Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Yaklaşımlar
Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Yaklaşımlar Giriş Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemi, bilgi noktasında natamam diyebileceğimiz bir dönemdir. Bu döneme ait kaynaklar yaklaşık yüz elli sene sonra yazılmış olması ve verilen bilgilerin bir kısmının birbirleri ile uyuşmaması, döneme ait gerçeklere ulaşmayı daha da zor hale getirmiştir. Bununla beraber, uç beyliğinden ibaret bir aşiret olup, daha sonrasında üç kıtada hüküm süren bir imparatorluk haline gelmesi, dikkatlerin üzerine çekilmesine ve birçok tarihçiye araştırma sahası açılmasına vesile olmuştur. Osmanlıların şecere/soy/etnik köken bilgileri, kuruluş dönemindeki izlenen yol, kuruluş dönemine ait bilgiler tarihçiler tarafından yapılmış olan çalışmalara konu olmuştur. Batılı tarihçilerin ilk döneme ait bilgilerin kaynağı durumundaki Osmanlı kroniklerinin verdiği bilgiler ve kuruluş dönemi üzerine çalışmaları bunun akabinde Türk tarihçilerinin de bu çalışmalara istinaden ürettiği çalışmalar neticesinde tartışmalı konuların doğması, kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini incelediğimizde karşımıza çıkan ilk kaynaklar Osmanlı kronikleridir. Aşık Paşazade Derviş Ahmed Aşıkî’nin Tevarih-i Ali Osman’ı, Ahmedî’nin (İbrahim b. Hızır) Tevarih-i Mülük Al-i Osman’ı Şükrullah’ın Behcettü’t Tevarih’i, Enverî’nin Düstûrnâme’si, Mehmet Neşrî, Oruç Beğ Tarihi gibi kaynaklar döneme ilişkin geniş kapsamlı bilgileri sunmamakla beraber, yola çıkıldığında başvurulan ilk kaynaklardır. Daha sonrasında, sınırlı diyebileceğimiz oranda bilgilerine sahip olduğumuz Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemi ile alakalı H.A Gibbons, P. Wittek, C. Imber, R.P. Lindner, J. Hammer, C.J. Heywood gibi batılı tarihçiler araştırmalarıyla dönemi aydınlatmaya çalışmış fakat yaklaşımları sonucunda tartışma da beraberinde gelmiştir. Bu tartışmanın içinde Mehmet Fuad Köprülü, Halil İnalcık, Feridun Emecen, Ahmet Yaşar Ocak, Yusuf Halaçoğlu, Mehmet Öz gibi Türk tarihçilerde yerini almışlardır. Osmanlı Devleti kuruluş dönemine ait bilgiler, Osmanlıların şeceresinin nereye dayandığı, etnik kökeninin ne olduğu, hangi bölgelerden göç ederek geldikleri, aşiret mi yoksa gaza prensibi ile mi hareket ettikleri, kuruluş tarihinin ne olduğu, göçebe mi yoksa köylü mü olduğu gibi konular üzerinde Osmanlı kronikleri, Batılı tarihçiler ve Türk tarihçiler birbirlerinden farklı bilgiler sunmaktadır. Biz burada günümüze kadar ulaşmış farklı kaynaklardan edindiğimiz bilgiler ışığında Osmanlı Devleti kuruluş döneminin gerçeklerine ne derece ulaşabileceğimizin cevabını arayacağız. Soy Üzerine Yaklaşımlar Osmanlıların soyağacını konu eden ilk kaynaklar Osmanlı kronikleridir. Osmanlı kroniklerinde geçen farklı soyağaçları konuyu tartışmaya açık hale getirmiştir. Aşık Paşazade Derviş Ahmet Aşıkî Tevarih-i Ali Osman adlı eserinde, Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi, dedesi Süleyman Şah Gazi olarak zikretmiş ve kırk bir kişilik soyağacını Yamen ve onun babası Nuh Aleyhisselam’a dayandırmıştır.[1] Oruç Beğ Tarihi’nde karşımıza başka bir silsile çıkmaktadır. Oruç Beğ otuz sekiz kişilik bir silsileden bahseder, bu silsilede Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi ve dedesi Süleyman Şah Gazi’dir ve silsile Yafes’e ve onun babası Hz. Nuh Aleyhisselam’a dayandırılmaktadır.[2] Şükrullah da Behcetü’t Tevarih’inde vermiş olduğu kırk beş kişilik bir silsile ile soyağacını Yafes ve onun babası Nuh Aleyhisselam’a dayandırmaktadır.[3] Mehmed Neşrî soyağacını, Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi, dedesi Süleyman Şah Gazi olarak zikretmiş ve
elli iki kişilik soyağacını Yafes ve onun babası Nuh Aleyhisselam’a dayandırmıştır. Mehmed Neşrî’nin vermiş olduğu soyağacı silsilesinde Oğuz Han’ın babası olan Kara Han’dan kasıt Iys’dir. İbrahim Aleyhisselam oğlu İshak Aleyhisselam’ın oğlu Iys ile karıştıldığını, bahsi geçen Iys’in Erfahşad soyundan geldiğini belirtmiştir.[4] Enverî’nin Düstûrnâmesi’nde geçen soyağacı diğer kroniklere göre farklılıklar göstermektedir. Enverî, Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi fakat dedesi olarak Gündüz Alp’i göstermektedir. Enverî ayrıca diğer kroniklerden ayrı olarak silsilede Türk kızı Turunc Hatun ile sahabi Osman’ın (ra) oğlu Ayyaz ile evlendiğine yer verir.[5] Nişancı Paşa’ya göre de Osman Gazi’nin dedesi Gündüz Alp olarak geçmektedir. Enverî ayrıca diğer kroniklerden ayrı olarak silsilede Türk kızı Turunc Hatun ile sahabi Osman’ın (ra) oğlu Ayyaz ile evlendiğine yer verir.[6] Yukarıda bahsettiğimiz Osmanlı kronikleri tarafından aktarılan soyağacı silsilelerinde olan farklılıkların nedenlerinden bir tanesi de sözlü tarihin yazılı tarihe geçişinde kullanılan kaynakların farklılıklarından dolayı olduğunu söyleyebiliriz. Kısmi silsile farklılıklarına rağmen kroniklerinin Osmanlıların Kayı Boyundan olduklarında hemfikirdirler. Osmanlıların kayı boyundan oldukları bilgisi Osmanlı kronikleri dışında Osman Gazi tarafından bastırılan bir parada ve II. Murad döneminde bastırılan paralarda Kayı boyu damgasına rastlanılmıştır.[7] Colin Imber, Osmanlı kronikleri tarafından belirtilen silsilelerde Osman Gazi ve Ertuğrul Gazi isimlerinin bize gerçeği yansıtabileceği ve geriye kalan tüm isimlerin bir hayal ürünü olduğunu belirtmiştir. Osmanlı soyağacının Nuh Aleyhisselam’a, Sahabi’ye, ve Oğuzlar gibi asil bir soya dayandırmanın amacı Osmanlı Hanedanı’nı rakibi olan diğer hükümdarlara karşı daha saygın bir konuma getirmekti, şeklinde yorumlamaktadır.[8] Paul Wittek, eleştirel tarih yöntemi ile nasıl Roma İmparatorluğu’nun kuruluşunu içeren bilgileri için efsane değerlendirilmesi yapılıyorsa aynı şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuna dair aktarılan bilgiler içinde eleştirel bakış açısı ve şüpheci bir yaklaşımla bakmamız gerektiğini dile getirmektedir. Osmanlıların soyağacı kaynaklarının en önde gelen Türk aşiretlerinden Oğuzlara dayanması 6 oğlunun 4 oğlu ile 24 aşiret şeklinde belirtilmesi zorlama bir yaklaşım olduğunu, Oğuz’un en büyük oğlunun en büyük oğlu Kayı boyundan olması ve şecerenin buna bağlanması efsanevi bir yaklaşım olarak görülmesi gerektiğini ve kroniklerce verilen bilgilere itibar edilemeyeceğini belirtmiştir.[9] Osmanlıların Kayı boyundan olup olmadığı tartışmalarına bir açı da R.P Lindner tarafından getirilmiştir. Kayı boyundan olma girişimini II. Murad döneminde rakip beyliklere karşı daha saygın konuma gelmek ve üstünlüğü sağlamak maksadıyla hazırlandığını ve Osmanlı kroniklerince oluşturulan şecere ile Osmanlıların Kayı boyundan olduklarına ilişkin bir çıkarımda bulunulamayacağını belirtmiştir.[10] Alman tarihçi J. Marquart ve W. Bang ortaklaşa hazırladıkları eserlerinde, Al Biruni ve Awfi’yi kaynak göstererek, Osmanlıların Kayı boyuna mensubiyetleri tartışmasına farklı bir boyut getirmiştir. Kayı boyunun, Moğol olan Kay kabilesi olduğunu, Kayı boyunun da Türkleşmiş bir Moğol kabilesi olarak kabul edilmesi gerektiğini iddia etmiştir. Türkolog C. Brockelmann’ın Kaşgarlı Mahmut’un eserindeki bilgiler ile, J.Marquart’ın Moğol iddialarının örtüştüğünü ve J.Marquart’ı teyit ettiğini belirtmiştir. Türkolog J. Nemeth kay-kayı ve Kun- Kuman’ların lehçe benzerliğinden bahsederek yine J. Marquart ile aynı düşünceyi taşımıştır. P. Pelliot ise J. Marquart’ın bu yaklaşımına şüphe ile yaklaşmış ve taraftarı olmadığını belirtmiştir. Türk Tarihçi Mehmet Fuad Köprülü J. Marquart’ın Moğol iddialarını sert bir şekilde eleştirmiş, bir ilim adamına
yakışmayacak derecede hissi, çok cüretli hatta hayali birer faraziye olarak değerlendirmiştir. Kay kabilesinin Türk olmadığı fakat Türklerle yapmış olduğu etkileşim sonucunda dilleri Türkçeleşmiş bunun yanında kendi dilleri de tamamen yok olmadığını belirtmiştir. Kaşgarlı Mahmut eserinde vermiş olduğu bilgilerde Kay kabilesinin Gayr-i Müslim Türk-Moğol, Kayı boyu ise Müslüman Oğuzlardan oluştuğunu ve coğrafi olarak da her iki kabilenin farklı bölgelerde olduğu açıkça ifade edilmesine rağmen, kaynak olarak gösterilen bu eserinin aksine Kay ile Kayı birleştirmesinin yapılması Mehmet Fuad Köprülü tarafından mantıkî bir zemine oturtulamamaktadır. Sırf sesbilgisi benzerliğine dayandırılmış ve gerçekliği olmayan bir iddia olarak değerlendirilmektedir. Mehmet Fuad Köprülü, tarihçi W. Barthold İslam Ansiklopedisi’nde Kaşgarlı Mahmut’un eserine atıfta bulunarak Kayları, Moğol ve Kayıları Oğuz boyu olduğunu belirterek kendisini teyit ettiğini ve farklı meclislerde bunu dillendirdiğini ve yine aynı şekilde tarihçi V. Minorsky de Hudud al’Alam adlı eserinde J. Marquart’ın iddiasına karşı ilk tenkitin kendisi tarafından yapıldığını ve bu tenkidi teyit ettiğini belirtmiştir.[11] Osmanlıların Dini Üzerine Yaklaşımlar Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini inceleyen tarihçilerden çok farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Buna bir örnekte Herbert Adams Gibbons’dur. H.A. Gibbons tezinde, Osman ve aşiretinin müşrik Türk olduğunu, göç ettikleri yerdeki Müslümanlarla etkileşim neticesinde Müslüman olduklarını ve daha sonrasında etrafındakilerinin de Müslüman olması için çaba sarf ettiklerini iddia etmektedir. Müşrik Türkler ve Hristiyan Rumların Müslüman olmalarıyla Osmanlı ırkını meydana getirdiği bununla beraber nüfus artışını devşirme sisteminin sağladığı fikrini savunmaktadır.[12] H.A. Gibbons Osman Bey’in Müslüman olmasını kronikleri kaynak göstererek açıklamaya çalışmıştır. Kronikleri hayal ürünü anlatımlar olarak gören Gibbons bu tezini açıklarken hayal ürünü gördüğü kaynaklara başvurmasını manidar olarak nitelendirebiliriz.