Aktüel Politik Dergisi Aralık-Ocak Sayısı

Page 1

aktüel

bir ideale bağlanın!

Yıl 3 • Sayı 14 • Aralık ‘11 – Ocak ‘12

▪ Soykırımın Anatomisi ▪ Mameki, Dersim, Tunceli ▪ Cezayir’de ‘Yelpaze Soykırımı’ ▪ İdeolojik Soykırım Röp

SOYKIRIM ve İNSANLIK SUÇLARI

Üniversitelerarası Akademik Fikir Dergisi

litik

o r t aj

Veysel YURDAKUL


“biz

baska . çocuklar için endise . duyan

çocuklarız.” Aliene Rachel Corrie

son istasyon ruhuna saygıyla...


İnsanlık bir okyanus gibidir; bazı damlalar kirli diye okyanus kirlenir mi hiç? Mohandas Karamchand Gandhi

İbrahim Müteferrika’nın katkılarıyla...


09

15 S05 S06 S07 S08

20

Giriş Ajanda - Dünya Ajanda - Türkiye Dış Politika

Çanlar Kimin İçin Çalıyor? / Volkan TÜRKMEN

S09 İç Politika

Mameki, Dersim, Tunceli / Ayşe SAR

S10 Araştırma

12

Batıda Medeniyet / Zeynep ÇAKMAK

S12 Tarih

Yelpaze Soykırımı / Hasan ÇELİK

S14 Araştırma

İdeolojik Soykırım / Elçin HUSEYN

S15 Global Bakış

Words / Widler FANATIS

S16 Araştırma

Soykırımın Anatomisi / Haşim ÖZPOLAT

S18 Biyografi

Türk Siyasetinde Bir Deha: Adnan Kahveci / Rabia Nur TERZİ

S20 Ekonomi

18

Global Kriz: Nasıl Ortaya Çıktı, Nereye Gidiyor? / Ömer Faruk KODALAK

S22 Şiir

Soylu Komutan / Buldozerlerin Ezemediği Asil Vicdan / Güven ADIGÜZEL

S23 Politik Vurgu S24 Film

Enemy at the Gates - Kapıdaki Düşman / Safiye ÇELEBİ

S25 Kitap

Aitlikler ve Türkiye Sen Kimsin? / Ramazan GÜNEŞ

26

S26 S29 S30 S31 S32 S34 S35

Röportaj - Veysel YURDAKUL İki Açıdan Söz Sende Politik Kuş Kulüpten Karikatür Kapanış

4

24


H

er derginin bir umut taşıdığını düşünerek açın dergilerin kapaklarını ve umudunuzu kaybetmemek için okuyun onları. Her dergi bir farkındalıktır; dünyaya rağmen yaşadığımızı belgeleyen sayfalardır. İki aylık periyotlarla yayınladığımız Aktüel Politik’te her sayı farklı bir dosya konusunu ele alıyoruz. Bu sayıda ele aldığımız konu ise her sayfada belki kahrımızı artıracak bizi belki ağlatacak belki kızdıracak bir konu: Soykırım ve İnsanlık Suçları. Soykırım yapanların ya da insanlığa karşı suç işleyenlerin ‘insan’ kategorisi içerisinde değerlendirilmesi birçoğumuzun canını acıtıyordur. Nasıl acıtmasın ki, Allah’ın insana layık gördüğü üst kimliği reddedip hayvandan da aşağı inmekte sakınca görmeyen bir türden bahsediyoruz. Soykırım, katliam veya bilumum insanlık suçları, evrenin neresine, hangi vakit, hangi durumda gidilirse gidilsin mazur görülemez. Burada duruş net olmalıdır; ülke politikasındaki yerine göre bir katliam kınanmamalı, bir anıt yaptırılmamalı, sokaklarda naralar atılmamalıdır. Katliam nerede oluyorsa karşısında durulmalı, ‘imha’ edilmeye çalışılan halka destek çıkılmalı, uluslararası arenada katliamcılar mahkum ettirilmelidir. Dergimizde yazın bölümlerinin yanında size nefes aldırabilecek bölümlerimiz de yer alıyor. Bağcılar Kaymakamımız Sayın Veysel YURDAKUL ile yapılan röportajımız özellikle biz üniversiteli gençlere kaynaklık edecek nitelikte, farklı üniversitelerden öğrencilerin görüşlerini paylaştığımız Söz Sende bu ay Arap Baharı’na ayrıldı, ülke gündemini oldukça meşgul eden Dersim Katliamı İki Açıdan’da değerlendirilirken, Güven ADIGÜZEL abimizin Rachel ve Aliya’ya yazdığı dörtlükler bizleri yine onlara ayırdığımız Politik Vurgu sayfalarımız ile birlikte bekliyor. Bu sayfada ismi yazılı öğrenci arkadaşlarımızın -hepsine tek tek teşekkür etmek gerek- uğraşları ile çıkan bir dergi olan Aktüel Politik’in bu sayısının çıkarılmasında büyük desteği olan Sayın Talât KILIÇ’a bir de buradan teşekkür ederek, sizleri 14. sayımızla başbaşa bırakmak istiyorum. Selametle. Enes İlyas DEMİREL Üniversite Temsilcileri Ankara Üniversitesi İrem Esra KÖMÜRCÜ Bahçeşehir Üniversitesi Yusuf Enes UZUN Bilgi Üniversitesi Kıymet KÖSE Bilkent Üniversitesi F. Zeynep HACIOĞLU Boğaziçi Üniversitesi M.Berat AYDEMİR Celal Bayar Üniversitesi Serim KARAKAYA Dokuz Eylül Üniversitesi M.Kutalmış ALKAN Fatih Üniversitesi (Ank) Mustafa Semih ELİTOK Galatasaray Üniversitesi M.Emre AKKAŞ

a

Gazi Üniversitesi Taha ÖZTÜRK Gaziantep Üniversitesi Murat UZUNASLAN Gediz Üniversitesi Alperen BAĞCI İstanbul Üniversitesi Ömer Faruk ERDOĞAN İst. Arel Üniversitesi Selçuk YILMAZ İst. Aydın Üniversitesi Süheyla AYYILDIZ İst. Ticaret Üniversitesi Büşra Nur KAYA Kadir Has Üniversitesi M. Ramazan GÜNEŞ Kırıkkale Üniversitesi Rifat ÖZTÜRK

Koç Üniversitesi Oğuzhan OCAK Kültür Üniversitesi Ömer Faruk KURT Melikşah Üniversitesi M. Hasan TANRIÖVEN ODTÜ Mehmet USLU Selçuk Üniversitesi Berat Emre AKDAŞ TOBB ETÜ Erhan Burak AYDIN Turgut Özal Üniversitesi Ömer YILMAZ Uludağ Üniversitesi Aysel ÖZDEMİR Y. Beyazıt Üniversitesi Naile KILIÇ

- Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale ve tasarımların elektronik ortamlar da dahil olmak üzere dağıtım hakkı yalnızca Aktüel Politik’e aittir. İzin alınmaksızın materyalin tamamının ya da bir bölümünün yayınlanması veya çoğaltılması yasaktır. - Dergi içinde yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. - Bu dergi sadece sponsorluk ve reklam gelirleri ile çıkarılmaktadır. - Ücretsiz olarak dağıtılır.

5

a

Aktüel Politik Adına İmtiyaz Sahibi Fatih Üniversitesi Politika Kulübü Genel Yayın Yönetmeni Görsel Yönetmen Enes İlyas DEMİREL Editörler Kübra BULUT Semra BAYIK

Yayın Koordinatörleri Lütfiye Nur AKKOÇ Önder İŞCEN

Reklam ve Sponsorluk Sorumlusu Hilal YANIK Görsel Tasarım Danışmanı Yusuf Mansur ÖZER

Görsel Tasarım Sorumlusu Sibel YILDIRIM Bölüm Sorumluları Ayşe SAR Büşra BÜYÜKADEM Damla UZUNASLAN Gülşah GÜRSOY Hilal ŞAHİNLER Önder ÜÇÜNCÜ Rabia Nur TERZİ Safiye ÇELEBİ Seher ŞAHİN Yunus Emre AKBABA Zeynep ÇAKMAK

Danışma Kurulu Öğr. Gör. Zehra ÖKSÜZ

Fatih Üniversitesi Öğretim Görevlisi

Öğr. Gör. Baran MERMER

Fatih Üniversitesi Kulüpler Ofisi Yöneticisi

Mehmet Yavuz KANAR

Politika Kulübü Divan Kurulu Başkanı

Murat DAİ

Aktüel Politik Eski Genel Yayın Yönetmeni

Nihan ALBAYRAK

Aktüel Politik Eski Genel Yayın Yönetmeni

Grafik Tasarım Zezé Design

Yayın Türü İki Aylık Yerel Süreli Yayın

Yönetim Yeri Fatih Üniversitesi Politika Kulübü Ofisi - M-210, 34500 Büyükçekmece, İstanbul


Ajanda 60 Bin Mahsur

Somali’de Saldır

4 Ekim

6 Ekim

l Et Wall Street’i İşga

‘Wall Street’i İşgal Et’ sivil girişimindeki göstericilerden 15’i polis tarafından gözaltına alındı.

Kırgız Seçimi

5 yıldır Hamas’ın esir tuttuğu İsrailli er Gilad Şalit ile bin Filistinli mahkum karşılıklı olarak serbest bırakıldı.

ldü Kaddafi Öldürü

21 Ekim

2005’ten bu yana iki kez hal isyanı olan Kırgızistan, cumhurbaşkanlığı için sandık başına geçti.

Neonaziler!

18 Ekim

17 Kasım

okrasi Merhaba Dem

Arap Baharı’nın başladığı yer olan Tunus’ta 4 milyon seçmen ilk kez özgür bir şekilde oy kullandı.

Yunan Krizi

Papandreu, Merkel ve Sarkozy’nin ‘referanduma gidersen tek sent alamazsın’ resti üzerine halkoylamasından vazgeçti.

8 Türk ve 1 Yunanlıyı katlettiği ortaya çıkan Neonazi örgütünün, istihbarat teşkilatınca korunduğu iddiaları Almanya’yı karıştırdı.

Mübarek iktidarını deviren Tahrir gençliği, şimdi de yönetimi devralan Askeri Konsey’e tepkili.

7 Ekim

Tarihi Takas

Libya lideri Kaddafi’nin 42 yıllık despotik idaresi hazin şekilde öldürülmesiyle sona erdi.

15 Ekim

Tahrir Nöbeti

DÜNYA

Eşşabab’ın Mogadişu’da düzenlediği bombalı saldırıda 70 kişi hayatını kaybetti, 48 kişi de ‘Dahi’ Öldü yaralandı. ye Filistin Tam Ü Bilişim dünyası; BM’ye tam üye olgetirdiği yeni5 Ekim mak için uluslararası liklerle milyonların destek arayan Filistin, alışkanlıklarını UNESCO üyeliğine değiştiren Steve kabul edildi. Jobs’u kaybetti.

Kaddafi’nin kalesi Sirte’de çatışmalar yeniden şiddetlendi, 60 bin sivil kentte mahsur kaldı.

29 Ekim

ı

4 Kasım

İran-İngiltere

İran meclisi, İngiltere’nin Tahran büyükelçisini sınır dışı etme kararı aldı. 28 Kasım

24 Kasım

6

23 Ekim

gın Muhalifler Kız

Beşşar Esad yönetimine karşı olan Suriyeli muhalifler, başkent Şam’da Baas Partisi binasını vurdu.

22 Ağustos

Ekim-Kasım ‘11


.

Ajanda

Şok İfadeler

TÜRKIYE

KCK’dan Şok K ar

ar

Kaçırıldıktan sonra PKK’nın elinden kurtulan er Aykut Ekim-Kasım ‘11 Çelik 38 gün Kandil’de değil, Diyarbakır civarında dolaştıklarını Temizlik Karar söyledi. 26 Can! ı PKK, Yargıtay, biriken 4 Ekim Çukurca’ya 1 milyon 250 bin saldırdı, 26 dosyanın 3 yıl içerisinde mehmetçik şehit bitirilmesine oldu. karar verdi.

Yeter Artık

13 Ekim

Van’a Yardım!

Depremin ardından başlatılan kampanyalarla Türkiye, saatler içinde harekete geçerek depremzedelerin imdadına yetişti. 24 Ekim

İzmir’de toplanan Kürt kökenli önde gelenler ‘yeter artık, bizim için öldürme’ diyerek PKK’ya seslendi.

7.2!

Van 7.2 şiddetindeki depremle sallandı. 11 ilde hissedilen depremde Van ve Erciş’te onlarca bina yerle bir oldu.

Sıra Bizde!

Türkiye’de okuyan Somalili öğrenciler ‘sıra bizde’ deyip bir aylık burslarını Van’a gönderdiler.

22 Ekim

Gül’ün 29 Ekim resepsiyonunu iptalinin ardından Başbakanlık da Cumhuriyet Bayramı törenlerini iptal etti.

Dersim Tartışm ası

16 Kasım

7 Ekim

19 Ekim

Van Hassasiyeti

CHP’li Hüseyin Aygün’ün Dersim katliamının sorumlularını devlet ve CHP olarak göstermesi partiyi karıştırdı.

PKK’nın çatı yapılanması KCK’dan şok karar: İstanbul’u cehenneme çevirelim.

26 Ekim

TIME’a Kapak

29 Ekim

Erdoğan bedelliyi açıkladı: 30 yaşında olanlar 30 bin lira bedel ödeyerek bu uygulamadan yararlanabilecekler. 22 Kasım

18 Kasım

Cana Kast

Erciş Cumhuriyet Başsavcılığı, depremde yıkılan binaların müteahhitlerine soruşturma başlattı.

TIME Dergisi, Atatürk, İnönü ve Menderes’in ardından Erdoğan’ı da kapağına taşıdı.

Yaş 30 Bedel 30

23 Ekim

1 Kasım

Dersim Özrü

Başbakan Erdoğan, Dersim katliamına ilişkin 4 resmi belge açıklayarak devlet adına özür diledi. 24 Kasım

7


Dış Politika Volkan TÜRKMEN | Trakya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler • 2

S

uriye’de çalan çanların sesi, Türkiye’de çoktan yankılanmaya başladı bile. Tunus’ta başlayan Arap Baharı ile yayılan isyanlar, Kuzey Afrika’dan Türkiye’nin en uzun kara sınırına sahip ülke olan Suriye’ye kadar ulaşmıştır. Başta reform talepleriyle yapılan gösteriler, sonrasında Şam yönetiminin sert müdahaleleri sonucunda, Suriye halkının uzun süredir mağdur olduğu yönetimin değişmesi amaçlı yapılır hale gelmiştir. Esad yönetimi, yapılan gösterilere karşı takındığı aşırı sert tavırla olayları kontrol altına aldığını zannetmektedir. Mısır ve Libya’ya bakıldığında da, Şam yönetimi tarzında uyguladıkları sert müdahaleler işe yaramamış ve Kaddafi’nin yaşamı kötü bir şekilde sonra ererken Hüsnü Mübarek’in sonu da hapishane olmuştur. Bu durum göstermektedir ki, demokrasi Arap dünyasına bir kez uğramıştır ve tüm dikta rejimlerini alt edinceye kadar da gitmeyecektir. Suriye’de Mart ayından beri devam eden ayaklanmalar, rejim tarafından kanlı bir şekilde bastırılmaya çalışılmış; ancak bu müdahaleler ciddi bir sonuç vermemiştir. Yaşanan olaylar uluslararası alanda sert tepkiyle karşılaşırken Türkiye de Suriye’ye gerekli yaptırımları uygulamaktadır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Suriyeli muhaliflerle bir kez daha bir araya gelmesi ve Türkiye’nin Esad rejiminin sonra ermesi gerektiği görüşünü savunması Türkiye’nin bu konudaki duruşunu açıkça göstermektedir. Türkiye’nin yanısıra Arap Birliği’nin de Esad yönetimine 16 Kasım’a kadar süre tanıması ile uluslararası hukukun Suriye’ye uyguladığı yaptırımın şiddeti arttı. Esad rejiminin sıkıştığı alanın giderek daraldığı görünmektedir. Suriye’de yaşanan olaylar Türkiye açısından büyük önem taşımaktadır; zira Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Esad yönetimi için görüşlerini açıkça belli etmiştir. Esad yönetiminin Suriye’de halkına uyguladığı orantısız güç sadece Türkiye’de değil uluslararası kamuoyunda da tepkiye yol açmıştır. Esad yönetimine, başta Türkiye olmak üzere birçok devlet reform yapması ve orantısız güç kullanımı durdurması için çağrı yapmıştır. Ancak Şam yönetimi kendi bildiğini okumakta kararlı gözükmektedir. Peki, bundan sonra ne gibi gelişmeler olacaktır? Suriye’de Esad rejiminin hala ayakta kalmasının sebebi muhaliflerin birlik olmaması mıdır? Sürece bakıldığında Ankara’da Suriyeli muhaliflerle görüşmeler gerçekleştiriliyor ve “Esad rejimine karşı birlik olun” çağrısı yapılıyor. Buna karşılık Suriyeli muhaliflerin halen tek bir ses haline gelemediği göze çarpıyor -ki bu da rejimin ömrünü uzatan en önemli etkenlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye açısından bakıldığında Suriye ile ikili ilişkilerin düzeltilmesi için uzun süre çaba gösterilmiş, nihayet 2002 yılından itibaren iki ülke arasında yakınlaşmalar olmuş; ancak Arap Baharı olarak adlandıral Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki halk ayaklanmalarının Suriye’ye de sıçramasıyla birlikte Türkiye - Suriye ilişkileri yeniden gerginleşmiş ve Esad rejiminin halkına uyguladığı zulüm sebebiyle Suriye’den kaçan mültecilere Türkiye kucak açmıştır. Bu

