Tursu Ficisi

Page 1

Turşu Fıçısı İyice Fermante Olmuş 23 Öykü

Murad Ertaylan


İçindekiler

Lavanta Seven Adam ............................................................................................................... 3 Kumbara ................................................................................................................................... 7 Son Dua ................................................................................................................................... 10 İzci Selamı ............................................................................................................................... 13 Vapurda................................................................................................................................... 16 Balıkçının Kızı ........................................................................................................................ 19 Posta Güvercinleri .................................................................................................................. 22 Kaygan Zemin ........................................................................................................................ 25 Müzedeki Arılar ..................................................................................................................... 29 Benimkisi Soldu ...................................................................................................................... 34 Dişe Dokunur Bir Hikaye ...................................................................................................... 39 Şeyda........................................................................................................................................ 43 Sevgi Bencildir ........................................................................................................................ 47 Parkta İki Kişi ........................................................................................................................ 52 Örgü ......................................................................................................................................... 56 Gül Yürek................................................................................................................................ 61 Biletlerin İadesi Yoktur ......................................................................................................... 67 Kısmet ...................................................................................................................................... 69 Dővmecinin Gűnlűğűnden ..................................................................................................... 75 İki Film Birden ....................................................................................................................... 79 Müzik Jonklörü, MJ .............................................................................................................. 84 Lee’nin Feneri ......................................................................................................................... 91 Kış Bitti.................................................................................................................................... 95


Lavanta Seven Adam Diğer birçok gerekçenin ötesinde en çok, bana İsveççe „yaşamak, yaşayan‟ manasındaki „levande‟ kelimesini çağrıştırdığı için severim lavantayı. Lise bittikten sonra, yaz tatili için Fransa‟ya gittim. Tatil köyü gibi değil de çalışma kampı gibiydi, ama o yaştaki bir turist için her deneyim mutlaka biraz da tatil demektir. Babam ve de onun babası Mektebi Sultani‟den mezun oldukları için, annem de Fransız edebiyatına aşırı merak duyduğundan, hatta babamla da Fransız Kültür Derneği‟nin kütüphanesinde tanışmışlar, benim de Galatasaray Lisesi‟nde okumamı arzu etmişlerdi. Ama ben ilkokul sıralarında tembel bir öğrenciydim, sonrasında ne mi değişti, pek az şey. Sonuçta kolej sınavlarını kazanamadım ve devlet okuluna gittim. Mezun olunca da hem dil öğreneyim hem kendi paramı kazanmanın zevkini keşfedeyim diye düşünmüştü babam. En azından bana öyle söylemişti, ama aşkı da tatmamı hedeflemiş miydi bilemiyorum, hesaplamışsa da şaşırmam, babam her zaman iyi yaşamasını, anın keyfini çıkarmasını bilmiştir çünkü. Nitekim İsveçli bir sevgili edindim ve hayatımın en güzel üç ayını geçirdim. Hala da sorduklarında hatırıma o tatil gelir. Para biriktirmeye fırsatım olmadı ama biraz Frenk dilini ve epeyce de İsveççeyi öğrendim. Yine de bana o maceranın en büyük katkısı, lavantalarla tanışmamı sağlaması oldu. Güney Fransa‟da sabunundan kolonyasına kadar her bir şeyi yapılır bu güzelim çiçeğin. Yaz kampı da zaten, dünyanın en kaliteli lavantasının yetiştiğine inanılan, Provence bölgesindeydi. Çiftlik sahipleri, bu güzelim çiçeklerin genç turistlere toplatılması sayesinde ucuz iş gücü elde ediyor, biz de bir taraftan harçlık çıkartıp bir taraftan da uluslar arası arkadaşlıklar kurma olanağına sahip oluyorduk. Fransızlar, lavantanın etimolojik kökeninin kendi dillerindeki karşılığı „yükselmek, uzamak‟ olan „levant‟ fiiline

3


dayandığına inanıyorlar. Diğer çiçek arkadaşlarından daha uzun olduğu için belki yerinde bir benzetmedir, ama ben lavanta kelimesinin asıl anahtarının bende bulunduğuna inanıyorum. Eminim buğday saçlı, bal gözlü İsveçli bu bilgiye sahip olduğunun farkında değildi ve ben de mor gözlü, mor saçlı sevgilime ihanet etmemek adına herhangi bir ipucu vermekten kaçındım. Kendimi tekrar etmek olacak, ama hakikaten güzel günlerdi, gençlik uçucudur denmesine rağmen o tatilin izleri bende lavanta kadar kalıcı oldu. Bu çiçeğe düşkünlüğüm aile içinde bilinir, ama ekseriyetle sebebin mor rengi sevmem olduğu zannedilir. Başını kızımın çektiği küçük bir grup ise, bu garip tutkumu lavantanın kokusuna bağlar. Düğünümüze gelenlere içi lavanta dolu küçük kesecikler vermiştik. Davetli sayısı fazla değildi, ama keseleri yapan kadın, en az yüz tane yapabileceğini söyleyince fikrimizden caymamak adına on deste sipariş vermeye mecbur kalmıştık. Elde kalanları yıllarca, iç çamaşırları koyduğumuz çekmecelerin köşelerine yerleştirdik, kokusu azaldıkça değiştirdik. Her sabah, mis gibi kokan bir atleti bedeninize geçirmek ne büyük keyiftir bilir misiniz? Evet, rengini de severim kokusunu da, ama asıl bana verdiği yaşama enerjisini, canlı olduğum hissini, nefes aldığım için şanslı olduğumu düşündürtmesini severim. Çalışma masamın üstündeki vazodan bir demet lavanta eksik olmaz, yaratıcılığımı beslediğine inanırım, günde bir fincan lavanta çayı içmezsem uykularım kaçar. Yatak odamızda büyükçe bir tablo vardır… Üniversiteden mezun olduğumda babam bir zarf verip canımın çektiği gibi harcamamı istemişti, ben de soluğu antikacılar mahallesinde alıp dükkan dükkan gezinmiştim. Bir vitrinde bu tabloyu görünce pazarlık bile etmeden almıştım da satıcının pek garibine gitmişti, hiç unutmam, sahibinin akrabası mısın diye sormuştu bana. Lavanta tarlasında, dokuz attan oluşan küçük bir sürü, arkada güneş batıyor, renklerin kullanımı gerçekten etkileyici, yaratılan atmosfer ilk bakışta soluğumu kesmişti. Böyle bir manzara, dünyanın herhangi bir coğrafyasında gerçekten ortaya çıkmış mıdır, yoksa tamamen ressamın hayal 4


gücünün bir ürünü müdür, bilmiyorum, açıkçası pek önemi de yok. Ne kanvasın görünür kısımlarında ne de çerçevenin altına denk gelen yerlerde bir imza bulunuyor. Dolayısıyla aradan bu kadar yıl geçmesin rağmen muhtemelen hala koleksiyoncular için para eden bir parça değildir. Oysa para ile satın alınamayacak kadar kıymetlidir benim için. Elbette maddesel olarak değil de, simgeledikleri yüzünden bu takdirim. Yalnız başıma ilk seyahat, ilk aşk, kendi kazandığım ilk para ve sadece benim vakıf olduğum sır; Lavantanın gerçek anlamı. Bu çiçeğe bu derece ilgi duyduğum halde lavanta kelimesinin gerçek anlamını, dilbilimsel olarak hangi kökten türediğini uzun uzun araştırma gereği duymadım, hatta diyebilirim ki biraz da kaçındım, yüzeysel bilgilerimle yetinmek bana daha güvenli geldi. Çocukça gelebilir, ama sanki alalade bir çiçekmiş gibi ansiklopedilerde onu aramaya kalkarsam, lavantamı sözlüklere sorgulattırırsam, adeta bir kobaymışçasına, mikroskop altına yatırıp, didik didik edersem büyüsünü kaybeder diye korktum. Kızım, belki yatak odamızdaki tabloya düşkünlüğümden etkilendi veya belki de öyle düşünerek kendime pay çıkartmaktan zevk aldığım için bana öyle geliyor, resim okuyor. Yetenekli olduğunun, küçüklükten beri farkındaydık, ama memlekette ressamlar aç kaldığı için, bunu meslek edineceğini hiç ummamıştık doğrusu. Sakın onaylamadığımızı düşünmeyin, akademik eğitimini bu alanda almasından asla pişman değiliz ve ne yalan söyleyeyim, bu mesleğin makus talihini kıracağını ümit edecek kadar da ona inanıyor ve onunla gururlanıyoruz. Bitirme ödevi olarak ne tasarlıyor tahmin edebilir misiniz? Hocası dahil kimseye söylemedi, hatta annesiyle dahi paylaşmadı sırrını ama ben biliyorum. Geçen gün yatak odamızdan çıkarken yakaladım çünkü, elinde fotoğraf makinesi ile hem de. Hınzır elini arkasında tutup yaptığını gizlemeye çalıştıysa da numarasını yutmadım tabii. Annesinin parfümünden ödünç

5


aldığını söyledi, ben de mahcup olmasın diye üstelemedim. Benim tablomun benzerini yapacak biliyorum, altına da kendi imzasını atacak ve böylece zaten kıymetli olan manzara benim nazarımda kat be kat değerlenecek. Kerata eğer günün birinde ünlenirse, malumunuz tarihte de örnekleri olduğu üzere, sadece yetenek tablo sattırmaya yetmiyor, başkalarının nazarında da muhakkak ki kıymetlenecektir. Kim bilir, belki de benden sonra satarlar. Ben hayattayken, kimse ne imzalısına ne imzasızına dokunabilir, ama şüphesiz, gücüm benden sonrasına yetmeyecektir. Hem ne diye karışayım ki, benden sonrası beni ne ilgilendirir? Sevgili karıcığım alınır mı acaba bu satırları okurken? Yok yok, hiç ihtimal vermiyorum, o beni, benden iyi tanır. Onu ve kızımı lavantalardan bile çok sevdiğimi bilir. Bu yaştan sonra fazla bir beklentisi olmuyor insanın. Şu kız da tablosunu bitirip mezun olsa da, eğer hocasına kaptırmazsak, evimizi lavanta tarlasında dinlenen atların harikulade görüntüsüyle bir kez daha şenlendirsek. Akşam bizim üstümüze çökmeden önce, mor ve turuncunun dansını duvarlarımızda seyredebilsek gerçekten hoş olmaz mı? Hala yaşadığımı, her şeye rağmen canlı olduğumu, kızımın fırçası aracılığı ile tekrar hatırlar ve sırf nefes aldığım, gözlerim gördüğü için bile, aslında ne kadar şanslı olduğumun bilincine bir kez daha varırım.

6


Kumbara Anoson kokusuna karışan yanmış kızartma yağı. Sigara dumanını bastıran mangal dumanı. Müşterilerin sohbetini zorlaştıran bir müzik yayını. Ocakbaşında demlenen üç arkadaş, tipleri kadar kaderleri de birbirlerine benziyor. Mesai çıkışı kaçamak yapmışlar. Eve biraz olsun neşe götürebilmek adına kısa bir mola. Çoluk çocuğun rızkını meyhane köşelerinde zıkkımlanmak olarak algılanmaması gereken bir ihtiyaç. “Eyvah faturanın son günü, Bahar paran var mı, diye sordum. Bizimki hem kızgın hem bezgin, Bayat ekmek bile yok evde, ne parasından bahsediyorsun sen, diye cevapladı. E ne oldu geçen gün verdiğim elliliğe, dedim. Gerçekten merak ederek sordum bunu, paraları nereye çarçur ettin iması yoktu sesimde. Bahar beni tanır, on yıllık karım, alınmadı zaten. Geçen gün değil geçen haftaydı o, tüp bitti tüp aldım, dedi. Ya gerisine ne oldu? Çarşı Pazar gezmediğim için fiyatlardan pek haberi olmadığını bilir, nitekim daha yumuşak yanıtladı bu sefer. Gerisi dediğin beş lira zaten Hüseyin, onunla da oğlana öksürük şurubu aldım. Fazla uzatmak istemedim, neyse iyi tamam, dedim ya da buna benzer bir şeyler çıktı ağzımdan. Nedense sanki elektrik idaresinden tahsilat memuru gelmiş de kapıda bekliyormuş gibi telaşlıydım. Hızlı adımlarla çocuğun odasına gittim. Kaptığım gibi kumbarayı itiraza fırsat bırakmadan geri döndüm mutfağa. Bahar da görsün istiyorum ki, hırsız durumuna düşmeyeyim. En azından o da ortak olsun suçuma. Oğlan da gözlerinden pıtır pıtır düşen yaşlarla peşimde, bir şey demiyor ama ağlıyor. Alt çekmeceden çekiç ve tornavidayı aldığım gibi başladım metal zımbırtının kapağını zorlamaya, meret sanki banka kasası, bir türlü açılmadı. Bahar döndü arkasını balkona çıktı. Sinirlenince böyle yapar, hemen sigaraya sarılır. Kutuyu umduğum kadar hızlı açamamanın sinirini az daha veletten çıkartıyordum.

7


Gereğinden yüksek bir tonda, Kes artık ağlamayı Zülfü, ay başında sana yeni kumbara alırım, dedim. Meğerse elimi de kaldırmışım, halbuki öyle vurmak dövmek gibi bir alışkanlığım yok, ama kaldırmışım işte elimi havaya. Yaşından beklenmeyecek bir olgunluk mu desem, tam da yaşına uygun düşecek bir saflıkla mı desem bilemiyorum, Dinozor şeklinde olanlarından isterim, diyerek şaşırttı beni. Aslında gözleriyle umarım bu sefer sözünü tutarsın demek istedi, ama dillendirmedi. Ben yine de anladım tabii, öküz değiliz. Geçen sefer erkenden uyursan seni haftasonu sinemaya götürürüm demiştim de bütçe denkleşmeyince bir türlü sıra sinemaya gelemedi tabii. O gece de canım nasıl istiyor Bahar‟ı, alkolün de kışkırtmasıyla gözüme bir işveli bir cilveli görünüyor ki sorma gitsin. Yumurcak da tutturmuş, şu dizi bitene kadar yatmam, diye. Yapımcılar da, bunu seyreden insan evladıdır dakikalarca bekletmeyelim ayptır dememiş, koymuş iki de bir reklamı, olmuş sana cücük kadar dizi iki saat. Bekleyecek sabrım kalmayınca da çaresiz kaldım, ya söverek yollayacağım odasına ağlaya ağlaya uyuyacak ya da kandırarak. Ben de hazır ortam güzelken evin neşesini kaçırmayayım dedim, sinema sözü verdim. Öff neler anlatıyorum ya, lafı geveleme desenize lan, siz de az çakal değilsiniz ha, yengenizle maceralarımı dinlemek için gık çıkartmadan dinliyorsunuz değil mi? Vay puştlar vay. Neyse sözün özü, Bahar beni elimde çekiçle oğlana bağırırken görünce bir kaza çıkmasın diye dalmış içeri, üstelik o sırada da ben çekici havaya kaldırınca ödü patlamış kadıncağızın, ne yapacağını bilemeden can havliyle elindeki sigarayı basmış enseme. İşte böyle delindi bizim post yani.” Karşılıklı gülüştüler. Veresiye defterine bir satır daha eklendi gecenin sonunda. Mekan sahibi Kemal çocukluk arkadaşlarıydı ve kazancı fena değildi allahtan da ay sonlarında peşlerine düşüp hesap sormuyordu. Hüseyin dostlarıyla vedalaşıp kendisini eve götürecek asfalt yola saptı. Genellikle birinci kadehte dururken haftasonunun gelmesi şerefine itiraz etmediği ikinci

8


dublenin etkisi hala devam ediyor olmalıydı ki yalnız olduğunu bildiği halde yüksek sesle konuşmaktaydı. “Ülkede ekonomi pek istikrarlı değildir bilirsiniz. Hal böyle olunca bizim evdeki durumun da farklı olmasını beklemek hayalcilik olur. Ben gerçekçi bir adamım, içki masasında lak lak lak memleketi soyanlara giydireceğime çözüme odaklanırım. O gün de mutfakta öyle yaptım işte, fena mı etmişim? Zülfü‟nün istediği dinozor kumbarayı da yarın alacağım, sözüm söz, dönenin kaşığı kırılsın. Hem kaşık hem kumbara demişken aklıma geldi, anam yemek yedirirken ben nazlanınca bir bilmece sorardı, hep aynı şeyi sorardı ama ben yine de eğlenirdim. Eminim hiç duymamışsınızdır, Kuyruklu kumbara yemek taşır ambara... Siz de bir şeyler anlatsanıza be birader, sizin evler güllük gülistanlık mıdır sanki? Bu kardeşinizi teskin etsenize biraz, normaldir Hüseyin, olur böyle şeyler, ev hali, falan desenize. Aloo kime diyorum, hey ahali!”

9


Son Dua Çimenlerin gölgeli yeşili, görevlinin papyonu ile hemen hemen aynı tondaydı. Uzun boylu, ince kemikli ve oldukça genç bir adamdı. Bir çırpıda, kızımdan olsa olsa yedi sekiz yaş büyük olabileceği yolunda bir tahmin yürüttüm. Matematikçi hastalığı derdi kızım, ilk bakışta her yerde aritmetik işlemler görürdüm. Sağlığında eşim de kızım gibi sadece güzelliğin yansımalarını görürlerdi çevremizi saran tüm detaylarda ve benim durumuma açıkça üzülürlerdi. Ben de onlara hak verirdim doğrusu, bir lanet gibiydi, adeta fakülteden mezun olurken kulağıma üflenmiş bir büyüydü matematik. Yeşil papyonlunun epeyce gergin olduğunu seziyordum, ellerini nereye koyacağını bilemiyor gibiydi. Ya da bana hakim olan duygunun gerginlik olması yüzünden herkesin yüzünde benzer bir ifade görüyordum. Ne darmadağın olmuş ne öfkeli ne de hüzünlüydüm, nedense hissettiğim tam anlamıyla bir gerilimdi. Hayatımın önemli anlarının tümünde aynı lanetin gölgesinde olduğumu ayrımsadım. Mezuniyet törenimde, nikah masasında, doğumhane kapısında, karımın mezarı başında ve işte şimdi de burada yine kaskatı kesilmiş, ilk defa sahneye çıkacak bir artistin projektörler karşısında donup kalmışlığı içindeydim. Taziyelerini sunanların ve görevlinin de benimle aynı maskeyi takmış gibi görünmelerine sebep de sanki önceden anlaşmış gibi bir örnek giyinmeleriydi belki. Oysa kızım siyahtan nefret ederdi, vasiyetini yazmış olsa herhalde herkesin beyazlar içinde kendisini uğurlamasını isterdi. Hatta eminim klasik müzik de isterdi, en çok Brahms‟ı severdi. Ağıt temalı eser denince akla önce derhal Mozart ve hemen ardından Verdi gelir. Ama bence az bilinmesine rağmen, insanın macerasını vurgulaması açısından bugüne en uygunu Brahms‟ınki olurdu.

10


Aile kabristanımızın tepelik bir yerde olmasına rağmen karımın son yolculuğundaki kadar durgun bir hava var, yaprak kımıldamıyor adeta. Halbuki rüzgar bu yamaçlardan eksik olmazdı normalde. Bana yönelik olduğu belli olan sözler kulaklarıma ulaşmıyor. Beynim, boş odası olmayan bir motelin resepsiyoncusu gibi içeri girmek için izin isteyenleri yapmacık bir nezaketle reddediyor. Keşke yağmur yağsaydı diye düşünüyorum, şöyle adamakıllı bir sağanak bastırsaydı, böylece ıslanmadık yerim kalmazdı. Gözlerimden yanaklarımdan aşağı yağmur dereleri süzülür ve en azından ağlıyormuş gibi görünmemi sağlardı. Taze kazılmış toprağın başında bekleşen kapkara kalabalığın içinde görevli delikanlı usulca yanıma sokuldu, “İlk defa çocuk cenazesi yöneteceğim, lütfen şimdiden özürlerimi kabul edin.” Garip bir durumdu, doğru sözlerin ne olacağına karar veremedim ve ağzıma ilk gelenleri söyledim, “Endişe etmeyin acemiliğinizi ölçecek durumda değilim, ben de ilk defa çocuk vereceğim toprağa.” İşte bitti, her şey bitti, insanlar gidiyor. Peki ben ne yapmalıyım acaba, arkalarından el mi sallamalıyım, geldikleri için teşekkür mü etmeliyim, beni eve bırakma tekliflerini kabul mu etmeliyim yoksa geceyi eşimle kızımın yanında mı geçirmeliyim? Karımın uzun bir hastalık dönemi olmuştu ve kızım da ben de kendimizi kaçınılmaz sona hazırlayabilmiştik. Geceler boyu el ele verip dualar ettik, bunun asla bir son olmadığına dair birbirimize güvence verdik, hem kendimizi hem birbirimizi teselli ettik. Şimdi dudaklarımdan çocukluğumdan beri ezbere bildiğim bir dua dökülürken o kadar da emin değilim. Beynimde son beş dakikadır aynı soru dönüp duruyor, acaba son bu mu, bu andan sonra bir hayat var olabilir mi, en azından benim için? İnsan ne kadar bencil bir yaratık tanrım, keşke su son cümle hiç tomurcuklanmasaydı beynimde, kalbimde, dilimde. Aslında bir nevi cevaplamış da oldum galiba sorumu, hala kendimi düşünebildiğime göre demek ki benim için bir hayat mümkün. Başımıza gelenlerin ıstırabına, şiddetine, büyüklüğüne, ağırlığına rağmen demek ki içimizdeki itici güç bizim her 11


koşulda hayata tutunmamızı sağlayabiliyor. Yaşamın mucizesi diye bahsedilen şey de bu olsa gerek. Matematiğin duygularımı öldürdüğünü mü düşünüyorsunuz? Fikrinize saygı duymakla beraber kesinlikle katılmadığımı da belirtmeliyim. Hatta kulağa ne kadar ironik gelse de, karşı tezimin ispatını şu anda keşfettim, klasik müzik. Müziğin bu kadar içimize işlemesini mümkün kılan sihirli dokunuş, notaları birbirine bağlayan matematiktir. Bu açıklamayı kızım benden önce nasıl bulamamış ki hayret doğrusu. En iyisi eve gidip teselliyi Brahms‟da, Verdi‟de, Mozart‟ta arayayım. Büyük ustalar o denli dokunaklı eserler verebildiklerine göre benzer acıları mutlaka deneyimlemiş olmalılar. Büyüklükleri, günümüze ulaşan ünlerinden değil, hayat karşısında aldıkları yenilgilere rağmen pes etmemelerinden, direnmelerinden kaynaklanıyor kanaatindeyim. Dehaları matematiğin üstünü ustalıkla örtmeyi başarabilmelerinde saklı bence, aynı tanrının yaptığı gibi. Eşim de kızım da beyaz bayrak çekmemi eminim istemezlerdi. Devam etmeye çabalamamı hatıralarına saygısızlık olarak algılamayacaklarına ve sevgilerine layık olmak adına bu sorumluluğu taşımaya çalıştığımı anlayacaklarına kuşkum yok. Tereddütüm sadece kendimden, bana biçilen bu rolü ne kadar süre oynayabileceğimi hiç kestiremiyorum. En azında deneyeceğimi biliyorum ve gücüm yettiğince elimden gelenin en iyisini yaparak ailemi onurlandıracağım. Tanrım bana sabır ver!

