Dimitri Kitsikis Türk Yunan İmparatorluğu

Page 1


DİMİTRI KİTStKİS 1935 yılında Atina'da doğdu. 1962'de Paris-Sorbonne Üniversitesinde tarih doktoru oldu. Çeşitli ülkelerin üniversitelerinin yanışını, 1980'den sonra Türkiye'de Boğaziçi ve Bilkent Üniversiteleri'nde çalıştı. 1983'den beri Kaııada'da Ottowa Üniversitesi öğretim üyesidir. Çalışma alanı, uluslararası ilişkiler tarihi ve 19. ve 20. yüzyılda Yunaniston-Türkiye-Kıbrıs ilişkileridir. Çok sayıda makalesi ve kitabı vardır. Elinizdeki kitaptan önce Türkçe'de Yunan Propagandası adlı kitabı yayımlanmıştır (Meydan Neşriyat, 1964; Kaynak Kitaplar, 1974).

DİMİTRİ KlTSlKlS

Türk-Yunan İmparatorluğu Arabölge Gerçeği Işığında Osmanlı Tarihine Bakış LEmpire Ottoman ÇEVİREN Volkan Aytar

LEmpire Ottoman © 1985 Presses Univeısitaires de France İletişim Yayınları 349 • Tarih-Politika Dizisi 12 ISBN 9 7 5 - 4 7 0 - 5 0 4 - 6 © 1996 İletişim Yayıncılık A. Ş. 1. BASKİ 1996, İstanbul KAPAK Ümit Kıvanç DİZGt Remzi Abbas UYGULAMA Hüsnü Abbas DÜZELTİ Seçkin Oktay KAPAK BASKISI Sena Ofset tc HASKl ve CİLT Şel'ik Matbaası

İletişim Yayınları Klodfarer Cad. iletişi;» Han,No. 7 Cağaloğlu 3 4 4 0 0 istanbul İd 2 1 2 . 5 1 6 22 60-6 ! - 6 2 • Fax: 2 1 2 . 5 1 6 12 5 8


İÇİNDEKİLER

Giriş Sözcüklerin anlamı üzerine

.7 11

BİRİNCİ BÖLÜM

İmparatorluk Sahası Coğrafi yayılış Nüfus Uygarlık Dört "Millet"

17 17 19 22 37

İKİNCİ BÖLÜM

Miras: D o ğ u R o m a İ m p a r a t o r l u ğ u ' n d a n O s m a n l ı İ m p a r a t o r l u ğ u ' n a (1280-1461) Toprak mirası Politik, kültürel, ekonomik ve toplumsal miras

43 .43 58

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

O s m a n l ı Y a p ı s ı n ı n D o r u ğ u (1451-1566) Devlet ve yönetici sınıf 1. "Askerî" sınıf (devlet memurları ve yüksek düzeyli ruhban) 2. Ortodoks Yunanlı yönetici sınıf Sömürülen sınıflar: Çokuluslu halk 1. Köylülük 2. Burjuvazi (zanaatkar ve tüccarlar)

79 80 80 93 107 107 110

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Gerileme: İmparatorluk, Üçüncü Dünya'nın Bir Parçası H a l i n e G e l i y o r (1566-1774) Dinsel fanatizmin tırmanışı Osmanlı ekonomisinin Atlantik ekonomisi tarafından sömürgeleştirilmesi Toplumsal kriz ve halk ayaklanmaları: Devlete ait yapıların çöküşü

117 117 132 139


w

Giriş

BEŞINCI BÖLÜM

Sömürgeleşen İmparatorluk: Ö l ü m D ö ş e ğ i n d e n Ö l ü m e (1774-1924) Doğu sorunu imparatorluğun uluslararası ilişkilerinin Batılılaşması Jakoben devlet yandaşlarının Hıristiyan Ortodoks ve Sünni Müslüman teokrasisine saldırısı.... Bütünleşmiş "millet"ler ayaklanan uluslara dönüşüyor İmparatorluğun kurtarılması imkânsız hale geliyor: III. Selim, II. Mahmut, Tanzimat ile jön Türk reformları ve federalist tasarılar. Kemalist devrim ve imparatorluğun ölüme terkedilmesi Sondeyiş

145 145 157 166 170

181 205

"Osmanlı İmparatorluğu, 'tüm bölgelerinden bilginlerin övdüğü, dünyanın en güzel krallığı' idi." Rigas Feraios, 7797 Yunanlı Devrimci

Bu kitabın ana likri, Osmanlı İmparatorluğu'nun Yunanlılar için "400 yıllık bir kölelik" dönemi değil, tam tersine, Yunan kültürünün kesin surette katkıda bulunduğu ve Yunanlıların övünç duymaları gereken, evrensel tarihin görkemli bir yapıtı olduğudur. Araştırmalarım sonucunda ulaşılmasını istediğim nokta; -bunun için belki bir yüzyıl daha beklemek gerekecekse de- gelecekte Türk ve Yunan gençlerinin aynı tarih kitabını okumalarıdır. Bu tarih kitabında Osmanlı İmparatorluğu, Türk-Yunan ortak alanında Bizans ve Büyük İskender İmparatorluklarından sonra üçüncü büyük tarihsel İmparatorluk olarak yerini alacaktır. Yunanlı'nın Türk'e duyduğu ve Batılıların yayılma emellerini kolaylaştırmak üzere işledikleri nefretin yarattığı sonuç, Yunan tarihinden bu büyük Türk-Yunan İmparatorluğunun eseri olan sütunu çıkartmak ve yerine, "400 yıllık

kölelik"

adı verilen kara lekeyi bırakmak olmuştur. Geçmişte fikirlerimi yanlış anlayarak beni Türk tarihini Yunanistan lehine istila etmeye çabalayan bir Truva atı olmakla suçlayan bazı Türklerin; İmparatorluktaki Yunan payını belirtmenin Türk194

7


lerin payından bir şey eksiltmeyeceği gerçeğini anlayacaklarını çok samimi olarak umuyorum. Aksine, iki halkın geçmişte aynı kaderi paylaşmış oldukları gerçeği kavranınca, gelecekte birlikle -elbette başka tür işbirliği çeşitlerini kullanarak- yeni "imparatorluklar" kurmanın; Bölge'yi Batı emperyalizminden bir kez daha kurtararak, dünya kamuoyunda -Batılıların Sünni Arap İslâm'ının basit bir hizmetkârı konumuna indirgemeye çabaladıkları- Türklerin kültürel ve ruhani birliğe (synkretismos) yönelik yaratıcı katkısını yeniden tesis etmenin yolları önümüzde açılacaktır. Osmanlıların çokuluslu İmparatorluğu, çağımızın ikinci binyılının en önemli uygarlıklarından ve en büyük sömürgeci olmayan imparatorluklarından biri olmuştur. Bu ikinci binyıl boyunca -Habsburg lmparatorluğu'yla birlikte- tek bir hanedanın yönetimi altında en uzun süre yaşayan devlettir. Osmanlı ailesi, tahtı 1280'den 1924'e dek 644 yıl boyunca elinde tutmuştur. Batıda Habsburg hanedanı 1273'den 1918'e, Doğuda Mançu hanedanı 1644'den 191 l'e dek sürerken, Osmanlı da bu 644 yıllık dönem boyunca Avrasya kıtası "Ârabölgc'sinin biricik imparatorluğu olmuştur. Milliyetçiliğin zaferinden önceki tüm çokuluslu imparatorluklar gibi Osmanlı da nitelik olarak tek tek parçalarından farklı bir bütün idi. Bu bütünü kavramak için tüm parçalarını inceden inceye betimlemeye girişmek boşa bir çaba olacaktır. 13. yüzyılda Konya'da yaşamış olan büyük tasavvufçu Mevlâna Celâleddin-i Rumi'nin de yazdığı gibi, körlerden tanımadıkları bir hayvan olan fili tarif etmeleri istendiğinde, hortumunu elleyen bunun bir boru, bacağına dokunan bir direk, sırtına elini koyan bir taht olduğunu sanacaktır. Türk, Yunan, Ermeni, Arap, Yahudi, Balkan, Ortadoğu, Müslüman ve Hıristiyan tarihleri İmparatorluk hakkında ancak kısmi bir bilgi verecektir. Ne yazık ki bu bütünün ta12 8

rihi çok sık olarak Türk tarihiyle ikame edilmiştir. Osmanlı, kendisini önceleyen ve dönemin Batısı tarafından ısrarla "Yunan imparatorluğu" diye adlandırılan Doğu Roma (Bizans) imparatorluğu gibi kendisine "Türk İmparatorluğu" adının verilmesini kabul etmemekteydi. Gerçeklerin bu şekilde saptırılması yöntemi, çokuluslu imparatorlukların tarihini yalnız ve yalnız kendi tarihleriyle bağlantılamaya çalışan 19. ve 20. yüzyıl milliyetçilikleri tarafından da kullanılmıştır. Çağdaş federal sistemin atası olan imparatorluk, tanımı itibariyle çokulusludur. "Milli" bir imparatorluktan sözetmck, dili istismar etmektir. Her imparatorluğun örgütlenmesi, biri birliğe, diğeri çeşitliliğe yönelen iki karşıt gücün gelişimini gerektirir. Çeşitlilik içinde birlik zorunlu bir ilkedir. Bunun gerek aşırı merkezileşme, gerekse ölçüsüz ademi merkeziyet yönünde ihlali, federal ya da emperyal yapının yıkımına yol açar. Hegel, "Persler pek çok halkı egemenliklerine aldılarsa da aynı zamanda her birinin özgüllüklerine de saygı gösterdiler: Egemenlikleri böylece İmparatorluk içinde özümsenebildi" diye yazmaktadır. Demek ki hoşgörü, imparatorluk için bir ölüm kalım sorunudur ve egemen halkın ya da yöneticinin erdemleriyle ilgisi yoktur. Türk İmparator Fatih Sultan Mehmet aynı Yunanlı İmparator Büyük İskender gibi, hoşgörü ilkesini hayata geçirmiştir. Her ikisi de imparatorluğun ayakta kalmasını sağlayan temel yasayı uygulamak durumunda kalmışlardır. Aynı şekilde bu ilkenin ihlali de, yöneticilerin erdemlerinden bağımsız olarak imparatorluğun sonunu getirmektedir. III. Selim ya da II. Mahmul gibi değerli hükümdarlar 1789 ile 1839 arasında imparatorluğu kurtarmak için mücadele etmiş ama sonuç alamamışlardır. Çünkü çöküşün yasası insan iradesi dışında işlemektedir ve bu irade, çöküşü durdurmak yerine yalnızca geciktirebilmektedir.


"Byzantinoi") sözcüğü Batılıların

bir icadıdır ve biz de bunu

cahilliğimizden kabul ettik." 1872'de yayınladığı Historia tu Helleniku Ethnus (Yunan Milletinin Tarihi) adlı kitabın üçüncü cildinin girişinde Paparrigopulos şöyle yazmaktadır: "Bugün kendimize "Hellenes" ("Elenler", yani "Yunanlılar") adını vermekteyiz. Orta Çağ boyunca başrolü oynamış olanlara ise "Byzantinoi" ("Bizanslılar") demekteyiz. Ama onlar bu adlandırmayı kabul etmiyorlar, kendilerine "Romaioi" ("Romalılar", yani "Rumlar"), "Graikoi" ("Grekler") ve 11. yüzyıldan itibaren de "Hellenes" ("Yunanlılar") diyorlardı. "Byzantinoi" ("Bizanslılar") sözcüğü ise yalnızca Batı'da egemen olarak kullanılıyordu ve çeşitli aşağılama anlamlarını içeriyordu." Aslında İmparatorluğun tarihini nitelemek üzere "Byzantion" ismini ve "Byzantinos" sıfatım ilk kez, Alman tarihçi Hieronymus Wolf 1562'de -yani İstanbul'un Frenk sömürüsünden kurtuluşundan 109 yıl sonra- kullanmıştı. Bu adı, İstanbul'a Antik Çağ'da -Büyük Konstantinos M.S. 330'da şehre kendi adını vererek "Konstantinupolis" yapana dekverilen adlandırmadan almıştı. Bizans İmparatorluğu kendini hep kısaca "Roma" (yani "Rum") İmparatorluğu olarak adlandırıyordu. Yani kendini "Doğu" Roma bile kabul etmiyordu. Çünkü zihninde hiçbir zaman bir diğeri varolmamıştı. Şarlman'ın M.S. 800 yılında, sonraki binyıl boyunca "Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu" adıyla anılacak devlet kişiliğinde Roma Imparatorluğu'nu yeniden kurma iddiası Bizanslılar tarafından, barbar Frenklerin bu ünvana gayri meşru şekilde ve zorbaca sahip çıkma çabası olarak görülecekti. Frenkler ise, iğreti bir şekilde üzerlerine aldıkları ünvanı, küçümsercesine "Grek İmparatorluğu" adını verdikleri meşru sahiplerine layık görmemekteydiler. 11. yüzyılda başlayan ve Ortodoks Rumların ve Müslümanların aleyhine çalışan Katolik Haçlı Sefer12

leri, Frenklerin Konstantinupolisli Greklere (Yeni "Roma"ya) karşı duydukları nefreti büyük miktarda artıracaktı. Tüm bunların tersine, Türkler de dahil olmak üzere Arabölge'deki hiçbir halk Bizans İmparatorluğu sakinleri için kullanılan "Romaios" ("Romalı" ya da "Rum") adlandırmasının niteliğinden şüphe duymuyordu. İşte bu nedenle; a) Ege Denizinin iki yakası arasında uzanan "Rum" alanının ortak uygarlığını işaret etmek üzere, kişiler (örneğin Mevlâna Celâleddin-i Rumi) ve kurumlar (örneğin Rumi Selçuklu İmparatorluğu ya da -aynı Bizans gibi- "Diyarı Rum" adını alan Osmanlı İmparatorluğu ve "Sultanı Rum" sıfatını taşıyan Osmanlı İmparatoru) "Rum" sözcüğünü kullanıyorlardı. b) Bugün Atina'daki devletin halkı, aynı; halk kültürünü nitelemek üzere "Hellenismos" yerine "Romiosini" ("Rumluk") sözcüğünü; resmi dilin adı olan "Hellenika" ("Yunanca") yerine "Romaika" ("Rumca")'yı kullandığı gibi, resmi dilde geçen "Hellen" ("Yunanlı") sözcüğüne kıyasla "Romaios" isminin popüler eşdeğeri olan "Romios" ("Rum") sözcüğünü tercih etmektedir. Zaten bu "Romios" sözcüğü, bugün Yunanistan'da sınırlayıcı "Hellen" ("Yunanlı") terimini reddeden dinci gelenekçiler tarafından özellikle beğenilmektedir. Çünkü onlara göre, anadili ister Arapça, ister Bulgarca, isterse de Arnavutça olsun, "Rum Ortodoks" dinine mensup olduğu sürece herkes "Romios"tur. Bölgenin Batılılaşmasından önce, aynı Yunanlılar gibi Türkler de -İtalya Yarımadasını hiç de çağrıştırmayan"Rum" sözcüğünü kullanmakta tamamen haklıydılar. Ama Batılılaşmayı takiben, sanki her iki kullanım da "Rum" sözcüğünün ifade ettiğinden farklı gerçeklikleri tanımlıyormuş gibi; Anadolu'daki antik kalıntılara "Romen" ("Romalı"), Yunanistan'dakilere ise "Yunan" sıfatı eklenecekti. Örneğin bugün, Yunanistan'dan gelen Yunanlı turistler Türkiye 13


Cumhuriyetini, antik kalıntılara "Roman"

("Roma"

ya da

maktır. (Bir Fransız devlet memuru arkadaşımın

4 yıl

"Romalı") adını kasten vererek, Yunan uygarlığının niteliği-

Fas'ta görev yaptığı, dolayısıyla "Arapları iyi tanıdıği" için

ni unutturmaya çalışmakla suçlamaktadırlar. Yani Türk ve

1-ransa'n.n Ankara büyükelçiliğine tayın edildiğini anlatma-

Yunanlıları birbirlerine düşman edenin Batılılaşma olduğu

sının üzerinden çok zaman geçmedi!) Zaten karşımızda şu

açıktır. Bu sürecin sonucu olarak da iki halk karşılıklı ola-

soru da durmaktadır; Batı tarihinin hangt noktasında Tür-

rak birbirlerine; daha önce kendilerine ortak Frenk düş-

kologlar Islâmologlardan net bir şekilde ayrılmışlardır?

manlarınca takılan adları yakıştırmaktadırlar. Kanımca bu

Aynı şekilde Araplarda da "Türk" kelimesi küçümseme

sözcük savaşını durdurmanın tek yolu, Rum tarihinin içer-

anlamını içermektedir. Bu nedenle Osmanlı yönetici sınıf

diği herşey için günümüzdeki "Yunan-Yunanh"

geleneği kendini neredeyse 20. yüzyıla dek "Türk"den

terimini

çok

kullanmak olacaktır. Bizans-Osmanlı İmparatorluğunda

"Rum" saymıştır. Hatta 17. yüzyıl Mısır'ında Osmanlı yöne-

"Yunanlı "dan kastedilenin ise, salt Yunan dilini konuşanlar

tici sınıf, için "Rumi" sözcüğü kullanılırken, Anadolu'dan

değil, Hellen, Bulgar, Sırp, Romen, Arnavut, Arap, hatta

gelen ve Osmanlı seçkınlerınce yabancı (ecnebi) kabul edi-

Türk olsun, Ortodoks Hıristiyan dinine, Rum Ortodoks

en cahil köylü askerlere, "Türk" ("al-Türk")

milletine dahil edilenler olduğu belirtilmelidir. Bu kitapta

verilmekteydi 2

"Rum Ortodoks"

len "Etrak" ya da "Atrak" adı

anlamına ge-

terimini, doğrudan doğruya ve yalnızca YUNAN ALFABESİ

dinsel "millet"e işaret ettiğimiz durumlar için ayırdık. Sanki iki ayrı halk mevcutmuş gibi, Türkiye Cumhuriyeti ve Kıb-

Harfler

rıs'ın Yunanca konuşan sakinlerine "Rum", Yunanistan dev-

1 A a 2 B (3

leti yurttaşlarına ise "Yunanlı" adının verilmesi alışkanlığı, varolan karışıklığı daha da artırmaktadır.

3

Yine bu kitapla, İmparatorluğun çokuluslu karakterini

r y

Harf adları

Telaffuz

alpha beta (telaffuzu: vita). gamma (telaffuzu: ğama)

iyice vurgulamak için, Batılılar tarafından -çok sık olarak küçümseme amacıyla- kullanılan "Türk" sözcüğü yerine, sistemli olarak "Osmanlı" sözcüğünü yeğledik. Haçlı Seferlerinden beri Frenkler "Türk" ve "Müslüman"

terimlerini

birbirine karıştırmaktadır. Öyle ki, Batı üniversiteleri, Tür-

4 A S

delta (telaffuzu: dhelta)

5 E£ 6 Z Ç

epsilon zeta (telaffuzu: zita) eta (telaffuzu: ita) theta (telaffuzu: thita)

7

koloji uzmanları yetiştirmek yerine (sanki bir "Hıristiyan-

H n

8 0 6

lıkbilimci", "Fransa uzmanı"nı karşılayabilirmiş gibi, "Islâmoloji" uzmanları yetiştirmiştir. Kimi Batılı uzmanlar, "İs-

9

lâm uygarlığı" hakkında edinilecek bilginin, "Türk'Teri an-

10

l i Kk

iöta kappa (telaffuzu: kapa)

a v ğ (yumuşak bir sesliden önce ye veya sert bir sesliden önce gh) dh (İngilizce "this"deki th) e z i th (İngilizce "thank you"daki th) i k

lamaya yeteceğini düşünmeye dek gitmişlerdir. Bu anlayışın -kimilerinin halihazırda kat'ettiği- bir adım ötesi, İslâm'ın ayrıcalıklı halkı olan Araplar ile Türkleri birbirine karıştır14

2

A İ hf"

W l

lde

gy and HİS,0r

r u T 7 ; " °'° * Aheri.y; Tlıe TUrk fr°m thc A b b a s İ d s Z ^ l Modcn Egypı" tnUrnc ional Journal of Muhllc Bası Studies, no. 20, 1988, s. 177. rnanonaı 15


#

11 12 13 14 15 16 17 18

A X M|i Nv EÇ Oo n it Pp X a ç

19 20 21 22 23 24

T V O X V

T D <(> x v fin

lamda (telaffuzu: lamdha) mi ni xi omikron pi ro (r yuvarlak telaffuzlu) sigma (bir kelimenin sonundaki s) tau (telaffuzu: taf) upsilon (telaffuzu: ipsilon) phi (telaffuzu: fi) chi (telaffuzu: hi) psi ömega

Tek bir harf gibi telaffuz edilen iki harf: alpha iöta epsilon iöta omikron upsilon alpha upsilon epsilon upsilon mi pi ni tau gamma gamma gamma kappa

BİRİNCİ BÖLÜM

I m n ks o P r

İmparatorluk Sahası

s t i f h ps o e i u av veya af ev veya ef b d g g

Coğrafi

yayılış

İmparatorluk, 17. yüzyılın sonunda ulaştığı en geniş haliyle, Avrasya kıtasının batısında ve Afrika'nın kuzeyinde oldukça büyük bir bölgeyi işgal etmekteydi (Harita 1). İmpamiorlıık I"1 ir n\:i*ı Balkan, diğeri Anadolu alt-yarımadala-

Sessiz harflerin her tekrarı bir sessiz olarak telaffuz edilir, Chypre hariç.

Harıta 1 - I / yüzyılın ikinci yjınındj 16

Osmanlı

İmparatorluyu 17


nnda bulunacak şekilde, Avrasya kıtasının Avrupa Yarımadasının güney doğusunu merkez almaktaydı. Bu merkezin periferisi, ana olarak güneye (biri Arap Yarımadasına, diğeri Kuzey Afrika'ya) doğru iki yönde genişlemekteydi. İmparatorluğun ana gövdesi tek bir kıtada (Avrasya) olmakla birlikte, güney boyları, ikinci bir kıta olan Afrika'nın kıyılarında konumlanmaktaydı. İmparatorluğun deniz sahası, toplamın önemli bir bölümünü oluşturmaktaydı. İtalya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya dek tüm Yunan adalarını kapsayacak şekilde Akdeniz'in doğu yarısının tümü ve Karadeniz'in tamamı İmparatorluğun deniz sahasının merkezini oluştururken, a) Batıda Fas sınırlarına dek Batı Akdeniz'in güney bölümü, b) doğuda, Dağislaıı Kıyılarıyla birlikle Hazar Denizi'nin balı kısmının üçte ikisi, c) güneydoğudaki doğu denizlerinde, Pers Körfezi'nin balı yakası, d) yine güneydoğudaki doğu denizlerinde, Hint Okyanusu'na bakan Yemen Kıyıları, Kızıldeniz'in aşağı yukarı tamamından -yani, Aden Körfezi'ne dek lüm Arap sahili, tüm Mısır ve Sudan Kıyıları ile Etiyopya'nın kuzey bölümünden- oluşan bütün, bu merkezin periferisini oluşturmaktaydı. İmparatorluğun kıla sahası, Balkanlar ve Anadolu bölgesini merkez alırken, bunun periferisini -saat yönünde- sırasıyla; Macaristan, Romanya, Besarabya, Ukrayna, Kırım, Kafkasya, Ermenistan, Azerbaycan, Kürdistan, Lurislan, Irak, Suriye, Arap Yarımadasının kıyıları, Mısır, Libya, Tunus ve Cezayir oluşturmaktaydı. İmparatorluğun kalbi, Ege Denizi ve Karadeniz arasındaki üç büyük kentin (Selanik, İstanbul ve izmir) oluşturduğu üçgende atmaklaydı.

1H

Nüfus Kanuni Sultan Süleyman'ın saltanatının sonlarına doğru imparatorluk topraklarına dahil olan yaklaşık nüfusu biliyoruz: 16. yüzyılın yarısında, 500 bini -varoşları hariç- İstanbul'da yaşayan 22 milyon nüfus, ki bu sayı aynı yüzyılın başında yalnızca 12 milyon idi. Bu nüfus genel olarak yedi grup altında toplanabilir: a) genellikle göçebe ya da yarı göçebe dağlılar, b) ova insanları, c) adalılar, d) bozkır göçebeleri, e) çöl göçebeleri, 0 kent nüfusu, g) Hıristiyan ve Müslüman manastır nüfusu. Milliyetçilik öncesi dönemde coğrafi çevrenin ya da yaşam tarzının, bu nüfus gruplarının özelliklerinin oluşmasındaki etkisi, genellikle etnik ya da dinsel kökenden daha belirleyici olmuştur. Örneğin Epir-Arnavutluk halkı, Sünni Müslüman, Ortodoks ya da Katolik Hıristiyan olmalarına bakmaksızın, şaşırtıcı bir birliğe sahip olmuştur. Ayrıca kimi yönleriyle bu Arnavutlar, hemen yakınlarında bulunan Teselya ovaları ya da Ege adaları sakinlerindense, İmparatorluğun öbür ucunda yerleşik Kürtlerle benzerlik göstermekteydiler. İmparatorluğun 19. yüzyılda "Batılılaşması"ndan önce, ülke halkının tamamı Osmanlı (ve elbette ki Türk) adıyla anılmıyordu. İmparatorluktaki çokuluslu halkların "Osmanlı'"" adından anladıkları, etnik ya da dinsel kökeni ne olursa olsun, Osmanlı hanedanına hizmet eden yönetici sınıl idi. Osmanlı tcbası Yunan halkı, İmparatorluğun son yüzyılı boyunca ve 20. yüzyıla dek, sanki kendisi de bu adlandırmaya dahil değilmiş gibi, Osmanlı adını salt Türkler için kullanma alışkanlığını edindi. Ama böylece bu adlandırmanın gerçek anlamını da gözardı etmiş oluyordu. Bu şekilde bile, Türk halkını değil, devleli, "iktidar sahibi"ıri kastediyord u.

19


bu dönemde, yer değiştirme uygulamasının nedeni daha çok -aynı kendilerinden önce gelen Bizanslılardaki gibihalkların merkezi güce itaatini sağlamaktı. II. Justinianos döneminde (685-695 ve 705-711) Lübnanlı Mardaitler Peloponesos (Mora) ve Epiros'a (Epir) yerleştirilmişti. I. Basilios'un saltanatı (867-886) sırasındaysa Ermenistanlı Paulikianlar Bulgaristan'a gönderilmişti.1 14. yüzyılda Osmanlılar çok sayıda göçebe Türkmeni Balkanlarda yalnızca Hıristiyan direnişinin sürdüğü bölgelere yerleştirmişlerdi. Örneğin II. Murat'ın Bulgaristan'da yaptığı budur. Öyle ki, bir yüzyıldan az bir süre içinde göçebe kökenli Türkler ülkenin kuzeyinde ve doğusunda nüfus çoğunluğunu elde etmişlerdi. Daha sonra 16. yüzyıl boyunca -aynı 1571'deki fetihten sonra Kıbrıs'ta olduğu gibi- Türkmen sürgünlerinin sayısı azalırken, etnik kökenleri ne olursa olsun topraksız köylülerin sayısı, tutunabildikleri bölgelerde, artacaktır. Harita 2 - 560 yılında Bizans

İmparatorluğu.

Müslüman olsun, Hıristiyan olsun, İmparatorluğun çokuluslu halkları (Osmanlı diye adlandırılan yönetici seçkinler dışında) "sürü" anlamına gelen reaya ya da raya ortak adıyla anılırdı. Ancak İmparatorluğun çöküş dönemindedir ki, raya adı sah Müslüman olmayanlar için kullanılmaya başlandı. Devlet, Müslüman ve Hıristiyan nüfusunu resmi olarak iki gruba bölmüştü; a) kent ve köy halkı, b) göçebeler. Resmi izin olmadan bir gruptan diğerine geçilemiyordu. Osmanlı Devletinin, Bizans İmparatorluğu'nda da uygulanmış olanı andıran sürgün adlı bir politikası vardı (Harita 2). Doğudan gelen Türk göçebeler (Türkmenler) Balkanlar ve Doğu Akdeniz adalarına yerleştirilmekteydi. Yerleri değiştirilenler, "Türkleştirme" kaygısıyla seçilmiş belirli etnik gruplar değildi. Milliyetçi düşüncelerin henüz bilinmediği

16. yüzyıldaki pax ottomanica, ölümlerin azalmasıyla atbaşı giden bir doğum artışına neden olacak, demografik baskı toprak ve iş kıtlığı yaratacaktı. Köylüler kentlere yerleşmeye çabalıyordu. Devlet, kent ve köy sakinlerini (kentli ve çiftçi) aynı gruba koymuşsa da, kırdan kente göçü titizlikle kontrol ediyordu. Osmanlı yönetimi büyük kent merkezlerine yerleşmeye çabalayan köylüleri köylerine geri döndürmek için sürekli çabalıyordu. Başka topraklara yerleştirilmek üzere merkezi otorite tarafından topraklarından edilen halklar arasında Yunanlılar da vardı. Örneğin Venediklilerin sürülmesinden sonra II. Selim Kıbrıs'ı Karaman bölgesinden Ortodoks Rum aileleri göndererek nüfuslandırmaya karar vermiştir. Örneğin Kayserili ve Yunan asıllı büyük Osmanlı mimarı Sinan, çabaları sonucu, 1573'te Hı1 Ayııı şekilde Bizanslılar, Makedonya ve Trakya'nın yüz binlerce sakinini bir yandan Peloponesos'a, diğer yandan Anadolu'da Bitinya, Karadeniz ve Ermenistan bölgelerine sürmüşlerdi. 21


lıklanna bölünmesi, Arabölge gerçeğini tamamen karanlıkta bırakmıştır. Böylelikle de Avrupalı ve Hıristiyan Balkanlar ile Müslüman ve Asyalı Ortadoğu karşı karşıya kalmış oluyordu. Ama tüm çağların gezginlerinin deneyimi, ya da Boğaziçi'nin iki yakasından İstanbul yöresi halkının günlük yaşamları incelendiğinde, bu tür bir kurgunun ne denli hatalı olduğu ortaya çıkıvermektedir. Öte yandan, bu kurgunun yarattığı politik ve felsefi sonuçlar korkunç olmuştur: Türk'ün Asyalı ve Müslüman olarak Avrupa'da, Yunanlı'nın da Hıristiyan ve Avrupalı olarak Asya'da meşru bir yerinin olmadığı kabul edilmiştir. Daha eski kitaplarımda, iki ana konu hakkında net bir konum almamıştım; a) Batı hangi tarihsel momentte doğmuştu? b) Batı, Batı-dışı bütüne kıyasla üstün müydü, değil miydi? Sygkritike Histoı ia Hellados hai Tourkias ston 20o aiona (20. yüzyılda karşılaştırmalı Türk-Yuııan Tarihi) adlı kitabımın 1978'deki ilk baskısının (Atina, Hestia) girişinde (s. 15) şunları yazmıştım; "Batımerkezcilik, yüzyüze duran bu iki dünya arasında eski ve yeni, ilerleme ve tepki karşıtlıkları temelinde bir mücadele tahayyül etmiştir. Oysa gerçekte, farklı momentlerde yaratılmış ve birinin diğerinden üstün olması gerekmeyen bu iki eski uygarlık arasında çok daha binyılhk bir çarpışma mevcuttur. Her zaman Doğu'nun Batı'ya üstün olduğunu, ya da bunun tersini iddia edenler çıkmıştır." Son kitaplarımda ise, şu şekilde özetlenebilecek bir konumu benimsedim: Batı, tarihi boyunca iki görünüm arzetmiştir: Rönesanstan önceki birincisinde, halen Avrasya'nın geri kalanında geçerli olan ilkeleri takip ediyordu. Batı'nm yüzyıllar boyunca yavaş yavaş gelişen Rönesans sonrası ikinci görünümü ise nihai olarak, çağımızın 15. yüzyılında İtalyan Rönesansı adı verilen olgu sayesinde zafere ulaşacaktı. Dünyanın geri kalanına zorla ihraç edilen, Üçüncü Dünyalılaşmayı yaratan ve yeryüzünün tümünde o ana dek 12

geçerli olan değerlere dayanan "küresel köy"ü yıkan, Batılılaşmanın bu ikinci görünümü idi. Tıpkı bir kanser gibi, gezegenin toplumsal dokusunu çürüterek yerine, insanları birbirinden yalıtan bir bireyciliği yerleştirmiş ve dünya kapitalizminin büyük kent sakinlerinin yabancı olmadığı bir "kalabalık içinde yalnızlık" olgusunu yaratmıştır. Ulaştığı teknolojik düzey dünya çevresini saniyede dolaşmasını sağladıysa da, kapitalizm, vaatlerinin tersine "küresel köy"ü yaratamamıştır. Aksine, kendisinden önce varolan küresel köyü yıkarak, Batı-Doğu karşıtlığını ortaya çıkarmıştır. Batı'nm düşkün bireyi, aşırı romantizminin ürünü olarak nostaljik Doğu efsanesini yaratmıştır. Bu ise, bilime aykırı bir mistisizmin sığmağı olmaktan ibarettir.3 Antik Çağ Yunanlılarının algılayışında, Avrupa ve Asya kavramları Yunan dünyasının iki bileşeni idi, Avrupa, Ege Denizinin batısındaki, Asya ise aynı denizin doğusundaki Yunan sınırına dayanıyordu. Zaten Antik Yunan mitolojisinde Avrupa, boğaya dönüşmüş Zeus'ün sırtında Asya'dan (Lübnan) Girit'e gelen bir genç kız görünümünde tasvir ediliyordu. Yani, Asya-Avrupa karşıtlığı değil, sentezi sözkonusuydu. Aristo, M.O. 6. yüzyılda Yunanlıların karakterinin bir Avrupa-Asya karışımı olduğunu ifade ediyordu. Emile Dermenghem, Mohamet et la Tradition Islamic/ue ("Muhammed ve İslâm Geleneği") adlı kitabında M.S. 7. yüzyılda Kur'ân'm İslâm'ı bir "ara-cemaat" olarak sunduğunu hatırlatıyordu.4 Lübnanlı tarihçi Jawad Boulos, 5 ciltlik eseri Les Peuples et les Civilisations du Proche-Oıient ("Yakındoğu'nun Halk ve Uygarlıkları")'nda, Asya ve Avrupa

3 Bu konuda örneğin bkz. Raymond Schwab, La Renaissance Orientale (Doğu Rönesansı), Paris, 1950; Waltcr Schubart, LEurope et VAmc de l'Orient (Avrupa ve Doğu'nun Ruhu), Paris, 1949; Jean-Claude Berchet, Le Voyage en Orienl (Dogu'ya Yolculuk), Paris, 1985). ' 4 Paris, Seull, 1955, s. 87. 25


arasında bir ara-dünya olarak tanımladığı bölgenin tarihini bu perspektifle yazmaya çalışmıştı.5 Arabölge kavramım kesinlikle öznel ve keyfi bir düşünce değildir. 19601ı yılların sonlarında ilk yazılarımda tamamen nesnel bir temel üzerine inşa ettim. Avrasya'nın Doğu ve Batı olarak ikiye bölünmesi beni şaşkınlığa düşürmüştü. Bu iki dünya arasında çizilen sınır ise bir yazardan diğerine büyük farklılık gösteriyordu. Bu nedenle benden önceki yazarların Doğu ve Batı'ya biçtikleri alanları haritalar halinde sınıflandırmaya koyuldum. Tüm haritaları şeffaf bir kâğıt üzerine yerleştirdiğimde ise, Batı ve Doğu'yu ayıran sınırın her zaman Adriyatik Denizi ile İndüs İrmağı arasındaki bir yere çiziliyor olduğunu anladım. Bir diğer deyişle, hiçbir yazar İtalya'nın Batı'ya, Hindistan'ın da Doğu'ya ait olmadığını iddia etmiş değildi. Oysa Yunanistan'ı Batı'ya ve Doğu'ya, Pakistan'ı da yerine göre Batı'ya ve Doğu'ya yerleştirenler çıkmıştı. Aynı şekilde, Batı uygarlığının savunucularından Fransız akademisyen Georges Duhamel şu satırları yazmaktadır: "Balı adını verdiğimiz uygarlık, bir yanda (Mısır'ın güneyinden geçen) yirminci ve (İskandinavya'yı da içeren) yetmişinci kuzey enlemleri, diğer yanda da (Pakistan'ın batı sınırlarını kat'eden) altmışıncı doğu ve (İzlanda'ya dek) onbeşinci batı boylamları arasında, kendisini muazzam miktarda kemirmiş olan Amerika'ya göç olayına rağmen yaşamış, acı çekmiş ve çalışmış çok sayıda halkın eseridir."6 Daha sonra, Aclriyatik-lndüs arası bu mekânda yaşayan halkların edebiyatlarını inceledim. Bu bölgenin Yunanlı, Arap, Türk, İranlı ya da Rus tüm yazarlarının, kendi uygarlıklarını Batı ile Doğu arasında bir "köprü" olarak sundukları ve bu "köprü"lük görevinin, uygarlıklarına karşı oldukı l.a Haye, Moutoıı, 1961-1968, cilt 1, s. 50 6 I.ıi Turquie Nouvelh, Puissance d'Occident ("Yeni Türkiye, Batılı Güt;"), Paris,

ları komşularmca da değil, yalnız ve yalnız kendi miletlerince görülüyor olduğu konusunda kararlı oldukları ortaya çıktı. Örneğin Rus filozof Nikolay Berdaiev, 1946 tarihli Russkaia Idea adlı eserinde, Rusların ne saf birer Avrupalı ne de Asyalı sayılabileceğini, Rusya'nın daha geniş bir "Batı-Doğu" olduğunu yazmıştı. Bir diğer deyişle, yukarıda bahsettiğim yöntem sayesinde çizdiğim Batı ve Doğu'nun uç sınırları ile, aynı sınırlar dahilinde bulunan halkların edebiyatları arasında mükemmel bir uygun düşme ilişkisi saptamıştım. Bir diğer tespitim ise, aynı mekânın ana olarak iki dinin; Ortodoks Hıristiyanlık ve Sünni İslâmlığın egemenliğinde bulunduğu idi. Bu ikili ile birlikte, ikincil olarak, Ermeni Ortodoksluğu, Musevilik ve Şii İslâmlığı da mevcuttu. Aynı sorun özelinde, büyük Fransız tarihçi Fernand Braudel, Batı ve Arabölge (ki Braudel buna 'Doğu" adını vermektedir) arasındaki uygarlık sınırı bölgesi olarak dikkati Yugoslavya'ya çeker, Zagreb ile Belgrad arasındaki bir hattın her zaman Katolik Hırvatları Ortodoks Sırplardan ayırmış olduğunu yazmaktadır. Benzer soruna, Arabölge'nin diğer ucunda bulunan ve İndüs İrmağının oluşturduğu uygarlık sınırının üzerinde kurulu olması nedeniyle Doğu'nun Yugoslavya'sı adını verebileceğimiz, uzun vadede eski Yugoslavya'nın kaderini yaşayabilecek olan Pakistan'da rastlıyoruz. Çünkü İndüs İrmağının batısında, İran uygarlığının iki eyaleti olan Beluci ve Baştunlar, doğusunda ise Hint -dolayısıyla Doğu- uygarlığına ait Pencap ve Sind eyaletleri bulunmaktadır. Dinsel açıdan ise, Arabölge'nin doğu sınırı, (Arabölge tarafına ait) İslâm ile, (Doğu tarafına ait) Hinduizm ve Budizm arasındaki ayrım hattı olarak tanımlanabilir. Elbette ki bu, Doğu mekânında İslâm'ın, Batı mekânında da Hıristiyan Ortodoksluğun varolmadığı anlamına gelmez, Endonezya'daki İslâm ve Kuzey Amerika'daki Ortodoksluk buna

Mercurede France, 1954, s. 10.

26

27


kanıttır. Ayrıca, Avrasya'nın bu üç gezegeni arasındaki uygarlık sınırlarını, kesin ayrım hatları yerine, birer basamak, yani aşamalı geçiş noktaları olarak algılamak daha doğru olacaktır. Örneğin Yunanistan'ın iyon adaları önemli ölçüde İtalyan, Sicilya da aynı şekilde Yunan karakteri arzetmektedir. Benzer şekilde, Güney İspanya'da Müslüman Fas'ın ruhu, Kuzey Fas'da ise ispanyol ruhu hissedilmektedir. Benzer bir uygarlık farklılığına da Çin'de rastlıyoruz: Türk ve Müslüman Sinkiang (Sincan-Doğu Türkistan) Arabölge'ye dahil olurken, Budist Moğolistan Doğu'dadır. Batı sınırına bakıldığında ise, Katolik Polonya'da -aynı Katolik Macaristan'da olduğu gibi- kendini Ortodoks ve Müslüman "Doğu"ya (Arabölge'ye) karşı Katolik Batı'nın öncü gücü addetme bilincinin varolduğunu tarih bize göstermiştir. Amerikalı profesör Piotr Wandyez ise, Soviet-Polish Relations, 1917-1921 ("Sovyet-Polonya İlişkileri, 1917-1921") adlı kitabında,7 Polonya ve Rusya arasındaki binyıllık çatışmanın ancak Doğu-Batı karşıtlığı bağlamında anlaşılabileceğini, çünkü Polonya'nın doğu sınırlarının aynı zamanda Katolik Avrupa'nın sınırları olduğunu yazıyordu. 1896'da Rus bilgin Nikolay Yakovleviç Danilevski, Dostoyevski'de hayranlık uyandıran Rusya ve Avrupa, Slavlar ve Cermen-Latin Dünyası Arasındaki Uygarlık ve Politika ilişkileri Üzerine Araştırına adlı kitabında; Doğu sorununun, ikibin yıldır süren ve Yunan ile Roma uygarlıklarını birbirlerinin karşısına çıkartmış olan mücadelenin tanınması olduğunu yazıyordu. Almanlar, Romalıların (Batı'nın), Slavlar da Yunanlıların (Doğu'nun) mirasçılarıydılar. Danilevski, Türklerin Balkan fethi esnasında kurtarılmış olmasaydı, Doğu Yunan uygarlığının Cermen-Latin uygarlığı içinde eritilebileceğini de sözlerine ekliyordu. Danilevski'nin yurttaşı Vladimir Soloviev, 1883'de kaleme aldığı La Grande

Controverse et la Politique Chretienne (Orient-Occident) ("Büyük Tartışma ve Hıristiyan politikası (Doğu-Batı)") adlı kitabında, Hıristiyanlığın, (mutlak arayışı, tinsellik, hoşgörü ve tinsel özgürlük, istikrar, yani sürekli uyum sayesinde elde edilen ilerleme kavramlarıyla nitelenen) Doğu ile (hareket, maddi uygarlık, tinsel hoşgörü ve maddi özgürlük, hareket sayesinde elde edilen ilerleme kavramlarıyla nitelenen) Batı arasındaki çelişkiye bir çözüm getirebileceğini düşünüyordu. Çelişkinin, Soloviev'in theandrismos (Yunanca'da Tanrt-lnsan anlamına gelen sözcük) adını verdiği bu diyalektik şekilde aşılması, Tanrı (Doğu) ve İnsan (Batı) arasında kurulan bu birlik, ifadesini İsa'nın kişiliğinde buluyordu. Soloviev'in düşü, Rusya'nın Batı'yla Doğu'yu uzlaştırdığını görmekti. Saint-Petersburg Üniversitesi'nde görevli Profesör Vladimir Lamasky 1886'da Venedik'e giderek cumhuriyet arşivlerini incelemişti. Rusya'ya 1884'de Les Secrets d'Etat de Venise ("Venedik Devletinin Sırlan") başlığıyla yayınlayacağı belgelerle dönecekti. Lamasky, Batı'nın hoşgörüsüzlüğünü belgeleriyle ve tüm açıklığıyla kanıtlıyor, kitabının "... Avrupalılarda yaygın olan, Hıristiyanlık tarihinde yaşanmış barbarlıkların menşeini öğrenmek üzere Avrupa tarihinin unutulup Rus ve Bizans İmparatorluklarının geçmişlerinin incelenmesi gerektiği kanısının değişmesine katkıda bulunmasını" istiyordu.8 Lamasky'nin belgelerin yayımından önce yeralan uzun önsözü, dönemin Rus aydınlarının zihniyetini karakterize etmektedir. Yazar, sürekli olarak "bizim Doğu"muz olan ve Türklerin Batılıların açgözlülüğünden kurtardıkları "YunanSlav dünyası"ndan bahsetmektedir. Bu dünya, "ne Avrupa, ne de Asya sayılmalıdır."9 Lamasky bu dünyanın sınırları içi8 Giriş, s. VIII.

7 Harvard Uııiversity Pıess, 1969 28

9 s. XIX. 29


ne Katolik Slavların olduğu bölgeleri dahil etmemektedir. Çünkü bunlar, "çok fazla Avrupaiılaşmış, yani Latinleşmiş ve Cerınenleşmiştlrler. Bunun için Yunanlıların kökenini RomaCermeıı ve Latin-Protestan sayılması gereken Batıya indirmemeliyiz"10 Avrasya sakinleri tüm bu dönem boyunca bu gerçeğin bi1 incilideydiler. Bu, ikumeni bilinciydi. Yani, mekânlarını bir ikumeni (evren); dış dünya ile ilişki kurmaya (ki örneğimizde bu dış dünya Avrasya'nın diğer iki u gezegeni"ydi) ihtiyacı olmayan bir "gezegen" gibi kendine yeterli görüyorlardı. Yine de birbirlerine bağımlı olmayan bu üç "gezegen", aynı değerlere sahiptiler ve aynı gezegen sisteminin parçasıydılar, yani birbirlerinin varlıklarını dışlamıyorlardı. Nasıl ki Dünya gezegeninin yaşaması Mars ya da Venüs gezegenlerinin yokolmasına bağlı değilse, bu gezegenlerden de birinin yaşaması için diğerinin yokolması gerekmiyordu. İşte İtalyan Rönesansının çağımızın 15. yüzyılından itibaren yıkmaya başladığı "küresel köy" sistemi bu idi. Sakinleri için Arabölge'nin merkezi her zaman Ege Denizi, daha kesin bir tanımlamayla da Boğazlar ve istanbul olmuştu. Diğer iki gezegenin merkezleri ise Balı'da Roma ve Viyana, Doğuda ise Sarı Nehir (Hoang-Ha) havzası ve 13. yüzyıldan itibaren de Pekin olmuştu. Her üç uygarlık bölgesi politik ifadesini Batı'da Kutsal Roma Cermen İkumeni İmparatorluğunda, Arabölge'de Bizans-Osmanlı İmparatorluğunda, Doğu'da da Çin İmparatorluğunda bulmuştu. Tüm bu ikumeni imparatorluklarının politik tutkusu, kentli uygarlık bölgesinin tamamını kaplamak idi. Bu ideale ise hiçbir zaman ulaşılamayacaktı. Bu şekilde Arabölge'nin merkezinde İkumeni İmparatorluğu, çevresinde ise Arap, İran ya da Rusya gibi birçok devlet bulunmakta, bu devletler merkezden mirası devralmak istemekteydiler. Çünkü 10 s. XV111-XIX. 30

bir uygarlık bölgesinde ancak tek bir ikumeni imparatorluğu yeralabilirdi. Doğu'da Japon Çevre İmparatorluğu, Çin İkumeni İmparatorluğundan mirası devralmak isterken Balı'da ise I. François'nın Fransa'sı, mirası Charles Quint'in Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun elinden almak istiyordu. Daha önceki çalışmalarımda, bir uygarlık bölgesini kapsadığı sahanın her zaman İkumeni İmparatorluğu'nun işgal ettiği sahadan daha büyük olduğunu, çünkü imparatorluğun hiçbir zaman kendi idaresi altına bölgenin tamamını alma rüyasını gerçekleştiremediğini açıkça vurguladığımı umuyordum. Oysa bazı okurlarımın bunu iyi anlayamadıklarını ve Arabölge mekânını Osmanlı İmparatorluğu'nun mekânıyla karıştırdıklarını gözlemliyorum. Örneğin Fransız tarihçi Gilles Veinstein şöyle yazmaktadır: "Osmanlı imparatorluğu (...) Uzakdoğu ve Batı Avrupa arasındaki bölgenin, -Dimitri Kitsikis'in terimini kullanmak gerekirse- "Arabölge"nin hemen hemen tamamını kapsamaktadır."" Oysa Osmanlı İmparatorluğu içinde bulunmadan da Arabölge'ye dahil olunabilir. Bunun ayırdına varmak, Arabölge'nin dış ve iç düşmanları arasındaki temel farkı koymaya yarar. Frenklerin Ortaçağ'da yaptıkları Haçlı Seferleri, dünyaya diğer gezegenlerden yapılacak bir çıkartmayla kıyaslanabilirken, İmparatorluğa karşı Arapların, iranlıların ya da Rusların açtıkları savaşlar Arabölge içinden gelen saldırılar olarak görülmelidir. Sonuç olarak, Batı tarihyazımmın yaptığı gibi, Osmanlı lmparatorluğu'na karşı 19. yüzyılda ortak sefer düzenleyen Ruslar, İngilizler ve Fransızları "büyük güçler" ortak başlığı altında toplamaya çalışmak hatalıdır. Çünkü İngiliz ve Fransızlar kendilerine yabancı olan bir gezegeni sömürgeleştirmek amacını güderlerken, Rusların istanbul'u ele geçirmek suretiyle İmparatorluğun mirasını elli

Histoirc de İEınpire Otlaman ("Osmanlı İmparatorluğu'nun Tarihi"), Robert Mantran yöneliminde, Paris, Fayard, 1989, s. 160. 31


de etmeye çabaladıkları Osmanh-Rus çatışması bir Arabölge "içsavaş"ı olarak görülmelidir. Sonuç olarak, Avrasya'daki üç gezegenin işleyiş mekanizmasını "icat etmiş" değilim. Doğu ve Batı arasında saklı bir gezegeni "keşfetmiş", ona "Arabölge" adını vermiş ve diğer ikisine göre onun işleyişini açıklamış olmakla yetiniyorum. Osmanlı toplumunun sentezlenmesi eğilimi, Müslüman olsun, Hıristiyan olsun bölgenin pek çok düşünürü tarafından ele alınmıştır. Bunlar arasında, 15. yüzyılın başında yaşamış olan Müslüman Türk hukuk bilgini Simavnalı Şeyh Bedrettin ve yandaşlarını, popüler İslâm'ın dervişlerini, 14. yüzyıl ortasında Tesaloniki (Selânik) başpiskoposluğu yapmış olan Yunanlı Aziz Grigorios Palamas tarafından korunan, çöl kilise babaları geleneğinden gelen ve "hesyhasmos" adlı bir tür Hıristiyan yogasını uygulayan kimi Hıristiyan keşişlerini sayabiliriz. Özellikle Palamas Müslüman Türklerle dinsel görüşmelerde bulunarak onlarla iman düzeyinde uzlaşmaya varmayı arzulamıştır. Ama Helenotürkizm ideolojisinin temellerini atan, 15. yüzyılın ünlü Yunanlı filozofu Georgios o Trapezuntios (Trabzonlu Georgios, 1395-1484) olacaktı. Arabölge için başat bir olgunun; 11. yüzyıldan itibaren Helenizm ve Türklüğün birarada yaşaması ve karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde bulunması olgusunun farkına varan Trabzonlu, bir Türk-Yunan politik birliği tasarısını şekillendirmiştir. İdeolojiler üzerine yaptığım çalışmalarda12 bir ideolojiden söz edebilmek için, onu destekleyen bir halkın varolması gerektiğini, yoksa kavramın düşünce düzeyinde kalacağını belirtmişlim. Öte yandan, ideolojilerin oluşması; 15. yüzyılda meydana gelen ve dinle bilimi ayırmasından dolayı, temel bir toplumsal doku olarak dinin aşamalı bir şekilde dü12 Özellikle bkz. Dimim Kitsikis, "Le Natioııalisme" ("Milliyetçilik"), Etudes Intemationales, Quebec, Eylül 1971, s. 347-370. 32

şüşüne neden olan italyan Rönesansı sonucunda ortaya çıkan Batı kaynaklı bir olgudur.13 Fatih devrindeki, Batılı olmayan imparatorlukta herhangi bir ideolojiden değil, yanız dinden bahsedebiliriz. Ya da doğrusu, Yunan kesiminde olduğu kadar Türk kesiminde de Hıristiyanlık-lslâmlık sentezi fikri halkın bilincinde büyük ölçüde yer edinmişti diyebiliriz. Ancak İmparatorluğun Batılılaşması iledir kı Helenotürkizm dinsel niteliğini yitirerek ideoloji haline gelmiştir. Trabzonlu bilgin, kentin düşüşünün üzerinden iki ay bile geçmeden, Temmuz 1453'de Fatih'e gönderdiği Peri tes aletheias tes ton ehristianon pisteos (Hıristiyan inancının gerçeği üzerine) başlıklı çalışmasında, ona Hıristiyanlık ile İslâm arasında hiçbir derin farklılık bulunmadığını, yani böylelikle iki dini İmparatorluğu bünyesinde eşit koşullarda birleştirmesinin çıkarına olacağını kanıtlamaya çalışmıştı. Ona göre her iki dinin bilginleri bir kongrede bir araya getirilerek tartıştırılmalı, sentez de bu tartışmadan doğmalıydı. Arabölge'nin açıkgörüşlü ve sentez yeteneği yüksek olan değerli hükümdarı II. Mehmet Trabzonlu bilginin tavsiye mektubunu tamamen uygulayamasa da (acaba ulemanın başkaldıracağından mı çekiniyordu?) özünü kabul etmiş ve 19. yüzyıla dek İmparatorlukta büyüyerek sürecek olan Türk-Yunan ortak egemenliğinin temellerini atan bir girişimde bulunarak Ortodoks kilisesine ayrıcalıklar vermiştir. Batı, Trabzonlu'yu çok sert bir şekilde eleştirecekti. O, yerleşmiş olduğu İtalya'da Papa II. Paul'un (1464-1471) lalalığını yapmış ve büyük saygınlık kazanmıştı. Latinceyi Yunancadan daha iyi bildiği için, Yunanlıdan çok bir Batılıyı andırıyordu. 1465'de Papa tarafından durumu yerinde incelemek üzere İstanbul'a gönderilmiş ve bunun yerine, Sul13 Bkz. Dimitri Kitsikis, Greek Synthetic Thought. An Oppositicm ,c Wslan Dıvısıon Thought of tlıe R enaissance ("Sentezcı Yunan Düşüncesi Batının Bölücü Rönesans Düşüncesine bir Muhalefet"), San Fransisco Baktiveılama lııstitute, 1988 33


lan a İtalya'ya saldırmasını salık vermişti. Roma'ya dönüşünde ihanetle suçlanarak tutuklanacak ve hapsedilecekli. Aslında Georgios o Trapezuntios (Trabzon asıllı olmasına rağmen) bir Giritli idi. 1204'den başlayarak iki yüzyıldır Venedik işgali altında bulunan Girit'te dünyaya gelmişti. Venedik sömürüsü o düzeydeydi ki, diğer Yunanlılar gibi Giritliler de Türkleri kurtarıcılar gibi görüyorlardı. Trabzonlu'nun şansı yardım edecek, kendisini koruması altına alan bir Venedikliyle birlikte 30 ya da 35 yaşındayken (tam olarak bilinmiyor), İtalya'ya gidecekti. Burada ünlü bir öğretmen olacak ve kendisini filozof olarak gösterecekti. Sert karakteri onda, yurdunu Frenk işgali altında görmekten yaralanmış, kendini üstün gören bir mizaç oluşmasına neden olmuştur. Benlik duygusu çok gelişmişti ve tanıdığı tüm insanlara karşı duyduğu sevgi ya da nefreti aşırı bir şekilde ifade ediyordu. Düşüncelerini tutkuyla savunuyordu. Daha sonra Papa olacak Venedikli Pietro Barbo'ya hizmet ediyorsa da, Sultan karşısında ona hizmet etmemesi için hiçbir neden yoktu. Yunanlıların büyük çoğunluğu için Frenkler fatih, Türklerse kurtarıcıydılar. Georgios'un gençliğinde Türklerden pek hoşlanmadığı doğrudur. 1439'da Bizans İmparatoru tarafından, Katoliklerle birleşme amacını taşıyan Floransa Synodosuna danışman olarak seçilecekti. Diğer danışmanlar gibi o da birlik andını imzalayacaktı. Ama kızgın Rum halkı, Batı karşısında verilmiş bir kapitülasyon olarak gördüğü anlaşmaya karşı ayaklanınca, diğer bilginlerle birlikte halkın iradesine uyacaktı: Roma'yla birlik anlaşmasını imzalamış olmalarına rağmen, Bizans İmparatoruyla birlikte 1439'da Floransa'ya giden dört bilginden üçü Türk yanlısı olacaktı. Trabzonlunun dışında (Gennadios adıyla da bilinen) Georgios Sholarios birlik karşıtlarının başına geçerek kesiş olacaktı, istanbul'un fethinin hemen ertesinde arkadaşı II. Mehmet, Sholarios'u Ikumeni Patriği 34

seçecekti. Ayrıca bu bilginler arasında Sultan'ın yakınlarından olacak Georgios Amoirtzes de vardı. Ama Georgios o Trapezuntios'un gençliğinden itibaren temelde Batı karşıtı olduğunun delili, anti-Platoncu tavır alışıdır. Her zamanki tutkusuyla, idolü Aristoteles'i "doğanın meleği" ilan ederek, ondaki Platon nefretini takip edecekti. Trabzonlu'nuıı en büyük düşmanı ise, Latin yanlılarının en temsil edici şahsiyeti olan Platoncu Georgios o Gemistos idi (Plethon adıyla da bilinir). Plethon'un (yaklaşık'1355-1451) gençliğinde, 1361'de Osmanlı başkenti olmuş olan Edirne'de I. Murat'ın sarayında bulunduğunu belirtmek gerekir. Burada, Bizans imparatoru Andronikos IV Palaiologos'un (1376-79) Osmanlılarla giriştiği işbirliğine, Türklerin hoşgörüsüne tanık olmuş, çoktanrılı Yahudi Elisaios'un İran Zerdüştlüğü üzerine verdiği derse katılmış ve Türk-Yunan işbirliği tasarılarının tümü hakkında bilgi sahibi olmuştu. Ne olursa olsun, Trabzonlu-Plethon saflaşmasında felsefe, politik tavır alışın bahanesidir. Bu gerçeği Trabzonlunun II. Mehmet'e yazdığı ikinci mektup (1466) hakkındaki kaygılarını şu cümlelerle dile getiren Alman tarihçi Franz Babinger anlamamış gözükmektedir: "(mektup)... Bizarısın son döneminin en büyük bilgini olan Georgios Gemostos Plethon'a sert bir saldırıyla başlamaktadır. (...) Trabzonlunun öfkesi (...) ona göre Platonculuğun gülünç boş inançlarını kabul etmiş olan bu bilgine patlamıştı." Babinger burada "felsefi tutarsızlıklar" varolduğunu söyleyerek satırlarına son veriyor.14 Arabölge'nin Bizans'tan sonraki biricik İmparatorluğu olan Osmanlı, -Viyana ve Pekin'deki benzerleri gibi- "evrenselliğe" yönelmişti. Trabzonl u Georgios bu evrenselliği, Fatih Sultan Mehmet'e yazdığı ikinci mektupta şöyle dile getirmekteydi: 14 Franz Babinger, Muhamcl 11 le Corıquerant et son temps, 1432-1481 ("Fatih II. Sultan Mehmet ve Devri, 1432-1481") Paris, Payot, 1954, s. 299-300. 35


"Bileğinin hakkıyla Romalıların (Bizanslıların) İmparatoru olduğundan kimsenin şüphesi yoktur. Zira, İmparatorluk başkentini kanuni olarak elinde tutmaktasın. Çünkü Roma (Bizans) İmparatorluğunun başkenti İstanbul'dur Bu kenti elinde hakkıyla tutan kişi, İmparatordur. Sözünü etliğim taht, kılıcın sayesinde, insanlar değil Tanrı tarafından sana bahşedilen bir tahttır: Yani sen, Romalıların meşru İmparatorusun... ve Romalıların İmparatoru olan, aynı zamanda yeryüzünün de İmparatorudur."15 Osmanlı uygarlığının önemli ölçüde sentezci yapısı, kullanılan dilde de kendini göstermekteydi. Osmanlı imparatorluğunda 1839'a dek, tek bir derlenmiş ve resmi dil yoktu, ve Türkçe, Yunancanın Bizans lmparatorluğu'nda, Arapçanın Arap devletlerinde ve Farsçanm İran lmparatorluğu'nda yüklendikleri belirleyici role sahip değildi. Köylüler tarafından konuşulan Türkçenin hiçbir soyluluk ifadesi yoktu. Gölge oyununda halk karakteri Karagöz Türkçe konuşurken, kendisine replikleri veren ve kültürlü-resmi karakteri temsil eden Hacivat, Karagöz'ün ve seyircilerin anlamadığı, bu nedenle de alaylı kahkahalar kopartan Arapça sözcükler kullanmaktadır. Köylülerin dili olan Türkçenin yanı sıra, İmparatorluğun çokuluslu burjuvazisi tarafından kullanılan ticaret dili Yunanca da mevcuttu. Yani, bir yanda İmparatorluğun alt tabakası tarafından, köylülük düzeyinde Türkçe, Arapça, Bulgarca, Yunanca vb. ulusal diller kullanılırken, diğer yanda da, burjuvazi düzeyinde Yunanca yaygındı. Yönetici sınıfının nüfuzlu geleneksel aydınları (mandarinat) (ulema sınıfını oluşturan dinsel nitelikli devlet bilginleri) mesleki dil olarak klasik Arapçayı kullanmaktaydılar. Yüksek eğitim kurumu olan medreselerde (ki bugünün orta ve üniversite öğretim derecelerine denk düşmektedir) sade15 Zikreden, Babinger, a.g.e., s. 299.

