#2
sy
fuck
fuck
coffee
tea
fuck
tea
tea
tea
s
coffee
s y
fuck
tea
e t
tea
s t
fuck
tea
coffee
e m
fuck
s y
sy sy sy s t st st e m emem sysysy stststem sy sete e m y m m s st em
m s e t t s em y sy st sys system t e em syste m m system tea
sy
systemsystem m e systemsystem t s s system ystem ym y system s s t system e system e t s m s systemy s y s y s te tem s m tea
sy
st
em tea
fuck
coffee
tea
tea
fuck
tea
coffee
coffee
fuck
coffee
coffee
tea
em
coffee
tea
st
fuck
system
em st sy stem y s tea
tea
fuck
coffee
tea
tea
tea
coffee
Ah, bu denediğim yeni bir baharat. Beğendiniz mi? Çok farklı. Ne olduğunu çıkaramadım. Adı nedir? Kendini-asarak-ölüm.
Richad Brautigan
Görkem tutunduğun siyahtaşlarda bende bıraktığın çocukluğunu aramayı bırak yüzümde annenin kanlı bebekleri göğsümde göğsünden irinli bir boşluk açarak çıktığın bin eksik bir adamla ters dikilmiş bir ağacın kökünde düşten düşe düşüp ağlasam da ben büyüyemem artık dolamam kollarına olmayan, olamayan her şeyin bir yüzü varmış meğer sende yaşanan her şeyin de bir adı olmalıydı adımı al, ağzına bıraktığım ölülerinle çiğne olmayanlarının yüzlerine dök usulca huzurları kaçsın ruhunda dinlenen şeytanların kimse göğsünü kemiren melekleri hiç duymadı sus duyup içine eridin kendin olmaktan taştın deme bana sus içimde adı kahır olan bir ejderha uyuyor ve sen her sabah dokunduğun her taş kadar kanamış ellerinle umutlarına gökkuşağı yedirmeyi bırak defterimde yedi kez siyah yedi kez ölü gökyüzün ellerimde ellerinle yazıp okuyamadığın yollarınla ters dikilmiş bir ağacın köklerinde sana tek bir adım daha atamasam da.., benim sularım sende saklı elinden hayat gelmese de boğulacağın bir denizin var unutma
Lokman kurucu
Anna Morisch biyografisi Anna Morisch, 12 Ağustos 1935 tarihinde İstanbul’da gözlerini dünyaya açmıştır. Babası Türk, annesi Alman olan Morisch çocukluğundan itibaren hem Türkiye’de hem de Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde yaşamıştır. Gençliğinde müzik eğitimleri almış, çeşitli müzik topluluklarında çalışmıştır. Solo hayatına 1960 yılında gece klüplerinde kostümlü ve danslı showlar eşliğinde şarkı söyleyerek başladı. 1961 yılında Amor Records adlı underground bir plak şirketi tarafından keşfedilerek bir plak anlaşması yaptı. Ancak şirket Morisch’in müzikal isteklerini ve farklı tavrını göz ardı ederek, ona son derece piyasa işi bir albüm yaptırmak istiyordu. Bunun üzerine Morisch elinden geldiği kadar kötü bir performans sergileyerek şirketi anlaşmayı bozmak zorunda bıraktı. Yenilikçi yaklaşımı ve deneysel tavrıyla piyasadaki herhangi bir şirket ile anlaşmasının olası olmadığını fark ettiğinden kendi birikimleriyle aynı yıl içinde Morisch Records’ı kurdu ve ilk albümünün kayıtlarına kendi prodüktörü olarak başladı. Annozlisch! (1962): 1962 yılında ilk solo albümü olan Annozlisch!’i yayınladı ve bir anda tüm dünyada dikkatleri üzerine çekti. Albüm; kapak tasarımından, şarkı sözlerine, müzikal altyapıların zenginliğinden Morisch’in ilgi çekici imajına kadar, her şeyiyle bir anda gündeme oturdu. Bu, müzik tarihinde benzeri görülmemiş yenilikçi bir anlayışla ve özenle hazırlanmış bir albümdü. Annozlisch! hem eleştirmenlerden tam not almış hem de satış rekorları kırarak Morisch tarihinin de en çok satan albümü olmuştur. Hayranlarının ve basının da yoğun ilgisiyle 1962 ve 63 yıllarını tüm dünyayı kapsayan uzun soluklu bir turneyle geçirdi. 1964 yılına gelindiğinde yeni albümü için stüdyoya girmek üzere ülkesine döndüğünde onu büyük bir şok bekliyordu. Morisch ’64 (1964): Morisch’in aniden ünlenmesi ve albümünün milyonlarca satmasının üzerine üç yıl önce anlaşma yaptığı Amor Records elinde bulunan kayıtlardan sanatçının izni olmaksızın bir albüm hazırlamış ve Morisch ’64 adı altında piyasaya çıkarmıştı. Sanatçı derhal albümün satışının durdurulması ve toplatılması için hukuki bir süreç başlattıysa da şirketle bir albüm için anlaşma imzalamış bulunmasından dolayı davası reddedildi. Albüm eleştirmenler tarafından yerden yere vuruldu, aslında Morisch şirketle çalışmayı istemediği için bu kadar kötü kayıtlar yapmıştı, bir de bunlar ucuz altyapılarla birleşince ortaya gerçekten fena bir tablo çıkmıştı. Hayranlarının bir kısmı bu ham albümü reddettiyse de, bir kısmı içinde Morisch’in bulunmasından dolayı edinmeyi yeğlediler. Morisch moral bozukluğuyla stüdyoya girerek yeni kayıt çalışmalarına başladı, yaşadığı bu olay onu derinden üzmekle birlikte aynı zamanda bir sonraki albümü için de kamçılayıcı etki yaratmıştır, çünkü bir sonraki albümü gerçekten de müzik piyasasını baştan sona değiştirecek önemdedir. Konsept (1965): Morisch’in 1965’in ilk aylarında piyasaya sunduğu albümü isminin de belirttiği gibi bir konsept albüm olup hiç tartışmasız müzik tarihinin ilk konsept albümüdür. Şarkılar hem müzikal hem de tematik bir bütünlük içindedir, albüm kapağından sanatçının imajına kadar tüm detaylar da titizlikle hazırlanmış ve ortaya bütünlüklü bir iş çıkarılmıştır. Albüm geleceğe yolculuk eden ve geleceğin dünyasının korkutucu yanlarını gören bir kadını anlatmaktadır. Müzikal altyapı henüz tam olarak elektronik müzik diye adlandırılacak kadar ileri değilse de gelecek temasına uygun olduğu düşünülerek çeşitli elektronik düzenlemelerle sağlamlaştırılmıştı, bu da bir sonraki albümünde tamamen yerleşecek ve müzik tarihinin en erken tamamen elektronik albümlerinden biri olarak vücut bulacaktır. Konsept albümü ilk albüm kadar yüksek olmamakla birlikte olumlu bir satış tablosu çizmiş, eleştirmenler tarafından hayranlıkla kutlanarak tarihin en başarılı albümlerinden biri konumuna getirilmiştir.
