ERMENİ DOSYASI (Derleme)
1Ermeni Tarihi Dersi Soykırım ve Tazminat 2Türk milliyetçiliği olmasaydı da Ermeni Soykırımı yapılabilirdi
3 1915 Ermeni Soykırımı, Soykırım ve ErmeniKürt İlişkileri ile Kürtlerin Ermeni Soykırımına İştiraki Meselesi
1-Ermeni Tarihi Dersi ve Soykırım MÖ 399 tarihinden öncesine ilişkin çok net bilgimiz yok. Fakat bu tarihten itibaren Ermeni dilinin egemen dil olduğunu biliyoruz. Yanı sıra birtakım başka diller de konuşulmuş, çeşitlilikler olmuş. Kürtlerin ataları olan İrani kavimler de bu tarihte bu bölgede ismen geçiyor ya da bir şekilde varlıklarını biliyoruz. MS 300 yılı civarında Ermeniler Hıristiyanlığı kabul etmişler. Hıristiyan olmalarının nedeni belki kısmen bir politik dengedir. Çünkü Ermenistan bu tarihte Batı’da büyük Roma İmparatorluğu, Doğu’da Sasani İmparatorluğu arasına sıkışmış küçük bir dağ ülkesidir, her iki tarafın dengelerini gözetmek zorunda olan küçük bir krallıktır. Ne zaman ki İran Sasanileri 3. yüzyılda çok güçlü hale gelirler ve Zerdüşt dinini devlet dini olarak dayatmaya çalışırlar ve Ermenilerin o bölgedeki otonomisi, özerkliği tehlikeye girer, o zaman Ermeni devletinin ileri gelenleri Batı’da, Roma’da hakim olan Hıristiyan dinine geçmenin en iyi seçenek olduğuna karar verirler. Böylece MS 301 yılında Ermeni kralı vaftiz edilerek Hıristiyan dinini benimser. Bunun Ermeni tarihinde çok önemli bir rolü vardır. Çünkü siyasi olarak son derece zayıf olan, merkezi otoriteyi hiçbir zaman güçlü bir şekilde kuramamış, sürekli iç çekişmelerle, bölünmelerle veya beylik kavgalarıyla meşgul olan Ermeni topluluklarının ortak paydası, ulusal kimliğinin temel unsuru bu tarihten itibaren Hıristiyanlık olur*. Kısa bir süre sonra Ermeni Hıristiyanlığı Bizans’taki hakim akımdan kendini ayrıştırır ve ayrı bir mezhep olarak kendini tanımlar. Ermeni kilisesi ulusal kimliğin temel taşıyıcısı haline gelir. Nasıl ki Yahudi milleti bir din ile tanımlanmıştır, 4. yüzyıldan itibaren Ermeni milleti bir din ve kendine özgü bir mezhep ile tanımlanmaya başlar. Ermeni kilisesinden çıkan kişi Ermeni olmaktan da çıkar. Rum olur, ya da daha sonraları Arap olur veya Türk olur. Ama Ermeni mezhebine mensup olmayan Ermeni diye bir şey, ta 18.-19. yüzyıla gelinceye dek manasızdır. 1700 yıldır Ermeni olmanın temel tanımlayıcı unsuru Ermeni kilisesine mensup olmaktır. ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------*(Ermeniler, Hıristiyanlığı Süryanilerden öğrenmişler. Alfabelerinde de Süryani alfabesinin etkisi var. Ermenilerin Hıristiyanlığa geçiş süreci, çok sert ve kanlı olmuş. Her şey kısa sürede tahrip edilmiş. Alfabe oluşturma süreci de bunun bir parçası. Tabii İncil’in halk tarafından çabuk anlaşılması için alfabe oluşturulması ve bütün Ermenilere ulaştırılması için yapılmış bu. Ama bu süreçte neler yaşandığını henüz ayrıntılarıyla bilmiyoruz. Bknz. Anadolu ve Ermeniler: Kızılırmak Havzası Demir Çağı Toplumlarının Doğu Anadolu Yaylası’na Büyük Göçü’Prof. Şevket Dönmez)
Sırplar için de aynı şey söylenebilir mi? Olabilir tabi, Sırp’ın Katolik olanına da Hırvat denir ve ayrı bir ulusal kimliği olur. Bu anlattığımın enteresan bir sonucu vardır. Ermeniler tarihte iki veya üç ayrı dönemde büyük kitleler halinde Müslüman olmuşlardır. Bunlardan birincisi 7. ve 8. yüzyıllardaki Arap istilası dönemidir. O dönemde görüyoruz ki Malazgirt, Ahlat vs.de Müslüman olan fakat köken olarak Ermeni olması gereken beylikler oluşmuş. Oysa kelimenin tanımı gereği, Müslüman olan bir Ermeni artık Ermeni değildir. İkinci olarak 13. ve 14. yüzyıllarda yine kitlesel olarak Ermenilerin Müslüman olduğu görülmektedir. Üçüncü olarak da 16. yüzyıl sonu ile 17. yüzyıl başında Anadolu’da dirlik ve düzenliğin feci şekilde bozulduğu bir dönemde, Celali İsyanlarının neticesi ve İran savaşların sonucu olarak, Doğu Anadolu’da insanların kitlesel olarak köylerini terk ettiği nüfusun altüst olduğu yerleşik düzenden aşiret düzenine geçildiği bir dönem yaşanmıştır. Bu noktadan sonra bu insanları Ermeni olarak görmek mümkün değildir. Kendilerini artık öyle algılamazlar ve Ermeni toplumundan dışlanırlar. Anadolu’nun sosyal tarihini iyice kavranmak isteniyorsa, bu unsurun çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Ermeniyi Ermeni olarak tanımlayan şey bir kan unsuru değildir, esasen dil unsuru da değildir, bir kiliseye bir mezhebe mensup olmaktır.
Son dönemde Katolik kilisesi de Ermenilerle çıktı ama orda sorun bir kimlik olarak oluşmamasıydı? 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa’dan esen rüzgârlar Türklerle beraber, onlardan bir-iki kuşak önce başlayarak Osmanlı Ermenilerini de etkilemiştir. Avrupa’dan gelen fikirler sonucu Ermeni kilisesini muhafazakâr, hurafelerle dolu, gerici, Şarklı bulan nispeten aydın ve varlıklı kesim türemiştir. Türkler için bu çözümü daha zor olan bir problemdir, çünkü arada din farkı vardır. Avrupalılaşayım dersen, din uçurumunu aşmak kolay değildir. Buna karşılık Ermeniler açısından sonuçta her iki taraf da Hıristiyandır, Avrupalılaşmak için dinini değiştirmek gerekmez, mezhebini değiştirmek yeter. İşte bu durumdan ötürü Katolik Ermeniler ve bir süre sonra da Protestan Ermeniler hadisesi ortaya çıkar. Ermeni Katolik meselesi 1699’dan, yani Osmanlı’nın Avrupa karşısında ilk ağır yenilgisine uğradığı günden itibaren vardır. Ermeni Protestan meselesi 19. yüzyılda, İngiltere’nin ve sonra Amerika’nın güçlenmesiyle gündeme gelir.
*Ermeniler sonuçta bu toprakların insanıdır. Türklerin Avrupalılar konusundaki duygu ve düşünceleri neyse, Ermenilerin de aşağı yukarı aynıdır. Düşünün: Kendi toplumunuzun, kendi kültürünüzün çağdaş dünya karşısında yetersiz kaldığını hissediyorsunuz. Öbür yandan Avrupalılarla aranızda o kadar büyük bir duygu ve düşünce birliği yok, onların dinini kabul etmeyi de onurunuza yediremiyorsunuz. O zaman ne yapacaksınız? Devrimci olacaksınız başka çareniz yok! Solcu olacaksınız. Bu tam Tanzimat döneminde 1860-70’lerden itibaren yetişen genç Ermeni kuşağının yazgısıdır. Bu Ermeni genç muhtemelen Anadolulu bir bir ailenin çocuğudur. Hali vakti yerinde olan amcası ya da babası tarafından Avrupa’ya gönderilir ve Avrupalı fikirlerin etkisi altında kalmakla beraber Avrupa’yı da içselleştirmez. Sonuçta 1870’lerden itibaren devrimci bir Ermeni kuşağı yetişir. Bunların çoğu eğitimli ve idealist insanlardır. Tanıdık olduğumuz bir kimliktir bu: Avrupa’ya gider, iyi eğitim alır, memleketi kurtarmak hevesiyle geri döner. Oradayken Anadolu’daki köylüleri duymuştur ancak onlar hakkında pek bir bilgisi yoktur. Bir araya gelip bir dernek kurarlar, sağ yumrukları ya da sol parmakları havaya kaldırırlar; bir bayrak yapıp, yemin ederler ve bir devrimci örgüt kurarlar. İlk kurulan devrimci örgüt Hınçak örgütüdür, İsviçre’nin Cenevre kentinde kurulmuştur. Kurucusu Avedis Nazarbekyan Sorbonne’da öğrenci olan 21 yaşında bir gençtir. Devrimi ve serbest aşkı savunan, kendinden iki yaş büyük bir kadının etkisi altına girer. Rus Marksistleriyle tanışır. Cenevre’de buluşurlar ve bir Marksist devrimci örgüt kurarlar. Amaçları Anadolu’yu kurtarmaktır. Sosyalisttir bu gençler, Ermeni milliyetçisi değildir. Fakat ister istemez mücadeleleri onları Ermeni milliyetçisi yoluna sokar. Köyden gelen genç aydının bir kültür çatışması halinde girdiği gibi bir kimlik çatışmasıdır bu. Bu sırada Tiflis Rus egemenliği altında önemli bir Ermeni kültürel merkezidir. Birçok İran ve Osmanlı Ermenisi Tiflis’e yerleşmişlerdir, Avrupa rüzgârlarının estiği Tiflis’te gazete çıkarırlar, akademi, tiyatro ve orkestra kurarlar ve tabii devrimci örgütü kurarlar. O dönemde Ruya’da Narodnikler yani Halkçılar güçlüdür. 1891’de Tiflis’te kurulan Taşnaksutyun örgütü, yani tercümesi Ermeni Devrimci Federasyonu, Hınçakları fazla sosyalist, fazla Batılı bulur. Teoriden çok gizli örgüt pratiğine önem verir. Kurucuları üç Rusya Ermenisidir. Üçü de üniversitelidir. Üçü de Rus polisinin baskısından kaçıp Avrupa’ya ve İstanbul’a göçecektir. 93 Rus-Osmanlı harbinde Osmanlı’nın çöktüğü, çökmek üzere olduğu, kaçınılmaz bir şekilde çökeceği duygusu, Türkler de dahil olmak üzere tüm unsurlara egemendir.
Ermeniler, daha ziyade İstanbul’un Ermeni ileri gelenleri, padişahtan Ermeni reformu talebinde bulunurlar. Ve Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti bu reformları kabul edip ve Doğu’da Ermeni unsurunun güvenliğini, adaleti, özgürlüğü güvence altına almak üzere birtakım reformların yapılacağına söz verir. Doğu Anadolu’da o sıradaki yapı şöyleydi. Başta Türk yönetici sınıfı vardı. Devlet görevleriyle meşgul olan askeri bir sınıftır bunlar. Bir miktar Türk köylü de vardı. Kürtler büyük ölçüde hayvancılık ile geçinen aşiretlerdi. Çoğu yerleşik hayata sahip değildi. Ermeniler ise tarım ve sanatla geçinen yerleşik hayat süren bir topluluktu. Böyle bir toplumsal düzen vardı. Toplumun %20 ila 30 kadarı Ermeniydi, kalanı Müslüman’dı. Türkiye’de biliyorsunuz, mantıklı olan şeyleri, aklı selimin gereği olan şeyleri sonsuza kadar erteleyip çürütmek devlet geleneğidir. Özellikle Sultan II. Abdülhamid dönemi bu problemin en müzmin olduğu dönemdir. Sonuçta 1878’te verilen sözler ha bugün ha yarın, komisyon kuruldu yasa çıkartıldı, yönetmelik madde değişti, değişmedi şeklinde senelere yayıldı ve çürütüldü. Bu mantık oradaki Hıristiyan gruplara dayanan taleplerin işlenmesine yönelik bir talepler miydi? Yoksa Türkleri Kürtleri Ermenileri de kapsayan bütün Anadolu halkına yönelik talepler miydi? Kâğıt üstünde bütün Anadolu halkına yönelik taleplerdi. Somut hayatta ise Kürt aşiretlerinin doğurduğu anarşik yapıya karşı yerleşik unsuru, yani öncelikle Ermeni unsurunu güvenceye almayı hedefleyen reformlardı. Çünkü bölgenin sosyal düzeni, Kürt feodal aristokrasisi, 1830’larda ve 1840’ların başında Osmanlı tarafından tahrip edildi ve bunun sonucu olarak da Doğu’da bir anarşi ve kargaşa ortamı doğdu. Kürtlerin Zemanê eşîretiyê dedikleri bir aşiret kargaşası bölgeye egemen oldu. Silahı olanın baskın yaptığı, davar ve kız kaçırdığı, yağma ve gasp yoluyla servet edindiği bir ortam doğdu. Bunun üzerine Ermeniler Osmanlı Devleti’nden güvenlik talep ettiler, birtakım yerel güvenceler istediler. Daha radikal olan unsurlar ise aksi takdirde vergi ödemeyeceklerini ilan ettiler. Bugün Maraş vilayetine dahil olan, güncel adı Süleymaniye olan Zeytun’da isyan bu vergi meselesinden çıktı. Zeytunlular zaten eskiden beri Ayasofya Vakfı’na ödedikleri harç dışında pek vergi ödemezmiş. Devletin güvenliği sağlamaması durumunda bu vergiyi de vermeyeceklerini ilan ettiler. Osmanlı Devleti de bunu isyan olarak kabul etti ve üzerlerine askeri birlik sevk etti. Kısa süre sonra Sason’da da isyan çıktı. Sason Ermenileri de vergi ödemeyeceklerini ilan ettiler.
Bu ayaklanmaların insan unsuru, Türk kamuoyunun pek bilmediği bir konudur. Biraz anlatayım. Mesela Hamparsum Boyacıyan var, Murad kod adıyla efsaneleşen. Hamparsum Adanalıdır, İstanbul’da Tıbbiye mektebinde okur, devrimci olur, Hınçak örgütüne katılır. Devrimin şehirlerde değil ancak köylüyü örgütleyerek yapılacağını savunur. Kalkar köylüyü bilinçlendirmek için Zeytun’a gider. Anadolu köylüsü tabii önce bu arkadaşa uzaydan gelmiş gibi bakarlar. Ama bir süre sonra cesaretiyle, zekâsıyla kendini kabul ettirmeyi başarır. Çerkez saldırganlara karşı köylüleri örgütlemeye başlar. Resmi metinlere bakarsınız bu kişi komitacıdır, teröristtir, bebek katilidir, yabancı ajanıdır. Ama bütün bu boş edebiyat bize ne Murad’ın muradının ne olduğu, ne de köylüyü nasıl kendine bağlamayı başardığı hakkında bir fikir verir. Sonuçta hükümet isyanı askeri birlik sevk ederek ezmeye karar verir. İş çığırından çıkar. Bir avuç teröristi yok etmenin zannedildiği kadar kolay olmadığı anlaşılır. Ufak tefek birkaç başarıdan sonra Zeytun halkında Osmanlı’yı yenebileceklerine dair bir inanç vücuda gelir. Dersim de böyledir, Kürt isyanları da böyledir, Makedonya da böyledir. Sonuçta o kadar acıklı ve aptalca bir hikâye ki bu, tüm tarafların ahmaklığına bakıp şaşıyorsunuz. Sason’daki durum aynı şekilde gelişir. Sason’da da Şebinkarahisarlı Antranik adlı genç bir militan lider konumuna geçer. Bir avuç gerillacıyla beraber 1904’e kadar süren efsanevi bir mücadele verir. Birkaç yerde Osmanlı ordusuna zayiat verdirir. Otuz kişilik çetesiyle Surp Arakelots manastırında, ki Muş’un biraz doğusunda yolun güney tarafındadır, bin kişilik Osmanlı birliğine karşı üç hafta direnip sağ kurtulmaları destan gibi anlatılır. Etnik bilinç var mıydı bu isyanlar ilk çıktığında? Yoksa etnik bilinç sonradan mı ortaya çıktı? Etnik bilinç her zaman bunun bir unsuruydu. Üst üste binen birkaç katman vardı diyebiliriz. Sason’un köylüleri Sason’un ağalarına karşı direndiler. Ama tanım gereği tüm ağalar Müslüman’dı çünkü silah taşıyan unsur Müslüman’dı. Belki biraz deşilirse, o ağanın da aslında Ermeni kökenli olduğu çıkabilir ortaya. Ne zaman ki ağa olmak sevdasına düşmüştür, o zaman Müslüman olmuştur veya Müslüman olduğu için ağa olma fırsatını bulmuştur. Müslüman olduğu için askeri birliklerle ya da Müslüman bürokrasisiyle daha yakın bir temas içine girmiştir. Haraç veren pozisyonundan haraç alan pozisyonuna geçmiştir.
Sason’daki isyanda ise bazı Kürt aşiretlerinin isyana destek verdiğini, bazılarının ise Müslüman etiketli devletten yana olduğunu görüyoruz. Rus desteği var mıydı? Bilmem, ama çok ciddi bir şey olduğunu zannetmiyorum. Rus politikası ta 1905’e dek son derece muhafazakâr bir Rus milliyetçiliği çizgisindedir. Rus Ermenistan’ındaki tüm Ermeni okulları 1880’lerde kapatılmış, Ermenice yayın organları yasaklanmış, Ermeni kilisesi nefes alamayacak hale getirilmiş, Ermeni devrimci örgütleri şiddetli polis baskısına uğramıştır. Rus devlet politikasının Ermenilere sempati göstermeye başlaması Çar II. Nikola devrinde, 1905 ayaklanmasından sonraki dönemdedir. Ermeni milliyetçi örgütlerine yardım politikasının mimarı 1905’ten sonra Kafkasya valisi olan Vorontsov’dur. Eğer 30 kişilik bir Ermeni çetesi bin kişilik bir orduyu yarabilecek kadar güçlüyse, bu Ermenilere zulmü kim yaptı? Kim bunları eziyordu ya da sıkıştırıyordu? Garip ezik bir millet dediniz, peki nasıl milleti-sadık olup Osmanlı’da var oldular? Millet-i Sadıka işi II. Mahmut zamanının olayıdır, yoksa tarih boyunca Ermeniler için hayat güllük gülistanlıktı, sadık sadık yaşadılar diye bir şey yok. Ne zamanki Rumlar isyan etti 1821’de, o dönem İstanbul’da birçok kilit mevkide bulunan güçlü Rumlara karşı Sultan Mahmut bir nefret ve intikam politikası gütmeye başladı. Bütün Rumlar devletle ilgili makamlardan atıldı, bunların yerine çoğu yerde Müslüman memur getirmek söz konusu olmadığı için, Ermeniler getirildi. Millet-i sadıka işte o dönemin terminolojisidir, “bak bunlar Rumlar gibi nankör değil” mesajını taşır. Karaköy’den Kabataş’a gelirken ki sağdaki Nusretiye Camii tam o yılların eseridir, Krikor Amira Balyan’a yaptırılmıştır, bir gayrimüslim tarafından yapılmış olan ilk padişah camiidir. Millet-i sadıka ifadesi yanlış hatırlamıyorsam ilk kez bu vesileyle telaffuz edilmiş. Yani 600 yıllık Osmanlı tarihi içerisinde küçük bir dönemin tabiridir. Ermenilerin kimlerden baskı gördüğü sorusu, bizi derin mevzulara sürükler. Arsen Yarman geçen sene Palu-Harput Raporları adıyla çok ilginç bir dizi metin yayımladı iki cilt olarak, onu alıp okuyun. 1876-77-78’de İstanbul cemaatinin aydınlarından iki veya üç din adamının Anadolu’ya gidip oradaki gözlemlerine dayanarak ilçe ilçe yazdıkları raporlardır bunlar. Palu’da, Dersim’de, Hizan’da, Van’da neler oluyor? O kadar net bir tablo çıkıyor ki ortaya!
Osmanlı Devleti 17. yüzyıldan itibaren dirlik ve düzenlikten yoksun bir toplumdu. Devlet gücü çoğu yerde son derece izafiydi; silahı kapıp ortalığı soyup soğana çeviren çapulcuyu zaptedebilecek güçten çoğu yerde acınacak bir ölçüde mahrumdu. Özellikle Doğu’da bu, güçlü ve silahlı olanın silahsız ve güçsüz olanı soyduğu bir düzen anlamına geliyordu. Ve güçlügüçsüz ayrımı esasen müslimGayrimüslim çizgisine oturmuştu. Gayrimüslimlerin silah taşıması yasal olarak söz konusu değildi, gelenekte de böyle bir şey yoktu. Devletin güçsüz olduğu yerlerde, ortak özellikleri Müslüman olmak olan, Kürt veya Türk veya Çerkes bir dizi ağa, derebeyi, eşkiyabaşı, aşiret reisi, çetebaşı soyup talan edebiliyordu ortalığı . Ermeniler askere gitmiyor, dolayısıyla çalışmak ve vergi ödemek zorundalar, dolayısıyla da gelenek itibariyle bir ekonomik faaliyet içerisindeler. Bu yüzden de soyulabilecek pozisyondalar. Malatya’nın dağındaki Müslüman köylüyü soysan ne olacak? Adamın soyulacak varlığı yok. Her sene vergi ödemek için çalışmak zorunda olan Ermeni, bu parayı biriktirmek zorundaydı. Dolayısıyla soyulabilecek durumdaydı. İşte Osmanlı sosyal düzeninin özeti budur. Ne zaman Batı rüzgârları esmeye başladı, Avrupa’dan fikirler gelmeye başladı, Tanzimat oldu, reform istekleri ortaya çıkmaya başladı, o zaman işin rengi değişti. Bu düzenin sürdürülemeyeceği anlaşıldı. O zaman eşit hak talebi oldu, o zaman çalışan ve üreten oldukları için belki eşit haktan daha da fazlasını talep ettiler, işte o zaman Kürtleri, aşiretleri etraflarında istememeye başladılar, işin rengi bu şekilde 19. yüzyılın sonuna doğru değişmeye başladı. 1895’te Taşnak örgütü genel bir ayaklanma teşebbüsünde bulundu . Bu bir dizi aydının önderliğinde son derece hayalperest ve romantik, doğrusunu isterseniz aptalca bir projeydi. Anadolu çapında bir ayaklanma başlatmaya teşebbüs ettiler. Bunun için İstanbul’da Merkez Bankası pozisyonunda olan Osmanlı Bankası’nı bastılar. Tipik bir Deniz Gezmiş vakasıyla karşılaşmaktayız burada. Yani yüz tane askeri kaçıracaksın, iki yerde banka basacaksın, yabancı büyükelçiliklere gidip bildiri atacaksın, yabancılar müdahale edecekler ve halk kurtulacak gibi bir
modelle devrimci ayaklanma başlatmayı hayal ettiler. 1915’ten bir kuşak önce 1895’te gerçekleşen son derece naif bir teşebbüstür bu. Osmanlı Devleti her zaman yaptığı hatayı yaptı, kan ve ateşle bunu bastırmaya kalkıştı. 1895 yazında korkunç bir katliam oldu. Anadolu çapında büyük bir katliamdır bu. 1915 gibi örgütlü ve sistematik değildir belki, daha ziyade kaotik bir katliamdı. Aynen 1970’lerdeki Maraş, Çorum olayları gibi sokak sokak, köy köy baskınlar oldu. Bu nitelikte bir halk katliamı oldu. Her şehirde binlerce insan öldürüldü. Toplam sayı hakkında kimsenin net bir bilgisi yok, ama yüz binin epey üstünde insanın katledildiği anlaşılıyor. Yüzlerce Ermeni köyü ve kasabası yakıldı yıkıldı ve yok edildi. 1896’dan sonraki dönemde, 1902-3’teki seyyah anılarına bakarsanız Doğu’nun her tarafında terk edilmiş Ermeni köyleri, yakılıp yıkılmış Ermeni kasabaları, topluca Müslüman olmuş Ermeni köyleri gibi sahnelerle karşılaşırsınız. Bu 1895 olayını bilmeden 1915’te ne oldu anlamak mümkün değildir. Bu noktadan itibaren, 1890’ların sonundan itibaren, Taşnak partisi Rus kartını oynadı. Rusların desteğine güvendi. II. Nikola’nın Kafkasya politikası değişti ve onlar da Ermeni kartını oynamaya karar verdiler. Ermenilerin kendileri için önemli bir koz olacağı kararını verdiler. Öte yandan İngiltere açısından Ermenilerin topyekün Rus kontrolüne girmesi sakıncalı olduğu için, bu kez İngiltere Ermeni reformları konusunda Osmanlı Devleti’ni sıkıştırmaya başladı, ki Ermeniler tümüyle Rus yörüngesine girmesin. Siz bugünkü Türkiye’yi anlatıyorsunuz? Tarih tekerrür ediyor, değil mi? İngiltere’nin 19. yüzyıl sonunda Türkiye’ye yönelik politikası Amerika’nın bugünkü politikasına çok benzer. Bu reformlar yapılmazsa ve bu katı politikalarda ısrar edilirse, sonunda Rus’un kucağına düşülme riski konusunda uyarmışlardır. Olayın özeti budur. İngiliz politikasının özeti budur. Nasıl bir çıkarı olabilir İngiltere’nin? Hıristiyan dayanışması diyorsanız, yok öyle bir şey. Rusya’nın son derece mantıklı bir nedeni vardı Ermeni kartını oynaması için. Eğer Ermenistan’ı yani Fırat’ın doğusunu Türkiye’den koparırsa, bir sonraki adımda Rusya dost bir Ermenistan üzerinden Akdeniz’e çıkabilir. İngilizlerin komşu topraklarda bir pozisyonu yok. Yani İngilizlerin Ermenileri denetim altına almakla varabilecekleri bir yer yok. İngilizlerin bütün çabası Osmanlı Devleti’ni modernize etmek ve Tanzimat’la gelen İttihad-ı Anasır anlayışını geliştirmektir – ki böylece Ermenilerin vesairenin istikrarsızlık unsuru olması engellensin. Buna karşılık Rusya’nın politikası sistemli olarak Ermenileri Rusya’yı dost ve kurtarıcı olarak görecekleri bir noktaya çekmektir.
İstanbul Ermenileri arasında o dönemde Rusçu parti vardır, İngiltereci parti vardır, fakat en güçlü parti her zaman için Osmanlıcı parti olmuştur. Tüm Osmanlı unsurları arasında Osmanlı’nın dağılmasından en az çıkarı olan iki unsur vardır; bir, Ermeniler, iki, Arnavutlar. Ciddi manada, ittihad-ı anasır’a dayalı liberal bir düzenden, sağlam ve güçlü bir Osmanlı İmparatorluğundan en çok faydalanacak unsurlar da Ermeniler ve Arnavutlardır. Rumların ayrı bir devleti var zaten, Sırpların ayrı bir yeri var, Araplar ayrılırlarsa derli toplu bir hale gelebilirler. Oysa ki Ermenilerin öyle bir seçeneği yok. Ermenistan yok çünkü. En kabadayısı Van’da, onun da %32-33 civarındadır nüfus oranı. O dönemde Rusya’nın Erivan vilayetinde Ermeni nüfusu %50’nin altındadır. Azeridir Erivan’ın çoğunluk nüfusu. Hiçbir yerde bir Ermenistan yok. Ermenistan’ın hakiki başkenti neresidir o dönemde? İstanbul’dur. Tüm kültürel faaliyetlerin, gazetelerin, okulların, patrikhanenin, zengin Ermenilerin, ileri gelen Ermenilerin, fikir akımlarının, düşünce yapılarının, sosyalist partilerin, muhafazakâr partilerin her türlüsünün, Ermeni parlamentosunun yeri İstanbul’dur. Ermeni parlamentosundan neyi kastediyorsunuz? Ermeni Milleti Meclisi 1860 tarihinde Sultan Abdülmecid’in fermanıyla kuruldu. Osmanlı’daki Meclis-i Mebusan’dan 16 sene önce, imparatorluğun seçimle gelen ilk umumi meclisi idi. Sanırım dünyanın herhangi bir İslam ülkesinde gerçekleşen ilk temsili demokrasi denemesidir. Gruplar vardı mecliste, soru önergesiydi, meclis iç tüzüğüydü, zabıt ceridesiydi gibi, bilinen parlamenter düzene sahip bir yapıydı. Bu anlamla da Ermenilerin başkenti İstanbul’du. Ermeni aydınları o zaman da aynı şeyleri söylemişlerdi, şimdi de aşağı yukarı aynı şeyi söylüyorlar. Komplekslerinden kurtulmuş, gayrimüslim vatandaşlarıyla barışmış bir ülkeye canla başla sahip çıkmaya çalışıyorlar. O yıllarda Tanzimat ideolojisi çerçevesinde bir modern Osmanlı kimliği yaratmaya çalışanların ön saflarında hep Ermenileri görürsünüz. İlk Türkçe romanı o yıllarda Vartanyan Paşa yazmıştır, ilk önemli Türkçe sözlükler gene Hintliyan’ın, Sinapyan’ın, Keresteciyan’ın eseridir. İlk kez Orta Asya Türkçesiyle sistemli olarak ilgilenenlerden biri, Arnavut olan Şemsettin Sami Beydir. Arnavutlar ve Ermeniler bu tarihte Osmanlılık fikrinin ve onun simgesi olan fesin en büyük savunucuları olmuşlardır. Fakat bu yürümemiştir.
Birinci Dünya Savaşının başlangıç aşamasına gelindiğinde, Adana olaylarının da etkisiyle Ermeni toplumunda büyük bir güvensizlik duygusu vardı. İttihat ve Terakki yönetiminde gittikçe güçlenen ve çığırından çıkan Türkçü ve Batı-karşıtı düşüncenin kendi başlarını yakacağına inandılar, işin bir felakete doğru gittiğini sezdiler. Özellikle Dünya Harbi çıktığında çok geniş bir kitlenin içinde, 1895’te yaşananın tekrar yaşanacağı kuşkusu vardı. Van hakkında yayımlanmış epeyce anı ve inceleme var. Van gibi bir yerin mikro tarihini izlerseniz, karşılıklı güvensizliğin tırmanışını çok net görebilirsiniz. Ermeniler katliam bekliyorlar, dolayısıyla silahlanıyorlar, zira bu kez postu pahalıya satma niyetindeler. Van Ermenileri 1895’te korkunç bir katliam yaşamış, henüz onun yaraları doğru dürüst sarılmamış, bir daha tekrarlanmasından korkuyorlar. Onlar silahlanınca, Rus desteğiyle ayaklanacaklarından korkan Osmanlı idaresi, güvenlik tedbirleri almaya başlıyor. Bunun üzerine Ermeniler büsbütün paniğe kapılıp Rusya’dan yardım istiyorlar. Bir an önce harekete geçilmezse isyanın doğacağından korkan yönetim, Ermenilerin lider kesimini tutuklayıp imha etme yoluna gidiyor. Bunun üzerine Ermeniler katliamın başladığına inanıp 25 Nisan 1915’te ayaklanıyorlar. Burada görülen şey, yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan çıkar durumudur. Bu sorunun cevabı yoktur. Hocam bu 1860’ta millet meclisi var diyorsunuz, seçimle kuruluyor ve her şey iyi gözüküyor vs. 1895’e giden süreçte bu ilişkiler nasıl kopuyor? 1- Doğu’da reformların bir türlü yapılamaması sanırım belirleyici unsurdur. Bunlar temel devlet fonksiyonlarının reformlarıdır; yani can ve mal güvenliğinin sağlanması meselesidir. Can güvenliği, mülk güvenliği ve vergi adaleti… 2- İkinci olarak Ermeni toplumu bir kültürel evrimden geçiyor. Sonraki kuşak daha sabırsız bir kuşak, devrim yoluyla sorunları çözmeye çalışan bir kuşak. 3- Üçüncüsü ekonomik olarak kalkındıkça, biz niye bu adamlara haraç ödemeye devam edelim şeklinde bir düşünce filizlenmiştir. Ayrı bir devlet kuralım fikri başlangıçta yoktur, ya da varsa bile pek hayali, pek marjinal bir rüyadan ibarettir. Bugün bağımsız Kürdistan ne kadar gerçekçi bir şeyse, o dönemde de bağımsız Ermenistan aşağı yukarı bu kadar gerçekçi. Bağımsız Ermenistan fikri ciddi şekilde ancak 1914’te patlak vermiştir. Savaş çıktıktan sonra film kopmuştur
o noktada. Ondan önce gerçekten bağımsızlığı düşünen ya da ifade eden kimseye pek rastlamazsınız, birtakım şairane ifadeler dışında. Ermeni ilericileri ve devrimci örgütleri II. Abdülhamit’e karşı aktif olarak mücadele etmiştir. Sebep Sultanı Türk’ün temsilcisi olarak gördüklerinden değil, gerici düzenin temsilcisi olarak gördükleri içindir daha çok. Eski ve köhne devlet yapısının temsilcisi olarak görüldü, bu nedenle de devrimci hareketin hedefi haline geldi. 1908 ihtilalinde Ermeni devrimci örgütleri İttihat ve Terakki ile yakın işbirliği içerisinde çalıştılar. Bugün II. Meşrutiyetin ilanı anlatılırken hep Selanik anlatılır, oysa aynı günlerde patlak veren bir de Erzurum İhtilali vardır. Erzurum hareketinin içerisinde İttihat ve Terakkicilerden çok, Ermeni devrimci örgütleri vardır ve istedikleri şey bağımsız Ermenistan değil, tıpkı Selanik devrimcileri gibi, hürriyet, uhuvvet ve müsavattır. Sanırım İttihat ve Terakki ile Ermeni hareketinin yollarının ayrılmasında dönüm noktası 1909 Adana olaylarıdır. Bizde tarihçilerin yeterince üstünde durmadıkları bir olaydır. Adana’da 31 Mart 1909’da önce İttihatçılara karşı başlayan ayaklanma, sonuçta on binlerce Ermeni’nin katliamıyla sonuçlanmıştır. O olayların sonunda İttihat ve Terakki ile Ermeniler arasına büyük bir güvensizlik girmiştir. Meclis grubunda hâlâ İttihatçılar ile Taşnakçılar birlikte hareket etmiş olsalar da, bu tarihten sonra ilişkilere kuşku ve korku hakim olmuştur. 1914 Kasımında, savaş çıktığında Taşnak Partisi Erzurum’da parti kongresini topladı. Bu kongrede Parti ikiye bölündü. Partinin bir yarısı savaş süresince devrimci mücadeleye ara verip Osmanlı’ya destek olmayı savundu. Antranik önderliğindeki diğer yarısı da savaşın büyük bir fırsat olduğu fikri ile Rusya’yı desteklemeleri gerektiğini savundu ve kongre kargaşayla son buldu. Kongreyi izleyen günler içerisinde parti ileri gelenlerinin bir kısmı Rusya’ya iltica etti ve orada Rus ordusu bünyesinde Ermeni gönüllülerden oluşan dört alay kurdular. İttihat ve Terakki listesinden Erzurum mebusu olan Karekin Pastırmacıyan bu alaylardan birinin komutanıdır; Sason isyanının öncüsü olan Antranik de bir diğerinin komutanıdır. Şu soruyu sormak lazım: Taşnak örgütünün halk içindeki oranı nedir? Yani kaç kişi bu örgüte dahildi? Bu konuda her iki taraf da dürüst değildir. Her iki taraf da Taşnakçıların gücünü abartma eğilimindedir. Taşnaksutyun bugün halâ aktif olan bir parti olduğundan, halkın kendilerini desteklediğini iddia etmek zorundadır. Türk tarafı da Ermenilerin sözde “hainliğini” abartma eğilimindedir. Ancak halktan birine
sorsanız, Taşnaksutyun nedir diye, ilgi oranı neydi, elle tutulur bir bilgimiz yok. Ancak ben düşük bir oran olduğunu tahmin ediyorum. Sonuç olarak bir felaket noktasına gelindi. 1915 hadiselerini değerlendirirken önce bir kavramsal ayrım yapmakta fayda vardır. Olayın ne derece taammüden, ne derece kasten ve ne derece tesadüfen olduğunu değerlendirmemiz lazım. Ceza hukukunda biliyorsunuz kasıt ve taammüt farklı şeylerdir. Taammüt demek bir cinayeti önceden planlayarak, tasarlayarak işlemek demektir. Ancak taammüt yoksa kasıt yok demek değildir. Taammütsüz fakat kasıtlı olan cinayetler vardır. Adam bana bir söz söyler, bana vuracağından korkarım, adamı öldürürüm. Bunda taammüt yoktur ancak kasıt vardır. Planlanmamıştır, ama bu demek değil ki kasıtlı cinayet değildir. 1915 katliamı ne ölçüde kasten ne ölçüde taammüden ve ne ölçüde tesadüfen yapıldı tam olarak belirlemek zor. 1915’de çok büyük bir katliam oldu, bu konuda hiçbirinizin bir şüphesi olmasın. 1913 yılındaki en son nüfus sayımında, Osmanlı’nın bugünkü Türkiye olan sınırlarında 1 milyon 300 bin Ermeni yaşıyordu. Yaklaşık Osmanlı nüfusunun %10 veya 11’i kadardı ve buna Kars ve Ardahan dahil değildir zira o tarihlerde Osmanlı sınırlarına dahil değildirler. Ermeni kaynakları da 1 milyon 800 ya da 900 bin civarında bir rakam vermektedir. Bunlar oldukça sağlam rakamlardır çünkü vaftiz kayıtlarından çıkarılmıştır. Hakikat muhtemelen ikisi arasında bir yerlerdeydi. Belki bazı insanlar hem Müslüman hem de gayrimüslim olarak kaydolunmuştu. (Ortalama 1.600.000 ). Osmanlı arşivlerine göre, özellikle de Yusuf Halaçoğlu’nun verdiği rakamlara göre 750 bin civarında bir ermeni nüfusunda bahsediliyor? Doğru değil. Osmanlı devletinin 1913’te yaptığı sayım çalışması vardır, daha önceki sayımlar üzerine nüfus kayıtlarından projeksiyon metoduyla yapılmıştır. Defalarca ve her yerde yapılmıştır. 1 milyon 300 bin civarında bir rakam çıkar. Resmi rakam budur. Gerçek rakamın bundan epey daha yüksek olması lazım.
TEHCİR -Sizce Suriye’ye tehcir edilen Ermenilerin sayısı nedir? 1927’de yapılan ilk Cumhuriyet dönemi nüfus sayımına göre 100 bin Ermeni vardır Türkiye’de. Hakiki rakam muhtemelen 200 ila 250 bindir çünkü arada din değiştirenler sayılmamıştır. Özellikle cariye, köle ya da çocuk olarak evlere alınanlar sayılmamıştır. Onları da saydığımızda Anadolu’da 1927 itibariyle muhtemelen 250 bin civarında Ermeni yaşıyordu.
Savaş sonrası 1918’de Suriye’de uluslararası Kızılhaç’ın yaptığı sayımda, 500 bin mültecinin hayatta olduğunu biliyoruz. Yaklaşık 200 veya 300 bin Ermeni’nin Van ve yöresinden kaçarak, Rusya’ya sığındığını biliyoruz. Tahminen 10 ila 15 binin Ege bölgesinden Yunanistan’a kaçtığını biliyoruz. Rakamları alt alta koyun topladığınız zaman en az 500 bin en çok 800 bin civarında insanın bu süreçte yok olduğu anlaşılır. Önemli olan ölü sayısı değildir maamafih. Esas çarpıcı olan, bir ırkın, bir ulusun, bir kültürün yok edilmesidir. Bir ülkenin üç bin seneden beri yerlisi olan, bir bakıma o bölgedeki Müslümanlardan daha fazla yerlisi olan bir halkı topyekün yok ediyorsun. Ermeniler toprağa çok bağlı bir halktır. Bulunduğu yerde ayakları yere derin basar, kök salar. Türklerde bu özellik daha azdır ve Kürtlerde çok daha azdır. Hayvancılığın buna etkisi olmuştur tabi. Oysa Ermeni 10 kuşak öncesine kadar dedesini sayar, mezarını gösterir size, kilisenin duvarında yazıtı vardır. Böyle bir toplumu olduğu gibi, bir ülkenin nüfusunun %12 ila 15’ini tümüyle sürüp imha ediyorsun, yok ediyorsun. İzlerini siliyorsun. Kilisesini, okulunu, mezarlığını, evini yok ediyorsun. Köyünün adını bile yok ediyorsun. Tarihten kaydını siliyorsun. İmha etmek sadece öldürmek değildir. Sürmek, dağıtmak, anılarını silmek, anıtlarını yok etmek, aile yapısını dağıtmak, kadını erkeğinden ayırmak, anneyi çocuğundan ayırmak, sersefil bir yerlere atmaktır. Bu bir insanlık suçudur. Osmanlı Devleti, coğrafyasında başka azınlıkların da olmasına rağmen, niye Ermenilere tehcir uyguladı da, Kürtlere, Abazalara, Çerkezlere vs. uygulamadı? Müslim ile gayrimüslimi ayıralım. Osmanlı Devleti’nin temel içgüdüsü Türk – gayritürk değil, müslim – gayrimüslim karşıtlığı üzerine kuruluydu. Türk ile Kürdün ayrışması 1920’leri bulacaktır, daha önce böyle bir ayrım pek bilinmez. Müslümanlar “biz” iken gayrimüslimler “öteki”dir. Anadolu’da iki tane önemli gayrimüslim topluluk vardı, biri Ermeniler diğeri de Rumlardı. İkisi arasında şu fark vardı, Rum’u kovarsan gidecek yeri vardı, Ermeni’yi kovarsan gidecek yeri yoktu. Taammüt unsuruna geriye dönersek, benim kanaatime göre, hükümetin tamamında değil fakat belirli şahsiyetlerde, son derece önemli şahıslarda taammüt unsuru vardı. En azından 1913’ten itibaren bazı kişiler, bazı önde gelen İttihat ve Terakki liderleri, bunlar arasında Dr. Nazım da vardır, Bahaeddin Şakir vardır, Talat da belki onlara katılmıştır, Ermeni meselesinin tek çözümünün imha olduğu sistemli olarak düşünmüşlerdir.
Türk toplumunun yönetici sınıfında Ermenileri topyekün imha etme fikrinin belki egemen ve baskın olmasa bile en azından ciddi olarak tartışılan bir fikir olduğunu biliyoruz. Diğer yandan ideolojik değil pratik olarak düşünen siyasi liderlere baktığımız zaman, orada da durum şudur. Savaşta Osmanlı’nın yenilme ihtimali çok kuvvetlidir. 93 harbinde parçalanmayan Osmanlı’nın bu sefer parçalanma riski çok kuvvetlidir. Ermenilere güven olmaz, arkadan vurabilirler. Dolayısıyla bunları imha etmek lazımdır. Bu anlayışın da çok güçlü olduğunu biliyoruz. Bu dönemde üst düzey yönetimde tartışılan ve belli ki bir ölçüde destek gören bir diğer görüş “Ermeni kemiyetlerini Ermeni cüziyetlerine dönüştürme” diye tabir edilen politikadır. Daha sonraki dönemde Kürtlere uygulanan yöntemdir. Yani amaç Ermenileri, hiçbir yerde çoğunluk oluşturmayacak şekilde Anadolu içlerine dağıtmaktır. Ermenileri çoğunlukta oldukları yerlerden alıp Ankara’ya Muğla’ya Bursa’ya dağıtıp, azaltmaktır. Bu da tartışılmıştır, ama belli ki şu ya da bu nedenle kabul edilmemiştir. Aradaki bu yazışmalar ve görüşmelerle ilgili yazılı belge var mıdır? Özellikle Türk tarafında olayların içinde bulunan kişilerin anılarına bakarsanız epeyce malzeme bulursunuz. Falih Rıfkı Atay’ın mesela 1967’de yayımladığı kendisinden beklenmeyecek ölçüde açık sözlü ve ayrıntılı bir makalesi var bunlar hakkında. Anladığım kadarıyla Atay’ın asıl kaygısı Atatürk’ü temize çıkartmaktır. O nedenle de İttihatçılara yüklenir, Bahattin Şakir’i, Talat’ı hatta dolaylı olarak Ziya Gökalp’i suçlayıcı bir dil kullanır. Bir diğer seçenek, o dönemde ABD’den bir teklif gelir, gemilerle Ermenileri ABD’ye göndermeyi teklif ederler. Bu da benimsenmez ve sonuçta bir karambolde Ermenileri topyekün Suriye çölüne sürme kararı alınır. Bunun üzerinde iki dakika durup düşünürseniz, bunun yüzbinlerce insanı ölüme mahkûm etmek anlamına geldiği apaçıktır. Bırakın bir milyonu, savaş koşullarında o çölde beşbin kişinin uzun süre hayatta kalması düşünülemez. Yani “sürgün” filan deyip kendimizi kandırmayalım, bu karar açıkça bir imha kararıdır. Başka nereye sürebilirdi?
Başka bir yere sürmesi zor. Rusya’ya sürse belki daha insani bir çözüm, sonuçta Van Ermenileri o tarafa kaçtılar. Ancak bunu yaptığın zaman sürdüğün insanların düşman ordusuna katılmaları ihtimalini düşünmek zorundasın. Orduya katılmasa bile geri hizmetleri besler, üretime katkıda bulunur. Bunu göze alamazdılar. Anadolu’da başka yere sürebilirlerdi, belki bir süre bu da düşünüldü. Bunda da iaşe meselesi var, güvenlik meselesi var, savaş zamanı nihayet. Daha önemlisi, savaştan sonra bu insanlar geri dönmeye kalkışacaklar. Onu da göze alamazdılar. O zaman burada Suriye’ye sürme konusunda bir kasıt yok, başka çare yok? Taammüt var bence, kasıt da var, tesadüf de var. İnsani ve büyük siyasi olaylar hiçbir zaman tek faktörle açıklanamazlar. Bu bir yer utanç verici bir durum, yani 5 yaşında bir bebeğin katledilmesini her iki taraf için de kimse savunamaz. Ancak bu olayı 3 kişinin üzerine yıkıp, devlet masumdu demek de doğru değil. Yani karar mekanizmasında varsa bir sorun, herkes sorun var demektir. Farklı nedenlerle farklı kişiler bu operasyon içerisinde yer aldılar. Sonuçta bu operasyon yüzlerce kişinin önemli kararlar verdiği ve binlerce kişinin uygulamada yer aldığı bir operasyondur. Bunun içerisinde ideological hardliner dediğimiz sertlik yanlıları var, yani bu işi hem ideolojik hem de teorik olarak savunanlar var. Bu işi pratik nedeniyle savunanlar olduğu gibi, becerisizliğin, hesapsızlığın, öngörülemeyen gelişmelerin de rolü vardır muhakkak. Ama bu bildiğim kadarıyla 1922’de de devam etti. Cumhuriyet kurulmadan kısa süre öncesine kadar buna benzer infazlar devam etti. 1915’in Nisan aylarında, Mart sonlarından başlayarak, her şehirde Ermeni toplumunun ileri gelenlerini, liderlerini topluca tutukladılar. Bunların çoğu hunharca öldürüldü. İstanbul’da Ermeni toplumunun önde gelen isimlerini – yazarlar, düşünürler, entelektüeller, doktorlar, milletvekilleri, ileri gelen masonlar vs. yani toplumun egemen sınıfı diyebileceğimiz insanlardan oluşan 200-250 kişilik bir topluluğu tutukladılar. Anadolu’da iki ayrı toplama merkezine sevk ettiler ve bu gidenlerin yarıdan fazlası öldü, öldürüldü. İki milletvekili, Krikor Zohrab ve Vartkes Serengülyan Diyarbakır’da divan-ı harbe sevk edildiler, ve arabaya Diyarbakır’a giderken Urfa yakınlarında Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olan bir çete tarafından durdurulup kafalarına taşla vurmak suretiyle öldürüldüler. Daha sonra Cemal Paşa bunu yapan kişileri
yakalatıp idam ettirdi. Bunların birçoğunun anıları yayımlanmıştır. Yozgat’ta hapsedilenlerin bir bölümü başka yere nakledilmeleri için dilekçe verdiler; bunlar arabaya konup sevk edildiler ve bir daha kendilerinden haber alınamadı. Son zamanlarda çok güzel birkaç etkinlikle Türk kamuoyunun adını duyduğu Peder Gomidas var. Kütahyalıdır ve Türk-Ermeni müziğinin büyük dahisidir. Anadolu müziğini ilk kez araştırıp bu halk ezgilerini ilk kez derleyen, bunları çok seslileştiren ve Türk entelektüel çevreleriyle de yakın ilişkisi olan bir zattı. Adnan ve Halide Edip Adıvar’ın, Mehmet Emin Yurdakul’un dostuydu. İlk Ermenice operayı da bestelemiştir. Ermeni kilise ayinini çok sesli müziğe uyarlamıştır. Ayrıca Anadolu’dan Kürt Türk ve Ermenilere ait binlerce halk ezgisi derlemiştir. Gomidas da Yozgat’a sürülenler arasındadır. Döndüğünde konuşma yeteneğini kaybeder ve bir daha hayatı boyunca konuşmaz. Savaş sırasında Halide Edip’in aracılığıyla Fransa’ya gitmesine izin verilir ve orada yaşamını bir hastanede sürdürür. Böyle hikâyeler yaşandı bu ülkede. * Ermenilerin Türklere uyguladığı mezalime gelince, tam tarihlerini ben size söyleyeyim, 1916 ve 1918’dir. 1915’den önce “Ermeni zulmü” diye ortaya konanların tamamı klasik devrimci örgüt terörü vakalarıdır. Asker, subay, kaymakam vurmuşlardır. Erzurum vilayet binasına bomba koymuşlardır. Karşı tarafın muhbiri ya da işbirlikçisi olduğunu düşündükleri insanların, ki bunların yarısı da Ermenidir, onları vurmuşlardır. Tipik örgüt faaliyetleri yürütmüşlerdir. Sivil halka yönelik toplu öldürme vakasının ilki Antranik’in 1916’da Bitlis’te yaptıklarıdır. Antranik Rus ordusunda gönüllü alay komutanıydı. 1915’teki Van katliamına misilleme olarak, Van ve Bitlis 1916’da ikinci kez Rusların eline geçtiğinde, kendi başıbozuk birlikleriyle Hizan üstüne yürümüş ve kıyım yapmıştır, yani 20-30 kadar köyün sivil halkının öldürülmesi söz konusudur. Bunun üzerine Rus ordusu tarafından Divan-ı Harbe çıkarılıp yargılanmış, rütbesi alınmış, fakat sonradan yeniden görevinin başına dönmüş. 1917’nin sonunda Rusya’da ihtilal olunca Rus ordusu dağıldı; 1918’in ilk günlerinde bütün asker ve subaylar silahı bırakıp evine döndü. O tarihte Erzurum, Erzincan, Bayburt, Van, Muş ve Bingöl Rus işgali altındadır. Geride kalan Ermeniler bir felaketle karşı karşıya kaldılar. 1918’de Şubat veya Mart ayında Erzurum’da Batı Ermenistan Geçici Hükümeti kuruldu. Üç ay kadar ayakta kalabildi. İşte o esnada
Erzurum, Kars ve Ağrı vilayetlerinde katliamlar olmuştur. Köyler yakılıp yıkılmış, taş üstüne taş bırakılmamıştır. İşte Ermeni mezalimi denen olay esas olarak budur. Büyük Ermeni tehcirinden 3 sene sonrasından bahsediyoruz. Ben intikamdır bu nedenle de haklı görülmelidir şeklinde bir fikir ileri sürmüyorum. Ama “mukatele” adı altında yumuşatılmaya çalışılan durumla ilgisi yoktur işin. Yani karşılıklı olarak iki taraf birbirini kesti dediğimizde olayları çarpıtmış ve üstünü örtmüş oluruz. Bir tarafta koskoca bir devlet var, ordusu var, kendi büyük ölçüde silahsız sivil halkına karşı savaş açıyor, yüz binlerce insanı koyun gibi sürüp imha ediyor. Üç bin yıldan beri bu topraklarda yaşayan bir halkı, bir kültürü yok ediyor. Diğer tarafta savaşın ve savaş sonrasının gözü dönmüş çılgınlık ortamında bir devlete bağlı olmayan, Ruslar tarafından terk edilmiş, devletsiz birtakım milis güçlerinin, intiharımsı bir haleti ruhiye içinde önüne geleni kesmesi olayı söz konusudur. İki ayrı tür vakadan bahsediyoruz burada. Bunun bir de 1919 faslı vardır ancak üzerinde pek durulmaz. Savaştan sonra belki yüz bini aşkın Ermeni Anadolu’ya geri dönmüştür. Bunlar Kuvayı Milliye çeteleri tarafından yeniden boşatılmışlardır. Ben özellikle Bursa Sölöz örneğini öğrenme fırsatı buldum; İzmit yakınlarında benim büyükannelerin köyü olan Bahçecik vardır, 1600’lü yıllardan beri Ermenilerin yaşadığı bir Ermeni kasabasıdır, onun hikâyesi de aynı. Buralar 1915’te boşaltılmış. 1918 sonunda eski nüfusun bir bölümü, sersefil bir halde, ailesini kaybetmiş, aç biilaç geri gelmişler. Kısa bir süre sonra Kuvayi Milliye veya Teşkilatı Mahsusa, artık ne isim verirseniz, gelip köyleri basmışlar, üç beş kişiyi öldürüp köyü boşaltmaları için mühlet vermişler. 1919 baharında Ermeniler tekrar tası tarağı toplayıp İstanbul’a kaçmışlar. Olayın özeti budur, şimdi bugüne gelelim… Bugün Ermeni kimliğini gizleyip de, bir kripto gibi, mesela ismini vermeyeyim, Ankara’da çok önemli bir daire başkanı arkadaşım vardı ve çok aşırı Türkçü siteler kurup, manipülatif şeyler yayınlıyordu, sonradan Altındağ belediyesi imar müdürü olan arkadaşımdan öğrendiğime göre, kendisi hem anne hem de baba tarafından çok tanınmış bir Ermeni ailesine mensupmuş. Bu da bir zıtlık! Yani neden Türkçülük yapıyorsun, zaten o manada Türkçülüğü yapanlar gerçekten
Türkçü inanca sahip olanlar değildir, anlamsız bir durum bu, ne diyorsunuz? Adaptasyon yeteneği diyeceğim. Daha geçenlerde Van’ın bir ilçesinde oranın defalarca belediye başkanı olan, beş vakit namazında Müslüman olan, tipik feodal egemen konumundaki bir Kürt ağabeyime misafir oldum. En sonunda “gel” dedi “sana bir şey göstereceğim.” Arka bahçesine gittik, ve “bak burası Ermeni mezarlığı, bizim büyüklerimiz de burada gömülüdür” dedi. Üç beş sene öncesine kadar Ermeni köklerinden kimseye söz etmediklerini ama şimdi yavaş yavaş herkesin bu konulara ilgi duyduğunu anlattı. O kadar çok var ki bu durumda olanlar. Yalnız bu olaya yeni yeni uyanıyor Türk toplumu, zannediliyor ki sadece 1915 olayıdır var olan. Anadolu toplumu bir soğan gibidir, soy soy bitmez. Gazete arşivlerine de bakarsanız, 1930’lardan ta 1960’lara kadar Anadolu’da Ermenilerin topluca din değiştirme hadiselerine rastlarsınız. Batman’da şu şu köy topluca Müslüman oldu, erkekler topluca sünnet oldu gibi haberlerle karşılaşırsınız. 1915’in bir diğer vakası da çocuk ve kadın alıkoyma olaylarıdır. Yani kızları ve işe yarar çocukları alıkoymuşlar. Kısmen insanî ve kısmen başka duygularla alıkonan bu insanlar Müslüman olmuştur. Bunlar özellikle Doğu bölgelerinde sayıca büyük bir yekûn tutar. Mesela Sabiha Gökçen meselesini elbette duydunuz. Yetimhaneden alınmış bir Ermeni kızıdır, tartışacak bir yanı yok, akrabaları var hayatta. Daha geriye gittiğinizde, daha büyük kitlesel ihtida olayları 1895’te yaşanmıştır. 1915’te anladığım kadarıyla gönüllü dönmeye izin verilmemiş, oysa 1895’te zorla Müslüman edilen veya korkudan Müslüman olan çok insan var. Daha da geride Erzurum-Ağrı ve Iğdır taraflarında 1828 olayları var. Daha eskiden 17. yüzyıl başlarında kitlesel bir kargaşa ve dönme hareketi var. 17. yüzyıla ait, Ankara valisinin Haymana mı ne şimdi hatırlayamadığım bir yer hakkındaki raporunu gördüm tesadüfen. Falan aşiret Türkmendir, şaki ve baş belasıdır, velakin Ermenice konuşurlar diye bir ifade geçiyor. Şimdi düşünün, İran savaşında köyünüz yakılmış, ortalığı eşkıya haydut ve Celali sarmış, güvenlik yok, ekonomi çökmüş. Koyunlarınızla dağa çıkmaktan başka çare bulamıyorsunuz. Bir süre sonra sürüklenip ya Sivas’a ya Haymana’ya geliyorsunuz; köy ve tarla basmaya başlıyorsunuz. Ya bir Türkmen veya Kürt aşiretinin himayesine gireceksiniz, ya da Ermeni olduğunuzu saklayıp Türkmen olduğunuzu iddia edeceksiniz, yoksa tepelerler sizi. Bir süre sonra kendin de inanırsın, atalarının Orta Asya’dan geldiğini anlatırsın. Sen inanmasan bile çocukların
inanır, manevi tatmin kazanır. Bence hiç kendini kandırmaya gerek yok, Türk’ü kazısan altından ya Rum çıkar ya Ermeni. Ama iki ama yirmi iki kuşak önce! Ben Anadolu tarihini 40 küsur senedir mümkün olduğunda açık bir görüşle okumaya çalışıyorum. Bana çok bariz geliyor ki Anadolu’nun son 500 yıllık tarihinin en temel gerçeği dönme gerçeğidir. Dönmek tatsız iştir, hatırlamak isteyeceğin bir iş değildir. Daha önemlisi, çocuklarının hatırlamasını isteyeceğin bir iş değildir. Döndüğünde ne eski cemaatine yaranabilirsin, ne yeni cemaatine. Yıllar sonra hala geçmişini yüzüne çarparlar, kuşkuyla karşılarlar, çocuklarına hakaret ederler. Bu nedenle olabilecek en hızlı bir şekilde bunu unutmak istersin. Çocuklarına öğretmezsin geçmişini. Zira ileride onun zarar görmesini istemezsin. Babanın adının Agop olduğunu hatırlamak istemezsin, bu nedenle babanın adını Abdullah yaparsın. Ne zaman bir insan çok fazla bayrak sallamaya başlar, bilin ki o işin içinde bir iş vardır. Çünkü o kendi yarasını gözden kaçırma, zaafını örtme yöntemidir. Bir insan çok bağırıyorsa bil ki bir acısı var. İnsan güçten değil, zaaftan bağırır. Bu nedenle fanatik Türk milliyetçiliği şeklinde kendini gösteren bu halet-i ruhiyeyi iyi analiz etmek lazım. Güçlü insan kendine güvenir; kimliğini bağıra çağıra ortaya koyma gereği duymaz. Bu nedenle dönme gerçeğini iyice kavramadan Türkiye’nin ne sosyal tarihini yazabilirsiniz ne bu ülkenin o yarı ürkek yarı saldırgan ruh halini anlayabilirsiniz. Sizi dinlerken devletin kafasızlığı aklıma geldi, Sırp isyanı bugünkü Türkiye’nin problemleri vs. bu kafayla yeni Antranikler, yeni Kara Yorgiler, yeni Apolar devamlı bu sistemde ortaya çıkacaktır. Bunun temelinde aslında şu var. Osmanlı isyanla başa çıkmayı bilir. İsyan küçükse ezersin, büyükse paşalık verirsin. Gayrimüslimin sorunu buradadır, çünkü gayrimüslime paşalık veremezsin, bu nedenle de isyan ederse kafasını ezmek zorundasın. Orada çıkmaza giren devletin alternatifi azalıyor. Müslüman olsaydı Antranik’e paşalık da verebilirlerdi. Çetesini de affedip, Hamidiye ya da Reşadiye nişanı takıp, kendisine de maaş bağlayıp, Bulgaristan’da valiliğe atayabilirlerdi. *Doğu’da hükümetin desteğiyle yapılan Kürt baskıları vardı, şuanda da eli silahlı bir Kürt hareketi var, acaba Ermenilerin
bu Kürt hareketine bakışı nedir? İkinci olarak da Kürt müziğine inanılmaz katkıları olmuş Ermenilerin ve Kürtçe konuşuyorlar… Türkiye inkâr politikası ile kendi kendini ayağından vurmuştur. Bunun başka bir açıklaması yoktur. Türkiye’nin dış politika seçeneklerini olağanüstü bir şekilde kısıtlayan, daraltan aptalca bir yaklaşımdır. Çözümü ve sonucu olmayan, amaca varmayan, amaca hizmet etmeyen bir politika olmuştur. Soykırımdan sonraki dönemden 1965’e kadar bu konu aslında pek fazla açılmamıştı. O dönem Ermenilerin birçoğu acılarını kalplerine gömmeyi tercih etmişlerdi. Soykırım meselesini canlandırma eğilimi önce Rusya’da çıktı. İlk kez 1965’te Sovyet Ermenistan’ında soykırım anılmaya başlandı. Jenosid midir değil midir tartışması ortaya kondu. Amerika’daki Sovyetçi Ermeni cemaatleri ile Taşnakçı Ermeni cemaatleri rekabet halindeydiler. Yani Ermenistan’ı hakiki Ermenistan sayanlarla Ermenistan işgal altındadır ve dolayısıyla da biz ona düşmanız diyenler arasında bir tartışma vardı. Taşnaksutyun o dönemde belki inisiyatifi Sovyetlere kaptırmamak için, soykırım mücadelesine gaz vermeye başladı. Bu noktada Türkiye’nin yapması gereken, hiç şüphesiz hepimiz için trajik şeylerin olduğunu kabullenip, Anadolu olarak topyekün fakirleşildiğini teslim edip, karşılıklı üzüntülerin bildirilmesi ve barışılması ile, belki bir anıt filan yapıp olayı bitirmekti. Bitirilebilirdi yani. Türkiye bunu yapmadı, yapamadı, yapması da kolay değildi. Çünkü soykırım hala devam ediyordu o sırada. Soykırımı sadece öldürmek olarak görmemek lazım, soykırım Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlerin topyekün ortadan kaldırılması çabasıdır. Türkiye 1964’te İstanbul’daki Rumları sınır dışı etmekle meşguldü. 1960’ların sonunda Türkiye hala Anadolu’da ve İstanbul’daki Ermeni cemaat varlıklarını yok etmek çabası içerisindeydi. Halâ burada kalmış bir avuç Ermeniyi sınır dışı etmenin ve mallarına konmanın peşindeydi. Halâ o dönemde İstiklal Caddesinde Ermenilerin ve Rumların elinde olan dükkânları zapt etme çabası içindeydi. Dolayısıyla Türkiye gayrimüslim politikasında bir esneklik gösterebilecek pozisyonda değildi. Benim yorumuma göre soykırımın sona erdiği tarih 1983-84’tir, yani Özal dönemidir. 1983 Türkiye’nin içerideki gayrimüslimleri yok etme politikası, gayrimüslimleri hukuk dışı, illegal yollarla korkutarak malına el koyarak zulmederek ülkeden sürme politikasının duraksadığı tarihtir. Özal döneminde bu sona erer. Bunun kurumsal tarihi,
yani Ankara’da neler oldu, hangi emirler verildi vs. bilmiyorum. Ama aktif zulüm politikasının sona erdiğini görürüz. Derken 2002, özellikle de 2005 yılı, soygun ve imha politikasının terk edilmekle kalmayıp, meselenin üzerine gidilmesi gerektiğinin farkına varıldığı tarihtir. Özetle Türkiye 1960’larda soykırım meselesini çok daha ucuza kapatabilecekken, kaba ve akılsız bir inatla, bir yalanı devamlı tekrarlayarak sonunda kabul ettirebileceği gafletine düşerek, özellikle dışişleri bürokrasisinin aktif desteğiyle, kendisini çıkmaz, meyvesiz, kısır, sonuç getirmeyecek bir politikaya mahkûm etmiştir. Buradaki temel kaygı, kabullenilmesi halinde ödenilmesi istenilecek milyon dolarlık tazminatlar olabilir mi? Bu tazminat muhabbeti yanlış hatırlamıyorsam 1998 ve 99’dan önce telaffuz edilmemişti. Ancak Türkiye dışarıda ciddi bir şekilde zemin kaybetmeye başladıktan sonra ve içeride aklı eren birtakım Türkler Coşkun Kırca ve şürekâsı ile nereye kadar gidebileceğini sorgulamaya başladıkları noktada bu tazminat konusu ortaya atılmaya başlandı. Bundan önce hiçbir kaynakta ben tazminat meselesinin ciddi bir şekilde geçtiğini hatırlamıyorum. Tazminat meselesi karmaşık bir mesele ve konunun hukuki boyutunu ben pek fazla bilmiyorum. Yurt dışındaki birkaç Ermeni toplantısında da konuştum ve bu tazminat konusundaki ısrarı ahlaken çirkin bulduğumu ifade ettim. Beni ayıpladılar fena halde. Hukuki yönden tazminat talebinin oldukça güçlü dayanakları var sanırım. Adamın dedesinin Anadolu’da büyük miktarda bir arazisi varsa ve buna devlet el koymuşsa neden buna itiraz etmesin ve araziyi geri almasın demenin çok da fazla savunulamayacak bir tarafı yoktur. Ahlaki yönden de şu argümanı öne sürenler var, yani tazminat para meselesi değildir ancak bir suç işlenmişse bunun bir ceremesi olması gerekir şeklinde savunanlar var. Yani suçu kabul eden niye ceremesini kabul etmesin ki diyen var. Ben politik ve ahlaki açıdan tazminat ısrarının yanlış olduğuna inanıyorum. Bazıları da diyor ki, 1915’in hesaplarını açmayalım fakat çok daha yakın bir dönemde el konan vakıf mülkleri, şunlar bunlar var. Bariz bir hukuksuzluk sonucunda zapt edilmiş olan, zorbaca el konulmuş olan bu yerler neden zorbanın elinde kalsın? Hukuki bir cevap veremeyeceğim, ancak şunu söyleyebiliyorum; gerek Ermeni topluluğunun gerek Türk topluluğunun sağlığına kavuşabilmesi için bu iki toplumun barışması lazım. Bunun lamı cimi yok. Bunun olması bir zorunluluktur. Tazminat
talebi bunu zorlaştırıyor, çıkmaza getiriyor. O zaman akıllı ol kardeşim, Ermeni dediğin akıllı olur, tazminat meselesini başka türlü formüle et diyorum.