36

ce Arapça ve Farsça öğretilmekteydi ve Arapça olan Kur'ân'ı Türkçeye çevirmek yasaklanmıştı. Tüm bunlarla beraber, imparatorluğun egemen halkının Türkler olmasından ötürü, Arapça, Farsça ve Türkçenin karışımı halinde yüzyıllar boyunca biçimlenen ve 1839'da Tanzimat reformlarının gerçekleştirildiği süreçte resmi dil konumuna yükselen Osmanlıca olgusu da ortaya çıkacaktır. 185i'de tarihçi Ahmet Cevdet Paşa (1822-95), Tanzimatçı ve gelecek günlerin başveziri Mehmet Fuat Paşa'nm (1815-69) katkısıyla Osmanlıca dilinin ilk gramer kitabını yayınlayacaktır.16 imparatorluğun parlak dönemlerinde (16. yüzyıl) Osmanlı salt Arabölge'nin merkezini elinde tutmakla kalmıyor, başkenti istanbul, bölgenin en önemli kültür merkezi haline geliyordu. Bu dönemde Arap ve İran ülkelerinde sanatsal ve entelektüel yaratı tam bir çöküş halindeydi. "Uygarlık ışığı" İstanbul'dan gelmekteydi. "Osmanlı tarzı", ikumeninin dört bir yanma -Balkanlarda ya da Bağdat, Halep, Şam, Kahire, Tunus ve Cezayir'de yayılıyordu.

Dört

"Millet"

Ulusçuluk öncesi dönemin devleti olan Osmanlı lmparatorluğu'nda modern ulus tanımı bilinmemekteydi. Toplumun tüm örgütlenmesi -aynı öncülü Bizans'ta olduğu gibi- din üzerinde kuruluydu. Yine de imparatorlukta başlangıçtan itibaren süren ikili yapı, "millet" adıyla anılan sistemi doğurdu.17 16 Günümüzde, seçkinlerin dilinin evrimini, 15. yüzyılın sonuna dek süren eski Osmanlıca, 1839'a dek süren klasik Osmanlıca ve yeni Osmanlıca ya da tam olarak Tanzimat ile başlayıp yerini Türkçeye bıraktığı 1912'ye dek süren dönemin Osmaıılıcası olarak ayımla alışkanlığı edinilmiştir. 1932 yılında sözlükIcrdeki öztiirkçe sözcüklerin oranı hâlâ yalnızca yüzde 38 idi. Hu oran 1972'de yüzde 72'ye ve yazılı Türkçede de yüzde 80'e yükselmişti. 17 Buradaki millet, dinsel millet anlamındadır. 37


194

Sıkça yazıldığının aksine, daha doğru bir şekilde "korporatif devlet" olarak adlandırılabilecek Osmanlı İmparatorluğu'na 'azınlık' kavramı tamamen yabancıydı. "Cemaat" fikrinin merkezilıği temelinde, meslek birlikleri (esnaf) ya da dinsel cemaatler, İmparatorun yönetmek için kullandığı toplumsal örgütlenmenin dokusunu oluşturuyorlardı. İmparator için kendini bu gruplardan herhangi biriyle özdeşleştirmek çıkarına değildi. Bunlardan birinin mahkûmu haline gelmektense, "taraflar üstü" kalması lehineydi. Özellikle kendini "tarafın başı" haline getirecek Sünni Müslüman grubuyla özdeşleştirmek "politik açıdan" oldukça ihtiyatsızca olacaktı. Zaten Osmanlılar başta Sünni değillerdi ve daha sonra Alevilik adı verilecek heterodoks bir İslâm'ın izleyicisiydiler.

Oldukça yaygın bir diğer hata ise, "millet" teriminin yalnızca gayrimüslim halklar için kullanıldığı düşüncesiydi. Halta, terimin özellikle Müslümanları nitelemek için kullanılmış olmasına rağmen, bir Müslüman milletinin olmadığı bile öne sürülmüştür. Ama, "Millet genelde gayrimüslimleri nitelemiyordu... Terimin Tanzimat döneminden önceki en yaygın kullanımı zımmiler karşısındaki Müslüman cemaatini ifade ediyordu."18 İstanbul'un fethinden hemen sonra, 1454 başında II. Mehmet İmparatorluğun sacayaklarından birini oluşturan Yunanlılar lehine millet sistemini oluşturacaktı. Bu şekilde kurulan ilk millet, Yunan milleti idi. O dönemde çok az sayıda olmaları nedeniyle 1454-55 yıllarına doğru oluşturulan Yahudi milleti ise arşivlerde daha az göze çarpmaktadır. "Eclirne'dekiler dahil olmak üzere kırktan fazla kentteki Yahudi nüfusu yeni

18 Benjamin Bıaude, "Foundation of Myths of the Millet System", Christians and Jews in the Otlaman Empire ("Millet sisteminde Mitlerin temeli", Osınaniı tmparatorluğu'nda Hıristiyan ve Yahudiler) içinde, B. Braude (der), New York, Holmes and Meier, 1982,1. cilt, s. 70.

başkente gönderilmişti. 1492 öncesi İstanbul'unda yaşayan Yahudilerin sayısını geldikleri kent ve taşranın tahrir defterleri kayıtlarıyla karşılaştırdığımızda, Osmanlı Balkanlarının İstanbul'un fethini izleyen iki ya da üç yıl içinde önemli ölçüde Yahudilerden arındırılmış olduğu ortaya çıkmaktadır"19 Fatih, fetihten önce de İstanbul'da ikamet eden haham Musa Kapsali'ye giderek Başhaham (sonradan Flahambaşı denecekti) ilan edecek, onu Osmanlı yönetici sınıfına dahil ettiğini göstermek için, bir at üzerine oturtarak hizmetçi maiyetiyle evine geri gönderecekti. Ama bu haham, aslında yalnızca başkentte mevcut bir Yahudi nüfusu üzerinde egemendi. İstanbul'da bile 1477 yılında 8000 civarında kişinin yaşadığı 1647 hane mevcuttu. Ama Osmanlı İmparatorluğu'nun tümünde Yahudi sayısı 1492'den sonra İspanya'dan sürgünlerin gelmesi ile iki katından fazlaya çıkacaktı. Ama Hahambaşınm durumu, Batılı ve laik bir anlayışa sahip sürgünlerin Yahudi cemaatine hahamlık otoritesinin yanında laik yöneticileri de dayatması sonucunda sarsılacaklı. Sonuçta Selânik kenti İspanya göçmenleriyle dolacak ve Kanuni döneminde kentle Yahudiler çoğunluğu oluşturacaktı. 1461'de Fatih aynı yöntemi kullanarak Ermeni Gregoryen Ortodoks millet ini oluşturmaya girişti. Bursa'daki Ermeni piskoposu Yovakim'i İstanbul'a çağırarak patrik yaptı. Aslında İstanbul'un fethinden önce bile Yovakim önemli bir şahsiyet idi. Onunla ilgili, biri 1438, diğeri 1447 tarihli iki kayda rastlıyoruz. Birincisinde ona: "İstanbul'daki başpiskopos Yovakim", diğerinde ise, "şimdi Bursa ve İstanbul taşrasında piskopos olan yiğit önderimiz" denmektedir. Ermeniler Yovakim ve onun 15. yüzyıldaki haleflerinin mevkileri için patrik sıfatını kullanmamış gibi gözükmekte19 Mark A. Epstein, "The Leadership of the Ottoman Jews in the Fifteeıı atıd Sixteeıı Centuıies" ("15. ve 16. Yüzyıllarda Osmanlı Yahudi Önderliği"), Bıaııde'un kitabı içinde, a.g.e., 1. cilt, s. 103.

39


dir. Bu Unvanı 1543'de ilk kez kullanan, İstanbul'daki Ermeni milllelinin o zamanki başı Astuakatur olmuştu. 1461 yılına ait bu tarihsel hatanın sorumlusu, Mikayel Çamçeyan'm 1784-86'da yayınlanan Ermenistan Tarihi adlı Ermenice kitabıdır. Milletlerin oluşturulması tarihi, önce başkentle sınırlı olan, sonra hukuksal uygulaması zamanla İmparatorluğun tüm yüzeyine yayilan evrimsel bir süreçtir. Osmanlılar özellikle Ermenilerde, daha önce ne Yunanlılar ne de Yahudilerde karşılaştıkları bir güçlükle karşılaştılar: Bu güçlük, kendi sınırlarının dışında, Kafkaslardaki Eçmiazin'de Ermenistan ve Yüce Katolikos'unuıı merkezinin bulunuyor olmasıydı. Buraya, Kilikya'daki Sis'in 1441'de terkedilmesiyle yerleşilinmişti. İşte bu nedenle, 1479'da II. Mehmet Trabzon ve Sivas'tan Ermeni ruhbanın iki üyesini İstanbul'a getirterek patrik ilan edeyekti. Diğer üç millet gibi Sünni milleti de, aşama aşama biçimlenecekti. Zaten ilk Osmanlıların mensubu olduğu o günkü heterodoks İslâm'ın belirli bir yapısı yoktu. Kanuni Sultan Süleyman'ın müftüler esnafı başı İstanbul müftüsünü Şeyhülislâmlık mevkiine yükseltmesi için Arap ülkelerinin 1516-17 yıllarında fethini, o zamana dek azınlık durumunda bulunan Sünni nüfusunun, buralardaki imparatorluğa akması ile şişmesini ve tüm bunlara, devletin bekaası uğruna Osmanlı hanedanının aşama aşama Ortodoks İslâm'a kayması sürecinin eşlik etmesini beklemek gerekecekti. Bu müftü o zamandan başlayarak Müslüman -aslında Sünnimilletinin başı durumuna gelecekti. Oysa 20. yüzyılda bu milletin yalnızca Sünnilerin değil tüm Müslümanların çıkarlarını savunduğu miti ayakta tutulmaya çalışılmıştır. Kanuni'nin yeni ortaya çıkan şeyhülislâmlık mevkiine getirdiği Ebu's-Suud Efendi (1490-1574) daha önce ulemanın başlan olan Anadolu ve Rumeli Kazaskerlerinin tersine Divanı Hümayun üyesi değildi. Osmanlı'nın gerileme devri 102

boyunca, İmparatorluğun giderek arlan Islâmileşmesi oranında şeyhülislâmın politik otoritesi de artacaktı. Son olarak: 19. yüzyılda II. Mahmut şeyhülislâma hükümette kalıcı bir koltuk verecekti. Garip bir şekilde, İmparatorluğun Batılılaşma süreci Sünnileşmesi süreciyle elele gidiyordu. Çünkü 1876 Anayasası yalnızca Sadrazam ve Şeyhülislâmın Sultan tarafından atanacağını açıkça belirtiyordu. Yani Batılı Islâmologlarm karşılaştığı Osmanlı İmparatorluğu imgesi yani aslen Sünni olan ve hoşgörülmekle birlikte boyunduruk alımda tutulan gayrimüslim dinsel azınlıkları ("millet" leri) içeren bir İmparatorluk- çöküşün son yüzyıllarına denk düşen gecikmiş bir imgedir. Milliyetçilik-öncesi dinsel cemaatlar temelinde bölünmesinin yalnızca Osmanlılara özgü bir uygulama olmadığını hatırlatalım. Antik Çağ'dan itibaren Arabölge'nin tüm çokuluslu imparatorlukları, tebaasına, bünyelerinde bulunan topluluklar esasında özerklik verme geleneğine sahiptiler. Osmanlılar, bu sistemi kurumsallaştıran ve belirli kuralları oturtan ilk devletti. O andan itibaren bu uygulama, devlet yapısının tamamlayıcı bir öğesi olacaktır. Bahsettiklerimiz dışındaki din ve mezhepler, yabancı ülkeler tarafından desteklendikleri düşünüldüğü için, 'sapkın' akımlar olarak değerlendiriliyordu. Yani başlangıçta, ayrı "millet'1er oluşturma şansına sahip değillerdi. Bu din ya da mezheplerin mensupları, diğer dört resmi millete dahil ediliyorlardı. İran tarafından desteklendikleri için hiçbir zaman ayrı bir millet olamamış Şii Müslümanları bu duruma bir örnektir. Aynı şekilde, Roma'daki Papa'ya (yani, ülke sınırları dışında bulunan bir dinsel otoriteye) itaat eden Katolik nüfusu (Lübnan Marunileri, Filistin ve Kilikyalı Uniât Ermenileri, Macaristan, Hırvatistan, Kuzey Arnavutluk ve Ege Denizi Katolikleri) Gregoryen Ortodoks Ermeni milletine dahil edilmişlerdi. 41


İstanbul'un fethinden sonra II. Mehmet, o dönemde İmparatorluktaki Hıristiyan nüfusunun çoğunluğunu temsil eden Ortodoks Ikumenikos Patriğine, özellikle en büyük düşmanı, Batı Katolikliğinin başı Roma Papalığına karşı koyabilmesi için önemli bir güç vermişti. Bununla beraber,

İKİNCİ BÖLÜM

Miras: Doğu Roma İmparatorluğu'ndan Osmanlı İmparatorluğu'na (1280-1461)

Batılı büyük güçlerin imparatorluk üzerindeki etkisinin artması, Osmanlı hükümetini 16. yüzyıldan itibaren yabancı "miîîe£"lerini tanımaya zorlamıştır. Fransızlar Katolikleri, İngiltere ve Hollanda gibi Protestan ülkeleri de Protestanları korumaları altına almışlardır. Osmanlı tebaası olmayan Katolik ve Protestanların statülerini düzenleyen bu imtiyaz sistemi, daha sonra, çökmekte olan İmparatorluğun yarattığı güçlüklerden kaçmak amacıyla Batılı güçlerin koruması altına girmeye çalışan Osmanlı tebaası için de bir sığınak olmuştur. Korumaya almanlar zamanla, milliyetçiler tarafından, Batı emperyalizminin bağlaşığı olmakla suçlanan Levanten grubunu oluşturacaklardı. Yine de İmparatorluk nüfusunun çoğunluğunu oluşturan dört yerli milletle, İmparatorluğun Batı tarafından sömürülmesinin bir ürünü olan Katolik ve Protestan milletlerinin eşit kabul edilmelerine asla izin verilmemiştir.

Toprak mirası Frenk ve Slavlarca parçalanmadan önceki 11. yüzyıl Bizans imparatorluğu haritası ile, İstanbul, Mistra ve Trabzon fetihlerinden sonraki 15. yüzyıl Osmanlı imparatorluğu haritası karşılaştırıldığında göze çarpan, (harita 4 ve 5) bu iki imparatorluğun neredeyse tamamiyle aynı toprakları kapladığıdır. Osmanlılar ancak 16. yüzyılda güneye, Bizanslıların 7. yüzyıldan itibaren Araplar lehine yitirdikleri Ortadoğu topraklarına yayılacaklar ve hatta bu sınırların ötesine geçeceklerdir. Böylelikle Osmanlılar 17. yüzyıldaki en geniş halleriyle Bizans İmparatorluğu'nun Adriyatik'in doğusundaki topraklarını geride bırakacaklar (harita 1 ve 2) ve Antik Çağ'dan bu yana sırasıyla bölgenin merkezini elinde tutan Pers, iskender ve Doğu Roma İmparatorluklarına düşen, "Arabölge'yi birleştirme" görevini tam olarak yerine getireceklerdi. İmparatorluğu kuran Osmanlı ailesi 1280'de, Arabölge'nin periferisinde değil, tam da merkezinde, İstanbul'dan yalnızca birkaç on kilometre uzakta doğdu. Daha eskilere gittiğimiz-

194

43


Harita 4 - 1480'de Osmanlı

İmparatorluğu.

de, tarihin taşıyıcısı olan halkların -örneğin Akahlar ve Türkmenlerin- periferiden merkeze doğru fethederek ilerlemiş olduklarını görürüz. Ama daha da ilginç olan, Türk halkının, Arabölge nin kalbinde, yine aynı kalpten yerli bir ürün olarak ortaya çıkan ve Bizans'ın politik toprak mirasını elde edecek beylik ailesinin doğuşundan önce de yerleşik olmasıdır İşte bu nedenle, Osmanlıları başkente yakın bir bölgede

doğdukları ve oldukça tartışmalı bir taht üzerinde hak iddia ettikleri için, "davetsiz misafirler" olarak görmek hatalıdır. Hanedanın kurucusu Osman Bey, İznik (Nikaia) Gölü ve Marmara Denizi'nin yüz kilometre kadar güneydoğusundaki Söğüt'te 1258'de doğdu. Bizans eyaleti Bitinya sınırında, Kuzey Frigya içinde bulunan Söğüt ve Domaniç çevresindeki küçük bir toprak parçasını 1280'den hemen önce babası Ertuğrul'dan miras almıştı. Osman'ın küçük toprak parçası, bir hayalet-Bizaııs devleti ile başkenti Konya'da bulunan Rumi Selçuklu Sultam'na bağlı olan, kendisi göçebe -ama kendisinden daha dinamik- Türkmen beylerinin toprakları arasına sıkışmıştı. Frenk haçlılarının 1204'de yıktıkları Bizans İmparatorluğu, 1261'de İznikli Yunanlılar tarafından aslında küçük bir Yunan devletinden başka bir şey olmayan bir hayalet-lmparatorluk görüntüsünde, İstanbul çevresinde yeniden kurulmuştu. Yani Osman, öncelikle etrafındaki kanatlardan en zayıfı

1000 km

ı

Harita 5-11. yüzyılda Bizans 44

İmparatorluğu.

Harita 6-14. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı

Beyliği. 45


olan Bizans'ı vurmayı, ardından, bu sayede güçlenince Selçuklu kanadındaki dindaşı Türkmenlere saldırmayı lercih edecekti. Bu arada Selçuklular ise, Moğol işgali nedeniyle zayıflamışlardı. 1307'de Rumi Selçuklu hanedanı sona erecek ve Anadolu tamamiyle Moğolların eline düşecekti. "CihacV'm rolünü doğru değerlendirebilmek için, olguyu Doğu Akdeniz uygarlığının genel çerçevesine oturtmamız gereklidir. Bu yolda, son derece ilginç bir eser, bize yardımcı ol-, makta, Müslümanların Doğulu yerli Hıristiyan halklarla Batı Hıristiyanları arasında yaptığı kesin ayrıma işaret etmek suretiyle Arabölge gerçeğini gözler önüne sermektedir: 7. yüzyıldan beri Bizans ile, Doğu İmparatorluğu'nun tamamını ve onun efsanevi başkenti İstanbul'u ele geçirmeye çalışan Araplar arasında bir savaşım sürmüş, Araplar amaçlarına ulaşamayacaklarını görünce, iki güç arasında bir denge kurulmuştur. "İstanbul'un fethi, politika ve propaganda alanından, efsane ve eskatoloji alanına geçmiş, 'Son Yiurgı'nın Qugement demler) habercisi olan 'Kıyamet Günü'ne bırakılmıştır."1 Bu, yüzyıllar boyunca Hıristiyan Rumlar ile Müslüman Araplar arasında karşılıklı bir etkileşim öğesi olagelmiştir. Çok sık olarak, diğer Müslümanlara karşı oluşan Müslüman-Hıristiyan güçbirliklerine tanık olunmuştur. Hatta Selçuklu Türkleri 11. yüzyılda geldiklerinde, dönmelerin tüm çabalarına rağmen, Bizanslılarla aralarında kutsal savaş (cihad) yaşanmamıştı. Yunan İmparatoru'nun komutanlığı görevini alan Rumi Selçuklu Türklerinin ilk hükümdarı Süleyman'ın; İmparatorun vasalı olan ve İslâm'a sempati duyduğundan şüphelenilen Ermeni valileri Philaretos'dan kurtulmak isteyen Hıristiyan halkın çağrısıyla Antakya kentine girmiş olduğunu biliyoruz! Müslüman hükümdar Süleyman kenti ele geçirdi-

I Eıııanuel Sivan, üslam et la Crvisade. Ideologie et Propogande dans les Reactions Musıılmanes aux Cmisades (İslâm ve Haçlı Seferleri. Müslümanların Haçlı Seferlerine Tepkilerine İdeoloji ve Propaganda), Paris, Maison-neuve, 1968, s. 10.

102 46

ğinde, Hıristiyanlara ve mallarına dokunulmasını yasaklayacaktı. Antakya, 14 yıl sonra Haçlılarca ele geçirilecekti. Haçlıların gelişi halk arasında tam bir şaşkınlık yaratmıştı. Müslümanlar Haçlıların nereden geldiklerini bilmiyorlardı. Frenkler istanbul'dan geçtikleri için Yunanlıların paralı askerleri oldukları sanıldı. Bizanslı oldukları düşünülen bu askerlere "Rum" adı alfedilmişti. Bu nedenle de kimse fazla kaygılanmamıştı. Ne de olsa halk neredeyse kesintisiz süren yerel savaşlara alışkındı. Ama çok geçmeden, yeni gelenlerin hoşgörüsüzlüğü, Arabölge insanlarıyla değil, Frenklerle karşı karşıya olunduğunu gösterdi. "Müslümanlar bir derece dinsel duyarsızlık gösteriyorlarsa da, Katolik papaz ve keşişlerce kışkırtılmış ve mücadele ruhuyla dolu Frenkler, Suriye'nin geçmiş işgalcilerinden görmediği bir hoşgörüsüzlük ve fanatizm örneği sergilediler. Böylelikle, kendilerinin Bizans'a içerilmiş oldukları yanılsamasının sona erdirilmesine katkıda bulunuyorlardı."2 Ayrıca, Bizanslılar da Katolik hoşgörüsüzlüğüne en az Müslümanlar kadar maruz kaldıklarından dolayı, Frenklere duydukları düşmanlığı gizlemiyorlardı. Yunanlılara duydukları nefretle dolu Batı, 1204'de İstanbul'u yağmalayarak Bizans İmparatorluğu'nu yıkacaktı. Osman Bey, küçük göçebe beyliğinin kendisi değil, dış akınlar tarafından yıkılmış iki örgütlü devlet arasında konumlanması şansına sahipti. Birincisi kendi saltanatından çok önce, diğeriyse saltanatıyla eşzamanlı olarak; Batıda Bizans, Katolik Avrupalılar, Doğuda ise Selçuklular, Moğollar tarafından yıkılacaktı. Bu iki olay onun amacına ulaşmasını oldukça kolaylaştırmıştı. Bizanslıların başkentleri Nikaia'yı (İznik) bırakarak 1261'de İstanbul'a dönmeleri, Batı Anadolu'daki varlıklarının daha da zayıflamasından başka bir sonuca yol açmayacaktı. Osmanlıların sonradan oluşturdukları söylenceye bakılır2 a.g.c., s. 28-29.


sa, kendileri kâfirlerle savaşmak üzere Konya'dakı Selçuklu Türk Sultan'ı tarafından özellikle Söğüt bölgesine gönderilmiş gazilerdi (İslâm'ın askeri kumandanları). Osmanlıların etrafında oluşturulan dinsel propaganda onların dinin koruyucusu oldukları imajını daha da güçlendirdi. Ama kendi dindaşlarıyla savaşırken ele gazi adını alabilirler miydi? Gerçekte, iki dünya arasında kurulmuş bulunan Osmanlı devleti, başlangıcından itibaren kozmopolit bir yapıya sahipti. Tüm inançları ve etnik toplulukları bir bütün olarak algılamış ve Balkanlı Ortodoks Hıristiyanlar ve Anadolulu Sünni Müslümanların birliğini tek bir politik yapıda birleştirmişti. Osman ve halefi Orhan Beyler, öncelikli kaygıları din için savaşmak olmamakla birlikte, devletlerini kurma yolunda, göçebe Türkmen gazilerinden olduğu kadar, merkezi otoritenin çökmesinin kurbanı olan kentlilere yardım eden Ahi hayır derneklerinden de yararlanmışlardı. Osmanlıların ilk hükümdarı, "gazilerin başı" imajından oldukça yararlanmış, dindaşları arasındaki çekişmelere dayanarak ve olabildiğince barışçı yöntemler kullanarak topraklarını genişletmişti. Selçukluların çökmesi Osman Bey'e önce Eskişehir Kalesini, ardından da, başkenti yaptığı Yenişehir kentini ele geçirme imkânını tanıyacaktı. 6 Nisan 1326'da oğlu Orhan, Bitinya'nm başkenti ve Bizans'ın önemli bir kenti olan Prusa'yı (Bursa) ele geçirecek, iki sene önce ölmüş olan babasını da buraya gömclürecekti. Bölgedeki prestijleri oldukça büyüyen Osmanlılar bu andan itibaren, komşu Türkmen beyliklerine karşı uygulamış oldukları taktikleri Bizanslılarla ilişkilerinde de kullanmakta tereddüt etmediler. Bizanslıların iç çekişmelerinden yararlandılar, taraflardan birine karşı diğerine dayandılar ve hatta Hıristiyanların hizmetinde çalışacak paralı asker bölüklerini İstanbul'a gönderdiler. 102

Bu dönemden başlayarak Bizans yönetici sınıfının üyeleri, Osmanlı saflarına katılmaya başladılar. Bunların bir bölümü Hıristiyan kalmakla birlikte, diğerleri Müslümanlığa geçtiler. O dönemde yaşamış bir Türk vakanüvisi, İstanbul'un doğusundaki Aydos Kalesinin Orhan Bey'in birlikleri tarafından ele geçirilişini anlatır: Kalenin yöneticisi olan Bizans Prensinin kızı, rüyasında bir çukura düştüğünü, güzel ipekli elbiseler giymiş genç bir adam tarafından kurtarıldığını görür. Osmanlı birliklerinin komutanı Abdurrahman Gazi kaleyi kuşattığında, kız kaleyi ele geçirmesinde yardımcı olur. Daha sonra Müslüman olan kızı Orhan Bey kumandanıyla evlendirir. Bir başka örnek, Bizans Beyi Evrenos'tur. Bursa'nın fethinin ertesinde Orhan Bey'in emrine girip Müslümanlığa geçen Evrenos, bundan sonra Osmanlıların önde gelen komutanı olmuştur. Orhan Bey'in halefi I. Murat devrinde hükümdar bizzat devletinin sağ kanadına (doğu cephesi) kumanda edip Karadeniz Kıyılarına saldırılar düzenlerken, Evrenos Ege Denizi boyunca konuşlanmış sol kanadı (batı cephesi) yönetmekteydi. Ege ordusuna kumanda eden Evrenos, Makedonya ve başkenti Tesaloniki'nin (Selanik) fethinden sorumluydu. Bizans İmparatorluğu'nun uzun çöküşünden yararlanarak İmparatorluktan kopan ve kendi devletlerini kuran iki Slav halkıyla; önce Bulgar, sonra da Sırplarla savaştı. Trakya'yı, Arnavutluk'a dek Makedonya'yı ve Sofya dahil olmak üzere Bulgaristan'ı ele geçirdi ve Bizans imparatoru Andronikos IV Palailogos'u (1376-79), iktidara gelmesine yardımcı olan Murat'ın vasalı olmaya ikna etti. 1389'da, Murat'ın dört oğlundan küçüğü I. Bayezit tahta geçti. Murat, Güney Sırbistan'daki Kosova savaşında öldürülmüştü. Annesi Yunanlı olan Bayezit, Hıristiyan ve dönme Osmanlıların adayı -ve sonradan öldürteceği- ağabeyi Yakup'a ters düşmüştü. Evrenos Bayezit'in saltanatı altında Or49


la ve Güney Yunanistan'ı fethetti. 1392'de Teselya ve Yenişehir adını verdiği Larisa'yı ele geçirdi. Bu eyaletin tamamı, Bayezil tarafından tımar olarak Evrenos'a verildi. Daha sonra, Yunan asıllı Osmanlı generali, Bizans İmparatoru V loaıınis Palaiologos'un küçük oğlu ve Mistra'nın Yunanlı despotu I. Theodoros'un yardımıyla, birincisini 1397'de işgal ettiği Salona (Amfisa), Atina, Achaia'daki Frenk devletlerine ve Peloponesos'un güneyindeki Venedik kolonileri Modon (Methoni) ve Koron'a (Koroni) saldırdı. Yani, Arabölge'nin yükselen yeni İmparatorluğu hesabına 15. yüzyılda Yunanistan'ın fethini başlatan kişi, Anadolulu bir Yunan beyiydi. Anadolu'daki Müslüman beyliklere olduğu kadar, Hıristiyan Bizans İmparatorluğuna karşı da benzer taktiğin kullanılması, dinsel çevrelerin arzuladıkları cihadın, Osman ve Orhan Bey'lerin tarihe 'gazi' sıfatıyla geçmiş olmalarına karşın, Osmanlı politikasının, 14. yüzyılın başlangıcında bile temelini oluşturmadığını kanıtlamaktadır. Orhan 1345 yılında yönetimi zayıflatan iç bölünmelerden yararlanıp taraflardan birine karşı ötekine destek vererek ve karşılığında her ikisinden de toprak alarak Karesi Türkmen Beyliğinin tamamını ele geçirecekti. Karesi'nin ilhakı oldukça önemlidir, çünkü Osmanlılara topraklarını Çanakkale Boğazını içerecek şekilde Marmara Denizi boyunca genişletme olanağını verecektir. Bizans İmparatoru III. Andronikos Palaiologos'un 1341'deki ölümünden sonra VI. loannis Kantakuzenos ile V loannis Palaiologos arasında bir taht kavgası başlamıştır. Kantakuzenos Orhan Bey'in desteğini istemiş ve onun yardımıyla galip gelerek 1347 'de tahtı ele geçirmiştir. Orhan ise Kantakuzenos'un kızı Theodora ile evlenmiştir. 1349'da Sırp Kralı Stefan Duşan (1331-1355) Bizans'tan Tesaloniki'yi (Selanik) almıştır. Kantakuzenos ise damadı Orhan Bey'i yardımına çağırmış, o da büyük oğlu Süleyman'ı 20.000 askerle birlikle yollamıştır. Süleyman Bizans donanmasının da yardımla102 50

rıyla kenti kurtararak İstanbul'daki yönetime geri vermiştir. Daha sonra Kantakuzenos, Sırp ve Bulgarlarla birleşen V loannis Palaiologos'u, Orhan Bey'in oğlu Süleyman'ın yardımıyla 1352'de Didymoleiho'da (Dimotika) yenmiş, damadına ödül olarak Çanakkale'nin Avrupa Yakasında, Gelibolu Yarımadası üzerindeki Çimpe (Tzympe) Kalesini vermiş, kalenin mülkiyeti 1353'de Süleyman'a geçmiştir. Ayrıca ertesi yıl Süleyman Gelibolu Kalesini de ele geçirecektir. Osmanlıların Avrupa'ya kalıcı şekilde yerleşmeleri, daha sonra, Yunanlı olduğu kadar Türk Batıcı unsurlarca, Türklerin "Avrupa Kıtası"na ayak basmalarını tanımlayan önemli bir olay olarak yansıtılmıştır. Oysa Avrupa'nın Hıristiyan kıtası olduğu yolundaki Frenk görüşü, bölgeye Batılılaşma sürecinde sokulmuştur. Aynı Antik Yunan dünyası gibi Bizans İmparatorluğu da Ege Denizi'ni bir sınır değil, çevresinde geliştiği bir merkez ve geçiş bölgesi olarak görmekteydi. Yani Bizans, Balkanlar ve Anadolu olmak üzere iki akciğere sahipti. Mirasçısı Osmanlı İmparatorluğu da, aynı şekilde ve tüm doğallığı içinde, Avrupa ve Asya değil, Rumeli (Balkanlar) ve Anadolu'nun; Ege ve Boğazlar'ın iki kıyısında gelişmişti. Rumeli' ye geçişin ise, İmparatorluğun toprak mirasının devriyle ilgili sembolik bir önemi vardı. Osmanlıların Gelibolu'ya kalıcı şekilde yerleşmeleri Bizanslıları kısa vadede kaygılandırdıysa da, bunun nedeni stratejikti. Boğazlar'ın deniz kolu istanbul için etkili bir konumdaydı. Bu geçitin Osmanlıların eline geçmesi, başkenti iki yönden kuşatılma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyordu. Roma'daıı bakıldığmdaysa, görünüş farklıydı. İstanbul merkez değil, periferi kabul ediliyordu. "Sapkın Yunanlılar"a duyulan sürekli nefrete karşın Bizans yine de Avrupa'nın en uç noktasını Müslüman tehdidine karşı koruyan bir sınır boyu olarak nitelendirilmekteydi. Osmanlıların "Avrupa"ya geçmesi, Latinleri derinden kaygılandırmıştı. Ağustos 1354'de Istan-


bul'daki Venedik baylosu, Bizansm karşılaştığı bu tehlike nedeniyle kaderini güçlü bir Hıristiyan (yani Katolik) devletin ellerine teslim etmeye hazır olduğunu yazacaktır. Katolik Avrupa'da Osmanlıları geri püskürterek İstanbul'u Katolikleştirmeyi amaçlayan yeni bir Haçlı Seferi hazırlanmaktaydı. 25 Aralık 1366'da Papa, Türklere karşı Haçlı Seferini ilan eden bir Bulla (Resmi Papalık Bildirisi) yayınlayacaktı. Gelibolu Osmanlılardan geçici olarak Savoy'lu (Savoie) Kont 11. Amadeo'nun Katolik donanması nca 24 Ağustos 1366'da geri alınacak, ama Bizans İmparatoru IV Andronikos Palaiologos 10 yıl sonra kaleyi, tahtını borçlu olduğu Osmanlılara geri verecekti! Osmanlıların Bizanslılaşması, I. Bayezit'in 1389'da tahta çıkmasıyla hızlanmakta gecikmedi. İlk Osmanlı'nın devrinde, henüz kendilerinden daha güçlü olan Anadolu'daki Türkmen dindaşlarla iyi geçiniliyor, güç batıya yöneltiliyordu. Rumeli'ye yerleşildikten sonra, Osmanlı'da İmparatorluk veraseti bilinci yerleşecek ve ana saldırı yönü doğuya, Türkmenler üzerine dönecekti. I. Bayezit, etrafında, vasalı olmuş Balkanlı Ortodoks Hıristiyan hükümdarları toplamış, Kosova savaşında ölen Sırp hükümdarı I. Lazar'm kızı ve halefi Stephan Lazareviç'in kızkardeşi olan Maria Despina ile evlenmişti. Daha sonra, Anadolu'daki Müslüman Türk beyliklerine cepheden saldırarak onları yok edecekti. Henüz 1361'de, İstanbul'un yalnızca 230 kilometre batısında, Rumeli'de bulunan Edirne (Adrianupolis) fethedilerek Osmanlı başkenti yapılmıştı. İki imparatorluk arasındaki miras ilişkisi, kendini, Bayezit'in Bizans'tan aynı düşmanı, Katolik Frenkleri devralmasında da göstermekteydi. Osmanlı ordularıyla ilk karşı karşıya gelen Venedik idi. 1393-95'te Arnavutluk'ta iki savaş oldu. Scutari'dekini (Işkodra) Osmanlılar, Durazzo'dakini (Durres) ise Venedikliler kazanacaktı. Venedikliler yüzyılın sonlarından başlayarak, 102 52

1204'te yıktıkları Bizans'ın mirasçısı olan İmparatorluğun Akdeniz'deki en önemli düşmanı haline geldiler. 1884'te Rus Ortodoksu Vladimir Lamansky şöyle yazacaktır: "Türkler Venedik'ten aşama aşama, iyon adaları dışındaki tüm Yunan topraklarını koparmışlardı. Osmanlı nüfuzu Akdeniz'de Latin egemenliği aleyhine gelişiyor, bu açıdan Yunanlılara büyük yarar sağlıyordu. "3 Bayezit, Arnavutluk'un fethedilen bölgelerinde vasalı olan ve Katolik Venedik ve Müslüman Anadolu'ya karşı, İmparatorluğun iki cephesinde kendine yardım edecek yerel beylerle bağlaşıklık kurmuştu. Bu aynı zamanda, 19. yüzyılın sonuna dek İmparatorluğun mükemmel savaşçıları olacak Arnavutların Sultan ordusuna katılmalarının da başlangıcıydı. Bayezit, Venediklilerin yanı sıra, yeni bir Haçlı Seferi düzenleyen kralları Sigismond'dan dolayı Katolik Macarlara da karşı durmak zorunda kalmıştı. Bundan böyle Macaristan, yüzyıllar boyunca Orta Avrupa'da, Batı'nın kıtasal vurucu gücü olacaktı. Macaristan'ın Katolik yönetici sınıfı, biri kendi Ortodoks köylülüğüne, diğeri Osmanlı İmparatorluğu'na karşı olmak üzere ikili bir savaşım yürütüyordu. Arabölge'nin Müslüman-Ortodoks İmparatorluğuna karşı Katolik Batı'nın koruyucusu olan Macaristan, Katolik Polonya'nın Ortodoks Rusya'ya karşı 20. yüzyıla dek üstlendiği rolü yerine getirmekteydi. 14. yüzyılın sonunda Papa IX. Bonifacio'nun Haçlı Seferi çağrısına yanıt olarak Batı Katolikliğinin seçkin tabakasının 3 Vladimir Lamansky, Secrets d'Etat de Venise. Documents, Extraits, Notices et Etııdes servant a edaircir les rapports de la Seigneurie avec les Grecs, les Slaves et la Porte Ottomane, a la fin du XV et au XV teme sdedes (Venedik Devletinin Sırları. Senyörlüğüıı Yunanlılarla, Slavlarla ve Osmanlı Bâb-ı Âli'siyle ilişkilerini aydınlatmaya yarayacak belgeler, özetler, notlar), New York, Burt Franklin, 1968,1. cilt, s. XIV-XVII.


üyeleri olan İngiltere, Iskoçya, Polonya, Bohemya, Avusturya ve İsviçre'nin temsilcileri Buda'ya akm ettiler. 1396'da Sigismond'un komuta ettiği Haçlılar Tuna'yı Nikopolis üzerinden geçtikten sonra, Müslüman ve Ortodoks dünyasında itibarı hızla artan Bayezit'e yenildiler. Ama Macarlar savaşımı sürdürecekler, 1427'de Belgrad'a dek ilerledikten sonra, Osmanlılarca 1541'de ilhak edilişlerine dek geri sürüleceklerdi. 1699'a dek bir buçuk yüzyıl boyunca İstanbul'daki İmparatorluğa bağlı kalacaklardır. Ama Macaristan ile Arabölge İmparatorluğu arasında kurulan bu karşıtlık ilişkisi, Macaristan'ın hiçbir zaman kültürel anlamda -önce Bizans, ardından Osmanlılar tarafından biçimlendirilen- Balkanların bir parçası olarak kabul edilmemelerine neden olmuştur. Bizans'ın toprak mirasının devri sürecini tamamlamak için Bayezit'in Arabölge'nin başkenti İstanbul'u ele geçirmesi gerekmekteydi. Şehirler Şehri'ni üçüncü kez kuşattığında, Bizanslıların Karadeniz'e geçişini engellemek üzere Boğaziçi'nin Anadolu Yakasına "Anadolu Hisarı"nı inşa ettirdi. Ama sözkonusu miras, Bayezit 1403'te Timurlenk'in tutsağı olarak öldüğü ve oğulları 1413'e dek veraset kavgasına giriştikleri için ancak yarım yüzyıl sonra devralınabilecekti. Bu fetret yıllarında Bizans, Osmanlılar arasındaki kardeş kavgasından yararlanma yoluna gitmemişti. Tersine, İmparator II. Manuel Palaiologos ve Ortodoks Hıristiyan Osmanlılar, beş oğuldan biri olan I. Mehmet'e yardım ederek, rakiplerini yenip, dağılmış Osmanlı birliğini yeniden oluşturmasını sağlamışlardı. Bu, aynı Müslüman halkın cihadı gibi, Batılıların Haçlı Seferi anlayışının da Ortodoks halka yabancı olduğunun kanıtıdır. Halta, göçebe Türkmenlerin gazilik ideali olarak yansıttıkları da, gazve adı verilen bir tür yağmadan başka bir şey değildi. Soıı bir Haçlı Seferi, beklenmedik şekilde 1421'de ölen I. Mehmet'in yerine geçen oğlu II. Murat'a karşı 1440'da Papa 102 54

IV Eugenio tarafından düzenlenecekti. 1437'de ölen Sigismund'un yerine Macaristan ve Polonya kralı olan Ladislas (Vladislav) ve onun Transilvanya valisi Janoş Hunyadi sefere komuta edeceklerdi, islâm'a karşı Batı Katolikliğinin kahramanı olan vali, Avrupa'nın belli başlı ülkelerinden gelen Haçlılarca birliğe katılmıştı. Aralık 1443'de Murat onunla, aleyhine olan Edirne barış anlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştı. Zaferlerinden cüret alan Papa, "Müslüman kâfirlerine" verilen sözlerin geçersiz olduğu bahanesiyle, Haçlıların önderlerini anlaşmayı ihlal etmeye teşvik etti. Katoliklerin bu hainliği Türkleri olduğu kadar Ortodoksları da kızdırmıştı. Bu şekilde, bu kez Venediklilerin de katıldığı Macar Haçlı Seferi yeniden başlayacaktı. 1444 yazında Buda'claıı hareket eden, Hıristiyan ve Müslüman köylerini yağmalayıp sapkın oldukları bahanesiyle kiliseleri yakarak Bulgaristan'ı kat'eden uluslararası Haçlı ordusu 10 Kasım'da Varna'ya varacaktı. Yeniçerilerce ele geçirilen Ladislas öldürülecek, Hunyadi ise kaçacaktı. Bu, Batı'nm tam anlamıyla bir bozgunuydu. Buda'ya döndüğünde Macaristan'ın kral naibi olan Prens, son bir çabayla yeni bir uluslararası Haçlı ordusu toplayarak güneye yönelecekti. Ama Murat, Haçlı ordusunu Sırbistan'da kıstırarak 1720 Ekim tarihleri arasında yapılan 2. Kosova savaşında yenecekti. Murat birkaç yıl sonra 5 Şubat 1451'de, yazılı vasiyetinde halefi olarak sonradan "Fatih" lakabını alacak oğlu II. Mehmet'i bırakarak, beyin kanamasından ölecekti. Toprak mirasının devralınması, Şehirler Şehri İstanbul ele geçirilmeden tamamlanmış sayılmazdı. Bunu, sağ kolu Yunan dönmesi Zağanos'un yardımlarıyla, Arabölge'nin yeni "Büyük İskender"i II. Mehmet gerçekleştirecekti. II. Mehmet 1452'de Bizanslıların Karadeniz'e geçişlerini engellemek ve Bizans'a Karadeniz'den yardım gelmesini önlemek, Anadolu'daki Osmanlı birliklerinin Rumeli'ye geçişini sağlamak üzere, Boğaziçi'nin Rumeli Yakasında, İstanbul'un 15 kilometre kuzeyinde,


Bayezit'in 1396'cla inşa ettirdiği Anadolu Hisarı'nın karşısına gelecek şekilde, "Rumeli Hisari'nı inşa ettirdi. Devşirme sınıfının bir üyesi olan komutan Zağanos, kayınpederi II. Murat tarafından, oğlu Mehmet'e genç Şehzade'yi iktidarın sorumluluklarına hazırlaması için özel öğretmen tayin edilmişti. Murat'ın ölümünden sonra Zağanos, yeni İmparatorun başlıca danışmanı ve İstanbul'u ele geçiren komutanlardan biri olacaktı. Kentin düşüşünden iki gün sonra 1453'te, İmparatorluğun Vezir-i Azamlığı (Başvezirliği) ve Rumeli Beylerbeyliğiyle görevlendirilecek, son üııvanı onun yalnızca başkentte değil, Yunanistan'da da Osmanlı ordusunu yönetmesini sağlayacaktı. Yani bir Yunanlı olan Evrenos'un 14. yüzyılda başlattığı Yunanistan fethi, 15. yüzyılda bir başka Yunanlı, Zağanos tarafından tamamlanacaktı. Bu ikilinin, sözü geçen toprakların büyük kısmını, aynı toprakları daha önce yitirmiş olan Yunanlıların elinden değil, Bulgar, Sırp ve Frenklerin ellerinden aldıkları söylenmelidir. Bir başka deyişle, Yunanistan'ı İstanbul'daki İkumeni Pa kliğinin yetki sahası içine dahil etmişlerdir. Nesnel konuşmak gerekirse, Evrenos ve Zağanos'un dolayısıyla Rum Ortodoksluğu'nun çıkarları için savaşmış oldukları söylenebilir. Zağanos'tan sonraki Vezir-i Azam (Başvezir), II. Mehmet'in arkadaşı ve en yakın danışmanlarından biri olan komutan Mahmut idi. Sırp değil Yunan asıllı olan Mahmut, Ortodoks Hıristiyan bir aileden doğmuştu. Trabzon'un Yunanlı Imparatoru'nun protovestiarios'u Georgios Amoirutzes ile kardeş çocuğuydu ve Angelos'taki Bizans İmparatorluk ailesinin soyundan gelmekteydi. Peloponesos ve Mistra despotluğu fetihleri, hükümet ettiği sırada, (1460-61) gerçekleştirilecekti. II. Murat vasiyetinde genç İmparatorun koruyucusu olarak, nüfuzlu Çandarlı ailesinin ferdi ve Türk soyluluğunun başlıca temsilcisi Çandarlı Halil'i belirlemişti. Yeni hükümdar II. Mehmet, yaşlı Halil'i saltanatının ilk Başvezir'i ata102

mak durumunda kalacaktı. Ama Halil İstanbul'un fethine muhalefet edecek, II. Mehmet de kentin düşüşünden üç gün önce divanı toplayacaktı. Çandarlı Halil, 21 yaşındaki genç İmparatora, girişilen işin çok riskli olduğunu açıklayacak ve kuşatmanın kaldırılmasını isteyecekti. Daha sonra sözü alan Zağanos Paşa Başvezir'in kaygılarının temelsiz olduğunu söyleyecek, Bizans İmparatorluğu'nun düşüşünü öngören kehanetlerden bahsedecekti. II. Mehmet kadar genç olan Büyük İskender'in daha az sayıdaki ordusuyla dünyanın yarısını fethettiğini örnek verecekti. İstanbul'a saldırının sonuna dek götürülmesi gerektiğini savunacaktı. Çok sayıda genç kumandan Zağanos Paşa'yı destekleyecek, Halil Bizanslılar lehine çalışmakla suçlanacaktı. Çandarlı Halil 1 Haziran 1453'de ailesinin çok sayıda üyesiyle birlikte tutuklanacak ve mallarına el konacaktı. Türk soyluluğu, İmparator ve genç dönmeler tarafından bastırılmıştı. Yani İstanbul'un Türkler tarafından değil, Palaiologosların çöken hanedanı yerine Osmanlıların yükselen hanedanını yerleştiren ve bu şekilde de Rumluğa fazladan bir 400 yıllık büyüklük armağan eden Yunanlılar tarafından alınmış olduğu belirtilmelidir. Osmanlı İmparatorluğu, aynı zamanda Rumların da İmparatorluğuydu. Yunan okullarında "Turkokratia'nın ("Türk egemenliği"nin) karanlık yılları" efsanesi yerine bu gerçek okutulmaya başlatıldığında, Yunanlıların tarihinde Rumların bilincinde yerini alacak yeni bir sayfa açılacaktır: Yunanlılar artık İmparatorluğa "bizim İmparatorluğumuz" adını vererek, Frenklerin İmparatorluktaki Yunan katkısını (önemini) azaltmaya yönelik niyetlerini tamamen yok edeceklerdir. Türkiye Cumhuriyeti yetkililerinin her yıl 29 Mayıs'ı "İstanbul'un 1453'te fethedilmesinin yıldönümü" olarak coşkuyla kutlama adetinin, aynı günün Atina'daki devlet tarafından Yunan halkının yas günü olarak anılması adetini meşrulaş57


tırdığım, dolayısıyla da Batı yanlılarının ekmeğine yağ sürdüğünü ekleyebiliriz. Gerçekte, İstanbul'un "Fethi" yerine, Frenk sömürüsünden "kurtcırılması"ndan bahsetmek daha doğru olacaktır. Beş yüzyıldan fazla bir süreden sonra bu fetih fikrinde halen ısrar etmek, Türklerin bölgeye yabancı oldukları, "Fatih"Yık sıfatıyla, daha güçlü olma hukukuna dayanarak bölgeyi yönettikleri ve onları bu nedenle geldikleri Orta Asya'ya sürmeye çalışmanın tamamen meşru olduğu yolundaki 19. yüzyıl Frenk teorisine (ki bu teori 1071 Malazgirt Savaşının, Anadolu'nun Türkler tarafından fethinin yıldönümü olarak kutlanması ile de pekişmektedir) katkıda bulunmaktadır. Fransa'da Frankların Galya'yı fethi, ya da Yunanistan'da Akaların Yunanistan'ı fethinin kutlandığı görülmüş müdür? 29 Mayıs 1453, Atina ve Ankara'da Frenk fethinden kurtarılmış Arabölge'nin bağımsızlığını temsil eden gün olarak kutlanmalıydı.

beklemek gerekecekti. I. Mehmet (1413-21) eskiden Yunanca olan idari dili Türkçe ve Farsça olarak belirleyecekti. Yine de Yunanca, Sultanlar ve vezirleri tarafından uluslararası di! olarak kullanılmaya devam etti. Bu konuda, Osmanlı İmparatorluğu'nun İtalyanlarla yazışmalarında Latinceyi değil, Yunancayı kullandığını belirtmek ilginç olacaktır. Sultanların resmi mektuplarının yanı sıra, Osmanlı yüksek görevlileri ve Bâb-ı Âli ileri gelenleri tarafından kaleme alınmış zengin bir mektuplaşma arşivinin varlığı, mektupların anadili Yunanca olmayan kişilerce yazıldığını ve bu mektupları çeviren Yunanlı kâtiplerin varlığından bahsedilemeyeceğini kanıtlamaktadır. Yani doğrudan doğruya Yunanca yazan, Osmanlı Türkleridir. Bu şekilde II. Mehmet'in Yunanca fermanları ve Venedik'le imzaladığı Yunanca anlaşmalar mevcuttur. II. Bayezit'ten (1481-1512) kalan çok sayıda Yunanca belge arasından, 7 Nisan 1503'te Venedik dükasma yazdığı mektubu örnek verebilirim. Bu mektup şöyle başlamaktadır:

Politik, kültürel,4 ekonomik ve toplumsal miras

"Soultan Bayezit Theu chariti Basileus kai Autokrator (ton Romaion) ampotron ton epeiron Asias te Europes kai ton hekses... esteilan anthropous ton eis ten Poli ...En Konstantinoupolei, meni Apriliou 7" Bu cümlelerin anlamı şudur: "Sultan Bayezit, Tanrının izniyle Asya ve Avrupa kıtalarının ve dünyanın geri kalanının (Rumların) Basileus ve Autokrator'u ... onlar bazı adamlarını şehre (eis ten Poli=lstanbul) gönderdiler ...Koııstantinopolis'te Nisan ayının 7'sinde imzalandı."

Bizans'ın politik mirasının Osmanlı'ya geçmesi için, Osman Bey'in 1280'de kurduğu göçebe Türkmen beyliğinden, son Bizans kalesi Trabzon İmparatorluğunun 1461'cle düşüşünün ertesinde doğan, 11. Mehmet'in Arabölge İmparatorluğu'na dek yaklaşık ikiyüz yılın geçmesi gerekecekti. Ama daha birinci yüzyılın sonunda Osmanlı İmparatorluğu'nutı I. Bayezit ve "fetret" adı verilen dönemin hükümdarları taralından "Bizanslılaştırılması" o denli ilerlemişti ki, Yunanca, Osmanlı'nın idari dili olarak kabul edilmişti. Dengeyi sağlamak ve Türklerin Yunanlı kitle içinde asimile edilmesini engellemek için, daha sonraki hükümdarların tepki göstermesini 4 Buradaki "külliirel" terimi aslında, "uygarlığa ilişkin" anlamındadır. Kültür ve uygarlık kavramları arasındaki ayrım için 14. sayfaya bakınız.

102 58

Yukarıdaki metin çarpıcıdır çünkü Türkçenin Yunancadan yaptığı bazı alıntıları göstermektedir. Bunlara örnek, Yunancadaki "te" (Asias te Europes) bağlacından gelen "de" (da)= "ve" bağlacı ya da İstanbul adının kökenidir ("istinboli" olarak telaffuz edilen "eis ten Poli", Yunancada "Şehre" anlamına gelmektedir). O dönemde, tarihin izlediği imzada da görül-


düğü üzere, "Konstantinopolis" resmi adlandırması da kullanılmaktaydı. Ayrıca mektup, Sultan'ın kendisini halefi saydığı Bizans İmparatorlarının ünvanmı aynen kullandığını göstermektedir: Sultan kendi için, Rumların "kral" ve "imparatordu anlamına gelen ve Yunancada "vasilevs" ve "avtokrator" şeklinde telaffuz edilen ünvanı kullanmaktadır. Son olarak, aynı Antik Çağ'ın Yunanlıları gibi, Ege Denizi'nin batı yakasına "Avrupa", doğu yakasına da "Asya" demektedirler ki, bu da Ege Denizi'nin Arabölge için teşkil ettiği merkeziliği belirtmektedir. Bizanslılar Asya'ya, Yunancada Doğu'yu ifade eden 'Anatole" adını da veriyorlardı, ki bu da sonradan Türkçede "Anadolu" halini alacaktı. İşte Osmanlılar İmparatorluğun iki akciğeri olan Rumeli (Avrupa) ve Anadolu'nun (Asya) oluşturduğu bu coğrafyada oturuyorlardı. "Ve dünyanın geri kalanı" anlamına gelen "kai ton hekses" cümlesiyle de Ikumeni İmparatorluğu kavramını yeniden kullanıyorlardı. Ama Farsça'nın niçin Yunanca'dan daha az tehlikeli görüldüğü sorulabilir. Çünkü göçebe kökenli Türklerin idari dil olarak, yüksek ölçüde örgütlü bir devletin diline (Farsça, Arapça ya da Yunanca gibi...) gereksinimleri vardı. Arap ülkelerinin 1517'de ilhakına dek, fethedilmiş yegâne imparatorluk Bizans idi. Bu nedenle asimilasyon tehlikesi öncelikle Yunancanm kabul edilmesinden doğuyordu. Ayrıca Yunanca, Türklerin kabul ettiği dışındaki bir dinin diliydi. Aynı şekilde Atatürk de bir Türk-Yunan konfederasyonunun oluşturulmasını istemesine rağmen, Arap alfabesini Yunan değil, Latin alfabesiyle değiştirecekti. Çin tarihinin Mançu dönemiyle (1644-1911) kurulacak bir paralellik ilginç olabilir. Aynı Osmanlı Türkleri gibi Mançular da, Türk, Moğol ve Tunguzları bir araya getiren ve Avrasya kıtasında batıdan doğuya ve Hindistan'a dek güneye doğru pek çok imparatorluk kurmuş olan büyük Türk-Moğol ailesinin parçasıydılar. Çin İmparatorluğu'nun 60

mirasına 17. yüzyılın ikinci yarısında tamamiyle sahip olan Mançular Çinlilerin bünyesinde o derece asimile olacaklardı ki, göçebe halkının kendine özgü neyi varsa bu yolda harcadıktan sonra, Çin milliyetçiliği tarafından 20. yüzyılda "sıkılmış bir limon gibi" kenara atılacaklardı. Hatta Anayurtları Mançurya'ya "Kuzey-Doğu Çin" adı verilecekti. Mançu dili ve kültürü günümüzde yalnızca Çinlilerin hoşgörüsüne değil, gerçek bir etnoside (etnik kıyıma) maruz kalmaktadır. Kıtanın diğer ucundaki akrabaları olan Osmanlı Türkleri ise, son kertede onlarla aynı kaderi paylaşmayacaklardı. Bunun nedeni neydi? Hiç kuşku yok ki, bu soruya kitabımızın dar sınırları içinde yanıt vermek mümkün değildir. Ama yine de olguyu ortaya koymanın gerekliliğine inanıyoruz. Yine de Türklerle Moğolların akrabalık derecesini incelemek yerinde olacaktır: Pek çok tarihçinin göstermek istediği kadar yüksek miydi bu akrabalık derecesi? Bu soru Türk-Yunan ilişkileri açısından temel bir öneme sahiptir. Bugün halen Yunanistan'da iki halk arasında kurulacak her türden ittifaka karşı çıkanlar, "Moğol" ve "Ural-Altayh" olan Türklerle, "Hint-Avrupah" Yunanlılar arasında herhangi bir uygarlık bağının öngörülemeyeceği argümanını yükseltmektedirler. Bugün bile Türkiye'ye gelen Batılı turistlerden kaçı (aslında Yunanlılardan hiç de farklı olmayan) Türklerin yüzünde "sarı ırk"ın izlerini aramaz? Bu durumu bize aktaran, Fransa'da Türk araştırmaları dalının en kıdemli şahsiyeti Robert Mantran idi; Fransız üniversitelerine Osmanlı tarihiyle ilgili kalıplaşmış kanıları sokan, Türk olmaktan çok İslâm ve Arap dünyasına ait boş düşünceler idi. Hemen ırk sorunu ile dil sorunu arasında bir ayrım koyalım. 18. yüzyıl Avrupa'sının dilsel bulguları, Avrasya kıtası üzerinde, Sami, Hint-Avrupa ve Ural-Altay gibi büyük dil grupları belirlemek alışkanlığına neden olmuşlardı. Batı 19. yüzyılının ırksal -hatta ırkçı- kuramları bu dilsel araştırma61


ları ırk kavramına da yaygınlaştırmaya uğraşmışlardır. Bu şekilde, Hint-Avrupa diliyle kendini gösteren Aryan halkı aynı zamanda bir ırk durumuna da gelmiş olacaktı. Oysa Fransızca ve Sanskritçe aynı dil grubundalar diye Hindistan ve Fransa'nın da bir ırk bağına sahip olduklarını iddia etmek anlamsız olacaktır. Yunan asıllı Amerikan tarihçi Lefteris Stavrianos daha akla yatkın bir tavrı sergilemektedir: "Türkler etnik olmaktan çok dilsel bir gruptur. Ortak bağları Türk dilleri ailesinin şu ya da bu biçimini kullanıyor olmalarıdır. Etnik anlamda karışmış bir halk olsalar da dış görünüşlerinde Moğoldan çok Kafkasyalıları andırmaktadırlar."5 Hatta bu dilsel birlik kuramı bile, bir diğer Fransız Türkolog Louis Bazin gibi bazı dilbilimciler tarafından sorgulanmıştır.6 Bazin, önce şu olguya dikkat çeker: "Türk ya da proto-Türk dilleri kullanan halklar çok farklı fiziksel görünüşlere sahiptir: Atilla'nın Hunları kısmen 'Mongoloid' iken, Çinlilerin beyaz tenli, mavi gözlü, kızıl saçlı, iri yarı adamlar olarak tasvir ettikleri Kırgızlar net bir şekilde 'Nordik' bir görünüme sahiptir; arkeolojik kazılarda ele geçirilen çok sayıda eşya dolayımıyla bize ulaşan sakallı ve bıyıklı ilk Türk tarihi tasvirleri, bunları 'Mongoloid' tipi altına dahil etmemizi imkânsız kılmaktadır; yani bir 'Türk ırkı'ndan söz etmek anlamsızdır."7 Ayrıca yeni dilsel araştırmalar, özellikle de Alman bilimadamı G. Dörfer'in çalışmaları, Türk dilinin UralAltay kökenini ve Moğol tipiyle akrabalığını tamamen kuşku altında bıraktığını da vurgulamaktadır. Osmanlı Türklerinin kökenleri, M.S. 8. yüzyıldaki Oğuz Türklerinin kahramanlık çağında aranmalıdır. 10. yüzyıl 1 L. S. Stavrianos, The WorUl lo 1500. A Global History (1500'e Kadar Dünya. Küresel Bir Tarih), Englewood Cliffs, Newjersey, Prentice-Hall, 1970, s. 266. 6 Bkz. Baziıı'in "Re/kctUms sur le probleme Turco-Mongol" ("Titrk-Moğol sorunu üzerine düşünceler") başlıklı çalışması, Turaca, Paıis, XV. cilt, 1983, s. 31-38.

ortasından başlayarak bunlara Türkmen adı verilecektir. Batıda Oğuzlardan, doğuda Mançulara dek tüm Türk-Moğol boyları gibi Şaman dinine mensuptular. Ama 9. yüzyıldan 10. yüzyıla dek süren göç sırasında batıya doğru hareket ederek, Hazar Denizinin doğusuna, Bağdat'taki Arap halifelerin elinde bulunan ve Samanilerin İran hanedanı tarafından yönetilen Transoxian (Siri Derya ve Amu Derya Irmaklarının arası) yerleşeceklerdi. Burada da islâm'ın etkisi altına gireceklerdi. Ama hangi İslâm sözkonusuydu? Şaman dinine mensup Oğuz Türklerinin hiçbir şekilde Sünni Arap halklarıyla değil, önce Şii iranlılarla, sonra da Ortodoks Hıristiyan Yunanlılarla ilişkiye geçmiş olduklarını unutmayalım. Bu ilişkiden, karşılaşan üç dinin; Şamanlık, Şiilik ve Ortodoks Hıristiyanlığın sentezi olan ve Alevilik adı verilen saf Türk bir din ortaya çıkmıştı. Halen Türkiye Cumhuriyeti halkının üçte birinin mensup olduğu bu din, son döneme kadar tarihçiler tarafından görmezden gelinmiştir. Bölgenin büyük imparatorluklarındaki "uygar" dillerin (Farsça, Arapça ve Yunanca) Osmanlılar üzerinde uyguladığı ağır baskılara rağmen Türk dilinin ayakta kalması gibi, Türk dini de yüzyıllar boyunca hedefi olduğu korkunç zulümlere rağmen günümüze dek gelebilmiştir. Ve gelecekte de Türkiye'deki resmi Sünniliğin yerini alabilmesi olasıdır. Daha kesin bir deyişle, Oğuz Türkleri islâm dinini, Ebu Süca Büyeyb tarafından kurulan ve 945 yılında Bağdat'ı ele geçirerek Sünni halifesini himayesi altına almak suretiyle büyük bir İran İmparatorluğu oluşturan iranlı Şii hanedanı Büveyhoğulları (932-1055) dolayımıyla tanımışlardı. Zaten Selçuklu Türkü Tuğrul Bey Bağdat'ı 1055'te bu Şii hanedanının elinden alacaktı. Ama Tuğrul Bey politik çıkarlar nedeniyle ve rakibi Büveyhilerin Sünni halifesi nezdindeki konumlarını bozmak ve iktidarlarını gaspetmek üzere Sünniliği savunmaya karar vere-

7 a.jj.e .s. 33.