12


İzci Selamı “Niye bağırıyorsun ki? Toplasaydın sen de masanın üstünü, kaç defa söyledim.” “Dağınık değildi masam. Aradığım her şeyi bulabiliyordum ben. Ne demeye temizlikçiyi çalışma odama sokarsın, hadi soktun masamı ellememesini nasıl tembih etmezsin, bu konuda hassas olduğumu bilmiyor musun?” Kadın uzlaşmacıdır, “Peki, tamam, olan olmuş. Sana bir iyilik yapayım da ödeşelim bari.” Adam meraklanır, “Neymiş o?” “Benimle pazara gelmek zorunda değilsin. Bir saat yanımda öfleye pöfleye dolaşacağına oturup masanı düzene sok.” “Aman, lütfettiniz, haşmetmeab, çok teşekkür ederim!” Nermin, muzırca bir gülümsemeyle evden çıkar. Yalnız kalınca Hilmi‟nin hiddeti yavaş yavaş azalır. Odasına girer, etrafına bakınır ve işe çekmecelerden başlamaya karar verir. En alttaki tıka basa kırtasiye malzemesi doludur. Dört tane silgi, paket lastiği ile bir araya getirilmiş bir deste tükenmez kalem, farklı renklerde tükenmez kalem içleri, gümüş kaplama dolma kalem takımı ve yedek kartuşlar en öndedir. Arkalara doğru plastik bir cetvel, bir tomar dosya kağıdı, kendinden yapışkanlı not kağıtları, renkli fosforlu kalemler, bir kutu ataç, bir kutu zımba teli, zımba, delgeç ve hesap makinesi onu beklemektedir. En dipte ise Hilmi el yordamıyla iki rulo daktilo şeridi bulur. Oysa daktilosu yıllar önce bozulmuştur. Demek ki, çok para isteyen tamirciye emektar yazı makinesini hediye ederken bunları unutmuş.

13


Alttan ikinci çekmecede biri dörtköşe diğeri silindirik iki tane kapaklı karton kutu, iki tane kadife kaplı ince uzun kutu ve bir tane de dikdörtgenler prizması şeklinde tahta kutu yan yana sıralanmıştı. Silindir kutuda çeşitli rozetler, armalı kol düğmeleri, iki tane cam bilye, lastiği yıpranmış bir sapan, sedef saplı bir çakı, sünnetinde rahmetli babasının hediye ettiği kol saatini ve lise atletizm takımındayken kazandığı bronz madalyayı buldu Hilmi. Dörtköşe kutuyu açınca eski kimlikler, birkaç piyango, tren ve sinema bileti, siyah beyaz fotoğraflar, okul yıllarından kalma aşk mektupları onu karşıladı. Bunları neden sakladığına mantıklı bir açıklama getiremiyor, ama atmaya da kıyamıyordu bir türlü. Kadife kaplı kutulardan kırmızı olanda altın kaplama bir mektup açacağı boylu boyunca uzanıyordu. Işıltısını biraz kaybetmesine rağmen pahalı olduğu her halinden belliydi. Patronunun emeklilik armağanıydı. Lacivert olanın kadifesi yer yer seyrelmişti, içinde zamanında ünlü bir markanın kol saati vardı. Gerçi iki senede bozulmuş ve servis yurt dışına gönderilmesi gerektiğini söylediği için yıllardır sessiz sedasız yatmaktaydı. Yine de ilk evlilik yıldönümlerinde tam on yedi sene önce Nermin hediye etmişti. Çelik gövdenin arkasına Hilmi‟ye hitaben bir sevgi cümlesi kazınmıştı. Tahta kutuda ise pırıl pırıl bir mızıka duruyordu. Kendi kendine eski eşyaları karıştırıken anılara daldı ve içindeki çocuk dile geldi. “Hey gidi günler! Nasıl da geçip gitmiş gençlik, acaba şu mektupları bir kez daha okusam mı?” Nermin evdeyken ayıp olur diye rahat rahat bakamazdı zarfların içine. Kurdeleyle bağlanmış tomardan en üsttekini çekti. Hafifçe sararmış ve sanki biraz da kabuklaşmıştı kağıt. Halbuki güneşle temas ettiği süre o kadar kısıtlıydı ki, bu derece eskimiş olması içini burktu Hilmi‟nin. Eşyalar epey tozluydu herhalde, yoksa neden ciğerindeki hava yetmezmiş gibi hissetsin ki! Gündelik hayatta özene bezene bir el yazısına pek rastlamadığı için mektubu adeta kiymetli bir devlet senediymişçesine hassasiyetle tuttu. Göz hizasına kaldırdı ve okumaya başladı. 14


“Sevgili Hilmi‟ciğim, bugün ilişkimizin birinci ay dönümü. Seninle bir arada olamamamız ne acı. Şükür ki, tatilin bitmesine iki haftadan az kaldı. Seni çok özledim. Eskiden tatilleri iple çekerken şimdi okulun açılmasını hevesle beklemem annenim de dikkatinden kaçmamış. Geçen gün beni sorguya cekti, ama sana sormadan ona açılmak istemedim. Aşkımızı herkeslere ilan etmek istememe karşın...” Kapı çalınır, gelen karısıdır. Şimdiki zamana ve koca rolüne geçişte bir bocalama yaşar Hilmi. “Biliyor musun mızıkamı buldum. Ben izciyken tüm yaz kamplarında bunu çalardım. Sesi hala güzel, bak dinle!..” “...” Pazara giderken evde bıraktığı adamın bir saatlik zaman dilimi içinde kırk yıl geriye dönmüş olması karşısında ağzından tek kelime çıkmaz Nermin‟in. Karısının bakışlarında heyecan yerine şaşkınlık gören Hilmi saniyeler içinde toparlanır, mızıkayı arka cebine koyar ve günümüze geri döner. “Neyse ver elindekileri bakayım... Amma da ağırmış, dünyayı eve taşımışsın sanki! Neler almışşın böyle, kaç para tuttu bunlar?”

15


Vapurda Suyun öteki yakasına geçmek için vapura bindim. Hava ayaz mı ayaz. Kapalı salonda yer bulamadıkları için dışarıda bekleyen yolcular, soğuğun etkisini azaltmak amacıyla oldukları yerde hafif hafif koşu hareketleri yapıyorlar. Yoğun bir koku var, ıslak tahta, ıslak pamuk, ıslak yün karışımı bir şey burnumun direğine dayanıyor. Kimse kimseyle konuşmuyor. Herhalde enerjilerini tasarruflu kullanma çabası, yoksa ben bunların ne geveze ne dedikoducu olduklarını gayet iyi bilirim. Nitekim kapalı bölüme kapağı atmış olanların keyfi yerinde. İçerideki havanın oksijen yönünden epeyce fakirleşmiş olmasını kimse umursamıyor, pencereler sıkı sıkıya kapalı. Kimi elindeki gazeteyi okuyor kimi yanındaki veya karşısındaki ile sohbette. Pahalı esansların ekşimiş

teri

bastırmadığının

farkında

olduklarından

mıdır,

yoksa

su

katılmamış

bencilliklerinden midir nedir, kat kat paltolarını çıkartmamaları yüzünden normalde altı kişinin rahatça sığabildiği banklara beşer beşer sıralanmışlar. Ola ki ayaktaki beşerlerden biri şaşırsın ve müsade isteyip de bir popoluk yer açmalarını istesin, bakın suratlar nasıl hemen asılır. Yarım kalçalık bir alan, elindekiyle yetinmeyi bilmeyen bu görgüsüze isteksizce terk edilir. Bu gücün geçici olduğunu, hemen ertesi gün veya bir sonraki sabah da kendilerinin benzer konumda olacağını pekâla bilirler, ama bunu düşünmek yerine o an için sahip oldukları tahtın tadını çıkartırlar. Neyse ki ben oldukça ufak tefek sayılırım ve hemen her mekanda sığışacak bir yer bulabilirim kendime. Ancak bu avantajımın yanında tüm canlılar gibi benim de bazı handikaplarım da var. Mesela dış görünüşümle barışık olmama rağmen insanlar üstünde olumsuz bir izlenim bıraktığımı biliyorum. Açıkça söylemeseler bile yüzlerinin şekilden şekile girmesinden,

16


çıkardıkları seslerden, vücut kokularından benimle aynı ortamda bulunmaktan hiç hoşlanmadıkları belli oluyor. Zaten pek azı bu durumu gizleme zahmeti katlanacak nezakete sahipler. Bu sebeple doğrudan salona girmektense önce makine dairesinde şansımı denemek istedim. Hassas kulaklarımı sağır edecek kadar gürültülü ve üstelik sıcaklık arzu edilen seviyenin bir hayli üzerinde. Yine de bir süre dayanmaya çalıştımsa da çok geçmeden pes ettim. Şansımı kaptan köşkünde de deneyebilirdim aslında, ama geçen hafta vapura binen kuzenimden duyduğuma göre bir kedi almış. Yalancı olduğu geçmişte defalarca ispatlanmış olan bu kuzenden başkaca kediyi gören olmasa bile göze alınamayacak denli büyük bir risk. Kedi tüyüne alerjik olmam bir yana bu tüy torbaları nedense bizi can düşmanları olarak görüyorlar. Aç oldukları zaman bir türdeşimizi avlamaları doğa kanunu diye kabullenilebilir belki, ama karınları tıka basa dolu olsa bile sapıkça bir zevk uğruna birimizi öldürmelerini anlamak mümkün değil. Sonuç olarak kimselere görünmemeye çalışarak yolcu salonuna girmenin bir yolunu bulmaktan başka seçenek yoktu önümde. Sintine borularına paralel bir rota çizdim ve ufak adımlarla ilerlemeye koyuldum. Merdivenlerden sessizce çıktım. Yolum pek uzun sayılmazdı, ama eğri büğrüydü. Sıcak su boruları, atık su boruları, havalandırma boruları, hepsi de demirden. Plastik keşfedileli asırlar oluyor ama gemi mühendisleri herhalde pas rengini seviyorlar. Tüylerim ıslak demirlere değdikçe sık sık ürperiyor, elimde olmadan uzun kuyruğumu titretiyorum. Kemirgenler arasında en sevimsiz kuyruk bize layık görülmüş. İşlevsel olmasına işlevsel, ama bedenimiz kürkle kaplıyken bu çıplak uzantı gerçekten de pek güzel durmuyor aynada. Muhtemelen bize çirkin sıfatlar yakıştırılmasında ve türlü işkencelere tabii tutulmamızda da bu tüysüz, ucu sivri kuyruk önemli bir rol oynuyordur.

17


İnsanlar tanımadıkları veya tanınmak istemedikleri zaman ya uzaklara ya da havalara bakarlar. Dolayısıyla bizleri de genellikle görmezler. Bu kuralın istisnası çocuklardır ve varlığımızı ilk farkeden onlar olur. Kızlar annelerini taklit ederek çığlığı basar ve herkesi alarma geçirirlerken, oğlanlar bize daha dostça yaklaşırlar. Sakın aldanmayın bu sadece yaklaşırken böyledir, amaçları çoğu zaman bizimle arkadaş olmak değil, içlerindeki merak duygusunu tatmin etmek için içimizi açmaktır. Hele birimizi yakalamaya görsünler, yapmadıklarını bırakmazlar. Yani garip ama gerçek olan şudur ki, ister bilimsel deney adı altında ister başka bahanelerle milyonlarca akrabamızı acımasızca katlettikleri halde biz onlardan değil de onlar bizden nefret eder. Sözü uzatmayayım, kazasız belasız salona varmış ve tam burnumu kapıdan sokmuştum ki karşı sırada oturan şık bayanın yanındaki küçük kız, kendisinden beklendiği üzere ciğerlerindeki tüm nefesle kocaman bir çığlık attı. Bunun üzerine, aynı ses tonundan annesi olduğunu tahmin ettiğim kadın da yaygarayı koparttı. Ön sıralardan başlayan ayaklanma bir dalga gibi salona yayıldı, insanlar kapalı ve sıcak mekanı telaşla boşaltmaya başladılar. Derken uzun süredir dışarıda bekleyen ve bir taraftan kuyruğu dik tutmaya çalışıp bir taraftan da içeriye girmek için uygun fırsat kollayan soğuk bedenler salona hücüm ettiler. Yolculuğun sonuna yaklaşılmış olmasına rağmen salona dalanlar hallerinden son derece memnundular. Bu ani yer değiştirmenin sebebi kulaktan kulağa yayılmış olduğu için mor tonların yerine yavaş yavaş pembeye bıraktığı yüzlerde, hayatımda ilk ve belki de son kez, bana karşı bir sevgi beslendiğini okuyabiliyordum. Tartışmasız en mutlu günümdü.

18


Balıkçının Kızı Babamı çok severim, her gün birlikte denize açılırız. Bana olta tutmayı öğretti, kürek çekmeyi de öğretecek. Arkadaşlarım korkup gelmiyorlar, yalnız çıkıyoruz balığa. Oya dedi ki, o istiyormuş gelmeyi ama annesi izin vermiyormuş. Ali‟nin annesi yok, ama onun da dedesi salmıyormuş. Oya da Ali de yüzme biliyor halbuki, ne olacak ki? Neyse biz baş başayken de çok eğleniyoruz babamla. Yeterince uzaksak herkesten şarkı bile söylüyoruz birlikte. Babamın sesi kötü, o yüzden başka sandal varken yanımızda utanır, bana katılmaz. Bugün yine bir şiir yazdım, pazartesi sınıfta okuyacağım. Öğretmen babamla denizde çok fazla vakit geçirdiğimi, derslerden geri kalacağımı söylüyor. Olsun, en azından o da şiirlerimi beğeniyor artık. Eskiden benim yazdığıma inanmıyordu, ama babamla tanışınca ikna oldu. Babamı herkes sever. Babam ise önce beni sonra balıkları sever, elbet kayığımızı da, adı Nazlı. Annem adımı Nazlı ismini koymak istemiş, ama babam Aslı yazdırmış nüfusa. Konusu açıldıkça tartışma uzamasın diye ben doğru söyledim, memur yanlış anladı derdi. Annem sevinsin diye de kayığa vermiş Nazlı ismini. Ben çok yakıştırırım, hatta kendime pek yakıştıramam. İyi ki böyle olmuş demem ama, annem üzülebilir. Babam bazen birden sinirleniverir, önüne gelene söver, bazen başına pisleyen martıya bazen elinden kayan küreğin sapına. Hemencecik söner öfkesi, hele de ben yanındaysam daha da çabuk yatışır. En çok denizi pisleten insanlara kızar. Düşüncesizler, cahiller, hainler diye söylenir de söylenir. Benim de yeni şiirim bu konuyla ilgili, şöyle bir şey: Bordaya vuran çöpler teneke kutu, plastik şişe eski terlik, mısır koçanı

19


hepsi de katran rengi hem göz hem mide bulandırıcı/ Uzak ufuklardır ruhun ilacı değiştirmek başın açısını kolay gelir temizlemekten karşı kıyı da leş kokar oysa gidip yakınında durunca/ Komşu özenir komşuya dertlenip kederlenir bakıp oltanın ucuna anar lüferi levreği bilir, şaşmıştır pusula/ Kurtuluşun yolu atmamak patlak top, bitik çakmak düşmüşü de toplamaktan geçer herkes rotasındakini kaldırsa nefeslenir balık da balıkçı da. Babama okuttum, gözleri doldu. Beğendiğini biliyorum, şiirlerimin hepsini beğenir, ama gözlerinin yaşarmasına ilk kez tanık oldum. Ne annem öldüğünde ne de sonrasında ağladı babam. Babam çok güçlüdür. Şiiri bitirdiğinde utangaçça içeri kaçtı, ben de sormadım. Acaba Ali ne düşünecek dinleyince. O da sever yazdıklarımı, ama bazen anlamasa da kibarlık ettiğini düşünürüm. Bunu anlayacaktır eminim. Birbirimizi genelde konuşmadan bile anlarız. Ali‟nin

20


hem annesi hem babası yok, dedesiyle beraber yaşıyor. Dedesi de ölünce belki bizimle kalmaya başlar. Babama sormadım, ama hayır diyeceğini sanmam. Hem sandalda yardım da eder bize, iyi olur. Büyüyünce balıkçı olacağım deyince herkes nasıl da şaşırmıştı. Suna alay edecek oldu, ama Oya ağzının payını ne güzel verdi. Sınıfın çoğu öğretmene yaranmak için, „öğretmen olmak istiyoruz‟ dedi. Ali dedesi gibi bisiklet tamircisi olmak istiyormuş, ama dedesi, „artık binen kalmadı şu merete, aç kalırsın, boş ver,‟ deyip onu vazgeçirmeye çalışıyormuş. Babam yaşlanınca Ali ile beraber çıkarız balığa. Ben daha ustayım, misinayı boşlayıp boşlayıp geri sarmakta… Ürkütmeden, acelesiz hareket ediyor, sabırla bekliyorum oltanın ucunda. Ali kürek çeker ben balık tutarım. Ali temizler, babam da pişirir, ne güzel yaşar gideriz birlikte.

21


Posta Güvercinleri Yolumuz İstanbul‟un eski semtlerinden birine düştü. Sanıyorum bir açılış var. Gazeteci oldukları her hallerinden belli olan kadınlar ve erkekler yarım ay şeklinde dizilmiş merkezdeki yıldızı dinliyorlar. Burası bir lokanta, son zamanlarda moda olan Fransızca tabirle bir restoran. Sahibi Söğüt Hanım çok ünlü bir ailenin isyankâr kızı. Yo hayır, öyle sandığınız gibi değil. Çapkınlıklarıyla gündeme gelen, bikinili pozlarıyla magazin sayfalarını süsleyen biri değil Söğüt Hanım. Neyse galiba dikkat çektik. En iyisi susmak ve daha fazlasını kaçırmadan bu keyifli öyküyü dinlemek. Almanya‟nın güney şehirlerinden birinde bir Eylül cumartesisi geçiriyorum. Kamburu çıkmış parke taşlı sokaklarda ayağımı burkmamak için dikkatlice yokuş aşağı inerken burnuma güçlü bir davet geldi. Başımı hafifçe yukarı kaldırarak derin bir nefes çektim ve mesajı dikkatlice okudum. Çağrının sahibi sol köşedeki ev olmalıydı. Ben de kokuya uyup o tarafa yöneldim. Pencereden dışarıya taşan bir mantar kızartması beni karşıladı. Vahşi aromasından dağdan geldiğini anladım ve terbiyeyi, görgüyü bir kenara bırakıp başımı uzattım. Almancam olmadığı için İngilizce olarak ve de reddedilmeyeceğimi umarak meramımı anlatmaya çalıştım. “Merhaba, yemeğiniz adeta başımı döndürdü. Ben Türkiye‟de aşçılık yapıyorum, acaba tatmama izin verir misiniz?” “Hayır, hayır, uzak durun!” Şansım tutmuştu, davetsiz misafir olmak istediğim mutfaktaki hanım yabancı dil biliyordu.

22


“Hadi ama lütfen, amacım sizi rahatsız etmek değil, bir lokmacık mantar istiyorum sadece. Beni kırmazsanız kendimi cennete kabul edilmiş sayacağım. Lütfen.” Zeytin yeşiline boyanmış tahta panjur suratıma kapanınca aslında şansımın sandığım kadar yaver gitmediğini farkettim. Elimden geldiğince kibar sormustum üstelik, ama anlaşılan buralarda yabancılar pek sevilmiyordu. İşte her şey böyle başladı. Bugün karşınızda bu konuşmayı yapabiliyor olmamın sebebi biraz da o Alman hanımın kaba sayılabilecek tutumudur. Ülkeme döner dönmez bir hırs ile kendimi civar köylere vurdum. Haftalar süren araştırma gezisi boyunca avcılarla, turist rehberleriyle, çiftçilerle konuşa konuşa yenebilir olduğunu bildikleri türlü çeşit mantara ulaştım ve çuval dolusu topladım. Eve döner dönmez kendimi mutfağa kapadım ve o tadı yakalayıncaya kadar dışarı çıkmadım. Bunu gerçek anlamda söylüyorum, hiç bir abartma yok, inanın bana. Geceleri bir köşeye serdiğim uyku tulumuna kıvrıldım. Hoş zaten düzenli bir uykudan bahsetmem

mümkün

rahatlayamıyordum.

değildi,

Susam

yağı,

çünkü

beynimi

ayçiçek

yağı,

boşaltamıyor,

zeytinyağı

teker

gevşeyemiyor, teker

denedim.

Buzdolabından çıkarıp doğrudan ateşe attım, sosta yatırdım sonra pişirdim, önce haşladım ardından kızarttım olmadı. O güne kadar ne öğrendiysem harmanladım yetmedi, üstüne yeni tecrübelere giriştim tutmadı derken nihayet üçüncü gün aradığımı buldum. O eşsiz kokuyu, o biricik tadı bulur bulmaz da derhal, yani günün ortasında, tabii yorgunluğun da etkisiyle huzura kavuşmuş bir şekilde kendimi rüya perisinin kollarına bıraktım. Gözlerimi açtığımda ise tün bunların bir rüya olmasından korktum. Neyse ki hepsi gerçekmiş. Haydi şimdi siz de bu şahane lezzeti keşfedin, eminim ki beğeneceksiniz. Afiyet olsun! Yemek sanatında olduğu kadar sunum ve hitabette de başarılı olan Söğüt Hanım basın toplantısını noktaladı ve muhabirlerin açlıktan gözü dönmüşçesine tabaklara saldırmasını

23


izledi. Onu ilk tebrik eden annesi olmuştu. Nitekim, anlık da olsa tüm bu maceranın bir rüya olması kuşkusunu doğuran, konuşmasında yer vermediği bu ayrıntıydı. Üçüncü günün ortasında yığılırcasına yattığı mutfaktaki yatağında annesi saçlarını okşamış, alnını öpmüştü. Söğüt Hanım, yıllar önce ailesine karşı çıkmış ve ezberlenmiş bir hayat yerine kendi tutkusunu meslek edinmeyi seçmişti. Doğru bir karar vermenin gururunu babasına sarılarak yaşadı. “Kutlarım Söğüt, gerçekten inanılmaz bir iş çıkardın. Annen de bizimle olsaydı keşke.” “Kim bilir, belki de güvercin kılığına girmiş gittiğimiz her yerden bizi gözlüyordur.” Baba kızın yanakları ıslanmaya başlarken gelin onları başbaşa bırakalım. Doğrusunu isterseniz ardımızda kalan iki parça tüyü saymazsak kimsenin ruhu bile varlığımızı duymadı.