Sonuç olarak: 1. Ermeniler bin seneden beri Türklerle birlikte Türk yönetiminde yaşamıştır. Ermenilerin çok önemli bir bölümü bundan bir-iki kuşak öncesine kadar anadili olarak Türkçe konuşmaktaydı. Ermenilerin birçoğunun anadili halâ Türkçedir. Ermenilerin Türk edebiyatına katkıları olduğu gibi, Türkçenin de Ermeniceye katkıları olmuştur. Ermeni kültürü, Ermeni tarihi Anadolu tarihidir. Ve bu Ermenilerin çok içten ve derinden hissettikleri bir şeydir. Amerika’da Hindistan’da Ermenistan’da birtakım Ermenilerle karşılaşırsınız, “biz Adanalıyız, Maraşlıyız” der. Perki kardeş sen hiç orada bulundun mu? “Hayır dedem oralıydı”. Biz Lübnan’da doğduk Ermenistan’a göçtük, Moskova’ya gittik, Amerika’ya göçtük. Ama “nerelisin” dediğiniz zaman Adanalıyım der. Bu derin bir içgüdüdür. Dolayısıyla Ermenilerin büyük nefretin temelinde, Ermenilerin bu olay üzerinde bu derece bir saplantı ve psikoz halinde yaklaşmalarının temelinde bir kırgınlık yatmaktadır. Vatanı saydığı ve 3 kuşak sonrasında da halâ vatanı saydığı yerden kovulmuş olmak, oradan uzakta olmak, üstelik bir de inkâr edilmiş olmanın üzüntüsü vardır. Dedelerinin mezarının yıkılmış olması, dedelerinin toprağının arazisinin adının unutulmuş, kilisesinin yok edilmiş olmasının verdiği bir acı vardır. Ermeni toplumunun bunu aşabilmesi için Türkiye ile barışması gerekmektedir. 2. Türkiye ise 20. yüzyılın başında olan olaylardan ötürü korkunç bir kültürel, zihinsel, sosyal ve ekonomik fakirleşme içine girmiştir, bundan 100 sene önceki Van ile bugünkü Van arasında korkunç bir uçurum vardır, gerileme olmuştur. Cumhuriyet propagandasına boş verin, 20. yüzyılda Anadolu medeniyet açısından feci ölçüde gerilemiştir. Türkiye’nin bu hakikat ile yüzleşmesi gerekiyor. Türkiye’nin kendi yalanlarından ve isterisinden kurtulması için, kendi bayrak sallama hırsından kurtulması için geçmişiyle tanışması ve barışması gerekiyor.
3. Daha büyük politika açısından düşündüğümüz takdirde, Türkiye’nin ufkunu daraltan engellerden biri Ermeni meselesidir. Potansiyel olarak bütün dünyada Türkiye’nin müttefiki olması gereken sayıca küçük fakat etkice büyük bir topluluk olan Ermeni toplumu Türkiye’ye düşman olduklarından yurt dışında her fırsatta Türkiye’nin zararına çalışmalar yapıyorlar. Bunu ezemiyorsan, barışma yoluna git ve diyaloga başla. 4. Türkiye’nin Kafkasya’daki güç potansiyelinin önündeki en büyük engel de Ermenistan engelidir. Oysaki Ermenistan en azından bağımsızlığa kavuştuğu ilk günlerde bağımsızlığının bir bölümünü Türkiye’yle takas etmeye dünden razıydı. Çünkü öteden beri Rusya’nın egemenliği altında ezilmişti, en azından bir değil de iki patronun olmasıyla kendine bir manevra alanı kazanabilecekti. Eğitim düzeyi yüksek olmasına rağmen fakir bir ülkedir Ermenistan. Bu ülke ile özellikle Türkiye’nin Kuzeydoğu bölgesi ekonomik anlamda birbirini tamamlayan yerlerdir. Sınırın açılmasından hem Ermenistan hem de Türkiye büyük fayda görecektir. Türkiye’nin dünya kamuoyundaki olumsuz imajını iyileştirmenin en önemli yollarından biri Türkiye’nin Ermenilerle ve Ermenistan ile barışmasıdır. Bu yolda yapılabilecek olan bir şey, bir süreden beri bizim üzerinde çalıştığımız, konuştuğumuz ve gitgide daha çok insanın kulak vermeye başladığı yöntem şu olabilir. Son yüz yıl boyunca kendi rızası dışında Türkiye vatandaşlığını kaybeden herkese, ve onların belki üçüncü kuşağa kadar çocuk ve torunlarına tek taraflı olarak Türkiye vatandaşlığı hakkı tanınmalıdır. Yüz kişiden belki onu bu teklifi kabul edecek, onların da belki biri bilfiil Türkiye’ye gelecektir. Fakat sembolik olarak olağanüstü bir davranış olacaktır bu. Bu Türkiye’nin özür dilemeden ve kendini küçük düşürmeden bu olayla başa çıkabilmesinin en şık yöntemlerinden birisidir. Ben şahsen suçlu bir Türkiye istemiyorum. Özür dileyen bir başbakanın çıkıp, “valla özür dileriz, biz Ermenileri kestik” demesi benim hoşuma gitmez. Suç ve suçluyla kendini özdeşleştiren bir ülkenin vatandaşı olmak istemiyorum ben. Türkiye’yi yönetenlerin şunu diyebilmesi lazım: “Evet Ermenilere korkunç şeyler yapıldı
ama onu yapan biz değildik, yapanları önce biz lanetliyoruz.” Başbakan biliyorsunuz “Benim atalarım soykırım yaptı dedirtemezsiniz bana” dedi. Herkes bunu olumsuz bir anlamda yorumladı. Ama pekala olaya iyimser açıdan bakıp “soykırım yapanlar benim atalarım değildi, onları reddediyorum” diye de yorumlanabilir sanırım. *Türkiye’de maalesef politik münazaralarda olsun, geçmiş tecrübelerimizle yüzleşmek gibi sorunlarda hep siyaset dili kullanılıyor. Bu siyaset dili de çoğu zaman bu toplumdaki ahlaki yozlaşmadan beslendiği için, Türkiye’nin ulus devlet inşasından veya geriye dönük birtakım zihin kırılması noktasında yaşanan birtakım sorunlarla yüzleşememesi gibi. Fakat burada şahsınızla alakalı benim edindiğim izlenim, mevcut yapının içinde hep %1 ‘in dayanılmaz yalnızlığın inanılmaz trajedisini ve acısını yaşıyorsunuz. İnsanlara kendinize doğru bir şekilde anlatamamanın, yani kendi camianızda bile ahlaklı bir şekilde kendini ifade edememenin sıkıntısını yaşıyorsunuz. Bu tarafa da baktığımız zaman illa ki taraflaştırma ve ötekileştirme için söylemiyorum ama siyasete yatkın bir dil kullandığınız zaman maalesef mesele hep oraya düğümleniyor, yani ne kadar taviz vereceğiz ya da alacağız veya geçmişimizle yüzleşeceğiz gibi, ahlaksızlıktan beslenen bir siyasetten çözüm çıkacağınız zannetmiyorum. Ermeni diasporası içerisinde de bu soruna aklı selim ve kalbi selim bir şekilde bakabilenlerin sayısı nedir? Ve dolayısıyla bu durumun sorunun çözülmesi açısından alacağımız yolun ne kadar uzun olduğuna dair bizi bir karamsarlığa mı sevk etmesi gerekiyor? Yoksa Türkiye’de yeni Türkiye hayaliyle bir değişim süreci var ve bu değişim sürecini etkileyecek olan sizin bakışınız veya bir hissiyatımız ne kadar renk verebilir? Beş yılda Türkiye ne kadar değiştiyse Ermeni diasporası da de o kadar değişti. Beş sene önce bir Ermeni topluluğu önünde kolay kolay söyleyemediğin şeyleri bugün rahatlıkla dile getirebiliyorsun. Henüz kuşku, düşmanlık, kırgınlık ortadan kalkmış değil. Ama pek çok insanda bir tür bölünmüş bakış açısı ortaya çıktı. Eskiden kalma alışkanlıkla militan bir Türk düşmanlığı dile getirenler bile bir yandan “Türkiye’de çok şey değişti, Türkler özür dilemeli” söylemini benimsiyorlar. Bu tarz bir konuşma sürecin sulandırılması için de bir sebep midir? Barışıyoruz, sorunları çözüyoruz. Türkiye’de de bu sorgulama süreci çok aklıselim bir şekilde gitmiyor gibi duruyor.
İyi gidiyor bence. Kitleye mal olan her fikir ucuzlaşır, basitleşir. Bundan kaçınamazsınız. Yani milyonların paylaştığı bir fikir yıpranır, sloganlaşır ve siyasileşir. Türkiye’de her siyasi kesimden, kısa sürede ne kadar aklı başında ve orijinal güzel fikirler üreten insanlar çıktı. Liberallerden İslamcılardan vs.den beklemeyeceğin kadar yapıcı birtakım düşünceler çıkmaya başladı. Ermeni toplumundan da bunun aynısını beklememek için bir neden yok. Ermeni toplumu eğitimli bir toplumdur, bireyci düşünceye de bu yüzden yatkındır. Ermenistan ise ölüm kalım sürecinde olan bir devlet. Bu sene Paris’te ve Toronto’da konuşmalar yaptım. Karar verici pozisyonda olan, entelektüel insanlarla da tanıştım. Bence sürecin başındayız daha, ama sürecin iyiye gitmemesi için hiçbir neden yok. Ermeni asıllı Fransız sinemacı Serge Avedikian ile tanıştım. Avedikian atalarının yaşadığı Bursa’nın Sölöz köyüne 1987, 2002 ve 2009 yıllarında yaptığı ziyaretleri belgeselleştirdi. Önce 1987’de korka ürke bir belgesel yapmış, karşılıklı güvensizlik feci boyutta, çıkan film de bize kaskatı, berbat bir Türkiye tablosu çiziyor. Sonra ikinci gelişinde 1987’deki belgeselin çekimi hakkında bir belgesel yapmış ve en son geçen seneki gelişinde, yirmi sene önce tanıştığı insanlarla yeniden görüşmüş. Bu süreçte Serge Avedikian’ın nasıl olgunlaştığını görüyorsunuz. İlkinde kuşku ve korku egemen, sonra 2002’de geldiğinde buzlar eriyor ve 2009’da can diğer dost olarak sarılıyorlar ve oturup rakı içiyorlar. Avedikian’la sohbet ettim. Şunu gördüm: Henüz yetersiz ölçüde de olsa Türkiye’nin çekim alanına, atmosferine girmeye başlamış. Türkiye’nin dilini konuşmaya başlamış ve şunu keşfetmiş ki, kendisi aslında buralı, Parisli değil. Bu bir eğitim sürecidir ve zaman alacaktır. Son olarak Hrant Dink adını anmadan bu konuşmayı sonuçlandırmamak lazım. O düğümü kıran adam Hrant Dink’tir burada. Hrant gemi yanaşırken ilk halatı atan adamdır. Ermenilerin Türklerle Türklerin de Ermenilerle barışmaları gerekiyor. Burada büyük devlet olan Türkiye’dir. Özür ve tazminat fikirlerinden belki vazgeçmek lazım, bilmiyorum. Ama ilk adımı atması gereken, samimi bir yaklaşım göstermesi gereken öncelikle Türkiye’dir. Geçmişten sıyrılarak, başka bir dil ile Türkiye ilk adımı atmalıdır. İlk aşama Ermenistan ile vize kaldırmak olabilir mi? Azerbaycan problemi var. İlk aşama sınırı açmak olmalıdır.
Azerbaycan’ı ben o kadar ciddiye alamıyorum. Olay aslında Moskova problemidir. Görebildiğim kadarıyla Türkiye iyi kötü Ermenistan ile barışması gerektiğinin farkına vardı. Fakat uluslararası dengeler henüz buna izin veriyor. Türkiye bir NATO üyesidir bunu unutmayın. Türkiye’nin Ermenistan üzerinde güçlü bir pozisyona gelmesi, NATO’nun Kafkaslar konusunda güçlü olmasına anlamına gelir ki Ruslar buna izin verirler mi vermezler mi bilemiyorum. Verirlerse karşılığında ne isterler, onu da bilmiyorum.
*Biz mesela Kuzey Irak’ta bunu yapıyoruz. Oradaki Kerkük Türkmenlerini Arapları Kürtleri birbirine muhalif Kürt Grupları ve şu anda üniversitelerdeki öğrenci olaylarını organize eden muhalif grupları bir araya getirme sözü aldık ve ay sonu gibi bunu yapacağız. Çünkü Türkiye’deki Kürt sorunun bir parçasıdır Musul ve ayrılamaz da zira tarih bitmedi. Aynı şekilde Ermenistan için de tarih bitmedi ve bunu iyi görmek lazım. Bunu iyi görmek lazım çünkü burası öz mü öz orta Asyalı Türklerin gelip kurdukları bir devletse, Türkiye Musul’da avucunu yalar. Ermenistan’da da avucunu yalar. Yani, o adamlar da eşek değil niye boyun eğsin ki buna? Ama eğer Türkiye burada oturan herkesin ortak devletinin adıysa, o zaman bu adamlarla ortaklık edip etmeyeceğini düşünürsün. Dolayısıyla bu soydaş muhabbeti devam ettiği sürece, Kerkük Türkmenleri soydaştır ama Erbil Kürtleri değildir kafasıyla gidildiği sürece Türkiye’den ne köy olur ne de kasaba! Aynı şeyi Irak’ta yapmak istiyoruz. Ermenistan Gürcistan ve Türkiye arasında bir çalıştayı ya da çalıştay süreçlerini Vamık Volkan hoca ile beraber geliştirmek istiyoruz. Ermenistan hakkında benim edindiğim izlenime göre özellikle şehirlerde gayet iyi eğitimli, genç, şeker ve iyi niyetli insanlar var. Devlet yapısı olarak kısmen mafya devleti olmasına rağmen, çok iyi bir genç kuşak var Ermenistan’da. Kötü bir yönetim var, vahşi bir devlet yapısı var Ermenistan’ın. Fakat Erivan’da çok güzel pırıl pırıl insanlarla karşılaşıyorsunuz. Ortadoğu’nun insancıllığı ile Avrupa’nın uygarlığını birleştiren bir sentez var. Avrupalı desen oralı değil, Asya desen o taraf da değil. İkisinin iyi taraflarını bir araya getirmiş, enteresan ve genç bir nüfus var. Onlar Türkiye’ye Türkiye de onlara lazım. Çok yalnızlar. Dünyanın alakasız bir yerinde sıkışmış kalmış bir devlet. Denize çıkışı yok, bir ekonomisi yok. Ekonomisindeki en değerli unsuru kalifiye eleman unsurudur ki bu da Türkiye’nin en büyük eksiğidir.
Birbirini tamamlayan iki unsurdur bunlar. Iğdır, Kars ve Van’a bunlar gelirse ihya olurlar. Öbür taraf da ihya olur. Bu konuda benim kafam net. Artı Türkiye’nin kendi iç gerilimleri azalır ve dış dünya ile ilişkileri düzelir. Bu ilişkinin çözülmesi lazımdır. Ermenistan devletiyle olmazsa da Ermeni halkıyla çözülmesi lazımdır. Türkiye son beş senedir içerde oldukça akıllı bir politika izliyor. Bunun dönüm noktası Bilgi Üniversitesi’nde yapılan 2005 Ermeni Konferansıydı. O bir buz kırma operasyonuydu. Onu kanımca çok ustalıkla götürdüler, bir yandan izin verdiler yapılsın diye, polisiye açıdan Allah için korudular da, bir yandan da Cemil Çiçek’i çıkarıp “bizi arkadan vurdular” dedirttiler. Yani hem nalına hem mıhına politikası izlendi. Tahminimce hükümet Ermeni açılımını el altından adım adım kontrollü bir şekilde yürütüyor. Farkındaysanız “sözde ermeni soykırımı” lafı piyasadan kalktı, bir buçuk sene oldu. Bu sene memleketin dört bir yanındaki okullarda Ermenilerin Türk kültürüne katkıları, geçmişte Türk Ermeni ilişkileri, bölgedeki eski Ermeni köylerinin araştırılması vb. üzerine kompozisyon ve araştırma ödevi verildi çocuklara. Kastamonu’da, Muş’ta böyle ödevler nasıl veriliyor, MEB koordinasyonu olmadan olacak bir şey değildir bu. Geçen sene 24 Nisanda soykırımın açık havada anılmasına izin verildi ilk kez. O da aynı şekilde, önce izin alındı, sonra emniyet yasakladı, sonra anladığım kadarıyla dışişlerinden valiliğe gelen sözlü bir mesaj sonunda izin verildi. Bu sene beş şehirde anma töreni yapıldı. Yani Türkiye’de yavaş yavaş kamuoyunu yumuşatarak bu konuyu kabullendirmeye çalışıyorlar anladığım kadarıyla. İşte bundan sonra birtakım cesur adımlar lazım. Ortaya projeler koymak lazım. Tarafların korkularını, kuşkularını giderecek işler yapmak lazım. 5 Mayıs 2011 Sevan Nişanyan “Ağır Kitap”
Kestik ama Ermeniler de Kesti! Saçma sapan propaganda formüllerini tekrarlamadan önce Allah aşkına beş dakika düşün. Akla mantığa sığan bir tarafı var mı? Bir taraf tam teşekküllü orduya ve bin yıllık muharebe geleneğine sahip. Polisiyle, jandarmasıyla, yasasıyla, mahkemesiyle koskoca devlet teşkilatı elinde. Ayrıca icabında yağma vaadiyle harekete geçirilecek mal-mülkten yoksun büyük bir başıbozuk kitlesi var. Her yerde bire beş, bire altı gibi bir oranla çoğunlukta. En kabadayısı Van vilayetinde Ermeni sayısı bilemedin yüzde otuz.
Öbür taraf büyük çoğunluğu tarımla ve esnaflıkla uğraşan bir azınlık; misillemeye karşı en ufak bir savunmaları yok; silah taşımaları bin yıldan beri kanunen yasak. 1895’te memleketin her yanında köyleri ve işyerleri basılmış, on binlercesi öldürülmüş, gıklarını çıkartamamışlar. Sınırdan eşek sırtında sokulan silahlarla, okulun müstahdem odasında gece vakti toplanan derneklerle direniş örgütlemeye çalışıyorlar. Manyak mı bu adamlar ki gidip sivil Türkleri kessinler? Evet silahlanmışlar. 1895’teki gibi koyun gibi boğazlanmamak için direniş teşkilatı kurmuşlar. Evet şiddet kullanmışlar. Devrimci örgütler dünyanın her yerinde ne yaparsa onu yapmışlar. Erzurum’da valiliğe bomba koymuşlar; birkaç yerde jandarma vurmuşlar; asker ve polisle işbirliği yaptığına inanılan (Türk ve Ermeni) kişileri öldürmüşler. Zeytun ve Sason’da devlet güçlerine karşı yıllarca gerilla mücadelesi vermişler. Devlet gözüyle bakarsan buna haydutluk denir. Öbür yandan bakarsan savunma denir, delikanlılık denir, onur mücadelesi denir. Ama mukatele (karşılıklı katliam) denmez. 1915’ten önce Ermenilerin Türklere toplu kıyım yaptığına dair elle tutulur bir tane iddia yoktur. Ümit Özdağ ve benzerlerinin ortaya saçtığı çarşaf çarşaf hezeyannameleri dikkatle oku. 1915 öncesine dair tek bir söyleyecekleri yoktur. “Ama dedemi Ermeniler öldürmüş” diyenlerin kastettiği nedir, anlatayım.
Bir: 1915 Nisanından itibaren Ermeniler sürü sürü boğazlanmaya başladığında üç-dört yerde direniş olmuş. En meşhuru Van’dır. Nisan ortasına doğru Van’daki Ermeni toplumunun tüm ileri gelenleri valilik emriyle tutuklanıp öldürülür; köylerdeki Ermenilerin silahları toplanır; Erciş’te bütün Ermeni erkekleri köy meydanınlarına toplanıp boğazlanır. Bunun üzerine Van Ermenileri direnişe geçerler. Bağlar semti ile Varak dağını ele geçirip eski şehri topa tutarlar. Bir ayın sonunda aç kalıp yenilmek üzerelerken Rus ordusu gelir kurtarır. Şebinkarahisar’da kaleyi ele geçirip bir süre savaşırlar; sonunda hepsi ölür. Musa Dağında çoluk çocuk dağa çıkıp kırk gün direnirler. Yarısı ölür; yarısını Fransızlar kurtarır. [Franz Werfel’in “Musa Dağ’da Kırk Gün”romanı bunu anlatır. Muhteşem bir eserdir; ileri geri fikir beyan etmeden önce okumanda fayda vardır.] İki: 1916’da Ruslar Van’ı ikinci kez ele geçirdiğinde, Rus ordusuna bağlı Ermeni gönüllü alayının kumandanı Antranik Paşa Ozanyan Bitlis ve Hizan’a girer. Bir sene
önceki Hizan katliamlarına misilleme olarak sivil Kürtlerden on bin küsur insanı öldürtür. Bunun üzerine Rus divan-ı harbinde yargılanıp rütbeleri sökülür. Ama bir süre sonra göreve iade edilir. Üç: Rusya’daki ihtilalden sonra Rus ordusu dağılır. Sap gibi ortada kalan Ermeniler işgal altındaki Erzurum’da Antranik Paşa liderliğinde Batı Ermenistan Geçici Hükümetini kurarlar. Mart 1918’da Türk ordusu harekete geçince panik içinde geriye çekilirler. O sırada yollarına çıkan bütün sivil Türkleri toplayıp katlederler. Erzurum, Kars ve Ağrı yöresinde yüzlerce köyü taş üstüne taş kalmamacasına tahrip ederler. Bilhassa bu üçüncüsünün mazur görülecek tarafı yoktur. Katliamdır; savaş suçudur. Daha sonra Taşnak Partisi içindeki hesaplaşmalarda şiddetle kınanmış, Antranik ve adamları kendi partidaşları tarafından boka batırılmıştır. [Şiddetle İttihatçı düşmanı olan Ahmet Refik Altınay, İki Kıtal’de 1918 baharında Erzurum’un köylerinde gördüğü felaket manzarasını anlatır. Tüyler ürpertici bir tablodur.] [1923’te Romanya’da yapılan Taşnak Partisi Kongresindeki hesaplaşmaları Doğu Perinçek’in oğlu yayımladı. Konteksti bilince ilginç bir belgedir. Bilmeyince beyinsiz propagandadan başka şeye yaramaz.] Ama bunları bahane edip “n’apalım karşılıklı kesiştiler” demek için cidden insaf ve vicdan yoksunu olmak gerekir. Bosna’da Boşnaklar hiç mi Sırp öldürmedi? (21 Aralık 2011 S.Nişanyan)
Tazminat ama Nasıl? 24 Nisan Soykırımı Anma Günü vesilesiyle Ankara’da yapılan Soykırım panelinde yaptığım konuşma Esas konuya geçmeden önce şunu söylemek istiyorum. Türkiye Cumhuriyetinde vergi ödeyen bir vatandaş olarak olarak, bu vergilerle Ermenilere, bireysel bazda, tazminat ödenmesini reddetmek eğilimindeyim. Yanlış bir şey olacağını düşünüyorum bunun. Ahlaken bir temeli olacağını düşünmüyorum, siyaseten yanlış olacağını düşünüyorum ve hem Türkiye hem Ermeniler açısından daha büyük felaketlere yol açabileceğini düşünüyorum. Bir başka deyimle deminki konuşmacının
görüşlerine muhalif olduğumu baştan deklare etmeyi faydalı buluyorum. Bu bir parantezdi. Şimdi konuya geçeyim. 1915 olaylarını Türkiye’de daha çok duygusallık ya da insani ya da vicdani açıdan ele almak eğilimindeyiz. Bunun nasıl büyük bir felaket olduğu, vicdani yönden, ahlaki yönden nasıl korkunç sonuçlara yol açtığı vesaire vesaire. Bunların hepsi doğrudur, gereklidir. Bunları tartışmanın gereğine tamamıyla katılıyorum. Fakat bu muhabbet esnasında çoğu zaman gözden kaçırılan bir başka boyut var. O da işin ekonomik boyutu.
Yağma üzerine kurulu Cumhuriyet 1913 ile 1923 yılları arasında, yani sadece 1915’ten söz etmiyoruz, ilk Rum tehcirinin başladığı 1913’ten, ikinci temizlik dalgasının yaşandığı 1919-20’den, nüfus mübadelesinin yapıldığı 1923’e dek, Türkiye nüfusundan yaklaşık olarak toplam nüfusun %25’i eksiltildi, öldürülmek suretiyle veya yurt dışına gönderilmek suretiyle. Bunlar çıplak insanlar değildi. Sadece bir insan olarak da eksilmediler. Bunların malı, mülkü, tarlası, eşyası, bankadaki mevduatı, okulu, kilisesi vardı. Basit bir hesapla şu sonuca varabiliriz ki, Türkiye’nin toplam menkul ve gayrimenkul malvarlığının belki üçte biri, yüzde %30’u gibi bir oranı 1913 ile 23 yılları arasındaki on yılda zorla ve gasp yoluyla el değiştirdi. Dehşet verici rakamlardan söz ediyoruz. Memleketin ekonomik yapısının kökünden değiştiği durumdan söz ediyoruz. Yani bugünkü rakamlarla şöyle kabaca ne ifade eder bu, Türkiye’nin şu anki toplam menkul ve gayrimenkul mal varlığının parasal değeri nedir, bunun üçte biri nedir hesaplamaya çalıştığınız zaman trilyon dolar gibi rakamlardan söz etmeye başlarsınız. Devasa boyutlarda bir servet transferinden söz ediyoruz. Bunlar birilerinden çıktı, birilerine girdi ve olaya bu açıdan baktığınız zaman şunu görürsünüz ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun temel taşı, yani Türkiye Cumhuriyeti denilen fenomenin en temel unsuru bir servet transferinden ibarettir. Son zamanlarda özel sermaye bazında, ne bileyim Koç’lar, Sabancı’lar bazında, Türk kapitalizminin bu servet transferi üzerine kurulu olduğuna dair genel bir kabul oluşmaya başladı. Teker teker ele aldığınız zaman, özellikle 1940’larda palazlanıp büyüyen Türk kapitalizminin sermaye oluşturması sürecinin başında, hemen hemen
her örnekte ya Rum ya Ermeni mülkü görürsünüz. Bir şekilde 1913-23 olaylarında edinilmiş birtakım servetler görürsünüz. Fakat bunlar itiraf edilirken, daha önemli bir unsur çoğu zaman gözden kaçırılır. Tek parti döneminde Büyük Millet Meclisinde bulunan veya Halk Partisi üst düzey yönetiminde bulunan kişileri teker teker ele aldığınız zaman görürsünüz ki, hemen hemen istisnasız olarak hepsi soykırım zenginleridir. Atatürk de bunun istisnası değildir. Düşünün ki Cumhurbaşkanlığı Köşkü olan Çankaya, Kasapyan Köşküdür aslında. Başka bir şey söylemeye gerek yok; Türkiye Cumhuriyetini kısaca özetleyin dediğiniz zaman bu bir cümle yeter: Çankaya Köşkü Kasapyan Köşküdür. Memleketin her tarafında Atatürk konakları ve Atatürk evleri vardır, ben 20-25 tane kadar sayabiliyorum. İşte efendim Trabzon’da, Bursa’da, Adana’da, Tarsus’ta, her tarafta. Yani tesadüf olamayacak bir durumdur, bunların hepsi, ama istisnasız hepsi, gayrimüslim katliamından veya gayrimüslim tehcirinden elde edilmiş mülklerdir. Son zamanlarda özellikle sosyolog ve siyaset bilimcisi genç arkadaşlar çok ilginç mikro araştırmalar yapıyorlar. Adana Bölgesinde siyasi iktidarın oluşumundan, eşrafın kökenlerinden haberim var biraz. Demin Sibel Hanım bana Datça Bölgesinde buna benzer bir araştırmadan söz etti. Aynı şeyi, ne bileyim Eskişehir’de, aynı şey Kütahya için, aynı şey Bingöl için, aynı şeyi Van için yapabilirsiniz. Cumhuriyet döneminde burada palazlanan, yerel siyasi iktidara kavuşan, parti yöneticisi olan, ağa olan, bey olan, sinema sahibi olan, Arçelik bayii olan, Ülkü Ocakları başkanı olan kişilerin geçmişine baktığımız zaman, şaşmaz bir düzenlilikle, bir şekilde 1915’de, 1916’da, 1922’de elde edilmiş mülklerle ve bu sayede aniden sosyal hiyerarşide üste tırmanmış kişilerle karşılaşırsınız. Tahmin ettiğinizden çok daha derin ve radikal bir şekilde Türkiye Cumhuriyetinin sosyal tarihi 1915 olaylarıyla, 1913 olaylarıyla ve 1922 olaylarıyla iç içedir. Bunu net olarak görmek lazım. Soykırım inkârı hadisesini de bu gerçeği anlamadan, bu gerçeği göz önüne almadan takdir etmek mümkün değildir. Çünkü insanların soyut bir inanç nedeniyle yahut cehalet nedeniyle yahut fanatizm nedeniyle reddettiği bir geçmişten söz etmiyoruz. İnsanların bizzat şahıslarında, ailelerinin geçmişinde önemli bir rol oynamış olan, kendi sosyal itibarlarının temelini oluşturan bir geçmişle yüzleşme konusundaki sıkıntısından söz ediyoruz. Yani siz “soykırımı kabul et kardeşim,” dediğiniz zaman, şunu söylüyorsunuz: “Senin dedelerinin oturduğu, o senin çok sevdiğin ev var ya, o ev aslında senin
değil.” Bunu kabul etmeye zorluyorsunuz insanları. Bu da kabul etmek gerekir ki zor bir iştir. Onların yerine ben olsaydım, bu olgunluğu gösterebilir miydim kuşkuluyum doğrusu. İnsan ne olursa olsun, ne kadar kabahatli olursa olsun kendi dedesini kolay kolay reddedemez, reddetse bile kendi sosyal konumunun, toplumdaki itibarının temeli olan unsurları dinamitleyemez. Dolayısıyla kalkıp da siz Türkiye’ye, Türk toplumuna, “Soykırımı kabul et kardeşim, bir de tazminat öde kardeşim,” dediğiniz zaman çıkmaz sokakta avlanıyorsunuz, başka bir şey yapmıyorsunuz. Olmaz bu iş, olmayacak duaya amin diyorsunuz. Yani yurtdışından böyle taleplerle gelmek kolaydır, çünkü kaybedecek bir şeyiniz yoktur. Ama Türkiye içinde işi daha ciddi, daha esaslı ve felsefi bir yönden incelememiz gerekir. Tazminat talebinin ahlaken de yanlış olduğunu düşünüyorum. Prensip olarak suç şahsidir, ceza da şahsi olmak zorundadır. Soykırım müsebbiplerini yakalayabiliyorsanız, mala el koymuş olanları, hırsızlık malına el koymuş olanları yakalayabiliyorsanız eyvallah, alın malı elinden. Ama onun çocuğunu, onun torununu hatta şu anda artık dördüncü kuşaktayız torununun çocuğunu bundan ötürü cezalandırmaya kalktığınız zaman, “Efendim Ermeniler isyan etti, o yüzden biz de tabi çoluk çocuk onları kestik,” diyen insanlarla aynı ahlaki pozisyona düşmüş olursunuz. Suç işleyen cezalandırılır, şöyle ya da böyle bunun üzerine kurulmuş olan dört kuşaklık hayatı geçmişteki işlenmiş suçtan ötürü cezalandırmaya kalktığınız zaman ben şahsen bu cezalandırılacak tarafta olsaydım buna direnirdim. Direnmeyi de hak kabul ederdim. Yani empati yapacaksak yapalım. Olay bu. Olayı biraz daha geniş bir çerçevede değerlendirmemiz gerekiyor. Türkiye’nin bu geçmişten kendini artık arındırmasının zamanı gelmiştir. Bunun sosyal imkânları da ortaya çıkmıştır. Yani Türkiye’de bir dönem yönetici sınıf 1910’larda, 1920’lerde katliam ve ganimet üzerinden iktidara gelen bir yönetici sınıf oldu, bu kadar. Bunların ikinci, üçüncü, dördüncü kuşağı artık 1980 sonrası Türkiye’sinde başka yerlerde duruyorlar. Onların torunu bugün karşınıza ne bileyim daha demokrat akademikler olarak çıkıyor, solcu olarak çıkıyor, yazar olarak çıkıyor, bin türlü insan olarak çıkıyor. Yani artık dedelerinin hayat tarzından uzaklaşmaya başlamış, farklı sosyal kaynaklardan beslenen, gerçek anlamda bir kapitalizme doğru adım atabilmiş bir toplumla yaşıyoruz.
Dolayısıyla geçmişin hassasiyetini artık yavaş yavaş terk etmenin maddi imkânları Türkiye’de bugün mevcuttur. Yani insanlar şunu artık kabul edebilecek duruma gelmişlerdir. “Yahu bizim dede de çok pis işler yapmış, hakikaten ayıp etmiş, buna bir çare bulalım, buna bir çözüm bulalım. Artık ben dedemin Tarsus’ta yaşadığı eve mahkûm değilim. Toplumsal statümün, itibarımın temeli artık o değil. Kendi ayaklarım üzerinde durabiliyorum, dolayısıyla bir şeyler çözmek zamanı gelmiştir.”
Özür Dilemek Türkiye’nin bu işten ötürü özür dilemesi gerekiyor. Türkiye’nin bu işte her şeyden önce sembolik düzeyde, ahlaki düzeyde özür dilemesi gerekiyor. Bu Türkiye’nin medeni bir ülke olması için vazgeçilmez ön adımdır. Yani Türkler için de asıl olan iş budur. Türklerin geçmişin korkunç lekesinden ve onun getirdiği psikolojik eziklikten, onun getirdiği savunma zihniyetinden çıkabilmesi için, etrafındaki duvarları kırabilmesi için öncelikle özür dilemeleri gerekiyor. Ve bu özür de böyle yarım ağızla filan olacak bir iş değil. Özür dilemek sembolik bir şeydir başka bir şey değildir. Sembol olarak benim düşündüğüm bir tane örnek sanıyorum yeterlidir. Halaskârgazi Caddesinin adını Hrant Dink Caddesi olarak değiştirilmesi gerekiyor. Ergenekon Caddesinin değil, Ergenekon Caddesinin adını değiştirmek çok ucuzdur. Halaskârgazi’yi değiştirebiliyor musunuz? Onu yaptığınız zaman, ha işte bu jeton düştü Türk kamuoyunun vicdanına deme noktasına geliriz. Onun dışında müze mi kurulur, anıt mı yapılır, şu mu yapılır, bu mu yapılır onlar ayrı mesele. Fakat evet gerçekten Türkiye değişti diyebileceğimiz nokta Halaskârgazi Caddesinin, cinayetin işlendiği caddenin adının Hrant Dink Caddesi olarak düzeltilmesidir. O gün Türkiye için bir milat günü olacak, o gün Türkiye’nin hakikaten medeni ülkeler camiasında yerini aldığı gün olacaktır. Bunun ötesinde Türkiye’nin bu geçmişle yüzleşmesi demek, seksen seneden beri, yetmiş seneden beri Türk Ulusal Kimliğinin temeli haline gelmiş olan saldırgan ırkçılığın sorgulanması demektir. Yani bu ülkede “biz Türkleriz onlar Ermenilerdir. Kapışıyoruz, onlar bir tane çaktı, biz iki tane çaktık hepsinin mallarını aldık, burası artık bizimdir” diye özetlenebilecek olan ilkel ve çağdışı siyaset anlayışı ve kimlik anlayışının aşıldığı noktada Türkiye benim çocuklarım için daha medeni, daha yaşanır, daha sağlıklı ve daha güçlü bir ülke olacaktır.
Türkiye Cumhuriyetinin yapması gereken, bu transformasyonun, bu zihniyet değişikliğinin zorunlu bir sonucu olarak, bir şekilde bu ülke hepimizindir mesajını verebilecek, bu ülke burada yaşayan ve yaşamış olan herkesin ortak eseridir, müşterek malıdır mesajını iletebilecek olan adımları atmak ve kararları almaktır.
İnsani bir çözüm: Diaspora Ermenilerine Türk vatandaşlığı verilmesi meselesi. Gitgide hiç ummadığım yerlerde kulağıma çalınan bir opsiyondan söz etmek istiyorum. Diaspora Ermenilerine Türk vatandaşlığı verilmesi meselesi. Bu gerçekten yapılabilecek bir şey midir, hayal midir kestiremiyorum açık söylemek gerekirse. Fakat bu düzeyde bir jesttir önemli olan, bu boyutta, bu derece ilginç ufka sahip bir önlemdir bu işi çözebilecek olan. Buyurun gelin, burası sizin ülkeniz! Kaç kişidir bunlar sonuç olarak, bunlardan kaç tanesi böyle bir opsiyondan faydalanmak isteyecektir, bilemiyorum. Dişe gelir rakamlara ulaşılacağını hiç zannetmiyorum. Fakat Türkiye’nin tek taraflı olarak böyle bir jestte bulunması – yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı veriyoruz, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı vermekle de yetinmiyoruz, şayet Türkiye’ye gelmeyi arzu ederseniz size Hükümet olarak şu şu şu şu kolaylıkları göstereceğiz, ne bileyim Van’da otel mi kurmak istiyorsunuz, bunun için her türlü kolaylığı göstereceğiz, öncelik de tanıyacağız, kredi de vereceğiz gibi bir yaklaşım –doksan seneden beri hem Türklerin hem Ermenilerin başına bela olmuş bu korkunç geçmişten kurtuluşun en basit, en yapılabilir, en gerçekçi ve aynı zamanda ahlaken en doğru olan yöntemidir gibi geliyor bana. Benim vergilerimle beslenen Türkiye Cumhuriyeti’nin kalkıp doksan beş sene önceki bir hadiseden dolayı, konuyla alakası olmayan üçüncü, dördüncü kuşak insanlara tazminat ödemesine ben sıcak bakamıyorum. Prensip olarak taraftar değilim. Soykırım kurbanlarının dördüncü kuşak torunlarının dedelerinin mülkü üzerinde herhangi bir hakları olduğuna da inanmıyorum, nokta. Gençliğimde sosyalisttim, belki o zamandan kalma bir şeydir, miras hakkının mutlak bir hak
olduğuna inanmıyorum. Buradaki sosyalist arkadaşların elalemin mal mülk mirası için böyle canhıraş bir gayret içinde olmasını da anlamıyorum. Buna karşılık Türkiye Cumhuriyetinin bu toplumun ruhunu kanser gibi kemiren bu geçmişten kurtulması gerektiğine inanıyorum, bunun yalnız Türkiye için değil, insanlık için de önemli bir şey olduğuna inanıyorum. Bir tazminat fonu yaratılabilir elbette. Bu parayla yapılan her şeyin, birtakım Kaliforniyalı kişilerin çıkarını değil, TC vatandaşlarının gerçek çıkarını, maddi ve manevi refahını gözeten şeyler olması lazım. Ancak bu takdirde meşrudur, ancak bu şekilde Türk kamuoyunda meşruluk kazanabilir. Siz o tazminat fonuyla anıt mı dikersiniz, müze mi açarsınız, araştırma fonu mu kurarsınız, üniversitelerde Ermeni kültürü enstitüleri mi kurarsınız, yahut Bitlis’te ayakkabı fabrikası kuracak, Kütahya’da otel yapacak diaspora üyelerine kredi fonu mu açarsınız, ayrıntısını bilemem. Ama dikkat ederseniz bu dediklerimin hepsi, öncelikle Türkiye’nin maddi ve manevi kalkınmasına hizmet eden şeylerdir. Yani Ermenilerle ve Rumlarla barışmak ve geçmişi aşmak suretiyle aslında Türkiye’nin daha sağlıklı ve güzel bir yer olmasına hizmet edilmektedir. Vergi ödeyen TC vatandaşlarının canı gönülden kabul edebileceği tek çözüm de budur. Türkiye’nin milliyetçi içgüdülerini aşarak cömertçe barışmasında, bu ülke için büyük bir fayda görüyorum. Dolayısıyla bu uğurda eğer hükümet bizim ödediğimiz vergileri böyle bir ulusal barış ve düşünsel reform politikasına yönlendirebiliyorsa, o zaman o paraya helal olsun diyebilirim. Öbür türlü diyemem. (24 Nisan 2011 S.Nişanyan)
Biraz da Türklerin Açısından Bakalım Tarihte hiçbir olay siyah beyaz değildir. Adamlar izan ve vicdan sahibi birinin savunabileceği karşı argümanları bile getirmekten acizler. Haindiler o yüzden kestik! Yalandır kesmedik! Kestik ama az kestik! Zaten onlar da kesti! Emperyalistlerin oyunudur! Kahraman Türk milleti bu hainleri susturmayı bilir! İğrenç bir terane… İzan ve vicdan sahibi Türklerin hepsi son yıllarda uykudan geç uyanmanın şoku içinde, inkârın ve ahlaksızlığın boyutlarını tartışmakla meşgul. Araya mesafe koyup
“neden oldu?” sorusunu sorabilen yok. Sorsa, karşı tarafın ekmeğine yağ sürmekten – haklı olarak – korkuyor. “Yaptık ama sebepleri vardı” demeyi ahlaken – haklı olarak – sıkıntılı buluyor. Ya da kolayına kaçıp işi İttihatçılara yıkmakla yetiniyor. Türklere kopya vermek de, mecbur, bu acize düşüyor. MADDE BİR: Korku zulmü tetikler. 1915’te Türkler topyekün panik içindeydi. 1912’de, “kahraman Türk ordusu bu korkakları beş günde kahreder” laylaylomuyla girdikleri savaşta bütün Rumeli kaybedildi. Memleketin üçüncü büyük şehri olan, nüfusunun %60 küsuru Müslüman olan, memlekete hakim siyasi akımların doğum yeri olan Selanik birkaç haftada gitti. Bir milyona yakın sersefil muhacir İstanbul’a yığıldı. Camiler, kiliseler (evet!), hastaneler, sur dışındaki bostanlar tıklım tıkış mülteci kamplarıyla doldu. Millet aylarca kolera korkusuyla yaşadı. “Türkleri Avrupa’dan çıkarma” fikri 1895 Ermeni olaylarından beri Avrupa’da
yükselen ırkçı akımın sloganıydı. 1913 Londra Konferansı sırasında bu kez “Türkleri Küçük Asya’dan çıkarma” fikri duyulmaya başlandı. “Anadolu’da Türk yurdu” kurma düşüncesi İttihat ve Terakki çevrelerinde
1912’nin son günlerinde – ki Balkan Harbinin en felaketli günleridir – egemen olmaya başlamış görünür. Batı Anadolu Rumlarını toplu terör tehdidiyle yurt dışına sürme hamlesi bunun hemen ardından başlar, 1913 ilkbaharında çılgınlık boyutuna ulaşır. Mesela Çeşme ve Urla’nın hemen hepsi Rum olan nüfusu 1913 Mayısında iki hafta içinde tehcir edilir. [Selanik’in düşüşünden bir hafta sonra nüfusunun çoğu Rum olan Makri kasabasının adı Fethiye diye değiştirilir; bu da anlayana yeterince anlamlı bir mesajdır.] 1914’te gene savaş çıkar. Devleti yöneten zibidiler kahraman Türk ordusunun bu sefer İran’a, Turan’a dayanacağından emin görünür. Ama halkın – ve hatta yönetici sınıfın – bu hayallere kandığını hiç zannetmiyorum. 18 Mart 1915’te düşmanın Çanakkale’yi denizden geçme hamlesi sonuç vermez gerçi; ama 24 Nisandaki kara çıkarmasından sonra İstanbul’un birkaç gün içinde düşeceği inancı hakimdir. Devlet arşivleri ile sarayı Bursa’ya taşıma planları yapılır. Anadolu Ermenilerini topyekün imha etme kararı da aynı 24 Nisan 1915 günü yürürlüğe konur.
Akıl ve mantıkla düşünsen şunları söyleyebilmen gerekir: A) Rumeli’de Türkler egemen bir azınlık konumundaydı. En kalabalık oldukları vilayette %40 ancak vardılar. Anadolu’da ise yüzyıllardan beri mutlak çoğunluğa sahiptiler; sosyal konumları da Rumeli’dekinden çok farklıydı. Kim sürecek? Nereye sürecek? Kolay mı koca memleketi boşaltmak? B) Türkleri Rumeli’den süren Ermeniler değildi. Kafkasya’dan Çerkezleri süren de Ermeniler değildi. Aksine, 1913’te değil ama 1878 felaketinde Bulgaristan’dan Türklerle beraber Ermeniler de sürülmüştü. [Benim anneannemin ailesi 1878 Bulgaristan muhaciridir]. Elalemin günahının ceremesini neden gariban Ermeniler çeksin? C) Sen fetih azgınlığı ve millet-i hakime kibiriyle adamlara dünyayı dar etmesen Ermenilerin seninle ne alıp veremediği olurdu? Gül gibi geçinip gidebilirdiniz pekala. Kendine düşman ettiysen suçu kendinde ara. Ama panik anında aklı mantığı kim dinler, o ayrı mevzu. Köşeye sıkıştılar. İngiliz’e, hatta Balkan ülkelerine güçleri yetmediği için acısını kendilerinden daha zayıf olandan çıkardılar. Bütün mesele bu. Ahlaksız bir çözümdü gerçi; ama anlaşılmaz değildi. MADDE İKİ: Ermeniler sarhoştu! (İdeolojik körlük içindeydi.) Ermenilerin siyasi sınıfı 1895’ten ve özellikle 1909’dan bu yana acayip bir ideolojik körlük içindeydi. Büyük ve müreffeh Ermenistan’ı kuracaklardı. Mutlak haklılığın sarhoşluğu içindeydiler. Mazlumuz, demek ki haklıyız! Peki Türkler ne olacak? Pöh, üzerinde düşünmeye değmez! Neden bu kadar saçmaladılar? Tahmin yürüteyim. A) Yüzlerce yıl siyasi iktidardan, yönetim tecrübesinden uzak bırakılmış bir ulusun hamlığı, B) Yenilgiye mahkûm olmayı içten içe bilmenin getirdiği, fanteziye sığınma ihtiyacı [Bugünkü Kemalistlerde de var o haleti ruhiye: akılla mantıkla başa çıkamazsın, çünkü akıl zeminine geldikleri anda maçı kaybedeceklerini bilirler.]
C) Kendini Avrupalılarla – ve özellikle Avrupalının 20. yüzyıl başlarında zirve yapan üstün ırk / üstün kültür / üstün din sarhoşluğuyla – özdeşleştirmenin keyif verici rehaveti. Keza bunun devamı: Anadolu’da Batılıların açtığı okullarda okuyanların o tartışılmaz üstünlük duygusu. Abdülhamid’in, Talat’ın, Cemal’in, diğer İttihatçıların, İttihatçı bile olmayan öbür devlet ricalinin anılarını oku. Hepsinin hayatlarının bir aşamasında Ermenilerle iyi kötü yakınlığı olmuştur. Hemen hepsinin de bir noktada, samimi olduğundan şüphe duyamadığım bir çileden çıkma hissiyle “bu kadar inatçı, bu kadar bencil, bu kadar hayalperest adamlarla konuşulmaz” noktasına geldiğini görürsün. Ha Ermeni siyasileri hamdı da İkinci Meşrutiyet kadroları çok mu olgundu? Avrupa’dan yayılan ulusçu/modernleşmeci sarhoşluktan daha mı az nasiplenmişlerdi? Biraz daha tecrübeli ve esnek adamlar olsaydı üç tane yeni yetme Ermeni politikacıyla başa çıkamazlar mıydı? Onlar ayrı soru. Bir avuç hayalperest siyasi liderin cezasını bir buçuk milyon günahsız, mütevazı, çalışkan halk mı çekmeliydi? O da ayrı soru. MADDE ÜÇ: Nazi’yle yatan İttihatçı kalkar 1915’te Türkiye Alman askeri egemenliği altındaydı. Almanlar izin vermese zor soykırarlardı. 1880’lerden Dünya Harbi arifesine kadar Osmanlı ordusunu Almanlar neredeyse sıfırdan kurdular. Birçok birimin kumandasını üstlendiler. Savaş boyunca Osmanlı erkânı harbiye-i umumiye reisleri (yani genelkurmay başkanları) Almandı. Alman yardımı olmasa Osmanlı hazinesinin savaşı kaç hafta sürdürebileceği meçhuldür. Almanların bilgisi ve onayı olmadan, savaş halindeki bir ülkeden milyonlarca insanı sürmek gibi devasa bir projenin tasarlanabileceğini ve uygulanabileceğini düşünmek akla ziyan. Almanların Ermenilerle alıp veremediği neydi? Doğrusunu istersen bilmiyorum. Tahmin yürütebiliyorum ama emin değilim. Bana öyle geliyor ki cevabı rasyonel bir politikadan çok, Almanların 1930’larda zirveye ulaşacak olan o çılgınca özgüveninde, “ben o kadar üstünüm ki ne yapsam hakkımdır” diyen ulusal megalomanide, insan hayatını böcek seviyesinde gören ahlaki sapkınlıkta aramak daha doğru olur.
Savaş esnasında Türkiye’de görev yapan on binlerce Alman personeli var. Birçoğunun anıları, mektupları vs. aranırsa bulunabilir herhalde. Hani nerede bunun çevirileri, analizleri, romanları, psikolojik tahlilleri? Savaşta proto-Nazilerle müttefiktik demek ağır gelir herhalde. Ama en azından sorumluluğun yarısını onlara atar, biraz olsun vicdanını rahatlatırsın değil mi? * Buyur, üç tane kapı gibi argüman. Hiç biri yapılan işin fecaatini inkâr etmez. Hiç biri geçmişle yüzleşmenin ve özür dilemenin ahlaki mecburiyetini ortadan kaldırmaz. Ama en azından, olup biteni rasyonel bir çerçeveye oturtmaya yardımcı olurlar. “Türklerin, bırak özür dilemeyi, insanlığa karşı bir cürmü algılayabilecek kapasitesi
yoktur, o yüzden soykırım yaptılar” diyenlere verecek bir cevabın olur. (23 Aralık 2011
Sevan Nişanyan)
BÖLÜM 2 Türk milliyetçiliği olmasaydı da Ermeni Soykırımı yapılabilirdi
Türk milliyetçiliği olmasaydı da Ermeni Soykırımı yapılabilirdi. Türkiye’de kısa bir geçmişi olmasına rağmen, Ermeni Soykırımı üzerine yapılan çalışmaların kabuk değiştirdiği gözleniyor. Ermenice bilen, soykırımı yerel düzlemde ele alan ve farklı bir tarih okuması yapan bir sosyal bilimci kuşağı yetişiyor. Hâlihazırda Berlin’de Zentrum Moderner Orient’te (Modern Doğu Merkezi) doktora sonrası çalışmalarını sürdüren antropolog Yektan Türkyılmaz, bu kuşağın önemli bir ismi. Doktora tezini Van’daki soykırım süreci üzerine yazan Türkyılmaz’la, Tarih Vakfı’nda yaptığı ‘Ermeni Soykırımı’na ‘Giden Yolu’ Yeniden Düşünmek: Temmuz 1913 - Ağustos 1914’ başlıklı sunumu üzerine konuştuk.
Soykırıma giden yolun belirleyici etmenlerinin neler olduğunu düşünüyorsunuz? Öncelikle şunu söyleyeyim, soykırımlar çok karmaşık olaylardır. Tek bir nedene bağlanamaz. İşte, şu nedenle oldu demek, çok zordur. Mesela, ABD’de Clinton yönetimi döneminde, muhtemel bir soykırımın yaşanıp yaşanmayacağını öngörmek için milyonlarca dolar harcanan bir proje yapıldı. Önde gelen siyaset bilimciler ve sosyologlar da bu işin içindeydi ve bu projenin esas sorusu şuydu: “Olması muhtemel soykırımlar için erken uyarı sistemi kurulabilir mi?” En sonunda geliştirilen modelin, daha önce olmuş olan soykırımların yüzde 74’ünü açıklayabildiği görüldü. Yine de, bu modeli geliştirenlere göre bile, daha önce yaşanmış olan bir soykırımla her şeyin aynı şekilde geliştiği başka bir vakada soykırım yaşanmayabiliyor. Elbette ki, Ermeni Soykırımı’nın da arka plan koşulları vardır ve bunun içine, insanların dinler üzerinden tanımlandığı millet sistemi bile girebilir. Dolayısıyla, bence Ermeni Soykırımı’nı oluşturan etmenlere zemin sağlayan I. Dünya Savaşı da bu arka plana girer. Fakat ben bu konuda en çok ‘kolektif siyasi aktörler’in altının çizilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü soykırım, soykırım yapanların isteğiyle olur. Bu kadar basittir aslında. Canları öyle istedi demek istemiyorum. Elbette ki, birçok etmenin bir araya gelmesi gerekiyordu ve birçok şey bir araya gelmişti. Ancak bu tür etmenlerin bir araya geldiği başka bir vakada soykırım olmayabilir. Ermeni meselesinin de bir ansiklopedide iki sayfa olarak yer almasıyla sayfalarca yer
alması arasındaki farkı sağlayan da, kolektif siyasi iradenin varlığıdır. Bu iradeyi mümkün kılan nedir? Bu iradenin varlığını mümkün kılan şey, I. Dünya Savaşı’dır. Savaş, siyasi iradeyi ortaya koyan aktörlerin savaştan önceki pozisyonlarını devam ettirmeyip yeni pozisyonlar geliştirmelerine neden oldu. Zaten Ermeni Soykırımı, bu yüzden öngörülemez ve önceden tahmin edilemez bir şeydir. İttihat Terakki ile Taşnaklar arasında süren reform tartışmaları veya Balkan Savaşları’ndan sonra yükseldiği söylenen Türk milliyetçiliğinin etkisi nedir? Reform tartışmaları, elbette ki çok çok etkili. Milliyetçiliğin etkisini de tartışmıyorum. Ancak benim söylediğim şey, bunların etkisiyle çizgisel anlamda yükselen bir gerilimin soykırıma yol açmadığı. Belirli bir kırılma anından sonra, bu gelişmeler geriye doğru okunarak bu patlamanın kaynağı olarak belirlendi. Siyasi aktörlerin 1913 Aralıkı’nda veya 1914 Martı’nda reformla ilgili neler düşündükleri değildi esas mesele. Çünkü reform müzakerelerinin yapıldığı masadan tüm kesimler, bir şeyler bırakarak ama bir şeyler de alarak kalktılar. Osmanlı’nın savaşa girdiği Kasım 1914 ile Ocak 1915 arasındaki dönemde, siyasi aktörler tarafından tüm bu geçmiş yeniden değerlendirildi. Biz, tarih yazarken, bunlar olduğu için bu aktör bunları yaptı şeklinde okuyoruz. İşte orada bir sıkıntı var. Tüm bu etmenlere bugünden bakıp mı değer atfediyoruz, yoksa dönemin aktörleri de bu etmenlere değer atfediyorlar mı? Onlar da atfediyorlar tabii ki. Ancak tek değer atfetmiyorlar. Fakat o dönemde tüm bu etmenler tartışmanın parçasıyken de, başka senaryo olasılıkları vardı. Başından “Ermeniler başka bir oyun oynuyorlar” diye düşünenler de var, ancak mesela Nisan 1914’te Bitlis’teki Kürt isyanından sonra, Ermeniler için reform şart diyen İttihatçılar da var. Tabii bu noktada söylemsel bir mücadele de var. Reform, o dönemde herkesin istediği ve dillendirdiği bir anahtar kelime. Mesele, bunun altının nasıl doldurulacağı. Bir Osmanlı reformu mu olacak, Ermenistan reformu mu, yoksa Doğu reformu mu? Bunun üzerinden bir rekabet de var. Demek istediğim şey, bir kırılma noktasından sonra, katlanılabilir gördükleri bir şeyi, yaşamsal sorun olarak görmeye başladıkları. Kasım 1914’e kadar gelen sürece baktığımızda, Ermeniler ile Türkler arasındaki ilişkide ne görüyoruz? II. Abdülhamid döneminde başlayan şiddet dalgasının 1915’te nihai çözümle son bulması olarak mı okumamız gerekiyor? En olmayan şey bu aslında. Soykırımı böyle yorumlamak, tam da nedensellik arayışı içinde olmak demek. Yani bir soykırım tarihçisi olarak, yaşanan süreci bilerek, bu gerilimin nasıl olduğuna baktığınızda, ‘Gerilimi düşürme şansı olan şeyler neydi?’ diye bakmanız gerekir. Çünkü soykırımlar kaçınılmaz olaylar değildir. Milliyetçilikler veya ideolojiler soykırım yapmaz, soykırımı insanlar yapar. Bunu yapan insanlar da kanlı canlı, gerçek insanlardır. Bu yüzden, tüm soykırımlar gibi Ermeni Soykırımı da öngörülemezdi. Ermeni Soykırımı’nı nevi şahsına münhasır yapan özellik de tam da bu noktadır. Çünkü Ermeni Soykırımı, en beklenmedik anın arkasından geldi. Yani buradaki soykırıma giden gerilim aşamalı olmadı, aksine bir anda patladı. Bu demek değil ki, bu patlamanın öncesi bir kenara bırakılmalıdır, aksine, çok daha detaylı olarak çalışılmalı. Örneğin, 1894-6 Katliamları, hiçbir şeyi göstermese, Ermenilerin ‘kırılabildiğini’ gösterdi veya milliyetçi söylem, Ermeni’nin kim olduğunu tanımladı en azından. Aynı şekilde, reform tartışmaları, Ermenilerin beşinci kol olarak nitelenebileceğini gösterdi. Ama bu soykırımın sebebi milliyetçilik değil, hatta bu
soykırımın Türk milliyetçiliğini kurduğu veya temelini attığı bile söylenebilir. Bu yüzden, Ermeni Soykırımı’nı anlamak için, tüm bu süreci mikroskop altına almamız gerekiyor. Ermeni Soykırımı, neden hiç beklenmedik bir andan sonra gerçekleşti? Bunu ben söylemiyorum sadece, dönemin ileri gelen Ermenilerinin hepsi söylüyor. Dönemin Ermenilerinin iyimserliğini de ben icat etmedim, bunu söyleyen birçok Ermeni tarihçi var zaten. Bu iyimserliği şimdiye kadar
Ermeni siyasetinin önce gelen üç ismi Krikor Zohrab, Armen Garo (Karekin Pastırmacıyan) ve Vartkes Serengülyan, I. Dünya Savaşı’nın başladığı Temmuz 1914’ten üç gün sonra Zohrab’ın Büyükada’daki evinde toplanır ve savaş üzerine bir bahis oyunu oynarlar. Tablodaki sekiz sorudan oluşan oyunda, savaşın sonunda en çok isabetli tahmini yapan kişi onuruna Tokatlıyan Oteli’nde davet verilecektir. Türkyılmaz, Ermenilerle ilgili olan son iki soruya verilen cevaplara dikkat çekerek, Ermeni siyasetçilerinin soykırımdan kısa bir zaman öncesine kadar geleceğe ne kadar iyimser baktıklarını gösteriyor.
sorunsallaştırmamak ayrı bir mesele. Bunu sorunsallaştırmayınca, geriye kalan tek şey, böyle bir felaketin gelişini beklemeyen insanlara naif demek oluyor. Hâlbuki Taşnakların önde gelen liderlerinden ve tarihçisi Simon Vratsyan, savaş patlak verdikten sonra bile “Ermeniler için muhteşem bir ufuk yükseliyor diye düşünüyorduk” diye yazıyor. Bunu yazdıktan hemen sonra, başka tarihçiler “Osmanlı Ermenileri uçurumun kenarındaydı” diyorsa, yani meselenin aktörü bunu öyle görmüyorken, tarihçi öyle görüyorsa, bunun iki sebebi olabilir. Bir, olayın aktörleri gerçekten naiftiler. İki, Ermeniler çok büyük bir komployla karşı karşıyaydılar. Çok büyük bir komployla karşı karşıya olmadıklarını artık biliyoruz. Yani Ermeni Soykırımı, bazılarının sandığı gibi uzun süredir planlanan bir proje değil. Naif demek de açıkçası haksızlık olur. O zaman, bize tek bir ihtimal kalıyor; bu durumu açıklamak. Bu durum, tüm Ermeniler için mi beklenmedik? Patrikhane için beklenmedik değil. Patrikhane, zaten 1909 Adana Katliamı’nın ardından “İttihatçılar bize bir oyun oynayacaklar” diye düşünüyor. Fakat tarihin Patrikhane’yi haklı çıkarması, onların
süreci doğru okuduğu anlamına gelmiyor. Sosyalist Hınçaklar, neredeyse 1908’den beri, “Tamam, Meşrutiyet iyidir ama İttihatçılardan müttefik olmaz” diye bakıyorlar. Liberal Ramgavar Partisi, “Ben kendi devrimcimden bile hoşlanmıyorum, Osmanlı devrimcisine hiç bulaşmam” diyor. Geriye tek bir aktör kalıyor: Taşnaktsutyun. Taşnakların çoğunluğu açısından ise soykırım beklenmedik bir şey. Bu ileri gelenlerin yazdıklarına baktığınızda, özellikle Eylül 1914’te böyle bir şey olacağı akıllarına bile gelmiyor. Bunu gösteren bir ipucu da, aynı zamanda Ermeni Soykırımı’na karşı örgütlü Ermeniler arasında çok az direniş olması. Bu kadar az direniş olması, gerçekten çok ilginç. Soykırıma karşı fiziki direnişin olduğu yerlere baktığımızda da Taşnaklar dışındaki aktörleri görüyoruz. Mesela Şebinkarahisar’da direnişi örgütleyen Hınçaklardır. Taşnakların en ağırlıklı olduğu yer olan Van’daki direnişte de en önde Ramgavarlar vardı. Taşnaklar daha örgütlü ve hazırlıklı bir biçimde direnmiş olsalardı bile bunun sonucu etkileyip etkilemeyeceğini bilmiyoruz ama Taşnaklar arasında yine de böyle bir çaba olmadığı anlaşılıyor. Çünkü hiç beklemiyorlar ve âdeta paralize oluyorlar. Neden Taşnakların iyimserliği, diğer kesimlerin kötümserliğinden daha önemli? 1908-1914 arasındaki dönem, Taşnaktsutyun’un Osmanlı Ermenilerinin temsiliyet yetkisini kazandığı bir zaman dilimi. Bu dönemi, Krikor Zohrab, “Patrikhane’nin koridorları boş kaldı” diye anlatıyor. Bir bakıma, 1908’de Ermeniler için iki devrim oldu diyebiliriz. Birincisi, bildiğimiz II. Meşrutiyet Devrimi. İkincisi ise Ermeni toplumu içinde yaşanan devrim. Bu devrimle, Ermeni toplumunun karar merkezi, hızlı bir şekilde Patrikhane’nin bulunduğu Kumkapı’dan seküler Ermenilerin yoğunlaştığı Pera’ya taşındı. Yine Pera’nın altını çizmek istiyorum, çünkü devrimci örgütlerin gazete binaları Beyoğlu’ndaydı. Bu devrimle, Osmanlı Ermenilerinin temsiliyet ve muhatap alınma yetisi Taşnakların eline geçti. Taşnaklar, Ermeni toplumunun tüm kurumlarına sirayet etti ve İttihatçılar, bunu özellikle desteklediler. Van gibi yerlerde Taşnakların silahlanması destekleniyor ve bu dönemde, Taşnakların Taşnak olmayan Ermenileri öldürmeleri bile neredeyse serbest.