Hi-Fi (1966): 1966 yılına gelindiğinde Morisch artık iki başarılı albümle kendini ispatlamış olmanın haklı gururunu yaşıyordu. Aynı zamanda artık müzik piyasasına yön veren ve çağdaşı tüm sanatçıların gıpta ile takip ettiği bir konuma gelmişti. Artık daha üst kademelere yönelmek, giderek daha deneysel çalışmalar yapmak istiyordu. Bir yıl önce yayınladığı albümünün konsepti olan gelecek teması onu çok etkiliyordu ve geleceği şekillendirme fikrini daha da ileri taşıyarak müzikte elektronik bir devrim yapma niyetindeydi. Böylece yine pek çok devrimsel özelliğe sahip bir albüm olan Hi-Fi’yi oldukça şaşalı bir şekilde yayınladı. Herşeyden önce albüm double’dı ve özel ışıklı devrelere sahip ahşap bir kutuda -ve başlangıç olarak sadece 200.000 adet olarak- piyasaya sunulmuştu. Şarkıların altyapılarının tamamen elektronik seslerden oluştuğu, döneminin ses teknisyenliğinin olanaklarını zorlayan bu albümünü hazırlarken piyasanın vereceği tepkiyi tahmin edememekle birlikte artık çok da fazla umursamıyordu. Bu yüzden albümde bazı noktalarda bugünün elektronik müzik anlayışına göre bile fazla uçlara gidilmiş, zaman zaman dinlenebilirlik sınırları zorlanmıştır. Double olan albümün ikinci plağının bir yüzünde 25 dakika süren tek bir şarkının varlığı bile deneysellikte ulaşılan noktayı anlatmaktadır. Işıklı ahşap kutusu, içinden çıkan kartpostal, sticker, poster vs gibi zengin materyallerle yine bir ilke imza atılmış ve dinleyiciye muazzam bir koleksiyon ürünü sunulmuştur. Ancak tüm bu malzemenin varlığı albümün fiyatını oldukça pahalı kılmış, buna bağlı olarak satışları etkilemiştir. Gerçi bu ahşap kutulu versiyon sadece 200.000 adet üretildiğinden daha sonraları sadece plakların karton kapakla geldiği baskısı piyasaya sunulmuştur. 7 Mevsim (1967): Morisch artık müzik piyasasındaki konumunu perçinlemişti, yeni trendleri yaratıyor, çağdaşları tarafından taklit ediliyor ve hayranlarının sayısı her geçen gün artıyordu. Ancak son albümüyle birlikte müziğinde deneyselliğe çok fazla yer vermişti ve giderek anlaşılmaz işlere imza attığını düşünenlerin sayısı çoğalmıştı. Albümün ardından çıktığı turneyle bekleneni alamayınca Morisch bugün bile çok tartışılan bir yola sapar. Bu kez yeni bir trend yaratmak yerine, gelmekte olan akımı yakalayıp onun üzerine oynamaya karar vermiştir. Ortaya çıkan sonuç ticari olarak son derece başarılı olmakla beraber, ilerlediği yenilikçi yoldan ayrıldığı için kimi eleştirmenler tarafından hala eleştirilir. Yine de gelmekte olan hippi devrimini sezerek biraz aceleyle de olsa çıkarttığı “7 Mevsim” albümü 67’nin efsanevi aşk yazına damgasını vurur. Bu albümde elektronik öğeleri tamamen bir yana bırakarak çağdaşları gibi daha akustik ve etnik düzenlemelere yönelmiş ve eleştirmenler tarafından samimi bulunmamakla birlikte çiçek çocukların ilgisini çekecek pek çok konuda şarkılar yapmıştır. Morisch bu albümüyle daha önceleri olduğu gibi devrimsel bir niteliğe bürünememekle birlikte, dönemin önemli grupları tarihlerinin en önemli albümlerini peşi sıra yayınlarken sadece ticari hayatının Annozlisch!’ten sonraki ikinci en büyük başarısına imza atmakla yetinmiştir. Anna (1968): 1968 yılında, aşk devriminin ve çiçek çocukların yankısı tüm dünyada sürerken Anna Morisch duygusal olarak çalkantılı bir dönemdeydi. Pek çok farklı tarzda, çoğunda da öncü bir konuma sahip olduğu başarılı albümler yayınlamış, hızlı ve renkli özel hayatı ile daima magazinin gündemine oturmuş, üzerinde giderek artan baskılara karşı ayakta kalmaya çalışmıştır. 7 Mevsim albümü ticari olarak son derece başarılı bir konuma gelmesine rağmen Morisch artık kendisini tatmin edecek şeyin ticari başarı olmadığını düşünmektedir. Alkol ve uyuşturucu tedavileri görmekte, sürekli içinde bulunduğu kalabalık çevreden bıkkınlıkla uzaklaşmak istemektedir. Bu duygusal süreçte müziğinde de deneysel ya da trend takip eder bir konumda daha fazla kalmak istemez ve sadeleşmek arzusu duyar. Ve tarihinin, egolardan ve cool tavırlardan sıyrılmış en kişisel albümünü hazırlar. Tüm sıfatlarından kurtulmuş olarak o artık hayranlarının karşısında sadece Anna’dır. Çocukluk hikayelerinden, hayallerinden, başına gelmiş –tecavüz gibi- en talihsiz olaylardan, kişilik isyanlarından bahseden sade ama çok vurucu bir çalışmadır bu. Küçük bir kızın masum ninnilerinden başlayarak sonunda insanın suratına sert bir tokat gibi inen finaline kadar son derece özgün ve çırılçıplak bir albümdür. Bir kez daha eleştirmenler tarafından ayakta alkışlanır ve önceki albümlerinin müzik tarihine olan sayısız katkılarının dışında Morisch’in kişisel tarihi içinde en özel albümü olarak taçlandırılır. Ancak hayran kitlesinin kafası son derece karışmıştır. Elektronik müziğin en uç boyutlarından, hippi trendlerine bir anda atlamış Anna’nın bu kez de ne yapmaya çalışıyor olduğu çoğu dinleyici tarafından algılanamaz. Albümün satış rakamları oldukça düşük olur ve bu yeni, içten Anna sadece sadık hayranları tarafından bağra basılır. Yine de albüm müzikal anlamda gerçekten başarılıdır ve aynı zamanda Anna Morisch’in kendi istekleri doğrultusunda tamamladığı son albümüdür.
Everest (1969): 68 albümünün satışlarının düşüklüğü ve son turnesinin başarısızlığı yüzünden Morisch büyük bir mali sıkıntıya düşerek borçlarını ödeyemez duruma gelir ve şirketi Morisch Records’un tamamını ve aynı zamanda daha önceden kayıtları tamamlanmış ama albümlere konmamış bazı şarkılarının haklarını satmak zorunda kalır. Ardından müziği bıraktığını açıklar ve sayıları hala azımsanmayacak hayranlarını üzüntü içinde bırakır. Şirketin yeni sahibi ise Morisch adını kullanmaktan vazgeçmeyi reddeder ve Morisch Music olarak tashih ettiği yeni isimle haklarını aldığı şarkılardan bir albüm yapmaya girişir. Anna Morisch 1964 rezaletinden sonra bir kez daha onaylamadığı bir albümle karşılaşacağını bildiği halde eli kolu bağlı şekilde beklemekten başka çaresi yoktur, tek tesellisi kayıtları kendisi tamamladığı için şarkıların kendi düzenlediği şekliyle yayınlanacağıdır. Ancak albüm piyasaya çıktığında yanılmış olduğunu anlar. Şarkıların belli kısımları alınarak altyapıları tamamen değiştirilmiş, adeta yamalı bohça gibi bambaşka bir hale bürünmüştür. Gelmekte olan disko akımını öngören yeni yapımcı, tamamen disko altyapılar üzerinde Morisch’in şarkılarını adeta baştan inşa etmiştir. Morisch albümle ilgili herhangi bir açıklama yapmaktan kaçınsa da yakın çevresi tarafından gösterilen yenilikçi tavırdan ötürü sanatçının hoşuna gitmiş olduğu fısıltıları yayılır. Albüm yine de müzik tarihine en erken disko albümlerinden biri olmasından ziyade yaşanan promosyon rezaleti ile geçmiştir. Olay yaratacak bir promosyon kampanyası yapmak isteyen şirketin yeni sahibi, albümü alan herkese -adına uygun olarak- Everest Dağı’ndan koparılmış birer kaya parçası vermeyi vaat eder. Sadece müzik değil tüm ticaret tarihinin en anlamsız ve gereksiz promosyon çalışmalarından biri olan bu çaba bir süre sonra şirketin maddi yönden olumsuz şekilde etkilenerek kapanmasına sebep olmuştur. Olay dönemin basınında “albümünün yanında taş verilen kadın” sıfatıyla rezil edilen Morisch’in şirkete karşı ahının tuttuğu esprisiyle yer alır. Everest, sanatçının hayranları için hoş bir şaka sıfatıyla arşivlerdeki yerini alır ve Morisch’in müzik hayatı da altı yıl sonraki tek şarkılık sürpriz çıkışı haricinde tamamen kapanır.
