Karanlık Oda Büyüdüğüm evde, tavanı, zemini ve dört duvarı mat siyah badanayla boyanmış küçücük bir oda vardı. Tek bir yüksek tabure ve kapıya asılı siyah perde haricinde, odadaki eşyaları ya hepten tanımıyor ya da anlamlandıramıyordum. Mesela sol duvara gerilimiş iki sıra çelik telde yanyana dizili duranlar mandaldı, ama ne işe yaradıkları benim için muammaydı. Annem çamaşır için kullandığı tahta mandalların yayları bozulunca, oynamam için bana verirdi. O küçük tahta parçalarından uçaklar, evler, arabalar, tüfekler yapardım. Bu metal şeylerde ise o mandalların sevimliliğinden eser yoktu. Bu soğuk zımbırtıların az ötesindeki tezgah, bilinmezliğin sınırıydı adeta. Tavandan sarkan bir cihaz vardı ki akıllara zarar. Körüklü ağzı tezgaha iki karış mesafede durur ve altına geleni yutacak bir uzaylı gibi görünürdü. Diğer duvardaki rafta, boy boy metal kaplar ve etiketlerinde anlamadığım yazılar olan plastik şiseler yanyana diziliydi. Burası ilk başta misafir tuvaleti olarak inşa edilmiş, ama babamın komuta ettiği bir dizi tadilatla karanlık oda haline getirilmiş. Fantastik filmleri aratmayan ürkütücü atmosferi tamamlamak için tek eksik, duvardaki büyük kırmızı ampulün yakılmasıydı. Karanlık oda bana yasaktı. Çocuk aklımla, babamın içerde saatlerce ses çıkarmadan neler yaptığını bulmaya çalışırdım. Geliştirdiğim teorilerden hiçbiri mantıklı gelmez, yine de işin aslını babama sormazdım. Esrar perdesi yedinci yaş günümde kalktı. Pasta kesilip misafirler gittikten sonra babam beni gizemli odaya çağırdı. "Hadi, parti fotoğraflarını basalım, sen de bana asistanlik yap." Benden ne beklediğine kafam basmadı, ama itiraz edecek cesareti kendimde bulamadığım için isteğine uydum. Babam, çekingen duruşumdan ruh halimi tahlil etmiş olmalı ki, anlatmaya başladı. "Burası benim stüdyom. Bu aletin adı agrandizör, bunlar film türüne göre kullandığım yıkama ve sabitleme kimyasalları, bunlar banyo küvetleri, ve bu da senin pul maşanın aynısı. Sen nasıl koleksiyonundaki pullar zarar görmesin diye elle tutmuyorsan ben de fotoğrafları maşayla tutuyorum kenarlarından. Film ışığa duyarlı olduğu için makineden çıkartmadan önce kapıyı kapatıp, perdeyi çekmelisin, yoksa fotoğraflar yanar. Anlıyor musun?" Ses çıkartmak yerine, başımı yukarı aşağı emme basma tulumba gibi salladım. Bu süper hassas ekipmanlardan çok etkilenmiştim. "Pekala, başlıyoruz o zaman. Hadi bakalım, odayı beyaz ışıktan arındıralım."
