Ukraynalılar bile kırsalda yaşananları etraflıca bilmiyordu. Yüksek zümreden şehirliler, ekmek karneye bağlandığı için sıkıntı çektiklerini düşünürken, daha alt kesim hayatta kalmak için çareyi ölen akrabalarını devlete bildirmeyip onların karneleri ile fazladan yiyecek almakta buluyordu. Köylerde ise ne karne ne de kara borsa vardı. İzolasyonun ilk yılı bitmeden yaşlılar ve çocuklar açlığa yenik düştü. Sonra sıra orta yaşlı erkeklere geldi. Kadınlar ve genç erkeklerin durumu iyi değilse de hayatta kalma mücadelesine devam ediyorlardı, ama tarladaki mahsulü kaldırmaya kimsenin mecali yoktu. Ürün toprakta çürürken açlık Ukrayna‟yı kırıp geçiriyordu. İlk kurbanları diğerlerinin izlemesi uzun sürmedi. Gün geçmiyordu ki atan bir kalp durmasın, sıcak bir ten soğumasın. Ölümler arttı, arttı ve arttı. Artık saatte bir kaç kişi gözlerini yumuyor ve üstelik kalanlar için bu bir kurtuluş gibi görünüyordu. Oleksiy epeyce çaptan düşmüşse de henüz yıkılmamıştı. Aile meclisinde söz aldı. “Kim, neden ister acaba doğduğu toprakta ölmeyi ve kim bilir kaç kişiye nasip olur adımlarını başladığı noktaya yettirebilmek, varış yerinin aslında çıkış olduğunu görebilmek?” “Gözü pek sözü mert oğlum, ne diyorsun açık söyle!” “Biliyorum hepiniz yorgunsunuz. Babamın acısı küllenmedi evet, ama koyunlar gibi oturup beklemekten usandım. Güney batıda sayıca daha az asker var. Gece karanlığında görünmeden aralarından sızmayı becerirsek yiyecek dişe dokunur bir şeyler bulma ihtimalimiz var. Patates kabuğu çorbasından bıktım! Ben diyorum ki, yarın dolunayda kimseye haber vermeden şansımızı deneyelim. Enişte ailenin büyüğü sensin, sence de doğru bu mudur?” “Denemeden bilemeyiz, ama hiçbir şey yapmamaktan iyidir. Böyle giderse açlıktan ölmesek bile gözümüz dönüp delireceğiz. Yukarı köyde insanlar ölen bir akrabalarını yemişler diye duydum. Hazır yürüyecek kuvvetimiz varken, zaman kaybetmeyelim derim.” Söylentileri anne de duymuştu, ama düşmanın kasıtlı yaydığına inanıyor, gerçek olma ihtimalini hayal edemiyordu.
“Ağzınızdan yel alsın, ne biçim sözler onlar! Çocukların yanında böyle çirkin konuşmaya utanmıyor musun?” “Anne son zamanlarda etrafta hiç hayvan gördün mü?” Yaşlı kadın öfkeliydi. “Sen kestiğinden beri hayır!” “Hayır, öküzleri kastetmiyorum. Başka hayvan gördün mü? Kuş, kedi, köpek sesi duydun mu hiç?” Anne şaşırdı, cevap veremedi. “Kıtlık yüzünden hareket eden her şeyi yiyor insanlar. Sıranın bize gelmesi kaçınılmaz.” Küçükken de böyleydi bu çocuk, önce izin ister, ama “hayır” cevabı alsa bile bildiğini okurdu. Evladının tek başına düşmanın eline düşmesindense son nefesinde onun yanında olmayı, becerebilirse koruyabilmeyi tercih etti. Böylece bir avuç cesur köylü ay ışığında yollarını bularak güney doğuya ilerlediler. Ne yazık ki iki ayaklı nöbetçilere dört ayaklılar da eşlik ediyordu. Köpekler, insandan binlerce defa daha iyi koku aldıkları için karanlık görev yapmalarına engel değildi. Nitekim, Oleksiy ve ailesi kurşunlardan zor kurtuldular. Böylece özgürlük ve yemek hayalleri suya düştü. Bir deri bir kemik insanlardan oluşan koca bir ülke göz göre göre erimeye devam etti. Her dakikada bir insanın öldüğüne işaret eden raporların dip toplamındaki sayı korkunçtu. İki yıl süren tecrit boyunca milyonlarca insan, saçma bir inat uğruna can verdi. Mezarlıklar dolup taştı ve kimliksiz cesetler hastalık saçmasın diye yakıldı. 1932-33 arasında tek bir gece bile horozlar ötmedi ama bilge Boris haklı çıkmış ve kimsenin aklına gelmeyecek şeyler gerçek olmuştu. Dünyanın ekmek üretimi şampiyonları ekmeksizlikten öldüler. Bu kıyımdan ne Oleksiy, Boris, Mykola, ne de aileleri kurtulabildi. Azmettiricilerin bile ummadıkları boyutlara varan olay, soykırım damgası vurulmaması için kamuoyundan gizlendi. Dünyanın tepkisinden korktukları için gövde gösterisi peşindeki acizler, sahneledikleri dehşetin tadını çıkartamadılar. Olan masum köylülere oldu. Faturanın bedeli ağırdı, Ukrayna nüfusun dörtte biri yok oldu. Okullar kıtlık bittikten sonra bile senelerce kapalı kaldı, çünkü ülkede çocuk kalmadı. Katliamdan sağ çıkanlar yabancı memleketlere göç ettilerse de hafızalarına yapışan çürümüş et kokusundan kurtulamadılar. Kara Topraklar‟dan uzakta doğan çocuklara ilk ders olarak, “barışın sadece „hayır‟ diyebilecek kadar güçlüyken mümkün olduğu” öğretildi. Şimdilerde bir düşünür demiş ki, “Büyük olasılıkla aldığımız tüm mağlubiyetleri hak etmişizdir. Hiçbir güç bizim yardımımız olmadan karşımızda mutlak bir zafere ulaşamaz. Ortada görkemli bir galibiyet varsa mutlaka acz ve zaaf da vardır. Bazen umutsuzluk bile karşı taraf için yeterli bir destektir.” Keşke o zamanlarda yaşasaymış... Belki direnişi örgütlemek konusunda Oleksiy‟e yardımı dokunabilirmiş! Tamara Holneskaya anısına