İlk fotoğraf, 1913 tarihinde Van’ın şehir merkezi. İkincisi de 1915’te yaşanan katliamlar sonrasında Van’ın şehir merkezi. Bahsettiğiniz kırılma noktasının yaşanmasına savaş mı sebep oluyor, yoksa savaş buna zemin mi sağlıyor? Savaşın kendisi soykırımcı değildir elbette. Savaş, soykırıma zemin hazırlıyor. Savaş, dönemin siyasi aktörlerine yepyeni pozisyonlar sağlama kabiliyeti veriyor. Savaş, aktörlerin, yani İttihatçılar ile Taşnakların gözündeki muhtemel senaryoları çoğaltıyor. Burada aktörlerin sorumluluğu devreye giriyor. İttihatçılar, bu sorumluluğu alarak, yani panikle ve korkuyla değil; başka şeyler yapabilecekken, Ermenilere soykırım uyguladılar. Yeni pozisyonlar derken neyi kastediyorsunuz? Savaş öncesi duruma bakınca, günü bir şekilde kurtarmayı hedefleyen bir politika görüyoruz. Savaşla beraber ise, İttihatçılar, her şeyi yeniden gözden geçirme imkânı buldular. Taşnaklar içinse öncelikle şunu söyleyeyim: Taşnakların siyaset yaparken her zaman önce Ermeni toplumunun esenliğini düşündükleri zannından vazgeçmeliyiz. Onların da kendi örgütsel çıkarları çok önemliydi. Meseleyi, ideolojiler üzerinden okuduğumuzda zaten şöyle bir sorun oluyor, Taşnaklar ile Hınçaklar arasında ideolojik olarak da pek bir fark yok. Fark ve dolayısıyla rekabet, sadece örgütsel çıkar üzerinden yürüyor. Ayrıca tek bir Taşnaktsutyun’dan da bahsedemiyoruz. İçlerinde, rolleri çalınan bir grup da var. Erzurum’a baktığınızda, savaş çıktığında, “Biz bu durumu hasarsız biçimde atlatalım” diye bakanlar da var ve onlar çoğunlukta. Tarihte, bir Osmanlı-Rus Savaşı olduğunda, her zaman faturanın Ermenilere çıktığını biliyorlar. Bu anlamda, Osmanlı’daki Taşnakların ağırlıklı bir kısmı, zaten Osmanlı savaşa bulaşmasın istiyor. Ancak bir de ‘iyimserler’ var. Balkan Savaşları’nı zar zor atlatmış bir yönetimin gidici olduğunu düşünüyorlar. Olaya ‘iyimser’ bakanların başında da Armen Garo geliyor. Zaten felakete giden yolun taşlarını döşeyenler de her gruptan ‘iyimserler’. Özellikle felakete yol açan ise iyimserlikle fırsatçılığın bir araya gelmesi. Taşnakların bu yönde politika belirleme sürecinde, Fransa, Cenevre ve Tiflis’teki grupları da hesaba katmak gerekir. Sonunda, eğer Rusların savaş planının bir parçası olunursa, her şeyin çok güzel olacağı kararı çıkıyor. Buna rağmen, her yerdeki gruplardan bu karara çok ciddi itirazlar geliyor. Zaten Haziran 1914’te Taşnakların dergisindeki başyazı, “Siz halen Ruslardan bir şey mi bekliyorsunuz?” minvalinde. Savaş, işte böyle bir pozisyon değişikliğine zemin sağlıyor. Bu, soykırımın neden yapıldığını açıklar mı? Hayır, açıklamaz. Bu, iki örgüt arasındaki işbirliğinin nasıl bir felakete sebep olarak çöktüğünü
açıklar yalnızca. İttihat ve Terakki ile Taşnaklar arasındaki işbirliği öyle ki, İttihat Terakki’yi Taşnaktsutyun olmadan düşünemezsiniz, tersi de doğru. Bu ittifak, 1909 Adana Katliamı’ndan sonra bile, bırakın zayıflamayı, daha da güçlendi. Taşnaklar, İttihatçılara karşı olan diğer Ermeni gruplarını, açıkça Adana Katliamı öncesinde provokasyon yapmakla bile suçladı. Taşnaklar, her zaman 1908 Devrimi için “Bu devrimi biz yaptık” diyorlar. 1912 seçimlerinde bu işbirliği, İttihatçıların zayıflamasıyla zarar görüyor, fakat yine de taşradaki işbirliği, bu büyük siyasetten pek etkilenmiyor. Van’ı 1914’ün yazına kadar birlikte yönetiyorlar diyebilirim. Bu işbirliği süreci, Ağustos 1914’te bile geçerli. O tarihte, Erzurum’da yapılan Taşnak Kongresi’nde, İttihatçıların da halen Taşnaklar üzerinden Ermenilerle işbirliğinin mümkün olduğunu varsaydıklarını ve bunu istediklerini düşünüyorum. En azından ellerinde bir haritayla geliyorlar o kongreye. Ayrıca, Ağustos 1914’le ilgili kısa bir spekülasyon yapacak olursam, o tarihte, “Şu gruplardan hangisi, önümüzdeki bir yıl içerisinde topluca öldürülecek?” diye sorulsa ve Rumlar, Kürtler ve Ermeniler sıralansaydı, ezici çoğunluk, Rumlar şıkkını seçerdi. İkinci sırada da büyük ihtimalle Ermeniler değil, Kürtler gelirdi. O tarihte, Doğu Anadolu’daki soruna dair İttihatçıların kafasını daha fazla karıştıran Kürtler aslında. Bu yüzden, kurumlar arasındaki ilişkiye bakmamız gerekiyor. Zaten soykırımın neden yapıldığını, ancak soykırımcıların kendisi açıklar. İttihatçılar, basit bir şekilde Ermenileri ölüme yollamıyor; daha düne kadar birlikte rakı içtikleri, tavla oynadıkları, hayatlarını kurtaran ve yakın arkadaş oldukları Taşnak partili insanları öldürme kararı alıyorlar. Tüm soykırımcılar gibi gerçeklikle bağlarının koptuğu bir nokta var ki, işte o noktayı bulmamız gerekiyor. Neden böyle bir karar veriyorlar? Ekim-Kasım 1914’te artık böyle bir karar, İttihatçıların kafasında şekillenmeye başlıyor. Örneğin, seferberliğin ilan edildiği 3 Ağustos’tan sonra Van’daki Taşnak ileri gelenleri, davul-zurna eşliğinde Osmanlı ordusuna asker toplamaya çalışıyor ama Ekim’de İttihatçı Ömer Naci, bir Taşnak’ın evinde aynı kişilere parmak sallamaya başlıyor ve aynen şunları söylüyor: “İtilaf devletlerine karşı savaşa gireceğiz. Ermeniler Rusları desteklerse onları acımasızca, pişmanlık duymadan, sonuçlarını düşünmeden katledeceğiz. Hatta şu an şampanyasını içtiğimiz ev sahibimizi bile öldüreceğiz.” Yani, Ekim – Kasım 1914’ten sonra, artık Balkan Savaşları, reform görüşmeleri ve 1908’de özenilen Ermeni devrimciliği geriye dönük olarak bambaşka bir şekilde okunmaya başlıyor. Bu kırılma noktasından sonra, tarihsel süreç büyük önem kazanıyor. Bu noktada, örgütsel kopuşun yanı sıra psikolojik faktörlere de bakmamız gerekiyor. Çünkü İttihatçılar, basit bir şekilde Ermenileri ölüme yollamıyor; daha düne kadar birlikte rakı içtikleri, tavla oynadıkları, hayatlarını kurtaran ve yakın arkadaş oldukları insanları öldürme kararı alıyorlar. Tüm soykırımcılar gibi gerçeklikle bağlarının koptuğu bir nokta var ki, işte o noktayı bulmamız gerekiyor. Ermenilerin nasıl iç düşmana dönüştürüldüğüne bakmamız gerekiyor.
İttihatçıların bu derece ittifak yaptığı bir kurumun yok edilmesinden ne gibi çıkarı var? İhanete uğradıklarını düşünüyorlar. İttihatçılar, Taşnaklar içinde de çok çeşitli olan, Ermeniler genelinde ise yüzlerce olan siyasi pozisyonlar arasından bir tanesini seçiyor ve olup biteni ‘arkadan hançerleme’ olarak tanımlıyorlar. Neden bir tek tavra odaklandıklarını bilmek için, onların kafasının içine girmemiz gerekir. Soykırımcıdan son derece rasyonel bir mantık silsilesi beklememek gerekir zaten. “Bizi arkadan hançerlediler” gerekçesinden yola çıkarak, faturayı da süreçle ilgisi olmayan Ermeni ahalinin tümüne çıkarıyorlar. Taşnakları bastırmak yerine kitlesel imha fikri neden ortaya çıkıyor? Özellikle katletmek gibi bir dertleri Ömer Naci, 1914’e kadar Taşnaklarla yakın ilişkisini bir yok bence. Esas amaç, faturası ne İttihat Terakki toplantısında “Ermenileri benim kadar olursa olsun Ermenilerden kurtulmak. yakından tanısanız, tehlikeli olmadıklarını bilirdiniz” Buradan kasıt veya ölüm emri yok diyecek kadar sürdürmüş ve sonrasında Ermeni Soykırımı gibi bir şey anlaşılmasın. Zaten kararı alınmasından önemli etkisi olan İttihat ve Terakki dünyada Afrika’daki Herero ile Teşkilat-I Mahsusa üyesi olan subay. Soykırımı dışında hiçbir soykırımda, önceden net ifade edilen bir imha kastı veya emri yok. Bu anlamda, Ermeni Soykırımı’nda olan şudur: Ermenileri bir yerden bir yere gönderirken, kayıpları görüyorsunuz. Kafilelere saldırılıyor, insanlar öldürülüyor, kadınlar kaçırılıyor. Bunları görmelerine rağmen, tehcire devam ediyorlar. İşte kasıt budur. 1894-1896 olaylarında, katliamların mümkün olabildiğini zaten görmüşlerdi. Ayrıca savaşın getirdiği nihai çözüme gitme isteği de var, “Biz bu işi burada bitirelim” isteği. Ermeni Soykırımı bu anlamda, çok organize olmayan bir soykırımdır, ancak yüz binlerce insanın katledilebilmesini sağlamak bakımından da maalesef çok etkilidir. Bir diğer önemli etmen de sivil katılımın yüksekliği. Milliyetçilik ise bunun önemli bir etmeni değil. Soykırım yapmak isteyen, her şeyi kendisine sebep olarak kabul edip soykırım yapar. Bu anlamda, Türk milliyetçiliği diye bir şey olmasa bile, rahatlıkla Ermeni Soykırımı yaşanabilirdi. Sivil katılımdan kastınız nedir? Son zamanlarda tartışılan bir konu bu. Kürtlerin soykırım sürecine aktif katılımı üzerinde duruluyor. Anadolu’da yaşayan her grubun büyük mesuliyeti var elbette ki, ancak ‘Kürtlerin mesuliyeti’ demek
bana biraz garip geliyor. Kürtlerin çoğu, oraya Kürtlük davasıyla gitmediler. Soykırıma aktif katılanların büyük kısmı, orada ‘Allah için’ savaştılar. Kürt meselesinin ortaya tam olarak çıkışına kadar gruplar arasındaki kitlesel çatışmalardaki kelime dağarcığımız din üzerine kurulu. Bana öyle geliyor ki, bugün “Müslümanlar kimlikleriyle yüzleşsin” diyemeyenler, “Kürtler kimlikleriyle yüzleşsin” diyorlar. Fakat bu soykırıma katılım süreci de, Kürt kimliğini kuran şeylerden biridir ve önemli kurulma noktalarından birisidir. Bugün Kürdistan denilen coğrafyanın Kürdistan olarak tahayyül edilebilmesine yol açan şeydir, Ermeni Soykırımı. Bu konuda hep Ermeniler ile Kürtler arasından önemli bir gerginliğe işaret edilir. Bu, ne kadar önemli? Bu gerginliğin varlığına hem evet, hem hayır diyebilirim. Aralarında önemli bir çatlak var. Ama bu çatlak, kendiliğinden katliama dönüşebilecek bir çatlak değil. O yöne mobilize edildiklerinden bu anlamda işlevsel hale gelen bir yarılma. Van’da çok net görüyoruz bunu. Siyasi otorite dur dediğinde, insanlar duruyorlar. Katliamlara katılım, imkân verildiğinde sağlanıyor ve katılanların motivasyonları birbirinden çok farklı. Yine de sivil katılımın mesuliyetinin çok büyük olduğunu inkâr etmiyorum.
‘Van İsyanı, Vali Cevdet Bey’in eseridir’ Sizce ‘Van İsyanı’nın, Ermeni Soykırımı sürecinde önemli bir yeri var mı? Kesinlikle çok önemli bir yeri var. Fakat ‘Van İsyanı’nı oradaki Ermeniler çıkarmamıştır, Tamamıyla Van Valisi Cevdet Bey’in eseridir. Van’dakilerin isyan etmek gibi bir derdi olsa, bunu Kasım 1914’te, Van, askeri açıdan boşaltıldığında yaparlardı. Fakat akıllarından bile geçmiyor. Ne zaman ki. Cevdet Bey, Mart 1915’te İran’dan dönüyor, o zaman işler değişiyor. Zaten İttihatçılar arasında soykırımcı niyeti, Cevdet Bey kadar belli eden başka bir bürokrat yoktur. Direkt Ermenilere karşı “Biz bugüne kadar iki tane dığanın (çocuk) elinde maskara olmuştuk, artık yeter. Bundan sonra pazarlık yok. İstediklerimiz olmazsa, sonuçlarına katlanırsınız” diyor. Kasım 1914’te, kafasında “Van isyan edecek” diye kuran bir adamdan söz ediyoruz. Dolayısıyla kendini korumaya çalışan bir halkın yaptıklarının dışında, Van İsyanı denilen şeyin mimarı kesinlikle Vali Cevdet Bey’dir.
‘Ermeni Soykırımı çalışmaları inkârcılığı muhatap almaktan kurtulmalı’ Ermeni Soykırımı yazımına ilişkin ciddi eleştirileriniz var. Hangi noktalar sorunlu sizce? Soykırımı çalışmakla soykırımı doğuran sorunu çalışmak arasında fark vardır. Yani Ermeni Soykırımı çalışmak, Ermeni sorunu çalışmak değildir. Çünkü soykırım, bir kırılma ânıdır. Mutlaka o ânı doğuran tarihe bağlıdır, ancak aynı zamanda, o tarihi değiştiren bir andır. Holokost’u Yahudi pogromlarıyla açıklayabilir misiniz veya pogromlardan Holokost’a doğrudan bir yol çizebilir misiniz? Çizemezsiniz. Bu anlamda, Ermeni Soykırımı çalışmaları, bu yönde bir okumanın en kötü örneklerinden birisi. Ayrıca Ermeni Soykırımı, soykırımlar arasında en zayıf çalışılmış olan soykırımdır. Bunun ilk sebebi, inkârı muhatap kabul etmek, ikinci nedeni ise Holokost gölgesi. İnkâra karşı bir şey ispat etme çabasından kurtulmalıyız.
Bölüm 3 1915 Ermeni Soykırımı, Soykırım ve ErmeniKürt İlişkileri ile Kürtlerin Ermeni Soykırımına İştiraki Meselesi
1915, Ermeni soykırımı, Türkiye solu, Türk modernleşmesi (Derleme) İçindekiler M.Kürkçügil ile Soykırım ve Ermeni-Kürt İlişkileri Üzerine – H.Ercan & M.Polatel...................1 Bir Başka Tarih Mümkün Müydü? Ya da “Ermeni Meselesi” “Modernite” ve “Soykırım”...........9 “Mesele Hrant’ın meselelerini dert edinmek” (M.Kürkçügil'le Röp: M.ARSLAN)....................28 Dedeler, Torunlar, ‘Bizim Ermeniler’ ve Lobiler – I * Özge L. İspir...........................................31 Dedeler, Torunlar, ‘Bizim Ermeniler’ ve Lobiler- II * Özge L. İspir............................................35 “1915, sol için piyasası olan bir mesele değildi”..........................................................................40 Bir başka açıdan Kürtlerin Ermeni Soykırımı’ndaki rolü.............................................................46
M.Kükçügil ile Soykırım ve Ermeni-Kürt İlişkileri Üzerine H.Ercan & M.Polatel
SOYKIRIM VE ERMENİ KÜRT - İLİŞKİLERİ II. Abdülhamid dönemine gelmeden önce Ermeni toplumu içerisinde ne gibi toplumsal, siyasal ve kültürel dönüşümler yaşanıyordu? Eğer “Ermenilerin siyasallaşmasından” bahsedeceksek II. Abdülhamid döneminden çok önce Ermenilerin “modern” anlamıyla, o günlerde gelişen sınıfların, burjuvalarının bulunduğu alanlar ne ise oralardan başlamak gerekir. Ermeni entelijansiyası, –tabii Batı Ermenistan’daki çünkü Doğu Ermenistan farklıdır; buluştukları kanal var ama önemli ölçüde ayrıdırlar– büyük oranda 1840’lı yıllarda Avrupa’da yetişmiştir. Bunlardan bazıları amiraların, bazıları amira olmayan zenginlerin, sarrafların, ticaretle uğraşanların çocuklarıdır. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi bunlar ister istemez o
ülkelerdeki siyasal hareketliklerle ilişkilenirler. Fransa’daki 1848 İhtilali, Şubat İhtilali bu açıdan önemlidir. Burada 1860’ta yazılan ve 1863’te padişah tarafından kabul edilen Ermeni nizamnamesinin, “anayasasının”, yazarı olan ve aynı zamanda Mithat Paşa’nın yanında Osmanlı Anayasası’nı yazmış olan Kirkor Odyan gibi adını sanını bildiğimiz insanlar var. Bu insanlar ünlü Fransız tarihçisi Jules Michelet’nin öğrencisi olmuşlardır. Bu insanlar sosyal sorunlarla nasıl ilişkileneceklerini Victor Hugo’nun Sefiller’inden öğrenmişlerdir. Oradan bu etkilenmeyle demokratik siyasal haklar açısından bir takım liberal aydınlar oluşmuştur. Ve bu liberal aydınların oluşmasına paralel diyebileceğimiz bir şekilde Ermenilerin kendi toplumsal-iç mücadelesine bakarsak, proletarya ile burjuvazi arasında değil ama bir tür sınıf mücadelesi modern anlamıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler içerisinde cereyan etmiştir. Ermenilerde patrikhane önemli bir unsurdur, milleti temsil eder zaten. Burada nüfuz sahibi olan amiralar vardır. Yani padişahtan torpilli, padişahla ilişkili zengin insanlar. Bunlar hem milletin hayrına bazı işler yaparlar –işte kilise, okul yapar veyahut yoksullara yardım eder– ama bir yandan da buradan milleti bloke ederler. Buna karşın zanaatkâr dediğimiz veyahut esnaf diyebileceğimiz ama zanaatkâr emekçi diyemeyeceğimiz insanlar da millet temsilinde pay sahibi olmak istemişlerdir. Ve bu ciddi bir mücadeledir. Ermeni nizamnamesi dediğimiz hikaye Ermeniler için geçerli olan bir nizamnamedir ve işte bu hukuku açıklar. “Cemaat yönetiminin” veya “millet yönetiminin” daha demokratik işlemesi için konmuş olan bir sistemdir. Bu bir tür karşılıklı olarak kurumlarla yani cemaatin kurumlarıyla bireyleri arasındaki hukuku belirler; bu açıdan anayasal bir değeri vardır. Tabii bu da önemli bir husustur. Amiralar daha ziyade Eğin, Divriği vb. kökenli olmasına rağmen, İstanbul’da yaşarlar ve taşradakilerle pek bir bağları yoktur. Doğu’da yani literatürde Batı Ermenistan deniler yerde (bu sonradan uydurma bir laf olmayıp Roma’dan beri Batı ve Doğu, veya Bizans ve İran Ermenistanı –19, yüzyıl ilk çeyreğinden sonra Rus Ermenistanı– bütün haritalarda ve hatıratlarda , gezi kitaplarında zikredilir) başka bir hayat vardır. Bu kabaca çift vergiyle somutlayabileceğimiz yani hem devlete hem Kürt aşiret reislerine vergi vermek zorunda olan yoksul bir köylü kesimini işaret eder. Tabii ki zanaatkârı, tüccarı, tefecisi de var. Tabii ki Kürt aşiret reisine vergi veren Kürt yoksulu, köylüsü de var. Bütün Ermeniler, bütün Kürtler diye ayrıca belirtmeye gerek yok. Ama şöyle diyebiliriz: Ermeni meselesinin doğudaki oluşumu tamamıyla bir köylü meselesidir. Zaten 1890’da kurulan Ermeni Devrimci Federasyonu, (Taşnaksutyun) programı itibarıyla popülist bir partidir. Yani köylü sosyalizmini benimser. Zaten programı Rus partisininkinin tercümesidir. Orada ilişkiler can ve mal
güvenliğinin olmadığı bir ortamı gösteriyor. Bu genellikle gözden ırak tutulur. Bazılarında orada halklar iç içe yaşıyordu, Osmanlı onları eziyordu ve bu ikisi arasındaki ilişki nötr bir ilişkiydi gibisine bir kanaat var. Sonradan ya Ermeni devrimci militanları veyahut, milliyetçileri, ayrılıkçıları çıktı veya emperyalizmin bir oyunu olduğu için sorunlar çıktı sanılıyor. Tabii ki ortada bir oyun olması için bir gerçeklik olması lazım. Ortada bir gerçeklik yoksa, sizin oynayacağınız bir alan yoksa istediğiniz kadar tepinin. Yoksa muhakkak ki bütün büyük güçler tarih boyunca kendilerine göre, kendi çıkarları doğrultusunda bütün dünyayı şekillendirmeye çalıştılar. Zaten “sermayenin bir kanunu da budur” der şefimiz manifestodan beri. Dolayısıyla bunun bir kötülükle değil sermayenin kanunuyla ilgisi vardır. Şimdi burada oluşan meseleye baktığınız zaman II. Abdülhamid’e gelmezden evvel 19. yüzyılın ortasında çok kesin bir şekilde bir güvenlik sorunu vardır. Burada yaşayan Ermenilerin önce Kürtlerden ve 1860’tan sonra, zamanla yaklaşık 20 yıl içinde sayıları iki milyonu bulan Kafkasya'dan göç ettirilen Çerkeslerden kaynaklanan güvenlik sorunu vardır. Tabii o da başka bir trajedi bir açıdan. Ama o trajediyle gelen insanların nerelere yerleştirildiklerinin bir haritasını çıkarmak mümkündür. Devlet tarafından tamamıyla bu mesele (Ermeni meselesi) gözetilecek şekilde konuşlandırılıyorlar. 1877-78 OsmanlıRus Savaşı’ndan (93 Harbi) sonra dikkat ederseniz zaten hem Ayastefanos Antlaşması’nda hem Berlin Antlaşması’nda bu husus yer alır. Detaylarına girmeyelim ama Osmanlı Rusya’ya karşı savaşı kaybettikten sonra Ayastefanos Antlaşması yapıldı. Bunun üzerine Bismarck ilk defa uluslararası siyasete girdi ve antlaşmanın muhteviyatını yumuşatarak kendisi müdahil oldu. Dolayısıyla Rus emperyalizmine karşı mücadeleye yeni başlayan Alman emperyalizmi dahil oldu. Buradaki sorun neydi, taleplere baktığınız takdirde bu tamamıyla buradaki Kürt ve Çerkes yağmacılığına karşı ırz, can aklınıza gelebilecek her türlü melanete karşı güvenlik meselesini görürsünüz. Bu tarihlerde dikkat ederseniz daha sonra sözü edilecek olan veyahut da günah keçisi haline getirilecek olan herhangi bir “ayrılıkçı” veya “devrimci” vs. bir örgüt yoktur. Ve bu söylediklerimizin aksini söyleyecek kimse de yoktur. “Palu Harput 1878” diye üç papazın 93 Harbi’nden sonra bölgeye gidip gördüklerini bir rapor olarak yazmaları bizim için çok büyük bir zenginliktir Hem bölgeyi açıklamak açısından hem bölgedeki insanların halet-i ruhiyesini anlamak için gelenek görenek vs. gündelik yaşam açısından inanılmaz bir zenginlik. Orda da bunu görüyorsunuz. Yani hem bu baskıları görüyorsunuz hem genel olarak bölgedeki yoksulluğu görüyorsunuz ama bu tarihlerde bile az önce dediğimiz gibi daha sonra iddia edilecek herhangi bir mevzu söz
konusu değildir. Bu sorun siyasal olarak özellikle Doğu Ermenistan kökenli olarak başlamış olan ve Muş (Daron) başta olmak üzere bir takım bölgelere fedai gönderen Taşnakların sorunu oldu. Köylü popülist bir örgüt olması hasebiyle bölgeye gidiyorlar. Hınçaklar Cenevre’de kurulurken, Taşnaklar Tiflis’te. Tiflis de Ermeni merkezli bir yerdir, belediye başkanlığını Ermeniler kazanmış. İnsanlar oraya göç ettikleri için yoksa Tiflis hiçbir zaman Ermenistan’a ait değildir ama Tiflis Doğu Ermenilerin merkezi yeriydi, matbaasıyla vs. siyasi, kültürel merkeziydi. O bakımından Tiflis’te yetiştiler. Hınçaklar, bu coğrafyada Marksist olmak iddiasıyla kurulmuş ilk örgüttür. 1887’de Cenevre’de, Georgi Plekhanov’un dizi dibinde kurulur. Hınçakları İkinci Enternasyonal’de Plekhanov temsil eder. Kurucusu Bakü asıllı bir Ermeni ama yabancı öğrenciler içinde tanınmış bir insan olduğu için, örneğin, 1 Mayıs’ta yabancı öğrenciler adına konuşacak çapta da çevresinde meşruiyeti olan birisidir. Burada daha sonra Ukrayna Halk Komiserliği Konseyliği başkanlığı veyahut Sovyet devriminin önemli simalarından biri olacak olan ve dışişlerinde çalışacak olan Balkan Marksizm’inin kurucusu Christian Rakovsky ile tanışır. Ve Rakovsky, Ermeni meselesi üzerine çok önemli bilgilere sahip olan bir insan ve sanıyorum Rosa Luxemburg’u da bu konuda yönlendiren veyahut bilgilendiren kişidir. Dolayısıyla 1900’lü yıllara geldiğimiz zaman Avrupa sosyalist hareketinde Ermeni meselesi bilinen bir meseledir. 1894-96 Abdülhamid katliamlarından sonra Jan Jaurès’in mecliste konuşması vardır. Bir anlamda siyasallaşma 1890’lara geldiğimizde şekillenmeye başlamıştır. İyi kötü Ramgavar gibi anayasacı demokrat dediğimiz örgütler de var. 1894-96 katliamlarından önce Ermeni örgütleri siyasi anlamda ne derece etkindi? Başlı başına bir sorunla karşı karşıyayız, o da şu: diyelim ki 1908 Meclis-i Mebusan’a Ermeni mebusları da girmiştir. Hınçaklar, o zaman 1908 sonrası Hürriyet ve İtilaf diyebileceğimiz o kanatla, Taşnaklar ise İttihat Terakki ile işbirliği yapmışlardır. İttihat Terakki ve Taşnaklar zaten başkaları tarafından, yabancı-yerli gözlemciler tarafından kardeş parti olarak görülürlerdi. Bunların toplumsal ağırlığına baktığınız takdirde Ermeni toplumunun o zaman ne kadarını temsil eder diye elimizde bir veri yok çünkü seçim sistemi buna müsait değil zaten. Bir tür listeden giriyorsunuz. Sonra bu seçim sistemi bugünkünden çok farklı. Temsil kabiliyeti çok sınırlı, o nedenle pazarlıklara bağlıdır. Memleket yüz milyon, siz yirmi milyonsunuz beşte bir size ait diye bir kural yok. Bir nisbî temsil söz konusu değil. Ermeni örgütlerinin kıymet-i harbiyesine değin elimizde rakamsal bir veri yok. Lakin bir siyasi aktivite içinde olduğunuz
takdirde çarpan etkisi uyandırıyor bu, ama bunun toplumsal karşılığına baktığınız zaman her zaman aynı sonuç çıkmaz. Taşnaklar da, Hınçaklar da, –bu bir kanaattir elimde rakam olmadığı için– toplumu böylesine yönlendirme veyahut büyük bir kısmını temsil etme kabiliyetine sahip değillerdi. Zaten o günkü örgütlenme faaliyetlerini düşündüğünüz takdirde dağınık bir şekilde olan gariban köylüyü örgütlemeniz için günümüzdeki teknik olanakların olması lazımdı. Böyle bir şey zaten söz konusu değil ve bunlar da içeride fedai hareketi vs. dışında yoklar ama mesela en önemli yerleşim yeri İstanbul. İstanbul herkes için büyük payitaht. Ermeniler için de kültürel, siyasi merkez. Abdülhamid sansüründen İstanbul’da nefes alamazsınız. Taşnaklara yakın olan ama Taşnakların örgütsel yapısı içinde olmayan insanlar vardı tabii ki. Taşnakların merkezi buraya yakındır: Sakız Ağacı şimdiki Atıf Yılmaz sokakta, 50 küsur numara. Sonuç olarak, mecliste olan, legal bir örgüttür, illegal değildir. 31 Mart olduğu zaman bizim kahraman İttihatçılar kaçarken Taşnaklara sığınırlar. Değinmemiz gereken bir husus da Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi bekasını sağlamak için Tanzimat ile başladığı idari düzenlemelerdir. Bu düzenlemeler bildiğiniz gibi merkezileştirme yönündeydi. İltizam meselesini bir türlü çözemediler. Bir, iki yıl iltizama verilmedi ama sonra olmadı çünkü vergi meselesi önemli. Devlet dediğin vergi toplayacak. Vergiyi toplayamıyorlardı. Mültezim sistemi yerine, yerinden bu işi halledelim yani yerel idarecilerle bu işi yapalım dediler, yapamadılar. Burada başka bir şey daha vardı. Bir anlamda Kürt emirliklerinin de merkeze bağlanmasını gerektirecekti, tabii ki bu da emirlerin gücünü zayıflatacaktı. Osmanlı İmparatorluğu’nun küçük ortakları olan Kürt emirliklerinin, veyahut yerel iktidarların nisbî özerkliğini ortadan kaldıracaktı. Bu merkezileştirme politikası, Kürt emirliklerini rahatsız etmiştir. Bir de Tanzimat’ın bir özelliği de şudur: “gavura bundan sonra gavur denmeyecek”. Bu Kürt emirlikleri için sorun olur. Yani Süryani’nin, Ermeni’nin eğer malına, mülküne, kızına, karısına el koyma hakkınız varken artık bunu yapmanız hukuksuz, kanunsuz addedilirse, bu sizin iktidarınızı zayıflatır. İktidar neye yarar ki? iktidar dediğiniz gasptır! Velhasıl kelam bu bir sorun yarattı. Bu sorun imparatorluk tarafından uzun süre bir türlü çözülemedi. Abdülhamit’le birlikte ama özellikle 93 Harbi’nden sonra, yani ama 93 Harbi’nin de etkisi var, yani Abdülhamit bir gün sabah kalktı ve başına bir taş düştü, dedi ki; ben şu Kürt meselesine şöyle bakayım demedi. Osmanlı orduları içinde Kürtler zaten ayrı bir birlik olarak Ruslara karşı savaşmışlardır. Bir iki yıl sonra isyan edecek olan Şeyh Ubeydullah, Osmanlı ordusunda komutandır. Dolayısıyla Osmanlı-Rus
Harbi’nden sonra II. Abdülhamit, kesinlikle önceki politikayı bırakmaya ve hem Ruslara karşı Kürtleri yanında tutmaya hem bölgedeki olası Ermeni kıpırdanmalarına karşı onları denetlemeye çalıştı. Bir taraftan da aslında bütün sistemi Kürtlerle birlikte kurmak, Kürtlerin olası bağımsızlaşmaları ve ulusal bağımsızlık fikrinin gelişmesini engellemeye yönelik bir politika oluşturdu. Böyle bir şeyi tartışmak abes bir şeydir ama Osmanlı, Kürtler olmadan Rus İmparatorluğu’na karşı mücadele edebilir miydi? Rus devletine baktığın takdirde –devlet yapılanması, gücü vesaire– Büyük Petro Petersburg kentini kurarken daha doğrusu devleti yeniden kurarken, inşa ettiği bakanlıklara, bürokrasiye baktığın takdirde bambaşka bir devlet mekanizması kurmuş. Bizim Bab-ı Ali gibi bir şey kurmamış. Kürtlerde gerçekten yerel iktidarlarının ötesinde bir bağımsızlaşma emaresi var mıydı, gözüküyor muydu? Elimizde bu konuda herhangi bir veri yok. Bu minvalde her zaman fikirler vardır, bazı bireyler ortaya çıkabilir. Tarih bazen sıçramalarla ilerleyebilir. Ama sıçrama da ne kadar gerilediğinize de bağlı bir şey. Hiç gerilemeden sıçramazsınız, bir sınırı vardır. Ortada bir fikir olacaktır da oradan bir sıçrama olacaktır. Dolayısıyla bütün ihtimaller elbette düşünülmüştür. Bütün bu üç şık –kabaca– düşünülmüştür. Ama sonuç olarak Hamidiye Alayları kendi bölgesinde, kendi halkı üzerinde bir baskı aracı olarak, bir yağma aracı olarak kalmıştır. Ama esas olarak da oradaki Ermeniler, Süryaniler üzerinde bir felaket olmuştur. Bu bağlamda Sasun ve Ermeni siyasi örgütleri hakkında ne söylenebilir? Hampartsum Boyacıyan (Dr. Murad), Kilikya milletvekilidir. Çok uzun yıllar hapiste kalmıştır. Hapishaneden gelip milletvekili olmuştur. Bu bahsettiğimiz insanların bazıları Abdülhamit zindanlarından çıkıp gelirler. Onlar hürriyet mücahidi yani. Bu tür Sasun İsyanları hep öz savunma isyanlarıdır. Aklı başında birinin, zorda kalmadıkça kendi durumuna bakıp –sınırda olursanız sırtınızı bir yere verirsiniz– Sasun gibi Allah’ın defettiği bir yerde devlete kafa tutması için artık nefes alamaz duruma gelmiş olması lazımdır. Bu isyanlar meselesi teker ele alındığı zaman, resmi tarih açısından garabet bir hikâyedir. Koskoca Osmanlı ordusu, Sasun’da, küçücük bir yerde isyan çıkıyor, herkes Guevara gibi olsa ne yazar yani. Dolayısıyla bu isyanları, bir öz savunmadan başka bir şey olarak telakki etmek mümkün değildir. Herkesin çoluk çocuğu var; çocuğu olan insanlar harekete en geç geçen insanlardır haklı olarak. Yaşlısı var vesaire. Fedailer öyle değildir. Taşnak Fedaileri, Sergey Neçayev’in “Devrimcinin Kateşizmi”nde olduğu gibi isimleri önemli değildir, sevdaları yoktur, ana-baba isimleri önemli değildir, her şeyiyle gider kendini vakfeder. Ama normal insanın gündelik
hayatından, çoluk çocuğundan, sorumluluklarından vazgeçip de ölümü göze alıp karısının, anasının, babasının, çocuklarının yok olmasını da göze alarak silah alması için bir nedeninin olması gerektiğini her insan düşünebilir. Yerel halk direnmezse siz bir şey yapamazsınız. Dünyanın hiçbir yerinde hiç kimse dışarıdan gidip de grev çıkartmamıştır. Grevi insanlar çıkarır. Siz gider katılırsınız. İhtilaller de böyledir, Fransız İhtilali, Ekim Devrimi, Paris Komünü de böyledir, kimsenin karar vermesiyle olmamıştır. Kitleler sokağa dökülmüştür, ondan sonra siyasi örgütlenmeler bu işe nasıl dâhil olabileceklerine, nasıl yönlendirebileceklerine, zamanı nasıl kısaltabileceklerine bakmışlardır. Bir yandan, 19. yüzyıl boyunca İstanbul’daki çevrelerde yapılan tartışmalar var. Onları nereye koyabiliriz? Şöyle diyebiliriz. 1840’lı yıllarda başlayan 1848’den etkilenen “Ermeni aydınlanması” dediğimiz dil başta olmak üzere, halkın kullandığı gündelik dili, kültür dili haline getirme mücadelesi oldu. Okulların açılması, yurtdışına gitme, teknik eğitim Ermenilerin de kullandıkları tabirle bir kültürel Rönesans yarattı. Bu dönem zarfında Ermenilerin kendi geçmişlerine bakarak 19. yüzyılın ortasında bir kültürel dönüşüm başladı. Bu kültürel dönüşüm bir nizamnameyle taçlandı. Arkasından Osmanlı Anayasası yapıldı. Osmanlı Anayasası’na Ermeniler çok önem verdiler. Ondan sonra Doğu’daki baskılar, İstanbul’daki Ermeni çevrelerini, patrikhaneyi de sıkıştırmaya başladı. Çünkü şikâyetler geliyor, bizim başımıza bu belalar geliyor, bunlar için ne yapılması gerekir deniyor. Bu baskılar karşısında birtakım siyasi arayışlara girildi. Bu siyasi arayışlar, Ayastefanos ve Berlin Antlaşması’nda da ortaya çıkan sorunlardır ve bunların gerçekleşmesi için mücadele edildi. Bu sorun 1908’e kadar artarak devam etti. 1894-96, Abdülhamit katliamı resmi dilde “pogrom” veyahut “kısmî soykırım” diye geçer. Verilen rakamlar büyük rakamlar olduğu için telaffuz etmeyeyim. En küçüğü 100 bindir; 300 bine kadar uzanan rakamlar vardır. Bahsettiğimiz tarih ortada. Buradan da kaçkınlar oldu; yani topraklarını bırakıp evlerini bırakıp gidenler oldu. Bu canmal güvenliği meselesi dehşetli bir şekilde devam etti. Hatta İttihatçılarla Taşnaklar arasındaki ilişkinin bu kadar yakın olmasında çeşitli nedenler vardır. Bunlardan birincisi her ikisi de Abdülhamit düşmanıdır, ona karşı muhalefet etmişlerdir. O güne kadar Ermeniler için katliam dediğiniz zaman Abdülhamit katliamı akla gelirdi. Bunun tekrarı bir problem olarak gözükürdü. Bu ihtimalin yeniden zuhur etmesi onlar için hayati bir sorun oldu. Taşnaklar da Hürriyet ve İhtilaf’ı daha padişahçı ya da saltanatçı gördükleri için bu ilişki devam etti. Altı yıl boyunca süren tartışma Ermenilere vaat edilen
can güvenliğinin sağlanması ve geri dönenlerin mallarına mülklerine kavuşmaları meselesidir; yani topraklarına kavuşmaları meselesi. Nihayetinde Kürtlerin gasp ettiği topraklara kavuşması meselesi. 1914’e gelindiği zaman, savaş başlayınca, İttihat-Terakki rejimi de bu işi gargara etmiştir. Kelimenin amiyane tabiriyle sallamıştır. Halledeceğiz demişlerdir. Ermeni milletinin -Osmanlı tabiriyle- bir eyleme kalkışmayla tabiri caizse hır çıkardığı yönündeki görüşlerin bir temeli yoktur. Tabii ki her yerde militan bulursunuz. Bahsettiğiniz nüfusun ne olduğuna bakın. Yüzdeyle, bindeyle ölçerseniz o oldukça düşük bir rakamdır. 1915’te İstanbul’da tevkifat başladığı, Ermeni aydınları tevkif edildiği zaman bu adamlar teröristse siz hayatınızda böyle terörist gördünüz mü? Evinde oturuyor ve akşam Talat Paşa’yla kağıt oynuyor. Sonuna kadar bekliyor bu bir hata ve düzeltilecek diye. Kaçan kaçtı zaten. Durumu gören, fark eden insanlar, vahametin farkına varan çok az insan kaçtı tabii. Resmi tarihin Ermeni örgütlerinin şiddet eylemlerine odaklanan bir tarih okuması var. Bunun örneklerinden biri de Abdülhamid’e yönelik suikast girişimi. Bu konudaki görüşleriniz nelerdir? Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına Saraybosna’da Arşidük Ferdinand’a yapılan suikast neden oldu derseniz zaten bu tür olaylar çok keyfi olur. Velev ki Taşnak Merkez Komitesi bu suikastı hazırladı. İki kişi arada gitti. Bunun milletle ne ilgisi var? Her yerde iki kişi bulabilirsiniz. Aynı şeyi diğer kurumlara da uygularsanız bunun anlamı vardır. Politik şiddet dersiniz. 1894-96 pogromu bir kenara atılacak. Birkaç kişi Abdülhamit’e suikast hazırlayınca bu politik şiddet olacak. Öteki saray teşrifatı öyle mi! Abdülhamit, Batı’nın gözünde de, Ermenilerin gözünde de katliam yapmış bir sultandır. Politik şiddetten bahsediyor, çaresiz denebilecek yaşlı bir insandan bahsetmiyorsunuz. Diyeceksin ki senin için bir çözüm müdür, tabii ki değildir. Tarihi kitleler yapar. Ama bu politik şiddet, “bana aittir, başkası kullanırsa problem çıkarır” diye tahlil yaparsak buna tarihte “zevzeklik” denir. Buna benzer Ermeni hareketlerine ve Ermenilerin o dönemki varlığına dair ters taraftan ve yanlı tarih yazmaya çalışanların başvurduğu ikinci bir şey de emperyalizm söylemidir. Ermenilerin sermayeyle veya emperyal güçlerle bir şekilde birlikte hareket ettiğine dair tarih okuması kastı var. Buna nasıl sahih bir cevap vermek lazım? Christian Rakovsky’ye döneceğiz, Balkan Marksizmi’nin babası dedik. Türkçe dâhil bütün Balkan dillerini konuşur. Osmanlı İnkılabı olduğu zaman Sosyalizm dergisine bu konuda bir yazı yazar. Osmanlı İnkılâbı’nın önündeki sorunları dile getirir. Bunlardan biri “milli
mesele”dir. O kadın meselesini de dahil eder ve sosyal mesele diye devam eder. Troçki, Balkan Harbi sırasında yazdığı bir makalede iki unsurun altını çizer. Birincisi, Jön Türkler-devlet Ermenileri kesecek, ikincisi; Batı Osmanlı’yı parçalamak istiyor. Tabii ki böyle bir sorun var Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli nüfuz alanlarına bölünmesi, parçalanması için daha sonra 1916’da Fransa ve İngiltere arasında kesin olarak anlaşma olduğu gibi öncesinde de görüşme var. Herkesin kendine göre çeşitli planları vardır. Osmanlıların da Orta Asya’ya gitme planları var. Herkes plan yapıyor. İttihatçılar da mazlum değil burada Sarıkamış’a giderken. Dolayısıyla bu tür sorunlar var. Bir toplumun içinde iç sorunlar varsa diğer güçler de bu iç sorunları kullanarak kendi nüfuz alanlarını genişletmeyi düşünürler. Rusya bu açıdan çok önemli çünkü Rusya 19. yüzyılın başında Kafkasya’ya inerekten klasik olarak İran Ermenistan’ının önemli bir kısmını ele geçirir. Ve ondan sonra o coğrafyada bir nüfuz alanı oluşturmaya çalışır. Halklar hapishanesidir, burada yeriniz yok. Taşnaklar, Çar’ın naibine suikast hazırlamıştır. Hapishaneler Taşnak doluydu çünkü Taşnakların esas menşei, kalabalık olduğu yer İran ile birlikte orasıdır. İran Anayasal Devrimi’nin önemli savaşçılarından biri Ermeni’dir. Ermeniler için bu bahsettiğimiz süre zarfında bu gelgitler, geçişler devam etti. Öbür tarafta can, mal güvenliğiniz var. Irzınıza, namusunuza saldırı yok. Ama bir halk olarak taleplerinize karşılık yok. Çerkesler için aynı şey değil 1860’tan başlayarak Rusların Kafkasya’ya girmesi onlar için bir kıyımdır. 93 harbinden sonra Kars vs. Rusların eline geçiyor, sonrasında aşiretlerin bir kısmı burada, bir kısmı orada diye benzer bir durum oluyor. Bu mesela bir cazibe merkezi haline geliyor, ama bunun karşılığı ne? Eğer bunun karşılığı toplu bir şekilde 1914’te Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman Ermeni askerler toptan Rusya tarafına geçse dedikleri doğru olurdu. Öte yandan, bakalım rakamlara… Nasıl bir durum var? Anadolu asker kaçağı dolu. Zaten Birinci Dünya Savaşı sonucunda şöyle bir şey var: “Ermeniler kaçtı”. Türkler ne yaptı? O zaman onlar da hepten kaçtı. Dolayısıyla böyle bir mantık oldu. Böyle bir hikaye yok. Zaten Ermenilerin kaçanı kaçmıştı. Kaçmayan amele taburlarına alındı. Amele taburlarında katledildiler. Geri kalan, katliamda öldürülenlerin ağırlıklı kısmı kadın ve çocuktur. Göç yollarındaki fotoğraflara bakın 20 yaşında birini bulamazsınız. O amele taburlarında ölmüştür zaten. Kürtler çapulculuk yaptılar, öldürdüler, saldırdılar kestiler ya. Çoluk çocuğu, kadın ihtiyarı kestiler. Emperyalistlerden bahsederken birisi birisiyle görüşmüştür falan. Zaten Osmanlı da savaşa böyle girdi. Enver Paşa buradaki Alman
elçisini ziyaret ediyor. Rusya’dan bir şey olmaz, bizimle savaşa girin diyor. Adam ikna oluyor. Savaş kısa sürer biz de masaya oturur malı götürürüz. Dolayısıyla doğru ama mesela diyelim ki bir Hınçak’ı İngiliz istihbarat servisiyle oturmuşlar vs. böyle şey yok. Bunu yapan Enver Paşa Almanlarla yapıyor. Kendi milletini kırdırıyor. Esas hikaye şu: Bu Taşnaklar günah keçisi oldu. Daha sonraki siyasi çizgileri bakımından daha sağcılaşmış milliyetçileşmişlerdir bu doğru. Bu dediğiniz olayın olduğu süreç tam olarak ne zamana tekabül ediyor ? Bu dediğimiz hikayeden sonra. Taşnaklar Sosyalist Enternasyonal üyesi, seksiyon, daha sonra olmayan Osmanlı seksiyonunun alt seksiyonu. Yani sosyalistseniz Troçki ile Luxemburg ile Lenin’le Kautsski’yle aynı masada oturan insanlar bunlar. Hiç kimse o zamana kadar, 1914 yılına kadar bu insanlara “emperyalizmin ajanı” dememiştir. İttihatçılar da demedi zaten. Taşnaklar son kongrelerini 1914’te savaşın arifesinde Erzurum’da yaparlar. İttihatçılar da gider derler ki “siz bizden yana Rusya’da isyan çıkartın, size özerklik verelim”. Vereceksen neden o güne kadar durdun, hakkı mı değil mi? Yalan, sahtekarlık yani. O zaman Taşnaklar bu teklifi kabul etselerdi şimdiki Erzurum, Kars vs. Ermeni özerk bölgesi mi olacaktı? Enver Paşa ya da İttihatçıların teklif ettiğini biz söylesek bize “vatan haini” derler. Herkes vatan haini oldu ya neyse. Hiçbir şekilde Taşnaklar, 1914’e kadar ayrılmak istememişlerdir. Osmanlı içinde haklarını savunmak durumunda kalmışlardır. Bu aslında isteseler de yapamayacaklarıyla alakalı. Bu da tartışmalı bir konu ama şunu söyleyeyim şimdi Ermenistan dediğiniz coğrafya belirsizliğinin ötesinde tüm Ermenileri kapsamıyor. Tabii coğrafya değişen bir şeydir. Şimdi kalkıp kimlerden beri babamın nesiydi demek saçma sapan şeylerdir. Şimdi İstanbul genel bir merkez, kültürel merkez burası. Trabzon’da, İzmir’de ciddi nüfuslardan bahsediyoruz; matbaaları vs. var. Dolaysıyla böyle bir talepte bulunduğunuz takdirde belli bir coğrafyanın özerkliğini isteyebilirsiniz. Ama eğer geniş bir alandaysanız, toprağa ilişkin bir talebiniz olmaz. Toprak dışı talebiniz, özerklik talebiniz vs. olur. Bu bir güvenlik ve toprak meselesidir, bunun çözülmesi lazım. Olur muydu, olmaz mıydı? Ben tekrar ediyorum Taşnaklar son ana kadar böyle bir ayrılık peşinde olmadılar. Kirkor Zohrab’ın adadaki evinde eski Ermeni mebusları “katliam olur mu, olmaz mı?” diye anket yapıyorlar. Olur diyorlar ama bekledikleri Abdülhamid katliamları kadar, pogrom kadar bir hikaye. Bekliyorlar.
Ne zaman oluyor bu? 1914 yazı işte ondan sonra kış geliyor. 1915’e gelindiğinde Ermeniler nasıl bu kadar hazırlıksızlar? Neden direniş yok? Nasıl yok? 1908-14 döneminde Patrikhane’de bir dönem Taşnaklar’ın, ondan sonra Bab-ı Ali baskınından önce Hınçaklar’ın etkisi artar. Siyaset geri çekilince ruhbanın etkisi öne çıkar. Bu entelijansiyanın hayat tarzı, kırsal kesimdeki insanlardan uzak, orada beraber yiyip içiyorlar. Tabii ki başka sorunlarla da ilgileniyorlar. 1908 meclis zabıtları Türkçe basılmıştır. Onlara baktığınızda mesela Zohrab’ın sadece Ermeni meselesinden bahsetmediğini görürsünüz. Onunla beraber bir işçi bloku var, sol blok var mecliste. 65’te TİP grubu kurulmadan önce tek işçi bloğu odur. Bunlar milliyetçi! Külahıma yuttur, TİP daha milliyetçi. İttihatçılardan bir farkı yoktur zaten Ermeni meselesini açıklamakta. Taşnaklar bu meselenin çözülebileceğine inanmışlardı, benzer insanlardı, yakın ilişkileri vardı. Hınçaklar mesafeli davranmışlardı. Selanik Sosyalist Federasyonu gibi Hınçaklar da 1912 seçimlerine Hürriyet ve İtilaf ile girerler. Bu konuda ikilem vardır. Bu meseleyi İttihat Terakki’nin çözmesi konusunda beklentileri olanlar varken diğer taraftan bunlar sorunu çözmez aksine daha beter yaparlar diyenler vardır. Bir iddiaya göre 1910 son Selanik Kongresi’nden sonra İttihatçılar milliyetçi bir proje peşindedir. Ermeni siyasi örgütleri için halkı örgütlemek tarihsel olarak çok da kolay bir hikaye değildir. Büyük miktarda kırsal bir kesim ve bir toplumun yaklaşık %15 civarı kadarsınız. Katliam önlenemeyecekti ama hiç olmazsa bir özsavunma geliştirilmeye çalışılabilirdi. Bunu örgütleme kapasitesine sahip değillerdi, öyle bir ufukları da yoktu. Benzer bir sorun Yahudi soykırımı için de vardır. Birinci Dünya Savaşı olmasaydı bu mesele bu şekilde olmayabilirdi. Birinci Dünya Savaşı, Rosa Luxemburg’un “ya sosyalizm ya barbarlık” dediği bir ikilemle karşı karşıya bıraktı insanlığı. Sosyalizm belki Ekim Devrimi’yle başkalarının ihtimal alanına girdi ama barbarlık da büyük miktarda Ermenilerin başına geldi. Dolayısıyla o güne kadar o kadar kapsamlı bir felaketle insanlık yüz yüze gelmemişti. Ne kadar tasarlarsanız tasarlayın bu kadar feci bir şeyi tahayyül etmeniz mümkün değil. Çünkü daha öncesinde insanlık tarihinde böyle korkunç bir şey yaşanmamış, böyle bir gerçeklik de var. Biraz önce dediğim gibi onların da düşündükleri bir tür pogrom yani 1894-96 gibi bir şey. Yani İstanbul sokaklarında sopalarla Ermenilerin kafalarının ezilmesi gibi bir şey. Tamam olabilir, 100 bin ya da 200 bin insan öldürülebilir ama soykırıma varacak bir şeyi
beklemiyorlardı. Soykırım, birileri dese de demese de çıplak gerçek şu: bir halk yaşadığı topraklardan resmen kazınıyor. Yani yarattığı tüm birikimle, kanlı canlı bir halk kazınıyor. Böyle bir şey kimsenin aklından bile geçmez çünkü o zamana kadar vaki olan bir şey değil. Sonuna kadar da tabii insan fecaati yakıştırmıyor, yoksa 1914’te Ağustos ayında Erzurum’da konferans yapılırken (Taşnak) alınan karar şu: Herkes bulunduğu ülkenin ordusuna katılacak yani Rus olan Rus ordusuna, Osmanlı olan Osmanlı ordusuna katılacak. Bu zaten aslına belirleyen temel şeylerden bir tanesi değil midir? Zaten bunu dediği anda, mesele İttihatçılar “bunu böyle yapın” derken “yapmazsanız” ne olacağıdır; “bizden taraf savaşa girin, öbür tarafta Ruslara karşı isyan çıkartın” dediğiniz takdirde yapmazsanız “biz bir şey yapacağız” demektir. Bir de Meşrutiyet’in ilanı ile başlayan siyasi karmaşa ortamı ve Adana Katliamı mevzusu var. İttihat ve Terakki’nin bu konudaki tutumu hakkında neler söylenebilir? Henüz daha 31 Mart olmuş, İttihat Terakki 1908’den sonra her şeyi kontrol etmiş durumda değil. Daha sonra kontrol edecek. Bahanesi var. Ermeni katliamının Talat Paşa’nın telgrafında planlanan bir hikaye olmadığını biliyoruz. Toplum buna meyyal, toplumun geçmişinde var bu hikaye. Dolayısıyla geçmişe dönüp baktığımız takdirde “eskiden biz halklar kardeş gibi yaşıyorduk” durumu yok. Her halk zaten kendi içinde, kardeş gibi yaşamıyorduk ki. Halklar neden kardeş gibi yaşasınlar? O ileride belli bir tasavvur etrafında verilecek mücadelenin ürünü olabilecek bir hikâye. Sanki Türkler kendi içinde eşit, adil bir şekilde yaşıyorlardı. Kendi içinde eşit, adil, özgür bir şekilde kardeş gibi yaşamadan başka bir halkla nasıl kardeşçe yaşasın. Tam bu değinmenizde aslında 1915 ekseninde durduğumuzda Kürtlerin soykırım sürecindeki rolünü nasıl tanımlayabiliriz ? Tabii dediğimiz süreçte şunu görüyoruz merkezden bağımsız olarak, Kürt emirliklerinden başlayarak yerel iktidarda zorba aşiretler var. Tabiî ki her ilkel toplum çok barbardır anlamında bir şey söylemiyorum. Ama bu aşiret sistemi kendi içinde çok hiyerarşik bir yapılanma barındırıyor. Dolayısıyla Osmanlı merkezinden bağımsız olan Kürt aşiret reislerinin –dini itikatları da sağlamdır bunların, sonuçta Hıristiyan bir kavimle karşı karşıya kalıyorsun ve bu açıdan ideolojik tahkimatı da sağlamdır– bir oyuna geldiklerini söylemek abes bir şeydir. Ne 19. yüzyıl boyunca ne II. Abdülhamid döneminde ne de İttihat Terakki döneminde aldatıldık ve terk edildik.