62

63


çekti. Bu dönemden başlayarak, Alevilik halk arasındaki etkinliğini korurken, Sünnilik de -sonradan Osmanlılar olacak Selçuklulardan itibaren- Türklerin "politik" dini olacaktı. Osmanlıların bu ataları, daha önce düşünüldüğü gibi 13. değil, 11. yüzyılın sonlarında, 1071'de Bizans'ı yendikleri Malazgirt (Mantzkiert) savaşının ertesinde Batı Anadolu'ya yerleşeceklerdi. Türkmenler Osman Bey'in devrine dek iki yüzyıl boyunca bölgede en yüksek ücret ödeyene hizmet edeceklerdi. Oğuz toplumunun yapısı, göçebeliğin genel kurallarına tabi olmaya dayanıyordu. Açıktır ki çadırlarda yaşıyorlardı. Başlarında, görevini yerine getirirken soylular, beyler ve karılarından oluşan aristokrat sınıfından yardım alan seçilmiş bir Büyük Hakan vardı. Oğuz beylerinin kanları "beyaz yüzlu'ydüler, yani avam göçebeler gibi bronzlaşmama ayrıcalığına sahipliler. Göçebe toplulukların kadınlara verdikleri özgürlükten yararlanıyorlardı: Ok atıyorlar, kılıç kullanıyorlar ve güreş öğreniyorlardı. Hatta kimi zaman babaların yeni doğacak çocuğun kız olması için dua ettikleri bile oluyordu. Aile yapısı tekeşliydi. At eti yeniyor, şarap ve kısrak sütünden fermante edilmiş olan kımız içiliyordu. 1280'de Osmanlıların kurucusu olan I. Osman, her şeyden önce İstanbul'un iki adım ötesinde yerleşik bir kabilenin başıydı ve öncelikli kaygısı kabilesine güzel otlaklar ve zengin ganimetler sağlamaktı. Osman, herkesin birbirine eşil sayıldığı bir beyler kurulunda primus inter parcs (eşitler arasında birinci -ç.n.) idi. Osman'ın etrafında oluşturulan törensellik en alt safhaya indirgenmişti. O esasen, boylar birliğini yöneten askeri bir önder idi. Gezici hükümeti adeta atların eyerleri üzerinde kurulmuştu. Her boy özerkliğe sahipti ve hukukunu kendi geleneklerine göre işletmekteydi. Osmanlıların başı, olaylara yalnızca hakem olarak müdahale ediyordu. "Gazi" olduklarını iddia etmelerine karşın, İslâm yasalarının, klanların geleneksel yasalarına kıyasla ol-

dukça az etkisi vardı. Osman'ın Beyliğinin komşusu olan Rumi Selçuklu Anadolu, resmi olarak Sünniydi ve Sünnilik de elbette ki kentlerde mevcuttu. Ama boylar arasında ve kırlarda Alevilik hakimdi. 14. yüzyılda Alanya'yı ziyaret eden İbn Battuta (1304-77), Rum ülkesi kadınlarının peçeli olmadıklarını ve Türklerin bu anlamda, erkeklerden daha yüksek bir toplumsal konum bahşettikleri kadınlara saygı gösterdiklerini yazmaktadır. Gezgin, buna örnek olarak da, yolculuk eden karısına eşlikçi erkeğin, eşine hizmet eden biri konumunda gözüktüğünü vermektedir. Battuta, "Bu ülke sakinlerinin Sünni olmalarına rağmen haşiş (esrar) çiğnedikleri" ni de eklemektedir.8 Haşiş, Şaman törenlerinde kendinden geçmek üzere kullanılmaktaydı. Daha sonraları bile Arap kökenli Sünnilik yüzeyde kalarak halk kitlesine ulaşamayacaktı. Örneğin 15. ve 16. yüzyılın Venedikli gezginleri, Anadolu'nun beşte dördünün Şii olduğunu yazıyorlardı. Her boyun başı, kendi fethettiği bölgelerden vergi toplamaktaydı. Osman ile diğer beylerin hazineleri arasındaki tek fark, birincisinin savaş ganimetlerinden pençik adı verilen beşinci bir vergi olmasıydı. Osman ve Orhan yalnızca 'Bey' ya da 'Emir' sıfatını kullanmaktaydı. Ama Bursa'nın 1326'da fethinden sonra Orhan Bey bundan böyle Moğol İlhanlılarla ismen dahi hiçbir bağının kalmadığını, kendini bağımsız bir hükümdar kabul ettiğini ifade edecek şekilde, adına para bastırmaya başlayacaktı. Dahası, cuma vaazlarını adına okutacak ve 'Sultan' sıfatını kullanmaya başlayacaktı. Yine de I. Murat saltanatının ilk bölümünde 'Bey' diye anılacaktı. Ama gücü arttıkça kendisine verdiği 'Sultan' sıfatı da tanınacaktı. Aynı şekilde, imparatorluk iddiasını yansıtacak şekilde, kendisine 'Hüdavendigâr' (Hükümdar) dedirtecekti. Ama 'Sultan' sıfatı, fiili gelişim içinde oturacak ve halife tarafından tanınmayacaktı. 8 ibıı Battuta, Voyages (Geziler), cilt 11, Paris, 1982, s. 137.

64 65


Bayezit 1395'te Kahire'deki Abbasi halifesinin kendisini resmen Romalıların (Bizanslıların) Sultanı -Sultan-ı Rumolarak tanımasını sağlamaya çalışacak ama başarısızlığa uğrayacaktı. Bayezit'in 1402'de Ankara Savaşında yenilerek eline tutsak düştüğü ve kendini Anadolu Moğollarının eski topraklarının mirasçısı olarak gören Timurlenk ise Bayezit'i yalnızca 'Bey' sıfatıyla tanımıştı. 1402 Ankara Savaşı, Sünniliğin bölgede düştüğü en alt seviyeye işaret etmekteydi. Çünkü giderek daha fazla Bizans ve Hıristiyanvari tutumlar takınan ve uzun süredir Gazi geleneğini terketmiş olan 1. Bayezit'in karşısında, Anadolu Şii ve Alevilerinin hamisi Timurlenk duruyordu. Bizans'ın politik mirasının tüm meşruiyetiyle Osmanlılara aktarılması, 11. Mehmet'in çok iyi kavradığı üzere, İstanbul'un fethedilmesiyle tamamlanmış sayılırdı. Daha önce de bahsettiğimiz bu gerçeği, Fatih'e yazdığı mektupla ifade edecek kişi, Trabzonlu Georgios idi: "Bileğinin hakkıyla Romalıların (Bizanslıların) İmparatoru olduğundan kimsenin şüphesi yoktur. Zira, İmparatorluk başkentini kanuni olarak elinde tutan kişi, İmparatordur."9 Heterodoks Türkmen geleneğine karşın, Sünni İslâmiyet, raison d'Etat uğruna resmi din olacaktı. Ama "ehl-i kitab" zımmi halklara (Hıristiyan ve Yahudiler) karşı hoşgörü, ayın eskisi gibi, eksiksiz bir şekilde devam edecekti. Devlet dini dışındaki dinlere mensup toplulukların özel bir vergi ödemeleri koşuluyla farklı inançlarının tanınması, bir Arabölge yasasıydı. Müslüman devletlerde bu vergi cizya (cizye) idi. Bizans İmparatorluğu'ndaysa, aynı türden bir vergi, kephaleion (kephaliteion), Hıristiyan olmayan topluluklardan adam başına tahsil edilmekteydi. Rus İmparatorluğu, 17. yüzyılda fethettiği Sibirya'da, Hıristiyan olmayanları kürk olarak ödenen bir vergiye tabi tutacaktı. Dinlerin9 Bkz. 1. Bölüm, dipnot 14. 66

den dönenler vergiden muaf oluyorlar, bu ise Moskova devletinin işine gelmiyordu. Aynı şekilde Osmanlı İmparatorluğunda da islâm'a giren gayrimüslimler, devleti bu çok önemli gelir kaynağından mahrum ediyorlardı. İmparatorluğun 14. yüzyılda yaşadığı hızlı Bizanslılaşma sürecinde, Bizans, Arap devletleri ve Fars katkılarını birbirlerinden ayırdetmek ve bu sentez içinde arı bir şekilde Türk kalanları tespit etmek oldukça güçtür. Çünkü Arabölge'de, Büyük İskender fetihlerinden önce bile, Adriyatik'ten İndüs'e dek ortak bir uygarlık alanı oluşmuştu. Arapların Bizanslılardan, Yunanlılardan ve Sasani Farslarından aldıkları eyaletlerde 7. yüzyıldan itibaren kurdukları politik, toplumsal ve dinsel yapı, Bizans ve Sasanilerinkine oldukça benziyordu. Bunu takiben Türkler 11. yüzyılda bölgeye geldiklerinde, bu ortak uygarlık dünyasına eklemleneceklerdi. Pek çok dilin konuşulduğu bu geniş alanda, halklar düzeyinde bile sıkı ilişkiler kurulacak ve bu ilişkiler, ortak uygarlığın güçlendirilmesine katkıda bulunacaktır. Örneğin Doğu'nun ünlü Türk mutfağının önemli bir kısmı, aslında Antik Çağ'dan beri süren Hellenik Doğu Akdeniz mutfağından başka bir şey değildi. Aynı Yunan ve Türk halk arasındaki benzerlik gibi, dinsel Bizans müziği ile Osmanlı müzikleri arasındaki benzerlik de insanı şaşırtmaktadır. Bu benzerlik, aşağıdaki alıntının sahipleri gibi, müzikbilimciler tarafından da doğrulanmaktadır: "Anadolu vc ona bağlı tüm Balkan müzik kültürlerinin folklor ölçülerinin Antik Yunan'ın mirası olduğunu farzedebiliriz" yalnızca, "Yunanlıların, Türkler tarafından aksak yapıya dönüştürülen nicel ölçülerinin ilkin bilgin müziğinde mi yoksa halk müziğinde mi kullanılmış olduğuna karar vermemiz imkânsızdır."'10 Aynı şekilde, İstanbul'da 6. yüzyıl tarihli Ayasofya Kilisesi vc 17. yüzyılda inşa edilmiş Sultanahmet Camii'ni karşı karıt) Kurt ve Uısula Reinhard, Les Traditions Muslcales. IV: Turquie (Müzikse! Gelenekler. İV: Türkiye), Paris, Buchet-Clıastel, 1969, s. 228. 67


şıya görmek, 11 yüzyıllık farka karşın Bizans mimarisinin Osmanlı mimarisine yaptığı derin etkinin açıkça farkına varmamızı ve Osmanlı-Bizaııs kültür alanında çağlar arasından sıyrılan süreklilik hakkında fikir sahibi olmamızı sağlamaktadır. Yüksek düzeyde yaratıcı olan bu süreklilik ve sentez, en büyük Osmanlı mimarı olan Sinan'da bile cisimleşmektedir. Sinan 1491 ya da 1492 yılında doğmuş, çalışırken geçirdiği bir kaza sonucu 1588'de, 97 yaşındayken ölmüştür. Kapadokya'daki Kayseri kentinde doğmuş bir Anadolu Yunanlısı Ortodoks Hıristiyandı. Yeniçeri saflarına katılma başvurusunda bulunduğu 20 (ya da 21) yaşma dek bir Yunanlı gibi yetiştirilmişti. Zaten kardeşi hayatı boyunca Ortodoks Hıristiyan kalmıştı. Yeniçeriliğe kabul edilmek için normalde 18 olan yaş sınırını aşmış olmasına karşın ocağa girecek ve böylelikle heterodoks Müslüman -Bektaşi- olacaktı. Dinsel ve kültürel açılardan bünyesinde gerçekleştirdiği Türk-Yunan sentezi, gerçek bir Osmanlı olmasını sağlayacaktı. Türk milliyetçiliğinin 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki babası olan Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı eserinde, gözleri önünde yıkılan ve terkedilmesinin gerektiğini söylediği Osmanlı uygarlığı hakkında şunları yazmıştı: Batı Roma İmparatorluğu'nun mirasçısı olan Avrupalılar, benimsedikleri Batı Roma uygarlığını ıslah ederek yeni bir Batı uygarlığının doğmasını sağlamışlardı. Müslüman Araplar ise, kendi hesaplarına, Doğu Roma uygarlığının mirasçılarıydılar. Arap mimarisinin ilk örnekleri Bizans kökenliydi. Osmanlı mimarisiyse bu ikisinin karışımı olacaktı. Doğu'da yönetici sınıflara ait bir Doğu müziği vardı. Farabi, Bizanslılara ait bu müziği alarak Araplara uyarlamıştı. Türk, Arap ve Fars yönetici sınıfları arasında yayılan bu müzik, alt toplum katmanlarına sızamamıştı. Gökalp, Türkçülerin başarılı olacaklarını, çünkü Doğünun Bizans uygarlığını bırakarak Batı uygarlığını kabu! etmeye karar verdiklerini belirterek sözlerini tamamlıyordu. 68

Ama Gökalp, İslâm ve Ortodoks Hıristiyanlığın seçkinler değil, halk sınıflan düzeyinde ve heterodoks-mistik (tasavvufi) İslâm yoluyla birbirlerine nüfuz etmiş olduklarından haberdar değildi. Yunanlılar ve Türkler aynı azizlere dua etmekteydiler. Aziz Georgios ve Aziz Theodoros, Khidr Elias'a (Hıdırellez) içerilmişti. Aziz Nikolaos Sarı Saltuk'ta, Aziz Haralampos ise Hacı Bektaş'ta yaşıyordu. Türkler Müslümanlıkta kalarak vaftiz oluyorlar ve aynı Ortodoks Hıristiyanlar gibi, Doğu Akdeniz'in Yahudi/Yunan geleneği olan, hayvan kurban etme ibadetini uyguluyorlardı. Bektaşi dervişler bir tür Kudas Ayinini kutluyor ve şarap içiyorlardı. İslâm dininin Ortodoks Hıristiyanlık üzerinde yaptığı pek çok etki arasında, 8. yüzyılda Bizans'ı kasıp kavurmuş olan ikonlar tartışmasını sayabiliriz. Hıristiyanlar, putatapıcılığın nesneleri olarak gördükleri ikonları parçalayacaklardı. V Konstantinos, kiliselerdeki tüm figüratif cisimleştirmelerin (resim-heykel) yasaklanmasını sağlayacaktı. Sonuçta bugün bile Ortodoks kiliselerinin özelliği olan bir uzlaşmaya varılacak ve her iki taraf da taviz verecekti: İkonlar serbest kalacak, fakat heykeller yasaklanacaktır. Kur'ân'da da putlara tapılması yasak olmakla birlikte, resimlerden sözedilmemektedir. İslâm'da kutsal olanın resmedilmesiııe konan yasak gelenekten kaynaklanmış, ama zaten esnek olan bu kurala da fazla uyulmamıştır. Aynı Ortodoks Hıristiyanlarda olduğu gibi heykeller kesin surette yasaklanmıştır. Türk folklor gelenekleri Osmanlı İmparatorluğunun tüm alanında yayılacak ve bölgedeki diğer halkların gelenekleriyle içiçe girecektir: Türk dansları olan çiftetelli ve karşılama Yunanistan'da, Yunan dansları sirto ve hora (horos) Türkiye'de oynanıyordu... Belirsiz kökenini dikkate almazsak, gölge oyunu Karagöz, gerçek Osmanlı folklorunun en güzel örneğidir. Gerçek görünümünü 17. yüzyılda tamamlayacak olan Karagöz bugün hem Bursa ya da istanbul, hem de Ati69


na'daki insanları eğlendirmektedir. Modern milliyetçiliklerin bu gölge oyununu yalnızca kendilerine maletme ve tek meşru "sahibi" olan Osmanlı İmparatorluğu'ndan koparma çabaları boşunadır. Bununla birlikte, 1903 yılında Berlin'de yayınlanan Der Mimus adlı eserinde Herman Reich Karagöz ile ilgili olarak, Bizans tiyatrosunun Osmanlı tiyatrosunu etkilediği tezini desteklemektedir. 14. yüzyılın ikinci yarısındaki Timurlenk egemenliği sırasında Anadolu'da, Ankara'nın batısındaki Sivrihisar yakınlarında bulunan Horto köyünde imam bir babanın oğlu olarak doğduğu düşünülen Osmanlı gülmece üstadı Nasreddin Hoca için de aynı şeyler söylenebilir. Bu noktada, Aleviliğin bünyesindeki Türk-Yunan sentezi olgusu üzerinde biraz daha durmakta yarar var. Türk tarihçileri Türk halk dininin Şaman kökenlerini aşırı bir şekilde öne çıkarmışlardır. Aleviliğin tanımı itibariyle Şamanlık, Şiilik ve Rum Ortodoks Hıristiyanlığın bir sentezinin sonucu olması nedeniyle elbette ki bu etki yok sayılmamalıdır. Ama Ortodoks Hıristiyanlığın ve dolayısıyla Hıristiyanlığın ortaya çıkışından önceki Rumeli ve Anadolu Yunan uygarlığının Alevilik üzerindeki etkisi de küçümsenmemelidir. Çünkü bizatihi Ortodoks Rumlar büyük ölçüde İsa'nın gelişinden önceki Doğu Akdeniz Helen uygarlığındaki halk geleneklerinin mirasçısıydılar. Buna örnek olarak, Dionysos Şaman ibadetlerinin halen Hıristiyanlık formu altında Batı Trakya'da, inananların çıplak ayakla ateşin üzerinde yürüdükleri anastenaria şenliklerinde yaşıyor olmalarını gösterebiliriz. Rum Ortodoks ve Alevi gizemciliğinin temelinde, Tanrıİnsana, Tanrı'nın, Peygamberlerinin ve Azizlerinin ikonlarda ve tasvirlerde temsil edilen yüzlerine verilen önem yatmaktadır. Bu, yüzlerin temsil edilmediği panteizmin tam tersiydi. Aynı şekilde, (salt sembolik anlamda değil) ruhun fizik merkezi olan kalbe verilen önem dikkat çekicidir. Oy102 70

sa ki beyin aklın merkezi olmaktan ibarettir, dolayısıyla ikincil bir öneme sahiptir. Merkezi kalp olan ilahi sevgi, Rum Ortodoksluk-Alevilik arasındaki yakınlığın özüydü. Ortodoks Rumlar devşirmelik yoluyla Bektaşi olunca, din değiştirdiklerini, Islâmiyele girdiklerini düşünmüyorlardı. İşte Bektaşiliğin Balkanlardaki Ortodoks Hıristiyanlar arasında elde ettiği başarının temel nedeni buydu. Yani Balkanların Islâmlaştırıldığmdan değil, Alevileştirildiğinden bahsedebiliriz. Mevlevilik ve Bektaşilik arasındaki ayrım örneklenerek Ortodoks ve heterodoks İslâm'a mensup farklı gizemci tarikatlar varolduğu iddiası ise gerçeği yansıtmamaktadır. Tanımı itibariyle hiçbir gizemci tarikat Ortodoks İslâm içinde sayılamaz çünkü Ortodoks İslâm dervişçe sürülecek bir yaşantıyı reddeder. Ayrıca tüm sufilerde kalp, merkezi bir öneme sahiptir. Adı geçen iki tarikat arasındaki tek fark, Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin yüksek düzeyli toplumsal tabakalara, Hacı Bektaş'ın ise halk kitlelerine seslenmiş olduğuydu. Ama Bektaşilik eşit şekilde, devşirmelik yoluyla yönetici sınıflar arasında ve Sultan sarayında da yayılacaktı. Orhan Gazi'nin arkadaşı, 1350'de İznik'te ölen büyük Türk gizemcisi Kayserili Davut'u örnek alalım. Ortodoks bir Müslüman mıydı, yoksa heterodoks bir Müslüman mıydı? Peygamberlerin yolunu mu (Şeriat), Azizlerin yolunu mu (Tarikat) izliyordu? Suli olduğu için tanım itibariyle lıeteroclokstu. Az önceki soruya yanıtı, Tanrı'ya ulaşmak için peygamberleri (enbiya) ve azizleri (evliya) izlemenin gerektiğiydi. Bahşedilmiş ve edinilmiş azizlik mertebeleri de mevcuttu. Orhan Gazi'nin İznik'te açtırdığı ilk Osmanlı üniversitesini yönelmiş olan Kayserili Davut için mutlak azizliğin işareti İsa, sınırlı azizliğin işareti ise İbn Arabi'ydi (1165-1204). Genelde Şiiler içinse mutlak azizliğin işareti Ali, sınırlı azizliğin işareti ise kayıp 12. İmam olan Meh-


di'ydi. Mehdi ise Şiiliğin türüne göre farklılaşıyordu. Ali, "Adem heniiz su ve kil arasındayken, ben Azizdim" demişti. 16. yüzyıldan itibaren Şii İran'a karşı açtığı savaşta; toplumsal kargaşa yaratmayacak, Bektaşiler gibi lıeterodoks Alevi sufilere muhalif olacağı düşünülen Mevleviler gibi, düzenle barışık Sünni sufiler efsanesini ortaya atan, Osmanlı devleti olacaktı. Oysa ki gerçekle, Hacı Bektaş, Yunus Emre ya da Mevlana'nın olsun, Türk gizemci düşünüşü, Agion Oros (Aynoroz) keşişlerinin Ortodoks Rum gizemciliğine sıkı sıkıya bağlıydı. Zaten Türk-Yunan gizemciliği esasen hep devrimci olmuştu. Aşağıdaki resmi bakış açısında, bu devrimciliğin tutucu unsurlar arasında yarattığı korku özetlenmektedir: "Babinger, Bektaşiye'nin Mevleviye'yle aynı niteliklere sahip olduğunu iddia etmektedir. Oysa bu, gerçeğe karşı bir iddiadır. Çünkü bu iki tarikat, tüm bir Osmanlı tarihi boyunca birbirine zil iki güç olagelmiştir Gerçekle Mevleviler sert Ortodokslardı ve toplumun sakin kesimlerinin desteğinden yararlanıyorlardı,"11 Türklerinki, Arap çölünün Ortodoks İslâm'ından oldukça uzak, aynı Rum Ortodoksluğu gibi ilahi sevgi üzerine kurulu bir dindi.12 Tüm dinlerde biri aristokratik, diğeri popüler olmak üzere iki eğilim vardır. Örneğin Çin "dini"nde Konfiçyusculuk yönetici sınıflara, Taoculuk ise halk sınıflarına seslenmektedir. Aynı şey Yunan dini için de geçerliydi: Aristokratik yönü Ağios (Aziz) Gregorios Palamas (14. yüzyıl) temsil ederken, halka seslenen yönün temsilcisi Kosmas o Aitolos (Etoloslu Kosmas Veli) (18. yüzyıl) idi. Yani kısacası, Ziya Gökalp'in düşündüğünün tersine -yel i Mustafa Said Yazıcıoğlu, Le Kahıııı et son role dans la sociele aux XVe et XVIıııe sciecles

Turco-Ottomane,

("Kelam ve XV. ile XVI. yüzyıl Türk Osmanlı

Toplumundaki Rolü"), Fransızca çeviri, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınlan, 1990, örneğin, s. 239 ve Haluk 240. Yüce, Hacı Bektaş 12 likz.

Veli, Mevtana ve Sonrası,

İstanbul,

ni araştırmaların da kanıtlamaya başladığı üzere- Osmanlı toplumu yönetici sınıflar düzeyinde olduğundan daha çok, halk düzeyinde yüksek ölçüde Bizans karakterliydi. Osmanlı imparatorluğu, 14. yüzyılda yaşadığı yerleşikleşıne sürecinde Bizanslıların idari uygulamalarını ve saray adetlerini, bunlara lslâmî adlar vermekle yetinerek benimsediler. Ortodoks Hıristiyan Bizanslı kadınların, dönemin Osmanlı sarayı üzerindeki etkisi gözardı edilemez. Zaten bu kadınlar daha önce de Rumi Selçuklu Devletinde ve Anadolu Türkmen beyliklerinde önemli bir rol oynamışlardı. Kadınların mevkilerde yoğun ve sürekli varoldukları gerçeği, sözü geçen etkinin yapay olduğunu düşünmemizi engellemektedir. Örneğin 1246'da Konya'da tahta çıkan ve annesi Yunanlı olan Rumi Selçuklu Sultanı II. Izzeddin Keykavus'un sarayı, Yunanlı dayıları Kir (Kyrios) Kedid ve Kir Hayi tarafından yönetilmekteydi. Her ikisinin de kararlı Hıristiyanlar olması, sarayın Hıristiyan ve Müslümanlar arasında bölünmesine neden olmuştur. Bizans etkisi altında Hıristiyan Ortodoks olarak vaftiz edilen Izzeddin, Yunan kilise hiyerarşisiyle de sıkı ilişkiler yürütecekti. Bizans İmparatoru VI. loannis Kantakuzenos'un kızı Theodora, I. Orhan ile 1345'te evlendikten sonra bile dinini değiştirmeyecek, Osmanlı sarayındaki Hıristiyanların aktif desteğini alacaktı. Ayrıca yaşamının son günlerinde aynı babası gibi, bir manastıra kapanacak ve rahibe olacaktı. I. Murat ve I. Bayezit'in anneleri de Yunanlı ve Ortodoks Hıristiyandı. Murat, her ikisi de Ortodoks olan Bulgar Prensesi Tamara ve Bizanslı Prenses Helena'yla evlenmişti. Bayezit, Sırp hükümdarı I. Lazar'm kızı Maria Despina ile evlenecekti. Bu kadınlar Osmanlı sarayına girmekle kalmayacaklar, buraya Ortodoks Hıristiyan danışmanları sokacak ve saray örgütlenmesi üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olacaklardı. Bu Bizans-Osmanlı ya da Türk-Yunan sentezi içinde tarihçi Laonikos Chalkokoııdyles (yaklaşık 1423-1470) il-

1990.

102

73


ginç bir örnektir. Bu tarihçi hayatının bir kısmını, yirmi yıldan fazla kaldığı Mistra'lı Palaiologos' ların yanında geçirmiş Atina'h bir Yunanlı idi. Osmanlılar Atina'yı 1458'de ele geçirdiklerinde kentine dönmüştü. 10 kitaptan oluşan ve Apocleixeis Historion ("Tarihi İspatlar") başlığını taşıyan kitabında, 1298-1463 arasında Bizanslılarla Osmanlıların paralel tarihini anlatır. Bu kitapta Türklere yerleşik İmparatorluk kurucusu olarak olumlu bir imaj verir. Chakokondyles, 1451'de Roma'ya kaçan Katoliklerle birlik yanlısı İstanbul Patriği Gregorios Mammas'ın akrabası ve yine 1449 yılı civarında Batıya kaçan Latin yanlısı Delerios Chalkokondyles'in kuzeniydi. Ama aynı tarihçi, Fatih'in iyi dostu olan ve 1453-67 arası Sadrazamlık, 1472-73 arası Rumeli Beylerbeyliği yapmış olan Yunanlı Mahmut Paşa'nın da akrabasıydı. Aynı şekilde, 13. yüzyılda Konya'daki Selçuklu Sultanının, İznik'teki (Nikaia) Bizans İmparatoruyla aynı amblemi, "Çift Başlı Kartal"ı kullandığını belirtmeliyiz. Hangisinin diğerinden etkilendiğiniyse bilmiyoruz. Bu amblemi Bizanslılar arasında ilk kez Nikaia hükümdarı 11. Theodoros laskaris'in İstanbul'u işgal eden Frenklere karşı savaşımı sırasında kullanmış olduğu bilinmektedir. Ama asıl garip olan, Türklerin vc Yunanlıların kullanmış olduğu amblemin, 19. yüzyılda, Türk karşıtı Megdli İdca'nın (Büyük Düşünce) eline geçmiş olmasıdır. Aynı şey, "Kızıl Elma" ya da Yunanca adıyla "Kökkini Milia" (Kızıl Elma Ağacı) için de söylenebilir. İstanbul'da, İmparator I. lustinianos'u (527-565) at üzerinde tasvir eden büyük bronz bir heykel bulunuyordu. İmparator, sol elinde, bir küre üzerindeki haçı tutmakta, sağ eliyle de doğuyu işaret etmekteydi, imparatorun elinde duran ve yaldızlı (ya da kızıl) elma olarak adlandırılan kürenin 14. yüzyılda yere düşmesi, Bizanslılarca uğursuzluk işareti olarak yorumlanmıştı. Buna göre Yunanlılar Türkler lehine güçlerini yitireceklerdi. Kentin 1453'te düşmesinin ardından efsane şu ayrıntılarla 102

bezenecekti: Surlarda savaşırken ölen İstanbul'un son hükümdarı, Türkleri kovmak üzere dirilecek ve "Kızıl Elma Ağacı"na dek sürerek hepsini katledecekti. Müslümanlar açısındansa efsane, Tunuslu tarihçi Ibn Haldun'un (1332-1406) aktardığı bir peygamber hadisine dayanmaktaydı: Bizans İmparatorunu yenerek, hazinesini Allah yolunda harcayacak kişi, İstanbul'u fethettiği gün, Mesih (Mehdi) olacaktı. Hadisten haberdar olan II. Mehmet, Mehdi olmayı düşlüyordu. Ayrıca, ele geçirilmesi gereken istanbul'un Müslümanların "Kızıl Elma"sı olduğunu biliyordu. Aynı uygarlık alanında, ortak semboller kaynağından beslenen Türk ve Yunanlılar, baş olma mücadelesini birbirlerine karşı veriyorlardı. Osmanlı ordusunun Bizanslılaşması, 14. yüzyılda şu şekilde gerçekleşecekti: Devletin yerleşikleşmesi, din adına yağma yapmaktan başka bir şeyi amaçlamayan düzensiz göçebe Türkmen süvarisi yerine yeni bir ordunun kurulmasım^gerektiriyordu. Orhan Bey, bu nedenle, düzenli maaş alan piyade birliği Yaya ve düzenli süvari birliği Müsellem'i oluşturacaktı. O dönemde Osmanlı hizmetine girmek için henüz din değiştirmek gerekmediği için, yeni ordu çok geçmeden çoğunluk durumuna geçecek olan Hıristiyanları da içeriyordu. Eskiden soyluluğu çağrıştıran "Gazi" sıfatıyla çağrılan bu göçebe Türkmen süvarileri, artık daha az çekici adlarla (akıncı ya da deli) yetiniyorlardı. Bu birlikler sınırlara gönderilip vurucu güç olarak kullanılıyordu. I. Murat, devlet hazinesinden maaş ödenmesi yerine, tımar sistemini başlatacaktı. Tımar, fethedilen eyaletlerin valiliklerine de atanan yeni ordu kumandanlarına dağıtılıyordu. Tımarcılar Sultan için asker beslemek, eğitmek ve bunların gereksinimlerini karşılamakla yükümlüydüler. Böylece devlet hazinesi askeri maaşların yükünden kurtulacaktı. Çoğunluğu oluşturan Ortodoks Hıristiyan birliklerin katkısı olmadan fetihler gerçekleşemez ve Bizans Imparatorlu75


ğu'ııun politik mirasını Osmanlı'ya aktarılması süreci tamamlanamazdı. Pronoia adlı Bizans fieflerini elinde tutan Hıristiyan kumandanlarına pronoiarioi denmekteydi. Osmanlı ordusuna girdikten sonra, tımar sahibi olan fieflerine hizmet etmeyi sürdüreceklerdi. Osmanlı aristokrasisinin en önemli ve en eski ailelerinden olan Mihailoğulları, ilk Osmanlılara I. Osman devrinde katılan dönme Bizanslı teodal bey Köse Mihal (Mikail Bey) tarafından kurulmuştu. Özü bakımından tımar, pronoia ile aynı niteliklere sahipti ve onun gibi, köken olarak Selçukluların eski İhta sistemine dayanmaktaydı.13 Merkezi Bizans gücünün sürekli zayıflaması ile eşzamanlı olarak, toprak aristokrasisi güçlenecek, bu durum Haçlı Seferlerinden beri Batı feodalitesinin etkisiyle daha da ağırlaşacaktı. Bunun sonucu olarak eskiden "yararlanma hakkf'ndan ibaret olan pronoia, artık mülkiyetin kendisini tanımlayacaktı. Oysa diğer örnekte Sultan, tımarlar üzerinde kesin bir kontrole sahipti. Yani Osmanlılar, Ege'nin iki yakasında da merkezi gücü yeniden oturtmuşlardı. Osmanlı tarımsal vergi sistemi, doğrudan doğruya Bizans'tan esinlenerek biçimlendirilmişti. Sabanı çeken iki öküz üzerinden değerlendirilen arazi vergisine "Çift" deniyordu. Bunun Bizans'taki karşılığı zeugarion idi (Bu sözcük, Yunanca'da "çift" anlamına gelir). Ama vergi sistemi aynı olmakla birlikte, uygulama farklıydı. Feodal beylerin yetkilerini kötüye kullanmalarını devlet gücüyle engelleyen Osmanlı İmparatorluğu, böylelikle köylünün vergi yükünü de hafifletiyordu. Bizans'ın Mistra'lı filozofu Georgios Gemistos Plethon (yaklaşık 1355-1451) senyörlerin açgözlülüğünün Türklerin ekmeğine yağ süreceği yolunda uyarılar yapmıştı. Nitekim, Bizans'ın son zamanlarında, vergilerin angarya olarak ödenmesi yöntemi oldukça kötüye kullanıI \ Pronoia ve Tımarı tanımlamak üzere, tam karşılığı veren "benefiçio" yerine, genellikle daha anlaşılır olan "ficf" terimini kullanıyoruz. 76

lacaktı. Senyöre sunulan angaryanın oranı kimi bölgelerde haftada iki güne dek yükselmişti. Oysa Osmanlı vergi politikası angaryayı kaldırmaya yönelecekti: Merkeziyetçi devlet, her eyalet için vergi oranlarını ve köylülerin tımarcılar için görecekleri hizmetleri belirliyordu. Osmanlı'nın merkezileşmesi halk yığınlarının çıkarına olduysa da, pronoia-tımar sisteminin sürdürülmesi, sonradan Osmanlılaşan Bizans aristokrasisinin gücünün ayakta kalmasını sağlayacaktı. Bu yeni aristokrasi, gelirleri hükümdarın gelirlerini geride bırakacak bir arazi serveti geliştirecekti. Ayrıca askerler hükümdara kıyasla, maaşlarını ödeyen tımarcılara daha istekle itaat ediyorlardı. 14. yüzyılda Anadolu göçebe Türkmen aristokrasisi, tımar sistemi doğrultusunda yerleşikleşerek oldukça güçlenecekti. Bu sınıf, başvezirlik mevkiini elde eden Çandarlı ailesi tarafından temsil ediliyordu. Osmanlı hükümdarı Türkmenlerin çoğalan gücünü dengelemek üzere, önce Ortodoks Flıristiyan aristokrasisini bol miktarda tımarla takviye edecekti. Ama Müslüman ya da Hıristiyan olsun, sınıfsal çıkarlar bu aristokratları Sultan'ın mutlak gücünün karşısına koyuyordu. Daha 14. yüzyılda tımarın babadan oğula geçmeye başladığına tanık oluyoruz. 1375'te, tımarların babadan oğula geçmesini meşrulaştırıcı bir kanun maddesi yayınlanmıştı. Böylece, tüm ülke zenginliğinin yalnızca hükümdara ait olmasını hedefleyen ana devlet doktrini zedelenmiş oluyordu. İşte bu bağlamda, I. Murat pençik (ganimetin beşte biri) ayrıcalığını, tamamen kendisine bağlı olacak seçkin birlikleri; kapıkullarım finanse etmek üzere kullanmaya karar verecekti. Selçukluların uyguladığı gulam'dan (genç yabancı) esinlendiği sisteme, devşirme (gençlerin silah altına alınması) biçimini vermişti. I. Bayezit ise bunu, (Müslüman, Yahudi ve diğer Hıristiyanlar dışarıda tutulmak üzere) Hıristiyan Ortodoks oğlanların periyodik olarak askere yazıldığı ve 77


aralarından cn iyilerinin saraya ya da orduya alındığı bir kurum haline getirecekti. Sistem, II. Murat ve II. Mehmet devirlerinde genelleştirilecekti. Bu yeni kapıkulu ordusu, yeniçeri adlı piyade ve sipahi adlı süvari sınıflarına bölünecekti. 11. Murat'ın ertesi yüzyılda tımar verdiği sipahiler, büyük ocakların kontrolü altına girecekti. Böylelikle yaya ve müsellem, cephe gerisine çekilmiş bulunuyordu. Çok geçmeden, tımarlı askeri büyük ocaklar ile kapıkulları arasında, II. Mehmet hükmü altında İstanbul'un 1453'te alınmasının ardından ikinciler lehine bitecek bir çatışma başlayacaktı. Böylelikle hükümet ve ordu ellerine geçmiş bulunuyordu. Büyük ölçüde el konan tımar ve mülklerin kapıkullarına tahsis edilmesi, büyük ocakların gücünü azaltmıştı. İmparatorlar sadık devşirme sınıfının üyeleri olan başvezirlere mutlak bir güç ve kendisinden sonra en zengin kişiler olmalarını sağlayacak tımar ve gelirler bahşedecekti. Böylelikle, Başvezir Osmanlı mutlak monarşisinin iki numaralı adamı olacaktı. Bizans İmparatorluğu, 324'ten 1453'e dek süren 1129 yıl boyunca, 14 hanedana ve çok sayıda gaspçıya tanık olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu ise, tahtı gaspeden hanedanlarla karşılaşmamış ve sonuçta, 644 yıllık yaşamı boyunca tek bir hanedanın yönetimi altında kalmıştır. İmparatorluğun ve otoritesinin hanedan üzerinde hak iddia edenlerce bölündüğü 1402-13 arasındaki 11 yıllık dönem ise bir istisnadır ve zaten aynı hanedanın üyesi olan kardeşler arasındaki bir kavgadan ibarettir. Yaşanan tüm kriz ve devrimlere rağmen merkezi gücün sergilediği bu dikkat çekici istikrar, Fatih Sultan Mehmet devrinde zafere ulaşan ve ölümü ancak 16. yüzyılın sonundan başlayarak üç yüzyıldan fazla süren gerileme döneminde gerçekleşebilen sistemden kaynaklanmaktadır.

102 78

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Osmanlı Yapısının Doruğu (1461-1566)

1453-1461 yılları arasında İstanbul, Mistra ve Trabzon'un alınmasıyla Arabölge'nin merkezi İmparatorluğu, değerli halefine kavuşmuş oluyordu. Ama tüm önde gelen halklar binyıllar boyunca adı geçen mekânı kendi lehlerine birleştirmeye çabalamışlardı. Bu nedenle 1453'ten sonra bile bölge hakimiyeti üzerinde hak iddia edenler eksik olmayacaktı. Ruslar, dinsel ortaklık yüzünden Bizans'ın mirasçısı olduklarını iddia edeceklerdi. Daha sonra Romenler Romanya'ya, 18. yüzyılda hükmeden Osmanlı Yunanlısı yönetimden ötürü bu mevkiye gözlerini dikeceklerdi. Kuşkusuz, Ruslar ve Romenler, Türk halkının yaratıcılıktan uzak olduğunu savlayarak Osmanlı verasetini önemsiz göstermeye çabalamışlardı. Yunan milliyetçiliğinin bir türüne bakılırsa, Yunanlılar tarihsel olarak, Türklerden önce bulunduklarına göre, bölgenin tümü kendilerine ait olmalıydı. Osmanlıların Bizans modeline sadakati bile aynı görüş sahipleri tarafından kullanılacak ve büyük Romen tarihçi Nicolas Iorga'mn ( 1 8 7 1 - 1 9 4 0 ) bakış açısı ödünç alınacaktı. Iorga 1935'te şöyle yazmıştı: "İstanbul'un Türk sahipleri, Osmanlı kökenli "basileus'lerin


çok sevdiği kente yeni bir ad bile bulamamıştı."1 (İstanbul adı, daha önce de belirttiğimiz üzere, Yunancadan 'şehre' anlamına gelen "eis ten polis" sözcüğünden gelmektedir.) Bu koşullarda, 20. yüzyıl Türk tarihçilerinin Türk şahsiyeti açısından olumsuz yorumlara neden olabileceğini düşündükleri bu miras devrini reddetmeleri kadar doğal bir şey yoktur. Oysa Fatih Sultan Mehmet kendini Yunan İmparatorlarının devamı addetmiş, tebaasını etkilemek üzere, kendisine anne tarafından inen Yunan soyunu hatırlatmış ve hatta, ailesinin, Konya'ya yerleşip Islâmiyete geçtikten sonra bir Selçuklu sultanı ile evlenmiş olan, Bizanslı Komnenos İmparatorluk hanedanına mensup bir prensten geldiğini iddia etmişti. İngiliz tarihçi Steven Runciman'm tersine, Türk tarihçi Fuat Köprülü 1935'te Mehmet'in iddiasının saçma olduğunu öne sürmüştür.

Devlet ve yönetici

sınıf

Osmanlı devleti, bir çift ikilik üzerine temellenmişti. Bir yanda toplumsal ikilik; askeri sınıj-reaya (devlet memurlarını ve din adamlarını içeren askeri sınıf karşısında, İmparatorluğun ders etat'sı, yani halk katmanları), öte yanda dinsel ikilik: Sünni îslâm ("Türkler")- Ortodoks Hıristiyanlık ("Rumlar'). Yönetici sınıf ("Osmanlılar"), çeşitli milletlerin, özellikle de başlıca ikisinin, Türk ve Rumların yöneticilerini içeren askeri sınıfı oluşturuyordu.

7. "Askerî" sınıf (devlet memurları ve yüksek düzeyli ruhban) Ata binme ya da kılıç kullanma haklarına sahip olmayan reayu'nın (raya) tersine bu sınıf "askeri" karaktere sahipti.

Burada, İmparatorun buyruğuyla kapıkulu olsun olmasın, devlet içinde işlevi olan, üretime katılmayan ve vergiden tamamiyle muaf olan "Osmanlı'lar sözkonusudur. Askeri sınıfa askerler dışında devlet memurları, saray nedimeleri ve milletlerin ruhbanı da dahildi. Yani aynı raya sınıfı gibi askeri sınıfı da Müslümanlar kadar gayrimüslimler oluşturuyordu. 15. yüzyılda imparator askeri sınıfa dinlerine rağmen binlerce Hıristiyan süvarisini de ekleyecekti. Rumeli ya da Anadolu'da, Müslüman olsun, gayrimüslim olsun ticaret ya da tarımla uğraşıp dolayısıyla vergi ödeyenler, raya sınıfı mensuplarıydı. Askeri sınıfın görevden alınmış ya da emekliye sevkedilmiş üyeleri, üretim, tarım ya da ticarete girişmedikleri sürece vergiden muaf tutuluyorlardı. Oysa üretimden çekilen ve devlete hizmet veren raya, muaf ve müsellem reaya oluyordu. Ama yine de raya olarak kalıyorlardı. Muafiyetleri de her an sona erdirilebilirdi. Raya sınıfından askeri sınıfa, kapıkulu yolunu kullanmadan geçmek için, seyrek olarak verilen İmparatorluk buyruğunu edinmek gerekiyordu. Örneğin, Müslüman Türk bir rayanın askeri sınıfa dahil olabilmesi için gönüllü sıfatıyla sınır boylarında ya da savaş alanlarında kahramanlık göstermesi ve İmparatordan tımar ya da normalde yeniçerilere tahsis edilen bir tür maaş (ulufe) alması gerekiyordu. Ama Kanuni Sultan Süleyman (1520-66) o güne dek askeri sınıfa bu şekilde dahil olmuş kişilere bahşedilmiş vergi muafiyetlerini iptal edecekti. Bu örnek, Osmanlı İmparaiorluğu'nda -aynı Konfiçyüs Çin'inde olduğu gibi- toplumsal hareketliliğin başlıca iki ilkeye dayandığını göstermektedir: a) Yönetici sınıfa dahil olmak, devlet kadrolarında görülen işleve bağlıydı. Yani bir hizmet soyluluğu (noblesse de service) mevcuttu, b) Toplumsal ahenk, ancak herkesin ait olduğu sınıfta kalmasıyla sağlanabilirdi. Çünkü eğer çok fazla

1 N. lorga, Byzance apıes liyzance, Bükreş, 1971, s. 10.

80

81


sayıda raya üst sınıfa geçerse, üretimi yapan ve vergileri ödeyen kim olacaktı? 18. yüzyılın başında Osmanlı yazarları İmparatorluğun gerilemesini bu ana ilkenin terk edilmiş olmasına bağlamaktaydılar. Osmanlı imparatorluğu'nun 14. yüzyılda yaşadığı Bizanslılaşma sürecinin, Türklerin Bizans bünyesi içinde asimile olmaları tehdidini gerçekleştirecek kadar hızlı olduğundan bahsetmiştik. Mançular, devlet yönetiminde atalarının Şamancılığını Çinlilerin Konfiçyusçuluğuyla ikâme ettikleri için Çinliler tarafından asimile edilmişler, yani mağlup ettiklerinin "ideolojisi"ni benimsemişlerdi. Dinin eskiden toplumda oynadığı rolü anlamak için günümüzün totaliter ideolojisi bile karşılaştırma öğesi olabilir. Totaliter ideoloji, toplumu oluşturan tüm üyeleri, toplumsal ve mesleki sınıfları tek tek aynı hedefe yöneltici, güçlü bir birleştirici çimentodur. Bireyin tüm maddi ve psişik kaynakları tek hedefe doğru seferber edilmiştir. Birey, günün 24 saati boyunca ailesinde ve işinde, bu ideoloji tarafından kuşatılmıştır. Totaliter ideoloji etkili olabilmek için, toplumun tüm üyeleri arasında, herkesin kardeş ya da yoldaş olduğu şeklinde ifade edilen bir tür dayanışma ve eşitlik anlayışına gereksinim duyar. Parti üyesi, aynı papaz gibi, alt ve üst arasındaki iletişimi sağlamak ve coşkuyu ayakta tutabilmek üzere halka olabildiğince karışmış olmalıdır. Aynı zamanda ideolojik bilincini yüksek düzeyde tutmak için kendini eğitmeye devam etmesi gerekirdi. Aynı ruhbanlık gibi parti de, elit bir yapıydı. Bizans İmparatorluğu'nun çimentosu, Ortodoks Hıristiyanlık olmuştu. Tüm devlet yapısı din üzerine kuruluydu. Devlet, bir kişinin Ortodoksluğu seçmesinden vergi gelirleri açısından olumsuz yönde etkileniyordu. Çünkü gayri-Hıristiyan topluluklardan adam başına toplanan vergiden yoksun kalıyordu. Ama bunun bir olumlu yönü de vardı; çünkü 102

din, politik birliği sağlayıcı bir araçtı. Slavların 9. ve 10. yüzyıllarda Ortodoksluğa geçmeleri sayesinde günümüz Yugoslavya toprakları, bir süre boyunca Moravya, ayrıca Bulgaristan ve Romanya yüz yıl boyunca İstanbul'daki patrikliğe bağlanmışlar, böylelikle de İmparatorluğun koruması haline gelmişlerdir. Osmanlılar, İmparatorluklarının politik birliğini sağlamak üzere, ya -daha sonra Mançuların Çin'de uygulayacakları gibi- Ortodoks Hıristiyanlığı kullanacaklar, ya da Ortodoks Hıristiyan topluluklara Sünni İslâmlığı dayatacaklardı. Onlar bir ara çözüm bulmayı seçtiler. Bu ise, Osmanlıların Hıristiyan/Müslüman yapısının özgünlüğü olacaktı. İmparator etrafında oluşturulan yapının temeli, ortak bir ideolojik çimentoyu gerektirmekteydi. Bu, kapıkullannm heterodoks İslâm'ı olacaktı. 20. yüzyılda yeniçeriler, totaliter devletin dayanağı olan bir tür elite, nasyonal-sosyalist Alman devlet ideolojisinin SS'lerine benzetilecekti. Kapıkulları birliğini 14. yüzyılın ikinci yarısında oluşturanın I. Murat olduğunu görmüştük. Sultan'ın düşüncesi, büyük ocakların ve dinsel grupların etkilerinden kurtulmak ve ruhen-bedenen kendisine bağlı bir seçkin tabaka üzerinde mutlak otoritesini temellendirmekti. Kapıkulu olacak kişinin aile, köy ve diniyle tüm bağlarını koparması, aynı yeni doğmuş gibi, hükümdardan başka kimseye maddi ya da duygusal herhangi bir bağ hissetmemeleri gerekiyordu. Bu koşulla yönetici sınıfın seçkinleri oluyorlar ve babaları ve velinimetleri İmparatorun elinden güç ve onur alıyorlardı. Bu ayrıcalıklı kişiler yalnızca "Rum"lar, yani Ortodoks Hıristiyanlar arasından* çıkıyordu. Müslümanlara bu mevkilerin kapalı olmasına bahane olarak, gerçek bir müminin "kul" olamayacağı gösteriliyordu. Yine de Sultan, Katolik Macar efendilerinin hoşgörüsüzlüğünün kurbanı olan Bogomil Hıristiyan halkının büyük çoğunluğu Osmanlı fethinden sonra Islâmiyete geçmiş olan Bosnalı Müslümanları 83


uygulamanın dışında bırakacaktı. "Kulluk" mevkii o denli çekiciydi ki, bu topluluklar 11. Mehmet'ten, din değiştirmiş olmalarının ne kendilerini ne de soylarını devşirmelik hakkından yoksun bırakmayacağını garanti eden bir belge edinmişlerdi. Potor adı verilecek bu Müslüman kapıkulları, ordu değil, saray hizmetine girecekti. Yunanlı anneden çocuğunu zorla yeniçeri yapmak üzere koparan, basmakalıp "barbar Türk efendi" imajı, en trajik biçimini, Yunanistan'a Frenk etkisi altında sokulan Batı milliyetçiliğinin yükselişiyle alacaktı. Bu imaj, Arabölge'de milliyetçilik-öncesi dönemde yaşanan olguyu tamamen çarpıtmaktadır. Çünkü bu türden milliyetçi tepkiler henüz ortada yoktu. Buna bir örnek olarak Bizans döneminde meydana gelmiş benzer bir olayın bugün Yunanistan'da anlatılış şeklini gösterebiliriz. Bu olay, Yunanistan'ın güneyindeki Arkadia-Peloponesos'un taşrasında, Megalopolis kentinin yakınında bulunan Vasta köyünde Azize Teodora'nın Ortodoksluk uğrunda şehit olmasının her yılın 11 Eylül unde anılması olayıdır. Teodora, Bizanslıların çokuluslu İmparatorluğu döneminde Peloponesos'da yaşıyordu. Rum Ortodoks ailesi çok yoksuldu. Yakınlardaki Panaya Manastırı Bizans Imparatoru'na hizmet edecek askeri birlikleri topluyordu. Çiftçi aileler çocuklarından birini bu orduya vermek durumundaydılar. Eğer oğlan çocukları yoksa, onun yerine bir paralı askerin giderini karşılamak zorundaydılar. Pek çok çiftçi, asker olmamak için paralı asker ücreti ödüyordu. Teodora'nın ailesinde üç kız vardı ama hiç oğlan çocuk yoktu. Askeri vergi ödemeleri gerekiyordu ve parasızdılar. Teodora ailesini bu yükten kurtarmak üzere erkek kılığına girerek Todoris adıyla askere yazıldı. Zaman içinde kumandanlığa yükselen Todoris'in kampında bir asker genç bir kıza tecavüz etmişti ve bebek bekliyordu. Genç kız kendisine tecavüz edenin Todoris olduğunu söyleyince Todoris yargılana102

rak asılacaktı. Ancak öldükten sonra aslında bir kadın olduğu anlaşılacak, bu şekilde de Azize ilan edilecekti.2 Bu şehadet öyküsünün hiçbir noktasında yazar Bizans ordusunun askere alma kurumuna herhangi bir eleştiri getirmemektedir. Önce Rumeli'de uygulanan askere alma işlemi, 1512'den itibaren Anadolu'ya da yayılacaktı. Ticaret ve sanayiye zarar vermemek için İstanbul ve büyük kent gençleri ile kırsal zanaatkarların oğullan uygulamanın dışında bırakılacaktı. Yine de Hıristiyan hatta Müslüman aileler bu şekilde askere alınacaklarını umdukları oğullarını kıra göndermek için bol miktarda rüşvet dağıtıyorlardı. Yahudiler ve Ermeniler son saydıklarımızın Ortodoksluk-dışı Hıristiyanlar olmalarına karşın- uygulama alanı dışında tutulmaktaydılar. Zaten kırda hiçbir tabanı bulunmayan ve kentlerde yaşayan Yahudiler hiçbir koşulda askere alınmıyorlardı. 19. yüzyıldaki "resmi" tarihçi Konstantinos Paparrigopulos, aslında Yunanlıların devşirme uygulaması sayesinde Osmanlı iktidarım ele geçirmiş olduklarını, ama bunu yaparken dinlerini feda etmek durumunda kaldıklarını yazmıştır. Oysa devşirmeler Sünni Müslümanlığa girmiyorlar, son derece hoşgörülü bir Hıristiyanlık-Müslümanlık sentezi olan Hacı Bektaş taraftarları oluyorlardı. Kapıkullarımn henüz bozulmadığı bu dönemde bizatihi Sultan'ın en yakın çevresinde bulunan bu devşirmelerden, dolayısıyla da son derece hoşgörülü bir inanç sistemi olan Bektaşilikten etkilenmesi normaldi. 1582 yılında, ileride III. Mehmet adıyla ülkenin başına geçerek, İmparatorluk tahtının mirasçısı olan küçük Mehmet'in sünnet töreni sırasında İstanbullu Yunan burjuvaları, çocuklarının da devşirme ye dahil edilmesi için bir gösteri yürüyüşü yapıyorlardı. Yeniçerilerin başı Ferhat Ağa bu ta2 Şehadetinin tasviri için, piskopos Theophilos Kanalos'un kitabına bkz. He Hagia Theodora tu Basta Megalopoleos ("Megalopolis Vasta'lı Azize Teodora"), Kalamata, 1986. 85


lebe muhalefet ederek görevinden istifa edecekti. Yerini alan Yusuf Ağa, İmparator III. Murat'ın emriyle İstanbul'un Yunanlı esnaf ve tüccarlarının çocuklarının dahil edileceği "ağcı çırakları" ocağını kuracaktı. Tüm bunlara karşın, asla gönüllülük esasına dayanmayan askere alma işlemi zorla mı gerçekleştiriliyordu? Bu soruya yanıt vermek için aşağıda sayacağımız gerçekleri dikkate almak gerekmektedir: a) Askerî alınanların sayısı az idi, yani büyük bir eleme sözkonusuydu. 1475'te 6.000 yeniçeri ve 3.000 kapıkulu süvarisi mevcuttu. 1527'de toplam kapıkulu sayısı yalnızca 28.000 idi. b) Kimi başka iddiaların tersine, beş yaşından küçük oğlan çocukları alınmıyor ama 14-18 yaş arasındakilere kıyasla, 8-18 yaşlan arasındakiler tercih ediliyordu. Ama istisnai olarak 19-20 yaşındaki gençler de alınabiliyordu. Yani çoğunlukla yeniyetmeler, hatta kır yaşamı içinde erken gelişmiş, Ortodoks Hıristiyanlık şuuru oluşmuş, davranışlarından sorumlu yetişkinler sözkonusuydu. c) Tellal köy meydanında, yanlarında babaları ve papaz olan, uygun yaştaki oğlanları topluyordu. Papaz oğlanların yalnızca Hıristiyan değil, Ortodoks da olduklarına kanıt olarak vaftiz kayıtlarını getiriyordu. Çocuklar iyi ahlâklı, çok sağlıklı ve bekâr olmalı; tek çocuk, yetim ya da ticaretle uğraşıyor olmamalıydılar. Asker toplayan memur, bunlar arasından yalnızca birkaçını seçiyordu. Bu koşullarda, -genç yaşta evlenenler de dahil olmak üzere3 askere gitmek istemeyenlerin kurtulmaları kolay olduğu için, bu işten 'sıyıran'larm sayısı epey yüksek idi. d) Askere alma kampanyaları, ihtiyaca bağlı olarak yalnızca her üç ya da yedi yılda bir yapılıyordu. 16. yüzyılda imparatorluğun tümünde devşirme sistemi doğVaktinden önceki bir evlilik, Müslümanlar arasında olduğu gibi, Hıristiyanlar arasında da kırsal bir gelenek olduğu için yetkililerin gözünde kolaylıkla meşruiyet kazanabiliyordu. Bugün bile, Türk köylerinde çok erken yaşta evlenme geleneği vardır. Normal yaş, 14 ile 18 arasında değişmektedir. Bkz. Sabine Dirks, La Fam ille Musul inam- Turıjue, Paris, Mouton, 1968, s. 78.