Sağlık İçin Futbol Ertesi sabah genç bir adam, hastanenin muhasebecisi, yıllık izinden dönmüş bir taraftan sabah kahvesini yudumlarken bir taraftan da yerel gazeteye göz gezdirmektedir. Sağlık sayfasındaki haberleri tararken tanıdık bir isme rastlar, Bektaş. Fotoğraf benziyor, ama o olabilir mi gerçekten diye merak eder ve okumayı sürdürür. „Şehrimizin ilk erkek hemşiresi göreve başladı.‟ Doğruca Ayşe Hanım‟ın katına iner ve başlatır anlatmaya... -oBektaş oynadığı yıllarda çok parlamadı, takımının kaderini de değiştirmedi belki ama mücadeleci kişiliği, inatçı yapısıyla taraflı tarafsız tüm izleyenlere keyif verdi. Yeşil sahalarda mağlubiyeti kendine hiçbir zaman yediremedi. Şimdilerde, eşinin gün boyu hastanede çalışıp, para kazanıp kendisinin de akşamları onu aç kedi misali kapıda karşılamasını, denk güçlerin mücadelesi sonucu tabelada eşitlik şeklinde tariflemekte büyük güçlük çekmesi biraz da bundandır. Birinci ligde İzmir‟in başarıyla temsil edildiği yıllara dayanır Bektaş‟ın futbolculuğu. Orta sahanın ortasında başarıyla top koşturmuştur. Ara sıra yaşadığı şanssız sakatlıklar dolasıyla formasında uzak kaldığında da yılmadan çalışmış, sabırla beklemiş ve çime tekrar ayak bastığı dakikaları en iyi şekilde kullanarak hafta arası mahallede başı her zaman dik dolaşmıştır. Ortak renkleri ve kendi adıyla uyumu yüzünden Beşiktaş'ın, Bektaş'ın kalbinde her zaman ayrı bir yeri olmuşsa da bu ikili asparagas bir transfer haberinde bile aynı cümlede anılmamıştır. -o“Eskiden bir Bektaş vardı, bütün mahalle tanırdı. Lise çağlarında popülaritesini iyi futboluna borçluydu. Daha okulu bitmeden profesyonel sözleşme imzalamıştı, ama o zamanların parasıyla bir takım elbiseye ancak yetmişti. Gizli gizli üniversiteli olma hayali kurduğunu sadece yakın çevresi bilirdi. Oya da -ablam diye söylemiyorum- güzel kızdı ve o tarihlerde Bektaş‟ın yakın çevresindeydi. Antrenmanlardan arta kalan zamanlarında sınava hazırlanır, kulüpte duyulmamasına özen göstererek ders çalışırmış. Puanı dört yıllık bir okula yetmediyse de meslek yüksek okullarını tutuyormuş. Tercih kağıdını kendince doldurmuş ve beklemeye başlamış. Aylar sonra gelen zarfı açınca gözlerine inanamamış, çünkü hemşirelik okuluna kabul edilmiş. On binlerin açıkta kaldığı bir sınavda öyle veya böyle başarılı olduğu için sevinmiş aslında, ama ailesine söyleyip söylememek konusunda kararsız kalmış.” -oSakatlıklardan paçasını kurtaramayınca Bektaş genç yaşta jübilesini yapmak zorunda kalır. Vefa‟nın sadece bir semt ve o semtin takımının adı olmadığını ispat niteliğinde kulübü Bektaş‟a bir jest yapar ve altyapı sorumlusu olarak göreve getirilir Bektaş. Ancak son haftalarda üst üste gelen şanssız puan kayıpları sonrası ekibiyle birlikte başkan istifa eder. Eski yönetime yakınlığı ile tanındığından ötürü yeni başkan ilk iş olarak Bektaş‟ı görevden alır. Bu gereksiz gövde gösterisi sonucu ülkedeki işsizler kervanına bir de sporcu katılır. Yediği bu darbeden sonra evdeki itibarının, otoritesinin de azaldığını düşünmeye, içten içe korkmaya ve duygusal iniş çıkışlarını hırçınlık şeklinde dışa vurmaya başlar. Nitekim bir akşam alkolün de tesiriyle ağzını bozar ve Ayşe‟nin hiç alışık olmadığı yakası açılmadık küfürleri birbiri ardına sıralar. Eski kulübünden ekonomiye, bakkaldan Ayşe‟nin annesine kadar ilgili ilgisiz herkes bu öfke nöbetinden nasibini alır. Suratına yediği bir bardak su onu
kendine getirir biraz, ama ayıldıktan sonraki özürleri fayda etmeyince o geceyi sokakta geçirir. Sabaha karşı Ayşe evden çıkarken elinde ayaza kalkan ettiği bir gazete ile Bektaş başı önde açık kapıdan içeri süzülür. -o“Ablamın olumlu telkinlerine rağmen okula kayıt yaptırmakta çok aceleci davranmamış Bektaş. Hafta sonu oynanacak deplasmandan galip gelirsek gider yazılırım, aksi halde ne yöneticilere ne takım arkadaşlarıma karşı yüzüm olur diye düşünmüş. Halbuki Oya'nın ısrarları mantıklı gerekçelere dayanıyormuş. Erkek hemşirelerin kız babaları için ideal damat adayı listesinde üst sıralarda olmadığı aşikar, ama en azından alternatif bir mesleği olacaktı. Mevkisi gereği skora fazla katkıda bulunmadığı için büyük kulüplerin gözüne çarpması kolay değildi. Otuzların başında bırakmak zorunda kalması da çok yüksek olasılıktı ki zaten lise yıllarından beri sakatlık belasından tam anlamıyla kurtulmuş değildi. Sol dizinden ve bileğinden sık sık sakatlanır, çok sevdiği futboldan günlerce bazen haftalarca uzak kalırdı. Kararına yön verecek o meşhur deplasman maçında kornerden gelen top Bektaş‟ın dizinden sekip kendi ağlarına gitmiş ve son ana kadar önde giderken konuk takım bir puana razı olmuştu. Mahalleye dönüşte sinirleri alt üst olan Bektaş‟ın üstüne ablam biraz fazla gitmiş olacak ki, o günden sonra bir daha görüşmediler. Oya‟nın