O zaman Kürtlerin yaptığı işbirlikçilik midir ? İşbirlikçilik değil daha da kötü bir şey diyorum. Merkezden bağımsız bir şekilde Ermeni meselesinden ziyade çünkü Süryani katliamında bu çok açıktır. Süryaniler için dediğim şeylerin hiçbiri baki değildir; ne ayrılıkçı örgüt vardır ne emperyalizme dair bir şey vardır. Sonradan Ermeniler için uygun görülen argümanlar Süryaniler için geçerli değil. Süryanilere ne oldu? Süryanileri “fisebilillah, pir aşkına” Kürtler temizlemiştir. Bunun aksini söyleyecek hiç kimse olmamalıdır. Dolayısıyla işbirlikçilikten daha ziyade bir şeydir. Çünkü bu kısmi egemenlik alanına sahip bir ortaktan söz ediyoruz. Kendisini öyle görüyor. Tehlikeli olan bu zihniyetin bugüne kadar devamı da olabilir çünkü biz Türk, Kürt, Ermeni derken sonunda tarihi somut insanların tarihi olmaktan çıkarıp kimliklerle ifade etmeye başlıyoruz. Bizler tarihi anlatmaya Malazgirt’ten başlıyoruz. Malazgirt’te Ermeniler de var, herkes var. Birincisi, Malazgirt Ermeni ismi. İkincisi bu binli yıllarda Anadolu’da Araplar var ondan önce haçlılar gitmiş ondan sonra kimin kimle nasıl ittifaklar kurduğunu anlatmak eğlenceli olabilir. Tarih üstü bir ittifak yok, ben size Selçukluların haçlılarla ittifakını anlatırım sonra ne yaparsınız? Herkes birbiriyle ittifak kuruyor yoksa böyle Kuran ayetiymiş gibisine şu kavimle şu kavim neden ittifak yapsın. Bir kavim kendi içinde ittifak yapmıyor zaten. Kendi içinde çatışmalar var. Köylü isyanları var, Bizans’ta da var. Vergi isyanları oluyor. Neden bir Kürt ile Türk, Türklerin kendi içindeki savaşlarında taraf tutsun? Şah İsmail Türk müydü değil miydi? Yavuz Selim, Türk müydü değil miydi? O öyleydi, bu böyleydi. Biz bunu tarihsel olarak açıklayacaksak bir egemenlik ilişkisi olarak açıklayacaksak, iki iktidar arasındaki savaşı açıklayacaksak ne ala, ama “biz Türklerle beraberdik” hikayesiyle masal bile anlatılamaz. Türk, Türk ile beraber değildi. Böyle bir şey başka nerede var? Yakın tarihe geldiğimizde, “Çanakkale’de Kürtler de vardı” diyorlar. Çanakkale’de Ermeniler de vardı. Kürtler ve Ermeniler Çanakkale’ye Kürt ve Ermeni olarak mı gittiler? Osmanlı olarak gittiler. Bilmiyorum böyle bir Kürt var mı; “ben Çanakkale’de savaşırsam Kürt halkının geleceğini kurtarırım” diyen. Bu günden baktığımızda Kürtler, Kürt hareketi soykırımla nasıl yüzleşmeli? Soykırımı tanımak soykırımla yüzleşmek için yeterli mi? Soru güzel ben de bunu bu yakınlarda yeniden düşünüyorum. Provokatif bir soru sorabilir miyim ? Tabii ki. Şu anda Kürt hareketi, Ermeni soykırımını reddederekten “bana
soykırım yapıldı” diyebilir mi? Kaldı ki, Kürtlere soykırım yapılmamıştır. Olmayan bir soykırımı, soykırım olarak gösterip de Ermeni soykırımını kabul etmediğiniz zaman dünyada dolaşamazsınız. Öcalan şöyle bir şey kuruyor; Ermenilere gerçekten bir soykırım yapıldı; Kürtlere de kültürel, siyasi ve toplumsal bir soykırım yapıldı. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda, dünyada en cefakar halkın Kürt olduğunu söyler. Halbuki Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeniler, İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudiler ve Çingenelerdir. Şimdi, birincisi, bu mağduriyet skalasını kurup da başına kendi milletini koyduğun taktirde bu işin içinden çıkamazsın. İkincisi, soykırım meselesini tanımak demek resmi görmek değildir. Filmi göreceksiniz. Şunu söylüyorsanız soykırımı tanımanızın hiçbir anlamı yoktur: “Ermeni katliamının baş müsebbibi, esas nedeni Ermeni milliyetçi harekettir” dediğiniz zaman sizin bir ezilen ulus olaraktan bütün halk taleplerinizi hâk ile yeksan edersiniz. Bu hakikaten demek ki “müstahaktılar”. Baş sebebi Ermeni milliyetçi hareketiyse ki söylediğim tarihte Ermeni milliyetçi hareketi diye adı anılan iki örgüt, şu andaki var olan Kürt ulusal hareketinden daha solcudur. Lafzı olarak değil yani. Olmazsa bana değil Lenin’e sorsunlar. Çok meraklılarsa orada duruyor, Lenin’in eserlerinde “Ermeni Devrimci Hareketi” diye geçen Taşnak örgütüdür. Şimdi soykırımı tanımak demek ağlamak demek değildir. Onu liberaller de yapıyor. Onu Ermeni milliyetçileri de yapıyor. Şimdi tarihe herkes kendi tasavvur ettiği gelecek ile bağlantılı olarak bakar. Eğer gerçekten biz insanlığın bu tür felaketlerden uzak, adil, eşit ve özgür bir şekilde yaşamasını tasavvur ediyorsak; bu sebepler vaka kadar önemlidir. “Ermeni milliyetçileri” diyorsanız soykırım demeseniz de olur çünkü senin gerekçen İttihatçıların gerekçesidir. Bir tutarlılık var. Abdullah Öcalan, Avrupa İnsan Mahkemesi’ne verdiği savunmasının kitaplaştırılan beşinci cildinde 1919-1922 dönemi için bir tür cennet tarifi yapar. İşte Kürtlerin varlığı kabul ediliyordu, demokratikti, bize özerklik verilecekti, antiemperyalistti vs. ibarelere baktığınız takdirde, ben bunlardan hiçbirinin doğru olduğu kanısında değilim. Anti emperyalist değildi, demokrat değildi. Bütün bunlar ciddi şeylerdir. O toplumsal ve tarihsel zemin oradaki halkların katliamı üzerine oturmuştur. Her bakımından yanlış bir hikaye. Ama eğer bugün kalkıp Türkiye’yi büyüteceğiz –eğer özne Türkiye ise– bizim bahsettiğimiz tahayyül ile bir ilişkisi olmaz zaten. Bu hikayeyi başka bağlamlarda tartışıyoruz demektir bu. Şimdi soykırım, herhangi bir soykırım, ve hatta insanlığın soykırım ile sınırlı olmayan, başına gelen belli başlı felaketler, içlerinde irili ufaklı başka felaketleri de
barındırdığı için önemlidir. Bunları anlar ve bunlara karşı nasıl mücadele edeceğimizi bilirsek o zaman dediğimiz türden bir gelecek inşa etme şansımız olabilir. Onun için çok önemlidir. Enzo Traverso’nun Marksistler ve Yahudi Meselesi kitabının alt başlığı aslında bir anlaşmazlık tarihidir, yanlış anlama tarihidir. Marksistler de Yahudi meselesini uzun süre anlamamışlardır çünkü Marksizm de sosyalizm de mücadele için kendisini geliştiren bir düşüncedir. O ilk evrede, 19’un ikinci yarısında, o sorunu kavrayamamışlardır. Kabaca bizim anlayışımızda sosyalizm bu işi çözer, önce birlikte olalım vs. Bizdekinden farklı olarak unutmayalım, Yiddiş dili Rusça’dan önce Marks’ın yazılarının çevrildiği dildir. Yahudi işçi örgütü Bund’un kuruluş tarihi, Rus İşçi Partisi’nden öncedir. Proleter bir halktan bahsediyoruz. Benzer bir durum Ermeniler için de geçerlidir. Kafkaslardaki Ermeni Spesifistler, proleter millet diye görürler Ermenileri. Bir avucu hariç geri kalanı yoksuldur. Tarumar olmuş bir halk. Şimdi, bu tartışma Kürtler açısından tarihsiz bir tartışmadır. Ama şart da değildir. Ne istediklerine bağlı. Gerçekten Türkiye ile birlikte Kürtler ve Türkler olarak daha büyük olmak istiyorlarsa böyle bir tartışmaya ihtiyaçları yok zaten. Müzakere süreci için elzem bir tartışma da değil bu. Başka bir şey için elzem. Onun da öznesi yok zaten. Biraz açar mısınız bunu? Benim öznesi yok dediğim, başka bir türlü dünyayı inşa edecek güçler Türkiye’de yeterli değil. Beğendiğimiz, beğenmediğimiz bütün sosyalistleri toplasan yüzde bir civarında. Demek ki bunun öznesi yok. Eğer kültürel özerklik, muhtariyet, eski köy isimlerinin verilmesi ya da polis teşkilatının belediyelere bağlanması vs. hatta vergilerin yerelde toplanması gibi kısmen Almanya eyalet sistemi kısmen Amerika’daki eyalet sisteminde var olan maddelerse mesele… Toplum ve Kuram dergisinde Gültan Kışanak’la yapılan bir görüşmede, Demokratik Özerklik’in karşılığı olarak gösterilen Almanya’daki eyalet sistemi gibi bir şeydi. Bunlar için, hatta asgari ücreti arttırmak için veyahut Kürdistan’ın gelirini arttırmak için de soykırım meselesini tanımaya gerek yok. Fransa da hâlâ Cezayir’de yediği haltları kabul etmiyor. Ama sosyalistler hâlâ Cezayir’deki sorunlarla cebelleşiyorlar. Günah çıkarmak için değil. Çünkü her an benzer bir şey olabilir; tarih geçmişte kalan bir şey değildir. Mesela Fransa Orta Afrika’ya girdi. Dolayısıyla hâlâ sıcak bir mesele. Bunlar canlı tartışmalar. Bu sınırda bir talebiniz varsa bu pazarlık için, “birlikte olursak”, “biz zaten eskiden Malazgirt’te beraberdik” demek için soykırım meselesini tartışmak lükstür. Lobiler meselesi de buna bağlı bir şeydir. Bu lobi meselesiyle en acı bir şekilde mücadele eden Hrant Dink’tir. Hrant Dink gibi burada Ermeni olmaktan dolayı
katledilen birinin bu topraklardan giden Ermenilere yaptıklarının yanlış olduğunu söylemesi herhalde kolay bir şey değildi. Ama başka bir şey vardı. Hrant Dink, hiçbir zaman bu lobilerinin dertlerini eleştirmedi. Yöntemlerini eleştirdi. Mesela bir anket yaparsan, yüzdeye vursan Türk sanat müziğini Ermeniler, Türklerden daha iyi bilir. David Barsamian diye Tarık Ali’li Chomsky’li kitapları olan, Türkçe’ye de çevrilen bir arkadaşımız var. Türkiye’ye de gelmişliği vardır. Onun bir makalesinde ilginç bir şey var. Bu lobiciler ne yapıyorlar? Amerika Birleşik Devletleri’nde başkan adaylarının veya devlet başkanının yemeğine katılıyorlar, bilmem kaç bin dolar para veriyorlar. O acaba 24 Nisan’da bu kelimeyi kullanacak mı diye. Barsamian, o yazısında, “burada bu kadar Afrikalı var, Afro-Amerikan, Latin, yerli, göçmen var; gidin derdinizi onlara anlatın” diyor. Yani aslında o da bir lobi faaliyetidir. Kürtler lobi faaliyeti yapıyor mu yapmıyor mu? Tabii Kürt ulusal hareketi de lobi faaliyeti yürütüyor. Yapmalı mı? Bize uygun düşer mi? Biz Barsamian’ın dediğinden yanayız tabii ki. Bir sorunun varsa, benzer ezilmişliklere veyahut benzer formda olan insanlara, onu hakikaten anlayabilecek olan, kendi tarihinde kendi geçmişinde de bu tür acılar yaşayanlara ve onu anlamlandırabilecek olanlara anlat. Amerikan devlet başkanına ne diye anlatıyorsun? Anlatsan ne olur, anlatmasan ne olur. Zaten anlayamaz. Her seferinde pazarlık konusu haline getirirler çünkü onun çıkarı da neyi gerektiriyorsa onu yapacak sonunda. Ötekinin hayatıyla örtüşecek bir tarzın olmalı. Yani bir yerli ile otursan bunu konuşsan, derdini giderebilirsin, sözünü çoğaltabilirsin. Dolayısıyla bu lobi meselesi de ucuz, komplo teorilerini besleyen bir şey aslında. Uluslararası güç ilişkileri, kamplar vs. üzerinden düşünüyoruz. Aşağıdan tarih daha farklı bir şeydir. Bütün bu yukarıdaki olup bitenlere uluslararası pazarlıklara, güç ilişkilerine, çatışmalara da verdiği pay, aşağıdakinin hayatından çok çok daha azdır çünkü tarihi insanlar yapıyor. Kitleler yapıyor. Buradaki literatür tartışmasına baktığın taktirde, Kürt hareketi bu konuya çok sonra girmiştir. Elimde bir döküm yok, kronolojik bir şey yapacak halim yok ama izleyebildiğim kadarıyla büyük miktarda anlatılara dayanan bir tarih vardı. Folklorik hikaye vardı. Kürt ulusal hareketi siyasal olarak bir yere varmış durumda yani reel bir gücü var. Ama bununla kıyaslayıp baktığında bu tarih anlayışı çok çelişkili. Ondan önce Türkçe’de yazılmış olan bu meseleye dair bir dizi husus var. Yoksa tabii ki bazı belediyelerde de olsa vs. Ermenice dersler verilmesi, bazı kiliselerin restorasyonunun yapılması önemli. Daha fazla şeye ihtiyaç var ama başka bir şey daha var burada. Neden belki daha tepkisel olmak durumunda kalıyoruz? Sen ezilen konumundaysan ve hak talep ediyorsan tarihte kaybolmuş olsa da –
gördüğünüz gibi hiçbir şey kaybolmuyor aslında çünkü tarih devam ediyor– başka bir hak talebinde bulunmuş olana başka bir hassasiyetle yaklaşman lazım. O hassasiyeti göstermiyorsan senin inandırıcılığın olmaz. “Ben ötekinden daha fazla şey yapıyorum”. Öyle bir hakkın yok bir defa. Daha radikal olmak durumundasın. Yoksa tabii ki birçok insan, sadece Kürt ulusal hareketinden değil, bir kısım Türk sosyalisti de artık bu sorunu yazıyor, çiziyor. Biz de Türkler derken herhalde onları kastetmiyoruz zaten. Burada her zamanki gibi parantez açmak gerekir. Muhakkak ki resmi ideolojiyi savunanları kastediyoruz. “Palu Harput 1878″ kitabını yayınlayan Arsen Yarman ile Toplum ve Kuram Dergisi’nin üçüncü sayısında yer verdiğimiz röportajı okumak için bkz: http://zanenstitu.org/roportaj-arsen-yarman-ile-19yuzyilda-ermeniler-ve-bozulan-iliskiler-uzerine/ [↩] 1.
Bir Başka Tarih Mümkün Müydü? Ya da “Ermeni Meselesi” “Modernite” ve “Soykırım” Pandoranın kutusu Adı konamayan “Ermeni Meselesi”nin 90. yılında Cumhuriyet tarihinde rastlanmadık yoğunlukta bir tartışma medyadan sol dergilere ve Millet Meclisi’nden Avrupa Parlamentosu Yeşiller grubuna, Arjantin, Polonya meclislerine kadar uzandı. Bütün bu çeşitlilik içinde oldukça anlamlı etkinliklerden biri tereciye tere satan Justin McCharty’nin mecliste yaptığı konuşmaydı. Tıpkı Bernard Lewis gibi (hazretin soykırım inkarcılığından Fransa’da başına geleni unutmadan)[1] McCharty’nin de Türk devleti politikasına, maaşlı memurları aratmayacak(!), yatkınlığı bilinmekteydi. Ancak Millet Meclisi’ni irşad eylemesi zaten durumun vahametini göstermesi açısından tek başına anlamlıydı. Ahali de ders kitaplarında okumadığı birtakım olayların cereyan etmiş olabileceğine dair derin kuşkulara sürüklenmiş oldu. Öyle ya koskoca milletvekillerinin bile açıklamaktan, anlamaktan aciz oldukları meseleler için taa Amerikalardan buralara gelen Türk'ten fazla Türkün dostu olan birinden hızlandırılmış kurs almaları gerektiğine göre, ahalinin durumu pek parlak değildi. Hele televizyon bombardımanı arasında, düne kadar Ziya Gökalp’in “mukatele” olduğu tezinin arkasına saklananların zat-ı muhteremin böyle bir beyanı olmadığını öğrenerek şaşırmaları karşısında ahali daha da şaşkına dönüyordu. Veya “mukatele” ne demek, esas olarak Ermenilerin Türkleri katlettiği iddiaları öne çıkacak gibi olurken, aslında her şeyin
Almanların denetimi altında olduğu belirtiliyordu.[2] Meğer efsunlu izahlar da uydurmaymış. 90 yılın öne çıkardığı kişiler arasında özel bir yer tutan ve İsviçre’de işgüzar bir savcının reklamını yaptığı Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun[3] tam da 24 Nisan’daki beyanatının gazetedeki son satırı, gerçekten tarihsel olarak ne kadar kritik bir meseleyle karşı karşıya bulunduğumuza kesinlik kazandırdı: “Savaşı kimin çıkardığına bakmalı.”(Radikal, 25 Nisan 2005). Ayrıca meseleyi enternasyonalize etmesi açısından değme indirgemeci solcuları aratmayacak bir öneride de bulunuyor: “Ben Ermenilerin yerinde olsam Rusları, İngilizleri, Fransızları dünyaya şikayet eder onların tazminat ödemesini isterdim.” Neden Almanya yok aralarında belli değil. Yine de Ermenileri birilerinin peşine sürüklemeye çalıştığına göre ortada izi sürülecek bir tarihsel mesele var. Ya da en azından savaşı Ermenilerin çıkarmadığı kesin! Oysa gazete haberlerine göre (Almanya ve ‘Ermeni Soykırımı’; Semih İdiz, Milliyet) Almanya kendi sorumluluğunu “‘Kısmen’ de olsa kabul ettiği için gelebilecek tazminat taleplerinin önünü kesmeye çalışıyor”muş. Tabii Almanya’nın Cihan Harbi’nde Osmanlı’nın en birinci müttefiki olup askeri idareyi de elinde tuttuğu hatırlanırsa sonuç hiç de Halaçoğlu’nun sandığı gibi olmayabilir. Bu arada diğer ülkelerde, özellikle Amerika ve Fransa’da bu mesele üzerinde tartışmalar, lobilere ve oy avcılığına bağlanırken, Almanya’da birkaç bin kişilik Ermeni seçmenin karşısında yüz binlerce Türk seçmenin bulunduğu atlanmakta. Polonya’da ise ne lobi ne oy avcılığını gerektirecek bir durum var. Arjantin’in neredeyse Ermenistan olduğu iddia edilebilir! Böylece geleneksel paranoya devam ediyor. NATO’nun ikinci asker besleyen ülkesi ve ABD’nin yürürlüğe sokulmuşsa (!) Büyük Ortadoğu Projesinin vazgeçilmez unsuru Türkiye karşısında, ne hikmetse bilumum emperyalistler herhangi bir yeraltı zenginliğine sahip olmayan, taş-toprak yığınından ibaret olup nüfusu da ortalama bir kenti geçmeyen Ermenistan’ı destekler durumdaymışlar! Emperyalizmi hâlâ gavurluktan öte bir şey görmeyenlerin milliyetçiliği de buraya kadar. Tarih nasıl okunur? Tarih nasıl yazılır-okunur dendiğinde bunun tek bir yolunun olduğunu söylemek abestir. Fransız ihtilalini bir kralcının, bir cumhuriyetçinin ve bir sosyalistin ya da örneğin bir kadının, bir sömürge insanının, bir kölenin okuması da farklı farklıdır. Bu farklı okumalardan yaşadığımız dünya ve gelecek açısından zenginleştirilmiş sonuçlar çıkartmak için aşağıdan, bileşik bir tarih anlayışı geliştirmek durumundayız. Böylesi bir tarih anlayışı için yapılagelen tartışmaların hayli sınırlı olduğu söylenebilir. Ama giderek insanlık tarihinin sade suya “sınıf
mücadelesi” olduğu fazla anlamlı gelmiyor. Çünkü sınıf mücadelesi bir avuç insanın kendi arasında cereyan etmiyor. Araya modern, belirleyici denilen sınıfların yanı sıra kadim denebilecek, tasnif dışı kalan, yeni beliren, farklı ezilen, dıştalanmış kesimlerin meseleleri de katılıyor. ABD tarihini yalnızca bir avuç zengin ve işçi sınıfı ile açıklamaya çalıştığımız zaman aslında bizzat işçi sınıfının en bilinçli kesimlerinin neden göçmen, renkli olduğunu da anlama imkanımız kalmıyor. Bugün Latin Amerika’da beliren yerli-köylü hareketi ve bizzat Latin Amerika’nın kimliğine dair tartışmalar da bu çokyönlülüğü –eksensiz olmamak kaydıyla– göstermekte. Ancak Osmanlı-Türk tarihi had safhada bir saray tarihine indirgenmiş durumda. Kimilerine göre “sivil toplumun” gelişmemişliğine dayanan bu durum aslında araştırmacıların zihniyetinden kaynaklanmakta. Örneğin koskoca imparatorluğun devasa zanaatkar ve köylü kitlesinin yaşamı üzerine çalışmalar Enver Paşa’nın köpeği, Kara Kemal’in nargilesi ve belki de Talat Paşa’nın terlikleri kadar incelenmeye değer bulunmamakta. “Ermeni Meselesi” açısından bu çalışmaların önemi, büyük kentlerle sınırlı kalmayarak yaşadıkları yerlerde aynı zamanda zanaatkar olarak temayüz etmelerinden ötürü toplumsal doku içindeki yerlerinin daha açıklıkla anlaşılabilecek olmasında. Bu da bize “milli” olmanın ötesinde “sosyal” olarak çok daha net perspektifler üretme imkânı verecektir. İster hain olsunlar, ister muhbir, ister kurye bu kadar geniş emekçi ve zanaatkar kitlesinin yaşadıkları toplumla ilişkileri irdelenmeye değer. Gerçekten o toplumun içinde tipik bir “sınıf kinini” ayaklandıracak kadar onları ezen ve sömüren bir kesim miydiler, yoksa bir avuç “yukarıdakilerin” dışında varlıklarını sürdürme güvencesinden yoksun, her an kıyıma, talana ve yağmaya açık bir kesim mi? Meselenin bu yanı bölgede yaşayan Kürtlerin toplumsal örgütlenme biçimlerine ve tabii ki Kürt ağa ve beylerinin kendi toplumlarında egemenliklerini sürdürme açısından ne tür bir politik tutuma sahip olduklarına da bağlıdır. Bu arada Osmanlı İmparatorluğu’nun buralarda nasıl bir yönetim sürdürdüğü ve ne tür bir vergi politikası izlediği de mutlaka hesaba katılmalıdır. Muhacirlerin, Çerkezlerin yerleştirilmesi veya mülki ve askeri memurların konumu da herhalde atlanmamalıdır. Eğer bir sınıf analizi yapılacaksa –E.P. Thompson’un izinden giderek– mümkün emekçi kitlesinin yalnızca var olduğu söylenen gelişkin/modern fabrika veya işletmelerde değil aynı zamanda oldukça türdeş olmayan, tarımdan zanaata farklı kesimlerde de aranması gerekecektir. Böylesi bir emek dünyası hem Osmanlı İmparatorluğu’ndaki aşağıdan hareketleri izleme imkânını hem de sanıldığı kadar yoksul olmayan bu sınıflaşma sayesinde mümkün siyasal alternatiflerin zeminini sunabilir. O zaman
Osmanlı’da işçi sınıfının 200 bin mi 2 milyon mu olduğu tartışmasını (Kirkor Zohrap mecliste sendikalar üzerine bir tartışmada sendikalı olabilecek çalışan sayısını 600 bin olarak gösterir) onların gündelik mücadeleleri açısından irdelemek mümkün olabilir. Örneğin Şam vesilesi ile böylesi bir çalışma elde bulunmakta.[4] Dolayısıyla farklı açılardan, örneğin emek tarihi açısından, Kürtler açısından yeni değerlendirmeler mümkün olabilir. Abdülhamit dönemi de dahil olmak üzere Kürt aşiret reisleri kendi egemenliklerini sürdürmenin yolu olarak Ermenileri ezmek ve payitaht karşısında böylece özel bir konum elde etme peşinde olmuşlardır. “Aşiretten ulusa geçiş” sürecinde, yoksul Kürt köylülerinin kendilerini idame ettirmeleri için gereken değişimlerin önündeki temel engellerden biri olan bu kesim hem ulusal-kültürel gelişimini engellemiş ve hem de Ermeni halkının yaşamını köreltmiştir. Ermeni köylüsünün devletin yanı sıra, Kürt bey ve ağalarından çektiklerini ortaya koymadan sözü edilen isyanlar (özsavunma eylemlerinin) ve buradan hareketle merkeze olan güvensizliğin pekişmesi sonucu, dışarıdan bir çözüm arayışına sürüklenilmesi anlaşılamaz. Gariban Kürt açısından Ermeni tefecisinin, tüccarının da pek kardeşçe duygular uyandırmadığı muhakkak ki eklenmelidir. Zaten sarmalın neresinden tutulsa Osmanlıya yarayan bir yanı vardı. Büyük güçler arasında sıkışmış “mazlum Osmanlı” soyutlama ve güzellemesinden hareket etmek her tür aşağıdan okumayı köreltir. Aşağıdan, geniş kitlelerin gündelik hayatlarından bir okuma onların deneyimlerini öne çıkarır ve bu deneyim içinde ne tür akımların, örgütlerin yer aldığını irdeler. Bir başka tarih mümkün müdür? Ermeni meselesinin anlaşılması aslında pek mümkün gözükmüyor. Hükümet erbabı ve resmi ideoloji üreticileri tam bir bilimcilik saplantısıyla “belge”ye iman etmekteler.[5] Ancak bu tartışmayı herkes bir diğeri gibi yapmak zorunda değil. Nihayetinde yapılacak tartışma herkesin ortak geçmişinde değil inşa etmek istediği gelecekte temellenecektir. Tarihsel gerçeklik böylece kimsenin kiralık katili olmayacak, tasarlanan dünyanın geçmişi olarak geleceğe hizmet edecektir. Bu açıdan birinci dereceden geniş kitlelerin konumundan hareket etmek gerekecektir. Yoksa Enver Paşa’nın karısına veya köpeğine olan sevgisinden veya Ermeni edebiyatında köylü sosyalistliğini hicveden bir şaheser olup başlı başına bir tip olan Yoldaş Pançuni[6] gibilerin hayallerinden hareket edilirse rahatlıkla başka tarihler yazılabilir. Ancak bu tarih geleceğe ihtiyacı olmayanları yani kurulu düzen simsarlarını tatmin etmekten başka bir işe yaramaz. Gerçekten Ermeni meselesi XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başı
Osmanlı İmparatorluğu’nda –ve bununla sınırlı kalmayarak Rusya ve İran’da da– siyaseten nelerin mümkün olduğunun yeniden tartışılmasını gerektirmektedir. Tarihin doğrusal gidişine meraklı olanlar, ulus devletlerin inşa çağında veya dünya kapitalist ekonomisinin yeni bir evresinde olup bitenleri en azından makul karşılayabilirler. Yani –bir miktar dış tahrik ve destek ilave edilerek– Yunanistan bağımsızlık mücadelesinden başlayarak en son milliyetçilik kervanına katılan Arapların Osmanlı egemenliğinden çıkmaları da dahil neredeyse tam bir asırlık süreçte olup bitenler tarihsel kaçınılmazlıklardır! Ancak başka bir tarih mümkün müdür diye soracak olanlar, o gün için cılız da olsa Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan halklar için savaşsız, barışçıl, demokratik ve daha sosyal bir çözümün de gündemde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirler. Mesele bir siyasi irade meselesidir. Bu iradenin ete kemiğe bürünmesi için gerekli toplumsal dayanakları ve tabii onların deneyimleri, bilinçleri bu durumda önem kazanmaktadır. Nesnel gerçekliğin elverişsizliğini dillerine dolayacak olanlar ve buradan olup bitene bir meşruiyet kazandırmaya yeltenenler, “Paylaşım Savaşı” sürecinin aslında kendine karşı bir dinamiği de harekete geçirdiğini ve dünyadan tecrit edilmiş bir biçimde ele alınmaması gereken bu topraklarda dünyanın halleriyle birlikte bir dönüşümün, en azından nesnel olarak mümkün olduğunu görmeleri gerekecektir. Burada rehber daha henüz XIX. yüzyılın ortasında Avrupa devrimleri sırasında Marx’ın İspanya’da devrim için söylediklerinde aranmalıdır. O eli kulağında olan bir Avrupa devriminin parçası olarak İspanya’da devrimin mümkünlüğünü; nesnel elverişsizliklerin mücadele ile giderilebileceğini, yani mücadelenin de bu nesnelliğe katılması gereken bir faktör olmasıyla birlikte ele alınması gerektiğini belirtmekteydi. XX. yüzyıl başı Osmanlı İmparatorluğu için yapılacak sınıfsal analizler de maalesef fazlasıyla azımsanmaktadır. Daha önemlisi 1908 devriminin cereyan ettiği günlerdeki tarih sahnesine bakıldığında: Üç yıl sonra dünyanın bir ucunda Çin’de Sun Yat-Sen önderliğinde birinci Çin devrimi gerçekleşecektir; aynı yıl dünyanın bir başka ucunda Meksika’da daha sonra Adolffo Gilly’nin Lenin’in kesintisiz devrimine göndermede bulunduğu tabirle Kesintili Devrim, Zapata’nın önderliğinde[7] (insanlara verdiği umut, özgürlük ufku bugün de geçerli olduğundan Zapatistalar böylesi bir mirasa sahip çıkmışlardır) bir devrim gerçekleşecektir. Aralık 1905’te Tahran’da, Temmuz 1908’de Tebriz’de ihtilal patlak verdikten sonra hemen yanı başımızda İran’da Anayasa Devrimi olacak ve tabii bunların ardında bütün bu ayaklanmaları esinlendiren, Japon-Rus savaşının yenilgisinin de etkilediği, mutlakıyetçiliğin alaşağı edilebileceğini
dosta düşmana gösteren daha birkaç yıl önce kimsenin beklemediği 1905 Rus Devrimi. Balkanlarda Jön Türklerin çete dedikleri gerillalar Narodnikler’dir, yani siyaseten etraf sosyalist kaynamakta. Buna karşılık Jön Türkler benzer ülkelerdeki yeni siyasal hareketler içinde siyaseten en geri ve dolayısıyla da dünya egemenliğine karşı, yani emperyalizme karşı öyle ciddiye alınabilir bir karşı tutuma sahip olmayan herhalde ender hareketlerden biridir. Daha sonra Türkiye sosyalist hareketi –Türk denmesi daha uygun mu?– kendine bir mazi aradığında Mustafa Suphi’nin Jaurès’i dinlediği falan söylenecektir, ama Jaurès’e sorulsa o sosyalist diye bir dizi Ermeni'nin adını verebilir. Ne de olsa kendisi Pro-Armenia dergisinin yazı kurulunda! Ama gerçekten toplumsal tabanıyla kaynaşmış olan Selanik’teki Sosyalist İşçi Federasyonu, onu fazla “Yahudi” bulursanız İstanbul’daki Rum sosyalist çevreler, çeşitli Ermeni sosyalist örgütler, onu da uygun görmezseniz Osmanlı Sosyalist Fırkası vd. neden kale alınmasın? Açıkçası cılız denilen kimi alternatifler hiç değilse fikir düzeyindeki arayışlarla ve şu veya bu oranda hareket düzeyine yükselecek kadar topraktan fışkırmış durumdaydı. Anasır–Hürriyet–İmparatorluk Çokuluslu bir imparatorlukta egemen bir ulusun olmadığı bir yurttaşlığın yerleştirilmesi XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başlarında oldukça yaygın bir tartışmaydı. Ancak ne yazık ki bu zengin tartışmalar pratik sonuçlarıyla birlikte derinlemesine bir değerlendirmeye tabi tutulmuyor. Bu sorunun çözülememiş olması Balkanlar, Osmanlı İmparatorluğu ve Kafkasya’da facialara yol açmıştır. Osmanlı somutunda Tanzimat’tan itibaren sürekli olarak dış mihrakların etkisi altında ayrılıkçı milliyetçiliğin tohumlarının ekildiği ve örneğin 93 harbi’nden itibaren de bu tohumların iyice filizlendiği iddia edilir. Burada geleneksel devlet bakışlı bir zihniyet söz konusu. Haklar açısından azınlıkların konumu meşrulaştırılmaktadır. Yani ayrılıkçılığın zemini dışarıda aranmakta, devletin baskısı veya azınlık yurttaşın güven duymasını engelleyen hususlarda aranmamaktadır. Prens Sabahattin’in, Terakki dergisinin Nisan 1906 sayısında yayınlanan “Rus İhtilalinin Mana-yı İçtimaiyesi” adlı makalesinde, Rus hürriyetperveranın vatandaşları bulunan diğer anasıra karşı nasıl hareket ettiğini anlattıktan sonra konuyu Osmanlı’ya getirerek, “anasırın selamet-i milliyesini müterakki ve hürriyetşinas bir Devlet-i Osmaniye’nin mevcudiyetinde” aramanın zorluklarından söz edip şöyle devam eder: “Artık separatist olmalarında taaccübe şayan bir şey kalır mı? Biz de derhatır etmeliyiz ki asırlarca müddet Hıristiyan
vatandaşlarımıza bir mahluk-i âdi nazarıyla baka gelmişiz. Verdiğimiz imtiyazatı hak değil ihsan makamında telakki etmişiz… Memleketlerini işgale biz yürüdüğümüz için kalplerini teshire yürümek de bizim vazifemiz ve bizim menfaatimiz icabından idi.”[8] Prens Sabahattin bugün kimilerinin sandığından daha fazla o günlerde Jön Türk hareketinin ideolojik olarak çerçevesini şekillendiriyordu. Ne de olsa ötekilerin düşünce ile fazla ilgisi yoktu. Onun fikriyatına bir başka düşünce ile değil şerhlerle, amalarla yaklaşıyordu İttihatçılar ve oldukça baştan “dış düşmanlar” meselesi onların kalkanı oluyordu. Cemal Paşa“…dış düşmanlar olmasaydı, İttihat ve Terakki cemiyeti de Prens Sabahattin Bey’in hararetli bir müdafii olduğu bu prensibi kabul etmekte bir dakika tereddüt etmezdi.”[9]derken kendi adına konuşuyor olabilir. Geçmişle gelecek açısından bir bağlantı kurma çalışması tabii ki alışılmadık bir şey değil. Geçmişte mümkün bir başka seçenek üzerinde en cesur tahayyüllerden birini Çağlar Keyder yapmış bulunmakta. Açıkçası Keyder XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren oluşan bir orta sınıfın harb-i umumi yıllarında kırılması ve sürgün edilmesiyle ortadan kalkmasının sonucunda bugün Avrupa Birliği sayesinde sağlanacak olan demokratikleşmenin o günlerde kaçırıldığı fikrindedir. 1908’de çözüm için söyledikleri aslında yer yer (ilerde değineceğimiz) Rakovsky’nin söyledikleriyle örtüşmektedir: “Bütün uyrukların eşit vatandaşlık haklarının bulunduğu, etnik ve bölgesel otonominin tanındığı anayasal bir düzen imparatorlukları yok olmaktan kurtarabilirdi.”[10] Böylece ulus devlet oluşumunun Balkanlardan Kafkasya’ya yarattığı felaketlerden sakınılabilirdi. XIX. yüzyılın sonu itibarı ile “büyüyen şehirlerde, kulüp dernek ve basınıyla kentsel bir kamusal alan yaratmaya çalışan varlıklı, eğitimli, faal bir Rum ve Ermeni orta sınıf ortaya çıktı. Bu sınıf, imparatorluğun ve vilayetlerin yönetimine katılma konusunda artan bir isteklilik sergiliyordu.”[11] Burada ulus devletin kaçınılmaz bir durak olması gerekmediği ve felaketli durağın dışında kapsayıcı bir yurttaşlık temelinde imparatorluk ölçeğinde bir çözüm tartışması var. Ama bu tartışmanın öznesi belli ki “orta sınıf”. Böyle olunca şu andaki AB hedefi de büyük kayıplara mal olmuş geç kalmış bir yolculuğun rayına oturmasından ibaret gibi gözükebilir. Nitekim, sivil toplumun inşasındaki arızalar ve buradan kaynaklanan meseleler hakkında hüküm yürütenlerden Feroz Ahmad ve Jacob M. Landau yazdıkları sonuç bölümünde “…tek suçlu, önemli bir gelişme gösterdiği halde doğmakta olan sivil toplumu yönlendirme sorumluluğunu almayan burjuvazidir… Türkiye artık Avrupa Birliği’ne adaydır, asker bürokrat seçkinlerin rolü azalmalı; burjuvazi önderliği ele alıp hem İslâmcılarla hem de Kürt halkıyla ilgili, onları da
kapsayan politikalar benimsemelidir.”[12] diyerek bu güzergahı pekiştirmekte. Feroz Ahmad giriş yazısında tıpkı Çağlar Keyder gibi Karl Renner’in çokuluslu imparatorluktan organik yurttaşlığa geçiş meselesinden söz eder… Burada aslında bu kapsayıcı, organik yurttaşlık tabirinin çeşitli düzeylerde eşitliği de içermesi gerektiğini eklemek gerekir ki bu ayrıca bir tartışmayı gerektirecek; yani “onların” ve “bizim” yurttaşlık kavramını. Bu da biraz kaba bir ifadeyle Prens Sabahattin’de temayüz eden siyasal çizginin en azından cennete giden yolu değilse de felaketi engelleyen yolu gösterdiği anlamına gelmekte. Tabii bu da özgürleştirici bir tasarıma dayanmayan bir tahterevallinin iki ucunda salınmaktan ibaret bir zihniyete varır. “Milli tarih”in bir çeşitlemesine karşı çıkarken “yukardan” tarihin başka bir türüne meşruiyet yaratmak aşağıdan, yoksunların ve yoksulların tarihi belleğini oluşturmaya zerre kadar katkı sunmaz. Yine de bu tartışma “bir başka tarihin” mümkünlüğünün sorgulanması, yani ortada bir kaderin bulunmadığının irdelenmesi açısından dikkate alınmalıdır. 1908 Dolayısıyla XIX. yüzyıldaki dünya hallerinin ve imparatorluğun toplumsal formasyonundaki derin değişimlerin yarattığı aşağıdan bir siyasallaşmanın ayrıntılı bir tahlili gerekmektedir. Bu nesnel durumları atlamadan 1908’in ne olup ne olmadığı ve 1908’in etrafında, onun ürünü ne gibi alternatiflerin söz konusu olabileceğini yeniden tartışmak gerekecek. Tarık Zafer’in tabiriyle “II. Meşrutiyet Cumhuriyetin laboratuarı” olduğuna göre yalnızca gelenekselleşen İttihatçılıkla Kemalizm arasında, II. Meşrutiyet ile Cumhuriyet arasında bir kopuş veya sürekliliğin olup olmamasıyla sınırlı olmayan; cumhuriyette nasıl bir işçi hareketi, nasıl bir sol hareket gelişti derken devralınan mirası da buradan değerlendirmeye almak mümkün olabilir. Türkiye’de araştırmacılar uzun süre haberdar olmasalar veya meraklı olmasalar da 1908 “yabancı” sosyalistlerin, Marksistlerin ilgisini çokça çekmiştir. “1908 Genç Türk Devrimi, Avrupa sosyalist çevrelerinde Osmanlı İmparatorluğu sorunları üzerine büyük bir ilgi uyandırdı… Ancak Jön Türk Devrimi’ne hayranlık giderek yerini düş kırıklığına bırakacaktı. İttihat ve Terakki Cemiyeti otoriter tavrından ve gerçek reformları getirememekten dolayı kınanacaktı..”[13] Varsayımsal olarak elimizdeki ilk metin, Rakovsky’nin 1908 Temmuz
Devrimi’nin akabinde (bir hafta sonra) 1 Ağustos tarihinde Fransa’da Guesde yanlılarının çıkardığı haftalık Sosyalizm dergisindeki yazısı. [14] Rakovsky’nin yazısının içeriği kadar önemli yanı kendisinin Balkan Marksizmi'nin önde gelen temsilcilerinden biri olmasının (1917 Ekim Devrimi’nden sonra Ukrayna Devlet başkanı olacaktır) yanı sıra bütün Balkan dilerini ve Türkçe’yi de bilmesi. Rakovski yazısında emperyalistlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki emellerinden; bunun yanı sıra o gün için kimilerine ilginç gelecek “yaklaşan savaş”tan söz etmekte. Bu durumda değişik halkların haklarının tanınacağı federal bir çözümün ancak felaketin önünü alacağını eklemekte. Ama bunun için Jön Türkler konusunda pek umutlu değil. Hele onların hızla saraya intisap etmeleriyle hareketin yörüngesinin değiştireceğini kahince belirtmekte (sanki Mithat Cemal’in Üç İstanbul’una veya Nahid Sırrı’nın Sultan Abdülhamit Düşerken’ine yazılmalarından yıllar önce göndermede bulunmakta). Rakovski sözü edilen makalede “Otokrat sultanın yerine daha az otokrat olmayan bir oligarşi olacaktır.” demekte. Yıllar sonra Tarık Zafer Tunaya, “‘Kültürü zayıf, kini çok’ bu kuşak, Abdülhamit rejimini yıkmıştır. Yıktığının yerine ne koyacağını bilemeyen bugün’le yarın arasındaki şoktan şaşakalmış insanlar, geleceği yaratma programına sahip değillerdi. Bu bilgisizliğe, devleti ve toplumu dışa bağlayan baskılar da eklenince, değişiklik, bir özlem olmaktan öteye gidememiş ve düzen pek az rötuşla aynı kalmıştır”[15] diyerek Rakovsky’nin öngörüsünü doğrular. Lenin –1908 Ekiminde, esin kaynakları bilinmemekle birlikte– Türk Devrimi’nin başarısından Avrupa’nın bütün burjuvazilerinin, bu devrimin Balkan halklarının özerklik ve demokrasi yolunda ilerlemesine neden olacağından ve İran Devrimi’nin zafere ulaşmasına katkıda bulunacağından ve de Asya’daki demokratik harekete yeni bir ivme kazandıracağından ötürü karşı olduğunu belirtmekte. II. Enternasyonal’in Ekim 1908 büro toplantısında alınan “Türk imparatorluğundaki halkların böylece kendi kaderlerini tayin etme olanağını bulmalarını ve doğmakta olan proletaryanın sınıf mücadelesinin dünya proletaryasıyla sıkı bir birlik içinde yürütülebileceği özgür bir siyasi rejimin kurulmasını selamlar”[16] kararının Lenin’in notlarında yer aldığı bilinmekte. 1908 Devrimi’nin sözü edilen türden bir özgürlük ve demokrasi yürüyüşüne yol açtığı takdirde olası etkilerinin Rusya’yı da etkilemesinden açıkça söz edenler var. Milyukov anılarındaki [17] bir anekdotu şöyle değerlendirmekte: “Osmanlı İmparatorluğunda Hıristiyan ve Müslüman eşitliği çarın Ortodoks Hıristiyanların üzerindeki korumasının sonu anlamına geldiği noktada, Milyukov gibi bir liberal Rus için bile istenmemekteydi.”
Mefhumun muhalifinden, Çarlığın halklar hapishanesi olarak Osmanlı halklarının özgürleşmesini istemeyeceği açıktır. İngilizlerin bir raporunda “liberal eğilimler gösteren güçlü bir Türkiye, Rus Müslümanları arasında bir harekete neden olabilir ki bu da çok utanç verici bir durum yaratır”[18] diye özetlenmekte Rus hükümetinin tutumu. Böylece 1908 devriminin bir Turan hülyası ile değil, aslında özgürlükçü ve demokratik bir yolda yürüyerek “mazlum milletlere” bir katkı sağlayacağı açığa kavuşmaktadır. Öte yandan Goltz Paşa’nın askeri eğitiminin orduda “milliyetçiliği” güçlendirerek 1908 hareketinde önemli bir rol oynadığı da belirtilmiştir. 1908’den sonra Osmanlı üzerine İngiltere’nin etkisinin arttığı yolundaki bir rapora Alman Kaiser’i şöyle not düşüyordu: “Bu ihtilal Paris ve Londra’da yaşayan Genç Türklerin işi değildir. Bu münhasıran Alman zabitleri tarafından yetiştirilen Türk subayları tarafından yapıldı ve tam manasıyla askeri bir ihtilaldir. Kuvvet ve kudret bu subayların elindedir. Bunlar Alman olan her şeye mütemayildirler.”[19] Dönemin ilginç Sırp siyasetçisi Vladan Georgevitch’in o günlerde hayli popüler olan kitabında şu özetlemesi de hatırda tutulmalı: “Türkiye’de anayasanın tekrar iadesi en azından kısmen, Reval’deki İngiliz-Rus anlaşmasına verilmiş Alman cevabıydı.”[20] Zaman Kayzer’i haklı çıkardı. Ancak ihtilalin sivil ve askeri diye ayrılabilecek kanatlarının yanı sıra o günün halk sınıflarının, çeşitli siyasal akımlarının beklentileri açısından bir değerlendirmesi yapılabilmeli. Tek başına “sınıfsal” tahlil yetmeyecek. Yusuf Akçura 1924 yılında, o dönemde aylığıyla geçinen ufak taşra memurları ve memur zabitleri “proleter memurîn-i askeriye ve mülkiye” diye tanımladığına göre 1908’i Allah göstermesin bir proleter devrim olarak da görmek mümkün olabilir. 1908’den çıkarı olan mülki ve askeri memurların sınıf konumları yalnızca nasiplendikleri gelir düzeyi ile değil, kendilerini ne tür bir mücadele, ortak çıkar birliği içinde gördükleriyle, nasıl bir gelecek tasarladıklarıyla birlikte ele alınmalıdır. Bu açıdan bazılarının sandığı gibi toplumsal bir merkezçevre ilişkisi kurmak yerine, aynı kategorinin, bürokrasinin kendi içinde bir kutuplaşmadan söz edilebilir. Köhneyen Osmanlı bürokrasisinin “moderniteden” yana kanadı olarak takdim edilebilecekse de aslında emperyal hedefleri olan güçlü, otokratik bir burjuva devletinden yana olan bu kesimin “ilerici-devrimci” olarak vaftiz edilmesi hayli tehlikeli sonuçlar doğurmuştur. Umuttan hayal kırıklığına: Osmanlıcılıktan Türkçülüğe Hanioğlu “Jön Türk ideolojisi bilimci, materyalist, sosyal Darvinci, elitist ve ladini, temsili hükümetten yana olmayan”[21] demekte.
Tarık Zafer Tunaya’nın da İttihatçıların tek partici saplantılarının altını çizdiği hatırlanırsa, içinde bulunulan hal ve şerait altında İttihatçıların değil Ermenilere isterse Müslüman olsun diğer ulusal akımlara veya Türk olsun kendilerinden farklı siyasal akımlara hayat hakkı tanımaya niyetli olmadıkları bellidir. Örgüt içinde örgüt kurarak partinin çekirdek kadrosunun devletten ve kendi partisinden de gizli işler çevirdiği düşünülürse böylesi bir siyasal akımla “demokratik” bir çözüm arayışı umutsuz bir vakadır. Azınlık siyasetler İttihatçılara sahip olmadıkları bir rol yüklemişlerdir. İttihat ve Terakki’nin milliyetçiliği ne zaman öne çıktı meselesi ideolojik-politik düzeyden ziyade genellikle “Ermeni Meselesi”nin yürürlüğe konması açısından ele alınmaktadır. Daha tarihsel bir bakışla örneğin Şükrü Hanioğlu şöyle demekte: “…diaspora milliyetçiliğinin bir diğer ciddî etkisi ise II. Abdülhamid döneminin kapsamlı istihbarat ağı nedeniyle 1908 öncesinde örgütlenmesini “Türk diasporasında” gerçekleştiren İttihat ve Terakki’nin bu milliyetçiliği içselleştirmesi ve bunu vatandaşlık temeline dayalı ‘Osmanlı vatanseverliği’nin yerine koymasıyla ortaya çıkmıştır.”[22] Dolayısıyla Türk milliyetçiliğini Balkan yenilgisine bağlamak, önceki hazırlıkları yok saymak anlamına gelir. Düşünsel kökleri açısından Yusuf Akçura gibi yerel olanlara göre –daha çok demagog veya propagandacılar– çok daha gelişkin kişilerce zemini atılan “ırk esasına müstenit” milliyetçilik hazır ve nazır beklemekteydi. Yine de, İttihat ve Terakki yönetimi hatta yönetimi bile değil doğrudan Enver ve Cemal’den hareketle şöyle derin analizlere girişilebilmiştir: “Uzun ve yıpratıcı bir savaşın altüstlükleri arasında feodaliteden burjuva bir düzene geçişin sancıları içinde tipik sayılabilecek bir hastalık ortaya çıkmıştır: Bonapartizm, yani bir yönüyle feodale (hükümdarlık heves ve ihtiyacı), bir yönüyle burjuva ve ilerici, askeri diktatörlük.”[23] Diktatörlük ve kaba bir diktatörlük dışında bütün bu analizler temelsizdir. Bonapartizm burjuvazinin ulusu yönetme becerisini kaybettiği ve ancak proletaryanın bunu henüz kazanamadığı andaki iktidar biçimidir. Sanki bir egemen sınıfın ifadesi olmayan bir rejim. Toplumsal temeli de köylülüğe dayanmaktadır. Marx’a göre başlıca uzlaşmaz sınıflar arasında tarihsel bir denge durumunu temsil eder. Bir tek şey doğrudur “heves”. Otokrasiye müthiş hevesliydiler. Ama milli körlük İttihat ve Terakki’nin savaş sırasında Alman oyuncağı haline gelmesini fark etmez. “İttihat ve Terakki sola kaydıkça, yani anti-feodal, burjuva-devrimci çizgisi belirginleştikçe, ya da savaş sıkıntıları arttıkça…”[24] demek için tarihçiliği herhalde aşmış olmak gerekiyor! İttihat ve Terakki’nin bir küçük subaylar
hareketi olarak başlayıp giderek eski rejimin yönetici bileşimine dönüştüğüne bakılırsa bu dinamik neredeyse tersine işlemiştir. Yusuf Akçura’nın sözünü ettiği “proleter memurların” yerini taşra teşkilatının önde gelen kesimleri ve kentlerde hızla yükselen veya sivil hayata, yani ticarete geçip cebren ve hile ile gayrimüslim burjuvazinin yerini almaya yeltenen “devrimciler” almıştır. Öte yandan 1908 devrimi ile birlikte aniden ve hızla parlayan iyimserliğin toplumsal ve siyasal temellerinin de irdelenmesi gerekmektedir. İttihat ve Terakki yönetimi kısa zamanda bırakalım güçlü bir devlet oluşturma yönündeki eğilimini, toplumsal alanda da çıkardığı kanunlarla sınıfsal tercihini açığa çıkarmış, muhalefeti gerektiğinde temizlemiş ve Mahmut Şevket Paşa suikastında olduğu gibi ilk fırsatını bulduğunda da genel bir sindirmeye girişmiştir. Milliyetçiliğinden zerre kadar kuşku duyulmayacak Mustafa Suphi bu sindirme sonucunda Sinop cezaevine düşmüştür. Türkiye sosyalist hareketinin çeşitli eğilimleri açısından ilginç olan bir başka durum ise İttihatçılarla işbirliği içinde olan Taşnakları milliyetçi olarak tarihe gömüp gerisiyle ilgilenilmemesidir. Hürriyetler açısından bakıldığında kimilerine garip gelse de aslında Hürriyet ve İtilaf partisinin programının yalnızca bir kısım Ermeni siyasal gruplara değil Araplara da yakın görünmesidir. Burada zikredilmesi gereken iki husus var: Sosyal Demokrat Hınçaklar’ın ve Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın, Selanik Sosyalist Federasyonu’nun 1912 seçimlerinde Hürriyet ve İtilafı desteklemesi. Ayrıca Arap çevrelerinin de aynı türden bir tutum geliştirdikleri düşünülürse yalnızca Ermeni milliyetçiliğinin veya ayrılıkçılığının gelişimi açısından değil Arap milliyetçiliğinin gelişimi açısından da meseleyi irdelemek gerekecektir. İmparatorluk içinde en son milliyetçilik kervanına katılan Arapların bu yola nasıl girdiklerini anlama bile tek başına anlamlı olabilir: “Türk unsurunun üstünlüğünü vurgulamaya yönelik her girişim Türkler ile Araplar arasındaki dengeyi bozuyordu. Arap ulusçuluğu tepki yoluyla adım adım ortaya çıktı.”[25] Hourani’nin bir diğer kitabında şöyle denmekte : “Yeni Türk milliyetçiliğine karşı tepki olarak, Ermeni milliyetçiliği güçlendi, Arap, Arnavut ve Kürt milliyetçilikleri politik bir olgu olarak ortaya çıktı.”[26]. Siyasal analizlerde nedense bir yerlerden kurulan senaryolar makbul addedilir de siyasal alternatifler veya ihtimallerden bir diğerinin üzerinde durulmaz. Örneğin Hürriyet ve İtilaf’ın cemaatlere dayanan bir vatandaşlıkla birlikte parlamentoda farklı milletlerin oransal temsilini talep etmesinden ötürü daha kapsayıcı olduğu söylenebilir. O takdirde diğer unsurlar için siyasal eşitlik açısından daha tatminkar bir durum söz konusu olmaz mıydı? Bu iki parti arasındaki ayrım tartışmalı olmakla birlikte özellikle sol açısından bir toplumsal taban,
program tasnifine gidilmesi gerekir. İttihat ve Terakki bir diğerine göre daha cisimleşmiş bir partiydi ve toplumsal bakımdan artık esas olarak devlet katına kapaklanan ve bununla birlikte devletle muhabbetini daim kılmaya çalışan bir ticaret erbabına dayanmaktaydı. Burada halk sınıflarından herhangi bir iz yoktur. Hürriyet ve İtilafın ademi merkeziyetçiliğinin yanı sıra özel girişim taraflısı olduğu bilinmektedir. Ama bu sınırlama kimseyi tek başına sağcı yapmıyor. Hatta devletluları feodalizmin temsilcisi, ademi merkeziyetçileri de burjuvazi diye gördüğümüzde ufaktan bir demokratik devrim tartışması bile çıkarabiliriz. Her halükarda İttihat ve Terakki’nin halk sınıfları içinde bir destek aramaya niyeti olmadığını, şimdinin muhafazakar demokrat tabirine nazire muhafazakar ve tabii otoriter modernleşmeci olduğu söylenebilir. Eski rejimin dayanaklarını sürdürüp buradan nasiplenerek yeni bir rejim inşa etmek mümkün değildi. İttihat ve Terakki’nin de böylesi bir yenileşmeye ve hele hele Osmanlı halklarına “reform” sunmaya niyetli olduğunu gösterir zerre kadar emare gösterilemez. Tarık Zafer’in tabiriyle “İttihatçılar, Tanrının bu memleketin kaderini kendilerine emanet ettiğine inanan kişilerdi.”[27] Balkan Savaşı ile mutlaka alevlenen bir hassasiyet vardır. Ama bunun öncesinde azımsanmayacak bir mayalanma söz konusudur. Cemil Bilsel “Umumi harbin patladığı gün, kalbinde Balkan felaketinin acılariyle intikam ateşi yanan her Türk, lekelenen namusunu temizlemek için fırsat gününün geldiğini sezdi.”[28] diyerek aslında ideoloji diye bu intikamcı, yeniden Osmanlı İmparatorluğu’nun kayıplarını telafi ederek bilmediği ülkelere uzanmaya yönelen milliyetçiliğin çapını belirtmektedir. “… ruh düşkünlüğümüzü tedavi eden Turanizm… Ama Turan nedir kendi de bilmiyor. Ama Turan hakkında bir kitap yazmak lazım gelince bir Yahudi bulup yazdırıyorlar, adı da Levi Kohen. Ama kitaba Tekinalp diye yazıyorlar,”[29] diyor Turan uğruna yollara düşen Şevket Süreyya. Yani bu İttihatçı milliyetçiliğe derin düşünsel ve hatta tarihi temeller yakıştırmak, bulup araştırmak da zorlama bir çaba olacaktır. “Ağustos 1910’da Manastır’daki İngiliz konsolos vekili, Talât Bey’in İttihat ve Terakki Cemiyetinin Selanik “gizli meclisi”nde yaptığı iddia edilen bir konuşmayı şu deyimlerle bildiriyordu: Meşrutiyet’in şartlarıyla Müslüman ve gâvurun eşitliğinin teyit edildiğinden haberdarsınız; fakat siz ve herkes bunun gerçekleştirilemez olduğunu biliyor ve hissediyorsunuz. Şeriat, bütün geçmiş tarihimiz, yüz binlerce Müslüman'ın duyguları ve hattâ kendilerini Osmanlılaştırmak için yapılan bütün teşebbüslere inatla direnmiş olan bizzat gâvurların duyguları, gerçek eşitliğin kurulmasına aşılmaz bir engel teşkil etmektedir…”
Birkaç gün sonra İngiliz büyükelçisi Edward Grey’e şunu iletiyordu: “…şimdiki ‘Osmanlılaştırma’ politikaları Türk olmayan unsurların bir Türk havanında döğülmesinden ibarettir…”[30] Ermeni hayranı olduğu iddia edilemeyecek olan Bernard Lewis, “Genç Türklerin merkezi ve bastırıcı politikası hiç de sadece imparatorluğun Hıristiyan tebaasına karşı değildi” diye devam etmekte. Onun dediğine bakılırsa bu Türkleştirmede Müslüman kanı dökmekten sakınan Abdülhamit’teki tereddüt Genç Türklerde söz konusu değildi. Bu durumda Ermeni Devrimci Federasyonu ile İttihat ve Terakki arasındaki ilişkilerin geçirdiği evrimi irdelerken, Taşnakların günah ve sevabı dışında bir dinamiğin baskın olduğunu görmek gerek. Tarık Zafer Tunaya, 1911 yılında Selanik’te yapılan gizli kongreden sonra beraberliklerin “savaşa dönüştüğünü” belirtmektedir. Burada dönüşü yalnızca Ermeniler veya gayrimüslimler arasından değil Türk olmayanlar açısından da belirleyici olduğu kesin. Bu tarihin altının özenle çizilmesi gerekmekte. Çünkü İttihat Terakki’nin olayların zorlamasıyla siyasal pozisyon aldığını savunurcasına özellikle Balkan Savaşı’ndan sonra geçirilen travmayla, imparatorluk veya vatan elden gidiyor kaygısıyla Türkçülük politikasının tercih edildiği belirtilmekte. Böylece Turancılığa harika bir mazlumluk zemini sunulmaktadır. Oysa bu tarih Balkan savaşından da Babıâli baskınından da öncedir. Hatta (seçilen 270 mebustan altısının muhalif olduğu) “sopalı seçim” diye anılan 1912 seçimlerinden de önce. “İttihat ve Terakki, hukuk ve demokrasi ilkelerini zorladı ve hatta zaman zaman çiğnedi”[31] değerlendirmesi bile hafif kalabilir. Tarık Zafer, Osmanlıcılığın bir maskeden ibaret olduğunu belirtmekte. Balkan Harbi’nin nedeninin bu tatminsizlik olduğu tabii ki söylenemez. Ancak sureti haktan görünerek kapsayıcı bir yurttaşlık geliştirilmişken millet-i mahkumenin de hır çıkardığı hiç söylenemez. Açıkça Osmanlıcılıktan vazgeçmek Ermeni Meselesi’nde fazla bir sorun çıkarmayacak olsa bile diğer anasırı ve hele hele Arapları düşünmek durumundaydılar. Kürtler nasıl olsa Müslim ortak başlığı altında Türk sayılıyorlardı. Örneğin Ermeni meselesinde sözü edilen altı vilayette Ermenilerin azınlıkta olduğu sık sık söylenmekte (kimisi Van hariç diye eklemekte). Ama çoğunluğun ne olduğu atlanmakta. Eğer anasıra göre sayım yapılıyorsa, Kürtlerin ve tabii bu arada Süryanilerin vb. de hesaba katılması gerekmektedir. O takdirde ilginç bir tarihsel paradoksla karşı karşıya kalırız: Ermeniler çoğunluk değildir nakaratının arkasında gizlenen hakiki çoğunluk gürültüye gider. Bir başkası da aynı teraziyle önce Türkleri ve sonra Kürtleri tartabilir. Hiçbiri çoğunluk değildir. Zira izafi çoğunluk, yani azınlıklar
içinde çoğunluk Ermenilerdir. Aslında bu durum siyasal olarak çözümün neden “ulusal” arındırma değil de yurttaşlık-eşit haklar temelinde öne çıkmasının gerekçesi iken Ermeni temizliğinin gerekçesi haline getirilir. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1910 yılı itibarı ile nüfusunun 30 milyon ve bunun içinde Türk unsurunun altı milyon olduğunu belirtenler var (bu arada XIX. yy başında Balkanlarda on milyonluk Osmanlı nüfusunun sekiz milyonunun Hıristiyan olduğu hatırlanabilir). Bu durumda ezici bir azınlığın bir başka azınlığa değil bir dizi azınlığa egemen olmasının tek yolu olarak devlet terörünün, arındırma, asimilasyon ve temizlenmenin tek çözüm olarak kutsandığının demografik zeminini vermekte. Tabii bu durumda bir de devlet gücü ile sokaktaki insanın gücünü eşitlemeyecek kadar tarihten nasiplenmiş ve de insanlıktan uzaklaşmamış olmak gerekiyor. Öte yandan ayrılıkçı eğilimleri palazlanan azınlık burjuvazisine bağlamak ise işin tabiatına aykırıdır. Hele hele gelişkin bir orta sınıfın, bir tür komprador burjuvazisinin İstanbul’dan ve diğer liman kentlerinden hareketle tarihi Ermenistan denilen kırsal ve yoksul kesimlerde inşa edilecek bir vatana yatırım yapması, hele hele bu vatanın “çeteler”, fedailer, komitacılar tarafından yürütülen Taşnaklar veya Hınçaklar aracılığıyla gerçekleştirilmesinin kabul edilmesini iddia etmek akıllara seza bir durumdur. Marksizm, Sosyalizm ve Ermeniler Türkçe yazında üzerinde durulmamakla birlikte “Ermeni Meselesi” ulusal sorun babında Marksist yazının ilginç paragraflarından birini oluşturmakta. Klasiklerde gericiliğin kalesi olan Çarlık Rusyası’nın lehine işleyebilecek bir dava olarak Ermeni Meselesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun dirlik ve düzenliği babında makbul addedilmemişken Rosa Luxemburg bu geleneksel tutumu kırar ve tersine bir çözümleme ile bu imparatorlukta halkların kendi geleceğini belirleme hakkını savunur. Devir değişmiştir: Çarlık Rusyası’nda devrimci hareketler artık birtakım çevrelerle sınırlı kalmayıp hamle yapmaktadırlar ve nitekim 1905 devrimi Çarlık Rusyası’nın ancak dışarıdan bir askeri müdahale ile çökertilebileceği ve bu yolda ona karşı olanların desteklenmesi gibisine reel politik tutumları geçersiz kılmıştır. [Rosa Luxemburg’un “Türkiye’de ulusal mücadele ve sosyal demokrasi” adlı yazısı] Ermeniler arasında sol akımların gelişmesi ulusal sorunla derinden etkileşim içindeydi. 1887’de kendilerini Marksist addeden ve Plehanov’la ilişkili altı kişinin Cenevre’de kurduğu Hınçak (sosyal demokrat) ve 1890’da Marksistinden milliyetçisine, liberalinden halkçısına bir geniş yelpazeyi temsil eden Taşnaklar aslında