8

Suriye ve Türkiye arasındaki ilişkilerin tamamen bozulması anlamına da gelmektedir. Bununla birlikte 13 Kasım 2011 Pazar günü Suriye’de başkent Şam, Halep ve Lazkiye’de bir araya gelen Baas rejimi yanlıları, rejim lehinde gösteri yaptılar. Ancak bir süre sonra bu göstericiler grubu kalabalık bir topluluk haline gelerek Türk Büyükelçiliği ile diğer iki şehirdeki Türk konsolosluklarına saldırdılar. Saldırılar yalnızca elçilik protestoları ile kalmadı, karayolu ile hac vazifesini ifa ederek Türkiye’ye dönen hacılar da Suriye’de saldırıya uğradı. Suriye ile ilişkilerin gerilmesine neden olan bu olay, Türkiye’de büyük bir öfkeyle karşılandı. Suriye yönetimi Türkiye’yi karşısına aldıkça daha da dibe vurduğunun farkına varamamaktadır. Suriye yönetimi Türkiye’den yapılan çağrılara kulak vermelidir. Bunun yanı sıra Türkiye’nin Suriye’ye uyguladığı yaptırımlardan sonra, Arap Birliği de Suriye’nin birliğe üyeliğini askıya almış, bununla birlikte bir dizi yaptırım kararı da almıştır. Buna rağmen Suriye yönetimi geri adım atmamakta ısrar etmektedir. Suriye’nin kendine bu kadar güvenmesinin sebebi, Suriye’nin sıkı destekçisi olan İran ve Rusya’nın Suriye’ye yapılması düşünülen olan askeri müdahaleye karşı her platformda sert tavır ortaya koymasıdır. Ayrıca İran’ın, Amerika’nın Irak’tan çekilmesiyle bölgede daha çok söz sahibi olmayı planladığı da göz ardı edilemez. Bu durumda olası bir uluslararası müdahalenin uluslararası hukuk açısından meşru kabul edilebilmesi için 2 seçenek bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi BM Güvenlik Konseyi’nin alacağı karar doğrultusunda hareket edilmesi. Ancak bu noktada Çin ve Rusya’nın kesin tavrı, olası bir müdahalenin meşruluğunu kaybetmesine sebep oluyor. Diğer bir seçenek ise NATO. Ancak NATO’nun da müdahale edebilmesi için Arap Ligi’nin çağrısını alması ya da bir NATO ülkesine yapılan saldırıları NATO’ya yapılmış kabul etmesi gerekiyor. Bu seçenekler dışındaki müdahaleler ise uluslararası hukuka uygun olmayacaktır. Bu noktada bölgede en kritik görevi Türkiye üstlenmektedir. Türkiye’nin Suriye konusunda aktif bir politika gütmesi gerekmektedir –ki bunun için de dış işlerine büyük görev düşmektedir. Görüldüğü gibi Suriye’de yaşanan her olay Türkiye’yi etkilemektedir. Geçmişte Baas rejiminin Türkiye’ye karşı terörü kullanması gibi, aynı şekilde Beşer Esad’ın da babasının yolundan gidip terör kartını Türkiye’ye karşı kullanma olasılığı yüksektir. Bu açıdan Türkiye’nin acilen Suriye’ye karşı sert politikalar uygulaması gerekmektedir. Eğer Türkiye, Suriye sınırını uluslararası müdahalelere açık bırakırsa ilerde daha büyük sorunlar gerçekleşebilir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye, Suriye olaylarını kendi iç meselesi gibi algılamalıdır. Kısacası Türkiye kendi çıkarından çok, bölgede refah ve huzur ortamını bütüne yaymayı amaç edinmelidir. Türkiye bölgede barışı sağlamalı, Suriye’nin geleceğinin Libya’ya ve Mısır’a benzememesi için atacağı adımlara dikkat etmelidir. Çünkü Türkiye bölgede uygulayacağı her politikanın ileride kendisine nasıl döneceğini iyi hesap etmelidir.


Ayşe SAR | Fatih Üniversitesi Uluslararası İlişkiler • 2 İç Politika

M İ S R E D

Dersim İsyanı daha çok önceden hazırlanıldığı belli olan olaylar çerçevesinde başlamış ve gerçekleşmiştir.

H

ikayemiz Türkiye ile ilgili tüm acıklı hikayelerin başladığı yerde, 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda başlamaktadır. Bilindiği gibi 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu topraklarını azar azar kaybederken, batılı devletlerin bazıları ve Rusya özellikle anadolunun doğusunda etkin olmaya çalışmışlardır. Rusya’nın 1877-78 savaşından sonra doğudaki bazı vilayetleri ele geçirmesiyle birlikte bu bölgeler milliyetçilik akımının etkisine açık hale gelmiştir. Fransız İhtilali ile ortaya çıkan ve “zayıf” olan imparatorlukları bölen milliyetçilik akımı bu bölgede bir bakıma Türk düşmanlığına dönüşmüştür. Ayrıca Sevr Anlaşması ile bölgede otonom bir Kürt devletinin kuruluşu ve Dersim’in bu devletin bir parçası olmasının planlanması bunları tetiklemiştir. Bize öğretilen resmi tarihte nedense bu ayrıntılar yoktur. Bunun yanında Mustafa Kemal’in de bölge insanına otonomluk vaat ettiği çoğu kaynakta savunulmuştur. Dersim’i anlamak için daha da geriye gitmemiz gerekir. Kürtler ve Ermeniler tıpkı Beluciler gibi İranî bir millettir. Ancak Ermeniler daha da geriye dayanan bir farklılaşmaya sahiptir. Bunun aynı zamanda örf ve adetlere de yansıdığını görmekteyiz. Bölgedeki isyana bakarsak feodal sistem ve bunun çok uzun zamana dayanan köklerinin olması da isyanın temel sebeplerinden biri olarak sayılabilirler. Dersimlilerin daha çok alevi kökenli olması da bölgelerindeki Ermenilerle aralarında büyük sorunlar olmamasına kaynaklık etmiştir. Hatta bazı kaynaklara göre 1915 Tehciri’nde bölgeden birçok Ermeni devlete teslim edilmemiş ve devletten kaçırılarak saklanmıştır. Dersim İsyanı daha çok önceden hazırlanıldığı belli olan olaylar çerçevesinde başlamış ve gerçekleşmiştir. Dolayısıyla devletin Dersim’i yıkacağı önceden belliydi ve 1926 Koçan Tedibi’nden sonra devlet, bu bölgenin “okşamakla” kazanılamayacağını anlamıştı. Atatürk, tüm Dersimlileri dağıtacağı İskan Kanunu’nu 1935

yılında çıkarmıştı. Dolayısıyla Seyit Rıza ve avanesinin isyanı çıkararak aslında devletin eline koz verdiğini anlamaktayız. Dersim İsyanı’nın bastırılmasını 1915 olaylarına bazı açılardan benzetebiliriz. Dersim İsyanı’nın bastırılışından hemen sonra İskan Kanunu uygulanmış ve Dersimli alevi Kürtler, çoğunlukla batıdaki iller olmak üzere topraklarından göç ettirilmişlerdir. Ancak bu Ermeni Tehciri kadar ağır şartlarda olmamıştır. Ermeni Tehciri’nden kurtulan Sargis Alemyan Ermeni Tehciri ile 1938 Dersim Vahşeti arasında özdeşlik kurar: “Tatlı Dersim Kürtleri, Türkler sizi küle dönüştürdü. Sizin felaketiniz, en az benim milletimin başına gelen felaket kadar yüreğimi yakmıştır.” Dersimlilerden şükranla bahseder: “Şükran size Dersimli Kürtler. Yıllarım ilerledikçe, size karşı beslediğim minnet duyguları da o derece çoğalıyor. Siz çok iyi insanlardınız. Bu belki de, her zaman Ermenilere karşı iyi olduğunuz ve medeniyetin sizi egoist yapmadığından dolayıydı. Bütün Kürtler böyle olsaydı, Türkler ne sizi katledebilirdi, ne de bizi.” Dersim’de yaşananlar aslında şimdilerde hasıraltı edilmek istenen faşizmin tezahürüdür. Türkiye’nin en karanlık döneminde (1915-1950) olan tüm faşizm üzeri hareketler ancak gün yüzü ile görülebilmektedir. Bu ve evveliyatında olan katliamlar ve insanlık suçları hep tek bir noktaya işaret etmektedir; o da Türkiye’de demokrasinin yerleşmesinin çok zor olduğudur. Tunceli il merkezinin eski adı Mameki idi. Bu isim Kürtçe bir isim ancak diğer tüm Ermenice, Kürtçe, Yunanca ve Gürcüce isimler gibi silinmiş ve onun yerine Tunceli konulmuştur. Dersim bölgenin adıdır. O “Tatlı Dersim Kürtleri” de isyanı yanlış zamanda çıkarmanın bedelini unutulmak ve memleketlerinin ismini kaybetmekle hatta en önemlisi vahşice katledilerek ödemişlerdir. Bu katliamla ilgili gerçek detaylara ise hala “ingilizce” kaynaklardan rahatça erişilebilmektedir.

9


Dış Politika Zeynep ÇAKMAK | Fatih Üniversitesi Matematik • 3

BATIDA

MEDENİYET

Hepsi de çıkarları doğrultusunda diğer milletlerin diline, kültürüne, sanatına, dinine, ekonomisine ve sosyal hayatına saldırırken aynı dili kullandı. Milletlerin kendine ait bu değerleri her zaman kötüleyip durdular.

2.

Dünya Savaşı öncesi ve savaş süresince yapılan katliamlar, özellikle ‘üstün millet’ ideolojisi üzerine temellendirilmiş saf ırk elde etmek amacı güden projeler üzerine, 1948 yılında BM tarafından kabul edildikten sonra uluslararası hukukta yerini almış bir kavram daha ortaya çıktı: “soykırım”. “Soykırım (genosit) kavramının tanımlanması Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin tarafından eski Yunancada ‘genos’ (ırk, aşiret, klan...) ve La-tincede ‘cide’ (öldürme, katletme, yok etme...) kelimelerinin birleşmesinden yapılmıştır”. BM tarafından kabul edilmiş Soykırımın Tarifi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne göre bir olayın soykırım olarak kabul edilebilmesi için aşağıdaki maddelerin gerçekleşmesi gerekir: 1- Grup üyelerinin öldürülmesi, 2- Grup üyelerinin fiziki ve zihni sağlığını bozucu eylemler, 3- Grubun kısmen veya tamamen fiziki varlığının yok olmasına neden olacak yaşam koşullarına tabi tutulması, 4- Gruba ait çocukların zorla başka bir gruba transfer edilmesi. Bu maddeler incelendiğinde görülüyor ki; BM tarafından kabul edilen Soykırımın Tarifi ve Cezalandırılıması Sözleşmesi, 2. Dünya Savaşı galip devletlerinin çıkarları doğrultusunda hazırlanmış; bu devletlerin sömürgelerinde işledikleri kültürel soykırımlar, siyasi soykırımlar, ahlak soykırımları gibi güncelliğini hiçbir zaman yitirmemiş, hâlâ günümüzde milletler için tehdit unsuru olan soykırım türleri gözardı edilmiştir. Soykırım kavramı, BM’nin çıkarları doğrultusunda kısırlaştırıldıysa da, 1950’lerden itibaren farklı bilim

dallarındaki araştırmacılar (hukukçular, sosyologlar, antropologlar, psikologlar...) birçok soykırım türü olabileceği üzerine tartışmışlardır. Bir grubun kısmen veya tamamen ortadan kaldırılmasını, sistemli bir şekilde yok edilmesini amaçlayan fiziksel soykırım; bir grubun yaşam biçimini, geleneklerini, edebi, sanatsal, tarihi, manevi ve zihni birikimlerini sistemli bir biçimde yok etmeyi veya yeniden şekillendirmeyi amaçlayan kültürel soykırım; yine bir grubun çeşitli yöntemlerle ekonomik olarak çökmesini sağlamak amacı güden ekonomik soykırım, en genel soykırım türlerindendir. 21. YÜZYILIN EŞİĞİNDE BİR VAHŞET YAŞANIYOR Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük soykırım, 20. yüzyılın son çeyreğinde tüm dünyanın gözü önünde, Sırp faşistleri tarafından binlerce Bosnalı sivil kadın ve erkeğe, masum çocuğa uygulandı. 1992-1995 yılları arasında, Birleşik Milletler Koruma Gücü’nün -bu katliamda insanlar kadın, çocuk, yaşlı denmeden salt kimliklerinden, dahil oldukları gruptan dolayı hedef seçilip sistemli bir şekilde yok edilmelerine rağmen- bir türlü ‘soykırım’ olarak adlandırmadığı, bu utanç verici insanlık suçunun neticesinde 250 bini aşkın Boşnak hayatının kaybetti. BÜTÜN BUNLAR OLURKEN ABD, BM VE AVRUPA NE YAPTI? , Sırpların zulmüne direnen Bosna Hersek halkına, silahlarını bırakmalarını ve Srebrenitsa’yı ‘Güvenli Bölge’ ilan ettiklerini duyurdu. Bu çağrıdan sonra

2.

BM

10

binlerce Boşnak silahlarını bıraktı ve Srebrenitsa’ya sığındı. Fakat 1995 yılında, Sırp ordusu Srebrenitsa’yı yeniden bombalamaya başladığında burasını ‘Güvenli Bölge’ ilan eden Birleşmiş Milletler Koruma Gücü(!) Sırp çetniklerine hiçbir karşılık vermedi. Bunu gören Bosna halkı kendilerini savunmak için silahlarını geri istedi. BM, Bosna halkını korumadığı gibi halkın kendi kendini korumasına da izin vermedi. 1992-1995 yılları arasında yaşanan bu vahşet sonunda yüzbinlerce insan hayatını kaybetmiş, binlerce insan işkencenin en bayağısına maruz kalmış, binlerce kadın ve çocuk tecavüze uğramıştır. Bu masum insanlar, aylarca Bosna’da kurulan Omarska, Manjaca ve diğer ‘ölüm kampları’nda aç, susuz ve temiz havaya muhtaç bırakılmıştır. Öyle ki, insanlar demir parmaklıkların ardında bir deri bir kemik kalmışlardır. ‘ÖLÜM KAMPLARI’NDA YAŞANAN ZULÜM amplardaki masum insanlar her gün sistemli bir şekilde öldürülüyordu. Sırp çetniklerinin öldürmek için tercih ettikleri metod ise tutukluların boğazlarında bıçakla delik açıp öldürmekti . Bu kıyımdan kurtulup hayatta kalabilen Aliya Lujinoviç anlatıyor: “Hayatımın en kötü günüydü. Bizzat kendi gözlerimleri gördüm. 10 genci yanyana dizdiler. Hepsinin boğazları yarılmış, burunları kesilmiş ve cinsel organları kopartılmıştı. Hayatımda gördüğüm en korkunç manzaraydı.” Ölüm kamplarında tutuklu kalmış Recep Tahiroviç’in anlattığına göre beş gün boyunca, her gün bir düzine tutuklu, isimleri okunarak ‘Ölüm

K


Araştırma Kampları’ndan çıkarıldıktan hemen sonra başları demir testerelerle kesilmiş ve bu olaylar diğer tutuklulara seyrettirilmiş. DEĞERLER erçekleşen bu insanlık suçları, Batı medeniyetinin de insani değerlere bakış açısında bir dönüşüme ihtiyaç duyduğunu göstermektedir. ABD’nin, 2004 yılında Irak’ın Felluce kentinde yaptıkları, bu ihtiyacı bir kez daha gözler önüne sermiştir. ABD Felluce’de binlerce savunmasız insanı katletmiş, kentte zehirli gazlar ve kimyasal maddeler kullanmıştır. Öyle ki, kullandığı bu kimyasal maddeler günümüzde hâlâ etkisini sürdür-mekte ve kanser oranının arttığı, doğan çocukların felçli halde dünyaya geldiği bilinmektedir. Independent Gazetesi’nin raporuna göre, bölgedeki kanser hastalığının oranı 2. Dünya Savaşı’nda atom bombası atılan Hiroşima ve Nagazaki’deki orandan daha yüksek. ABD’NİN ÇIKARLARI İÇİN... elluce’de bu vahşet yaşanırken dönemin ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, American Enterprise Instute’de (AEI) yaptığı konuşmada Irak’ta gerçekleşen bu olayların adil ve gerekli olduğunu, Amerikan çıkarlarına hizmet ettğini belirterek sözlerine şunları ekledi: “Teröristler, İspanya’dan Endonezya’ya, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya uzanan bir İslam İmparatorluğu kurmayı amaçlıyordu. Böyle bir imparotorluk, İsrail’i haritadan silebilirdi.” Evet, İsrail’in sürekliliği, bölgenin güvenliği, petrol hattının kontrolü, kısacası Amerika’nın gerçekleşmesi elzem amaçları uğrunda binlerce okul, ev, hastane bombalanmalı, kent kana bulanmalı, insanlar sakat kalmalı, yaşamını yitirmeli hatta gerekirse bir milletin tümü yok edilmeliydi. Bu çıkarlar doğrultusunda, BM’nin 1948 yılında İsrail’i tanımasından günümüze kadar İsrail de, Lübnan’da,

G

F

Sabra-Şatilla’da, Ramallah’ta, Gazze’de, Beytullahim’de ve daha birçok yerde katliam yapmıştır. İsrail tarafından yapılan bu katliamlara, soykırımlara kendilerince haklı bir gerekçe sunuyorlardı: ‘vaadedilmiş topraklar’ ve ‘seçilmiş millet’. ABD Eski Başkanı Ronald Reagan’ın 1983’te dönemin AIPAC (Americanİsrail Halkla İlişkiler Komitesi) Müdürü Thomas A. Dine ile yaptığı bir telefon konuşması, ABD’nin İsrail’in politikalarına yaklaşımı konusunda bizlere ışık tutuyor: “Ahd-i Atik’te Mahşer ile ilgili kehanetler ve alametler hakkında kadim devirlerin peygamberlerinin söylediklerini hatırlayınca şaşırıyorum ve diyorum ki, acaba biz bu kehanetlerin geçekleşmesini görecek olan kuşak mıyız? Bunlar gerçekten şu anda yaşamakta olduğumuz gerçekleri tarif etmektedir.” Tabii ki hiçbir gerekçe İsrail’in Deir Yasin(1948), Beyrut(1981), Sabra ve Şatilla(1982), Cenin(2002), Gazze(2009) katliamlarında yaptığı insanlık dışı uygulamalara mazeret olamaz. Ve yine, günümüzde İsrail’in Gazze’ye yaptığı günlük soykırımların, İsrail zindanlarında kadın, erkek ve çocuk esirlere uyguladığı işkencelerin, onları günlerce soğuk, havasız zindanlarda aç, susuz ve uykusuz bırakmalarının, onlara yaptıkları psikolojik ve fiziksel çeşitli eziyetlerin hiçbir haklı gerekçesi olamaz. “AVRUPA TARİHİNİN KÖKENİ..” e yazık ki soykırımlar tarihi bunlarla sınırlı değil. Soykırım ve terörizm araştırmacısı Sefa Yürükel’in ifade ettiği gibi “Avrupa tarihinin kökeninde soykırımlar tarihi yatar.” Fransızların Cezayir’de; Çinliler’in Doğu Türkistan’da; Rusların Çeçenistan, Azerbaycan, Türkistan ve Kırım’da; İtalyanların Habeşistan’da; Hollandalıların Güney Afrika ve Endenozya’da; İngilizlerin Kenya, Tanzanya, Hindistan, Afganistan, Gana, Gambia ve Myanmar’da yaptıkları

N

11

soykırımlar bu tarihin örneklerinden birkaçıdır. Hepsi de çıkarları doğrultusunda diğer milletlerin diline, kültürüne, sanatına, dinine, ekonomisine ve sosyal hayatına saldırırken aynı dili kullandı. Milletlerin kendine ait bu değerleri her zaman kötüleyip durdular. Ve sonunda ‘öyle bir halk meydana getirdiler ki kültürünü bilmez; fakat onu hemen aşağılamaya kalkar.’. Zaten benliğine, kültürüne yabancılaşmış bir millete her türlü zulüm kolaylıkla yapılabilirdi. İşte sözü edilen ‘kültürel soykırım’, Batı’nın, çıkarları için kullandığı en etkili silah olmuştur. KEŞKE... Tüm bu yaptıklarını ‘diğerlerini medenileştirmek’ olarak tanımlayan Batı, keşke insanlığa medeniyet öğretmeye kalkışmasaymış. Keşke Batı insanı hiç sevmeseymiş.