kalbi fazlaca kırıldığı için ben de Bektaş hikayesinin devamını takip etmemiştim.” -oBektaş tüm gün gazetedeki ilanları incelerse de kendine uygun bir iş bulamaz. Hava kararırken kapı çalar ve ailenin yeni reisi güzel bir haberle beraber gelir. Erkek hemşire ihtiyacı doğmuştur. Futbol aşkının gücü kendini sıra dışı bir yoldan göstermiş ve aynı renklere gönül vermiş başhekim, eşinin boşta olduğunu bildiği Ayşe‟ye danışmıştır. Kocasının inadını bilen Ayşe onun adına karar vermek istemeyerek bir gün süre ister. Bektaş hem geçen gecenin pişmanlığı, hem eşiyle aynı binada çalışacak olmanın sevinci hem de eski bilgilerini paraya çevirebilecek olmanın hevesiyle ikna edilmeyi beklemeden teklifi kabul eder. Evleri ve yürekleri çarçabuk ısınır. Karı koca o gece mütevazi bir kutlama yemeği yer ve gün doğmadan kalkabilmek için erkenden yatarlar. İyi haber tez duyulur; sabahın ilk ışıklarıyla birlikte önce komşular sonra mahalli gazeteden iki muhabir gelir. Ertesi günkü baskıya yetiştirmek üzere hem uzunca bir röportaj yapar hem de sandıktan çıkarttıkları çubuklu futbol forması ile “şehrin ilk erkek hemşiresi”nin boy boy fotoğrafını çekerler. Haber başlığında kullanılacak hemşire ifadesi yerine Bektaş kendi türettiği “hemşir” kelimesini önerse de gerek karısının gerek gazetecilerin şaşkın bakışları karşısında ısrarcı olmaz. -o“Nereden nereye görüyor musun Ayşe Hanım. Babamın iki yıldır prostat sorunu var ve nedense bizim hastanedeki hemşireler için onlarca hastalık arasında en nahoşu bu sayılıyor. Namus kumkumaları, sağlıkçı bozuntuları! Üstüne alınma sakın, sözüm meclisten dışarı. Sanki adamın derdi yokmuş da orasını göstermeye gelmişiz gibi bizim kaldığımız odanın önünden geçmez oluyorlar. Neymiş namahremmiş, halt etmiş onlar! Ülkede hemşirelik eğitimi veren sağlık yüksek okullarının sayısı hiç de az değil, ama nüfusumuzun yarısı erkek olmasına ve her geçen gün artan işsizlik oranına rağmen erkek hemşire yok. Daha doğrusu varmış da yok denecek kadar azmış. Üşenmedim, araştırdım. Kanuni düzenlemelerdeki aksaklıklar da bir engel teşkil ediyormuş tabii, ama bence esas problem hemşireliğin kadın mesleği olduğu şeklindeki toplumsal ön yargı.
Hatay, Malatya, Diyarbakır, Ankara, Antalya, Bolu, Osmaniye, Trabzon, Kocaeli, Adana, Konya, İzmir, İstanbul, Mersin, Çorum, Muğla.... kuzeyden güneye, doğudan batıya onlarca üniversitede binlerce öğrenci yıllarını sağlık emekçisi olmaya adıyor. Bazıları -Bektaş gibihatalı tercih ve yanlış kodlama kurbanı da olsa içlerinde erkekler de yok değilmiş. Elli altmış çiçeğe düşen o birkaç böceğe bazen okuldaki hocaları da şaka yollu takılıyormuş, ama çoğu mahalle baskısı nedeniyle yarıda bırakıyormuş eğitimlerini. Mezun olanların da kaderi çok farklı olmuyor ne yazık ki, eş cinsel damgası yiyenlerin hizmet hevesleri daha yolun başında kursaklarında kalıyormuş. Köy, kasaba, il, ilçe, her yerde onlara ihtiyaç varken yasadaki bir çarpıklık yüzünden cinsiyet ayrımcılığı yapılması son derece vahim. Neyse fazla oyalanmadan gidip randevu alayım da babamın ufaklığa bir de bizim Bektaş baksın bakalım...”
Son Matine Mısırları Benden yedi sekiz yaş büyük bir ağabey yanıma yaklaşarak utangaç bir ses tonuyla hapisten yeni çıktığını, iş aradığını ve aç olduğunu söyledi. Bir elinde gazoz bir elinde patlamış mısırla sinema kapısında bekleyen bir çocuğun ailesi ekonomik açıdan iyi durumdadır. Eğlenceye para ayırabilecek insanların çevresi de geniştir ve ortaokul terk de olsa bedenen sağlam birine ihtiyaç duyan birini tanıyabilirler. O gün rastgele seçildiğimi biliyorum, ama o saatte o sokakta özel olarak aransa da benden daha uygun bir adayın kolay bulunamayacağına inanıyorum. Mahalleye dışarıdan gelen fazla insan olmadığı için genelde herkes birbirini iyi tanıyordu ki, sinemanın sahibi Ercüment Amca da babamın bezik arkadaşıydı. Emekliliği dört gözle bekleyen iki adam, onlarca benzerleri gibi, yaz kış demeden pazar sabahları kahvede buluşur saatlerce kağıt oynardı. Gazozum ve mısırlarımla beklerken Ramazan Ağabey ile tanıştığım günü takip eden ilk Pazar, babam konuyu Ercüment Amca‟ya açtı. Babamın anlattığına göre eski bir mahkum oluşu işi biraz zora koşmuşsa da sonunda Ercüment Amca, kahvede biriken hesabının kapatılmasına karşılık Ramazan Ağabey‟i meydancı olarak işe almaya razı olmuş. Meydancının görevi gösterimden önce yerleri süpürmek, salonu havalandırmak, bilet numaralarına göre doğru yere oturmaları için ilk defa sinemaya gelenlere yardım etmekti. Çoğunluk zaten devamlı müşteri olduğu için numaralandırma sistemini ezbere bilir, karanlıkta bile yerini bulurdu. Suare yoktu bizim sinemada, son film saat sekiz dedin mi biterdi. Ercüment Amca akşamları çalışmaz, hatta kahveye bile uğramazdı. Kalacak başka yeri olmadığı için