toplumsal formasyonları itibarı ile büyük bir farklılık göstermiyorlardı. [32] Ermeni devrimci hareketinin iç bölünmeleri ve tartışmaları oldukça zengin bir kaynak teşkil edebilir. Örneğin “milliyetçi-yurtsever” çevrelerin keşfettiği Sultan Galiyev’in ağzından Türkiye’ye yansımış olan proleter milletler tabiri tam da Taşnak ve sosyal demokrat Ermeniler arasındaki 1901 yılında yapılan bir tartışmada ilk kez kullanılmıştır. Mikaelyan, “proleter halk” kavramıyla Ermenilerin işçi ve halk olarak iki kat ezildiklerini belirtir. Kafkas Ermenileri arasında siyasallaşmanın aldığı boyut Osmanlıdakinden çok daha zengindi. Bu bölgede Hınçaklar, Taşnaklar, Bolşevikler, Menşevikler, Özgüllükçüler ve S-R’ler bulunmaktaydı. Bolşevik partisi içinde Suren Spendaryan ve Stepan Şahumyan[33]gibi önemli görevler üstlenmiş kişiler bulunmaktadır. Taşnakların hem Rus ve hem de Osmanlı İmparatorluğu’nda siyaset yaptıkları düşünülürse, Türkiye sosyalist hareketinin bir başka pencereden, örneğin Rus Marksistlerinin penceresinden de Taşnaklara bakması gerekmez miydi? Bolşevizm Taşnakları, Bund, Polonya Sosyalist Partisi, Gürcü Menşevikleri arasında sayar. Onlar gibi ulusal boyunduruktan kurtuluş ve istibdada karşı mücadeleyi “ayrı”ca örgütleyen “küçük burjuvazinin devrimci” partileri olarak görür.[34] Ama çarlığın destekçileri olarak görmez! İran Anayasal Devrimi açısından meseleye eğilmek bile biraz ağır gelir.[35] 1910 yılında Sosyalist Enternasyonal’in Kopenhag kongresine sunulan Taşnaksutyun raporunda “Türkiye, Kafkasya, İran” ülke örgütleri olarak takdim edilen Taşnaksutyun’un “ Şarkta, İran’da, Türkiye’de ve hatta Kafkaslarda bütün anayasal mücadelelerin içinde olduğu” belirtilmekte ve İran’da partinin anayasal mücadelenin ön saflarında yer aldığı ve “birkaç aydır yoldaşımız Efrem devrimci ordunun başındadır” denmektedir. Gerçekten Taşnaklar Rus emperyalizmine ve Kaçar şahlığına karşı İran’daki mücadeleye etkin bir biçimde katıldılar. Her şeyden önce bu sosyalist hareket enternasyonalist bağlara sahip. 1907’den itibaren (1914’e kadar devam) II. Enternasyonal’in toplantılarına üye olarak katılıyorlar. Hırvatların iki oyu, İsveçlilerin on iki oyu varken, Taşnakların dört oyu vardır. Mutlakıyete karşı mücadelede devrin Jön Türkler dahil uluslararası muhaliflerinin saygı ile karşıladığı bir hareket konumundalar. Her ne kadar Popüler Tarih, II. Enternasyonal’e Taşnak komitacılarının nasıl silahlandığını bildiren “önemli evraklara” ulaşmışsa da o zamanlar bunlar Jön Türkler tarafından bilinmeyen değil imrenerek izlenen olaylardı. Zaten 1908 sonrası seçimlerinde örneğin Erzurum’da ortak listelerle seçimlere
girildiyse, istibdada ve ağır vergilere karşı Türklerle Ermenilerin ortak halk hareketinin anıları henüz çok taze olmasının bunda önemli bir payı vardı. 1914 öncesinde II. Enternasyonal üyeliğinin Avrupa’nın önde gelen, saygın siyaset adamlarıyla yakın ilişki kurmak için önemli bir mevzi olduğu söylenebilir. Taşnakların her ne kadar “devrimci” ibaresi bulunsa da ne kadar sosyalist ne kadar milliyetçi olduğu tartışılabilir. Daha doğrusu belli bir amaca yönelik olarak “federatif” bir yapı arz ettikleri söylenebilir. Bu federatiflik iç ilişkiyle sınırlı olmayıp fikri düzeydedir. Örgüt hayatında kongre kararlarından da öne çıkan liderlerin konumuna bakıldığında bu çeşitlilik rahatlıkla gözlenebilir. Bir yandan Abdülhamit istibdadına karşı mücadeleler kutsanırken Şark’ta Ermeni fedailerinin yürüttükleri mücadele tasnif dışı tutulmaktadır. Bu komitacıların siyasal temsilcileri Avrupa’da Jön Türklerle –örneğin 1902 ve 1907’de– ortak toplantılara katıldıklarında bu faaliyetler bilinmez şeyler değildi. Yani Jön Türkler de bunları kınamıyorlardı, mahkum etmiyorlardı. Komitacıların kendileri ise verdikleri mücadelenin bir özgürlük mücadelesi olduğunu söylüyorlardı. Üstelik bu dönemde Çarlık Rusyası’nın bir manipülasyonu olarak durumu değerlendirmek de mümkün değil. (Çarlığın pozisyon değiştirmesi 1912 dolayında olacaktır.) Büyük Ermenistan hülyasıyla eleştirilen Ermeni devrimci örgütlerinin hem Osmanlı hem Rus İmparatorluğu’nu dize getirip iki parçayı birleştirme diye bir kararlarının bulunmadığı bilinmekte. Ermeni Taşnak örgütünün 1907 yılında diğer iki Jön Türk kanadıyla birlikte yaptıkları kongrede alınan kararlara bir kez daha bakmak gerekebilir. [36] Ama ne tarihçilerimiz ne maalesef bu işi anlamaya çalışanlar konu üzerine eğilmişlerdir. Oysa bir dönemin tasviri ve tahlili için de örneğin Muş dolayında bu harekete katılmış olan Rupen Paşa’nın hatıratı, siyaseten karşı çıksanız bile toplumsal ve tarihsel olarak zengin malzemeler sunar: Kürtleri, Türkleri ve Ermenileri kırsal kesimdeki sınıflaşmaya ve devletle ilişkiye oradan kültürel denebilecek özelliklere kadar kendi içinde farklılaştırarak (“dağlardaki Ermenilerde üç toplumsal sınıf bulunuyordu”[37] gibisine). Veya temmuz-ağustos 1906’da dağlarda yaptıkları bir siyasal toplantının kararları aşağıdaki gibi sıralanmakta: “1. Partinin yeniden örgütlenmesi; 2. Silahlı gruplar ve fedailer; 3. Parti kaynakları; 4. Kürt Meselesi; 5. Türk kabileler ve göçmenler; 6. Hükümetten isteklerimiz; 7. Mültezimler; 8. Tarım meselesi; 9. Eğitim; 10. Adalet; 11. Silahlanma…” Bu kararlar arasında örneğin hükümetten isteklerde “bizim biricik siyasal amacımız eşitlik ve özgürlüğün gerçekleşmesidir. Buna Türk nüfusu ve orduyu ikna etmek ve onlarla birlikte hükümet değişimini
arzu etmek gerekir” denmekte. “Kürt Meselesi”ne dair de Ermeni ve Kürt reayanın durumunun özdeş olduğundan hareketle bir birlikten söz edilmektedir. Kitabın en önemli kısmı ise –artık “politika” yapmaya ihtiyacı olmadığı bir dönemde– Ermeni Devrimci Federasyonu’nun adının Ermeni nitelemesini kaldırarak Osmanlı Devrimci Federasyonu haline getirilmemesini önemli bir eksiklik olarak göstermekte. Bunu yapabilseydik İttihat üzerine etkili bir durumumuz olabilirdi diye eklemekte. “Sınıf taleplerine, özellikle köylülüğün taleplerine dayanarak devrimin kapsamını genişletme amacını önüne koymalıydı”[38] demekte. Aykut Kansu Manastır ve Selanik dışında, örneğin Doğu Anadolu’da neler olup bittiğini irdelerken “1908 yılının ilk aylarına gelindiğinde… yalnızca Anadolu ve Makedonya’da değil, İmparatorluğun en ücra köşelerinde bile, her şehir ve kasabada çeşitli sivil itaatsizlik olayları meydana gelmekteydi”[39] der. Doğu Anadolu’nun belli başlı kentlerinde gelişkin bir siyasallaşmanın bulunduğu; Kafkasya ve Azerbaycan’dan gelen dergi ve gazetelerle “dış dünya” ile yakın ilişkilerin kurulduğu görülmekte. Daha önemlisi, 1908 öncesindeki vergi ayaklanmaları ve bu ayaklanmalar sırasında olup bitenler bize toplumsal çatışmaların düzeyini de göstermekte. Vergi toplamanın yoksul halk üzerindeki etkisi, halkla ağalar ve jandarma –askeri birliklerin– yağma ve talanından dolayı gerilimler (Erzurum, Muş, Van, Bitlis), çatışmalar üzerine zengin malzemeler sunmakta. “Van ve Bitlis’in Müslüman ve Ermeni halkları, zalim mutlakıyetçi rejimi devirme faaliyetlerinde birlikte hareket etmekteydiler .”[40] Bu kitaptan anlaşıldığı kadarıyla, Doğu Anadolu’da Ermeni Devrimci Federasyonu eylemleriyle aslında büyük miktarda Müslüman halka yabancı olmadığı gibi öyle eşkıya, ajan falan olarak görülmeyip aksine mutlakıyetçiliğe karşı mücadele eden “devrimciler” olarak kabul edilmekteydi. Tevfik Fikret Abdülhamit’e bomba eylemi yapana yazdığı Avcı şiirindekinden farklı olarak burada “romantik” bir söylemden ziyade toplumsal bir buluşmanın zemini söz konusu. Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilerin siyasallaşmasının göreli olarak gelişkin olduğu bilinmekte. Ancak bu siyasallaşma düzeyi irdelenmediğinden; hemen hemen hepsini –sanki karşısında proleter enternasyonalist bir tutum varmış kaçamağının ardına da saklanmadan– “azınlık” oldukları için milliyetçilikle eleştirenler, nasıl bir sosyalist hareketin o dönem için mümkün ve muhtemel olduğunu da belirtmeliler. Ancak genel olarak Ermeni halkı için yapılacak sınıflandırmanın makul bir biçimde –bütün ulusların farklı sınıflardan oluştuğundan hareketle, çıkarlar temelinde– siyasallaşmalarına bakmak gerekecektir. Kilise ve Ermeni burjuvazisinin hiçbir şekilde radikal bir tutum geliştirmesi beklenemez. Bu eşyanın tabiatına
aykırı olurdu. İki arada bir derede bulunan tüccar, geniş ruhban kesimi, eşraf, memurlar vb. liberal denebilecek kesimlerin de fedai hareketiyle hiçbir ilişkisi yoktur. O günkü iletişim imkanları da düşünülürse, köylülüğün aslında radikal akımlarla falan değil dünyayla bile bir ilgisi yoktur. “Çok az yandaşı olan, büyük aktiviteye sahip küçük bir devrimci parti”[41] diye özetlenmekte 1894 olayları öncesinde manzara-i umumiye Ermeniler için. Ermeni Ulusal Meclisi esas olarak İstanbul Ermenileri’nin ve hali vakti yerinde olanların bir organıdır. Taşnakların konumunun kuvvetlenmesi muhafazakarları ve toprak sahiplerini tabii ki pek sevindirmemiştir. Çünkü onlar sermayeye karşı olarak kabul ediliyorlardı. Ermeni örgütlerinin ne kadarsa o kadar gelişmesinde bir başka değerlendirme ise herkesin kabul ettiği –burası biraz daha kolay(!) çünkü yağmayı ve haracı genellikle Kürt aşiret reisleri götürüyor; 1895-96’daki temizliği de Hamidiye alayları yapıyor– savunmasız kalan ve topraklarının gasp edilmesi karşısında bir özsavunma önlemi olarak. Cemal Paşa 1894-1896 olaylarını açıkça Türk ve Kürtler ile Ermeniler arasında bir boğazlaşma olarak takdim eder ve Ermeniler ekalliyet oldukları için sonucun öyle olduğunu, “eğer Ermeni unsuru sayı itibarıyle üstün olsaydı, Kürt ve Türkler ne kadar Ermeni öldürmüşlerse, Ermeniler ondan fazla Kürt ve Türk öldürmekten geri durmazlardı,”[42] demekte. Mümkündür, ama buna bir de ezenezilen demesek de devlet-yurttaş ilişkisi en azından eklenmeli. Meseleye sayı meselesinin ötesinde bir de Hamidiye Alayları, siyaset ve devlet açısından bakmak gerekiyor. Cemal Paşa’nınki “haklar” açısından değil, “sayılar” ama örtük bir şekilde egemenlik kimin elinde ise onun açısından bir tahlil. Yine de bütün iyi niyetiyle devam etmekte: “Genç Türk”[ler] bu 1894-1896 Ermeni vakalarının II. Abdülhamit’in bir siyasi hatası ve kendi istibdadını devam ettirmek için başvurduğu zalim bir tedbir telakki ettiler.” Ama Cemal Paşa bu mesele hakkında biraz çizgi dışı kabul edilebilir. Yine de bugün İttihatçı artıklarının söyledikleriyle aşağıdaki kelimeleri karşılaştırmak ilginç olacaktır: “Biz Ermenileri ve hususiyle (özellikle) onların ihtilalcilerini Rumlardan ve Bulgarlardan daha fazla severiz. Çünkü onlar diğer iki unsurdan daha fazla mert ve kahramandırlar. İkiyüzlülük bilmezler. Dostluklarına sadık, düşmanlıklarına kavidirler. Hususiyle bizim imanımız vardır ki, Ermeni unsuruyla Türk unsuru arasındaki düşmanlığın başlıca sebebi Rusya siyasetidir.”[43] Seçim sonuçları da dahil olmak üzere Ermeni sosyalist hareketinin
gücüne bakıldığında bu topraklarda en azından altmışlı yıllara kadar benzer bir etkinlik olmamıştır. Bu hareketin ezilen bir ulusun içindeki bir sol hareket olarak ve de kelimenin gerçek anlamıyla bölgeselimparatorluk düzeyinde bir çözüm oluşturma konusundaki yetersizlikleri ne olursa olsun, tarihi irdelerken karşı karşıya bulundukları sorunların iyice kavranması gerekmektedir. Alabildiğine geniş bir alanda ticaret yapan Ermeni burjuvazisinin kilise ile birlikte, sürdürülen devrimci mücadeleden hiçbir çıkarı olmadığı gibi devrimci mücadele terör yoluyla da olsa burjuvaziden kaynak aktarımında bulunduğu için aralarında tam bir uzlaşmazlık söz konusuydu. Rosa Luxemburg buradan hareketle Ermeni devrimci hareketinin burjuvazinin değil, baskı altındaki yoksul kitlelerin çıkarlarını dile getirdiğini belirtir. [44] 1908’den itibaren Meclis-i Mebusan’da yer alan milletvekillerinin ele aldıkları konuların dikkatli bir değerlendirmesi, tipik bir sınıf mücadelesi çizgisi izlenmese de yine de 1908 sonunda çıkartılan Tatil-i Eşgal Kanunu ve sonrasında mecliste önemli tartışmalar yapıldığını göstermektedir. Mevzunun ne kadar canlı olduğunun anlaşılması için 1908 yılı grevlerine bir göz atmak gerekir.[45] Tarık Zafer işçi sorunları ve sendikalar üzerine Mayıs 1909 tartışmalarından söz ederken şöyle der: “….Ermeni meb’uslardan Hınçakların daha ılımlı ve sosyal demokrat, Taşnakların daha katı ve Marksist doktrinleri benimsemiş olmaları bu alandaki sorunlara daha büyük ilgi göstermelerinin nedeni olmuştur.” (dipnotta “Bu meb’uslar arasında Van Meb’usu Vahan Papazyan, Hamparsum Boyacıyan, Karekin Pastırmacıyan, Dagavaryan efendilerin bulunduğunu Genç Türk ve Paris’teki Beşeriyet gazeteleri belirtmekte” imiş).[46] Sözü edilen mebusların meclis konuşmalarının dökümü çıkarıldığında “toplumsal” mevzularda İttihatçılarla kıyaslanmayacak bir tutum sergiledikleri rahatlıkla görülebilir. İttihatçılık ve Kemalizm hakkında oldukça ittihatçı yayınevlerinde de kitapları yayınlanmış olan Feroz Ahmad şöyle demekte: “1908-1912 Meclisi’nin sosyal bileşimine bakılınca, Jön Türklerin daha yüksek eğitimli, toplumsal açıdan da daha ilerici olan azınlık cemaatleri milletvekillerinin ideolojik tutsakları oldukları anlaşılır.”[47] Bu sosyalist grubu da fazla abartmamak gerek. Dört Taşnak (Erzurum’dan Garo-Armen Pastırmacıyan ve Vartkes (Hovannes) Serengülyan, Muş’dan Keğam Garabedyan, Van’dan Vahan Papazyan); iki Hınçak, Sıvas’tan Dr. Nazaret Dagavaryan ve Kilikya Kozan’dan Murat Boyacıyan. Bu iki kesimin dışında Kirkor Zohrap ve
B. Hallaçyan İstanbul’dan, Ispartal ve Hagop Babikyan İzmir’den seçilirler. Babikyan ve Hallaçyan’ın İTC’den olduğunu eklemek gerek. 1908 meclisinin bileşimi oldukça ilginçtir. Üçte biri din adamı, üçte biri büyük toprak sahibi, beşte biri memur, onda biri de serbest meslek erbabı. Yani 288 sandalyenin 147’si Türk (bir miktar Kürt?), 60’ı Arap, 27’si Arnavut, 26’sı Rum, 14’ü Ermeni, 10’u Slav ve 4’ü Yahudi'dir. Sınıfsal bileşimi itibarı ile 1908 devrimine yakıştırılan “burjuva” muhteviyatına hiç de yatkın değildir. Ermeni Devrimci Federasyonu 1908 sonrasında görüşlerini daha belirgin bir hale getirmeye yönelir. Örneğin, Aralık 1909’da Taşnakların Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yayın organı Haraç’ta yazı işleri müdürü Yeğişe Topçuyan’ın[48] “Sosyalizm ve Türkiye” başlıklı bir makalesi yayınlanır. Azadamard adlı günlük gazetelerinde ise toplumsal tabanlarının işçi sınıfı olduğunu, burjuvazinin partiye katılımının programla çelişeceğini belirtirler. Hatta 1910 sonundaki bir makalede açıkça “sınıflar arası bir cephe” olmadıklarının da altı çizilir. Aralarında reformcu-devrimci bölünmesinin yanı sıra sosyalizmle ilişkileri olmayan liberaller de vardır. 1910-11 yıllarında EDF, işçi sınıfına resmen destek sağlar ve onunla dayanışmasını tüm toplumsal çatışmalarda gösterir. Sosyalist Enternasyonal çerçevesindeki yükümlülüklerine bağlı kalarak, sistematik şekilde grevcilerin yanını tutar, onların taleplerini destekler.[49] Toplumsal sorun, EDF ve İTC arasındaki diğer sürekli anlaşmazlık konusu olan gerçek bir Osmanlı toplumsal siyasetiyle bir milliyetçi Türk siyaseti arasındaki sürüp giden karşıtlıkları ortaya çıkartır. EDF, VI. Kongresini “Emekçi Kongresi” olarak nitelendirirken, ITC’nin asıl amacı Avrupa’nın büyük sermayesiyle rekabet edebilecek bir ulusal burjuvanın ortaya çıkmasıdır. 1911 Ağustos-Eylül ayındaki EDF kongresi İTC ile ilişkilerinin yanı sıra toplumsal meselelere ayrılmıştır. Minasyan devamla Troşag dergisine gönderme yaparak, “İşçi sorunu konusunda EDF, emek siyasetini kapitalizme ve burjuvaziye karşı bir öncelik olarak ortaya koyar. Ayrıca Ermeni işçiler, Türk ve Kürt toplumsal hareketleriyle ilişkiye geçme konusunda teşvik edilirler” diye belirtir.[50] Bu arada İtalya’nın Trablusa asker çıkarması sosyalist ve “azınlık ve ayrılıkçı milliyetçi” kesimlerde önemli bir tepkiye neden olur. Sosyalist Enternasyonal Bürosu aracılığıyla İtalyan sosyalistleri sıkıştırılırken, Taşnakların bir sözcüsü Cenevre’deki Sosyalist Enternasyonal toplantısına katılarak açıkça saldırganlığı kınar. 1911 yılındaki bu durum hem emperyalist savaşın takbihi ve hem de “imparatorluğun bütünlüğünün” savunulduğunun bir göstergesi. 1912 Şubatında İttihat ve Terakki tarafından meclis feshedilince EDF
yine İttihatçılarla anlaştı. Ermeniler yine 14 milletvekilliği kazanırken Armen Garo, Vartkes ve Keğam ortak listeden girdiler. 1912 seçimleri muhalefeti birleştirdi. İttihat ve Terakki’nin baskılarına karşı Selanik İşçi Federasyonu, Osmanlı Sosyalist Fırkası ve Hınçakyan, Hürriyet ve İtilafı desteklemek durumunda kaldılar. Seçim sonuçları –tartışmalı olmakla birlikte– İttihatçıların galibiyetiyle sonuçlanınca işçi ve sosyalist harekete yönelik baskılar arttı. Ağustos ayında Hürriyet ve İtilaf’ın hükümete geçmesiyle kısmi bir yumuşama oldu. 5 Ağustos’ta meclis yine feshedildi. Ardından patlayan Balkan Savaşı ise yine sosyalistlerin tarihsel bir tutum takınmalarına yol açtı. Savaşa karşı çıkan SİF, Balkan federasyonundan yana bir tutum sergiliyor, Türkiye’nin komşularının “barbarlığının” altını çiziyor ve Kasım 1912’de Yunan zulmünü protesto ediyordu. Rum sol çevresi olarak adlandırılabilecek olan İstanbul’daki Toplumsal araştırmalar grubu da Balkanlardaki değişikliklere karşı çıkarak benzer bir tutum geliştiriyordu. Savaştan hemen önce 1912 Eylül başlarında yayınlanan, Anadolu ve Balkan işçilerine seslenen Türkiye ve Balkan Sosyalistlerinin Bildirisi, o sıralar İstanbul’da olan Romen sosyalist lider Rakovski tarafından kaleme alınmıştı. Ermeni sosyalist örgütleriyle ve Federasyonla ortak bir açıklama yapmak üzere anlaşmıştı.[51] Metin savaşa karşıydı ama bütün milletlerin özerk yaşam hakkını savunmakta ve siyasal ve toplumsal eşitlikten de söz etmekteydi. Ağustos 1914’te EDF’nin Erzurum’daki VIII. Kongresi Ermenilerin, Osmanlıların ve Rusların yanında yer almadan yaşadıkları ülkenin yurttaşlık görevini yerine getirmelerini karar altına alır. İttihat ve Terakki temsilcileri Taşnaklara doğuda yani Rusya’da isyan çıkartmalarını teklif etti. Buna karşılık da Türk vesayeti altında bir özerklik önerilmekteydi. Onca yıldan sonra ve özellikle neyin karşılığında önerildiği düşünülürse böyle bir önerinin inandırıcılığının sıfır olduğu rahatlıkla söylenebilir. Kongre’de Taşnaklar “Rus ordusuyla savaşmak üzere taburlar oluşturulmasını” öneren Ruper Ter-Minasyan’ın azınlık olduğu üç eğilim bulunur. Rus yanlıları da karar aldıramaz. Türkiye siyasal tarihinin gelmiş geçmiş en ilginç örgütlenmelerinden biri olan Taşnaktsutyun’u incelemek yerine onu bir tür Rus Teşkilat-ı Mahsusası gibi takdim etmeyi marifet sayanlar böylece koskoca Devlet-i Aliye Osmaniye’yi aslında küçük bir çete karşısında aciz göstermektedirler. Burada Şükrü Hanioğlu’nun da altını çizdiği bir hususu belirtmekte yarar var: Ne Jön Türkler ne de Taşnaklar aslında temsil kabiliyeti çok yüksek örgütlerdi. Babıâli baskınına halkın geniş katılımı(!) veya bu saray darbesinin ne kadar ürkek ve korkakça
yapıldığı hatırlanırsa 1913 Ocağı itibarı ile, yani İttihat ve Terakki mutlak egemenliği ele geçirdiğinde toplumsal dayanak açısından en zayıf konumda olduğu iyice anlaşılabilir. Öte yandan Taşnakların gücünü anlamak için isyanları öne çıkaranlar iki temel yanılgıya düşmekteler: İsyanlar Taşnak kışkırtmasından ötürü değil (bu tür durumlar olmadığı için değil belirleyici olmadığı için), çaresiz kalan Ermeni köylülerinin özsavunma eylemi olarak ortaya çıkmakta ve Taşnak militanlar da böylece “bütün halkı” temsil eder gözükmektedir. Bir başka ifade ile “Osmanlılığı içselleştiren tüccar, sarraf ve benzeri meslek temsilcilerinden meydana gelen Ermeni amira sınıfı ve kilisesi toplumları üzerindeki kontrollerini sosyalistmilliyetçi ihtilalci örgütlere bırakmak zorunda kalınca, bu azınlık da sanki tüm Ermeni toplumunun tek temsilcisi olarak konuşmaya başladı.”(Zaman, 27.03.2005) Doğru olmasına doğru, ama iki soruya daha cevap vermek gerekecek: Bu tek temsilcilik özsavunmayı üstlenenlere kalmakta, bir de Osmanlılığı içselleştirenlerin akıbeti ne olmuştur? Anahid ter-Minassaian Ermeni Devrimci Hareketi’nde Milliyetçilik ve Sosyalizm 1887-1912, kitabında yaptığı bir ara çözümlemede şöyle der: “…geciken, ama Doğu halkları arasında başlayacak uyanış açısından da fazla erken gelen Ermeni Devrimi, içine ne denli sosyalizm sokuşturulmaya çalışıldıysa da, bir millî hareket olarak gelişti, Müslüman kitlelerinin anlayışsızlığı ve husumetiyle karşılaştı ve Ermeni devrimcilerini tehlikeli bir yalıtılmışlığa hapsetti. Müslümanlardan (özellikle Kürtlerden ve Jön Türklerden) kendilerine yandaş bulma yolundaki ilk girişimleri, dinsel ve etnik farklar, ekonomik ve kültürel eşitsizlikler nedeniyle hiç yürümedi ve aslında tam bir zilletle (alçalmayla) sonuçlandı.”[52] Savaş bir mazeret mi? Savaşa girmek bir mecburiyet mi? “1. Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu için “kaçınılmaz” bir kaderdi. Kimileri savaşa girmemizi, Enver Paşa’nın bir kaprisi ya da “emperyal duygularıyla” açıklar, ama bana kalırsa, Osmanlı İmparatorluğu için savaşa girmekten ve savaşa Almanya’nın safında girmekten başka çare yoktu.”[53] Başlığın “24 Nisan’ın düşündürdükleri” olması alıntıyı gerekli kıldı. Savaşa girmenin gerçekten bir kaçınılmazlık olup olmaması çeşitli açılardan önemli, ama tek başına Ermeni meselesini, yani tehcirikatliamı meşrulaştırıcı bir yanı olamaz. Böyle bir mecburiyet kimler için geçerlidir? Bilmem kaç yıllık askerliğe mahkum olup köyünden, yurdundan uzakta telef olan yüz binlerin bundan ne çıkarı olmuştur? Gerçekten geniş halk kitlelerinin varoluşları tehlike atındaydı da
İttihat ve Terakki onları savunmak için mi böyle bir savaşa girmişti? Her şeyden önce dünya ahvalini anlama yeteneğinden yoksun birkaç kişinin karar merciinde bulunduğunu hatırlamak gerekir. Nice deneyimli devlet adamlarının bile ne yapacaklarını kestiremedikleri bir ortamda Enver ve Talat Paşaların basiret sahibi olmalarını beklemek onlara da haksızlık olur.[54] Ziya Gökalp, Tekin Alp veya Yusuf Akçura[55] gibi düşünürlerimizin dünya siyaseti konusunda ne kadar bilgili olabileceklerini anlamak için yazılarına bakmak yetecektir. Birinci emperyalist savaş kapıyı çalmışken Yusuf Akçura’nın bayrağı milli burjuvazi yaratmaktır. Millet de devlet de buna dayanacaktır! (Bu büyük buluşunu Kazan’da iken Rus tacirlere karşı Kazan işadamlarının çıkarlarının nasıl korunabileceğini gözlemlerken öğrenmiştir.) Sömürge savaşlarına koskoca emperyalist devletler boğazlamasına girerken aradan Mısır’ın yeniden ele geçirilmesi, İran’a dalma, Bakü petrollerini alma, Orta Asya’yı kaplama hayalleri, herhalde Ermeni çetecileri dağa çıkınca birdenbire şimşek gibi belirmedi. Ama bu planların çok derin fikirlerin ürünü olduğunu da kimse iddia etmiyor. Bu savaşa girmek kendi halkını katletmekti. Eğer siyasal irade olsaydı hiçbir mecburiyet yoktu. Bulgaristan henüz tarafsızdır. Osmanlı, Almanya ile ittifak yapmayınca Rusya'nın saldıracağını beklemek de akıl kârı değildir. Veya Rusya’nın saldırısına kadar bir saldırı savaşı yerine bir savunma savaşı hazırlamak da mümkündür. Falih Rıfkı aslında pek de millici olmayan bir başka hikaye anlatır: Cemal Paşa’ya Yakup Kadri neden harbe girildiğini sorar o da “Aylık vermek için… Hazine tam takırdı. Para bulmak için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik,”[56] der. Sonra da Mustafa Kemal’in büyük harbe girmenin karşısında olduğunu bildirir. Harp Akademisinde de ders veren Cemil Bilsel 1933’te yayınladığı kitabında meseleyi tartışır; “Gazi o gün iş başında olsaydı biz dünya harbine bitaraf kalırdık”[57] diye sonuca varır. Daha açık seçik ve basit bir tahlili İsmet İnönü yapar: “Benim kanaatime göre, Birinci Dünya Harbi’ne girmemek de mümkündü. Onlar bizim bugünkü anlayışımızda olsalardı, girmezdik… Yalnız askerlik açısından bakınca, Birinci Dünya Harbi’ne girişimizin müdafaa edilecek hiçbir tarafı yoktur. Bizim Dünya Harbin’e … harp müttefikimiz için kaybolduktan sonra girmişizdir…”[58] Uzun yıllar Mustafa Kemal’in yanında bulunan Falih Rıfkı açık açık bu rezaletleri sergiler. Ortada bir saldırı falan yoktur. “… nasıl olsa pek kısa zamanda Almanlar düşmanlarını yenecekler, biz ufak tefek fedakarlığımızın büyük karşılıklarını toplayacağız, diye
düşünmektedir”[59] diye yazar. Ama iki satırla da durumu özetler: “Türkiye asker değil, bir sivil aydının da kolayca karar vereceği üzere, kendisine saldırılmadıkça eline tüfek almaması gereken bir durumda idi. Enver’in tek dayanağı Alman zaferi idi.” Bir sayfa sonra Mustafa Kemal’in “Almanlarla beraber olanlar yenileceklerdir,” cümlesini nakleder. Almanya ile ittifakın aslında iki tür yorumu yapılabilir: İlki, diğer emperyalistlerin parçalama tehdidi karşısında Almanya’nın sömürgesi olmayı kabul etmek. İkincisi, bütün belirsizliğine rağmen bir kurtuluş çaresi olarak beslenen Turan hülyasının gerçekleşmesi için fırsatçılık yapmak. Teknik olarak bakıldığında Almanya Rusya’ya 1 Ağustos 1914’te savaş açıyor ve 2 Ağustos’ta Osmanlı Almanya ile ittifaka girdiğine göre kiminle savaşacağını biliyordu. Ve hemen, yani kimsenin saldırısı söz konusu olmadan seferberlik ilan edildi. Osmanlı Donanması Amiral Souchon komutasında(!) Rusya limanlarına saldırdığında Almanlar Fransızlarla Marne savaşını kaybetmiş bulunuyorlardı.[60] Avusturya-Macaristan ordusunun da durumu pek parlak değildi. Buna bir savunma savaşı, bir mecburiyet gibi bakmak milyonlarca ölünün üzerinden ahkam kesmekten başka bir şey değildir. Ayrıca Almanların Enver’i ketenpereye getirdiğini de iddia etmek mümkün değildir. Enver Paşa saldırı emrini vermişti. Bu saldırı emri ile Rus limanlarını bombalayınca da Ruslar da Osmanlı’ya 29 Ekim’de savaş ilan etmişler, 1 Kasım’da da Doğu Anadolu’da saldırıya geçmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı’na nasıl girildiği, Ermeni meselesinin ne kadar herkesin demesek de meclis bir yana hükümetin malumu olduğunu anlamak için İttihat-Terakki’nin Sorgulanması ve Yargılanması’na bakılabilir. Sadrazam Sait Halim Paşa: “…en cüzi şeylerin bile benden saklandığını bilahare anladım.”[61] Buna Kafkas cephesi dahil. “Ermeni, Irak ve Suriye meseleleri hakkında Bab-ı Ali ile bir satır muhabere bile olmamıştır.”[62] Yani herkesin malumu olan “Ermenilerin ihaneti” karşısında yapılan tehcir için açık bir politika güdülmemiş, meclis gereken bilgiden mahrum kalmış, Başbakan zaten Allah'a emanet. “Ermeni kıt’alini müteakip Tahkik Komisyonları tertip edildi. Bunlar vazifelerini ifa ederek avdet ettiler. Lakin, Dahiliye Nezareti netice-i tahkikatı bildirmek istemedi. Her türlü ısrar ve ibramlarıma rağmen hakikati ketm eylemekte teannüd etti. Artık Talat Paşa Dahiliye Nezaretinde bulunduğu müddetçe tahkikattan bir semere hâsıl olamayacağı taayyün etti.”[63] Sadrazam’ın durumu bu da Cemal Paşa’nın durumu daha mı farklı? “…Doğu Anadolu vilayetlerinde ne gibi haller geçtiği, devletin neden
dolayı Ermenilerin umumi olarak tehcirine karar verdiğini bilemiyorum. O sırada İstanbul’da cereyan eden müzakerelere katiyen katılmadığım gibi, bu hususta mütalaamı da sormadılar. Yalnız günün birinde Dahiliye Nezaretinden vilayetlere tebliğ olunan bir muvakkat kanun gereğince Ermenilerin Mezopotamya’ya nakledilerek… orada oturtulacakların öğrendim.”[64] Ne savaşa, ne Sarıkamışa ve ne de tehcire nasıl karar alındığına dair birkaç kişinin dışında kimsenin haberi yok. Oysa bütün bunların gerekçelerinin en azından –ahaliden vazgeçtik– ileri gelenler tarafından ayan beyan bilinmesi gerekir. Üç-beş kişinin milyonların kaderiyle oynamasını makul görenlerin ne tür bir siyasal rejim meraklısı oldukları bellidir. Gösterilen gerekçeler –ki bunların önemli bir kısmı sonradan uydurmadır– o gün kimsecikler tarafından bilinmemektedir. Savaşın gerekçesi gibi tehcirin gerekçesi de yoktur. Bu kadar hayati bir mesele olsa davul zurnayla duyurulur. Enver Paşa’nın Sarıkamış saldırısı sırasında hiçbir erzak, lojistik desteği olmadan hatta umudunu geri zekalı Rusların Sarıkamış ve diğer yerleşim yerlerinde kendisine bırakacağı stoklara dayandırması gibi, aslında savaş halinde ortaya çıkacak kıtlık konusunda da hiçbir fikirleri yoktur.[65] Savaş kısa sürecektir, biraz bir şeyler kapıp masaya oturacaklardır. Savaş uzayınca ortaya çıkan kıtlığın ve bunun ürünü olan kıyımın nedeni herhalde Ermeni çeteleri veya Kızılderililer değildir. Ancak devletlu ve haşmetlu mütekait elçiler milletin gözünü korkutmak için hâlâ gerçek bir Sarıkamış değerlendirmesi yapmaktan acizdirler. Hatta aciz olmak ne kelime milliyetçiliğin verdiği imkanla Sarıkamışı Ermeni Katilamı’nın nedeni haline getirmekte büyük başarı göstermektedirler. Onların insanlık çapları da Enver Paşa’nın askerlik çapını aşmıyor! Ermeni meselesinden gözleri dönmüş sönen yüz bin ocağın Anadolu insanına nelere mal olduğunu anlamaktan bile acizler. Sarıkamış’a yığılan ordu 120 bin kişidir. Bu ordunun aç ve çıplak olduğu eklenmelidir. Alptekin Müderrisoğlu “Sarıkamış şehitlerinin 101.000-107.000 arasında olduğunu kabul etmek gerekmektedir… donanların sayısının 90.000-96.00 arasında olduğunu belirtmek fazla hatalı olmayacaktır”[66] derken çeşitli kaynakların yanı sıra esas olarak Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı’nca yayınlanan “Sarıkamış İhata Manevrası ve Meydan Muharebeleri”ne dayanmaktadır. Kendi halkına reva görülen budur. Ayrıca Turan yolunda heder edilecek olanların önemli bir kısmı da etraftan yani Kürtlerin yoğun olarak bulunduğu yerlerden toplanmıştır. 120 bin kişilik bir ordunun mahvolmasına Ermenilerin toptan tehciri için karar aldırabilecek çete gücü ne kadardır acaba? Keri komutasında 4. Ermeni Birliği’nin Sarıkamış’ta bulunduğu bilinmektedir. Sarıkamış’ta bu tarafta kalan
Ermeni askerleri vardır, öbür tarafa kaçanlar da. İnsanlar tifüsten kurtarmak için hayatlarından olan 37 azınlık doktorundan 15’i de Ermeni. Öbür tarafa geçenlerin bilgi vermiş olmaları kesindir. Ama Sarıkamış harekatının bütününde bu tür her savaşta olabilecek olaylara takılmak yerine böylesi rehberlikler olmasa da sonucun zerre kadar değişmeyeceği gerçeğine bakmak gerekir. Yoksa Türk kökenli kaçakları ve hele hele Aşiret Süvari Alayları’nın yaptıklarını saymakla bahane tükenmez. Turan’a giderken Sarıkamış faciasında, karşıda, Türkistan Ordusu’nun, Kazak ordularının Çarlık saflarının önünde bulunması gibi gariplikler de unutulmamalıdır. Herhalde Turan’a giderken önce Turanileri halletmek gerekecekti. Biner kişilik dört Ermeni birliği[67] bulunmakta. Bir diğer tahmine göre 5-6 bin kişilik “gönüllü” hareketi çarlık ordusunda yer almakta. Ancak bunların büyük kısmı Çarlık tebaası olup ancak birkaç yüz kişisi eski Osmanlı tebaası. Ayrıca Osmanlı III. Ordusu’nda çok daha fazla Ermeni savaşmaktaydı.[68] Buna karşılık Osmanlı ordusundaki Kürt atlıları Ruslarla ilk kaşılaşmalarında büyük fire veriyorlar ve on üç bin atlının on bini ordudan kaçıyor. Bu arada düzenli ordudaki Kürt ve Ermeni askerleri de köylerini korumak için ordudan kaçıyorlar. Kış dolayısıyla yeni bir hareket yapılamazken asker kaçaklarını cezalandırma adına, “Bitlis yöresindeki Ermenilere karşı cezalandırma hareketleri düzenlendi ve Erciş dolayında 2000 Ermeni dağa çıktı”[69] denmekte. Van isyanının tarihi 20 Nisan. Acaba daha önceden başlamış olan cezalandırma karşısında bir özsavunma durumu olamaz mı? Tehcir İttihat ve Terakki’nin propaganda bakanı diye de takdim edilebilecek Hüseyin Cahit gibi biri bile şöyle demekte: “Ülkenin savaş içinde önemli bir Ermeni sorunuyla karşılaştığını, ilk kez Çanakkale’ye gittiğimiz zaman, Enver’in ağzından işitmiştim. Kafkas cephesindeki olaylardan söz ettiği sırada Ermenilerin aldatmaları yüzünden ordunun çektiği zorluğu, uğradığı ziyanları ve düştüğü tehlikeyi anlatıyordu… doğu illerindeki bütün Ermenileri yerlerinden kaldırarak başka yanlara göndermek gereğine inandığını söylüyordu. …Çanakkale’den İstanbul’a döndükten sonra, Ermeni sorunu ve Ermeni tehlikesiyle ilgili bir şey işitmemiş olduğum için Enver’in bu sözleri aklımdan çıkmıştı. Bir gün, Duyun-ı Umumiyede bulunduğum sırada ziyaretime Nâzım geldi.” “Artık Ermeni sorununun önemini, genişlik ve kapsamını anlamağa olanak yoktu. Ağızdan ağıza, şüphesiz abartmalarla, birçok hikayeler dolaşmağa başlamıştı… Alman diplomatları, açıktan açığa, “barış
masasının başına oturduğumuz zaman Ermeni sorununda sizi savunamayız” diyorlardı. Ermeniler göç ettirmeyi kim düşünmüş, kim hazırlamış ve kim bu biçimde uygulamıştı? Herhalde bir kişini eseri olamazdı. Ama ne zaman bu sorun üzerine Genel Merkezde konu açılsa kimin bunu hazırladığı düğümü belirsizce geçiştiriliyordu.”[70] Daha hazin bir ifadeyi Cemal Paşa’dan aktarmıştık. Vilayetlere gönderilen bir geçici kanun sayesinde durumu öğreniyor, koskoca Cemal Paşa. Hüseyin Cahit Yalçın tehcirin milli kahramanı Bahattin Şakir’in portresini şöyle çizmekte: “Tehcir işinde Bahattin Şakir’in rolü nedir? En hususi toplantılarımızda bile bu mesele teşrih edilmemiştir, aydınlanmamıştır. Açık, katî bir kanaatim yok, fakat başka meseleler konuşulurken ağızdan çıkmış bir kelimeden, sızmış bir fikirden, zapt edilememiş jestlerden, hasılı gözle görülmeyen fakat insanda bir şüphe uyandıran ince ve hafif delillerden bende kuvvetle peyda olan zanna göre, tehcir işinin en büyük âmili ve haliki odur. Yalnız başına Şark vilayetlerini dolaşarak zemin hazırladığını, esas kararlaştırdığını ve şahsi kanaatlerini tatbike çalışırken, haiz olduğu mevki dolayısıyla, emirlerinin merkez-i umumi ve hükümet emirleri diye telâkki olunduğunu ve nihayet hükümetteki bazı nafiz arkadaşlarını da sürüklediğini kuvvetle zannediyorum.”[71] 24 Nisan 1915’te herhangi bir mahkeme kararı ve hatta meclis veya hükümet kararı olmadan Ermeni aydınlarının İstanbul’da tutuklanması tehcirin malum gerekçesinin ne kadar anlamlı olduğunu ortaya koymaktadır. Doğu cephesinden alabildiğine uzak olan başkentte örneğin yalnızca Taşnak veya Hınçakların değil de özellikle Ermeni aydınlarının toplanmasının hukuken açıklanabilir bir yanı yoktur. Tehcir emri mayıs başında tehcir kanunu 27 Mayıs’ta çıkarılacaktır. Ortada Ermenilerin bir toptan isyanı gözükmediği halde tehcir başlatılmış ve buna gerekçe olarak Şark cephesinde Rus orduları arasında bulunan Ermeniler gösterilmiştir. Yani birkaç bin kişinin karşı safta yer alması Talat Paşa’nın defterine göre 924 bin kişinin tehcirine gerekçe olmakta (öldürülenler hesap dışı). Burada varsa bir suçun şahsiliği mi yoksa etnik oluşu mu sözkonusu? Daha aklıeveller neden dokuz yüzyıl önce olmadı da o zaman oldu diye sormakta. Zaten Almanlar da Yahudileri ilk gördükleri tarihte yakmamışlardı diye ciddi ciddi cevap vermek durumunda kalabilir insan. Şimdi yeniden taranması gereken hususlardan biri, gerçekten iddia edildiği gibi onca insanı topraktan arındıracak tehlikenin ne
olduğunun açığa çıkartılmasıdır. Eğer bir paranoya değilse ortada ciddiye alınabilir bir düzeyde Ermeni çeteleri yoktu. Bunların dökümü rahatlıkla çıkartılabilir. Ama Rus orduları içinde rambolardan, beş kişilik ordulardan mürekkep Ermenilerden sözedilecekse artık bunları tarih diye kaydetmeyi TV kanallarına bırakmalı. İttihatçı bakanların yargılanması vesilesi ile Yozgat Kararı’nda mahkeme çok açık bir biçimde “masum insanların başka yerlerde sabotaj yapan ve isyana kalkışan Ermenilere karşı misilleme olarak öldürüldükleri argümanını reddetti.” “…Ermeni halkının sadece çok önemsiz bir bölümü bu tür eylemlere kalkışmıştır; çoğunluğu sadakatlerini gösterdiler.”[72] Ermeni siyasal hareketlerini bütün farklılıkları ile yeniden değerlendirirken aslında belki de İttihat ve Terakki ile en yakın ilişkide olan, bir tür kardeş örgüt gibi olan Taşnakların sanıldığının aksine “Ermeni davası” için de ne kadar hayırlı oldukları tartışmalıdır. Neredeyse ta baştan arkadan vurmaya hazır bir güruh olduğu fikri egemen olan Taşnaklar kendi içlerinde bir dizi kanata ayrılırken, yani türdeş bir yapı arzetmezken “ideolojilerinin” de yürüttükleri politikayla ne kadar örtüştüğü tartışmalıdır. Son dakikaya kadar İstanbul’da İttihatçılarla müzakereleri sürdürdüklerine göre iddia edilenin aksine bir içsavaş veya düşmanla işbirliği hazırlığında değildiler. Açıkçası önceki deneyimler de göze alındığında herhangi bir özsavunma örgütlenmesi içinde de değiller.[73] Resmi iddialar Taşnakların Ruslarla Doğu cephesinde işbirliğine girmeleri üzerine tehcir kararının çıkarıldığı merkezinde. Hem düşmanla işbirliği yapıp hem de evinde kuzu kuzu (hatta Zohrap’ın Talat’la yakın mesaisi de düşünülürse…) beklemek komitacı mantığına pek uygun düşmüyor. Şark cephesinde çetelere katılan milletvekilleri aslında zaten Rusya Ermenistanından gelmişlerdi. Bunlar fedai hareketinde yer almışlar, İstanbul Türkçesi’yle değil, Azeri Türkçesi konuşan ve bir dizi Ermeni tarihçinin de Osmanlı gerçeğini bilmeyen diye niteledikleri kişilerdi. Gerçekte Taşnaklar daima İttihat ve Terakki ile anlaşma ve uzlaşmayla siyaset yapma eğiliminde olmuşlardır. 1909 Adana olayları bile bu durumu değiştirmemiştir. Buna karşılık daha solda olan Hınçaklar, İttihat ve Terakki’nin baskıcı yapısına karşı siyaseten daha sağ gözüken ancak liberal olarak da tanımlanabilecek kesimlerle işbirliği yapmışlardır. Adana olaylarına denk gelen dönemdeki 31 Mart olayları vesilesi ile Meclis Zabıtları’ndan Ermeni mebuslarının tutumunu izlemek mümkün. Ancak daha dramatik olan Halil Menteşe’nin Kirkor Zohrap’a sığınmış olmasıydı. Zohrap’ın öldürülürken yakın mesai arkadaşıyla bu ortak anısını hatırlamamış olması mümkün değildir. Ortada sanki semantik bir anlaşmazlık bulunmakta. Katliamdan yaşayakalanlar, soykırımdan (tserasbanutyun) ziyade katliam (çart)
sözcüğünü kullanırlar (Ermenistan’da da “Büyük Felaket” anlamında “Medz Yeğerni”). Katliam kelimesinin kullanımı bazılarına sanki olup bitenin hafifletilmesi gibi gelir. Ayrıca katliamın tehcir namı altında düzenlenmişliğine karşı inkarcı söylem sıkıştığında müttefiklere göndermede bulunmaktadır. Burada Rusya’nın müttefiki konumundaki Ermenilere karşı yapılan tehcirin bir özsavunma aracı olarak meşrulaştırılması sözkonusu. Ancak bu arada özellikle çocuk ve yaşlıların tehciri hafifletilmeye çalışılmakta ve ölenlerin de cinayetten değil, yollarda şartlara ayak uyduramadıklarından öldüğü belirtilmekte. Yerasimos oldukça dengeli bir analizle “Ermeni kafilelerinin bazı bölgelerde az çok sistemli biçimde katledildiği görüldü… toplam birbuçuk milyon olan Ermeni nüfusunun 600.000 ilâ 800.000 arasında tahmin edilen bir bölümü yok oldu.”[74] demekte. Bu arada rakamlar da masum değildir. 100 bine kadar düşürülen rakamlar aslında meselenin içeriğiyle doğrudan ilgilidir. Rakamlara takılmayan Cemal Paşa ise “Osmanlı Hükümetinin Doğu Anadolu vilayetlerinden bir buçuk milyon kadar Ermeni naklettirmiş olduğu ve bunlardan altı yüz bin kadarını yollarda kısmen öldürülmüş ve kısmen de açlık ve sefaletten ölmüş olduklarını kabul edelim… Türk ve Kürtlerden acaba ne kadarı Ermeniler tarafından barbarca cinayetlerle öldürülmüş olduklarını ve ne kadarının hicret esnasında telef olduğunu bilen var mı? …muhakkak ki bir buçuk miyonu geçer.”[75] demekte. 1919’da Dahiliye Nezareti’nin ve daha sonra 1927’de Genel Kurmay’ın rakamı 800.000. Yusuf Hikmet Bayur bu rakamları doğrular.[76] Tehcir için “Milyonu aşan kitle” der Yerasimos[77], Talat Paşa 924 bin diye deftere geçirmiş, R.H.Kevorkian[78] Osmanlı imparatorluğunda bulunan Ermenilerin yüzde 40’ını oluşturan 870.000 (130.000, 150.000 ve 590.000 binlik üç eksende) kişinin Suriye’ye tehcir edildiğini, geri kalan 1.100.000’inin 290.000’inin ise tehcire tabi tutulmadığını veya kaçtıklarını, ölenlerin ise 800.000 olduğunu belirtir. Ermeni ihanetinin katliamı meşrulaştırmasına ilişkin hukuki, siyasal ve tarihsel bir dizi tartışma yapılabilir. Gerçekten bir halkı kökünden sökmeyi gerektirecek kadar toplu bir ihanet sözkonusu muydu? Osmanlı meşru müdafa durumunda mıydı? Sözü edilen olaylar acaba kimin bilgisi dahilindeydi. Resmi tarih kendi kendini şaşırtmak için elinden geleni yapıyor. Ortada bir dizi anı kitabı, üstelik bu işi aklayıp paklamadan bir zaruret, tam da İttiahatçıların mantığına uygun, “bir
arındırma” olarak sunmakta. Savaş ve tehciri birleştiren tahlillerin ulaşacağı sonuç açıktır: “Eldeki toprak parçasının korunması için öncelikle nüfusun Müslümanlaştırılması ve Türkleştirilmesi gerekiyordu. Böyle bir homojen bileşim yaratmak için I. Dünya Savaşı büyük bir fırsat verecekti. İttihat ve Terakki, savaş ortamının ‘mecbur’ ettiği nüfus hareketlerini bu amaç doğrultusunda çok iyi kullanacaktı. Devreye sokulan iskân politikasının temeli, ‘karıştırma’ olacaktı. Ancak ‘birleştirme ve eritme politikası’nın iflas edeceği yerde ‘temizlenme’ yöntemine başvurulacaktı.”[79] Talat Paşa tehcir edilen yerlerde insanların başına oraya sağ salim varsalar bile neler geleceğini bilmeyecek kadar cahil değildir. 23 Ekim 1915’te Millet Meclisi’nde Müslüman muhacirlerin gayrımüslim köylerine yerleştirilmesi yerine boş arazilere yerleştirilmesini önerenlere “oralara [Basra’ya] gönderip çöllere serpecek olsaydık oralarda cümlesi(nin) açlıktan”[80] öleceğini hatırlatmış. Ermenilerin muhacirlerden daha dayanıklı bir yaratık olduğunu iddia etmek garip olur. Dahası Talat Paşa yine mecliste muhacirler tarafından gayrımüslimlerin mallarına el konmasına bir anıştırma ile cevap vererek, muhacirlerin de başlarına aynı şeyin geldiğini belirtmektedir. Özgürlükçü bir arayış için Ermeni meselesinden hareketle toplumun geçmişiyle yüzleşmesi, ortak ve gizli sırlarını aşikar etmesi ve hatta önce keşfetmesi ne demeye bir ihtiyaç olsun? İnsanların tarihle uğraşmaları aslında esas olarak gelecek umudunun, yeni tahayüllerin cazibe kazanması ile öne çıkar. İnsanların mevcudu irdelemeleri, mevcuttan şüphe etmeleri için daha iyi bir başka durumun mümkünlüğü konusunda umutları olması gerekir. Bir başka ifade ile tarihin öznesi olarak bir sorgulamaya girişmeleri ile başlar hikaye. Durup dururken kimse huzurunu bozup bedava bulduğu fiyakalı bir tarihe yan bakmaz. Tabii çöküntü dönemlerinde de bir “geriye dönüş” mümkündür, ama 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde beliren tarih merakına da bakılırsa bu tür dönemlerdeki tarihsel merak giderek tarihsici bir yaklaşımla genetik kodlar arayışına zemin hazırlar. Böylece kadercilik, bin yılın biriktirdiklerinin öyle kısa zamanda aşılamayacağı bahanesiyle ağırdan bir geçişin ön habercisidir. 1965-70 yılları arasında yapılan tartışmalarla darbe dönemlerindeki tarih merakının ürünlerinin kısa bir değerlendirmesi bunu rahatlıkla gösterebilir. Ermeni meselesi yalnızca katliam veya soykırım babında unutulmuş bir tarihin parçası değil. Uzun süre bu toplumun azımsanmayacak bir parçası olarak kendi “kimlik” sorunun bir parçası. Osmanlı tarihinin
aşağıdan anlaşılmasında, mimariden dile, müzikten iktisata, hukuktan edebiyata çeşitli alanlarda üretimleri olan ve tabii ki sosyalistler açısından önemli olan emeğin ve solun tarihi açısından olmazsa olmaz bir unsur olarak Ermenilerin tarihi, tıpkı bütün “tarihsel” meseleler gibi, basit bir fizik yoketme meselesi değil, özgürlük projesi için birikmiş bir deneyim ve mücadelenin berhava edilmiş olması açısından da önemlidir. Bu tarihte Amira, Hınçak, Taşnak veya Ramgavarlardan yana olmak durumunda ve zorunda değilsiniz. Tıpkı Yidişland’da Yahudilerin yaşadıklarını anlamak için Bund vb. taraftarı olmanız gerekmediği gibi. Örneğin “Ermeni meselesi”ni, Müslümanlar ve gayrımüslimler, Ermenilerle Türkler arasında şunun veya bunun haklı olduğu bir çatışma olarak değil; aslında tarihin, ama başarılarla dolu parıltılı bir tarihin değil de, yıkımlarla kördüğüm olmuş tarihin, geniş kitlelerin kendi iradeleri ve bilinçleriyle oluşturamadıkları, generallerin, gaspçıların, savaştan çıkarı olanların yazdığı bir tarihin parçası olarak algılarsak durum değişebilir. Enver Paşa diyelim ki Ermeniler muhbirlik ve rehberlik etmese Sarıkamışa ulaşsa, oradan Orta Asya’ya uzansa –sonunda gitti zaten– ne olacaktı? Turancıların ağızlarının salyalarını akıtan bu proje gerçekleşmeyince bir başka proje gündeme geldi. Öyle ya fatura birine kesilecekti. Ama Sarıkamış’ta Rus ordularında bulunan Müslüman veya Türk asıllıların ilan edilen Cihad’a ve de Turan hülyalarına hiç de itibar etmedikleri gerçeği bile kimseyi düşündürmemekte. Ama Osmanlıların stratejik hedefinin Bakü petrollerini ele geçirmek, İran’ı Afganistan ve Orta Asya’ya uzanmak için bir sıçrama tahtası haline getirmek olduğu es geçilmekte. Tabii bu planın bir yanı da Hindistan’daki İngilizleri rahatsız etmek. Kanal macerası akla geldikçe oralara kadar uzanılsa bile ne İngiltere’nin ne Rusya’nın ne de şu günlerde ABD’nin hükmünü geçirebildiği Afganistan’da nasıl telef olunacağını kestirmek zor olmasa gerek. Ama ideoloji müstahzarlığına soyundurulan hariciye nezareti mütekaitleri için ne gam! Onların devleti var, ölecek olanlar da gariban halk olduğuna göre ittihatçı kalıntılarının kaybedecek bir şeyi yoktur. “Soykırımlar… ulus devletlere özgü uzaysallaştırmaya bağlı modern bir yeniliktir: Kuşatılarak türdeşleştirilen ulusal toprağın ayıklanmasıayrılmasının özgül dıştalama biçimidir (…) Soykırım, sınırların içinde yabancı topluluk haline gelenlere karşı ulusal alanların kapatılmasıyla ancak mümkün hale gelir. Timsal? Çağdaş tarihin ilk soykırımı olan Ermeni soykırımı (…) Totalitarizmin kökleri modern ulus devlet tarafından maddileştirilen uzaysal kütükte yazılıdır…”[81] Geçmişi sorgulama kendi başına çorap söküğü gibi bütün
kötülüklerin kaynağının kurutulmasına varmaz. Nitekim bugüne kadar kabul edilmiş olan katliam ve soykırımların gelecek açısından bir kaldıraç işlevi görmemiş olması bunun göstergesi. Bu sorgulamayı neye yönelik olarak yaptığınız, hangi ihtiyaca binaen tarihi yeniden kurmaya yöneldiğinize de bağlıdır. Tarih belleği ve onun üzerinde yükselen tarih şuuru, bırakalım geniş kitleleri soyalistlerin bile pek meraklı olmadığı, ihtiyacını hissetmedikleri hususlardır. Normal vatandaş hakim ideolojinin yansıtıcısı olduğuna göre onu tarihsel hazinesi Suat Yalaz’ın resimli romanlarından çok farklı olamaz. Bir felaketler yumağı olan insanlık tarihinin şu veya bu kısmını anlama isteği ancak bir kurtuluş-özgürleşme ihtiyacının ürünü olabilir. Bir kendini kendi gibiler için merak etmeyen bir emekçinin durup dururken yaşadığı topraklardaki bir başka hikayeyi ne kadar trajik olursa olsun merak etmesini beklemek ancak mistik bir anlayış olabilir. Vatandaş durumdan hoşnuttur. Osmanlı İmparatorluğu hayırlı bir imparatorluktur. Dışardan ve içerden bedhahlar aracılığı ile parçalanmıştır. Bu hayırlı imparatorluğun üzerine hayırlı bir cumhuriyet de kurulmuştur. İkisi arasında aslında bir anlaşmazlık olsa da, o da iyidir. Padişah da bizimdir, paşalar da. Şimdi bu hiçbir günahı olmayan, bir fazilet timsali olan geçmişimize karşı yine Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde olduğu gibi saldırılar başlatılmıştır! Bu memleketin garibanı Ermeni meselesiyle terbiye edilmekte. Zürriyetinin bir yerlerinde kazara bir arıza olur korkusuyla milliyetçiliğini (ve buna bağlı olarak memleketçiliğini) göndere çekenler, her nevi rezaletin kalkanı olarak Ermeni meselesini öne çıkarmakta. Herkes tam da “ne oluyoruz yahu, keleğe mi geldik” derken Susurluk kazası sırasında millet Ermeni meselesiyle hizaya getirildi. Onlar Ermeni çetelerine karşı hayatlarını ortaya koymuşlardı. Koskoca devletin gücü yetmemiş, yedi TİP’liyi toplu katliama tabi tutan kahramanlar milleti kurtarmak için bir gece ansızın ıssız bir sokakta bomba patlatmışlar ve böylece ASALA’yı dize getirmişlerdi. Yalnızca onlar mı? Kürtlerin neredeyse baştacı ettiği, Öcalan’la arasında kuryelerin gidip geldiği, Kürtleri en iyi anlayan diye Öcalan tarafından takdim edilen Özal bile Ermenistan’ı kast ederek “oralara bir bomba düşse ne olur?” dememiş miydi? Devletlu Kürtler – korucular– ağababalarından öğrendiklerini yine malum tarih tezinin lisanına tercüme edip “Apo Ermenidir” demiyorlar mıydı? Aynı Apo’nun tarih anlayışı ise tıpkı Cumhuriyet öncesinde olduğu gibi Kürt ve Türklerin birlikte olduğu dönemde daha güçlü olduklarına dayanmıyor muydu? Kapsayıcı bir yurttaşlık kavramı yerine Kürtlerin
de Türkler gibi asli yurttaş olmalarını anayasaya geçirmelerinin bir başka anlamı acaba Cumhuriyetin üzerinde kurulduğu malzemeyi birlikte sağladık iddiası olamaz mıydı veya işin sonu oraya varmaz mıydı? Hükümet sözcüleri, Türk milleti tarihinin hiçbir döneminde soykırım, katliam yapmamıştır diye güvence veriyorlar. Kime? Bu milletin kendine değil, kendi kendilerine. Yoksa herkes biliyor. Millet oturup birlikte bir katliam veya soykırım kararı almamıştır. Kimsenin de böyle bir iddiası yok. Milletin dünyadan haberi yok. Birinci Dünya Savaşı’na ve de Almanya’nın yanında girmek için millet karar mı almış? Milletin değil meclisin bundan haberi yok, meclisin değil hükümetin bundan haberi yok. İttihat ve Terakki’nin malum zatları devleti kurtarmak için mi yoksa emperyal projeler hülyasıyla mı savaşa girmişlerdir? Hazin olan Ermeni meselesinin tartışılması yalnızca Ermenilerle sınırlı değil, o kadar kutsanan paşaların aslında kendi milletlerinin kasapları olmalarıdır. İşin ilginç yanı Mustafa Kemal’e sorulsa, İsmet İnönü’ye sorulsa alınacak cevabı bugün söylemek bugünkü devlet adamları için mümkün gözükmüyor. Osmanlı İmparatorluğu’nda halklarının haklarına saygı gösteren, onların can, mal ve mülk güvencesini sağlayan bir rejim varken “Ermeni meselesi” ortaya çıkmamıştır. Bir avuç çetecinin iktidarı gasbederek Alman emperyalizminin oyuncağı haline gelmeleri, Turan hülyalarıyla Orta Asya’ya doğru fetih savaşlarına yönelmeleri ile yerinden yurdundan sökülmüş, koparılmış insanlardır sözkonusu olan. Üstelik de hiç de şövalyece olmayan kadın, ihtiyar ve çocukların aç bilaç bilmem kaç yüzbin kilometre cebri yürüyüşe tabi kılınmaları, uygun görüldüğünde katledilmeleri giderek daha fazla kanıtlanan ama sayıların arasında kaybedilmeye veya bizden ölenlerin sayısı daha fazla diye karartılmaya çalışılan bir gerçektir. Birinci Dünya Savaşını çıkaran ve buna taraf olan herhangi bir kesimle tarihsel bir ortaklık kurmak mümkün değildir. Birinci emperyalist paylaşım savaşına katılan her devlet savunma değil ilave bir parça koparmaya ve bunun için de kendi halkı başta olmak üzere diğer halkları kırmaya yönelmiştir. Ta Galiçya’ya asker çıkartan Osmanlı yöneticilerinin haklı bir savaşın veya bir savunma savaşının içinde olduğunu iddia etmek için bugün yeniden aynı şartlar oluşursa aynı haltın yeneceğinin güvencesidir. İnsanlığın yaşadığı büyük felakatlerin hepsi aslında bir başka alternatifin gerçekleşmemesinin bedelidir. 1908 İnkilabı istibdadı yıkmış ama tarih aynasında ancak çok silik bir kopyası olabileceği Fransız İhtilali’nin dili ile konuşursak az zamanda Termidor’a ve oradan restorasyona uzanmıştır. Daha sonra daha sola yöneldiğine ilişkin hezeyanların hiçbir siyasal ve toplumsal temeli yoktur.