24


Kaygan Zemin Metalik gri arazi aracı bulduğu her boşluğa girerek trafikte ilerlemeye çalışıyor. Tekerlekleri çamur görmemiş, muhtemelen de hiç görmeyecek olup sadece tüketim modasına uyularak alınmış yüzlerce dört çekerden biri. Şoför koltuğunda oturan takım elbiseli genç adam bu öykünün hem ana karakteri hem de yardımcı anlatıcısı. “Yağmurlu bir gün, aslında çok da şaşırılacak bir durum değil. Meteorolojinin istatistiklerine göre zaten yılın yüz on bir günü ıslanıyoruz bu şehirde. Ama buna yağmur demek oldukça iyimser bir tanımlama olur herhalde, resmen sağanak. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmura silecekler yetişmekte zorlanıyor. Arabanın ön camında biriken suyu süpürür süpürmez görüş anında tekrar kapanıyor. Araba kullanmak tehlikeli sayılabilir, ama bu yağmurda taksi bulmak da piyangoda büyük ikramiyenin size vurması kadar düşük bir ihtimal olsa gerek. Öğle tatilimi otobüs durağında bekleyerek de geçirmek istemediğim için araba en iyi seçenek gibi gözüktü. Zaten mesafe de oldukça kısa. Acaba telefonda söylenmeyecek kadar önemli ve akşamı bekleyemeyecek kadar acil konu ne olabilir? Bahse girerim hamiledir. Onlar adına güzel bir haber elbette, ama beni neden bu kadar ilgilendirsin ki?” Aracını lokantanın kapısında bekleyen görevliye teslim ettikten sonra uzun süre bekletilmiş bir yüz ifadesiyle kendisini karşılayan kız kardeşinden özür dileyip tuvalete uğramak için izin istedi. Fakat, öpüşme faslı sırasında kardeşinin kulağına fısıldadığı bir cümle ihtiyaç molasını ertelettirdi. Çeyrek saat kadar ağzı açık dinledikten ve de siparişlerini verdikten sonra hem kafasını biraz toparlamak hem de kasıklarındaki ağrıyı dindirmek için tekrar izin istedi. Cevabı beklemeden kalktı. İhtiyacını gördükten sonra aynaya baktı ve konuşmaya başladı. “Hamileymiş, kendimle girdiğim bahsi kazanmış oldum. Asla tahmin edemeyeceğim detay

25


ise babanın kocası olmadığı, daha doğru bir ifadeyle, olmayabileceği. Kim bilebilirdi ki doğruluk timsali kardeşim enişteyi aldatmış.” Kendi kendine gülerek, “İşte buna içilir.” Masaya döndüğünde kadehini kaldırdı, “Kaygan zeminlere!” “Bu tam olarak ne demek oluyor senin sözlüğünde?” “Espriydi sadece, „Ayağım kaydı, uygunsuz bir yerin üstüne düştüm‟, hikayesine gönderme yaptım aklımca… Kötü bir erkek şakası anlayacağın, boş ver gitsin.” “Kabasın.” Kız kardeş isteksizce tokuşturduğu kadehten küçük bir yudum aldı. “Ne kocamın ne de biyolojik baba adayının haberi var bu durumdan. Senden başka kimse bilmiyor ve doğrusunu istersen böyle de kalmasını istiyorum.” “Bebek doğunca gerçek ortaya çıkmayacak mı? Metresin enişteme o kadar benziyor mu yani?” “Saçmalama, benim metresim yok.” Kaşlarını hafifçe çatarak devam etti. “Sadece bir gecelik bir ilişki, daha doğrusu ilişki bile değil, bir anlık hata diyelim. Biliyorsun ki çocuk istediğimiz için bir süredir korunmuyorduk. Hatta bir ihtimal çocuk ondan olmayabilir, ama ola da bilir. İşte bu durum beni çıldırtıyor.” “Bence şansını zorlama, çocuğu aldır. Kafan rahat edince de aynı hataya bir daha düşmeden bu işi en baştan doğru dürüst yaparsın. Tanıdığım bir doktor var, kimsenin ruhu duymaz.” “Bunu sen mi söylüyorsun? Her fırsatta risk alan, şansını zorlayan kardeşim, neden kendi hayat felsefesinin tam tersini tavsiye ediyor bu sefer acaba?” “Çünkü sen benim kadar ballı değilsin ve seni tehlikelerden korumak benim görevim. Kendimi bildim bileli böyleydi ve şimdi de değişen bir şey yok. Korkma her şey düzelecek.”

26


“Söylemesi kolay. Açıkçası kürtajdan korkmuyorum, ama istemiyorum. Bebeği öldürmek istemiyorum. Ya bir daha hamile kalamazsam, ya bu tek şansım ise? Onu çöpe atmak doğru gelmiyor.” “Peki, olaya daha analitik bakalım. Çocuk ya kocandan ya da öbür adamdan değil mi? Yani şanslar yarı yarıya?” “Evet, her gördüğüyle yatağa giren bir kız kardeşin yok. Devam et bakalım bay çok bilmiş.” “Tamam kızma, ortamı yumuşatmaya çalışıyordum sadece. Bu durumda, eğer çocuk kocandan ise sorun yok, ki ihtimal yüzde elli. Çocuk kaçamak geceden ise ve eğer adam zenci ya da çekik gözlü ise yandığının resmidir, bu ihtimale kaç verirsin?” “Sıfır!” “Güzel. Demektir ki, şansın yarıdan fazla. Zemin sağlam sayılır yani, ama acaba ne kadar sağlam? En son ne zaman âdet gördün?” “Öf saçmalama, seninle bunları konuşacak değilim. Kendim de hesap yapabiliyorum. Hem senin öğlen tatilin bitmedi mi? Patronlar merak etmeden dönsen iyi olur.” “Merak etme, bugün büyükbaşların hepsi dışarıda. Hem benimle konuşmayacaksın da kimle konuşacaksın, yoksa tanımadığım bir başka kardeşin daha mı var? Şimdi bırak utangaçlığı da, devam edelim.” “Aslında benim de kalkmam lazım, yarım saat sonra bir randevum var. Geldiğin için teşekkür ederim, bir gelişme olursa ararım mutlaka.” “Seni bırakmamı ister misin, gideceğin yer uzak mı?”

27


“Hiç gerek yok, yağmur durdu zaten baksana, metro ile gideceğim. Sen de dön işine artık. Akşam telefonlaşırız.” Yağmurun tekrar ne zaman başlayacağı bilinmiyordu, ama akşama kadar en az bir duş daha bekleniyordu. “Kim bilir meteorolojinin bilgisayarlarına yüklenmiş tahmin programları kaça mal olmuştu? Bu kadar yatırımın geri dönüşü hangi yöntemle hesaplanmıştı kim bilir?” Genç bankacı ofisine dönerken kafasında yine türlü türlü hesap vardı, her şeyi rakamlara dökmeden rahat edemiyordu, bir nevi meslek hastalığı. “Yol üstünde bir benzinciye gidip lastikleri şişirtsem biraz. İki lastiğin havasının olması gerekenden yüzde ondan fazla eksik olma ihtimali, en az bir lastiğin yüzde yirmiden fazla basınç kaybetme ihtimalinden ne kadar yüksektir? Normalden fazla şişirilmiş lastikler ıslak zeminde zor tutunur, bir süre daha idare etsem mi? Gri araçların diğer şoförler tarafından fark edilmesi daha güçmüş, peki ama bunu söyleyenler bu sonuca ulaşmak için nasıl bir test yaptılar acaba? Yeteri kadar denek ile görüşmüşler midir, güvenilirlik derecesini yüzde kaça sabitlemişlerdir?” O sırada acı bir fren sesi duyulur. Acaba gri araçların görünürlük katsayısı yağmurlu havalarda ne kadar aşağı düşüyordur? Hatalı solama yapan aracın sahibi istatistikten acaba ne kadar anlıyordur? Önemli olan sonuçlar mıdır, yoksa sebepler mi?

28


Müzedeki Arılar Arkeolojik buluntulara, tarih öncesinden bize kalan miraslar değil de gavur malları olarak bakan zihniyet sayesinde müzelerimizde sergilemeye değer eserlerin sayısı gitgide azalmaktadır. Cahillik ile yoksulluk elele verip insana her türlü kötülüğü yaptırabilir. Kişisel kazanç hırslarına yenik düşüp de nice kültürel hazinenin yurtdışına kaçırılmasına bizzat yardım eden yurdumun insanı sade vatandaş bile olsa elbet suçludur. Ne var ki bu cürümü işleyenler arasında müze müdürleri de vardır ki, en vahimi de budur, çünkü ortada bir emanete hıyanet durumu vardır. Üstelik hem bu topraklarda yaşamış eski medeniyetlerin hem de bu ülkenin şu andaki devletinin emanetidir söz konusu olan. İyi örnekler de yok değildir elbet, mesela bizim müzenin yeni müdürü Mesut Bey son derece çalışkan, titiz ve görevine sadık birisidir. Öyle ki, güvenliği sağlamak amacıyla istediği ödenek hala gelmediği için cebinden harcama yapmaktan çekinmedi. Gitti hayvan barınağından bir köpek aldı, müzenin bahçesine bir kulübe yaptırdı ve iki haftadır gücü yettiğince bakıp, besliyor hayvanı. Yetmedi, harekete duyarlı dört adet ışık kaynağı aldı maaşından arttırdığıyla, gidip bahçenin dört köşesine astırdı. Devlet işleri böyledir, onay süreci uzar da uzar, nasılsa gelince ödenek içinden kendi payımı alırım, kimbilir daha acil ne işler vardır bekleyen, iki kuruşun lafı mı olur tarzı cümleleri eğer çok ısrar edilirse peşpeşe bazen de sohbet sırasında teker teker sarf ederek eleştirileri püskürtürdü. Onu eleştirmek ne haddimize, sakın önlem alınmasını istemiyoruz da sanılmasım, yoktur öyle bir niyetimiz. Asla istemeyiz müzenin bir taşının bile olsa çalınmasını, ama Mesut Bey‟in üzülmesini de istemeyiz de ondan esirgemeyiz lafımızı. Çünkü böyledir bu işler, iyilik ettiğini zannedersin,

29


bir bakarsın görevin olmuş. Enayiliğe doyanlardan biri de ben olduğum için biliyorum. Ne yaparsın, tecrübe denen şey kazık yemekle kazanılıyor. Ben de zamanında az mı para döktüm, çocukların rızkını arılara yedirmedim mi bir kooperatif aşkına? Sana ne ulan, arılar azalıyorsa, arıcılık ölüyorsa! Yok rahat battı bana, bir de azıcık mürekkep yalamışlığımız varsa, bir fayda gelecekse bizden gelecek diye ukalalık ettik, tuttuk büyük şehirden uzman getirttik. Akşamları kahvede dersler aldık, bu işin tekniklerini öğrendik. Hangi cins arı daha çok bal üretir, ne sıklıkla ürerler, hastalık gelirse nasıl mücadele edilir, suni kovan nasıl yapılır, yılda kaç kere bal toplanır... Tam dört hafta dinledik de dinledik. Sonra sıra geldi teorik bilgiyi sahada uygulamaya. Ama iş göründüğü kadar kolay değil, hem pahalı hem zahmetli. Tez canlılığa yer yok, her şey de dört dörtlük olmasın diye başlık, eldiven almadan başlayan arkadaşlar pişman oldu. İçlerinden birinin arı zehrine alerjisi varmış, yüzü gözü balon gibi şişti. Üç kuruş tasarruf edeyim derken bir de hastane masrafı çıktı başına, kalçadan yediği iğneler falan da cabası. Kooperatife ben ön ayak oldum diye arkadaşlar da belediyeden ricacı olmak için beni öne sürdüler. İsteyenin bir yüzü kara diyerekten çıktık huzura, ama sanki bize hizmet etmek için değil, hükmetmek için gelmişler başa, bir afra tafra görmeniz lazım. Derken araya hatırlı bir iki kişi girince biraz ilgilendiler bizimle, ama asıl dönüm noktası erken seçim kararı oldu. Yüzümüze bakmayanlar başladılar mı ayağımıza gelmeye. Biz onların yaptığını yapmadık, efendi gibi davrandık, taleplerimizi bir bir yazdırdık. Bol bol söz aldık. Sonra yorgan gitti kavga bitti. Ne oldu verilen sözlere, belediye sizi sahiplenecek, malzeme yardımı yapılacak, ucuz yollu kraliçe arı, kovan, tulum verilecek, ürettiğimiz bal iyi fiyattan alınacak falan... Seçimleri kaybedenler tası tarağı toplayıp ortadan yok oldular. Ulan sizin insanlığınız o koltukta oturduğunuz sürece mi geçerliydi, son kullanma tarihi mi bitti? Neyse yol yakınken vaz geçtik arıcılıktan, saldık hayvancıkları doğaya, başlarının çaresine baksınlar artık... 30


Mesut Bey‟e de anlattım, dereyi görmeden paçaları sıvama, devletten zengin misin niye kendi paranı çarçur ediyorsun dedim. Günah benden gitti, ama o ne dedi, bir tek taş eksilse senelerce hapis yatarım, bunlar bana zimmetli, namusuma halel getirtmem demedi mi? Ee, keyif onun, ağanın eli tutulmaz, görelim bakalım, kim haklı çıkacak. Yok yok, yanılmak isterim tabii, bu bir iddia değil ki, kazansam ne olacak? Severim Mesut Bey‟i de ondan dertlenmem, yoksa üstüme vazife değil. Bereket onun dededen babadan kalma malı mülkü var. Allah daha çok versin, gözümüz yok. Lakin herkes bizim kadar temiz kalpli değilmiş ki, Mesut Bey‟e nazar değdi. Köpek kulübesinin çatısı kırılmış, onu onarayım derken yağmurun altında fazla kalıp üşütmüş. Üç gün yatak döşek yattı adamcağız. Köpek ıslanmasın diye kendini hasta etti, garip bir müdür bizimkisi. İşte ne olduysa bu üç günde oldu. Önce köpek ipini koparıp kaçtı, anlaşılan açlığa dayanamadı hayvan, zira müdür kimseye tembih etmeyince kimse akıl edip onun yokluğunda köpeye yemek vermemiş. Bunu fırsat bilen birkaç namussuz da müzeden üç beş parça bir şey araklamış. Üç günün ardından iyileştim diye sevindiydi Mesut Bey, halbuki daha çekeceği varmış. Merkezden müfettiş geldi, zabıt tutuldu ve kimse alenen suçlamasa da görevi ihmalden dolayı resen dava açıldı. Yapılan soruşturma, olayın müdür beyle ilişkilendirilmesi yönünde bir neticeye ulaşmadıysa da Mesut Bey zan altında kalmaktan inanılmaz rahatsızlık duyarak istifa etti. Ben demiştim demeyi sevmem, ama o kadar da olsun artık, samimiyetine sığınıp “Yapılan iyilikler cezasız kalmaz,” diyerek şaka yollu sataştım kendisine. Mesut Bey benim bu hınzırlığıma hiç aldırmadı, gün görmüş adamın hali başka oluyor. Zaten önceden hazırlıklıymış veyahut dertleşmek için beni bekliyormuş gibiydi, “Gel benim bahtsız arkadaşım gel, neydi senin şu arıların ihtiyacı?” diye konuya girdi. Meğer benim arıcılık maceralarımı dinledikten sonra biraz araştırma yapmış. Edindiği kitaplardan birinde de, hani şu ansiklopedilerde fotoğrafı olan bembeyaz uzun dağınık saçlarının arasından dil 31


çıkarmasıyla meşhur Aynştayn‟ın bir sözünü okumuş. "Arılar yeryüzünden kaybolursa insanoğlunun dört yıl ömrü kalır", diyormuş bilimadamı. Öğrendikten sonra doğru çıkmamasını dilediğim teori Mesut Bey‟in ilgisini, benim anlattıklarımdan daha çok çekmiş olacak ki, o günden sonra uzun uzun bunu düşünmüş. Emekli olunca buralara yerleşme hayalinden bana sık sık bahsederdi, ama arıları bu denli sevdiğini söylememişti. İstifa dilekçesini verdiği gün de emekliliği beklemektense bir an evvel arıcı olmaya karar vermiş. Bana ortaklık teklif etti, ben de seve seve kabul ettim. Bu sefer daha tecrübeliyiz, önceki hatalarımızdan ders aldık ikimiz de. Kimsenin sözüyle hareket etmiyor, ayakları yorgana göre uzatıyoruz. Şimdilik altı tane kovanımız var ve de işi büyütmek için hiç acelemiz yok. İlk etapta amacımız kendimize yetecek kadar bal üretmek. Nasıl olsa, çalışkan işçilerimiz çiçeklerden topladıkları özler ile kendi yiyebileceklerinden fazla bal yapıyor ve dolayısıyla birazını alıyoruz diye bize kızmıyorlar. Sabır ve zaman işi tabii, üç dört gün başını boş bırakmaya gelmez, aynen köpek vakasındaki gibi, hemencecik göçerler. Becerirsek sonraki aşamada satışı da hedefliyoruz tabii, ama öncelik arıların sağlıklı bir şekilde çoğalmasını sağlamak. Ne demiş atalarımız, “Arı birden davar ondan ürer.” Onlar mutluysa biz de mutluyuz. Aynştayn iddiasında haklı olmasa bile iyi ki arılar var; Onları gözlemlemek, davranışlarını öğrenmek başlıbaşına bir keyif. Kraliçe arıyı işçilerin beslediğini, işçilerin hepsinin dişi olduğunu, bazı işçi arıların kovana öz taşırken bazılarının sadece su taşımakla görevli olduğunu, erkeklerin iğnesinin olmadığını falan okumuştum aslında, ama bu mini dünyayı seyretmeye insan yne de doyamıyor. Bu arada müze soygunu davası sonuçlanmadı, ama memurlardan biri dışarı bilgi sızdırdığını itiraf etti. Mesut Bey‟in atanmasından çok öncelere dayanan bir olaymış bu. Tarihi eser

32


kaçakçılığı yapan uluslararası bir çete yıllardır elini çekmezmiş bizim kendi halindeki müzemizden. Detaylı sayım işlemleri devam ettiği ve henüz kadro sorunu çözümlenmediği için hala da kilitli duruyor. Bina ziyaretçilere hizmet veremiyor da olsa bahçesindeki çiçekler iğneli dostlarımıza ev sahipliğinde kusur etmiyorlar.

33


Benimkisi Soldu Günün bu saatinde nedir bu telaş. Çocukken televizyondan öğrendiğim gibi önce sola sonra sağa sonra tekrar sola bakmamış olsun üstümden geçecek gözü dönmüş taksici. Bir çocuk aniden yola fırlasa al sana cinayet. Trafik kazası derler adına, ama bence yarıdan fazlası kasten adam öldürmek suçuna girer. Bu herifleri cezasız bıraktıkları için her sene binlerce insanımız ya sakat kalıyor ya da asfaltta can veriyor. Bir Fransız filmi seyretmiştim sinemada, Marsilya‟da geçiyordu. Motosikletle pizza dağıtan bir genç uzun yıllar bekledikten ve zorlu bir sınavdan geçtikten sonra taksi ehliyeti alıyordu da özel güçlendirilmiş arabasıyla sokakları birbirine katıyordu. Hatta çok beğenildiği için daha sonra ikincisi, üçüncüsü falan da çevrilmişti. Bu eşek herifler de aynı filmleri seyredip gaza geliyorlar herhalde. Fransız çocuk en azından polise yardım edip suçlu kovalıyordu, bizim şoförlerin kendisi suçlu zaten. Dikkati elden bırakmamak lazım, bir anlık dalgınlık… Allah korusun. Ben yürürken kendimi o işe veririm. Bazıları yürürken kafalarında kırk tilki dolaşır. Güzelim binaların önünden geçerler de fark etmezler bile. Bir keresinde bir fotoğraf sergisine gitmiştim, sanatçı aynı zamanda heykeltıraşmış da. Çerçevelerin altında mekânın neresi olduğu yazmıyordu, sadece şehrin dört bir tarafına serpiştirilmiş heykellerin, anıtların fotoğrafları çekilmiş ve bilgisayar yardımıyla renklerle oynanmıştı. Sağımda solumda bir sürü ziyaretçi tek tek her çerçevenin önünde durup şaşkınlıkla dakikalarca bakıyorlardı, pek azının o fotoğraftaki eserin gerçek hayatta nerede olduğuna dair bir fikri vardı. İki sokağın birleştiği köşedeki müstakil evin bahçe duvarının üstüne bırakılmış çocuk spor ayakkabısının teki nerede acaba diye düşünmeden edemedim. Önünde fazla oyalanmamıştım, göz ucuyla görmüştüm. Eğer yarım saatten fazla bir süredir yürümekten ötürü adımlarım

34


yavaşlamış olmasaydı belki de fark etmeyeceğim bu eski ayakkabı teki, ait olduğu evi epeyce geride bırakmama rağmen aklımı kurcalamaya devam etti. Üstelik gördüğüm spor ayakkabı tekinden daha bile çok, görmediğim teki merak ediyordum. Karşıma birden bire dikilen duvar beni çok şaşırttı, ama nedense kimsenin bu âna şahit olmasını istemedim ve sanki yerdeki bir şey dikkatimi çekmiş gibi eğildim. Bereket sağ ayağımın yanında bir gazoz kapağı vardı da elime alıp evirip çevirecek ve bu sayede biraz daha zaman kazanacak fırsatı buldum. Etrafı gözden geçirirken daha önce tanımadığım bir sokağa girmiş olduğumu anladım. Kafam meşgulken ayaklarım beni kendi istedikleri yere götürmüş olmalılar. Herhalde aksi yönde birkaç yüz metre yürürsem rotadan çıktığım sapağa gelirim diye düşünerek harekete geçtim. Fakat köşeye gelmiş olmama rağmen ne tarafa döneceğime karar veremedim. Sanki dünyanın bu kısmı benim şehrime ait değildi, ne sokak isimleri ne dükkân tabelaları tanıdık gelmedi. Gökyüzüne baka baka yolun aşağısına doğru yürümeye devam ettim. Adımlarım kendiliğinden hızlanmıştı. Muhtemelen soluklarım da hızlanmıştı. Telaşlı görünmemeye çalışmayı bırakıp bir süre sonra hafif hafif koşmaya başladım. Ter içinde kalana kadar koştum. En azından bir telefon kulübesi görürüm diye umutlanarak sağ tarafa görünen parka girdim. Saat kulesinden akşamın iyice yaklaştığını haber veren çan sesleri yükseldi. Nefes nefese en yakın banka gidip oturdum. Kafamı biraz toparlarsam elbette ki bir çare bulurum, çocuk değilim ki evden uzaklaşınca kaybolayım diye kendimi telkin ettim. Biraz soluklandıktan sonra içinde bulunduğum durum oldukça komik geldi, önce azar azar sonra gittikçe gürültülü bir şekilde ve sonunda iki büklüm oluncaya kadar güldüm. Kahkahalar, gözyaşları ve karnıma giren kramp sebebiyle ahlayıp oflamalarımı duyanlar delirmiş olduğumu düşünebilirlerdi. Bana ne, kim ne derse desin, hep kendimi başkalarının gözünden görmeye çalışıp hareketlerimi kontrol ettim, artık yeter, Yeter, YETER.