Kaynaklar ▪Yürükel, Sefa. (200). Teorik-Hukuki Soykırım Kavramının Oluşumu ve Farklı Görüşler. Soykırımlar Tarihi 1, s.1. ▪BM Soykırım Sözleşmesindeki tarifi, BM 1948. ▪Gutman, Roy. (1994). Ölüm Kampları. Bosna’da Soykırım Günlüğü, s.97. (Pınar Yayınları). ▪Gutman,Roy. (1994). Tanıklar işkence ve katliamları anlatıyor. Bosna’da Soykırım Günlüğü, s.104. (Pınar Yayınları). ▪Gutman, Roy. (1994). Tanıklar işkence ve katliamları anlatıyor. Bosna’da Soykırım Günlüğü, s.105. (Pınar Yayınları). ▪Gutman, Roy. (1994). Ölüm kampında dehşet. Bosna’da Soykırım Günlüğü, s.152. (Pınar Yayınları). ▪Findley, Paul. (1994). Din ve Devlet. ABD’de İsrail Lobisi, s.396. (Pınar Yayınları). ▪Şeriati, Ali. (1985). Kültür, Medeniyet, San’at ve Modernizm. Medeniyet ve Modernizm, s.35. (Bir Yayıncılık).


Tarih Hasan ÇELİK | Fatih Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği • 1

‘YELPAZE’ SOYKIRIMI Fransa, direniş önderlerini tutukluyor, tutukladıkları insanlara sistemli işkenceler uyguluyor, köyleri basıyor, binlerce insan sebepsiz yere öldürülüyor, her yaştan Cezayir köylüsü dağlara sürülüyordu.

M

aalesef insanlık tarihi soykırım dendiğinde akla gelen sayısız örnekle dolu fakat; özellikle biz, Türklerin son zamanlarda Sözde Ermeni Soykırımı’na tepki olarak hatırladığı ondan önce önlemekte hatta kınamakta bile aciz kaldığı bir soykırımdan bahsedeceğiz; Cezayir Soykırımı. Fransa’nın Cezayir’i işgali Osmanlı’nın gerileme ve dağılma dönemine rastlar ki; Osmanlı, toprakları üzerindeki bağımsızlık istekleriyle yoğun bir baskı altındadır. Bu dönemde Cezayir valisi İzmirli Dayı Hüseyin Paşa’dır, aslında Cezayir Osmanlı hâkimiyeti altında gibi gözükse de Osmanlı’nın donanmasının uzun mesafelerde yetersizliği sebebiyle, bu süre zarfında bağımsız bir devlet görüntüsü çizmektedir. Osmanlı ile otoriter olarak bağları yeniçeriler arasından seçilen ‘Dayı’lardır. Cezayirli Yahudiler, Fransa ile yakın ilişki içerisindedirler ve Fransız hükümeti bu Yahudilerden yüklü miktarda para ve hububat alır fakat o sırada Fransa’da Temmuz Devrimi gerçekleşmesiyle birlikte yönetim şekli anayasal monarşiye dönüşür. Yeni Fransız yönetimi borcu ödemeyi reddeder. Bunun üzerine Cezayirli Yahudiler Dayı’nın huzuruna çıkarlar. Paşa’nın emriyle Fransız gemilerine el konur ve borç görüşmelerine başlanır. Görüşmeler sırasında tansiyonun yüksek olduğu bir anda Paşa elindeki yelpazesiyle Fransız konsolosuna vurur (bazı tarih kaynaklarına göre hakaret etti denir.). Fransa bunu savaş sebebi sayar ve Osmanlı Hükümeti’nin tüm diplomatik çabalarına rağmen Navarin’deki Osmanlı donanması yakar ve Cezayir’i işgal eder. Cezayir yerel halkı direnişi sürdürmeye çalışır, başarılı olurlar da. Abdülkadir yönetiminde Cezayir’in üçte ikisini kaplayan bir bağımsız devlet kurarlar fakat bu devlet 1846’da Abdülkadir’in Fransızlara teslim olmasıyla sona erer. Bu çatışmalar sırasında 3 milyon olan Cezayir nüfusunun 700 bini ölmüştür. Bu dönemden sonra direniş sürdürülmeye çalışılsa da örgütlenmeden yoksun olunduğu için etkisiz olmuştur. 2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte 1942

12

yılında müttefik birlikleri Cezayir kıyılarına çıktılar. 300 bin Cezayirli genci bağımsızlık vaatleriyle Fransız cephesinde savaşa soktular. Cezayirli gençler canla başla ve bağımsızlık umuduyla Hitler Almanyası’na karşı mücadele ettiler. Savaşın kazanılmasının ardından Paris’te kutlama yürüyüşleri düzenlenirken bir yandan da Setif ve Cezayir’in belli başlı şehirlerinde bağımsızlık kutlamaları yapılıyordu. Tam bu sırada Setif Polis Komiseri’nin emriyle ateşe başlandı, sebep olarak ise kalabalığın vermiş olduğu tedirginlik ya da kalabalığın elindeki dövizlerde yazan cümlelerin onlara vermiş olduğu rahatsızlık gösterilebilir. “Hayou Ifriquia ya ibad” marşı eşliğinde “Yaşasın Bağımsız Cezayir”, ‘‘Messali’ye Özgürlük” nidaları Setif sokaklarında yankılanıyordu. Bu saldırının sebeplerinden biri de Fransa’nın İngiltere gibi sömürgelerine sadece ‘‘bir sömürge’’ gözüyle bakmayıp onları kendi toprak parçası olarak görmesidir. Fransa; Fas ve Tunus’tan farklı olarak, Cezayir’e ayrı bir önem veriyordu. Mesela; Tunus ve Fas’ta herhangi bir göçle homojen yapıyı bozma çabası içine girilmemiştir. Cezayir’de ise Avrupa’dan göçmenleri oraya yerleştirerek ve göçmenlere toprak temin ederek homojen yapıya zarar verme çabası içine girilmiştir. Diğer bir örnek ise, Tunus ve Fas bağımsızlığını 1956’da alırken Cezayir’in bunu 1962’de ve zorla almış olmasıdır. Fransa, asıl niyetini önceden birçok defa belli etmişti. Savaş sürerken bile; Almanlara karşı direnişi Cezayir’den yöneten General de Gaulle’nin 7 Mart 1944’te ilan ettiği reformlar, çocuk kandırır cinstendi. Bunun üzerine Ferhat Abbas ve Messali Hac grupları, daha etkili bir mücadele için güçlerini birleştirerek “Özgürlük ve Manifesto Dostları” adıyla, 500 bin üyeli bir kitle örgütü kurdular. Fransızlar bu girişime radikal bağımsızlık hareketinin simgesi durumundaki Messali Hac’ı tutuklayıp çöle sürerek yanıt verdi. Setif’de 71 kişinin ölümüyle başlayan katliam sadece birkaç gün içerisinde halkın Fransızlara karşılık vermesiyle birlikte daha da alevlenerek


Tarih

soykırıma dönüşür ve Fransız kaynaklarına göre 12 bin, yerel kaynaklara göre 45 bin Cezayirlinin ölümüyle sonuçlanır. Binlerce kişi tutuklanır, bütün partiler kapatılır. Tutuklanan kişiler 20 kişilik gruplar halinde kurşuna dizilir. Dizilmeden önce ise bir önceki grubun toplu mezarlarını kazmaya zorlanırlar. Şanslı olanlar ise toplama kamplarına götürülerek orada işkenceye uğrar. Setif, Konstantin ve diğer şehirlerde evler basılıp kadınlara tecavüz edilir, hatta fotoğraflanır. 2. Dünya Savaşı’ndan dönen Cezayirli askerler bağımsız bir ülke yerine bu manzarayla karşılaşırlar. Bu katliamı gören Cezayirli yazar, Katip Yasin şunları söylüyordu: “Benim insan duyarlılığım ilk kez 1945’te Setif’de, gösterilen vahşetle karşı karşıya geldi. Ulusçuluğum orda pekişti. Gözlerimi en çok açan şey, batılıların söyledikleri her şeyi böylesine inkâr edişleri oldu.” Setif Katliamı, Cezayir bağımsızlık mücadelesi için bir dönüm noktası olur. Bundan sonra mücadele, silahlı devrimci mücadele halini aldı ve 1954’e kadar ufak çaplı çatışmalar halinde sürdü. 1 Kasım 1954’ten sonra Cezayir tarihinin en kanlı dönemi başladı. Messali Hac ve etrafındaki insanların çabalarıyla CRUA(Devrimci Birlik Eylem Komitesi) ve FLN(Ulusal Kurtuluş Cephesi) gibi direniş örgütleri ortaya çıktı. Bu oluşumların içerisinde ileride Cezayir tarihine yön verecek Ahmet Ben Bela ve Muhammed Hıdır da vardı. Fransızlar belirli bir süre Cezayir’de askeri güçlerini artırmaya başladı. İlk etapta Cezayir’de bulunan askerlerini 50 binden 500 bine çıkardılar. Fransa’nın bu tavrında, Vietnam’ı kaybetmiş olmanın ve bir kaybı daha hele ki; Cezayir gibi zengin petrol yataklarına sahip bir toprak parçasının kaybını kaldıramayacak olmasının etkisi vardır. Vietnam’daki kuvvetlerini, özellikle acımasızlığıyla ün yapmış paraşütçü birliklerini, buraya yönlendirerek büyük hamlelerinden birini yapmıştır. Fransa, direniş önderlerini tutukluyor, tutukladıkları insanlara sistemli işkenceler uyguluyor, köyleri basıyor, binlerce insan sebepsiz

yere öldürülüyor, her yaştan Cezayir köylüsü dağlara sürülüyordu. Fransız askerleri hiçbir uluslararası anlaşmaları dikkate almadan ayrı bir statüye sahipmiş gibi davranıyorlardı. Toplama kamplarındaki insan sayısı kaynaklara göre 2 milyonu geçmişti. Ülkenin kuzeyinden, sahra çölünün derinliklerine kadar elektrikli tellerle ülke ikiye ayrılıyordu. Bu ve benzeri uygulamalarla 9 milyonluk bir ülke bölünüyor ve sistematik bir soykırıma tabi tutuluyordu. Cezayir, bağımsızlığını kazandığı sırada 1,5 milyon insanını kaybetmiş bulunuyordu ki; bu kayıp nüfusun %16,5’ine denk düşüyordu. Bu o zamana kadar görülmüş en yüksek oranlı insan kaybıydı. Cezayir; 1 Temmuz 1962’de, öncesinde siyasi olarak sıkıntılı bir dönemi atlatarak, bir referandum yapar. Sonuçta 6 milyon kişi lehte, 16 bin kişi aleyhte oy kullanmıştır. 8 yıl süren bağımsızlık mücadelesi boyunca 2 milyon insan toprağından ayrılmak zorunda kaldı ve 250 bin Müslüman öldü. Tüm bunların yanı sıra; bizim Cezayirli dindaşlarımıza yaşadıkları bu zorlu dönemlerde destek bile çıkmamız, hatta onların zamanında kurmuş oldukları geçici hükümeti bile tanımamış olmamız, Beyoğlu’nda bulunan Cezayir Sokağı’nı Fransız Sokağı olarak değiştirmemiz dahi kendi muhasebe terazimizde dengeleri değiştirecektir. Bütün bu olaylara baktığımızda, karşımızda şu anda da karşı karşıya kaldığımız manzaradan farklı bir şey yok aslında ve galiba bu düzen uzun süre de değişmeyecek. İnsanoğlu politik ve ekonomik sebeplerden dolayı daha çok kan dökecek, bize de izlemek kalacak ne yazık ki.

Kaynaklar ▪Adil Baktıaya, ”1830: Fransa’nın Cezayir’i İşgali, Abdülkadir’in Yükselişi ve Amerikan Kamuoyunda ‘Abdülkadir’ Hayranlığı” çalışması, Cilt 1, Sayı 2. ▪Metin Aydoğan, ”Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye” Cilt 1, Baskı 3, sf. 280-282.

13


Araştırma Elçin HUSEYN| Bakü Devlet Üniversitesi Sosyal Bilimler ve Psikoloji • 2

İdeolojik Soykırım Soykırım en büyük insanlık suçu mu? Olabilir ama ondan da büyük bir insanlık suçu var. Bu da yanlış ve insanı insanlıktan çıkaran bir ideolojinin temelini atmaktır.

H

akikaten insan düşünmemeyi kendisine karar kıla bilmez. Bu tabiatın kanunudur. Ben de bir insan olarak ve tabiatdan asılı olduğumdan düşünüyorum. Düşünüyorum adaletsizlikden, hakkdan, yalandan ve bunların yaranma sebeblerini anlamak istiyorum. Son zamanlar beni en çok ilgilendiren meselelerden biri de insanların bir birilerini öldürmesi ile soykırım yapmalarıdır. Bu insan yaratılışının maksadına ve funksiyonuna dahil değildir. İnsan her zaman neyise parçalamak ya da yıkmak ister. Bu normaldir. Lakin kendi gibileri öldürmek normal değildir. Ben hep kendime “kötü insan yok, kötü amel var.“ derdim, amma kemiyyet keyfiyyete tesir eder. Yani bir tabaşiri yazı tahtasına sürtdükde o tabaşir azalır amma yok olmaz; ya 20 defa sürtsek ne olur? Tabaşir toz olur. İnsan da öyledir, kötü amellerin miktarı ve oranı çokaldıkca insan da insanlıkdan çıkar. Soykırım dini, ırkı ve milliyetine göre katl demekdir. Yani kimlerise dinin şu, milliyetin şu, seni bunun için öldürdük derse artık soykırım yapmış demekdir. Lakin günümüzde çok ilginç meseleler bilim sahası tarafından açılmıştır. Misalen siyasi bilimler itaati sınıflara bölmüşdür. Bunlardan biri de inanç üzerinde kurulan itaatdır. Bunları söylemek sebebim bu ki, insanlar düşünmeden inandıkları ideolojinin emretdiklerini ediyorlar. Soykırım da buna dahil. Herhangi bir devletin milliyetçi teşkilatı, halk ordusundan istifade ederek her türlü şey yapabilir. Misalen Ermenistan milliyetçi teşkilatları inandıkları “Kondarma Büyük Ermenistan İmperyası“ ideolojisinden ileri gelen taleplere esasen 1905’de Azerbaycan halkına soykırım yapdılar. Son soykırım 1992’de 25-26 Şubat tarihlerinde Hocalı Katliamı olmuşdur. Tasfiri çok iç acıtandır. Bir gece içinde 613 insan katl edildi. Bunlardan 63’ü çocuk, 106’sı kadın, 70’i ihtiyar olmakla birlikte vahşicesine katl edildiler. Bu beşer aleminde belki de rekor bir göstericidir. Bu günde Ermeniler bu ideolojiye inanıyorlar ve eğer izin versek beş defa daha Azerbaycan halkına soykırım yapmak istediklerinden emin olabilirim. Çünkü bir çocuka konşuluk adabını veya konşuya sevgini aşılıyan bir ideoloji yerine; şu konşu senin düşmanın, Türk senin düşmanın veya onlar miladdan önce bu toprakları zaptetmişler, aslında tüm dünya “Büyük Ermenistan” imiş söyleyen bir ideoloji ile karşı karşıyayız. Bununla herhangi bir halkı alçatmak veya gözden salmak degil maksadım sadece inanç üzerinde kurulan amelleri göstermekdir. Burada Azerbaycan’a karşı yapılan adaletsizlikden konuşsam asıl mevzu kenarda kalır. Lakin bildirmek borcum ki Dünya Birliği bize karşı edilen tüm hakksızlığa göz kapatdı. En büyük soykırım bu değil de nedir?