Birinci Emperyalist Savaş’ın patlak vermemesi halinde nelerin cereyan edebileceği üzerine analizler de yalnızca Osmanlı ve Çarlık Rusyası ilişkileri veya diğer emperyalistlerin bölgeye müdahalesiyle sınırlı yürütülemez. 1917 Devrimi de yalnızca savaşa veya Çanakkale’nin geçilmemesine bağlanamaz. Unutmamak gerekir ki bu şartlar başka ülkeler için de geçerli olabilir. Savaş öncesinde derlenip toparlanmaya başlayan çarlık dünyasındaki işçi hareketi, savaşla birlikte bir durgunluğa girmiş ve savaşın yarattığı yılgınlık ve umutsuzluk insanları yeniden kendileri için mücadelenin yoluna koyulmalarına vesile olmuştur. Milli Mücadele yıllarında Yunanistan’da azımsanmayacak bir komünist hareketin Anadolu’nun işgaline karşı çıktığı bilinmekte. Bulgaristan’da 1923’de keza sosyalist hareket ne kadar güçlü olduğunu ortaya koydu. Bu açıdan, dönemin sorunsalları içine sıkışıp kalmanın, bölgedeki tarihi alternatifleri tek istikamette görmenin sonuçları yeterince belli olmuştur. Olup biteni makul, meşru görmenin insanlığın özgürleşmesine katacağı bir husus yoktur. Yapılanları meşru görmek kadar tarihten intikam almak duygusuyla hareket etmenin de yolaçıcı olmadığı açıktır. Ermeni katilamının nedenlerini Türklerin Müslüman olmasından veya genetik kodlarından çıkartmaya çalışanlar zaten sonuçsuz bir çabanın içindedirler. Tabii ki basit bir “sınıf meselesi”ne indirgenemeyecek kadar trajik olan bu meseleyi insanlık tarihindeki yerine oturtmak için onu “modernite”nin kaçınılmaz barbarlığının bir göstergesi olarak algılamak gerekecek. İttihat ve Terakki’nin Almanların denetiminde mi onları hayretlere gark ettirecek bir biçimde mi gerçekleştirdiği tartışılsa da nihayetinde tehcir, hiçbir mazerete yol açmayacak bir şekilde diğer emperyalistlerin de dünyayı paylaşması sürecinden etkilenmiş ve bu sürecin önemli bir etmeni haline gelmiştir. Savaşa devletsiz girip savaştan devletsiz çıkan Ermeniler savaşın en ağır bedelini ödemişlerdir. Bu bedelin tarihselliği ne kadar derinleştirilirse insanlık açısından özgürleştirici bir projeye o kadar katkı sağlanabilir. Burada özgürlük için geçmiş ve gelecek arasında kurulan köprünün ayaklarına dikkat etmek gerek. Walter Benjamin, “özgür torun idealinden değil, sömürülen ataların görüntüsünden” beslenecek bir çabadan söz eder. İnsanlığın bu ve benzeri felaketlerden kendisini kurtarabilmesi için “kurbanların görüntüsü” canlı kalmalıdır. Rosa Luxemburg’un hemen hemen Ermeni Felaketi ile eşzamanlı olarak formüle ettiği “ya sosyalizm ya barbarlık” alternatifinin bütün insanlık için geçerli olduğu atlanmamalıdır. Bütün büyük insalık trajedileri büyük yenilgilerin üzerine gelmişlerdir. Bu yenilgileri basit ekonomik çıkarlarla değil daha geniş kapsamlı ideolojik, düşünsel
tutumlarla da açıklamak gerekiyor. Toplumsal ve siyasal güç ilişkileri yumağının nasıl bu tür olaylara imkan verecek bir şekilde örüldüğünün açığa çıkartılması çabası geleceğimizi de anlamlandıracak. Tazminat ve toprak gibi kimilerince öne çıkartılan taleplerin “tarihi” geriye dönük olarak telafi edici bir yanı yoktur. Bu taleplerin gerçekleşmesi bir rızadan ziyade daha büyük bir gücün zorlamasını gerekli kılar. Diasporada, örneğin ABD’nin en etkili çevrelerini harekete geçirmek için yapılan girişimlerin nihayetinde ancak onların, yani dünyanın efendilerinin çıkarlarına uygun geldiği takdirde sonuç alabileceğini unutmamak gerek. Ayrıca, insanlığın felaketlerden kurtulmasının en temel bir-iki göstergesi zaten sınırların, hani şu hayali cemaatlerin üzerine oturduğu hayali coğrafyaların sınırlarının, özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıdır. Öte yandan İttihatçı artıkları da zaten bu tür taleplerin çığırtakınlığıyla milleti terbiye etmekte. Böylece yaşanan tarih bir “mülk” meselesine indirgenmektedir. Neredeyse toprak ve tazminat talebi olmasa, hani biraz da öldürülenlerin-ölenlerin sayısı makul bir seviyeye indirilse “olur böyle vakalar” makamından bir özür sözkonusu olabilir. [82] Oysa aşağıdan bir çözüm arayışı esas olarak bir özgürlük projesi perspektifiyle sürdürülebilir. Geleceğin inşası için yaslanacak geçmişin her tür egemenlik ilişkisinden azade kılınması gerekir. Bunun için insanların acıları, yaşadıkları felaketler, deneyimleri, birikimleri açığa çıkarılmalıdır. Ermeni katliamı bütün insanlık için bir felaket, bir katliam olarak bilince çıkarıldığı oranda bir daha barbarlığın yeşeremeyeceği bir dünyayı kurma imkanı doğar. Ermeni katliamı insanlığın büyük bir yenilgisinin ardından gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu katliamın bilinmesi, tanınması, öğrenilmesi ve şuura çıkarılması yenilgilere son verilmesine katkıda bulunacaktır. Bir başka tarih yapılmazsa esvabı değişmiş olsa da barbarlık kapıyı yeniden çalabilir. (Bu yazı Yeniyol’un Haziran-Temmuz 2005 tarihli 16-17. sayısında yayınlanmıştır) 1.
Edward Said’in “son oryantalist” diye nitelediği Lewisin neo-con’ların akıl hocalığını yaptığı gözlenirse bizim İttihatçı artıklarının hayranlıklarının ne kadar tehlikeli bir mecraya uzanacağı düşünülebilir. 13 Mayıs 2005 Radikal kitap ekinde Haluk Hepkon’un “Lewis’ten ‘akıllıfikirler’” tanıtım yazısı belki kimilerinin aklını başına getirir.
2.
Nurşen Mazıcı, Ermeni Sorunu’nun Kökeni, Pozitif, 2005, s.116. Alev Alatlı nezaretindeki TV programında kitaptaki görüşleri dile getirince biraz şaşkınlıkla karşılanıyordu. Yani milletçe vesayet altında bulunma ihtimali!
3.
Hans-Lukas Kieser, Türk Ulusal Tarihçiliğinin Gölgesinde, ‘Ermeni Tehciri’nde Halaçoğlu’nun Ermeni Tehciri ve Gerçekler kitabını değerlendirir (Tarih ve Toplum, Bahar 2005, s. 241-258). Bu değerlendime hem resmi iddiaların dayanaksızlığını ve hem de ortada bir muhakeme sorunu olduğunu sergiler.
4.
Sherry Vatter, “Şam’ın Militan Tekstil İşçileri: Ücretli Zanaatkarlar ve Osmanlı İşçi Hareketi”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, İletişim, 1998, içinde s. 55.
5.
Hans-Lukas Kieser’in yazısında görüldüğü üzere resmi ideoloji sözcülerinin belge kullandığı oldukça
şüpheli. Hatta sonunda Mavi Kitap hakkında İngiliz parlamentosuna gönderilen metnin “intihal” olduğu (Radikal 16 Mayıs 2005) bile iddia edildi. Onların tercihi ya korku salmak ya da “ihanet”le itham etmek. Oysa Vahakn N.Dadrian’ın çeşitli kitaplarının yanısıra türkçede yayınlanan son çalışması Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller’de (Belge yay, 2004) de görüldüğü üzere OsmanlıcaTürkçe malzeme bile resmi ideoloji sözcülerinden fazla kullanılmakta. Önümüzdeki dönemde R.Kevorkian’ın da yayınlanacağı ilan edilen kitabında ise tanıklıklar da dahil omak üzere zaten “arşiv” malzemesi kullanılıyor. 6.
Yoldaş Pançuni, Yervant Odyan, Aras yayınları, 2000. Gerçeklikle ilgisi kopuk, yalan yanlış öğrendiklerini her ne pahasına olursa olsun tatbik etmeye çalışan bir tip.
7.
Adolffo Gilly, Lenin’in Kesintisiz Devrim formülasyonuna gönderme yaparak, kurulu düzenin yıkıldığı, ancak yerine halkçı bir düzenin kurulamadığı bir devrim için kesintili Devrim tabirini kullanmıştır. Bkz. Adolffo Gilly, 1910-1926 Meksika Devrimi: Kesintili bir devrim, toprak ve iktidar için bir köylü savaşı. Fransızcası, 1995, Editions Sylleps.
8.
Mehmet Ö. Alkan, “Prens Sabahattin ve Terakki’si” (1906-1908), Müteferrika, Kitabiyat dergisi, Güz 2004-2, s.49-50.
9.
Hatıralar, Cemal Paşa, Çağdaş Yay, 1977, s. 416.
10. Çağlar Keyder, Memâlik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne, İletişim Yay, 2003, s. 22. 11. Aynı eser, s.31. 12. Orta Asya ve İslâm Dünyasında Kimlik Politikaları, der: Willem van Schendel-Erik J. Zürcher, İletişim Yay, 2004, içinde s. 295-296. 13. Bkz; Paul Dumont, “20 Yüzyıl başları Osmanlı İmparatorluğu işçi hareketleri ve sosyalist akımlar tarihi üzerine yayımlanmamış kaynaklar”, Toplum ve Bilim , Güz 1977, s.44. 14. Türkçe’de ilk kez Yeniyol’un bu sayısında. 15. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Gelişmeler, Bilgi Üniversitesi, 2003. s. 134-135. 16. Türkiye Üzerine, Aydınlık Yay., 1977, s. 27. 17. Zikreden Fikret Adanır, Makedonya Sorunu, Tarih Vakfı, 1996. s. 270. 18. Aynı eserde, s. 296. 19. Ernst Jackh, Yükselen Hilal, İstanbul, 1946. Zikreden İlhan Tekeli-Selim İlkin, Cumhuriyetin Harcı-Köktenci Modernitenin Doğuşu, Bilgi Üniversitesi, 2003. s.50. 20. Türk Devrimi ve İstikbali, İletişim, 2005, s. 47. Troçki, Balkan Savaşları, Arba yay, 1995, s. 15’de de yazarın çalışmasından sözeder. 21. The Youngs Turks in Opposition, s. 32. Aktaran Ronald Grigor Suny, Empire and Nation, Armenian Forum, Volume 1 Number 2, yaz 1998. s. 40. 22. Zaman; 13 Nisan 2005. 23. Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitabevi, 1987. s. 291. 24. Age, s. 287.
25. Albert Hourani Arap Halklarının Tarihi, İletişim, 1997, s.364.
26. Arabic Thought, s.282. Zikreden Çağlar Keyder, age. 45.
27. Atatürkçülüğün Ekonomik ve Sosyal Yönü, İİTİA. 1973, içinde, s.81.
28. Cemil Bilsel, Lozan, İstanbul 1933, (Sosyal Yayınları-tıpkı basım tarihsiz) s.126.
29. Atatürkçülüğün Ekonomik ve Sosyal Yönü, İİTİA. 1973, s.76.
30. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu, 1991, s. 216. Vahakn Dadrian da Jenosid adlı kitabında Bernard Lewis ile aynı belgeleri kullanarak “Türkiye’nin zorla homojenleştirilmesinin planladığını” belirtmektedir. Belge Yayınları, 1995, s. 39.
31. Akşin, Age,s.198. 32. Dönemin Ermeni sosyalist hareketi için bkz: Anaide ter Minassian, Ermeni Devrimci Hareketi’nde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912), İletişim, 1992. Ve yine aynı yazarın Osmanlı İmparatorluğu’nda Milliyetçilik ve Sosyalizm, İletişim, 1995, içinde s. 163-239, “1876-1923 Döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve Gelişmesinde Ermeni Topluluğunun Rolü” makalesi.
33. Lenin’in sağlığındaki bütün eserlerine konan bir biyografik nottan: “…1900’de Politeknik Enstitüsünden öğrenci isyanlarına karıştığı için atılmış… Berlin’e gitmiş, felsefe ve Marksizm üzerine çalışmış, Kautsky, Martov… Lenin ve Plehanov ile yakınlık kurmuş… 1904’te Tiflis’e dönmüş ve oradaki Sosyal Demokrat örgütün başında bulunmuştur. 1906 ve 1907’de Stokholm ve Londra kongrelerine delege olarak katılmıştır. O yıllardan itibaren Bakü’deki bütün parti işlerini yönetmiş… Şubat Devrimi’nde işçiler tarafından Bakü İşçi Sovyeti Başkanlığı’na seçilmiştir. Altıncı Kongre (1917 yazı) Merkez Komitesine seçilmiştir. Ekim Devrimi’nden sonra Kafkasya Olağanüstü Komiseri; ve 1918 ayısında, Bakü Halk Komiserleri Konseyi Başkanı… 20 Eylül 1918’de İngilizlerin kurşuna dizdiği 26 Halk Komiserinden birisi de Şahumyan olmuştur. (Bernard Wolf, Devrimi Yapan Üç Adam, Kuzey Yay., 1985, Cilt 2, s. 301.
34. Bkz örneğin Troçki, Lenin’den sonra Üçüncü Enternasyonal, Fransızca baskı. s. 302.
35. La Deuxieme International et l’Orient, 1967, Paris s.72-73.
36. Bkz: Aykut Kansu, age, 108-109. Kansu, Türkçe kaynakların yanısıra Pro Armenia dergisinin taranmasıyla çok açık bir biçimde isyan dahil olmak üzere devrimci mücadele biçimleri kullanılarak Abdülhamit’in istifaya zorlanarak “meclis üstünlüğüne dayanan liberal demokratik bir yönetim kurma”yı hedeflediklerini göstermektedir.
37. Rouben, Mémoires d’un partisan arménien, éditions de l’aube, 1990, s. 67.
38. Age, s. 239. 39. Bkz: Aykut Kansu, age, 93. 40. Age, s.77. 41. Yves Ternon, Ermeni Tabusu, Belge yay, İstanbul, 1993, s. 104.
42. Cemal Paşa, Age,
s. 412.
43. Age, s. 404. 44. Anahid Der-Minasyan, age,
63. Age. s. 84. s.39).
45. Üç aylık bir dönem için bakınız Hakkı Onur, 1908 İşçi Hareketleri ve Jön Türkler, Yurt ve Dünya dergisi, Mart 1977. s. 277-296.
46. Tarık Zafer Tunaya, Siyasal Partiler, cilt I, s. 249. 47. Sosyalizm ve Milliyetçilik içinde s.21 48. Gaidz Minasyan, Ermeniler ve İttihat ve Terakki, Aras yay, 2005, s.186.
49. Gaidz Minasyan, Ermeniler ve İttihat ve Terakki, Aras yay, 2005, s.186
50. Age, 187. 51. Bkz, Paul Dumont, Toplum ve Bilim sayı 3 / 1977deki yazı veya aynı yazının Sosyalizm ve Milliyetçilik kitabında genişletilmiş haline, s. 107.
52. Ermeni Devrimci Hareketi’nde Milliyetçilik ve Sosyalizm 1887-1912, İletişim, 1992, s. 36.
53. Toktamış Ateş, Cumhuriyet, 28-4.2005. 54. İttihatçıların bir tür propaganda makinisti olan Hüseyin Cahit Yalçın’ın Siyasal Anılar’ında (s. 204) şöyle bir Enver tanıtımı bulunmakta: “Herhalde görgüsü azdı. Genel bilgisi, siyasa ve devlet işleri üzerindeki anlayışı yüzeysel ve ilkeldi. Batı kültüründen yoksundu. Zekası için de sınırlı denilebilirdi. Sanırım eski doğu geleneklerine, din kayıtlarına pek fazla bağlıydı.”
55. “Yusuf Akçura’nın bir düşünür olarak özgün bir yanı yoktur. Toplumsal ve siyasal teoriyle uğraşmamıştı. XIX. yy’ın fikri cephaneleğine ellerini hızla daldırmış ve kendi tasarısına uygun düşecek silahları çekip almıştı. Milliyetçilik teorileri arasında ırk kavramına ağırlık vereni benimsemiş(ti).” François Georgeon, Yusuf Akçura, Yurt Yay., 1986, s. 113114.
56. Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Pozitif yay., İst., 2004. s. 109.
57. Lozan,
64. Cemal Paşa, Hatıralar, s. 439. 65. “1914 yılının mahsulü mükemmeldi, fakat seferberlik yüzünden birçok yerde hasat yapılamadı, ürünler ziyan oldu.” diye S.Akşin, age, s. 273, Ahmet Emin Yalman’dan aktarmakta. Bir yıl sonra ise bu kez tehcir dolayısıyla hasat yapılamıyordu: “Hükümet, savaş koşulları ve tehcir edilen Ermeni ve Rumlar’ın üreticiliklerinin yokluğundan dolayı büyük bir kıtlıkla karşı karşıya kalmıştı. Özellikle Ermeniler’in yoğun olarak yaşadıkları doğu bölgelerindeki tarla, bağ ve bahçe ürünleri toplanamıyordu.” ( Fuat Dündar, age, s.233)
66. Alptekin Müderrisoğlu, Sarıkamış Dramı, Kastaş yayınvevi, 2. baskı, 2004, s. 469.
67. Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, İletişim, 1995, s. 282. Minasyan (dipnot 131) önce dört sonra yedi tabur diye belirtir. Diğer taburlar 400’er kişilikken Antranik’in komutasındaki tabur 1200 kişiymiş. Kafkasya EDF’sin Tiflis’te topladığı gönüllüler yalnızca Türkiye’den değil her taraftan toplanmıştı.
68. Dadrian, Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller, s. 104.
69. Yerasimos, age, s, 285. 70. Hüseyin Cahit, Siyasal Anılar, s.233. 71. Hüseyin Cahit, Tanıdıklarım, s.83. 72. Vahakn Dadrian, Jenosid, s.97. 73. Tutuklamalar başladıktan sonra bile Kirkor Zohrap “Alman askeri düşünüşünün rehin alma sistemi bu. Ermeni kırımı hangi güne saklanıyor?” diye endişelerini hatıra defterine kaydediyor ama son ana kadar da Talat’la ilişkisini sürdürüyor.
74. Yerasimos, age, s. 286. 75. Cemal Paşa, age, s. 444. 76. Aktaran, Dadrian, Jenosid, s. 54.
s. 192-193.
58. İsmet İnönü, Hatıralarım, Genç Subaylık Yıllarım, 1969, s. 212-213. Aktaran İlhan TekeliSelim İlkin, Cumhuriyetin Harcı…s.101
59. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Pozitif yay., 2004. s. 87. 60. Hüseyin Cahit Siyasal Anılar’ında, s. 217
“savaşın yazgısı neredeyse belirlenmiş sayılabilirdi” dedikten iki satır sonra “bizde hiç kimsenin haberi yoktu” diye ekler.
61. Osman Selim Kocahanoğlu, İttihat-Terakki’nin Sorgulanması ve Yargılanması, Temel yay, 1998, s.76.
62. Age. s. 84.
77. Büyük Felaket, Express’in parasız eki içinde, s.93. 78. L’extermination des déportés arméniens ottomans dans les camps de concentration de SyrieMésopotamie (1915-1916), Paris, 1998, s. 14.
79. Fuat Dündar, İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskân Politikasıİ, İletişim, 2001, s.246.
80. Fuat Dündar, age, s.249. 81. Poluantzas, L’état, le pouvoir, le socialisme, Paris 1978. s. 118. Aktaran M. Lowy, Ulus devletler, milliyetçilik, küreselleşme ve enternasyonalizm. 82. TTk, Ermeni masasında görevli Prof. Dr. Kemal Çiçek “Türkiye soykırım iddiasını kabul etmesi durumunda Ermenilere 60 milyar dolar ödemeye mahkum olacak” (Radikal, 30 Mart 2005) demekte.
"Mesele Hrant’ın meselelerini dert edinmek” (M.Kürkçügil'le Röp: M.ARSLAN) Hrant DİNK’in katledilişinin altıncı yılında onun yakın arkadaşlarından yazar Masis KÜRKÇÜGİL ile hem Ermeni Sorununu hem de Hrant DİNK’i konuştuk. Ermeni Soykırımı konusunda Türkiye’deki resmi görüş “tarihi, tarihçilere bırakmak gerekir” şeklinde ifade ediliyor. Ermeni Soykırımı’nı siyasetten dışlanmak istenmesinin ardında yatan sebep nedir? Marx, tarihin kendi amaçları peşinde koşan insanın bir faaliyeti olduğunu söyler. Tarih geçmişle ilgili olmayıp insanın geleceğiyle ilgili olduğu için önemli. Ne tarihçiye ne de siyasetçiye terk edilmeyecek basit insanın, sokaktaki insanın faaliyetinden söz ediyoruz. Egemenler insanları tarihten olduğu gibi siyasetten de uzak tutmaya çalışıyorlarsa bu yalnızca baskı aygıtlarıyla olmuyor. Bir tür insanilikten uzaklaştırma, “insanisizleştirmedir” tarihi ona buna emanet etmek. Emanete hıyanet edilen en önemli alan tarihtir. Orwellyen bir tekrar olacak ama egemenler her şeyi denetimleri altına almak, yönetmek istediklerine göre geçmişi öncelikle zapturapt altına alma ihtiyacındadırlar. Ermeni meselesi bu toplumla sınırlı olmayan insanlığın yaşadığı “barbarlık” örneklerinden biri olarak bir kara kutudur. Açılması egemenler açısından düzenin istinat duvarlarını bir domino etkisiyle sarsabilecek güçte olduğundan patlayıcı bir tehlikeli madde hüviyetindedir. Dünya üzerinde çok az sayıda ülke gerçekleştirdiği soykırım ve katliamlarla yüzleşebilme cesaretini gösterebiliyor. Bu cesareti gösterenler de -Almanya’yı dışarıda tutacak olursakaradan oldukça uzun zaman geçmesini bekliyor. Ülkelerin kendi günahlarını kabullenmesi neden bu kadar zor? Aslında Almanya da böyle bir cesaret göstermedi. Yani toplum köklü bir bilinç dönüşümüne uğrayarak kendi tarihini yeniden kurmaya yönelmedi. Savaşta yenilince kendisine kabul ettirilen çerçevede Yahudi ve Çingene soykırımını kabullenmek zorunda kaldı. Devlet özü itibarıyla egemenlik ilişkilerinin fosseptik kuyusu olarak, her daim
aşağıdakilere, ezilenlere kendilerine reva görülenlere müstahak olduklarını sürekli olarak telkin eder. Fransa, Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda yapılanlardan ötürü özür dilemedi, ama Cezayir Devleti de bağımsızlık savaşı sırasında Kurtuluş Cephesi’nin diğer milliyetçi kanada uyguladığı (“işbirlikçileri” kast etmiyorum) terörle yüzleşmedi. Bir başka insanlık tasarımı söz konusu olmadığı sürece gerçek bir yüzleşme olamaz. Zaten tarihin kendisi de sanıldığının aksine olmuş bitmiş bir şey olmayıp en büyük savaş alanlarından biridir. Aşağıdakilerin tarihi inşa edilirken yukarıdakilerin tarihinden uzlaşmaz bir biçimde ayrışılmalıdır. Tatil-i Eşgal Kanunu’nun hüküm sürdüğü bir dönemi ilerici olarak görecek birinin sosyalist olmasını tasavvur etmek mümkün değildir. Ermeni katliamını da bir şekilde mazur gösteren birinin, sosyalistlik bir yana insanlığından bile şüphe etmek gerekir. Hele bu topraklarda solu yeşertmeye çalışmış siyasal hareketleri ajan diye görmek, buna karşılık bir katiller sürüsünü de devrimci diye selamlamanın bedeli ağır olmuştur ve olmaya devam edecektir. Başta soykırım olmak üzere, ülkemizde Ermeni Sorunu yıllar boyunca görmezden gelindi. Son 10-15 yılda ise özellikle Hrant DİNK’in kişisel çabalarıyla konu biraz daha görünür hale geldi. Konunun salt tarihsel ve akademik bir sorun olmaktan kurtarılarak halklaşması, çözüm için ne gibi olanaklar sağlıyor? “Çözüm” ibaresinin içini “her sınıf ve tabaka” kendine göre doldurur. Bu meselede ve diğer aslında “etnik”, “mezhepsel” ve “dinsel” olmaktan öte gayet sınıfsal, dolayısıyla insani, yani insanlığın geleceği ile ilgili meselelerde çözüm, öncelikle emekçilerin, ezilenlerin, sömürü ve baskıdan maddi-manevi çıkarı olmayan geniş insan kitlelerinin bu meselenin bilincine varmasıdır. Hrant “idrak” diyordu. Bu ve benzeri olayların “idrak” edilmesi, kendiliğinden demesek de, insanlığın bir daha bu tür olaylarla karşı karşıya gelmeyeceği bir dünyanın bilincine ışık tutacaktır. Mesele üç beş kilisenin veya çeşmenin restorasyonu olmadığı gibi el konulan, gasp edilen malların iadesi de değildir. Türkiye Cumhuriyeti çok rahatlıkla bu tazminat meselesini halledecek güçtedir. Nihayetinde ahalinin ödediği vergilerdir bunlar. Tehlikeli olan, her
kapitalist sistem gibi bizim yaşadığımız toplumun da üzerine oturduğu sistemin nasıl bir insanlık faciasının üzerine oturduğunun anlaşılmasına katkıda bulunmasıdır. Bu açıdan, Raymond Kevorkian’ın “1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler” kitabı bize yitirilenlerin insani boyutunu gösterdiği için bir dizi makale veya kitaptan daha farklı bir önem arz etmekte. Hrant’ın, yazılı metinlerden öte bir önemi olduysa söylemindeki bu insani boyutundan ötürüdür. İnsanlar kendilerini yargılamadan yitirilen insanlıklarını “idrak” etmeye başlamışlardı. Tek partili dönemde uygulanan Türkleştirme politikaları ve “Varlık Vergisi” gibi uygulamalar başta Ermeniler olmak üzere Türkiye’deki azınlıkların merkez sağ siyasete daha yakın olmasına neden oldu. Merkez Sağın milliyetçimuhafazakâr pratiğini ve söylemini göz önünde bulundurduğumuzda apaçık bir çelişki taşıyan bu duygu durumunu ve siyasal tavrı aşmanın yolu yok mu? Taşnaklar İttihatçıların müttefikiydi. Hınçaklarsa Hürriyet ve İtilaf’la işbirliği içindeydiler. Bu tarihi iyi bilmek gerekir; hem her ikisinin kendilerini sosyalist görmesi (Taşnaklar daha önce toplantılarına gözlemci olarak katıldıkları İkinci Enternasyonal’e 1907’de üye olurlar, yani Jaurès, Rosa, Kautsky, Lenin, Troçki vb. gibi ile aynı çatı altında bulunurlar) hem de Jön Türklerin iki kanadı hakkında farklı bir kaynaktan bilgi edinmek bakımından önemlidir. Kimin kime ihanet ettiğini ise bir milliyetçi olarak değil sosyalist olarak tartışmak gerekir. Türkleştirme tek partiden önce başladı. Azınlıkların merkez sağ siyasete yakın olduğu söylenirken dikkat edilmesi gereken bir husus var, ekseriyet (Türkler ve Kürtler) de öyleydi. Yani ters bir anlam çıkmasın Türkler alabildiğine eşitlikçi özgürlükçü ve de sosyalist iken azınlıklar da “eh biz de merkez sağ olalım” demedi. Sosyalist hareket ile azınlıklar ilişkisi üzerine ciddiye alınabilir bir çalışma yok. Ama şöyle de sorabiliriz: Sosyalistler azınlıklara nasıl yaklaştı? Talat Paşa’nın Ermeni meselesi hakkında ne dediği biliniyor ve bir ittihatçının hezeyanları Mehmet Ali Aybar tarafından kaynak olarak gösterilebiliyor ama Rosa Luxemburg’un ne dediği bilinmiyordu. Sosyalist inşa çok yönlü ve tarih bilinci bu inşanın vazgeçilmez unsurlarından biri; egemen ideolojiden kurtulmak ha
deyince olabilecek bir şey değil. Maalesef genel olarak tarih konusunda, özel olarak da bu ezilen kesimlere ilişkin çok devletli bir tutumu olmuştur sosyalist hareketin. Somutta azınlıklar, İttihatçılık ve onun mütebakisi Halk Fırkasına karşı Serbest Fırka ve Demokrat Parti’yi desteklemek zorunda kaldılar -bu arada işçi sınıfı da. 6-7 Eylül’e rağmen bu devam etti. İlginçtir, Kürt aydınlarının da demokrasi arayışında benzer bir yörüngeyi Tarık Ziya’nın anılarından izlemek mümkün. TİP’e bir teveccüh olmuştur, ünlü edebiyatçı Zaven Biberyan malum TİP listesinden seçilerek İstanbul Belediye Meclis Üyeliği yaptı. 1973’de ise oylar Ecevit’e yöneldi. Sosyalist tarihimiz açısından 1999 seçimlerinin anlamlı olduğu kanısındayım. O seçimlerde Hrant’a da kontenjan adaylığı önermiştik. Kendisi açıkça “ÖDP üyesi olmadığını, gazeteci olarak bağımsız (partisiz diyelim yoksa Agos’un seçim haftasındaki sayısında arka sayfa, başyazı, birkaç köşe yazısı ÖDP’den söz ediyordu) kalması gerektiğini, ama eğer bir gün böyle bir şey düşünürse kontenjandan değil partiye üye olup önseçimle aday olmayı tercih edeceğini” yazmıştır. Hrant’ın sandıklara bakarak yaptığı tahmine göre o seçimlerde Ermeniler arasında ÖDP yüzde on barajını aştı. Ama genelde yüzde biri bile bulamadık. Dolayısıyla soruyu belki de tersinden sormak daha anlamlı olacak! Başlangıçta Patrikhane de içinde olmak üzere Ermeni Cemaati’nin ortak bir sahiplenmesiyle çıkan AGOS Gazetesi zamanla büyük kırılmalar yaşayarak nihayetinde Hrant DİNK’in tek başına üstlenmek zorunda kaldığı bir çabaya dönüştü. Hrant DİNK’i bu süreçte yalnızlaştıran ne oldu? Cemaat meselelerinden neredeyse bihaber olduğum söylenebilir. Ama Agos kurulurken Hrant’ın anlattıklarından az çok süreç hakkında bilgim var. Patrikhane ile özellikle son zamanlarda ciddi bir gerilim vardı. Agos’un cemaatin sivil temsilcisi karakterine bürünmesi ve beklenmedik bir rol üstlenmesi elbette ruhani ve cemaatin geleneksel çevrelerini tedirgin etti. Her türlü azınlık cemaatleri -göçmen Türkiyeliler de- yönetimle sürtüşmek istemez. Hrant cemaatin sorunlarını ahaliye açarken, ahalinin sorunlarına da dikkat çektiği için pek alışılmadık bir durum ortaya çıktı. Bütün sorunlarıyla birlikte Agos çok başarılı bir iş gördü. İtiraf edeyim ki kuruluşta bana anlattığı zaman böyle bir şeyin olabileceğine inanmamıştım ve bu konuda yalnız değildim.
“Türkiye’de Ermeni olmak” ile “Türkiye’de sosyalist bir Ermeni olmak” arasında bir ayrım var mı? Azınlıksanız egemenler için komplo teorilerine hayli yatkın bir malzeme oluşturursunuz. Tutuklamalarda, sorgulamalarda ve içerde olduğu gibi günlük hayatta da bir takım ilave sorunlarla karşı karşıya kalırsınız. 12 Eylül’de etliye sütlüye karışmayan Ermenilerin de sırf okul veya başka türden cemaat kurumlarında yer aldıkları için tezgâhtan geçirildiği hatırlanırsa (ASALA arıyorlardı!) her iki kategoridekilere de Allah kolaylık versin. 1969’da bir grev çadırında ben de “Ermeniyim” dediğimde “Estağfurullah” çeken işçi arkadaşımı bu hesaba dâhil etmeyeyim ama malum biz sosyalistler bir türlü kapitalizme karşı mücadele vermenin meşruiyetini bulamadığımızdan mı ne, hep “gavura” karşı çıkmışızdır. Bakınız TİP’in örneğin 1965 seçim konuşmaları. Ben babama anlatır dururdum “Emperyalizm demek istiyorlar” diye. O da “Sen biliyorsun da bunun emperyalizm olduğunu, onlar bilmiyor mu” derdi. Antiemperyalizmle ulusalcılığın harmanlandığı bir ortamda bu işlerin biraz yokuşa sürülmesi kaçınılmazdı. Türkiye’de sosyalistlerin Ermeni meselesiyle daha yakın duygusal bağ kurabilmesini sağlayan eşik ne yazık ki Hrant DİNK’in öldürülmesi oldu. Aradan geçen 6 yılın ardından DİNK’in cenazesinde ortaya çıkan kitleselliği ve bunun sola etkisini nasıl değerlendirirsiniz? Cenazedeki kitleselliğin yanı sıra yürüyüşün vakurluğunu siyaseten yorumlamak için elde maalesef fazla bir veri yok. Çok değişik hassasiyetlerin kesiştiği, buluştuğu bir kortejdi. İnsanlar Hrant’ın ardından kendi ezilmişliklerine, öfkelerine meydan okuyorlardı. Hassasiyet sözcüğünü özellikle kullandım, belki muğlâk bir tabir ama bir bilinçten söz etmek imkansızdı. İnsanlar kendi kendilerine bile tarif edemedikleri karmakarışık duygu ve düşüncelerle Agos’un önüne yığıldılar. Cinayet günü on bin kişi toplandı ki önceden düzenlenmiş mitinglerde bile bu sayıya ulaşmak zor. Cenaze hafta arası kalkacağı için iyimser tahminler ilk rakamın birkaç katı olacağı merkezindeydi. Sonuçta insanı bir nebze de olsa teselli eden muhteşem bir kalabalık, beklenmedik bir biçimde tarihe bir kayıt düştü. Bu kitleselliğin sola bir etkisi olmadı diyebiliriz. Bunu
“değerlendirmesi” demeyelim de, hem Hrant’la olan ilişkisi hem de kendi programatik duruşuyla en iyi “anması” gereken ÖDP, birkaç hafta sonra Hrant’ın dev bir portresinin sallandığı kongre salonunda bir yarılmaya uğradı. Hrant’ın siyasal bir manifestosu yoktu ve olması da gerekmiyordu ama bu olayın yarattığı hassasiyetleri diri kılacak bir takım faaliyetler gösterilebilirdi. Ne yazık ki kimi girişimler hayli faydacı bir zihniyetle yürütüldü. Mesele Hrant’ı bayrak yaparak veya onu öne çıkararak prim toplamak değil onun dile getirdiği meselelerden bazılarının -ille de hepsini de değil-gerçekten kendine dert edinmekti, yani kendi yürüyüşüne dâhil etmekti. 2006’da ÖDP’de Hrant’la birlikte bu konuya ilişkin bir toplantıda sunuş yapmıştık ve ilk kez bir sosyalist parti genel başkanı (Hayri Kozanoğlu) 24 Nisan’da açıkça Ermenilerin acılarını paylaştıklarını belirten bir bildiriyi okumuştu. AKP Hükümeti’nin Hrant DİNK Cinayetinin aydınlatılması ve sorumluların cezalandırılması konusunda istekli olmadığı artık herkesin malumu. Buna rağmen Hrant DİNK sonrasındaki AGOS Gazetesi Genel Yayın Yönetmenleri (Etyen Mahçupyan, Rober Koptaş) AKP’ye “hayırhah” bir tutum izledi. Bu tutum Hrant’ın mücadelesine ve mirasına karşı haksızlık yapıldığı duygusu uyandırmıyor mu? Etyen ile Rober arasında önemli bir fark var ve hatta Agos sayfalarında aralarında sola ilişkin ciddi bir polemik olmuştu. Rober’in Agos’un başına geçmesi en makul çözümdü. Hrant’ın mirası ve mücadelesine kendi üslubunca sadık kalacaktır. Günlük politikanın içinden bakmamak gerekir Agos’a. Nihayetinde siyasal bir parti değil bir gazete ve özel bir konumu var. Bazı konularda ondaki hassasiyeti anlamak gerekir. Ergenekon Davası sanıklarından bazılarının Hrant konusundaki tavrı düşünülürse hak vermek gerekir. Onlar da bazı arkadaşların her ne sebeple olursa olsun Ergenekoncularla veya genel olarak ulusalcılarla aynı karede bulunmasını hazmedemiyorlar. Agos’ta yazan ve gerçekten AKP’ye “hayırhah” bir tutum izleyenler oldu ama bunun tersini yapanlar da oldu. Hrant’ın mirası diye formüle edebilir miyiz bilmiyorum ama unutmamak gerekir ki o farklı bir dönemde yetişmiş, meselelere daha bütünsel bakabilen bir insandı. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır diyelim ve Agos’un genel demokratik talepler çerçevesinde yürüyüşünü sürdüreceğine dair umudumuzu koruyalım. İçinde herkesin kendine göre beğenmediği yazarlar olacaktır, yeter ki temel değerler zedelenmesin.
DİNK’in hem Ermeni hem de Kürt Sorunu konusundaki temel tavrı “bir arada yaşamı savunma” olarak özetlenebilir. Sizce biz bu ülkenin insanları olarak bir arada yaşamayı başarabilecek miyiz? ÖDP’nin “bir arada yaşam” kampanyası için Hakan’la (Tahmaz) kendisini ziyarete gidip usulen derdimizi anlattığımızda gülümseyerek “Biz burada yıllardır ne yapıyoruz ki” dedi. Sosyalistseniz nihayetinde yalnızca yönetenin yönetilenin, sömürenin sömürülenin değil aynı zamanda sınırların da olmadığı bir dünyayı amaçlıyorsunuz demektir. “Bir arada yaşam” sınırlarla sınırlı bir mesele değil. Mevcut sınırlar dâhilinde yaşayanlar hallerinden memnunsalar sorun çıkmaz. Ama “bir arada yaşam” için gerekli koşullar yoksa ihtimaller açık uçludur. Bir arada yaşamayı becermek tarihteki haksızlıklar da dâhil olmak üzere ezilenlerin taleplerinin karşılanmasına bağlı olacaktır. Hrant kendi açısından hayatına mal olan bir tavır benimsedi. Biraz da bunun için on binler onun ardından yürüdü. Ama milliyetçi muhafazakâr milyonların da, eşitlik ve özgürlük taleplerini ihanet addederek veya insani değerleri pek de önemsemeyerek cinayetin etrafında dolananların ödüllendirmesini olağan karşıladığı anlaşılıyor. Neredeyse bu işte adı geçen herkes ödüllendirildi. Öncelikle ezilenlerin, emekçilerin şu veya bu egemen kesimin değil kendi tarih bilincine sahip olmaları veya bir başka dünyanın bilincini oluşturmaları gerekiyor. Tarihin verdiği lütufla kendini merkez, başkasını hain görerek, bir arada yaşam yani eşit yurttaşlık hakları değil, bildiğin tabiyet dayatılmakta. Enternasyonalizm bütün bu bağımlılık ilişkilerinden arınmanın, “onların” tarihinin verdiği parçalanmışlıkları aşmanın yoludur. Hrant’ın yürüyüşünü ölümsüz kılan, onun biraz da bu parçalanmışlıkları aşma konusundaki hassasiyetiydi. Unutulmamasının bir nedeni de bu. Dedeler, Torunlar, ‘Bizim Ermeniler’ ve Lobiler I*
– Özge L. İspir “Ver Ermeni’yi bana onu öldürmeliyim ben. Cennete gideceğim. Bu Ermeni’yi de öldürürsem benim sayım tamam olacak. Cennete gideceğim.Ver onu bana da sevabıma gir.” (Yaşar Kemal- Yağmurcuk Kuşu)
Ermenilerin “yokluğunu” öğrendiğimde okula gitmeyecek kadar küçüktüm. Annemin kuşaklar boyu molla tedrisatından yetişme ailesi ile babamın seküler ailesi arasındaki kültür çatışması olmasaydı ve bir gün sokakta oynarken molla olan dedem beni yanına çağırıp dini bilgiler sınavına çektikten sonra diğer dedemi kastedip müstehzi bir ifadeyle “Git o Ermeni dölü dedene söyle sokakta oynamana izin vereceğine sana biraz Allah-kitap öğretsin” diyerek bir el hareketiyle yanından kovmasaydı, muhtemelen daha geç öğrenecektim. Eve gelip “Ermeni dölü ne demek?” diye sorduğumda ertesi gün tebdil-i kıyafet Allah-kitap eğitimine yollanınca çocuk aklımla Ermeni’nin namütedeyyin demek olduğunu kodlamış olmalıyım ki evimize gelen ve na-mütedeyyin gördüğüm misafirlere “Sen de mi Ermeni dölüsün?” diye sormaya başlayınca tüm aileme şok etkisi yapan gaflarımı engellemek için annem Ermeni’nin ne demek olduğunu açıklamaya karar verdi; “Ermeniler de bizim gibi Allah’a inanıyorlar. Tek farkları Hz. Muhammed’i peygamber olarak kabul etmiyorlar, Hz. İsa’ya inanıyorlar. Saadet babaanne eskiden Ermeniymiş” diyerek büyükbabaannem Saadet hanımın eskiden Ermeni olduğunu söyledi. Aynı evde yaşayıp, kardeşlerimle birlikte onun odasında yatmamıza rağmen babamın babaannesi Saadet hanımı ilk kez o zaman farkettim. Daha önce farketmemiştim çünkü hiç konuşmayan, ortalıkta hiç görünmeyen, evde hiç dolaşmayan adeta bir “görünmez nine”ydi. İlginçtir, evin tek Ermenisi, seküler ailenin tek namaz kılan kişisiydi çünkü söylenene göre Müslüman olmuştu. Onu odasının dışında görebildiğimiz zamanlar abdest almaya çıktığı zamanlardı. Öz oğlu olan dedem, onu her gördüğünde Ermeni döllüğünü hatırlayıp morali bozuluyor diye oğluna görünmemek için bir odaya kapanmak zorunda kalmış, uğraş olarak biz küçük torunların bakımını üstlenmiş; sesini hiç duymadığım, kendisini hiç görmediğim, namaz kılmasına rağmen aslında hiçbir zaman Müslüman olmadığını ise öldüğü gün aile büyüklerinin “Müslümanlığı kabul etmedi ki, hangi usüle göre gömecez?” konuşmalarından anladığım büyükbabaanne Saadet Hanım. Nüfusu babasının ilk eşinde olan ve en büyük hayali babası gibi hakim olmak olan dedem, okuldan hakim olarak mezun olmasına aylar kala babası ve öz annesinin bir tapu meselesi yüzünden yaptığı resmi nikahla öz annesinin nüfusuna geçince fakülte yönetimi tarafından çağrılmış ve “senin annen Ermeni imiş, seni hakim yapamayız” denerek okuldan atılmış (1). O da bütün akrabaları ve arkadaşlarını toplayarak hıncını alabileceği tek kişi olan annesinin karşısına geçmiş ve “Müslüman olacaksın!” diye diretmiş. Direnci ve dikbaşlılığı ile zamanında kendisine “Müslüman olacaksın!” diye silah doğrultan kocasını bile pes ettiren Saadet Hanım, yıllar sonra
oğlunun diretmesiyle karşılaşmış; çok sevdiği oğlunun baskısına rağmen sadece “La ilahe illallah” demiş ve “Muhammedun Resulullah” demeyi reddetmiş. Ana-oğulun arasındaki tüm ipler o gün kopmuş. Saadet Hanım oğluyla arası düzelsin diye Müslüman numarası yapıp göstermelik namazlara başlasa bile ne arayı düzeltebilmiş ne de gördüğü sembolik şiddetten kurtulabilmişti. Ailemin sırlar albümüyle rafa kalkan bu olay biz torunlara “deden annesini çok sevdiği ve ondan ayrı kalamadığı için okulu yarım bıraktı” diye anlatılagelmişti. Büyükbabaannem kendisi, hikayesi ve Ermeni Soykırımı ile ilgili bir kaç olay dışında hiçbir şey anlatmadı. Dedemi defalarca sıkıştırıp sorunca ise gönülsüz anlatmak zorunda kaldı. Dedemin anlattığına göre Ermenileri soykırımla kesmiştik. Fakat bu “biz”, bizim aile değil, öznesiz, meçhul ve soyut bir “biz”di. Ermenilere öyle vahşetler uygulanmıştı ki, anlatmak yetmezdi. Mesela kavurmalarını alabilmek için bile Ermenileri kesen marabaları vardı ve sonra öldürdükleri Ermenilerin malları ile çok zengin olmuşlardı. Müslüman erkekler yakaladıkları Ermeni kadınlara tecavüz ettikleri için kadınlar topluca intihar etmek zorunda kalmışlardı. Bizim aile ise bunların hiçbirine katılmamış, aksine soykırım sırasında Ermenileri saklamıştı. Saadet Hanımın babası Toros Bey, Çüngüş’te yüzlerce dönümlük üzüm bağı, tarlaları, dükkanları; Harput’ta ise fabrikaları ve atölyeleri olan çok zengin Diyarbekirli bir Ermeniydi. Ermeni soykırımı sırasında zorbalığıyla meşhur Gülbey (2) tüm malını gasp edince Toros Bey, adaleti, gücü ve nüfusuyla ünlü büyükdedem Süleyman İspir’e sığınmış, ondan yardım istemişti. Büyükdedem onları saklamış, ortalık yatışınca sağ salim gitmelerini sağlamıştı. Müslüman olmadan önce adı Sara olan büyükbabaannem Saadet Hanıma gelince; o tam bir Bey kızıydı. Kolej bitiren, dört dil bilen, piyano çalan, sofraya oturduğunda bir bardak suyu bir dikişte bitirmeyi bile kabalık olarak gören ve en az üç yudumda bitiren bir terbiyeye sahip bir hanımefendi idi. Babası Toros, büyükdedeme o kadar saygı duyuyordu ki kızıyla evlensin diye Sara’yı ona emanet etmişti . Yaşarken gördüğü sembolik şiddet yüzünden bir odaya kapanan büyükbabaannem, öldükten sonra adeta sultan olmuştu. Dört dil biliyordu ama “dilsiz”di. Piyano çalıyordu ama kocaman kuyruklu piyanosu parçalanmış bir halde mahzende fare yuvası olmuştu. Sofra adabı dillere destandı ama “yoruluyor” diye sofraya çok az gelir, yemekleri, sütü vs. odasına giderdi. Hikayeyi, soykırım sırasında sakladığımız aileden dinlemeye karar verdim. Dedeme defalarca soy isimlerini ve şu an nerde olduklarını
sormama rağmen ekşimiş bir yüz ifadesi ve “boşver onları” cevabından başka bir şey öğrenemedim. Soy isimlerini bulmak zor olsa da her biri Halep, Beyrut, Moskova, Erivan, Lyon, New York ve California’ya dağılmış “diaspora” aile fertlerini bulmak çok kolay oldu. Saadet Hanımın California’da yaşayan ve ilk kuşak aile arasında yaşayan tek kişi olan en küçük kardeşi Sarkis Toughmanian ile görüştüğümüzde (2003 yılında vefat etti) bana anlattıkları, benim bugüne kadar dinlediklerime benzemiyordu. Diasporanın Bozduğu Romantik Masal Büyükdedem Süleyman İspir, Harput ve Diyarbekir sancaklarının bürokrat eşrafından bir Ağır Ceza hakimiydi. Diğer bürokratlarla birlikte bir gün Harput İttihat ve Terakki sekreteri Resneli Nazım tarafından çağrılmış ve İstanbul’dan gelen emirle uzun zamandır zemini hazırlanan, önde gelen “büyükbaş” Ermenilerin sürgünlerinin ve mallarına el koyma planının pürüzsüz, prosedürlere ve hukuka uygun yürütülmesi için yardımı istenmişti. Sarkis Toughmanian’ın tahmini, muhtemelen o telaş ve yağmada her bürokrat yağmalamak için bir “büyükbaş”ı kendisine seçmiş, Süleyman İspir de hem Harput hem Diyarbekir’den tanıdığı Toros Toughmanian’ı gözüne kestirmişti. Mallarının büyük kısmı zaten Gülbey tarafından gasp edilen, yeğenleri ve kardeşleri öldürülen Toros Toughmanian’a gidip hükümetin bu kararından bahsetmiş ve “Sizleri geri döneceğinizi söyleyerek göndermeyi planlıyorlar fakat yalan söylüyorlar. Sizi ölüme göndereceğiz. Değil dönüşünüz, gidişiniz bile meçhul. Elimde bir sürü yetki var. Kalan malını benim üstüme yaparsan seni ve aileni ortalık yatışana kadar saklar, sonra da Müslüman kimliğiyle sağ salim kaçırırım” diye pazarlık yapmış. Kabul etmek veya öldürülmek seçenekleri arasında kalan Toros Toughmanian, büyükdedeme Harput’taki kösele fabrikasını, kalenin tam karşısındaki kale hamamını ve bir pasaj vermiş (3) ve karşılığında soykırım ve yağma yatışana kadar 1 seneden fazla evimizde saklanmışlar. Sonra Sara hariç tüm aile, büyükdedemden aldıkları Müslüman kimlikleri ile kaçmışlar. Sara’yı neden bıraktınız diye sorduğumda olayı hatırlamayacak kadar küçük olan Sarkis, kolektif aile hafızasını aktardığında dedemden dinlediğim “biz Ermeni kadınları sakladık” masalı da yerle bir oluyordu: “Evinizde saklandığımız sırada bir gece yarısı, aynı zamanda akrabanız da olan bir İttihat ve Terakki paşası (Tevfik Paşa) ‘Şikayet ettiler, bu evde Ermenileri saklıyormuşsunuz’ diyerek eve baskın yapmış. Ev halkı dil döküp paşayı bizleri teslim almaması için ikna etmeye çalışırken biz de mahzenden çıkıp salona dizilmiş, paşanın kararını bekliyormuşuz. O sırada sizin aileden bir kadın, ablam Sara’yı kolundan tutup öne çıkarmış ve paşaya göstererek ‘kimseye
acımıyorsan bu kıza ve karnındaki günahsıza acı’ demiş. Bizimkiler, büyükdedenin ablam Sara’yı hamile bıraktığını orda öğrenmişler.” Büyükdedem Süleyman İspir, Ermeni Soykırımı sırasında diğer bürokratlar gibi makamının verdiği avantajla “elini kirletmeden” temiz bir şekilde malına mal ekleyip Ermeniler’den aldıkları para ve mal rüşveti karşılığında “evinde Ermeni saklayanlar”dan olmuş, zorla gasbettiği kadını “saklayıp kurtararak” aklanan mütecavizlerden olmuştu. Aslında Süleyman İspir hiçbir zaman yaptıklarını “kurtardım sakladım” diye anlatmamıştı. Bunu yapması imkansızdı çünkü onun dönemi ve nesli için yaptığı suç olmadığı gibi, bunu anlatacağı jenerasyon olayların şahidi, ortağı ve sorumlusuydu. Bunu yapması, herkes vatan-millet-din adına gemiyi batırmak ve gemidekileri yağmalamakla uğraşırken ve olanlara şahitken, onun çıkıp gemiyi kurtarmak için kaptanla işbirliği yaptığını iddia etmesi kadar abesle iştigal sayılabilirdi. Büyükdedem Süleyman İspir’in kendisini aklamak gibi bir gailesi yoktu. Çünkü herkesin ortak olduğu bu olayda yapılan suç değil, vatanperverlikti. Bu “sakladık-kurtardık” masalı, Ermeni Soykırımı’nın suç olduğunu anlayan ve nasıl bir vahşet olduğunu idrak eden sonraki jenerasyonun masalıydı. Çocukları ve torunları onun yaptıklarını sorgulamamak, rasyonalize etmek, meşrulaştırmak ve dedelerinin yaptığının sorumluluğunu almayıp aklanmak için bu kolektif yalanı dolaşıma sokmuşlardı. Bu yüzden anlatılarda muallak bir “biz” vardı. Bu biz hem Ermenileri katletmiş, kadınlara tecavüz etmiş ve mallarını gasp etmişti hem de Ermenileri saklamış, kadınları kurtarmış ve yapılanlara çok üzülmüştü. Her iki durumda da gizli özne “biz”in kullanılmasının sebebi suç ortaklığını açık etmek, ama bunu bütün normalliği içinde yapmaktı. Gerek Türkiye siyasetinin, gerekse Kürt Özgürlük Hareketi’nin Ermeni Soykırımı’nı ele alışını inceleyeceğim bu uzun yazıda, tam bir Türkiye metaforu olan kendi ailemin ve Türkiye Ermenisi metaforu olan büyükbabaannemin örneğini vermemin, Ermenileri savunur gibi yaparken, aslında onlara ne yaptığımızı anlatması açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Yokluğun Varlığıma… Ermeni Soykırımı, yeni bir devlet yaratabilmek için milli sermayeden yoksun olunduğunu farkeden İttihat ve Terakki’nin hem gayrı Müslimlerin sermayesine el koyarak Sünni sermayeyi yaratmak hem de Balkanlar’da kaybedilen topraklar yerine Ermenilerin yaşadıkları topraklara göz dikerek burayı millileştirmek için hazırladığı soykırımdır. Osmanlı’nın katı merkeziyetçiliği yüzünden servet
biriktiremeyen ve sadece köylü kalan (Türk-Kürt-Çerkes) Sünni nüfusun da halklar ve kitleler halinde ortak olup yer aldığı ve İttihat ve Terakki’nin tekelinden çıkardığı bir cinayet-tecavüz-yağma silsilesidir. Ermeni halkı tarihten kazınarak yok edilirken, toprakları ve malları Sünniler tarafından bölüşüldü; beğenilen Ermeni kadınlara tecavüz edilerek zorla el kondu (4). Soykırım sonrası inkar devleti ve inkar toplumunda yaşamaya mecbur edilmiş hayatta kalan Ermeniler, Talin Suciyan’ın “İnkar Habitusu” (Denialist Habitus) diye tanımladığı şiddet ortamında hayatta kalabildiler. İnkar, soykırımın devamıdır. Soykırımın maddi-manevi şiddeti, inkarla birlikte sembolik şiddete bürünerek devam eder. İnkar habitusuyla çepeçevre sarmalanan Ermeniler hayatta kalabilmek için kendi tarihlerini, yaşadıklarını ve geçmişlerini inkar etmek zorunda bırakıldılar ve inkar etmek sağ kalabilmenin ilk koşulu oldu. Tarihsizleştirildiler, entelektüelsizleştirildiler, muhalefetsizleştirildiler. Kendilerini korumak ilk amaçları oldu ve sahip oldukları tarihi ve entelektüel birikimleri diğer kuşaklara aktarmaları engellendi. Temsiliyet, hak, siyaset, katılım gibi tüm mekanizmaları ellerinden alındı. Türkiye dışında da seslerini duyurabildikleri bir devlet ve muhatap bulamadılar ve ASALA ortaya çıktı (5). ASALA’nın eylemleriyle gündem olan Ermeni meselesi (6), Taner Akçam’ın 1992 tarihli kitabı ve Agos’un yayın hayatına başlamasıyla birlikte sınırlı -genellikle akademik- çevrelerde konuşulmaya başladı. 2000’lerde öznesini ve izleyicisini sol liberallerin oluşturduğu kişiler konferanslar düzenlemeye başladılar. Çerçevesini ve önceliğini Ermenilerin değil de konuşanların hassasiyetlerinin belirlediği biçimde Ermeni Soykırımı konuşulmaya, romanlaştırılmaya ve anlatılaşmaya başladı. Ama bu öyle bir şekilde gerçekleşti ki, ortaya konan tüm konuşmalar ve anlatılar inkarın devamı, fakat yumuşatılmış versiyonuydu. Hrant Dink’in 2007’de öldürülmesi ise ortasınıf kitlelerin Ermenileri ve Ermeni Soykırımını “keşfetmesi” açısından bir milat oldu. Kna Merir Egur Sirim ** Öldürüldüğü güne kadar hakkında pek az şey bildiğimiz, 301’den yargılanırken çok az insan ve bir grup ÖDP’li dışında kimsenin destek vermediği, “tehdit ediliyorum” dediğinde hiç haber değeri taşımayan ve görmezden gelinen Hrant Dink, öldürüldükten sonra bir vicdan aklama nesnesine dönüştürülerek ilahlaştırıldı ve birden bire bugüne kadar davaları ve uğradığı tehdit hakkında tek kelam etmeyen yazarçizer kesimin “Arkadaşı” veya “Hrant abi”si olurken, ortasınıf kitlelerin “Ahparig”i oluverdi. Maruz kaldığı şiddet karşısında sessiz kalarak öldürülmesine giden yolda büyük sorumluluğumuz olan
Hrant Dink’in ölüm yıldönümü anmalarında rol dağılımı değişti ve Hrant Dink’e yapılanlara sessizlikle onay veren bizler, maktülün kimliğini çalarak ve kardeşleşerek cinayeti normalleştirdik. Hepimiz Ermeni idik fakat bu sadece, kolayca arkadaş-ahparig diye tepeden gasp edebileceğimiz, romantize edebileceğimiz, hakkını savunmamıza gerek olmayan, çünkü “ölü” olan Ermeniler için geçerliydi. Keza Hepimizin Ermeni olduğu aynı tarihlerde Ermeni cemaatinin uğradığı tehditler, zorluklar hiç umrumuzda olmadı. Hrant’ın her biri bir medya aygıtını kullanma fırsatına sahip Arkadaşları, sadece Hrant’ın arkadaşı olarak Ermeni olmayı tercih ettiler. Kitleler anmadan anmaya Hrantlaştılar, Ermenileştiler. Şüphesiz Hrant Dink’in öldürüldükten sonra bu kadar sahiplenilmesinde ve sembolleşmesinde diaspora Ermenileriyle girdiği tartışmalar ve diasporaya karşı Türkiye’yi savunmasının -veya savunmak zorunda bırakılmasının- rolü büyüktür. Bunun Türkler’in hem Ermenilere ve soykırıma bakışında hem de “iyi Ermeni” anlayışında metonomik bir tutum içerdiğini düşünsem de, bu başlı başına ayrı ve uzun bir tartışma yazısıdır (7). * Ayşe Özdemir’e, ebediolur.blogspot.com ‘a , Hazal Halavut’a ve Talin Suciyan’a fikir ve önerileri için, Nadin Kitapçıyan’a Ermenice yardımı için teşekkürler. ** Anlamı “Öl ki seni seveyim” olan Ermenice deyim. Գնա մեռիր, եկուր սիրեմ NOTLAR: entelektüelsizleştirilme ise memleketin hepsini 1- Bu olayın, yakın zamanda ortaya çıkan ve kapsayan genel bir politika. Talin Suciyan’ın İnkar Gayrımüslimlerin numarayla kodlanarak Habitusu kavramının daha genel ve tüm ezilen fişlenmesiyle alakalı olduğunu düşünüyorum. halklar üzerinden okunması daha faydalı olur. Türkçe Dedemin nüfusu öz annesine geçince muhtemelen çevirisi olmadığı için İngilizce bilmeyenlerden özür dedem de numaralandırılmış ve hemen okula bilgi dileyerek İngilizce linki paylaşıyorum verilmişti. http://www.armenianweekly.com/2013/11/11/examin 2- Benim anlatılarda Gülbey diye dinlediğim bu kişi ing-the-denialist-habitus-in-post-genocidal-turkey/# Güllü Ağa olarak da bilinir. Musa Anter Hatıralarım 6- Seyhan Bayraktar’ın 1975-2005 tarihlerinde isimli kitabında da (S.131) kendisinden bahseder. medyada Ermeni meselesini incelediği Gülbey’in soy isimleri Güldoğan olan torunları hala araştırmasında, Ermeni meselesinin, Ermeniler ve Diyarbekir’de yaşarlar. dış etkenler sayesinde gündem olup 3- Hamam tarihi eser olarak sit alanına dahil edildi. konuşulabildiğini belirtiliyor. Ermeni Soykırımı’nın Geri kalan mallar muhtemelen ya satıldı ya da Türkiye’de gündem olup konuşulabilmesinin sebebi benzeri bir şekilde elden çıkarıldı/başka bir şeye Diaspora Ermenilerinin bu konudaki gayretleri ve çevrildi. Bu konuda sahih bilgi veremiyorum. çalışmalarıdır (Politics of Memory: Changes, 4- Yazıyı daha fazla uzatmamak ve odağı fazla Continuities and breaks in the discourse about the dağıtmamak için Süryanileri, Rumları ve soykırımın Armenian Genocide in Turkey) detaylı ekonomi-politiğini yazamadım. Soykırım uzun 7- Burda bir parantez açıp Van’daki Vartan bir süreçle gelişen ve 1800’lü yıllarda başlayan (Ermenice zafer) Otel’i ve sahibi Victor Bedoian’ın Ermeni katliamlarıyla başladı. Soykırımın sürecini ve akıbetini hatırlatmayı elzem görüyorum. ekonomi-politiğini daha detaylı incelemek isteyenler Ermeni Soykırımı sırasında Van’dan kaçan bir Uğur Ümit Üngör’ün, Ümit Kurt’un, Taner Akçam’ın, Ermeni’nin torunu olan Victor Bedoian, dedesinin Vahan Dadrian’ın ve Çağlar Keyder’in kitaplarıyla topraklarına yıllar sonra dönerek otel açtı. Vanlı bir Sait Çetinoğlu’nun yazılarını inceleyebilirler. Müslümanın torunu olan ve dedesi “Hacı” Soykırım sürecini özetleyen Uğur Ümit Üngör: Hüsamettin Altaylı’nın Van’da sahip olduğu 7 https://www.youtube.com/watch? kilisenin ve köylerin açıklamasını yapamayan Fatih v=y6_InAhUmmM&noredirect=1 Altaylı, “Ermeniler Van’ı ele geçiriyor” Yaratılan milli sermayeye “ünlü” bir örnek olarak provokasyonuyla Victor Bedoian’ı hedef gösteren bir Eczacıbaşı’nın servetinin hikayesi aşağıdaki linktedir. haber yazdı. Vartan Otel’in camları Büyük Birlik http://www.hayastaninfo.net/selcuk-uzun/4000Partisi il teşkilatı tarafından taşlanarak yere indirildi. selcuk-uzun-ermeni-soykirimi-ermeni-mallerininTurizm Bakanlığı, Bedoian’ın işletme belgesini gaspi-ve-malta.html elinden aldı ve otelin üç yıldızı polis zoruyla bir 5- Ermenilerin soykırım sonrası yok edilişlerinin ve gecede söküldü. Bir diaspora Ermenisi olan Victor ancak cemaat olabilecek kadar az sayıda kalışlarının Bedoian uğradığı tehditler sonucu canını kurtarmak etkisiyle çok daha zorlu yaşadıkları “İnkar Habitus”u için oteli satarak ABD’ye dönmek zorunda kaldı. “Bu aslında (38 sonrası) Aleviler başta olmak üzere toprakların gelip dibine gömülmek için gözümüz Kürtler gibi ezilen hakları da kapsayan bir kavram. var” demediği ve talepleri çok açık olduğu için hiçbir Tarihsizleştirilme,muhalefetsizleştirilme ve “aydın” tarafından görülmedi, duyulmadı, hiç
gündemleşmedi ve yeterince “ölü” olmadığı için
sahiplenilmedi.