Suat Pala
beat’in sahte bekçilerine saman üstünden diss. evimin bodrumuna ses sistemi kurmak ve yüksek sesli, kadife sesli, erimiş otoban lastiği sesli beth gibbons terapisi eşliğinde ot içmek istiyordum. pastel renklerle boydan boya kapatılmış bir lunaparkı anımsatan o kirli çocuklar sokağını, o kirli çocuklar sokağındaki kokuşmuş sutyenli bayat kadınları ve çocuklarını ve damarlarını ve çürümüş amlarını istiyordum. uzaylılarla akraba çıkmak, mümkünse bir gezegene başbakan olmak ve çikolata ağacından avazım çıktığı kadar orospu çocuğu peydahlamak istiyordum. güzel bir sevgilim olsun, mümkünse amelie’ye benzesin, ben onu bol bol sikeyim, o beni sevmesin ama mutlu olalım istiyordum. bir babam olsun, kaç annem olduğu hakkında fikir sahibi oluşum ortaokulda üslü sayılar konusunu hatmettiğim zamana denk gelsin ve biraz daha bira, ve biraz daha bira, ve biraz daha ve ağzının burnu kırılmış depozitosuz şişman şişeler istiyordum. peygamber olmak kariyer planlarım arasında yer almıyordu fakat biraz o kafaya, biraz da o ilahi algıya yaklaşmak, damarlarımdan merhamet ve sabır ihsan eylemesini dilenmek ve dünyanın bütün benden olmayan oğlanları yerine benim topum inşaatlara kaçsın istiyordum. bu beni bir bakıma toplumcu bir bakıma yeraltı bir bakıma klişe kılıyor olsa da, bir kaç orospu çocuğunu zengin etmeden bütün bir kusmuğu yarım bir insanlığa armağan etmek tutkusuyla, kainatın bütün palyaçolarının kırmızı tonlarda giyiniyor olması arasında azami bir seçim yapmak ve doktora tezimi otunu pek sevdiğim yenimahalle eşrafına sunmak istiyordum. çocukluğumun ikinci çeyreğinden itibaren sahip olduğuma inandığım bütün kadınların benim evimde ikamet etmesini, saygıdeğer mahalle muhtarımızın, ‘’otuz biri çeker iken algıda bir yağmur ‘’ isimli tiyatral istanbul operasında orkestra şefi olmasını ve bütün ev arkadaşlarımın o orkestrada darbuka çalmasını ve biraz daha ot ya da biraz daha biram olmasını istiyordum. bütün bir intiharı parçalara bölmenin, ‘’kutsal kitap yazım teknikleri’’ isimli cep kitapçığından arakladığım klişe bir teknik olduğu düşüncesini kafamdan attığım sırada bütün bunlar testislerimin içinde fokur fokur kaynayan düşünce demetlerinden ibaretti. kuantum fiziği, ah siz nasıl diyorsunuz, işte bunu açıklamaya meyilli her ne bok icat ettiyse insanlık; ben onların her birinin karşısında en mükemmel organımla dimdik dururken, onlar viski içmeye ve mümkünse biraz daha viski içmeye ve bir kez daha kıç deliklerindekileri okyanusun öteki amcığında aramaya devam ediyorlardı. bu beni biraz çağdışı biraz yeraltı biraz küçük burjuva biraz orospu çocuğu yapıyor olsa da ben annemi çok seviyorum. yalanmış ve yalnız kalmış bir haykırmanın kırıntıları arasında izafi bir geleceğe yön vermek özlemi: yaşıtım bütün yalancı peygamberler tarafından kuşkusuz milyon sefer takip edilen, refüjlerindeki porno dergilerden, prezervatiflerden, enjektör ve bebe bisküvilerinden beslenen, alışılagelmiş, önüne geçilmeyen ve herkesin o göte layık gördüğü siklerden işe yarar hiç bir sperm doğru yumurtaya kapak atamamışken, gittiği yönü geldiği geçitte zanneden saçma sapan bir yol. -uyumak istiyorum.
Eren Okur
SIEG HEIL! II.Dünya Savaşı,1939’dan 1945’e kadar süren dünya milletlerinin çoğunun yer aldığı bu sebeple küresel bir nitelik taşıyan askeri çatışmadır. Başta Almanya olmak üzere İtalya ve Japonya Mihver Devletler olarak, Birleşik Krallık,Sovyetler Birliği,ABD,Çin ve Fransa Müttefik Devletler olarak savaşa katılmıştır. Bu savaş nükleer silahların kullanıldığı tek savaş (ABD, Japonya üzerinde uygulamıştır) olup Holocaust( Yahudi katliamı ) gibi kitlesel sivil ölümler de yaşanmıştır. İnsanlık tarihinin en kanlı savaşı olarak da nitelendirilen II.Dünya Savaşı boyunca 40-50 milyon insan hayatını kaybetmiştir. II.Dünya Savaşı, o veya şu nedenlerden dolayı dünya tarihine damga vurmuş; gerek filmlerde gerekse belgesellerde çokça işlenmiştir. Özellikle Almanya’nın o dönemki siyasi politikası Nazizm ve Adolf Hitler’in yaşamı ön planda tutulmuştur. Bu konuda çekilen bazı filmlere göz atılacak olursa; kuşkusuz La Vita E Bella bunların başında gelir. Filmde o dönemde Nazi politikasının Yahudiler üzerindeki soykırımlarını şiddeti azaltılmış biçimde – nazikçe- seyircilere aktarılmaya çalışılmıştır. Çocukların oyun olarak algıladıkları gaz odalarında öldürülmesi, yetişkinlere yapılan türlü türlü işkenceler ustaca seyircilere işlenmiştir. Yarı hüzünlü yarı tebessüm ettiren ögeleri içinde barındıran filmin yönetmen koltuğunda iseRoberto Benigni oturmaktadır. Holocaust ile ilgili başka bir belgesel-film ise ‘Nuit et brouillard’ dur. Bu belgeselin en önemli özelliği görüntülerin tamamen gerçek olması yani gerçeği tüm çarpıcılığı ile gözler önüne sermesidir. Nazilerin birçok insanı öldürüldüğü Auschwitz ’deki hayat öykülerini gerek haber görüntüleri gerekse fotoğraflarla aktarmaya çalışmaktadır. Ünlü belgesel-filmin yönetmen koltuğunda ise Fransız yönetmen Alain Resnais oturmaktadır. Film insanlara insanoğlunun en zalim canlı varlıklar olduğunu bir kez daha kanıtlayıcı nitelik taşımaktadır. Ayrıca kuşkusuz yedinci sanatın en gerçekçi belgesel film özelliğine sahiptir. Hitlerin hayatını konu alan çarpıcı filmlerden bahsedilecek olursa bunlardan bir tanesi ‘Der Untergang’ dır. Hitlerin çöküşünü konu alan filmin yönetmen koltuğunda Oliver Hirschbiegel oturmaktadır.Savaşın son günleri ve Hitler’in ve onun izninde çalışan askerlerin intiharını da büyük bir ciddilikle seyircilerine sunan film biyografik nitelik taşımaktadır. Bu konuda önerilebilecek film listesi saymakla bitmez fakat son olarak izlenecek filmler arasına The Rise of Evil eklenebilir. Bence Hitler’i anlatan en başarılı film bu filmdir. Filmin taraflı bir içeriği olduğu ve Hitler karşıtı bir tutum sergilediği apaçık ortadadır. Fakat bence filmin geneline bakıldığı zaman o dönemi en iyi anlatan filmlerden bir tanesidir. Adolf Hitlerin hitabet yeteneği ile Alman halkını kendisine çekmesini en güzel biçimde sinemaya uyarlayan yönetmen Christian Duguay ve Hitler rolünü hakkıyla yerine getiren Robert Carlyle’ yi böyle başarılı bir iş çıkardıkları için tebrik etmek gerekir. Öyleki o zamanki Nazi Almanya’sında birisini selamlarken dahi Heil Hitler denilmesi gelenekselleşmişti. Hitlerin Alman halkı üzerindeki etkisini buradan anlayabilmekteyiz. II.Dünya Savaşı’nın belki de en acımasız diktatörü olan Adolf Hitler’in ve onun Yahudi soykırımı ile ilgili düşüncelerinin en iyi şekilde anlatıldığı ve insanın içini ürperten filmler eklenebilir; bunun yansıra bu filmler insan oğlunun yeri geldiğinde ne kadar acımasız olabileceğini de gün yüzüne çıkarmaktadır.