102 86

rultusunda askere alınan yıllık ortalama oğlan sayısının 1.000 ile 3.000 arasında olduğu tahmin ediliyordu. Toplananlar İstanbul ya da Bursa'ya götürülüyordu. Olağanüstü niteliklere sahip olanlar acemi oğlan kategorisine almıyor, içoğlan olarak saray hizmetinde kullanılmak üzere yetiştiriliyor ve seçkin bir eğitime tabi tutuluyorlardı. Sarayın beyaz hadımağaları olan ak ağaların sıkı denetimi altında bir yurt hayatı sürüyorlardı. Ne dış dünyayla ne de kadınlarla ilişkiye girmeleri yasaktı. Savaş sanatları dışında, dinsel lslâmî eğilim, kaligrafi ve güzel sanatlar dallarında yetiştiriliyorlardı. Geleneksel bilimleri, Osmanlıca yazma ve okumayı, Arapça ve Farsçayı öğrenmek zorundaydılar. Ayrıca çeşilli idari branşlarda uzmanlaşıyorlardı. Dört yıllık eğilimin sonunda yeni bir elemeye '(çıkma) tabi tutuluyorlardı. En iyileri saray hizmetinde kalıp eğitimlerine devam ediyorlardı. 16. yüzyılda 700 içoğlan mevcuttu. Diğerleri ise kapıkulu süvari taburlarına subay oluyorlar ve İmparatorluk eyaletlerini yönelmeye gönderiliyorlardı. Devşirme sisteminin çocukları cleğil, yeniyetmeleri, hatla genç yetişkinleri askere aldığına kanıt, kapıkulları arasında asıl mensup oldukları din (Rum Ortodoks) ve doğulan bölge (cinsler) temelinde kurulan dayanışma ilişkisiydi. Hemşehrilerin birbirlerini karşılıklı olarak kollaması (intisap), devşirmelerin eski yaşamlarına dair anılara sahip olması durumunda gerçekleşebilirdi. Bosnalılar (Boşnaklar) dışında hepsi Rum Ortodoks ise de anadili Yunanca ya da Arnavutça olan gruplar arasında bir fark olduğu düşünülebilir. Ama bu farkı da abartmamak lazımdır. Çünkü 1821'de bile Yunan bağımsızlık ayaklanmalarının başını Markos Botzaris (1788-1823) gibi Arnavutça konuşan Rum Ortodokslar (yani Arnavutlar) çekiyordu. Örneğin; Rum Ortodoks dininden olan, Arnavutluk'taki Berat kenti yakınlarında dünyaya gelip 1661'de ölen ve son devşirmelerden olan Köprülü Mehmet Paşa etrafında


oluşan intisap ağının karakterinin Yunanlı mı, yoksa Arnavut mu olduğu sorulabilir. Yani bir tür himaye ilişkisi olarak tanımlanabilecek intisap, ortak dil üzerine mi, yoksa dil ortaklığı üzerine mi inşa edilmişti? Halen Yunanistanlı Arnavutların Arnavutça konuşan Müslümanlara Türk-Arnavut, Yunanca konuşan Arnavutlara Yunan-Arnavut dediklerini hatırlatalım. Arnavutça konuşan bir Rum Ortodoks, Arnavutça konuşan bir Müslümandansa, Yunanca konuşan bir Rum Ortodoksa kendini yakın hissetmektedir. İşte Arnavutluk un komünist önderi Enver Hoca'nın, modern Arnavut ulusunu bölen dinlere karşı son derece sert yaklaşımının nedeni budur. Yönetici sınıf dört hizmet kategorisine bölünmüştü: A) Devletin en yüksek düzeyli yöneticilerini sağlayan Saray Kurumu. Saray üç bölüme ayrılmıştı: a) Kafkasyalı beyaz ve Sudan ile Orta Afrikalı zenci hadımağaları tarafından korunan zenci haremağası (darüssaadc ağası) yönetimindeki harem. b) Divanı Hümayun toplantılarında ve elçilerin kabulünde de hizmet veren harem görevlilerinin yerleşik olduğu, sarayın iç bölümünde bulunan Enderun (İç Hizmet). Darüssaadc ağası yönetimindeki Enderun, önem sırasına göre, yukarıdan aşağıya sayacağımız altı bölüme ayrılmıştı. Has Oda (Özel Oda), Hazine Odası -kı kendi içinde "Dış Hazine" ve "İç Hazine" olarak ikiye ayrılmıştı- Kiler Odası, Seferlik Odası (1635'de oluşturuldu), Doğancı Odası (17. yüzyılın sonunda iptal edildi ve son olarak da Içoğîcmların yetiştirildiği Büyük Oda ve Küçük Oda. Içoğlanlar bu altı bölümü Has Oda'ya dek tırmanıyorlar ve ardından ya Dış Hizmet'e geçiyorlar, ya da eyalet valisi, askeri kumandan ya da Vezir-i Azam tayin ediliyorlardı. c) Sarayın ikinci avlusunda bulunan ve İmparatorluğun idari ve askeri yöneticilerinin yerleşik olduğu Birun (Dış Hizmet). Bu bölüm, beş ayrı grubu kapsıyordu: Sultanın lalasını, 102

doktorlarını, astrologunu ve saray imamını içeren bilginler (ki bunlar ulemaya dahildi) -saray mimarlarını yöneten şehremini; -matbalıı amire emini (aşçıbaşı); -sikkelerden sorumlu darphane emini; -at yenileriyle görevli arpa emini. Dış Hiznıet'in diğer görevlileri üç gruba bölünmüştü: İlk grup, rikap ağalarını (üzengi ağaları), emir alem'i (sancak taşıyıcısı), kapıcı başını ve çavuş başını (baş haberci) içeriyordu. İkinci gruba, bostancı başı yönetimindeki bostancı ocağı dahildi. Üçüncü grup ise, Sultan'm muhafızları olan peykleri ve vasal beylerin davranışlarını kontrol etmek üzere sarayda rehin tutulan oğullarından oluşan müteferrika bölümünü içeriyordu. B) Kalemiye ya da tam anlamıyla, kâtiplerin dahil olduğu hükümet. İki koldan oluşmaktaydı: Vezirleri ve veziri azamı içeren Divanı Hümayun ve İmparatorluk hâzinesi Hazinei Amire. Her iki kol da hocalar tarafından idare edilen bölümlere ayrılmıştı. Zaman içinde ulema, kalemiye içinde çeşitli mevkiler elde ederek etkisini artıracaktı. C) Askeri Kurum (Seyfiye) Kılıç sahipleri (ehl-i seyif) ya donanmada ya da orduda yer alıyorlardı. Kara ordusu başlangıçtaki Müslüman ya da Hıristiyan birliklerin yerini almış olan kapıkullarından oluşuyordu. Bu kapıkulları üç birliğe ayrılmıştı. I. Süleyman'ın saltanatı sırasında sayılarını 30.000'e yükselttiği yeniçeri piyadeleri, 1574'te 2.125 kişiden oluşan topçu birliği ve son olarak, tımar almayan, İstanbul ve büyük kentlerde bulunup maaş alan kapıkulu süvarileri. Kapıkulları arasından I. Murat tarafından oluşturulan ama II. Murat devrinde tımar almaya başlayan sipahi süvarisi, feodal bir süvari haline gelecek ve taşrada tutunacaklı. 1527'de 27.868 adet tımarlı sipahi bulunmaktaydı. Oysa ki 16. yüzyılın sonunda yalnızca 6.000 adet maaşlı süvari bulunuyordu. Yani feodal zihniyete sahip tımarlı sipahilerle, yeni kuşağın bazen yine sipahi adı verilen maaşlı kapıkulu süvarileri birbirlerine karıştırılmamalıdır. Osmanlıların gö89


çebe kökenlerinden ötürü normal sayılması gereken, Osmanlı askeri gücünün en zayıf noktasının deniz kuvvetleri olmasıdır. Deniz kuvvetlerinin İmparatorluğun ihtiyaçlarına uygun olarak gelişmesi için, 16. yüzyılda Barbaros Hayreddin'in ortaya çıkması gerekecekti. Fatih Sultan Mehmet döneminde, hemen 1462 öncesinde Cenevizlilerden Osmanlılarca alınmış olan Midilli (Lesbos) adasında, sipahi bir babadan (Yakup -Yunanca Yakovos-) ve adalı bir Hıristiyan anneden (Katalina) dört oğul doğmuştu. En büyüklerinden başlayarak, adları; lshak, Oruç, Hızır ve llyas idi. Kesin olan, Yakup un Müslüman olduğuydu. Ama dönme miydi, babası dönme miydi, ya da Yunan asıllı mıydı, bunlar açık olmayan sorulardır. Babasının Abdullah adlı bir sipahi olduğunu biliyoruz. Ayrıca devşirmenin oğullarının İstanbul'a geldiklerinde sünnet olduklarını ve adını Abdullah (Allah'ın kulu) ya da Abdülmenan gibi eşdeğer bir isimle değiştirmiş bulunan babalarının nüfus kaydına yazıldıklarını biliyoruz. İleride İmparatorluğun deniz kuvvetlerinin en ünlü kişisi olacak ve Barbaros Hayreddin (1466-1546) adıyla bilinecek üçüncü oğul, Hızır idi. Aralarında Yunancanın da bulunduğu pek çok dili konuşuyordu. Sonuç olarak, Barbaros'un babası, Midilli'nin (Lesbos) 1462'de İtalyanların elinden kurtarılmasında yeralımş, doğuştan Yunanlı olması muhtemel bir sipahiydi. Frenk işgali sırasında adı İtalyanca olan Katalina'ya çevrilmiş olan ve Midilli'li bir Hıristiyan olan Yunanlı Katerina'yla evlenmişti. Barbaros Yunanca'yı küçüklüğünde, aile çevresinde öğrenmiş olmalıdır. Bu dâhi denizcinin kökeniyle ilgili diğer iddiaların ciddiye alınabileceğini düşünmüyorum. 19. yüzyıldan önceki Yunan tarihini kültürel yerine milliyetçi terimlerle açıklamaya çalışmak, tam da tarihe aykırı davranmaktır. Bizans sahasının yabancı Frenk kültüründen kurtarılmasını, Rumluğa (Romiosini) borçlu olduğumuzu şiddet102 90

le vurgulamak gerekmektedir. Gerçekte, kıtalardaki topraklar Yunanlı Evrenos, Zağanos ve Mahmut komutanlar tarafından, deniz sahası ise yine Barbaros Reis tarafından kurtarılmıştır. II. Bayezit (1481-1512), 15. yüzyılın sonlarına doğru, ünlü büyük amiral ve coğrafyacı Piri Reis'in amcası Kemal Reis kumandasında önemli bir filo oluşturmuştu. İstanbul ve Gelibolu'da yeni tersane ve savaş gemileri inşa ettirecek ve deniz kıyıları boyunca binlerce Türk ve Yunanlı denizciyi -leventler-4 askere alacaktı. Ama I. Süleyman'ın saltanatı sırasında Osmanlı deniz gücü yeniden inişe geçecekti. I. Süleyman Barbaros'u çağırtarak 27 Aralık 1533'te büyük amiral (kcıpudan paşa ya da kapudanı derya) ilan edecekti, işte bu dönemde, Barbaros büyük Osmanlı filosunu oluşturacaktı. Deniz kuvvetlerindeki bu yüksek rütbeyi II. Mehmet oluşturmuş ve görevi, İstanbul'un alınmasında katkıda bulunmuş olan Baltaoğlu Süleyman Bey'e vermişti. Ama Barbaros, bu rütbe dışında beylerbeyi sıfatını da alacaktı. Bu, Osmanlı yerel idaresinin en yüksek mevkiiydi ve vezir ile aynı derecedeydi; kendisine Divanı Hümayun toplantılarına katılma hakkını veriyordu. Bahri Beylerbeyi'nin eyaleti, Hayreddin tarafından İmparatorluğa çeyiz olarak dahil edilen Cezayir ile birlikte, donanmayı finanse etmek için gereken tımarı oluşturan 13 Ege kıyısı ve adası ve sancağından ibaretti. D) Bilim Kurumu (İlmiye) - Görevler Sünni İslâm'ın dinsel yasası olan Şeriat'ı yorumlamak ve uygulamak olan ulema, Müslüman "bilgi adamları", Şeyhülislâm başkanlığında toplanıyordu. Ulema, a) Öğretmen (müderris) olarak camilerdeki ilk dereceli -mektepler- ve sekiz basamaktan oluşan orta ve yüksek dereceli -medreseler- eğitim kurumlarından müteşekkil Müslüman eğitim sistemi ni kontrolleri altında tutuyordu. İlk Os4 Levent sözcüğü köken olarak topraksız ve işsiz olan ve zaman içinde karada ya da denizde haydutluğa başlayan erkekleri tanımlamaktaydı.


manii medresesi, Orhan Bey tarafından iznik'te 1331'de kurulmuştu. İlk yedi basamağın öğrencilerine softa, sonuncunun öğrencilerine danışman adı veriliyordu. Buralarda Arapça, kaligrafi, Sünni dini, retorik, şiir, mantık, felsefe ve astronomi öğretiliyordu. I. Süleyman 1550-59 yılları arasında, İstanbul'da kendi adım taşıyan bir camiin yanı sıra, medreselerin sekizinci basamağından mezun olan öğrenciler için dört aşamalı bir yüksek okul kompleksi inşa ettirmişti. Burada, özellikle tıp, matematik ve fizik bilimler öğretiliyordu. b) Yine ulema, kadı ve müftü olarak Müslüman mahkemelerinde görev alıyordu, tslâmî dinsel yasa olan Şeriat, Osmanlı İmparatorluğunda Kanuna (medeni yasa) kıyasla bağımlı bir konumdaydı. Çünkü yalnızca, devlet idaresi ve örgütlenmesine yönelik genel ilkeleri biçimlendiriyordu. Bu eksikliği ise, kanunname gideriyordu. Şeriat, Müslüman Sünni millet'inin yaşamını ve kişisel işlerini düzenliyordu. Teoride ulema, Şeriat ile ters düşen kanunları geçersiz kılma yetkisine sahipti. Oysa gerçekte bu tür olaylara pek seyrek rastlanıyordu; İmparator tarafından atanan ulema onun lütfuna bağlıydı. Kadılar Şeriatı olduğu kadar, kanunname'yi de uygulamakla görevliydiler. Ama davalarda yalnızca doğuştan Müslüman olanların tanıklıkları geçerli kabul ediliyordu. Yani, düzenin en yüksek dereceli kişileri olan Hıristiyan asıllı devşirmeler tanıklık yapamıyor, böylece ne Hıristiyan ne de Müslüman yasalarınca korunabiliyorlardı. Müftü ler fıkhı icra ediyor, Islâmî dinsel yasanın resmi yorumları olan fetvaları yayınlıyor ve kanun lan yasalaştırıyorlardı. Kanuni Sultan Süleyman devrinde İmparatorluk başmüftüsü, İstanbul müftüsü, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri (kadıasker) ile onların kadılarının koordinatörü olarak, Şeyhülislâmlık mevkii oluşturulacaktı. Müftülerin fetvalarına kadılarca uyulması gerekiyorsa da, kadılar ferman lan yani Sultanın buyruklarını kanunen kabul etmek durumundaydı. 102 92

2. Ortodoks Yunanlı yönetici

sınıf

Osmanlı yönetici sınıfına tamamiyle dahil edilmek için doğuştan ya da din değiştirme yoluyla Müslüman olmak gerektiği iddia edilmiştir. Bu iddia daha da uca götürülüp basitleştirilerek, tümüyle gayrimüslimlerden oluşan raya sınıfını sömüren, safkan, Müslüman bir yönetici sınıf bulunduğu bile öne sürülebilmiştir. Bu iddialar baştan aşağı yanlıştır; kapıkullarmın oluşturulmasından önce veya sonra Osmanlı yönetici sınıfı hiçbir zaman tümüyle Müslüman olmamıştır. İstanbul'un 1204'te Frenklerin eline geçmesinden, kentin Mısıra ve Trabzon'la birlikte 1453-61 yılları arasında Osmanlılarca alınmasına dek Bizanslılar iki kampa derinden bölünmüştü: Bu iki kamp Türk ve Latin yanlılarını temsil ediyordu. Bizans İmparatorluğu 1081'den itibaren kolonici Frenk sömürüsüne boyun eğmiş durumdaydı. Bizanslılar ne karada ne de denizde dolaşabiliyorlardı. Tüm ticari kâr, dokunulmazlık ayrıcalığıyla Bizans sitelerinin kalbine yerleştirilmiş sürekli koloniler dolayımıyla yabancı tüccarlara, özellikle de Venedik ve Cenevizlilere akıyordu. Latinlerin bu ekonomik sömürüsüne, Ortodoks kilisesinin tamamiyle boyun eğmesini dayatan Roma dinsel hoşgörüsüzlüğüne karşı, Türk varlığı bir çözüm sunmaktaydı. Kimi imparatorlar politik bir oportünizmle, Roma kilisesiyle birleşme, yanı Bizans'ı Katolikliğin kucağına oturtma yolları arayacaktı. Bu ruh hali içindeki VIII. Mihail Palaiologos Lyon Katolik Kurultayı'nın (Concile) 1274'leki birleşme bildirgesini kabul edecekti. İşte tam da bu zihniyetle o dönemden günümüze dek Latin yanlısı Yunanlılar, Ortodoks kilisesinin Katolik kilisesi ve Protestan kiliselefiyle birleşmesi fikrini desteklemektedirler. Bunu yaparken de sözü geçen kiliselerin bazılarının diğer dinlere karşı ilgisiz olduklarını, hatta Tanrıtanımaz oldukları gerçeğini dikkate almamaktadırlar. Bunlara bir örnek olarak, imzasını Frenkleşmiş bir şekilde Diomede' olarak değiştirerek atan, 1910'clan


başlayarak Elculherios Venizelos'un liberal partisinin mali destekçisi Alexandros Diomedes'in konumunu verebiliriz. Ünlü ve zengin bir Yunanlı aileden gelen Diomedes önce Maliye'de ardından da Dışişleri'nde liberal bir tarzda bakanlık yapmış, bunları takiben Yunanistan Merkez Bankası'nın başına geçmiştir. Bizans üzerine kaleme aldığı çalışmalarında Bizans'taki Latin yanlılarının -maalesef- bir "azınlık oluşturduklarını",5 çünkü "Radikal Ortodoksluk cephesini oluşturan keşişliğin ve özellikle de Aynoroz keşişlerinin bugün 'kamuoyu' dediğimiz şeye hakim olduklarını"6 yazar. Düşüncelerini Doğu'yu karanlık, Batı yı ise aydınlıkla özdeşleştiren basil bir matematiksel denklem üzerine kuran Diomedes şöyle yazmaktadır: "Bizanslıların bakış açısı, Batılılaşmış fikriyata sahip olup (klasik) Yunan kültürüne karşı fanatik bir antipati besleyenlerle uzlaşmazdı. Bu nedenle klasik Antikite'den etkilenerek oluşan Batı düşüncesi yerine, Doğulu zihniyete sahip Türklere daha yakındılar. Bizans ve Müslüman dünyaları zaman içinde ve uzun süren ilişkiler sayesinde aynı nitelikleri edindiler... Her ikisi de ilerleme karşıtı ve kaderciydiler."7 Ama ne az önce sözünü etliğimiz girişim; ne bir yüzyıl sonra V loannis Palaiologos'un Roma'ya giderek Papalığa birliği sunması ve şaşaalı bir şekilde Katolikliğe geçmesi, ne de 1439'da VIII. loannis Palaiologos'un hazır bulunduğu Floransa'da birliğin resmen ilan edilmesi, hemen hemen tüm Bizans ruhbanının ve halkının Papalığa sert muhalefetini yumuşatamayacaktı. Hızla güçlenen toprak aristokrasisinin gitgide zor duruma soktuğu kitleler, Bizans'taki Türk yanlısı harekete destek vermekteydi. Ama toplumsal bunalımın yanı sıra, din5 s. 353.

sel bir bunalım da mevcuttu. Geniş mülklere sahip manastırlar, köylünün sömürülmesine katkıda bulunuyordu. Zenginliğe susamış ruhban'm bir bölümü ahlakdışı bir yaşam sürüyor; kadınlarla evlenmeleri ve cinsel ilişkiye girmeleri yasak olan Ortodoks keşişler manastırlarda odalıklarını barındırıyorlardı. Hıristiyan dinine karşı ilgisizlik giderek büyüyordu. Türkler İmparatorluğun yaşadığı ahlâkî ve toplumsal bu çifte bunalımdan haberdardı. Türklerin iyi ahlâklılığı 15. yüzyılın ikinci yarısındaki yabancı gezginlerce de aktarılmıştı. Öyle ki, Türk adı "toplumsal adalete önem veren erdemli kişi" anlamını karşılar olmuştu. Sonuçta Osmanlı fethi, Türkler tarafından olduğu kadar, Yunanlılar taralından da Tanrı'dan istenen bir olay haline gelmişti. Bizans'taki Türk yanlısı parti,8 Kent'te düşüşten hemen önce yaşanan gizemcilik ve ahlâklılık hareketi tarafından da güçlendirilecekti. VIII. loannis Palaiologos ile 1439'da Floransa'ya giderek Katoliklerle birleşme girişiminde kendisine danışmanlık yapan dört seçkin filozoftan üçü İstanbul'a Türk yanlısı olarak dönecekti. Gennadios adıyla bilinen Georgios Sholaris birlik karşıtlarının başına geçecek, keşiş olacak ve istanbul'un düşüşünden sonra II. Mehmet tarafından lkumeııi Patriği atanacaktı. Trabzon'un Yunanlı İmparatorumun protovestiarios'u olan Georgios Amoirutzes, İslâm ile uzlaşma yollarını arayacak, 1461'de İmparatorunu Trabzon'u II. Mehmet'e direnmeden teslim etmesi konusunda ikna edecek ve ardından Osmanlı İmparatoru nun hizmetine girerek İstanbul'da kendisine en yakın kişiler arasında bulunacaktı. Kendisi gibi Müslümanlığa geçen oğlu da Sultan'm vezirleri arasına katılacaktı. Son olarak da, daha önce de aktardığımız üzere, Trabzonlu Georgios -ki 1453'ten önce italya'ya yerleşmiş bulunuyordu- İstanbul'un

6 s. 235. 7 Al. N. Diomedes, Byzantinai Melctai ("Bizans Çalışmaları"), Atina, Papazezes, 1942, s. 371-372. 194

H Burada -parti'yi klasik parlamenter anlamda kullanmıyor, daha çok ' s a f olmayı vurgulayan genel bir kavram olarak sunuyorum. 95


düşüşünden iki ay sonra II. Mehmet'e Türk ve Yunan halklarının politik birliğini öngören bir çalışma yollayacaktı. Bizans lmparatoru'nun gücü 1261-1453 arası dönemde arttıkça, kilisenin devlet üzerindeki nüfuzu da artacaktı. Kilise ve onun halktan aldığı destek sayesinde Latin yanlılarının tüm girişimleri başarısızlığa uğrayacak ve Türklerin gelişi kolaylaşacaktı. II. Mehmet'in İstanbul'a girişi, Kilise'nin beklentisini gerçekleştiriyordu. İmparatorluğun 11. yüzyıldaki "açılışından (aynı Çin'in 19. yüzyılda dış güçlere açılışı gibi) bu yana Latinler, Bulgarlar ve Türklerin kurduğu çok sayıda devlet arasında bölünmüş olan Ortodoks "ulus"u, İmparatorluğun eski topraklarının Osmanlılarca fethedilmesi yoluyla tek bir yönetim altında yeniden birleştirilmiş olacaktı. Ama bu yeniden bir araya gelme eylemi, ancak 1699'da, Osmanlıların Girit'i almasıyla tamamlanabilecekti. Yalnızca İyon adaları Venediklilerin elinde kalmıştı. Kilise, Ortodoks Hıristiyan milleti üzerindeki etkisini, Sultan'a karşı herhangi bir ayaklanmayı önlemek üzere kullanacaktı. Yani sonuçta, Yunanlıların tümü -aristokrasinin Frenk soyluluğuna bağlı bir kesimi dışında- Latinlerin gidişini ve Türklerin gelişini memnuniyetle karşılamıştı. Hatla Kıbrıs'ta ya da Girit'te olduğu gibi, 15., 16. ve 17. yüzyıllarda Türkleri yardıma çağıracaklardı. Osmanlılar, Venediklilerin Atina'daki Parthenon'u bombalayarak yıktıkları 1687 yılında ele geçirmeyi başardıkları Peloponesos'u 1715'te geri aldıklarında, salt Yunan köylülüğü değil, burjuvazisi, toprak sahipleri ve ruhbanı tarafından da kurtarıcı gibi karşılanmışlardı. Başlangıcından itibaren Osmanlı imparatorluğu, çokuluslu Osmanlı Ikumenisi üzerinde, milliyetçiliğin yükselişiyle birlikle iki halkın -Türkler ve Yunanlılar- ortak hakimiyetine kayan, iki dine dayalı, ikili-egemen bir yapıya sahip olmuştu. İmparatorluğun halkları büyük çoğunluğuyla iki millete -Ortodoks Hıristiyan ve Sünni Müslüman- ayrılmışlardı. Arap 102

ülkelerinin fethedildiği 1517'ye dek, yani İmparatorluğun yükseldiği dönemin çoğu boyunca, nüfus çoğunluğu Ortodoks Hıristiyan milletine aitti. Bu tarihten sonra -yani hem Altın Çağ, hem de gerileme döneminin tümü boyunca- Sünni milleti çoğunluğu oluşturacaktı. Ortodoks Hıristiyan milleti Yunan oligarşisinin artan nüfuzu altında, Slavları, Romenleri, Yunanlıları ve Arnavutlarla Arapların bir kısmını içeriyordu. Sünni Müslüman milletiyse, Türk ve Arnavut oligarşisinin artan nüfuzu altında, Arap ve Kürtlerin büyük bölümünü, Arnavutların bir bölümünü ve Türkleri kapsıyordu. Öte yandan, Sünni Müslümanların önemli bir bölümü, İslâm'a sonradan geçmişti. Yani bugünkü Türk halkının bir bölümü Yunan -ya da daha genel bir deyişle, Ortodoks- asıllıdır. Oysa bunun tam tersini Yunanlılar için söylemek mümkün değildir. Çünkü Hıristiyanlığa geçmek her zaman yasak olmuştur. İmparatorluğun Altın Çağ'ında, 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman'ın saltanatı sırasında görev yapan dokuz Vezir-i Azam'ın sekizi Hıristiyan olarak doğmuşlardı. Yunanlı kalanlar, ilk sırayı kaybedip Türklerin egemenliği altına girdilerse de, ikinci önde gelen halk olma niteliğinden yararlanarak İmparatorluk gücü haline geleceklerdi. Her Ortodoks Hıristiyan, Sultan'ın iradesiyle "Rum" milletine dahil edilmişti. "Ortodoks" ve "Rum" terimleri eşdeğer anlamda kullanılıyordu. Aynı şekilde, günümüzde bile Yunan kırında "Müslüman" ve "Türk" adları birbirlerini karşılamaktadır. Türkler, imansız için "gâvur", Yunanlılar ise "Türk" tanımlamasını kullanmaktadır. Baştan itibaren Türk ve Yunanlıların Balkan Hıristiyanları üzerinde kuracağı ortak hakimiyetin temelleri atılmıştı. Öyle ki, 19. yüzyılın büyük Yunanlı tarihçisi K. Paparrigopulos, Osmanlı işgalinin kendisi açısından yarattığı önemli ölçüde avantajlı konumdan yararlanıp Balkanlı halkları Helenleştırmeyen İkumeni Patrikliğine bu 'vahim ihmalinden ötürü çatmıştır. Arapla97


rın Türk paşalarından yakındıkları kadar, Romenler de başlarındaki Yunan beylerden yakınıyorlardı. 1453'te II. Mehmel İstanbul'a girdiğinde, Kilise'nin Katoliklerle birlik yanlısı Patriği Georgios Mamas'ın 1451'de Roma'ya kaçmış olduğunu öğrenmişti. Bu nedenle, birlik karşıtlarının başı olan keşiş Gennadios'u çağırtacaktı. Kutsal Synodos (Kurultay) piskoposlarınca Ikumeni Patriği seçilen Gennadios, göreve 6 Ocak 1454'te gelecekti. Tören aynı Bizans imparatorluğu devrindeki gibi yapılmıştı. Bizans lmparatoru'nun rolünü üstlenen II. Mehmel, Gennadios'a görevinin simgelerini takacak ve "seleflerinizin yararlandığı tüm ayrıcalıkları koruyabilirsiniz" diyecekti. Mehmet'in Patrik'e ve Ortodoks ruhbanına tahsis ettiği ve Bizans İmparatorluğu zamanındaki seleflerinin yararlandıklarından kuşkusuz ki daha önemli olan bu ayrıcalıklar, aslı 16. yüzyıl başındaki bir yangında kaybolmuş olan bir İmparatorluk beratında belirtilmişti. Aslı kaybolmuş olsa da, beratın içeriğinden, hem her Patrik'in başa geçişi sırasındaki yinelemeler, hem de vakanüvis Georgios Phrantzes ya da 1573-75 yılları civarında metropolit Makarios Melissenos'un düzelttiği şekliyle Sphrantzes'm yazılı tanıklığı dolayımıyla haberdarız. Beratta, Patrik'in ve Piskoposların her tür vergiden muaf olduklarını belirtiyordu. Bu, Ortodoks ruhbanın resmi olarak raya değil, yönetici sınıf olarak görüldüğü anlamına gelmekteydi. Aynı 1789 öncesi Fransa'da olduğu gibi, yönetici sınıfa dahil bir yüksek düzeyli ruhban ve raya sınıfı içinde sayılan bir düşük düzeyli ruhban mevcuttu. Yüksek düzeyli Rum Ortodoks ruhban, tımar sahibiydi. Ağion Oroz'un (Aynoroz) Ortodoks manastırları eski mülklerini korumakla kalmamış, 1383'teki Osmanlı fethinden itibaren Sultan'ın kendilerine bahşettiği yeni mülklere kavuşmuşlardı. Aynoroz'da halen süren bir gelenek, Rum Ortodoks manastırlarının Osmanlı Sultan'mın süzerenliğini fetihten önce kabul etmiş olduklarını göster102 98

inektedir. Bu da, Frenk karşıtı Yunanlıların Ortodoks ve İslâmlığın birarada yaşamasını tümüyle mümkün gördüklerini kanıtlamaktadır. Aynoroz'da değil ama Makedonya'daki Serres kentinin yakınlarındaki Agios Ioannes o Prodromos Ortodoks manastırında yazılan Aralık 1372-Ocak 1373 tarihli bir belge bize, bu manastırın bölge halen Bizans yönetimi altındayken Osmanlı Sultan'mın himayesini talep etmiş olduğunu göstermektedir. Sultan'ın 15. yüzyılın ikinci yarısında Ortodoks bir metropolit için çıkardığı berat'la şu satırlar okunmaktadır: "(...) Metropolit'in atalarından kalan kilise, bağ, meyve bahçesi ve arsaların mülkiyetini üzerine almasına izin veriniz. Kendisi, aynı ataları gibi cizye ve tüm ek vergilerinden muaftır Bölgedeki tüm papaz, keşiş ve Ortodoks Hıristiyanlar onu metropolitleri olarak tanısınlar ve tüm anlaşmazlıkları onun yargı yetkisi altında çözsünler."9 Kanuni'nin 16. yüzyılda 'Muhteşem' (Megaloprepes) takma adlı Ikumeni Patriği (1555-65) II. Ioasaf'ı denetleme gezisiyle ilgili olarak Rumeli Sancakbeyleri ve Kadılarına gönderdiği bir emirde ise şu satırlara rastlıyoruz: "Uzun süren tecrübeler sonucunda, Patriklerin daha önce sözü geçmiş bir bölgedeki tüm Metropolit, Piskopos, tğumenos ve papazların yoklamasını her dört ya da beş yılda bir yapması gerektiği ortaya çıkmıştır (...) Patrikler papazlardan geri ödemeler alacaktır (...) Patrik'in tüm eski yılların ve içinde bulunulan yılın geri ödemelerini toplamasına izin vereceksiniz (...) İstanbul'da topladığı miri akça ile dönüşü süresince Patrik ve maiyetindekiler i eşyalarını ya da eşya taşıyan katır ve atlarını teslim etmeye zorlamayacaksınız (...) Metropolitlerden, piskopos, papaz ya da keşişlerden herhangi biri varis belirlemeden ölürse, 5.000 ve daha yüksek akçelik mülkleri devlet hazinesine devredilecek, 5.000'den daha düşük akçelik mülkleri ise Patriklik'e bırakıla9

Halil İnalcık, "The Status ol the Greek Orthodox Patriarch uııder tlıe Ottomaııs", Turnca, Paris, cilt XXI-XX1I1, 1991, s. 419.


çaktır (...) Patrik'in reayadan kanunsuz taleplerde bulunarak onları ezmesine izin vermeyin (...) Tek bir reayanın bile mallarının gcıspedilmesine göz yummayacağım."10 Bu iki belgede, ruhbanın biri yönetici sınıfa dahil edilen yüksek düzeyli, diğeri raya içinde sayılan düşük düzeyli iki gruba ayrılmış olduğu ortaya çıkmaktadır. Ama aynı zamanda Sultan, Hıristiyanlar da dahil olmak üzere tüm rayayı yönetici sınıfın zulmüne karşı korumak niyetindeydi. I. Süleyman devrinde Sultan'm koruması altındaki Patrik, iktidarını sağlamlaştırmak üzere tüm İmparatorluk toprakları üzerinde dolaşmaktaydı. Ikumeni Patrik'i I. Hieremias (152224 ve 1525-46), Sadrazam Yunanlı İbrahim Paşa'nın (152536) koruması altında, birleştirici gücünü Adriyatik'ten Mısır ve Bağdat'a dek genişletecek ve Ohrid Patrik'inin İmparatorluk içindeki Slavları kontrolü altına alma çabasını boşa çıkartacaktı. 1545 yılında ise Eflak ve Boğdan eyaletlerinin Ortodoks ruhbanı üzerindeki gücünü pekiştirecekti. II. loasaf'ın Patrik'liği sırasında ( 1 5 5 5 - 6 5 ) Rusya'nın Korkunç İvan'ı (1533-84), Patrik'in kendi Çarlık (Kaysarlık) ünvanını kabul etmesine çabalayacaktı. Çünkü bu, nüfuz alanını Osmanlı toprakları üzerinde de genişleteceği anlamına gelecekti. Ortodokslar arası dinsel niteliğe sahip; evlilik, evlat edinme, boşanma ve sık sık da miras gibi uyuşmazlıklar üzerinde Patriklik'in mutlak yargı yetkisi vardı. Bu tür davalara Piskoposluk mahkemeleri bakıyordu. Patriklik'in kurduğu laik mahkemeler, bunlar dışındaki yurttaşlar arası davalara bakmaktaydı. Ama suç davalarına ve bir Müslümanm da karıştığı davalar, kadıların alanına girmekteydi. Yine de Patrik'in başkanlık ettiği Synodos mahkemesi, Müslümanların Hıristiyanları şikâyet ettiği uyuşmazlıklara bakabilmekteydi. Ortodoksların eğitiminin Kilise'nin sorumluluğuna girdiği ve Yunan dilinde olacağı tamamiyle garanti altına alınmıştı ve bu

uygulama zamanla Sırpça ve Bulgarca gibi ulusal dilleri bir kenara itmeyi başaracaktı. Bunun yanı sıra, Kilise, tarihinde ilk kez cemaati üzerinde politik bir güce sahip olmuştu. 19. yüzyıl Yunan milliyetçiliğinin Megali İdea'sına taban oluşturan bir efsane, krifo sholio (yeraltı okulu) dur. Yunan çocuklarına ilkokuldan itibaren öğretilen bu milliyetçi efsaneye göre, Osmanlı imparatorluğunda Yunan dili ve kültürü yasaklanmıştı. Bundan ötürü, Yunanlı çocuklar ölümü göze alarak, çoğunlukla geceleri kendilerine Yunancayı ve ulusal geleneklerini öğretecek papazların evlerine ve kiliselerine gidiyorlardı. Bu efsane tamamiyle 1821 Yunan bağımsızlık savaşının ardından üretilmiş şiirlere, sanat yapıtlarına ve sahte krifo sholio müzelerine dayanmaktadır. Bu yeraltı okullarının varlığını kanıtlayan hiçbir belge bulunmamaktadır ve bu nedenle de Yunan ulusunun tarihçisi yapıtında adı geçen kurumdan hiç bahsetmemektedir. Atina yakınlarındaki Pendeli Dağında kurulu bir krifo sholio müzesini gezdiğimde, müze sorumlularının duvarlara "18. yüzyılda Yunan okullarının Osmanlı İmparatorluğu'ndaki yaydması"mn renkli noktalarla gösterildiği Balkanlar haritasını asma saflığını sergilediklerine tanık olmuştum! Orada bulunmakta olan nöbetçi bir keşişin, özgürce faaliyet gösteren çok sayıda okulun varolduğu bir ortamda yeraltı okullarının ne işe yarayacağını sorduğumda, verdiği yanıt şaşırtıcıydı: "Bunu hiç düşünmemiş olduğumu itiraf etmeliyim!.." Bu efsane bugün Yunan halkının bilincine öylesine kazınmıştır ki, krifo sholioların aslında hiç varolmamış olduğunu söyleme cüretini gösterenler, kısa yoldan yalancılıkla ve Yunanistan'ın düşmanı olmakla suçlanırlar. Söylenen, ülkedeki tüm eğitimcilerin öğrencileri kandırmak üzere anlaşmış olamayacaklarıdır. Birkaç yıl önce Yunan gazetelerinde, konuyla ilgili büyük bir tartışma patlak vermişti. Bir eğitimci krifo shoZioların bir efsaneden ibaret olduğunu söylemişti.

10 a.g.e.. s. 428-30.

100

101


Bir okur ise bunun üzerine gazeteye gönderdiği mektubunda şu satırları yazabilmekleydi: "Yeraltı okulları hiç varolmamış bile olsalar, bunun bir gerçek olduğunu ileri sürmeye devam etmeliyiz. Çünkü ulusların yaşayabilmek için bu tür efsanelere ihtiyaçları vardır." Oysa gerçekte, ilk Yunan eğitim kurumu, 1454'te İstanbul'un alınmasının ardından Ikumeni Patriklik'inin oluşturduğu Patriklik Okuluydu. Bu yüksek okulun kurucusu ise Fatih'in Patriklik'e getirdiği eski öğretmen Gennadios idi. 16. yüzyılın yarısından itibaren İmparatorluktaki Yunan okullarının gelişimi önemli düzeylere ulaşacaktı. Ama bununla birlikte, Batı Avrupa'da eğitim görmüş Yunanlı bilginlerin Osmanlı İmparatorluğu'na gelerek kendi okullarını kurmaları nedeniyle gelenekçilerle Batıcılar arasındaki bölünme de artacaktı. Bu Batılılaşma tehlikesine karşı Patrik Büyük (Tranos) Hieremias Il.'nin başkanlık ettiği Hagia (Hiera) Synodos'un (Kutsal Meclis) verdiği yanıt, İmparatorluk üzerindeki tüm metropolitlerin kendi okullarını açarak kendi bölgelerindeki Rum Ortodoks (Yunan) milletinin eğitiminden sorumlu olmalarını öngören 1593 tarihli karar idi. Bu, İmparatorluk dahilindeki Yunan eğitim sisteminin örgütlenmesine ilişkin Ortodoks Kilise'sinin alınış olduğu ilk karardı. Kilise hiyerarşinin kontrolü altında olması koşuluyla, bu okulların Yunanlı bilgin ve zenginler tarafından işletilmesine ve finanse edilmesine izin verilmekteydi. 1620 yılında göreve gelen lkumeni Patrik'i Kyrillos Lakaris (1572-1638), Yunanlı zenginlerin desteği ile pek çok okul açacak ve 1627'de İstanbul'daki ilk Yunan matbaasını kuracaktı. Osmanlıca yayın yapan ilk matbaa ise bundan ancak bir yüzyıl sonra 1720'de Macar asıllı İbrahim Müteferrika (1674-1745) tarafından kurulacaktı. Nüfuzlarının İmparatorluğa girmesini durdurmaya çalışan Lukaris'e Batılı Ciz102

vit Katoliklerinin duyduğu nefret o derecedeydi ki, Sultan'a onun hakkında gerçekdışı suçlamalarda bulundular. Sultan bu suçlamalar üzerine Yeniçerilere matbaa tesislerini yıkmaları emrini verecekti. Bu, İmparatorluk tarihinde, Katolik Batı saldırganlığının ülke iç işlerine ne derece müdahale ettiğini gösteren kara sayfalardan biridir. Sultan, Lukaris'i beş kez yeniden göreve getirecek, ama Batılıların attıkları iftiralar sayesinde Patrik, 27 Haziran 1638 tarihinde Yeniçeriler tarafından boğularak cesedi denize atılacaktı. Osmanlı yurdunun 17. yüzyıldaki bu büyük savunucusunun heykeli, bir gün mutlaka Türk hükümeti tarafından İstanbul'a dikilmelidir diye düşünüyorum. 18. yüzyılın başından itibaren Yanya, Selanik, Aynoroz, Patmos, Misoloniki, Sifnos, Atina, Sakızadası, İzmir ve diğer pek çok kentteki Yunan yüksekokulları oldukça ünlenecekti. Bu okullar her zaman ruhbanın ko ııtrolü altında kalmakla birlikte, Batıcılarla gelenekçiler arasındaki mücadeleye de mekân olacaklardı. lkumeni Patrik'i, yukarıda sözünü ettiğimiz şekilde, Bizans imparatorunun sahip olduğu dinsel ve politik gücü kendi ellerinde birleştirmiş oluyordu. Kilise, İmparatorun simgelerini -çift başlı kartal- ve authentes (hükümdar), despolcs (despot) gibi İmparatorluk sıfatlarını kullanmaya başlayacaktı.11 Patrik "seçkin Romalı ırkın başı"ydı ve İmparatorluktaki tüm Ortodoksların ve Kilise'nin uçsuz bucaksız mülkleri üzerinde kuriarhian (egemenlik) ve dikaiodosian (yargılama hakkı) sahibiydi. İskenderiye, Antakya ve Kudüs Patriklikleri Bizans İmparatorluğu'nun parçalanması nedeniyle lkumeni Patrikliğiyle bağlarını yitirmişlerdi. Ayrıca Bulgarlar Çar Samuel (991-1014) devrinde Ohrid'de ve Çar II. Asen ( 1 2 1 8 - 4 1 ) devrinde Tarnova'da; Sırplar ise 11 11. Mehmet'in Yunanca fermanlarında Fatih'e O Megas Authentes (liüyük l£leıuli) denmekleydi. Türkçe'deki Efendi sözcüğü. Yunanca authcnUs'dea gelmektedir. 103


1346'da Peç'te olmak üzere bağımsız patrikliklerini kurmuşlardı. Osmanlı fethi sayesinde İkumeni Patriklik'i bu kiliseler üzerinde yine egemenlik kurmayı ve I. Samuel'in patrikliği sırasında ( 1 7 6 4 - 6 8 ) Peç'i 1766'da ve Ohrid'i 1767'de tamamiyle içine alıp eritmeyi başarmıştı. İstanbul Patriklik'inin gücünün birleştirici yönde yayılması Sultan tarafından, doğrudan doğruya kendi gücünün genişlemesi olarak algılanıyordu. Patrik'in seçimi Sultan tarafından onaylanmak zorundaydı. Patrik üç tuğ (at kuyruğu) sahibi bir Paşa konumundaydı. Bu, Başvezir'e bahşedilenle eşdeğerdi. Sullan'ın dört ve daha sonra altı tuğ a hakkı vardı. Patrik, Adriyatik'ten Pers Körfezine ve Tuna'daıı Dicle'yle Fırat'a dek imparatorluğun tümünü kapsayan iyi örgütlenmiş bir idareye, sıkı sıkıya hiyerarşik bir Saray Kurumu'na ve tüm Ortodoks tebaa üzerinde yargı hakkına sahipli. Patrik ve maiyeti ata biniyorlardı. Yani bu da, Rum kilisesinin ulu kişilerinin yönetici sınıfa dahil olduklarının bir başka kanıtıdır. 1469 yılından itibaren Patrik kendi iradesiyle, Sultan'a peşkeş adı verilen bir miktar para ödemeye başladı. Bu uygulama, o güne dek Sultanın Palrik'e yaptığı yıllık ödemenin yerini alacaktı. Gitgide miktarı çoğalan bu peşkeş, hiçbir şekilde bir vergi olarak kabul edilemez. Aslında Patriklik için mücadele eden adayların Sultan'a tercihini kendi yönlerinde kullanması amacıyla verdikleri bir tür rüşvet sözkonusuydu. Zaman içinde peşkeş ödemesi, Sultan'ın yeni Patrik'in seçimine rıza göstermesinin önkoşulu haline geldi. Peşkeş, Patriklik'in gücünü daha da arttıracaktı. Patriklik ödemeyi karşılayabilmek için Ortodoks tebaaya özel bir vergi yüklemişti. Bu bağlamda İmparator Palrik'e kendi vergisini toplama, mal ya da para olarak ödenen vergileri korumak ve nakletmek üzere kendi kolluk kuvvetlerini oluşturma haklarını bahşedecekti. Sultanların Yunan milleti 104

için çıkarttığı beratlar, yüksek düzeyli Ortodoks ruhbanın düşük düzeyli ruhbandan ve rayadan toplayabileceği kilise vergilerini belirliyordu. 17. yüzyılda bu vergiler şunlardı: Miri rüsum ya da mal-i miri patriklik ve metropolitlik, zitiye, zaraı-i kassabiye, taşadduk, ayazma ve ayasmos, manastır resmi, panayır ve son olarak da evlik vergisi. 18. yüzyıldan itibaren başkentte, Patriklik'in çevresinde yeni bir Yunan aristokrasisini; yeni burjuvaların en zenginlerinin bağlaşığı eski Bizans büyük ocaklarının kalıntısı konumundaki Fener sınıfı oluştu. (Bu arada, aynı Osmanlı'da olduğu gibi, Bizans lmparatorluğu'nda da soylu sınıfın varolmadığını hatırlatal ım.) Parasal zenginliğe dayanan bu sınıf, evlilikleri dolayısıyla Palaiologos, Kantakuzenos, Komnenos ve Bizans'ın diğer önde gelen aile adlarını taşıyor olmakla övünüyordu. Dinlerini değiştirmeyen Fenerliler, İstanbul'da bulunmalarından yararlanarak İmparatorluk idaresinde önemli mevkiler elde edeceklerdi. 1601'de İkumeni Patriklik'i İstanbul'un batısındaki Haliç üzerinde, Fener semtinde günümüzde de bulunan Aghios Georgios'a taşınmıştı. "Fenerliler" burada kümelenip taştan güzel evler inşa edecek, Fener'i zengin ve aristokrat bir semt haline getireceklerdi. Fenerliler 1469'dan itibaren eski geleneği sürdürerek, Kilise başının çevresinde saray entrikalarına girişen hizipler oluşturdular. İlk hizip, eski protovestiarios Georgios Amoirutzes'in esiniyle "Yunan gücü"nü İstanbul'da tekelleştirmeye çalışan Trabzonlu büyük ocaklarca oluşturuldu. Peşkeş geleneğini de başlatan hizip, Patriklik için kendi adaylarını kabul ettirdi. Bunu takiben, II. Murat'ın dul eşi Sırp Mara'nın (Tamara) da etkisiyle, Sırp hizbi oluştu. Sırplar Patriklik için 1475'te kendi adamlarını seçtirdiler. Üçüncü grup ise, Boğdanlı (Moldavya) Romenlerce desteklenen Aynoroz keşişlerininkiydi. Bu grup da, annesi Yunanlı bir Ar102 104


navut keşişini seçtirmeyi başaracaktı. 16. yüzyılda İstanbul'un Bizanslı ocaklarının, özellikle de Kantakuzenosların torunları "arhontes"ler yeniden ortaya çıkarak entrikalara girişecek, saray nedimeliği mevkilerinin en önemlilerini ellerine geçireceklerdi. Ortodoks hükümeti işlevini de gören bu mevkiler ilke olarak ruhbana ayrılmışlarsa da, gerçekle Patrik'i atayan ve görevden alan laiklerce işgal edilmişlerdi. Örneğin 1565 yılında Mihail Kantakuzenos'un etkisiyle Bulgar Metrofanes Patrik olmuştu. M. Kantakuzenos, tuzla ve balıklava çiftlikleri sahibi, İmparatorluğun baş gümrükçüsü ve Sultan sarayındaki kürklerin sahibiydi. Moskova onun lekelini dayattığı için kürkleri Rusya'dan yalnızca o getirtebiliyordu. Maiyetiyle birlikte ata biniyordu. Miıcea adlı Eflak Beyi'nin kızıyla evlenmişti. Mektuplarına çift başlı kartal mührünü basıyordu. Kendi adamlarını Sultan'ın vezir adayları arasına sokabilmesini sağladığını düşündürecek oldukça büyük bir toprak ve para serveti oluşturmuştu. Boğdan ve Eflak'ın Rum tacına adayları seçen de kendisiydi. Sarayı Bulgaristan'da, Burgaz'ın kuzeyindeki Anhialos'taydı. Gücünden çekinen -III. Murat'ın emriyle 3 Mart 1578'cle idam edildi. Ama oğlu Andronikos olmak üzere, soyundan gelenler İstanbul'daki etkilerini sürdüreceklerdi. 17. yüzyıldan başlayarak Fener Rum Patrikliği kilise görevlilerinin yanı sıra, İmparatorluğun dış ilişkilerini kontrol eden Bâb-ı Âli baştercümanlığı ve filo tercümanlığı görevlerini tekeline aldı. Ama Ortodoks yönetici sınıfının, İmparatorluğun dizginlerini tamamen ellerine geçirme rüyalarını görmelerine neden olacak güç, Romen eyaletlerinin devriyle kendilerine aktarılmıştı. Ele geçirilmesi ve boyun eğdirilmesi çok güç olan bu eyaletler, ele geçirildikleri zaman bile beylerini ve özerkliklerini koruyorlardı. Boğdan beyi Büyük lstefanos (1457-1504) güçlü bir bağımsız devlet kurmuş ve 1471'de Eflak Beyini kendi106

ne bağlamıştı. Ama 1503te II. Bayezit'in hükümdarlığını (süzerenliğini) kabul etmek zorunda kalmıştı. Bu tarihte her iki beylik de İstanbul'un vasalı olmuştu. 1538'de Boğdan Beyi yeniden bağımsız olmaya çabalayınca I. Süleyman beyliğin özerkliğini kısarak Romen boyarlar (büyük ocaklar) tarafından seçilen beyin Sultan tarafından onaylanması gereğini getirmiştir. Son olarak, Osmanlıların lehine biten 1710-11 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında, Rusların tarafını tutmuş olan her iki Romen bey kesin olarak ekarte edilecekti. Yönetici sınıfın içindeki Yunanlı unsura güvenini belirten Sultan, her iki ülkenin tacını da; 1821'deki Yunan ayaklanmasına dek Romanya'yı bir yüzyıldan fazla yönetecek, Yunan dil ve kültürünü buralarda benimsetecek ve babadan oğula geçecek bir aristokrasi oluşturacak olan Fenerli ailelere sunacaktı.

Sömürülen

sınıflar:

Çokuluslu

halk

Birkaç ayrı dine mensup olan raya (reaya), İmparatorluğun ticrs etatsmı (köylülük, burjuvazi ve düşük düzeyli ruhban) oluşturmaktaydı. Raya'mn başat niteliği, vergilendiriyor olmasıydı.

1. Köylülük 17. yüzyıla dek, İmparatorluktaki tüm mülklerin İmparatora ait olmasına ilişkin Osmanlı ilkesi ciddi ölçüde ihlal edilmemişti. İmparator, toprağı çiftlik adı verilen birimler üzerinden ve genelde tımar sahipleri aracılığıyla çiftçilere kiralamaktaydı. Bu birim, bir çift öküzle sürülüp işlenebilecek toprak genişliğini tanımlamaktaydı. Genelde bir çiftlik, toprak verimine, kullanılan zirai yönteme ve bulunduğu yönteme bağlı olarak 60 ila 150 dönüm (Yunancada stremma) oluyordu. Dönüm, İmparatorluğun kimi yerlerinde 940, diğer bazı yerle107


rinde 1340 metrekare olan, bir günde sürülebilecek arazi genişliğini tanımlıyordu. Bugün Türkiye'de kullanılan yeni dönüm, Yunanistan'da kullanılan yeni stremma ile aynı genişlikte; yani hektarın onda biri olan 1.000 metrekaredir. Bu hisseler, çiftçinin dinine bakmaksızın kadastro kayıtlarına uygun olarak pay ediliyorlardı. Topraktan yararlanma hakkı babadan oğula geçiyordu. Tımar sahipleri rayanın elinden topraklarını alamıyordu. Yalnızca bir memur gibi, devletin toprak yasalarını uyguluyordu. Ama çiftlik kiracısı, ekilebilir toprak, bahçe ya da otlak olsun, kiraladığı toprağı satma, bağışlamak üzere terketme, izinsiz başkalarına devretme ya da kullanım şeklini değiştirme hakkına sahip değildi. Tımar sahibi, İmparatora verdiği hizmete karşılık olarak, köylünün devlete ödeyeceği verginin tamamını kendisi için saklıyordu. Başta İmparator tımar sahibine kendisi ve hayvanları için aynı her köylünün sahip olduğu gibi, 60 ile 150 dönüm arası değişen bir çiftlik de veriyordu. Ama 16. yüzyılın ikinci yarısında, topraksız köylü sayısını artıran demografik baskının üstesinden gelmek üzere bu pay dahi köylülere verilmeye başlandı. Bir raya aile reisinin ailesini doyurmaya yetecek büyüklükte bir çiftlikten fazlasını edinmeye hakkı yoktu. Yani'teoricle, büyük köylü sınıfının oluşması mümkün değildi. Baba ölünce çiftlik, toprağı normalde paylaşma hakları olmayan oğulların ortak kullanımına geçiyordu. Oysa ki gerçekle, çiftlik sık olarak oğullar arasında bölünüyor, bu da toprağın giderek parçalanması sorununu doğuruyordu. Çiftlikler üç yıl üstüste sürülmezse ya da kullanılmazsa, tımar sahibinin toprağı başka köylülere kiralama hakkı doğuyordu. 16. yüzyılın ikinci yarısına dek ana sorun kol emeği eksikliğiydi. Bundan dolayı köylünün yükümlülüğü toprağında kalmaktı. Yani tımar, İmparator tarafından kişilere toprağı ve köylüsüyle birlikle bahşedilmiş bir kâr (benefiçyo) idi. 108

15. yüzyılda her tımar sahibi, diğerinin köylülerini kendine çekmeye çabalıyordu. Rayasız tımar sahibi, gelirinden oluyordu. Şehre inerek zanaatkâr olan köylü, tımar sahibine çift bozan akçesi adlı bir tür telafi vergisi ödemek zorundaydı. Bu ödeme, tımar sahibinin onu toprağa dönmeye zorlamamasım sağlıyordu. 15. yüzyıl ve 16. yüzyılın ilk yarısındaki durum genelde köylü açısından avantajlıydı. Bu gerçek, Osmanlıların neden kolaylıkla genişleyebildiklerini açıklamaktadır. Tımar sahibi, köylülere devletin belirlediği dışında bir vergi dayatamazdı. Uygulamaya aykırı davranan tımar sahibi, tımarını yitirebilirdi. Yani raya açısından, merkeziyetçi ve güçlü devletin müdahalesiyle hafifletilmiş bir serflik durumu sözkonusuydu. İki vergi kategorisi mevcuttu: İslâm'ın dinsel yasası Şeriat'ın getirdikleri ve Divan buyrukları (tekalifi divaniye) yoluyla gelen vergiler olarak da adlandırılan, Sultan'ın iradesine bağlı örfi vergiler. İlk kategori, dini ne olursa olsun tüm köylülerin ödediği, tarımsal üretimin onda birinin alınmasına dayanan aşan (öşür), gayrimüslim (ztmmi ya da "ehli kitap") rayanın ödediği (cizye ya da daha sık olarak haraç adı verilen) vergiyi de başlangıçta tüm iyi Müslümanların gelirlerinin kırkta biri ölçüsünde vermeleri beklenen, ama sonradan tüm Müslüman rayadan devletin topladığı düzenli bir vergiye dönüşen sadaka aşarını (zekat) içeriyordu. İkinci kategori ise, Müslüman ya da Hıristiyan ayrımı olmaksızın tüm köylülerin çiftlik işleme hakkını edinmek üzere ödediği toprak vergisi, çift resminden ibaretti. Yıl ve köylü çiftliği başına 22 akçe (Yunancada aspro) olarak belirlenmişti. 1431 yılında, para ölçüsü olarak kullanılan bir Venedik altın sikkesi 35 akçe ediyordu. Bol miktarda bakır içeren, akçesi gümüş bir para da sözkonusuydu. I. Selim devrinde bir Osmanlı kuruşu, 40 akçe değerindeydi. 16. yüzyılın başında altın para fluriydi. Çift resmi yalnızca Batı 102 108


Anadolu ve Trakya'da toplanıyordu. Bu verginin alınamadığı diğer bölgelerde i.* devlet yalnızca Hıristiyan çiftçilerden bir otlak vergisi (ispenç ya da is pençe) topluyordu. Dinleri ne olursa olsun göçebeler de geçtikleri bölgelerde bir tür otlak vergisi ödüyordu. Tüm bunların dışında, avarız adı verilen kasaba ya da köylerdeki tüm dinlerden rayanın ödediği, duruma göre, ya bölgeden geçen askeri ve idari görevlilerin seyahat masraflarını karşılamak, bölgede yürütülen askeri kampanyalara katkıda bulunmak ya da doğal afet kurbanı komşu köylere yardım etmek üzere toplanan olağanüstü bir tür vergi vardı. Ama giderek avarizin kendisi düzenli bir vergi haline gelerek çift resminin yerini alacaktı. Köylü çiftliği ile beylik çiftliği birbirine karıştırılmamalıdır. Aynı tımarlar gibi, Sultan tarafından kâr (beneficio) olarak sunulan, ama aslında geniş çiftlikler olarak algılanarak tarım işçilerinin yardımıyla işletilen zeamet ve has adlı büyük beylik arazileri de mevcuttu. 16. yüzyılın ikinci yarısındaki demografik baskı nedeniyle bunlar köylü çiftliklerine bölünerek tımar haline getirilecekti. Sultan bazen yüksek düzeyli şahıslara -çok sık olarak da akrabalarına- çiftlik adı altında, köy ve kazalar tahsis ediyordu. Bahsettiğimiz son örnekte aslında, geniş bir özel mülkiyet sözkonusuydu.