Dedeler, Torunlar, ‘Bizim Ermeniler’ ve Lobiler- II * Özge L. İspir Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra, kendilerine “Hrant’ın Arkadaşları” diyen gruptan bir kısım akademisyen/gazeteci/sanatçı Türkiyeli aydının inisiyatifinde gelişen “Ermenilerden Özür Diliyorum” kampanyası başladı (1). Marc Nichanian’ın Edebiyat ve Felaket isimli kitabında bu tarz bir özürün özür olamayacağını söyleyerek eleştirdiği; inkar politikasının daha incelikli bir biçimiyle karşılaştığımız ve soykırımdan “Büyük Felaket” diye söz eden bu kampanya sadece inkar politikasını devam ettirdiği için değil, çok tepeden ve antidemokratik bir metni, kampanyaya destek vermek isteyen katılımcılara dayattığı için de eleştirilebilir. Özür Diliyorum kampanyasının ardından, İHD’nin yıllardır düzenlediği Ermeni Soykırımı anmaları yokmuş gibi davranılarak 2010 yılında soykırımın duduk dinletisi ve acı retoriği eşliğinde estetize edilerek siyaset dışı bir alana çekildiği ‘Bu Acı Hepimizin’ (Ortak Acı / Bazı Yaralar Kapanmaz) adıyla soykırım anmaları düzenlenmeye başladı. Zamanla soykırımı anmanın yaygın söylemi ve pratiği haline gelen bu müsamereler Ermenilerin adalet taleplerini örtbas ettiği gibi, inkar politikasını devam ettirerek Ermenileri iki kere eziyordu. I-Soykırım sadece vicdan, yara, felaket, acı retoriğine hapsedildi ve basit bir dil oyunu ile incelikli ve yumuşak bir biçimde inkar politikası devam ettirildi. Soykırıma soykırım diyememek, ondan acı-yarafelaket diye bahsetmek olan biteni gizlemektir. Bunu bir de soykırıma uğrayan halkın değil de soykırımı uygulayan halkın “bizim acımız” diye dile getirmesi failleri, özneleri, sorumluları birbirine karıştırıp belirsizleştirir. Soykırıma maruz kalan özne kim, belli değil. Fail kim, belli değil. Hep beraber acı çektiysek acıyı çektiren kim ve bu acı ne, belli değil. Muhatabın ve taleplerin de belirsizliğiyle iyice soyutlaşan soykırım anmaları, inkar politikasının dil üzerinden nasıl biçim değiştirerek devam ettiğinin göstergesidir (2). II-Anmalarda,toplantılarda ve soykırım konulu anlatılarda çoğu kişinin ninesinin Ermeni olduğu dile getirilirken, dedelerin bahsi itinayla geçmez. Peki estetize edilerek anlatılan Ermeni nineler, dedelerin eline nasıl düştü ve dedeler o sırada ne yapıyordu ? Nazi subayı Adolf Eichmann Kudüs’teki sorgusunda, Almanya vatandaşı Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmesi sırasında büyük vicdan azabı çektiğini ve bazılarını kurtardığını anlatır. Hannah Arendt ise suçu gerçekliğinin ayrılmaz bir parçası haline geldiği için gerçeklikle yüzleşmeyi göze alamayan Holokost sonrası Alman
toplumunun yalancılığı bir karakter haline getirdiğini belirterek “kurtardık” yalanının soykırımı apaçık akladığını ifade eder (3). Bu sayede katiller, mütecavizler ve onların torunları olan bizler “insanlara ne korkunç şeyler yaptık” demek yerine “bunu yaparken ne kötü şeylerle karşılaştık-dayanmak zorunda kaldık” diyebilir ve yapılanları normalleştirip aklayabiliriz. Ve böylelikle kolektif bilinci ve kolektif hafızayı derdest ederek Ermeni Soykırımı ile toplumsal anlamda yüzleşilmesine engel oluruz. III- Hrant Dink’in anmalarını da kapsayan tüm bu söylemler, kampanyalar, anlatılar, toplantılar ve anmalarla birlikte Ermeni kimliği kolektif hafızada bir mağdur-kurban kimliğine hapsedildi. Dolayısıyla Osmanlı’da ve Türkiye’de ilk sosyalist mücadeleyi başlatan, sahip olduğu güçlü devrimci-direnişçi pratiğini sürgünlerle, hapislerle ve “İnkar Habitusu”yla bastırmak zorunda bırakılan hayatta kalan Ermeniler, bir de soykırımı andığını iddia edenler tarafından kurbanlaştırılarak siyasi öznelikten azl edildiler. Hem acının gaspıyla hem de Ermenilerin kurbanlaştırılmasıyla, Ermeniler ve Ermeni Soykırımı’nda muhatap ve siyasi özne olmak Ermenilere koruyucu aile rolü yapmaya teşne Türklere düştü (4). Meseleyi Ermenilere çevirir gibi yapıp, aslında kendisine çeviren Türkler, olayın acıyı yüklenen bilgesi, muhatabı ve öznesi oldular. Hal böyle olunca, sadece romantize edilen, siyasi özne olamayan, kendi yüceliğimizi görülür kılmak için araçsallaştırılan (buna Hrant Dink’i de dahil edebiliriz) ve nesneleştirilen; karşılığı sadece felakete, acıya, mağdura ve kurbana denk gelen yeni bir Ermeni kimliği yaratıldı. Ermeni kimliğini siyasi öznelikten soyundurup gayrı siyasi bu yeni kimliğe hapsedince Ermenilerle ancak muktedir pozisyonunda ilişkilenebiliriz, ki öyle de yapıyoruz. Peki gayri siyasi bu yeni Ermeni kimliğine yönelik ne tür bir talep ve beklentimiz var? Neden 24 Nisan anmaları düzenleniyor? Sorunumuz bu kadar acı ve kurbansa oturup evde de duduk dinleyerek ağlayabiliriz. Bu anmalarla iktidara ne söyleniyor? Eğer mesele (hepimizin olan) acıysa ve kurbanlıksa iktidardan talebimiz de ancak anlayış sevgi ve mutluluk olabilir. Yani ‘Bu acı hepimizin’in talebi ancak ‘hepimizin mutluluğu’ olabilir. Mağdur Ermenilerin karşılığı da ‘Mutlu Ermeniler’e denk gelir. Çünkü mağdur (kurban) sıfatı, “ezilen” gibi politik bir kavram olmadığı gibi faili de öznesizleştirip muallaklaştıran bir kavram. Elimizdeki kavramları ve muhatapları böyle belirleyince bize ve iktidara düşen de toplumsal yüzleşmeyi, soykırımı, suçunu, özrünü, cezasını, tazminini veya Ermenilerin eşit ve güvende yurttaşlık talebini politik yollarla değil, sevgi ve mutluluk reçeteleriyle halletmek olur. Yine Hannah Arendt’ten örnek verecek olursak Arendt Organize Suç
ve Evrensel Sorumluluk isimli makalesinde Hitler’i seçen, ona sempati besleyen, gücüne ve yükselmesine yardımcı olan, destekleyen, alkışlayan (Almanya ve tüm ülkelerde), Yahudilere yapılanlara ses çıkarmayan, itiraz etmeyen herkesi Holokost’tan sorumlu tutar. Arendt, Holokostla hesaplaşırken suç ve sorumluluk kavramlarının ayrılması gerektiğini savunur. Holokost, başta Naziler’in tekelinde olan, daha sonra kitlelerin de müdahil olduğu kolektif bir suç ve sorumluluk sonucudur. Fakat hem iyilik yapanlarla kötülük yapanları ayırd etmenin imkansız olduğu, hem de sorumlu olmayan suçlular olduğu gibi hiç suç kanıtı olmayan sorumluların da var olduğu bir durumun da mevcut olduğunu söyler. Herkesin suçlu olduğu noktada hiç kimse suçlu değildir ve kimsenin suçlu olmadığı yerde bir cezadan ve yargılanmadan bahsedilemez. Dolayısıyla Nazizimle hesaplaşmanın merkezine konan suç ve ceza kavramlarının politik bir kategori olamayacağını savunur ve hesaplaşmanın politik olması gerektiğini söyler. Ona göre politik olan suç(luluk) değil sorumluluktur. Gerek Türkiye’deki Ermeni cemaatinin yaşadığı bastırılma, ezilme, ölüm tehditlerine karşı; gerek Diaspora Ermenilerinin senelerdir büyük emek ve çaba harcadığı Ermeni Soykırımı’nın politik düzlemde kabulü, cezası ve tazmini için yapacağımız şey, kapanmayan yarabizim acımız-felaket gibi anmalarla meseleyi politik içeriğinden soyutlamak değil aksine siyasetin içine çekip sorumluluk almaktır. Bunun için de önce toplum olarak failliğimizle yüzleşmeliyiz. Bu bizim borcumuz ve sorumluluğumuzdur. Bu da Ermenilere karşı muktedir pozisyonu alarak ve adeta onlarla dalga geçer gibi kendi romantik masallarımız için onları araçsallaştırarak değil, hem Türkiye hem de Diaspora Ermenileri ile yoldaşlık zemininde ve adalet talebinde ortaklaşarak mümkündür. Faili Meçhuller 1915’te başladı Walter Benjamin, Tarih Meleği Alegorisi’nde, Klee’nin Angelus Novus isimli tablosunda yüzünü geçmişe dönen kanatlarını geleceğe açan bir meleği anlatır. Bu melek tarihin meleğidir; ve aslında tarihin kendisidir. Tıpkı bu melek alegorisinde olduğu gibi tarih geçmişi değil geleceği ilgilendirir. Biten bir şey değil, devam eden bir şeydir. Geçmişteki felaketler, bugüne aittir. Bugüne ait gibi duran felaketler, geçmişten yığılarak gelmiştir. Benjamin “bizimle geçmiş kuşaklar arasında gizli bir anlaşma var” der ve kurtuluşun (Erlösung) ancak geçmişin hesabını sormakla mümkün olabileceğini belirtir. Ocak 2012’de, 1990’larda JİTEM merkezi olarak kullanılan Diyarbekir İçkale’de yapılan kazılarda 40 kadar kafatası bulundu. 90’lı yıllarda faili meçhul cinayetlerle katledilen Kürtlere ait olduğu sanılan kafataslarının adli tıpa gittikten sonra Kürtlere ait olmadığı anlaşıldı.
Kafatasları 100 yıllıktı ve büyük ihtimalle Ermenilere aitti. Bu olay sayesinde 90’larda JİTEM merkezi olarak kullanılan binanın, Ermeni Soykırımı sırasında şehrin Ermeni eşrafının hapsedildiği ve işkenceyle öldürüldüğü hapishane olduğu öğrenildi. Benjamin’in Tarih Meleği Ermeni Soykırımı’nı ve Kürt katliamlarını birbirine bağlayıp iç içe geçirdi ve bu, bundan daha iyi bir örnekle anlatılamazdı. Faili meçhul cinayetler, mülksüzleştirme, köy yakmalar ve zorla yerinden etmeler 1915’te uygulanan politikanın devamıydı. Bunun işe yaradığını gören ve 1915’in hesabını vermeyen iktidar, hesap vermeyişinin rahatlığıyla aynı politikayı Kürtlere uyguladı. Ki bu şiddetin biçim değiştirerek hala devam ettiğini söyleyebiliriz (5). Kürtlerin ezilen, politize olan ve Ermenilerle benzer şeyleri yaşayan bir halk oldukları için Ermeni meselesini konuşmaya Türkler’den daha açık olduğu söylenebilir. Fakat Türklerle çok benzer noktaları da var. “Ermenileri kestik, mallarına el koyduk” anlatısı, yine sorumluluk kabul etmeyen biçimde özellikle eski kuşakta çok yaygın. Yapılanın bir suç olduğu kabul ediliyor ama devlet bize yaptırdı deniyor. Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH) ise yıllardır Ermeni Soykırımı’na manipüle etmeden ve estetikleştirmeden soykırım diyebilen bir hareket. 1982’de PKK yayın organı Serxwebun, Jön Türk zihniyetini eleştirdiği bir yazıda Ermeni Soykırımı’ndan ve Hamidiye Alayları’nın rolünden bahsetti (6). 1995’te Lahey’de kurulan sürgündeki Kürdistan Parlementosu, ilk bildirisinde Ermeni ve Süryani Soykırımı’nı kınayarak bu soykırımda yer alan Kürtler adına özür diledi. 26 Nisan 1995’te Yeni Politika gazetesi içeriğinde “Dünyanın 80 ülkesine dağılmış Ermeni Diasporasının el ele vererek bu soykırımı TC’ye kabul ettirmek ve suçluları mahkum ettirmek için mücadeleyi sürdürmesi gerekiyor” cümlesinin de geçtiği ‘Ermeni Soykırımı’nı Lanetliyoruz’ haberini yaptı. George Aryo’nun Özgür Gündem’deki yazısında dile getirdiğine göre 24 Nisan 1996’da MED TV’de bir Kürt din adamı Kürt halkına “Dünyanın neresinde olursanız olun eğer bir Ermeni ya da AsuriSüryani komşunuz varsa bir demet çiçek alın ve gidin Kürt halkı adına kendisinden özür dileyin” diye çağrıda bulundu. 1998 yılında Abdullah Öcalan, Ermenistan devlet başkanı olan Robert Kocharyan’a tebrik mesajı gönderdi ve Ermeni Soykırımı’ndan bahsetti.
24 Nisan 2005’te Özgür Gündem “Özür Diliyoruz” manşetiyle çıktı. 2013’te BDP TBMM’ye Ermeni Soykırımı’nın açığa çıkarılması için önerge verdi. Altan Tan’ın “Ermeni Soykırımı olmuştur” ve Ahmet Türk’ün “Dedelerimiz adına Ermeniler’den özür diliyoruz” söylemleri eksik fakat önemli adımlar oldu. Musa Anter Hatıralarım isimli kitabında Ermeni Soykırımı’ndan “Kürtler bu katliamda aktif rol oynadılar” diyerek bahsetti. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, Surp Giragos Kilisesi’nin onarımı için büyük katkıda bulundu ve kilisenin açılışında Osman Baydemir hepimizin önünde Patrik vekili Aram Ateşyan’a “Müsadeniz var mıdır, size kardeşim diyebilir miyim? Kardeşliğimi kabul eder misiniz?” diyerek bugüne kadar Ermenilerle kurulan en eşitlikçi ve tepeden olmayan kardeşlik ilişkisini kurdu ve devam etti: “Burası bizim değil, sizin şehriniz. Siz bizim konuğumuz değilsiniz, biz sizin konuğunuzuz.” Abdullah Demirbaş Süryanilerin itirazlarına rağmen Diyarbekir’de Ortak Acı Anıtı diktirdi (7). Türklerin Ermeni kelimesini sadece ASALA ve PKK gerillaları söz konusu olduğunda küfürle eşdeğer biçimde ağzına alabildikleri zamanlarda “TC’yi Ermeni Soykırımı’nı tanımaya çağırıyoruz” diyebilen KÖH’ün yaptıkları ve önemi inkar edilemez. Fakat bir zamanlar kendisi de “Ermeni Dölü” söyleminden nasibini alan Abdullah Öcalan’ın 2013’teki İmralı görüşmesinin basına sızdırılmasıyla ortaya çıkan ve KCK’den gelen açıklamalarla devam eden “Milliyetçi Ermeni Lobisi” söylemi herkeste büyük şaşkınlık yarattı. Çünkü bugüne kadar TC devletinin resmi söyleminin bir parçası olarak sık sık duyduğumuz ve Türkiyeli aydınların da çokca rağbet ettiği “kötü Diaspora” söylemi, KÖH’e “Kürtlerin barışmasına engel olan Ermeni Yahudi ve Rum lobileri” olarak sirayet etmiş ve tıpkı Diasporaya yapıldığı gibi aynı iktidar dili kullanılarak kriminalize edilmişti (8). Abdullah Öcalan’ın, KCK eş başkanı Bese Hozat’ın, KCK yürütme konseyi üyeleri Rıza Altun ve Mustafa Karasu’nun peş peşe gelen açıklamalarında şunlar dikkat çekiciydi: Kürt meselesinin çözümüne karşı gelmek için devlet içinde yuvalanmış ve Gülen cemaatiyle eş tutulan bir Ermeni lobisinin işaret edilmesi, Bese Hozat’ın geri adım atmayan, aksine Lobi söylemini destekleyen “özürü”nde Ermeni Soykırımı olmuştur dedikten sonra mevzuyu ısrarla Kürt soykırımına (ki Kürtler defalarca katliamlara maruz kalmış, hiçbir zaman soykırıma uğramamıştır) getirip Ermeni Soykırımı’nı konuşmaması, iyi Ermeni halkı ve kötü Diaspora lobisi diye ikilik yaratması, Abdullah
Öcalan’ın ve Mustafa Karasu’nun aynı ikilik üstünden Ermenilere seslenişi ve “makbul Türkiye Ermenisi”ni Kürt Özgürlük Hareketi’nin yanında olmaya davet etmeleri, ve yine Abdullah Öcalan’ın Ermeni Soykırımı’nda Kürtlerin rolünden hiç bahsetmeyerek soykırımın suçunu Ermeni milliyetçilerin yaptığı taşkınlıklara attığı mektubu kimsenin konuşamadığı zamanlarda Ermeni Soykırımı’nı konuşan KÖH’ün Türklerle barışırken, Diaspora/Lobi Ermenilerini karşısına aldığı gibi bir algı ve soru işareti yarattı. Lobicilik, uluslararası kamuoyuna ve yurtdışındaki devletlere sorununu anlatmak, o hükümetlerin kararlarını etkilemek için o ülkelerin siyasi eşrafıyla yapılan görüşmelerdir. KÖH’ün de diasporada lobi faaliyetlerini yürüten aktivistleri var. Mesela Paris cinayetiyle katledilen Fidan Doğan bu tarz görüşmeleri yürüten çok kıymetli ve birikimli birisiydi. Ezilen ve muhatabı olduğu devleti politik ve hukuki bir çözüme ikna edememiş halkların, bu kanalları açabilmek için başka ülkelerle iletişime geçmesi gayet normal bir yöntemken 2015 yaklaşıyorken ve Ermeni lobileri soykırımın kabülü için dünya kamuoyunu uzun zamandır ikna etmeye çalışıyorken, yıllardır sürdükleri bu faaliyet niye şimdi kriminalize edildi? Bu noktada şunu sormak da elzem görünüyor; KÖH’ün Ermenilere karşı kullandığı bu söylemin, “Bizim Kürtlerle bir derdimiz yok. Bizim derdimiz terörist PKK ile” söyleminden ne farkı var? Veya Diaspora Ermenileri’nin kriminalize edilerek Türkiye Ermenilerine kucak açılmasının, Kandil’in (ve Avrupa diaspora Kürtlerinin) dışlanarak, müzakere sürecinin sadece BDP ile yürütülmesinden ne farkı var? Abdullah Öcalan’ın ve KÖH’ün Türklerle benzeştiği nokta burası. Abdullah Öcalan’ın AİHM’ne sunduğu 5 ciltlik savunmasında Ermeni Soykırımı ile ilgili yazdıkları egemen devlet söyleminden hiç de farklı değil. Kısaca şunları şöylüyor: “…Ermeni burjuvazisi ayrılıkçı ve milliyetçi misyonerler tarafından kullanıldı ve Ermeni burjuvazisi kendini bu ayrılıkçı fikirlere kaptırdı …Bu arayış tehlikeli gelişmeleri beraberinde taşıyan bir amaç …Milliyetçi Ermeni örgütlenmeleri bağımsız ulus talebine yöneldiler ve Türk ve Kürtlerin de yaşadığı topraklar üstünde bazı taleplerde bulundular …Hınçak ve Taşnak dar milliyetçi örgütlenmelerdi …Yahudi milliyetçiliğinin Avrupa’da yol açtığı anti-semitik etkiye benzer bir etki Müslümanlarda Ermenilere karşı gelişti …Ermeniler ulus devlet için ayağa kalktıklarında İttihat ve Terakki karşı saldırıya geçti ve Ermeniler binlerce yıllık yurtlarından edilerek imha edildiler …Bu soykırımda Kürt feodallerin de payı (Hamidiye Alayları gibi) var ve o feodaller bugün korucu olarak devam etmekteler. …Bu soykırım ve tasfiyelerin gerçekleşmesinde esas sorumlu güç kapitalist modernitedir. Müslüman işbirlikçiler ikinci derecede rol sahibiler (10).”
Resmi tarih anlatısının neredeyse tekrarı olan ve Kürt halkı arasında “yaptık ama devlet tarafından kullanıldık ve kandırıldık” biçiminde dile getirilen bu söylem, soykırımın hazırlayıcısı olarak Ermeni milliyetçilerini işaret ediyor ve dolayısıyla onların siyasal mücadelesini soykırıma gerekçe gösteriyor. Ulus devlete karşı demokratik ulusun gerekliliğini anlatırken Ermeni milliyetçilerini ve sebep oldukları Ermeni Soykırımı’nı kapitalist moderniteyi olumsuzlamak için bir örnek olarak gösteriyor. Soykırımın faili olarak soyut bir kapitalist modernite ve Hamidiye Alayları işaret edilirken, Hamidiye Alayları’nın devamı bugünkü koruculardır deniyor. Oysa Kürt Ulusal mücadelesinin mihenk taşı kabul edilen Şêx Said ayaklanmasının baş aktörü ve Kürt İstiklal Komitesi’nin kurucusu Cibranlı Halit Bey (Xalîd Beg Cîbran) Hamidiye Alayları’nda yetişmiş bir Hamidiye albayıdır. Yani Hamidiye Alayları işlev olarak bugünkü koruculara denk gelse de devamının bugünkü korucular olduğunu söyleyemek doğru bir okuma sayılmaz. Böyle bir okumayla Kürt ulusal mücadelesini başlatanlar da korucular sayılabilir. ‘O Ermenilerden kalma evleri, tarlaları kabul etme oğul. Sahibi kaçmış yuvada öteki kuş barınmaz. Yuva bozanın yuvası olmaz. Zulüm tarlasında zulüm biter.’ ** Kürtler için soykırımın siyasi sorumluluğundan kaçmak Türklere göre daha zor. Çünkü Kürtler o dönemde kandırılması ve kullanılması zor bir konumdaydı. Osmanlı’ya vergi vermeyen tek millet olan Kürt beylikleri ve aşiretleri yüzyıllar boyunca özerk kalabilmiş ve “teba” pozisyonunda kabul edilmeyecek öz iradesi olan bir halktı. 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı devletinin Kürtleri merkeze bağlama çabalarına çeşitli isyanlarla karşılık verdiler. Merkezileşme çabaları başlamasına rağmen Ermeni Soykırımı gerçekleştiği sırada görece özerk bir konumda olduklarını söylemek mümkün. Köylü-yoksul Ermeniler Kürt ağalarına vergi veriyorlardı ve hem devlete hem ağalara vergi verdikleri için iki kere eziliyorlardı. Ayrıca Ermenilerin Çerkes ve Kürt yağması altında güvenlik sorunu yaşadığını ve Ayastefanos ile Berlin anlaşmalarındaki Ermenilere eşit statü ve güvence isteyen maddelerin sebebinin Ermenilerin bu durumları olduğu hatırlanırsa, Kürtlerin Çerkeslerle birlikte Ermenilere uyguladıkları baskının çok önceye dayandığı ortaya çıkar. Abdülhamid döneminde Kürt aşiretleri ve eşrafı Ermenilere ait çok sayıda malı ve mülkü yağmalayıp gasp etmişti. Şubat 1914’te imzalanan Osmanlı-Rusya anlaşması Ermenilerin yaşadığı 6 vilayette reform içeriyordu. Bu reformla gasp ettikleri Ermeni mallarının ellerinden alınacağından ve bununla ilişkili olarak Ermenistan’ın
kurulacağından korkan Kürt aşiretleri merkeze bu korkularını ilettiler. Mart 1914’te Bitlis’te Şêx Selim önderliğinde bir isyan gerçekleşti. Şêx Selim’in talepleri içinde en baskın olanı Şubat 1914’te imzalanan reform anlaşmasının uygulanmamasıydı. Abdurrezzak Bedirxan reform korkusunu “Reform yapılacaksa Kürtler de dahil edilmeli. Çünkü bu toprak meselesidir ve burası toprakların üçte birine sahip olduğumuz Kürdistan’dır” diyerek dile getirdi (Bugün Kuzey Kürdistan’ın kuzeyi -Serhêd- dediğimiz yerin 1920’lere kadar dünya siyasetinde ve dünya haritalarında Batı Ermenistan olarak kabul edildiğini hatırlatırız.) (11) Kürtler, Ermenilerin soykırım süreci ve hazırlıkları işlerken olan bitenin farkındaydı ve İttihat ve Terakki’nin planladığı soykırıma dahil olmak için yeterli çıkarları ve motivasyonları vardı. Kürt halkı,Türk ve Çerkes Sünni ortaklığıyla Ermeni Soykırımı’nın uygulayıcı ortaklarından biri oldu. Aşiret reisinden subayına, aşiretlisinden köylüsüne kadar bilfiil soykırımda, yakma, yıkma ve yağmalamada rol aldılar. Ermenilerin evlerini, kadınlarını ve çocuklarını gasp ettiler. Bu “Ermeni Soykırımı’nda rol alan Kürtler, bugün korucu aşiretleridir” denilmeyecek kadar organize bir suç. O gün bunu yapan Kürtlerin torunları içinde bugün hem Hizbullahçı Kürtler, hem korucu Kürtler, hem AKP’li Kürtler, hem de Yurtsever devrimci Kürtler var (12). Fakat bahsi geçen şey suç ortaklığı değil de, soykırım suçunun telafisi için bir siyasi sorumluluksa, bunun muhatabı tabi ki sadece Türkiye’nin değil, Ortadoğu’nun demokrasi dinamiği olan ve tüm Ortadoğu’yu değiştirip dönüştürme iddiasına ve potansiyeline sahip olan devrimci KÖH’tür. KÖH’ün Ermeni meselesiyle ilgili “Ermeni soykırımı olmuştur” dan başka bir söylemi veya siyaseti yok. Demokratik-ekolojik ulus tahayyülünde Ermeniler -Mevcut Türkiye Ermenileri için kilise restorasyonları ve Ermenice tabelalar gibi kültürel haklar dışındanerde duruyor bilmiyoruz. Mesela Bitlisli Ermeniler yarın köylerine dönmek isterlerse ne yapacağımıza dair bir siyasetimiz ve politikamız yok. Çünkü bunları “soykırım olmuştur” düzleminden çıkarıp konuşmuyoruz, tartışmıyoruz, bilmiyoruz (13) Ermenilere Karşı Siyasi Sorumluluk, TC’ye karşı Ermenilerle Yoldaşlık Elazar Barkan, Alman halkının Holokostla yüzleşmesinde 68 kuşağı devrimci Alman gençlerin-öğrencilerin çok büyük katkısı olduğunu söyler. 68’li devrimcilerin anne ve babalarını “o sırada ne yapıyordunuz, nerdeydiniz, neden karşı çıkmadınız?” diye sorgulamaya başlamasıyla yüzleşmede bir adım atıldığını ve toplumsal bilincin açığa çıkartıldığını belirtir.
Şüphesiz, soykırımda yapılanların ve suç ortaklığının siyasi sorumluluğunu alıp Türkleri de bu konuda tetikleyecek potansiyele sahip bir dinamikten, bir halktan ve siyasi iradeden bahsediyoruz. Toplumsal yüzleşme, kolektif hafıza ve kolektif bilinç “Biz Ermenilere ne yaptık, neden yaptık ve üstünde oturduğumuz mallar-topraklar kimin? Bir halkın yokluğu, nasıl bizim varlık sebebimiz oldu?” sorularıyla başlatılmazsa, barış sürecinin ve toplumsal barışın konuşulduğu şu sıralarda barış talebi de tüm inandırıcılığını kaybeder. Toplumsal barış soykırımın kabulüyle, muhatabının taleplerini ve bunun gereklerini yerine getirerek gerçekleşmeye başlayabilir. Türkler, Kürtlere yapılanlarla, bunlar yapılırken neden sessiz kaldıklarıyla ve 35 yıllık savaşa sessiz kalarak bu savaşa nasıl katkı sağladıklarıyla yüzleşmezse, kağıt üzerinde ne imzalanırsa imzalansın toplumsal alanda her gün devam eden Kürt işçilerinin, öğrencilerinin ve Kürt siyasi partilerinin “Batı” şehirlerindeki linçleri devam edecektir. Kürtler Ermeni Soykırımı’nı bu çerçevede konuşmaya ve Ermenilerin hak talebinde ortak olmaya başlarsa yalnızca Türklerin Ermeni Soykırımı sorumluluğunu kabul etmesinin yolunu açmayacak; aynı zamanda Türklerin Kürtlere karşı sorumluluğunun da önünü açarak toplumsal yüzleşmenin başlangıcını sağlayacak. Cumhuriyetin kurucu unsuruyuz diyen Kürt halkının, gerçek bir toplumsal yüzleşme ve adalet talebi için Ermeni Soykırımı’nın da kurucu unsuru olduğunu kabul edip Türk-Kürt suç ortaklığıyla yüzleşmesi gerekir. Bu sebeple 2015 yaklaşırken Kürt Özgürlük Hareketi’nin durmayı seçeceği nokta, kendi hak ve taleplerini de belirleyecek nokta olacak. Bu sadece 40 bin falili meçhulun hesabı, İçkale’de Ermenilere ait kafataslarının hesabının verilmesine bağlı olduğu için değil; gelecekteki benzer katliamların, linçlerin ve adaletsizliklerin engellenmesine bağlı olduğu için de bir borçtur. Çünkü tarih geçmişi değil geleceği ilgilendirir ve Tarih Meleği bugünü geçmişe bakarak; geleceği ise bugüne bakarak şekillendirir. * ebediolur.blogspot.com ‘ a , Hazal Halavut’a, Mehmet Polatel’e, Omeddya’ya ve Talin Suciyan’a fikir ve önerileri için, Sinan Baran ve twitter kullanıcı @bunsenbeki’ye Yeni Politika ve Özgür Gündem arşivlerine ulaşmamda yardım ettikleri için teşekkürler. ** Yaşar Kemal / Yağmurcuk Kuşu NOTLAR 1- İlk imzacıların listesi. http://www.ozurdiliyoruz.com/default.aspx# Konuyla ilgili
http://www.armenianweekly.com/2010/08/03 /gunaysu-silenced-but-resilient-agroundbreaking-panel-discussion-inistanbul/#
2– Bu yazının yazıldığı sırada Tayyip Erdoğan’ın acı ve insanlık vurgusuyla yaptığı “1915 Olayları” açıklaması geldi. Muhalefet ile muhatap iktidarın aynı noktaya geldiği metinlerin arasındaki farkı (ya da farksızlığı) yorumlarınıza bırakıyoruz. Tayyip Erdoğan’ın açıklaması http://www.bbm.gov.tr/Forms/pgNewsDetail. aspx?Type=1&Id=12456# Bulabildiğimiz Bu Acı Hepimizin çağrı metinleri https://eksisozluk.com/entry/18806778 https://eksisozluk.com/entry/23111044 https://eksisozluk.com/entry/2818212 3- Hannah Arendt / Kötülüğün Sıradanlığı (Eichmann Kudüs’te) 4- Türk siyaseti ve Kürt siyasetini ayrı ayrı ele aldığımız için kimlik olarak Türk ve Kürt diye yazmak zorunda kalsak da, okuyucuların bunu soykırımın faili olan ve muktediri işaret eden Sünni diye algılamasını rica ederiz. Burda bahsedilen ortak muktedir kimlik ve muhatap Sünni halklardır. 5- Ermeni Soykırımı hiçbir adaletsizlikle eşitlenemeyecek ve kıyaslanamayacak kadar “biricik” bir durumdur. Ermeni halkı tarihten ve topraklardan kazınarak yok edilmiştir. 90’lardaki zorunlu göçertilmelerin nasıl 1915’ten başlayan sistemli bir politika olduğunu inceleyen Bilgin Ayata’nın Express dergisinin 139. sayısında Katı İnkar’dan Esnek İnkar’a başlıklı roportajı bu konuda daha kapsamlı bilgi verebilir: https://www.academia.edu/5428004/Bilgin_A yata_ile_Inkar_Siyasetleri_Uzerine_Soylesi_E XPRESS_-_139_ 6- Serxwebun, “Türk Burjuvazisinin Zor Sistemi, Kemalizm ve 12 Eylül” http://www.serxwebun.org/arsiv/04/# 7- Süryanilerin Abdullah Demirbaş’a çağrısı http://www.hristiyangazete.com/2013/09/sey fo-center-diyarbakirda-seyfo-aniti-dikilsin/# 8- BDP- Öcalan görüşmesi 2013 http://www.radikal.com.tr/turkiye/ocalan_bdp _gorusmesinin_zabitlari_ortaya_cikti-112326 KCK eş başkanı Bese Hozat’ın lobilerden bahseden ropörtajı http://www.firatnews.com/news/guncel/hozat -paralel-devlet-9-ocak-komplosununicindedir.htm# KCK yürütme konseyi üyeleri Rıza Altun ve Mustafa Karasu’nun açıklamaları Mustafa Karasu Rıza Altun Bese Hozat’ın tepkilerden sonra yaptığı lobi açıklaması http://www.firatnews.com/news/guncel/besehozat-pkk-halklar-sevdalisi-bir-harekettir.htm Abdullah Öcalan’ın Ermenilere mektubu https://www.agos.com.tr/haber.php?
seo=ocalandan-yuzlesmecagrisi&haberid=6500 10- Abdullah Öcalan’ın 5 ciltlik savunmalarında yer yer dile getirdiği Ermeni ve Süryani Soykırımı ile ilgili düşünceleri, en detaylı biçimde savunmalarının 5. cildi olan Ulus Çözümü’nde ele alınmıştır. Süryani Soykırımı ile ilgili ise İngilizlerin Irak üstündeki emelleri için Süryanileri ve Kürt beylerini kullandığını dile getirir. Abdullah Öcalan/ Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü (s.99-105) 11- Abdürrezzak Bedirxan ve Şeyh Selim ile ilgili ayrıntılar Mehmet Polatel’den alındı. Ermeni mallarının bölüşümü ve bilhassa Kürdistan’ın pozisyonu üzerine Mehmet Polatel ve Uğur Ümit Üngör’ün beraber hazırladıkları Confiscation and Destruction. The Young Turk Seizure of Armenian Property isimli çalışmaya, Ümit Kurt ve Taner Akçam’ın Kanunların Ruhu kitabına, Recep Maraşlı’nın Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı kitabına ve Sait Çetinoğlu’nun yazılarına bakılabilir. 12- Ortaklığı ve sorumluluğu güçlendirecek bir başka örnek de daha önce Hamidiye Alayları ile Nasturi ve Ezidi katliamları pratiği olan Kürt aşiretlerinin 1915 Asuri-Süryani Soykırımı’dır. Süryani Soykırımı tamamen yerel otoriteler ve Kürt aşiretleri tarafından gerçekleştirilmiştir . Mardin’de, tapusunun BDP’li il yöneticilerinde olduğu iddia edilen Mor Avgin Manastırı krizi https://www.agos.com.tr/haber.php? seo=mardinde-suryaniler-topraklariniistiyor&haberid=5305 “Kürtlerin Süryanilere Ait Toprakları İade Etmeleri gerekiyor” https://www.agos.com.tr/haber.php? seo=kurtlerin-suryanilere-ait-toprak-vemulkleri-iade-etmelerigerekiyor&haberid=6507 13- Kürt halkının ve KÖH’ün hiç Ermeni pratiğinin olmaması da buna etken olabilir. 2009’da Diyarbekir Suriçi’deki Ermeni Kilisesi’ni gezerken kilise görevlisine “Diyarbekir’de kaç Ermeni aile kaldı?” dediğimizde “Sadece bir aile var” cevabını almıştık. 2012 yılında DTK, Ezidi Konferansı düzenledi. Konferansın kitleselleşmemesi, kapalı olması ve sadece DTK’de yer alan kişilere açık olması bir sorun teşkil etse de, Sünni Kürt baskısından kaçan ve dünyanın dört bir yanında sürgün olan Ezidiler gelip yaşadıkları baskıları ve ezilmeyi dile getirdiler. BDP-DTK’nin kitleşelleşemeyen ama ilk Ezidi Konferansı pratiği olması açısından önemli olan bu konferanstan sonra Ezidi haklarının iadesi için meclise önerge
verdiği açıklandı. http://firatnews.com/news/guncel/bdp-denezidilerin-haklarinin-iadesi-icin-meclisarastirmasi-onerisi.htm# Ezidiler Kürt oldukları için DTK’nin ‘Ezidiler de Kürdistan’ın halkıdır, geri dönmelidir, haklarını geri almalıdır’ sonuç bildirgesini kolaylıkla imzaladılar. Fakat birkaç ay sonra yapılan Alevi Konferansı, Alevi delegelerinin ve temsilcilerinin DTK’nin sonuç bildirgesini imzalamayı reddetmesiyle sonuçlandı. Ermeniler ve Süryanilerle ilgili böyle bir konferans tartışılmadı bile. Bu konferansların yapılması ve kitleşelleşmesi gerektiğiyle ilgili eleştiriler dinleniyor fakat hiç dikkate alınıp pratiğe dökülmüyor. 2012 Ezidi Konferansı’nda bir şey daha dikkat çekti. Girişte her misafire isim kartlarını yazabilmek için hangi
ülkeden/şehirden geldikleri soruldu. Diyarbekir’den 10-15 kişi “Diyarbekirli Ermeniyim” diyerek konferansa katıldı. Eğer bu insanlar “Ermeniyim” diyen Ezidiler değilse (çünkü Ezidiler Sünnilerden gördükleri şiddeti anlatırken asla yoğurt, domates gibi malları Sünnilere satamadıklarını, bunun için Ermeni ve Süryani Hristiyanları aracı koyduklarını anlattılar. Yani Ermeniler-Süryaniler, Ezidilere komprador görevi görüyorlardı ve mallarını kendilerininmiş gibi satıyorlardı) Ermenilerin açılmaya başladığını ve Diyarbekir’deki kilise açılışları ve Ermenice tabela gibi deneyimlerin bir nebze onları cesaretlendirdiğini düşünebiliriz. 2014’te aynı kilisenin görevlisi “Diyarbekir’de 20-25 Ermeni aile var” dedi.
--"1915, sol için piyasası olan bir mesele değildi” Ermeni Soykırımı’nın 100. yılında geriye dönüp bakabileceğimiz konulardan biri de Türkiye’deki sosyalist hareketin bu mesele ile ilgisi, kaydadeğer bir çizgi izleyen Ermeni entelektüller - Türkiye solu ilişkisi ve bütün bu ilişkinin tarihi. Bir söyleşiye sığamayacak bir konu elbette ama yine de giriş niyetine bir yerinden başlayalım dedik. Zakarya Mildanoğlu, Masis Kürkçügil ve Pakrat Estukyan hem kişisel maceralarını hem de meseleye nasıl baktıklarını paylaştılar. Yetvart Danzikyan: Solun 1915 ile ilişkisi bilhassa Cumhuriyet sonrası dönemde nasıl seyretti, Sol bu konuya nasıl baktı, ikincisi Ermenilerin sol ile ilişkisi nasıl seyretti ve bu dönemde Ermeniler sol içinde bu konuyu ne kadar konuşabildiler ne kadar konuşamadılar, bunu konuşalım dedik. Herhalde TKP ile başlamak lazım, partinin bu konuda dökümanları da var, hatta benim hatırladığım bir dökümanda; 36’lar olması lazım, TKP Kürt meselesinde devletin tutumuna daha muhalif bakarken 1915’i haklı buluyor. Tarih ve Toplum dergisi basmıştı 1993 yılında. Masis Kürkçügil: TKP’nin devraldığı bir miras var, Mustafa Suphi’yi bir yana bırakırsak eğer, çünkü o öldü, gelenek Şefik Hüsnü’nün Aydınlık kadrosunun geleneğidir. Bu geleneğe dahil olan insanlar aslında 1915’i bizzat yaşamış insanlardır ve olup bitenlerden haberdar olmak durumundaydılar, haberdar olmamaları mümkün değildir. Şeyh Sait isyanı karşısında TKP’nin tavrı bize yöntemsel
olarak bu kadronun bütün bu konulardaki tutumunu açıklar yani Ankara’daki ilerici burjuva yönetimi bu gerici feodal unsurları tedip edebilir, burada Ankara ile ittifak içinde bu tür meseleleri kendilerine dert edinmeme alışkanlığını benimsemiş, aynı şey aslında Mustafa Suphi kanadı için de söylenebilirdi ama onlar yaşamadığı için oraya girmeyelim. Dolayısıyla sol hareketin kendi geleneği de tırnak içinde İttihatçıların da açtığı bu kültürel gelenekle ilişkili öyle olunca bu tür meselelerle uğraşmayı pek uygun görmüyorlar. Benim kanaatim başlangıç evresinden itibaren bu mesele suskunlukla geçiştiriliyor ya da Ankara’daki rejim ilerici göründüğü için ve bunlar da yani TKP’nin bir kısmı İttihatçıların devamı olduğu için bu böyle gelişiyor. 1927’den sonra zaten parti iyice zayıflıyor ve partinin içinden parti genel sekreteri de dahil olmak üzere Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya, Kadro dergisini kuruyorlar, Kemalist rejime akıl hocalığı yapmak için. Pakrat Estukyan: Masis bir şey sormak istiyorum; bu iklimde Sovyetler Birliği’nin Lenin’in tutumunun etkisi nedir, onlar da kurtuluş hareketine Bolşevik olma potansiyeli olan bir hareket olarak mı bakıyorlar, komünistler de bu iklim içimde mi bundan etkileniyorlar? MK: Dönemlere ayırmak gerekecek. Milli Mücadele başladığı zaman iç savaş bitiyor Rusya’da, Ankara rejimi İngilizlerin karşısında, dolayısıyla Ruslar altın yardımı yapıyor. 1922’de ise Komünist Enternasyonal’in gönderdiği mektup var İran KP’ye, Çiçerin’in Troçki’nin imzaladığı, “Kemalistlerin Batı ile ilişkilendiklerine dair elimizde bilgi var” diyor, tabii ki başlangıçta ortak düşmana karşı yardımda bulunuyorlar 1915’i biliyorlar mı bilmiyorlar mı? Lenin’in bütün eserlerine baktığın takdirde Osmanlı ile ilgili bir metni yok, buna karşılık Troçki’nin Balkan Harbi vesilesiyle Ermeniler’e ilişkin öngörüleri var, çok açık biçimde şunu söyler, “Batılılar Osmanlı’yı parçalamak istiyor ama Jön Türkler de Ermenileri kesecek”. Ama şunu söylemek lazım Radek dahil Türkiye’deki işçi hareketini çok zayıf görüyorlardı, sizin üç fırın ekmek yememiz lazım görüşündeydiler. Art alan bu olunca zaten ara sıra beyanname yayınlayan bir çevreden bahsediyoruz. 30-35 kişilik beyanname yayınlayan bir çevre. Ama esas olarak içe kapalı ve politikasını da bağımsız bir şekilde üretebilecek durumda değil, zaten 30’ların ortasında parti felç olmuştur yukarıdan bir emirle partinin merkezi yapısı dağıtılmıştır, çünkü 1935’te 7. Kongre’den sonra halk cephesi politikası gündeme gelmiştir ve bu politika uyarınca Kemalist rejimle arayı bozmamak kararı var dolayısıyla buradaki komünistlerde de düşük profilli hareket etme politikası gündeme gelmiştir. Zaten komünist hareketin tekrar canlanması 40’lı yıllarda ilerici gençler
hareketiyle ortaya çıkacak. Zakarya Mildanoğlu: Yalnız, bir not düşmek açısından şunu söyleyelim Sovyetler’in böyle bir şeyden bu konudan haberdar olmaması mümkün değil. Anadolu’da yaşanmış onca katliam var, bunlar o zamanki emperyal güçlerin İngiltere’nin Rusya’nın gündemini sürekli meşgul eder onun için 1915’ten haberdar olmamaları mümkün değil. Burada TKP ile ilgili şunu söylemek istiyorum TKP kurucuları arasında çok fazla sayıda İttihatçı var, çok temiz değil kurucular, hatta o tarih yeterince incelenmiş değil, kurucular arasında 1915 katliamına katılan kişiler var adam Anadolu da katliam yapmış, bakmış yargılanacak kaçmış Suriye’ye. MK: Salih Zeki var. ZM: Salih Zeki bakmış ki pabuç pahalı kalkmış gitmiş oradan Kafkasya’ya TKP kurucularından biri olmuş. Serteller vardır mesela. Kim bunlar? İttihatçı. Trakya’daki Musevi pogromuna akıldanelik yapan Serteldir. Bir kitapta detaylı olarak anlatmış. MK: Sertel TKP’li olmadı ama. ZM: Sol ama. Kamuda bunlar ilerici aydın insanlar olarak göründüler. İnandık. YD: Tam da bu yıllar Ermenilerle TKP arasında bir ilişki başlıyor, ilgi duyulan yıllar. PE: Ama Ermeniler açısından TKP ya da TKP demeyelim, komünist hareket zaten bir enternasyonalizm açıklamasıdır. Ermenilerin hiçbir zaman Türk siyasi hareketinin bir parçası olarak bakmadılar meseleye, sınıfsal açıdan baktıkları için yaşadıkları ülkenin komünist partisine entegre oldular, orada faaliyet gösterdiler ama onlar için ideolojik olarak esas enternasyonalizm vardı sosyalizm ideolojisini benimsedikleri için o mecradaydılar. YD Bu yıllar sanıyorum Aram Pehlivanyanların TKP’ye geldiği yıllar. PE Pehlivanların, İhmalyanların geldiği 40’lı yıllar. YD 40‘lara biraz İttihatçı etkisini kırıldığı dolayısıyla Ermenilerin de daha rahat girdiği dönem olarak bakmalı mı, yoksa hala karışık mı her şey? PE Hala karışık ZM Son gününe kadar karışık. Ben TKP cenahından geldiğim için, hala son merkez komitesi üyeleri arasında, mesela Ali Söylemezoğlu vardır duymuşunuzdur, çok uzun yıllar yattı, yani savunuyor, 'evet soykırım yapıldı' diyor, merkez komitesi üyesi bu. O iniş çıkışlar zaman zaman canlanmalar, konjonktür çok önemli ama bakıyorsun kafasını kaldırıyor, hemen tutuklamalar tabutluklar, trajik bir tarih
esasında TKP’nin tarihi YD İsterseniz 50’lere gelelim. 50ler TKP’nin büyük tevkifat yılları ama bir canlanma da var sanki MK Yalnız şunu da konuşmamız; lazım bu kadroların sosyalist formasyonu diğer alanlarda neydi? Yani şu alanlarda çok iyiydiler de bu meseleye gelince tökezliyorlardı, dediğin zaman.. Yaşadığın topluma ilişkin ciddiye alınabilir bir broşür anmak mümkün değildir. YD Yani sosyalist teoriye katkı çok zayıf diyorsun. MK Evet hem uluslararası sosyalist teoriye katkı bakımından zayıf hem de bulunduğu toplumu açıklama babında. Diyelim ki kapanırsın, durum siyaset yapmaya mümkün değil hiç değilse bazı meseleleri açıklığa kavuşturmak istersin geriye dönüp baktığımız zaman din meselesi böyledir Kürt meselesi böyledir Ermeni meselesi böyledir, işçi sınıfını neden Türkiye’de merkez sağ partilere oy veriyor, bütün bunların incelenmesi gerekir bu konuda da ciddiye alınabilir bir şey bulunmuyor. ZM Orada özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası Türkiye’de çok ciddi bir aydın göçü var, Ermeniler açısından söylüyorum, bunlar genellikle solcu aydılar örneğin İhmalyan da o tarihte çekip gitmiştir ve bunlar iki öbek olarak birileri doğrudan partiyle ilişki kurup gitmiştir bir kısmı özellikle Fransa’ya gidip yerleşmişlerdir Aleksanyanlar vs. Gittiler çünkü şunu düşünmüşler. Can güvenliği meselesi. Artık bizim burada yaşama şansımız kalmadı üretme şansımız kalmadı, bunlar çok önemli insanlar MK Bunun nedenlerinden biri Varlık Vergisi biri de 20 kura askerlik, benim babam gibi bilmem kaç sene eline silah verilmeden inşaatlarda çalışıyorsun. Hiçbir şey olmasa kahverengi elbise giydirip inşaatlarda çalıştırılınca herkesin hafızasında bu 1915 var zaten. ZM Ermeni aydınlarında da daha sona Beyrut’a gidenlerden tek tük dönenler de var örneğin Gobelyan, Zaven Biberyan, hatta Pehlivanyan’la Zaven Biberyan’ın yolları Beyrut’ta kesişir. Fakat Masis’in dediği önemli, avuçta ne var, formasyon, o çok önemli. Yok ahparig. Bak şimdi eğer Moskova Ermenilerini Balkan Ermenilerini konuşursak o ayrı o tip formasyonlar var ama bizim Türkiye’de ne yazık ki yok, Ermeni solculardan bahsedecek olursak bunlar adım adım gittiler, edebiyatçısı gitti sanatçısı gitti, politika yapanı gitti, Nor Or gazetesine bakarsan çok önemli bir politika yapıyor o tarihlerde, konuşacaksak Nor Or’u atlayarak konuşmak mümkün değil hatta ondan önce çok kısa ömürlü ama bu içerikte yayınlar var. YD 60’lara gelelim isterseniz 60’larda solun durumu Ermenilerin sola bakışı nasıl?
PE 65 seçimlerinde mesela Vakıflıköyden TİP’in aldığı oylar konuşmaya değer bir konudur. MK TİP’e azınlıklar Ermeniler ciddi oy verdiler benim babam da daha önce Adalet Partisi’ne, Demokrat Parti’ye oy veriyordu, bir terziydi evde kitap filan yoktu 65 ve 69 seçimlerinde TİP’e oy verdi ve propagandasını da yaptı ama ciddi bir sorun daha vardı. Yine 65’te radyoda Mehmet Ali Aybar gavura karşı bilmemneye karşı diye propaganda yapıyordu benim babamla en büyük muhabbetim şuydu “Ya işte şeyi kastetmiyor, Amerikan emperyalizmini kastediyor”, o da diyordu ki “Ya evladım sen söylüyorsun da onlar bilmiyorlar mı, onlar da söylesinler” diyordu, yani oy verdi ama ciğerine dokundu bu işler. PE Aşık İhsani de aynı şeyleri yapıyordu, TİP’in en güçlü sesiydi Aşık İhsani, o da aynı şeyleri yapıyordu. ZM Formasyon dedik de 1915 yani soykırımın olan formasyonu da yok ettiğini düşünüyorum bu illa sosyalistler komünistler açısından değil 1915 öncesinde mesela iki tane isim üzerinden konuşacak olursak Zohrab ve Vartkes Meclis-i Mebusan’da çok önemli roller oynuyorlar fikirsel olarak, bu ülkenin sorunları hakkında konuşmuşlardı, bugünden bakarsak solcu insanlar bunlar, Taşnak üyesi filan değiller ama bunlar biraz bağımsız kalanlar. 1915 ile birlikte bu formasyon da katlediliyor bunu bir yere yazmak lazım. PE Çünkü o formasyonun en önemli özelliği olan Osmanlıcılığı ortadan kalkıyor, bunların hepsi Osmanlı aydınlarıydı aslında bütün önermeleri Osmanlı yapısı içerisinde önermelerdi bağımsız Ermenistan ülküsünden hareket etmiş şeyler değillerdi YD Ben araya girip bir şey sormak istiyorum, 60’lara geldik artık zaten. 60’lara kadarki dönemde TKP içindeki Ermenilerin Ermenistan ülkesine bakışları nasıl, oraya gelmek gitmek istiyorlar mı, Sovyetler sonuç olarak orada hakim ama sanki çok fazla bir ilişki yok gibi. ZM Ermenistan hem var hem yok. Sovyetler’in cumhuriyetlerinden biri. Genel kurallar var orada, bütün cumhuriyetler için geçerli, yurtdışına çıkış ya da geliş turist ziyareti filan bunların hepsi çok sıkı kurallara bağlı. Bunun en bilinen örneği bizim Sarkis ustadır, Sarkis Çerkezyan çok erken tarihlerde gitmek için müracaat etmesine rağmen kaç sene sonra gitme izni çıktı. YD Üstelik de örgüt üyesi ZM Örgüt üyesi ama mekanizma şöyle işlerdi. Sen burada nereye bağlıysan parti örgütü olarak oraya şefin kimse ona anlatacaksın o gidecek bilmem nereye anlatacak o gidecek bilmen nereye anlatacak o da Leipzig’de senede bir defa mı karşılaşma olur bilmen
ne mi olur, orada diyecek ki işte bizim Türkiye’den şu iki yoldaşımız var aileleriyle gelmek istiyorlar kabul edin diyecek de gidebilecekler. Ama bazı istisnalar oldu özellikle 60’larda bir grup insan gitti ne oldu çok detaylı bilmiyorum niye izin verdiler o tarihlerde özellikle Demokrat Parti içinde örgütlenmiş kimi Ermeniler de vardı onlar Beyrut ya da Suriye üzerinden gittiler PE Orada şöyle bir hikaye de var 1946 yılında 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra Ermenistan Nerkaht projesi yapıp bunu bütün Ermeni dünyasına duyurduğunda Türkiye’den çok büyük bir ilgi gördü bu çağrı, yani yurda dönüş, Türkiye’den epey insan konsolosluğa isimlerini yazdırdılar, anlatırlar ki çok fazla insan o sene kışlık odun almamıştı, nasıl olsa kışın orada olacağız diye. 46’dan bahsediyorum sonrasında bu yurda dönüş Türkiye’de uygulanamadı ben kendi aile hikayemden biliyorum ki o dönem henüz annem ile babam evli değiller her iki dedem de gidip o konsolosluk listeni isimlerini yazdırmışlar MK Tabii bu arada başka bir şey var, aydın kırımı. Bizdekinin bir benzeri bir gecede Yerevan’dan 10 bin kişi götürdüler, bunu içinde Dikran Zaven de var Zabel Yesayan da var. YD Peki 65’e kadar geldik biraz da 65 sonrası dönemi konuşalım mı? PE Formasyon meselesine devam etmemiz gerekecek galiba, 70’te çünkü TİP süreci bitecektir 12 Mart darbesiyle. MK Evet ama o beş yıl içinde ilk defa kitaplar neşredilmeye başlandı mesela diyelim ki aslında Türk sosyalistleri Ermeni meselesini bilmiyordu ama genel olarak Osmanlı Türkiye tarihine de bilmiyorlardı, Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni ilk defa çıktı yakın tarih üzerine ciddiye alınacak kitaplar 65’ten sonra çıkmaya başladı esas olarak formasyonumuz neydi, aslında Kemalist devrim iyi bir şeydi hayırlı bir şeydi anti emperyalist bir şeydi hatta yer yer neredeyse anti kapitalist bir şeydi, kalpaklı M. Kemal resimleri vs Eğer bir Ermeni de bu sosyalist camianın içine giriyorsa bu ön kabullerle giriyordu YD Biraz da bunu konuşmak istiyorum alında. Öyle bir Kemalizm etkisi olmuş ki solda bile, dolayısıyla oraya girmek isteyen Ermeniler de aslında kendilerini o dünyanın içinde buluyorlar MK Şöyle: sosyalizmi öğrenmeden çünkü Kemalist argümanlarla bu işe girişmiş oluyorsun ZM Sosyalizmi öğrenebileceğin bir yayın Allah için bir broşür bile yok o a tarihlerde yani herkes duyduğu ettiği şeyler üzerinden makaleler yazıyor tezler geliştiriyor, TİP dönemi Ermeniler açısından birazcık önemli şu açıdan söylüyorum fazla sayıda Ermeni TİP hareketine
girmiştir. YD Ermeniler de aslında illegaliteden legaliteye geçiyorlar gibi bir durum oluyor. MK Yeraltından çıkıyorlar. Benzer bir durum Kürtler için de oluyor tabii Tarık Ziya Ekinci’nin anılarında vardır. ZM Yani pek çok semtte ilçe hareketlerinin içinde Ermeni var. Şişli, Beyoğlu, Eminönü ilçesi pek çok yerde var Rumlar da var. YD Orada öne çıkan isimler kim oluyor? PE Sarkis Çerkezyan MK Zaven Biberyan, belediye meclis üyesi PE Arto Tokatlıyan MK Bizim Ohannes, Yaşar Uçar ZM Örneğin Kumkapı’da Nişan abimiz vardı bizim, Kunduracı Nişan o TİP’teydi. Ben o birinci TİP’in son kısmına yetiştim, oraları birazcık hatırlarım, bu konu (1915) hiç konuşulmazdı MK Bu konu konuşulduğu zaman zaten şöyle bir problem vardı Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni kitabı herkesin ilmihali oldu çünkü başka bir kaynak yok bu sana vakti zamanın tarihinden başlıyor yakın zamana kadar getiriyor ve o zaman tarihe de böyle bakıyorsun yakın tarihe de böyle bakıyorsun başka elinde bir kaynak yok bunu okuduğun takdirde de tabii ki Ermeniler zaten emperyalizmin ajanı oluyor. PE Şevket Süreyya Aydemir’in de kitapları var İnönü Enver Paşa’nın hikayeleri MK Evet ama onlar kutsal kitap gibi görülmedi Doğan Avcıoğlu’nun kitabı politik bir amaç için yazılmıştı. Yön dergisin çıkışına bak orada eski TİP kurucuları filan da vardır Yön’le TİP arasında bir geçiş evresi var PE Yön bildirgesi açıklanırken ilk isim listesinin en başındaki isim Ermeni ismidir Daron Acemoğlu’nun babası Kevork Acemoğlu. Hukukçu, alfabetik sırayla dizmişler soyadı anlamında, ilk sırada Acemoğlu Kevork ZM TİP içinde konuşulmazdı ama Ermenilere yönelik bir sempatinin olduğunu söyleyebilirim, TİP içinde, Aybar’ın Fransa’daki hikayesi vardı, neydi, nereye gitmişti o.. MK Anladım, hikayeyi Anahit Der Minassian anlatmıştı Russell Mahkemesi’nin üyesi, Vietnamlı üyesi, Jean Paul Sartre de metni yazıyor ve Vietnam’a ilişkin napalm bombası, soykırım tartışmaları vesaire o metne Ermeni soykırımını da dahil etmek istiyor Sartre.