14

Soykırım. O ne? Neden? Kimin emri? Kim yaptı? Kime karşı yapıldı? Bu sualler boğuyor insanı. Dünya halklarının 90 faizi bununla yüzleşmiş. Peki sebeb ne? Yani insan kan tökmeden yapamıyor mu? Biz insanlar neyiz? Bazen diyorlar ya insan en âli hayvandır. Bazen ben de böyle düşünüyorum. Çünkü gözlerimin önünde İsrail’in yeni hazırladığı silahlarla nasıl körpe Filistinlileri öldürdüğünü görüyorum, çünkü Arap dünyasında hakimiyyetdekilerin kendi halklarını nasıl kolaylıkla katletdiklerini görüyorum; peki böyle şeyler gördükden sonra ben nasıl düşünmeliyim? Bence insanın aklı kesdiği anda varlığının ve hayatının amacını sorgulamalı ve bunun etrafında çoklu düşünmelidir. Yani ben niçin geldim? Niçin doğdum? Hayat niçin var? Hayatın amacı ne? Benim yaşamağımın amacı ne? Bak bu suallerin cevaplarının içinde de bizim bir insan olduğumuz ortaya çıkar. Peki insanın funksiyonu ne? Öldürmek mi? Kan içmek mi? Hayır! Bunu anlamak için ise yanlış ideolojilerin peşinden koşturmamalıyız. Soykırım en büyük insanlık suçu mu? Olabilir ama ondan da büyük bir insanlık suçu var. Bu da yanlış ve insanı insanlıktan çıkaran bir ideolojinin temelini atmaktır!.Bak bu en büyük insanlık suçudur! Bir sözle insanlık suçları ve soykırım bence ideolojik bir ameldir. Yani bu, Freud’un dediği gibi beyin altı psixolojiye yerleşmiş bir ideoloji baskısı altında yapılan amellerdendir. Bunun karşısı böyle ideoloji sahipleri olan halklar, o halkın zekalıları tarafından mahvedilmeli ve kendi halklarını mesud yaşamağa itmeliler. Mesud yaşayan, sulh isteyen halk asla böyle yanlış ideolojilerin peşinden koşmamalıdır. Reel olarak ben şu devletde yaşıyorsam ve mesudsam benim miladdan önce zaptedilen topraklarla ne içim? Tabii her halkın tarihi var; bu bir halkın formülünün temelidir. Lakin o demek değil ki sen miladdan önce olan haritanı berpa etmelisin, hele hele bunun için insan öldürerek soykırım yapmalısın. Soykırım bir şiddetdir. Şiddetin bir kaç tipi olur. İçinde öc almanı esas tutan ideolojiler şiddetin her tipini kullanırlar. Bazı ideolojiler öc almayı önde tutar ve bunu reelleştirmek için her şeyi yaparlar; soykırımı bile. Misalen Ermeniler “Uydurma Ermeni Soykırımı”nın öcünü almak maksadıyla Hocalı’da soykırım yaptılar. Sizce bu normal bir hal mi? Soykırımla öc almak olur mu? Bence hayır. Milletinden, ırkından, dininden asılı olmayarak hepinizi tolerant olmaya çağırıyorum. Biz Azerbaycanlılar, Türkler gibiyiz. Azerbaycan’da 100’den artık ayrı dilli millet var ve hepsi asırlardıe sulh ve anlaşma içinde tek halk gibi yaşıyorlar. Buna zemin yaradan ise köklü ve esaslı bir halk ideolojimizin olmasıdır.


W “

Widler FANATIS| Fatih Üniversitesi Uluslararası İlişkiler • 1 Global Bakış

ords

We are coming from different parts of the world. It is obvious that we have different culture, different religion, different assumption about life but we have one overlap between us, we are the creature of God.

W

ords are what we use to communicate and in order to express our feelings, thoughts and emotions. People all over the world, according to their speech, make mistakes by using words and others look for a good way to help their friends by giving good advice and encourage them to keep smiling at any kind of situation. So, what can we advise to those who always hurt or stab the people around them by making them believe that they are not equal to each other and try to push them far away from the society? Our ability to speak is a God giving gift. It is a great opportunity for us to be connected each other and get everything done properly. Then, it is important that we analyze our speech patterns closely before we speak not to be regretful, because it reflects our personality. Everyone knows that words begin as thoughts. In order to improve what we say, we need to improve how to think by avoiding hurting others. Honestly, we have to think carefully about how to use words, because we are linked in the same environment and one can destroy everything. Life is a puzzling fact. We struggle so many times to get better and things become worse day after day. It is not our fault, because every day we are slogging to succeed in everything. According to a research, scientists prove that no one can have an aim in life without interacting and to interact, we use words. These help us to convince others to get everything we want and make them believe in what we can do. Words are actu-

ally a window into the inner of a person, by acting in a specific way we may have a good influence on our neighbors and persuade them to behave well. Words are absolutely essential. One word can give life or make our life better and help us to find happiness. Even the people who are unable to speak use another ways to communicate, because communication involved in everything we do. Words have a great power and we can never imagine what we can transfer with our words. They can both build and destroy. For instance, it is an unaccountable issue how many times scientist inform people about the danger of the planet by using words, teacher use words to explain what we are supposed to know in order to rescue our planet. Furthermore, we are not able to find the best way to explain how words are so important and necessary. However, everywhere in the world and even out of the world, people use words and we notice that our life relies on words, because these are involved in our daily life. We are coming from different parts of the world. It is obvious that we have different culture, different religion, different assumption about life but we have one overlap between us, we are the creature of God. It will be better to control carefully our language through any kind of events, because our words can have a huge impact on people’s life. Never forget, before all, we are human beings and we need to connect each other in order to succeed in our goals and save

15


Araştırma Haşim ÖZPOLAT| Fatih Üniversitesi Hukuk • 1

Soykırımın . . Anatomisi

Soykırımın engellenebilmesi, hatta hiç başlamamasının sağlanabilmesi için devletler bu sürecin her basamağında ambargo koymaktan silahlı müdahaleye kadar gerekli olan her şeyi yapmalıdır. Belki böylece Ruanda’da, Bosna’da, Cezayir’de veya Norveç’te yapılan soykırımların tekrar tezahür etmesine engel olunabilir.

T

ürkçe’deki karşılığı soykırım olan ‘genocide’ sözcüğü ilk defa Rraphael Lemkin tarafından, Winston Churchill’in Holocaust için sarfettiği “milletlerarası toplumun karşı karşıya kaldığı isimsiz suç” sözü üzerine türetilmiştir. “Antik Yunanca bir kelime olan “genos (ırk, kabile)” ve Latince “cide (öldürmek)” kelimesinin birleştirilmesiyle ortaya çıkan ‘genocid’ kavramı eskiden beri var olan modern gelişimin ifadesidir(1)’’ “Soykırım, insanlık kadar eskidir(2)’’ eski olmasına; ancak soykırımın uluslarası hukukta insanlık suçu veya savaş suçlarından farklı bir suç olarak yerini alması 20. yy’da olmuştur. Amerikalı tarihçi Daniel J. Goldhagen, 20.yy’ın başından bu yana 100 milyondan fazla insanın ‘arındırmacılık’ -eliminationismus- (Goldhagen, soykırım yerine daha kapsayıcı olduğunu düşündüğü ve kendisine ait olan arındırmacılık kavramını kullanıyor.) politikaları sonucu öldürüldüğünü belirtiyor. Özellikle 1. ve 2. Dünya Savaşları’nda yaşanan olaylar ve Nazilerin pek çok gruba, fakat özellikle Avrupalı Yahudilere karşı güttüğü yok etme politikası, uluslararası toplulukları bu tür olayların engellenmesi ve işlenen suçların cezalandırılması yolunda hareket etmeye sevk etmiştir. 2. Dünya Savaşı’nın akabinde savaş sırasında işlenen savaş suçlarını ve insanlığa karşı işlenen suçları yargılamak için kurulan Nürnberg ve Tokyo mahkemelerinde, Alman ve Japon savaş suçlularının yargılanmasını takip eden iki yıllık süreç içerisinde (1946-1948) Birleşmiş Milletler tarafından; insanlığa karşı işlenen suçlar, katliam, savaş suçları ve soykırım suçlarının engellenmesine ve cezalandırılmasına ilişkin yasalar oluşturuldu. 9 Aralık 1948 tarihinde Genel Kurul’da oy birliği ile kabul edilen ve 1951 yılında yürürlüğe giren Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi (Soykırım Sözleşmesi) ile birlikte, ‘soykırım suçu’ uluslararası hukukta yerini almış oldu. Bu sözleşmeye göre; soykırım ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu ‘tamamen ya da kısmen’ yok etme girişimidir. Soykırım Sözleşmesinin 2. maddesine göre; a) Gruba mensup olanların öldürülmesi, b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi, c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını or-

16

tadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarının kasten değiştirilmesi, d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler alınması, e) Gruba mensup çocukların zorla bir başka gruba nakledilmesi fiillerinden herhangi biri soykırım suçunu oluşturur. Bu fiilleri uygulayan, uygulayanla işbirliği içinde olan veya iştirak eden, soykırıma teşebbüs eden veya soykırımda bulunulmasını kışkırtan, “anayasaya göre yetkili yöneticiler, kamu görevlileri veya özel kişiler de olsa cezalandırılır(3)”. Uluslararası Adalet Divanı, sözleşmeyi kabul eden veya etmeyen tüm ülkelerin bu sözleşme ile bağlı olduğu kararını vermiştir. Yani devletler iç mevzuatlarında veya uluslararası sözleşmelerde bu suçun varlığını kabul etmeseler dahi soykırımı engellemek ve bu suçun faillerini cezalandırmakla yükümlüdür. Bundan dolayı devletler bünyelerinde bu tür hareketlilikler olduğunu anladıkları an gerekli müdaheleyi en hızlı biçimde yapmalıdırlar. Hızlı müdahaleyi yapabilmenin en önemli şartı da soykırımı ve soykırıma giden süreci doğru okumaktır. SOYKIRIM SÜRECİ oykırım, toplum içerisinde bir anda meydana gelen olaylar silsilesinden ziyade, sosyolojik bir ‘kelebek etkisidir’(4). Soykırımın gerçekleşmesi için gerekli bazı önkoşullar vardır. Genocide Watch’ın başkanı Gregory Stanton, 1996 yılında, soykırıma giden süreç içerisinde insan, toplum, devlet psikolojilerini ve davranışlarını incelediği, soykırım için gerekli önkoşulların neler olduğunu belirttiği “The Eight Stages of Genocide” adlı raporunu yayınladı. Stanton bu raporda soykırım sürecini sekiz aşamaya bölmüş ve her aşamada soykırımın engellenmesi için ulusal ve uluslararası çapta yapılması gerekenlerin altını çizmiştir. Bu sekiz aşama; Sınıflandırma: Toplumun bilinç altına yerleşen ırksal, kültürel, dinî vb. çeşitli farklılıkların, insanların “bizler” ve “onlar” diye bölünmesine neden olduğu, soykırım fırtınasını oluşturacak olan ilk kanat hareketidir. Simgeleme: İnsanların ve insan topluluklarının din, ırk, renk veya vücut şekillerine göre simgelendiği (Yahudi, zen-

S


Araştırma

ci, kafir, Tutsi vb.) bu aşamada alınması gereken önlem, bu tür simgelerin kullanımını yasaklamaktır. Dehümanizasyon: Sınıflandırma ve simgeleme ile başlayan dışlama, zamanla insanlarda dışlananların insandan daha aşağı olduğu algısını oluşturur. Tarihteki soykırım örneklerinde görülebileceği gibi, soykırıma uğrayan insanlar sıçan, böcek, parazit veya hamamböceği gibi adlarla isimlendirilmiş, böylece işlenen cinayetlere insan algısında meşruiyet kazandırılmıştır. Organizasyon: Soykırım için sivil insanların ve milislerin organize edildiği, silahlandırıldığı basamaktır. Bu hazırlıklar Ruanda’da olduğu gibi basit olabilirken, Nazilerin yaptığı gibi daha kompleks şekillerde de olabilir. Kutuplaşma: Önceki koşulların gerçekleşmesi ile soykırıma hazır hale getirilen toplumu harekete geçirmek için yapılması gereken tek şey, dominonun ilk taşını devirmektir. Ayrışan gruplarların liderlerinin öldürülmesi veya insanları ayaklandırıcak söylentilerin yayılması gibi. Bu liderlerin koruma altına alınması ve provokatif söylemlerin engellenmesi bu aşamada yapılması gereken en önemli şeydir. Hazırlık: Soykırımdan önceki son aşama olan hazırlık aşaması, kurbanların tanımlandığı, mülklerinin kamulaştırıldığı ve insanların kilise, stadyum veya gettolara taşındığı aşamadır. İmha: Bu sekiz aşama içerisinde en önemli aşama imha aşamasıdır (bu aşama için ‘imha’ kelimesi kullanılmaktadır; çünkü öldürülülenler, soykırımı yapanların gözünde insan değildir). Kadın, erkek; genç, ihtiyar demeden ‘temizlik’ yapılan bu aşamada soykırımı engellemenin tek yolu acil silahlı müdahaledir. İnkar: “Soykırıma karşı en büyük panzehir, adalettir(5).” Yapılan soykırımların inkar edildiği, yalanlandığı bu aşamada mahkemelerin üzerine düşen, ilerde işlenebilecek benzer suçları engelleyebilecek kadar caydırıcı cezaları hızlı ve adil bir şekilde vermektir. Gregory Stanton’un raporunda işlediği bu süreç eksik veya fazla, pek çok soykırımda olagelmiştir. Soykırımın engellenebilmesi, hatta hiç başlamamasının sağlanabilmesi için devletler bu sürecin her basamağında ambargo koy-

maktan silahlı müdahaleye kadar gerekli olan her şeyi yapmalıdır. Belki böylece Ruanda’da, Bosna’da, Cezayir’de veya Norveç’te yapılan soykırımların tekrar tezahür etmesine engel olunabilir. 1. (Ulusal ve Uluslararası Ceza Hukukunda Soykırım Suçu) 2. Jean Paul Sartre 3. Soykırım Sözleşmesi / madde 4 4. “(Fizikte) Kelebek etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen addır. Amazon Ormanlarında bir kelebeğin kanat çırpması, ABD’de fırtına çıkmasına neden olabilir. Farklı bir örnekle, bir kelebeğin kanat çırpması, dünyanın yarısını dolaşabilecek bir kasırganın oluşmasına neden olabilir.” (Edward Lorenz) 5. Gregory Stanton

Kaynaklar ▪ Töner Şen, Semih. Uluslararası Hukukta Soykırım, Etnik Temizlik ve Saldırı. On İki Levha. 2010 ▪ Çoban, Ebru. “Uluslararası Hukukta Soykırım Suçu ve Suça Zemin Hazırlayan Toplumsal Yapılar: Ruanda Örneği”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 5, Sayı 17 (Bahar 2008), s. 47-72. ▪ Stanton, Gregory H. The 8 Stages of Genocide. Working Paper (GS 01) of the Yale Program in Genocide Studies. 1998 ▪ Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme (Soykırım Sözleşmesi) ▪ Uluslararası Ceza Divanı Roma Statüsü ▪ Çakmak, Cenap. Soykırım Suçu Hakkında Doğru Bilinen Temel Yanlışlar. 2010 ▪ Berberer, Halil Murat. Soykırım Suçu. Çağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Ana Bilim Dalı. 2007 ▪ Kaya, Serdar. Sözde Değil Özde Soykırım. ▪ Goldhagen, Daniel J. Uluslararası Yargının Yavaş Çalışan Çarkları. Michael Esse tarafından yapılan röportajı. ▪ Uluslararası ve Ulusal Ceza Hukukunda Soykırım Suçu ▪ www.derinsular.com ▪ www.ushmm.org (United States Holocaust Memorial Museum)

17


Biyografi Rabia Nur TERZİ| Fatih Üniversitesi Sosyoloji • 1

Türk Siyasetinde Bir Deha GENÇLİĞİ rettiği yeni fikirlerle, yeni politikalarla Türk siyasi tarihinde önemli yeri bulunan Adnan Kahveci; 1949 yılında Trabzon’un Sürmene ilçesinde memur bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Adnan Kahveci’nin birinciliklerle dolu bir hayatı vardı. İlk birinciliği Milliyet Gazetesi’nin açtığı ilkokullar arası bilgi yarışmasıydı. Daha sonra Kabataş Lisesi’ni dönem birincisi olarak bitirdi. Aynı yıl üniversite sınavında Türkiye birincisi oldu, daha sonra İstanbul Üniversitesi’nin burs sınavında en yüksek puanı tutturdu. ‘’Oldukça popülerdim o yıllarda, İnci Asena o yıl güzellik kraliçesi seçilmişti, benim popülaritem de en az onunki kadardı öğrenci camiasında.’’ diyordu Kahveci. Üniversite yaşamı, milli eğitim bakanlığı bursuyla ABD’nin Indiana Eyaleti’nde Purdue Üniversitesi’nde devam etti. Dört yıllık fakülteyi iki buçuk yılda tamamladı. Buradan elektrik mühendisi olarak mezun olan Kahveci, Missoure Üniversitesi’nde Tıp Mühendisliği dalında doktora yaptı. İleriki zamanlarda Kahveci Amerika’da bir şirket kurmayı düşünür fakat yeterli sermayeyi elde edemeyince önceden Amerika’da tanıştığı dönemin TPAO genel müdürü Korkut Özal’a bir mektupla kendisine yardımı olup olamayacağını sorar. Korkut Özal, mektubu,’ben bu işlerden pek anlamam’ diyerek kardeşi Turgut Özal’a havale eder. Kendisiyle yapılan bir mülakatta öğrencilik yıllarında yaşadığı sıkıntılı günleri ve başarıya giden yolu şöyle anlatmış: “Hiçbir zaman bırakın İstanbul’u, Ankara’yı veya bırakın yurt dışını, Trabzon’a bile gidebileceğimi hayal edemezdim. Köyde iken ortaokula ve liseye gitmeyi bile hayal edemezdim. Devlet bursu olmasaydı, herhalde üniversiteyi okumam mümkün olmazdı. Üniversite giriş imtihanlarında

Ü

Elimde buz kalıplı kova, gazoz sattım, kiralık kitap okuttum. Amerika’da üç gün aç kaldığımı hiç unutamam. Öğrenci yurduna bulaşıkçı girdim, bir haftada aşçılığa terfi ettim.”

birinci olmam ve burs alabilmem sayesinde yurt dışında okuma imkânını da elde ettim. Türkiye’de en sevdiğim şey budur. En fakir bir çocuk çalışkan olduğu sürece başarabiliyor ve yükselebiliyor. Türkiye’nin hayran olduğum tarafı budur. Kişinin zengin veya fakir olması önemli değil; kişinin doğudan veya batıdan olması da önemli değil. Türkiye’de çalışan, gayret gösteren engelsiz yükselebiliyor. Ben 11 yaşımdan beri eve para getiriyordum. Seyyar satıcılık yaptım, pazarcılık yaptım.

18

Babamın kazancı yetmiyordu. Elimde buz kalıplı kova, gazoz sattım, kiralık kitap okuttum. Amerika’da üç gün aç kaldığımı hiç unutamam. Öğrenci yurduna bulaşıkçı girdim, bir haftada aşçılığa terfi ettim.” SİYASİ HAYATI ’da askerlik için ve geçici olarak Türkiye’ye dönen Kahveci, Türkiye’de kalmaya karar verince İstanbul’da Kartal’a yerleşir ve Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaya başlar. 1977’de ikinci MC hükümeti döneminde Korkut Özal içişleri bakanı olunca bakanlığın modernizasyonu için bir çalışma başlatır ve Adnan Kahveci’yi İçişleri Bakanlığı Teknik Danışmanlığı’na atar. Kahveci bakanlığın ve emniyetin bilgisayara geçiş çalışmalarını başlatır. 12 Eylül döneminde Turgut Özal başbakan yardımcısı olduğunda Adnan Kahveci’yi başbakanlık müşavirliğine atar. 1983 yılında ANAP kurucuları arasında yer alan Kahveci, milli güvenlik konseyinin nedeni bilinmeyen vetosu üzerine seçimlere katılamaz. Seçimleri ANAP kazanır. Kahveci’yi bakan yapmayın düşünen Özal, dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in karşı çıkması üzerine Kahveci’yi bakan yapamaz ama Başbakanlık başdanışmanı olarak atar. Kahveci, bu görevi dolayısıyla ‘büyükelçi’ ünvanını alır. 1987 genel seçimlerinde İstanbul Milletvekili seçilen Kahveci hemen arkasından KİT’lerden, TRT’den, Toplu Konut ve Kamu Ortaklığından sorumlu Devlet Bakanı oldu. 26 Mart 1989 yerel seçimlerinden sonra yapılan hükümet değişikliğinde Adnan Kahveci kabine dışı kaldı. 1990 Nisan başında Maliye ve Gümrük Bakanlığı’na atandı. 1991 Haziranındaki ANAP kongresinde genel başkanlığın Mesut Yılmaz’a geçmesi üzerine kurulan Mesut Yılmaz hükümetinde de, pek beklenilmediği halde Maliye Bakanı olarak kaldı.