sinema salonu, Ramazan Ağabey‟in hem ofisi hem eviydi. Uyku tutmadığı geceler o ufak tefek onarım işleriyle oyalanır, yanmış ampulleri değiştirir, suni deri koltukların yırtıklarını diker, makine dairesindeki gevşemiş vidaları arar bulur sıkıştırırdı. İki seneye yakın zaman aşağı yukarı bu şekilde geçti; sakin! Mahallemizdeki değişiklikler bezik partilerinin önce haftada ikiye sonra dörde çıkmasından, sinemanın duvarlarına üst üste yapıştırılan afişlerdeki artist isimlerinden ve gişenin camına asılan bilet fiyatlarından ibaretti sanki... Gazoz ve patlamış mısır son yaza kadar enflasyondan her nedense etkilenmedi. Derken lise son sınıfın koşuşturmacası başladı ve benim dünyam okul ile dershane arasına sıkışıp kaldı. Büyük sınav yaklaştıkça sinemanın yolunu bile unutmaya başladım. Bir sabah derse gitmek üzere evden çıkarken telefon çaldı. Arayan komiser Tarık Amca‟ydı; hatırımı sorduktan sonra babamı istedi. Karakoldan aranmaya artık iyice alıştığım için -Tarık Amca bizim semte yaz sonu tayin olmuştu ve acayip bezik meraklısıydı- telefonu babama verip aceleyle evden çıktım. Aynı günün akşamı eve dönüş yolunda son iki yılın en bomba haberini aldım; Ercüment Amca odasında ölü bulunmuş ve üstelik Ramazan Ağabey de kayıpmış. Sinema öyle çok çok para getirmezdi, ama Ercüment Amca üçe beşe bakmaz, günlük hasılatı her akşam makine dairesindeki çelik kasaya koyardı. Görgü tanıklarına göre kasa ardına kadar açıkmış ve içi gazoz şişelerim kadar boşmuş. O zamana kadar eski sâbıkasını sormak kimsenin aklına gelmemişti, ama şüphe çekici bir şekilde Ramazan Ağabey iyi halden serbest bırakılmadan önce hırsızlık suçundan iki yıl yatmıştı. Mahallemizin havası günden güne bozuldu, sinemasız kalınca insanlar dedikoduya sarıldı, havadan sudan sohbetler yerini gerilim filmi tadında senaryolara bıraktı. İşin aslı cinayetten haftalar sonra ortaya çıktığında babam dahil herkes çok şaşırdı. Tarık Amca‟nın detaylara girmekten kaçınmayarak yaptığı açıklamalara göre, Ercüment Amca
tutkusunun kurbanı olmuş; meğerse o mûnis mizaçlı adam, poker masasında hırslı bir kumarbaza dönüşürmüş. Haftanın beş günü şehir merkezine iner ve hamurunu suyunu bilmediği adamlarla oyuna otururmuş. Olay günü Ercüment Amca, birikmiş borcunu tahsil etmek için gelenlerden yakayı sıyırmak amacıyla kasayı kendi rızasıyla açmış, ancak para yetişmediği için arbede çıkmış ve o itiş kakış sırasında midesinden vurulmuş. Adamlar korkup kaçmışlar kaçmasına, ama emektar sinemacı kan kaybından ölmüş. Ramazan Ağabey bir süredir aşağı mahalleden bir kız ile arkadaşlık ediyormuş ve o geceyi de beraber geçirmişler. Sabah sökerken sinemaya döndüğünde ise Ercüment Amca‟nın cansız bedeni ile karşılaşmış ve kimseyi inandıramam korkusuyla paniğe kapılarak kaçıp, bir hafta boyunca parklarda bahçelerde saklanmış. Olayın aydınlanmasını takiben arka çıkmak adına tecrübeli meydancıya iş teklif edenler oldu, sevdiği ile evlendirmek için aracı olmak isteyenler çıktı, ama o memlekete döneceğini söylerek hepsini nazikçe reddetti ve mahallemizden ayrıldı. Sinema ile ilgili pek çok anım vardır, ama en ilginci budur, daha doğrusu kızların en çok ilgisini çeken hikâyem yıllarca bu oldu. O zamanki kızlar da çoçuklar da flörtler de farklıydı. Projektörden hayal dünyamıza düşen büyük hayallerimiz vardı tabi ki, ama küçük mutluluklarla yetinmeyi bilir ve bilmekten de öte bunu başarırdık. Beyaz perdede oynayan filmin artistleri haftadan haftaya değişirdi değişmesine, ama bizim sinemanın kahverengi koltuklarında hep aynı film oynardı. Delikanlılar kollarını yanlarındaki kızın omuzlarına dolamak için filmin şiddet dolu yada kederli sahnelerini özenle bekler, sevgililerinin yuvarlacık dizlerine dokunmak için türlü numara çekerlerdi. Benim düşkünlüğüm de yedinci sanatın özüne değil, hayatın keşfineymiş aslında, ama bunu ancak şimdi anlıyorum. Her seferinde çocuk olarak girdiğim salondan yetişkin olarak çıkardım. Makinistin odasından fışkırıp, karanlığı yaran ışık huzmesi, güneşin avluya serilmiş ham meyveleri pişirdiği gibi beni olgunlaştırırdı. Şimdi yıllar sonra tapu müdürü olarak geldiğim eski mahallemizin taşları yenilenmiş sokaklarında dolaşırken içimde tatlı ekşi bir sızı var. En çok da banka şubesine dönüştürülen sinemanın önünden geçerken hissediyorum bu garip tadı; yapışkan, kekremsi... Ama sabırla damakta ezip, tükürükle dikkatlice karıştırınca içindeki güzel aroma keşfedilebiliyor. Büfecinin tasarruf olsun diye akşama kadar aynı yağda çevirdiği mısırları anımsatıyor biraz... Kimseye satamadığında ziyan olmasın diye akşam elime tutuşturduğu, gevrekliğini kaybetmiş mısırları; kuşlar yesin diye ağaç diplerine serpiştirdiğim son matine mısırlarını... Belki de özlediğim sinema dolu günler değil, kendi çocukluğumdur.