Hayallerimi süsleyen ortamın bir parçası olmuştum. Gözlerim kızıl karanlığa alışınca etrafı incelemeye başladım. Biraz önce babamın tek tek gösterdiği cihazlar kırmızı ampulün altında uzayan gölgeleriyle bambaşka görünüyorlardı. Babamın, yılların alışkanlığı ile gözü kapalı bile yapabilecek olmasına rağmen özenle fotoğraf makinesini açışını, film rulosunu alışını, şeridi koruyucu rulodan yavaşça çıkarıp, kare kare kesmesini, ve her birini tek tek agrandizöre yerleştirmesini hayranlıkla seyrettim. Omzumun hizasındaki tezgahta duran kartpostal büyüklüğündeki kağıtların üstünde önce garip şekiller oluşuyordu. Birkaç saat önce bizim salonumuzda çekilmiş olduklarını bilmesem tamamen yabancı varlıklar olduklarına inanabileceğim kadar tanınmaz haldeydi resimler. Sonra babam sırayla her kağıdı kimyasal doldurulmuş küvetlere daldırıp çıkarttı ve kuruması için tellere tek tek mandalladı. İşimiz epeyce uzun surdu. Bir mucizeye tanıklık etmiş, odanın sırlarını çözmüştüm. Ama başlarda içimi kaplayan zafer hissi, saatler geçtikçe azalarak tükenmişti. Daracık odada hareketleri kısıtlandığı için babam sağa sola dönerken her seferinden bana çarpmış ve sonunda sinirlenmişti. Ben de o kadar zaman ayakta dikilmek dizlerimi sızlattığı için huysuzlaşmıştım. Odadan çıkınca annem bir terslik olduğunu fark etti. "Hayırdır kuzum, yüzünden düşen bin parça, gözlerin yine kapalı mı çıkmış resimlerde?" "Al işte hepsi burda, kendin bak" diyerek, basılışında bizzat bulunduğum hayatımın ilk yirmi dört adet siyah beyaz fotoğrafını annemin kucağına attığım gibi odama koştum. Yanaklarımdan süzülen yaşlara engel olamıyordum. Sebebini bile bilmeden ağlamak sinir bozucuydu. Üstelik de doğum günümde... Annem peşimden geldi. Gözlerimin fotoğraflarda kapalı olmadığı görmüş ve üzüntümün başka bir kaynağı olduğunu anlamıştı. "Küçük Prens'i daha önce okuduğunu bilmiyormuş teyzen, yarın gider değiştiririz, kitapçı tanıdık." "Sebep o değil. Bu, hem daha kalın, hem de cildi daha güzel, kalabilir." "Sevindim, hadi gülümse o zaman hayatım. Gülüşünün diğerlerinden önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir." "Bu cümleyi tanıyorum, sen de mi Küçük Prens okudun?" "Evet, ama bu benim sözüm, çünkü o, 'Gülüş' yerine 'Gül' diyordu." Birbirimize sarıldık. Babamı da seviyordum, ama en iyi arkadaşım annemdi. Babam da kendini dışlanmış hissetmiş olmalı ki hemen yanımıza çömelip kocaman elleriyle bizi kucakladı.
En güzel doğum günüm olabilirdi, şayet bir sonraki sene Küçük Prens'in sayfalarını süsleyen resimleri tek tek fotoğraflayıp, karanlık odada kendi başıma basmasaydım. Sekizinci yaş günümü tahtından indiren ise, ertesi sene okulun fotoğraf yarışmasını kazanmam oldu. Ödül olarak otomatik bir makine kazanmıştım. Ama en unutulmazı onuncu yaş günümde babamın makinesiyle çektiğim bir fotoğrafın gazetede basılmasıydı. Fotoğraftaki benden başkası değildi. Kendi yüzümün aynadan yansımasını çekmiş, ve siyah beyaz film kullanmama rağmen renkli banyo ederek eski görünmesini sağlamıştım. Görülmemiş yaratıcılıkta muhteşem bir poz sayılmazdı. Babamın çalıştığı gazete, çocuklara yönelik bir fotoğraf köşesi başlatmış ve duyuru için de benim çalışmamı seçmişti. Babam yeni kurulan bir gazeteden gelen iş teklifini kabul edince on birinci yaş günüme bir hafta kala taşındık. Bana sorulmamıştı bile... O evde karanlık oda, yeni okulda fotoğraf kulübü yoktu. Bir daha ne Küçük Prens okudum ne fotoğraf çektim ne de doğum günü kutladım. Büyüdüm ve avukat oldum. Hobi olarak yağlı boyayla ilgileniyorum. Boş zamanlarımda, içinde siyah ve kırmızı renklerin olmadığı resimler yapıyorum.