35


“Ne oldu evladım, bir yerin mi ağrıyor, neden bağırıyorsun?” “Ne, efendim, ha, yok bir şeyim bey amca, sağ ol. Bir şey soracaktım, garip gelebilir ama inanın şaka değil. Burası neresi?” “Parkı mı soruyorsun yani?” “Yok, evet, aslında evet, ne parkı bu, hangi belediyeye ait?” “Biraz önce de parklar, bahçeler, otobüs durakları, yaya kaldırımları bir sürü soru sordular evladım, günde bir kere yeter. Acı çekiyorsun sandığım için durdum, evden beklerler, hak eden kazansın, daha ne diyeyim.” “Ne diyorsun amca, kim ne sordu biraz önce, kim kazansın? Bana parkın adını bile söylemedin daha, dur gitme yahu, kötü bir niyetim yok.” “Yanlış anlama çocuğum, ben kaba biri değilim, deminki delikanlı da iki dakika dedi yirmi dakika sürdü, yeterince oyalandım, iyisi mi sen başkasına başvur, hadi hayırlı akşamlar.” “Hayda, tam da adamına çattık, iyi peki, sana da iyi akşamlar bey amca.” Yahu ne diye çırpınım duruyorum ki, insanın başına kaç kere gelir böylesi, zamanın da var cebimde birkaç kuruş da, en kötü ihtimal taksi durdurur eve giderim, nasıl olsa bekleyenim yok. Turist gibi gezsem, ânın tadını çıkarsam biraz… Karnım da acıktı, şu köşedeki fena bir yere benzemiyor, esnaf lokantasından hallice, bana da fazlası lazım değil zaten. O spor ayakkabısı belki de araba süsü falandı, ya da bir cüceye aitti, illa bir çocuğun olmak zorunda değil ki. Tek ayaklı bir çocuk da olabilir elbet. Futbol oynamayı çok seven çocuk yola fırlayan topun peşinden koşunca arabanın altında kalmış ve zorlu bir ameliyat sonrası bir bacağını kaybetmiştir. Artık ihtiyaç duymayacağı için de ailesi, belki de kendisi, ayakkabısının tekini

36


biri alsın diye bahçe duvarının üstüne bırakmıştır. Hay aksi neden dikkat etmedim ki sanki, gördüğüm acaba sol muydu yoksa sağ mı? “Ağabeycim çorbanın nesini beğenmedin?” “Ne, ne çorbası?” “Yarım saattir sen ona, o sana bakıyor, elini bile sürmeyince patron merak etmiş.” “Yok yok iyiyim ben, çorba da iyi, sorun yok.” “Paran var değil mi ağabeycim, sonra patron benim aylıktan keser vallaha, yakmazsın beni değil mi, evde beş boğaz elime bakıyor billahi. Oğlanın ameliyatı belimizi büktü güzel abim, peşin istesem kusura bakmazsın değil mi? ” “Tamam tamam, kaç lira bu çorba? Geçmiş olsun ne ameliyatı?” “Hiç sorma ağabeycim, Allah düşmanıma vermesin, aslan gibi yavrum topal kaldı.” “Hangi ayağını kestiler?” “Hoppala, ne biçim soru bu böyle, ulen yoksa sen o taksici misin? Yakarım ulan seni!” “Bana bak, terbiyeni takın, çek ellerini yakamdan, acımam attırırım seni işten!” “Aman abi kusura kalma, gözüm döndü birden, acımız büyük, ben ettim sen etme güzel abim, ben sana sıcak bir çorba daha getireyim, seninki buza kesti.” “Neyse tamam getir bakalım, olur böyle şeyler canını sıkma.” “Hay gözünün yağını yiyeyim, ağabeyim benim, insanlık hali işte, istemeden oldu, kafa uçtu birden. O hayvan herif çarpıp kaçmış, polis dedi ki, mutlaka bir süre sonra gelir geride ne halt

37


bıraktığına bakar. Böyleymiş bu namussuzlar, önce korkup kaçıyorlarmış ama biraz merak biraz vicdan dönüp geliyorlarmış olay mahalline, suçlu doğası böyledir dedi komiser. Sonra da tembih etti mahalleliye, siz yabancı görünce ağzını yoklayın, şüphelenirseniz bizi çağırın dedi. “Sen boş ver sıcağını, ben bunu ödeyip kalkayım.” “Yok ağam, olur mu öyle şey, hemencecik getiririm, az bekle sen, merak etme müesseseden.” “Acelem var, bir ev gördüm gelirken, bahçe duvarında bir ayakkabı teki vardı, oraya dönüp bakacağım, sol muydu sağ mıydı diye.”

38


Dişe Dokunur Bir Hikaye Büyük depremin olduğu yılı ve cüzdanında diş izi olan adamı hiçbir zaman unutamam. Öyle bir adam ki, fiziken otuzlu yaşlarını yaşıyor gibi görünüyor ama ruhen on iki, on üç. Görebileceğiniz en iddiacı kişilik, bir çocuk adam. Kazanırsa deri cüzdanını ısırıyor, inanıyor ki deri yırtılıp cüzdan ortadan ikiye ayrıldığında içinden gurur boncukları dökülecek ve başarısını taçlandıracak. Evinde bir çekmece dolusu eski yırtık cüzdan var, onun şeref madalyaları olarak saklanıyor ve her fırsatta eşe dosta gösteriliyor. Bir seneden fazla süredir kullandığı son cüzdanı onu epeyce zorluyor, dişlerini canını acıtana kadar bastırmasına rağmen derisi delinmek bilmedi. Acaba fil derisi mi, yoksa plastik teknolojisin son ürünü olan sahte bir deri mi, ya da dişlerim eskisi kadar güçlü ve keskin değil mi diye durmadan düşünüyor adam, bir taraftan da bahis kazandıkça inatla dişlemeyi sürdürüyor dirençli cüzdanı. Son zamanlarda iddia sayısını arttırdı ki, daha çok kazansın, daha çok ısırma fırsatı bulsun ve cüzdanın inadı artık kırılıversin... İstiyor, kazanıyor, ısırıyor ama olmuyor bir türlü. Tek becerebildiği deriye dişlerinin izini kalıcı olarak çıkartmak oldu, önceleri izler bir haftaya kalmadan siliniyordu... Bu da bir başarı diye teselli ediyor kendini bahtsız adam. Çocukluğu boyunca bir ayakkabıcının yanında çıraklık yapmış. Deriden anlıyor ve doğanın mucizevi kaplamasıyla çekişmekten, ona haddini bildirmekten garip bir zevk alıyor. Küçükken, hayatını nesli tükenmiş bir canlının yaşayan son örneğini bulmaya adamış bir bilimadamı olmayı düşlermiş. Büyüdükçe anlamış ki aslında büyümek istemiyor, nesli tükenmiş o canlı kendi çocukluğu ve o adam kendi geçmişini arıyor. Müebbet çocukluğa mahkum bu adam da hayatı boyunca çevresindekilerle iddiaya girmeye karar vermiş.

39


Küçük bir kasabada okumuş ilkokulu, sonradan büyük şehre gelmisler. Ortaokulda hem derslere hem arkadaşlara adapte olmakta çok zorlanmış. Sınıfta kalınca isyan bayrağını çekmiş ve okulu bırakmış. Mahallelerindeki kunduracının yanında çıraklığa soyunmuş. Başlarda ustasının at yarışı kuponlarını yatırmak, bakkaldan ekmek ve gazete almak gibi getir götür işleri dışında bir şey yapmazmış. Zaman içinde köseleden, sayadan, dikişten, kalıptan anlar hale gelmiş. Mahalle esnafı da severmiş onu, en çok da iddiaya tutuşup kızdırmayı severlermiş. Kazanmaktan çok da kaybetmekmiş keyifleri, onlar kaybetsin ki garibim de arka cebinden deri cüzdanını çıkarıp dişlesin. Ben berberde tanıdım bu çocuk adamı, şahsen değil de gıyaben. Hem berberim hem yanında çalışanlar hem de gelen giden müşteriler o kadar çok anlattılar ki adeta tanış olduk. Başından geçenleri öğrenmekle kalmadım, neredeyse hangi soruya ne cevap vereceğini bile kestirir hale geldim zaman içinde. Ayda iki kez saç kestirmeye gide gele cüzdanını dişleyen adamın efsanesine vakıf oldum. Efsane diyorum çünkü ben bu mahalleye taşındığım sıralarda o da başka bir semte taşınmış. Dediklerine göre çok borçlanmış, at yarışı tutkusu başına belaymış. Belki de alay konusu olmaktan bıkıp yeni bir başlangıç yapmak üzere tanınmadığı bir yere gitmeyi tercih etmiştir dedim, ama bana da güldüler, sustum. Nereye taşındığını soracaktım, vaz geçtim. Zaten çıraklardan biri söyleyiverdi. Şaşırdım, ama belli etmedim. Benim eski mahalleme gitmiş cüzdanını dişleyen adam. Benim buraya taşınmamın sebebi de benzer aslında, korkularımdan kaçış. İki sene önceki depremin ardından bu konu bende fobi haline geldi. Binlerce kilometre ötemde olmuştu ama televizyonda, gazetede gördüklerimin etkisinden uzun süre kurtulamadım. Ya benim de başıma gelirse, nasıl kaçmalı, nereye saklanmalı diye planlar yaptım. Kağıdın çelikten bile sağlam olduğunu, asla ezilmediğini okudum bir yerlerde. Yatağımın yanına eski

40


ansiklopedileri yere yatırdım ve üst üste dizerek artık okunmayan ciltlere bir küp şekli verdim. Mazallah gece uyurken yakalanırsam hemen yataktan yere kayıp ansiklopediden küpümün yanında cenin şeklini alacaktım. Bir çanta hazırladım, içinde elfeneri, biskuvi, su, battaniye, çakı ve düdük olan. Ayda bir suları tazeledim, iki ayda bir bisküvileri yeni tarihli olanlarla değiştirdim. Yavaş yavaş kendime güvenim gelmeye başlamıştt, taa ki gazetenin birinde semtlere göre deprem riskini gösteren bir grafik görünceye kadar. Deprem o kadar şiddetli vurdu ki alttan, en soğukkanlı adamlar bile titredi, güngörmüşler korktu, çelik gibi sinirler etleşiverdi. Kadınlar ve çocuklar eğer yakınlarsa birbirlerine sarılıp ağlamaya başladılar. Sarsıntı o kadar uzun sürdü ki yaşayanlar gerçekliğinden şüpheedip rüyada olduklarına yordular. Her yandan gıcırdama, çatlama, kırılma sesleri duyuluyordu... Ve aniden simsiyah oldu tüm mahalle. Duvarlar, tavan, zemin çöküverdi haykırışların üstüne, tıkandı nefesler, kapandı gözler, hayat durdu. Ben yalnızdım, geceydi ama henüz yatmamıştım. Televizyon başında pinekliyordum. Deprem yönetmeliğine göre yapılmış, temeli güçlendirilmiş apartmanımda huzurlu bir şekilde günü damıtıyordum ki oturduğum koltukta zıpladım. Bastığım yerin sağa sola sallamasından daha çok ürküttü beni darbenin aşağıdan gelmesi. Yine de beklentimin aksine kendimi dışarı atmak ya da kanepenin yanında cenin pozisyonu almak yerine kumandaya sarıldım. Merakım korkuma galip gelmişti. Bana vuranın ne olduğunu öğrenmek istiyordun. Merkez üssü neresiyedi, yüzeyden ne kadar aşağıdaydı, kaç şiddetindeydi. Dakikalar içinde ambulans ve itfaiye bile ulaşamadan deprem mahalline canlı yayın araçları ulaşmıştı. En çok zarar gören bölge, o adını dahi hatırlamadığım gazetenin kabusum haline gelen grafiğinde kırmızı ile işaretlenmiş olandı. Yani benim eski semtim, taşınmasaydım muhtemelen ben de seyirliktim şimdi. Patlamış kaldırım taşlarının üstünde yatan pijamalı

41


adam pekala ben olabilirdim. Kan revan içinde koşuşturan insancıklar eşlerinin çocuklarının adlarını haykırıyorlardı. İşte onlardan olamazdım diye düşündüm. Kameralar ve muhabirler yıkıntıların arasında dolaşıp, depremzedelerle röportaja başladı. Ekran başında nutkum tutulmuş izliyordum. Ağlamayı umuyordum ama gözyaşları yerine içimdeki çölü keşfettim. Yeraltı suları misali gözyaşlarım derinlere çekilmiş en dipte suları acımtrak bir üzüntü gölü oluşmuştu sanki. Görüntüler korkunçtu, kameralar olur olmaz şeyi gereksizce zumluyordu, rahatsız edici yakın çekimleri anlatmaya kelimeler yetersizdi. Derken hazırlıksız yakalandım, tanıdık birini kaybetmenin acısını yaşadım birden bire. Adeta bir sevdiğimi, akrabamı kaybetmişim gibi burkuldum. Yıkıntıların arasında dişlenmiş bir cüzdan da vardı.

42


Şeyda Dergilerde gördüğüm hayallerin peşinde koştuğum, rüyama giren kızlara aşık olduğum yaşlar. Büyüme sancısını hem çekiyor hem de çektiriyorum evdekilere. Bir süredir, bir çok bilmişlik, bir hazır cevaplık ki, sormayın gitsin. Annem, “az sabır, bu da geçecek,” diye sükunete davet ediyor tepesi atanları. Babamdan çok ablamla kapışıyoruz, oysa o da genç, benim tarafımı tutması gerekmez mi? Neymiş, çoluk çocukla uğraşacak zamanı yokmuş, kafasını toparlayıp sınavdan iyi bir sonuç almalıymış. Duyan da aramız beş yaş falan zanneder, benden sadece bir buçuk, evet aynen öyle, on dokuz ay büyük ablam. Okula kayıt olurken sene hesabı yapıldığından benden iki sınıf üstte, ama bu, onun daha akıllı ya da daha olgun olduğunu ispatlamaz ki! Dinlenme tesisinin tuvaletinde karşılaşmış ablam arkadaşıyla… Bir anda Şeyda‟yı karşımda görünce dilim damağıma yapıştı, yanaklarımı al bastı. Annemle babam da tanır Şeyda‟yı, sık sık ablamla ders çalışmak için bize gelir, hatta bazen yatıya kaldığı bile olur. Onu öyle pijamayla gördüğüm geceler gözüme uyku girmez olur, sabaha kadar onu seyrederim. Ranzanın üst katında gözlerim kapalı yatarken bile onun parfümü başımı döndürür. Otobüsle yazlıklarından dönüyormuş, yanında oturan kadın durmadan konuşuyor, Şeyda‟ya ahret sualleri sormadığı zamanlarda kafasını ondan tarafa düşürüp horluyormuş. Konuşurken ağzından tükürükler sıçratıyor ve Şeyda‟nın burnunun direğini sızlatacak kadar da ter kokuyormuş. Biz de tesadüfen aynı gün yazlıktan şehre dönüyorduk… Aslında çok büyük bir tesadüf sayılmamalı, çünkü iki kafadarın da ertesi gün bütünleme sınavı var, anlaşılan beraber ders çalışmak ikisine de yaramamış. Şeyda‟nın babası emekliydi ve havalar iyiden iyiye soğuyana kadar dönmezlerdi. Sabah Şeyda‟yı şoföre emanet edip otobüse bindirmiş babası.

43


Ahmet Amca eskiden muhtarlık yaptığı için herkesi tanır. Otobüsün kaptanı da, “sen hiç merak etme ağbim, elimle teslim edeceğim Şeyda Kızımı terminale,” deyince herkesin gönlüne su serpilmiş, ama tabii yan koltuktaki yaşlı teyze hesapta yokmuş. Hal böyle olunca Şeyda‟yı eziyetten kurtarmayı ve son durağa götürmeyi görev bilmiş ablam, daha doğrusu annemi ikna etmeyi kendisine görev bilmiş. Annem zaten ele geçirilmesi zor bir kale değildi, timsah dolu hendekleri aşıp yüksek taş duvarlarına ulaşılması cesaret gerektiren kalede babam otururdu, ama onun kapısının anahtarı da annemizin elindeydi. Böylece ailecek otobüs şoförünün huzuruna çıktık ve Şeyda‟yı istedik, epeyce şaşırmasına rağmen ikna oldu. Yolculuğun geri kalanında arka koltuğa çocuklar olarak üçümüz sıkıştık, ortada ablam, bir yanında kardeşi, diğerinde kankası. “Ben daha küçüğüm, sen rahat etmezsin, istersen ben oturabilirim ortada,” şeklindeki teklifim annem ve Şeyda tarafından gülücüklerle karşılandı. Babam direksiyona oturur oturmaz yola odaklandığı için duymamıştı, ablam ise asıl niyetimi anlamış, gözünden ateş çıkararak bakmıştı. Başka biri olsaydı, mesela siteden bir komşu veya bir akraba üçleseydi arkayı, sıkıştım bahanesiyle kıpır kıpır olur, surat asar otururdum yol boyunca… Oysa şimdi keyfime diyecek yok, Şeyda‟nın müzikli sesiyle değil terminale, taa dayımlara kadar bile gidebilirdim. Dayımlar şehrin öbür ucunda oturur ve ne onlar ne de bizimkiler trafiği göze alamadıkları için bazen bayramlarda sadece telefonlaşırız. Dayımı çok severim, esaslı adamdır, o da beni sever, gençliğini hatırlatıyormuşum ona. Şeyda meselesini o da biliyor, ama ilk ağızdan öğrenen tek kişi o, ailenin geri kalanı ise kendi yorumlarıyla yetinmek zorunda, çünkü bir tek dayıma açıldım. Belki ona da söylemezdim, ama bir gün beraber maça gittik ve öncesinde ona, sanki bir arkadaşımın başına gelmiş gibi anlattım. “Dayı, ben şimdi ablasının arkadaşına abayı yakmış bu arkadaşıma ne öğüt vereyim, sence hiç şansı var mı?” Bana verdiği akıl çok ilgimi

44


çekmişti, hatta maçı bile doğru dürüst seyredemedim, bir an önce annemin şiir kitaplarının başına çöküp, projemi gerçekleştirmenin heyecanı içineydim. Uyarlayabileceğim az bilinen bir aşk şiiri buldum ve şairin sevgilisi olan Ayten isminin yerine Şeyda‟ları yerleştirerek, el yazımla bir kağıda aktardım. Birkaç kez içimden, bir kez de aynaya karşı sesli okuduktan sonra yaptığımla gurur duydum, etkileneceğine şüphem yoktu. “… saatim her zaman ya Şeyda‟ya beş var, ya da Şeyda‟yı beş geçiyor…” “Beğendin mi?” “Evet, ama keşke senin yazdığın orijinal bir şeyleri okutsaydın bana.” Mosmor oldum, ama suçumu kabul edip teslim bayrağını çekmeden önce can havliyle son bir manevra deneyerek inkar ettim, benzetmiş olabileceğini söyledim. Yutmadı elbette. Bu cephede yenilmiş olabilirdim, ama savaş henüz kaybedilmiş değildi, konuyu değiştirdim. “İsminin anlamı „aşık‟mış, sözlüğe baktım. Kime aşıksın peki?” “Seni ilgilendirmez.” “Peki en sevdiğin şey nedir?” “Köpeğim Kleo, Kleopatra‟nın kısa hali, söylemesi daha kolay.” “Peki en korktuğun?..” “Anket defterim vardı eskiden, böyle sorularla doluydu. Onu hatırlattın bana, peki al sana cevabım, tarakan.” “Tarakan mı, o da ne?” “Pursağın büyüğü.”

45


“Pursak ne ki, sen galiba benimle eğleniyorsun, öyle mi gerçekten?” “Evet, seninle birlikteyken eğleniyorum, ama pursak ve tarakanı ben uydurmadım. Kalorifer böceği midir, hamam böceği midir hani kahverengi olanlar var ya, işte onlar pursak. Karafatmaya da tarakan der annemler, Rusçaymış, anneannemden hatıra.” “Başka neler biliyorsun Rusça?” “Açıkçası eskiden Rus kökenli olduğunun bilinmesinden korkardı annem ve beni de sıkı sıkı tembihlerdi, kimseye söylememem için. Dolayısıyla bildiklerim bir elin parmaklarını geçmez. Mesela kotik bilirim, kedi yavrusu demek. Bir de mişka var, ayı demek yanılmıyorsam. Bizimkiler baş başayken birbirlerine bazen böyle hitap ederler.” “Seni seviyorum nasıl denir?” Yıllar geçtikçe ablamın itirazlarına ve annemle babamın kaygılarına rağmen ne kadar isabetli bir karar verdiğimiz anlaşıldı. Şeyda ile sekiz yıldır evliyiz. Çocuğumuz olmadı, test sonuçlarım negatif çıktı, ama bir kedimiz, bir de köpeğimiz var ve adeta bize çocuk sevgisini tattırıyorlar. Tekir kedimizin adı Kotik ve kahverengi labradorumuzun adı Mişka. Her yıldönümümüzde o dinlenme tesisindeki sürpriz karşılaşmamızı anlatır ve önceden değinilmemiş detaylarla süsleyerek güldürürüz birbirimizi. Meğerse Şeyda için ilk defa o gün, bir çocuk veya en iyi arkadaşının kardeşi değil de, yakışıklı bir delikanlı kimliğine bürünmüşüm. Eğer uydurmadıysa, bu da bu yılki evlilik yıldönümü hediyesiydi bana.

46


Sevgi Bencildir Sahneye, alkışlarınızla İskender Besneli‟yi davet ediyorum. Sayın Hocam, biliyorum bu tabiri sevmiyorsunuz, ama yıllarca kürsüde size böyle hitap ettikten sonra... O zaman da, sizi dilinizi düzeltmeniz hususunda, sıkça uyarıyordum, ama ne yazık ki yardıma çağırdığım eşek arıları bir türlü gelmedi. Her zamanki gibi çok nüktedansınız Sayın Besneli, umarım bu hitap şeklimi de fazla resmi bulmazsınız. Bence uygun, devam edin lütfen, izleyicilerin canını daha fazla sıkmayalım. Hepimizi gururlandıran bir başarıya imza attınız ve son kitabınızla, şimdiye kadar sadece Fransız yazarlara verilen, bir edebiyat ödülünü ülkemize getirmeyi başardınız. Gerek ulusal, gerek dış basında gündemi epeyce meşgul eden bu ödül sayesinde, öğrenciniz olan benim bile bilmediğim, bir yönünüzü daha öğrenmiş olduk, siz aynı zamanda bir koleksiyoncusunuz. Yanılmıyorsam sekiz bin küsür değil mi? Küsür dediğiniz kısım, bin yüz otuzdur Sayın Dördüzoğlu ve bu küsurat dahi, korkarım ki, bu salondaki görece seçkin kalabalığın bile hayatı boyunca okuduğu kitap sayısından fazladır. Esprileriniz, öğrencilik yıllarımızda da meşhurdu, formunuzdan hiçbir şey kaybetmemişsiniz Hocam. Dilerseniz, elli yıllık edebiyat ödülünün geleneğini değiştiren kitabınız yerine, kitap sevginizden bahsedelim. Madem buraya kadar geldim, dilersen sen değil de, ben bahsedeyim.