2. Burjuvazi (zanaatkar ve tüccarlar) Ortaçağın sonunda uluslararası politikanın hasta adamı haline gelmiş olan binyıllık Bizans İmparatorluğu'nun uzun süren çöküşü, Ege'nin iki yakasında insan ve toprak yıkımına yol açmıştı. Oluşan boşluk, Türk ve Frenklerin ters yönlerden ilerleyen genişleme isteklerini çekmişti. Sonuç olarak bu savaş alam pcıx ottomanicdyı oturtan Türklerce durdurulmuştu. Böylelikle de geri gelmişti. Kır ve kent ıs102

sızlıkları yeniden nüfuslanarak ve İmparatorluk 150 yıl sonra 16. yüzyıl sonunda yeniden nüfus fazlalığı sorunuyla karşılaşacaktı. Gelen barış ortamı istisnasız herkese, ama özellikle de, yeniden gelişebilmek için güvenli atmosfere gereksinim duyan burjuvaziye yaramıştı. Bu yenilenmenin sembolü İstanbul kenti olacaktı. Frenklerin 1204'te yağmaladığı kent, bu tarihten başlayarak uzun süren bir çöküş dönemine girmişti. 1435 Mart'ında Bizans İmparatoru, danışmanı Georgios Phrantzes'e İstanbul'da bulunan ve silah kullanabilecek -keşişler dahil- tüm erkeklerin sayılmasını emretmişti. Phrantzes 4.983 Yunanlı ve 2.000'in biraz altında yabancı tespit etmişti. Oysa ki kenti kuşatan Sultan'm ordusunda 80.000 dolayında ek düzensiz birlikler bulunuyordu. Yani Osmanlı fethinin hemen öncesinde "Şehirler Şehri"nin (Yunanca Basileuousa) toplam nüfusu yaklaşık 30-35.000'e düşmüştü. Kentin uzun tarihi boyunca barındırdığı nüfusa dair istatistiklere sahip değilsek de, kimi tahminler 1204 Frenk işgalinin hemen öncesinde İstanbul'da 800.000 ile 1.000.000 arasında kişinin yaşadığı yolundadır. Ama kesin olan şu ki, IV Haçlı ordusu 1203 Haziran'ında İstanbul'a vardığında askerler manzaradan büyülenmişlerdi. Frenklerin 60 yıl süren hoyrat yönetimleri süresince yürüttükleri vahşi imha ve sistematik yağma istanbul'u sakinlerinin terkettiği bir hayalet kent haline getirmişti, istanbul 1261'den 1453'e dek italyan emperyalizminin boyunduruğu altında, içler acısı bir yaşam sürmüştü. 1403'te İspanya büyükelçisi Clavijo büyük bir köy haline gelmiş harap kentin durumunu tasvir etmişti, istanbul'un tersine Haliç'in kuzey yakasında bulunan Ceneviz kolonisi Galata çok güzel evlerde oturan çok sayıda kişiyi barındırıyordu. Bizans İmparatorluğu'nun Frenklerce sömürülmesi, I. Alexis Komnenos'un bir "hrysobulos" (imparatorun buyruğu) dahilinde Venediklilere, Bizans burjuvazisinin mahvına 111


yolaçacak ölçüsüz ticari ayrıcalıkları bahşettiği 1082 tarihinde başlamıştır. Yunanlılar artık ne karada yol alabiliyor, ne de denizde seyredebiliyorlardı. Tüm ticari kâr, Bizans sitelerinin kalbinde diplomatik dokunulmazlık hakkıyla kurulmuş sürekli koloniler aracılığıyla yabancı tüccarlara ve özellikle de Venedik ve Cenevizlilere akmaktaydı. Yanı Bizans burjuvazisi açısından da Osmanlı fethi bir kurtuluş ol muştu. Sultan, Bizans'taki Latin tüccarların yararlandıkları gümrük muafiyeti hakkını iptal etmişti. Onları, İmparatorluk tebaası tüccarın ödemek zorunda olduğundan daha yüksek bir vergi uygulamasına tabi tutmuştu. Zaman içinde, Osmanlı gölü haline gelen Karadeniz ve Ege Denizinden kovulan İtalyanların yerini, 18. yüzyıldaki Yunan burjuva gücünün atası olan ve küçük Yunan gemilerinden oluşan ticaret filosu alacaktı. Bu gemileri inşa eden ve imparatorluğun savaş filosuna kitleler halinde katılan Yunan adaları halkı bu sayede büyük denizcilik deneyimi edinecekti. Ege'yi 1546'da kat'eden Mans'lı Pierre Belon (Pierre Belon du Mans) Yunan adalarının pax ottomanica sayesinde yaşadıkları güvenlik duygusundan bahsetmiştir. Adalılar, bölgenin tarihte ilk kez bu kadar iyi işlenmiş, zengin ve nüfuslu olduğu üzerinde birleşiyorlardı. Aynı şekilde, Balkanlardaki kara ticareti de Sultan'ın Osmanlı topraklan üzerinde yabancı ticarete koyduğu yasak sayesinde yerli tüccarlar lehinde gelişmişti. İstanbul'u yeniden nüfuslandırmak ve kente eski zenginlik ve görkemini kazandırmak üzere çeşitli tedbirler almıştı. Kırlara sığınmış olan büyük Bizans aileleri başkente geri dönmeleri yolunda teşvik edilmişti. Ganimetin kendine düşen payını oluşturan mahkûmları serbest bırakan Fatih, bunları Fener semtine yerleştirmiş, hatta bir süre tüm vergilerden muaf bile tutmuştu. Eyalet valilerine, başkente Rumeli ve Anadolu'dan 4.000 aile göndermelerini emretmiş, bunlara İstanbul'daki 194

terkedilmiş evlerin tahsis edileceğini duyurmuştu. Müslüman olmaları gerekmeyen bu aileler tercihan hali vakti yerinde tüccar ya da zanaatkârlar arasından seçilmişti. Ardından Fatih, İstanbul'un çeşitli semtlerine yerleştireceği Hıristiyan tüccar ve zanaatkarları Karadeniz kıyısındaki Amasra'dan ( 1 4 5 9 ) , Foça ( 1 4 6 0 ) , Trabzon ( 1 4 6 1 ) , Korintos ( 1 4 5 8 ) , Argos ( 1 4 6 3 ) , Karaman ( 1 4 7 0 ) , Eğriboz Adası (1473) ve Kırım'daki Kefe'den (1475) getirtecekti. Fatih istanbul'u, İmparatorluğun dört bir yanından akın eden Türk, Ermeni, Yahudi, Slav, Yunanlı ve diğer pek çok milletten insanla tam anlamıyla bir Osmanlı -yani çokuluslu- başkent yapmak istiyordu. Dev bir yeniden inşa hareketi başlatılmıştı. Daha 1477'deki bir sayım -varoşların dışında- İstanbul ve Galata'da yarısından çoğu Müslüman ve dörtte biri Ortodoks Rum olmak üzere 100.000 civarında kişinin yaşadığını gösteriyordu. İspanyol Cristobal de Villalon'un aktardığına göre 1550'lerde kentte (Galata, Pera ve varoşlarla birlikte) 50.000'i varoşlarda olmak üzere 550.000 dolayında insan barınmaktaydı. Tamamı Ortodoks olan varoşlar katıldığı zaman Müslümanlar toplam nüfusun yarısının altına düşmekteydi. Ortodoks Rumlar ise toplamın yaklaşık yüzde 37'sini oluşturuyorlardı. 17. yüzyılın sonunda İstanbul ahalisinin 700 ila 800.000 olduğu tahmin ediliyordu. İşte bu tarihte Şehirler Şehri 1204 öncesi nüfusuna erişebilmişti. A) Zanaatkârlar: Zanaatkârlar, küçük burjuvayı tanımlayan ve esnaf adı verilen loncalara toplanmışlardı. Her esnaf yalnızca Müslüman, Hıristiyan ya da Yahudilerden olabiliyordu. Ama bazen her elinin mensupları da tek bir esnafta yeralabiliyorlardı. Müslümanlar gemi inşaası gibi, Ortodoks Rumların usta oldukları iş kollarına girmiyorlardı. Yanı loncalar milletlerin tekelindeydi. Türk gezgini Evliya Çelebiye göre 1637 yılında İstanbul'da 1.100 esnaf bulunuyordu. Bunlar arasında yalnız 150 tanesinin önemli kabul edilebi113


leceği sanılmaktadır. Her esnaf içinde, usta zanaatkarlar bulunmaktaydı. Yönetim ortaklaşaydı: Ustalar tarafından seçilerek Sultan tarafından onaylanan kıdemli ustalar kurulunun elindeydi. Bu kurullara, loncanın ruhani ve ahlâkî başı olan şeyhler başkanlık ediyordu. Çünkü her lonca, uzun süre önce ölmüş "Koruyucu Aziz'lerin (örneğin Hacı Bektaş, Mevlana ya da Aziz Haralambos) koruması altındaydı. Osmanlılardaki bu loncaların kökenleri, Bizans geleneğinde aranmalıdır. Bu uygulama Bizanslılardan ya doğrudan, ya da Araplar dolayımıyla Osmanlılara aktarılmıştır. Heterodoks Müslüman dinsel birlikleri bunları ele geçirmişti. 13. ve 14. yüzyıllarda Anadolu'da hanedanlık kurucusu Osman Bey'in otoritesini oturtmak için güç aldığı dinsel nitelikli bu loncalara -kentli ahi hayır derneklerinerastlanmaktaydı. Zaman içinde bu loncalar giderek dinsel niteliklerini yitireceklerdi. Esnafların etkin yönetimi, kethüda ya da kahya (Yunancada keluıya) adı verilen bir temsilciye bırakılmıştı. Her usta kendi çırak im seçme hakkına sahipti. Ama kurul çırakm kalfalık, ardından da kendi dükkânım açma hakkına sahip olacağı ustalık düzeyine gelip gelmediğini tasdik ediyordu. Dükkân açma hakkına sahip olabilmek için ustanın gedik adı verilen bir tür izni edinmesi gerekmekteydi. Rekabeti önlemek amacıyla çok az sayıda gedik veriliyordu. Usta, mülkiyetinde olan gediği -bu kişilerin yetkinliklerinin kurulca onaylanması kaydıyla- soyundan kişilere aktarabiliyor, ya da soyundan olmayanlara satabiliyordu. Kahya, devlet ile lonca üyeleri arasında aracılık yapıyordu. Sultan'ın kanunlarını üyelere duyuruyordu. Kanunun maddelerini uygulama vc karşı gelenleri cezalandırma yetkisine sahipti. Aynı zamanda, lonca üyelerini Sultan nezdinde temsil ediyor, şikâyetlerini iletiyordu. Loncalar ayrıca, üyelerinden ithal ya ela ihraç edilen mallar için gümrük vergisi toplamak102 114

la yükümlüydü. Bunun yanı sıra, muhtesip adlı pazar müfettişleri, tüm zanaatkâr ve küçük dükkân sahiplerinden belediye vergisi olan ihtisap resmini topluyorlardı. Ayrıca loncalar, muhtesiple işbirliği içinde, her türden hilekârlığı önlemek için ürünlerin kalitesi, ağırlıkları ve standart ölçülerini kontrol ediyordu. Hükümet onayı ile ücret ve maaş miktarlarını belirliyorlardı. Yani esnaf sistemi, merkezi otoriteye, zanaatkârları ve onların vergiden kaçıramayacakları kârları sıkı sıkıya kontrol etme imkânı veriyordu. B) Tüccarlar: 1913 yılında, Türk milliyetçiliğinin babası Ziya Gökalp, Türklerin, kapitalist etkinliğin ellerinden aşama aşama imparatorluğun gayrimüslim tebaasına kaymasına göz yumma ve devlet memurluğu ve çiftçilikle yetinme hatası işlemiş olmalarından yakındığında, bu tespitinde haklıdır. Ama bu dönüşümün nedeni, İslâm'ın kapitalizme karşı olmasından değildir. Şeriat'ın ilke olarak, ödünç verilen para üzerinden kâr edilmesini yasakladığı doğrudur. Ama başka yöntemlerle yatırım özendirilebilmekteydi. lslâmî yasa, örneğin, kâr amacı güden ticari derneklerin kurulmasına izin vermekteydi. Yalnızca Türk değil, Müslüman geleneği de tüccarın iktidar tarafından desteklendiğini göstermektedir. Genelde, devlet memurlarının haksızlıklarına karşı tüccar ve zanaatkarları korumayan Sultanların tahtlarını mutlak bir gün kaybettikleri belirtilmektedir. Ama yine de, Müslüman tebaanın tüccarlara karşı düşmanlık besliyor oldukları doğru bir saptamadır. iki tüccar sınıfı mevcuttu: Kendi loncalarına sahip olan, dolayısıyla esnaf adı verilen, ihtisap resmi ödeyen ve muhtesip adlı pazar müfettişlerince denetlenen küçük dükkân sahipleri; ikinci olarak da, ihtisap ödemeyen ve muhtesiplerce kontrol edilmeyen tüccar aclı verilen büyük tecimenler. Bunları istedikleri teşebbüslere girmekten ve büyük servetler oluşturmaktan alıkoyan bir düzenleme yoktu. Evliya Çelebi,


ucuza kapattıkları buğdayı stoklayan ve kıtlık zamanlarında fahiş fiyata satan tahıl tüccarlarını istifçilikle suçlamıştı. Loncalar bu tüccarlara sert tepki gösteriyordu. Devleti kendilerine uygulanan yüzde 10-15'i geçmemesi gereken kâr marjlarını bunlara da uygulanmasına ikna etmeye çalışıyor-

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Gerileme: İmparatorluk, Üçüncü Dünya'nın Bir Parçası Haline Geliyor (1566-1774)

lar, ama başarılı olamıyorlardı. Aslında, yüksek düzeyli devlet memurları paralarını, yatırımcıyla tüccar arasındaki bu anlaşma şeklindeki, mudaraba

(komandit) adı verilen sistem

dahilinde bu ticari kapitalizme yatırıyorlardı. Bu nedenle de büyük tüccarları koruyorlardı. Bunun yanı sıra, kamu hazinesiyle kendi ceplerini birbirine karıştırarak, Sultan nezdindeki etkilerini, kendi çiftlik ya da tımarlarında üretilen ürünleri ihraç etme izni alma yönünde kullanan, yönetici sınıf içindeki tüccarlar da mevcuttu. Bunlar düzenlenmiş iç piyasa fiyatlarıyla, yurt dışındaki fiyatlar arasındaki korkunç fark nedeniyle olağanüstü kârlar elde ediyorlardı. Son olarak da, büyük burjuvaların ve yüksek düzeyli devlet memurlarının evlerinde uşak, kadın hizmetçi ve cariye olarak hizmet verecek köleleri sağlamak üzere oluşan lüks ticareti de mevcuttu. Yani, -kendisi de köle olan- kapıkulu köle sahibi olabiliyordu. İstanbul köle ticareti Yahudilerin elindeydi. İstanbul'da, Kafkasya, Rusya ve Polonya'dan getirilen beyaz köleler sözkonusuyken, İskenderiye ve Kahire'de Sudan ve Orta Afrika'dan getirilen siyahi köleler satılıyordu. Başlangıçta kölelerin gayri-müslimlere satışı yasak olmakla birlikte, 17. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Hıristiyan ve Yahudiler de resmen köle alma hakkını kazandılar.

Dinsel fanatizmin

tırmanışı

Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, 1905 yılında Şam garnizonunda görevli genç bir subay idi. Arap Islâm'ıyla bu entegrist kentte ilişkiye giren Mustafa Kemal, islâm'ın tüm dış türlerine karşı kin duymaya başlamıştı. Dinsel yobazlıkları nedeniyle Arapları Türklerin düşüşüne neden olmaktan sorumlu tutuyordu. Ona göre Türkler, her zaman Araplar yerine Yunanlılara yakın olmuşlardı. Alevilerin, tam da bu nedenden ötürü Mustafa Kemal Atatürk'ü desteklemiş olduklarını biliyoruz. Çünkü Mustafa Kemal, Türkiye'deki Sünnilik efsanesine son veren kişi olarak tanınıyordu. Bu efsane 1512'den önce Aleviliğin İmparatorlukta oynadığı rolün üstünü örtmüş ve unutturmaya çalışmıştı. Bu noktada Alevilik gerçeğini açıklamak üzere biraz durmak anlamlı olacaktır. Aslolan, Osmanlı hanedanının Alevi -yani heterodokskökenleriydi. Elbette ki heterodoksları nitelemek üzere

116

117


kullanılan Alevi terimi Osmanlı İmparatorluğu'nda 19. yüzyıldan önce ortaya çıkmış değildi. Bir diğer deyişle, bu tarihten önce aynı İran'da olduğu gibi basit bir Hz. Ali izleyicisi, bir Şii mensubuydular. Ama daha önce de açıkladığımız gibi Türk tarihinde Alevilik, üç etmenin tamamen Türk nitelikli özgün bir sentezini gerçekleştirmişti. Bu üç etmen sırasıyla: Şamanlık, Şiilik ve Ortodoks Hıristiyanlıktı. Osmanlı hanedanının kökenlerinde keşfettiğimiz işte tam da bu sentezdir. Bu nedenle Bektaşiliğin başlangıcında Aleviliğe ait olmadığı türünden olgular üzerinde zaman yitirmeyi anlamlı bulmuyoruz. Bu iddia, İrene Melikof tarafından da desteklenmişti.1 Melikof, Türk sufiliğinin temel karakterini şöyle çizmektedir: "Bektaşi dergâhlarının 1826'dan sonra (Sünni kabul edilen) Nakşibendi dergâhının idaresine verildiğini görmüştük. (...) Bektaşi babalarının tanıklığına bakılırsa, Nakşibendiler Bektaşilerin etkisine girmişler, bu ilişkinin sonucunda da, çok sayıda Nakşibendi Bektaşi olmuştur. (...) Bu olgu farklı derviş tarikatları arasında mevcut olan -ve halen de süren- dayanışma duygusuna iyi bir açıklama sağlamaktadır"2 Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Ozal'ın davetlisi olarak Haziran ve Temmuz 1990'da yaptığım Türkiye ziyaretinde bu dayanışma duygusuna bizzat tanık oldum. Yurt gezimiz sırasında Başkan Özal beni Ankara'nın güney-doğusunda, Nevşehir yolu üzerinde bulunan, Hacı Bektaş Veli'nin gömülü olduğu köye götürdü. 26 Haziran 1990'da, birlikte Türk-Yunan ve Müslüman-Hıristiyan sentezinin temsilcisi olan tekkeye girdik. Özal, tekkenin girişinde bulunan ayazmadan bir bardak su alarak bana ikram etti. Bir bardak da kendisine aldıktan sonra Hacı Bektaş'ın onuruna bu suları içtik. İçeri girerek eğildik ve Hacı Bektaş Veli'nin türbesi 1 Le Probleme Kızılbaş (Kızılbaşlık Sorunu), Turcica, cilt VI, 1975, s. 52. 2 a.g.e., s. 166.

118

önünde dua etlik... Cumhurbaşkanlığı arabasında Özal uzun uzun Hacı Bektaş Veli'nin büyüklüğünden bahsetti. Cebinden çıkarttığı bir kâğıt üzerinde yazılı olan Hacı Bektaş Veli'nin sözlerini bana okumaya ve anlamlarım açıklamaya girişti. Oysa Özal ailesinin, özellikle de annesinin Nakşibendilere bağlılığı bilinmekteydi. Ortodoks Hıristiyanlığın Aleviliğe yaptığı katkılara pek çok olay ve gelenekte rastlanabilir. Buna bir örnek olarak, Hacı Bektaş'ın Vilayetname'si olarak bilinen ve 1400'lere doğru anonim olarak yazılan bir tür biyografik, yarı-efsanevi metin verilebilir. Bu metinde Orhan Gazi'nin yakın çevresinden Yunanlı bir mimar olan Nikomedianos'tan söz edilmektedir. Bu mimar Hacı Bektaş'ın türbesini yapmıştır. Yine Vilayetname'de (Agios Nikolaos'a benzeyen) Sarı Saltuk'a ayrılmış bir bölüm vardır. Sarı Saltuk pek çok mucize gerçekleştirmiş olan bir Bektaşi aziziydi. II. Murat devrinin Osmanlı vakanüvisi Yazıcıoğlu Ali, 13. yüzyılın ortasına ilişkin şu öyküyü anlatır: Annesi Yunanlı olan ve Ortodoks Hıristiyan olarak vaftiz edilen Rumi Selçuklu Sultanı 11. İzzettin Keykavus, kendini kardeşinin tehdidi altında hissederek, Türk yandaşlarıyla birlikte istanbul'daki Bizans Imparatorluğu'na sığınır. Bizans İmparatoru, büyük kent yaşamından sıkılan sığınmacıları Bulgaristan'ın kuzeyindeki Dobruca taşrasına göndermeyi kabul eder. II. izzettin Keykavus'uıı yandaşları yöreyi nüfuslandırmak için İznik bölgesindeki Türk aşiretlerini çağırırlar. Dini liderleri Sarı Saltuk öncülüğünde Boğaz'ı Üsküdar'dan geçen Türkler Dobruca'ya yerleşirler.3 Kanuni Sultan Süleyman 1538'de Dobruca'yı geçerken Şeyhülislâmı Ebu's-Suud Efendi'den Sarı Saltuk hakkında bilgi ister. Şeyhülislâm fetvasında Sarı Sal3 P. Wittek, "Yazıcıoğlu Ali and tlıe Christian Turks of the Dobruja" ("Yazıcıoğlu Ali ve Dobı uca'lı Hıristiyan Türkler"), Bulletin of the School of Oricntal and African Studies, Loııdon, 1952, s. 639-668. 119


tuk'un çile çekerek iskelet haline gelmiş bir Hıristiyan dervişi olduğunu söyler: "Riyazet ile kadit olmuş bir keşiştir." Moldavya'daki Ortodoks Hıristiyan Türkler (Gagavuzlar) Sarı Sal tuk'un soyundandır. Ama 15. yüzyılın ikinci yarısından, II. Mehmet'in oğlu Cem Sultanın (1459-1495) devrinden itibaren Sünni efsanesi işlemeye başlayacak ve Saltukname'yi derleten Cem Sultan bu lıeterodoks azizi resmi Sünniliğin savunucusu olan bir din adamına çevirecekti. Ama İbn Battuta 14. yüzyılda insanların Saltukun Şeriat'a aykırı şeyler yaptığını söylediklerini yazıyordu. Yüzyıllar boyunca iyi Bektaşiler Hıristiyanla Müslüman arasında fark gözetmemeyi sürdüreceklerdi. Bektaşi tarikatına gayrimüslimlerin de alınmasının nedeni buydu. 1850 gibi oldukça yakın bir tarihte bile Antonios Varsamis adlı dinden çıkmamış bir Ortodoks Hıristiyan Yunanlı'nın Bursa yakınlarındaki bir Bektaşi tekkesinin Baba'sı olduğuna rastlanabiliyordu. Pek çok tanıklık, dinlerini değiştirmeyen çok sayıda Ortodoks Rum'un Bektaşi tekkelerine üye olduklarını kanıtlamaktadır.4 Mirmiroğlu kitabında lkumeni Patriği II. loakim'in (1860-1863) Boğazın Asya yakasındaki Beykoz yakınlarındaki "Ak Baba" Bektaşi tekkesinin Babası için yazdığı ve o güne dek hiç yayınlanmamış şaşırtıcı tavsiye mektuplarını basmıştı. Bu mektuplarda Patrik, İmparatorluktaki tüm metropolitlerden Ak Baba tekkesinin başı Peruşan Baba'ya saygı göstermelerini ve yardım etmelerini istiyordu. Sonuç olarak bu mektuplar Rum Ortodokslarla Alevileri birleştiren sevgi bağlarına birer kanıttırlar. Simavnalı Şeyh Bedrettin'in (1368-1420) İmparatorluğun başlangıç dönemlerinde Hıristiyan-Müslüman sentezinde

4 Bu konuda, II. Dünya Savaşı öncesinde Kudüs'teki Ortodoks Patrikliğinin Büyük Logothete'si olan Vladimiros Mirmiroğlu'nun 1940 yılında İstanbul'da Yunanca olarak yazdığı ve Hoi Derbissai (Dervişler) başlığını taşıyan kitabının 119. sayfasına bakılabilir. 120

ve Aleviliğin üstün gelmesinde oynadığı rol önemlidir. Çünkü düşünceleri 1411-13 arası süren Fetret Devri'ndeki Musa Çelebi rejiminin resmi doktrini olmuştur. Annesi Trakya'da, Dimetoka'daki bir kalenin Ortodoks Hıristiyan Yunanlı Kumandanının (Tekfur) kızı olan Bedrettin, bir Türk-Yunan karmasıydı. İsrail adlı babası, Bedrettin'in doğduğu, Batı Trakya'daki Didymoteiho (Dimotika ya da Dimetoka) kentinin yakınlarındaki Simavna (Samona) köyünün kadısıydı. Sufi Bedrettin Mısır'dayken Gazila adında Hıristiyan bir kız ile evlenecek, Gazila'dan, daha sonra bir papazın yeğeni olan Hıristiyan Harmana ile evlenecek İsmail adlı bir oğlan çocuk sahibi olacaktı, işte İsmail'in oğlu Halil, dedesi Bedrettin'in biyografisini (Menakıbname) kaleme alacaktı. Bedrettin'in ailesi, dönemin Osmanlı toplumunun yapısını temsil ediyordu. Karadeniz Ereğlisi'nde doğmuş olan Yunanlı tarihçi Nikephoros Gregoras (1295-1360) İznik yolunda Orhan Gazinin beyliğinden geçerken, 14. yüzyıl ortası Osmanlı toplumunun büyük çoğunluğuyla "mixobarbaroi"den (yani "karışık barbarlar" ya da "Yunan-Türk nüfusu") oluştuğunu ifade etmiştir. "Barbar" sözcüğü kötü bir anlam içermiyordu ve aynı Çin, Bizans ya da 1453'ten sonraki Osmanlı İmparatorluğu'nda olduğu gibi lkumeni İmparatorluğunda da İmparatorluk dışında ikamet eden halkları tanımlamak üzere kullanılıyordu. İşte Bizans İmparatorluğu için İmparatorluk dışındaki Türkler kelimenin eski Yunan anlamıyla barbardılar. 14. yüzyılın ortasında Osmanlı Beyliği'nin nüfusunu oluşturan "mixobarbaroi", aynı Bedrettin'in ya da 16. yüzyılın başında Hacı Bektaş Velinin mirasçısı Bektaşi tarikatını ikinci kez kuran ve bekârlık esasını tarikata sokan kişi olarak bilinen (ve Bektaşi bir babayla Ortodoks bir Yunanlı anneden Dimetoka'da doğan) Balım Sultan'm ailesi gibi, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında karma evlilikler102 120


den oluşuyordu. Osmanlıların Alevi kökenleri dikkate alınmazsa, TürkYunan tarihinin pek çok başat olayı anlaşılmaz kalacaktır. Bu bağlamda, örnek olarak Agios Gregorios Palamas'ı (1296-1359) alalım. 1347'de Thessalonike (Selanik) başpiskoposu seçildikten sonra başkent İstanbul'a doğru yolculuk eden Palamas 2 Mart 1354'te başlayan depremin sona ermesini beklemek üzere Bozcaada'da durmuştur. İstanbul'a doğru yoluna devam ederken sert bir rüzgâr gemisini Gelibolu yakınlarına yanaşmaya zorlayacak, Palamas, depremden yararlanarak kenti ele geçirmiş olan Osmanlılara esir düşecekti. Başpiskopos ve maiyeti karşı kıyıya geçirilerek Orhan Bey'iıı beyliğinde kent kent dolaştırılacaktı. Özellikle Lapseki, Bursa ve lznik'e uğrayan Palamas ve maiyeti her kentte Müslümanlarla din üzerine tartışmalara girişecekti. Palamas Haziran 1354'te Orhan Bey'in Bursa yakınlarındaki yazlık konutuna götürülmüş, burada kendisiyle konuşurken büyük bir dinsel hoşgörü sergileyen Orhan Bey'in oğlu İsmail ile tanışmıştı. Daha sonra Orhan Bey'in Yunanlı doktoru Taronites'in de bulunduğu bir mecliste Palamas, "Chiones" (Hiones) adını verdiği kişilerle uzun bir teolojik tartışmaya girişecekti. Bu görüşme bizzat, Palamas'ın, oğlu İsmail'e aktardığı teolojik argümanlardan etkilenen Orhan Gazi tarafından tertip edilmişti. Chiones'ler, Orhan Bey'in tam güvenine sahip din bilginleriydi. Orhan Bey'in heterodoksluğuna delil de, bu kendi din bilginlerinin Sünni İslâm uleması değil, heterodoks olmasıydı. Chiones'ler Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslâm arasında sentezi gerçekleştirmiş müminler olarak biliniyorlardı. Orhan Beyliğinin heterodoksluğu (Aleviliği) Palamas'ı öylesine etkilemişti ki, İznik sokaklarında insanlarla din tartışırken şu satırları yazıyordu: "Biri şöyle diyor, 'Bir gün gelecek, sizinle uyuşacağız'. Ben de bunu onaylıyor^ve o günün 122

en kısa sürede gelmesini diliyorum."5 Ve bu satırları aktaran Meyendorff, şöyle bitirmektedir: "Thessalonike başpiskoposunun Türk fethinin muhtemel bir sonucu olarak tasarladığı 6 şey, İslâm'ın Hıristiyanlığa dönüşmesiydi." Osmanlıların resmi hanedan efsanesinde bile kurucu Osman Bey'in, Orhan Bey'in annesi olacak bir derviş kızıyla evlendiği yazılmaktaydı. Bu da, Osmanlıların kökenini sufi heterodoksluğuna bağlayan ilişkidir. Ama daha belirleyici bir nitelik olarak, Fatih'in Sünnilikten epey uzak dinsel fikirlerini örnek verebiliriz. Annesi bir Rum Ortodoks olan Fatih'in dinsel eğilimleri hakkında bildiklerimiz, onun Alevi olduğu yolundadır iran'a dair her şeye ve Şiiliğin tüm formlarına ilgi duyuyordu. Hıristiyanlığın kurallarına karşı da merak besleyen Sultan, İkumeni Patriği Gennadios aracılığıyla Rum Ortodoks dinim öğrenmeye girişmişti. Bu nedenle kulislerde Hıristiyanlığa geçmesi yönünde istekler fısıldanmaya başlanmıştı (Elbette ki Arabölge'ye tamamen yabancı olan Katolikliğe değil, Rum Ortodoks dinine geçmesi isteniyordu.) Fatih Gennadios'tan, birlikte yaptıkları teolojik tartışmaları kâğıda geçirmesini isteyecek, Patriklik merkezi Pammaaritos Manastırına giderek sonucu soracaktı. II. Gennadios, Sultan'a Peri tes mones hodu pros ten soterian ton anthro pon ("İnsanları Selamete Ulaştıran Tek Yol Üzerine") başlığını koyduğu kuçuk kitabı işte bu zaman verecekti. Metin Türkçe'ye de çevrilmişti. Bu şekilde, Fatih, elinin altında Rum Ortodoks inancının temel öğelerini hazır bulunduruyordu. Yunanlılar da Fatih'in heterodoks konumunun farkındaydılar. Tam da bu nedenle, Georgios o Trapezuntios, İmparatorluğun resmi dini olarak Hıristiyanlık-Müslümanlık sen5 Zikreden j e a n Meyendorff, ,ntrcduction a 1 'etüde de Grigone Palamas C Gregorios Palamas çalınmasına giriş"), Paris, Editions du Seuil, 1959, s. 162. 6 a.g.e. 123


tezinin, yani bir tür Aleviliğin tesis edilmesi önerisini de içeren, Hıristiyan inancı üzerine çalışmasını Temmuz 1453'te Sultan'a sunma cesaretini edinecekti. Ama Fatih herşeyden önce bir devlet adamıydı ve gelişkin hiyerarşik ve idari yapılar içermeyen Alevilik gibi bir sentez dininin geniş bir İmparatorluğu yönetmesinde kendisine yararlı olmayacağını görüyordu. Önündeki iki "devlet dini"nden, yani Rum Ortodoks Hıristiyanlığı ya da Sünni İslâm'ından birini seçmek durumundaydı. O, ikincisini tercih etti. Yüksek düzeyde örgütlenmiş bir İmparatorluğun inşaasma aykırı olarak anarşi öğesini oluşturan derviş tarikatlarına duyduğu sürekli düşmanlığın ifadesiydi bu tercih. Sultan, heterodoks görüşlerini yalnızca yakın çevresinde dile getiriyor, ama devlet adamı olarak Ebu Hanife'nin Sünni dogmalarını uyguluyordu. Osmanlı İmparatorlarının Aleviliğe dayanan hoşgörüsü ile Sünni Ortodoksisinin devlete dair gereklilikleri arasındaki çelişki, ilk başta güçlü bir İmparatorluğun kurulmasına hizmet ettiyse de, uzun vadede aynı çelişki İmparatorluğun gerilemesine katkıda bulunan bir fren işlevini görecekti. İmparatorluğun gerileyişi Kanuni Sultan Süleyman'ın saltanatının bittiği 1566'da başlıyorsa da, bunun kökenleri bu tarihten 50 yıl daha önceye, yani Yavuz Sultan Selim dönemine dek götürülebilir. Bu saltanat döneminde iki başat olay yaşanmıştır. Bunlardan ilki, İran tarafından desteklenen Anadolulu heterodoks Şiilere, -kızılbaşlara- karşı yürütülen savaşım (1513-14) idi. İkincisi de, Arap ülkelerinin fethiyle (1516-17), başkenti Kahire olan ve 1250-1517 yılları arasında yaşayan Mısır ve Suriye Memlûk Sünni İmparatorluklarının yıkılmasıdır. Bu süre içinde Kahire İstanbul'un en büyük rakibi olmuştu. Burada önemli olan, Osmanlıların halife sıfatını kendilerine mal etmiş olmaları değildir. Çünkü o dönemde tüm 124

Müslüman hükümdarlar bu sıfatı zaten kullanmaktaydılar. İslâm dünyasının tümü içiıı tek bir halife fikrinin 13. yüzyıldan beri bir değeri yoktu. Kahire'deki Abbasi halifesi Mütevekkil'in ünvânını I. Selim ve varislerine devrettiği hikâyesi, bir efsaneden ibarettir. Osmanlı hükümdarları kendilerini ancak 1774'ten sonra tüm İslâm'ın halifesi ilan etmişler, bunu da Kırım'da Ruslara kabul ettirmişlerse de, ulema bu ilanı hiçbir zaman geçerli saymamıştı. Aslında, "halife" ünvanının 1774'teki Rus işgali bağlamında yeniden "hatırlanması", İmparatorluğun giderek artan şekilde Sünnileşmesi ve Islâmîleşmesi süreçlerinin; İmparatorluğa büyük güçlerin müdahalesinin, Batılılaşmanın ve sekülerizasyonun artmasıyla elele gittiğine kanıttır. Dış etkinin ve Batılılaşmanın artışı, İmparatorluğun son yıllarındaki II. Abdülhamit ve Enver Paşa'nın Jön Türk rejimleri altında gerçekleştirilen ve Panislâmizmi zafere ulaştırma amacını taşıyan sekülerizasyon sürecini doğurmuştur. Burada, tarihçilerin pek az dikkatini çekmiş bir ilişki sözkonusudur. işin doğrusu, Kırım'ın Ruslar tarafından işgalini ve St. Petersburg'un Osmanlı İmparatorluğunun iç işlerine karışmasının başlangıcını ifade eden 21 Temmuz 1774 Küçük Kaynarca ve 9 Ocak 1784 Aynalı Kavak anlaşmalarıyla Çariçe II. Katerina, kendisini Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Rum Ortodoksların koruyucusu olarak kabul ettirmenin karşılığında, Osmanlı Sultanı'na, kaybettiği Kırım Müslümanlarının koruyucusu olarak halife unvanını kullanma hakkını vermişti. Batılılar, Osmanlı İmparatorluğu'nun modern çağların en büyük "İslâm" İmparatorluğu olduğu efsanesini yayarken, ülkenin olsa olsa ancak son zamanlarında "lslâmî" niteliğinin hakkını vermiş olduğunu unutur görünmektedirler. Aynı şekilde, gözde n kaçırdıkları bir şey de, Sultan ın, çoğu "halife"den daha önemli bir dizi ünvana sahip olduğuydu. 125


"Halife" likten kat kat önemli bir unvanı, Roma (Bizans) împaratoru'nun mirasçısı olma iddiasını ifade eden, "Kaysar"lık (Sezar'lık) idi. Aynı Fatih'te olduğu gibi, Yavuz Selim ve Kanuni'de de, Sünnilik, güçlerini genişletmeye yarayan politik bir din olmaktan ibaretti. Şimdi bu olguya daha yakından göz atalım. 1. Selim'e halifelik unvanı verildiği efsanesini tarih kitaplarına sokan, Ignatius Muradgea d'Ohsson'un 7 ciltlik Tableau General de l'Empire Ottomane ("Osmanlı İmparatorluğunun Genel Görünümü") adlı eseri olmuştur. Oysa daha 1912'de Rus tarihçi W. Barthold, bunun doğru olmadığını yazmıştı. Buna karşın, Türk ve Batılı tarihçilerin çoğu aynı hatada ısrar etmişlerdir. Hatta 1924 yılında halifeliğin kaldırılması tartışmaları sırasında Mustafa Kemal, 1922'de kaldırılan Saltanatın halifelikten ayrılamayacağını savunan Şeriatçılara karşı, halifeliğin bir efsane olduğu argümanını kullanamamıştır. 1949 gibi oldukça geç bir tarihte bile, Türk tarihçi 1. H. Uzunçarşılı şu satırları yazmaktadır: "III. Mütevekkil Alallah İstanbul'da bulunduğu sırada halifelik unvanını Sultan Selim lehine bırakmıştır. Bu nedenle TBMM, Müslüman dünyanın büyük bölümünün Osmanlı hükümdarlarını bu tarihten, halifeliğin kaldırıldığı 26 recep 1342'ye (3 Mart 1924) dek halife olarak kabul ettiğini belirtmiştir."7 Sultan'a halifeliği -sözde- devreden Kahire'li halifenin, Suriye ve Mısır Memlûk Sultanının emirlerini tartışmasız uygulayan bir memurdan ibaret olduğu gerçeği bile, Osmanlı Sultanlarını halife gibi göstermenin ne denli hatalı olduğunu açığa çıkarmaktadır. Zaten -bunu duymak günümüz Türkiye'sindeki İslamcıların hoşuna gitmeyecekse deOsmanlı Sultanı,.Arabölge'nin Yunanlı geleneğini izlemekteydi. Örneğin Fatih gibi, Yavuz Sultan Selim de, Mısır Sul-

tanına Aralık 1516'da yazdığı bir mektupta, Allah'ın, aynı Büyük İskender'e verdiği gibi, kendisine de dünyayı batıdan doğuya dek fethetme görevi vermiş olduğunu yazıyordu. "Ben Allah'ın yeryüzündeki halifesiyim" sözünü eklemiş olması, mevkiine fazladan bir şey katıyor değildi. Bundan daha önemlisi, islâm'ın kutsal merkezlerinin fethi, böylelikle de Osmanlı imparatorlarının Mekke ve Medine kentleriyle Hac yollarının koruyucusu haline gelmeleridir. Arap ülkelerinin fethini İmparatorluğun geleceği açısından belirleyici hale getiren olgu, imparatorluğun bu gelişme nedeniyle dinsel açıdan Araplaşmasıdır. Daha 1517'de Mısır'ın ilhakını takiben I. Selim'in gemileri İstanbul'a halife Mütevekkil'in yanı sıra, Mısır'ın önde gelen iki bin esnaf, tüccar ve dinsel yöneticisini getirmişti. Arap hizmetinin yüksek memurları olan bu kişiler Osmanlı idaresine girmiş ve buranın yapı ve karakterini etkilemişlerdi. Sünnilik içinde dört ayrı hukuk okulu bulunmakla birlikte, bunlardan yalnızca Hanefilik adıyla bilinen ve 767'de ölen Eb u Hanile taralından kurulan okul Osmanlı İmparatorluğunda resmi olarak kabul edilmişti. Mahkemelere yalnızca Hanefi kadılar atanıyordu. Ama yine de bir noktaya kadar Arap ülkelerinde yaygın diğer okulların Şeriat yorumları da tamamiyle gözardı edilemiyordu. Bu dört okul arasında kanuni emirlerin ele alınmasında lana (karşılıklı rıza) ilkesine en çok önem veren, böylelikle de en esnek ve hoşgörülü olan, Hanefilik idi. 10. yüzyıldan başlayarak kurulan tüm Türk devletlerinin Hanefiliği benimsemiş olmaları dikkat çekicidir. Bu, bir ölçüye kadar Alevi kökenleriyle uyum içindedir. Sözkonusu özellik Türk toplumuna diğer İslâm toplumlarından farklı bir görünüm kazandırıyordu. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu, kuruluşundan itibaren diğer kültürlerin etkisine en açık ve kozmopolit bir toplum yapısına sahip olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu, karşısın-

7 Osmanlı Tarihi, Ankara, TTK, C. 2, 1949, s. 280.

126

127


da, Katoliklerle birlik karşıtı olan ve Papalığın totaliterliğiyle savaşımları süresince dikkat çekici bir hoşgörü ve Müslümanlarla diyaloga girme iradesi sergileyen Thessaloniki (Selanik) başpiskoposu Aziz Grigorios Palamas, Trabzonlu Georgios ve Gennadios tarafından temsil edilen Ortodoks Hıristiyanlığını bulmuştu. Yani her iki tarafta da, bağdaşmaya yönelik çabalar (synkretizm) sergilenecekti. Ortodoks keşişlerin ve Müslüman dervişlerin gizemciliği, gerçek imana sahip olanı yalnız Tann'nm takdir edebileceği ve hiçbir piskopos ya da müftünün yanılmaz olmadığı noktalarında buluşuyordu. Türklerin hoşgörüsü gerileme yüzyılları boyunca da sürmüştü. Diğer pek çok tanıklığın yanı sıra, İstanbul'da bulunan İngiliz elçisi Hery Greenville de 1766'da hükümetine yazdığı raporda, Türklerin din alanındaki en hoşgörülü insanlar olduklarını belirtmişti. Yine de, I. Selim devrinden itibaren ve Arap ülkelerinin fethinden sonra, 16. ve 17. yüzyıllar boyunca, Hanbeli-Sünni okulunun (855'de ölen Ahmed b. Hanbel tarafından kurulmuştu) etkisiyle gelişen ve bilim savunucularına olduğu kadar, gizemcilere de karşı koyan bir Müslüman entegrizmine çark edilecekti. II. Mehmet'in tersine, Hıristiyanlığa karşı düşmanca bir tavrı olan I. Selim, tüm Hıristiyanların zorla Müslüman yapılmasını teklif ederek divanını dehşete düşürecekti. Böyle bir şeyin mümkün olamayacağı kendisine açıklanacaktı. 1537'de ise, varisi Süleyman İstanbul'daki tüm kiliselere el konması teklifini yeniden sunacaktı. Ama Şeyhülislâm, Hanefi tipinde bir kanuni emir yayınlayarak bu girişimin önüne geçecekti. Şeyhülislâm emrine göre, İstanbul'un zorla ele geçirilmiş olmasına rağmen, kiliselerin Ortodoks Rumlara bırakılması, kentin aslında teslim olduğunu gösteriyordu! Yani sonuçta, kiliseleri camiye çevirmek yanlış olacaktı. Süleyman da bunu kabul edecekti. 16. yüzyılın başından itibaren, iki

Müslüman grup karşı karşıya gelecekti; bir yanda, hoşgörünün ayakta tutulmasını ve bilimlerin geliştirilmesini destekleyen, medreselerde ders veren, hükümet hizmetinde bulunan gizemci tarikatlar ve ulemanın yüksek sınıflan- diğer yanda, tüm yeniliklere ve hoşgörüye muhalefet eden kimi zaman Şeyhülislâmı, hatta İmparatoru bile etkilemeyi'başa7cyhleT

^

VCren

Ulema

VC h3İk

Ubakasında"

gelen

I. Süleyman kendine atfettiği "yeryüzü halifesi" ünvanını çok ciddiye alıyordu. 1527 y.hnda, ulemanın bir üyesi olan ve İsa nin Muhammede üstün olduğunu ileri süren Molla Kabız yargılanmıştı. Molla Kabiz İran kökenliydi ve Şeyh Bedrettin den yaklaşık bir yüzyıl sonra Sünni doktrinine karş.t ama Hıristiyan ve dönmelere yakın gelen bir heretık akımın başına geçmişti. Divanı Hümayundaki ilk davada sanık aklanacaktı. Ama öfkeli Sultan ikinci bir dava düzenleyerek mol aya (ulemanın önemli üyelerine verilen sıfat) idama mahkûm ettirecekti. 1537'de imparatorluktaki tüm valiler Peygamberin sözlerinden şüphe edenlerin imansız dan edilip ,dam edilmelerini buyuran bir emir alacaklardı Devletin bekaası uğruna Osmanlı imparatorluğunun 1512 den sonra giderek artan şekilde Sünnıleştirilmesi Aleviliğin yeraltına inmesine ve Yunanlıların «krypyochrisü« " » (gizli Hıristiyanlar) dedikleri bir olgunun b e b r m J n e yol açacaktı Aleviler, çok sayıdakt yandaşlar, dolayımıyla imparatorlukta Şeyh Bedrettin'in sentezci fikirlerim yayacaklardı. Tüm bu muhalifler, devletin Sünnilikle ozdejeşürılmesıne karşı ç l k ı y o r v e m e r k e 2 İ Q ^ şıyorlardı. Sözü geçen muhalifler, Osmanlı imparatorluğu nun özgünlük ve gücüne kaynaklık eden millet sistemini yıkacak olan ve 18. yüzyılın sonundan itibaren yükselen merkez, otorite karşıtı milletler ayaklanmasının öncüsü idiler. Krypyochrıstıanoi (gizli Hıristiyanlar), aynı Yahudi

194 129


"dönme"ler gibi, görünüşte İslâm'a geçmişlerdi; "Yunan asıllı bir Paşa, ölüm döşeğinde Bakire Meryem'i yardımına çağırıyordu. Bir Sadrazam, Aziz Thomas'ın Arapça çevirisini okuyor ve doktoru aracılığıyla bir İncil ediniyordu. Yahudi Sabatay Zevi kendini Mehdi ilan ederek politik sorunlar yaratınca tutuklanıyor ve Müslümanlığa geçtiğini açıklamaya zorlanıyordu. Yandaşları ise, izleyen üç yüzyıl boyunca İspanya'da conversoslara uygulanan korkunç zulümlere maruz kalmaksızın, dönmeler cemaatını sürdüreceklerdi."8 Aynı şekilde, 17. yüzyılda Paul Ricaut da kitabında, İstanbul'da Hubmesihiler (İsa Mesih'in izleyicileri) adlı gizli bir tarikatın varlığından bahseder.9 Ricaut'ya göre, Hubmesihiler yalnızca görünüşte İslâm'a geçmiş dönmelerden oluşuyordu. Yine Molla Kabiz'in yaşadığı devirde İstanbul'da Hakim Işhak adlı bir kişi Eski ve Yeni Ahitler'in de en az Kur'ân kadar önemli olduklarını ve Kur'ân'ın İncil'den üstün olmadığını iddia etmişti. Görüşlerinin yarattığı başarılı etki nedeniyle Işhak, Şeyhülislâm Ebu's-Suud Efendi tarafından yargılanarak idam edilecekti. Dinsel fanatikler tütün ve kahve tüketimine ve törenlerinde müzik ve dans kullanan gizemci tarikatların faaliyetlerine karşı çıkıyorlardı. Ayrıca, medreselerde matematik eğitimi verilmesinin yasaklanmasını talep ediyorlardı. 1577 yılında Galata'da Sultan'ın emriyle bir astronomik gözlemevi kurulmuştu. O devirde Avrupa'daki en yetkin iki gözlemevinden biri konumunda olan Galata Rasathanesi, aynı zamanda İslâm ülkelerindeki tek gözlemevi idi. Şeyhülislâm tarafından desteklenen entegristler, başkenti kasıp kafi Lady Mary Montagu, Lhlam

au Peril cles femmes.

Une Anglaise en Turtjuie atı

XVIIIe sciecle ("Kadınların tehdidi altında İslam. XVII. yy.'da bir İngiliz kadını

vuran vebayı bahane ederek gözlemevinin kapatılmasını istediler. Onlara göre veba, insanların kendi gizlerini öğrenmeye çabalamalarına kızan Allah'ın öfkesinden kaynaklanıyordu. III. Murat (1574-95) bu isteklere boyun eğecek ve 1580'de bir yeniçeri kıtası binayı tamamen yıkacaktı. 16. yüzyıldan itibaren entegristlerin büyüyen etkisi İmparatorlukta bilim ve tekniğin ilerlemesini oldukça zorlaştırdı. Bunun yanı sıra dinsel fanatizm toplumsal çalkantılara ve İmparatorluk milletleri arasında sürtüşmelere yol açacak, böylelikle de Osmanlı toplumunun altını oyacaktı. IV Murat (1623-40) oportünistlikle entegristleri arkasına alarak islâm'ın savunucusu kesilecek, alkol ve tütün kullanımını yasaklayarak buna uymayanlara karşı sert önlemler alacaktı. 1656'da entegristler İstanbul'daki tüm derviş tekkelerine saldırmaya ve "sapkınlara" karşı genel bir katliam gerçekleştirmeye hazırlanıyorlardı. Yandaşlarını ise küçük dükkân sahipleri arasından olduğu kadar, medrese öğrencilerinin -softaların- en yoksulları arasından topluyorlardı. Resmi mevkilerde bulunan ulemanın önde gelen üyeleri ve devlet memurları, entegristleri İmparatorluğun arasına ayrılık sokarak Devlet'i ve toplumu çökertmeye çalışmakla suçlayacaktı. Sonuçta, Başvezir Köprülü Mehmet (öl. 1661) entegristlerin elebaşlarım İstanbul dışına sürerek iç savaşın önüne geçmeyi başaracaktı. Ama artık ok yaydan çıkmıştı. Fanatizm zaman içinde giderek daha tehlikeli boyutlara ulaşacaktı. 1716'da, 1706-10 arası Başvezirlik yapmış olan ve 1711'de ölen Çorlulu Ali Paşa'nın kişisel kütüphanesine el konacak ve Şeyhülislâmca yayınlanan fetva ile, kütüphanedeki astronomi, tarih ve felsefe kitapları yasaklanacaktı.

Türkiye'de"), A. M. Moulin ve P. Chuvin'in kaleme aldığı önsöz, Paris, François Maspero, 1981. 9 Etat Preseni de VEmpire Ottoman ("Osmanlı İmparatorluğu'nun bu anki durumu"), Paris, 1670, s. 416-17. 194

131


Osmanlı ekonomisinin ekonomisi tarafından

Atlantik sömürgeleştirilmesi

Bizans İmparatorluğu, Rönesans ve onun uzantısı olacak Sanayi Devrimleri gibi, modern zamanların devrimlerinden yararlanmak için Frenklere boyun eğmek, Papa uğruna kendi dinini yadsımak, kendi halkını Batı uygarlığı içinde eritmek zorunda mıydı? Bizans halkı, o dönemde, bu soru ekseninde derin bir şekilde ikiye ayrılmıştı. Yunan halkı da halen aynı konumdadır. I. Dünya Savaşı öncesinde, TürkYunan Konfederasyonu kurulmasını düşleyen Yunanlı subay Athanasios Suliotis, kendisi ve yandaşlarının; Arabölge'de Rönesans başlamadan yaşayan "Doğu Uygarlığı"nı alıp, onu kendi imkânlarıyla başka bir Rönesansa, "Doğu Rönesansı"na dönüştürmeyi amaçladıklarını yazmıştı. Arabölge'nin karakterini en iyi tanımlayanlardan bir çağdaşımız şu satırları kaleme almaktadır: "Palcımas'ın zaferi, Hıristiyan hümanizminin, Rönesans'ın dinsiz hümanizmine zaferini teşkil etmekteydi. Palamas'ı Aziz ilan eden Ortodoks Kilisesi böylelikle, bu gerçeklere bağlılığını belirtmiş ve Rönesans'tan bu yana modern uygarlığın temelini oluşturan ahlâkî ve doktriner ilkeleri açıkça reddetmiş oluyordu. Yüzyıllar boyunca, yalnızca, insanoğlunun sonsuz olanaklarına ve uygarlığın iyimser hümanizminin başarılarına aldırmayan ve geçmişte donup kalmış bir kilise görünümü çizmişti. Ama artık bugün, özerk bilimin sınırsız ilerlemesinin içinde bulundurduğu korkutucu görünümden ötürü bu iyimserliğin giderek azaldığı bir döneme ulaşmış bulunmaktayız."10 1444 yılında, Latin yanlısı Georgios Plethon'un öğrencisi olan ve Batı'ya asimile olmayı seçerek 1439'da Latin Kardinali olan loannis Bessarion, ileride İmparator olacak Mistra

10 Jean Mcyendorff. Sainf Gregoire Palamas et la mystitfue orthndoxe Gregorios vc Ortodoks Gizemciliği"), Paris, Seuil, 1959, s. 176-77. 194

("Aziz

despotu Konstantinos Palaiologos'a Roma'dan bir mektup yazarak, yeni teknikleri öğrenmeleri için İtalya'ya gizlice "dört ya da beş genç" göndermesini isteyecekti. Yazdığına göre, Batı'da tekniklerin kaydettiği büyük ilerlemeden çok etkilenmişti. Ne olursa olsun, Bizans halkının büyük çoğunluğu Batı Rönesansı'nı reddediyor ve Bizans İmparatorluğumun çizdiği yolda ilerleyerek, uzun süredir hasta olan gövdeye yeni bir güç verecek yeni hanedana boyun eğmeyi tercih ediyordu. Hiç kuşku yok ki, Osmanlı hanedanı Doğu Akdeniz'i bir süre için Batı sömürgeciliğinden ve bunun yol açtığı geri kalmışlıktan kurtarmıştı, iki yüzyıla yakın bir süre boyunca onu, içine batmış olduğu ekonomik anlamda Üçüncü Dünya ülkeliği konumundan çekip çıkarmıştı. Ama Osmanlılar, her ikisi de feodal olan toplum yapısını ve sistemi değiştirmemişlerdi. Yani uzun vadede Arabölge İmparatorluğu'nun sömürgelik ve geri kalmışlık düzeyine düşmesi kaçınılmazdı. İşte Osmanlı Imparatorluğu'nun Bizans'ın ne denli mirasçısı olduğu lam da bu evrim bağlamında kavranabilir. Dikkat çekici olan nokta, istanbul'daki Doğu Imparatorluğu'nun Osmanlılar sayesinde yarım binyıl daha yaşamış olduğudur. 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, "Doğu ticareti, Türkiye'yi Avrupa sanayiinin müşterisi haline getirerek, bir sömürge ticareti biçimini aldı. Türkiye yalnızca hammaddeleri sağlamaya zorlandı, kendi imal ettiği malları dışarıya satamadı. "'1 imparatorluğun Batı tarafından sömürülmesinin baş nedenlerinden biri, istanbul'un kapitülasyonlar

(imtiyazat)

adı altında Avrupalılara bahşettiği ayrıcalıklar mıydı? Tarihli Ö. L.