Tarif Gerekmez Adresi kontrol ettim, zile tekrar bastım. Anneanneminkine benzer bir melodi. Kuş sesi dedikleri türden, cikcikli. Derken içeriden çıkan biri kapıyı tuttu, girdim. “Kızım Arife bu sana bir işaret, iyi olacak hastanın doktor ayağına gelir,” diye kendi kendimi gaza getirdim. Bir heves birinci kata çıktım, kapıyı çaldım. Bekledim. İkinci, üçüncü kez çaldım. Ceviz taklidi çelik bir kapı. Rakı beyazı duvarla pek uymamış. Saatime baktım, yedi buçuk. Rıfat evde olmalıydı, belki tuvalettedir. Merdivenlerden inen bir komşu, Rıfat‟ın komşusu, beni yukarıdan aşağıya süzdü. Basamaklardan hep bu hızda mı inerdi, yoksa beni daha rahat incelemek için zaman mı kazanıyordu, bilmiyorum. Saate tekrar baktım, yedi otuz bir. Bana uzun gelen süre meğerse altmış saniyeymiş. Aydınlatma otomatı söndü. Demek bir dakikaya ayarlı. Tasarrufu seven bir yönetici olmalı. Her kat için on saniye bana bile yetmez. Millet koşarak inip, çıkacak değil ya. Tekrar zile bastım ve kapıya yaklaşarak göz deliğinden ışık görmeye çalıştım. Cep telefonu da kapalı, garip. Demek hasta iyi olamayacakmış. Aslında duruma uygun düşen bir atasözü de değildi zaten. Kapıcı çöp toplamak için olsa gerek yanımdan geçip yukarı çıktı. Apartmanla ilgili hiçbir sorumluluk taşımıyormuşçasına rahattı, dönüp bana bakma gereği duymadı. Asansör bozuk olduğu için öfkelenmiş de olabilirdi. Kuşkusuz on sekiz dairenin çöpünü elde taşımak kolay olmayacaktı. Neyse ki, elektrikler kesik değildi. Beterin beteri var. Pollyanna‟yı okumadığı muhakkak olan ve mavi gözleri, iri kemerli burnu ve saman rengi saçlarıyla memleketi hakkında kuşkuya yer bırakmayan görevli hışımla tekrar geçti yanımdan. Elleri boştu. Apartman görevlisi olduğunu düşünerek hata mı yapmıştım? Yedi otuz beş. Duvarlar herhalde önceden süt beyazdı ve zamanla bu rengi aldı. Belki de diğer tahminlerim gibi bu da tutmamıştır... Nerede bu adam? Ne yapsam, bir büfede falan mı oyalansam acaba? Peki ne kadar bekleyeceğim, ya sekize kadar da gelmezse... Söylenerek, hatta biraz da argolu kelimeler sarf ederek gerisin geri indim. Rıfat‟ın kulakları çınlamış mıdır? Teyzenin bakışlarında gizli soru, “bu da başkası mı” idi? Kapıcı sandığım adamın kayıtsızlığı, kızların sık gelip gitmesinden mi kaynaklanıyordu. Kıskançlık değil bu, bekletilmenin verdiği can sıkıntısı. Hangi deliğe girdin Rıfat? Başına bir şey gelmemiştir, olsa olsa unutmuştur. Şirketten bir arkadaşı dertleşmek istemiş, meyhanede iki kadeh atmayı teklif etmiştir. Muhtemelen bizimkinin en zorlandığı kelimelerin başında da, “hayır” gelir. Allah bilir aşkını ilan etmek konusunda bile daha rahattır, eşek sıpası. Madem bu tarafta işin var, akşam da bana uğra. Ne diye uydum sözüne. Keşke bir bahane uydursaydım. Ya da bahaneye de sığınmadan doğrudan, “Başka zaman inşallah,” deyiverseydim. Sanki davet bekliyormuş gibi hemen kabul ettim. Hata bende. Şeytan tüyü var herifte, ama sağlam ayakkabı değil galiba. Nesini beğeniyorum, diye sordum kendime. Yok canım, beğenilmeyecek bir tip değil. Öyle aman aman dünya yakışıklısı da değil ama kendince bir havası, çekiciliği var. Ne bileyim işte, genelde kalbimi kurcalamak yerine işleri oluruna bırakmayı seçiyorum. Tembellik bir nevi. Araştırmacı bir kişiliğim yok. Eğer olsaydı, şimdi çoktan karakolun yolunu tutmuştum. Yok canım daha neler. “Hayırlı günler, adım Arife Akgün. Lisan kursundan arkadaşım olan Rıfat Ersöz söz verdiği halde evde yok. Cep telefonu da kapalı. Acaba bir yerde ölüp kalmış mıdır dersiniz?” mi diyecektim yani. En fazla nöbetçi memura akşam eğlencesi çıkartırdım. Hoş tembel olsam buraya gelmeye de üşenirdim. Ayakta durmaktan belim ağrıdı bu arada. Saatime tekrar baktım. Gazete bayiine gidip ateş istedim. Bir sigara içimi daha bekler, sonra eve dönerim diye karar verdim. “Tembellikten değil, korkudan” diye, kendime itirafta bulundum. Tabii ya, kurcaladığım yerde ya işime
gelmeyen, hoşuma gitmeyen bir ipucu bulursam. O zaman ne olacak? Neyse ne, her şey olacağına varır demişler!.. Bulutlar istiap haddini aşmış olacak ki, hafiften sızdırmaya başladılar. Saçak altına sığınmak için henüz erken. Damlalar hele iyice irileşsin, bakarız duruma göre. Ürperdim, tüylerim diken diken oldu. Saat, sekize bir var. Hadi Rıfat, son şans, geldin geldin. Kimin son şansı peki, onun mu benim mi? Havanın niyeti bozuk, taksiler seyrekleşmeden birine atlamalı. Gözün çıksın Rıfat. Bir tek hava tahminim tuttu bugün, tutmaz olaydı. El ettim ve kravatlı bir şoför su sıçratmamaya gayret ederek arabayı kaldırıma yanaştırdı. Civciv sarısı kapıyı açıp, binmek üzere hamle ettiğim anda kritik bir soruya çarptım. “İstasyona gideceğim,” cevabım makul bulundu ve kabul edildim. Taze, ferahlatıcı bir koku sardı etrafımı, şaşırdım. Lüks muhitteki bir durağa ait olmalıydı araç. Cebimden kağıdı çıkarıp tekrar baktım. Kapı numarasını aceleden yanlış mı yazmıştım. Beş değil de sekizdi sanki... Neyse canım, oldu bir kere. Pardon bugün perşembe değil mi? Değilmiş! Dikiz aynasındaki bakışlar sorgulayıcı, ama beyimiz efendi. En iyisi telefonuna mesaj atayım. Ne yazmalı, şöyle hem esprili hem sitemkâr bir şey olsun. Numaramı tanır mı? Tanımasa da okuyunca meraklanıp, arama ihtiyacı hissedeceği bir cümle kurmalı. Merhaba Fırat, kapının rengini beğendim, teşekkür ederim. Beni ben olarak merak etse kendiliğinden araması gerekmez miydi? Özür için olmasa da, açıklamak için. Bu soruya verilecek net bir cevabım yoksa, zaten yanlış yoldayım demektir. Yağmur da durdu galiba. Uygun bir yerde inebilirim. Buyrun, üstü kalsın.