[13] H.A. Gibbons’un Osmanlı Devleti kuruluş dönemine ait bu tezine karşı eleştiriler dönem dönem dile getirilmiş, kaleme alınmıştır. Bunlardan bir tanesi de Mehmet Fuad Köprülü’dür. M. F. Köprülü, Gibbons’u tek cepheli izah yapmakla eleştirmektedir. Olayların sadece dinî faktörle ele alındığında kısmi doğrulara ulaşılacağını, tek cepheli izahla bütünsel manada dikkate değer bir yaklaşıma ulaşılamayacağını belirtmiştir. Osmanlının ne bir kavim ne bir ırk olarak ele alınamayacağını ve Osmanlının siyasi bir tabir olduğunun altını çizmiştir. Osmanlı kavim veya ırk değil imparatorluktur, demiştir. Gibbons’un etnografik araştırma neticesi Suriye Türkmen aşiretinin kâğıt üzerinde Müslüman olması ve bazı kaynaklardan Osmanlılarla bu aşiretin akraba olmasını delil olarak göstererek Osmanlıların sonradan Müslüman olduğunu iddia etmenin bir anlam ifade etmeyeceğini belirtmiştir. Gibbons’a göre Malazgirt Savaşı ile Anadolu’ya giren Selçuklular Müslümandı, XIII. yy. ’da Moğol istilasıyla beraber Anadolu’ya gelen Türkler Müslüman değildi ve bunlar ile ilgili bir kayıt bulunmamaktaydı. M.F. Köprülü, Gibbons’un bu yaklaşımını konu hakkında bilgi eksikliğine sahip olmasından kaynaklandığını, Osmanlıların Selçuk istilasıyla beraber Anadolu’ya gelen bir aşiret olduğunu belirtmiştir. Osmanlılarda yapmış olduğu hatayı Selçuklularda da devam ettirmiş ve Selçukluları bir siyasi kimlik olarak değil, bir ırk bir kavim olarak görmüştür, şeklinde eleştirilerine devam etmiştir.[14] Gibbons’un, Osman Bey’in Neşrî’yi kaynak göstererek aktardığı rüyayı gördükten sonra Müslüman oldu iddiası F. Giesse tarafından eleştirilmiştir. F. Giesse kroniklerde belirtilen bir rüyanın neticesinde Osman dinini değiştirerek Müslüman oldu çıkarımında bulunmanın, sağlam temele
dayanmayan bir yaklaşım olduğunu ve bunun ancak rakiplerine karşı nüfuzunu arttırmak için bir meşrulaştırma aracı olarak görülebileceğini belirtmiştir.[15] Gibbons’un Osmanlının kuruluşuna dair yaklaşımına karşı F. Giesse’nin genel çapta yapmış olduğu eleştiriye bakacak olursak; saptamalarının doğru fakat esas itibari ile çözümlemelerinin yanlış olduğunu, meseleye Avrupa merkezli baktığını, böylece Türkler konunun dışarda kaldığını ve yer konumlandırılması güçleştiği şeklinde bir çıkarımında bulunduğunu görmekteyiz. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin kuruluşu yazılacaksa bu şark merkezli bir bakış açısıyla yazılmalıdır, şeklinde bir öneri getirmektedir.[16] H.A. Gibbons’un bu tezine karşı destek maksadıyla yazılan bazı yazılara da rastlamak mümkündür, bunlardan birisi C.J. Heywood’un aktarımıdır. Heywood, J.H. Karames’in iddia ettiği Karesiler gibi Osmanlılar da Gayr-i Müslim olduğunu ve Osman Bey’in ismi Pontus akıncılarından biri olan Ataman’dan geldiği ve zamanla Osman ismine dönüştüğü bilgisini eserlerinde kullanmıştır.[17] Gaza Üzerine Yaklaşımlar Paul Wittek, eski kaynaklarda verilen Osman Bey’in dedesi Süleyman ile alakalı öykülerdeki farklı anlatımlara atıfta bulunmuştur. Bu anlatım farklılıklarından dolayı kabile geleneğinin olmayacağına dair bir çıkarımında bulunmuş ve Osmanlılar kabile değil başka bir şeyi esas alıyor düşüncesine sahip olmuştur. Esas olarak alınan bu başka şey nedir? sorusu onda “gaza” fikrinin doğmasına vesile olmuştur. Bu gaza fikrini, Ahmedî’nin İskendernamesi’nde geçen gazavat ile ve 1337 yılında Bursa’da yaptırılan camideki kitabede Sultan, Gaziler Sultanı’nın Oğlu, Gazi, Gazi’nin Oğlu gibi unvanların kullanılması ile temellendirmektedir.[18] Osmanlıların uç beylikteki gerçekleşirmiş olduğu büyük başarıyı Türklerde geçmişten gelen, ve bölgedeki bulunan diğer beyliklerinin de sahip olduğu gaza anlayışına dayandırır. Osmanlılar gaza anlayışına sahip bir beylik olduğunu liderlerinin de bu gazayı yöneten önderler olduğunu belirtmiştir.[19] R.P. Lindner, P. Wittek’in gaza tezine karşı çıkmaktadır. P.Wittek’in tezinin gerekçelerini zayıf bulmakta, sonradan kazanılmış yaklaşımı ilk döneme isnat ettiğini dile getirmektedir. Osmanlının ilk yıllarında kan bağından ziyade, pragmatik yaklaşıma sahip bir kabile anlayışı hakim olup, başarılar elde ederek büyüdükçe özünden kopup, aşiret anlayışını yitirdiğinden bahsetmektedir. P. Wittek’in gaza tezine kaynak olarak sunduğu Bursa’daki kitabe ve Ahmedî’nin İskendernamesi’ni kuruluş dönemini değil, devletleşme döneminin bir yansıması şeklinde algılanması gerektiğini belirtmiştir. Bizans gibi bir Hristiyan devletle iyi ilişkiler kurması, Müslüman topluluklarla savaşması, Hristiyanların Müslüman olması için bir zorlamanın olmaması, istimalet politikası ( hoşgörülü ve ılımlı yönetim) gibi yaklaşımlar R.P. Lindner tarafından Osmanlıların gaza anlayışına sahip olmadığının delilleri olarak açıklamaktadır.[20] R.C. Jenings, P. Wittek’in gaza tezine karşı çıkanlar arasındadır. Bu karşı çıkışını Osmanlıların Hristiyan topluluklarıyla olan dostça ilişkilerine, Hristiyan Ortodoks savaşçı grupları ile olan sulh durumuna bağlamaktadır. Gaza anlayışı ile Ortodoks savaşçılarını zapt edemeyeceğini ve köyleri elinde tutmak için savaşması gerektiğini belirtmiştir.[21] R.C. Jenings ayrıca, cihat ordusu Müslümanlardan müteşekkil bir ordu olduğunu fakat Osmanlılarda Hristiyanlar da orduya dahil olduğu için bunun cihat olamayacağını iddia etmiştir.[22] Heywood, Osmanlıların kuruluşundaki etkilerden bahsederken Türk-İslam anlayışına sahip Anadolu geleneğinden ziyade Moğol dünyasına atıfta bulunur. Altınordu Lideri Nogan’ın ölümünden sonra
Kırım’dan göçenlerle bir ilişki kurmaktadır ve bu düşünceleri ile P.Wittek’in gaza tezine muhalif bir yaklaşım sunmaktadır.[23] Macar Türkolog Gyula Kaldy- Nagy Osmanlıların kuruluş dönemi gaza tezine karşı çıkmıştır. Müslümanlar sadece Hristiyanlar ile savaşmamış, Müslümanlar ile de savaşmıştır bundan dolayı inançları gereği Hristiyanlarla savaşmış yani cihat yapmıştır diyemeyiz, şeklinde yorumlamaktadır. Dindar kronikler atalarına dini unsurlar katarak savaşları cihat olarak lanse ettiğini iddia etmektedir. Osmanlıların savaşma derdinin savaştıkları insanların tamamını Müslüman yapmak olmadığını ve bunun XVI. yy Osmanlı gelirlerindeki toplam gelirin beşte biri olan cizye gelirlerinden anlaşılacağını ve bu gelirin olmaması Osmanlı için bir zarar olacağını belirtmiştir.[24] Osmanlı hanedan isimlerinin İslami olmayıp Türk isimlerinden oluşması, İbn-i Batuta Osmanlı beyliğini gezip Osmanlı medreselerinden bahsetmiyor olması Nagy’i ye göre Osmanlı’da cihat olmadığının delilleri idi.[25] Osmanlının kuruluş öncesinde de bölgenin gaza anlayışına sahip olduğu ve bu anlayışla gelindiğini, Osmanlıların kuruluş döneminde de bu gaza anlayışına sahip olduğu ve sürdürdüğüne dair görüşleri incelediğimizde şu kaynaklara rastlıyoruz; Aşıkpaşazade eserinde, Osman Gazi hisarı fethedip, tekfuru esir aldığında bunun karşılığı olarak Sultan’ın hediye gönderdiği, Osman Gazi hediyeler geldiğinde ayağa kalktığı, Osman Gazi seferde nevbet çalınmasının dışında ayağa kalkmadığına dair bilgilere yer vermektedir. Aşıkpaşazade, Osman Bey’in neden ayağa kalktığını ise; Osmanlı gazidir ve Allah için savaşa hazırdır mesajı vermek için ayağa kalkmıştır, şeklinde izah etmiştir.[26] Osmanlının kuruluşundan önce de bölgede gaza anlayışının var olduğuna dair Aşıkpaşazade anlatımından çıkarım yapabiliyoruz; Sultan Aleaddin, Karacahisar tekfurunun saldırısına karşı Osman Gazi’ye destek ekibi hazırlatmış ve “bizde İslam gayreti yok mudur ? ” dediği bilgisini aktarmıştır. [27] Oruç Beğ eserinde, Osmanlının gazilerden oluştuğunu ve düşmana karşı galip gelen taraf olduğunu dile getirmiştir. Allah rızasına uygun ve doğru işler yaptıklarını, gaza ganimetlerini iyi ve doğru kullandıklarını belirtmiştir.[28] Osmanlıların gaza anlayışına sahip olan tarihçilerimizden Halil İnalcık eserinde, Osmanlıların din, tasavvuf, gaza gibi konulardaki eserlerin toplumun eğitilmesi için okutulduğundan bahsetmiştir. Gazanın ihlas ile yapılması gerektiği, salt bir şekilde ganimet arzusuyla gaza yapılmaması gerektiği gibi gazanın nasıl yapılacağına dair öğretilerin topluma ulaştırıldığını belirtmiştir.[29] Osman Gazi’nin Rüyası Üzerine Yaklaşımlar Osmanlı kroniklerinden Aşıkpaşazade eserinde, Osman Gazi dönemin büyük dervişlerinden aziz şeyhi ziyaret eder ve misafiri olur. Gece bir rüya görür ve rüyasını şeyh efendiye anlatır. Rüyayı tabir eden şeyh efendi Osman Gazi padişahlıkla müjdeler ve aziz şeyhin kızı ile evleneceğini söyler, bilgisini aktarmaktadır.[30] Mehmed Neşrî eserinde, Aşıkpaşazade Tarihi’nde geçen rüya ile örtüşen bir anlatıma sahip olduğunu görmekteyiz[31] fakat Oruç Beğ tarihinde rüya biraz daha farklıdır. Oruç Beğ eserinde rüyayı gören Osman Gazi değil Ertuğrul Gazi’dir. Oruç Beğ eserinde, Ertuğrul Gazi bir gece rüya görür ve rüyanın tabiri için dönemin büyüklerinden Şeyh Ede Bali’ye gider. Şeyh Ede Bali rüyayı, bir oğlun olacak, oğlun ile benim kızım evlenecek şeklinde yorumlamış ve Ertuğrul Gazi’yi neslini padişahlık ile müjdelediğini belirtmiştir.[32] Bu tarz rüyaları daha önceki