Barkan, "The Price Rcvolution of the Sixteenth Century- A

Turninfi

Po.nt m the Economic Hıstory of the Middle East" ("Onaltınc. Yüzyıldaki .yat Devrimi; Yakm Doğu nun Ekonomik Tarihinde bir dönüm noktası") International Journal oj Middle East Studies, c. VI, 1975, s . 7. 133


çiler bu konuda ikiye ayrılmaktadır. Ama kapitülasyonları kendi çerçevesine oturtmak için iki olguyu dikkate almak gerekmektedir. A) I. Alexis Komnenos'un Venediklilere İmparatorluğu sömürmelerine yarayacak ticari ayrıcalıkları verdiği 1083 yılından başlayan dönem ile, Osmanlıların 15. ve 16. yüzyıllarda, tam olarak da 1454'te Venediklilere kapitülasyonları bahşetmesiyle açılan dönem arasında temel bir farklılık vardır: Osmanlılar, 1082'nin Bizans'ından farklı olarak, kapitülasyonları bir zayıflık değil, tersine, bir güç ifadesi olarak bahşettiler. 1082 ile kıyaslanabilecek olay, 1838 İngiliz-Osmanlı Ticaret Antlaşması çerçevesinde İstanbul hükümetine serbest mübadelenin kabul ettirilmesidir. Kapitülasyonlar ise, ilk veriliş zamanındaki nitelikleri nedeniyle değil, İmparatorluğun gerilemesine rağmen kullanılmalarının sürdürülmesinden dolayı bir sömürü aygıtına dönüşmüştür. B) Osmanlı maliye politikası himayeci olduğu için yerli tüccarları dış rekabete karşı koruyordu, lkumeni Imparatorluğu'nun ekonomik düzlemdeki anlamı, kendine yeterliğin (autarkya) ayakta tutulmasıydı. Ikumenicilik, karşılıklı bağımlılık düşüncesini dışlıyordu, lkumeni İmparatorluğu ilkede, tanım olarak kendine yeten, başka bir 'gezegen'le ilişkiye geçmeye ihtiyaç duymayan, bu nedenle de 'Dışişleri Bakanlığı'na sahip olmayan, uzaydaki bir gezegen gibiydi. Aynı Çin gezegeni gibi, Osmanlı (öncesinde de Bizans) gezegeni dç, başlangıçta diğer gezegenlerin "barbar"larıyla ilişkiye girmeyo« gerek duymuyordu. Kapitülasyonlar, Batılı 'barbarları yatıştırmak üzere 'yukarıdan' bahşedilmişti. Ekonomik sömürgeleştirme, Osmanlı İkumeniciliğini yıkarak onu karşılıklı bağımlılığa zorlamayı amaçlayan Batılı güçlerin çabasının sonucuydu. Osmanlı tüccar ve imalatçılarını, ürünlerini sınırların dışında satmak ve Batılı ürünleri İmparatorluğa ithal elmek134

ten caydırmak amacını güden İstanbul hükümeti bunlara, hem ihraç hem de ithal sırasında, Batılılara kapitülasyon nedeniyle genelde yüzde 5 ölçüsünde uygulananın sürekli üstünde olacak şekilde gümrük vergileri uyguluyordu. 1838 yılına dek İmparatorlukta iş yapmak isteyen yabancılar, esnaf tekelinden geçmek ve kapitülasyonlara -dolayısıyla da gümrük duvarlarına- tabiydiler. Bu iki yolla da Osmanlı burjuvazisinin işleri İmparatorluk içinde himaye ediliyordu. Batılıların Osmanlı tebaalarıyla çalışma ya da Osmanlı tabiyetine geçme seçenekleri vardı. Ama Osmanlı oldukları zaman da, kapitülasyonların kendilerine sağladığı diplomatik dokunulmazlığı otomatik olarak yitiriyorlardı. Yani madalyonun diğer yüzünde, İstanbul'un kendisi için istemediği uluslararası ticaret, Batılıların eline geçiyordu. Onlar da bu durumu, İmparatorluğu sömürgeleştirmek yolunda kullanacaklardı. Osmanlılar 14. ve 15. yüzyıllardaki genişlemeleri sırasında şu durumla karşılaşmışlardı; Venedik ve Cenova (Ceneviz), Azov'dan İskenderiye'ye dek tüm ticareti hiçbir vergi ödemeden ellerinde tutuyorlardı. Surlarla çevirip yönettikleri deniz tezgâhları inşa etmişlerdi. Cenova'ya, özellikle de onun rakibi olan Venedik'e karşı yürüttükleri uzun savaşım boyunca Osmanlılar bu tezgâhlan tasfiye ederek İtalyanları gümrük vergilerine tabi tutmuşlardı. Cenova'ya Venedikliler karşısında desteklerini sağlamak üzere, 1352'den geçerli olacak bir kapitülasyon verilecekti. Bir diğer kapitülasyon ise Venediklilere İstanbul'un düşüşünün hemen ertesinde, 1454'te verilmişti. Ama Venedik'e karşı savaş 1463'te yeniden başlayarak 1479'a dek sürecekti. Fatih tüm Venedikli tacirleri hapsederek mallarına el koymuştu. Floransa ve Ragusa (Dubrovnik) Cumhuriyetlerini de Venedik'in yerini almaya özendirmişti. 1469'da Floransa'ya ticari ayrıcalıklar tahsis edilecekti. 1463'te Bosna-Hersek ilhak edilmiş, böyle135


liklc ele Floransa ile, Ragusa'dan geçen doğrudan bir ticaret yolu açılmıştı. Ragusa o dönemde İmparatorluğa bağlı olduğu için İstanbul'a haraç olarak yılda 12.500 altın duka ödüyordu. Ama aynı zamanda, bağımlı bir devlet olarak, Venedik'ten yüzde 4 ya da 5 oranında alınan gümrük vergisini yüzde 2 olarak ödeme ayrıcalığına sahipti. Ragusa, 1463-79, 1499-1503, 1537-1540, 1570-73 yılları arasındaki Osmanlı-Venedik savaşları sonrasında, iki savaşan devletin aracı ticari ülkesi rolünü üstlenecekti. Ragusa, bu şekilde ekonomik olarak gelişecekti, ama bu gelişme, doğrudan doğruya İmparatorluğun durumuyla bağlantılı olduğu için, Osmanlı 17. yüzyılda düşüşe geçince, Ragusa da gerileyecekti. I. Selim Mısır ve Suriye'yi 1517'de işgal etliğinde, Fransızlar daha önce kendilerine Memlûk Sultanı tarafından verilen kapitülasyonları Osmanlılara yenilettiler. 18 Şubat 1536'da iki ülke arasında görüşülecek olan kapitülasyonlar Sultan tarafından onaylanmayacaktı. İlk kapitülasyonlar olduğu söylenen Fransız-Osmanlı kapitülasyonları üzerinde 18 Ekim 1569'da anlaşılmıştı. İstanbul, tarihinde ilk kez, daha önce Venedik'in yararlandığı ve İmparatorluğun tümü üzerinde geçerli ticari ayrıcalıkları ilk kez bir Batı monarşisine açıyordu. Yani, sık sık iddia edildiği gibi, Fransa'nın kapitülasyonların verildiği ilk Batı ülkesi olduğu düşüncesi hatalıdır. Ama Fransızlara verilen kapitülasyonlar daha sonra İngiltere'yle (1580-83), Hollanda'yla (1612) ve başka Avrupa ülkeleriyle yapılacak benzer anlaşmalara örnek olacaktı. Avrupa'nın, Amerika ve Afrika'da yayılmasından sonra ekonomik büyüme, fiyatları Avrupa'da hızla artan, buna karşın Osmanlı'da görece düşük kalan hammaddelerin çoğalan miktarlarda-ithal edilmesini gerektiriyordu. Böylelikle, İmparatorluğun hammaddeleri Avrupa'ya akmaya başla136

yacaktı. İstanbul pek çok kez, ülke ekonomisi için hayati kabul edilen bu hammaddelerin ihracını yasaklamıştı. Ama bu ihracat sayesinde elde edilecek kârlar öylesine büyüktü ki, kaçak ihracat yapan kişiler riski göze alarak, memurları sistematik biçimde ayartan rüşvetleri gözden çıkartacaktı. Eşzamanlı olarak, Avrupa'nın işlenmiş ürünleri giderek arlan oranlarda ülkeye sızmayı başararak geleneksel Osmanlı sanayiini hızla çökertecekti. Başlangıçta Osmanlı ekonomisini güçlendirmesi gereken bir tedbir, son kertede ülkenin aleyhine işleyecekti; gümüş madeni ithali... Örneğin Çin'de 19. yüzyılın ilk yarısında yaşanan krizin nedeni, gümüş madeninin yurtdışına kaçışıydı. Tüm devletler gümüş madeninin kendi ülkelerine yığılmasını büyük bir avantaj olarak algılıyorlardı. Oysa Osmanlı ekonomisinde 1850'lerden başlayarak yaşanan kriz, Osmanlı hükümetinin bu maden için tüm vergileri kaldırarak ithali özendirmesi sonucu oluşan yığılmadan kaynaklanıyordu. Avrupalılar yalnızca Halep kentine, bu madenden yılda 800.000 dirhem -yani 2.565 kg.- akıtıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu'nun, ihracatı karşılığında ödemelerin kendisine gümüş üzerinden yapılmasında ısrar etmesi, Ceneviz, Venedik, Fransız, İngiliz ve Hollandalılarca yürütülen büyük çaplı bir kalp para piyasasının gelişmesine neden olacaktı. Çok sayıda Osmanlı iş adamının üzerinden kâr ettiği, Avrupa'dan gelen ve İmparatorluğun her yanına yayılan bu gümüş paraların ayarı oldukça düşüktü. Tüm bunlar, Osmanlı ekonomisinin dayalı olduğu gümüş paranın değerini yitirmesi sonucunu doğuracaktı. 1510'da 54 akçe (gümüş para) eden bir altın para, 1527'de 57, 1583'te 60, ve bir sonraki yıl ise bunun iki katı (yani 1584'te 120 akçe) değerine yükseldi. 1510'dan 1583'e dek 70 yıl boyunca yaşanan istikrar dikkat çekiciydi ve Osmanlı toplumunun Altın Çağ'ı bo137


yunca eriştiği ahenk ve dengeye işaret ediyordu. Raya ne kadar vergi ödemesi gerektiğini biliyor ve merkezi otorite de onu, yerel düzeydeki olası yolsuzluklara karşı etkin şekilde koruyordu. Bundan böyle, gümüş paraya duyulan güven azalacak ve hükümet, vergilerin ayarı düşük olmayan parayla ödenmesini şart koşacaktı. İran ve Hindistan'dan yapılan mal alımlarında Osmanlılar, ödemelerini külçe ve iyi parayla yapmayı sürdürüyorlardı. Yani ilk olarak, bir finans krizi yaratacak şekilde gümüş ve düşük ayarlı paraların İmparatorluğa yoğun olarak ithal edildiğine tanık oluyoruz. Bunu, durumu daha da ciddileştirecek bir gelişme izleyecekti; İmparatorluğun ekonomik olarak sömürgeleştirilmesiyle birlikle, düşük ayarlı olmayan gümüş ve hatta altın dışarıya ihraç ediliyordu. Kimi yazarlar, İmparatorluk ekonomisini 16. yüzyılın sonunda etkileyen parasal krizin aynı zamanda Osmanlı devlet ve toplumunun geleneksel temellerini sarstığını ifade etmişlerdir. Buna benzer bir olgunun Bizans İmparatorluğu'nda da türemiş olduğundan bahsedebiliriz. Büyük Konstantinos tarafından M.S. 4. yüzyılda kurulan sistemin temelinde, 4,48 gr. ağırlığındaki altın para nomisma bulunuyordu. 12 miliarisia (gümüş para), bir nomisma'ya eşdeğerdi. 1081'in hemen öncesinde, beş yüzyıldan uzun süredir değerini yitirmemiş olan nomisma'nın (ya da hyperpyrotı) devalüasyonu başlamış, İmparator altın paranın değerini düşürmüştü. Paranın ayarını düşüren 1. Alexis Komnenos, böylelikle iki tür para yaratmış oluyordu; iyi ve kötü para... Vergilerin iyi parayla ödenmesi zorunluydu. Son olarak, 4 miliarisia'dan fazla etmeyen altın parayı devalüe edecekti. Frenk istilasından sonra para yeni bir değer yitimine uğrayarak Venedik parasıyla ikame edilecekti.

Toplumsal kriz ve halk ayaklanmaları: Devlete ait yapıların çöküşü 1590'dan itibaren Osmanlı hazinesi büyük hesap açıklarından sorumlu oldu. Kasaları yeniden işler hale getirmek için Devlet, avariz ve cizye gibi, doğrudan Hazine için toplanan vergileri çoğaltacaktı. Kişi ve yıl başına 1582'de 40 akçe olan avarız, 1600'de 240, 1681'de 535 akçeye yükselecekti. Cizye ise aynı şekilde 1574 yılında 40 akçeydi. 1592'de 70 1596'da 150, 1630'da 240 ve 1691'de 280'e yükselecekti. Sultan',n 1591 yıh adaletnamesi, yerel otoriteler tarafından uygulanan haksız vergileri yasaklayarak, aslında, 159 akçelik cizyenin aslında 500, hatta 600 akçeye kadar yükselmiş olduğunu ele veriyordu. Gümüş paradaki devalüasyon nedeniyle, bu, Hazine gelirlerinin arttığı anlamına gelmiyordu. Tersine, devletin altın para üzerinden hesaplanan yıllık gelirleri 1597'de neredeyse yar. yarıya azalmıştı. Yani, 1567'de Hazine'ye 5,8 milyon altın para girmişken, 1597'de yalnızca 2.5 milyon giriyordu. Aynı miktar, 1648'de 3, 1661'de 5 milyon olarak gerçekleşmişti. Oysa devletin askeri gereksinimleri durmaksızın yükseliyordu. 1593-1606 yılları arasında Avusturya'ya karşı yürütülen savaş için yeniçerilerin sayısını belirgin şekilde artırmak ve ağırlıklı olarak Anadolu'dan köylerini bırakarak gelen topraksız genç çiftçilerden oluşan ve segban (ya da sekban) ve sanca adı verilen, paralı, tüfek kullanacak yerel milis birliklerini oluşturmak gerekmişti. 1590'dan sonra bunlar Osmanlı ordusunun en etkili birimleri durumuna gelecekti İmparatorluğun 7 Ekim 1571 tarihinde Yunanistan'da Patras'ın kuzeyindeki Lepanto'da (Yunancada Nafpatos i urkçede İnebahtı) yaşadığı ilk büyük deniz yenilgisinin ertesinde beliren İspanyol tehlikesini karşılamak üzere II Selim, filosunu Akdeniz'in o güne dek görmediği büyüklükte 8 gemi ekleyerek tamamiyle yeniden kurmak duru-

138 194


munda kalmıştı. 200 kadırgadan oluşan bu filonun bakımı için yılda 1,2 milyon altın düka harcamak gerekiyordu. Enflasyon, orduya asker almada kullanılan tımar sisteminin terkedilmesine neden olmuştu. Tımar gelirleri enflasyonun baskısıyla azalmıştı. Tımarlı Sipahi ler Sultan'a karşı yükümlülüklerini yerine getirip, savaş alanlarında bulunabilmek amacıyla çiftçilere baskı yapmaya başladılar. Başarılı olamayanların ya da askerlik hizmetinden kaçanların tımarlarına İmparator tarafından el konuyordu. Bu şekilde mevkilerini yitiren sipahiler, bölgelerini yağmalayan haydut çetelerinin sayısını şişireceklerdi. Aynı kendinden önceki Bizans büyük ocakları gibi, Osmanlı büyük ocakları da merkezi otoriteyi etkisiz hale getirmişti; geniş mülklerini mevkilerini yitiren küçük sipahilerin sırtlarına yüklemek suretiyle askerlik hizmetinden sıvışıyorlardı. Sipahiler topraklarının büyük toprak sahiplerince yutulduğuna tanık oluyorlardı. Büyük mülklerin -çiftliklerin- gelişimi, bir yandan büyük ocakları güçlendirirken, bir yandan da artık onların adamı haline gelmiş olan Sultan tarafından haksız kazançlara karşı korunmayan çiftçiyi eziyordu. Bu yeni Osmanlı büyük ocakları giderek, kökeninde büyük oranda zengin tüccar ve zanaatkarlardan oluşan taşra önde gelenleri -eşraf ve ayan (ya da derebeyi)- sınıfından çıkıyordu. Sultan ve halk arasında aracı işlevi görerek devlet gelirlerinin büyük çoğunluğunun iltizamını, ardından da diğer ocakların topraklarını elde etmiş ve askeri birlikleri toplama-komuta etme yetkisine sahip olmuştu. Asal olarak Müslümanlardan oluşan bu büyük iltizamcıların yanı sıra, Hıristiyan ileri gelenleri de -Ortodoks, ruhban, kocabaşılar, çorbacılar, kuezler- finans gelirlerini başka bir yolla kiraya tabi tutma yöntemi olan maktu sistemi sayesinde önem kazandılar. Devlet cemaatin temsilcisine, sayesinde topladığı 194

vergiler üzerinden sabit bir miktarı (maktu) vermeyi kabul etmişti. Bu aynı zamanda Ortodoks Hıristiyanlar için ayanın haracından kurtulmanın bir yoluydu. Hıristiyan ve Müslüman raya, yeniden başlayan ve giderek daha uzun sürelere yayılan angarya uygulamasından ve ağır vergilerden kaçmak üzere, topraklarını terkedecek yeni büyük, özel mülklerde tarım işçisi (ırgat) olarak çalışacaklardı. Böylelikle, topraksız bir köylü sınıfı oluşacaktı. 16. yüzyılın sonundan itibaren İmparatorluk halk ayaklanmalarda sarsılmaya başladı. Açlıktan ölmemek için kırlarda dolaşan haydut çetelerini (levent) kuran köylülerin bu "büyük kaçış-ı, yerleşik düzen aleyhine dönebilecek herhang. bir hareketin beslenebileceği insan kaynağını oluşturmuştu. Dahası, bunların bir kısmı kentlere yerleşirken diğerleri, yoksulluklarından tek kurtuluş yolu olarak Müslüman okullarına ve entelektüel faaliyetlere gireceklerdi Öğrenimin bu şekilde demokratikleşmesi, softaların yerleşik politik ajıtasyon geleneğini başlatacak olan öğrencilerin (softa) sayısını artıracaktı. Bu, 1595-1610 arasında silahlı çetelerin harap ettiği Anadolu'nun genel görünümüydü. Bu döneme celali -yani devlete karşı ayaklanmalar- dönemi adı verilecekti. Bu deyiş 1519'da kendini Mehdi ilan ederek Anadolulu göçebeleri merkezi otoriteye karşı ayaklandıran Celal adlı kişiden gelmektedir. 1603 yılında İran Şah, I. Abbas (1587-1629) Os manidarı ellerindeki Fars topraklarını boşaltarak Anadolu sınırına geri çekilmeye zorlamak için bu kargaşadan yararlanacaktı. 1607-10 arası Anadolu Celalilerinin başı olan Canbulatoğlu yenilerek çeteleri katledilecekti. Onun izleyicileri ise İran'a ve Suriye ve Irak taşrasına sığınacaklardı işte bu dönemde, Yunan illerinde klepthes ve armotoloi adıyla ünlenen bir hırsız-jandarma ikilisi doğmuştu. Bir tür Robın Hood olan Klepthes, celaliye denk düşüyor, onunla 141


savaşmak üzere kurulmakla birlikte sıklıkla ona katılan armololoi ise yerel milis işlevini görüyordu. Yine bu dönem, merkezi otoritenin sağ kolu yeniçerilerin yozlaşarak kendisi için bir tehdit oluşturmaya başladığı tarihtir. Bu yozlaşma şu olaylarla belirlenmişti; a) Doğuştan Müslüman olanlar da yeniçeri birliğine girmeyi başardılar, b) Artık evlenebiliyorlardı, c) Kışlalarını ve askeri idmanlarını bırakıyor, tüccar, zanaatkar ve geniş arazi sahibi olarak zenginleşiyor ve vergilerin iltizamını kendileri alıyorlardı, d) Göreve çağrıldıkları vakit yerlerine vekillerini gönderiyorlardı. e) Elit birliği bir parazit sürüsüne dönüşmüştü: 17. yüzyılın ortalarında 200 bin yeniçeri mevcuttu!

, ° g U İ l a n m b a * a g e r m e k üzere mücadele eden saray kadınlar, çeşitli hizipleri yönetiyordu. Böylelikle Osmanlı imparatorluğu, harem ve yeniçeriler olmak üzere iki guç tarafından kontrol edilen, herhangi bir kamu hizmetine tanmak ,ç,n hediye verme (PeŞkeŞ) uygulamasının y a y g ı " laştıgı yan, rüşvet tarafından çürütülmüş bir politik yap, F y P görünümündeydi. Kendisin, önceleyen, göz önüne ald.fi,m,zda, Osmanl, sisteminin u ç yüzyıl daha ayakta kalabilmesini, kuruluş dö neminde çok sağlam temellere oturmuş olmasına borçlu oldugunu ifade edebiliriz.

Yeniçeri birliği, çeşitli açgözlülere hizmet eden rakip politik hiziplere bölünmüştü. Aynı zamanda, segban ve sarıca birlikleriyle de sürtüşüyordu. Son saydığımız iki birlikten çok sayıda kişi yeniçeriliğe geçmeyi başarmıştı. Böylelikle, binlerce sahte yeniçeri ortaya çıkmıştı. 1623-28 yılları arasında yeniçeri ve segbaıt, sarıca birlikleri arasında bir kavga patlak verecekti. Son olarak, muhtemelen sultanlığa gelecek şehzadeler artık eyaletlere gönderilerek devlet işlerinde yetiştirilmiyorlardı. "Kafes" adı verilen saray dairelerinde kapatılıp haremağaları ve kadınlar nezaretinde büyüyorlardı. Herhangi bir ciddi reform programını yürütmek için bile yeterli bilgisi olmayan şehzadelerin tahta çıktığı gözleniyordu. Öte yandan, zalimce olduğu kuşku götürmeyen, ama yarar da sağlayan bir uygulama -hanedan kavgalarını önlemek üzere, tahta çıkan hükümdarın kardeşlerini öldürmesi yöntemi- artık terkedilmişti. Bunun yerine, en yetenekli oğlun değil, İmparatorluk ailesinin en yaşlı erkeğinin ya da hizipler tarafından en fazla desteklenen hanedan üyesinin tahta çıkması uygulaması getirilmişti. Bundan dolayı haremin İmparatorluk politikası üzerindeki etkisi artacaktı. Kocala142 194


BEŞİNCİ BÖLÜM

Sömürgeleşen İmparatorluk: Ölüm Döşeğinden Ölüme (1774-1924)

Doğu

sorunu

Doğu sorununun, 18. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, içte ulusların uyanışı, dışta büyük güçlerin etkisiyle karşılaşarak kendisine saldırıldığma tanık olan Osmanlı İmparatorluğu'nun gerileyişinin sonucu olduğu düşünülür. İmparatorluğun bütünlüğü mü korunmalı, yoksa, görünürde bağımsız ama aslında büyük güçlerin "koruması" altına girecek olan küçük uluslar halinde, büyükler arasında mı paylaştırıl malıydı? Doğu sorununun bu şekilde tanımlanması, olayı, 18. yüzyılda başlatıp, Osmanlı lmparatorluğu'nun yokolduğu 1923-24 yıllarında sona erdiriyordu. Oysa bu tanımlama, büyük güçlerin çıkarlarını temel almaktadır. Kimi tarihçiler de sorunu, Antik Çağ'a dek inen, Doğu ve Batı arasındaki bir uygarlık çatışması şekline de soktular. Bu yeni tanımlama da en az ilki kadar "Batı merkezci"dir. Arabölge gerçeği unutulmuş ve genel olarak Yunanlı ve Balkanları 'Batı'ya, Haçlı Seferleri'nden beri sürekli çarpışılan Türkleri 'Doğu'ya atan, kuzey-güney doğrultu194 144


sunda bir uygarlık sınırı çizilmiştir. Aynı şekilde, Eski Yunanlıların da, Batılı kimlikleriyle Doğulu Perslerle savaşmış oldukları ifade ediliyordu. Maraton, Doğululara karşı kazanılmış bir "Batı Savaşf'ydı. Oysa elimizdeki bir eser, sorunu farklı bir şekilde ortaya koyma becerisini göstermektedir: Doğu Akdeniz'i, özellikle de Ege Denizi'ni merkez alarak şunları kanıtlamaya çalışmaktadır: "Denizlere sokulmaya çabalayan kıtasal güç ile, onun elinden tüm önemli deniz tezgâhlarını kapmaya ve denizi tekeline almaya çalışan deniz gücü arasındaki çatışma, hemen her zaman (Doğu Sorununun) tüm büyük evrelerinin en karakteristik olgusu olagelmiştir."'1 Zaten tüm Avrasya uygarlıkları tarihinin genel bir karekteristiği olan bu saptamanın, Doğu Akdeniz açısından çok da özel bir değeri yoktur. 2 Ama ilginç olan, yazarın bundan çıkardığı sonuçtur: "Doğu sorununun kısa bir süre için gerekli koşulu, Birleşik bir Ege Devleti'nin oluşturulmasıydı. Yine geniş bir imparatorluk bunu Arşipel'in iki yakasında da oturttuğunda, Avrupa'nın güneydoğusunu bile içine alabilen bir barış ve dinginlik devri aç ılab diyordu."3 Daha önceki çalışmalarımız bizi, Doğu sorununun, Arabölge'nin -Batı'nın da müdahale ettiği- bir iç çatışması olduğu tanımlamasını öngörmeye itmişti. Bu iç çatışma, bölgeyi tek bir Ikumeni İmparatorluğu şeklinde birleştirmeye çabalayan başlıca yöre halklarını karşı karşıya getiren mücadeleden doğmaktaydı. Arabölge'nin birliği, binyıllar boyunca bölgedeki başlıca halkların sırasıyla bu sahayı tek bir imparatorluk çatısı al1 Picrrc Waltz, La Çııestion

d'Orient dans l'Antiquite ("Antik Çağ'da Doğu

Sorunu"), Paris, Payot, 1942, s. 360-61. 2 likz. L. S. Stavrianos, Tin- World lo 1500. A Global Hislory ("1500'e dek Dünya. Küresel Bir Tarih"), Eııglcsvood Clitts, Preııtice Hail, 1970, 188. sayfadaki harita.

tında birleştirmeye çabalaması olgusuyla belirlenmiştir. M.Ö. 5. yüzyıldan itibaren Arabölge'nin merkezi, Ikumeni imparatorluğu nu kurmaya talip olanların akın ettiği Doğu Akdeniz, daha özelde de, en azından bin altı yüz yıl boyunca İstanbul olmuştur. Arabölge'nin 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşadığı ve Batılıların "Doğu Sorunu" adını verdikleri krizin nedeni, sıkça ifade edildiğinin tersine, İslâm ile Hıristiyanlık arasındaki dinsel çatışma değildir. Aslında Osmanlı İmparatorluğu 18. yüzyılın sonlarına doğru Fransa'nın yaşadığına benzer bir toplumsal kriz yaşamıştır. Ama Osmanlı lmparatorluğu'nda burjuvazi esas olarak gayrimüslim ve Yunanlıydı. Yani bu çokuluslu İmparatorluktaki sınıfsal bölünmelere bir noktaya kadar da, Türkler ve Yunanlılar arasındaki etnik bölünme eşlik ediyordu. Aynı Bizans'ın son yüzyıllarındaki gibi, gelişme süreci içinde büyük toprak sahiplerinin güçlenmeleri olgusu tarafından tehdit edilen ve tamamiyle olmasa da esasen gayrimüslimlerin oluşturduğu ticaret burjuvazisi, güç kazanmak üzere Osmanlı'nın merkeziyetçiliğinden yararlanarak bu kez ezilmemeyi başarmıştı. Yahudi hatta Ermeni tüccarların tersine, Yunanlı burjuvazi, gelişme olanaklarının etnik temellerin uzağında değil, tam da yoğun Yunanlı nüfusun içinde bulunduğunun farkındaydı. Bu şekilde, Yunan nüfusunun çeşitli biçimlerdeki özerk-yerel örgütlenmelerinden, örneğin, dinsel, ortaklaşa, askeri (armotoloi ve klepthes) ve ekonomik (loncalar ve çok sayıda üretici köyünü, örneğin maden bölgeleri köylerini biraraya getiren kooperatifler) oluşumlardan yararlanacaktı. Aynı zamanda, devletin başındaki Fenerii'lerin giderek artan gücüne de dayanacaktı. Son olarak da, Balkanlarda Fenerli piskopos ve büyük ocakların yürüttüğü Yunan yayılmasından da yararlanacaklardı. Bu dinsel ve kültürel nüfuzun korumasına sığınan

3 Waltz, a.g.e., s. 362-63.

146

147


Yunanlı tüccarlar bir Balkan burjuvazisi yaratarak dışarda Batı'ya ve Rusya'ya yaşlanacaktı. 1774, İstanbul uğruna yürütülen bin yıllık iç kavganın tarihinde çok önemli bir yıldır. Bu yıl Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan Küçük Kaynarca anlaşması, iki ülkenin arasında altı aydır süren savaşı sona erdiriyordu. Karadeniz 16. yüzyıldan beri tamamiyle Osmanlı topraklarıyla çevrelenmişti. Burası bir Osmanlı gölüydü. Hiçbir yabancı gemi buraya girememekleydi. Ama 1774 yılında burada bir gedik açılacak ve Rusya kendini tstanbul yolunda bulacaktı. Ruslar her zaman için İstanbul'u Çargrad (yani, Şehirler Şehri, Çarşehri) diye adlandırmışlardı. Petersburg hükümeti aynı zamanda Osmanlı toprakları üzerindeki tüm konsolosları (yani Şehirler Şehri'ni fethetmeye yarayacak "casus"ları) atama yetkisini elde etmişti. Yunan uyruklu Osmanlı burjuvazisi 1774'ten sonra derhal Rusların hizmetine girecekti. Bu sınıfın ticaret filosu Rus filosu taşımaya başlamıştı. İmparatorluğun her köşesine yayılan Rus üniformalı konsoloslar hep Yunanlılardı. Daha sonra bağımsız Yunan devletinin ilk devlet başkanlığını yapacak loannis Kapodistrias'ın da Rusya Dışişleri Bakanlığı yapmış olduğunu biliyoruz. Kapodistrias'ın kendisi de 1821'de, Osmanlı İmparatorluğunda görevli Rus konsolos ve konsolos vekillerinin tamamen Yunanlılardan oluştuğunu yazmaktaydı. 18. yüzyılın sonunda Yunan burjuvazisi Doğu Akdeniz ve Karadeniz ticaretinin dörtte üçünü elinde tutan güçlü bir ticaret filosu kurmuş haldeydi. Balkanlar iç ticaretinin hakimi olan bu burjuvazi, Orta ve Doğu Avrupa'ya dahi taşarak, Batılıların İmparatorluğu ekonomik olarak sömürgeleştirmelerine aracılık edecekti. Yani Osmanlı burjuvazisi politik gücü ele geçirmek üzere yabancılara dayanmaktaydı. Bu gerçek, İmparator tarafından da hissedilmişti. Aynı nedenle 19. yüzyılda Türkler Yunanlıları ülkeye 148

ihanet etmiş olmakla suçlayacaklardı. Batılılar 1854 Kırım savaşında olduğu gibi, Rusların mirası ele geçirmesini önlemek üzere Osmanlılarla bağlaşıklık kurdular. Osmanlı İmparatorluğunun bütünlüğünün korunması ilkesi de bu şekilde ortaya çıktı. Ama aynı zamanda yükselen yeni ilke olan milliyetçiliğin de hesaba katılması gerekmekteydi. Batılılar istanbul'a karşı olduğu kadar, Ruslara karşı da, İmparatorluğun uyanan uluslarını kendi çıkarları için kullanmaya çabalayacaklardı. Osmanlı imparatorluğumun bütünlüğünün korunması politikasıyla, ulusların bağımsızlığa özendirilmesi politikası arasındaki temel çelişki açıkça görünmekteydi. Bu çelişki, Batı'nm ingiltere, Fransa ve Avusturya, daha sonra da Almanya ve İtalya'nın karşıt çıkarları üzerinde bölünmesi nedeniyle daha da ciddileşecekti. 19. yüzyıl Batı kültürünün gölge olgusu, İmparatorluğu sömürgeleştiren bu emperyalist etkinliği temsil eden bir görüntü sunmaktadır. Lenin'in, olağanüstü kitabı Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşamasında (1916) çok açık olarak gösterdiği üzere, 1898 yılı, kapitalist Batı emperyalizminin zafer yılı olmuştu. Batılılar yalnızca Çin ve Afrika'da değil, Osmanlı İmparatorluğu, Yunanistan ve Balkanlarda da başarıya ulaşmışlardı. Fransız tarihçi Edouard Driault'nun Academie Française tarafından ödüllendirilen ünlü kitabı La Question d'Orient'ı ("Doğu Sorunu") ilk kez Fransa'da yayınlamak üzere seçtiği yıl 1898'di. Yapıt pek çok baskı yaptı ve İkinci Dünya Savaşı'na dek diplomatik tarihin en önemli klasikleri arasına girdi. Batılı diplomat kuşağını ve genel olarak kültürlü kitleyi derinden etkiledi. Londra'da yayınlanan Times Ute.rary Supplement'ın 13 Eylül 1917 tarihli sayısında, kitabın 7. baskısı üzerine bir yorum yazılmıştı; "Driault'nun Doğu Sorunu üzerine yazdığı kitabın ilk baskısı 1898'de yapılmış ve büyük ilgi toplamıştı. 137


Akademie Française'ın ödülünü almakla kalmamış, Fransa'nın epey uzaklarına dek yayılan bir okur kitlesi edinmişti. Kitabın 7. baskısını yapmasının da açıkça kanıtladığı popülerliği yazar fazlasıyla hakediyor. Driault, kitabını klasikleştiren amacına ulaştı sanırız."" Kitabın üslubu sözcüğün en açık anlamıyla öyle "emperyalistti ki, Driault işi emperyalist ülkeler arası çekişmelerde taraf tutmaya dek götürüyordu. Dergi, şu satırları yazmaktaydı: "Driault'nun leitmotivi, diğer güçlü devletlerin en maddi çarpışan Fransa'nın uygarlaştırıcı misyonudur. Driault'ya göre 1898 yılında Fransa'nın bu misyonu önündeki en büyük engel İngiltere'ydi. Bu nedenle kitabın ilk baskısı, o dönemde Fransa'da hakim olan açık İngiliz karşıtı hisleri yansıtmaktaydı. İngilizleri 'her zaman en korkunç rakiplerimiz diye tasvir ediyordu. Kitabın yeni baskısı esnasında meydana gelmiş olan bakış açısındaki temel kayma, kitapta, az önce zikrettiğimiz cümlede yapılan küçük bir değişiklikle simgeleniyordu; her zaman için yerine eskiden konuyordu."5 19. yüzyılın sonunda Batı kapitalizmi için Doğu sorununun önemi doğrudan doğruya emperyalizmin zaferine bağlıydı. Academie Française üyesi Gabriel Monod 1900'de, Driault un kitabının ikinci baskısına yazdığı önsözde şunları belirtiyordu: "1870'cleki o uğursuz savaştan itibaren Doğu sorunu, Avrupa politikasının başat konusu haline gelmiştir. Bu sorun, tarihçilerin düşüncelerinin yanı sıra devlet adamlarının kaygılarında da ilk sırayı almıştır."6 Bugün Yunanlılarda ve daha önce Osmanlı egemenliğinde yaşamış tüm halklarda yaygın olan ve Türkleri "barbar" olarak gören ırkçı anlayış, tamamiyle Batı tarafından yara-

tılmış bir olgudur. Irkçılık 19. yüzyılda emperyalizmin destekçisi olarak inşa edilmiştir. Klasik Hint dili Sanskritçe'nin ve Vedas'm kutsal metinlerinin 1784'de ortaya çıkarılmasıyla Batılı aydınlar, "Aryan Hint-Avrupa uygarlığı" kuramını oluşturmuşlardır. Hinduizm'in kutsal yazılarının temeli olan metnin adı Bhagavad-Gita'ydı ve ilk kez 1785'te Londra'da ingilizce çevirisi yayınlanmıştı. Bu kitaptan şu satırları okuyoruz: "Şefkat, ağlama ve gözyaşları, hep gerçek 'ben'den haberdar olmayışın ifadelerinin ifadeleridir. (...) Arjuna (Krişna-Tanrı'nın bir müridi) bir kşatriyayclı (Aryanların idari ve askeri bir kcıstı) ve böyle davranması ondan beklenemezdi. (...) Arjuna'nın akrabaları için gözyaşı dökmesi elbette ki yakışıksız bir hareketli. Bu tür pislikler, Aryan adıyla bilinen uygar insan sınıfına dahil birinden beklenemezdi. (...) Maddi bağlardan kurtulma bilgisine sahip olmayanlara Aryan denmezdi. Arjuna bir kşatriya olmasına karşın, kavgadan kaçarak belirlenmiş görevlerinden sapıyordu. Bu korkakça hareket ancak Aryan olmayanlara yakışırdı."7 Veda'daki* bu fikirler, Alfred Rosenberg'in kaleme aldığı kuramsal Nazi kitabı Der Mythos des 20. fahrhunderts'te ("20. Yüzyıldaki Mit") yeniden ele alınacak ve Nasyonal-Sosyalist ahlâkın temeli haline gelecekti. Hıristiyanın tersine, Aryan, hiçbir zaman bağışlayıcı olmamalı ve ağlamamalıdır.8 Driault'nun yurttaşı ve Alman besteci Richard Wagner'in hayranı, filozof Edouard Schure,1889 yılında yazdığı Les Grands Inities ("Büyük Gizemciler") adlı kitabında Avrupa

7

Bhagavad-Gita as it is, Los Angeles, Bhaktivedanta Book Tıust, 1984, 2. Bölüm, 1 ve 2 numaralar, s. 23 ve 26.

4 The Times Literary Supplement, Londra, 13.X.1917, s. 434.

(*) Sanskı itçe yazılmış ilk Hindu dinsel metinlerine verilen ad. (ç.n.)

5 a.g.y.

8

6 Edouard Driault, La Question d'Orienl, depuis ses origines jusqu'a nos jours ("Kökenlerinden Bugüne Doğu Sorunu"), Paris, . Alcan, 2. baskı, 1900, s. V 150

R. Pols, (ed.), Race and Race History and other essays by Alfred Rosenberg ("İrk ve Iık Tarihi ve Alfred Rosenberg'in diğer denemeleri"), Nevv York, Harper, 1970,s. 101. 137


»

enlelijensiyasına; Rama, Krişna, Hermes, Orpheus, Pythagoras, Platon ve hatla Musa ve İsa örneklerini vererek, Aryanların üstün olduğu tezini sunuyordu. Musa ve isa'yı Samilere değil, Aryan'lara dahil ediyordu. 1929 yılındaki ölümünün hemen öncesinde kitap 91. baskısını yapmıştı bile! İşte Batı'nın içinde bulunduğu bu ırkçı-emperyalist düşünce ikliminde kaleme aldığı kitabında Driault, Doğu Sorunu'nun, Hint-Avrupa'lıların, Akdeniz ve İndüs Irmağı arasına yerleşerek kendilerini ikiye ayırma cüretini gösteren yabancı Türklerin etrafını kuşatmaları ve onları yok etmeleri suretiyle çözüleceğini iddia ediyordu. Yazarın Türkler hakkında düşündüklerine birkaç örnek verelim: "(Onlar) mağlup ettiklerine çok küçümseyerek bakar ve merhametsizce davranırlar, politik örgüt ve ekonomik düzen kurmaktan acizdirler. Tek usta oldukları, savaş ve yağmadır, kötülük için doğdukları söylenebilir ve bundan ötürü de uygarlığın ilerlemesi karşısında yok olacaklardır. Boyun eğdirdikleri ırkları eski idari çerçevelerinde ve inanç sisteminde yaşamaya bırakırlar, toprağın zenginliklerini kökünden kazırlar ve lüks ve zevk ihtiyaçlarını karşılamak üzere hepsini silip süpürürler: bir daha ayaklarının altında ot bitmez olur. Hiçbir şey kurmaz, her şeyi harabeye çevirirler. Tarih sahnesine çıkmalarının insanlığa hiçbir katkısı olmamıştır. Varlıkları, insanoğlunun tarihi gelişiminde büyük bir kara gölgeden ibarettir. Bu nedenle de eriştikleri büyüklük geçici olmuş, herkes 18. yüzyıldan itibaren 9 düşüşlerine tanık olmuştur" Driault, kendi üslubuyla, kapitalizmin en üst aşaması emperyalizmin giriştiği riski şöyle anlatır: "Doğu sorununun tarihi, özellikle günümüzde ekonomik bir nitelik kazanmıştır: Yaşam mücadelesinin biçimlerin10 den biri olmuştur." Hint-Avrupa "ırkı"nm üstünlüğü düşüncesinden sonra bu da Sosyal Darvvinizm'in klişelerinden 9

Driault, a.g.e., s. 377-78.

biridir. Driaull'nun genel çizgileriyle resmettiği Türklerin "tarihi" tablosu -ki kitabın Academie Française tarafından ödüllendirildiğini hatırlatalım- o denli grolesktir ki, 19. yüzyıl Batı tarih biliminin bu marifetlerinden utanç duymamak mümkün değildir. Yukarıdaki sözleri sarfeden, Osmanlıların Bulgarlara ve Ermenilere uyguladığı katliamı lanetleyen liberal İngiliz devlet adamı William Gladstone, "Yunanlı Çocuk" adlı şiirinde, "Türkler buradan geçti; herşey harabeye döndü ve yasa gömüldü" dizelerini yazan şair Victor Hugo, ya da ünlü "Sakız Adası Kıyımından Görüntüler" tablosunda Türkleri suçlayan ressam Delacroix değil, bir tarih profesörüdür. Tüm koşullar emperyalist tarih için uygundur. Driault, Osmanlıları hoşgörülü oldukları için bile suçlamaktadır: "... boyun eğdirdikleri ırkları eski idari çerçevelerinde ve inanç sisteminde yaşamaya bırakırlar." Yani onlardan, sömürgelerinde yerli halklara Katoliklik ve Protestanlığı zorla benimseten Batılılar gibi davranmalarını bekler gibidir. "Eriştikleri büyüklük geçici olmuştur" diye de eklemekledir. Osmanlı imparatorluğu'nun ilk 300 yılı (14, 15, 16. yüzyıllar) ilerleme, takip eden 300 yılı (17, 18, 19. yüzyıllar) gerilemeyle geçen 600 yıllık tarihinin her büyük imparatorluk için iyi bir performans olduğunu dikkate almamaktadır. Sonuçta sömürgeci ahlâkı Driault'nun metninde de kendini ele verir: Türkler "... kötülük için doğmuşlardır", yani şeytanın işbirlikçisi olduklarından, tüm iyi Hıristiyanların onları ortadan kaldırma hakkı vardır. Driault, tam da dönemin modasına uyarak dünyanın Batı tarafından işgal edilmesini, uygarlaştırıcı Hıristiyanlığın alçak seviyeli dinlere karşı verdiği bir savaş olarak kabul etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki kriz, Hilal'le Haç'm mücadelesine dayanmaktadır. İmparatorluk içindeki Hıristiyan ve Müslümanlar, "artık asla birbirlerini yenemeyecek düşman-

10 Driault, a.g.e., s. 3. 152

dı 53


lar durumuna gelmişlerdir ve Avrupa barışı için ayrılmaları gerekmektedir."11 Ona göre, ırkdaşı Macarların tersine Avrupa'nın Katolik dinine girmeyi reddeden Türkler için hiçbir kurtuluş imkânı yoktur: "Gerçekte, Türkler'i Avrupa uygarlığı içinde soğurmak mümkün değildi. Hiçbir zaman özümsenememişlerdir. Hele şimdi bu tamamen imkânsızdır. Onlar ölü bir halktır."12 Yunanlıların kafasına ırksal nefreti Batılı aydınlar sokuyorsa da onları, Türkler aleyhine, toprak genişletilmesi anlamına gelen Megali İdea'yı gerçekleştirmeye itenler, büyük güçlerin diplomatlarıydı. Zaten bu düşüncenin isim babası, terimi ilk kez 1844'te kullanan ve Yunanistan'daki Fransız yanlısı kesimin başı olan İoannis Kolettis'ti. Yunanlıları kışkırtan diplomatlara örnek olarak, 1877-78 arası İstanbul, 1880-86 arası da Atina'da görev yapan Fransa Büyükelçisi Charles de Moüy'ü (1834-1922) verebiliriz. Aynı Driaull gibi De Moüy de Yunan çıkarlarına son kertede hizmetten çok zarar veren fanatik "Filelen"lerden (Yunan dostu), Türk düşmanlarından biriydi. Hellenismos'un (Rumluğun) Doğudaki "kutsal misyonu"na dair abartılı propagandalarıyla Yunanlıları 1922'deki hezimete itenler de bunlardı. Aslında De Moüy Yunanlıları Doğu'nun üstün ırkı olarak görüyordu. Yani sonuçta Yunanlılara Osmanlı İmparatorluğu içinde ayrıcalıklı bir yer verilmeliydi ki onlar da Batı'nm çıkarlarını bölgede savunsunlar. Aynı ayrıcalıklı yer daha sonra da İsrail'e verilecekti. 1985 yılında dönemin Yunanistan Cumhurbaşkanı Christos Sartzetakis, Yunanlıların Anadelphos (kardeşsiz) bir ulus olduğunu söylerken Batılıları taklit ettiğinin bilincinde değildi. De Moüy, daha 1887'de Yunanlıların "yaşarken yalnızlığa itilmiş bir ırk" olduğunu yazıyor, Eski Ahit'den örnekler veriyordu. "Onlar, Hezeki-

el'in tasvir ettiği kemikler ğib'ı dirilmelidir13"14 De Moüy Megali İdea'dan yana görüş bildiriyordu: "Tüm Yunanlıların Krallık'ın (Yunanistan'ın) içinde ya da dışında bir araya getirilmesi, onlara, Yakın Doğuda (Levant) karşı konulmaz bir üstünlük kazandıracaktır."15 "Doğu ırkları arasında Yunanlılar en büyük, en kalabalık ve en ünlü olandırlar." Günümüzde "Doğu ırkları arasında birinci sırayı yeniden almaya adaydırlar." Ama Yunanlılar bu seviyeye ancak "Parthenon'a giderek Tanrıça Athena'nın ölümsüz dualarını coşku içinde sık sık okur"larsa gelebileceklerdir.16 İşte burada, Batı'nın Türk düşmanlığının, Antik Çağ tutkusu ve Rum Ortodoks dininin aşağılanmasıyla içiçe girmiş olduğu ortaya çıkmaktadır. Yunan Kültür Bakanı Melina Mercuri, 21 Haziran 1985'te Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand'm da hazır bulunduğu bir törende Atina'yı Avrupa'nın kültür başkenti ilan etmiş ve Akropol'de yaz gündönüımı sırasında, güneş batarken Eski Yunan'dan kalma bir çoktanrılı ibadet gösterisi düzenlemişti. Fransız Devrimi'nin ürünü Yunan Milliyetçiliği'nin Slavların güneye inişine karşı Fransız çıkarlarının hizmetine koşulduğu ölçüde, Fransız diplomasisi de Megali İdea'yı destekleyecekti. De Moüy şöyle yazıyordu: "Bugün Yunanlıların gücünü oluşturan, milli duygularıdır. Bu, özellikle, güçlü devletler tarafından desteklenen Slav halklarının Yunanlıların geleceğini ve gelişme imkânlarını her bakımdan tehdit ettiği bu dönemde daha da önemli hale gelmiştir."17 13 Eski Ahit'le bununla ilgili bölüm şöyledir: "Rab Yehova şöyle diyor: 'işte, kabirlerinizi açacağım ve sizi kabirlerinizden çıkaracağım ey kavmim ve sizi İsrail toprağına getireceğim.' Ve kemiği kemiğine olmak üzere kemikler birbirine yaklaştılar ve dirildiler." (Bab 37) (ç.n.) 14 Charles de Moüy, Lettres Atheniennes ("Atina Mektupları"), Paris, Plon, 1887, s. 43. 15 De Moüy, a.g.t., s. 52

1] Driault, a.g.e., s. 385.

16 De Moüy, a.g.e., s. 57, 59 ve 61.

12 Driault, a.g.e., s. 388.

17 De Moüy, a.g.e., s. 51.

155 137


Osmanlı lmparatorluğu'nu parçalayan milliyetçiliğin Batı kökenli olmasının yanısıra, İmparatorluğu oluşturan tek tek halkın kendi aşırı şoven milliyetçiliklerinin sözcüleri de bizzat Batılılar, ya da Batı zihniyeti içlerine işlemiş kişilerdi. Bunlar, yerine göre Arapların, Türklerin, Yunanlıların ya da Slavların "büyüklüğünü" öven Batılı lafazanların, örneğin bir Maurice Barres'm sözlerini kelimesi kelimesine kopya ediyorlardı. Sonuçta De Moüy, Driault'nun tahliline katılarak, kesin surette Asya'nın çöküşünün en düşük seviyesini teşkil ettiklerini, hatta öyle ki, Bizanslılar ve Araplardan da alçaldıklarını ifade ediyordu. De Moüy, Bizans-Osmanlı dünyasının birliği fikrini, içine Bizanslıları, Arapları ve Osmanlıları kattığı ortak aşağılamada temellendiriyordu. Bizans-Osmanlı dünyasının gerçekliğini hiçbir şekilde kavrayamamış olan Fransız diplomatı Charles de Moüy, İstanbul'da üç yıl geçirdikten sonra düşüncelerinin doğruluğuyla ilgili kimi kuşkulara kapılacaktı. Bir Avrupalı ile bir Osmanlı arasında geçen hayali bir diyaloga yer verdiği bir kitabında Osmanlının savunduğu argümanlar üzerinde durur. Bu diyaloglar sırasında Avrupalı, Osmanlıların fethettikleri halkları ne uygarlaştırdıklarmı, ne de onlara kendi uygarlıklarını benimsettiklerini, yalnızca ellerindeki güç sayesinde onların efendileri olmakla yetindiklerini, oysa zafer kazanan ülkelerin en büyük sanatının ırkları asimde etmek olduğunu iddia etmektedir. "Varolan sorunların temelinde de bu yatmaktadır. Eğer imparatorluğunuz iyi örgütlenmiş bir bütün, yani diğer uluslar gibi yekpare bir blok oluşturmayı başarabilseydi, bugün Doğu Sorunu adını verdiğimiz şey varolmayacaktı."18 Batı'nın yüzyıllar boyunca Batı Avrupa ve Amerika'da yürüttüğü acımasız etnosidi açıkça salık veren bu iddialara karşı Osmanlı'nın yanıtı şu olur: "Bancı kalırsa 18 Charles de Moüy, Letlres du Bosphore: Bucarest, Constantinopk, Plon, 1879, s. 265. 156

Athenes, Paris,

vicdan özgürlüğünün bir değeri vardır ve bu özgürlüğü saygılı davranmış olduğumuzdan ötürü Avrupalı halklardan daha avantajlıyizdir. Belirttiğiniz gibi Osmanlılar, yendikleri halkları kendi içlerinde eritmeyi becerememişlerdir. Ama acaba bunun nedeni de aynı hoşgörü değil midir? Hiç kuşkusuz kendi inançlarını diğer halklara benimsetmiş olsalardı bugün İmparatorlukta eksikliği duyulan birliği sağlayacaklardı. Ama hangi zulüm ve haksızlıklar pahasına?" Ve Osmanlı, Voltaire tarafından temsil edilen ünlü Batılı dinsel hoşgörü üzerine şu sözleri ekler: "Siz dinsel ilgisizliğiniz, hatta şüpheciliğinizin etkisiyle hoşgörülü oldunuz. Biz müminlerse tersine, samimi inançlarımız sayesinde hoşgörü duygumuzu geliştirdik."19

İmparatorluğun uluslararası ilişkilerinin Batılılaşması "Devlet" fikrini önceleyen "Ikumeni İmparatorluğu" kavramı, Ortaçağ'da tüm Avrasya'da ortak bir kavramdı. Avrasya kıtasında, Batı Roma İmparatorluğu, Bizans-Osmanlı İmparatorluğu ve Çin İmparatorluğu olmak üzere üç ayrı Ikumeni İmparatorluğu yaşıyorsa da her biri de diğerlerinin evrensellik iddiasını reddediyordu. Bugünkü Batılı uluslararası hukuk yazınında kulanıldığı anlamıyla "Büyük Güç" kavramı ise Rönesans'tan itibaren devletlerin yükselişiyle eşzamanlı olarak doğmuştur. "Güç"ün varlığı için Devlet kaçınılmazdır. Modern devlet egemenliğinin tersine, İmparatorun egemenliğinin coğrafi sınırları yoktu. O, tüm dünya üzerinde hakimdi. Bu dünyanın dışındaki dünya-chşı sahada "Marslılar" -yani "barbarlar"- yaşıyordu. Bu nedenle İmparatorlukta bir Dışişleri Bakanlığı'na gerek duyulmuyordu. Ama haraç getirenlerin, gezici elçilerin ve kumpanyalarca desteklenenlerin İmparatorun huzuruna kabul edil19 De Moüy, a.g.e., s. 285-86 vc 281. 137


eliği bir sislem mevcuttu. "Güç"ün -yani Devlet'in- varolması için bir karşı-Güç, yani bir karşı-Devlet, bulunmalıydı ki bu da Dünyanın Birliği ilkesinin terkedilmesi anlamına gelirdi. Daha sonra da bu, Güçlerin eşitsizliği ve Devleller'in eşitsizliği aşamalarından geçerek günümüzdeki. Devletler arasındaki eşitlik ilkesine varırdı. Bir diğer deyişle 15. yüzyıldaki İtalyan Rönesansı'nın diyalektik-karşıtı kilit düşünceleri olan, ruhun maddeden ayrılması, ruhaninin dünyevi olandan ayrılması, bilimin dinden ayrılması düşünceleri, politikada İkumeni İmparatorluğu düşüncesine aykırı olan Devlet düşüncesini doğurmuştur. Yani Georgios o Trapezunlios'un 15. yüzyılda ifade ettiği "Yekpare Dünya" kavramına karşı Batida 14. yüzyıldan başlayarak yeni bir düşüncenin yükseldiğine tanık oluyoruz. Bu yeni düşünce metinlerde şöyle telaffuz ediliyordu: "(Batı) Roma İmparatorluğunun egemenliği altına girmemiş krallıklarda Papa, dünyevi meselelerin eıı ulu senyörü değildir. Fransa Krallığı Roma İmparatorluğu'nun egemenliği altında değildir. Tersine, çok eski zamanlardan beri Krallıkla İmparatorluğu birbirinden ayıran kesin sınırlar vardır ve olagelmiştir. Yani Papa, Fransa Krallığının ne senyörü ne de dünyevi meselelerin en ulu yetkilisidir. Osmanlı, dünyadaki her yerde olduğu gibi, ruhani meselelerde yetkilidir."20 Yani Avrupa'da Şarlman İmparatorluğunda varolan İkumeni İmparatorluğu düşüncesi, daha Rönesans başlamadan, 1300 yılında çökme yoluna girmişti. Balı'da -yani aynı uygarlık alanında- her birinin coğrali sınırları belirli pek çok egemen devlet bulunabileceği düşüncesi 16, yüzyılda Machiavelli'nin zihninde "Avrupa Dengesi" fikrini doğurmuştu. Machiavelli'nin kaygısı beş İtalyan devletinin güçlerini dengeleyecek bir yol bulmaktı. 20 1302 yılındaki Rcx Pcıri/İcus, zikreden J.-B. Duroselle, Videe de VEurope daııs niistoiıe ("Tarihte Avrupa Fikri"), Paris, Denoel, 1965, s. 73. 158

Yine de İkumeni İmparatorluğu fikri daha bir süre daha devam edecekti, çünkü Osmanlı Birliğinden destek alan I. François -devletlerin çokluğu ilkesi için değil, Batı İkumeni İmparatorluğunun yönetimini ele geçirmek için- Charles Quint'le savaşıyordu. Ama 1648 Westfalya anlaşması, çok sayıda devletin varolması ve Batılı Büyük Güçler arasında denge ilkelerinin zaferini ifade edecekti. Bu ise, en yüksek noktasına 1815'de ilan edilen "Avrupa Konseri"yle21 ulaşacak olan ve Dışişleri Bakanlıklarıyla yürütülen büyük uluslararası konferanslar üzerine kurulan kalıcı bir uluslararası sistemin başlangıcı demekti. Bu -çoğul- güçler kavramı, diğer Batılı değerlerle birlikte, Batılılaşma sürecinde Osmanlı ve daha sonra da Çin imparatorluklarına sokulacaktı. Ama Osmanlı lmparatorluğu'nda sözcüğün lam anlamıyla bir "Dışişleri" Bakanlığı (Nezaret-i Hariciye) kurulması için 11 Marl 1836 tarihinin beklenmesi gerekecekti. Çin ise kendi Dışişleri Bakanlığı'nı (Zong-li Yamen), Batılıların sırf kendisini buna zorlamak için açtıkları savaşın ardından, 21 Ocak 1861'de oluşturacaktı. "Güç"ler sözü, başlangıçta "Büyük Güç"ler anlamına gelmekteydi. Yani, Avrupa Dengesi sistemine dahil olmadan, bir Devlet "Güç" olarak addedilemezdi. 20. yüzyıldan önceki Çin buna bir örnektir. Küçük Güçler ise Büyük Güçler'in kavramlarına göre belirleniyorlardı. Küçükler, Büyükler'in sahip olduğu ayrıcalıklardan yoksun bulunanlardı. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir "Güç" olarak resmen vaftiz edilmesi ise, 1856 Paris Kongresiyle gerçekleşiyordu. Elbette ki İmparatorluğa bu ünvanı veren, aynı kavramın yaratıcısı olan Batiydi. Paris'te 30 Marl 1856'da imzalanan barış anlaşmasının 7. maddesi, 'Bâb-ı Âli'nin kamu hukuku ve Avrupa Konseri'nin avantajlarından ycırarlanması'nın Büyük Güç21 Biiyük Avrupa Devletleri arasındaki uyuşmayı ifade eden diplomatik kavram.

<ç.n.)

137


ler'ce onaylandığım ifade eder.22 İmparatorluğu sömürgeleştiren Batı, bu şekilde de onu geleneksel uluslararası ilişkiler kavramını değiştirmeye zorlayarak kendi sistemine dahil etmiştir. Çin, Osmanlı ve daha önce de Bizans İmparatorları, kimseyi kendine eşit kabul etmiyordu. Batı ülkelerinden gelen temsilciler, aynı, süzerenlerine haraç getiren kişiler gibi, Sultan'ın önünde eğilmek zorundaydılar. Silahsız çıkmak durumunda oldukları İmparator huzurunda Batılı kıyafetlerini de giyemezlerdi. Sultan onlara görkemli Osmanlı kıyafetleri verir, elçiler Sultan'ın karşısına birer Osmanlı gibi çıkarlardı. Getirdikleri armağanlar da haraç kayıtlarına yazılırdı. Ücretleri Batılı ticari kumpanyalarca ödenen bu elçiler, Sultan tarafından politik kişilikler değil, ticaret elçileri olarak görülürdü. İstanbul kendi adınaysa, Batı'ya 'özel görevli'ler gönderiyordu. Sultan, Batı lkumeni İmparatorluğunun merkezi olarak gördüğü Viyana'ya çok geçmeden ayrıcalık tanıyacaktı. Osmanlı İmparatorluğu'nun Fransa'ya gönderme lütfunda bulunduğu ilk önemli büyükelçi Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi nin görevi bile olağanüstü nitelikli ve kısa süreliydi. Elçi Paris'e 16 Mart 1721'de gelecek ve beş aydan az bir süre sonra, Osmanlı başkentine dönmek üzere kenti terkedecekti. Osmanlıların ilk sürekli büyükelçisi 1793-96 yılları arasında İngiltere'de görev yapacaktı. Batılılaşmanın artan baskısı altında 1836'da Dışişleri Bakanlığı'nın kurulmasını, 1793'ten bu tarihe dek süren bir olgunlaşma süreci önceliyordu. 1793'te Balı'daki ilk sürekli büyükelçiliğin İngiltere'de oluşturulmasının, Batılı tarihçilerce, İmparatorluğun Batı'ya "açılış"ı olarak algılanması ilginçtir. Bu olay, Doğu Avrupa'daki komünist demir percle22 Annuaire des deux Mimden, llistoiıe Generale de s d iveıs Etals ("İki Dünyanın Yıllığı. Çeşitli Devletlerin tienel Tarihi"), 14 cilt, 1851-68, ek: Paris Kongresi kararları, 30 Mart 1956 Barış Anlaşması, s. 903.