Üzüntü ve Muz Kabuğu Yemek yenmiş, çocuk yatmış ve huzurlu bir geceye ilk adım atılmıştır. Adam televizyon karşısında otururken, karısı mutfaktan seslenir, “Meyve ister misin?” “Ne var?” “Elma ve muz...” “Elma isterim...” Derken adam o gece için uygun olabilecek bir film bulmak umuduyla seyredilmemiş VCD‟lerin durduğu dolabın başına gider. “Kapaksız ve yazısız bir CD buldum, ne olduğunu biliyor musun?” “Gündüz Ayşe‟ye CD kopyalamaya çalıştım ama olmadı, odur belki...” “Ne kopyalamaya çalıştınız? “Duymuyorum, gel burada söyle!” Adam o sırada meçhul CD‟yi DVD oynatıcıya takar ve bir ay kadar önce aldıklari bir filmin devamı olduğunu anlar. Filmi fazla durağan bulduğu için sevmemiş, ama eşi bir fırsatta seyredeceğini söylediği için de atmamıştı. Haftalardır aranan fırsat bulunamadığından dolayı CD hâlâ ortada duruyordu demek ki... İlk CD‟nin bulunduğu zarfı bulup içine koymak istedi ve zaten zarfta iki CD bulunduğunu görerek, tekrar mutfağa seslendi, “Yarım bıraktığımız aptal Norveç filmi üç CD‟li miymiş, seyrettin mi?” “Meyve hazırlıyorum, ellerim dolu, iki dakika sabret...” Adam zarftaki CD‟leri teker teker DVD‟ye koyarak içeriklerini anlamaya çalışır. Evet ilk CD aynı filmin başıdır. Zarftaki diger CD ise geçen hafta içinde seyrettikleri başka bir filme aittir. Bâri doğru zarfa koyayım da kaybolmasın diye düşünür; peki o filmin zarfı nerede? Yok! O sırada kadın elinde meyve tabakları ile salona girer, koltuğa oturarak eline gazeteyi alır ve sırtını döner. Adam tabağa bakarak, “Ben sadece elma dedim, muz nereden çıktı?” diye sorar. “Elma ekşiydi, muz dengeler diye düşündüm. Yemezsen ben yerim..” “Filmleri kaplar ile eşleştiremiyorum. Norveç filmini buldum, ama şimdi de geçen hafta aldığımız İspanyol filminin kabını bulamıyorum, nerede olabileceği konusunda fikrin var mı?” “Bilmem, belki bakıcı evine götürmüştür...” “Bakıcımız İspanyol sinemasını mı takip ediyor, sevsinler, hahhah!... Öyle bile olsa sadece ilk CD‟yi mi götürmüş? Senden habersiz mi alıyor, yoksa sana söyledi de sen mi hatırlamıyorsun?” “Boş ver yaa, ne acelesi var, hadi otur da başka film seyredelim” “Bu ne sakinlik yaa, poz mu yapıyorsun, niye yardım etmiyorsun? Kalkıp da benimle beraber arasana!.. Bu masa niye bu kadar dağınık, kızdığımı bilmiyor musun?” “Evet, yarın toplayacağım...” “Niye yarın, niye dün değil, niye bugün değil, illâ söylemem mi gerekiyor?” “Zamanım olmadı, toplamadım!” “Bak hala oturuyor, kalksana kızım, beni delirtmek mi istiyorsun!?!” “Taktın o CD‟ye, şimdi kalkıp bulamasam daha çok kızacaksın.” “Daha fazla bağırtmadan beni kalk sen de o zaman, on beş dakikadır debeleniyorum, sen yaymış kıçını oturuyorsun, eşek mi osuruyor burada!?!” Adam büfenin kapağını yumruklamaya başlar. Kadın çarçabuk gelir ve yere oturup CD‟lerin durduğu dolabı eşelemeye başlar. Kocasını görmemek için arkası yine dönüktür.
“İçeride ellerim doluyken bağırmaya başladın, ben de bekle dedim, iki dakika sabredemedin...” “Sabretmiş olmasam, şu anda meyveler tabakta olmazdı. Bana laf yetiştirme, atarım şimdi elmaları, muzları camdan!!!” “Sen deli misin, alt tarafı bir CD için mi bütün bunlar?” “Evet yaa, nasıl da bildin, evet her şey bir CD için!.. Kızım beni tanımadın mı hala, benim parayla pulla, maddi şeylerle işim olmaz! Tepem atarsa anneler gününde aldığım MP3 çaları da atarım camdan... Soruya bak; CD için miymiş? Ne cevap vermemi bekliyorsun şimdi, Evet desem ne olacak, Hayır desem ne olacak, ne biçim soru bu!?! Sen benim dediklerimi yapmak yerine böyle abuk sabuk konuşmaya devam et, aferin!” “Sen beni sustalı maymuna çevirmek istiyorsun, sen delisin, hastasın, senin için üzülüyorum. Şimdi hatalı olduğunu söylesem yine kuduracaksın, o yüzden düşündüklerimi olduğu gibi söyleyemiyorum...” “Söyle söyle, sakinim ben...” “Güzel güzel yemek yedik, kız erkenden yattı. Rahat rahat film seyredeceğimize yaptığına bak, delirdin durup dururken...” Adam odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolanmayı bırakır ve balkona çıkar. Biraz sakinleşip döner ve, “Senin beni sevmediğini düşünüyorum...” “Niye, bu gece olanlar yüzünden mi?” “Beni sekiz yıldır tanıyorsun, ama beni zıvanadan çıkarmamak için hiç çaba göstermiyorsun, beni korumuyorsun ve sonuçta ikimize de zarar veriyorsun...” “Mantığım almıyor yaptıklarını, hiç mantıklı değil!” Adam “İyi geceler,” der ve gidip yatar. Uyumadan önce aklından şu cümleler geçiyordur; Ben duygularımdan ziyade mantığımla hareket ederim. Sadece sevgide, aşkta mantık aramam, şart da değildir çünkü!..