dönemlerdeki İslam devletlerinde de rastlamaktayız. Emeviler, Abbasiler, Gazneliler, Selçuklularda bu tarz rüyalar saltanat müjdesi olarak aktarılır ve bu meşrulaştırma maksadıyla yapılmaktadır.[33] Osmanlı kronikleri tarafından aktarılan Osman Bey’in rüyası ile alakalı Colin Imber sert bir şekilde muhalefet etmiştir. Bu rüyaların çıkış amacı ilahi onay olduğunu, şeyh kızı ile evlenilmesinin de soyu asilleştirme çabası taşıdığını ve kroniklerin bilgileri, sözlü tarihin aktarımdan ibaret, sağlam temeli olmayan efsane bilgilerden oluştuğunu iddia etmiştir.[34] Kuruluş Tarihi Üzerine Yaklaşımalar 1299?-1302? Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi noktasında iki ayrı tarih üzerinde durulmaktadır. Tarihçiler 1299 ve 1302 tarihlerinde gerçekleşen olaylar neticesinde devletin kuruluş tarihine ilişkin kanaatlerini açıklamışlarıdır. 1299 tarihi üzerinde ittifakta bulunanlar, hutbe iradı ve kadı atanmasına, 1302 diyenler ise Bizans’a karşı elde edilen zafere atıfta bulunurlar. 1299 tarihinde ittifakta olanların kaynaklarına bakacak olursak; Aşıkpaşazade eserinde, Osman Gazi Karacahisar’ı fethettikten sonra orada bulunan halkın cuma namazı kılınması ve kadı atanmasına ilişkin istekleri oldu. Osman Gazi bu konu ile alakalı Dursun Fakıh’ı görevlendirdi. Dursun Fakih Osman Gazi’ye Sultan’dan izin almayı teklif etti. Osman Gazi bunu reddetti ve o Sultan ise ben de Han’ım dedi. Dursun Fakih ve halk Osman Gazi’nin dediklerini kabul etti. Dursun Fakih kadı olarak atandı ve hutbe okudu, şeklinde bilgi aktarmış ve bu olay ile ilgili tarihi 1299 olarak belirtmiştir.[35] Neşrî eserinde durumu biraz daha farklı aktarmıştır. Neşrî hutbelerin Sultan Aleaddin adına okutulduğunu, Sultan Alâeddin’in vefatı ile beraber oğlu olmadığı için yerine neslinden biri gelmediği ve vezirin geçtiği haberini aldıktan sonra Osman Gazi adına okutulduğunu ve kadı ataması yapıldığı şeklinde aktarmaktadır.[36] Türk tarihçilerinden İsmail Hakkı Uzunçarşılı’da kuruluş tarihinin 1299 olduğunu beyan eden tarihçilerimizdendir. 1299’da İlhanlılara yapılan Sulamış İsyanı ile beraber Sultan Aleaddin kaçmıştır. Otorite boşluğu sonucunda Selçuklu Devleti etkisizleşmiş ve Osman Gazi’nin bağımsız kaldığını belirtmiştir.[37] 1302 tarihinde ittifakta olanların kaynaklarına bakacak olursak; Anadolu’da Moğol etkisinin azalması ve 1302 tarihinde Bizanslılar ile yapılan Koyunhisar/ Bepheus Savaşı neticesi ile elde edilen zafer ile beraber Osmanlı Devleti’nin kuruluşu kabul edilmiştir.[38] Halil İnalcık, 1302 tarihli Koyunhisar/Bepheus savaşıyla beraber Osman Gazi karizmatik lider konumuna gelmiş ve kurucu pozisyona sahip olduğunu belirtmiştir. Aldo Gllatta ve Feridun Emecen gibi tarihçilerde Osmanlı Kuruluşunun 1302 yılında olduğunda hemfikirdir.[39] Sonuç Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemi üzerine kroniklerin, Batılı tarihçilerin ve Türk tarihçilerin görüşlerini “soy”, “gaza”, “Osmanlıların dini”, “Osman Gazi’nin rüyası” ve “kuruluş tarihi” konuları ile sırasıyla ve çelişkili görüşleri de karşılıklı olarak sunmaya gayret gösterdik. Kroniklerin, eserlerini kuruluş tarihinden yaklaşık yüz elli sene sonra gibi uzun bir dönemden sonra yazmasına, bilgisi verilen konularda, olaylar ve kişilerin farklı anlatımlarla aktarıldığına hatta geçmiş dönem devlet adamlarına de isnat edilen -rüyalar gibi- efsane diye niteleyebileceğimiz bilgilerle karşılaştık. Batılı tarihçilerin bir kısmında farklı kaynaklardan farklı yorumlar çıkarmasına, olayları tek taraflı olarak incelemesi ve çıkarımlarda bulunmasına hatta kroniklerin tamamen hayal ürünü, efsane anlatımlardan ibaret olduğunu dile getiren tarihçilere rastladık. Batılı ve Türk tarihçiler içerisinde mutedil bir yolu takip eden ve tavsiye eden tarihçilere de rastladık. Elde ettiğimiz bu yaklaşımlar neticesinde, saha üzerindeki çalışmalarla ispata kavuşmamış ve tarihçinin
ulaştığı kaynağı, tek bir açıyla değerlendirmesi sonucu sunduğu bilginin taraflı olma özelliğinden kurtulamayacağını ve bundan dolayı bir gerçeklikten bahsetmenin yanlış olacağı kanaatindeyiz. Mutedil yolu benimsemiş, akıl ve mantık muhalifi olmayan, tek bir açıdan değil, diğer açıları da hesaba katarak bütüncül bir şekilde yapılan değerlendirmeler sonucunda, elde edilen bilgiler ve bu bilgilerin saha çalışmalarından elde edilen sonuç ve deliller ile örtüştüğü oranda gerçeğe yaklaşmamız sağlanabilir, aksi takdirde bir gerçeklikten değil sadece tarihi bilgiden bahsetmiş oluruz. Bu tarihi bilgi de kısır döngü içerisinde tartışılmaya açık bir şeklide kalıp, devamı daim bir tartışmadan öteye gidemeyeceği düşüncesindeyiz.
OSMANLI DEVLETİ'nin Kuruluşu Üzerine Hipotezler
A.H.Gibbons'un tezi Gibbons'a göre, Osmanlılar, ancak Balkanlardaki fetihlerden sonra Anadolu'daki topraklarını genişletebilmişlerdir. Balkanlardaki fetihleri, tahrip ve yağma maksadıyla yapılmış bir akın değildir, belki planlı bir yerleşmedir. Buraya kadar doğrulara tercüman olan Gibbons, daha sonra Osmanlı aşiretinin küçük bir aşiret olduğunu; hatta Moğolların elinden kaçtıktan sonra Anadolu'ya gelişlerinde müslüman olmuş olabileceklerini; yeni müslüman olmanın heyecanıyla gayr-i müslimleri de zorla İslâmlaştırdıklarını, aslında kendi nüfuslarının az olduğunu, ancak dine dayanan yeni bir Osmanlı ırkı meydana getirerek yerli Rumları da yanlarına aldıklarını, harb esirlerinin İslâm'ı kabul etmesinin onlar için imtiyaz olduğunu ve kısaca Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu yeni bir dinle yeni bir ırk ortaya çıkarmaya borçlu bulunduğunu açıklamaktadır.
Rudi Paul Lindner'in tezi Amerikan Michigan Üniversitesi Ortaçağ tarihi hocası Rudi Paul Lindner'e göre, Osmanlı devletinin kuruluşu aşiret yapısına dayanır ve onun bu aşiret yapısında yükseldiği ve geliştiğini ileri sürer.Osmanlının başlangıçta gaziler değil, kabile olduğunu; amaçlarının da gaza değil yağma olduğunu ileri sürer.Ona göre ilk müslümanların gaziler olduğu fikrinin temel sebebi, kuruluştan 150 yıl sonra yazılan eserlerin yazarlarının kendi zamanlarında Osmanlı devletinin benimsemiş olduğu "gaza ideolojisinin" geçmişte de geçerli olduğu yanlışlığına düşmeleriydi.
Paul Wittek tezi Osmanlı Devleti'nin kuruluş dönemiyle ilgili çalışmalarıyla tanınan Paul Wittek'in Osmanlı Beyliği'nin etrafındaki beylikler arasından sıyrılıp tarih sahnesinde yer almasıyla ilgili bir tezi var.
İlim muhitlerinde çok yankı gören bu tezinde Wittek, Osmanlı Beyliği'nin çok güçlü bir devlet olarak ortaya çıkmasını bu beyliği kuranların gaza düşüncesiyle hareket etmelerine bağlamaktadır. Ona göre ilk dönemin öncüleri sahip oldukları dinî inancı yeni muhitlere taşımak için büyük bir arzu duyuyorlardı. Taşımakla şeref duydukları en yaygın unvanları gazilikti (Ertuğrul Gazi, Osman Gazi, Orhan Gazi). Bu gaza düşüncesi aynı ideali paylaşan ve diğer beyliklerde atıl olarak bekleyen insanları kendine çekmiş ve Osmanlılar Rumeli'ye geçerek kendilerine çok münbit bir genişleme alanı bulmuşlardır. Wittek'in dikkatle altını çizdiği bir başka nokta daha var. Diyor ki, bu gaziler kendi dinlerini yeni muhitlere götürür ve herkesin bu dinle tanışmasını arzu ederken, bu muhitlere çok erken dönemlerden itibaren giren ilim adamları (ulema) da bu arzunun bir baskıya dönüşmesini önlemişler, tam tersine idareleri altına giren ahalinin dinlerine karışmamayı tercih etmişlerdir. Bilhassa ulemanın etkisinin çok güçlü olduğu şehirlerde gazilerin kendi dinlerini başkalarına kabul ettirme arzularından kaynaklanabilecek taassuplarının yerini, Hristiyan ve Museviler'e karşı müsamahakar bir din anlayışı almıştır. Evet Wittek'in özet olarak söyledikleri bunlar. Bu dikkate değer tesbit ışığında rahatlıkla şunu söyleyebiliriz. Osmanlı Devleti'ni yücelten sebeplerden birisi bu devleti kuranların başka din ve kültürlere hoşgörü ile davranmayı bilmiş ve farklılıklarla birlikte yaşamanın formülünü bulmuş olmalarıdır.
C. Hayvood'un tezi C. Haywood, Osmanlı devleti Türk-İslam Anadolu çerçevesinde değil, daha geniş Moğol coğrafyasında araştırılmalıdır,der.Gazi tezini eleştirir.O, Wittek'in, Avusturya'da etkili bir edebi derneğin mensuplarıyla olan ilişkilerini ve bu cemiyetin romantik milliyetçi düşüncesini çok ayrıntılı bir şekilde ortaya koyuyor; Wittek'in tarihçiliğinde bu düşüncenin rol oynadığını vurguluyordu.
Colin Imber'in tezi Manchester Üniversitesi'nde uzun yıllar hocalık yapan Colin İmber'e göre Osmanlı beyliği hiç de belirli bir ideoloji gerçekleştirmek için kurulmadı.Moğol istilasının yol açtığı kargaşa ortamından tıpkı diğer beylikler gibi bir hanedan olarak ortaya çıktı ve temelde bir hanedan devleti olarak tarih sahnesinde yerini aldı. Batılı tarihçilerin görüşlerine topluca bakacak olursak; 1-Osmanlı aşireti Bizans sınırında diğer Türk unsurlarından kopuk Türkçe konuşan göçebe bir unsurdur. 2-Bu aşiret İslâm dinini bu bölgede Hıristiyan halk ile birlikte kabul etmiş, ihtida sürecinde Bizanslaşmış Rum halkı ile karışık muhtelit bir yapı olmuştur. 3-Gaziler teşkilatı, kendi içinde Bizans kültürünün korunmasını amaçlayan muhtedileri de bulundurur. 4-Göçebe Osmanlı Beyliği'nin ihtida ettikten sonra kurdukları ilk Asya tarzı devlet teşkilatı, şehirli Hıristiyan ve yerleşik tarımsal kültürünün ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır. Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda Türkiye Selçuklu sosyo-ekonomik yapısının rolünü öngörmeyen bütün değerlendirmelerin yanlışlığı gibi Osmanlı etnik oluşumundaki bu tespitler de Türkiye Selçuklu şehirleşmesinin bölgeye tesirini ortaya koymaktan çok uzaktır. Türkiye Selçuklu devrinde Sivas şehri konusunda yaptığımız bir çalışma ile on üçüncü yüzyılda Türklerin Anadolu'da
şehirleşmenin bütün unsurlarını oluşturmuş olduklarını tespit etmiş durumdayız. Burada ilk olarak hangi siyasî ve sosyo-ekonomik gelişmelerin Osmanlı ve uç beyliklerini Batı Anadolu'ya göçe ittiğini ve Batı Anadolu'da Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda yer alan dinamik Türk unsurunu tespit etmek durumundayız; XIII. yüzyılın ikinci yarısında Batı Anadolu'ya Moğol istilası ve Türkiye Selçuklu sultanlığının çöküşü nedeniyle Anadolu'ya Müslüman olarak geldiğini bildiğimiz Türkmenler göç etmeye başlamışlar ve XIV. Yüzyıl başında Anadolu'nun sosyo-iktisadi ağırlığı Batı Anadolu'ya kaymıştır.