Pelin Güloğlu
Bir Kardelenin Gözyaşları Uykum kaçtı. Gecenin sessizliğine ritim kazandıran eskimiş duvar saatinin sinir bozucu saniye tıngırtısına taktım. İnsan bir şeye takınca takıyor. Bu takıntıların tek güzel yönü derdi tasayı unutturuyor, geriye bir duvar saatini bırakıyor. Ev yabancı, ben yorgun, saat istekli... Uyku yok, sessizlik var, ben kayıp... Saatse Alman, bir kıyak yapıp durmaz ki! O günün tek suçlusu duvardaki saat değildi. 95 model Toyota’mız da içli ağlayan kız çocuğu da değildi. Çünkü yaşlı kadına göre içli ağlayan çocuklar babalarının başına iş açarlarmış. Bu yüzden yaşlı kadın, torununu sevmez, her ağladığında azarlardı. Sanki kötü gidişatın sebebini bulunca her şey iyi olacakmış gibi rahatlardı. İnsan inanmak istemiyor ama, ne bu kızın hıçkırıkları ne de babasının dertleri bitti. Toyota’ya gelince; ahu bakışlı, dik duruşlu, vakar sahibi, ince uzun bir araba. Kendinden 10 yaş küçük arabaların yanında eğilip bükülmez, bu dünyaya araba olmak için geldiğinin bilincinde sessiz sakin ilerlerdi. Ne var ki, o gün yorgun düştü. Kuş uçmaz kervan geçmez tozlu bir yolda kaldı. Bana mahcup olduğundan üstüne varmadım. Bir iki yeri aradık, epey bekledik. Bizimkinin hâli hâl değildi. İhsan Ağabey epey celalliydi, tek kelime edemedim. Uzun soluklu küfürler edip kanımı donduruyordu. Bizim mahalleye henüz gelmemiş ithal küfürlerdi. İhsan Ağabey’in yanakları geriliyordu. Çürük dişlerine gıcırtma tedavisi uyguluyordu. Direksiyona iki eliyle vurup arabadan tekrar çıktı. Arabanın üzüldüğünü rengi solmuş koyu yeşil kaputundan anlamıştım. Bu yaştan sonra dayak yemek ağrına gidiyordu. Hayasız kuşlardan bu kadar çekmemişti. İhsan Ağabey arabanın kapısını çarpıp kollarını yine arabaya dayadı. Sadakatine güvendiği tek kişi oydu şu her türlü küfrü hak eden dünyada. Arabayı sevmezdi ama sadakatine güvenirdi, bu da böyle bir kalleşlik işte. Bir tokadı da arabanın üstüne indirip bana bağırmaya başladı. İnsan rezilliğe alışınca her derdin müsebbibini kendi sanıyor. Bana bağıracağını arabanın durduğu ilk andan biliyordum. İhsan Ağabey bana bağırdı çünkü arabadan anlamıyordum. Çünkü 95 model Toyotaları çok seviyordum ve bu arabayı ben bulmuştum. Çünkü bu kestirme yolu ben önermiş ben tarif etmiştim. Çünkü yolun sonu buruktu. Buruk Mezarlığı. Bir mezarlığa konacak en iyi ismi koymuşlardı herifçioğulları. Bana da bir gitmek düşüyordu, onu da beceremiyordum. Toyota yolda kalıyor, İhsan Efendi bana sövüyordu. Bense buruktum. Buruk Mezarlığı’na giden herkes gibi, tüm ailesini keskin virajdan Buruk’a yollayan ama kendisi mezarlığa konuk oyuncu olan herkes gibi buruktum. Arabayı yeni almıştık ama virajı alamadık. Be adam, o kadar para verip hafif ticari araba almasını bilirsin de kaç paraysa verip şu virajı alamazsın. Toyota’yı bu yüzden severim işte. Savrulmaz öyle sağa sola. Kıçı başı ayrı oynamaz, ağır arabadır. Toyota değil de geniş ticariyi alırsan, arabayı da karını da kızını da büyük oğlunu da yollarsın o zaman sonsuzluğun sahibine. Bir ben kurtulurum, bana da İhsan Ağbi söver araba durdu diye. Virajı alamasa daha mı iyiydi? Toyota hafif bir araba değildir. O günün asıl suçlusu Toyota da değildi. Hem vakur bir araba o. 95 model. O günün suçlularından biri de o günden bir gün önce bozulan sokak lambasıydı. Ne güzel her akşam önünden geçerken başımı okşar, filminde figüranlık verirdi on saniyeliğine. Ben de her akşam bu on saniyede kendimi ona kanıtlamaya çalışır ağırdan alırdım rolümü. Benim için önceden yoluma konulan kutu kola ölüsüne şut çeker sessizliğin canını sıkardım. Ama o günden bir gün önceki akşam yanmadı lamba. Sokak lambası. Figüran da olamadım şu dünyada. Tabii tüm suçu lambaya atmak da olmaz. Onun da canı var sonuçta. Belki de tatile çıkmıştır. Ya da o akşamı ailesiyle geçirmek istemiş olamaz mı yani? Olur, elbette olur. Ama işte insan, hayatı kötüye giderken yoldaki tüm izlere sataşıyor. Suçlusun suçlusun suçlusun. Sen de suçlusun lan!
Sen de suçlusun Alman saat. Saatlerin de cinsiyeti vardır bildiğiniz gibi. O saat erkek bir saattimesela. Bakışından belli oluyor. Uzun uzun bakarsanız anlarsınız. Tık tık’larından, somurtmalarından belli olur. Arabadan indim. İhsan Ağabey’in gözleri kan çanağı, elleri deprem gibiydi. Yüzü pancar gibi kızarmıştı. Öyle bir haldeydi ki suçumu kabul etmiştim artık. Sakinleştirecek, özür dileyecektim. Omuzlarımdan tuttu, ben de omuzlarımdaki kolları tuttum. Var gücüyle sıkıyordu. Beni konuşturmuyor, ne dediği belli olmuyordu. Burnumun üstüne, kemik kısmına kafayı indirdi. Yere yığıldım acıyla. Boynumdan yukarsında yerler değişmiş gibiydi. Kafası olmadan koşan tavuklar gibi ayağa kalkıp İhsan Efendi’ye esaslı bir yumruk çıkardım. Benden beklenmeyecek bir yumruk. Epey koştum sonra yol boyu. Sonra hızlı hızlı yürümeye başladım. Hava kararmaya yakın tekrar koşmaya başladım. Bir insan görmeye ne çok ihtiyacım vardı. Dünyanın en çakal insanını dahi yola getirmeye hazırdım. Çünkü yaşamaya ihtiyacım vardı o an. İhsan Ağabey’in dumanlı ciğerleri peşimden kovalayamamıştı. Bu yüzden güvende hissediyordum kendimi. Yol boyunca teyzenin hayrına götürüyorum deyip durmuştu. Araba bu herifin dırdırına sıkılıp durmuştur kesin. Ben araba olsam ben de dururdum. Hava karardı kararacaktı. Bir ezan duydum sonra… Duyduğum en güzel akşam ezanıydı o.İlçenin çıkışına yakın bir köy göründü. Gördüğüm en güzel köydü. Tekrardan hızlı hızlı yürümeye başladım. Yürürken de nereye gitsem diye de düşündüm. Camiye doğru hareketlendim. Cemaat dağılıyordu. Sessizliğin suyuna giden huzur veren sakin konuşmalar nota gibi göğe dağılıyordu. Hiç yapmadığım bir şey yapmak zorundaydım. Herkesin duyacağı şekilde bağırdım: Selamün aleyküm! Aklım hep Toyota’da kaldı. Böyle sürekli Toyota deyince reklam gibi olmuyor değil mi? Çünkü arabaların ismi olmuyor ne hikmetse! İhsan Ağabey’in hak ettiği ismi bu Toyota ne yaptıda hak etmedi? Bundan sonra Toyota’nın adı Sıtkı olsun o vakit, duydunuz. Sıtkı kim bilir ne haldeydi. Kalender bir araba olduğundan ağlayıp sızlamaz, bu dünyaya araba olarak geldiğinin bilincinde verilen görevi ifa eder. Ama Sıtkıcığım sen de bir hoşsun. İhsan Ağbeyin öyle çok da iyi biri değildir. Onunla beni bir tutmayasın. O günden bir gün önceki akşam bozulan sokak lambasını diğer sokak lambalarından ayıran özelliklerden biri de başını öne eğme biçimiydi. Öyle çok eğip de tevazuda haddi aşmıyor, içinden geldiği gibi başını eğiyordu. Delikanlı bir lambaydı. Keşke bozulmasaydı ama bozuldu. Bazı şeyleri değiştirsen belki kaderin de değişecektir de, ama o bazı şeyler senden öyle bağımsızdır ya o lambanın da hayatımdaki yeri öyleydi. Bu hissi anlatamam. Ama özetllemek gerekirse o akşam lamba bozulmasa Sıtkı yolda kalmayacak ben de Alman saatin tıngırtısıyla tırlatmayacaktım. Cami cemaati yorgun gözlerle kaşlarını kaldırdı bana bakarken. Parça parça aldılar selamımı. Halimden vehameti anlayacak basireti olanlar beni bir yere oturtup nefes almamı beklediler.İç huzurla olanları yarım yamalak anlattım. Anlatırken o kadar da vahim bir durum olmadığını anladım. Ama ağbiler anlayışlıydılar. Bir tanesi misafir etmek istedi, çok mutlu oldum. Hikayenin başında ağlayan içli bir kız vardı. Hikayenin kayıp figüranı. O kızİhsan Ağabey’in sevmediği kızı Kardelen’di. Babasını çok seven o iyi kalpli kız işte.Zannedilenin aksine kötü insanların dasevenleri vardır. Ve kötü insanlar da sever başka insanları.Hayatta öyle tek kelimelik kategoriler yoktur. Kötüler bir adada yaşayıp güçlerini iyilere karşı birleştirmezler. Keşke olsa öyle bir dünya, daha delikanlı olurdu her şey. Hem de tanışırdık iyi insanlarla. Karşı safta olsak bile...
Yunus Abidin
beni köye yollamış, odadaki Alman Saati tembihlemiş “bağır” diye,uykumu kaçırmıştı. Yaşlı kadın yine bilmiş, işler epey karışmıştı.