47


Lütfen, lütfen İskender Hocam, pardon Sayın Besneli. Kitap okuma alışkanlığınız ne zaman başladı, önceleri siz de, çoğu okuyucu gibi beğendiğiniz yerlerin altını çizer miydiniz? Teşekkür ederim Rasim, geçtiğimiz hafta boyunca, kendine gazeteci süsü vermiş pek çok amatörün yaptığı gibi, kolaya kaçıp da, “kütüphanenizdeki kaç kitabı baştan sona okudunuz” ya da daha fenası, “kitaplarınızın toplam ederi nedir” gibi, banal sorular sormadın. Kitap okurken çok hoşuma giden, “keşke önce ben yazsaydım” dediğim bölümler olsa dahi, o sayfanın köşesini kıvırmak, ya da beğendiğim cümlelerin altını çizmek gibi bir huyum yoktur. Kitabı bir şekilde kirletmek, bozmak istemem, diye açıklayabilirim eğer sorulursa... Elbette bunu söyler söylemez de, o şekilde amaçlamasam bile, öyle yapan insanları yermiş duruma düştüğümü bilirim. Yine de yanlış anlaşılmaya ve kaba biri olarak yargılanmaya razı gelirim de, gerçeğin bilinmesini yeğlemem. Çünkü asıl sebep şudur; benden sonra söz konusu kitabı bir başkası okuyacak olursa, benim neleri es geçtiğimi, hangi detayları fark etmediğimi anlasın istemem. Yazarlığınızdan ziyade, okuyuculuğunuzu ön plana çıkartmak, alçakgönüllülüğünüzden kaynaklanan bir tutum mudur, yoksa kitaplara beslediğiniz derin sevginin sonucu mudur? Hafızam beni yanıltmıyorsa, programın başında koleksiyondan bahsedelim, ödül zaten çokça yazıldı çizildi diye mutabık kalmıştık. İsterseniz, seyircilerimizden gelen bir soruyla devam edelim. Diğerlerinden daha çok sevdiğiniz, ya da sık sık okuduğunuz, bir kitap var mı? Kitapları genel olarak severim ve iyi bir okuyucu olmaya çalışarak, hem edebi varlıklarını hem de onları yaratanları elimden geldiğince onurlandırmaya gayret ederim. Yine de her beyin farklı çalışıyor ve her bakan göz aynı şeyi görmüyor. Dolayısıyla eminim ki, benim de

48


titizlenmeme rağmen, okurken kaçırdığım nice detaylar oluyordur. Bu açığımı kapatmak için beğendiğim kitapları, hatta bazen beğenmediklerimi bile, şayet ki, zevkine güvendiğim kişiler o eserden övgü ile bahsetmişlerse, en az iki kez okurum. Böylece ilk okumada atladığım bazı hususları yakalar, sindirir ve hafızama yazarım. Sinsi bir tarzım olduğunu düşünebilirsiniz, oysa sadece edebiyat bahis konusu olduğunda böyle davranırım. Yakın çevreme beni sorsanız ve üç kelimeyle tanımlamalarını isteseniz, çoğunluk, büyük ihtimalle „dürüst‟ sıfatını seçecektir. Seçmeyenlerse asla samimiyetimden, doğru sözlülüğümden şüphe ettikleri için değil, olsa olsa diğer meziyetlerime öncelik verdikleri için dürüst kelimesini tercih etmemiş olacaklardır. Beni tanısanız, şahitlik edersiniz zaten, ama iddia edebilirim ki pek çoğunuzdan daha dürüstüm. İnanmadınız mı? Sonuna kadar dinlerseniz, peşin hükümlü değilseniz ve de ikna olmamak için inat etmezseniz bana hak vereceksiniz. Muhtemelen yarınızdan fazlası, aşağıdaki örnek olayda, gereksiz kibarlıklara düşüp, itiraz etmeyecek ve huzurlarını kaçıracaklardır. Bir süre sonra emanet geri gelmeyince muhataplarını sıkboğaz ederek onları da pişman edecekler ve genel bir mutsuzluk yaratacaklardır. Ben yapmacık nezaketten haz etmem. “Hayır” diyebildiğim için ne kendini ne karşımdakini zora sokarım, işte bu gerçek dürüstlüktür. Bazıları bencil olduğumu, ya da yaşlandıkça huysuzlaştığımı ileri sürebilir, ama sevginin özünde bencillik vardır ve insanın bu bilgiye küçük yaşta sahip olması pek olası değildir. Neyse, sözün özü, diyeceğim odur ki, seven bencildir ve ben bunu inkar etmeyecek kadar açık sözlüyüm. Kitap dışında başka koleksiyonlarınız veya tutkularınız var mı? Hepiniz gibi arkadaşlarımı severim, kedimi severim, gayet tabiidir ki ailemin üstüne titrerim, ama yangında ilk kurtarılacak veya ıssız adaya götürülecek şeyler listemde, mutlaka kitaplarıma da yer veririm. Üstünde yazı olan her sayfanın, benim nazarımda aynı değerde

49


olduğunu düşünmeyin lütfen, sadece okurken, beni içinde yaşadığım mekândan ve andan uzaklaştıracak kadar büyülü olanlara tutkuyla bağlıyımdır. Genel olarak eşya ödünç alıp vermeyi seven biri değilimdir, ama hele ki biri, kütüphanemin önünden geçerken elini bir kitaba uzatıp da birkaç günlüğüne eve götürmek istemeye görsün, arkadaş falan dinlemem „hayır‟ı yapıştırıveririm. Zaten kütüphaneme girmeye layık olmayan kitapları daha kimse talip olmadan bile, eşe dosta veririm, üstelik, geri istemediğimin de altını özenle çizerim. Ancak benim kıymetlilerim, yalnız ve yalnız benimdir. Ola ki edebi bir sohbet sırasında bir kitaptan konu açıldı ve de çok hatırlı biri de, bunu okumak istedi, tek çıkar yol, benim evimde kalmasıdır. Kurallarım fazla karmaşık değil, kitap tek elle tutulmayacak, kapak geriye kıvrılmayacak, okuyucu herhangi birşey yiyip içmeyecek. Sizin için kıymetli bir şeyi, o kıymeti takdir edemeyecek ve dolayısıyla da gerekli özeni gösteremeyecek birine gönülsüzce vermektense, bunu açıkça ifade etmenin ve en baştan sınırları çizmenin yanlış bir tarafı olduğunu iddia etmezsiniz herhalde. Mantık bunu gerektirir, ama, yine de, insan insana benzemez. Sizinle aynı fikirde olmamasına rağmen, evime gelen ve hatta yatıya kalan konuklarım da olmuyor değil. Bazıları sırf daha fazla okuyabilmek için, rahatsız kanepemde gecelemeyi göze alıyor, biliyorum. Ancak, birisi evimde kitap okumak istiyor diye, uyku saatlerimi bozacak değilim, her zaman disiplinden yanayımdır. Pek tabii ben odada değilken kitap okumalarına da izin vermediğim için, benim yatma vaktim gelince, onlar da, ya evlerine dönmek, ya da çalışma odasında uyumak zorunda kalıyorlar. Şansıma ikinci seçenek pek popüler değil, ama eğer birgün yolunuz bizim eve düşerse, sakın kütüphanemi görmeden geçmeyiniz. Pek şahane romanlarım, nadide el yazmalarım var. Eğer bir edebiyat sevdalısıysanız koleksiyonumu beğeneceğinizden kuşkum yok. Kapım, kitap dostlarına, her zaman açıktır, yeter ki, evimde sahip olacağınız özgürlüğün sınırlarının, benim özgürlüğüm olduğunu unutmayın.

50


Alkışlarınızla Sayın Besneli‟yi uğurlarken, ben, sunucunuz Rasim Dördüzoğlu, tüm yapım ekibi adına, sizlere iyi bir hafta diliyorum. Bir sonraki Perşembe görüşünceye kadar, sakın kitapsız kalmayın.

51


Parkta İki Kişi Güneşli bir öğleden sonra. Mahalle arasında küçük bir park. Çimenler yeni kesilmiş, havada mis gibi bir koku. Ağaçların sık dalları arasında kuşlar görünmüyor, ama cıvıldaşmalarından sayıca az olmadıkları besbelli. Bankta oturan iki erkek, biri yetmişlerinde diğeri yolun yarısını yeni devirmiş. “Sen ne iyi bir çocuksun, baban ne şanslı bir baba. Annen seni ne kadar iyi yetiştirmis.” “Annem ben çok küçükken ölmüş, beni babam büyütmüş. Çok iyi bir babanın şanslı bir evladıyım anlayacağınız.” “Benim de bir oğlum vardı, sen yaşlarda, ama yıllar var ki haber alamıyorum. Hayırsız kim bilir nerelerdedir.” Parçalı bulutlu gökyüzünde öbek öbek kuşlar, güneye uçuyorlar. Güneş eski parlaklığında değil, ama yine de değdiği yeri ısıtıyor. Bankların gölgesinde keyif çatan bir iki kedi var etrafta. Aynı parkın aynı bankında aynı iki erkek yine yan yana oturmuş birbirlerinden çok görünmeyen ufka bakarak sohbet ediyorlar. “Baban hastanede mi?” “Hayır, neden sordunuz?” “Peki hangi huzurevinde?” “Huzurevinde de değil, evde beraber yaşıyoruz.” Günlerdir yağan yağmurun getirdiği kasvetten eser yok. Mevsime ve de saate göre epeyce aydınlık bir hava. Pek rahatsız edici olmasa da hafif bir kömür kokusu alınabiliyor. Karıncalar 52


ezberlemiş oldukları yoldan milim şaşmadan hızlı hızlı çer çöp taşıyorlar. Yetmişlerindeki adam ile kırkına bir kaç yılı kalmış adam aynı banka aynı pozda oturmaktalar. Sadece kıyafetleri biraz daha kalınlaşmış. “Demek babanda hafıza kaybı da var, vah vah, geçmiş olsun. Ne zor hayatlar var yarabbim, yine biz halimize şükredelim. En azından bakıma muhtaç değilim.” “Babam altını hiç tutamıyor değil, sadece bazen tuvalete yetişemiyor. Yani bebek gibi değil de çocuk gibi diyebiliriz. Nasıl ki o bana baktıysa, popomu iğrenmeden severek yıkadıysa, benim de onun temizliğini sağlamak görevim.” Gri bir gökyüzü. Hareketsiz durulduğunda iç ürperten bir soğuk. Tabir yerindeyse erkek havası. Ara ara esen rüzgar yerlerdeki kuru yaprakları uçuşturup kendince müzik yapıyor. Parkın iki müdavimi her zamanki yerlerindeler. Yaşlı olan genç olana biraz daha sokulmuş belki, başkaca bir fark göze çarpmıyor. “Senin adın neydi çocuğum?” “Altan, Altan benim adım. Güneşin batışındaki kızıllığı severmiş annem, onun için Altan koymuş adımı.” “Güneşin batmak üzere olduğu sıradakini mi yoksa doğmak üzere olduğu sırada beliren kızıllığı mı daha çok severmiş?” “Herhalde ikisini de severmis. Sizin özel bir tercihiniz var mı?” “Ben maviyi severim. Pek efendi birine benziyorsun Altan, kimin kimsen yok mu, bu saatte ne yapıyorsun burada?”

53


“Babam var, onunla yaşıyorum. Erken emekli oldum ve bu sayede beraber bolca vakit geçirebiliyoruz.” “Aferim sana, aferim. Eviniz uzak mı?” “Pek sayılmaz, parkın iki paralelinde oturuyoruz.” “Ben de kendimi bildim bileli orada otururum. Siz yeni mi taşındınız peki, seni niye tanımıyorum acaba?” “Aslında ben sizi tanıyorum. Siz de beni görmüşsünüzdür mutlaka, ama demek aklınızda kalmamışım. Olsun en azından bundan sonra unutmazsınız belki.” “Niye unutmayacak mışım ki, mühim bir insan mısınız?” “Nasıl yani, anlayamadım.” “Yani yazar mısın, politikacı mısın, ne bileyim mesela bir dizide falan mı oynuyorsun?” “Yok efendim, dümdüz biri vatandaşım. Ne öyle göze batacak bir yüzüm ne de hafızalara kazınacak bir özelliğim var.” “Olsun olsun, iyi bir çocuğa benziyorsun. Adım ne demiştin?” “Altan.” “Benim de bir oğlum vardı. Özledim keratayı.” “Kalkalım mı artık, hava biraz soğudu sanki, üşütmeyelim.” “Peki, nereye gideceğiz bu saatte?” “Eve, evimize.”

54


55


Örgü Hürriyet Huzurevi ilk bakışta fiziksel bakıma muhtaç olmayan, hali vakti yerinde emeklilerin ikinci baharlarını yaşadıkları bir köşk gibi görünebilir. Odaların bulunduğu köşkü çevreleyen devasa bahçenin içinde ise ayrı ayrı kütüphane, restoran, oyun odası, sinema ve küçük bir poliklinik binasıyla dev bir tesis aslında burası. Spor salonundan masaj odasına, yüzme havuzundan tenis kortuna kadar her türlü aktivitenin yanı sıra rahatsız edilmeden kafa dinleme imkânının da sunulduğu bir nevi tatil köyü, ama sadece altmış yaş üstü seçkin misafirlere açık. Beş senedir burada çalışıyorum ve işimle özel hayatımı karıştırmamaya özen gösteriyorum, ben onların Sevda Hemşire‟siyim çünkü. Yorgun ve keyifsiz olmak yasak, her zaman güler yüzlü, enerjik olmak bir kurum politikası ve tüm dertler kapının dışında kalmak zorunda. Birçok işyerinde belki benzer kurallar vardır, ama bizim patron, özel durumu sebebiyle çok daha titiz; Kendisi aynı zamanda Hürriyet Huzurevi‟nde bir müşteri. Kafasında dolanan kırk tilki varken Hulusi Bey‟in en son ihtiyacı olan şey yüzünden düşen bin parça olan bir görevliden hizmet almak. Geçen gün ilk ve büyük ihtimalle de son defa olarak kuralı esnettim, ama çiğnemedim. Bize her pazartesi hatırlatıldığı üzere yasak olan, özel hayatını iş hayatına taşımak, ben ise iş hayatımı özele taşıdım. “Yine eline almışsın şişleri, bu sefer ne örüyorsun bakalım?” Gözünü elindeki işten kaldırmadan her zamanki hazırcevaplığı ile yanıtlar, “Başına çorap örüyorum.”

56


“Aman aman kalsın, bu aralar başımız dertten kurtulmuyor zaten. Sen iyice sardın bu örgü olayına bakıyorum, sırf Sevda Hemşire söyledi diye mi yoksa gerçekten sevdin mi bu işi?” “Çalışmayan beyin tembelleşir ve unutkanlık başlarmış. Evlendiğim günü, çocuğumu mememe dayadığım anı hatırlamamaktan, tüm güzel anılarımı birer birer kaybetmekten korktum ve ilk başta sadece tedavi olara başladım. Sonra ellerim giderek alıştı bu örgü şişlerine, yünler sevdirdi kendini bana. Bazen güneş batarken camda kendi yansımamı görüyorum ve bana yakıştığını bile düşünüyorum. Sen ne dersin?” “Sevda bana da söyledi aynı şeyleri, ama örgü ören kadın imajı bana annemden çok ninemi hatırlatıyor. Sanki elime o şişleri alırsam yaşım birdenbire onlarca yıl artacakmış gibi anlamsızca bir fikre kapıldığım için şimdilik uzak duruyorum. Kendime yakıştıramadığım için sana da şimdi ne desem yanlış olacak. Ama yararlı olduğu su götürmez, beyne jimnastik olmasının yanı sıra hem şu anı unutmaya hem de akşamı daha çabuk etmeye yardımcıdır herhalde.” “Öyle de denilebilir, ama daha başka faydaları da var.” “Mesela?” “İnsan bir şeyler yaratma zevkini tatmin ediyor, bu yaşta pek sık yakalanabilecek bir fırsat değil bence. Ayrıca sanki görünenin ardında daha büyük bir şeyi vaat ediyor, örgü. Elimdeki yünler günden güne şekillendikçe bazı sırlar bana açılacakmış gibi hissediyorum. Biliyorum kulağa deli saçması gibi geliyor.” “Kimsenin bizi duyacağını sanmam, hem azıcık saçmalasak bile kim bizi ayıplar ki? Devam et lütfen.”

57


“Dünden beri şunu düşünüyorum, aslında hepimiz her gün bir şeyler örmüyor muyuz, zaten her gün toplam ömrümüzün içindeki bir düğüm değil mi? Dümdüz bir ipe atılan düğümler boşlukta hacimleniyor ve sonunda ortaya bir şey çıkıyor, bir eser, benim yaratıcı gücümün bir ürünü. Elbette yünler bazen plana uygun şekillenirken bazen hafifçe değişikliğe uğramış hatta kimi zaman tamamen amaçlananın dışında bir şeye dönüştükleri de oluyor.” Şaka yollu iğneler, “Örgüde uzmanlık yetmiyor, üstüne de felsefe doktorası ha, on parmağında on marifet, bravo valla.” “Hadi git başımdan, şaşırtacaksın şimdi beni.” “Aşk olsun arkadaş arkadaşa böyle mi davranır? Yalnız hoşuma gitti, güzel bir benzetme doğrusu. Peki, sence ben ne örüyorum?” “Seni bilemem, kendiminkini bile bilmiyorum ki, ben başlıyorum artık ne çıkacağına o karar veriyor.” “Doğaçlama takılıyorsun yani, harikasın. Bak ben seninkinin ne olacağını buldum, atkı.” “Niye peki?” “Çünkü senin günlerin hep aynı, inişin çıkışın yok, kendince bir ölçü tutturmuşsun her şeyi ona göre yapıyorsun, öğünlerinin miktarlarından uyku saatlerine kadar hiçbir şey o hassas ölçüden sapma göstermiyor. Sakın hor görüyorum sanma, uzaktan tek düze gibi görünebilir ama yakından bakınca anlaşılır ki en âlâsından oya gibi bir haraşo, ince ince balıksırtı ya da göz nuru saç örgüsü.” “Kim bilir belki de haklısın. Bu hesaba göre senin yünler ne olacak peki hiç düşündün mü?”

58


“Kısa kollu, dik yakalı, her renkten çizgileri olan bir kazak olabilir mesela ve mutlaka düz örgü. Çok ince bir zevk ürünü değil, sanat bile sayılmaz ama kendince tarzı olan bir kazak.” “Kendin mi giyeceksin yoksa hediye mi edeceksin?” “Ne senin kadar disiplinli ne de ölçülüyüm. Hele konu fedakârlığa gelince yanından bile geçemem muhakkak ki. Hayatımı kendi gönlümü hoş etmek için kullanacağım ve elbette kazağımı da kendim giyeceğim.” “Nedense şaşırmadım.” “Şaşırma tabii şekerim, insanın kendini bilmesi de bir meziyet sayılır, öyle değil mi?” Alaycılıktan uzak içten bir gülüşle cevaplar, “Doğru söze ne denir.” Bu tatlı ve aynı zamanda da bilgelik dolu diyaloga kulak misafiri olunca içimde paylaşmak için dayanılmaz bir istek kabardı. Sizden önce bu satırları Hulusi Bey‟e okuttum. Endişeli bir bekleyişten sonra duyduğum sözler adeta, neden beş sene sonra da burada çalışmak istediğimin cevabı gibiydi. “Sıradan, basit, sığ görünmesine rağmen gerçek derinliği anca kıyısına gelince anlaşılan bir anekdot, sen de güzel aktarmışsın Sevda, aferin.” “Teşekkür ederim Hulusi Bey. Acaba bir şey sorabilir miyim, eğer emekliliğe kadar burada çalışmak kısmet olursa... Hani bazı firmaların çalışanlara özel indirimleri oluyor ya... Ben de hayatıma misafir olarak burada devam edebilir miyim? Cesaretimi mazur görün lütfen, haddimi aştıysam affedin beni.” Kahveden alınan uzun bir yudum eşliğinde kurulan göz teması normalden uzun sürdü. Hulusi Bey bana bakıyor, ama beni görmüyor gibiydi. Yirmi sene sonrasını hesaplıyor, beni

59


saçlarıma ak düşmüş olarak hayal ediyor herhalde derken kırdığım potu fark ettim... Kendisini düşünüyordu büyük ihtimalle, ömrünün bu kararı vermeye yetip yetmeyeceğini. Tam özür dileyip çıkmaya yelteniyordum ki... “Bu yerinde bir öneri Sevda, yönetim kuruluna sunmaya değer, ama bir şartla... O güne kadar iyice öğrenip sonra bana da öğreteceksin örgünün inceliklerini. Göbeğinde şöyle kocaman Hharfi motifi olan bir battaniye istiyorum dizlerim için.”

60


Gül Yürek Sonbaharın tahta merdiveninde yukarı çıktıkça basamaklar beyazlandı. Ekimin sonları olmasına rağmen kar taneleri uçuşmaya başladı. Bir süredir mevsim normallerinin altında seyreden hava sıcaklıkları sebebiyle köyümüzdeki pek çok kişi zaten öksürüp aksırmaktaydı. Bizim buralarda güzün çalışılmazsa kışın aç kalınır, dolayısıyla genci yaşlısı soğuğa aldırmadan sabahtan akşama tarlada ter döktü. Rüzgârı yiyince de üşüyüp yatağa düştüler. Gençlerin bünyesi kuvvetli olduğu için pek sorun değil, ama eğer kış çok sert geçerse, ki ayva erken çıktı bu sene ve de boldu, dedelerden birkaçını daha kaybedebiliriz. Nitekim en son beş sene önce böyle yapmıştı da hava, cenaze sayısı beşi geçtiydi. Annemin babası da işte o kış gözlerini yumdu hayata. Rahmetli Ekrem Dedem benim, ne çok severdi beni, nur içinde yatsın. Bizim köyün adı Güney, hâlbuki haritaya göre ülkenin kuzeyinde ve hatta biraz da doğusundayız. Niye bu isim uygun görülmüştür bilen yok. Ekrem Dedem bile bilmiyordu, sormuştum da nasıl şaşırmıştı cevap veremeyince. Sonra da şaka yollu kızdı, başka işin gücün yok mu, kimsenin aklına gelmeyecek şeyleri düşüneceğine git de anana yardım et biraz dediydi. Nüfusumuz üç bin bile yoktur, ama okuyanımız çoktur. Kafalar genişleyince de buralara sığmaz olur insan, koca köy dar gelir. Benim adım Gül, ama dedem beni Gül Yürek diye severdi. Ben sormadım, o da söylemedi, hoşuma giderdi ama öyle demesi. “Gül Yürek sen buralara sıkışıp kalmayacaksın, gezip göreceksin, beni de yüreğinde götüreceksin,” derdi. Babam beşinci sınıftan sonra okutmak istemediyse de Ekrem Dedem'i kıramadı. Dedem benim büyük okula gidip öğretmen olmamı istiyordu. Benim hayallerimi ise aynı Ömer gibi bembeyaz doktor önlüğü süslüyor, ama bana soran olmadı. Ben de en azından okula

61


gidiyorum diye sesimi çıkarmadım doğrusu. Size bunları hem beni hem de köyü biraz tanıyın diye anlatıyorum. Böylece hikâyenin içine daha çok girebilir, kendinizi benim yerime koyabilirsiniz bir parça. “Gül hadi voleybol oynuyoruz, sensiz olmaz.” Bu Ömer, benden bir yaş büyük, ama küçükken bile hiç ağabey demedim ona, hep Ömer'di benim için. “Bugünlük bensiz oynayın, eğer kaybederseniz kıymetimi daha çok bilirsiniz.” “Senin ne kadar kıymetli olduğunu cümle âlem biliyor zaten, hadi yalvartma beni de gel aşağıya.” “İnsene kızım, ne o, naz yapacağın mı tuttu?” Aslında çok severim voleybolu, ama bugün banyoda bir şey fark ettim ve o yüzden pek gidesim yok. Ömer'i ikna ederdim de şimdi annem dahil olunca konuya köşeye sıkıştım. Bahane uyduracak kadar zamanın yok gözler üzerimde, gerçeği de söyleyecek değilim elbet. “Tamam gelirim, ama kenarda izleyici olurum sadece.” “Peki, ancak beş farklı geriye düşersek kurtarırsın bizi, değil mi? Sana gülmek çok yakışıyor Gül.” “Zaten Ekrem Dedem koymuş adımı, çiçeğe benzeyeyim diye değil ama bol bol güleyim diye. Değil mi anne?” “Orası öyle, ama çiçeğe benzemekten de geri duramaz evladım. Dikenleri babaannenin o mis kokulu güllerinden az değildir bizim kızın. Çok gecikmeyin emi Ömer'im.” “Merak etme Saadet Teyze, hava kararmadan yeneriz onları.”