Fuad Köprülü'nin tezi Bütün bu görüşleri yazdığı eserleriyle tahkik ve tenkit eden Fuad Köprülü, Gibbons'un Osmanlı Aşiretinin önemsiz bir aşiret olduğu görüşü ile yeni ihtida iddiasını reddederken, Osmanlı Devleti'nin tamamen dinî sebeplerle olan yükseliş tarzına, bazen aşırıya varan tarzda itiraz etmektedir. Fuad Köprülü, bütün meseleyi, Ahlat'tan Domaniç'e gelen Ertuğrul Bey ve neslinin insan yapısına bağlamaya çalışmaktadır. Bu arada ahilerin Giese tarafından ifade edilen kuruluştaki rollerini mübalağalı bulmaktadır. Köprülü, kuruluşta, Moğolların baskısı sonucu Anadolu'ya göç eden Türkmenlerin gaza ruhu ile Bizans topraklarını Dâr'ül-İslâm yapmak üzere gayretlerinin; Selçuklu Devleti'nin zaafa düşmesi ve Anadolu Beyliklerinin kurulması gibi bu dönemde meydana gelen büyük siyasî olayların, Türklerin sahip olduğu etnik özelliklerin; Osmanlı kabilesinin asil oluşunun; Anadolu'da oluşan Gâziyân-ı Rum, Âhiyân-ı Rum, Bâciyân-ı Rum ve Abdalân-ı Rum gibi askerî, sosyal ve iktisadî grupların; nihayet Osmanlı Beyliğinin bulunduğu yerin jeopolitik durumunun; diğer beyliklerin Osmanlı Beyliğine karşı hasmâne tutum içine girmemelerinin ve benzeri sebeplerin, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda ve inkişâfında önemli roller olduğunu uzun uzadıya açıklamaktadır. Fuad Köprülü'nün gaza ruhunun ve i'lay-ı kelimetullah gayesinin bu konudaki rolünü küçümsediği kanaatindeyiz.
Halil İnalcık'ın tezi Halil İnalcık Uç’taki toplumsal değişimin temel sebebi olarak göç ve nüfuz baskısını ve uç toplumundaki devlet teşekkülü sürecine götüren faktörleri inceler. İnalcık, nüfus hareketlerinde Moğol istilasına karşı Türkmenlerin doğuya yönelmelerinin önemini ortaya koyar. Moğolların doğrudan yönetiminden kaçmak isteyen Türkmen toplulukları Bizans sınırlarına doğru yöneldiler.XIV. Yüzyılın başlarında "gaza ideolojisi"ni benimseyen Türkmen beyleri Batı Anadolu'da önem kazandılar.Özetle eski Selçuklu ucunda büyük bir demografik (nüfus) potansiyele sahip ve yüceltilmiş gaza ideolojisiyle donanmış yeni bir Türkiye doğmakta olduğunu savunuyor Batılı ve Türk tarihçilerin söylediklerini özetleyerek Osmanlı Devleti'nin kuruluş sürecini şu şekilde değerlendirebiliriz: 1-Osmanlı Devleti dörtyüz çadırlık Kayı Aşireti ile teşekkül etmemiştir. Gerçi Osmanlı Hanedanı’nın devletin kuruluşunda çok büyük şahsî payı vardır. Ama sınır nüfusunu ve kültürünü tevârüs etmedeki payını da unutmamak gerekir. 2-Osman Bey Selçuklu devlet geleneği içinde yetişmiş ve vazife alanını genişletmiştir. 3- Osmanlı Devleti kurulduğu sırada Türkler Anadolu'da siyasî, askerî, sosyal, kültürel ve iktisadî yönlerden büyük gelişmeler göstermişler, bu tecrübe ve birikimi Osmanlı Devleti'ne aktarmışlardır. 4- Başta Ertuğrul ve Osman Gazi olmak üzere Osmanlı Beyleri sınır boyu şartlarını çok iyi değerlendirerek, hem aşiretlerin kendilerine teveccühünü sağlamışlar, hem de adaletli bir yönetim
anlayışı benimseyerek etrafa itimat ve güven telkin etmişlerdir. 5-Osmanlı uç beyliği coğrafî vaziyetini iyi değerlendirerek, diğer beyliklerle çatışmadan kaçınıp Bizans'a yönelmek suretiyle gazâ duygusunu yükseltmişlerdir. Böylece "Gazâ Merkezi" haline gelmişlerdir. 6-Osmanlılar'da Orhan Gazi'den itibaren her alanda teşkilat vücuda getirilerek, devletin ihtiyaç duyduğu kadrolar oluşturulmuş ve sosyal ve hukukî düzen sağlanmıştır. 7-Yönetim anlayışı Anadolu Selçuklularına bağlanmak sûretiyle gelenek devam ettirilmiştir. 8-Kâdîm Türk devleti geleneğine göre hükümdar ailesinin üyeleri devlet yönetiminde ayrı ayrı görev alıyorlardı. Bu durum dahilî kavgalara ve devletin parçalanmasına yol açıyordu. Bu gelenek ilk defa Anadolu Selçuklularından Rükneddin Süleyman Şah zamanında (1196-1204) kırılmaya başlandı. Anadolu Selçukluları daha merkezî bir yönetim anlayışı geliştirerek hanedan üyelerinin yetkilerini daralttılar. Sınır boylarındaki diğer beyliklerden farklı olarak Osmanlı'larda bu anlayışı benimseyerek merkezî bir yapı oluşturdular. 9-Bu gelişmeler, Osmanlı beyliğini bir istikrara kavuşturduğundan, diğer beyliklere nazaran gerekli olan asker, yönetici, âlim, sûfî vb. insan unsuruna daha kolay ulaştılar. 10-Osmanlıların kanun ve nizam şuuru siyasî ve sosyal ahengi devam ettirmiş, "Din-ü Devlet, mülk-ü millet" gibi dört unsura dayanan mefkûreleri ile kudret kazanarak, Selçuklular'dan aldıkları mirası en yüksek seviyeye eriştirmişlerdir. Böylece büyük Gazi Alparslan'ın millî ve İslamî mefkûre ile yükselttiği sancak, Osman Gazi ve haleflerinin ellerinde üç kıt'ada asırlarca dalgalanma imkanı bulmuştur.
Sonuç: Osmanlı Beyliği’nin kuruluş dönemindeki mahiyetinin ne olduğu ve bu beyliğin nasıl olup da bir imparatorluğa dönüştüğü konusu tarihçilerin hâlâ tam olarak üzerinde anlaşamadığı bir sorundur. Bu konu tarihçilerin, sosyal bilimcilerin de dikkatini sürekli çekmiş, Osmanlılar'ın bu ölçüde başarılı olmasının sebepleri üzerinde durmuşlardır. Böyle bir olguyu tek bir sebebe veya sınırlı sayıda faktöre bağlamak gerçekçi olmasa gerek. Konunun askeri, malî, iktisadî, hukukî, sosyal ve dinî birçok boyutu olmalı. Osmanlı tarihçilerini ya da Osmanlı tarihiyle ilgilenenleri diyelim, ikiye ayırmak mümkün. Bir tarafta Osmanlı'nın "duraklama-yıkılma" dönemiyle ilgilenenler, diğer tarafta "kuruluş-gelişme'den" sonrasına aldırmayanlar. Birinciler genelde imparatorluğun yıkılış sürecindeki siyasî, sosyal ve askerî çürümeyi bütün bir Osmanlı tarihine hoyratça yayarken, ikinciler genelde altı yüzyıllık tarihin emsali çok az görülmüş Muhteşem Süleymanlarla ve Koca Sinanlarla dolu olduğunu, Osmanoğullarının mağlûbiyet yüzü görmemiş bir istisna olduğunu sanıyor. İki grubun da haklı gerekçeleri bulunabilir; en azından insanların ilgi alanlarına müdahale edecek değiliz. Diğer taraftan bir de öyle tarihçiler var ki, iki gruba da girmiyor; onlar tarihi ne bir efsaneye ne de oryantalist denilebilecek kadar aşağılayıcı bir bakış açısına değişiyor. Osmanlı'nın ne ilk döneminin sürekli fetihlerle geçtiğine, ne de son dönemlerinin sürekli yanlış şeylerle dolu olduğuna inanıyorlar; her iki dönemin de içe içe geçtiğinin, imparatorluğun en yüksek dönemlerinde çok kötü mağlubiyetler alındığının, en yoz dönemlerinde ince birer zarafet eseri, en güzel mimari eserlerin yapıldığının fazlasıyla farkındalar. Bu tarihçilere göre "gelişme" ya da "gerileme" gibi yüzer yıllık adlandırmalar bile birer yanılsamadan ibarettir. 21. yüzyıl Osmanlı tarihçiliğinin gösterdiği büyük gelişmeye rağmen, Osmanlıların özellikle ilk yüzyılıyla ilgili meseleler üzerinde hala birbiriyle bağdaştırılması güç, karşıt görüşler ve iddialar
söz konusudur. "Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu" meselesinin tarihçilerin kendilerini çekim alanından kurtarmakta zorlandıkları efsunlu bir cazibesi söz konusudur. Fuat Köprülü ve Paul Wittek gibi kurucu babalar, onların öğrencileri Halil İnalcık, V. L. Menage gibi ikinci kuşak, bu sonuncuların öğrencileri Colin İmber, Rudi Paul Lindner ve nihayet Cemal Kafadar gibi diğer tarihçiler bu efsunlu dünyanın önde gelen konuklarındandırlar. Bu isimlerin yanı sıra, Irene BeldiceanuSteinherr, İrene Melikoff, Speros Vryonis, J. R Elizabeth, A. Zachariadou, Ahmet Yaşar Ocak, Raif Kaplanoğlu gibi diğer saygın tarihçiler, bir taraftan kılı kırk yararcasına bu dünyanın sırlarını çözmeye çalışmışlar, bir yandan da bulgu ve yorumlarıyla süre giden tartışmaya yeni katkılar, yeni boyutlar eklemişlerdir.
YERLİ VE YABANCI LİTERATÜRDE KURULUŞU TARTIŞILAN İMPARATORLUK: OSMANLILAR Hakan DOĞAN * ÖZET Dört yüz çadırdan müteşekkil bir aşiretin tesis ettiği küçük bir uç beyliği olarak tarih sahnesine çıkmış olan Osmanlıların etnik kökeni ve kuruluşu problemi yerli ve yabancı pek çok bilim adamının dikkatini çekmiş ve 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren bu konuda hararetli tartışmalar vuku bulmuştur. Bu doğrultuda da birbirinden farklı çeşitli teoriler ortaya konulmuştur. Osmanlıların kuruluşu meselesinin tarihçi ve araştırmacıların kendilerini çekim alanından kurtarmakta zorlandıkları efsunlu bir cazibesi söz konusudur. 1916 yılında Amerikalı tarihçi Herbert Adams Gibbons ile temelleri atılıp günümüze kadar devam eden gizemle dolu bu dünyanın, M. Fuat Köprülü, Paul Wittek, Halil İnalcık, Colin İmber, R. Paul Lindner, Cemal Kafadar ve daha pek çok konuğu olmuştur. Dönemi aydınlatacak olan kaynakların yetersizliği ve mevcut kaynaklardaki bilgilerin çelişkilerle dolu olması bu araştırmacıların konuya farklı anlamlar yüklemelerine ve farklı bakış açılarına yol açmıştır.