Küçük kız, Kardelen, Buruk’a giderken bizimle berabergelmek istemişti. İhsan Ağabeyolmaz anlamına gelen bir tokatla mevzuyu kısa kesmek istese de Kardelen’in hıçkırıkları Sıtkı’nın radyosundan geliyordu. Sıtkı’yı durduran sokak lambası değil Kardelen’di belki de. Kardelen’ingözyaşları
- KULAK PASI “BU ALAN, KARA KARNAVAL ZİNE’DE YALNIZCA TEK BİR SAYFA YER ALMIŞ, ANCAK
YAZARIN YOĞUN HAYAT MÜCADELESİ SEBEBİYLE, TÜFEĞİNİ DOLABINA KOYUP, GÖREVİNİ ASKIYA ALMIŞ BİR ALANDI. FAKAT BU BİR MAZERET OLABİLİR Mİ? BENCE, OLAMAAAZ OLAMAAAAZ, KESSSSSİNLİKLE OLAMAZ! VELHASIL KELAM UMARIM BUNDAN SONRA ENGELLERE DAHA FAZLA GARK OLMADAN, SÜREKLİLİĞİ GETİREBİLECEĞİMİZ NİCE SAYILARA UZANIRIZ DİYEREKTEN VE LAFI DAHA FAZLA UZATMADAN DEVAM EDİYORUM A DOSTLAR.” ASLINDA BU SAYIDA YER VERMEK İSTEDİĞİM OLUŞUMUN SUNUMUNU 7 AY ÖNCESİNDEN HAZIRLAMIŞTIM ANCAK KISMET BU SAYIYAYMIŞ SEVGİLİ MUZİKSEVER NIGGA’S. BUGÜN SİZLERE, 25 ŞUBAT 2015 TARİHİNDE DÜZENLENEN BİR ÖDÜL TÖRENİNDE, MÜZİK DENEN ŞU TAPILASI KARA DELİĞİN, “YİĞİDİ ÖLDÜR, HAKKINI YEME” SÖZÜNE BELKİ DE EN UYGUN MİLLET OLAN MÜZİĞİN BEŞİĞİ İNGİLTERE’DEN, EN İYİ BRITISH GRUBU OLMAYA HAK KAZANMIŞ, 2 KİŞİLİK DEV BİR ORDUYLA MERHABA DİYORUM VE HAZIRSANIZ KENDİLERİNİ TAKDİM EDİYORUM; - ROYAL BLOOD KARDEŞLERİM, KARINDEŞENLERİM, BU OLUŞUM DUO OLARAK TABİR EDİLEN, İKİ KİŞİLİK BİR OLUŞUM. FAKAT İCRA ETTİKLERİ SOUND KALİTESİ İSE, DİNLEDİĞİNİZDE AKILLARA DİREKT OLARAK MUSE’U GETİREBİLECEK BİR KALİTEYE SAHİP. ARANIZDA “NASIL OLUR DA 2 KİŞİLİK BİR GRUP MUSE’E YAKIN KALİTEDE BİR SOUND YARATABİLİR?” DİYEN VARSA, BEN BU SORUNUZU “MÜZİK BİR TANRIYSA, ONDAN HER ŞEY BEKLENİR VE BU TÜR ŞEYLERE ŞAŞMAMAK GEREK” DİYEREK YANITLAYABİLİRİM SANIRIM. ŞİMDİ GELELİM FASÜLYENİN BESİN DEĞER ŞEMATİĞİNE; EFENDİM GRUP, BASS GİTAR/ VOKAL POZİSYONUNDA MIKE KERR’İN (25) KULLANDIĞI PEDAL SİSTEMİ VE ŞAHANE VOKALİYLE, DAVUL POZİSYONUNDA BEN THATCHER’IN (26) SIRADIŞI DAVUL TUŞE VE TRAFİĞİNDEN OLUŞMAKTA. GRUP KENDİNİ, SAHNEYE 11 KASIM 2013’DE, (KASIM’DA SINGLE BAŞKADIR ÖZDEYİŞİ DOĞRULTUSUNDA) İLK ÇIKIŞ PARÇALARI OLAN “OUT OF THE BLOCK” İLE İNSANLIĞA TANITMIŞ VE İNANILMAZ BİR İLGİYLE KARŞILANMIŞ. AYNI ZAMANDA BU SINGLE “WHO AM I - KEIN SYSTEM IST SICHER (2014)” İSİMLİ FİLMİN SOUNDTRACK’İ OLMAYA HAK KAZANMIŞ. 25 AĞUSTOS 2014 TARİHİNDE GRUP, KENDİLERİYLE AYNI İSMİ TAŞIYAN İLK STÜDYO ALBÜMÜNÜ PİYASAYA SÜRMÜŞ VE BÜYÜK BİR İLGİYLE KARŞILAŞMIŞTIR. TARZ OLARAK İSE YERLEŞİK BİR TARZI OLDUĞUNU SÖYLEMEK MAALESEF GÜÇ. ANCAK DİNLEDİĞİNİZDE GARAGE VE BLUES ROCK ESİNTİLERİNİN, BRITISH ROCK’LA HARMANLANDIĞINI GÖRECEĞİNİZDEN ŞÜPHE DUYMUYORUM.
GRUPLA ALAKALI YAZABİLECEĞİM ASLINDA ÇOK ŞEY VAR FAKAT BU MERAKI BİRAZ DA SİZE BIRAKMAK İSTİYORUM. 2 YILLIK KISA SÜREÇTE HARİKA BİR ÇİZGİ TUTTURAN BU GRUBU, ENERJİK BİR RUH HALİNE BAĞLI KALMAK İSTİYORSANIZ, EVDE, İŞTE, OTOBÜSTE, YÜRÜRKEN, SPOR YAPARKEN, ÖZELLİKLE POLİSE TAŞ ATARKEN DINLEYEBILIRSINIZ. ŞAKA ŞAKA POLİSE TAŞ ATMAYIN YA DA ATIN SİZ BİLİRSİNİZ. AMA KOŞUN, SPOR YAPIN, SEVİN, SEVİŞİN, KAFANIZI YÜKSEK TUTUN VE BUNLARI YAPARKEN MÜZİĞİN SİZİ KUTSAMASINDAN ASLA UZAK KALMAYIN. DAMARLARINIZDA ÖFKEYLE, BEYNİNİZDE FİKİRLE, KALBİNİZDE SEVGİYLE KALIN. PASTAN ARINMIŞ KULAKLARA...
BTHN TZKN
royal blood torrent link: https://kat.cr/royal-blood-royal-blood-2014-320-t9469584.html
KAFAPRESİ
masadan aldığım rakıyı bırakıyorum masaya. artık sorun yok, mide ve kramplar için tüm eczaneler öyleyse bırak öylece yere düşsün ter içinde güvercinler çünkü imkansızdır takım elbiseli sivrisineklere damarın bittiğini öğretmek. çünkü manzara doldu bak ağaçlar teslim ediyor dallarını, kinle bilenmiş baltalara işte dinle, yalnızlığın orkestrası uyarmakta: yorgun döl evine dön! itiraz etme, sana söyleneni yap. ölü kedilerin değerine alınacak serinkanlı ol, talimatlara uy ruj sür, sakal bırak, hayvan tüket hamburger ye, kola iç şiir gibi yaşa, şair gibi öl! çünkü bombalandığın çadırda itirazların da olmalı su tanklarından delik asfalta çakılırken karanfiller; çocuklar öldü. çocuklar bira içti, çocuklar porno izledi, çocuklar yandı. ıslak kaldırımlarda her şey'in taarruzu ve telaffuzu zor, zırhlı zühal seyahatlerinde kitleler halinde yürürlerken üzerimize, bütünüyle muazzam bir gürültüyle çocuklar sallandırıldı kent meydanlarında!