1976


Biyografi

Yeni hükümet erken seçim kararı alınca, bakan olmasına rağmen, İstanbul-Kartal’daki liste başı adaylığını alamadı. Fakat o, kendi buluşu olan tercihli oy sistemiyle ve 40 bin seçmenin rekor tercih oyuyla birinci sıraya çıkarak, ikinci kez milletvekili seçildi. Kahveci, siyasi yaşantısındaki çizgisini kendisi şu sözlerle anlatmıştır: “Siyasete girdiğimde bana, ‘Dümdüz gidersen kelleni keserler.’ dediler. Ben buna aldırmayıp, taviz vermedim. Halkın dümdüz gidenlere sahip çıktığını memnuniyetle gördüm. Benim bu tecrübem, birçok gencin siyasete girmesine imkân verecektir. Bugün birçok idealist genç, düzenin değiştirilemeyeceğini sanıyor. Fakat düzenin içine girdikten sonra, idealinizi ve kişiliğinizi kaybetmezseniz bu çarktaki aksaklıkların da çoğunu düzeltebilirsiniz.” ŞÜPHELİ ÖLÜMÜ Şubat 1993 sabahı Ankara’dan İstanbul’a doğru yola çıkar. O gün açılışı yapılacak olan Gerede-Çaydurt bağlantısına geldiğinde, İstanbul gidişinin bariyerlerle kapatılmış olması ve işaretsizlik kargaşası yüzünden ters yola girer. Pek çok kez gidip geldiği yolda, sis nedeniyle ters yönde olduğunu anlamadan 14 km kadar yol alır ve karşı yönden gelmekte olan Mercedes ile çarpışır, kaza yapan otomobillere iki otomobil daha arkadan çarpar. Zincirleme kazada Adnan Kahveci, eşi Füsun Kahveci ve Mercedes aracın sahibi yaşamlarını yitirirler. Kahveci ailesinin küçük oğlu Cihan kazayı sıyrıklarla atlatır. Adnan Kahveci’nin Türkiye’nin sorunlarının çözümü alanında daha pek çok hizmetler verebileceği en verimli çağında, beklenmedik ölümü tüm

5

Türkiye’de şok etkisi yaratır. Adnan Kahveci’nin yeni yapılan otobanda ters yola girerek kaza yapması, çeşitli şüphelerin ortaya atılmasına sebep olur. ADNAN KAHVECİ’NİN HİZMETLERİ Genel seçimler öncesinde bakanlığa bir mektup gelir. Mektupta ‘İstanbul için ne yaptınız? Size ne için oy vereyim?’ diye sorulmaktadır. Rahmetli Kahveci ‘Bir cevap taslağı hazırlayalım.’ der daha sonra bu taslak seçim broşürü olarak da kullanılır. Bu maddelerden birkaçını paylaşmak gerekirse: 1- Devlet bakanlığım dönemimde, sorumluluğuma verilen kurumların zarardan kara geçmelerini sağlamaya çalıştım ve başarılı oldum. 2- Üzerimde siyasi baskı olduğu halde, sorumluluğuma verilen PETKİM, SEKA, TRT gibi kamu kurumlarına gereksiz personel almadım, aldırmadım. 3-Ülkem için doğru olan, partim için de doğrudur ve asıl particilik budur. Ülkenin zararına hiçbir şey, parti yararına olmaz, düşüncesini savundum. 4- Aynı koltuğa 1980 öncesinde oturan bakanların düştükleri hatalara düşmemeye dikkat ettim. Gerçekçi fiyat politikası uygulamayıp, petrol, kâğıt gibi KİT mallarının ucuz olması gerektiğini savunan eski politikacıların yanlış düşündüklerini, kamuoyuna bütün gücümle anlattım. 5- Toplumun, sanatçısına sahip çıkmasını sağlayan, sanatçıyı korsandan kurtaran, sanatçı onuruna kavuşturan ‘sinema, video ve müzik eserleri kanunu’nun ilk müellifi olmak benim için ayrı bir gurur ve manevi tatmin nedeni olmuştur.

1991

19

6TRT’den sorumlu devlet bakanlığım dönemimde, okul televizyonunu başlattım. Eğitimde fırsat eşitliğini en kısa yoldan sağlamaya çalıştım. Hakkâri Lisesi’ndeki öğrenciler bile en iyi öğretmenlerden TV yoluyla ders alabiliyorlar artık. TV’nin önce 5 sonra 10 kanala çıkarılmasını uygulamasını ve paralı kanal çalışmalarını başlattım. 7- En önemli çalışmalarımdan biri ‘Faturalı yaşama vergi iadesi’ oldu. Böylece dar gelirliler, hem ödedikleri KDV’yi geri aldılar hem de belge düzeninin oturmasına katkı sağladılar. Türkiye, belge düzeni ve KDV’de en hızlı başarı sağlayan ülkelerden biri oldu. 8- Milli eğitim ve sağlık bakanlığı bütçe paylarının arttırılması için büyük destek verdim. Körfez Krizi’ne rağmen hem 1990, hem 1991 yılında Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi, Cumhuriyet tarihinde ilk kez Milli Savunma Bütçesinden daha yüksek bağlandı. 9- Türkiye-Sovyetler Birliği Karma Ekonomi Komisyonu Eşbaşkanı olarak, bu komşu ülke ile ilişkilerimizin gelişmesinde katkıda bulundum. 10- Seçimlerde seçmen tercihinin sandığa daha iyi yansıması için, ‘Tercihli Seçim Sistemi’ni önerdim ve milletvekili arkadaşlarımı ikna ederek kabul ettirdim. Otomatik seçim sandıklarını geliştirdim. Demokrasinin temelinde, halkın kendi temsilcilerini bizzat seçme özgürlüğü olduğunu savundum. 11-Sadece ‘bakan’ değil, aynı zamanda ‘gören’ olmak için her hafta seçim bölgemde, seçmenlerimin arasında oldum. Dertlerini dinledim. Trene, vapura, otobüse, dolmuşa bindim. 12-Seçim bölgesinde ve tüm İstanbul’da trafik kazalarını azaltmak için istatistikler hazırlattım. E-5 ve TEM yolları üzerine üst geçitler yapılmasına öncü oldum.


Ekonomi Ömer Faruk KODALAK| Bilkent Üniversitesi İktisat • 2

Nasıl Ortaya Çıktı, Nereye Gidiyor?

Dünya 21.yüzyıla adım atarken arkasında çeşitli krizlerle dolu bir yüzyıl bırakıyordu.

D

ünya ekonomisi son yıllarda büyük çalkantılar yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Dünyada birçok ekonomist tarafından 1929’dan sonraki en büyük kriz olarak görülen bir dönemi yaşıyoruz. 2011 yılının sonuna gelmemize rağmen hala birçok belirsizlik varlığını korumaya devam ediyor. ABD global ekonomik krizin patlak verdiği ve en etkili şekilde kendini gösterdiği 2008 ve 2009 yıllarından beri bir türlü istediği iyileşmeyi ve büyüme rakamlarını yakalayamadı. Euro bölgesi ise ABD’yi aratır durumda, kimi ekonomistlerce dünyayı ikinci bir resesyona sürükleyeceğinden, yani çift dipli bir resesyon yaşatacağından bahsediliyor. Gelişmiş ekonomilerde patlak veren finansal kriz, gittikçe daha da globalleşen ekonomik sistem içinde doğal olarak gelişmekte olan ülke ekonomilerini de olumsuz etkiliyor. Zaten bu sebeple ‘global’ finansal kriz olarak adlandırılıyor. Krizin ABD, Euro bölgesi ve gelişmekte olan ülke ekonomileri üzerinde etkilerini ayrı ayrı incelemeden önce krizin ortaya çıkış sürecini irdelemekte fayda var. 21. YÜZYILA DOĞRU ünya 21.yüzyıla adım atarken arkasında çeşitli krizlerle dolu bir yüzyıl bırakıyordu. İlk anda birçok kişinin aklına 1929 krizi, 1970’lerin petrol krizleri, Kara Pazartesi(19 Ekim 1987), 1997 Asya krizi gibi örnekler gelir. Krizlerle dolu 20. yüzyılın ardından, yeni yüzyıla da Dot-com balonuyla merhaba dedik. Genel olarak 1995 – 2000 yılları arasında ortaya çıkan ve şişen bu balon NASDAQ’ın 10 Mart 2000’de yaptığı zirvesinin ardından büyük değer kayıpları yaşanmasıyla sönmüştü. Temel sebep; gelişen bilgisayar ve internet teknolojilerine yatırım yapan risk sermayedarlarının yatırımlarının geri dönüşünü sağlayamamaları ve bu sektörlerden çekilmesi olmuştu. Halen yaşamakta olduğumuz global krizin temel sebebi olarak ise birçok ekonomist ABD’de büyüyen ve ardından patlayan emlak balonunu gösteriyorlar. Peki, nedir bu ekonomik balonlar? Gerçek değerlerinden çok fazla fiyat değişimi gösteren, gerçek değerinin çok üstünde fiyatlanan malların ticaretinin piyasada sıkça yapılmasıyla ortaya çıkan durum olarak nitelendirilebilir ekonomik balonlar. MORTGAGE KRIZINDEN FINANSAL KRIZE ot.com balonu ve ardından gelen 11 Eylül saldırılarının ABD’nin sosyoekonomik çarklarını yavaşlatabileceğini öngören FED ‘federal funds rate’ faiz hedefini %6,5’ten %1 seviyesine çekti. Böylece olası bir deflâsyona karşı önlem almak isteyen FED, aslında bir yandan da giderek artan cari açıktan dolayı böyle bir faiz indirimini yapmak durumunda kaldı. Ülkenin dış ticaret açığından dolayı dışarıdan borçlanma zorunluluğu tahvil, bono fiyatlarını yukarı sürüklüyor dolayısıyla faizler düşüyordu. Faizler düştüğü halde ABD piyasaları yerküre üzerindeki en güvenli liman olarak

D

D

20

görüldüğü ve bu görüş kredi derecelendirme kuruluşlarınca da desteklendiği için portföy yatırımları ABD’ye akmaya devam etti. Yabancı hükümetler, özellikle dış ticaret fazlası veren ve tasarruf oranı yüksek ülkeler bu fonlarla ABD tahvilleri alarak bir anlamda da oluşacak krizin etkilerinin bir nebze de olsa aşağı çekilmesini sağladılar. Fakat bu fonlar ABD’de büyük oranda hane-halkı tüketimine veya emlak alımı için kredilere dönüştü ve emlak balonunun oluşmasına ve zamanla şişmesine, ardından 2006- 2007’de patlamasına yol açtı. Nasıl oldu bütün bunlar? Öncelikle ABD bankaları düşen faiz oranlarının da etkisiyle halka hızla artan miktarda mortgage kredisi sağlamaya başladı. Fakat bu kredilerin içinde ‘subprime mortgage’ önemli bir oran teşkil ediyordu. Subprime mortgage geri ödeme gücü zayıf olan kişi ve gruplara verilen, faiz oranı geri ödeme güvenilirliği yüksek olan birine verilen krediden daha yüksek olan kredi tipidir. Böylelikle ABD’de tabir-i caizse “önüne gelen” mortgage kredisi almaya başladı. İnsanların ihtiyaçlarının üzerinde ev satın alınmaya başlandı ve emlak talebi arttıkça doğal olarak ev fiyatları da sürekli bir artış trendine girdi. Sürekli artan ev fiyatlarıysa insanları kolay alınan krediler sayesinde yeni evler almaya ve bunu karlı bir yatırım aracı olarak kullanmaya itti. Bankalar öte yandan Mortgage Backed Security(MBS) denilen, nakit akışı mortgage kredilerinin faiz ödemelerine dayalı olan yatırım çeşidine yöneldiler. Bu noktada kredi derecelendirme kuruluşlarının teşvik edici yönlendirmeleri etkili oldu. Bu aşamaya kadar her şey sorunsuz ilerlerken, önemli bir ayrıntı göze çarpıyordu. Verilen mortgage kredilerinin faizi Adjustable Rate Mortgage(ARM) denilen, belirli bir endeks dâhilinde orana sahip değişken faiz yüzdesine göre belirleniyordu. 2004’ün Temmuz ayından itibaren FED’in faizleri artırmaya başlaması, ARM’in de artmasına sebep oldu ve dolayısıyla insanlar mortgage kredilerini geri ödeyememeye başladı. 2007 yılına gelindiğinde ev fiyatları tavan seviyesine geldi ve ardından balon patladı. Fiyatlar hızla düşmeye başladı. Çünkü insanlar kredileri geri ödeyemedikçe bankalar evlere ipotek koyuyor, yeni ev satışları gerçekleşmiyor ve dolayısıyla piyasa adeta bankaların ipoteğindeki evlerden oluşan bir çöplüğe dönüşmüş oluyordu. Fiyatların düşmesi ise daha çok insanı artan faizlerle kredi borcu ödemekten alıkoyuyordu. Böylece bankalar ellerinde likiditesi çok düşük, yani ellerinden çıkarma ihtimalleri az olan birçok evle kalakalmış, üstelik MBS ile yaptıkları yatırımlara likidite sağlayamayacak hale gelmiş oluyorlardı. Grafik 1 ve Grafik 2’de geçen yıllar boyunca subprime mortgage kredilerinin hızlı artışı ve emlak piyasasında fiyatların gösterdiği tırmanışı, ardından da balonun patlamasıyla gelen hızlı düşüşleri görebilirsiniz.


Ekonomi

Grafik 1 (Subprime Kredilerin Mortgage Kredileri İçindeki Oranı ve Ev Sahibi Olma Yüzdesi)

Grafik 2 (1963-2011 yılları arasında ABD’de satılan yeni evlerin Medyan ve Ortalama Fiyatları) Bu sırada emtia fiyatları da alıp başını gitmişti, 2008’in başında Brent petrolün varil fiyatı 130-140 Dolar bandına çıktı. Altın, bakır gibi madenler zirve yaptı. Aynı zamanda gıda fiyatları da aşırı yükseldi. Fakat 2008’in ikinci yarısından itibaren dünya resesyon sürecine girince fiyatlar aynı hızla büyük düşüş gösterdi. Altın ise önemli bir yatırım aracı olduğundan ve çeşitli faktörlerin de etkisiyle daha yumuşak bir düşüşün ardından hızla toparlandı ve rekor seviyeler gördü. Finansal kriz sürecine dönecek olursak; ABD’deki bankaların finansal krize sürüklenmelerine MBS’den kaynaklı likidite sıkıntısı yol açtı. ABD hükümeti, bankaların ve finansal kuruluşların krizi derinleştirmemesi adına 2008 yılında bir kurtarma planı açıkladı. Bireysel kredilerdeki kurtarma bir yana önce Fannie Mae ve Freddie Mac, ardından 85 milyar Dolar’lık maliyetle AIG (dolaylı olarak Goldman Sachs) gibi büyük kuruluşlar kurtarıldı. Finansal kuruluşların yanında General Motors ve Chrysler gibi büyük şirketler de kurtarıldı. Toplamda 700 milyar Dolar’ı aşan bir kurtarma paketi uygulandı. Böylece finansal bulaşıcılık oluşması önlenmek istendi. Fakat bunlar yeterli olmadı ve finansal krizin tüm dünyaya yayılmasına ön ayak olan, Amerikan tarihinin en büyük iflası gerçekleşti. Amerikan hükümetinin kurtarmayı planlamadıklarını açıkladığı Lehman Brothers, 15 Eylül 2008’de 691 milyar Dolar gibi bir rakam içeren iflasını ilan etti. Tabii ki yine yüksek rakamlarla bir çok iflaslar gerçekleşti fakat Lehman Brothers’ın oluşturduğu etkinin global boyutları çok yüksek oldu. GELIŞMEKTE OLAN EKONOMILER VE TÜRKIYE Gelelim gelişmekte olan piyasa ekonomilerine ve tabii Türkiye’ye. Gelişmekte olan ekonomiler gerek iç taleplerinin yüksek olması, gerek finansal kuruluşlarının gelişmiş ülkel-

erdekilere göre riskli yatırımlara daha az girmiş olması sebebiyle finansal krizden nispeten daha az etkilendiler. Kimi ekonomistlere göre ise gelişmekte olan ekonomiler krizden henüz olması gerektiği kadar etkilenmedi ve yakın gelecekte bu etki ortaya çıkacak. 2011’da gelişmekte olan ekonomiler toparlanmalarını hızlandırmak ve gelişmiş piyasalardaki durgunluktan dolayı azalan ihracatlarını artırabilmek adına adeta kur savaşlarına girdi. Para birimlerinin değerini, başta gelişmiş ekonomilerin paraları karşısında olmak üzere, düşük tutmak için çeşitli politikalar uyguladılar ve uygulamaya devam ediyorlar. Türkiye ise 2001’de yaşadığı finansal krizin ardından BDDK aracılığıyla bankaların üzerinde kurduğu denetim sayesinde sağlam bir finansal yapıya kavuştu. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz dönemde bir ‘finansal’ kriz yaşamadı. Burada terminolojiye dikkat etmek gerekiyor. Finansal kriz yaşamadık, çünkü finansal kuruluşlarımız iflas yaşamadı, likidite sorunu yaşayıp hükümet tarafından kurtarılmak zorunda kalmadı. Avrupa’daki gibi bir borç krizi de yaşamıyoruz; Maastricht kriterlerine göre %60’ın altında olması gereken kamu borç stoku/GSYİH oranı bizde %40 civarlarında. Fakat bütün bunlar bir yana global kriz tüm dünyayı etkilediği gibi doğal olarak bizi de etkiledi, biz de kriz yaşadık. Bunun aksini iddia etmek gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Neticede dışarıya açık bir ekonomiyiz ve global resesyon başta dış ticaret dengemiz olmak üzere ekonomimizi olumsuz etkiledi. Bir gelişmekte olan ekonomi olarak, bu krizin ortaya çıkış süreci ve karakteri gereği gelişmiş ekonomiler kadar etkilenmediğimiz doğru. Fakat 2009’un ilk yarısında GSYİH’mız %11 lik bir düşüş gösterdi. 2009’un ilk yarısında birçok dünya borsası gibi İMKB de dip gördü. Yine de 2009’un ikinci yarısından itibaren hızlı bir toparlanma gösterdik, benzer gelişmekte olan diğer ekonomilerde olduğu gibi iç talebin yüksek olmasının da katkısıyla 2011’in ilk yarısına geldiğimizde %10,2 ile en hızlı büyüyen ekonomi olduk. Fakat bu rakam şu anda bizim için sürdürülebilir bir rakam değil tabii ki. Zaten açıklanan Orta Vadeli Plan’da da 2012’de büyüme beklentisi %4 olarak belirtilmiş. Türkiye ekonomisi için tehdit oluşturan en önemli faktör ise tahmin edileceği üzere aşırı yüksek boyutlara ulaşmış cari açık ve asıl önemlisi bu cari açığın kısa vadeli portföy yatırımlarıyla(sıcak para) finanse ediliyor olması. Çünkü bu kısa vadeli sıcak para, Türkiye artık güvenli liman olarak görülmediği takdirde veya dünyanın ekonomik görünümü değişip çok daha cazip güvenli limanlar ortaya çıktığında kolay bir şekilde ülkemizi terk edebilir. Bu ise bizi 1997’deki Asya krizine benzer bir ekonomik krize sürükleyebilir. Dolayısıyla Türkiye’nin acil bir şekilde yapısal sorunlarını çözmesi, yeni reformlar yapması gerekiyor. Dışarıdan gelen kısa vadeli portföy yatırımlarıyla cari açığı finanse etmek yerine, daha sürdürülebilir şekilde bu yatırımların uzun vadeli olmasını sağlaması ve doğrudan yatırım oranını artırarak sürekli üretime katkı sağlaması gerekiyor. Katma değeri yüksek ürünler üretip ihraç ederek yine cari açığı azaltmaya ve sürdürülebilir büyümeye katkı sağlanabilir. Yapısal işsizliğe çözüm bulmak ve işgücüne katılım oranını artırmak da öncelikli hedefler arasında olmak zorunda. Ayrıca vergi sistemi gözden geçirilerek kayıt dışı ekonominin önüne geçecek çözümler üretilmeli. Ancak böylece daha adaletli bir ekonomiye ve daha sürdürülebilir bir büyümeye sahip olabiliriz.