Arş. Gör., Kırıkkale Üniversitesi, Fen- Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, E-mail: hdogan79@ gmail.com Cilt: 4 Sayı: 1 / Ocak 2014
161Yerli ve Yabancı Literatürde Kuruluşu Tartışılan İmparatorluk: Osmanlılar
Giriş İkinci Roma’nın başkentinin yanı başında, Anadolu’nun kuzey-batı ucunda küçük bir beyliğin tarih sahnesine çıkıp çok kısa bir zamanda önce Anadolu’da daha sonra da Balkanlarda gücünü kabul ettirip bir dünya imparatorluğu haline gelişi yerli ve yabancı birçok bilim adamının dikkatini çekmiştir. Bunun neticesinde konuyla ilgili olarak bu süreci farklı yönlerden ele alan birçok görüş ortaya çıkmıştır. Kuruluşla ilgili tüm tartışmaların temelinde yatan soru, Osmanlıları önce Söğüt’e oradan da İstanbul’a götüren şartların neler olduğudur. Kaynaklar ve problemler Dönemi aydınlatacak kaynakların çok az olması ve buna mukabil bu kaynakların verdiği bilgilerin çok açık, doğru ve tatminkâr bulunmaması araştırmacıların konuya farklı açılardan bakmasına sebep olmuştur. 13. ve 14. yüzyıla ait çağdaş kaynaklar gerçekten de yok denecek kadar azdır. Ancak bundan daha büyük olan problem, bu sayılı kaynakların sıhhat derecesidir (Köprülü, 1994: 16–22). Zira kaynakların verdiği bilgiler bazen gerçeğe yakın, bazen de gerçek dışı ve hayal mahsulü birer hikâye halindedir (Galotta, 1997: 41). Eski Osmanlı kaynaklarına göre kuruluş hadisesi ilahî bir mucize olup (Aşıkpaşazade, 1992; Edirneli Oruç Beğ, 1970) “ilk Osmanlı padişahları; dirâyet ve şecaatle kılıca sarılmışlar ve her biri esâtiri bir şahsiyet olan bu gaziler -Tanrı’nın adını yüce tutma gayretlerine karşılık- Allah’ın gösterdiği teveccüh ve yardım sayesinde devletlerini kurmuşlardır...” Dolayısıyla bu ilahî lütuf nazariyesiyle devletin kuruluşu hakkında izaha muhtaç bir mesele bırakmışlardır (Barkan, 1944: 343). Bunun yanı sıra, dönemin Batı Avrupa tarihi ile kıyaslandığında, erken dönem Osmanlı tarihinin sağlam bir kronolojisi de mevcut değildir. Yetersiz kronolojik bilginin eksikliği de dönemi analitik bir yaklaşımla tartışmayı zorlaştırmaktadır (Imber, 2000: 39). Bu durum konuyla ilgili farklı yorumların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Sencer Divitçioğlu, Osmanlıların kuruluşu üzerine yapılacak çalışmalarda bu kaynak sıkıntısını kendi eserinin (Divitçioğlu, 2000) önsözünde şöyle dile getirmektedir; “ Bu kitap sizi Osmanlı kuruluş toplumunun doğruları-
na değil, bu toplumun tarihine götürecektir. Onu okurken ne Söğüt yaylalarında ne de Bursa sokaklarında dolaşacaksınız. Bırakın Osman ve Orhan beyleri görmeyi, onları tanıyanlarla bile konuşamayacaksınız. Maalesef, gezintinizin alanı sadece tarih kitaplığının raflarıyla sınırlı kalacak. Aşıkpaşazâde’yi, Anonim’i ve Neşrî’yi hatmedeceksiniz. Gibbons, Wittek ve Köprülü okuma listenizde olacak; İnalcık, Beldiceanu, Ocak, Zachariadou ve Kafadar ise danışmanlarınız. Fakat bu tarihçilerden hiçbiri size Osmanlı toplumunun doğrularını gösterip, tam olarak anlatamayacak. Anlatamayacak; çünkü, ilk Osmanlı Tarihleri (Tevârih-i Âl-i Osman) ancak 15. yüzyılda, Ahmedî, Şükrullah, Oruç, Âşıkpaşazâde ve Anonim
yazarının kronikleriyle ortaya çıkmıştır; kuruluş döneminden, aşağı- yukarı, bir yüzyıl sonra...” Bu temelde yapılan izahlar ve ortaya konan teoriler üzerindeki tartışmalar makul bir ortak kabullenmeye yol açmamış, aksine yeni yeni meseleleri de beraberinde getirmiştir (Emecen, 2003: 1). Yapılan çalışmalardan ortaya çıkan sonuçlara bakıldığında, bu konunun yerli ve yabancı birçok tarihçiyi daha uzun seneler meşgul edeceği de muhakkaktır. Sorun, küçük bir bölgede sınırlı şartlar altında ortaya çıkan bir siyasî mekanizmanın nasıl olup da bir beyliğe, akabinde de dünya siyasetine yön veren kudretli bir imparatorluğa dönüştüğünün ortaya konulması sorunu olduğuna göre bu alanda yapılması gereken çok şey olduğunu, ortaya çıkan bugünkü tablodan çok rahat ifade edebiliriz. Mevcut kaynaklara ilaveten bulunabilecek yeni kaynaklar ve bilhassa Halil İnalcık’ın fikir önderi olduğu saha çalışmaları bu sürecin yeni bir ivme kazanmasına çok önemli katkılarda bulunacaktır (Koç, 1999: 36- 37).
Kuruluş üzerine ortaya atılan fikirler iki safta kutuplaşmıştı. Bunlardan birinci gurup, Bizans yani Avrupa medeniyetinin teşkilat ve bürokratlarının erken dönem Osmanlı devlet ve imparatorluk aygıtlarına olan etkisine vurgu yaparken diğer gurup, Türk- İslam medeniyetini ve bürokratlarını ön plana çıkarmışlardır. Zira Türk-İslam medeniyeti bir imparatorluk kurmak ve yönetmek konusunda gerekli teori ve personele fazlasıyla sahiptiler. Yine yerli ve yabancı literatürde erken
dönem Osmanlı genişlemesiyle ilgili iki ana tez vardır. Bunlardan birinci guruba dahil teorisyenler gaza ideolojisini temel motivasyon kaynağı olarak görürlerken, ikinci grup teorisyenler de bu görüşün aksine bunun ideolojik bir çaba ve manevî kazançtan ziyade fetih ve yağma faaliyetlerinden elde edilen ekonomik kazanca dikkat çekmişlerdir. Osmanlıların ne zaman kurulduğu sorusuna akademik anlamda ilk cevap, Türk Tarih Encümeni üyelerinden Efdaleddin Bey tarafından yazılan bir makalede (Efdaleddin Tekiner, 1330: 36- 48) verilmeye çalışılmıştır. Efdaleddin Bey’in bu yönde bir inceleme yapması resmî bir talep üzerine gerçekleşmiştir. Maarif-i Umumiye Nezareti, 28 Kânûn-ı Sâni 1329/10 Şubat 1914 tarihli bir tezkire ile Târih-i Osmânî Encümeni tarafından Osmanlı Devleti’nin istiklal tarihinin tespit edilmesi istenmiştir. Bu vazife de Efdaleddin Bey’e verilmiştir. Çalışmalarına başlayan Efdaleddin Bey, bu doğrultuda eski “Tarihler”i ve salnameleri incelemiş ve Osmanlıların istiklal tarihine delalet edecek ifadeleri yakalamaya çalışmıştır (Turan, 1999: 190- 193). Kuruluş tarihi ile ilgili son dönemlerde Halil İnalcık önemli tespit ve değerlendirmelerde bulunmuştur. İnalcık, “Osman Gazi’nin tüm gazilerin etrafında toplanması ve dolayısıyla karizmatik bir lider olması bu bölgede kazandığı Bafeus Savaşı’na bağlıdır. Dolayısıyla, Osman Gazi’nin Hersek’te kazandığı bu savaş hanedanlığın kuruluşunu apaçık gösteren bir zaferdir. Hanedanlığın kuruluşunun kesin tarihini Yunanlı Pahimeres vermektedir. Bu tarih 27 Temmuz 1302’dir. Bu suretle Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihini bu olaya bağlı tutarak tespit etmiş bulunuyoruz. Bunun vuku bulduğu yer de Yalak-ova’dır”, diyerek bu çok eski tartışmaya yeni bir boyut kazandırmıştır. Bu analizi ile de ortak kabul gören 1299 tarihini değiştirecek bilimsel bir gerçekliği ortaya koymaya çalışmıştır. Bu konudaki tespitlerini de 27 Temmuz 2009 tarihinde Yalova’da düzenlenen ve dünyanın saygın üniversitelerinden gelen önemli tarihçilerin de katıldığı “Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Tarihi Uluslar arası Sempozyumu’nda bir kez daha tekrarlamıştır (İnalcık, 2011: 22- 23). Kuruluş üzerine akademik anlamda ilk çalışmalardan birini yapan, Osmanlı Devleti’nin kökenleri konusunu sorunsallaştıran ve bu meseleyle ilgili bir mo-
nografi yazan araştırmacılardan birisi de Amerikalı Herbert Adams Gibbons’tur. Gibbons, Osmanlı Devleti’nin demografik, kültürel ve kurumsal kökeni hakkındaki sorulara cevap olarak “etnik ve dinî dönüşüm” teorisini ileri sürmüştür (Gibbons: 1998). Onun teorisine göre Osmanlıların en büyük avantajı, Türk ve Müslüman göçebeler olmalarından ziyade büyük bir çöküntü içerisinde olan Bizans Devleti’ne komşu olmalarıdır. Bu durum Osmanlıların başarılarının temelinde yatan en önemli faktördür. Bizans’ın ve diğer Avrupalı devletlerin içine düştükleri kargaşa ortamı sayesinde Osmanlılar onlardan yönetim sanatını öğrenmişler, kadınların örtünmesinden savaşlarda istilacı bir politika izlememeye kadar birçok özelliklerini de bu devletlerden almışlardır. Şamanist iken sonradan Müslümanlığı tercih etmişler, bölgedeki Rum ahali ile karışarak yeni bir melez Osmanlı ırkını meydana getirmişlerdir. Gibbons’un iddiasına göre, Osmanlıların kurucusu olarak kabul edilen Osman Bey’in kariyerinin bir safhasında Müslüman olan bu göçebeler, kabul ettikleri bu yeni dini yaymak hevesine kapılmışlar ve Hıristiyan olan komşu halkları da din değiştirmeye zorlamışlardır. Aynı zamanda bir “kurgu yığını” olarak gördüğü Osmanlı tarihlerindeki bir diğer kanıt parçasından yola çıkan Gibbons, Osman Bey’in 400 çadırlık aşiretine din değiştiren birçok kişinin dâhil olması gerektiğini ve bu süreçte oluşan bu yeni topluluğun yaklaşık on kat arttığını hesaplamıştır. Bu nedenle, Osmanlıların büyük bir güç olmasında doğudan gelen yeni unsurlar değil, Bizanslı Rumlardan Osmanlılara yapılan ilticalar ve din değiştirmeler önemli rol oynamıştır. Bu durumdan ortaya çıkan sonuç ise, Osmanlıları meydana getiren gücün Asya kökenli değil tamamen Avrupa kökenli unsurlar olduğudur (Kafadar, 2010: 51). Osmanlıların tarihte eşine ender rastlanan bu büyük başarılarını tamamen Avrupalı unsurlara dayandırma ısrarı, Gibbons’un hem İslam hem de Türk kültür ve medeniyeti hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığını ortaya koymaktadır. Ayrıca birinci elden Selçuklu ve Osmanlı kaynaklarını kullanmaması da en büyük eksikliği olarak göze çarpmaktadır. Bu sebeplerden dolayı Gibbons’un bu teorisi, genel tarihte oldukça popüler olmasına rağmen, filoloji tabanlı ve bu konuda otorite olarak kabul edilen birçok tarihçinin özellikle de Osmanlıların devlet ve kültü-