62


Kış iyice abandı köyün üstüne. Geçen ay şehre giden yol kapandı, bir haftada açamadılar. Neyse ki okul öğretmenin evine uzak değil, kar mar dinlemeden geliyor derse. Biz zaten alışığız, şarkılar türküler eşliğinde yürüyüp gidiyoruz okula. Çocuk olmak rahat, hele hele öğrenci olmak en güzeli, her şeyde bir eğlence buluyoruz. Karnede kırık getirmediğimiz sürede de ufak tefek yaramazlıklarımız yanımıza kâr kalıyor. Bir keresinde voleybol topumuz Muhtar Emmi‟nin camını kırmıştı da ödümüz kopmuştu. Aksi bir ihtiyardır bizim muhtar, diğer tonton dedelere benzemez hiç. Babam yeni cam satın alıp kendisi takmıştı penceresine de öyle geri alabilmiştik topumuzu. Başka zaman olsa kulağım mutlaka azıcık çekilirdi, ama her on kasımda sınıf birincisi olarak öğretmen tarafından kürsüye çıkartılıp şiir okuduğum için babamın eli gitmedi. Söylemiyor, ama biliyorum benimle gurur duyuyor. Bu sene yıldızlı teşekkür kazandım, ama bir sonraki sene alamam herhalde, en zoru lise son diyor herkes. Teşekkürü biliyoruz da bu yıldız neyin nesi diye sordu babam. Öğretmenin bana söylediğini aynen aktardım babama ben de, çünkü ben de merak edip aynı soruyu sormuştum. “Gül, sen aslında takdirname hak ediyorsun, ama talep etmeme rağmen henüz vilayetten yollamadılar, ben de kendimce böyle bir derecelendirme yaptım işte,” dediydi öğretmenimiz. Babamın gözleri doldu karneme bakarken, âdeti olmadığı üzere herkesin önünde sarılıp alnımdan öptü. Herkes dediysem yine bizbizeydik aslında. Ömerler vardı, ama onlar yabancımız değil. Ömer‟in anne ve babası yok, dolayısıyla Ömerler demek Ömer ve babaannesi demek. Cahide Nene benim de babaannem sayılır. Annem de Ömer'i oğlu gibi sever. Birbirini tamamlayan kocaman bir aileyiz. Ömer liseyi bitirdi, üstelik iftiharla mezun oldu. O çok zekidir zaten. Okul müdürü Ömer'in üniversiteye gitmesini istemiş. Cahide Nene de danışmak için bize gelmiş. Açık açık itiraf etmiyor, ama her halinden belli, torununu yollamak istemiyor uzaklara. Uzak yalnızca bir sıfat değil bir ölçü birimidir bizim köyde. Güneş doğduktan sonra yola çıkıp da aynı gün varılamıyorsa bir yere, orası uzaktır kısaca. 63


Uzaklığın derecesi yoktur, daha uzak en uzak yoktur, sadece uzak vardır ve de üniversite uzaktadır, işte o kadar. Ömer'den mektup gelmiş, dersleri çok iyiymiş, kendini profesörlere de sevdirmeyi becermiş, melek kanadı tüyü var bu çocukta. Bu söylemi Ekrem Dedem'den öğrendim, şeytan tüyü de ne ola ki, madem bu tüy sevgiyle sevilmekle alakalı olsa olsa melek tüyüdür o, derdi rahmetli. Ömer'e nasıl söylemeli bilmiyorum, yoksa hiç söylememek en iyisi midir, niye canını sıksın ki çocuk, oturup sınavlarına çalışsın da bir an evvel diplomasını alıp dönsün köye. Acaba söylememek benim verebileceğim mi karar mı, ya çok kızarsa öğrendiğinde, ya bana küsüp de konuşmazsa haftalarca. Ne inatçıdır o bilmezsiniz, bir keresinde böyle küsmüştü de Cahide Nene'ye koca bir ay tek kelime çıkmamıştı ağzından. Bana emanet ettiydi giderken, ama Allah'ın işine ben nasıl karışırım. İyi baktım, elimden geldiğinin en iyisini yaptım, hastayken okula gitmeyip başını bekledim, annem ve babamla bile kavgaya tutuştum derslerden geri kalıyorum diye, ama görevimi asla ihmal etmedim. Ömer'in karşısına alnı açık çıkmak için ne yapılması gerekiyorsa yaptım, annemin yaptığı yemekleri taşıdım, evini sıcak tuttum, o hafta baktım ki olmuyor doktor bile çağırttım. Ömer bana inanır, durumu anlayacaktır, insanın ailesinden birini hele hele geriye kalan tek akrabasını yitirmesini kabullenmesi kolay olmayacak belki, ama Ömer güçlüdür. Ben öğretmen çıkma hayalimi erteledim, o sene sınavlarımı verememiştim çünkü, ama varsın böyle olsun, boynum bükülmedi ya Ömer'in karşısında, nasıl da gözlerini gözlerime dikerek sordu, nasıl da yakındık birbirimize, öpmemek için nasıl da zor tuttum kendimi. Kollarını bedenime sardığında saçlarının kokusunu içime çektim, ama bir gören olur diye yüzümü başına gömemedim. Neyse ki acısını şimdi bol bol çıkartıyorum, her akşam yatakta ders çalışırken onun güzel yüzünü öpücüklere boğmak için sık sık mola veriyorum. O benim

64


mutluluğum, enerji kaynağım, çocukluk aşkım. Dediğine göre o da o günün akşamı bende bir şeylerin değiştiğini sezmiş. Ne olduğunu bilememiş ama içgüdüyle benim artık komşu Saadet Teyze'nin kızı olmaktan çıkmaya başladığımı, evrildiğimi kavrayıvermiş. Hangi gün mü, o gün canım işte, voleybol teklifini ikilettiğim gün. Çocukken yavaş yavaş geçen günler nedense biz büyüdükçe hızlandı. Şimdilerde değil haftaları ayları bile takip etmekte zorlanıyoruz. Dün ne yediğimizi unutuyoruz, ama beş sene önce yağmurlu bir sabah Küçük Ekrem‟in aramıza katılışını an be an hatırlıyoruz. Bugün yine hafızamıza kazındı, iki büyük olayı bir arada yaşadık. Ömer'in yıllar önce yüzleştiği duygu yükünü omuzlarken, adeta trajedimin dozunu hafifletmek için kucağıma verilen kızımı da kollarımla sarıp sarmaladım.

Anlatılmaz bir mutluluktu, daha önce anneliği yaşamamış

değildim, ama yine de ayaklarımın yerden kesildiğini hissettim. Daha minik Saadetim ağız sütünü midesine indirmeden Ebe Ana kulağıma kara haberi fısıldadı. Sanki iki kış önce babamı kaybetmemişim de ilk defa böyle bir acıyla tanışıyormuşum gibi kafama kaynar sular döküldü, kanımdan canımdan bir parçanın koptuğunu hissettim. Babamı kaybettiğimde en azından torun sevgisini tattı, Küçük Ekrem‟in Saadet Nene nidalarını duydu diye kendimi avuttuydum. Çok gülerdi babam Küçük Ekrem anneme seslendikçe, Saadet ismi anneanne olmaya uygun değil diye de takılırdı anneme. Onu toprağa verirken en çok Ekrem ağladı, aslında niye ağladığını bile bilmeden. Ben anneme destek olmak için güçlü kalmaya çalışırken herhalde rolüme fazla kaptırdım kendimi, kasıldım kaldım, göz yaşlarımı dışarı akıtamadım. Bugün ise bir Saadet gözünü açtı, bir diğeri ebedi uykuya daldı. Kızıma kavuştuğum saatlerde annem kollarımdan kayıverdi, hayatın cilvesi işte. Görünen o ki, artık daha da sabırlı olmam ve öğretmen olma düşümü bir kez daha ertelemem gerekiyor. Hele çocuklar kendini bir kurtarsın dışarıdan sınavları verip oldukça tecrübeli bir

65


yaşta öğretmen olurum elbet, hem böylece öğretecek bir şeyleri olmanın gururuyla çıkarım karşılarına küçük Ekremlerin, minik Ömerlerin, Saadet Yürek‟lerin, Cahidelerin. Hem hiç gerçekleşmezse dahi hayali bile kendi başına güzeldi, beni uzun güz gecelerinde ayakta tuttu, sert kışlarda yüreğimi ısıtan minik bir soba oldu öğretmenlik adeta. Keşkelerimin sayısını olabildiğince az tuttum. Doğru bildiğim gibi yaşadım, fedakârlık yapılması gereken anlar ile vazgeçilmemesi, kararlı durulması gerekenleri ayırt etmeyi becerdim. Mutlu bir eş, sabırlı bir anne oldum ve her zaman dedemin bana çizdiği yolda yürüdüm, bol bol güldüm. Birebir aynı kelimelerle olmasa da çocukların en sevdiği masal bu, uyumadan önce devleri, prensesleri dinlemek yerine kendi ailelerine ait gerçek bir şeyler duymak onları rahatlatıyormuş. Belki de sizi sıktım, ama paylaşmadan edemedim. Kim bilir belki sizin de küçük, masum bir Gül Yürek'iniz vardır ve cadılar cüceler eşliğinde uyumaktan bıkmıştır.

66


Biletlerin İadesi Yoktur İntihar etme fikri dün gece seyrettiği filmden sonra aklına düşmüştü. Çıkış yolu kalmayan adam hayatını kendi elleriyle sonlandırmış, kendisine biçilen rolü kabul etmediğini dosta düşmana göstermişti. Fakat pekala biliyordu ki hayat film değildi, Nazım‟ın dediği gibi, yaşamak ciddi bir işti. Hoş, başına gelenler senaryo gereği bile olsa, mademki şu anda sahnedeydi sonuna kadar kalmalıydı, şovu yarıda bırakmak olmazdı. Anılar denizine daldı, üç tekerlekli bisikleti canlandı gözünün önünde, oturuşu degişti, ayakları pedallara basma pozisyonu aldı ve birden toplantıda olduğunu hatırladı. Günümüze dönmek icin avuçlarını sımsıkı sıktı ve boyu uzadı, saçlarında aklar belirdi ve yeniden esas bedenine büründü. Gerçek kimliğinden hoşnut değildi, yıllardır aynı bankada çalışıyordu. Ayaklarına, ellerine baktı ve onları yüreklendirdi, “Beraber bu engeli aşacağız, bunca zaman rahat içinde yaşadınız, işte sınav günü geldi, bana güç verin.” Ayağa kalktı ve yanındakilerin şaşkın bakışları arasında salondan çıktı.

67


İstifa dilekçesi sümen altı edildi, ücretli izin önerildi ve kendisini iyi hissedinceye kadar dinlenmesi tembih edildi. O ise tembihlerden, telkinlerden, isteklerinin göz ardı edilmesinden bıktığı için istifa etmek istiyordu zaten. Karısı bu durumu bir fırsat olarak görmesini rica etti, kendisi de izin alip başbaşa yıllardır özlemini kurdukları tatili yapabilirlerdi. Bunca yılın ardından hak etmişlerdi bu ayrıcalığı… öyle miydi gercekten, işe gitmeden para kazanmak bir hak mıydı yoksa rüşvet mi? İstifa etmesi şirketi icin çok mu kötü olurdu, vaz gecilmez bir eleman mıydı? Hayır. Finansal çarkların arasından kendi isteğiyle çıkması, cendereden kurtulması diğer çalışanların farkındalığını artırmasın ve bu girişim, cesur bir insiyatif olarak değil de zayıflayan sinirlerin anlık bir çöküşü gibi algılansın, kendisine hasta adam damgası vurulsun diye kurgulanmış bir komplo muydu yoksa bu ücretli izin? “İyice saçmalıyorum, gerçekten de sinirlerim yıpranmış, yılların yorgunluğu sağlıklı karar vermemi engelliyor herhalde,” diye düşündü. Toplantı sırasında canlandırdığı görüntüyü hayal etti yeniden, ne kadar da mutlu hissetmişti kendini, ta ki gozlerini açıp da bisikletin bir karıştan kısa plastik selesinde değil de yarım metre enindeki deri koltukta oturduğunu görene kadar. Yalnız olmadığını unutup yüksek sesle, “Bankacı olmak istemiyorum, bisiklet tamircisi açacağım,” dedi. Başını çevirince, eşi ve kayınvalidesinin onaylamaz ve belki biraz da acımaklı bakışlarıyla karşılaştı. Bu sefer bilinci yerinde, ayakları yere basar şekilde başladı söze, “Gücüm kuvvetim yerinde, sevmediğim bir işte ömrümü harcayacağıma kendime keyif aldığım bir uğraşı bulabilir, para kazanma kaygısı duymadan çalışabilirim.” “Birikimlerimizi çocukça bir heves uğruna harcayamazsın, banka hesabımız sadece sana ait değil, son zamanlarda aynaya baktın mı hiç? Sorumluksuz davranamayacak kadar büyüdüğünü gör, yaşına uygun davran lütfen.” “Yavrum, sık boğaz etme, bırak önce biraz dinlensin çocuk. O bilmez mi kendi yerinin karanlık tamirci atelyeleri olmadığını, bilir elbette.” “Tamirci karısı

68


mı dedirteceksin bana mahallede, komşu çocukları beni görünce bisiklet kornasını iyi yapmadığından mı şikayetlenecekler?” Üstleri istifasını ciddiye almamışlardı, ama karısı boşanma teklifini sorgusuz sualsiz kabul etti. Bir ay içinde geçirdiği değişim, sahnesi meşhur sihirbazlara taş çıkartacak cinstendi; evli bankacıdan bekar bisiklet tamircisine donuşmuştu. Ne akrabaları ne arkadaşları arasında ona arka çıkan, empati gösteren bir tek kişi çıkmadı. Çevresindeki herkes, orta yaş bunalımı geçirdiği konusunda hemfikirdi. Oysa o mutluydu, uzun yıllardır hissetmediği kadar hafifti, kaygısızdı. Ayaklarına, ellerine baktı ve onları yüreklendirdi, “Beraber bu engeli de aşacagız, buraya kadar geldiysek daha ileri de gideriz.” Ayağa kalktı ve seyircilerin şaşkın bakışları arasında salondan çıktı. Oyun bitmişti ama perde inene kadar kimse anlamadı.

Kısmet Kendini bildi bileli bir şeyler başarmaya heves ediyordu Kısmet, ne beklediğini pek de bilmeden, herhangi bir hedef koymadan, sadece başarının, dilinde tatlı tatlı erimesini hissetmek, hızlanan kalbini dinlemek ve bulutlara binip yükseklere çıkmak istiyordu. Ateş gibi tabir edilen, ele avuca sığmayan, ebeveynlerinin zaptedilemezliğinden şikayetçi olduğu, ama komşularca zekası övülüp, şımartılan türden bir çocuk olmaya namzetti… Eğer anne ve babası, ya da en azından biri ile birlikte büyüme şansına sahip olabilseydi. Ona söylendiğine göre bir kazada, henüz Kısmet bebekken ölmüşler… Aksini kanıtlayacak bir veri yoktu elinde. Bir süre, “belki de bakamadıkları için vermişlerdir”, teorisine sarılıp,

69


gördüğü her yetişkinin yüz hatlarında kendinden bir şeyler aradı. Sonuçta, bulamadı ve idare tarafından sunulan senaryoyu kabul etti. Kendine acıma huyu yoktu, çünkü çöpe atılacak zamanı yoktu, günler kısa yapılacak iş çoktu. Öğretmenlerin

şevksizliğine, yemeklerin

tekdüzeliğine, yönetimin dozu aşırıya kaçan disiplinine, yatakhanenin ya fazla sıcak ya fazla soğuk oluşuna, çocukların zalimce şakalarına aldırmaz, aynadaki çelimsiz görüntüsüne takılmaz azimle calışırdı. Nota bilmezdi ama müzik kulağı vardı, ilk kez duyduğu melodiyi bile, bir iki denemeden sonra çıkarırdı. Enstrüman ayırt etmezdi, boşta ne varsa, mızıka, flüt, armonika, onu alıp bir çırpıda çalardı şarkıyı. Yetiştirme yurdunun imkânları ölçüsünde satranç oynuyor, öykü yazıyor, fotoğraf çekiyor, resim yapıyor ve hayal ediyordu…İlgi alanlarından bir tanesinde sivrilse, o görünmez tavanı delip geçse, tanınsa, takdir edilse, beğenilse, hatta imrenilse… Sıklıkla rüyalarında ödül alıyordu; ya dünya şampiyonunu yeniyor, ya kalabalık salonlarda konser veriyor, ya da kişisel sergisini açıyor, ama hemen her seferinde gazetelerde büyük puntolarla adını görüyordu, „Birincilik Kısmet‟in oldu‟. Uyandıktan sonra bile şöhretin etkisinden kurtulamadığı olur, ertesi sabah koridorlarda süzüle süzüle dolaşırdı. En sevdiği koku taze çimen, en sevdiği renk yeşildi. Yeşil gözleri yoktu, oysa olsa ne şahane olurdu, ama yeşil bulutları, yeşil inekleri, yemyeşil tavşanları vardı. Resim öğretmeninin tüm uyarılarına rağmen sayfadaki her şeyi ıslak çimen rengine boyardı. Düşlerini gerçekleştirmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor, ne kadar yarışma varsa katılıyor, bilgisine güvendiği ve yeteneğine inandığı her alanda kendisini sınıyordu. Takvimden düşen yapraklar öğrenme açlığını arttrıyor, kütüphanenin raflarını pastane vitriniymişçesine seyrediyor, rengarenk ciltlere baktıkça iştahı kabarıyordu. Saplantılı bir şekilde, her fırsatta okumaya çabalıyordu. Gömleğinin altına sakladığı kitapla tuvalete girip

70


normalden fazla kaldığı icin „kabız‟ damgasını yemesi hiç de uzun sürmedi. Kısmet kitapları yutarcasına okuyup birbiri ardına devirdikçe arkadaşlarından uzaklaştı. Bilgisi gün be gün artıyor ama eski neşesi de ufaktan ufaktan kaçıyordu. Genç kızlığa adım adım yürürken ara ara durup geriye bakıyor ve kadar ilerlediğini ölçmek istiyordu. Tercih ettiği kitaplar, keyif aldığı müzikler değişivermişti. Favori rengi sarı oldu, sarışın çoraplar, çantalar edindi. Yurda yardımda bulunan firmaların dönemsel stokları da etkiliyordu gençlerin zevklerini ama Kısmet de yakıştırıyordu güneşin rengini kendine. Bilmediği şeylerle karşılastığında, çocukken hissetiği safça şaşırma duygusu yerini utanca benzer bir rahatsızlığa bırakmıştı. İlk katıldığı satranç turnuvasında her masada duran küçük saatleri görünce kalbi sıkıştı. Saate karşı oynamaya alışık değildi, panikledi ve basit hatalar sonucu ilk turda elendi. İkinci turnuvasında oyunun ortasında yenik ilan edildi, çünkü en doğru hamleyi yapmaya konsantre olup saati unutmuştu. Üçüncü kez bir turnuvaya katıldı ama zamanı yine yettiremeyince oynamaktan değil ama yarışmaktan vaz geçti. Lise bitti, üniversiteye gitti, mezun oldu, iş buldu, ev tuttu. Öyküden çok şiir yazmaya başladı. Sulu boyayı bırakıp, kara kaleme geçti. Kara kaleme geçince ister istemez etrafındaki renkler azaldı, yoksa tam tersi mi oldu, belki de renkler azaldığı icin kare kaleme döndü. Kahve rengi giyinmeye başladı, saçına gözüne uyumlu olduğundan değil, o aralar kahverengi hissediyordu sadece o kadar. Sevdi… İstediği saatte yemek yemeyi, televizyonun sesini dilediğince açmayı, ışıkları açık bırakıp yatmayı, tuvalette ayakları uyuşana kadar oturup kitap okuyabilme özgürlüğünü sevdi. Saçlarını kestaneye boyattı, bekleme salonlarında dizilerin dedikodusunu yaptı, kilo aldı, kilo verdi ama hedeflediği yolda yürümeye devam etti. Değişime ayak uydurabildiği ölçüde yenileniyor, aksi takdirde bildiğini okuyordu. Filmli kamerasını satıp dijital aldı, bir de cep telefonu edindi. Düzenli olmasa da ilham geldikce şiir yazıyor, vakti biraz daha bolsa, resim yapıyordu. Flüt nicedir bir kenarda unutulmuştu, neden 71


sonra aklına gelip eline aldığında da tınısının bozulduğunu, adeta küstüğünü gördü. Satranç takımı daha şanslıydı, tozlansa da asla masadan kalkmadı, kimseyi bulamadığında kendine kendine oynadı, Kısmet, Kısmet‟e karşı, geçenlerde gittiği filmin benzer bir ismi vardı. Dergide, gazetede okudukça, sohbet sırasında kulağına çalındıkça yarışmaları takip etmeyi sürdürdü… Öykü, şiir, portre, natürmort ayırt etmeksizin katıldı. Uluslararası ün hayali rafa kalkmış, ulusal zirve hedefi ufukta küçücük kalmıştı, hatta mahalli başarı heyecanının bile yaprakları sararıp solmuştu, ama çıkmamış candan umut kesilmezdi. Sanki bir kerecik bir ödül kazansa hayat yaşamaya daha bir değer olacak, her ay ödenmesi gereken faturalar, her gün trafikte harcanan saatler, günde üç öğün yemek hazırlamak gibi sıradan ve bir o kadar da bayıcı vazifeler önemini kaybedip, sönükleşirken spotlar onun başarı belgelerini, madalyalarını, plaketlerini aydınlatacak. İşte o zaman, ancak o zaman çekilen bunca çile, katlanılan zorluklar, sınavlar, taraf olunan anlamsız diyaloglar, muhatap olunan uzun monologlar, alerjiler, soğuk algınlıkları, hava kirliliği, depresyon, yalnız başına üflenen pasta mumları bir geçerlilik kazanacaktı. Kısmet inanıyordu ki, imkansızlıklara rağmen çabalaması, bıkmadan usanmadan çalışması eninde sonunda meyvesini verecek ve böylece göz altlarına çöreklenen yorgunluk, gençliğini geride bırakmış olmanın baskısı, geçim sıkıntısı, gelecek kaygısı, elle tutulur gözle görülür olma niteliklerini kaybedip bilinmezler dünyasına göç edecekler. Bir kupanın sapından tuttuğunda hala böyle zannetmekteydi… Israrla çalan münasebetsiz bir telefonun ziliyle tatlı uykusundan uyandırılmışcasına şaşkın, huysuz ve isteksizce kürsüye çıktı, kendisinden bir çift güzel söz bekleyenlerin bakışları arasında kupasını aldı, gözüne gözüne patlayan flaşlar altında zoraki bir gülümsemeyle poz verdi. Bu muydu yani, hayatını bu uğurda mı feda etmişti, umduğu mutluluk, hafiflik, rahatlama neredeydi? İçindeki boşluk

72


mütevazi kupadan daha mı hacimliydi ki? Huzur evinde her yıl düzenlenen geleneksel bilgi yarışmasını kazanmış olmak eksikliğini azaltmamıştı. Huzursuzca müsaade isteyip odasına çekildi. Odası Kısmet‟e farklı geldi. Evet, rüzgar perdeyi uçusturmuş, perdenin ucu da satranç taşlarını devirmişti, ama bunun ötesinde bir şeydi... Başka birinin odasına girmişçesine yabancı hissetti… ince bir tül perdenin arkasından bakıyormuş gibi, sanki uzun süredir kimse kalmıyormuş gibi, biraz havasız, biraz kekremsi… Pencereyi kapattı, perdeyi çekti, yerdeki devrik şahı ayağının ucuyla iteledi, iki büklüm yere eğilip teker teker toplamak zahmetli geldi. Yatağa oturdu, ağır hareketlerle soyundu, acelesiz geceliğini giydi, uzun uzun saçlarını taradı. Uzaktan bir flüt sesi geliyordu ve ezgi de tanıdıktı ama ne olduğunu çıkartamadı. Dudaklarını flüte deydirmeyeli ne kadar uzun zaman olmuş diye düşündü. Denese hatırlar mıydı, yoksa tekrardan çocuk şarkılarıyla mı başlamak gerekirdi? Aynaya baktı ve yaşını başını almış bir kadının elinde flütle gülünç gorüneceğine kanaat getirdi. Eskiden hayat daha mı cıvıltılıydı, acaba çocuk kulağına gürültü bile müzik gibi mi geliyordu? Keşke çocuk doğursaydım, diye düşündü, hiç evlenmemiş olmasına aldırmadan. Çocuk peşinde koşturmak yavaşlayan saatleri hızlandırırdı mutlaka, uzayan günler kısalır, hayatın temposu artardı yeniden. Güzel olurdu doğrusu… Nasıl da kol kanat gererdi yavrusuna, cinsiyeti farketmezdi, yeterki onun canından olsundu. Yetiştirir, yönlendirir, eğitir, hayata hazırlardı. En iyi öğretmenlerden ders aldırır, başarması için gerekirse ikinci iş bulur geceleri de çalışırdı. Çocuğa kim bakardı peki? Eve iş alır, evden çalışırdı. Analık fedakarlıksa, o da anaların en atmacası olur, yavrusunu savunurdu, geleceğin bilinmezliğinden. Muhakkak başarılı olurdu Müjde. Nedense aklına ilk gelen isim bu olmuştu, demek ki kalbinin derinliklerinde kız evlat sevgisi yatiyormuş sessiz sedasız. Azıcık zorlamayla erkek ismi de

73


buldu, Umut. Yoksa Ümit mi, hem kıza hem erkeğe uyar, yok yok kızda Müjde daha hoş durur…Kendisinin erişemediği her şeyi isterdi herhalde Müjde için. Acaba çocuğu fazla mı zorlardı, belki de kız, çok ders çalışmayı seven bir tip olmayacak, annesinin dayatmalarından sıkılacaktı. Doğmamış çocuğa don biçmeyi bırakıp yatağına uzandı, yastığını hafifçe kabarttı. Perdelerden sızan ay ışığı başucu masasında duran tarağın dişlerine takılıp kalmış saç tellerine gümüşi bir görünüm kazandırıyordu. Küçükken binlerce defa duyduğu, Kısmet böyleymiş, tesellisine sığınarak gözlerini yumdu.