21


Şiir Güven ADIGÜZEL

Soylu Komutan

Buldozerlerin Ezemediği Asil Vicdan

22


ama ”

Geçmisi. unutmayın

onunla da yasamayın. . Alija Izetbegovic


Film

Safiye ÇELEBİ| Fatih Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı • 2

ENEMY at the

D

GATES

ünya üzerindeki ülkelerin çoğunun yer aldığı, binlerce insanın aktif olarak katıldığı 2. Dünya Savaşı’nda dramın, yoksulluğun ve çaresizliğin hakim olduğu o zaman içinde bilmediğimiz pek çok iç acıtıcı hikaye yok mudur? İşte ‘Enemy at the Gates’ 2. Dünya Savaşı’nda yaşanmış gerçek bir hikayeyi bize muazzam bir kurgu ile anlatmaktadır. Bu film biz izleyicilere anlatmak istediği insan, zaman, mekân, bakış açısı gibi unsurları, yaşanılan veya bulunulan şartlara bağlı olarak bize gösterilmeye çalışmıştır. Film, yönetmenliğini ve senaristliğini yapan Jean-Jacques Annaud’un ilk filmi olmamakla birlikte başyapıtlarından biridir. Fransız yönetmen bu filminde yarattığı karakterlere uygun ve üstelik bu karakterlerin gerçekliğine izleyiciyi inandıracak oyuncular seçmiştir. Bu filmde Binbaşı Konig rolünü üstlenen yılların deneyimli Amerikalı oyuncusu Ed Harries tam dört kez Oscar’a aday gösterilmiş üst düzzey bir oyuncudur.Diğer bir başrol oyuncusu ise sinema hayatında iki kez Oscar’a aday gösterilen, pek çok filmi ile yakından tanıdığımız İngiliz oyuncu Jude Law, bu filmde okuyamamış bir köylü olan ancak aynı zamanda oldukça yetenekli bir keskin nişancı da olan Vassili Zaitsev rolünü canlandırdı. Filmin konusuna gelmek gerekirse siyasi, tarihi ve sosyolojik altyapılara sahip olan bir hikayenin içerisinde filizlenen bir aşka tanık olmaktayız.Tarihi altyapısından bahsetmek gerekirse, Alman orduları sadece kendi ırklarının sahip olduğu bir dünya yaratmak arzusuyla ve kendi topraklarının yeterli olmadığını ileri sürerek yayılmacı bir politika uygulayarak kısa sürede Avrupa’nın büyük bölümünü ele geçirir. Fakat bazı işler Almanlar için yolunda gitmemeye başlar. Stalingrad’da yaşananlar vardır ki, aslında tüm dünyanın kaderini de belirleyecektir. Filmde bu tarihi noktalara değinilirken özellikle Rus–Alman savaşının Stalingrad’daki dönüm noktasını, ayrı iki ülkenin askeri olan iki yetenekli keskin nişancının önceleri

KAPIDAKİ

DÜŞMAN KÜNYE

Enemy at the Gates | Kapıdaki Düşman

Yönetmen Senaryo

Jean-Jacques Annaud

Müzik

James Horner Joseph Fiennes Jude Law Rachel Weisz Bob Hoskins Aksiyon, Dram 2001 ABD

Oyuncular Türü Yapım Yılı Ülke

Alain Godard

Jean-Jacques Annaud

IMDb Puanı: 7.5

24

sadece ülkeleri için birbirlerini izlerken daha sonra olayın nasıl kişisel bir savaşa dönüştüğünü ve tabi ki bu mücadelenin akıl almaz sonuçlarını izleyeceksiniz. Film, Alman ordularının Rusya’ya karşı bariz üstün oluşu ile başlar. Rusya, Almanlar karşısında maddi açıdan oldukça aciz durumdadır. Hatta öyle ki, her iki Rus askerine bir silah düşüyor ve biri ölünce birbirlerinin silahlarını kullanıyorlar. Filmi belki de en can alıcı noktası, Ruslar’ın ‘pes’ etmeye en yakın olduğu anda, başrol oyuncumuzun yeteneğini keşfeden komutanın ‘’Onlara Umut Verin’’ önerisi ile Ruslar, Vassil Zaitsev’i olduğundan daha üstün güçleri var gibi göstererek – aslında gerçekte bir kahramandır ama buna kendisi çok da inanamaz- yeni bir strateji geliştirmesiyle, gözümüzü kırpmadan, soluksuz izleyebileceğimiz filmin asıl hikayesi başlar. Burada başrol oyuncularının yanı sıra bir oyuncu sizi çok etkileyecek ki o da kendi ülkesini ve ülkesinin kahraman olarak ilan ettiği Vassil’i çok seven bir çocuk. Filmdeki bu çocuk ‘Sacha‘‘dır. Sacha‘ya yemek veren, Alman çikolataları ile kandıran bir komutan ve çok sevdiği Vassil. Bu savaş ortasında kendi milletini mi yoksa ona yardım eden Alman komutanın mı yanında olacağını bilemeyen küçük Sacha’nın sonu ise gerçekten izlenmeye değer. Diğer taraftan ise kendi ülkeleri için çarpışan ayrıca da birbirlerinden nefret eden iki keskin nişancının düellosu... Emin olun, filmi izlediğinizde burada yazılanların neredeyse hiçbir şey olduğunu göreceksiniz. Savaşın getirdiği kıtlık, yoksulluk, acı, ölüm ve ölümü bekleyen insanlar... Dört bir tarafta top ve silah sesleri... Her yerde bir yıkım; binalar, caddeler, sokaklar, evler kısaca vücudu olan her şey ile beraber insanlarda ve onların hayatında da unutulmaz ve etkisi yıllar boyunca silinemeyecek bir yıkım meydana getirmiştir bu hazin savaş. 2. Dünya Savaşı sanki insanların yaşadığı ikinci bir kıyamet... Kapıdaki Düşman’ın en iyi yanlarından biri de bu savaşı görsel olarak algılamamızı ve zihnimizde o devrin şartlarını oynatabilmemizi sağlamasıdır.


Aitlikler ve

Ramazan GÜNEŞ | Kadir Has Üniversitesi Yeni Medya • 2 Kitap

Türkiye Sen Kimsin? ‘‘

Gündüz Vassaf düş gücünün avukatı, düz yazımızın en özgür ruhlu kalemi...’’ diyor Orhan Pamuk, Gündüz Vassaf‘ın son kitabı ‘‘Türkiye Sen Kimsin?’’ (2008) için. İletişim Yayınları kitaplığından, değerli bir çalışma daha eklendi yazın dünyasına. Henüz kitabın girişinden oldukça ilginç bir eser olduğunu anlayabiliyoruz. Yazar, kitabını ‘‘Facebook’’ kurucularına ithaf ediyor. Bunun nedenini de bizi ‘‘aitliklerimizden’’ kurtarmalarına bağlıyor. Geniş bir yelpazede inceleme yapmak yerine kitapta geçen ve önemli bulduğum bir yazı üzerinde duracağız. ‘‘Apolitik Gençlik’’ başlıklı bu yazısında, yazar önemli bir tespitte bulunuyor: ‘‘Hangi ülkenin gençlerine baksanız öyleler: Gazete, kitap okumazlar. Geleceğimizi emanet edeceklerimiz, olup bitene sırtarını çevirmişler. Dünyada bunca açlık, sefalet, adaletsizlik varken, umursamazlık içindeler. Onlar için apolitik gençlik deniliyor. Yoksa düzeninin oyununa katılmamakla, günümüz politikası ve politikacılarıyla ilgilenmemekle asıl gençler mi politik olan? Düzenin derdi, gençleri egemen değerlerin tüketicisi yapmak; onları düzenin seçeneklerinin şıklarında hapsetmek. Düzen, ordularında savaşacak gençleri bulamadığından telaş içinde... ’’ (s.77-78). Yukarda apolitik gençliğin tanımı yapılmış, tekrar etme gereğini duymuyorum. Evet, bir apolitik gençlik var. Bizde bunu 12 Eylül’e bağlayanların dünyadaki apolitik gençliği neye bağlayacaklarını bilmiyorum. Türkiye’de askeri darbelerle gençlik susturuldu fakat dünyada olup biten gelişmelere özellikle, ‘‘teknoloji”nin gelişmesine bağlı olarak her genç kendisine göre bir sanal dünya oluşturdu ve oraya hapsolmaya karar verdi. Oysa yazar apolitik olmayı asıl politik olarak düzenin kıskacına girmemek olarak yorumluyor. Peki, gençlik düzenin çarkına alet olmuyor derken bile bu düzenin istemiş olduğu şey için bir nevi alet olma durumu değil midir? Kanımca iki durum da yanlış.

KÜNYE

Türkiye Sen Kimsin? Yazarı Gündüz Vassaf Türü İnceleme Dili Türkçe Yayınevi İletişim İlk Basım Tarihi 2008 Yani gençlik ne düzene alet olmamak için yapıyor bunu; ne de düzen istediği için onlar bu halde. Gelişen teknoloji yaşam biçimlerini değiştirdiği gibi ideolojileri de felç etmiştir. Küreselleşen bir dünyada herkes kendi sistemini kurma peşindedir. Yazarın yine teknoloji ve politikanın değişimi hakkında bir öngörü niteliği taşıyan ‘‘Siber Savaşlara Hazır Mıyız?’’ başlıklı yazısı ise değişen dünya düzeni hakkında tahminlerde bulunuyor: ‘‘Çok eskiden seçkin erkekler savaşçı olarak yetiştirilirdi. Silahını nasıl yapacağını bilir, savaşçı olarak nasıl davranması gerektiğini öğrenirdi. Düşman, insandı. Bu tür savaşlar miadını doldurmakta. Bir süredir olan: Sağ işaret parmağıyla düğmeye basıyor. Füze, rampasından fırlıyor, hedefi vuruyor. Tarihin ilk siber saldırısında bir ‘‘e-devlet’’ çökertildi. Gençler, dünyayı değiştirmenin cefasını çekeceklerine, kafalarına düzenin coplarını yiyeceklerine, bilgisayar ekranları başındaki oyunları ve haberleşmeleriyle yeni bir dünya yaratıyor, bu dünyayı istedikleri gibi yönlendiriyor. Günümüz düzenini sorgulamayarak tepkisiz kalan sanal âlem-

25

ciler, tepkisizliklerinde dipten gelen bir dalga gibiler’’ (s.89,90,91). ‘‘Görünürde birbirleriyle müttefik olan ülkeler bile kurdukları gizli birimlerde görevlendirdikleri usta ‘hacker’larla birbirlerinin sistemlerine girerek bilgi edinmenin yolunu arıyor.’’(Melih Bayram Dede). Yazar, gelişen teknolojinin savaşları ve politikaları nasıl değiştireceğine dair güzel bir öngörüde bulunmuş. Buradan anlaşıldığı gibi toprak işgal etme metodunun ortadan kalktığı, bunun yerine; yeni medya teknolojisinde ‘‘e-devlet’’ olarak bilinen sistemlere saldırılar olacağı ve böylece devletlerin siber altyapısının çökertilebileceği üzerinde duruluyor. Bu savaşlarda ölümlerin olmayacağı düşünülürse bir açıdan sevindirici. Tabi yazarın burada gözden kaçırdığı bir nokta söz konusu: teknolojisi gelişmemiş, üçüncü dünya ülkesi devletler bu savaşlardan etkilenecek mi? Örneğin; Afganistan için siber savaş ne zaman söz konusu olacak veya Suriye için? Bu faktör ağır savaş durumunu önümüzdeki yüzyılda da süreceğini gösteriyor. Sonuç olarak; yazar değişen teknolojinin apolitik gençlikle ilişkisini anlatırken, siber savaş yöntemlerinin çıkacağı öngörüsü ve dinin toplumdaki yeni boyutunu anlatmaktadır. Ancak; apolitik gençliğin hapsoldukları yerlerin kurtarıcıları olduklarını söylemekle ne kadar haklıdır? Yazar aitliklerimizden kurtulma gereğini sürekli yeniler. Tabuların yıkılmasından yanayım fakat bütün bütün değerleri yitirmeye karşı olmak gerektiğini düşünürüm. Genel olarak sade ve açık bir anlatım benimseyen yazarın, 68 Kuşağı ve John Lenon’dan etkilendiği çok açık. Bunun içindir ki bir ‘‘her şeye isyan’’ ruhu taşıdığı söylenebilir. Kitabın genel çerçevesine bakarsak; fazla uzun olmayan denemelerle okuyucuyu sıkmadığı ve değindiği güncel konular itibari ile okunurluğunu artırdığını söyleyebiliriz. Dahası; yazar bize açmış olduğu yeni ufuklar ve bakış açılarıyla ülkemize ve dünyaya bakmamızı sağlar. Bu açıdan değerli bir kitaptır.


Röportaj Önder ÜÇÜNCÜ | Fatih Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı • Yüksek Lisans

Veysel YURDAKUL:

Ü

lkemizde yakın zamanda kurulan AB Bakanlığı, mevcut hükümetin AB yolunda kararlı bir şekilde ilerleme niyetinde olduğunu gösteriyor. Özellikle aday ülkeler için AB’nin sunduğu imkanlardan yararlanmak yeni bir durum değil. Türkiye gibi AB’ye aday olduğu dönemlerde sorunlar yaşayan diğer ülkeler de bu imkanlardan ve hibelerden AB’nin desteklediği projeler yoluyla yararlanmışlar. İşte biz de siz değerli okuyucularımıza yeni bir vizyon katması açısından Türkiye’nin belki de tek AB Projeleri Uzmanı Kaymakamı olan Bağcılar Kaymakamı Sayın Veysel Yurdakul ile görüştük. Bağcılar deyip geçmeyin, çünkü TÜİK verilerine göre İstanbul’un en kalabalık ilçesi ünvanını koruyan bu ilçemiz, 60’dan fazla ilimizi nüfusuyla geride bırakmış durumda. İşte İstanbul’un böylesi kalabalık bir ilçesine ancak Veysel Yurdakul gibi renkli ve insanlara hizmet etme anlayışıyla çalışan bir mülki amir kaymakamlık yapabilirdi ve kendisi de 2008’den beri bu görevde. Renkli bir kişilik dedik çünkü Sayın Kaymakam iyi bir idareci olmanın yanında bir AB Projeleri Uzmanı, kitaplar yazmış bir şair ve yazar ve de iyi bir spor tutkunu. Konuşmamız esnasında Trabzonlu olduğum gündeme gelince rahmetli Vali Recep Yazıcıoğlu’nu anmadan geçemiyor. “Beraber çok su kayakları yapardık, ben onun yanında yetiştim.” diyor. Allah rahmetli valimize ve ülkemiz için çalışmış tüm insanlarımıza rahmet eylesin. ‘Kısaca’ deyip Veysel Yurdakul’u anlatmak biraz zor da olsa şahsi sitesinden sizlere şu bilgileri verebiliriz: 1964 Burdur doğumlu olan Yurdakul, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye bölümünü bitirdikten sonra 1989 yılında mesleğe Çorum Kaymakam Adayı olarak başladı. Yurdakul, 1990-1991 yılları arasında İngiltere’nin Southampton şehrinde İngilizce dil eğitimi aldı. Bu süre zarfında İngiliz siyaset ve yönetim yapısı hakkında bilgiler edindi. 1992-2009 yılları arasında sırasıyla; Bozkurt, Hasankeyf, Demre Elmalı Kaymakamlıkları; Bayburt ve Giresun illerinde vali yardımcılıkları görevlerinde bulundu. 2004 yılında İngiltere’de Nottingham Üniversitesi’nde “Türkiye’nin AB Üyesi Olması Halinde Birliğe Yapacağı Katkı”yı inceleyen mastır tezini hazırladı. Birinci sınıf mülki amir olan Yurdakul, 20 yılı aşan görev süresi boyunca; İngiltere, Amerika, İsrail, İrlanda, İsviçre, Finlandiya, Almanya, Bulgaristan, İspanya, Yunanistan ve Hollanda gibi birçok ülkede akademik toplantılara katıldı ve proje çalışmalarında bulundu. 2006 yılında AB Proje Yardım Ofisi ve Avrupa Yatırım Bankası Stajlarını tamamladı. Staj dönüşü 2008 yılına kadar Elmalı Kaymakamlığı yanında Antalya CEUPA (AB Projeleri Merkezi) koordinatörlüğü görevini, ikinci görev olarak yürüttü. 2008 yılında Dünya Bankası kaynaklı Türkiye’nin en büyük istihdam projesine imza atarak yayla seracılığı alanında 4000 kişiye iş sağlanmasına yardımcı oldu. 2008 yılında Bağcılar Kaymakamlığına atanan Yurdakul bu ilçede de EUROBA (AB Projeleri Merkezi) ‘yı kurdu. Son 10 yılda görev yaptığı yerlerde, AB ve Dünya bankası projeleriyle istihdamı, üretim hacmini ve gelir artışını hedefleyen programlara onlarca proje sundu. Bu konudaki bilgilerini de ‘‘Avrupa Birliği Fonlarından Nasıl Yararlanılır?’’ isimli bir kitapta toplayarak projeler konusunda sorun yaşayan kişi ve kuruluşlara bir el kitabı hazırlamış oldu.