Yazarın Ölümü “Sanatçı, elli yıl yaşadığı halde hala beş yaşında olandır.” - Pablo Picasso
Bizi aile yapan aramızdaki kan bağı değildi. Koço'yu dayım yapan da babaannemin kardeşi olması değildi. Zaten bu hesaba göre babamın dayısı oluyordu. Annemin erkek kardeşi yoktu ama, ve belki de bu yüzden, Koço benim (de) dayımdı. Babamla onun arkadaşlığını, hoşsohbetini, anılarını paylaşıyorduk. Koço ikimizin de dayısıydı ve hayatta bir kez olsun babamla eşit konumda olmak çok hoşuma gidiyordu. Ailemizde dayımın çekim alanına kapılmayan yok gibiydi. Tatlı dilinin açamadığı tek kapı Cumhur'unkiydi. Dayımı sevmeyen ya da daha doğru bir deyişle en az seven kişi ağabeyimdi. Ağabeyim ile ayrıştığımız tek detay da buydu zaten. Koço'nun kalbimizde kapladığı yer dışında göz şeklimiz, saç kesimimiz, kıyafetlerimiz, kız ve yemek zevklerimiz, en sevdiğimiz hayvan ve renkler, tuttuğumuz takım ve partiler, dünya görüşümüz, korkularımız kısaca bizi biz yapan her şeyimiz ortaktı. Dolayısıyla Cumhur'u ağabeyim yapan bağ, onu da annemin doğurmasının çok ötesindeydi. Nitekim aynı rahmi paylaştıkları halde kardeş olamayan nice tanıdığım var benim. Kendimi bildim bileli, yani okumayı söktüğümden beri hep yazar olmayı istedim. Balzac gibi, Camus gibi, Kafka gibi kelimelere hükmedecek ve edebiyat tarihine geçecektim. Tabii onların aksine, ölmeden önce bu yeteneğimden para kazanmayı diliyordum. Böylece sanatım sayesinde geçim derdi çekmeden yaşayabilecek ve sırf zorunluluktan ötürü en verimli yıllarımı başkalarına hizmet etmekle harcamayacaktım. Cumhur -aramızın bir buçuk yaş olmasına rağmen- her ortamda ve herkese karşı beni desteklemeyi, korumayı, yanımda olmayı görev bilirdi. Özellikle yazarlığı kendime meslek olarak seçme arzumu dile getirdiğimde babamın şiddetli itirazı karşısında da etten kemikten bir duvar örmüştü. Her şeyi iyi hoş da keşke kızların yanında bana bu kadar kol kanat germese, ama ne yapalım gülü seven dikenine katlanır. --o-Bilançodaki aktiflerle pasifler eşitlenmezse muhasebecinin işi bitmez, bitemez. Belki de sırf bu yüzden Konstantin Andonyadis iki ayı aşkın süredir mart ayı bilançosu üstünde çalışıyordu. Akın akın gelen leylekler, flamingolar yazın geldiğine işaret ediyor ama Koço hala mart ayının artı ve eksilerini kağıt üzerinde dengeleyemeye çalışıyordu. On iki yıl önce annesinin zoruyla bir falcıya gitmiş ve kısmetindeki kızın ev adresini öğrenmek istemişti. Eğer namuslu, eli yüzü düzgün, yemekten ve dikişten anlayan bu kızın nerede oturduğunu bilirse, onu bulmak daha kolay olurdu. Peki ya konu komşunun pek methettiği Zühre Bacı ne demişti, “Emekliye ayrılacağın gün, Azrail'in sana görüneceği gün olacak. Kara kaplıya öyle yazılmış, benim elimden bir şey gelmez.” Düğün, balayı, çocuk gibi konulara verilen yuvarlak cevaplardan sonra birden yüzü kararmış, sesi uçmuş ve Koço‟nun üstüne çökecek karabasanı yumurtlayıvermişti. O günden sonra, rakamlardan başka pek az şeyin konuşulduğu dört duvar arasında geçirilen yıllarla doğru orantılı olarak çalışanların hayalinde parlaklığı artan, yaldızlanan emeklilik günleri, Koço için bahçesinden bile uzak durulması gereken bir perili köşke dönüşüverdi. Koço'nun firmada yirmi beş yıllık emeği vardı. Hafta sonu, bayram, yılbaşı demeden yıllarını muhasebe odasındaki masasının başında geçirmiş, işini layıkıyla yapmak uğruna göz sağlığını
firmasına helal etmişti. Yine de kendini topun ağzında hissediyordu, çünkü yeni patron Servet Beyin Rumlardan hoşlanmadığını bilmeyen yoktu. Hatta Koço'nun yerine eski iş yerinden birini getireceği de duyulmuştu; tabii Koço emekli olunca. Sicili temiz, üstelik oldukça da kıdemli bir adamı -Rum bile olsa- apar topar işten çıkarmak yakışık almazdı. Hele ki, emekliliğine günler kala gereksiz yere tazminat ödemenin hiç alemi yoktu. Fakat evdeki hesap çarşıya uymamakta direniyordu. Servet Beyden şirket hissedarlarına kadar hemen herkes farklı sebeplerle ama aynı derecede sabırsızlık ve merakla, emekliliği üç ay önce gelmesine rağmen bir türlü ilk çeyrek bilançosunu hazır edemeyen Koço'nun işini bitirmesini bekliyordu. Patron olarak altındaki kadrolarda değişikliğe gitme yetkisine sahipti Servet Bey, ama hissedarlara karşı da önemli görev ve sorumlulukları vardı. Mali raporun geciktirilmeden kamuoyuna sunulması gerekliydi. Halka arzdan beri bu hiç değişmeyen bir şirket kuralıydı. Ancak bu saatten sonra da Koço'nun