74


Dővmecinin Gűnlűğűnden Kapı aҫıldı ve normal műşteri profilimize uymayan bir kadın iҫeri girdi. Adres mi soracak acaba yoksa belediyeden gelen bir gőrevli mi diye dűşűnűrken dővme yaptırmak istediğini sőyledi. Bizim dűnyanın belli kuralları vardır; őyle her aklına esene műrekkebi basmayız. Bedenine ebediyen taşıyacağı bir desenin alelacele verilmiş bir kararla bizim elimizden ҫıkmasını istemeyiz, ne de olsa bűyűk bir sorumluluk. Ne yaptıracak, nereye yaptıracak, ne anlam ifade ediyor, ne kadar sűredir bunu tasarlıyor gibi bir dizi aҫılış sorusunun ardından ya randevu veririz ya da aklının berraklaşması iҫin bir sűre daha beklemesini tavsiye ederiz. “Daha őnce dővme yaptırdınız mı?” “Hayır” “Peki, sakıncası yoksa neden şimdi?” “Sakıncası yok ama anlatması uzun, inanması zor” “Sıradaki műşterim randevusunu iptal etti, yani zamanım var ve yargılamadan dinleyebilirim” “Belki başka bir zaman, sadece bilgi almak iҫin uğramıştım, kaҫ lira tutar, ne kadar sűrer gibisinden” Aşırı meraklı tiplerden değilimdir ama bir şekilde kadının hali ilgimi ҫekmişti ve merakım tatmin edilmediği iҫin keyfim kaҫtı biraz. Arkadaşҫa tonu bir yana bırakarak peşinde olduğu cevapları verdim ve gitti.

75


Bizim işte sık olur bőyle gelip giden ama genelde daha genҫtirler. Yűz hatlarından anladığıma gőre kırklarında olmalıydı, ve vűcut hatlarından ҫıkarabildiğim kadarıyla da bir iki kez anne olmuştu. Neden ҫoluk ҫocuk sahibi orta yaşlı biri, űstelik de daha őnce hiҫ yaptırmamışken birdenbire dővme fiyatlarıyla ilgilenmeye başlar. Őlűmsűzleştirmek istediği isim yeni kaybettiği bir sevdiğine ait olmalı diye fikir yűrűttűm. Zaten gűnűn temposu daha fazla bu konuya kafa yormama izin vermedi. Ta ki kadını karşımda gőrűnceye kadar… “Merhaba, geҫen gűn gelip fiyat almıştım” “Hatırlıyorum, nasıl yardımcı olabilirim?” “Size karşı dűrűst olacağım, başka dűkkanlara da gittim” “En doğal hakkınız, geri gelmenize sevindim. Randevu mu daha fazla bilgi mi istiyorsunuz?” Randevulaştık. Hikayesini anlattı ve ne yalan sőyleyeyim, uyduralamayacak kadar sıradışı bulduğum iҫin inanmayı tercih ettim. ĺlk dővmesini yaptım. Biz genelde berberler ve barmenler gibi műşterilerin iҫini dőkmekten keyif aldıkları bir meslek grubuyuz. Ҫoğu, iğnenin cilt altına yűzlerce kez girip ҫıkmasının acısını unutmak iҫin konuşur. Bir kısım ise bir karış mesafede dakikalarca hareketsiz ve de sessiz durmayı garip buldukları iҫin anlatır. Tűm bu konuşmalar sohbetten ziyade monolog formatındadır, zira dikkatimizin dağılmasından hoşlanmayız. Soru sormadığımız gibi pek kulak da kesilmeyiz havada ucuşan sőzcűklere. En sık başvurduğumuz kendini koruma yőntemi, sert bir műzik parҫasını yűksek sesle ҫalmaktır. Fakat bu kadın farklıydı, kocasının başına gelenler farklıydı, ҫocuklarının yaşadıkları farklıydı. Beş yıldır tűm dővmelerini bana yaptırdı ve bir kez bile sıkılmadım anlattıklarından, sőzlerini karşılıksız bırakmadım. Bir şekilde onun vasıtasıyla tum aileye yardım edebildiğime inanarak sadece elimle değil kalbimle ve aklımda da ҫalışmaya gayret

76


ettim. Binlerce dővme yaptım bugűne kadar; geometrik desenler, hayal űrűnű yaratıklar, isimler, simgeler, rengarenk desenler işledim tanımadığım insanların bedenlerine, fakat eserlerimi bu kadın kadar ruhunda taşıyana rastlamadım. ĺnatla isim vermemem ve ondan ısrarla bu kadın diye bahsetmem sebepsiz değil. Aramızdaki anlaşmayı bozmamak adına bu kulak tırmalayıcı kalıbı kullanıyorum. Rastgele bir isim uydurabilirdim elbette, ama gerҫekliğin bűyűsűnű bozmak istemedim. ĺlk dővmesi basit bir kalp iҫinde kocasının adıydı. ĺlk dővmeler iҫin genelde nispeten iddiasız, sade desenler seҫilmesi insanların bilinmeyene karşı takındıkları bir nevi tebdirdir. Bir diğer sektőrel genelleme de bu cesur girişimin vűcutta tek kalmadığıdır ki, műşterilerimin bűyűk ҫoğunluğu en az bir dővmesi olanlardan oluşur. Kahramanım bir sene aradan sonra istisna olmadığını gősterircesine tekrar műşterim oldu. ĺkinci seҫimi de yine istisna yaratmayacak şekilde iҫ iҫe geҫmiş iki alyanstı. Sonraki űҫ dővmesi de, her sene bir tane olmak űzere ve de yaş sırasıyla, ҫocukların portreleriydi. Yazılı olmayan anlaşmamızın őzel bir maddesi de var; buna gőre kocası hafızasını geri kazandığında bu hikayeyi okuyacak ve eğer onay verirse műşterimin kimliği űstűndeki sır perdesi kalkacak. Bugűne kadar herhangi bir iyileşme emaresi gőrűlmedi, ama doktorların aksine ne o ne de ҫocuklar umudunu kaybetmiş değil. Var gűҫleriyle, amcalarının őlűműne sebep olan ve kendilerini babalarına yabancı kılan o elim kazanın izlerini silmek iҫin savaşıyorlar. Ҫocuklar henűz reşit olmadığı iҫin ilgili kanun uyarınca annelerinin rızasına rağmen dővme yapamıyorum. Başlarda ne kadar kaҫınsam da bu őzel aile iҫin bir kuralımı bozdum ve ilişkimizin profesyonellik ҫercevesini aşmasına izin verdim. Şahsen her birini tanıma ayrıcalığına eriştiğim bu eşsiz ailenin gűven ҫemberinde olmaktan gurur duyduğumu saklamıyorum.

77


Geҫen yıl, eşi ilkini hatırlayamadığı iҫin, tekrar kıyılan nikah tőreninde şahitlik yaptığım resim, ҫalışma masamın arkasındaki mantar panoda duruyor. Kendi aile fotoğraflarımdan ziyade yaptığım işlerin belgelerinin asılı oldugu panoda her gűn bana gűlűmseyen gűzel insanlara bakıp motive oluyorum. Bu mesleğe basladığımdan beri, ekmek parasına ҫalışan işҫilerden daha şanslı olan bir zűmreye ait olduğumun bilincindeyim. Bazen, őzellikle de eserlerimiz ődűl kazandığında, kendimizi sanatҫı mertebesine yűkselttiğimiz de olmuyor değildi. Fakat bilmediğim, cerrah olmasam da titremeyen ellerimle insanlara yardım edebildiğimdi. Bugűn randevusuna gecikti, cepten aradım mesaja dűştű. ĺҫimde kabaran gereksiz merakı yatıştırmak iҫin geҫtim klavyenin başına ve gűnlűğűmdeki el yazısı satırları ekrana aktarmaya başladım. Beş dakika sonra bir sonraki műşterim gelecek. Kaldığım yerden devam etmek űzere burada bitiriyorum. Umarım yakında iyi haberleri sizlerle paylaşabilirim.

78


İki Film Birden Acaba bu akşam üstü yine gelecek mi ikisinden biri? Üç haftadır her pazartesi mutlaka birinden biri gelip “iki film birden al daha az öde” kampanyasından yararlanıyorlar. İşin tuhaf kısmı ise mutlaka aynı iki filmi almaları. İki farklı film alabilecekken insan niye aynı filmden iki tane alır aynı paraya? İşte burası muamma, ama sormaya da çekiniyorum. Oldukça karanlık tiplere benziyorlar. İki kardeş de adam yaralamaktan defalarca içeri girmiş, neye ne zaman kızacakları belli olmayan tekinsiz tipler. Hayır dedikodu değil, ilk ağızdan duydum, patrondan. Yaraladıklarından biri de benim patronum. Bu mağazada ilk göreve başladığı günün ertesi, bunlardan biri içeri girmiş ve yıllardır yaptıkları gibi iki aynı filmi raftan alıp kasaya gelmiş. Patron o zaman kasiyermiş ve doğal olarak kampanyanın detaylarını açıklamış. İki film birden alırsanız iki film parası yerine yaklaşık olarak bir buçuk film parası ödersiniz, ama filmler aynı olmak zorunda değil tabii ki dedikten sonra da esprisi daha iyi anlaşılsın diye gülmüş. Sen dalga mı geçiyorsun ulan, karşında salak mı var, zaten kabahat sizde değil yüz binlercenizi ülkeye kabul eden hükümette, iki günlük İngilizcenle başımıza öğretmen mi kesildin diye bir taraftan bağırıyor bir taraftan da bizimkini pataklıyormuş. Patron üç gün rapor almış, kardeşlerden büyüğü de ırkçı saldırıdan üç ay hapis yatmış. Küçük kardeş o üç ay

79


boyunca bir kere bile uğramamış dükkana. Ne zaman ki ağabey salınmış, bunlar yine başlamışlar haftada bir bize uğramaya. Bu arada benim adım Owen, hıristiyan ismi olmayınca buralılar telaffuzda zorlandıkları için hepimiz onlara benzer birer isim alıyoruz, asıl adım Zhang. Bu dükkanın ilk sahibinin de adı Zhang‟mış. Şimdiki patron onu tanıyor ve hiç unutmam, işe başladığımda akrabası mısın diye de sormuştu bana. Hatta yüzümü benzetmiş ve isim de aynı olunca acaba mı demiş. Aslında bizden olmayanlar için hepimiz birbirimize benzeriz, ama bazen biz bile birbirimizi birilerine benzetiyoruz. Atalarımız bu topraklara aslında o iki kardeşten de onların babalarından da çok daha eskiden gelmişler. İlk göçmenler bizlermişiz. Nüfus bugünkünün dörtte birinden bile azken, neredeyse yüz elli yıl önce, binlerce Çinli altın aramak için beyaz patronların yanında Avustralya‟ya ayak başmış. Dedelerimizi boğaz tokluğundan biraz fazlasına haftada seksen saat çalıştırmışlar. Kendilerinin gücü yetmezdi o kadar saat çalışmaya, hoş zaten çalışmayı da sevmiyorlar. Tembel millet, biz olmasaydık hala çöldü buralar. Çinlilerin sayesinde kalkınıp bir de onları beğenmemek, bir de üstüne çekik, sarı, çançon, akrep yiyici, Mao‟nun oğlu ve benzeri türlü hakarette bulunmak tam da buralılara özgü bir davranış işte, nankör ve de sarhoşlar. Bir ingiltere‟den gelenler bir de Hintliler hiç çekilmiyor doğrusu, geri kalan milletlerden olanların çoğu ile iyi geçiniyoruz. Haa, unutmadan bir de, burnu büyük, sonradan görme zengin Japonlar. Rusların çoğu onlardan daha zengin, ama bize arkadaşça davranıyorlar, oysa o soğuk göz kapaksız cüceler öyle mi ya. Neyse, nerede kalmıştım ben, evet bu iki belalı anglo sakson kardeşi anlatıyordum. Biz müşteriyi severiz, hele de böyle yıllardır alışverişe devam edene daha bir hürmet ederiz. Belki de tek istisnası bu McLaren kardeşlerdir. Onlardan biri içeri girdiğinde kimseden esirgemediğim, „hoş geldiniz‟i söylemek zor gelir. İki kere söyledim aslında, ama yüzüme bile bakmadı namussuz, sanki kulak değil odun budağı kafasının iki yanında taşıdığı. Açık açık bir saygısızlığım olmuyor, ama içimden 80


küfrediyorum bende, ama kendi dilimde. Ne olur ne olmaz, belki yanlışlıkla yüksek sesle söylerim diye tedbirli davranıyorum elbette. Yarın mutlaka gelir biri, genelde saat üç civarı. Sanki sığır çobanlığı yapıyormuş gibi kafada kocaman bir şapka, altında lekeli bir gömlek, kıçında yırtık bir kot pantolon, ayakta deri terlikler, anlayacağınız üstün bir giyim zevkleri var yani. Biz ne tutucu ne dar kafalı ne de kıymet bilmeziz, üstelik farklı kültürleri merak eder, öğrenmeye de gayret ederiz. Genelde uyum sağlayamadığımız iddia edilse de ben ve yaşıtım pek çok Çinli genç okulda onlardan daha başarılı oluyoruz. Aslında bizi kıskanıyor da olabilirler, çünkü biz birbirimize bağlıyız, ailelerimiz parçalanmış değil. Onların açısından bakınca aslında hak veriyorum da biraz, çünkü düşünsenize bu verimli topraklara sahipler, ama beceriksiz ellerinden bir iş gelmediği için katma değer yaratamıyorlar. Derken evleri gördükleri topraklara başka milletlerden binlerce insan geliyor ve onlardan daha iyi koşullara sahip oluyor, bir anlamda onları toplumdan pasifize ediyorlar. Kim olsa kızar canım, hele bir düşünseniz, Çin‟de Çinli‟den çok Hintli veya Japon olsa ne korkunç olurdu. Düşünmek bile istemem. Saat üçü geçiyor, birazdan damlarlar herhalde. Bugün bir değişiklik yapıp ilk başlardaki gibi önyargısız davranıp, „hoş geldiniz‟ ya da „iyi günler‟ demeye karar verdim. Saat üç buçuğa yaklaştı, acaba gelmeyecekler mi? Belki de buradan taşındılar. Belki de film oynatıcıları bozuldu. Belki de biri hasta ve diğeri de ona bakıyor. Yok canım bir şey olmaz onlara, bunca yıldır hiçbir şey olmadı. Belki de yine kavgaya karışmışlar ve kodesi boylamışlardır, evet bu olabilir. Ah hayır, işte küçük kardeş kamyonetini park etti. “Hoş geldiniz bay McLaren, bugün nasılsınız umarım?” Hay aksi, heyecandan yanlış söyledim, şimdi o „umarım‟ kafama kakılır. Aynen bir bumerang gibi yaptığım her hata bana dönüyor bu ülkede, en ufak şeyler bile görmezden gelinmiyor. Mükemmellik hastalığına

81


yakalanmış bir toplum. Başıyla selam mı verdi, yoksa bana mı öyle geldi? Yok canım, ensesine konan sinekten dolayı öyle yapmıştır muhtemelen. Bu sinekler gerçekten yapışık, kov kov gitmiyor, azıcık havalanıp yeniden geliyor. Bumerang sinekler. “Efendim, duyamadım, özür dilerim, tekrarlar mısınız? „Titanik‟ mi? Şu rafta olacaktı bir bakayım. Galiba kalmamış, müsaade edin bilgisayardan kontrol edeyim.” Şimdi kendin bak desem, bu bilgisayardan da anlamaz, teknolojiden bihaberdir zaten çoğu. “Üç adet var elimizde, ama hepsi kiradaymış. Biri yarın akşam, diğerleri de iki gün içinde gelir.” Sanki bu akşam daha bir normal görünüyor, şu ana kadar öfke parlaması yaşanmadı. Yine de erken konuşmamalıyım, belli olmaz bu McLaren‟lerin sağı solu. “Yarın akşam mı görüşürüz, peki. Yok peki değil, durun lütfen! Yarın sadece bir tanesi gelmiş olur, isterseniz iki akşam sonra gelin. Yine iki tane istemeyecek misiniz?” İşte şimdi „sana ne lan‟a kaşındım. O da ne? Yanıma yaklaşıyor. Vuracak galiba. Burnum kırılmasa bari. Oh korktuğum başıma gelmedi. İnanmayacaksınız, ama yanıma geldiğinde gözlerinde iki damla yaş vardı. Sarılıp özür diledi. Sonra da teşekkür etti. Kollarının arasındayken ne yapacağımı ne diyeceğimi bilemedim. „Tamam, değmez‟, falan gibi bir şeyler geveledim sanırım. Ağzı da leş gibi içki kokuyordu. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmama ramak kalmıştı ki, içeriden koşup gelen patron imdadıma yetişti. Meğerse bizi gözlüyormuş o da. Odasına buyur etti ikimizi ve üçümüz biraz dertleştik, daha doğrusu küçük kardeş anlattı biz dinledik. Biraz dediysem epeyce, çünkü patron dolabından üç kutu bira çıkardı ve sonra birer kutu daha derken, ben ikinci turda izin isteyip işimin başına döndüm. Açıkçası sohbetin başında, herhalde diğer kardeş öldü falan diye düşünüyordum. Halbuki herif ilk kutuyu kafaya diktikten sonra mutluluktan ağladığını söyledi. Hikayenin sonunu dinleyememiştim, çünkü

82


sarhoş kafa ile daldan dala konduğu için bir türlü ana konuya odaklanıp da dilinin altındaki baklayı çıkartamadı benim onlarla beraber oturduğum süre boyunca. Sonradan patronun anlattıklarından öğrendim ki, bu iki kardeş şehrin güneyindeki bir şarap fabrikasında çalışırlarmış. Yıllar öncesine dayanan bir anlaşmazlık sebebiyle karıları birbirine küsmüş ve ne büyük kardeş küçüğün ne de küçük kardeş büyüğün evine misafirliğe gidebiliyormuş. Duy da inanma, birinin karısı „kardeşinin evine gitmem, sen de gitmeyeceksin‟ desin de o da söz dinlesin. Dışarıda koç geçinenler evde kuzuya dönüşüyormuş demek. Neyse bizim iki hanımköylü de karılarını ikna edemeyince çareyi aynı filmi ayrı ayrı seyretmekte bulmuşlar. Pazartesi akşamı seyrettikleri filmi de hafta boyunca sahne sahne konuşurlarmış. Günde sekiz saatten on sene boyunca şarap fabrikasında çalışsam herhalde ben de garip huylar edinirdim. İki kardeşin konuşacak konu sıkıntısı çekmeleri sizce de komik değil mi? Bu McLaren kardeşler tam filmlik tipler. Hadi toparla artık, şimdi ne olmuş peki, ne değişmiş dediğinizi duyar gibiyim, haklısınız… Bunun bir hikaye olması için küçük kardeşin o gün neden sadece tek bir tane „Titanik‟ istediğini, yılların alışkanlığının nasıl kırıldığını, mutluluk gözyaşlarının ardındaki gerçeği anlatmam gerek. Karıları barışmış, işte bu kadar. Zaten kadınların işine akıl sır ermez, yıllarca küs kal, sonra da günün birinde durup dururken barışmaya karar ver. Neymiş efendim, niye küstüklerini unutmuşlar. Bu Mclaren‟lerin hepsi deli.

83


Müzik Jonklörü, MJ Michael Jackson… İngilizcenin İ‟sini bilmeyen biri bile onun adını doğru telaffuz edebiliyor, bu nasıl bir şöhrettir. Hayatında belki de onun bir şarkısını bile baştan sona dinlememiş anneannemden bahsediyorum, Michael Jackson‟ı bir şekilde tanıyor ve beni hayretler içinde bırakıyor. Bu benim Elvis‟i tanımam gibi değil, ya da oğlumun Marilyn Monroe‟yu bilmesinden farklı, daha sansasyonel, daha başka bir boyut, kuşaklar arasında bir köprü kurulabileceğinin en somut kanıtı Michael Jackson adeta! Müziğin sihrini bundan iyi açıklayabilecek başka örnek var mıdır? Din, ırk, zaman, mekan bağımsız olarak insanların birbiriyle anlaşabileceği üç ortak lisan vardır; Görme özürlülerin kullandığı kabartma harfler,

84


sağır dilsizlerin kullandığı jest ve mimikler ve son olarak da topu topu yedi ayrı notadan oluştuğu halde mükemmeli yakalayabilen müzik alfabesi. Farklı coğrafyalarda, hatta farklı çağlarda yaşayan insanların, notalar aracılığı ile iletişim kurabilmeleri daima bir mucize gibi gelmiştir bana. Müzik öğretmenlerimin ısrarlı uğraşısına ve benim de direnmememe rağmen, notaların ses değerlerini bir türlü okuyamıyor olmaktan, zaman zaman hayıflanırım. Çok istememe rağmen, herhangi bir enstrüman da çalamam, ama yine de müziğin kalitelisini anlar ve dinlemekten büyük keyif alırım. Dün akşam anneannem Michael Jackson‟ın ölüm yıldönümü ile ilgili bir programda, son zamanlarda elinden düşürmediği kumaş mendilin ucuyla gözlerini kuruladı. “Hayırdır anneanne?” “Hiiiç, üzüldüm.” “Aklına bir şey mi geldi, neye üzüldün?” “Nasıl da göçtü gitti, iyi adamdı.” “Haydaaa, sen şimdi bu habere mi gözyaşı döküyorsun, nereden biliyorsun ki kim olduğunu?” “Sen beni ne sandın eşek sıpası seni, elbet biz de takip ediyoruz televizyonu, şarkıları.” “İyi bir adam olduğu şüpheli, bir sürü dava açıldı aleyhinde, ama ispatlanamadı.” “Güzel müzik yazan, iyi dans eden biri kötü olamaz evladım, muhakkak ki hissi yönü kuvvetliydi. Çekemeyenler iftira atmıştır belki de, baksana ispatlayamamışlar. Meyve veren ağacı taşlarlar yavrucum, unutma bu sözümü.” “Bu atasözü zaten anneanne, unutmam merak etme, ilahi sen.”