Ö

ncelikle değerli zamanınızı ayırdığınız için teşekkür ederim. Ülkemizde AB Projeleri Uzmanı olan bir kaymakamımız veya başka bir mülki amirimiz var mı bilmiyorum ama eminim ki olsa bile bir elin parmaklarını geçmeyecek kadardır. Neydi sizi bu yolda uzmanlaşmaya iten sebep? Öncelikle kaymakamlığımıza ve şahsımıza gösterdiğiniz bu ilgi için teşekkür ediyorum. 1998 yılında Antalya’nın Demre ilçesinde kaymakam iken Yunanistan’da Rodos valisini ziyaretim sırasında bir AB Programı olan INTERREG III (Avrupa Birliği’ne üye veya aday olan ülkelerin ortak sınıra sahip yerleşim alanları arasında işbirliğini teşvik etmeyi amaçlayan bir topluluk girişimi) kapsamında sınırlar ötesi bir proje için

ortaklık teklifi aldık. Tabii o gün yapılan teklifi tam anlamıyla bilmiyorduk; yasal altyapıyı, AB fonlarını kullanmayı, bunun sonucunda gerek Yunanistan’a gerekse Türkiye’ye yapılacak katkıyı bilmiyorduk. O tarihten itibaren bu AB fonlarına ilgi duymaya başladım. Aşağı yukarı 12-13 yıldır AB fonları üzerine çok yönlü ve çok derin çalışıyoruz. Aslında bizler mülki idare amirleri olarak bulunduğumuz yerlerde yerel kalkınmayı, ihracat artışını, inovasyonu, katma değer artışını, istihdamı, kişi başına geliri artırma noktasında olan ve bunlarla kendilerini sorumlu gören bir meslek grubu içerisindeyiz. Dolayısıyla AB fonları, yerli-yabancı fonlar, sponsorlar her zaman mülki amirlerin dikkatini çekmiştir ama benim biraz daha fazla dikkatimi çekti. O yüzden AB kaynakları ile daha fazla

26

içli-dışlı olduk. fonları hakkında biraz konuşalım istiyorum, efendim. Nasıl kullanılacağı veya kimleri ilgilendirdiği konusunda neler söyleyebilirsiniz? 1999 tarihindeki AB zirvesinde Türkiye’nin aday ülke olarak kabul edilmesi ülkemizin diğer aday ülkeler için de uygulandığı şekilde, AB’nin “Katılım Öncesi Stratejisi” nden yararlanacağı ve bu bağlamda, Topluluk programlarına katılım imkanına sahip olacağı anlamına geliyordu. 3 Ekim 2005 tarihinde üyelik müzakerelerinin başlamasıyla da ülkemizin birçok alanda AB kaynaklarından fon alabileceği ortaya çıkmıştı. Şimdi Avrupa Birliği’ne aday olan ülkelerden adaylık sürecinde yasal, teknik ve sosyolojik anlamda gerek ülkenin idari yapısının

AB


Röportaj

AB

gerek adalet yapısının gerekse teknik yapının Avrupa Birliği’ne hazır hale getirmeleri beklenmekte. Bu kapsamda AB, hazırlık fonları veriyor ve Türkiye de bu fonlardan kullanıyor. Ayrıca gençlik alanında, eğitim alanında, çevrenin korunması, sivil toplumun geliştirilmesi, yönetimin geliştirilmesi anlamlarında tabir-i caizse milyonlarca euro kaynak dağıtılıyor. Türkiye de AB’ye GSMH’nin binde bir oranını her yıl vergi olarak ödüyor. Bu pay AB üyesi her ülke tarafından farklı oranlarda ödeniyor. AB tarafından ise Türkiye’ye, ödediği payın daha fazlası hibe, fon, olarak ayrılmakta ve proje karşılığı olarak verilmektedir. Ancak Türkiye bugüne kadar kendisine ayrılan fonların tamamını kullanamamıştır. Bunun en önemli sebebi yeterince proje üretilememesidir. Biz bu noktada Türkiye’nin bu kaynaklardan daha fazla istifade etmesi için özel çalışmalar yaptık. İşte bu çalışmalarımızın Bağcılar ayağında göreve geldiğimizde arkadaşlarımızla birlikte 2008 yılında ‘Euroba’ isimli Avrupa Birliği Projeleri Merkezi’ni ku-

rarak AB projesi hazırlamak isteyen kişi ve kurumlara destek olmayı hedefledik. vet, bu Euroba Avrupa Birliği Projeleri Merkezi’nden bahsedecek olursak, nedir Euroba? Kime hizmet verir ve kimlerden oluşur? Euroba, Bağcılar’da eğitim camiası için bilgilendirme seminerleri düzenlemektedir. AB fonlarından, Dünya Bankası’ndan ve Merkezi Finans Birimi’nden gelen çağrıları Türkçe’ye çevirerek proje hazırlayacak kişilere ve kuruluşlara destek olmakta aynı zamanda. AB Proje fonlarından yararlanmaları için eğitim, sağlık, ticaret sektörlerindeki yöneticilerle iletişim kurup sivil toplum örgütleri, sendikalar ve yerel yönetimleri AB projeleri hazırlamaya teşvik ederek proje hazırlamalarına yardım etmektedir. Sosyal ve ekonomik açıdan dezavantajlı olan grupların AB fonlarından yararlanabilmeleri amacıyla bu gruplar için çalışan kurumlarla işbirliği yapmaktadır. AB, Dünya Bankası ve Merkezi Finans Birimi fonlarından yararlanabilmeleri için geniş kitleleri bilgilendirmek amacıyla

E

27

broşür ve kitapçık hazırlayarak çeşitli kurum ve kuruluşlara dağıtılmasını sağlamaktayız. Bunun yanında, Bağcılar Endüstri Meslek Lisesi’ndeki EUROBA Ofisi, AB Projeleri konusunda bilgilenmek isteyen kişiler ve kurumlara mesai saatleri içinde hizmet vermektedir. Bütün bu bahsettiğimiz hizmetleri ücretsiz olarak yapıyoruz. Önceliği Bağcılar ilçemize vermek kaydıyla İstanbul’umuzun veya ülkemizin her köşesinden bizlerle irtibat kuran kişi ve kuruluşlara destek olmaya çalışıyoruz. Üyelerden bahsedecek olursak, bir defa EUROBA üyeleri düzenli olarak AB Projeleri ile ilgili seminer ve eğitimlere katılmaktalar. Kaymakam başkanlığında düzenli olarak toplanan ekibimizde, belediye başkanımız, ilçe milli eğitim müdürümüz, sağlık kurumlarından temsilcimiz ve sivil toplum kuruluşlarını temsilen bir temsilcimiz, toplamda 13 üye, olarak faaliyetlerimize devam etmekteyiz. EUROBA üyeleri gerek İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bağlı olan AB Eğitim Programları ve Projeler Yürütme Bölümü ile gerekse İstanbul Valiliği Dış İlişkiler ve Avrupa Birliği Koordinasyon Merkezi çalışanları ile diyalog ve uyum içinde çalışmaktadır. Bu işbirliğinde önemli yere sahip üniversitelerle de yakın çalışıyoruz. Mesela sizin üniversitenizle de geçmişte ortak bir proje çalışmamız olmuştu. ize bir proje için başvuruda bulunduğumuzu farz edelim. Ne kadar sürede bir cevap verme

S


Röportaj

imkanına sahipsiniz? Bunun için belirli bir süre söyleyemem ama bu özellikle projenin büyüklüğüne ve içeriğine göre değişiyor. Öyle projeler var ki milyonlarca euro bütçeleri var ve süreleri de ona göre. Ama iyi bir ekibimiz olduğu için genelde kararlarımızı en kısa zamanda, uyum içerisinde ve doğru bir şekilde vermeye gayret ediyoruz. iraz da AB Projeleri konusuna ilgi duyan okurlarımız için bu projelerden yararlanma yollarını, ve proje adımlarını sizden dinleyebilir miyiz? Öncelikle ilgili sitelerden çağrılar düzenli olarak takip edilmeli. Çağrılar yapılınca ortaya çıkan başlıklar proje fikri ile ne kadar ilgili ona bakılır ve bir ön hazırlık yapılır. Bu çağrı metni temin edilmeli ve gerekirse tercüme edilmelidir. Daha sonra proje müracaatçısı gerçekleştirmek istediği projenin, çağrıda istenen formata ve yapıya getirilmesi konusunda ve yapmak istediği iş ile uygun çağrının amaçlarını bir arada karşılayan fikirleri üretmek noktasında çalışmalar yapmalıdır. İletişim çok önemlidir. Proje müracaatçısı hali hazırda potansiyel ortaklıkları varsa bu ortaklar ile de iletişime geçmeli ve tüm tarafların beklentilerini karşılayacak proje fikirleri oluşturmalıdır. Projenin araştırma ayağı için üniversiteler veya bir Ar-Ge kurumu ile irtibat kurulabilir ve potansiyel ortaklar ile de irtibatta olunur. Proje fikrinin oluşmasından sonra projenin hazırlanması aşamasına geçilir. Görev dağılımı da bu aşamadan sonra gerçekleşir. Daha sonra, başvuru formu müracaatçı tarafından eksiksiz bir biçimde doldurulup son başvuru tarihinden önce ilanda belirtildiği üzere ya elden, ya mail yoluyla, ya da

B

hem online olarak form doldurulur hem de yazılı olarak başvuru formu posta yoluyla teslim edilir. AB projeleri bireysel olarak hazırlanabilecek projeler değildir. Mesela bir üniversite öğrencisinin Erasmus kapsamında bir Avrupa ülkesinde bir veya iki dönem eğitim alması bireysel gibi gözükebilir. Ama sonuçta bu öğrenci bir üniversiteye bağlı olması sebebiyle bu hakka kavuşmaktadır. Onun dışında bir STK’ ya, bir devlet kuruluşuna veya bir üniversiteye bağlı olunması bu projelerden faydalanabilmek için gereklidir. Kendimiz de bir STK kurarak bu konularda proje fonlarına başvurabiliriz. Durumumuzu netleştirdikten sonra Avrupa Birliği’nin Eğitim ve Gençlik programlarından herhangi birine başvurmak için atılacak ilk adım ise şu olabilir: internet üzerinden “Ulusal Ajans -Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları Merkezi Başkanlığı” adresine ulaşıp: www.ua.gov.tr bu adreste, Socrates, Leonardo da Vinci ve Gençlik (Youth) ana sayfalarına göz atmak. Daha sonra başvurulacak program sayfası seçilip ayrıntılı biçimde incelenir. Her program için söz konusu olan “Ana Menü” kapsamında şu başlıklar yer almaktadır: Programın Tanıtımı; Başvurulabilecek Proje Tipleri / Konu Alanları; Sık Sorulan Sorular; Faydalı Dokümanlar; İlgili Siteler / Faydalı Linkler, Sunular; Ortak Arayanlar; Haberler. Bir fikir edinmek isteniyorsa,’Örnek Projelerin incelenmesi’ yol gösterici olacaktır. Gereken bilgi ve belgeler (örneğin, Proje Başvuru Formu),”Faydalı Dokümanlar” bölümünde yer almaktadır. Merkezi Finans ve İhale Birimi’nin www.cfcu. gov.tr internet adresinden fonlar ve hibeler de takip edilebilir.

26

EUROBA(Bağcılar Avrupa Birliği Projeleri Merkezi) www.bagcilareuroba.gov.tr web sitesinde güncel duyurulardan haberdar olunabilir. Bundan sonraki aşama: başvuru formunun eksiksiz biçimde doldurulması ve yıl içine yayılmış kesin tarihler çerçevesinde gerekli başvurunun yapılmasıdır. Bunun dışında Dünya Bankası’nın http:// web.worldbank.org internet adresinden fonlar ve hibeler takip edilebilir. www.ab-ilan.com adresinden güncel hibe ve fon duyuruları takip edilebilir. Projelerin en kısa 1 yıl, en uzun da 5 yıl sürme ihtimali mevcuttur. on olarak Türkiye-AB ilişkileri konusunda geçmişten günümüze bir değerlendirmede bulunabilir misiniz? Türkiye AB’ye 1959’da başvurdu. Yaklaşık 60 yıldır tam üye olabilmek için beklemekteyiz. Ülkemizin AB yolunda gittiği yolu doğru buluyorum. Daha fazla iş, aş, demokrasi, özgürlük…Bunlar AB’ye üye olan ülkelerin elde ettiği kazanımlardır ki her devlet kendi insanı için bu değerleri fazlasıyla ister. Türkiye de AB’yi tek, vazgeçilmez bir seçenek olarak görmüyor, yaptığı reformları önce kendi insanı için sonra da AB kriterlerini yerine getirmek için yapıyor. Zaten doğru olan da bu. Fakat son zamanlarda Türkiye’nin büyümesini anlayamayan Avrupalı bazı siyasi çevreler bu yolda bizleri sekteye uğratmaya ve kızdırmaya çalışıyorlar, bu kapsamda açıklamalar yapıp bazı fasılların açılmasını engelliyorlar. Tabii bunları eleştirmemek mümkün değil. ayın Yurdakul, değerli zamanınızı ayırdığınız için teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılar dilerim. Ben de tekrar teşekkür ederim.

S

S


Dersim Katliamı

Hazırlayan: Seher ŞAHİN

Nazlı ILICAK Sabah Gazetesi

ŞahinALPAY Zaman Gazetesi

| Atatürk Elbette Haberdardı |

(...) Cumhuriyet döneminde Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, 1926’da hükümete sunduğu raporda şöyle demişti: “Dersim cumhuriyet hükümeti için bir çıban başıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak, memleket selâmeti için mutlaka lâzımdır.” 1931’de, Birinci Umum Müfettişi İbrahim Tali, yöntemi şöyle açıklamıştı: “A) Bütün Dersim’in hariçle münasebetini keserek, taarruz ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya zorlamak ve şu suretle Dersim’i fenalardan tahliye. B) Her tarafı esaslı suretle kapattıktan sonra, çemberi tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakalananları derhal Dersim’den çıkararak garba atmak ve serpiştirmek.” Bir başka rapor da, dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’a verilmişti: “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silâhlı Kuvvetlerin müdahalesi Dersim’e daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazar-ı itibara alınmalı, Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli...” Bütün bu rapor alışverişi sırasında Atatürk işin başında; her şeyden haberdar... (...) Tunç Eli yasak bölge ilân edildi. Giriş çıkışlar özel izne tâbi kılındı. (...) “Teslim olursanız cumhuriyetin adil muamelesinden başka hiçbir şey görmeyeceksiniz. Aksi takdirde her tarafınızı sarmış bulunuyoruz. Cumhuriyetin kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz” ihtarı yapılıyordu. Gene 4 Mayıs 1937 tarihini taşıyan Bakanlar Kurulu’nun gizli bir kararında şöyle deniliyordu: “Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe, isyan ocakları daima olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silâh kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar vermeyecek hale getirmek, köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.” Atatürk 1935’te Tunç Eli kanunu çıktığında, işin başındadır. 1936’da TBMM’nin açılışında yaptığı konuşmada, “Bu korkunç çıbanı koparmak, kökünden kesip temizlemek” gerektiğini savunmuştur. 4 Mayıs 1937 günü Dersim’in kaderini belirleyen Bakanlar Kurulu’na Atatürk başkanlık etmiştir. 1 Kasım 1937’deki TBMM konuşmasında ise, “Milletimizin layık olduğu medeniyet ve refah seviyesine ulaşmasını engelleyecek hiçbir maniaya yer bırakılmadığını söylemekle bahtiyarım. Tunç Eli’deki icraatımız bu hakikatin ifadesidir” demiştir. Yazının tamamına Sabah Gazetesi’nden ulaşabilirsiniz.

| Dersim Katliamı Neden Yaşandı? |

(...) Başbakan Erdoğan’ın, (...) devlet adına özür dilemesinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihiyle yüzleşmeye başlamasında bir dönüm noktası olduğu muhakkak. Sayın Başbakan bu açıklamasıyla, (Ahmet Altan’ın ifadesiyle) yalanlarla dolu resmi tarihi parçalarken, gerçek bir tarih anlayışının canlanması için bütün topluma büyük bir fırsat kapısı açtı. (...) Başta Atatürk olmak üzere Cumhuriyet’in kurucu kadrosu, Osmanlı devletinin yıkıntıları üzerinde sadece yeni bir devlet (bir Türk ulus devleti) değil, yeni bir ulus, bir Türk milleti inşa etme misyonunu yüklenmişlerdi. Bugün modern bir devletin, başta ifade, örgütlenme ve inanç özgürlükleri olmak üzere bireylerin temel hak ve özgürlüklerini tanıyan; siyasette, ekonomide ve kültürde çoğulcu bir demokrasi olduğuna inanılıyor. Cumhuriyet’in kurucuları ise o dönem Avrupa’da da yaygın olan, otoriter nitelikte bir modernleşme anlayışına bağlıydılar. Bu anlayışa göre: Modern bir toplum ancak dinsel inançların etkisini yitirdiği bir toplum olabilirdi. Bunun için dinin devlet tekeli ve denetimine alınması, dinsel özgürlüklerin kısıtlanması gerekiyordu. Modern bir toplum ancak tek-dinli, tek-dilli ve tek-kültürlü bir toplum olabilirdi. Bunun için bütün toplum, tek bir dil (Türkçe) ve tek bir kültüre (Türk kültürü) asimile edilmeliydi. Toplumu modernleştirecek reformlar da ancak modernleşmeci seçkinlerin otoriter yönetimi altında, yukarıdan aşağıya topluma dayatılmasıyla, gelebilecek direncin zor kullanarak kırılmasıyla başarılabilirdi. Dersim’in Alevi Kürtleri 1934’te yukarıdaki anlayış doğrultusunda çıkarılan İskân Kanunu’nun hedefi oldular. Dersimlilerin, hilafetin kaldırılmasına değil ama dil ve kültürlerinin yok sayılmasına, Türkleştirilmeye itirazları vardı. Dersimli Alevi Kürtlerin piri Seyit Rıza, 1937’de Britanya dışişleri bakanı Anthony Eden’a yazdığı mektupta, Ankara hükümetinin yıllardır Kürtleri asimile etmeye çalışmasından; Kürtçe’yi yasaklayarak, Kürtçe konuşanları cezalandırarak, kendilerini Kürdistan’ın verimli topraklarından Anadolu’nun kıraç topraklarına zorunlu göçe tabi tutarak uyguladığı baskılardan yakınıyordu. Yani, uygulanan katliamların temel nedeni Dersimlilerin dayatılan asimilasyon politikalarına direnmeleriydi. Cumhuriyet döneminde yaşanan 29 Kürt isyanının temel nedeni de asimilasyon politikalarıdır.