rünün ana kaynağını Anadolu Selçuklu tarihinde gören ilim adamlarının çok sert eleştirilerine maruz kalmıştır (İnalcık, 2005: 118). Gibbons’un eserinin yayınlanmasını takip eden 20 yıldan fazla zaman boyunca Osmanlı Devleti’nin kuruluşu problemi ilim âleminin gündeminden düşmedi. Tüm bu eksikliklerine rağmen Gibbons’un teorisini işlediği çalışması, Osmanlıların coğrafyasında yaşayan Hıristiyan devlet ve unsurların aralarındaki iktidar mücadelelerini ve Osmanlıların bu mücadeleler sırasında geliştirdikleri siyasî stratejileri anlatması bakımından değerli bir eser olarak kabul edilebilir. Gibbons’un bu teorisine karşı cevap çok gecikmeden Mehmet Fuat Köprülü tarafından gelmiştir. Köprülü’nün bu cevabı aynı zamanda kendi tezini de ortaya çıkarmıştır (Köprülü, 1984). Gibbons ile başlayan tartışma, Köprülü ile ilmî bir kimlik kazanmıştır. Türk kültür ve edebiyat tarihinin kurucusu olarak kabul edilen Köprülü, 1932 yılında Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde verdiği bir dizi konferansta Osmanlı Devleti’nin doğuşunu ve Gibbons’un yok saydığı Osmanlıların Türk geçmişini, 13. yüzyıl Anadolu tarihinin bir uzantısı olarak değerlendirmiş ve Uc’lara özgü kültür üzerinde önemle durmuştur (İnalcık, 2005: 118). Köprülü’ye göre Osmanlıların teşekkülündeki en önemli etken, 13. ve 14. yüzyıl Anadolu’sunun sosyo- kültürel durumu ve bilhassa Müslüman- Türk nüfusun içinde barındırdığı dinî- meslekî zümreler ve bunların mayaladığı kültürel ortamdır (Koç, 1999: 38). Zira Anadolu Müslüman- Türk toplumunun maddî ve kültürel dinamikleri, Osmanlılarınki gibi bir devletin gelişimini besleyecek derecede gelişmişti. 13. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’nun batısına doğru gerçekleşen demografik baskı, bu dinamikleri harekete geçirmişti (Kafadar, 2010: 54- 55). Köprülü’nün bu analizleri soruna yeni yaklaşım yöntemleri getirmiş ve bu analiz yöntemleri Halil İnalcık ve Feridun Emecen gibi tarihçiler tarafından dikkatlice ele alınmıştır. Gibbons’un tezine bir eleştiri de Friedrich Giese’den (Giese, 2000: 149- 175) gelmiştir. Giese, onun görüşlerini, usta bir kompozisyon ve bir sürü yeni görüş ile göz boyayan son derece yüzeysel bir çalışma olarak görür. Gibbons’un konuyla ilgili doğru saptamaları vardır ama olaylara Avrupa merkezli baktığı için Türkleri ve medeniyetlerini yok sayması en büyük hatası ve eksikliğidir. Giese,
Osmanlıların kuruluşunu 13. yüzyılın büyük siyasî ve kültürel mücadelelerinin bir sonucu olarak görür ve bu bağlamda Şark tarihi ve kaynaklarının kullanılması gerektiğine vurguda bulunur. Köprülü’nün bu tezini müteakip Paul Wittek de, Londra’da Osmanlıların doğuşu meselesi üzerine bir dizi konuşma yapmış ve bu konuşmaları bir kitap olarak yayınlanmıştır (Wittek, 2000). Wittek’in tezinin temeli, Osmanlı Devleti’nin görkemli yükselişinin gerçek sebebi, İslam mücahitleri (gaziler) olan Türk göçebelerinin varlığıdır (Jennings, 1998: 661). Wittek’e göre Osmanlı Devleti’ni tarih sahnesine çıkaran dinamik ideolojik faktör, gazâdır (İnalcık, 2005: 119). Wittek bu tezini güçlendirmek için en eski iki Osmanlı kaynağına başvurur. Bunlardan birincisi 15. yüzyılda yazılmış olan, Ahmedî’nin “İskendernâme”sidir. Diğeri ise, 1337 tarihli Bursa’daki bir kitabedir. Bu kitabede, Osman Bey’in oğlu Orhan Bey’den “ gazi sultanlarının oğlu gazi sultan” olarak bahsedilmektedir. Wittek teorisini bu iki kaynağa dayandırmaktadır (Kafadar, 2010: 75). Şinasi Tekin, Paul Wittek’in gaza teorisinin dayanağı olan 1337 tarihli Bursa’daki kitabenin gerçekte 1417 tarihli bir orijinal kitabeden veyahut sonraki dönemlere ait herhangi bir kitabenin üslubunun taklit edilerek yazılmış olabileceğini, bundan dolayı da adı geçen kitabenin sahte olduğunu ileri sürer (Demirci, 2013: 95- 96). Mustafa Akdağ, 13–14. yüzyıl Anadolu’sunun kuzeybatı ucunda yığılan göçebe Türkmenlerle bu bölgede tarımla uğraşan yerli Rumlar arasındaki iktisadî ilişkiler temeline dayandırdığı “ Marmara İktisadî Ünitesi” (Akdağ, 1999: 375; Akdağ, 1949: 497- 564) tezi ile konuyu ekonomik boyutuyla ele almaya çalışmıştır. Ona göre, Marmara ile Ege kıyılarının Türkiye’nin bir parçası olmak üzere istila edilmesiyle memleketin iktisadî ve siyasî coğrafyası bakımından Osmanlıların büyümesi için daha elverişli bir durumun ortaya çıktığına temas etmiştir. Ancak bu tez yeterince geliştirilememiş ve birçok eleştiriye (Mesela bkz; İnalcık, 1949: 629- 690) maruz kalmıştır. Mehmet Fuat Köprülü’nün ileri sürdüğü görüşler Halil İnalcık tarafından biraz daha genişletilerek yeni birtakım fikirlerle desteklenmiştir. İnalcık, diğer faktörlerin yanı sıra gaza faktörünü öne çıkarmış, cihad ve gazanın 17. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı Devleti’nin temel dinamik ilkesi olarak devam ettiğini
savunmuştur (Demirci, 2013: 93- 94). Halil İnalcık, çeşitli dönemlerde yazdığı çalışmalarında, meseleyi hem sosyal yönden hem de siyasî gelişme ve fetih hareketlerine bağlı olarak coğrafî gelişim açısından ele alır. Ayrıca İnalcık’a göre, Osmanlı Devleti’nin doğuşu sorunu ile Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu sorunu birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu tarihi, Osmanlı Devleti’nin Anadolu ve Balkanlar’da nasıl ve hangi koşullar altında hâkim bir siyasî güç haline geldiğini inceler. Osmanlı Devleti’nin doğuşu sorunu ise, Selçuklu- Bizans “Uc” (serhad) bölgesinde Osman Gazi’nin önderliğinde ilk siyasî çekirdeğin nasıl ortaya çıktığını açıklamakla ilgilidir (İnalcık, 2005: 118). Bununla birlikte İnalcık kuruluş tartışmalarının doğru bir kronoloji (1) üzerinden okunması taraftarıdır. Bu bağlamda, kaynakların doğru bir tenkit süzgecinden geçirilmesi ve yer adlarının (toponomi) sorgulanması (2) üzerinde titizlikle duruyor. Öyle ki son zamanlarda Osmanlı Devleti’nin kuruluş coğrafyası üzerinde yapılan arkeolojik araştırmalar büyük bir hız kazanmıştır (Bu türden araştırmalar için bkz; Kaplanoğlu, Bursa: 2000). Cemal Kafadar, son günlerde Türkçeye de tercüme edilen çalışmasında (Kafadar, 2010), şimdiye kadar ortaya konulan çalışmaları ve tezleri eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirerek bir sentez girişiminde bulunmuştur. Öyle ki Kafadar bunu eserinde şöyle ifade etmektedir; “Bu kitabın kendisi kısmen, Osmanlı Devleti’nin doğuşu ve bu konunun tarih biliminde ele alınış biçimi üzerinde genişletilmiş bir tarih yazıcılığı denemesidir. Bu eser aynı zamanda, Osmanlı araştırmacılarının çalışmalarıyla kurulan bu diyalog yoluyla, Osmanlı gücünün ortaya çıkmasına olanak tanımış ve on dördüncü yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar güneybatı Asya ve güneydoğu Avrupa’nın kaderlerini şekillendirmekte büyük rol oynayan kendine özgü sosyal ve kültürel dinamikleriyle birlikte Orta Çağ Anadolusunun uç bölgesinin yeni bir değerlendirilmesini geliştirme girişimidir” (Kafadar, 2010: XVI). Kuruluş hadisesini tek faktörle açıklamaya çalışmayı reddeden Kafadar, bu konuda eser verenleri bu bağlamda sıkı bir tenkite tabi tutmakta ve kullanılan kaynakların dönemlerinde taşıdığı anlamların iyi analiz edilmesi gerektiğine de işaret etmektedir. 1980’li yılların başında kuruluş meselesini, yazdığı eserle (Lindner, 2000) yeni-
den alevlendiren ve ilim âleminin dikkatlerini tekrar bu yöne çeken Paul Lindner, Wittek’in gaza tezinin sağlam bir temele dayanmadığını, bunların daha sonraki dönemin ideolojisinin geçmişe yansıtılmasından başka bir anlam taşımadığını ileri sürer. Osmanlı Beyliğinin kabilevî bir çekirdekten geliştiğini, ancak sınırlar genişledikçe yerleşik toplum ve devletin gerektirdiği yapılara ihtiyaç duyulduğundan kabilevî unsurların giderek arka plana atıldığını ve sonuç olarak Osmanlıların giderek köken olarak mensup bulunduklara kabilevî gruplara yabancılaştıkları tezini savunur. Yani kuruluş hadisesini antropolojik açıdan ele alır.
1 Son dönemlerde İnalcık’ın Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihini 1299 değil 1302 olarak ısrarla vurgulaması bunun en büyük delilidir. 2 Yine yer adlarının tespiti hususunda son dönemlerde İnalcık’ın önemli saha çalışmalarına öncülük ettiği ve işe beyliğin kurulduğu bölgelerden birisi olan Eskişehir- Sultanönü’den başladığı bilinmektedir.
İlk Osmanlıların ise göçebe toplumdan tarım toplumuna geçen ve kan bağına değil çıkar birlikteliğine dayanan bir “aşiret” yapısına sahip olduğunu iddia etmektedir. Bu aşiret yapısı yağma faaliyetleriyle hayatiyetini devam ettiriyor ve silah gücüyle de güvenliğini sağlıyordu. Osmanlılar güç kazandıkça ve imparatorluk yolunda hızla ilerledikçe bu yapıdan uzaklaşmaya başlamış ve kökenine yabancılaşmaya başlamıştır. Lindner’e göre Wittek’in ileri sürdüğü ve ilim âlemince genel kabul gören gaza teorisi için ileri sürdüğü kanıt daha önce de belirttiğimiz iki kaynak olan 1337 tarihli Bursa Kitabesi ve Ahmedî’nin manzum eseridir. Lindner, bu kaynakların ilk Osmanlıların gerçek değer sisteminden ziyade, devlet olma yolunda önemli adımlar atmış olan yerleşik bir düzenin sonraki dönemde benimsediği ideolojiyi yansıtan kaynaklar olarak okunabileceğine işaret eder. Lindner’e göre, eğer ilk Osmanlılar gerçekten de gaza ideolojisine sımsıkı bağlı olsalardı; birincisi, farklı bir dinden olan Bizanslıları kendi saflarına katmazlardı, ikincisi, diğer Müslüman beyliklere karşı savaşmazlardı, üçüncüsü, Hıristiyanların ihtida etmesi için baskı yaparlardı, dördüncüsü ise, istimalet (3) adını verdikleri uzlaştırıcı bir politikaya yer vermezlerdi ve son olarak da heterodoksinin ve İslam öncesi alışkanlıkların serbestliğine izin vermezlerdi (Lindner, 2000: 17- 29; Kafadar,
2010: 75- 76). Gaza tezini reddedenlerden birisi de Colin Heywood’dur. Ona göre, Osmanlıların kuruluşundaki en önemli faktör Türk ve İslam motifli Anadolu geleneği değil, Karadeniz’in kuzeyini de içine alan geniş Moğol coğrafyasıdır. Bu teze göre Osmanlılar, 1299 yılında Altın Ordu hanı Nogay’ın ölümünü müteakip Kırım’dan güneye, oradan da Anadolu’ya göç eden bir grup unsurla ilişkilendirilmektedir. Yani ilk Osmanlı nüvesi, Müslüman olmayan Altın Ordu ile Müslüman olan İlhanlılar arasında vuku bulan kısa süreli savaş döneminde (1296–1304) kesin şeklini almıştır. C. Heywood’a göre bu teori gerçekten doğruysa, İlhanlı- Altın Ordu çarpışmasına sahne olan ve Boğaziçi’nden Kafkaslar yoluyla Harezm’e kadar uzanan hat üzerindeki bu büyük mücadelede, Bizans ya da Moğol kökenli olan Karesililerle Osmanlılar (Atamanlar) arasındaki ilişki yeniden gözden geçirilmelidir (Heywood, 1999: 137- 145). 3 Sözlük anlamı “meylettirme, cezp etme, gönül alma” olan istimalet, Osmanlı kroniklerinde “halkı ve özellikle gayr-ı müslim tebaayı gözetme, onlara karşı hoşgörülü davranma, raiyyetperverlik” anlamında kullanılmıştır. Fethedilen yerlerin halkına iyi davranma, onları himaye etme, dış düşmanlarakarşı can ve mal güvenliğini sağlama, dini konularda serbestiyet verme, vergi hususunda kolaylık gösterme Osmanlı istimâletinin başlıca unsurlarıdır. Osmanlıların Seçuklulardan devraldığı bu istimalet politikası, Osmanlı fetihlerini kolaylaştıran önemli bir ilke olarak benimsenmiştir. Bu politika sayesindedir ki; eskisine oranla daha güvenli bir hayata ve koruma altına alınmış haklara sahip olan gayr-i Müslim tebaa ile uzun yıllar problem çıkmamış, Osmanlılar asırlarca Balkanlarda ve Orta Avrupa’da tutunabilmiştir. Bu hususta daha geniş bilgi için bkz; (İlgürel, 2001: 362- 369).