bütün itfaiyeler yakıldı bütün süpermarketler yağmalandı bu mu? köfte ekmek kokusu bu mu? çalıntı beton, kesik şarap bu mu? bağlama sesi, insan eti.. kafa presi! ateşi ben buldum yakacağım her yeri! masadan aldığım rakıyı iade ediyorum masaya. artık nezaket yok; dikiş iğneleri için ameliyat yaraları.. nezih nevresimlerinizde kan eskisi, karton kesiği, patlak plastik ve beyin travması yaklaşık olarak bir intihar provası yaklaşık olarak sapla şırıngayı devlet garantili cesedine. horororrrororrrorh! yine de salyasıyım, uzayan saçlarıyla darmadağınık; kirli hatıra ormanında uluyan köpeklerin. yine de güzel bir göte sahip anılarımız. Uluer Oksal Tiryaki
Merhaba, ben iyi giyimli ve çöp karıştıran biriyim. “Dünyadaki açlık ve sefaletin nedeni yoksulları doyuramamak değil, zenginleri doyuramamaktır.” Açlıkla, yoksullukla, işsizlikle, çare bulunmak istenmeyen oy güdümlü “açlıklarınızla” seçim zamanı kapınızı çalarlar. Üretim ve tüketim alışkanlıklarının ele alınıp irdelenmediği ve 10 tane dünya varmışçasına tüketen insanların hangi ideolojiyi savundukları, sandığa gidip gitmedikleri, hangi partiye oy verdikleri ve düşledikleri sistem, ütopyaları ve ütopyalarımız; dereleri barajlarla boğumlanan, toprağı tarım ilaçları ve GDO’lu tohumlarla zehirlenen, denizleri plastik poşetlerle boğulan, atmosferi kirletilen, ozon tabakası delinen dünya için önemsizdir. Yaşıyorsak, devrim her an, hemen şimdi! Devrim alışveriş sepetinde, devrim bez torbada, devrim buzdolabında, devrim tabakta, devrim çöpte, devrim her yerde. Friganizm (Freeganizm) nedir? Basit bir tanım yapacak olursak freeganizm (friganizm) free yani bedava ve vegan yani hiçbir hayvansal ürün tüketmemek anlamına gelen kelimelerin biraraya gelmesi ile ortaya çıkmış tüketim ve israf karşıtı bir harekettir. Antikapitalistir. Neden bu kadar çöp var? İhtiyacımızdan fazla tüketiyoruz, geri dönüştürmüyoruz, açgözlüyüz ve paylaşmak yerine dökmeyi tercih ediyoruz. Dünden kalan ekmekleri ısıtıp yemek yerine her gün taze ekmek alıp ertesi günü yenmeyen yarısını çöpe atıp yeniden ekmek alıyoruz. Güneşin, yağmurun, toprağın, çiftçinin bir buğday tanesine verdiği emeğin bilincinden uzak iken “emekçi” söylemlerindeyiz ve ne zaman veganizmin etik ve eşitlikçi bir yaşam biçimi olduğunu söyleyen biri olur da hayvan haklarından size bi kuple bahsedip o çok sevdiğiniz çöp şişin aslında bir canlının ölü bedeni olduğunu söylediğinde, onu küçük burjuva olmakla yaftalamayı marifet biliriz, sanki karnizm yani etçillik size sokak başlarında, sokakalar boyunca pornografik bir kokuyla sunulmuyormuş gibi. Biz fikir ve pratik olarak hesaplanmayan küsüratların altında ezilen, ezildiği için daha çok ezen yegane türüz. Hep daha fazla, yaşamak için birincil derecede gerekli olmayan ne varsa tüketmemiz teşvik ediliyor ve bu küresel bir strateji. Siz tüketmezseniz, ben tüketmezsem, işçiler işsiz mi kalır? İnsanlar hayvan boğazlayıp yemezse koyunlar ölür mü? Bu fikre saplanıp kalıyorsanız eğer beynin bahaneler üreten merkezini iyi geliştirmişsiniz demektir. Belki ondan sonra deviren bir devrim olur bu devrim. Çöpte neler var? Sistemin tek tipleştirmesinden, sistemin oramızı buramızı yontup bizden biz olmayan bizler yaratma çabasından meyveler de nasibini alır. İsterler ki raflara dizdikleri her meyve yuvarlak, parlak, kırmızı, mor, göz alabildiğine sarı, ne ise o’ndan çok bunu nasıl görmek istersiniz formatında önce göze hitap etsin. Sırf şeklen yamuk, küçük, ortama büyüklüğün altında, taşınırken ufak bir yara almış diye hergün kaç ton sebze ve meyve dünyadaki ihtiyaç sahiplerine ulaşmak, ulaştırılabilmek yerine çöp kutusunun derinliklerini boyluyor, elimizde buna dair net bir veri yok. Açlık yok, açgözlülük ve israf var. Yeryüzüne, güneşe, toprağa, yağmura, toprağı kazan ellere ihanet var.
DİCLE ÜRÜNAY
RUJ Günlerdir planladığım davet artık her detayıyla hazırdı.Uykusuz kalmış ve yorulmuştum . Ama artık her şey… Kalbimdeki çoraklığa sebep bildiğim herkesi posta kutularına birer şiir bırakarak davet ettim. İsimsiz kağıtlar… Fakat ellerine geçtiğinde kimden geleceğini hemen anlayacaklarından emindim. Davet bu akşam ve az zamanım kaldı. Her misafirim için ayrı bir köşe hazırladım. Ve her biriyle sevdiğimiz anılarımızı özenle yerleştirdim. Onları rahat ettirme gibi bir çabam olmadığını bilsem de neden hoşlarına gidecek anıları seçtiğimi bilmiyordum. Diğer köşeleri titizlikle hazırlayıp bitirdikten sonra nihayet asıl meseleye geldim. Bu gecenin en ihtişamlı köşesi korkuyu ve çaresizliği bana geçirmem gereken bir hastalık gibi yaşatan o anıya ait olmalıydı. Vakit daraldıkça telaşlansam da –o gelecek diye- tahmin ettiğim saatte bitirebildim.muhteşem görünüyordu canımı acıtıyordu gözümü alamadım ne kadar zaman bilmem. Odama cıkıp çekmeceleri karıştırdım ve o anıdan kalan bir şeyler aradım.Ne var ne yok kaldırmışım.Kendime nasıl kızdım anlatamam.Nasıl anlatacaktım misafirlere bu kan kaybını… Derken aklıma eski bir defter geldi.;Nereye kaldırdığımı da biliyordum üstelik.Birz organlarımı dağıtsam da buldum çıkardım defteri.Ortalık iyice dağılmıştı. organlarım sağda solda seğiriyordu.Telaşlandım alelacele toparladım onları,neyi nereye koyduğumuysa inanın bilmiyorum.İçimdeki kargaşanın sebebi bu olsa gerek.Defter kanlı, defter elimdeydi.Rastgele açtım boş bir sayfa çıktı.Ne acı bir boşluktu sormayın gitsin.Devam ettim karıştırmaya aradığım boşluktan fazlasıydı çünkü.Sayfaları çevirdikçe bir gözyaşı kokusu sarıyordu odayı.Bazı sayfalarda karalanmış kara yazılara denk geliyordum.Hemen gözlerimi kapatıp devam ediyordum çevirmeye aradığım bunlar da değildi. Ve sonunda karşılaştık.Dayanamadım yine ağladım.Parmaklarımı yazıların üzerinde gezdirdikçe dayanamadım bir daha öldüm.Birden kapı çaldı,çalmasaydı yine ölürdüm.Defteri yere bıraktım suçüstü bir hisle.Kapıya koştum o sandım.Açtım kimse yoktu kapatacakken fark ettim komik ki yerde sadece bir ruj vardı.Uzandım aldım.Kırmızı bir ruj…İnanın kapıyı kapatıp kapatmadığımı hatırlamıyorum,bu yüzden belki bu titreyiş.Koridoru şehirler arası bir yol sanarak odama yürüdüm.Elimde ruj,bu dünyadan olmayan bir şeyi anlamaya çalışır gibi baktım. Odaya vardığımda müzik açıktı.Bu sesi tanıyorum artık,zaman zaman yoklardı beni,bundan korkmadım.Bu şekilde odanın ortasına kadar gelmişim ne tuhaf;elimde bu dünyadan olmadığını düşündüğüm bir ruj,kulağımda nerden geldiğini bilmediğim ve sözlerinin tek kelimesini bile anlamadığım bir şarkı… Kendime geldiğimde defter yerdeydi.Etrafına birkaç söz dökülmüş içinden.Bu kez korktum;dizlerim tutmuyordu,direnemedim yığıldım.Kendimi zorlayıp defteri toparlamaya çalıştım.Daha iyi görünüyordu artık.Önümde o satırlar. ruj hala elimde, kulağımda garip bir şarkı.Ne mi oldu? dayanamadım yine ağladım.
Vakit gittikçe daralıyordu.Zar zor ayaklandım.Ne mi yaptım ? Kanlı defterden söküp giydim o yazıyı üzerime.Aynanın karşısına geçtim ne kadar zaman kendime baktım bilinmez fakat hala iyi duruyordu üzerimde. Oysa bu istediğim bir şey değildi.Gözyaşı değince dağılan mürekkep izleri,karalanmış kısımlar durumu biraz kurtardı.Hazırdım geceye(!) Salona geçtim ve defteri o en özel köşeye dikkatlice yerleştirdim.Dikkatli fakat bir o kadar da hızlıca etrafı inceledim.Herkes için her şey hazırdı. Saati kontrol ettim gelmek üzerelerdir diye düşündüm. Bir sigara yakıp beklemeye başladım.Öyle yorgun hissetmedim hiç.Sigarayı küllükte bırakıp ayaklandım süründüm mü yürüdüm mü bilmem ama bir şekilde varıp kendimi yatağa attım.Bir inilti vardı. Defterden dökülen sözlerin üstüne basmışım.Umursamadım. Gözlerim kapanıyordu.Başım dönüyordu.Hiç olmadığı kadar alaca etraf… göz kapaklarıma direnip bir ara aralandım.Kendimi bir mutfakta buldum.Bir adam vardı sandalyede oturan,yerde dizlerinin dibinde oturuyordum.Bunu hangi ara yaptım hatırlamıyorum.İçimde bu son diyen biri vardı,sanırım onu da tanımıyordum.Rahatsız oldum,kulaklarımı kapatmaya çalışıyordum.Bir ara adamın eline değdi elim.Daha önce böyle bir soğuk hissettiğimi de hatırlamıyorum.Sanırım o temastan cesaret alıp o ellerle bana dokundu direnemedim.yemin ederim zihnim dondu. Oradaydım ve hiç erimedik buna eminim.Soğuk beni delirtecekti.Kapıdan titreyerek çıktığımı hatırlıyorum. Sonra üşüyerek uyandım.Ne ara uyuduğumu bilmesem de.Uyuyakalmak böyle bir günde… Başka zaman olsa kendime çok kızardım.Salona koştum her şey yerli yerindeydi.Bir şeylerin bir yerler de dağıldığını biliyordum fakat burada değildi.Ya saat ?Saat epey olmuştu ve zilim bir kez bile çalmamıştı.