Yazının tamamına Zaman Gazetesi’nden ulaşabilirsiniz.

28


Söz Sende

üniversiteliler düşünüyor!

Tunus’ta başlayan ve domino etkisiyle bütün Arap ülkelerini etkisi altına alan Arap Baharı’nda Türkiye’nin rolü ve bu ülkelere etkisi nedir? Hazırlayan: Büşra BÜYÜKADEM

muz için ve özelence demokratik bir ülke olduğu gelişimi ivme likle Ak Parti iktidarıyla ülkemizin ek alıyorlar. Her ne kazandığı için bizi kendilerine örn iş gibi görünse de, birkadar durum şu an böyle değilm gayet güzel bir şekilde çok ülkeye göre hem İslamiyet’i de iyi yönetiliyoruz. demokrasiyle harmanlıyoruz hem i gördükleri için, kendO insanlar da bunun olabilirliğin p ediyorlar. ileri de yönetimlerinden bunu tale

B

Marmara Ünv. Psikolojik Danışmanlık ve

T

ürkiye halkı, egemenliği demokratik bir şekilde elinde tutmayı başarmıştır. Dolayısıy la Türkiye’nin halk egemenliği adına başlatılmış hareketlere örnek teşkil edebileceğini söyle yebiliriz. Arap Baharı incelendiğinde siyasi özgürlük için yapılan ayaklanmaları, mitingleri, propagandaları görüyoruz. Oysa bu hareketin amacı diyebileceğim iz duruma Türkiye’de zaten ulaşılmıştır. Kısacası Türkiye’nin Arap Baharı ile ilişkisini sorguladığımızda, Türkiye’nin etkilenen değil, etkileyen unsur olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye sahip olduğu değerlerle Arap Baharına kaynaklık etmiştir diyebiliriz.

Rehberlik Bölümü Öğrencisi

T

ürkiye son yıllarda, öze llikle 2002 siyasi iktidarından sonra, gelişen bir ülke konumuna gelmiştir. Arap Baharı siyasi , ekonomik ve kültürel çalkan tı içinde olan ülkeleri etkilem iştir. Türkiye’nin buna etk isi ise pozitif yönde olmuştur; çünkü ülkemiz her geçen gün daha demokrat, daha özg ürlükçü ve çağdaş bir Av rupa ülkesi haline gelmektedir. Siyasi iktidarın koalisyona ihtiyaç duymaksızın tek başına hükümet kurabilmesi de bu durumu kolaylaştırmaktadı r. Anayasayı halkın yapma sı ve özele inersek anayasa ma hkemesine şahsi başvurula rın önünün açılması, her tür lü düşüncenin TBMM’de temsil edilmesi, özgürlükler ülk esi olma yolunda çok büy ük adımlardır. Arap ülkeleri bu çalkantı içinde Türkiye gibi ayakları yere basan, baskıs ız ve tam bağımsız bir ülk eyi kendilerine misal kabul etm ektedirler.

Aydın Üniversitesi Hukuk Bö

lümü Öğrencisi

değerlendirme yaparu anki bilgilerimizle Baharı’na doğrudan sak Türkiye’nin Arap ekonomik, yleyemeyiz. Türkiye bir etkisi olduğunu sö asına iyi ny dü ap lojik açıdan Ar demokratik ve tekno ülkelerap Ar da ltürel manada kü a rıc Ay r. ldi de mo bir rı aslen, ıdır. Ancak Arap Baha pıs ka lan açı a tıy ba n ini da Batılı esinde Arap halkının gelişen iletişim ağı say istemesi ak olm ip u haklara sah halkların sahip olduğ esi ile rm ştü nü dö n anları zihne ins in en eşm ell res kü ve ye, Arap dan baktığımızda Türki açı Bu r. ştı mı çık a ay ort laylı olarak olmamıştır, sadece do Baharı için tetikleyici , bundan ye rki Tü uştur. Ancak olm e ülk bir n ye ile etk k surette geçiş sürecinde mutla e siy kra mo de i ak nr so . emli bir ülke olacaktır model alınabilecek ön

Ş

k Bölümü Öğrencisi

İstanbul Üniversitesi Huku

Mevlana Ünv. Türkçe Öğretmenliği Bölümü Öğrencisi

na pısına ve din anlayışı er ülke kendi etnik ya . ler ne model olarak belir uygun ülkeleri kendisi ği ece alabil Arapları etkisi altına Mesela Amerika’nın rı ve dini zla tar şam ya r; çünkü alanlar oldukça sınırlıdı ından ülkeleri gelişmişlik bakım tercihleri farklıdır. Arap ’yi örnek ak isterlerse Türkiye bir ülkeyi örnek alm arasında Müslüman devletler alırlar; çünkü Türkiye rkiye’ye uğu için Arapların Tü güçlü bir konumda old rum da etz konusudur. Bu du olumlu bir bakışı sö ilde Arap getirir. Türkiye bu şek kilenmeyi beraberinde Baharı’na etki etmiştir.

H

t Bölümü Öğrencisi

Erzincan Üniversitesi İlahiya

T

ürkiyenin Arap Baharı üzerindeki etkisi şüph esiz büyüktür. Son dönemd e devlet eliyle bu ülkele yapılan ziyaretler de re bu süreci tetiklemişt ir. Arap Baharı bugüne dek dik tatörlükle yönetilen ülk elerde etkili olmuştur; çünkü bu ülkelerin halkları da düşünce özgürlüğü, demokrasi, adalet gibi kavramların yerleştiği bir ülkede yaşamak istemektedirler. Türki ye’nin son dönemde bu ülk elerle yaptığı ticari an laşmalar, büyüyen Türkiye imajı , Erdoğan’ın Davos çık ışı ve bu ülkelere yaptığı ziyare tler; Türkiye’nin özell ikle halkı Müslüman olan ülkele rde daha fazla tanınm asına ve örnek alınmasına yol açmıştır. Bu örnek alm a da Arap Baharı’na dolaylı olarak kaynaklık etmiştir.

Selçuk Üniversitesi Dış Tic

aret Bölümü Öğrencisi

30


Politik Kuş aktuelpolitik Zaman Akışı “Eğer okuduğumuz bir kitap bizi kafamıza vurulan bir darbe gibi sarsmıyorsa, niye okumaya zahmet edelim ki?” [Franz Kafka] “Düşünce şüpheyle başlar. Düşünce, tezatlarıyla bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkûm etmek değil midir?” [Cemil Meriç] “İnsanoğlu, bilgeliği sevenler siyasi gücü ellerine alana kadar veya siyasi gücü ellerinde tutanlar bilgeliği sevene kadar problemlerin bittiğini görmeyecek.” [Platon]

“Sahtekarlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir.” [George Orwell]

“Birey için şüphe neyse, parlamento için muhalefet odur. O gerekli olduğu kadar, yararlıdır da.” [Arthur Schopenhauer] “Hiçkimse intikam peşinde koşmamalı, sadece adaleti aramalıdır. Geçmişi unutmayın ama onunla da yaşamayın.” [Aliya İzzetbegoviç] “Adaletsiz rejimi, adaletle yıkınız. Alkışlar önüne kansız elle çıkınız.” [Mahatma Gandhi] “Herkesin hayal gücü tükendiğinde artık hiç kimse dünya için tehdit olmayacak.” [Chuck Palahniuk]

“İnsanların yüzde doksanı yaşamazlar, sadece vardırlar.” [Oscar Wilde]

“Bilmediğini bilmek en iyisidir. Bilmeyip de bildiğini sanmak tehlikeli bir hastalıktır.” [Lao Tzu]

“Çiğnenip geçilir kralların çizdiği bütün sınırlar, krallar ölür, ütopyalar değil.” [Thomas More] “Atom gücü; süper devletleri, dünyanın efendisi yapacak yerde, kendi icat ettikleri zincirlerle kendi kollarını bağlayan avanak maymunlara çevirmiştir.” [Kemal Tahir]

cbabdullahgul Pek çok sorumlu siyasetçinin katıldığı “Bir Maaşım Van’a” kampanyasına ben de bir maaşımı vererek katılıyorum. kilicdarogluk Biz kutluyoruz, çünkü Cumhuriyet, bilhassa kimsesizlerin kimsesidir... dbdevletbahceli Kadınlarımızın, hayatın her alanında daha fazla temsil edilmelerini ve söz sahibi olmalarını diliyorum. omerrcelik Merkel’in Euro kullanan ülkeler için yeni plan ve birlik önermesi, AB’nin asıl sorununun “siyasetsiz siyaset” olduğunu gösteriyor. cuneytozdemir Van’da yazlık Kızılay çadırında tir tir titreyerek sabahı bekleyen kardeşim, sana ‘yalnız değilsin’ demek isterdim ama ‘yapayalnızsın!’ nedimhazar Van’da son iki günde 400 çocuk hastanelik olmuş. Umarım Başbakan bir süre sonra bu çocuklar için de özür dilemez. Bir şeyler yapılmalı. savasgenc Meğer gurbetçiler hiç umrumuzda değilmiş. Alman meclisi bugün katledilen vatandaşlarımızın ailelerinden özür diledi. Bizde gündem bile olmadı. Leyla_Ipekci Dersim’in CHP’de belli aralıklarla gündeme gelmesi çok ‘hayırlı’. Zulmeden unutur, gerekçelere sığınır. Mazlum ise adalet olana dek unutmaz. GencSiviller #NahdaSummit Robert Fisk: ‘’Irak’ın en büyük ihracatı patates olsaydı işgal eder miydik? Hayır! Suriye’ye bu yüzden müdahele edilmiyor’’ busra_erdal Türkiye’de muhabir olmak zordur, bazen hayat vazgeçirir seni bu yoldan bazen de ölüm..... #CemEmir #sebahattinyilmaz ceelall Gemi kaçırmak gibi barışçı, demokratik, hümanist ve ekolojik bir eyleme müdahale eden terörist devleti şiddetle kınıyorum! UfukUras Siyasi süreçlerin 1 ve 2 adım gerisine değinip, bir türlü son adıma, yani sadede ve karara gelemeyenlerde acaba fanatizm mi temel engel? tugbatekerek Bir annenin çocuklarını korumak için bombacının üzerine kapanması ve parçalanması KCK gözaltıları kadar hazin değil,öyle mi? #haticebelgin beyinsiz_adam Sabah güne çok neşeli başladım. Kuşlara çiçeklere selam verdim. Aleyküm selam dediler. Nereye gidiyor bu ülke? Yazık. eminimsi Şapka tak! Latince yaz! Türkçe konuş! Cumhuriyet Bayramı’nı kutla! ... KUTLASANA LAN!!! #CumhuriyetBayramiTorensizKutlanamaz peleriNio her zamankinden fazla bir ve beraber olduğumuz şu günlerde ayrışacak yeni bi konu bulmak iyi olmuş evet beyinsiz_adam Hitit krallarının isimleri: Hattuşili, Murşili, Şuppilulima, Telepinu. Böyle ciddiyetsiz bir ülkenin tarihten silinmesi sürpriz olmamalı.

31


Kulüpten

Politika Kulübü’nde Neler Oldu? Kampüste Hayat KAMPÜS’TE HA Y A T

Gazete Köşesi

Politika Kulübü Üyelik Standı

28-30 EYLÜL

Gazeteci Davalarında Medyanın Tavrı

.

Kampüste Hayat Programı

medyanın tavrı

28-29-30 Eylül 2011

Konuk Odaklı Program

Büşra ERDAL

- Zaman Gazetesi Yargı Muhabiri

5 Ekim 2011

Büşra ERDAL

ZAMAN Gazetesi Hukuk Muhabiri /politicsclub /politika_kulubu fatihuni.politicsclub@hotmail.com

M210

Özel Program

Düşünce Evreni Uluslararası Hukukta Güvenlik:

The Arab Spring

ULUSLARARASI HUKUKTA GÜVENLİK

Konuk Odaklı Program

John ESPOSITO

TÜRKİYE-İSRAİL

- Georgetown Üniversitesi Profesörü

İLİŞKİLERİ

5 Ekim 2011

Türkiye İsrail İlişkileri Konuk Odaklı Program

Atilla SANDIKLI

- BİLGESAM Başkanı

13 Ekim 2011

Doç. Dr. Atilla SANDIKLI

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) Başkanı

Politikültür

Akademik Bakış

Tiyatro |Kırmızı

Arap Uyanışında Türk Dış Politikası

Öğrenci Odaklı Program

Konuk Odaklı Program

15 Ekim 2011

Savaş GENÇ

- Aksiyon Dergisi Yazarı

19 Ekim 2011 Son Başvuru: 14 Ekim Kontenjanımız sınırlıdır.

M210

Doç. Dr. Savaş GENÇ Aksiyon Dergisi Yazarı Fatih Üni. Uluslararası İlişkiler Öğr. Üyesi

M210 /politicsclub

/politika_kulubu

/politicsclub

fatihuni.politikakulubu@gmail.com

fatihuni.politikakulubu@gmail.com

/politika_kulubu

Aktüel Politik

Siyaset Okulu SİYASİ PARTİ Siyasi Parti Teşkilatlanması TEŞKİLATLANMASI

Dergi Ekibi Toplantısı Öğrenci Odaklı Program

Konuk Odaklı Program

Mehmet MÜEZZİNOĞLU

19 Ekim 2011

- Edirne Milletvekili

21 Ekim 2011

Mehmet MÜEZZİNOĞLU Teşkilat Başkan Yardımcısı ve Edirne Milletvekili

M210 /politicsclub

/politika_kulubu

Aktüel Politik

International Channel

Teknik Gezi | TRT

Terrorism in Turkey

Öğrenci Odaklı Program

Öğrenci Odaklı Program

22 Ekim 2011

Afrikalı Öğrenciler 25 Ekim 2011 Imran LARRY M. Jibril BAMALLI Mohamed BAHRIZ Moses MACHEL

M210 /politicsclub

32

/politika_kulubu

fatihuni.politikakulubu@gmail.com


Kulüpten

Ekim - Kasım 2011 Sivil Toplum Sohbetleri

Sivil Toplum Sohbetleri

SÖZLER Sözler Bizi Gözler bizi

Ulus, Millet, Medeniyet

Konuk Odaklı Program

Turgay OĞUR

Konuk Odaklı Program

Mustafa ÖZEL- BİSAV Başkanı

- Genç Siviller

26 Ekim 2011

ÇAĞDAŞLIK BİR MİT, UYGARLIK BİR MİT, ULUS BİR MİT. İÇERİKLERİ ZORLAMA, GERÇEKLİKLERİ SANAL. MİTTEN HAKİKATE YÜKSELMEDİKÇE, KURTULUŞ HAYAL!

2 Kasım 2011

Turgay OĞUR Genç Siviller

M210 /politicsclub

/politika_kulubu

M210

fatihuni.politikakulubu@gmail.com

/politicsclub

/politika_kulubu

The Movie of Politics

baskanın adamları

fatihuni.politikakulubu@gmail.com

Münazara Topluluğu

Wag The Dog

Münazara Gösteri Maçı

Öğrenci Odaklı Program

Öğrenci Odaklı Program

Moderatör: Semra BAYIK

Boğaziçi, Galatasaray, Şehir ve Yeditepe Üniversiteleri

3 Kasım 2011

30 Kasım 2011

Moderator

M210

M210 /politicsclub

/politika_kulubu

/politicsclub

fatihuni.politikakulubu@gmail.com

/politika_kulubu

Gündem Sohbetleri

fatihuni.politikakulubu@gmail.com

Agenda Conversations

Gündem Sohbetleri #1, #2, #3, #4

Agenda Conversations #1, #2, #3, #4

Öğrenci Odaklı Program

Öğrenci Odaklı Program

Moderatör: Zekeriyya Yahya KARAPINAR

Moderatör: Muhammed Jibril BAMALLI 13 - 20 October 2011

Moderator

Moderatör

M210 /politicsclub

/politika_kulubu

/politicsclub

fatihuni.politikakulubu@gmail.com

Oryantasyonlar

M210 /politicsclub

Politika Kulübü Oryantasyonu Münazara Topluluğu Oryantasyonu Aktüel Politik Oryantasyonu FUMUN(Türkçe) Oryantasyon FUMUN(İngilizce) Oryantasyon

/politika_kulubu

Aktüel Politik 2 Sayı Birden 12. Sayı + 13. Sayı Üniversitelerarası Akademik Fikir Dergisi

33

/politika_kulubu

fatihuni.politikakulubu@gmail.com


Karikat端r

34


REKLAM verir misiniz?

İrtibata geçin. 0554 516 47 65 0212 866 33 00 / 4304

Yayın koordinatörlerimizden biri olan Önder İŞCEN, Fatih Üniversitesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölüm Temsilcisi olmuştur. Kendisini tebrik eder, görevinde başarılar dileriz. Aktüel Politik Ailesi

İLETİŞİM

e Z

[Yazı, Reklam, Görüş, Öneri]

/aktuelpolitik /aktuelpolitik aktuelpolitik@hotmail.com bu bir reklamdır.

désign

www.facebook.com’a gir. Zezé Design’ı ara. Afiş yaptır, dergi tasarlat, Pepee izle. Çok ucuza.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.