yerine getirilecek herhangi bir muhasebecinin üç aylık defterleri en baştan incelemesi ve mart bilançosunu kotarması haftalar alabilirdi. Böyle düşünerek beklemeye devam ettiler. Ha bugün ha yarın derken yaz gelmişti işte. Firmanın kârlılık rakamları ilan edilemediği için hisseler hala istenen fiyattan alıcı bulmuyor ve dolayısıyla ihtiyaç duyulan sıcak para girişi gerçekleştirilemiyordu. Servet Beyin üzerindeki baskı arttıkça, gerginlik alt kademelere de yansıyor ve şirket genelinde huzursuzluk egemen oluyordu. Koço hayatının son yirmi beş yılında belki de ilk defa, en azından bir kerecik olsun fark edilmek, adam yerine konmak, patronun başklarından esirgemediği ilgisinin yürek ısıtan sıcaklığını hissetmek istiyordu. Ne yazık ki, ömrünün yarısını verdiği bu meslekte hata yapmadığınız sürece göze batmak zordu. Sayıları alt alta toplamak, alacaklardan verecekleri çıkarmak dört işlemi beceren yeni yetme bir talebenin bile yapacağı işti. Vergi kanunundaki açıkları kollayıp, haksız kazanç sağlamak ise düpedüz ahlaksızlık, hırsızlık, cehennemlik olmak demekti. Koço'nun bu taraklarda bezi yoktu, olamazdı. O, işe girdiğinden beri kanunlara uygun davranmış, defterlere birebir sadık kalmış, hesapları titizlikle kontrol etmiş ve tekrar tekrar sağlamasını yaptıktan sonra her çeyrek yıl sonunda firmanın mali durumunu gösteren raporunu üstü örtülü bir gururla sunmuştu patronuna. Daha doğrusu patrona değil de sekreterine, çünkü patron sadece yıl başlarındaki motivasyon artırıcı konuşmalar esnasında gözle görülür bir insan evladı kılığına bürünürdü. Fakat bir seferlik olsun gece gündüz bu masanın başında oturanın ve tüm bu hesapları yapanın bir makine olmadığının bilinmesini bekliyordu Koço. Yıllarca sessiz sedasız beklemişti ama artık emekliliğin eli kulağındaydı. Teşekkür belgesi veya zam değil, içten bir aferin bekliyor, sırtının sıvazlanmasını, omzunun patpatlanmasını arzu ediyordu. Aslında basitti. Gider makbuzlarından birindeki virgülü iki, üç basamak sağa kaydırsa ve bilançodaki borç hanesini katlasa aynı gün mesai bitmeden patronu karşısında göreceğinden kuşku yoktu. Ama Koço gerek meslek gerekse özel hayatında disiplini, titizliği ve çalışkanlığı düstur edinmişti. Bunca yıl sonra kariyerine leke sürmek hem de bir anlık kişisel bir keyif uğruna- doğru olmazdı. Patron o haftanın son iş günü olan cuma öğleden sonra muhasebeyi ziyaret etti ama Koço böyle olacağını bilseydi onu hiç görmemeyi dilerdi. Herkesin ortasında yüksek bir oktavdan ve kimsenin ummadığı kadar ağır konuştu ve Koço'yu gençlerin önünde küçük düşürdü. Pazartesi sabahtan bilançoyu tamamlayamazsa görevi ihmal gerekçesiyle işine son verileceği bildirilmişti. Üstüne üstlük Servet Bey, ikramiyesinin yarı yarıya kesileceği tehdidini de savurmuştu. Koço'nun çıplak emekli maaşıyla hayalindeki düğünü yapamayacağı aşikardı. Rüyalarının kadınını bulsa bile evlenebilmeleri, tanrının cezası mart bilançosuna bağlanmıştı. --o-Yağmurlar eylülü beklemeden aniden bastırmış, çantasında ya da koltuğunun altında şemsiye taşıma alışkanlığı olmayanları gafil avlamıştı. Ağabeyim elde defin kağıdı arnavut kaldırımlı
dar sokaklarda koşturuyordu. Ben, eğer trafik polisi gelirse diye arabada bekliyor ve ceza yazmaması için dil dökmek üzere nöbet tutuyordum. Sabahtan beri semt semt dolaşmaktan, boyun bükmekten Cumhur'un tepesi attığı için artık park yeri aramıyor, arabayı yolun ortasında bıraktığı gibi derdini çözecek birini aramaya fırlıyordu. Kiliseden camiye, Rum mezarlığından Müslüman mezarlığına kapı kapı geziyor ama bir hal çaresi bulamıyorduk. Anlaşılan tanrı katının sonsuzluğunda, patron sekreterinin uzun tuvalet molalarından birini fırsat bilip kendini kapı önünde asanlara yer yoktu. Oysa dayım bu yolu bir kaçış olarak değil, bir başlangıç olarak seçmişti. İntiharı, şirket içinde Koço'ya düşlediği ünü getirmiş ama hak ettiği mutluluğu sağlayamamıştı. Mektubunda, bu hayatta ruh eşini bulamadığını ve beklemekten bıktığı için yeni bir hayata daha fazla zaman kaybetmeden geçiş yapmak istediğini anlatıyordu. Toprağın altını boylamak için bile rüşvet vermek gerekebileceğini işte o gün öğrendim. Meğerse ayaklarımızın yerden kesilmesini ve havalanıp gitmemizi engelleyen dünyanın çekim gücü değil, vicdani yüklerimizin ruhlarımızı ağırlaştırmasıymış. Beş yaşımdan gerçek yaşıma hızlı bir sıçrama yaptım. Anlamıştım artık yazar olamayacaktım.