160

nin yıkılmasına benzetiliyordu; yani bu tarihte Avrupalılar Osmanlı sistemini altetmişlerdi. Eskiden kendi başına bir merkez olan İmparatorluk, bu tarihten itibaren başka bir merkezin periferisi durumuna indirgenmiştir. İmparatorluğun iki akciğerinden biri olan Yunanlıların 18. yüzyılın sonundaki yaşadıkları hızlı Batılılaşma ve 1821'deki Frenk esinli devrimle içlerinden bir bölümünün bütünden kopması, İmparatorluğun "açılma" sürecini kısa bir süre için durduracaktı. Çünkü İmparatorluğun büyükelçi ve konsoloslarının büyük bölümünü Yunanlılar oluşturuyordu ve Yunan ayaklanması nedeniyle bunlar görevlerinden sürülünce, Osmanlı diplomasisi sallantılı bir dönem yaşayacaktı. Haziran 1822'de Yunanlıların elinde bulunan Baş Tercümanlık mevkii kaldırılarak, yerine "Bâb-ı Âli Tercüme Odası" adlı bir makam oluşturulacaktı. 1834 yılında yurtdışındaki sürekli Osmanlı büyükelçilikleri II. Mahmut tarafından yeniden kurulacaktı. Ama Batılılaşmanın taşıyıcısı Yunanlılar o denli vazgeçilmezdi ki, 1912 yılındaki Balkan Savaşları'na dek bu ithal edilmiş diplomatik sistemdeki yerlerini koruyacaklardı. Dışişleri Bakanlığından yoksun bir hükümet tasarlama güçlüğü, Batılıla rı Osmanlı İmparatorluğu'nun 1836'da Dışişleri Bakanlığı kurmasının ifade ettiği büyük değişimi küçümseme noktasına itmişti. Pek çok eserde, 1836'dan önce bile Dışişleri Bakanlığı işlevini gören görevlilerin olduğu yazılıyordu. Onlara göre bu görevi 1300'den 1650've dek nişana, 1650'den 1836'ye dek de reis efendi adı da verilen reisülküttap yürütmüştü. Ama nişancı aslında başbakan -yani sadrazam- kabinesinin şefiydi. Adından da anlaşılacağı üzere yazıcıların başı olan bu memur, Sultan'ın. yayınladığı tüm belgelere İmparatorluk imzasını atmakla görevliydi. Bu memur, Küttap'a (tekili kâtip) yani Kalemiye ach verilen ku161


rumun yazıcılarına başkanlık etmekteydi. Bu kurum, Başdefterdar'm yönettiği Hazine-i Amire ile birlikte Divan-ı Hümayuriun iki kolundan biriydi. Biçimsel bir bakış açısından Reisülküttap ve Baştercüman Divan-ı Hümayun'a dahil değildiler. Divan'm kırtasiye işlerini yürüten bu reis bir vezir sayılmadığı için "paşa" değil yalnızca "efendi" Unvanıyla anılıyordu. Kontrol ettiği dairelerden biri, dış ülkelerin "barbar"larıyla, özellikle de tüccarlarla yazıştığı Amedi Kalemi'ydi. 1654'e dek Batılıların "Dışişleri" adını verdiği etkinliği yürüten bu daireydi. 1654'ten sonra İmparatorluktaki Batı etkisinin yükselmesiyle birlikte, bu daire de giderek önem kazanacaktı. Adı geçen daire 1794'te doğrudan Sadrazam'a bağlanacaktı. Daha doğrusu, bu tarihte Reis Efendi Divanı terkederek Bâb-ı Âli'ye (Paşakapısı) girecek, beraberinde Amedi Kalemi'ni getirerek Sadrazam'dan sonra ikinci önemli kişi olacaktı. Reis Efendi'nin yönetimi altında Yunanlıların hakim olduğu Baştercümanlık dairesi -yazıcılar topluluğunun (Kalemiye) dışında kalmasına rağmen- yabancılarla ilişkilerin merkezi haline gelecekti. 1661 ve 1822 arası görev yapan ve istisnasız hepsi Yunanlı olan baştercümanlar şunlardır: Panayotis Nikusios (1661-73), Alexandros Mavrokordatos (1673-1709), Nikoaos Mavrokordatos (1689-1709), loannis Mavrokordatos (1709-17), Gregorios Gkikas (1717-27), Alexandros Gkikas ( 1 7 2 7 - 4 0 ) , loanns Kallimahis ( 1 7 4 0 - 5 0 ) , Mathaios Gkikas (1751-52), loannis Kallimahis (1752-58), Gregorios Alexandros Gkikas (1758-64), Georgios Karatzas (176465), Skariatos Karatzas (1765-68), Nikolaos Sutsos (176869), Mihail Rakovitzas (Rakoviça) (1769-70), Skariatos Karatzas (1770-74), Alexandros Ypsiilantis (1774), Konstantinos Muruzis (1774-77), Nikolaos Karatzas (1777-82), Mihail Konstantinu Sutsos (1782-85), Alexandros Mavrokordatos -ikinci Karatzas (1783-85), Alexandros Kallimahis 162

(1785-88), Konstantinos Ralettos (1788), Manuil Karatzas (1788-90), Alexandros Konstantinu Muriizisi (1790-92), Georgios Konstantinu Muruzis (1792-94), Alexandros Kallimahis (1794), Georgios Konstantinu Muruzis (1795), Konstantinos Alexandru Ypsilantis (1796-99), Alexandros Nikolau Sutsos (1799-1802), Alexandros Mihail Sutsos (180207), loannis Nikolau Karatzas (1808), Dimitrios Muruzis (1808-12), loannis Georgu Karatzas (1812), Iakovos Argyropulos (1812-15), Mahail Sutsos (1815-18), loannis Kallimahis (1818-21), Konstantinos Muruzis -ikinci ( 1 8 2 1 ) , Stavrakis Aristarhis (1821-22). Aralarından dördünün ikişer kez görev yaptığı, 16611822 arasında Osmanlı sarayının baştercümanlığını üstlenmiş bu 34 kişinin Hıristiyan-Ortodoks Yunanlılar olmasının yanı sıra, Osmanlı yönetici sınıfının birkaç büyük ocağından geldikleri gözükmektedir. 7 büyük ocak, 34 baştercümanın 29'unu aralarından çıkarmıştır. Karatzas'lar (Karaca) (biri iki kez görev yapan) 6, Sutsos'lar (Suço) 5, Muruzis'ler (biri iki kez görev yapan) 5, Mavrokordatos'lar 4, Gkikas'lar 4, Kallimahis'ler (ikisi iki kez görev yapan) 3 ve son olarak da Ypsilants'ler 2 baştercüman yetiştirmişlerdir. Diğer beş büyük ocağın üyeleri de birer kez görev yapmışlardır. Toplamda 12 büyük ocak sözkonusudur. Baştercümanların bildikleri diller, imparatorluk dillerinin (Osmanlıca, Yunanca, Arapça ve Farsça) yanı sıra, öncelikle Batı'nın ikumeni dili Latince, sonra da Frenk dillerinin en önemli dili olan italyanca'ydı. Daha sonra önem sırasında Fransızca İtalyanca'nın yerini alacaktı. 1836'da Dışişleri Bakanlığının kurulmasıyla birlikte Yunanlıların Osmanlı diplomasisinde yeniden hizmet vermeye başlamaları, Balkanlarda 19. yüzyılda alevlenen milliyetçi devrimlere rağmen Osmanlı ikumeniciliğinin halen sürdüğünü göstermektedir. Bu olguyla Batı diplomasisinin milli137


yetçi zihniyeti arasındaki fark çarpıcıdır. Öyle ki 1878 Berlin Kongresi'ne katılan bir Fransız elçisi, aynı kongrede Osmanlı devleti Dışişleri bakan yardımcısı ve Osmanlı delegasyonunun başı görevlerini yürüten Yunanlı Karateodori Paşa'ya dair şu satırları yazmaktadır: "(Osmanlı) misyonunun başı Karateodori hem ırk hem de din olarak Yunanlıydı. (...) Aslen Yunanlı olan bu diplomat Yunanlılar aleyhine konuşuyordu. Ama kusursuz dürüstlüğüne ve tartışılmaz yeteneğine 23 rağmen pek az yetkiye sahipti." Berlin Kongresi'nin ev sahibi. şansölye Bismarck Osmanlı delegasyonunun başı Karateodori'nin hemen ardından, Yunan delegasyonunun başını huzuruna kabul ederken şu sözleri sarfetmişti: "Az önce Yunanistan dışarı çıkmıştı, şimdi içeri giren yine Yunanistan..." Yunanlıların Osmanlı devlet çarklarında yeniden görevlendirilmelerinin nedeninin Batıcı Tanzimat reformları olduğu iddia edilmiştir. Oysa bu bütünüyle hatalı bir saptamadır, çünkü Yunanlılar Osmanlıların Batıya hiç de benzemeyen devlet yapısında yüzyıllardır zaten yeralmaktaydı. Ama 1856 reformları sayesinde Hıristiyan Ortodoks Yunanlıların diplomasi dışında daha önce giremedikleri alanlarda çalışmaya başladıkları doğrudur. Son baştercüman Stavrakis Aristarhis, Bolu (Klavdiupolis) valisinin emriyle 1822'de öldürülecekti. Ama bunun nedeni, Osmanlı Sultan'mın 1821 Yunan ayaklanmasını en sadık ve en ayrıcalıklı tebaasının bir ihaneti olarak görmesinden ötürüdür. Zira, çok geçmeden Aristarhis'in üç oğlu da yüksek hükümet görevlerine gelecekti. En küçük oğul Ioannis (1811-97) uzun yıllar Berlin'deki Osmanlı büyükelçisi olarak çalışacaktı. Ailenin bir diğer üyesi Gregorios Aristarhis Washington\da görev yapacaktı. Sultan Abdülaziz Baştercüman Stavrakis Aristarhis'e karşı yapılmış olan hak23 Charles de Moüy, Souvenis et causenes d'un Diplomate ("Bir Diplomatın Anı ve Yarenlikleri"), Paris, Plon, 2. baskı, 1909, s. 106 ve 138. 164

sizliği telafi etmek üzere dul eşi Sophia Aristarhis'i görkemli bir törenle saraya davet edecek ve İmparatorluk tarihinde ilk kez bir kadına nişan verecekti. Ünlü Karateodori Paşa (Alexandros Karatheodoris, 18331906) da 1874 yılında Londra büyükelçisi olarak çalışmış ve Berlin Kongresi'nin ardından Dışişleri Bakan yardımcılığından Dışişleri Bakanlığına geçmişti. Ömrü boyunca Osmanlı yurdunun: toprak bütünlüğünün en şiddetli savunucularından biri olmuştur. Osmanlı İmparatorları Atina'ya bile elçi olarak Ortodoks Yunanlıları göndermekten çekinmemişlerdir. 1834'ten 1846'ya dek Atina'daki Osmanlı diplomatik temsilciliğinin başında bulunan Kostaki Paşa (Kostakis Musuros) buna örnektir. Yunan Krallığı'ndaki milliyetçiler Kostaki Paşa'nın Osmanlı lmparatorluğu'na duyduğu bağlılığı anlayamıyorlar, onu Yunan karşıtı olmakla suçluyorlardı. Oysa o, Dante'nin İlahi Komedya'sını Yunancaya çevirecek kadar ülkesinin diline tutkundu. Daha sonra 35 yıl süresince Londra büyükelçiliği yapacak, hatta vezir ünvanı kazanacaktı. 1896'da İngiliz Başbakanı Salisbury'yi, Sultan II. Abdülhamit'in sözkonusu Ermeni katliamında hiçbir sorumluluğu bulunmadığına, yaşananların Ermenilerle Kürtler arasında bir iç savaş olduğuna inandırmaya çabalayacaktı. Kostaki Paşa'nın kardeşi Pavlos (1810-76) da Osmanlı İmparatorluğu'nun Viyana büyükelçiliği görevini üstlenecekti. Ioannis Fotiadis de en az Kostaki Paşa kadar Yunan karşıtı olmakla suçlanacaktı. Fotiadis de bu görevin ardından, Roma, daha sonra da Brüksel büyükelçiliklerini ( 1 8 2 1 ) üstlenecekti. Osmanlıda 1878'de vezir ünvanını alacaktı. Kendisinden sonra Londra büyükelçiliğini yürütmüş olan Kostakis Anthopulos (1896-1902) ve Kostaki Paşa'nın oğlu Stephaııos Musuros da (1902-07) Yunanlıydı. Osmanlı diplomasisinde görev yapmış Yunanlıların listesi, Dışişleri bakan yardımcı137


lığı yapmış olan Konstantinos Adosfdis Paşa'datı (1874-77) Ekim 1912'de Viyana Büyükelçiliği görevinden alman son Yunanlı Ortodoks diplomata dek uzanmaktadır.

Jakoben devlet yandaşlarının Hıristiyan Ortodoks ve Sünni Müslüman teokrasisine saldırısı Batılılaşma 20. yüzyılda dünya çapında bir olgu haline geldi. Bu olgu, Batı'nın Rönesansm başından beri yığılarak çoğalan maddi uygarlığının kaydettiği başarıların Batılı olmayan toplumlar üzerinde yarattığı etkinin bir sonucuydu. Batılılaşma olgusunun ilk başla, 18. yüzyıldan itibaren coğrafi olarak hemen yakınında bulunan Arabölge topraklan üzerinde, yani Rus ve Osmanlı İmparatorluklarında yayılması doğaldır. Osmanlı burjuvazisinin çoğunlukla gayrimüslimlerden oluşması nedeniyle Batılılaşma öncelikle Yunanlıları etkileyecek, Türklere yayılması tarihsel olarak daha sonra meydana gelecekti. Batı-dışı dünyanın geri kalanına kıyasla Rusya, Yunanistan, Türkiye ve diğer Balkan devletlerinin Batı etkisine ilk giren ülkeler olmaları, onların Arabölge uygarlık alanından kesin olarak Batı uygarlık alanına sıçradıkları anlamına gelmemektedir. Ayrıntılara fazla girmeksizin söyleyebileceğimiz, Batı uygarlık alanına dahil oluşun çok daha yeni bir dönemde gerçekleşmiş olduğudur. Dahası, Batı etkisi bahsettiğimiz her ülkede yerel kültür geleneklerini ve Batı değerlerini destekleyenler arasında sert mücadeleler doğmasına neden olmuştur. Yunanistan ve Türkiye'nin her ikisi de -ama ayrı zamanlarda- aynı etkiye maruz kalmışlardır. Yunanistan'da bu etki daha'önemli olmuş, sonuçta da daha büyük değişikliklere yol açmıştır. Ama aynı zamanda da -aynı 19. yüzyıldaki 166

Panslavizm gibi- her iki halka kendilerini Batı'dan ayıranın ne olduğunu bellettiği için bir ideoloji olarak Helenotürkizm bu süreçten güçlenerek çıkmıştır. 1789 yılında Yunan Kilisesi İstanbul'da inananlara yönelik, Babaca Öğütler (Patrike Didaskalla) başlıklı bir broşür yayınlamıştı. Broşürde şu görüşler yeralmaktaydı: "Herşeyi bilen ve bağışlayan Tanrı'nın, aziz ve Ortodoks inancımızın bütünlüğünü her seferinde muhafaza etmek üzere herşeyi nasıl da düzenlemiş olduğuna bakınız (•••) Her halükârda Ortodoks inancımızdan sapmaya başlamış olan Roma (Bizans) İmparatorluğunun yerine, yokluğun içinden bu güçlü Osmanlı İmparatorluğunu çıkarmıştır. Bu İmparatorluğun kutsal iradesiyle uyum içinde olduğunu ispatlamak amacıyla, Osmanlı İmparatorluğunu diğer tüm imparatorlukların üzerine yerleştirmiştir (...) Size vaadedilenyeni özgürlük umutlarına kulak asmayınız- Kutsal Kitap bizim, hiç durmaksızın İmparatorumuz (Sultan) için dua etmemiz gerektiğini buyurmaktadır."24 Kudüs Patriği Anthimos imzasını taşıyan ama muhtemelen bizzat Ikumeni Patriği tarafından kaleme alınmış olduğu hissedilen broşürün göndermede bulunduğu devrimci girişimin aktörü, Feralos adıyla bilinen Yunanlı burjuva Rigas (1757-1798) idi. Yunan patriği, Feralos'un devrimci yazılarını okuyanları aforoz etme tehdidini savurmuştu. Rigas devriminin karakterinin 1908 Jön Türk devriminde de bulunması ilginçtir. Bu, 1789 Fransız Devrimi gibi, öncelikle toplumsal ve politik, ikincil olarak ulusal bir burjuva devrimiydi ve doğrudan doğruya Fransız Jakobenliğinden etkilenmişti. Derin etnik farklılıklar tarafından belirlenmiş olan

24 Th. Papadopullos, Sludies and Doaımcnts relaling to the History <>/ ıhe Greck Church and People ıındcr Turkish dominatiorı ("Türk egemenliği altındaki Yunan Kilisesi ve halkının tarihine ilişkin araştırma ve belgeler"), Brüksel, 1952, s. 143-145. 137


koşalım / Bayrağıntzdaki haçı iyice yukarı kaldırın / Bizi boyunduruğu akında tuLan / Hıristiyanlara ve Türklere zulmeden kurtları ezelim I Denizde ve karada haçımız parlasın."26

Bütünleşmiş "millet"ler ayaklanan uluslara dönüşüyor Devrimi başlatmaya çalışan Rigas, Sultan hükümeti taralından 1798 Haziran'mda tutuklanarak idam edilecekti. İlk denemede bu şekilde başarısızlığa ulaşan devrimin ikinci aşaması, aynı 1908'in Jön Türkleri gibi, Batı masonluğuna bağlı olan Yunanlı tüccarlarca Rusya'nın Odesa kentinde örgütlenecekti. Amaç yine İmparatorluğun yönetim aygıtını ele geçirmekti. Fener Patrikliğindeki Rus yanlısı hizbin desteğiyle Rus ordusunun Yunanlı generali Alexandros Ypsilantis Bey'in komutası altında, "Kutsal Tabur" adı konan küçük bir Yunan ordusu oluşturulacaktı. Ypsilanlis 1821 yılının Şubat ayında Rus sınırını aşarak, bir yüzyıldan beridir Sultan adına Yunanlı Bey'lerce yönetilen Romanya'yı istila etti. Ama Romenler harekete katılmayacaklardı. Kendilerini yöneten Yunanlıların İmparatorluk yönetimini ele geçirmelerine neden yardımcı olmaları gerektiğini anlamıyorlardı! Bu nedenle Sullan'a karşı ayaklanmak yerine, başta Ypsilantis'e katılan daha sonra da ondan kopan Tudor Vladimirescu önderliğinde Yunanlılara karşı ayakladılar. Ypsilantis Vladimirescu'yu yakalatıp boynunu vurduracaktı. Yani bu şekilde devrim bir kez daha başarısızlığa uğramış oluyordu. Ypsilantis, Rigas'tan daha bilinçli olsa da İmparatorluğun çokuluslu karakterini yelerince hesaba katmamıştı.

ve Leon hükümdarlıkları altındaki Romanyalı Boyarların Yunanlıların giderek artan etkisine karşı gösterdikleri tepki sert biçimler almaya başlamıştı. Patlak veren silahlı ayaklanmalar, başarıya ulaştıkları takdirde Yunan yanlısı beylerin yerine, Romanya halkının daha çok yararına çalışacağı umulan beylerin geçirilmesi sonucuna varıyordu. 1821 devrimi sonrasında Fenerlilerin yerine yerli beyler geçirilince Romanya'da yaşayan çok sayıda Yunanlı ülkeyi terk edecekti. Beylik akademilerinin kapatılması sonucunda Yunan kültürü bir düşüş aşamasına girecekti. Yine de bu tarihten sonra bile Romanya Beyliğinde yoğun bir Yunanlı nüfus yaşamayı sürdürecekti. Yunanlı Boyarlar beylik konseylerinde yer almayı sürdürerek kaybettikleri bazı haklan yeniden edineceklerdi.27 Devrim için bundan sonraki tek çıkar yol, tamamıyla Yunanlı' ve ayrılıkçı bir niteliğe bürünmek olabilirdi. Ayaklanmanın başı Alexandros Ypsilantis (1792-1828) General ve Bey idi ve 1814'te Odesa'da kurulmuş olan Filike Hetaireia'nm da (Dostluk Cemiyeti) başıydı. Sözkonusu cemiyeti Yunanlı tüccarlar Athanasios Tsakalof (Çakalof), Nikolaos Skufas ve mason Emanuel Xanthos tarafından kurulmuştu. Örgüt Xanthos'un İyon adalarında (Preveze'nin karşısındaki Lefkas Adasında) öğrendiği Batılı mason örgütlenme modeline uygun olarak kurulmuştu. Ne yazık ki Türk tarih yazımı Filike Hetaireia'yı Etniki Eterya ile (Ethnike Hetaireia) karıştırmıştır. Oysa Etniki Eterya, 1897 Türk-Yunan savaşı sırasında ve 1894-99 yılları arasında etkinlikte bulunmuş bir başka milliyetçi Yunan örgütüdür. Alexandros'un kardeşi Dimitrios Ypsilantis (1793-1832) ağabeyinin Romanya iş-

Daha 17. yüzyılın başında Radu Mihnea, Alexandru Ilias 26 Gioıges 1. Zoides, Regas Belestinies, lıo megalos epcınastates demokrales, 17571798 ("Velestinli Rigas, Büyük Demokrat ve Devrimci"), Bükreş, Politikes kai Logotechnikes Ekcloseis, 1957, s. 221. 171 137

27 Bkz. Cornelia Papaeostea-Danielopolu, "Les Villes Roumaines et la Daspora Grecque au XlXe sciecle" ("XIX. Yüzyılda Romanya Kentleri ve Yunan Diaspoıası"), Atles du ile Congres Inlerımticmal de s Etııdes du Sud-Est Europeen, Atina, 7-13 Mayıs 1970, cilt II, Tarih, s. 541-550, Atina, 1972.


gali sırasında yanında bulunmuş, 1821 Mart'ıııda da onun elçisi olarak Güney Yunanistan'da Peloponnesos'a (Mora) gönderilmişti. Aynı kendinden önceki Rigas gibi Dimitrios Bey de başlangıçta salt Yunanlılara değil, aynı şekilde Sultan baskısına tabi olan Türklere de seslenmeyi düşünüyordu. Buna örnek olarak Giril Adasının Osmanlı yetkililerine gönderdiği mektubu gösterebiliriz: "Girit seraskeri ve Kandiye Valisi şanlı Şerif Mehmet Paşa; ve siz yiğitler, baş orta ve ayanlar; Hıristiyan milletinin başkomutanı ilan edilmiş olan ben, hem size hem de bize yarar sağlayacak bazı noktaları aktarmayı görevim sayıyorum. Hepinizin de bildiği üzere Hıristiyan milleti bunca yıldır Sultan'ın idaresi altında korkunç zulüm ve adaletsizliklere maruz kalmıştır. Hiçbir Hıristiyanın ne yaşamı, ne onuru, ne de mülkü güvence altında değildir. Allah, adaletli olması ve yasalara saygılı olarak yönetmesi kaydıyla Sultarı'a milyonlarca kişiyi emanet etmişti. Oysa Sultan Allah'ın buyruklarını unutarak hakimiyeti altındakiler! kafasına ve etrafındaki dalkavuk ve açgözlülerin salık verdiklerine göre yönetti. Her gün yaşanan aşağılama ve haksızlıklar sonucunda raya büyük bir yoksulluğa itildi, bazıları haksız yere öldürüldü ya da başka yerlere göç etti. Sonunda herşeye kadir olan Allah adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri durdurmaya karar vererek Hıristiyan milletini silaha kuşandırdı. Yani bizler Müslümanlara değil, adaletsizliğe ve tiranlığa karşı savaşıyoruz. SİZ de hatırlarsınız ki Müslümanlar da adaletsizlik ve kıyımların kurbanı olmuşlardır. Çok sayıda paşa ve ayan bile haksız ve yasadışı fermanlarla itham edilerek ya sürüldü ya da katledildi. Doğu'nun tüm Müslüman halkları zulümler nedeniyle iç çekmekte ve ağlamaktadır. Yani hepimiz haksızlığa uğradık. Dahası, siz de bizimle birlikte aynı ülkelerde doğup büyüdünüz. Nasıl ki eskiden hak ve çıkarlarımızın tadını hep birlikle çıkardık, bugün de cıynı, haksız ve zorba yönetime son vermek ve adil kanunların koruması altın172

da birbirimizin dinlerine saygı duyarak kardeşçe ve yurttaşça bir arada yaşamadı için harekete geçen tüm Arnavutluk'la olduğu gibi, birlikte, yanyana yaşayalım." Dimitrios Ypsilantis, 25 Temmuz 1821. 28 İşte tüm bu koşullar altında Mart 1821'de yeni bir devrim girişimi, bu kez Yunanistan'ın tam da kalbinde, yani Peloponesos'ta patlak verecek ve ulusal niteliği toplumsal niteliğine baskın olduğu için, 8 yıllık silahlı bir savaşımın ardından başarılı olacaktı. 1830 ve 1832 yıllarırtda Yunanistan'ın küçük bir parçası, lamamiyle bağımsız bir Krallık olarak büyük güçler ve Osmanlı İmparatorluğu tarafından tanınacaktı. Bu, İmparatorluktan tamamen kopan ilk devletti. Çünkü 1830 yılında Sultan'ın süzerenliği altında istanbul tarafından özerkliği tanınan Sırp devleti, ancak 1878'de, Berlin anlaşması sayesinde bağımsızlığını alabilecekti. Tüm bunlara karşın Yunanlılarda, aynı Arap ve Türklerdeki gibi, İmparatorluğu yıkmadan ıslah etme fikri 20. yüzyılın başına dek sürecekti. Çünkü bütünü oluşturan halklar -milliyetçiliğin tırmanışının ötesinde- İmparatorluğun ortak bir uygarlığı temsil ettiğinin bilincindeydiler. Osmanlı Imparatorluğu'na karşı bağlılık duygusu, bu devleti Batılı Katolik saldırganlığına karşı mükemmel bir siper olarak değerlendiren Rum Ortodoks çevrelerde halen yaşıyordu. Aslında Yunanlıların gözünde "Katolik" adı verilen kilise, yalnızca Ortodoks kilisesinin temsil ettiği ama Hıristiyanlık kaynağından (zaten Rum Ortodoks kilisesi halen resmi olarak Katolik adını taşır, çünkü bu sözcük Yunanca'da evrensel anlamına gelmektedir) 1054'te ayrılmış (shisma) bir eğilim sayılmıyor, yanı sıra, 9. yüzyıldan beri süren keresis in (sapkınlığın) sorumlusu tutuluyordu. 25 Aralık 800 yılında 28 Aktaran, Notis Bııtzaris, Visions balkaniques dans la preparalion de la Revolutitm Cıeıtfue, 1789-1821 ( "Yunan Devrimi Öncesi Balkanlardan Görünümler"), Cenevre, Droz, 1962, s. 254-55 137


Cermen İmparatoru Şarlman, Roma'daki "Papa" adı verilen piskoposu -ki bu "Papa", aslında ilk Hıristiyan Kralı I. Büyük Konstantinos'un 4. yüzyılda kente gelişinden beri merkezi İstanbul olan Ortodoks kilisesinin bir patriğiydi- kendisini Roma İmparatoru ilan etmeye zorlamıştı. Oysa ki Romalıların tek İmparatoru İstanbul'daydı. Şarlman ve halefleri o tarihten itibaren Roma'daki piskoposluğun başına Cermenleri getirerek onları Ortodoks dogmasını değiştirmeye zorlayacaklardı. Yunan dilinde Ortodoks, gerçek inanç anlamına gelmektedir. Yalnızca kendilerine özgü bir din yaratmak amacını güçlen Cermenlerin baskısı altında Katolikler tarafından Hıristiyan dogması üzerinde yapılan -ve keresi s adı verilen- değişiklikler şunlardır: a) Papa'nın (Roma Piskoposunun) önceliği: Ortodoks geleneğinde (piskoposlardan biri olan) İstanbul Patriği eşitler arasında birinci olarak kabul edilir. Ortodoksluğa mensup diğer bölgelerdeki patriklik, papalık ve piskoposluklar üzerinde hiçbir yetkisi yoktur. Önceliği onursal olmaktan ibarettir. 9. yüzyıla dek bu onursal öncelik tüm Hıristiyan kiliseleri tarafından Roma piskoposluğuna verilmişti. İkinci Oikumenike Synoclos (ikumeni Kutsal Kurultayı) M.S. 381 yılında toplandığında Hıristiyan dünyasının tüm piskoposları "Onursal öncelik Konstantinupolis-Yeni Roma piskoposunun ardından Roma piskoposuna verilmiştir" kararına varmışlardı. Ama Papa I. Nikolaos (858-867) Batı ve Doğudaki tüm piskoposları şaşırtarak kendini "kilisenin ve tüm dünyadaki ilahi hukukun hakimi" ilan edecekti. Yani onursal önceliği yetki önceliğine dönüştürmüş, yani tüm Hıristiyan kiliselerini aynı bir imparator gibi yönetmek istemiştir. Bu yüzden bu heresis'e "Papasezarltğı' adı verilir. b) "Filiovke" (Oğul'dan): Roma piskoposunun 11. yüzyılda ilan ettiği yeniliktir. İznik'te M.S. 325'te toplanan birinci İkumeni Kutsal Kurultayı'nda piskoposlar "İmanın Simge175 137

si"nin ilk yedi maddesini kaleme almışlardı. Bu simge Hıristiyan inancını özetleyen duanın ilk sözcüğünün adını (Pisteuo: Amentü) taşır. 381'de toplanan İkinci Kutsal Kurultay sekizden on ikiye kadar olan maddelere kesin şeklini vermiştir. Bu on iki madde Hıristiyan inancının özünü oluşturur ve her pazar kilisede okunur. Bu oniki maddeden ikincisi İsa'nın Baba'dan doğduğunu söyler. Sekizinci madde de Kutsal Ruh'un Baba'dan geldiğini söyler: Kutsal Ruh, Teslis'in birinci kişisinden gelir. Ama iki yüzyıllık direnişten sonra Papa'lar Frenk İmparatorların isteğine boyun eğerek 11. yüzyılda sekizinci maddeyi "Kutsal Ruh'un Baba ve Oğul'dan geldiği" şeklinde değiştirmeyi kabul etmişlerdir. Aslında Filiovke sapkınlığının sorumlusu, 809'daki Synoclos u kendi hükümdarlığı altında düzenleten Şarlman'dır (768-814). 9. yüzyılda eğitim düzeyleri çok düşük olan Frenkler, Yunanlılar ve Slavlar aleyhine yayılmalarını gerçekleştirecek salt kendilerine özgü bir din yaratmak amacıyla istanbul'daki İmparatorluğun en büyük din adamlarının aldıkları teolojik kararları değiştirmeye cüret etmişlerdir. c) Eucharistia yerine Hostia: 11. yüzyılda Papa kilisesi eucharistia adlı mayalı ekmek yerine, şarapsız bir şekilde kullanılan hostia'yı (mayasız ekmek) koydu. Hatta papalık eucharistia aracılığıyla Kutsal Ruh'u yardıma çağıranları baskı altında tutmaya başlayacak, böylelikle de Kutsal Ruh'a yapılan tüm göndermeleri reddedecekti. d) 13. yüzyılda vaftizin bebeği suya batırmadan yapılması: Yunancada "vaftiz" sözcüğü '"suya batırma" anlamına gelmektedir. Vaftiz edilecek kişinin tüm vücudu üç kez suya batırılmalıdır. 13. yüzyıldan itibaren papalar vaftizin uygulanışını değiştirerek vaftiz edilenin başına birkaç damla su serpmeyle yetinmeye başladılar. e) 13. yüzyılda "Purgatorium" (Araf) kavramının Hıristiyanlığa sokulması: Hıristiyan kilisesi yalnızca Cennet ve Ce-


hennem'in varolduğuna inanmaktadır. Buna rağmen Papa 13. yüzyılda Cennet ile Cehennem arasında, ruhların Cennete gitmeden önce "arındıkları", "Purgatorium" (Aral) adlı bir yer olduğunu iddia etmişti. 0 Papcı'nın 16. yüzyılda "imanın akıl çağında tasdiği" kuralını benimsetmesi: Hıristiyan kilisesi, vaftiz işlemini takiben vaftiz edilenin vücuduna kutsanmış yağın sürülmesiyle yapılan ve Kutsal Ruh'un müdahalesini temsil eden "imanın pekiştirilmesi (tasdiği)" törenini gerçekleştirmekleydi. İsa'nın adının (Chrislo) kaynağı olan ve "chrisma" denen bu kutsal yağın diğer bir adı da "agion myron"dur. Katolikler 16. yüzyılda İtalyan Rönesans rasyonalizminin etkisi altında, bu törenin çocuğun işlemin gerçek anlamını anlayabileceği "akıl çağı"nda yapılmasını benimsemişlerdir. g) Meryem'in Günahsızlığı: İsa'nın doğuşundan 18 yüzyıl sonra 8 Aralık 1854'te Roma'daki Papa, Hıristiyan kilisesinin en temel dogmalarından birini değiştirmeye karar vermişiir. İsa'nın annesi Panaya'nın (Meryem) cennetten kovulma sonucu elde edilen ilk günaha sahip olmadan doğduğu ilan edilmiştir. "Panaya'nın annesinin günahsız gebeliği" adı verilen durum bunu ifade eder. Oysa Katolikliğin tersine Hıristiyan kilisesi Panaya'nın bakire olmakla birlikte tüm diğer insanlar gibi ilk günahı taşıdığına inanmaktadır. h) Papanın Yanılmazlığı: 1870 yılında Roma'daki Papa kendini yanılmaz ilan edecektir. Bu belki de İsa'nın doğumundan sonraki 1870 yıl içinde gerçekleşen en büyük lıeresis sayılmalıdır! ı) İstavroz: Hıristiyanlar istavrozu Hagia Triada'yı (Teslis) lemsil eden üç parmaklarını (baş, işareı ve orta parmaklar) birleştirip sırasıyla alın, karın, sağ ve sol omuzlarına değdirerek çıkarırlar. Bu alışkanlık M.S. 3. yüzyıldan beri yaygındır. Oysa Katolikler bu geleneği de değiştirmişlerdir. İstavroz Teslis ilkesine aykırı biçimde, bu üç parmakla değil, 176

elin tümünün, alın, karın, sol ve sağ omuzlara değdirilmesiyle yapılmaya başlanmıştır. Yani sonuçta Batının Katolikleriyle Doğunun Ortodoksları arasındaki farkların ayrı uygarlık alanlarında, ayrı yaşam larzlarıyla gelişmiş olmalarından kaynaklandığını iddia etmek, bu ayrılığın ifadesini, 1054'te kopmayla sonuçlanan, Roma Papası ile İstanbul Patriği arasındaki bir güç mücadelesinde bulduğunu sanmak büyük bir tarihsel hata işlemek demektir. Yukarıda saydığımız dokuz heresis nedeniyle Ortodokslar Katolikleri Hıristiyanlık dışı bir din mensubu olarak görürler. Tüm bunlardan ötürü Osmanlı Imparatorluğu'nda "Hıristiyan" sözcüğünün ifade ettiği halklar yalnızca "Rum Ortodoks" ve "Gregoryen-Ermeni" milletleriydi. 18. yüzylda Batı emperyalizminin ajanı Katoliklik, İmparatorluktaki Ortodoks çevrelerine giderek daha fazla nüfuz etmeye başlamıştı. Katolikliğin etkisi kutsal Agion Oros (Aynoıoz) Dağında patlak veren bir dinsel krize neden olacaktı. Agion Oros, Ortodoksluğun İmparatorluktaki en önemli dinsel merkezlerinden biriydi ve devletin kuruluşundan bu yana Osmanlı Sultanlarının koruması altına alınmıştı, hanedanın bahşettiği ayrıcalıklar sayesinde oldukça gelişmişti. Aynoroz'daki manastırlardan biri olan Agia Anıuı (ki aslında manastıra bağlı daha küçük bir yapı, bir sfeeteydi) 1754 yılında ana kilise binalarını inşa etmeye karar vermişti. Gerekli parayı toplamak üzere Agicmniteslef (yani bu manastırın keşişleri) başta İzmir'dekiler olmak üzere tüm İmparatorluktaki Ortodoks Rumlara bağış yapmaları çağrısında bulunmuştu. Bağış yapanlara teşekkür etmek üzere manastır her birinin ailesi için birer mnemosyncı (kilisede ölüler için okunan dua) okumaya karar vermişti. Geleneksel olarak dualar cumartesi günü okunmaktaydı, çünkü İnananlarca pazar günü Kyriake (Allah'ın [Kyrios] günü) olarak bilinirdi ve İsa Christos'un (Hıristos) Dirilme günü ola/

177


rak kutlanırdı. Yani pazar günü bir neşe günü olmalıydı ve o günkü liturgia (ayin) sırasında diz çökmek ve ölüler için mnemosyna okumak doğru değildi. Ama bahsettiğimiz kilise için o kadar çok bağış yapılmıştı ki, keşişler tüm cumartesi dua okumaktan alışveriş yapmaya zaman bulamıyorlardı, çünkü pazar günleri dükkânlar kapalı oluyordu. Bu nedenle keşişler, mnemosynaları ve kolivyalann (aşure- ölüler için hazırlanan bir tür yiyecek) eviogiasını (hayır duasını) pazar günü yapmaya karar vereceklerdi. Bu karar, Agianniteslerin Batı Katolikliğinin pratik ve yararcı zihniyetinden etkilenmiş olduğunu kanıtlamaktadır. Görünürde önemsiz sayılabilecek bu olay, modernist-Batıcı Agiannites yanlılarıyla Türklerden ve Osmanlı İmparatorluğumdan bu yana olan Batı-karşıtı gelenekselci Kollyvadesler (cumartesi aşuresini destekleyenler) arasında patlak verecek büyük bir dinsel tartışmanın bahanesi olacaktı. Koli v vade s hareketi Romanya ve Rusya'da yayılacak ve bugün koyu bir Batı-karşıtı nitelik ifade eden Ortodoks Hıristiyan fundamentalizminin temelini oluşturacaktı. Bu hareketin bir diğer adı da Filokalia'dır. Bu ad, 4. ve 15. yüzyıllar arasında Hıristiyan kilise babalarının Yunanca kaleme aldığı bir dizi yazının toplandığı ve 18. yüzyılda Aynoroz'da Kollyvades önderleri tarafından yayınlanan kitabın adından alınmadır. Filokalia hareketinin önderleri arasında her üçü de kilise babaları olan üç azizi sayabiliriz. Peloponesos'un kuzeyindeki Korintos kentinin metropoliti Agios Makarios Notaras (1731-1805); Aynorozlo Agios Nikomedios (17491809) ve Ege Denizi'nin ortasındaki Paros Adasından Hosios Athanasios Parios (1722-1813). Her üç aziz de Agios Grigorios Palamas'ın (1296-1359) Türk-yanlısı geleneğine sahip çıkıyor ve Batılıları Ortodoksluğun can düşmanı olarak görüyorlardı. İki ünlü yazar, Rus Fedor Dostoyevski (1821-1881) ve Yunanlı Alexandros Papadiamantes (1851178

1911), hareketin destekleyicisiydiler. Bu üç kilise babası arasında en radikali Athanasios Parios'tu. Papaz ve profesör olan Parios İzmirli Adamantios Koraes'ın (Koray) önderlik ettiği Batı yanlılarının fikirlerine sert bir şekilde muhalefet ediyordu. Koraes ( 1 7 4 8 - 1 8 3 3 ) Fransız emperyalizminin desteğinde bir kuram geliştirmişti. Ona göre Yunan uygarlığının mirasçısı Fransızlardı ve Yunanlılar da Osmanlı İmparatorluğunda yitirdikleri uygarlıklarını yeniden bulmak için Fransız olmak zorundaydı! Batı uygarlığının tümünü Yunan gövdesi içine aktarmayı öngören kuramına metakenosis (aktarma) adını vermişti. 1800'de kaleme aldığı "Savaşçı Marşı"nda şu satırlar yer almaktaydı: "Fransızlardan ayrı Yunanlı yoktur. Tek bir halk, Yunan-Fransızlar vardır." 1805'te Venedik'te kaleme aldığı "İki Yunanlı Arasında Kon u ş m a c a ise halkının artık Romaıoslar (Romios-Ruınlar) olmadığını, onlara Yunanlı adı verilmesi gerektiğini söylüyordu. Koraes, her zaman için Yunan halkına ters düşmüş olduklarını iddia ettiği Ortodoks keşişlere de kıyasıya saldırıyordu. Ona göre Bizans döneminde bile keşişler imparatoru dinbilimci olmaya iterek generallikten uzaklaştırmışlardı. Tersine Parios ise "oğullarını (Batılı fikirlerden etkilenecekleri) Avrupa'ya eğitim görmeleri için yollayan kişileri vazgeçirmek" amacıyla bir "Davet" kaleme almıştı. 1798'de İstanbul patriği V Gregorios'un isteği üzerine kaleme aldığını söylediği ve Patriklik yayınlarından basılan "Hıristiyanlığa Övgü" adlı kitabında, şu satırlar yer almaktaydı: "(...) tüm Batı ırkı Hıristiyanlığı bir kenara atmıştır (...) onlar kutsal yerleri kirletmiş, kiliseleri dükkân, manastırları genelev yapmıştır."29 1785 yılında Parios Ortodoksluğun tarihindeki en büyük Batı düşmanı olan 1392 İstanbul doğumlu Efes başpiskopo29 Athcııa Karampetsu, Athanasios 1974. s. 74.

hıı Parios, Atina, Kilise Yayınları, no. 15,

137


su Markos Evgenikos'un yaşamını yazacaktı. Parios, Markos'u "Asya'nın yüzakı" ve "Batılıların kibirini yerle bir eden yıldırım" cümleleriyle tanımlıyordu. Markos 15. yüzyılda Papalığın en büyük düşmanı olduğu için Parios kitabına "Anti-Papa" adını vermişti. Markos, Gennadios'un öğretmeni ve 1453'teki Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk patrikliğine esin kaynağı olan Türk-yanlılarının başıydı. 1875-78 yılları arasında İstanbul'da görev yapmış olan Fransız diplomat Charles de Moüy, Arabölge üzerindeki bu ortak uygarlık gerçeğini kendince şöyle ifade etmektedir: "Doğunun belli belirsiz görüntüsünün ilk edinildiği yer, Eflak tren yolunun başlangıç noktası olan Orsova ve Turno-Severin'dir. Buraya dek, yani Viyana'dan Peşte'ye dek tüm yol boyunca çok sık olarak acayip manzaralarla karşılaşılsa da, her zaman Batılı tek bir uygarlığın kat'edildiği hissedilmekteydi. (...) Tersine, Tumo-Severin'e varıldığında, güneş tüm güzelliğiyle batar ve ışınlarını Romen kentinin Yunanlı çan kulesine yansıtırken -aynı benim ele hissettiğim gibi- yeni bir dünyanın kapısında bulunulduğu, ayrı bir atmosferin solunacağı ve özellikle de artık memleketten uzak olunduğu hissediliyor."30 Hatta De Moüy Batı uygarlığıyla farklı Arabölge uygarlığı arasındaki sınırı bile çiziyordu; Ona göre bu sınır, Romanya'yı Macaristan'dan ayıran hatta denk düşüyordu. Yunanistan'ın Antik Çağ'da bile hiçbir zaman Batı'ya ait olmadığını da teslim ediyordu. Perikles Atina'sını eserlerinde "Eski Doğu" adıyla anıyordu. Yine de milliyetçilik, İmparatoru ve bürokrasisini etkileyecekti. Bu ikisi 18. yüzyılın sonlarından itibaren kendilerini -teoride olmasa bile fiiliyatta- giderek artan oranda önce Müslüman dinsel grubuyla, ardından da Türk etnik grubuyla özdeşleştirmeye başlamıştı. Aslında Flıristiyanların yükselen milliyetçiliklerine tepki olarak Osmanlı hüküme-

tini kendileriyle özdeşleşmeye Müslümanlar zorlamıştı. Böylelikle Sultan, 19, yüzyılın sonlarına doğru Müslüman milletinin başı konumuna düştü. Aynı şekilde 1860'lı yıllarda milliyetçiliğin baskısıyla millet sisteminin de bozulduğuna tanık oluyoruz. Rum Ortodoks milleti, Osmanlı tebaasının etnik farklılıklarına uygunluk sağlamak üzere, çok sayıda Hıristiyan millete bölünecekti. 1875 civarında millet sayısı dokuzdu ve yükselmeye de devam edecekti. Milliyetçi ayrılıkçılığın sonucu olarak, İmparatorluk, 1878'ten sonra Balkanlardaki Hıristiyan topraklarının büyük kısmını yitirecekti (harita 7). Öte yandan Balkanlar, Kalkaslar ve Kırım'dan sürülerek Anadolu'ya akın eden Müslümanlar etnik ve dinsel yapıyı altüst edecekti. 1878 Berlin Anlaşmasıyla İmparatorluk büyük çoğunluğu Müslümanlardan oluşan bir ülkeye dönüşecekti. Bu süreç, 1912-13 Balkan savaşlarıyla tamamlanacaktı. Bu dağılmanın son aşaması ise, önce Arap ardından Türk milliyetçiliklerinin yükselerek İmparatorluğun tarihine nokta koyması olacaktı.

İmparatorluğun kurtarılması imkânsız hale g&liyor: III, Selim, II, Mahmut, Tanzimat ile Jön Türk reformları ve federalist tasarılar. Kemalist devrim ve İmparatorluğun ölüme terkedilmesi Batılı olmayan toplumların dengesini bozup geri bırakan, onları, kendi gereksinimlerine göre değil, dışarıdaki bir merkezin gereksinimlerine göre belirlenen dengesiz bir şekilde gelişmeye iten Batı, bu yolla 'Üçüncü Dünyahlaşma" adı verilen olguyu yaratmıştır. Batılı olmayan toplum, kendini sömürgeleşti ren ülkenin yörüngesine oturunca, bağımlılıktan kurtulma umuduyla Batılılaşmaya itilmektedir. Batı

30 Charles de Moüy, I.titreş dıı Bosphore, Paris, Plon, 1879, s. 1 -2.

180

181


i

modeli yavaş yavaş yegâne referans noktası olarak benimsetmektedir. Bağımlılık öncesi duruma geri dönüş çabalan başarısızlığa uğrayınca belki de kalan tek çıkar yol, sistem içinde bir miras devri olmaktadır. Ortaçağ'da Batı tarafından sömürgeleştirilen Bizans halkının Osmanlı hanedanını kabul ederek kurtulması bu duruma bir örnektir. Ama mirasın en ciddi talibi olan Rus İmparatorluğu Üçüncü Dünyalılaşarak bunun sonucunda Batılılaşmaya itilmiştir. Batı'nm ürünü olan milliyetçilik tüm Rus mirasının elde edilmesinin önüne engel oluşturmuştur. Bu şekilde, önünde tek bir adım kalmış olan İstanbul, bu adımı sahibi Batı'ya doğru atmıştır. Bu sürecin sonu kaçınılmaz olarak, tamamiyle Batılılaşmaya, Batı'nm temsil ettiği modele topyekün eklemlenerek Batı'dan kurtulmaya varmaktadır. 17. ve 18. yüzyıldaki Osmanlı reformcuları, Osmanlı sisteminin Batı sistemine çok üstün olduğuna halen inanmaktadır. Onlara göre İmparatorluğun gerileyişi, Kanuni Sultan Süleyman'ın yönetimi altındaki "Altın Çağ" sırasında oluşturulmuş örgütlenme şeklinin ve tekniklerinin ihmal edilmesinden kaynaklanıyordu. Uyguladıkları sertlik sayesinde kısa bir süre için durumun düzelmesini sağlayan bu geleneksel reformcular başarısızlığa uğradıklarında yerlerini, III. Selim'e (1789-1807) ve modern ordu kurmaktan ibaret olan Batılılaşma hareketine bıraktılar. Tüm Batılılaşma girişimlerinin ilk adımını aynı kanının oluşturduğu söylenebilir; Bizim sistemimiz üstündür ama Batılıların bizi yenmelerinin nedeni, bizimkinden daha etkili bir orduya sahip olmalarıdır. Yani çözüm, sistemde herhangi bir değişiklik yapmaksızın, onların ordu örgütlenmelerini ve askeri tekniklerini kopya etmektir. III. Selim'iıı gerçekleştirdiği en önemli reform, Nizamı Cedit (Yeni Düzen) adlı piyade birliğini oluşturmasıdır. Osmanlı ordusunda varlığını sürdüren tüm geleneksel birim182

183


lerden tamamen ayrı olan bu yeni ordu, Fransa, İngiltere ve Almanya'dan gelen uzmanların idaresi altında Avrupa askeri sanatlarını, silahlarını ve disiplini adapte ediyor, Avrupa modelinde giyiniyor ve idman görüyordu. Henüz "kafes"te kapalı tutulan bir şehzade iken XVI. Louis ile yazışan III. Selim, aydınlanmış bir hükümdar aldığı kralı taklit etmek istiyordu. Osmanlı ordusunu modernleştirmek için onun yardımını talep edecekti. Nizamı Cedit, İradı Cedit adı verilen, Hazine'den tamamen ayrı, özel bir fon tarafından finanse edilmekteydi. Yeniçerileri kızdırmaktan korkan III. Selim harekâtı neredeyse gizliden gizliye ve bizzat yürütüyordu. Nizamı Cedil kışlaları 1794 Eylül'ünde istanbul dışında ve Boğaz üzerinde bulunan Levent Çiftlik'e ve ardından Üsküdar'a kurulacaktı. Bu birliklere alınacak askerler Anadolulu Türk çiftçiler arasından seçiliyordu. 1802 yılı başında Anadolu'dan düzenli asker toplama yöntemi benimsendi. Önde gelen kişiler ve devlet memurları gençleri eğitmek üzere İstanbul'a gönderiyordu. Artan gençler ise yerel milis gücü oluşturmak üzere Anadolu'ya geri gönderiliyordu. 1806 yılı sonunda Nizamı Cedit 22.685 er ve 1.590 subay içeriyordu. Bu sayının yaklaşık yarısı Anadolu'da konuşlanırken, geri kalanı istanbul'da bulunduruluyordu. Buna karşın yeni ordu, yarımadanın ileri gelenlerinin sert muhalefeti nedeniyle Balkanlarda örgütlenememişti. III. Selim aynı zamanda, Batı bilim ve tekniği eğitimi verecek ilk teknik okullar olan Deniz Mühendislik ve Askeri İstihkâm okullarım açtı. İstihkâm okulu mezunlarının yeniçeri birliğinde hizmet etme haklan bulunmuyordu. Bunların ardından Batı bilimine uygun olarak doktor ve cerrah yetiştirecek Deniz Tıp okulu da açılacak ve Avrupa'da okutulan kılavuz tıp kitapları Osmanlıca'ya çevrilecekti. Öte yandan Batı nüfuzunun ülkeye sokulmasına karşı çıkan Osmanlı halkı relormları onaylamamıştı. Halkın bu 184

hoşnutsuzluğundan yararlanan Yeniçeri, ulema ve softalar ayaklanarak Selim'i devirdiler ve 29 Mayıs 1807'de yerine kuzeni IV Mustafa'yı getirdiler. Yeni hükümdar Nizamı Cedil'i uygulamadan kaldırarak, tüm kadrosunu katlettirdi ve reformları durdurdu. Selim ise bir yıl sonra 1808 Temmuz'unda saraydaki "kafes'Mnde idam edildi. Ama bu kez IV Mustafa'ya karşı düzenlenen darbe, tahta 28 Temmuz 1808'de reformcu kardeşi II. Mahmut'u (1808-39) getirdi. Mahmut, Batılılaşmanın ikinci evresini başlatacaktı. Askeri teknikleri ve orduyu modernleştirmek yetmiyordu, bürokrasiyi -merkezi ya da yerel idareyi- Batılılaştırmak, ulemayı içermeyen, laik okullar kurmak gerekliydi. Laik düşünce hareketi, hükümet taralından kurdurulan ve Osmanlıca periyodik yayın yapan basın tarafından da desteklenecekti. II. Mahmut'un 1808 yılında Nizamı Cedit'i Segbanı Cedit (Yeni Segban) adı altında diriltme çabası, Yeniçerilerin yeniden ayaklanmaları sonucu başarısızlığa uğrayınca, hükümdar artık çok temkinli davranması gerektiğini anlamıştı. 1805-48 arasında Kahire valiliği yapmış olan, 19. yüzyılın en büyük Osmanlı reformcusu Mehmel Ali Paşa'mn Mısırda uyguladığı programı incelemekle yetindi. Zamanın geldiğini anlayınca da, 15 Haziran 182.6'da İstanbul'daki Yeniçerileri yeniden ayaklanmalarını bahane ederek katlettirdi ve ertesi gün de ocağı kesin olarak kapatlı. Aynı yılın 10 Temmuz günü Yeniçerilerin ruhani dayanağı olan Bektaşi tarikatları yasadışı ilan edildi, yöneticileri öldürüldü ve İstanbul'daki tüm binaları yıktırıldı. Mahmut'un ölümünden sonra yeniden ortaya çıkan tarikat, cumhuriyetle birlikle tüm diğer tarikatlar gibi kapatılacaktı. Son olarak, tımar sistemi 1830'da kesin olarak yürürlükten kaldırılacaktı. Yeniçeri birliğinin orladan kaldırılması, 1829 yılında Avrupa giyim ve üniformasını zorunlu kılmaya dek gidecek olan 11. Mahmul reformlarının başlangıcıydı. Geleneksel kı137


yafetler yalnızca milletlerin din adamları ve kadılar için serbest bırakılmıştı. Giysilerin Batı modeline uygun olarak tekörnekleştirilmesi milletler sistemine vurulan ölümcül bir darbeydi. Oysa İmparatorluğun dört temel milleti kendi kişiliğini farklı giysilerle korumaktaydı. Bu uygulama hiç de bir 'Apartheid" (ırk ayrımı, "ırkların ayrı ayrı gelişmesi" kuramı) sayılmamalıdır. Tam tersine bu, farklı olanların eşitliğinin bir zaferiydi. Amerika'da kızılclerililerin katledilmesinden sonra boş kalan geniş toprakları nüfuslandırmak için "Eritme Potası" (Melting Pot) fikri ortaya atılmıştır. Sözkonusu olan, en iğrencinden bir kültürel yamyamlık politikasıydı. Binlerce yıllık uygarlıklardan gelen milyonlarca insan dev kazanlara atılıyor, "WASP' (White Anglo-Saxon Protestants-Beyaz Anglo-Sakson Protestanlar) savaşçıları etrafında "Speak White!" (Beyaz Konuş!) diye çığlıklar atarak dansediyorlardı. Günümüzde Kanada'da yürütülen "Çokkültürlülük" sistemi asimilasyonun önüne geçmemekte, yalnızca geciktirmektedir. Hitler Almanya'sında Yahudi cemaati Davut yıldızı ve sarı renk kullanılarak Alman toplumundan yalıtılmış, ardından da bütünden ayrılarak imha edilmiştir. Oysa Osmanlı İmparatorluğu'nda farklı giysiler kullanılarak milletler arasında kurulan geçişsizlik, her bir cemaatin kendi kültür ve kişiliğini korumasını sağlamıştır. Örneğin Kanuni Sultan Süleyman'ın hükümdarlığı altında 28 Şubat 1556 günü, gayrimüslim elbisesi içinde hırsızlık yapan üç Müslüman ölüm cezasına mahkûm edilmişti. Aynı şekilde, 111. Murat'ın hükümdarlığı sırasında acemioğlan giysisi giyen bir gayrimüslime de ceza verilmişti. Herkesin kendi sınıf ve kademesinin kıyafetlerini taşıması gerektiği açıktı.31 1829'dan itibaren Batılılaşmanın baskısı altında kıyafetlerin giderek tekörnekleşmesine rağmen Charles de Moüy, 1878 Is31 Osmanlı Kıyafetleri: Fenerci Mehmecl Albümü, İstanbul, Vehbi Koç Vakit, 1986.