Ne mi oldu ? O gece kimse gelmedi.Sigaram küllükte,ben ayakta,anılar etrafta,defter karşımda,Kulağım kapıda kaldı. Gün ağarıncaya kadar sürdü o donmuş an.Kendimi hiç böyle kararlı görmemiştim.Kendime geldiğim bir ara gelip beni alması için bir numara çevirdim.Konuştuğumu sanıyorum;fakat kimse gelmedi.Daha fazla duramadım.Odaya dönüp ruju buldum.Son kez aynanın karşısına geçtim.Dudaklarımda birkaç kez kırmızı gezindi.Üzerime giydiğim yazıyı hafifçe düzelttim.Kendimi son kez orada gördüm.Hazır olunca o eve ait olmayan tek şeyi kapıma bırakılan ruju da yanıma alıp çıktım.Bir daha hiç dönmedim.O günden sonra yaptığım tek şey yürümek oldu hiç durmadım. Şimdi mi ? - Şimdi nerede olduğumu bile bilmiyorum. Ev mi ? - O geceye dayanamayıp yıkılmış diye duydum. Siz ? - Peki siz kimsiniz ?
Zeynep Dereli
GECELER Bazende en iyisi yabancılarla konuşmaktır. Genellikle Kadıköy’de tanışılan şahane adamların süslü cümlelerinden biri gibi, varoluşumuzun o korkunç boşluğunu doldurmak için yaptığımız herhangi bir şeyden biri. Halbuki o kadar değil. Son zamanlarda içimde mütemadiyen soran ve asla susmayan seslere rağmen sadece “sonra” ile başlayan cümleler de kurabiliyorsun yabancılarla konuştuğunda , öncesi yok ve istediğin sonra’dan devam edebiliyorsun.Hikayeleriniz karışıyor birbirine o da güzel sonralar seçiyor kendine. Görebileceğin en pis sokakta,sabaha karşı elinde ısınmış biranla beklerken yanından geçen küçücük sokak çocukları kadar apaçık görüyorsun insanlığın ortak yalnızlığını onun sonralarında. Ki önemli olan “son” değil, “sonra”dır. Her zaman... Bütün sorular birikiyor ve o sulu birayı bile yutamıyorsun, takılıyor boğazına. Hepsini derin bir nefesle içine çekmek istiyorsun, sarhoş sevgililer, yüzleri morarmış gözleri kızarmış insanlar, sanki hepsi sadece tek bir ‘insanlık’ve hepsisorunun veya soru’nun parçası ve kimse farkında değil. Kusar gibi içimden geçeni söylüyorum masaya,bütün o gereksizinin de olabildiğini şaşkınlıkla farkettiğimkahkalarının arasında, çelimsiz duruyor yarı soru yarı ızdırap cümlem.Masadakiler tanıdık, en azından bir vakitler tanışmıştık.Antidepresanlarının sayısını ve bu yüzden yaşadığı ereksiyon problemlerini biliyorum, eski sevgilisiyle ettiği kavgaları da duydum bir yerlerden,ama o masada saat beşe gelirken hepsinin tek bir illüzyon olduğunu kanıksıyorum, o kadar aklımın içindeki küçük küçücük karakterler ki onlar, asıl derinden sıyrılmış , hayatın içine gecenin en dibine batmış sorum karşısında tüm gerçeklik kadar boş bakabiliyorlar. Uzun zamandır olduğum gibi düşünebildiğime emin değilim. İçimdeki soruların sonu olabileceğine de inanmıyorum.Yokuştan aşağı inmeye başlıyoruz, kendimi bıraksam bir kenara belki sorularım dağıtılır, sokak köşelerinde. Ama ben o aynı sorulardan da, aynı sokaklardan da, aynı yüzlerin boş bakışlarından da, Kadıköy’den dolmuşa binip Taksim‘e kavuşmaktan da, modern Türk Edebiyatında bu dolmuştakihikayeleri okumaktan da sıkıldım. theillusionthatyoufeel is real Kahve yapmana neden olacak yada kahve yaparken birden bire ağlamana neden olacak bir anı gibidir yabancılarla konuşmak. Olmasa o an yok olacaksın gibidir.Hayat her zaman bir şeyler gibidir.Ama o anı o ana kadar hayatta kalmana neden olan tek şey gibi takılır aklına,gözlerinin önünde, dilinin, parmaklarının ucunda...Tek mutlu olduğun an o anmış da o an bunu anlayamamışsın gibi, hayatının en büyük acısına dönüşmüş gibi.Bitmiş ve tutamamışsın gibi.Parmaklarının arasından sökülmüş sanki. Göğsünden…
Bıkmış gibi.O deli gibi hayran olduğun, rezilliğinde huzur bulduğun pis sokakların ve o sokakların sakinlerinin, tanışık olduğun insanların ve onların tüm cümlelerinin arasında hayatta kalamayacak gibi.Bazı yabancıların da tam da aynısını bir zamanlar yaşadığını bilmesen, sayfa sayfa o sokağa akacaksın gibi, o acıshotı tüm sesler yavaşlasın diye yudumlamamışsın, o çok sevdiğin şiirdeki gibi burada olmayan tanıdıklarının süt dişlerini ısırmak istememişsin gibi. Ve o kahveyi içerken varoluşumuzun o derin boşluğunun en şiirsel en masum cümlelerini dinlediğin o şarkı gibi, hayatınında elbet bir sonu olacağına değil, hayatının aslında olamamış olduğuna sonunda inandığın o gün gibi.Taksiye binip gidebilecekken, belkide aynı gece milyarıncı tanıdığının halini görürken, bağırmak,yerlerde sürünmek,duvarları parçalamak çığlık atmak isterken elindeki şişeden bir yudumu daha sakince yutmak gibi, gibilerden kurtulup bir taksiye binip gidebilecekken gidememek gibi.Unutamamak gibi,hala umudunun olması gibi,umudunun bitmemesi seni içten içe parçalaması lime lime etmesi gibi, hala insanlara inanmak ister gibi, hala insanları sever gibi, hala insanları sevebilir gibi... Sanki o yabancının sesini duymamış olsan ve o görmemiş olsa cümlelerini yavru bir karganın bir eve sığınması kadar çaresiz kalacağın intihar sebeplerin… Tam da o gece rüyanda kendinle konuşmamışsın gibi, kendin karşına geçmiş ve bilinçaltın senin ırzına geçmişte aklında şu cümleler kalmış gibi ; “İnandığın ve gördüğünherşey bir illüzyon, hepsi sensin,hepsi senin,asıl illüzyon olanda sensin ve gerçek olan tek şey illüzyonlar,gerçek olamayan sensin,olamayacakta ve hayatın sadece gerçek illüzyonlardan ibaret.İstediğin her şey gerçek, yaşadığınherşey gerçek ve hepsi birer illüzyon” Neyse kabus görüp uyandım diyelim. Sarhoşken hayat içindeki çırpınışımın ağırlığına dayanamayıp bir şey söylemişim ve konu gele gele mağara alegorisine gelmiş gibi uyandım diyelim. Herkes aynı şeyi yaşarken bazı insanlar nasıl hissedemez, anlayabiliyorum diyelim. Bir gün eve gideceğiz,hepsi geçecek diyelim. Beraber kahve içelim. Sadece yabancılarla konuşulabilecek gibi, İnsanlıktan ve hayattan tiksinir gibi, insanlığa ve tüm hayata aşık gibi, hastalıklı, deli bir tutkuyla kalakalmış gibi , tanıdığın herkese karşı kendini maskelemek zorunda olman gibi, sorularının-sorunlarının anlaşılamaması gibi, seni anlayan bir yabancıyla konuşur gibi de huzur verici. Sonunda taksiye bindim -Eve gideceğim. Tünelden, Hangi eve veya nereye değil soru, -İnönü stadının oradan mı Dolapdereden mi abla? Aslında varış noktası tüketecek,kurutacak,kasıp kavuracak kadar net gibi, herkes önceden bilir gibi, Tünelden geçiyoruz,o kadar yavaş ki sanki bira hala elimde dönüyor, hala kül dolu masanın başında o loş bardayım.Herkes nasılda mutsuz -ki... Tünel bitiyor,şoföre anlatıyorum her şeyi , -ki o da çoktan biliyor yaşadıklarımı, keşke cevap verse o da vermiyor. Gün aydınlanmış ama araba insan yok çevrede, özene bezene sokaklarımayapıştırdığım tümsilüetler parçalanıp sökülmüş duvarlardan, ben anlatıyorum hayatımda ki “o” geceler bitmiyor
Huzurluyum derinden,diyorum en azından sabaha kavuştuk. Sanki kavuşamamışız, bir karga çarpıyor cama, ön cam kan içerisinde... Erken iniyorum Taksiden -ki keyfini çıkara çıkara yürüyeyim hapsolduğum boş sokaklarda Hala susmamışım, para verirken farkediyorum. Bütün uzatıyorum, üstü kalsın teşekkürler, Sağol abla, diyor. Helal et. Biliyorum bozuklukları değil, kelimelerimi kastediyor... Bir türlü cümle olamayan kelimelerimi,göz yaşlarımı. tüm’yabancı’lara !