Amerikalı tarihçi Ronald C. Jenings de gaza teorisini reddedenlerdendir. Jenings, Osmanlıların Hıristiyan beyler ve devletlerle olan ilişkilerinin yoğunluğuna, Osman Bey’in Hıristiyan Ortodoks savaşçı gruplarla olan ilişkilerine dikkat çekmiştir. Eğer gaza politikası uygulanmış olsaydı, bu gruplar kontrol edilemeyip ele geçirilen köy, kasabalarda yaşayanlar ortadan kaldırılarak savaş yapılmasının gerektiğinden söz eder. Bunun aksine Orhan Bey döneminde dostça münasebetlerin olduğunu onun müttefik ve imparator damadı olduğunu ileri sürer. Böyle bir ortamda 1337 tarihli kitabedeki ibarelerin uygun olmadığını ve sonradan hazırlanmış olduğunu belirtir. Jennings’e göre Orhan Bey “Gaza”’yı kullanmadığı gibi kendisini de hiçbir zaman “Gazi” olarak görmemişti (Demirci, 2013: 95).
Macar Türkolog Gyula Kaldy-Nagy de Osmanlıların kuruluşunu sağlayan Avrupa’ya karşı yürüttüğü fetih ve genişleme siyasetindeki İslamî refleksi reddeder. Ona göre Türklerin Avrupa’ya karşı giriştiği savaşları İslam’ın ruhundan kaynaklanan Hıristiyanlık nefreti ile açıklamak zordur. Öyle ki, Osmanlılar hem Müslümanlarla hem de Hıristiyanlarla savaşmışlardır. Dinle fazla haşır neşir olan dönemin kronik yazarları, hiç olmayacak yerlerde dinsel motifler görmüşler ve atalarının askerî faaliyetlerini din uğruna girişilmiş “kutsal savaşlar” olarak anlatmışlardır. İster cihat ister gaza olsun Osmanlıların askerî harekâtlarının amacı herkesin İslamiyet’i kabul etmesini sağlamak değildi. Eğer böyle olsaydı 16. yüzyılda toplam imparatorluk gelirlerinin beşte birine tekabül eden cizye vergisini verecek kimse kalmazdı. Bu da Osmanlıların menfaatlerine ters bir durumdu. Bunun yanı sıra ordusunun önemli ve etkin gücünü teşkil eden yeniçerileri yetiştirmekte önemli bir kaynak olan devşirmeler sadece İslam dinine mensup olmayan Osmanlı tebaasından toplanmaktaydı (Kaldy-Nagy, 2000: 402- 405). Alman bilim adamı J. Marquart kuruluş problemini Osmanlı- Moğol ilişkisi kapsamında izah etmeye çalışmıştır. 1914 yılında W. Bang ile birlikte yayınladıkları bir eserde, al- Birunî ve Avfî’yi esas alarak, bu kaynaklarda adı geçen Kay kabilesinin Osmanlıların mensup olduğu Kayı boyundan başkası olmadığını ve Kay kabilesinin gerçekte Türk değil, Moğol olmaları hasebiyle Kayı boyunun Türkleşmiş bir Moğol kabilesi olduğunu ileri sürmüştür. Marquart eserinde Osmanlıların kökenine dair Kay = Kayı birleştirmesini formüle etmiş ve bu KayKayı eşleşmesi J. Nemeth, ve C. Brockelmann gibi Türkologlar tarafından da benimsenmiştir (Köprülü, 1999: 7- 9). Marquart’ın bu teorisi, Orta Asya Türk tarihi uzmanlarından biri olarak kabul edilen Zeki Velidi Togan’ın 1941 yılında yayımladığı “Osmanlıların Orta Asya’daki Cedleri” adlı makalesiyle desteklenmiştir. Togan’a göre, Osmanlılar Kayığ Oğuz kabilesine değil, Uzak Doğu’da varlıkları 10. yüzyıl İslam yazarları tarafından bildirilen Moğol kökenli Kay’lara mensup olduklarını belirtmektedir. Hatta bugünkü Hazar-ötesi Türkmenleri arasındaki Gay= Kay isimli oymağın da bunlardan olduğunu ve bunların 12. yüzyılda Kara Hıtaylar devleti tarafından Horasan sınırına yerleştirilen askerî bir birlik olduğunu iddia etmiştir. (4) Ancak bu iki iddia da Köprülü tarafından çok şiddetli bir
şekilde eleştirilmiştir. Köprülü ısrarla Kayı kabilesinin bir Oğuz Türk boyu olduğunun altını çizmekte (Köprülü, 1999: 22- 35), ileri sürdüğü kanıtlarla (Köprülü, 1999: 36- 44) bunu ispatlamaktadır. Ancak Köprülü’nün bu görüşünün Wittek tarafından reddedilmesi (5) tartışmayı bir ölçüde sonuçsuz bırakmıştır. 1970’li yılların başlarında Osmanlı Devleti’nin kuruluş problemi üzerine yazmaya başlayan Colin Imber, kuruluş tartışmalarını Osmanlı tarih yazıcılığı açısından değerlendirmektedir. Tarihsel bir olgu ya da olayla ilgili elde mevcut belgeler olmadan değerlendirmelerde bulunmak ve bir yargıya varmanın çok sağlıklı olmadığının altını çizen Imber, Osmanlıların ilk dönemlerine ait yeterli yazılı belge olmadığı için bu dönemi bir “kara delik” olarak nitelendirmektedir. İlk döneme ait kaynakların birçoğu siyasî otorite tarafından bizzat yazdırıldığı ve de tamamen hayal ürünü oldukları için bu eserler akademik çalışmaların temel dayanağı olarak kabul edilemez. Çünkü bu ilk dönem kaynaklarda anlatılanlar tamamen efsane ve mitolojiye dayanan unsurlardır ve siyasî otoritenin hem kendi tebaasına hem de karşısındaki güçlere meşruluğunu ispatlama kaygısıyla kaleme alınmışlardır (Imber, 2000: 39- 71; Imber, 2000: 243- 270; Imber, 2000: 68- 77). Ancak bu görüşü bazı tarihçiler tarafından şiddetle tenkit edilmiştir. (6) Kuruluş tartışmalarına sonradan dâhil olan tarihçilerden birisi de Heath W. Lowry’dir. Daha çok Osmanlı tahrir defterleri üzerinde yoğunlaşan Lowry, yeni bir görüş ileri sürmekten ziyade, şimdiye değin ortaya atılan kuruluş teorilerini yeniden ele almıştır. Yazdığı eserinde (Lowry, 2010) de kuruluşa dair orijinal fikirleri olmadığını ancak yaptığı değerlendirmelerin bu sahada çalışacak olan araştırmacılara büyük faydası olacağını belirtmektedir. Wittek’in meşhur gaza teorisini oldukça yetersiz bulan yazar, iki önemli hususun altını önemle çizmektedir. Birincisi, Bizans ve Balkanlardaki elit kesimin zamanla Osmanlı eliti haline geldiğidir. Yani Lowry, H. A. Gibbons’un tezinin temel dayanağı olan Hıristiyan elit unsurunun Osmanlıların kuruluşundaki en büyük paya sahip olduğu fikrine katılmaktadır. Çünkü Osmanlılar bu unsurları başlangıçta yerlerinde bırakarak zamanla kendi toplumunun bir parçası haline getirmiştir. İkinci olarak ise, 4
Zeki Velidi Togan’ın iddiaları için bkz; (Köprülü, 1999: 15- 17).
5
Wittek’in bu konudaki eleştirileri için bkz; (Köprülü, 1999: 75- 90).
6 Mesela Halil İnalcık ilk döneme ait çağdaş Osmanlı ve Bizans kaynaklarını büyük bir titizlik ve dikkatle incelemiş, yaptığı saha araştırmalarıyla da bu kaynakların verdiği bilgilerin sıhhat derecesini test etmiştir. Imber’in aksine kaynakların yetersizliğine değil ne şekilde okunup değerlendirilmesine dair yeni yöntemler geliştirmiştir. Bu hususta bkz; (İnalcık, 2000: 93- 117; İnalcık, 2000: 119- 145). Osmanlıların kuruluşunda ekonomik bir öğe olan “ganimet”i yani dinî ifadeyle “yağma”yı ön planda tutmaktadır. Osmanlıların kuruluşundaki en büyük itici güç, Wittek’in iddia ettiği gibi “gaza” değil ekonomik anlamda farklı kesimlerden birçok unsuru cezbeden ganimet ve köle elde etme hevesidir. Sencer Divitçioğlu, kaleme aldığı eseriyle (Divitçioğlu, 2000) Osmanlı Devleti’nin kuruluşu hadisesine antropolojik açıdan yaklaşarak olayın farklı bir boyutuna dikkatleri çekmiştir. Onun bu çalışması, kuruluş hadisesi ile ilgili mevcut tartışmalara da değinmektedir. Ancak esas itibariyle eser, temel kaynakların yeniden ve farklı bir bakış açısıyla okunması niteliğini taşımaktadır. Irêne Melikoff ve Ahmet Yaşar Ocak (bkz; Ocak, 1997), kuruluş sürecini birtakım dinsel ve sosyo-kültürel olgulara dayandırmakta ve ilk dönem Osmanlı heterodoksi uygulamalarını ön plana çıkarmaktadırlar. Kuruluş sorununu Mehmet Fuat Köprülü’nün öncüsü olduğu Annales ekolünün öngördüğü birtakım objektif koşulların, yani coğrafya, demografi, ekonomi ve kültür ekseninde inceleyen Ömer Lütfi Barkan’ın bir dizi çalışmaları konuya farklı bir boyut kazandırmıştır. Barkan, arşiv malzemelerini ve özellikle de tahrir defterlerini (Barkan, 1988) derinlemesine analiz ederek Osmanlı demografisi, toprak ve tarım ekonomisi ile ilgili veriler (7) ortaya koymuştur. Bu çalışmalardan yola çıkan Barkan, mirî toprak rejiminin devletin mutlakiyetçi-merkeziyetçi karakterine olan etkisini ve ilk yerleşme alanlarının sosyal-demografik koşullarını istatistikî olarak ortaya koymaya çalışmıştır. Bunların yanında Barkan’ın demografi araştırmaları, Osmanlı kuruluşunda zaviyedâr Türk dervişlerinin (8) önemli bir katkısının olduğu gerçeğinin altını da çizmektedir (İnalcık, 2005: 119- 120). Cemal Kafadar’ın, kuruluş üzerine yapılan değerlendirmelerin sentezinin akabinde bir eser de (Emecen, 2001) Feridun M. Emecen tarafından yayınlandı. O da Köprülü ve İnalcık’ın ısrarla üzerinde durdukları Türk- İslam kaynaklı Anadolu geleneği ve Türkmen beylikleri üzerinde durmaktadır. Osmanlıların Türk-
men kimliğine sahip olmasının ve Kayı boyuna mensubiyetinin ciddi bir husus olduğuna dikkatleri çeken Emecen, Osmanlıların ortaya çıktığı coğrafyanın ve Rumeli eksenli gelişimlerinin kuruluş sürecinin bir izahı olarak kabul etmektedir. Kuruluşu analiz ederken de Türkmen beylikler dünyasında kaynaklar açısından Osmanlılara bakışın ne şekilde olduğu hususunu inceliyor. 7
Bu istatistikî veriler için bkz; (Barkan, 1943).
8
Bkz; (Barkan, 1942).