85


Belki bu kadarla kalsaydı benim için bir fenomen haline gelmezdi Michael Jackson. Sevdiğim parçaları yok değil, ama açıkçası hiçbir zaman hayranı olmadım. Bir sabah şiddetli bir depremle uyandık. Daha önce yaşamamış olsaydık, belki kabus sanabilirdim, çünkü eşyalar yerli yerindeydi ama o hissi başka bir şeye yormak mümkün değil, midemde hissettim adeta o ilk çarpmayı. Derhal televizyonu açtım ve anneannemle birlikte “son dakika” haberini beklemeye başladık. Gecenin o saatinde kapının çalması ikimizi de yerimizden zıplattı. Gelen karşı komşu Bahri Amca‟ymış. Tek başına yaşayan eski bir asker. Korktum demeyi yediremediği için, sizi kontrole geldim diyor. Kız başımıza yalnız kalmayalım diyeymiş… anneannem ve ben kız başımıza! Tüm kanallar inatla müzik programları yayınlıyor, haber namına tek cümle yok. En iyisi devlet kanalıdır, atlayıp durmaktansa bekleyelim, dedi anneannem. Beş zenci kardeşten en meşhur olanının, beyaz yıllarından bir şarkı geldi ekrana, “Earth Song.” “…o bizim gezegenimizin rahmi, bize ne oldu, hayvanlara ne oldu, buna ne dersin, krallıkları toza çevirdik…” “Ne duyarlı adamdı, yazık oldu.” Hoppalaa, bizim emekli denizci komşumuz da tanıyor Michael Jackson‟ı. “Biz de bugün Nisan –benim göbek adım bu, ailede bana Zeynep demeyen tek kişidir anneannem- ile seyrediyorduk, ölüm yıldönümü için dünyanın farklı başkentlerinde binlerce insan anma törenleri düzenlemişler.” “…ağlayan balinalara ne dersin, denizleri mahvediyoruz, orman deneylerine ne dersin…” “Dünya meselelerine parmak basmış baksana, gençlere örnek olmuş.”

86


“Bahri Amca sen İngilizce biliyor musun, nasıl anladın şarkının sözlerini?” “Ordudayken öğrenmiştik, ama hatılarlamam herhalde, görüntülerden belli ama, neden bahsettiği.” “Rahmetli annesi de severdi bu çikolata oğlanı.” Sanki gecenin bir körü değilmiş de, Bahri Amca kahveye bize gelmiş, keyifli keyifli sohbet ediyormuşuz gibi bir hava oluştu adeta, deprem falan unutuldu. Dakikalar sonra beklenen haberler başladı, ancak bizim depreme değinilmedi. Herhalde hafif şiddetliydi, belki de yüzeye yakındı da, biz fazla hissettik şeklinde yorumladık ve yarım saate kadar herkes yatağına ve de uykusuna geri döndü. “Nisan Hanım bu krediye gerçekten çok ihtiyacım var, acilen nakit bulamazsam dükkanımı kaybedebilirim, rica ediyorum biraz anlayış gösterin lütfen, beni yıllardır tanıyorsunuz.” “İnanın tüm müşterilerimizi aynı şekilde umursuyoruz ve sizin de dükkanınızı kaybetmenizi elbette ki istemeyiz, biliyorsunuz Sami Bey.” Kızlarımız aynı yuvaya gidiyorlar, ve gerçekten de iki yılı aşkın süredir tanışırız Sami Bey ile, ama iş başka dostluk başka. Sanki sözlerime nazire yaparmış gibi radyodan Michael Jackson‟un “They don't really care about us” isimli şarkısının sözleri yükselmeye başladı. “…herkes bozuk, tüm söylemek istediğim, onlar bizi gerçekten umursamıyor…” İkimiz de sustuk, bakışlarımız buluştu ve karşılıklı çaresizlik mimikleri yaptık birbirimize. “Bu adam işini iyi yapıyordu. Bizim ufaklık dans etmeyi onunla öğrendi desem yalan olmaz. Sizin eve de sık sık konuk oluyor mu Michael Jackson?”

87


“Özellikle bu aralar inanılmaz, sağlığında da belki çok çalıyordu da ben fark etmiyordum, algıda seçicilik midir nedir, her kanaldan fırlayıveriyor sanki rahmetli.” Kurban Bayramı‟nda anneannemi Bahri Amca‟ya emanet edip, daha doğrusunu ikisini birbirine emanet edip kızımla bir kaçamak yaptık ve bir uzak doğu turuna katıldık. Bayramların özünü unutup sadece tatil gibi davrananlardan değilimdir normalde… Ama bu yüzyılda denizin hala kan rengine bulanmasını içim kaldıramıyor, bu barbarlığa tanık olmaktansa kaçmayı yeğliyorum iki senedir. Anneannemi de ikna etmeye çalıştık, değişiklik olur, dünya gözüyle oraları da görmüş olursun falan dedik, ama haklı olarak katılmak istemedi. Biz de fazla üstelemeye cesaret edemedik, Allah muhafaza yolda bir şey olsa, son pişmanlık fayda etmeyebilir. Yol uzun, ama uçaklar çok konforlu. Cam kenarındaki ikili koltuklardan istedik, ama kalmamış, sanki herkes Bali‟ye uçuyor. Ortadaki üçlü koltuğun koridor tarafına kendim oturdum, yanıma da kızımı oturtup, diğer koltuğun boş kalmasını umut ettim. Bir süre sanki dileğim kabul olmuş gibiydi, ama son yolcu grubuyla birlikte bizim sıranın başına Afrika kökenli dört kişilik bir aile geldi. Bir ellerindeki bilete baktılar bir koltuk numaralarını kontrol ettiler, biraz kendi aralarında konuştular, derken hostes geldi. Ben de gayri ihtiyarı elimdeki bilete baktım ve doğru yerde oturduğumuzdan emin olup rahat bir nefes aldım. Şu daracık yerde, yer değiştirmek çok keyif kaçırıcı olurdu. Neyse ki çözüm, bizim en tercih edebileceğimiz şekilde bulundu ve kadın, bebeğini kucağına, kocasını yanına alarak arkamıza oturdu. Yanımıza ise, yedi sekiz yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim, kıvırcık oğlan çocuğu düştü. Önümüzdeki ekranlar aydınlandı ve bir kez daha, beni hayretler içine düşürecek şekilde, sahneye Michael Jackson çıktı. Önceki kadar sevimsiz bulmadığımı fark ettim bu pop idolünü ve ekşimtırak ifademi takınmadan dinlemeye başladım “Black or White”ı. Önündeki ekran

88


nedense hala karanlık duran, yanımdaki oğlan bana doğru yaklaşıp klibi seyretme başladı. Kızım da bana sokuldu ve hep beraber “Siyah ya da beyaz olman sorun değil,” diyen Michael Jackson‟a kulak verdik. Uçakta bir fotoğrafçı olsaydı herhalde o anımızı ölümsüzleştirirdi. Eve dönüş yolunda, kendimi, küçücük ekranda, O‟nun en sevilen hitlerinden “Billie Jean”i seyrederken yakaladım. O kadar kanal içinden o mu beni buldu, yoksa, ben mi ararken onda karar kıldım, açıkçası bilmiyorum. Ünlü ay yürüyüşü figürünü, bir kez daha, ama, ilk defa hayranlıkla izledim. Popun kralını acaba yeterince anlayabildik mi, bankacılıkta başarılı olmama yardım eden objektif bakış açım bile, onun sanatını görmek yerine, muhtemelen, dünyaca tanınmanın ve zirvede kalabilmenin yolu olan taktiksel ucubeliklere odaklandı. Mukayese etmek ne derece doğru bilmiyorum, ama eğer kıstas başarı ise Elvis‟in tahtına oturabilecek tek sanatçı herhalde M.J.‟dir. Eğer siz de benim gibi bir Elvis hayranıysanız belki de kızacaksınız, ama derin bir nefes alın ve düşünün. Evet, M.J. saçma sapan estetik ameliyatlarla bedenini mahvetti ve o mertebedeki bir sanatçıdan beklenenin aksine, iyi bir rol model olamadı. Rock‟n Roll‟un Kralı da pek çok kötü alışkanlığın kurbanı oldu, sağlıksız beslendi obezleşti, uyuşturucu etkisi olan ilaçların ölçüsünü kaçırdı ölümden döndü. Elvis de, en az popun kralı kadar, iyi ebeveynlik konusunda sınıfta kalmıştı bence. Anneannem ayaklı kütüphane gibi maşallah, onun gençlik çağına denk gelen bilgileri, o yıllardaki iletişim teknolojisinin tüm olanaksızlığına rağmen eksiksiz toplamış ve de bunca yıla rağmen unutmamış da bana anlatıyor. Umarım bize de, onun gibi, dinç yaşlanmak kısmet olur. Hala ondan öğreneceğim çok şey var anlaşılan. Ben akıl ve ruh sağlığımı korumak için televizyondan, gazeteden uzak dururken, anneannem tam aksini yapıyor. Ben haberleri adeta korku filmi gibi görürken, belli ki o “Thriller” klibi gibi seyrediyor. Geçenlerde uzun bir

89


aradan sonra yine, kırmızı deri elbiseli M.J.‟nin mezarlarından çıkan ölülerle dansını seyrettim ve anladım ki, şiddetli depremler yaşasalar da, krallar öyle kolay ölmüyor.

90


Lee’nin Feneri Beyazların çoğunlukta olduğu bir toplumda Koreli olmak, üstelik de İngilizceye çok hakim olamamak kolay değildi. Ergenliğe yeni adım atmanın zorlukları ile yeni bir ülkede göçmen olmanın sıkıntısı birleşince, doğal olarak ortaya Li gibi bir karakter çıkıyordu. Az konuşan, az gülen, çokça ürkek ve yalnız. Kendi gibi çekik çocukların arasında anadilini konuşurken bile rahat hissetmiyordu kendini, çünkü o defteri kapatmak ve bir an evvel beyazların arasına karışmak, yeni kültürüne, yeni kimliğine adapte olmak istiyordu. Li Yong eskide kalmıştı, o artık Lee Young‟tı. Lee gibi giyinmeli Lee gibi yürümeliydi, kendinden emin ve umursamaz. “Beyaz bir tavan ve açık mavi duvarlar. Karşımda bir natürmort, sepetteki elmaları acaba kim resmetmiş? Boş zamanlarında eline fırça alan bir manav değil ise sanat yerine paranın emrine girmiş bir ressamın işi olsa gerek. Acaba bu tabloyu kim seçmiş bu oda için? İçimden bir ses, hastane projelerinde pek tecrübesi olmayan bir iç mimarın beğenisi olduğunu söylüyor. Peki, ben neden ve ne kadar zamandır bu odada yalnız yatıyorum? Annem, babam, kardeşim, arkadaşlarım neredeler, yoksa öldüm mü? Yok canım, o filmlerde olur. Başucumda duran şu şeyi tanıyorum… Fener, el feneri, benim mucize el fenerim. Tamam, hatırladım.” Lee yataktan kalkar, her güçlüğü aşmasına yardım eden fenerini alır ve dizlerine kadar inen hasta önlüğü ile yalınayak odadan çıkar. Babası hediye etmişti bu feneri. Yeni odasına ve yatağına alışamadığı için Lee yalnız uyuyamıyordu, oğlu korkmasın diye Çin mallarının satıldığı marketten almıştı babası. Yılbaşı ve doğum günü haricinde kendisine hediye alınmasına alışık olmayan Lee bu feneri çok sevdi. Televizyonda seyrettiği uzay dizisinde kullanılan ışın kılıçlarına benzettiği için, ondan cesaret

91


aldı. Işın kılıcı(!), anneanne ve dedenin çare bulamadığı, okunmuş pirinçlerin derman olamadığı, alt ıslatmalarını da sihirli bir bıçak gibi kesip atar. Lee geceleri artık huzur içinde ve kupkuru uyumaktadır. O güne kadar durağan, çekingen, asosyal olan Lee, birden bire dışa açılır, çenesi düşer, gözü pekleşir… Terk edilmiş binalara keşif gezileri düzenler, arkadaş sayısı artar, doğum günü partilerine gider, kızlarla tanışır, çete kavgalarına bile tutuşur, el feneri adeta yeni bir kimlik kazandırır Lee‟ye. Fener deyip de geçmemek lazım, Lee‟nin tanıdığı kimsede olmayan bir fenerdi bu, pilsiz çalışıyordu. Lee henüz ne Faraday‟ın kim olduğunu ne de manyetik alan yasasını biliyordu. Kondansatörü, indüksiyon bobinini öğrenmemişti. Pilsiz fener, ona mucize gibi geldi. Yirmi kere ileri geri sallayarak, silindir şeklindeki mıknatısı bakır telden bobinin içinden geçirdin mi kas gücünden elektrik üretiyordun. Lee kendini çok özel hissediyordu, istediği an ışık sağlayabilen feneri onu ayrıcalıklı kılıyordu. Hayatı artık eğlenceli, maceralı ve kolaydı, özgüveni tavan yapmıştı, güç ondaydı artık. Lee‟nin arkadaş çevresindeki popülaritesi ara sıra kıskançlık sebepli kavgaların patlak vermesine de yol açıyordu elbette. Haşarılık, yaşıtları arasında prim yapıyordu, ancak öğretmenlerin gözünde, Lee‟nin kredisi de, günden güne önlenemez bir biçimde düşüyordu. Annesi oğlunun yeni halinden pek memnun değildi, başına bir şey gelecek diye endişeleniyor, eskisi gibi odasında kitap okusun, yemek yaparken kendisine yardım etsin istiyordu. Babası ise hem şaşkın hem mutluydu. Bir fenerin, nasıl olup da, bir insanı bu kadar değiştirebileceğine aklı ermiyor, ama şikayet de etmiyordu. Oğlu aylar sonra yeniden onun gurur kaynağıydı, kendi arkadaş sohbetlerinde bile sözü Lee‟ye getirip, onun marifetlerini anlatmaktan keyif alıyordu. Seninkini yeni bir kızla görmüşler… Lee‟nin kaşı açılmıştı,

92


marizlenenin durumu acaba ne haldedir… şeklindeki sataşmaları, babası bir iltifat olarak algılıyor, böyle bir evlada sahip olmaktan göğsü kabarıyordu. Lee, on üçüncü doğum gününü arkadaşlarıyla beraber kutlamak üzere, her zaman gittikleri hamburgercide rezervasyon yaptırdı. Kolaların içine bira katılınca, herkes kendini daha bir büyümüş hissetti. Lee‟nin aklı fikri, masadaki tek siyah saçlı kızı tavlamaktaydı. Bir taraftan o gülsün diye fıkralar uyduruyor, yaşanmışları bire bin katıp anlatıyor, bir taraftan da ayağını, masanın altından kızın ayağına sürtüyordu. Esmer güzelinde hiçbir tepki yoktu. Ulan yoksa yanlışlıkla başkasının ayağına mı dadandım diye panikleyerek, tuvalete gitme bahanesiyle, masadan kalktı. Bir hergelelik yapıp, masadaki kızlara anlatmalı diye düşünüyordu. Menisini yakalanmadan sıvı sabunluğa doldurmak için kaç dakikaya ihtiyacı olduğun hesaplarken çişi geldi. “Yan yana dizili pisuvarların arasına bölme koymayarak tasarruf mu yapmışlar akılları sıra. Olsa olsa, alaycı bir merak, biraz utangaçlık, espri konusu bulma, yakalanma korkusu, bastırılmış eşcinselliği keşfetme gibi farklı uçlarda gezinen fikirler uçuşturur kafalarda, başkaca da bir fayda sağlamaz.” Derken gözü yanındaki adama kaydı… Önce, dövme yaptıracak başka yer mi bulamamış, diye, sonra da, acaba çok acımış mıdır, diye aklından geçirirken adamın bakışlarını fark ettiğini gördü. “Korelilerinki kalkınca bile bu kadar büyümüyor değil mi?” “Aşağılık herif!” “Daha yakından bakmak ister misin?” “Ya sen benim fenerimin tadına bakmak ister misin?”

93


Lee‟yi, tuvalete giren bir müşteri buldu ve kasiyere haber verdi. Kasiyer, temizlik görevlisine durumu kontrol ettirdi. Temizlikçi ilk yardım kursu almıştı ama erkekler tuvaletinde, fermuarı açık bir şekilde yerde yatan ve bir elinde el feneri tutan birine müdahale edecek gücü kendinde bulamadı. Kasiyer, durumun ciddiyeti üzerine, müdüründen onay almadan, yerini terk ederek telefona sarıldı ve ambulans çağırdı.

Lee‟ni üzerinden kimlik çıkmadı ve

dolayısıyla doktor da hastanın kendisine gelene kadar beklenmesini uygun gördü. Testler sonucunda, kanında alkole rastlandığı ve yaşı küçük olduğu için, polise de haber verilmesi gerekliydi. Ancak, Koreli bir çocuğu, ebeveyni yanında olmadan polise teslim etmeye içi elvermedi Hintli doktorun. Dört buçuk saat sonra Yong ailesinin telefonu çalar. “Şehir hastanesinin resepsiyonundan arıyorum, yanımda oğlunuz olduğunu iddia eden bir genç var, adı Lee‟ymiş. Kimliği yok ama garip bir el feneri var, mahallesinde fenerin kimlik yerine geçtiği konusunda ısrarlı. Başına dört dikiş atıldı, ama merak edilecek bir şey yok, şu an sağlık durumu gayet iyi. Onu almanızı bekliyor. Kapatmadan küçük bir hatırlatma; Özel sağlık sigortanıza ait bilgileri, bir miktar nakit ve Lee‟ye temiz kıyafetler getirmenizi rica ediyorum, eski giysilerine idrar ve kan bulaştığı için kullanılamaz halde, teşekkürler. ”

94


Kış Bitti Radyodan bir ezgi yayılıyor,“Aşk bittiii, elimden sanki minik bir balık kayıp gitti…” Anneee, babam geldi. Babam ayaklarını silmemiş paspasa, yerler çamur oldu. Iyy sol terliğiyle çamura bastı, birazdan halıya da bulaştıracak, annem çıldıracak görünce. Şimdi de ıslak ıslak beni öpmeye geliyor, ağzı da leş gibi kokuyor, anne gelsene yaa. “Aşk bittiii, içimden sanki bir şeyler kopup gittii...” Bir hoş geldin bile yok mu, hayrola ne bu surat? Kötü bir şey oldu? Hayatım cevap versene bana, korkutma beni, annen mi yoksa? Yoksa hâla dün gece için mi somurtuyorsun, sakın aklına yanlış şeyler getirme, içkiyi biraz fazla kaçırmışım, işten arkadaşlarlaydık, kadın falan yoktu aramızda. Ama sen üstüme üstüme gelip de, adı neydi adı neydi diye tutturunca tepemin tası atıverdi. Özür diledim, hatırlıyorsun değil mi? İstiyorsan bir daha dilerim, valla istemeden oldu, seni ne kadar severim bilirsin, bilerek incitir miyim seni.

95


“Aşk hiç biter miiii?..” Aman da babası kızını nasıl öpermiş, kızı da pek tatlıymış. Babacık bütün gün onu düşünmüş, onun minik topuklarını özlemiş. Yerim ben seni, yerim, haaam! Baba yaa, yapma ya, sakalların batıyor, yine kirpi gibi olmuşsun. Tamam tamam ağlamaya başlama hemen, ne o surat, insan babasını görünce yüzünü ekşitir mi hiç. Kurt gibi açım, ne var yemekte… Haydaa, bu ne ya, buzdolabının içine fare düşse kafası kırılır… Alışverişe çıkmadın mı, ne yaptın tanrı aşkına sen bütün gün? Anlaşıldı yine pide söyleyeceğiz demek ki, herifleri zengin ettik be. “Hiç bir şey olmamış gibi…” Zorlamasana ya, zorlama baba yaa, tamam istemiyorum artık, doydum ben. Hayır doymadım aslında, ama sevmedim, tamam mı sevmedim, işte o kadar, yemeyeceğim. “Boşlukta kaybolup gider mii?” Ohh, ne iyi iş, biz akşama kadar çalışalım, para peşinde atmadığımız takla kalmasın, bir de küçük hanıma yemek beğendiremeyelim, yemezsen yeme be! Annen yapıverseydi güzel bir şeyler de içimiz ısınsaydı, ben sanki bayılıyorum soğuk pideye. Annee, altım pislendi, temizlesene beni. Annee, huuu, duymuyor musun beni ya, anneee!.. Bu kuş da nereden çıktı şimdi, cam falan mı açık kaldı bir yerde? Hanım sana diyorum, cam mı açık kaldı, evin içinde kuş var. Kışın ortasında kim bilir kaç saat açık bıraktın pencereleri yine değil mi. Öyle havalandırma olmaz, dışarısı daha beter. Neymiş üstüm başım sigara kokuyormuş, Koltuklara falan pislerse günah benden gider haa… Sonra bana, aman

96


ayakkabını çıkar, aman elini yıkamadan perdeyi elleme, yok şurayı yeni temizledim yok burayı buruşturdun deme, o kadar titizsen gel de kuşu çıkarmama yardım et. “Aşk hiç biter miiii?..” Ne zormuş be kadın olmak, anam beni size hizmetçilik edeyim diye mi doğurdu, keyfimin kâhyası mısınız, köle miyim be? Yemek yap, yatak topla, çamaşır yıka, çamaşır as, yerleri sil, camları sil, babasıyla ayrı uğraş kızıyla ayrı uğraş… Sonu gelmez bir dünya işe gık bile demedim, altın bilezikler istemedim, seni insan içine kirli, sökük, ütüsüz çıkarmadım, ama o tokat yanına kalmayacak beyefendi. Bugün de böyle, bugün bu işyerinde grev var, hadi bakalım, herkes baksın başının çaresine. Bana bak, bana bak bana... bal gibi duyuyorsun adım gibi biliyorum, inadına cevap vermiyorsun, domuzuna ses çıkarmıyorsun. Öyle sağır numarası yapma bana yemezler, karşında çocuk yok senin. “Kalır adımızla, bir sokak duvarında…” Ne bileyim doktor bey, meğer sağır olmuş hanım, bilsem el kaldırır mıydım, elim kırılsın bir daha kılına dokunursam. Elini öpeyim doktor bey, polisi molisi karıştırma… el kadar bebeye kim bakar sonra, benim cezam bana yeter, gül gibi kadınım sağır olmuş, daha ne olsun. Sen erkek değil misin, hiç sinirlenmez misin, bir kazadır olmuş işte, hadi sal bizi gidelim, gözünün yağını yiyeyim doktorum ayrı koyma beni yavrumdan. “Bir ağaç kabuğunda, bir takvim kenarında…” Kitapsızlar, hepinizin kanser olun, ilaçsız kalın da sürünün. Senin gibi doktorun da, polisin de avukatın da, hâkimin de tanrı cezasını versin. Çoluğumdan çocuğumdan, sıcacık evimden

97


ayırdınız beni, sizin yüzünüzden işimden de oldum. Hiç mi vicdan yok sizde, istemeden olmuş diyorum, bir kazadır olmuş işte, ne bileyim ben. Aahh ne kötü kaderliymişim, tanrım niye beni buralara düşürdün? Beni doğuran ananın hiç mi suçu yok, beni eşek sudan gelene kadar döven babamın hiç mi suçu yok peki, ben niye sağır olmadım o zaman? Batsın bu dünya! Eee, kes be! Deminden beri karı gibi yeter dırdırlandığın, gelirsem oraya alırım ayağımın altına. “Kalır bir çiçekte, bir defter arasında, bir tırnak yarasında, bir dolmuş sırasında, kalır bir odada…” Bak evladım, iyi bir gence benziyorsun ama Allahın sopası yok, etme bulma dünyası işte, döver misin karını, sağır eder misin, al sana işte… Belki bu sana ders olur da çıkınca karına kendini affettirirsin. Hadi bakalım geçmiş olsun, tek kulakla da yaşanır korkma. Teknoloji ilerledi, yeni işitme cihazları oldukça başarılı. “Bir yastık oyasında, bir mum ışığında, bir yer yatağında…” Merhaba, bu çiçekler sana. Güzellermiş… Hoş geldin evine, kız çok özledi seni. Ne yani sen özlemedin mi? Affettim ama tekrarlanırsa kendini kapıda bulursun bilesin. Sağır duymaz uydurur, nereden çıkardın şimdi bunu… Yersiz bir söz oldu değil mi? Ne oldu komiğine mi gitti? Komik değil mi, haklısın valla.

98


“Aşk hiç biter miii?..*” * Ezginin Günlüğü‟nün 1996 tarihli Ebruli albümünde yer alan unutulmaz Aşk Bitti.

99


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.