186

tanbul'u hakkında şu satırları yazabilmiştir: "Bu muhteşem görüntüye, giysilerin çeşitliliğine, özgür davranışların hiçbir polisiye önlemle ya da zorbaca müdahalelerle sınırlanmadığı bu kalabalığın eşlik ettiği harekete, yani her bireyin kişisel hareketinin ve imgeleminin eksiksizi iğin i hissettiği bu duruma alışmak zaman alıyor. Birdenbire kendinizi Konstantinopolis'in günlük yaşamınjfi tam da ortasında, Babil Kulesinin gürültüsünün içinde buluveriyorsunuz... Burada Doğu'nun tüm yönlerini, onun bitmez tükenmez imgelemini görüyorsunuz. Hiçbir birey diğeriyle aynı değil. Her kişi kendince yeni bir model oluşturuyor. Stambulin aclı verilen (Batılılaşmanın etki si sonucu -y.n.) cansıkıcı siyah redingotlu, geleneksel fesli Türk memurları saymazsak burada çeşitlilik sonsuz bir hal almış. Yerli halk yığını, mensup oldukları ırkın zevkine ve kendi özgür iradelerine göre keyfince giyiniyor. Küçük esnaftan, en önde gelen kişilere dek her Stambullu kendi bireysel stiline ve garip şıklığına bürünmüş..."32 İmparatorluğun "açılış"ım ve Batı'nm yarı-sömürgesi haline gelişini simgeleyen ve II. Mahmut'un saltanatı altında yaşanan önemli tarihsel anlardan biri, Osmanlı-Ingiliz Ticaret Anlaşması'nın imzalandığı 1838 ise, diğeri de Osmanlı lkumeni İmparatorluğu'nun gerçek bir Dışişleri Bakanlığı (Nezaret-i Hariciye) kurmaya zorunlu kaldığı 11 Mart 1836'dır. Bu, Çin'in de 1842 Nankin Anlaşması ile yaşadığı dönüşüm türünden bir olayı ifade etmektedir. Çin, 1861'de, kendi dışişleri bakanlığını kurmaya mecbur bırakılmıştır. 3 Kasım (eski takvime göre 22 Ekim) 1839'da yeni kurulmuş olan dışişleri bakanlığının başındaki Mustafa Reşit Paşa, İstanbul'daki Topkapı Sarayı'nın bahçesi Gülhane'de kısa bir süre önce tahta geçmiş olan I. Abdülmecid'in yayınladığı İmparatorluk fermanını halka okuyordu. Gülhane Hatt-ı Hümayunu adı ile bilinen bu ferman, Tanzimat dönemini 32 Charles de Moüy, Lettres du Bosphore, Paris, Plon, 1879, s. 27 ve 31. 187


açan bir dizi reform tedbirinin ilkiydi. Fermanın hazırlayıcısı Mustafa Reşit Paşa, daha önce Fransa Büyükelçiliği yapmış koyu bir Batı yanlısıydı. Fermanın içerdiği Osmanlı tebaasının eşitliği ilkesi, Batinin tek biçimci anlayışına aykırı olan geleneksel Osmanlı Millet Sistemini temelinden sarsıyor ve "Osmanlı Milleti" kavramının yolunu açıyordu. Bu, 1908 İttihatçı Jön Türklerinin "Osmanlıcılık" dediği ve Rigas'ın 1797 Anayasası'nda ifade ettiği fikirlerin bir devamıydı. Fermandaki bir cümlenin açık esin kaynağı İngiltere idi: "İmparatorluğumuz bir süre önce tekel belasından kurtulmuştur." Aslında İngiltere ekonomik liberalizm yolundaydı ve "devlet tekeli" lafı orada, şu an komünizm lafının Amerikalılarda yaptığı etkiye benzer bir etki yapmaktaydı. Fermandan bir yıl önce 1838'de imzalanan İngiliz-Osmanh Ticaret Anlaşması bu nedenle Osmanlıların dışsatım yapmasını yasakladığı gibi tüm Osmanlı devlet tekellerine de son vermişti. Anlaşmanın altıncı maddesi şöyleydi: "Düzenlemeler Avrupa Türkiye'si, Asya Türkiye'si, Mısır ve diğer Afrika toprakları için Türk (Osmanlı) İmparatorluğu'nun tümünde aynı olacaktır" Bu maddeden amaçlanan, İngiliz yardımı almaksızın elinin altındaki devlet tekelleri sayesinde Doğu Akdeniz'deki ilk modern devleti kurmakta olan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'yı engellemekti. Zaman içinde bu Üçüncü Dünyalı lider İngilizlere yenik düşecekti. İngilizlerin bir yandan Abdülmecid'i İmparatorluğunu Batılılaştırmaya yönelten, diğer yandan da Mısır'da Mehmet Ali Paşa'nın modernleşme hareketini önlemeye çalışan çelişkili tutumu, Batinin Batı-dışı dünyayı sömürmek için Batılılaştırmak istediğini açıkça kanıtlamaktadır. Türkiye'nin II. Dünya Savaşı'mn ardından girdiği Amerikanlaşma süreci ve liberallerin Kemalist devletçiliği yıkma çabaları, durumun apaçıklığına rağmen, 1838 anlaşmasının 188

Osmanlı Sanayii üstünde yaptığı korkunç etkilerin gerçekliğinden bile kuşkuya düşülmesine neden olmuştur. 33 Bu tavra tipik bir örnek Orhan Kurmuş'un bir makalesidir. Yazar, "... Eğer anlaşmanın etkileri bu ölçüde yıkıcı olduysa o halde 19. yüzyılın ikinci yarısında Türkiye'deki özel tekstil sanayiinin en az devlet sektöründeki kadar güçlü olması nasıl açıklanabilir" elemektedir. Yazar, Osmanlı sanayiinin eriyişini durdurabileceğini, çünkü, "... Türk sanayiciler(in) kâr marjlarını düşürerek ve rekabet güçlerini bir miktar koruyarak içine düştükleri iflas durumundan kurtulabileceğini" iddia etmektedir! 34 Aynı durumun yeni kurulan Yunanistan Krallığı'nın da başına geldiğini görüyoruz. 1839 yılında Atina'da da aynı İstanbul'daki gibi İngiltere ve Fransa'nın ikili baskısı altındaki bir mutlak monarşi rejimi sözkonusuydu. Sözkonusu iki büyük güç, ülke içindeki Batı yanlısı grupların da desteğiyle Yunanistan'ı ekonomik ve politik düzlemde daha etkin bir şekilde kontrol edebilmek amacıyla Batı tipinde bir anayasayı dayatıyorlardı. Öte yandan İngiltere ve Fransa, Yunanistan'da da aynı Osmanlı'da olduğu gibi Rusların Akdeniz'e inişinin önüne geçmek niyetindeydiler. İngiltere, Fransa ve Rusya arasında varılan bir uzlaşmayla Kral Olhon 1832 yılında yeni Yunanistan devletinin başına geçirilecekti. Bavyera'lı bir Alman olan Othon, bir yanda İngiltere ve Fransa, diğer yanda da Prusya olmak üzere hamilerinin larklı çıkarlarını tatmin etmeye çabalıyordu. Kralın Rus taralına biraz daha yönelmesi üzerine Londra, 1838 yılında İngiliz ve Fransız yanlısı partilerin kendisini denetlemesine

33 Bkz. Scylcttiıı (iürsel, i'fcm/tire Ottoman Face Au Capilalismc ("Kapitalizm Karşısında Osmanlı İmparatorluğu"), Paris, LHarmattan, 1987, s. 180. 34 "The 1838 Treaty of Commerce Rcexamincd (1838 Ticaret Anlaşmasının Yeniden İncelenmesi)", Hconomic et SocidUS Dans l'Empiıv Otlaman (Osmanlı İmparatorluğunda Ekonomi ve Şirketler) içinde, Paris, CNRS, 1983, s. 411-417. 137


imkân verecek bir anayasa ilan edilmesi için bastıracaktı. Ama İngiliz ve Fransızların isteklerinin gerçekleşmesi için Atina'da 1843'teki Batı yanlısı devrimi beklemek gerekecekti. O güne dek ise Othon'un mutlak iktidarı önce (1837-40 arası) Rus yanlısı, ardından 1841'de İngiliz yanlısı, son olarak da 1841-43 arası Fransız yanlısı partilere kayacaktı. Halihazırda parlamento olmadığı için sözünü ettiğimiz partiler parlamenter değillerdi. Yunanistan'daki bu iki karşı takım, yani İngiliz ve Fransızların dostu Batı yanlıları ve Rus dostu Doğucular, karşıt nedenlerle Gülhane Hıımayunu'na övgüler düzmekteydi. İlki, fermanı Batı'ya yönelen önemli bir adım olarak görüyor, diğeri ise bunun Sultanın Batı'ya bağımlılığım aşmaya yönelik bir hareketi olduğunu düşünüyordu. O zamanki düşünce akımlarına bakarak, Yunanistan'daki Türk karşıtlığının tamamen Batı kökenli olduğuna ek bir kanıt sağlayabiliriz: Fransız yanlılarının Atina'da çıkardığı ve Fransız Devrimi'nin gazetesi LAmi du Peuple'den (Halkın Dostu) esin alan Ho Filos tu La (Halkın Dostu) adlı gazete, Türklerin barbar olduğunu yazmakta ve 25 Ocak 1840 (eski Rumi takvime göre) tarihli sayısında bu halka onlarca hakaret yağdırmaktadır. Türklere karşı beslenen ırksal üstünlük duygusu apaçık ortadaydı, ingiliz yanlılarının gazetesi He Athena (Tanrıça Athena'mn isminden esinlenmişti) 22 Kasım 1839 tarihli sayısında, "Günden güne yerkürenin tüm yüzeyini kaplayarak barbar Türkleri bile fermanı ilan etmeye zorlayan" Batı uygarlığına övgüler düzmektedir. Öte yandan Rus yanlılarının gazetesi Aion (Asır) da Fermanı övüyor ve Doğulu halkların istediler mi büyük işler başarabileceklerini yazıyordu. Gazete, "Batı kökenli ve utanç verici bir ırkçılığın etkisiyle küçük gördükleri Türklerin yeteneklerine güvenmeyerek hata eden" Batı yanlılarını suçluyordu. 26 Kasım 1839'da yayınlanan sayısında Aion, tarihin Bizans'ın 191 137

düşüşünden önce Avrupalıların Osmanlılardan daha barbar olduklarını kanıtladığını, Batılılara, bilimin beşiğinin güzel Kafkas ırkını yaratan Asya olduğunu hatırlatmak gerekliğini yazıyordu. Doğucu partinin yayın organı, Mehmet Ali Paşa'nm Mısır'da yaptıklarını coşkuyla destekliyor, Batı nın Yunanistan'ın Mısır örneğini izleyerek sanayileşmesini istememesinin ardında, Atina'nın Batılı hamilerinden kurtulup kendi imkânlarıyla gelişmesinden çekinmesinin yattığını iddia ediyordu. Bu görüşlerin dile geldiği makalenin başlığı "Sanayileşme Açısından Yunanistan ve Mısır" idi ve gazetenin 15 Kasım 1839 tarihli sayısında yayınlanmıştı. Bu, Ortodoksluğun ve Rumluğun partisinin Yunanistan'ı Balı'dan kurtaracağını düşündükleri modernleşmeye karşı çıkmadığını göstermektedir. Daha sonra, 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılda Rus politikasının Balkanlar'daki Slavları kayırma noktasına dönmesinin ardından Yunanistan'daki bu Doğucu parti Osmanlı İmparatorluğu'nu daha dinamik bir şekilde desteklemeye girişecekti. Daha 1847'de Kuruçeşmeli tarihçi Ioannis Filemon (1798-1874) İstanbul'da tamamladığı eğilimin ardından Atina'daki Batı karşıtı Aion gazetesinin ( 1 8 3 8 - 1 8 8 8 ) başına geçerek, Fransız yanlısı partinin önderi Ioannis Kolettis'in 31 Ağustos'ta (bugünkü takvime göre 12 Eylül) ölmesi sebebiyle "Megali Iclea" başlıklı bir dizi yazı.kaleme almıştı. Makalelerinde Filemon, "Megali Idea"nın Kolettis'in beyninde değil, Yunanlıları Ortodoksluktan uzaklaştırmayı amaçlayan "Papacı Fransızl a r ı n fikriyatında geliştirilmiş olduğunu savunuyordu. Sanki bu iddiaları kanıtlamak istermiş gibi Papa IX. Pius, 1848'de yayınladığı bir genelgede Yunanlıları "yolunu şaşırmış müminler" olarak adlandırıyor ve onları İsa'nın yoluna geri çağırıyordu. Aslında III. Selim ve II. Mahmut saltanatları aynı zamanda, Hıristiyan olduğu kadar Müslüman halkların da ayak-


landığı bir toplumsal ve ulusal devrimler dönemiydi. İstanbul, merkezi gücün otoritesini onarmak için Balkanlar, Anadolu ve Arap eyaletlerine doğru üç yönde yerel seçkinlerle savaşmak zorunda kalmıştı. Müslüman isyancılara karşı uygulanan şiddet, Hıristiyanlara uygulananlardan hiç de az olmamıştı. Hatta, her ikisi de Müslüman olan Bulgar Pasvanoğlu (1758-1807) ve Yanyalı Arnavut Tepedelenli Ali Paşa'nın (1744-1822) maruz kaldığı şiddeti, Bulgar ve Yunanlı Hıristiyanlarla karşılaştırdığımızda Müslümanlara çok daha sert davranılmış olduğunu söyleyebiliriz.

na izin vermiş olmakla suçluyordu. Osmanlı vatanını (yani yalnızca Türk milletini değil) bir bütün olarak savunmaya girişti. Batı parlamentoculuğunun hayranı idiyse de, çok inançlı bir insandı ve Tanzimatçıları Batı karşısında Islâmî geleneğin olumlu yönlerini atmış olmakla suçluyordu. Aslında, Arabölge gerçeğinin bilincinde olduğu da söylenebilirdi: Arabölgenin, yalnızca Müslümanları değil, Hıristiyanları da içeren güçlü ve modern bir Doğu Devletinin çatısı allında birleştirilebilmesini ve böylece Batı'nın gücü karşısında denge kurulmasını istiyordu.

I. Abdülmecit (1839-1861) ve Abdülaziz (1861-76) saltanatları süresince ve 1839'clan 1876'ya dek etkin olmuş Osmanlı Batıcıları, İngiltere'nin baskısıyla, ki buna Fransa da katkıda bulunuyordu, Tanzimat adı verilen reform dönemi çerçevesinde hareket ettiler. Tanzimatçılar özellikle devlet yöneticileri, diplomat, vali ve nazırlardan oluşmaktaydı. Tanzimat reformları, kendilerini bürokratik bir oligarşi oluşturmakla suçlayıp yerlerini almaya, onlardan da ileri giderek İmparatorluğu Batılılaşmanın üçüncü evresine sokmayı -yeni anayasal bir rejim kurmayı- amaçlayan bir entelijensiyanın ortaya çıkmasını sağlamıştı. Bu anayasacı aristokratlar 1865 yılında Yeni Osmanlılar adı verilen muhalefet hareketini oluşturacaklardı. Hareket, 1876 devrimiyle başa geçirilen vc 30 Mayıs-1 Eylül 1876 tarihleri arasında V. Murat adıyla saltanat sürecek olan Şehzade Murat'ın ela desteğini almıştı. Ağabeyi gibi hareketi destekleyen Şehzade Abdülhamit, 1876'da tahta geçecek ama anayasacılarin arzuladıklarının lam karşıtı bir siyaset güdecekti. Yeni Osmanlılar hareketi başlangıçta, Mehmet Ali Paşa'nın torunu Mısırlı Bey Murat Fazıl (1829-75) tarafından finanse edilecekti.

İmparatorluğun dışında, Krallıktaki Yunanlılar arasında faaliyet gösteren Doğucu partinin (Rus yanlısı tutumunu terkederek) 19. yüzyılın ortasından itibaren aktif bir Türk yanlılığına yönelmesi, Slav milliyetçilikleri ve Yunanistan'ın kopması sonucu zedelenmiş Balkanlar'daki Osmanlı birliğine geri dönülmesi umutlarını yeniden yeşertecekti. Yunanistan ile italya arasındaki İyon Denizinde yer alan Kephallenia Adası'nda doğup ölmüş olan Yunanlı siyaset adamı Georgios Typaldos-lakovatos'un (1813-82) yürüttüğü faaliyet buna bir örnektir, lakovatos, 1850-63 arası İngiliz hakimiyeti altındaki İyon Adaları parlamentosunda mebustu. 1863'te İngiltere bu adaları Yunanistan'a bırakınca 1864'den itibaren Yunan Krallığı parlamentosunda milletvekilliği yapmaya başlayacaktı. Doğucu partinin en radikal yandaşları arasındaydı ve koyu bir dindardı. Aslında Ortodoksluğu ulus fikrinin önüne geçiren bir Ortodoks Hıristiyan fundamentalistiydi. Düşünceleri Namık Kemal'inkine çok yakındı ve aynı onun gibi Rum Ortodoksları ve Müslüman Türkleri içeren bir Osmanlı yurduna inanıyordu. Yunan milletine değil, Yunan Krallığının yalnızca onda birini temsil ettiği "Romiosini"ye (Rumluk) inanıyordu. En geniş sınırları içinde Osmanlı İmparatorluğumun (ve ondan önce de Büyük İskender ve Bizans İmparatorluklarının) içerdiği

Yeni Osmanlıların en tanınmışı, aristokrat yazar Namık Kemal'dir (1840-88). Tanzimat reformlarını yönetenleri, yürüttükleri politikalarla Batı ekonomisinin ülkeye sızması193 137


bu "Ortodoks Irk"a Rusları dahil etmiyordu. Aslında 1850'ye doğru Rusların Güneye inişleri ve yükselen Panslavizm tehdidi karşısında lakovatos'ta "Rumluk" biçimini almış bir 'Panhelenizm" ortaya çıkmıştı. Türklere dair fikirleri şunlardı. Politik rakipleri onu "Türkomani" içinde olmakla suçluyorlardı. Antik Çağ'dan itibaren Doğu Akdeniz'de "Türk'ün ayağını bastığı her yerde Romiosini" olduğunu iddia ediyordu. 35 Yunanlılarla Türklerin aynı ırksal ve dinsel kökenden geldiklerini iddia ediyordu. Buna ilişkin kuramı şöyleydi. Türkler "Eski İranlı"lardı ve Yunanlılar da "İran ve Tataristan'dan gelme göçmenlerdi", yani sonuçta Yunanlılar "Eskiden ve şimdi de İranlıydılar". Yani ırk açısından bakıldığında Türkler ve Yunanlılar aynı ırk ve dildendiler. Bu nedenle Türkçe'nin bir Ural-Altay dili olduğunu iddia etmek anlamsızdı. Aynı Yunanca gibi Türkçe de bir Hint-Avrupa diliydi. İakovatos bu iddiasını kanıtlamak için Farsçayı incelemeye girişecekti. Ona göre Bizanslılar tüm bunlardan haberdardı ve bu nedenle Türkler ve Bizanslılar aynı simgeleri -örneğin Hilalikullanıyorlardı. Zaten ona göre Türkler Bizans geleneğine Yunanlılar'dan daha iyi sahip çıkmışlardı. Yine bu nedenle Yunanlıların da Hilali sembol olarak kullanmaları gerekmekteydi. İakovatos tüm bu düşüncelerini Yunan parlamentosunda korkusuzca ifade etmekten çekinmiyordu. "Osmanlı" adına karşı çıkıyor, İmparatorluğun tüm yurttaşlarını "Türk" diye adlandırmayı öneriyordu. Çünkü "Yunanlıların adı olan şerefli Türk adı kullanılmalıydı." Bu ad antik çağlardan süzülüp gelmişti. "Türklerin ataları burada oturuyorlardı. Yalnızca din değiştirmişlerdi. Zaten Latin yazar Pline, de Gens, Turcorum noblissima (En soylu Türk in35 Georgios Mctalleos, Politike kai Theologia: İdeologia kai pragse (ıı rizospastc politikti Georgiıı Typaldou-lakovatu ("Siyaset ve Tannbilim: Köktenci Georgios Typaldos-lakovatos'un İdeoloji ve Praksisi"), Katerini, Tertios, 1990, s. 263. 194

sanları)ndan bahsetmekteydi", "Asya'dan gelen Türkler"in de varlığını kabul etmekle birlikte, Türklerin Ege bölgesinin "çok eski bir halkı olduğunu" yazıyordu. Nasıl ki Hıristiyanlığa geçen eski Yunanlılar Yunanlılıkta kaldılarsa, Müslümanlığa giren Türkler de Yunanlılığı sürdürmüşlerdi. Peygamber Muhammed'in hocası, Mezopotamya'dan (Irak) gelmekte olan "Georgias adlı bir Ortodoks keşişiydi", "Ortodoksluğun gömüldüğü içler acısı durumu gören bu keşiş Ortodoksluğu yeniden düzenlemeyi düşünmüş ve düzenleyici kişiliği Muhammed'de bulmuştu. Muhammed'in yönetimi altında Yunan milleti, dini ve kilisesi korunmuştu." İakovatos, Şehirler Şehri İstanbul'un Türklerin elinde olduğu sürece güvenlikte olduğunu yazıyor ve şu soruyu soruyordu: "Yunanistan niçin İstanbul'u ele geçirmeye çalışsın? Başına Ortodoks Hıristiyan bir kral geçirmek için mi? Sultan zaten Hıristiyan değil midir? Sultan, Müslümanlar ve Şeyhülislâm, Ruhullah (Allah'ın Ruhu) adını verdikleri İsa'ya inanmıyorlar mıdır? Yani Sultan Hıristiyan bir Kraldır. Müslümanlar da Hıristiyanların kardeşidir." Ona göre Müslümanları kardeş saymayan Ortodoks, gerçek bir Hıristiyan değildir. Bu nedenle Rus Çarı, Ortodoks ve Yunanlıları "Türk kardeşlerinin kanını dökmeye" yönelten kudurgan düşmanlık politikasına son vermelidir. Sonuç olarak İakovatos Atina'da Millet Meclisi kürsüsünden Osmanlı İmparatorluğu'nun Türk-Yunan Konfederasyonu şeklinde yeniden kurulması önerisini sunacak ve 25 Kasım 1880'de Yunanlı vekiller önünde yaptığı konuşmada şu sözleri sarfedebilecektir: "Türklerle birlik istediğim için benim Türklerin çıkarma çalıştığımı iddia edebilirsiniz. Eğer Türkiye de daha doğru düşünmeye çalışırsa onlara da ülkeyi oluşturan tüm halkların bir Türk devleti çatısı altına sokulması önerisini getirebilirim."36 36 a.g.e., s. 264-272. 195


Osmanlı İmparatorluğu'nun 1838'de Batı emperyalizminin iştahına "açılması", imparatorluktaki bir kısım önemli Yunanlı işadamının Doğucu partiyi ve Osmanlı yurdunu savunmaya girişmesi sonucunu doğuracaktı. Bunlara örnek olarak, 1872'de Banque de Constantinople adını taşıyan ve Banque Syngros Koronios et Compagnie'nin devamı olan Osmanlı-Yunan Bankası'nın kurucularından Stefanos Skuludis'i verebiliriz. Skuludis, Batılıların küçümseyici bir şekilde "Galatalılar" diye adlandırdığı ve eski tekellerini iyi kötü korumaya çalışan İstanbullu işadamları sınıfına dahildi. Fransa'nın İstanbul büyükelçisi Fournier, dışişleri bakanına 3 Ocak 1879'da gönderdiği bir resmi yazıda Galatalı bankerler hakkında şu satırları yazmaktadır: "(Bunlar) paşalar rejiminden ve keyfi yönetimden sonra -hatta belki de onlardan bile önce- Türkiye'nin başındaki en önemli afetlerdendir."37 Bu değerlendirme, Fransız diplomatın zihninde politik liberalizm savunusunun Galatalı bankerlerin rekabetinden rahatsızlık duyan Batılı işadamlarının çıkarlarına nasıl bağlandığının açık bir kanıtıdır. Elbette ki bu rekabet Batılı devletleri çok da kaygıya düşürmüyordu. Onları bertaraf etmeden önce bir süre de yanlarına yardımcı olarak alacaklardı. Şubat 1875'te İmparatorluğun ayrıcalıklı bankası haline gelmiş lngiliz-Fransız Osmanlı Bankası'na karşı verdikleri mücadelede Skuludis'in finans şirketlerini ve Bancjue de Constantinople'u -Osmanlı hazinesinin Ekim 1875'te iflas etmesinden sonra bizzat Sadrazam Mahmut Nedim Paşa destekliyordu. Hatla Credit Lyonnais'nin İstanbul acentası müdürü Mercet'nin dediğine bakılırsa, Mahmut Paşa, kabinesini Skuludis'in projelerini gerçekleştirmesini sağlamak üzere düzenlemişti. Ama 10 Mayıs 1876'da patlak veren 37 Jean Bouvier, Le Credit Lyonnais de 1863 â 1882: Les Annees de Formation d'Une Ban c/ut de Depols ("1863'ten 1882'ye Credit Lyonnais: Bir Kredi Bankasının Oluşum Yılları"), Paris, imprimerie Nationale, 1961, s. 683. 196

devrim sonucu Sultan iki güne kalmadan Mahmut Paşa'yı görevinden almak zorunda kalacaktı. Girişimin başarısızlığa uğradığım gören Skuludis ise Atina'ya yerleşerek politikaya atılacak ve 1915-16 arasında Yunan Kralı Konstantinos'un başbakanlığını yapacaktı. Temmuz 1878'de İngiltere'nin İstanbul büyükelçisi Layarcl, imparatorluktaki en zengin Yunanlılardan biri olan ve yeni Sultan lI.Abdülhamit'in kişisel bankeri Georgios Zarifis'le yaptığı gizli görüşmeyi hükümetine rapor ediyordu. Zarifis, ingiliz büyükelçisine Sultan'ın yakınmdakilerle konuşup ilkede onaylattığım söylediği bir tasarıyı sunuyordu. Bu tasarı Yunanistan'ın Osmanlı İmparatorluğu ile birleşerek Avusturya-Macaristan örneğindeki gibi iki başlı bir imparatorluğun kurulmasını içeriyordu. Tesalya, Epir ve Makedonya Yunanistan'a bağlanarak, genişletilmiş ve Osmanlı Sultanı'nın süzerenliği altına sokulmuş bir Yunanistan Krallığı oluşturulacaktı. Bu Krallık kendi kurumlarına sahip olacak ve İmparatorluk yönetimine de katılacaktı. Ama bunun için Yunanistan Kralı I. Georgios'un istifa etmesi gerekiyordu. Zarifis İngiltere'nin Kralı tahttan çekilmeye ikna edebileceğini düşünüyordu. Layard, ilginç bulduğu tasarıyı hemen reddetmiyordu. Ama İngiliz Hükümeti'nin Sultan'ın onayı olmadan bu tasarı için baskı yapamayacağını belirtiyordu. 20 Ekim 1872'de İstanbul'da Osmanlı tahtının varisi Şehzade Murat Farmason locasına girmişti. Tören Fransa'daki Grand Orienl -Büyük Doğu- locasının desteğiyle kurulan Hc Proodos (ilerleme) locasında yapılmıştı. Locanın başında Venerable (Masonların Loca başkanına verdikleri ünvan) olarak İstanbullu Yunanlı işadamı Kleanthis Skalieris vardı. Tören büyük bir gizlilik ve Fransız avükat Louis Amiable'in evinde yapılmıştı. Locanın 68 üyesinin çoğunluğunu Yunanlılar ve aralarında Namık Kemal'in de bulunduğu Türk197


ler oluşturuyordu. Kasım 1873 ve Eylül 1875'te de Sultan I. Abdülmecid'in 6. ve 4. oğullan, Murat'ın kardeşleri Şehzade Nurettin ve Kemalettin de He Proodos'a gireceklerdi. Saray ve devletin çok sayıda üst düzey görevlisi de bu mason locasına dahildi. Loca başkanı Skalieris, İstanbul'un önde gelen Fenerli ailelerinden birine mensuptu. 20 Kasım 1833'te doğan Skalieris, aynı şehzade Murat gibi Türk-Yunan Konfederasyonu fikrini savunuyordu. Sultan II. Abdüllıamit'in tuttuğu gizli notlara bakılırsa ağabeyi Murat zamanının büyük çoğunluğunu Skalieris ile geçiriyor, öğlen yemeklerini onunla yiyor hatta ona saraya -ve hareme- girme hakkı veriyordu. Murat ve Skalieris yanlarında yakın arkadaşları olduğu halde gece geç saatlere dek ülkenin geleceği hakkında konuşuyorlardı. Şehzade Murat, artık akıl hocası haline gelmiş olan Skalieris'in Pera'daki evine iade ziyaretlerinde bulunuyordu. Skalieris Slav karşıtıydı ve Panslavist hareketin etkisi altında İmparatorluğun parçalanmasının aynı Türkler gibi Yunanlılar için de kötü olacağını düşünüyordu. Yeni Osmanlıların aktif bir üyesiydi ve hareketin, İstanbul'daki İngiliz büyükelçisi Sir H. Elliot ile ilişkisini kuruyordu. Gelişen her olaydan Elliot'u haberdar ediyordu. Bu çok değerli bilgiler sayesinde büyükelçi, diplomatik faaliyetlerini düzenliyor ve Abdülaziz'in tahtından edilmesine katkıda bulunuyordu. 1872-74 arası Yunanistan başbakanlığı yapmış olan Epaminondas Deligeorgis de farmasondu. Deligeorgis "Doğu'nun yine Doğu tarafından yenilenmesi"nin ön koşulu olarak Yunanlılarla Türklerin biraraya gelmesi fikrini ortaya atıyordu. 1876 devrimi softalara para vererek hükümete karşı gösteri yaptırtmış olan Balı yanlılarınca gerçekleştirilmişti. Anayasa, 23 Aralık 1876'da ilan edilecekti. Aynı 1839 Tanzimat hareketinin mimarı Mustafa Reşit Paşa gibi bu devri198

min mimarı Mithat Paşa da İngiliz yanlısıydı. Mithat Paşa, Namık Kemal ve Yeni Osmanlıların, bir anayasanın gerekli olduğuna yönelik fikirlerine katılıyordu. Ama bu, onun Namık Kemal'in tüm likirlerini paylaştığı anlamına gelmiyordu. Çünkü Namık Kemal Batı emperyalizmine güvenmezken, Mithat Paşa her şeyden önce bir İngiliz yanlısı ve tüm Tanzimat reformcuları gibi bir Batıcıydı. İki politik şahıs arasındaki bu farklılık, Namık Kemal'in fikirlerini 1876'da desteklemiş olan yeni hükümdar II. Abdülhamit taralından sömürülecekti. ingiliz hükümeti gibi Mithat Paşa ela, Osmanlı hükümetinin büyük oranda ademi-merkezileşmesi gerektiğine inanırken, Namık Kemal ve Türklerin büyük çoğunluğu bunun İmparatorluğun Büyük Güçler'ce parçalanmasını kolaylaştırmaktan öte yarar sağlamayacağını düşünüyordu. Mithat Paşa'nın Batı yanlısı liberalizminin mirasçısı olan ingiliz muhibi Prens Sabahattin ele imparatorluğun ademi-merkezileşmesinden yanaydı ve görüşlerini "idari ademi-merkezileşme ve hür teşebbüs fırkası" dolayımıyla savunuyordu. Sonu 1908 yılındaki askeri ayaklanmaya varan devrimci hareket 1889'elan itibaren hem yurtiçinde -1889-97 arası İstanbul, 1906-08 arası Selanik'te- hem de yurtdışında -18891908 arası Paris'le ve ayrıca Cenevre ve Kahire'de- örgüllenmişti. Bu kenllerde çok sayıda devrimci örgüt kurulmuşsa da, bunların arasında 1889-1908 boyunca süren her kaynaşmanın ardından biraz daha belirginleşen, İstanbul'da kurulup Paris ve Cenevre'ye taşman biri, fitili ateşleyen örgüt olacaktı. Bahsettiğimiz örgüt, Osmanlı Ittihacl ve Terakki Cemiyeti'dir. "Jön Türk" tanımlaması ise 1865'ten itibaren Sultan'ın despotizmine muhalefet eden liberallerin tümünü kapsamaktadır. 1895'le Paris'te yayınlanan örgüt programı, cemiyetin amaçladığı devrimin baştan itibaren 1789 Fransız Devriminden örnek alındığını göstermekledir. Abdülha197


mit'in anayasayı rafa kaldırması nedeniyle ancak 1877-78 arası çok kısa bir dönemde yaşanan parlamenter rejimin yeniden kurulması yoluyla, politik gücün burjuvaziye -salt Türk burjuvazisine değil, Osmanlı ülkesinin tümünün burjuvazisine- verilmesi amaçlanmaktadır. Devrimciler ana olarak, Osmanlı lmparatorluğu'na göç etmiş olan Rusyalı Türk-Tatar burjuvazisi tarafından olduğu kadar, halen İmparatorluğa dahil olan Yunan-Ermeni ve Yahudi burjuvazisinin fraksiyonu tarafından da desteklenen Türk küçük burjuva çevrelerden gelmekteydiler. Bu grup başarılı olmak için Osmanlı ordusundaki genç burjuva subayların da desteğini kullanacaktı. 1908 yılına dek aralarındaki anlaşmazlıklara rağmen tüm devrimci Jön Türk grupları savaşımın herhangi bir Türk milliyetçiliği değil, Osmanlı yurttaşlığı uğruna verilmesi gerektiği düşüncesinde birleşiyorlardı. Ayrılık, bu Osmanlı "millerinin politik olarak üniter ya da federal yapıya sahip olması tartışmasından doğuyordu. Üniter olması gerektiğini düşünen İttihatçılar başarıya ulaşacak, federalizmi destekleyen Jön Türk liderlerinden biri olan Prens Sabahattin (1877-1948) ve Liberaller, soıı kertede devrim üzerinde etki sahibi olamayacaklardı. Ayaklanma 23 Temmuz 1908 tarihinde Rumeli-Makedonya'da patlak verdikten sonra Cemiyet, artık etkisi olamayacağına inandıkları II. Abdülhamit'i anayasal hükümdar sıfatıyla tahtla bırakmakta sakınca görmemişti. Ama hükümdar, 13 Şubat 1909'a dek hükümeti yöneten liberallerle İttihatçılar arasındaki anlaşmazlıktan yararlanarak 13 Nisan 1909'da İstanbul'da patlak veren karşı devrim lehine kendi gücünü artırmaya çabalıyordu. Karşı devrimi, Selanik'ten gelen ordu bastıracak, Abdülhamit tahttan indirilecek ve yerine, 1918 yılındaki ölümüne dek Cemiyet'in kuklası olarak kalan kardeşi V Mehmet getirilecekti. 200

Osmanlı Imparatorluğu'nda olduğu kadar Atina'daki devlette de Yunan halkının tamamı 1908 Devrimi'ni çılgın bir coşkuyla karşılamıştı. Oysa devrimin ilan ettiği çokuluslu üniter devlet ilkesiyle aynı devrimin ülke içinde ilan etliği ulusların eşitliği ilkesi arasındaki temel karşıtlık gözlerden kaçmış olmalıydı. Zaten Yunanlılar, Türk ve Yunanlılar arasında eşitlik hedeflerken bu eşitliği Bulgar ve Sırplara yaymak niyetinde değillerdi, düşledikleri Slavların tabi olacağı bir Türk-Yunan imparatorluğuydu. Yunanlı subay Athanasios Suliotis (1878-1945), 1908-12 yılları arasında İstanbul'da Yunan milliyetçiliğinin teorisyeni lon Dragumis (1878-1920) ile sıkıca işbirliği yapan Osmanlı parlamentosundaki Yunanlı mebusların Ikumeni Patriği'nin ve Atina Hükümeti'nin desteğini almış olan İstanbul Örgütü (Organosis tes Konstantinupoleos) adlı gizli bir örgüt kurmuştu. Suliotis'in eyleminin ideolojik temelini Helenotürkizm oluşturmaktaydı. Suliotis, ne Jön Türkler ve Rigas'ın Bizans-Osmanlı Ikumeniciliğini, ne de Megali ldea'nın ayrılıkçı Yunan milliyetçiliğini destekliyordu. Onun ideolojisi bu ikisinin karışımıydı: yani Doğu Akdeniz'in temel kültürel kimliği ve bölgeyi oluşturan temel millet gerçeklerinin her ikisini birden hesaba katıyordu. Tek bir Bizans ya ela Osmanlı "millet"ine değil, Türk ya da Yunanlı gibi, ayrı ama yine de Ege dünyasının kültürel kimliğini korumak üzere bir konfederasyon bünyesinde birleşmesi gereken milletlere inanıyordu. Bu konfederasyon gerçekleştirildikten sonra bir "Doğu Irkf'nın yaralılmasıyla uluslarüstü ikinci evreye geçilebilirdi. Ama 1912-13 Balkan Savaşları, Türk-Yunan konfederasyonu tasarılarına son verecekti. Eserlerinin çoğunluğunu 1911 yılından sonra kaleme almış olan Türk milliyetçiliğinin babası Ziya Gökalp (1876-1924) bir Batıcı değildi, islâm dininin savunusunu da içeren milliyetçi ideolojisi Türkçülük onu aynı Dragu137


mis gibi, aşırı Batılılaşma yanlılarıyla saf Doğu geleneğine geri dönmek isteyenlerin tam da arasına yerleştiriyordu. Gökalp'ten Mustafa Kemal'e (1881-1938) dek Batı yanlılarıyla, Batı'nın her ne şekilde olursa olsun ülkeye girmesine muhalefet edenler arasındaki kavga tekrarlanacaktı. 19. yüzyılda Namık Kemal, Tanzimat'ın Batıcılarıyla II. Abdülhamid'i destekleyen Doğucular arasında her iki tarafa da mesafeli bir yol çizmeye çabalamış ama temel olarak Batıcılardan uzaklaşmıştı. 1908'clen sonra ise Liberaller ile İttihatçılar arasında gelişen kavgada Ziya Gökalp ittihatçılara yanaşacak ve ideolojilerinin esin kaynağı olacaktı. En güçlü ve oldukça radikal İttihatçı lideri Enver Paşa, İmparatorluğun bağrında Batı nüfuzunun simgesi olarak duran kapitülasyonları 9 Eylül 1914'te yürürlükten kaldırarak kendinden önceki II. Abdülhamit gibi Panislâmcılığa kayınca, İttihatçılar içindeki Batı karşıtı eğilim net olarak belirecekti. Ama Türk olmayan Müslümanların İngiliz-Fransız Batı'nm saflarında İmparatorluğa karşı savaştıklarını gören Enver Paşa Panislâmcılığı terkederek Rusya Türkleri'nin; İstanbul'a sığınmış Yusuf Akçura'da (1876-1935) cisimleşen ve Osmanlı ile Rusya Türkleri'ni birleştirecek bir devletin kurulmasını öngören Pantürkçülüğe çark etti. Enver Paşa, Pantürkçülük davası peşinde Özbekistan'da Kızılordu'ya karşı savaşırken 1922 Ağustos'unda öldü. Batıcılar ve Doğucular arasındaki kavga, 1908'de Liberaller ve İttihatçılar arasında meydana gelmiş olanı andıracak şekilde Atatürk'ün 1919-22 yılları arasında yürüttüğü İstiklal Savaşı süresince yeniden belirecekti. Batıcılar 17 Kasım 1924'le Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adıyla bir muhalefet partisi örgütleyecekti. Mustafa Kemal'in partisi ise 9 Ağustos 1923'te kurulacak ve Cumhuriyet Halk Fırkası adını alacaktı.

şüncesini ilk sıraya yerleştirenler -ki bunlara modernist Doğucular diyebiliriz- din sorunu ile karşı karşıya kaldılar. İslâm halkın ruhuydu ama aynı zamanda onun kurumları, vatanın gelişmesinin önünde bir engel haline gelmişlerdi. Vatanı, ruhuna ihanet etmeden dinin boyunduruğundan nasıl kurtarmalıydı? Başa çıkılması neredeyse imkânsız olan bu güçlük karşısında İslâm'ı aşama aşama terkederek Batı Uygarlığının benimsenmesine olanak tanınması, bu yolla Batı'nm bizzat kendi silahlarıyla mağlup edilmesi amaçlandı. Batı'nın tamamen Batılılaşmış bir ülkeye karşı yapacağı bir şeyin kalmayacağı düşünülüyordu. Böylelikle kendini Batı karşıtlarına bile benimsetmeyi başaran Batılılaşma sürecinin geri dönülemez olduğu gibi bir durum ortaya çıkmıştı. 1 Kasım 1922'de monarşi sona erdi. Böylelikle tahttan indirilmiş olan VI. Mehmet, İstanbul'dan 17 Kasım günü kaçtı. Hemen ertesi günü kuzeni II. Abdülmecid, imparatorluk ünvanı verilmeksizin yalnızca halife ilan edildi. 29 Ekim 1923'te başkenti Ankara olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. 3 Mart 1924'te halifelik de kaldırıldı. 19. yüzyılda Balkan, 20. yüzyılda da Arap devletlerinin kurulmasından sonra, İmparatorluğun son mirasçısı olan Türkiye kurulmuş oluyordu. Daha sonra bunlar arasından yalnızca Türk ve Yunanlılarda -yani imparatorluğun konumundan en çok yarar sağlamış iki halkta- Osmanlı İmparatorluğu özlemi doğacaktı.

Namık Kemal ve Gökalp'ten Atatürk'e dek "vatan" dü203

137


Sondeyiş

137

İkibin yıllık Bizans-Osmanlı İkumeni İmparatorluğunun yıkılışının, halkı, özellikle de Türkler ve Yunanlılar üzerine etkisi derin olmuştur. Büyük Konstantinos'un 1147 yıl sonra (306-1453) 470 yıllık bir dönem için Osmanlı hanedanına kaptırdığı taht bu kez varis bulamamıştı. Büyük Yunanlı yazar Nikos Kazancakis, durumu şöyle özetler:

"Tüm Yunanlılar Yunanistan'a, tüm Türkler Türkiye'ye!... Tüm köy inliyor... Çünkü ruh, büyük acı ve eziyetlerle tanışıp toprak ve sudan ayrılıyor... Bizi toprağımızdan koparıyorlar. Bunun sorumlularına lanet olsun! Tüm köy ellerini göğe kaldırıp onu yankıladı. 'Bunun sorumlularına lanet olsun! Bunun üzerine tüm köylüler yumuşak ve nemli toprağı öperek yerlerde yuvarlanmaya başladılar. Toprağa başlarını, yanaklarını, boyunlarını sürüyor, onu tekrar öpebilmek için secdeye varıyorlardı."1 1923 yılı, 1821'de başlamış yüzyıllık Türk-Yunan savaşının sonucu olmuştur. 1923 yılı, özgür bir politik tercih 1 Nikos Kazancakis, Hoi aderfofades (Fransızca Çevirisi, Les Freres Enııemis, Düşman Kardeşler), Paris, Plofl, 1965, s. 15-19. 204


üzerine kurulmuş bir askeri girişimin mantıksal sonucudur. Bu tercih neydi? lon Dragumis'in partizanları çokuluslu Osmanlı İmparatorluğu üzerine dağılmış Yunan ulusunu geliştirmek, bunu gerçekleştirmek için de İmparatorluğu kademeli olarak Slavları dışarıda bırakacak bir Türk-Yunan konfederasyonuna dönüştürmek istiyorlardı. Elutherios Venizelos yanlıları ise, Yunan ulusunu tamamen 'Yunan' bir devletin çatısı altında toplamak ve sınırları alabildiğine geniş tutmak niyetindeydiler. Bu niyetlerini de 'Megali İdea' olarak adlandırıyorlardı. 1821'de varolmayan Yunan devleti, güçlü bir ayrılıkçı hareket sayesinde, İmparatorluğa zarar verecek şekilde Tesalya'nın kuzeyine kadar genişlemişti. Bu henüz mütevazi boyutlar, Megali ldea'mn yeni takipçisi Venizelos'un 19 Ekim 1910'da Atina'da başbakan olduğunda devraldıklarıydı. Venizelos iktidara gelir gelmez İmparatorluğa karşı savaş hazırlıklarına başladı. Arkadaşlarına şöyle demişti: "Topraklarımız iki yıl içinde iki katına çıkmalı, bunu başaracağız." 18 aydan az bir zamanda da Yunan kara kuvvetlerini iki katına çıkarmıştı. Balkan ittifakı politikası sonucu Venizelos, kendini Rumeli'nin -İmparatorluğun Avrupa bölümünün- Balkan devletleri arasında paylaşılması işine vermişti. Oysa Yunanlılar yüzyıllardan beri Balkan bölgesi boyunca -özellikle de burjuvaziyi oluşturdukları kentlerde- yayılmışlardı. Paylaşım, Sırp ve Bulgarların eline geçecek bölgelerde bu Yunanlı burjuvaziyi yokedecekti. Bu, Venizelist nüfus mübadelesi politikasının başlangıcıydı ve bu politika, 1923'te Helenizmin tüm Balkan ve Yakın-Doğu bölgesinden koparılması ve daha küçük bir alana sahip bir Yunan devleti çatısı altında toplanmasıyla sonuçlanacaktı. Venizelistlerle anti-Venizelistler arasındaki çok ciddi fikir ayrılışının temelinde de bu politika yatmaktaydı. Venizelos'un planı, 1912'de Yunan206

Bulgar anlaşmasının imzalanmasından az önce açıkladığı şekliyle şöyleydi: "Türkiye'ye karşı harekâtlar yüksek olasılıkla şu şekilde yürütülecektir: Bulgarlar güçlerini Edirne ve Meriç Nehrine (Evros ya da Maritsa) yöneltecekler. Sırplar Üsküp'e (Skopje) yönelecekler. Biz de Thessaloniki (Selanik) ve Serres'e yürüyeceğiz. Oraya zamanında varacağız. Paylaşım, askeri işgal temel alınarak yapılacak." 2 Başka bir deyişle halkların kaderi silah gücüyle belirlenecekti. Ion Dragumis ise bu tür bir politikaya karşıydı. Slavlarla paylaşmak için Osmanlı İmparatorluğu'na saldırmak ona göre Yunan mirasına saldırmak ve yalnızca bir parçasını almak demekti. Aynı şekilde, yoldaşı Athanasios Suliotis-Nikoliadis de Balkan ittifakını lanetliyordu. Onun için Osmanlı İmparatorluğu Doğu ile Batı arasındaki Arabölge'nin merkezi, "Doğu uygarlığı"nın emanetçisiydi. Orası, Yunanlının eviydi. Kendi evini yağmalamak için Slavlarla ittifaka girmek delilikti. Paylaşım, o evin, yani Arabölge ve uygarlığının yıkımı demekti. Sonuç itibariyle yıkıntılar üzerinde hüküm sürecek olan Batı'ydı. General loannis Metaxas da daha sonra Venizelos'a karşı aynı iddiada bulunacaktı: Venizelist paylaşım politikası Helenizmi parçalamış ve zayıflatmıştı. 1912 yılında, Balkan savaşları öncesi İmparatorluğun Avrupa bölümü -Rumeli- ekonomik açıdan en zengin ve kültürel açıdan en gelişmiş bölgeydi. İzmir istisna olmak üzere, İmparatorluğun bütün yaşamı istanbul ve Thessaloniki (Selanik) arasında yoğunlaşmıştı. Sonuçta bu bölgenin nüfusu yalnızca Bulgarlar, Yunanlılar ve Sırplardan oluşmuyordu. Nüfusun önemli bir kısmı da Türktü ve bunlar Anadolu'ya kaçmak zorunda kalmışlardı. Bir yıl sonra 1913'te çoğunluğu Rumelili olan ve İmparatorluğun politik hakimi durumundaki İttihatçılar istanbul ve Doğu Trakya dışında 1 Georgios Veıuiris, He Hcllaslu 1910-1920 Pyrsos, 1931, cilt l , s . 93.

("1910-20'de Yunanistan"), Atina,

137


bütün Rumeli'yi ve özellikle de 1908 devrimindeki merkezleri Selanik'i kaybetmişlerdi. Hayati önem taşıyan bu bölgenin kaybedilmesi, İmparatorluk için eşi benzeri olmayan bir felaketti. Ayrıca gayrimüslim nüfusun önemli bir bölümünün yitirilmesi sonucu sözde "Osmanlı ulusu", Anadolu'ya sıkışacak ve çokuluslu niteliği epey azalmış halele, Hıristiyandan çok Müslüman bir niteliğe bürünecekti. Bunun sonucunda da 1914 itibariyle Panislâmizm önem kazanacaktı. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, 13 Şubat 1914'de büyük güçler 1. Balkan savaşında Yunan güçlerince işgal edilmiş olan Anadolu kıyısındaki Ege adalarının çoğunun İmparatorluktan alınıp Yunanistan'a verilmesi gerekliğine karar verdiler. Oysa İstanbul, Chios (Sakız) ve Lesbos (Midilli) adalarının Anadolu'nun ayrılmaz bir parçası olduğunu belirtiyor ve ilhaka karşı çıkıyordu. Böylece 1914 yılında Anadolu kıyısındaki bu adalar nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu ve Yunanistan arasındaki gerilim tehlikeli bir şekilde artacaktı. Hakimiyeti ele geçirmek amacındaki iki ülke, deniz kuvvetlerinin güçlendirilmesi yarışına girdiler. Tüm bunlar, 1914'te Anadolu'ya kaçan Türklerin ters yönüne doğru kaçan Yunanlı mülteciler sorununun ortaya çıkmasına neden oldu. O döneme tanık olan bir yüksek düzeyli memur, yaşadıklarını şöyle anlatmaktadır: "1914 yılının güneşli bir nisan sabahı, maliye müfettişi olarak görev yaptığım Thessaloniki'de eski Splendid Otelinin penceresinden bakarken şu olaya tanık oldum. Selanik Limanı (...) birdenbire kimliklerini belirtmeksizin geceleyin gelen gemilerle dolmuştu... Sonradan öğrendik ki, Jön Türk hükümeti Ege adalarının boşaltılması için Yunanistan'a baskı yapmak amacıyla, Makedonya ve Batı Trakya'nın dört bir yanından Türkiye'ye hücum etmiş Müslüman mültecileri yerleştirmek için çok sayıda Trakya köyünden ve Edremit'ten (Adraınutti) Fethiye'ye (Makri) dek Küçük Asya kıyılarından Yunan nüfusunu kov208

muştu. Bütün bu insanlar, bir sürü gibi gemilere tıkılmış ve bir kışını Selanik'e ve bir kısmı da Kavala'ya gönderilmişti. "3 Balkanların paylaşılması politikasının doğrudan doğruya bir nüfus mübadelesiyle sonuçlanacağını öngörmesi gereken Yunan hükümeti, bu mültecileri karşılamak için hiçbir hazırlık yapmamıştı. Bu olay sonucunda Thessaloniki'de çabucak bir Epitrope Perithalpseos kai Egkatastascos Pıosfugon (Mültecileri Karşılama ve Yerleştirme Komitesi) kurulacaktı. Bu ilk komiteyle oluşturulan model temel alınarak daha sonra 1917'de Purgeion Pronosias (Toplumsal Yardım Bakanlığı), 1918'de Epoikismu (Tarım Bakanlığı'nın İskân Müdürlüğü), 1922'de Perithalpseos (Mültecilere Yardım Bakanlığı), 1924'te Epitrope Apokatastascos Prosfugon (Mültecilerin Yeniden Entegrasyonu Komitesi) ve son olarak ela 1928'de Ugieines (Sağlık Bakanlığı) kuruldu. 1914'de Yunanlı mülteciler Thessaloniki'ye sığındılar ve kiliselerde kalmaya başladılar. Kırsal kesimden gelen aileler ise sakinlerince terkedilmiş Türk ve Bulgar köylerine yerleştirildiler. Yunan nüfusunun bir başka hareketi de I. Dünya Savaşı'nm başında gerçekleşti. Osmanlı İmparatorluğu Almanların safında savaşıyordu. Yunanistan tarafsız gözüktüğü halde Venizelistler tarafından Almanlara karşı savaşa sokulmak isteniyordu. Artık Yunanistan'ın elinde bulunan Ege adalarındaki ve Anadolu'nun batısındaki halkın büyük çoğunluğu Yunanlıydı. Osmanlı ordusunun Alman danışmanları için bu, Yunanistan'ın Fransa ve İngiltere yanında savaşa girmesi halinde büyük bir askeri tehlike demekti. Böyle bir durumda Batı Anadolu'da yaşayan Yunan nüfusu İstanbul hükümetine karşı çevrilebilirdi. Benzeri bir durum Anadolu'nun doğusunda da sözkonusuydu. Burada da İmparatorlukla savaş durumunda olan Rusya, Ermeni nüfusu 3 A. A. l'allis, Anadmme slo ı>ms/ugihı> zcteına ("Mültccilcr Sorununa Yeniden Bakış"), M i lirası i ha Chronilıa, Atina, cilt XI, 1964, s. 23. 197


İstanbul'a karşı kullanmıştı. Bu mantık insani açıdan mahkûm edilmeliyse de askeri danışmanlar bunu yalnızca askeri açıdan meşrulaştırmaktaydılar. Zaten Rusya da II. Dünya Savaşı sırasında Stalin yönetimi altında Alman işgaline karşı aynı yöntemi uygulamaktan kaçınamayacaktı. Ne olursa olsun, İmparatorluğun Anadolu kıyısından, öncelikle de Ege bölgesinden ve Boğazlarla Karadeniz bölgesinden yüzbinlerce Yunanlı, 1915 yılında İngiliz, Fransız ve Yunanlıların muhtemel hedeflerinden uzağa, Küçük Asya'nın içlerine ama aynı zamanda Rus ordusunun faaliyetlerinden -ki gerektiğinde Yunanlılar bunlara da yardım edebilirlerdi- uzağa gönderildiler. Uzman A. A. Pallis, kıyıdan içlere, öncelikle de Sivas, Gümüşhane, Konya ve Diyarbakır tarafına gönderilen Yunanlıların sayısını beş yüz bin olarak verir. I. Dünya Savaşı'nın ve Osmanlı yenilgisinin ardından 1919'da yüz binlerce Yunanlı mülteci kıyı boyunca, özellikle de Yunan birlikleri tarafından işgal edilmiş Ege kıyılarına yerleşmek üzere iç bölgelerden, aynı zamanda Makedonya ve Trakya'dan geri geldi. Bu dönüşlerle ilgili Atina hükümeti tarafından komiserlikle görevlendirilmiş olan A. A. Pallis, birkaç ay içinde Anadolu'nun içlerinden yaklaşık 280 bin kişiyi geri getirmeyi başardığını söyler. Evlerine yeniden yerleşen bu mültecilerin intikam hissiyle dolu olduklarını ve yöredeki Türk nüfusun bundan çok çekindiğini de ekler. 1919'dan 1922'ye dek Yunan birliklerince işgal edilmiş topraklarda Yunanlılarla Türkler arasında gelişen büyük kin, 1922'deki Yunan yenilgisinden itibaren büyük bir kitlenin Yunan ordusundan arta kalanları trajik bir düzensizlik içinde takip ederek Yunanistan'a kaçması sonucunu doğurdu. Doğu Trakya'nın Yunanlı sakinleriyse daha şanslıydı. 29 Eylül 1922 tarihli Türk zaferine işaret eden Mudanya ateşkes anlaşmasının şartları sayesinde bölgenin Türklerce geri alınmasından önce Yunanistan'a kaçmak isteyenlere bir ay210

lık süre tanındı. Doğu Trakya'daki Yunanlıların neden hemen kaçış yolunu seçmiş oldukları kolayca anlaşılıyor. Yunan birliklerinin yenilgisi sırasında Anadolu'daki nüfusun bir kısmı endişeli bir şekilde Türklerin intikamından kaçış yollarını arıyordu. Sözkonusu halk, Karadeniz kıyısında Yunanlılarca Pontos diye anılan bölgenin sakinleriydi. Ama Pontos'un dışarıyla bağlantısı kesilmişti. Bunun üzerine Türkler ve Yunanlılar bir anlaşmaya vardılar. Buna göre, Pontos Yunanlıları Türk gemileriyle istanbul'a, oradan da Yunan gemileriyle Yunanistan'a taşınacaklardı. Bu anlaşma uygulanmaya kondu ve mülteciler, Yunanistan'a geçmeden önce Boğaz'ın Asya yakasında, İstanbul kıyılarındaki muhteşem Selimiye Kışlası'ncla konakladılar. Yeni doğan Türkiye'nin çeşitli noktalarından başlayan bütün bu göçlere rağmen hâlâ Anadolu kıyılarından uzak iç bölgelerde, gitme şansı olmayan önemli bir Yunan nüfus kalmıştı. Bunun üzerine Milletler Cemiyeti mülteciler sorununun etraflıca incelenmesi için bir Norveçliyi, Dr. Fr. Nansen'i İstanbul'a gönderdi. Nansen yeni ve radikal bir çözüm önermeye karar verdi. Bu çözüm, Yunanistan Türkleri ve Türkiyeli Yunanlıların zorunlu -kendi isteklerine bağlı olmayan- mübadelesiydi. Yunanistan ve Bulgaristan arasındaki nüfus mübadelesini düzenleyen 1919 tarihli Neuilly sözleşmesinde, mübadelenin iradeye bağlı olması gerektiği açıkça belirtilmişti. Sonuçta uygulanan Nansen önerisi, Türklerden çok Yunanlıların işine yaradı, çünkü Türkiye'deki Yunanlıların büyük kısmı zaten göç etmişti ve 1913'ten sonra Yunanistan'da kalan Türklerin -ki bu tarihten sonra yerlerini terketmeleri için hiçbir neden yoktu- tarlalarım terketmeleri ve yerlerini Yunanlı mültecilere bırakmaları gerekecekti. Hal böyle iken Türkiye kısa vadeli çıkarlarından daha ilerisini görerek, mübadelenin gerektirdiği bu tür bir özveriyi kabul etmişti. 197


Çünkü amacı, daha önce çok sık bir şekilde sıkıntısını çektiği, ülkede yaşayan azınlıklar bahane edilerek kendisinden toprak talep edilmesi olgusunun önüne geçmekti. Lozan'da imzalanan 30 Ocak 1923 tarihli Sözleşme, Yunanistan ve Türkiye arasındaki zorunlu nüfus mübadelesini düzenliyor ve sadece Batı Trakya Türkleri ile İstanbul ve Çanakkale girişinde bulunan İmroz (İmbros ya da Gökçeada) ve Bozcaada'da (Tenedos) oturan Yunanlıları mübadele dışı bırakıyordu. Bununla beraber, Anadolu'nun doğusundaki Yunanlıların çoğu köylerini terketmek istemiyorlardı. Yunan-Türk savaşının bu bölgeye sıçramamış olmasından ötürü iki topluluk arasında hiçbir çekişme yoktu. Yöre Türklerinin işbirliğiyle bir kısım Ortodoks Hıristiyan Müslümanlığa geçti ve mübadeleden kurtulabildi. Zaten yüzyıllardır bir bölümünü Yunan kökenlilerin oluşturduğu bölgede son olarak kaçak bir şekilde İslâm alemine dahil olan bu kişilerin sayısını kestirmek oldukça güçtür. Her halükârda, bu 1923 sonrası gönüllü din değiştirmeler hakkında henüz hiçbir araştırma yapılmamıştır. Kolayca söylenebilir ki, 1914'te Osmanlı Imparatorluğu'ndaki Yunan nüfusu iki milyon olarak tahmin ediliyordu. Bu nüfusun üçte ikisi Yunanistan'a iltica etti. Doğal olarak da kalanlar savaştan çok çekti ve büyük kısmı ya öldürüldü ya da hastalıklardan öldü. Yaklaşık 120 bin kişi yasal olarak İstanbul, imroz ve Bozcaada'da kaldı. Ama ya diğerleri? 1919 distleri rinden tirmek abartılı

Barış Konferansı'na Yunan hükümetinin propagantarafından sunulan ölçüsüzce şişirilmiş sayılar üzede İmparatorluktaki tüm Yunanlıların sayısını kesdaha da zordur. Anadolu için Justin Mc Carthy bu sayıların nerelere dek gidebileceğini göstermiştir. 4

4 Bkz. "Greek Statislics on Ottomaıı Greek Population" International Journal uf Turl;isil Studies içinde, I (2), Güz 1980, s. 66-76, ve Müslim and Minorities. Tlıe Population of Ottoman Aıtatolia and tlıe End of the empire, New York, 1983. Bu ikinci eserde (s. 1 3 2 - 3 3 ) yazar 1 9 1 2 - 2 2 arasında yalnız Anadolu için hesaplarında yüzde 25'lik bir "kayıp" tespil eder. 212

Zorunlu nüfus mübadelesi sonucu, 1923'ten sonra 192 bin 356 Yunanlı Türkiye'yi, 354 bin 647 Türk ise Yunanistan'ı terketti. Bu sayılar da Lozan sözleşmesinin Yunanistan için daha avantajlı olduğunu kanıtlamaktadır. Aynı şekilde Yunanistan bir milyon 300 bin mülteciyi (700 bin köylü ve 600 bin kentli) kabuk elli dendiğinde, bu nüfusun ezici bir çoğunluğunun mübadeleyle ilgili 1923 sözleşmesinden önce 1913 ile 1922 arasında Yunanistan'a iltica ettiğini de eklemek gerekir. Turkomerites'lerin (Türkiye'den gelen Yunanlıların) Yunanistan'daki mülteciler meselesi üzerine etkisi, mültecilerin yüzde 90'mm Osmanlı İmparatorluğu'ndan geldiği gerçeğiyle ölçülebilir: mültecilerin sadece yüzde 4'ü Bulgaristan'dan, yüzde 5'i Rusya'dan (Karadeniz çevresinden) gelmişti. Bu sonuncular, 1917 Bolşevik Devrimi'nden kaçan Rusya'daki Yunanlı burjuva sınıfının mensuplarıydı. Kalan yüzde 1 ise çeşitli bölgelerden, özellikle de Sırbistan ve Arnavutluk'tan geliyordu. Son olarak, bilinmelidir ki-, mübadele uzmanları kimin Yunanlı kimin Türk olduğunu anlamak imkânsız olduğu için, yüzyıllardır yürürlükle olan ve sadece din temeline dayanan Osmanlı ölçüsünü izlediler. Ortodoks Hıristiyan millet ine dahil kişiler Yunanlı, Sünni Müslüman millet ine dahil kişiler Türk sayıldı. Bu ayrım yapılırken anadil olgusu hiç gözönüne alınmadı. Bugün bile Yunanlı köylü kadınlar yaramazlık yapan kızlarına, "seni imansız" anlamına gelen "seni Türk" demektedirler. Böylece, mübadele sırasında, Giritli Müslümanlar dilleri Yunanca olduğu halde Türk sayılıp Ege'nin doğu kıyısına, Karaman'daki (Kapadokya) Ortodoks Hıristiyanlar dilleri Türkçe olduğu halde Yunan kabul edilip Ege'nin batı kıyısına gönderilmişlerdir. Kapadokya sakinlerinin kendi halindeki yaşamını anlatan Octave Merlier 1970'te şunları yaz137


inakladır: "Eğer Avrupa, devletlerin çatışmasına müdahale etmemeyi ve yılların iman ve deneyimine sahip olan bu insanların kendi düzenlerini kurmalarına izin verseydi, Kapadokya'daki bu küçük mağara adamları kantonu ne harika bir örnek olurdu."5 Elbelle ki müdahale eden Avrupa değil, milliyetçi Megali İdea'yı gerçekleştirmek için İngiliz emperyalizminin çıkarlarına hizmet etmeyi kendi rızasıyla kabul eden Venizelos'tu. Daha da şaşırtıcı olan, politikaları sonucu herşeylerini kaybetmiş olmalarına rağmen mültecilerin neredeyse tamamının, nadir rastlanan bir kolektif mazoşizm örneği göstererek Venizelos'u desteklemeleriydi! 1912-22 Türk-Yunan savaşının büyük zorluklara karşın 1923'te Türkler ve Yunanlılar arasındaki ayrılık, özellikle de bu kardeş savaşının fazla etkilemediği bölgelerde çok acı olmuştur. Bu savaş gerçekten de Türklerle Yunanlılar arasında geçen bir iç savaştı. İşte Kapadokyalı bir Türk'ün tipile bir deyişi: "Aynı zamanda sizin de vatanınız olan vatanımızı terkedişiniz bizi kesinlikle sevindirmiyor. Biz, sevgili Serafim, aynı toprağın çiçekleriyiz. Gidişiniz insanlık dışı ve barbarca... Sizin gibi insanları bulmak ve yaratmak bizim için çok güç olacak. Tek kazancımız, İki Başlı Kartal'ın yarattığı 6 sürekli dertlerden kurtuluyor olmamızdır." İki Başlı Kartal, Yunanlıların İmparatorluğun yönetimine özlemlerinin sembolüydü.

5 I). Petropulos vc H. Andreadis'in La Vie Religieuse dans a Regiım d'AksaıayGel veri (Aksaray-Gelveri Yöresinde Dinsel Yaşam) adlı Yunanca eserinin önsözü, Fransızca öıısöz ve analizi, Atina, Küçük Asya Araştırmaları Merkezi Yayını, 1970, s. 12. 6 Kapadokya-Ürgüp'ûıı güneyindeki Damsa (Muslafapaşa ya da Sinasos) adlı küçük bir kentten gelen Serafiııı Rizos'uıı anlattıkları, Rizos, 2 Ekim 1924'tc zorunlu mübadele nedeniyle yurdundan ayrılmıştı. Küçük Asya Araştırmaları Merkezi, ile Exudos (Göç), Atina, 1982, cilt 2, s. 300. 214


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.