Sonuç Tüm bu görüş ve analizlerden de anlaşılacağı üzere, Osmanlıların küçük bir aşiretten yaklaşık altı yüz yıl dünya siyasetine yön veren bir cihan imparatorluğu haline gelişindeki faktörleri bir tek nedene indirgemek çok doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Zira en başta da belirttiğimiz gibi bunun en önemli nedeni, kuruluşu izah etmede kullanılan kaynakların yetersiz olmasının yanı sıra bu kaynaklarda verilen bilgilerin çelişkili ve doğruluk derecelerinin tartışmalı olmasıdır. Bu durum yerli ve yabancı birçok bilim adamı ve araştırmacının Osmanlıların kuruluşu üzerine kafa yormasına ve konuya farklı yönlerden yaklaşmasına neden olmuştur. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu üzerine H. Adams Gibbons ile başlayıp Cemal Kafadar’a kadar uzanan bu süreçte karşımıza çıkan bu farklı açıklama ve yorumların temelde, “batıya göç gibi yoğun nüfus hareketleri”, “yer adları (toponomi)”, “Türk Kayı veya Moğol kökenliler dâhil Bitinya aşiretleri”, “uç toplumu ve kültürü”, bu bağlamda antropolojik olarak “Osmanlı” gibi yepyeni bir ırk ve “gaza (kutsal savaş)” kavramları etrafında literatüre geçtiği görülmektedir. Öyle anlaşılıyor ki Osmanlıların kuruluşunu bir veya birkaç faktöre indirgeme eğiliminin baskın göründüğü bu analiz çerçevelerinin daha uzun süre gündemi meşgul edeceği anlaşılmaktadır. Osmanlıların kuruluş süreci üzerine yapılacak yeni çalışmalarla elde edilecek bulguların bu sürecin siyasî, etnik, toplumsal, ekonomik, askerî ve kültürel boyutlarının daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacağı muhak-
kaktır.
[1] Aşık Paşazade Derviş Ahmed Aşıkî, Tevârihî Âl-i Osman: Aşık Paşazade Tarihi, haz., Cemil Çiftçi (İstanbul: Mostar, 2008).37-38. [2] Oruç Beğ, “Oruç Beğ Tarihi,” Üç Osmanlı Tarihi, 4.bs., haz., Hüseyin Nihal Atsız (İstanbul: Ötüken Neşriyat,2011), 21. [3] Şükrullah, “Behcettü’t Tevârîh,” Üç Osmanlı Tarihi, 4.bs., haz., Hüseyin Nihal Atsız (İstanbul: Ötüken Neşriyat,2011), 21 [4] Mehmed Neşrî, Cihannüma: Aşiretten İmparatorluğa Osmanlı Tarihi, Sad., Necdet Öztürk (İstanbul: Timaş Yayınları,2011). 41-42. [5] Enverî, Düstûrnâme-i Enverî: Osmanlı Tarihi, haz., Necdet Öztürk (İstanbul: Çamlıca Basım Yayın, 2012). LXXII. [6] Age, s.LXXIV. [7] Fatma Acun, “İlk Osmanlılara Dair,” Kebikeç İnsan Bilimleri İçin Kaynak Araştırmaları Dergisi 5/10 (2000): 61. [8] Colin Imber, ”Osmanlı Hanedanı Efsanesi,” çev., Seyfettin Erşahin İslamî Araştırmalar Dergisi 12/1(1999):26. [9] Paul Wittek, Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu, çev., Fatmagül Berktay (İstanbul: Pencere Yayınları, 2013). 16-18. [10] Yakup Yılmaz, “Osmanlıların Kuruluşuna Dair İkilemler,” Journal of History and Future 1/1 (2015): 17. [11] Mehmed Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, haz., Orhan Köprülü (İstanbul: Alfa Basım Yayım, 2016). 165-173. [12] Ömer Cide, ”Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Dinî Etki,” Bilimname Düşünce Platformu XXVIII (2015): 272. [13] Yakup Yılmaz, age, s.18. [14] Mehmed Fuad Köprülü, age, s.51-58. [15] Age, s.54-55. [16] Altan Çetin ve Galip Çağ, ”Kurucu Bir Kavram Olarak Asabiyetin Osmanlı Kuruluş Siyasetindeki Rolü,” 1. Türk İslam Siyasi Düşüncesi Kongresi Bildiriler Kitabı (2015): 38. [17] Yakup Yılmaz, age, s.19. [18] Paul Wittek, age, s.25-27. [19] Age, s.49-51. [20] Hakan Doğan, “Yerli ve Yabancı Literatürde kuruluşu Tartışılan İmparatorluk: Osmanlılar,” tubitak ulakbim, 4/1 (2014 Ocak), 168-169. (erişim 01-11-2016)
[21] Hakan Doğan, age, s.170. [22] Ömer Cide, age, s.280. [23] Hakan Doğan, age, s.169 [24] Age, s.170. [25] Ömer Cide, age, s.276. [26] Aşık Paşazade Derviş Ahmed Aşıkî, age, s.46. [27] Age, s.44. [28] Oruç Beğ, age, s.28. [29] Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye 1302-1606 : Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar -1 (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,2016), 24-25. [30] Aşık Paşazade Derviş Ahmed Aşıkî, age, s.41. [31] Mehmed Neşrî, age, s.50-51. [32] Oruç Beğ, age, s.25. [33] Halil Çetin, ”Osmanlı Saltanat Rüyaları ve Tarihi Bağlam,” Tarih İncelemeleri Dergisi XXVII/1 (2012): 45. [34] Colin Imber, age, s.24-25. [35] Aşık Paşazade Derviş Ahmed Aşıkî, age, s.59-60. [36] Mehmed Neşrî, age, s.60-61. [37] Yakup Yılmaz, age, s.31 [38] Uğur Kurtaran, ”Bir İmparatorluğun Doğuşu Osmanlı Kuruluş Dönemi,” Sosyal Bilimler Elektonik Dergisi, 3:5 (2012 Ocak): 251. (erişim 01-11-2016) [39] Yakup Yılmaz, age, s.30. Kaynaklar Wittek, Paul. Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu. Çev., Fatmagül Berktay. İstanbul: Pencere Yayınları, 2013. Oruç Beğ. “Oruç Beğ Tarihi.” Üç Osmanlı Tarihi, 4. Bs., Hüseyin Nihal Atsız. İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2011. Şükrullah. “Behcettü’t Tevârîh.” Üç Osmanlı Tarihi, 4. Bs., Hüseyin Nihal Atsız. İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2011. Enverî. Düstûrname-i Enverî: Osmanlı Tarihi. Haz., Necdet Ersoy. İstanbul: Çamlıca Basım Yayın, 2012.
Neşrî, Mehmed. Düstûrname-i Enverî: Osmanlı Tarihi. Haz., Necdet Ersoy. İstanbul: Çamlıca Basım Yayın, 2012. Köprülü, Mehmet Fuad. Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu. Haz., Orhan Köprülü. İstanbul: Alfa Basım Yayım, 2016. İnalcık, Halil. Devleti Aliyye – Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-1 Klasik Dönem (1302-1606) İstanbul: Türkiye İş Bankası, 2016. Âşık Paşazâde Derviş Ahmed Âşıkî. Tevârih-i Âl-î Osman – Âşık Paşazâde Tarihi. Haz., Cemil Çiftçi. İstanbul: Mostar, 2008. Yılmaz, Yakup. “Osmanlıların Kuruluşuna Dair İkilemler.” Journal of History an Future 1/1(2015): 8 – 38. Doğan, Hakan. “Yerli ve Yabancı Literatürde kuruluşu Tartışılan İmparatorluk: Osmanlılar.” tubitak ulakbim. 4/1 (2014 Ocak), 161 – 175. (erişim 01-11-2016) Cide, Ömer. “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Dinî Etki.” Bilimname Düşünce Platformu XXVIII (2015): 263 – 286. Imber, Colin. “Osmanlı Hanedanı Efsanesi.” İslamî Araştırmalar Dergisi 12/1(1999): 17-27. Kurtaran, Uğur. “Bir İmparatorluğun Doğuşu Osmanlı Kuruluş Dönemi.” Sosyal Bilimler Elektonik Dergisi. 3:5 (2012 Ocak): 244 – 265. (erişim 01-11-2016) Çetin, Halil. “Osmanlı Saltanat Rüyaları ve Tarihi Bağlam.” Tarih İncelemeleri Dergisi XXVII/1 (2012): 37 – 67. Çetin, Altan. ve Çağ, Galip. “Kurucu Bir Kavram Olarak Asabiyetin Osmanlı Kuruluş Siyasetindeki Rolü.” 1. Türk İslam Siyasi Düşüncesi Kongresi Bildiriler Kitabı (2015): 35 – 51. Acun, Fatma. “İlk Osmanlılara Dair.” Kebikeç İnsan Bilimleri İçin Kaynak Araştırmaları Dergisi 5/10 (2000): 59 – 73.
Kaynaklar: 1. R. Paul Lindner, "İlk Dönem Osm. Tarihinde İtici Güç ve Meşruiyet", Söğüt'ten İstanbul'a (Der. Oktay Özel- Mehmet Öz), Ank. 2000 2. Ahmet Nezihi Turan, "Osm. Devleti Ne Zaman Kuruldu?", Osm., Yeni Türkiye Yay., Ank.1999., C.I 3. Paul Wittek, "Osm. İmparatorluğunun Kuruluşu", Çev. Güzin Yalter, Batı Dillerinde Osm. Tarihleri: I, Türkiye Yy, İst., 1971 4. Abdulkadir Özcan, "Türklerde Gaza Ruhu ve Bunun Osmanlılardaki Tezahürü", X. Osm. Sem. Bildirileri, Söğüt, 1995 5. Aldo Gallotta, " 'Oğuz Efsanesi' ve Osm. Devleti'nin Kökenleri: Bir İnceleme", Osm. Beyliği (1300-1389), İst. 1997. 6. Cemal Kafadar, "İki Cihan Aresinde", Cogito (Osmanlılar Özel Sayısı), Sayı.19, İst. 1999 7. Colin İmber, "Osman Gazi Efsanesi", Osm. Beyliği (1300-1389), ed. Elizebeth A. Zachariadou, İst. 1997, s.75. 9. Colin J. Heywood, "Os. Devletinin Kuruluş Problemi: Yeni Hipotez Hakkında Bazı Düşünceler", Osm., Yeni Türkiye Yy., Ank. 1999., C.I 10. Elizabeth A. Zachariadou, Osm. Beyliği (1300-1389), ed.Elizabeth A.Zachariadou, Çev.Gül Çağalı Güven, İsmail Yerguz, Tülin Altınova, Tarih Vakfı Yurt Yy., İst. , 1997 11. Erkan Göksu, "Osm. Devletinin Kuruluşunda Gaza ve Türkmen (Oğuz) Ananelerinin Rolü Üzerine", Oğuz Geleneği Çerçevesinde Tarihten günümüze Karakeçililer, Ed. İsmail Özçelik, Kırıkkale, 2003. 12. Fuad Köprülü, "Osm. İmparatorluğu'nun Etnik Menşei Meseleleri", Belleten, VII/28, Ank. 1943. 13. Fuad Köprülü, Osm. Devletinin Kuruluşu, s. 96-97. 14. Halil İnalcık, "Osm. Devletinin Kuruluşu Problemi", Doğu-Batı, C.II, Sayı.7, Temmuz 1999 15. Halil İnalcık, "Osm. İmparatorluğunun Doğuş ve İnkişafı Devrinde Türkiye'nin İktisadî Vaziyeti Üzerine Bir Tetkik Münasebetiyle", Osm. İmparatorluğu (Toplum ve Ekonomi), 2. Baskı, İst., 1996 16. Halil İnalcık, "Osm. Tarihçiliğinin Doğuşu", Söğüt'ten İstanbul'a, İmge Kitabevi, Ank. 2000. 17. Halil İnalcık, "Osm. Tarihine Toplu Bir Bakış", Osmanlı, C:I, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 1999 18. İlber Ortaylı, "Menkıbe", Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu, Efsaneler ve Gerçekler, Tartışma/Panel Bildirileri, Ank. 1999. 19. İrene Melikof, "İlk Osmanlıların Toplumsal Kökeni", Osm. Beyliği (1300-1389), 20.. Mehmet Öz, "Osm. Devleti'nin Kuruluş Meselesi Üzerine Bazı Görüşler", VI. Osm. Sem., Söğüt, 1991