Aybar da TİP genel başkanı, diyor ki “eğer koyarsanız ben imzalamam” diyor YD Bunu aktaran Anahit Der Minassian mı? MK Evet, makalesini bulurum ve Aybar’ın kendi üç ciltlik TİP tarihi kitabında bu meseleyi anlattığı bir pasaj var çok ilginçtir bir sosyalist açısından. Mithat Şükrü Bleda’nın İttihatçıların malum şahsiyetinin kitabından sayfalar dolusu alıntı yapar kendi görüşünü kanıtlamak için. Demiyorum ki kurbanların gözünden bak, hiç olmazsa kendi sözünü söyleyeceksen iki üç tane bir şey karıştır; yine aynı sonucu versin, ama eli kanlı olan bir cemiyetin önemli bir simasından alıntı yapıyorsun ZM Çok kötü evet orada Enver’i bile savunuyor, yani savunuyordan kastım şu “Doğru yaptı başka çaresi yoktu” anlamında o anlama gelecek şeyler söylüyor bir taraftan da işte eziyet çektiler çile çektiler yollarda öldüler gibi laflar da var. PE Süreyya Aydemir aynısını Enver paşa kitabında yapıyor YD 70’lere geldik artık MK 70’ lerin arifesinde şöyle bir durum var, tartışma değişiyor ilk kez mili mücadele üzerine bir tartışma başlıyor yani bu milli mücadele anti emperyalist bir mücadele midir devrim midir gibi bir tartışma çıkıyor, 12 Mart sürecinde de siyaseten özellikle İbrahim Kaypakkaya’nın o zamanki Doğu Perinçek’in partisi ile yaptığı tartışmada Kemalizme yönelik eleştirisinin makul sonucu olarak olaylara başka türlü bakmaya başlıyorsun. O zaman geriye dönük mantıki sonucu ne oluyor o zaman bu bir gericilikse ilericilik devrimcilik değilse o zaman bunun kadroları ya da bunun miras aldığı tarih bize bugüne kadar öğretilen tarih değildir, dolayısıyla 70 böyle bir geçiş dönemine denk geliyor. YD 70’ler Kemalizmle hesaplaşmanın başladığı yıllar bu anlamda MK Dolayısıyla bu sosyalist hareket içinde bir kırılma yaratıyor bundan sonra ikinci bir olay kendi mantıksal sonucuna vardı Diyarbakır hapishanesinde Kürtler bir savunma yaptılar onlar da kendi tarihlerini kurmak durumundadırlar ve onun sonucu olarak, İsmail Beşikçi’nin katkısı vardır, bu 70’li yıllarda Kürtler açısından tarih bilinci açısından yörünge değişikliğine yol açıyor. Yalnız şu anekdotu da anlatmam lazım Hagop Mıntzuri’nin kitabı çıktığında Tarih Vakfı’ndan Karagözyan’da bir toplantı yapıldı Aziz Nesin de vardı, Margosyan da var, o ara Margosyan dedi ki “Bizim böyle önemli yazarlarımız vardır”, Aziz Nesin de bütün hinoğlu hinliğiyle dedi ki “İyi de çevirmezseniz biz bunu nereden bileceğiz” dedi. Bir problem de bu. Yani aslında bu meseleyi de, başlı başına dile getiren,
dert edinen bir ses yoktu. Dolayısıyla kendi tarihlerini henüz doğru dürüst öğrenmek durumunda olmayan Türk sosyalisti.. İşçi sınıfının burada yaşayan mazlumların bütün insanlığın aşağıdan bir tarihini yazmak lazım. Sen kendi toprağında olanlardan haberdar değilsen, böyle bilmem kaç sene öncesinde kalmış bir olay, tabii bir de biz devrimi tabiri caizse insanlığın geleceğini geçmişten kopuk bir şekilde düşündük sonra öğrendik tarih böyle bir şey değil bu geçmiş dediğimiz şeyler kuracağımız gelecekle doğrudan doğruya ilgili ve bu geçmişin acılarını tekrarlanmaması için bu deneyimlerin canlı tutulması ciddi bir görev bunu bilincine sonradan vardık. ZM 70’lere doğru gelirken hem Türkiye’deki sol hem de solcu Ermeniler açısından bir takım değişiklikler olmaya başladı, siyasi hareket içinde ayrışmalar başladı Türkiye’de adım adım, onlarca siyasi grup doğdu kimi parti oldu kimi dergi etrafında örgütlendi bunu not etmek gerekir çünkü Ermenilerle ilgili bir yanı var birazcık da o tarihlerde siyasi şeylere girdik Garbis Altınoğlu diye bir arkadaşımız, şimdi Almanya’da bildiğim kadarıyla, Orhan Bakır vardı bunlar ilk isimlerdi Harutyun Hançer vardı Garbis hayatta diğerlerini hepsi bir yerde bir kurşunla hayatını kaybetmiş kişiler. YD Siz hepiniz artık o dönemler faal olarak siyasetin içindeydiniz, 70’lerde bu mesele artık biraz konuşulmaya başlanmış mıydı yoksa hala arka planda kalmış mıydı.. PE 70’lere geldiğimizde Ermeniler açısından sosyalizmin önemli odaklarından biri de Tıbrevank derneğidir bu dönemde. Türkiye’deki sol fraksiyonların önemli bir kısmı kendi temsilini bulmuştur, gruplaşmalar olmuştur dernek kongresi yapıldığında şimdiki baro kongreleri gibi gruplar oluşuyordu kimi dernekler tek bir liste oluşturmakta zorlanırken orda listeler savaşı yapılıyordu TKP, Maocu kanat vs listeler vardı YD Tıbrevank içindeki Ermeniler Türkiye’deki sosyalist harekette kaç kanat varsa o kadar kanada bölünmüşlerdi yani PE Bir yandan de Aziz Nesin geliyordu konuşma yapmaya Ruhi Su Yaşar Kemal geliyordu bir yandan da böyle bir iklim vardı onun popüler yansımaları da vardı Haçik abi halkoyunları kavramını getirdi halkoyunları Hayastan’dan beslenmiş bir şey böylece sosyalist bir ülke olarak Hayastan’la da bir temas kültürel bazda da olsa bir temas kurulmuş oldu. Bunun içine Ermeni edebiyatı da giriyordu ben mesela eminim ki Tıbrevank öğrencileri diğer öğrencilerden farklı olarak Yeğişe Çarents’i tanıyorlardı, derneğin duvarları Çarents şiirleri ile dolardı ya da Hovhannes Tumanyan’ın 100. doğum yıldönümünü en coşkulu kutlayan Tıbrevank derneği oldu
MK Zaten Aras’ı kuranlar da Agos’u kuranlar da Tıbrevanklılar YD Peki sizin kişisel olarak bu meseleyle tanışmanız yine 70lere mi denk geliyor? ZM Benim için oldukça erken aile hikayesinden var babam çünkü 1915te 9 yaşında ve akrabası olmayan bir insandı tanışmamak zaten mümkün değil ama .. YD Bunu politik bir meseleye oturtmanız.. ZM Yok bunu o tarihlerde oturttuk diyen kaç kişi çıkar bilmiyorum. Tabii Tıbrevank özel bir yer, var nedenleri var açıkçası çünkü sol deyince Tıbrevank’ı pas geçmek mümkün değil çok ciddi şekilde kayıp da vermiştir açıkçası onu söyleyelim can kaybı vermiştir en sonuncusu da Hırant’tır yani. Hatta bu ayrışmalar dedik ya kimi ayrışmalar şeyle de bitti kimi Tıbrevanklı çocuklar hayatını kaybetti kendi iç sürtüşmelerinden dolayı. Nedenleri var tabii niye Tıbrevank da başka bir yer değil yatılı okul tabii bu bir faktör sınıfsal bir yan da var çünkü Tıbrevnak’a dağlılar diye bakarlardı biz dağlıydık Anadolu’dan gelmiş kültürsüz öyle dışarıdan bir bakış açısı vardı bunu biz hafiften hissederdik MK İstanbul Ermenileri aşağılardı YD Sizin peki orada hayatınız nasıl geçiyordu hafta sonları çıkar mıydınız mesela? ZM Yok 15 günde bir izin vardı cumartesi günleri öğlene kadar ders vardı öğlen çıkardık Pazar da 5’te orada olmak zorundaydık eğer ceza aldıysan ayda bire sıçrardı Anadolu’dan gelen arkadaşlarımız orada kalırlardı çünkü gidecek yerleri filan yoktu çok önemli üç tane kütüphanesi vardı bunu vurgulamak gerekir İngilizce kütüphane ayrıydı Türkçe kütüphanesi ayrıydı Ermenice kütüphanesi ayrıldı ben lisede üç sene boyunca kütüphane kolu başkanlığı yaptım o üç kütüphaneyi de çok iyi bilirim ben mezun olana kadar Ermenice kütüphanede Ermeni soykırım ile ilgili çok önemli kitaplar vardı. YD Bu ayki Toplum ve Bilim dergisinde Talin Suciyan’ın bir sözlü tarih çalışması var Diyarbakırlı birisi, Tıbrevank günlerinden bahsediyor, söyleşide bazı kitapların dönemin baskısı yüzünden yakıldığını söylüyor siz biliyor musunuz öyle bir şey? ZM Darbe dönemlerinde Ermeni okulları, yöneticileri ilk hedefler arasında yer aldı. İçlerinden gözaltına alınan, hapis yatanları oldu. Müfettişler geldiğinde bazı Türk öğretmenlerimizin okuldaki kitaplarını bile biz saklardık. Okul kütüphanesinde yer alan kitapların birkaç kez kontrolden geçirildiği ve pek çok kitabın yakıldığına dair tanıklar var. İlki 1960’lı tarihler olsa gerek. Tıbrevank’ın ilk kütüphanesi yatakhane olarak
adlandırılan bölümde yer alıyormuş. İlk temizlik oradaki kitaplar arasından yapılmış. “Sakıncalı” kitapların belli bir dönem okul dışında, başka bir yerde saklandığı ama daha sonra bunların imha edildiğini anlatan abilerimiz var. Mezun olduktan sonra her gittiğimde kütüphaneyi ziyaret ederim. Ancak benim dönemimde kütüphanede yer alan pek çok Ermenice kitabın olmadığını gördüm. 12 Mart ve 12 Eylül Darbesi döneminde temizlik yapıldığı ve “sakıncalı” kitapların yakıldığı yönünde tanıklık yapanlar var. YD Sonlara geliyoruz artık şöyle bir topluca baktığımızda bu meseleye dair neler söylemek istersiniz, 70’lerde de bu meselenin çok konuşulmadığı görülüyor, Kaypakkaya’nın analiz çabaları var en kayda değer olarak. MK Tabii kayıtlara geçmeyen şeyler var bunlardan birincisi İdris Küçükömer kitabını çıkardıktan sonra bir taraftan çalışmaya devam ediyor, mili mücadelenin İttihatçılığın bir devamı olduğunu söylerken bu Ermeni meselesi de sözlü olarak gündeme geldi. Ben Abidin Nesimi’yi İdris hocanın odasında tanıdım Abidin bey babasını 1915’te Lice katliamı sırasında kaybetmiş, meşhur Lice kaymakamı Nesimi bey, dolayısıyla o meselenin farkındaydı zaten sonra bu İttihatçıların gerisini aradığında zaten kişi kişi bugün onların kim oldu biliniyor ama o zamanlar bunlar kestirilemiyor kim olduğunu ara ki bulasın ama yine bilen bu işlere meraklı olan Abidin bey fakat ondan sonra kitabı yapamadı. Fakat Cumhuriyet’in 70. Yılı vesilesiyle İdris Küçükömer bir forumda mesela “bu tarih yeniden yazılacaktır” der orda Şevket Süreyya der ki “Bu tehlikeli bir şeydir” der çünkü bütün bunları dediğin zaman rejimin karakteri vs şunlar bunlar ortaya çıkıyor. Bugün bunlar artık işin elifbası ama diyebiliriz ki 69’da vs bu hikaye şekillenmeye başlamıştı. Aslında dikkatli bir okur bazı romanlarda Kemal Tahir’in bazı kitaplarında ya da Türkiye’nin Düzeni’nde de dipnotlarında satır aralarında en azından mala mülke en konulduğunu vs bunları çıkarmak mümkün, ama bu tabiri caizse piyasası olan bir tartışma olmadı. YD Sen ne dersin Zakar abi artık 80’lere geliyoruz ZM Şimdi bazı üniversitelerde bazı öğretim üyeleri tek tek kişiler hocalarımız diyeyim onlar bir şeyler söylemeye ya da bazı edebiyatçılarımız romanlarında ele aldılar ama o öyle bir dönemdi ki yani 70ler, şunları konuşmadık örneğin Denizler Mahirler onlar ne diyor, Ermeni soykırımı konusuna nasıl yaklaşıyorlardı bir şey söylüyorlar mıydı, söylemiyorlar mıydı PE Söylemediler çünkü Denizler döneminde kalpaklı Atatürk bir idoldü ve Denizler ikinci kurtuluş savaşı diyorlardı anti emperyalist
bir kalkışma olarak en önemli söylem tam bağımsız Türkiye idi, anti Amerikancılık en önemli argümandı, öbürü konusunda ağır bir bilgisizlik vardı bu bilgisizliği mesela Tarık Ziya Ekinci’nin anılarında Behice Boran itiraf ediyor Tarık Ziyalar nispeten genç bir kuşağı temsil ediyorlar Boran’a kıyasla ve doğunun hallerini sıkıntılarını anlattıklarında Behice Boran açık yüreklilikle diyor ki “gençler bunları anlatın bize biz bunları bilmiyoruz”,yani ağır bir bilgisizlik de var, Kemalizmin yanılsaması da var MK Gerçi Deniz Gezmişin idamında söylediği “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” sözleri var buna bakarsak vardığı yer öncekilerden farklı PE Biz şimdi üçümüz de 60’ını geçmiş insanlarız, 24 yaşında hayatı bitmiş adamlar hakkında konuşuyoruz, onları kategorize etmek haksızlık olabilir, bugünlere gelirlerse nerede olurlardı, belki de çok başka yerlerde olurlardı. Sinan Cemgiller Harun Karadenizler, bunlar çok şeyler bekleyebileceğimiz insanlardı MK Emeni meselesinin sol açısından esas problemi şu. Sosyalist Enternasyonal çöktü ve Ermeniler kendi dertlerini anlatabilecekleri bir mecrayı kaybettiler yani mesela diyelim ki Abdülhamit katliamlarından sonra Fransız meclisinde Jean Jaures’in konuşması var 2. Enternasyonalin koskoca adamı, ya da Rosa Luksemburg gibi bir insan Sosyalist Enternasyonal toplantısına Ermeni tebliğini sunuyor, bütün bu üzerine ekleyeceğimiz literatür, ilişkiler ağı berheva olmuş. Ermeni entelijansiyası da bunu yeniden kurmakta zorluk çekiyor yoksa bunu Amerikan kongresine ya da başkanın toplantısına katılıp bin dolar vermekle aynı şey değil bu bahsettiğim.
Bir başka açıdan Kürtlerin Ermeni Soykırımı’ndaki rolü “ Kürtlerin Ermeni Soykırımına İştiraki Meselesi”
‘Ebedi Dönüş- Yeni Faşizmin Kökenleri’ ve Ölüm KoridoruDiyarbakır Cezaevinden Notlar kitaplarının yazarı Fırat Aydınkaya, son dönemde Ermeni Soykırımı’na Kürt iştirakini inceleyen iki makaleyle gündeme geldi. Birikim dergisininin son sayısında ‘Sıradan Kürtlerin Ermeni Soykırımına İştiraki Meselesi’ başlıklı makalesi yayımlandı. Ayrıca Evrensel Basım Yayın’dan bu ay çıkan ‘Utanç ve Onur’ isimli kitaba ‘1880’den 1915’e: KürtErmeni Hinterlandındaki Kısmi Soykırım ve Soykırımdaki Kürt İştiraki Üzerine’ adlı makalesiyle katkıda bulundu. Aydınkaya ile makalelerde öne sürdüğü tezler hakkında konuştu. Yazılarınızda Kürtlerin soykırıma katılma sürecinde bazı kavramları sık kullanıyorsunuz. Bunlardan birisi iştirak kavramı. Bu kavramı açar mısınız? İştirak kavramını bilinçli olarak kullanıyorum. Soykırım ile Kürtler arasındaki ilişkiyi ancak iştirak gibi teknik ve kullanışlı bir terim izah edebilir diye düşünüyorum. Başlarken iştirak kelimesinin tesadüfi veya gayrı iradi durumlara tamamen kapalı olduğunu ve iştirak için muhakkak bir iradenin olması gerektiğini belirtmemiz lazım. İştirak edenin hiç değilse neye iştirak ettiğini, neden iştirak ettiğini bildiğini varsaymamız gerekiyor. Bu nedenlerle iştirak kelimesi soykırımdaki Kürt rolünün tanımlanması için bize iyi bir çerçeve sunduğu kanaatindeyim. Bu hatırlatmadan sonra Kürtlerin, Babıali’deki soykırım kararının alındığı toplantılarda dahli olmadığını kabul etmemiz lazım. Wannsee benzeri toplantılarda Kürtler yoktu. Yani soykırım kararı verilirken Kürtlere danışılmadığı gibi Kürtlerin bu toplantıları etkileme potansiyeli de yoktu. Hakeza Teşkilatı Mahsusa ya da askeri bürokrasinin karar mekanizması içinde kafa adamları da yoktu Kürtlerin. O yüzden Kürtler işin teorik kısmında yoktular. Ne var ki Soykırım kararı sahada uygulamaya başlayınca Kürtlerin bir kısmının buna iştirak ettiğini görmekteyiz. Bu iştirak iradesinin iradi ve bilinçli bir tercih olduğunun altını çizelim. Hukuk terminolojisiyle konuşursak eğer soykırım iradesi genel bir kasıt değil özel bir kasıt gerektirir. Bu özel kasıt katliamlara katılan sıradan herkeste var mıydı, tartışılır belki. Ama soykırım bürokrasisiyle hemhal kimi Kürtlerde bu özel kastın varlığını görüyoruz.
Buna örnek verir misiniz? Özellikle Muş, Mardin ve Diyarbakır’da Soykırım öncesinde vilayet bürokrasisi ile önde gelen aşiretlerin bu işin icra ve organizasyonu için bazen toplantı şeklinde bazen haber ulaştırma şeklinde bir tür özel iletişim hattı inşa ettiklerini görüyoruz. Mesela Muş’ta o dönemin tanıklılarına baktığınızda dönemin Kürt aşiretlerinin bazılarının bu toplantılara katıldığını görüyoruz. Somutlaştırmak gerekirse Şeyh Hazret, Hacı Musa bey, bazı Varto aşiretleri ve diğer bazı Muş aşiretlerinin vilayette kent bürokrasisi ile bu meseleleri konuştuklarını biliyoruz. Muş Ermenilerinin ne şekilde katledileceğine dair bir parselasyon bile yapmış olduklarının delilleri mevcut. Mesela Muş’un batısı bir aşirete, doğusu Şeyh Hazret ve Musa beye, Varto tarafı bazı Varto aşiretlerine taksim edilmesi hayli enteresan. Bu arada yeri gelmişken Muş, Bitlis ve Van Ermenilerinin balyoz harekâtıyla bulundukları yerde mümkün mertebe tehcir edilmeden öldürülmesi stratejisinin olduğunu vurgulayalım. Diyarbakır’da Doktor Reşid’in uygulamalarında da benzer durum göze çarpıyor. Her ne kadar çekirdek kadro Reşit’in sadık ekürileriyse de bu kadro ile Diyarbakır eşrafından belli bazı ailelerin proje kardeşliği yaptığını gözlemliyoruz. Cemilpaşazadelerin bir kısmı, yine Pirinçcizadeler ve diğer bir kısım önde gelen aile temsilcilerinin Doktor Reşid’in soykırımın ne şekilde icra edileceğinin belirlendiği toplantılarına iştirak ettiği anlaşılıyor. Dönemin anlatımlarına bakıldığında neredeyse halka açık bir halde ve bazen camide bu toplantıların gerçekleşmesi ise bu kesimlerin özgüvenine delalet ediyor. Mardin’de Kürtleri bu işe ikna ve mobilizasyon için Pirinçcizadeler görev alıyor. Burada tehcir güzergâhları, sayıları, günleri önceden bazı aşiretlere yazılı olarak bildiriliyor. İştirakten kastım tastamam budur. Belli bazı Kürtler sahada bu işe hiç de kandırılma diyemeyeceğimiz bir özgüvenle bu yüz kızartıcı işe bulaştılar. Şimdiye dek hep söylendiği gibi yalnızca bir kısım aşiretlerin değil bir kısım sıradan halkın da bu işe iştirak ettiklerini gösteren yeterince tanıklık var ortada. Kürtlerin rolüne dair değişik görüşler var. Siz bu rolü nasıl tanımlarsınız? Ermeni Soykırımı ve Kürtlerin rolü fasikülünde kabaca dört yaklaşım var. Birincisi, Talat Paşa’dan, TTK eski Başkanı Yusuf Halaçoğlu’na kendi günahlarını başkalarına yüklemeye çalışan bir inkarcı aks var. Bunlar özetle “Biz tehciri insani ve steril bir organizasyon olarak düşünmüştük fakat Kürtler içine girince işi sabote ettiler ve soykırımı onlar yaptılar” biçiminde başkalarını suçlayıcı bir söylem dolaşıma soktular. İkincisi, dönemin Kürt aydınlarından Nuri Dersimi’nin öncülük ettiği “karşılıklı mukatele” görüşü. Dersimi, “Bu işi Ermeniler başlattı, Kürtler de karşılık verdi” şeklinde soft bir inkarcılığın içinden konuşuyor. Bu görüş istisna olsa da günümüzde muhafazakâr Kürt çevrelerinin bir kısmında bu görüş hala belirleyici. Üçüncü görüş, ise “Kulanıldık…Aldatıldık.. Cahilliğimizden
yaptık…” söylemi. Bu tezin sahipleri sıkıştıklarında olan biteni birkaç taşeron aşirete ihale edip işin içinden sıyrılma gayretine sarılmakta. Mümkün mertebe ihalenin Kürtlere kalmaması için çırpınan bir söylemdir bu. Bu söylem hem Kürt aydınları arasında hem de Kürt siyasetlerinin belli merkezlerinde savunulan bir tez. 1915 sonrasında da Kürt aydınlarının çoğu bu görüşü savunuyor. Mesela ünlü Kürt şairi Cegerxwin bunlardan biri. Cegerxwin ‘cahil Kürt’ imgesini sıkça kullanır. Bu tez bize iki şey söyler. Bir kere bu teze göre bir bütün olarak halkın hiçbir kesimi bu işin içinde hiç yer almadı. İkincisi olarak da “kullanıldık, aldatıldık” demeye getiren bir geçiştirme defansıdır bu. Bu tez her ne kadar 1930’lu yılların Kürt aydınlarının ağzındaki sakız olsa da bu tez 1970’lerden sonra modern bir jargonla yeniden üretildi. 1970’lerden günümüze modern ideolojileri tedris eden Kürt okumuşları bir taraftan Ermenilerle hemdert bir söylem tuttururken diğer taraftan Soykırım’daki Kürt rolünü müphem bir feodalite diskuru içinden gördüler. Bilhassa Kürtlerin sol kanat aktivistleri sıradan halkı tamamen bu işten muaf tutan birkaç taşeron aşiret söylemini sol jargon içinde yeniden türeterek olan biteni muğlak bir tanımlama olan ‘Kürt egemen sınıfı’nın kabarık günah defterine yazma yolunu seçtiler. Bu söylem soykırımdaki Kürt iştirakini flu bir alana hapsettiği kadar işin içinden steril bir şekilde sıvışma izlenimini de vermektedir. Dördüncü yaklaşım ise benim de savunduğum bakış açısına göre Soykırımda Kürt aşiretlerinin yanı sıra önemli bir kitleye tekabül eden sıradan Kürtlerin bir kısmı da rol aldı . Hem de proaktif bir rol. Bazı Kürt aşiretleri bu işler için ta 1890’lardan bu yana idman yapmaktaydı zaten. Yani bu aşiretler 1915’te aniden ve tesadüfen ortaya çıkmadılar. 1890’larda Hamidiye Alaylarıyla devam eden bir süreç bu. Özellikle 189498 kaliamları sürecinde Sasun, Harput, Eğin, Van katliamında binlerce Ermeniyi katleden devlet şiddetinin müştemilatı gibi davranan bir Kürt şiddeti var. Bu şiddet, 1915’in prelüdüydü ve sonra zaten final yaptı. ‘Sıradan Kürtler’ kavramını açar mısınız? Sıradan Kürtleri izah etmek için Mele Mahmude Beyazidi’nin göçebe, aşiretli, savaşkan, dağlı Kürtler ile; tarımla hemhal, kısmen şehirleşmiş, ya aşiretsiz ya da büyük bir aşiret patronajından yoksun, şehirleştiği için savaşkan güçlerini yitirmiş görece munis reaya Kürtler dikotomisini hatırlamamız lazım. Sıradan Kürtler sosyolojisinden kastım bu ayrımın ikincisi elbette. Sıradan Kürtlerin yıkıcı performanslarını aslında sahaya hakim olan aktörler tamamen farkındaydı. Misal bu ayrımın ve hatta bu gerilimin tamamen farkında olan Garo Sasuni, “Kürtlerden üç kesim bu işe dahil oldu tespitini yapar. Birincisi devlet zoruyla katılanlar, ikincisi kendi çıkarı için katılan aşiretler, üçüncüsü de reaya Kürtler.” Jwaideh ve Bruneissen’in çalışmalarından ‘reaya Kürtlerin’ aşiretli Kürtlerden bile daha kalabalık bir yeküne ulaştığını görüyoruz. Bunlar herhangi bir aşirete bağlı olmayan, daha çok ovada yaşayan, tarımla uğraşan insanlar. Garo Sasuni diyor ki: “1915’te devlet birtakım aşiretlere güvenemediği için
onların yerine reaya Kürtlerin önünü açtı. Sıradan Kürtlerin infial durumlarında oynayacağı potansiyel yıkıcılığa dikkati çeken ilk kişi Sasuni değildir aslında. 1907 yılında Taşnak kongresine katılan ünlü Antranik Paşa, Kürt-Ermeni ittifakının konuşulduğu bir oturumda “söz konusu Ermeniler olduğunda tarımla uğraşan ova sakini reaya Kürt kesimlerin, Kürtlerin en zalimi” olduğuna dikkati çeker. Yine sahaya hakim olan aktörlerden A.Rahman Bedirhan 1898-1902 yılları arasında 31 sayı çıkardığı Kürdistan gazetesinin tam 16 sayısında Kürt-Ermeni ilişkilerini kaleme yatırıyor. Ona göre 1900’ün başında Kürdistan’da siyasal sosyoloji açısından üç kesim oluşmuştur: “Ermeniler, Hamidiye Kürtleri ve Hamidiye olmayan Kürtler.” Bedirhan, Hamidiye Kürtlerinden umudunu tamamen kaybedip Hamidiye olmayan Kürtlere dert anlatmak için epey çaba sarf eder. Ermenileri öldürmeyin, zulüm etmeyin, yapabiliyorsanız Ermenilerle ittifak edip sultana karşı çıkın der. Hatta bu çağrıları sonradan Troşak’ta da yayımlanır. 1908 yılında Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi ise toplam 9 sayı çıkar. Ve tam 7 sayıda Kürtlere hitaben istibdad döneminin sona erdiği hatırlatılarak bundan böyle Ermenilerle sulh zamanının geldiği, talan ve soygunculuğun bittiği çağrıları yapılıyordu. Yanısıra bu tarihlerde kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyetinin nizamnamesinde de cemiyetin kuruluş amacı “Kürt halkının Ermenilerle uygarca uzlaşmasını ve halk olarak iyi geçinmesini sağlamak” olarak belirlenmişti. Cemiyet Kürtlerin pogromlar sırasında el koyduğu toprakların mülkiyetinin barışçı bir şekilde çözülmesini de gündemine alırken, Kürtler ile Ermenilerin ‘seviyeli birlikteliğini’ inşa etmek ve Kürtlerin yeni rejime intibakı için Seyyid Abdulkadir ve Saidi Nursi gibi kanaat liderlerini sahaya sürerek sıradan halkla iletişim seferberliği başlatmıştı. Sıradan Kürtler parantezinde Hamidiye alaylarına katılmak için Ermenileri öldürüp basamak olarak kullanmayı alışkanlık haline getiren kimi Kürt aşiret kitlelerini de sayabiliriz. Dönemin yazışmalarına bakıldığında bu kişiler Zeki Paşa’nın kapısını epey aşındırmışa benzer. Yine Hamidiye alaylarının müştemilatı gibi davranan Van’daki kasaplar taburu, Muş’taki Saide Nado çetesi, Diyarbakır’da Cendirmeyen bejik ve Cemilpaşazade Mustafa bey milisleri, Mardin’deki Hamsin milisleri de sayabiliriz. Yine Kürt toplumunda tutunamayanları, mücrimleri ve eşkıya örgütlenmelerini de bu paranteze dahil edebiliriz. Sözgelimi Kürt ‘Halo çetesi’ bu konularda epey gündem işgal eden bir çete faaliyeti. Peki bu Sıradan Kürtler aşiret denetiminde değilse onları harakete geçiren bir otorite olmalı. Kim mobilize ediyor bunları? Perde gerisinde sıradan Kürtleri mobilize eden devlettir aslında. Ama bunu Kürdistan’da devlet adına birilerinin yapması gerekiyordu; o da şeyhler oldu. Şeyhler sıradan Kürtleri devlet adına bu işler için hareket ettiren kült bir otoriteydi. Sadece mobilize eden değil aslında bazı yerlerde mobil unsurlar olarak Soykırım’daki ilk taşı da onlar atmaları da
hayli enteresan. Sıradan Kürtler, rejimin şeyhler üzerinden formatladığı modüler pusucu güç kesimleriydi. Fetvalarıyla ve tutumlarıyla şeyhlerin büyük çoğunluğu Soykırımın hem meşrulaştırıcısı, hem ideolojik tahkimat sağlayıcısı hem de kitle ajitatörlüğü fonksiyonlarını yüklendiler. Sultanın değil ama halifenin sesi olma özellikleriyle bu haliyle şeyhler Ruanda soykırımı sırasında radyonun oynadığı konvansiyonel role benzer rol oynadılar. Şeyhlerin Kürdistan’da ‘kült otorite’ haline gelmesine biraz yakından bakmakta fayda var. Mevlana Halid’e kadar Kürdistan’da kendini toplumdan tecrit edip daha çok tasavvuf ve zikir seanslarına yönelmiş Kadiri şeyhleri vardı. Mevlana Halid Nakşiliği, Halidilik temelinde reorganize ederken Kürt-Ermeni hinterlandına seçme halifelerini göndererek Kadiri şeyhlerin tekelini tamamen kırmıştı. Mevlana Halid, Hindistanlı Abdullah Dehlevi’nin tedrisinden geçmişti. Dehlevi, tasavvuf ehli olduğu kadar İngiliz sömürgeciliğine karşı Hindistan’da toplumsal bir direnişe de öncülük etmekteydi. Bu nedenle İngiliz emperyalizmine karşı dinsel söylem Hıristiyan karşıtı bir popülizmle birlikte dillendirilmekteydi. Mevlana Halid, Hindistan’dan Kürdistan’a geldiğinde bu teoloji-politik doktrine sadık kaldı. Kadirilerin tersine ibadeti toplumun içine geri getiren Halid, bu şekilde direniş kodlarında yeni bir Sünni akımına öncülük etti. Mevlana Halid’in siyasi paradigması emperyalizm karşıtlığı kokan Hıristiyan karşıtı bir tutumu ihtiva ediyordu. Bu haliyle Nakşibendilik, Ortodoks Sünniliğin tüm akımlarından daha çok dünyevi, siyasi ve militan bir yapılanma ile Kürdistan’da arzı endam etti. Mevlana Halid Rabıta isimli risalesini mürted İranlılara ve melun hristiyanlara beddua, Osmanlılara ise dua ile bitirmekteydi. Osmanlı’yı İslam’ın son kalesi olarak görüyordu çünkü. Öte yandan II. Mahmud’un Kürt mirliklerini ortadan kaldırmasına destek vermesi de dikkat çekiciydi. Halidiliğin gelişmesiyle birlikte Kürdistan, İslam’ın bu coğrafyaya yayılmasından sonra ikinci kez ciddi bir Sünnileşme dalgasına sahne oldu. Mirliklerin ortadan kaldırılması ile birlikte iktidar sosyolojisi açısından şeyhlik kurumunun önü sonuna kadar açıldı. Şeyhler 1850’lerden itibaren aşiret reislerinden bile daha güçlü bir pozisyona doğru atağa geçtiler. Halid’in atadığı halifeler Kürdistan’da Rus yayılmacılığına karşı ciddi bir kitlesel teyakkuz durumu yarattılar. Abdülhamit’in 93 harbi sonrası İslamizm siyasetine yönelmesi bu dalgaya yeni bir ruh üfledi. Rusya’nın Panslavizmine karşı Abdülhamit Panislamizmi sahaya sürmüştü. Panislamizm dalgasının içinde barındırdığı anti-hıristiyan dinsel diskuru başta Ermeniler olmak üzere yerleşik Hıristiyanlara yönelik kaşların çatılmasına yol açacaktı artık. Öte yandan Rus karşıtı ama Hristiyan karşıtı olmayan şeyhler de vardı. Şeyh Ubeydullah’tan Şeyh Said’e uzanan bir dinsel hat Hıristiyan karşıtı tutumun tam aksi bir tavır sergiliyor. 1880 yılında Van’da neredeyse tüm Nakşi şeyhlerini bir araya getirip bir toplantı yapan Ubeydullah, bir kısım Abdülhamitçi şeyhlerin isyan sırasında tüm Hıristiyan grupların öldürülmesi önerilerine karşı açıkça tavır alır. Ve şeyhin bu tutumunu Kürdistan gazetesi Kürtlerin Ermenileri öldürmemesi için bir iftihar tablosu olarak sık sık hatırlatır. Gerçekten de şeyh, Ermenilere mavi bayrak taşımaları halinde kendilerine dokunulmayacağının garantisini verir. Ve
dokunmaz da. Yine 1913 yılında Ermenilerle sınırlı bir ittifak yapan Bitlisli Mela Selim’i de anmak gerek. Soykırım sırasında Şeyh Said’in Ermenilerin katledilmesini gayrı İslami ve gayrı insani olarak niteleyen fetvasını da biliyoruz. Yine Hesen Hişyar anılarında Muş civarında Rus ordusuna karşı savaşan Said Nursi’nin öldürülmek üzere olan 1500 Ermeniyi katledilmekten kurtararak Ruslara teslim ettiğini yazar. Nihayet Mardin yöresinde Şeyh Fethullah’ın soykırım karşıtı net tutumu da bilinmektedir bugün. Fakat maalesef bu damar zayıf ve istisna kaldı. Eğer dediğiniz gibi şeyhler kült bir otorite ise neden bu damar zayıf kaldı? Sebebi bana göre basit aslında. Zira Marksist jargonla söylersek eğer din nihayetinde ideolojik yani bir üst yapı kurumu. İktisadi koşullar üst yapı kurumlarının etkili olmasını çoğu zaman bloke edebiliyor. Şunu söylemeye çalışıyorum. Bu işin içinde talan ve ganimet vardı. Eğer ganimet olmasaydı bu işin içinde, mesela Ermenilerin malı devlet tekelindedir hiç kimse onlara dokunamaz şeklinde sert bir yasa olsaydı muhtemelen bahsettiğimiz damar istisna değil kural olurdu. Yani herkes şeyhleri dinlerdi. Ancak işin içinde ganimet ve talan olduğu için bir kısım şeyhlerin söylemi sınırlı sayıda kişiye ulaştı. Bu nedenle Talan kavramı anlaşılmadan Soykırım’a Kürt iştiraki anlaşılamaz kanaati taşıyorum. Bunu söylerken Adorno aklıma geliyor. Üstad “Kapitalizmden bahsedilmeden faşizmden bahsedilemez” demişti. Ondan ilham alarak bana kalırsa iktisadi feodalizmden türetilmiş talan kavramından bahsedilmeden olaydaki Kürt iştiraki tam olarak anlaşılamaz. Talan olgusu tezinizin önemli bir parçası gerçekten. Nedir talan ve bu olayda Nasıl bir rol oynadı. Talandan bahsettiğimizde bir kere şiddetten bahsediyoruz demektir. Ve devamında iktisadi bir durumdur talan. Yıllar önce Engels, şiddet ile iktisadi gelişim arasındaki illiyeti keşfetmişti zaten. Şiddeti kimi durumlarda iktisadi gelişmenin hızlandırıcısı olarak göstermişti bize. Talan geleneği iktisadi feodalizmden türetilen bir rant ekonomisiydi. Bu anlamıyla talan bir tür şiddet endüstrisi gibi hem mala hem de mal sahibine yönlendirilmiş cebri bir şekilde mülkiyete el koyma operasyonuydu. Bu şekilde talan münhasıran şiddet üretiyordu. Üretilmiş bu şiddet mülkiyeti ve mülkiyet ilişkilerini yeniden belirlerken, yalnızca şiddet biriktiren mal biriktirebilirken, mal biriktiren yeniden şiddete yatırım yaparak şiddet biriktiriyordu. Bu şekilde belki Engels’in dediği gibi iktisadi gelişmeyi hızlandırmıyordu ama iktisadi açıdan mal biriktirmeyi ve de doğal olarak gücü belirliyordu. Bu şekilde talan ile aşiretler büyümeyi sağlayabiliyordu. 1800 ile 1915 arasında dört kez Osmanlı-Rus ve en az iki kere de İran-Rus savaşı bu hinterland üzerinde gerçekleşmişti. Moltke, “Bu dönemde Kürdistan’da askere zorla alınan gençler yüzünden iş yapan
kimse kalmamıştı” der. Üretim tamamen çökmüştü. Kürtleri besleyen köy ekonomisi ve hayvancılık bitme noktasına gelmişti. Özellikle koyun çok pahalı olduğu için koyun talanları pek çok kez kan dökülmesine ve aşiret savaşlarına yol açıyordu. Millili İbrahim Paşa ile Şammarlar talanı, Miranlı Mustafa paşa ile ‘Ağaye Sor’ talanları meşhurdur. Kürt dengbejleri bu talanlardaki kahramanlıklar üzerine pek çok şarkı bile söyler. Dönemin aşiret sosyolojisi de talanı bir davranış modeli olarak ortaya koyuyordu. Mirliklerin tasfiyesiyle Konfederasyonlar federasyona, federasyonlar büyük aşiretlere, büyük aşiretler küçük aşiretlere bölünmüştü. Bu dönemde Kürdistan’da gezen Mark Sykes yüzlerce aşiretle karşılaştığından bahseder. Talan, bu anlamda aşiret iktidarının genişletme ve gücünü büyütme aracıydı. Bir noktadan sonra talan yapmayan aşiret güçten düşerek yem olup başka aşiretlere iltihak ediyordu. Bu anlamda aşiret gücünü ve erkekliği kanıtlama vesikasıydı talan. Cegerxwin, bu dönemde aşiret reislerinin hemen tümünün kendini padişah olarak gördüğüne dikkatimizi çeker. Bu aşiretlerin talan teşebbüsleri Kürtlerin savaşkan modüler zinde gücünü sürekli yeniden ürettiğini de görmemiz lazım. Bu aşiretlerin savaşı yıkıcıydı. Cegerxwin anılarında Hesar talanını resmederken, talanist müfrezelerin köylerde taş üstüne taş bırakmadığını söylerken, köylerdeki işe yaramaz sepetlerin dahi talan edilip götürüldüğüne dikkatimizi çeker. Bu şekildeki talanların soykırım fragmanlarını anımsatan şiddete sahip olduğunu da anılarda görmekteyiz. Talan bu iktisadi ve sosyolojik niteliğiyle 1850 ile 1920 yılları arasında Kürt aşiret yapısının ekonomi-politiği haline geldiğini iddia etmek mümkün. Talan ile aşiretler diğer aşiretler karşısında iktisadi pozisyonlarını güçlendiriyordu. Aşiret rasyonalizmi gereği iktisadi pozisyonları güçlenen aşiretlerin artı değer olarak itibari pozisyonları da artıyordu. Devlet tam da bu sosyoloji üzerinde ve aslında bu sosyolojiye hiç halel getirmeyen hatta bu sosyolojiye çok uygun ve bu sosyolojiyi tahkim edecek şekilde hamidiye alayları üzerinden bu olayın içine daldı. Mirliklerin tasfiyesi beklenen sonucu doğurmamış, idari reformlar idealize edilen merkeziyetçiliği sağlamamıştı. Devlet Kürdistan’a girdiğinde oyunu Kürtlerin kuralına göre oynadı. Ve içlerinden bazı aşiretleri tarafına çekerek güçlendirdi. Ve devlet destekli talanı tahkim etti. Bu noktadan itibaren Kürtlerin köy ekonomisi bitme noktasına geldiğinde devlet destekli hamidiye talancılığı, talan şiddetini daha çok Ermenilerle müsemma tarım ekonomisine yönlendirdi. Tarım üzerinden belli bir burjuvazisi ve orta sınıfı oluşan Ermenilerin mülksüzleştirilmesi devletin de arzusuydu. Sason pogromuyla başlayan devlet güdümlü talan şiddeti kapitalist bir ikbal vaad eden tarım ekonomisine yöneldi. Talan müfrezeleri sadece üretim fazlasıyla yetinmeyecek, üretim ilişkileri de onları kesmeyecek bizzat üretim araçlarına el koyacaktı. Tarımsal kapitalizmin gelişmesiyle birlikte toprak giderek değer kazanmaktaydı. Ve artık tam da
bu yüzden pogromlarla daha çok ermeni öldürmek demek daha çok toprak sahibi olmak demekti. Sonuç olarak hem aşiretleri hem de sıradan Kürtleri bu iş için güdüleyen ve domine eden temel faktör talan geleneğiydi. Tüm bu yaşananlar olup biterken ve 1915 yılına gelinirken Kürt basını ve Kürt aydınları bu süreçte nasıl bir rol oynadı? Soykırıma 2 yıl kala 1913 yılında Roj-i Kurd neşriyatı çıktı. Roji Kurd neşriyatı totalde 4 sayı çıktı. Ve her dört sayıda da ama doğrudan ama dolaylı Kürt-Ermeni ilişkileriyle alakalı yazılar çıktı. Roj-i Kurd’u çıkaranlar amaç ve gaye olarak Kürdistan’da aydınlanma yöntemleri ve eğitim modernleşmesi yoluyla Kürtleri ayağa kaldırmayı tahayyül ediyordu. İlk sayıda yol ve yöntemi kamuya açıklayan editörya yazısında Kürtlüğü yaşatan iki amil olarak “kılıç ve toprağın” altının çizilmesi hayli enteresan. Kürt kılıcı o dönemde Osmanlıyı korumayı öncelerken, bazı Kürtlerin elinde bu kılıcın hiç değilse 1890 pogromlarında ermeni kanıyla boyandığını herhalde editörya bilmeyecek değildi. Yine Kürtler ve Ermenilerin toprak meselesi üzerinde hakimiyet kurmak için o dönemde siyaseten kapıştıkları da vakaydı. Bu yüzden bu iki amilin altının çizilmesi manidar. Fakat yine de Abdullah Cevdet yazılarında her unsurun haklarına sahip olması gerektiğini yazarak işi dengeliyordu. Salih Bedirhan’ın “Kılıçtan Evvel Kalem” isimli 3. Sayıda çıkan yazısı yeni bir duruma işaret ediyordu artık. Belki de ilk kez Kürtler, Ermeniliği değil ama Ermenileri rekabet edilen bir kimlik olarak değil de artık bir “hasım” olarak resmediyordu. Ermeniler soykırıma 2 yıl kala artık hısım değil hasımdı. Bedirhan yazısında Ermenileri hasım olarak niteleyip onları zeki, yaygaracı ve şarlatan olarak klişeleştiriyordu. Hemen dördüncü sayıda yine Salih Bedirhan bu sefer ‘Bave Rewşo’ müstear ismiyle ‘Kürt Yiğitliğine Dair Bir Menkıbe’ yazısı yazar. Yazıda iki Kürt asker Balkanlar’da Osmanlı’ya ait bir köy içinde görev yaparken yunan askerleri tarafından kuşatılır. İki Kürt asker sırtını köye yaslayıp yunanlılara hücum ederken, arkadan köyün içinden gelen ateşle iki asker de vurulur. Arkadan vurulma sahnesi, askerin ağzından şu şekilde tasvir edilir. “Halkıma söyleyin, beni, yıllarca beslediğimiz hainler arkamdan ateş ederek öldürdü, bunun intikamı alınsın.” Bu şekilde arkadan vurulma söylemine değinen yazar İslam’ın, Osmanlı’nın içimizdeki hainlerden çok çektiğine ve bunun artık son bulması gerektiğine işaret eder. Arkadan vurulma söyleminin tam da bu dönemlerde İttihatçıların dilinde pelesenk olduğunu düşündüğümüzde Kürtlerde de bu anlamda bir enerjinin birikmeye başladığını görmekteyiz. Ezcümle soykırıma 2 yıl kala çıkan Kürt neşriyatı her ne kadar Ermenilerle sert bir rekabet içinde yer alsa da komşuluk ilişkileri bakımından samimiydi. Kürt-Ermeni hinterlandında iktidarın Kürtler lehine yeniden formatlanması halinde birlikte yaşamaya Kürt neşriyatları razıydı. Yani soykırım veya Ermenilerin bu coğrafyadan silinmesi benzeri metasiyasetler Kürtlerin gündeminde değildi.
Peki aydınlara baktığımızda karşımıza nasıl bir tablo çıkar? Kürt özgürlük mücadelesinde yaptıkları mücadelelerle birer kült kişilik haline gelen aydınların bir çoğu soykırım başladığında Doğu-Kafkas cephesindeydi. Yani soykırıma görgü tanıklığı yapacak kadar olayın merkezindeydiler. Memduh Selim, Kadri Cemil Paşa, Celadet Bedirhan, Abdurrezzak Bedirhan, Kamil Bedirhan, İhsan Nuri, Nuri Dersimi gibi aydınlar Birinci Dünya Savaşı’nda bu cephede bulunuyorlardı. Kamil ve Abdülrezzak Bedirhan, Kürdistan mücadelesi için Rus ordusu ile birlikte karşı taraftaydı. Bu aydınların hiçbirinin yazdıklarında Ermenilere yapılanlarla ilgili kayda değer bir şey bulunmaması hayli enteresan. Celadet Ali Bedirhan örneğin Bakü taraflarındaydı, zabitlerin kendi aralarında gelirken “Zo’ları giderken lo’ları halledeceğiz” dediğini aktarır. Fakat “Zo’ların ne şekilde halledildiğine dair” kalemi yerinden oynamaz. Yine Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta İttihatçıların gayrımüslimleri taktil, Müslümanları temsil siyasetlerini güttüğünü belirtir. Bu politikayı yerden yer vurup mahkum eder. Müslümanların temsili ile ilgili kalemi son derece şehvetli akarken gayrımüslimlerin taktiline dair tek kelime yazı kaleme almaz mesela. Yine Kadri Cemil Paşa Erzurum’da Hamidiye Alayları’nın içinde görev yapmaktadır. ‘Doza Kurdistan’ isimli eserinde Erzurum Ermenilerinin katledilmesine dair çok ketum davranır. İhsan Nuri orduda subay olarak bu cephede bulunup yaralandığı halde Ermenilerin katlini bazı aşiretler üzerine atıp meseleyi kapatır. Abdülrezzak Bedirhan Rus ordusu için çalışırken Van yolunda Ermeni kadın ve çocuk kafilesiyle karşılaştığını belirtir ve bunları sağ salim gidecekleri yere ulaştırdığını belirtmek dışında bir şey anlatmaz. Osman Sabri bu konuda tamamen ketum. Anılarında neredeyse bu olay yokmuş gibi davranır. Nureddin Zaza, Caco isimli hünerli bir soykırım bakiyesi Ermeni hizmetçiyi bir cümleyle andıktan sonra kayda değer hiçbir şey yazmaz. Hesen Hişyar, olayı biraz hatırlayan ender aydınlardan biri. Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi’nin Doktor Reşit tarafından imha edilişini anlatır. Kürtlerin iştiraki konusunda ise ana akım görüşlere sahiptir. Ona göre bu dönemde Kürtler, Ermeni çetelerin yaptıkları zulümler ve savaşlar nedeniyle Osmanlı’nın kılıcı olup çetelere karşı koyduğunu yazar. Cegerxwin, Anadoludan ve Batı’dan kaçan Ermenilerin ‘cahil Kürtler’ tarafından katledildiğini yazar mesela. Olayı ‘cahil Kürt’ imgesiyle karşılayan ilk kişidir seydaye Cegerxwin. Seyda ayrıca Kürtlerin Ermenileri kesmesini ise din farkına bağladığı gibi ayrıca bu işe girişenlerin halk arasında “falanca kişi, kafileden dünya güzeli bir ermeni kadını aldığını” ve “falanca kişinin Ermenilerin üzerinden 10 bin altın aldığını” propaganda ederek katliama mobilizasyon sağlandığına işaret ederek, bu işteki talanın rolüne de dikkati çeker. Ne var ki Seyda, bunları yazmadan bir sayfa önce “Ermeni çetelerin çok Kürt kanı döktüğünü” yazması da dikkat çekici. Okuyucuya sanki “Ermeniler yüzünden bu olaylar oldu” demeye varan bir alt okuma görmekteyiz. Bu konularda kalemi en iştahlı kişi şüphesiz Nuri Dersimi’dir. Dersimi, bu dönemlerde Erzincan bölgesinde görev yapmaktaydı. Dersimi, bu olaylarla alakalı anılarında başlı başına bir bölüm ayıracak kadar bu
olayları önemser. Çok geçmeden bu bölüm okunduğunda Dersimi’nin soykırımla alakalı Ermeni tezlerine cevap verme iştiyakı içinde olduğu görülmektedir. Hakkaniyetli bir menzilden yola çıkan Dersimi, Ermenilerin ticaret için uzaklara gitmek zorunda kaldığında mal, mülk ve namusunu Kürtlere emanet edecek kadar iki halkın iç içe yaşadığına dikkatimizi çeker. Nihayet ermeni soykırımda Kürt iştirakine değinen dersimi, Ermenilerin imhasında bazı çıkarcı aşiret liderlerinin rolü vardır der. Ama bunlar Dersimi’ye göre Kürt’e de düşman aşiretler olduğu için bunların yaptığından Kürtler sorumlu tutulamaz. Soykırım sırasında Kürtler Ermenileri korudu diyen Dersimi, Ermenilerin nankör olduğunu ima ederek buna rağmen Ermenilerin çok Kürt öldürdüğüne değinir. Erzincan, Erzurum ve Varto mıntıkasında “Ermeniler çok zulüm yaptı” diyen Dersimi nihayet Ermenilerin bu zulmünden bir buçuk milyon Kürdün mağdur olduğunu yazarak soykırımda öldürülen bir buçuk milyon Ermeniyle Kürt ölümlerini eşitleyerek işin içinden çıkar. Görüldüğü üzere döneme tanıklık eden Kürt aydınları olayları anlatma konusunda neredeyse tamamen dilsiz. Savaştan sonra biliyorsunuz Jin neşriyatını çıkardı Kürtler. Jin Kürtçe yaşam demekti. Ve Jin dergisinde kardeş olarak gördükleri bir halka soykırımı görmek bir yana Ermeni kelimesi dahi ancak birkaç sayı geçtikten sonra geçer. Kürtlerin yeni Jin’inde Ermenilere yer yoktu. Ve neredeyse tamamen pejoratif bir söylemle Ermeniler yazı konusu edilmekteydi artık. Hele Wilson prensiplerinden sonra Kürdistan’da nüfus istatistikleri sıkça yayımlanır olmuştu. Savaş öncesi ile savaş sonrası istatistiklere bakıldığında kör bir göz bile etnik bir temizliğin yapıldığını görebilirdi. Ne var ki Kürtlerin gözü artık Wilson’daydı. Jin ayrıca soykırımın hâlâ sahada cari olduğu bir zaman diliminde bir kamu spotu edasıyla “Kule Renkli ata, ermeniye ve zağar köpeğe itimat etme” şeklinde bir Kürt darbı meseli de uydurmaktan ve yayımlamaktan çekinmemişti. Ermenileri sosyal darwinizm icabı güçten düşen hayvanlarla simgeleştirip onları bu şekilde doğal seleksiyonu hak eden olarak resmeden sıradan Kürtlerin okumuş çocukları bu şekilde Ermenilere son bir nefret yumruğu indirmekteydi. İki makalenizde de soykırım şiddeti üzerinde duruyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Soykırım şiddetinin benzersizliği ne yazık ki şimdiye dek hakkıyla yazı konusu yapılmadı. Şiddet üzerine yapılan araştırmaların çoğu devrimci şiddet, karşı şiddet veya şiddet tekeli üzerinedir. Hannah Arendt bile soykırım şiddetinden zor bela kurtulan birisi olmasına rağmen soykırım şiddeti konusu üzerinde çok az durmuştur. ‘Şiddet üzerine’ isimli çalışmasında “soykırım şiddeti” üzerine müstakil bir başlık açmayı düşünmez bile. Engels, Sartre, Fanon hattı üzerinden ezilenlerin karşı şiddetini veya devrimci şiddetini dolar diline. Ezilenlerin şiddet görmesine o da alışkındır. Ne var ki soykırım şiddeti özgül ve benzersiz bir şiddet
bana göre. Soykırım şiddeti, şiddetin sınırlarının tamamen kaldırıldığı bir ana denk düşer. Şiddet için şiddettir. Hiçbir etik, estetik, insani değer kaygısı güdülmeksizin icra edilen tek şiddet türüdür soykırım şiddeti. Bu yüzden benzersizdir. Ve bu yüzden içindeki şiddet dozajını ölçecek hiçbir ağırlık birimi yoktur. Hele ermeni soykırımındaki şiddet koreografileri insanın tahayyülünün çok dışındadır. Yahudi soykırımı mesela daha çok araçsal rasyonelliğin işbaşında olduğu ve şiddetin gaz odaları benzeri bilimsel teknik ve seanslara emanet edildiği bir şiddet türüdür. Burada şiddet merkezileştirilmiştir ve hem sokağın hem de gündeliğin dışında bir yerlerde icra edilmekteydi. Ermeni Soykırımı’nda çoğu enstantanede ateşli silahlar tasarruf bahanesiyle kullanılmaz mesela. Bu yüzden bu şiddet orjisine iştirak edenler baltasıyla, bıçağıyla, pala ve dirgeniyle iştirak eder. Kurbanların çoğu kurşunla derhal ölmeye çoktan razı edilmiştir. Bu yüzden soykırım şiddetinin benzersizliği kurbanları bir kurşunla bile ölmeye hasret hale getirecek kadar vahşi ve atonaldir. Silahlı milisler kurbanları seyyar linç gruplarına servis ettiğinde soykırım şiddeti artık seyyardır, fragmanterdir, aperatiftir, anonimdir, full-timedir ve her yerdedir. İmece usulüyle icra edilen bu şiddet resitalleri cinsiyetçi, maçist ve mazoşist bir muhtevayla kotarılmaktaydı. Soykırım şiddetinin esas hedefi din adamları, kadınlar ve çocuklardı. Kadın ve çocuklar mal borsalarının değişmezleriydi. Bu guruplara dönük şiddet özel bir kast ve temsili bir simgesellikle icra edilmekteydi. Din adamları öldürüldüğünde aşağılanmadan öldürülmezdi mesela. Ya eşeğe ters bindirilir, ya sakalları yolunur ya da tırnakları çekilirdi. Bu şekilde failler hristiyan temsili üzerinden bir din adamını öldürerek mücahit payesi alıyordu. Kadınlar ise tecavüz eşliğinde iki kere bedeni ele geçiriliyordu. Kadını bu şekilde elde ederek öldürmek fail için bir fetih anlamına geliyordu. Bağımsız Ermenistan fikrinin fethi. Çocuklar ise ya taşkın nehirlere atılıyordu ya da uçurumlardan atılıyordu. Bunun fail için anlamı anadolunun ve Kürdistan’ın ilelebet Ermenisizleştirilmesinin kesin tesciliydi. Pogromlardan farklı olarak Ermeniler tehcirle yerleşim yerinin dışına çıkarılarak katlediliyordu. Bu şekilde gömme zahmetinden kurtulunduğu gibi bulaşıcı hastalıklardan da muhafaza imkanı sağlıyordu. Ve nihayet şehir dışına çıkarmak en kolay menkul malları alıkoyma yoluydu. Velhasıl soykırım şiddeti pürüzsüz ve steril bir öldürme işlemi değildir. Aslına bakılırsa amacın tek başına öldürme olmadığı çok açıktı. Neredeyse tüm vakalarda ölüme eşlik eden bir öldürmekten beter etme saiki söz konusuydu. Mağdura ilk vurulan şiddet eylemiyle öldürücü son şiddet eylemi arasındaki mesafe alabildiğine uzatılarak mağdur ölüme hasret çeker hale getiriliyordu. Sonunda ölüm garantisi olan bu uzatılmış ölüm seansı faile zevk alma, deşarj olma ve kendini kanıtlama fırsatı sunuyordu. Bu yüzden çoğu mağdur bir kurşunla öldürülmeyi veya intihar etmeyi sonunda ölüm olan öldürmekten beter etme stratejisine tercih ediyordu. Soykırım şiddeti tam da budur işte. İntihar etmeyi bile
yasaklayan, kendini öldürme hakkını bile insanın elinden alacak kadar insan ruhuna ve bedenine hükmeden orantısız bir şiddettir. Öldürmekten beter etme stratejisine neden ihtiyaç duyuluyor sizce? Hınç var işin içinde. Öldürmek tek başına kesmiyor faili. İçinde biriktirdiği hınç patolojisini ve ateşini ancak öldürmekten beter etme seansıyla dindirebiliyor. İttihatçılar da bu hınç çok açık. Olaylara karışan bu Kürtlerde de bu hınç var. Ve sadece tek bir hınç yok. Sınıfsal hınç var, etnik hınç var ve dinsel hınç var. Bir çeşit hınç kolajından oluşan ve çarpan etkisi yaratan bir şiddet pergeli var ortada. Sınıfsal hınca bir örnek vereyim. 1890’larda Sadettin Paşa pogromlara katılan Kürtlerle konuşuyor. Bir hamidiye ağası diyor ki “Bunlar bizim atalarımızın (xulamıydı) marabasıydı, şimdi başımıza bunlar bey mi olacaklar” diyor. Burada bir sınıf hıncı var. 1880’lere kadar Ermeniler ve Kürtler arasında elbette sorunlar vardı ama o tarihlere kadar “Ermenileri gâvur olduğu için öldürelim” fikri yoktu. Bu fikir 1880’lerden sonra gelişti. Günümüze gelelim isterseniz. Kürt siyasetinin Ermeni Soykırımı karşısındaki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kürt siyasi hareketini oluşturan partilerin hemen tamamı Ermeni Soykırımı konusunda inkârdan uzak net bir tutum takınıyorlar. Ana akım Kürt siyaseti açık, net ve de her tür şüpheden uzak bir şekilde bunu soykırım olarak tanımlıyor. Ve gerçekten günümüz ortamında bu hakkaniyetli tutum benzersiz. Hatta bir adım öteye giderek “Eğer bu da soykırım değilse o zaman soykırım kelimesini lügatten silmek gerek” diyecek kadar Ermenilerin taleplerini sahiplendiğini görelim. Bunu gerçekten isabetli bir ideolojik duruşla, kapitalist modernite üzerinden okuması da kayda değer. Hem siyasi duruş hem de ideolojik duruş isabetli. Ne var ki sıra ikinci üçüncü cümlelere gelip soykırımdaki Kürt rolünü konuşmaya başladığımızda hareketin ana arterlerinde farklı pek çok yorum olduğunu da görmekteyiz. Orta kadroların bir kısmı Kürtler kullanıldı derken, bazıları birkaç aşiretin sorumluluğuna işaret etmekte. Bazıları Kürt kimliğini temsilen bir siyasi organizasyon olmadığı için bir bütün olarak Kürtler bu işin içindedir diyemeyiz falan demekte. Kısacası Kürt iştiraki konusunda tek ve netleşmiş bir çizgi yok. Öte yandan son dönemlerde bazı aydınlar “Kürtlerin Soykırım’da siyasi iradesi yoktu” diyor. İlk bakışta doğru bir önerme bu. Zira Kürtlerin siyasi iradesini temsil eden bir parti veya bir örgüt yoktu o dönemde. O yüzden Kürtleri bir bütün olarak soykırıma iştirak ettiğini iddia edip soykırımdan sorumlu göstermek doğru değil. Ama bir de yaşanan bir tarih var. Ve tarihe bakıp Kürtlerin bu olayda hiçbir sorumluluğu yok demek de doğru değil. Bir kısım aşiretler ve bir kısım sıradan Kürtlerin bu işe iştirak
ettikleri bir vaka. Hele bir kısım aşiret liderlerinin zaten iradesi yoktu, devlet ne görev verdiyse yapmak zorundaydı yollu bir savunma bana açıkçası Adolf Eichman’ın mahkemede yaptıkları savunmayı hatırlatmakta. O da ben emir kuluydum, emirleri sorgulamak benim işim değildi diyordu. Kaldı ki yaşanılan tarih olayın böyle olmadığını göstermekte. Eğer böyleyse 1908’de meşrutiyetin ilanıyla o dönemdeki hükümete deyim yerindeyse posta koyan Kürt aşiret liderlerini nereye koyacağız? Hususen bu dönemde Millili İbrahim Paşa’nın ve Heyderanlı Kör Hüseyin Paşa’nın hükümete kafa tutan pratiklerini biliyoruz. Yine Şeyh Ubeydullah’tan başlayıp Şeyh Said ve Seyid Rıza’ya kadar Kürtlerin baskıcı ve zorba rejimlere karşı otonom davranabildiklerini görmekteyiz. Kürtlerin Osmanlı karşısında otonom davranma eğilimi hiçbir zaman sönmemiştir. Kürt aşiretleri kendi iradelerini ortaya koyan otonom varlıklardır. 1914’lere kadar sık sık özerk davranıp kafa tutan Kürt aşiretleri neden bu tarihte özerk davranamadılar acaba? Ayrıca mutlak tekçi bir Kürt siyasi iradesi yoktu elbette ama grup dayanışması ve yerel iktidarlar vardı. Kürtler hiçbir zaman siyasi otoriteye tam anlamıyla boyun eğen bir halk olmadı. Ermeni Soykırımı’nda da otonom davranıp devletin soykırım kararına tamamen çekimser kalabilirlerdi. Ermenileri korumayı bir kenara bırakalım olaylara kayıtsız kalsalar dahi soykırım bürokrasisinin Kürdistan dağlarına saklanacak Ermenileri bulup imha etmesi asla mümkün olmazdı. Kürt ailelere sorduğunuz zaman hemen her aile ‘Biz Ermenileri koruduk’ derler. Nerde o zaman o Ermeniler? Bu koruma söylemi bence abartılmış bir efsane. Elbette koruyanlar vardır ama bu istisna. Bu abartılmış söylemin istisnayı çaktırmadan kural haline getirdiği aşikâr. Herkes Ermenileri korumuşsa peki öldüren kim? Bu sinik yaklaşım bir taraftan Ermenilerin acısına ortak olma konforu sağlarken diğer yandan zımnen kendisini bu yüz kızartıcı suçtan sıyırma imkânı verdiği ölçüde ‘dostça bir inkâr’ diyebileceğimiz bir kurnazlığın ip uçlarını vermekte. En abartılı rakamlar bile 60 bin Ermeni’nin korunduğunu söylemekte. Bunu kabul etsek dahi katledilenlerin yanında bu çok az bir rakam. Kürtler bırakalım Ermenileri savunmayı olaylara yabancı gibi kayıtsız kalsaydı dahi Ermeniler Kürdistan’da soykırıma tabi tutulamazlardı. En fazla 1890’lardaki gibi kimi yerlerde belki pogrom olabilirdi. O yüzden Kürt iştirakini konuştuğumuzda somut ve daha cesur olabilmeliyiz. Yüzüncü yıldaki soykırım tartışmaları hakkında ne söylemek istersiniz? Yüzüncü yılında konu tartışılıyor. Ne var ki bu tartışmalar çoğu durumda politikacıların kakofonisinden öteye geçmiyor. Siyaseten konu zaten yeterince tartışıldığı için ben olayın başka boyutundayım. Modern dönemlerde ilk soykırım bu topraklarda yaşandığı halde soykırım literatürüne felsefi kavramsallaştırma anlamında tek bir özgün kavram ile bile katkıda bulunamadığımızı kabul etmek lazım. Bu yüzden biz
holokaust üzerine çalışan batılı düşünürlerin ürettiği felsefi kavramlar üzerinden bu sorunu analiz etmeye çalışıyoruz. Böyle olunca da batılı kavramlar ile burada olan olay arasında açık bir açı farkı ortaya çıkıyor. Adorno’nun otoriter kişilik tanımlamasını ele alalım mesela. Otoriter kişilik analizi, ermeni soykırıma uzanan ellerin röntgenini tam olarak vermez bize. W. Reich’in psiko-politik ‘küçük adam’ metaforu da buranın soykırım bedenine küçük gelir. Levinas’ın talmudik gelenekten türettiği ‘biz-öteki’ ayrımı da olan biteni vermez mesela. Zira Ermeniler bilhassa Kürt-Ermeni hinterlandında daha çok ‘biz’ kategorisine uyan bir halk. Belki Zygmunt Bauman’ın tezleri bu olayı nisbeten açık edebilir. Bauman, Yahudileri Avrupa’nın ‘yabancı’sı olarak kodlarken haklıydı. Bunu bahçe metaforu üzerinden detaylandıran Bauman’a göre Yahudi soykırımı özünde ‘bahçedeki ayrık otların kökünden sökülüp atılması’ndan başka bir şey değildi. Bunu Ermeni Soykırımı’na tatbik ettiğimizde Ermenilerin yabani ayrık ot olmadığı ortada. Ermeniler bu hikâyede bana kalırsa bizzat bahçeydi. Anadolu’da tarladan mahsul alındıktan sonra sonbahar mevsimine yakın tarla baştan aşağı içindeki her şeyle birlikte ertesi sene daha iyi ürün verilmesi için yakılmakta örneğin. İttihatçıların amacı bahçeyi baştan aşağı yakıp sonradan bu tarlaya Türk-Müslüman unsur ekecekti şüphesiz. Bir de soykırım tartışmaları sanki yanlış bir zemin üzerinden yapılıyor gibi. Soykırımın buradaki asal aksı niteliğindeki yorumlara bakıldığında, bunlar soykırımı anlatırken sanki “laserle yapılan steril cerrahi bir müdahaleyi” anlatıyor gibiler. Burada çarpık bir bakış var. Soykırım kararı alan, onu uygulayan, onu denetleyip gözeten bir makine vardı şüphesiz. Fakat her makine gibi bu makine de insan yapımıydı ve insan eliyle ancak kullanılabiliyordu. Teşkilatı Mahsusa ve diğer bürokrasi bu makineyi kusursuz olarak planlamıştı şüphesiz. Fakat bilhassa taşraya inildiğinde bu makinenin çarklarından olmayan kimi sivil halk unsurları da makineye eşlik ediyordu. Bu anlamda Aram Andonyan çok haklı. Soykırım makinesi ne kadar mükemmel olursa olsun halkın rızası, desteği ve kısmen de olsa katılım ve yardımı olmadan yapılabilecek bir çılgınlık değildi. Bu nokta tartışmalarda nedense hiç konuşulmuyor. Bence artık hiç değilse bir kısım halkın rızası, desteği ve yataklığını konuşma zamanı geldi gibime geliyor. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Tüm dediklerimi özetleyecek sıradan Kürtlerin infial haline ışık tutacak bir soykırım fragmanıyla bitireyim müsaadenizle. Muş-Varto’da ilçe merkezine 30 km uzakta Baska köyüne yakın ‘Newala Hişk’ (Kurumuş Vadi) diye bir yer var. Sarp dağlarla çevrili derin bir vadi burası. Son yıllara kadar dahi burada insan kemikleri olduğu için belki de hayvanlar saygıdan bu civarda otlamazdı. Hınıs Ermenilerinin kafilesi bu vadiye geldiğinde burada yaşayan sıradan Kürtlerin bir bölümü kafileyi talana girişmişler. Ganimetin bereketi utangaç bir dille de olsa halen dillerdedir. Burada kadın ve
çocuklara uygulanan şiddeti karşılayacak kelime yoktur. Bir tanık katliamdan sonra olay yerine gittiğini ve orada can çekişen yaralı halde inleyen bir Ermeni'yi bulduğunu anlatır. Yaralı Ermeni bu kişiyi görünce “kirve ne olur biraz su ver bana” diye yalvarır. “Su yok” diye cevap verir tanık. Bunun üzerine yaralı Ermeni, tanığın kötü niyetini anlayınca “O zaman gel ağzıma işe susuzluğum gitsin, ondan sonra öldür beni” diye yalvarır. Tanık onun ağzına işemeyecek kadar hınç ve şiddetle yüklü olduğu için büyükçe bir taşı kafasına indirip onu orada öldürmekte. Bu fragman bize bir kısım sıradan Kürdün infial anında neler yapabileceğini, talanın rolünü ve nihayet soykırım şiddetinin benzersizliğini apaçık göstermekte. Bir insan diğer bir insanın ağzına ondan nefret ettiği için işemek isteyebilir. Peki bir insanın ağzına işemeyi bile ona çok gören bir davranışı nasıl açıklayacağız. Nefretin bile hafif kaldığı bir andır bu. Sonuç olarak bu olayları anlatırken son sözü ben hep Kitabı Mukaddes’e bırakıyorum. Hem adamı öldürdün hem de bağını aldın değil mi? diye sorar kutsal kitap. Hülasa Kürtlerin bir bölümü hem Ermenileri öldürdü hem de bağını aldı.