Aysu Uzer
BÜTÜN SUÇ BERNA’DA DEĞİL KİŞİLER Berna Batu MEKAN Bar ZAMAN Öğleden önce TEK PERDE
(Berna bara girer. Batu yeni açılmış olan barı temizliyordur. Berna’nın geldiğini görür. )
BATU: Yine mi sen! BERNA: Ne olmuş? İçmek için gelmiş olamaz mıyım? BATU: On sekizinden küçükleri almıyoruz. BERNA: On sekiz olmama bir ay kaldı. BATU: Benim de yirmi yedi olmama dokuz ay kaldı; ama bu beni yirmi yedi yaşında yapmaz. BERNA: Tamam, sessizce oturacağım sadece. (sessizlik) Sana yardım etmemi ister misin? BATU: Az kaldı. BERNA: Beraber bitirelim. BATU: Yalnız bitirmek istiyorum. BERNA: Neden kızıyorsun ki? Yardım etmek de mi suç? (sessizlik) Teklifimi düşündün mü? BATU: Düşünebilmem için mantıklı bir teklif olması lazım. BERNA: Hiç mantıksızca davranmaz mısın? BATU: Hayatta benim kadar kazık yemiş bir adam için mantıksızca davranmak zordur. Yeterince heyecan yaşadım. BERNA: Birazını anlatsana... BATU: Anlatmayı sevmem. BERNA: Bu kadar havalı görünmek zorunda mısın? BATU: Ben havalı görünmeye çalışmıyorum. Sen öyle görüyorsun. BERNA: Bu kocaman cümleleri kurarken ağzın yırtılacak bir gün. (sessizlik) Beni öptün, devamını borçlusun. BATU: Sarhoştum, ayrıca sessizce oturacağını söylemiştin! BERNA: Tamam, sustum. (sessizlik) Neden peki? BATU: Ne, neden? BERNA: Biliyorsun. Tekrarlatma. Bilerek yapıyorsun değil mi? Senin de hoşuna gidiyor. BATU: Felsefe okuyan herkes senin gibi mi? BERNA: Nasıl? BATU: (Berna’yı taklit ederek) Biliyorsun. Tekrarlatma. Bilerek yapıyorsun değil mi? Senin de hoşuna gidiyor. BERNA: Hayır, beni kategorileştirme. Bundan hoşlanmam. BATU: Herkesin bir türü vardır. Sen de şu çokbilmiş, şımarık kızlardan birisin işte. BERNA: Sen nesin? Her milletten bin tane kadınla yatan, hayatın sırtında bıraktığı hançer izleriyle yaşayan, acısının karizması yüzüne vurmuş, çirkin ama havalı adamlardan biri mi?
BERNA: Gördün mü? Önyargılarla dolu beynimiz. Sen benim şımarık olduğumu düşünüyorsun; ben senin çirkin. BATU: Çirkin olduğum için mi peşimden ayrılmıyorsun? BERNA: Hayır, beni bir türlü sikmediğin için! BATU: Küçüksün. BERNA: Sadece on sekizden küçüğüm, çocuk değilim ki. Neden korkuyorsun? Seni ihbar mı edeceğim? Bay Batu bana tecavüz etti. Reşit olmayan bir kızı kirletti. Kıza zorla sakso çektirdi. Aslında fena fikir değil. Rezil olursun. Hapse girersin. İçeride senin pipiciğini keserler. Bir daha hiçbir kızı mikemezsin. Son aşkın olurum. BATU: Saçma sapan konuşma. Hem seks yapmamız sana aşık olacağım anlamına gelmez. Seks rahatlatır; aşk gerer. BERNA: He! Seks yapacağız yani. BATU: Hadi, git artık! Sinirlenmeye başlıyorum. BERNA: Sen sinirlenmezsin. Harcında yok. Yoksa şu gizli psikopatlardan mısın? Sevişirken vurmaktan hoşlananlardan hani… BATU: Sevişirken öldürebilirim. BERNA: Ayı gibi yani… BATU: Ayılar öldürmez. İnsanlar öldürür. Genellikle de cinayet sebebi kadın olur. BERNA: Siz erkekler… Annenize olan nefretinizi kadınlardan çıkarırsınız zaten. Biz de babamıza olan nefretimizi… (Batu sözünü keser.) BATU: Yeter! Psikolojik zırvalıklarını okula sakla. Burası gerçek hayat… BERNA: Kucakta oynananlara benzemez değil mi, bu ‘gerçek hayat’ denen oyun? BATU: Ateşin içinden geçmen gerekir. Cesaret lazım. BERNA: O da sen de yok. BATU: Dünyada benimle sevişmek isteyen tek küçük kız sen değilsin. BERNA: Daha önce reşit olmayan biriyle yattın yani? Ne oldu peki? BATU: Hayatı kaydı. Benimkini de kaydırdı. BERNA: Ne oldu? BATU: Merdivenleri beşer onar çıkanlara ne oluyorsa o oldu; tepetaklak düştü. BERNA: Zeus’un yeryüzündeki gölgesi gibi konuşma da ne olduğunu anlat. BATU: Bana babasıymışım gibi davranmaya başladı. Ona sevgi göstermediğimde de aşağılandığını hissetti. Yapamıyorum. Bağlanamıyorum. Çabuk sönüyor ateşim. Vazgeçmedi. Ben gezginim. Yerim yok yurdum yok. Nereye gittiysem peşimden geldi. Geldiği yerlerde de rahat durmadı. Ondan uzaklaştığım zamanlarda… Uyuşturucuya başlamış. Beş tane hap için torbacılara veriyordu en son.Hastaneler, tımarhaneler, hapishaneler… Girip çıkmadığı yer kalmadı. Ona acımamı istiyordu. Sahte davranamazdım. Aslında belli etmesem de üzülüyordum onun için. Ben istememiştim böyle olmasını. Anasının babasının sorunuydu o hali. Bu kaçıyor, ailesi kovalıyor. Her seferinde de benim yanıma… Babası polisti. Peşime düştü. Yok yere düşman kazandım onun yüzünden. Her yerde peşimde… BERNA: Merak etme o kız kadar dayanıksız, takıntılı bir hatun değilim; babam da beşinci sınıf komedilerde soytarılık yapan bir oyuncu. Kimse sana düşman olmaz yani. BATU: Çok toysun. Mayınların farkında değilsin. BERNA: Mayınlar her yerde. Onlara yakalanmadan yürümeye çalışırsan hareket edemezsin. BATU: Mayınsız topraklar var. Ben oralarda yaşıyorum ve mutluyum. BERNA: Üçüncü sınıf bir barda sabahçı alkoliklere hizmet etmek hayatının anlamıysa mutlu olduğuna inanabilirim. BATU: Zamanında mayına basmasaydım şimdi ünlü bir gitarist olabilirdim.Magazin dergilerinde birinci sınıf barlardan çıkarken çekilmiş fotoğraflarım yayınlanırdı. BERNA: Bu muydu istediğin; şöhret mi? Yalandan saygı görmek, uzaktan sevilmek mi? BATU: Evet buydu! Bir itirazın mı var? BERNA: Sen bu değilsin, biliyorum
BATU: Az önce takıntılı olmadığını söylemiştin. Şimdi beni benden iyi tanıyormuş gibi konuşuyorsun. İşte senin demir attığın liman bu; körlüğün… Bir yansımayı sevip onun görmek istediğin gibi biri olduğunu düşünmek istiyorsun. Gerçek bu değil. BERNA: Sen gerçek misin? BATU: Bilmiyorum… (sessizlik) BERNA: İlk tanışmamızda senden hoşlanmamıştım. Benimle hiç ilgilenmiyordun. Sadece havalı görünen, yakışıklı olmasa da alımlı bir tiptin gözümde. Tamamen biçim yani… Şimdi… Seni daha iyitanıyorum. Hatta biraz daha tanısam senden nefret edecekmişim gibi geliyor. (sessizlik) Gözlerine hayranım. Sözlerine hayranım. Sana hayranım. Kirpiklerindeki bir tel, dudağındaki ben, ellerindeki bir damar, içtiğin sigaradaki duman… Senden bir şey olmak için her şeyi yapardım. BATU: En ufak engelde siktirip giderdin emin ol. BERNA: Konuştu, ‘Bay Tecrübe’. BATU: Sen normal değilsin! BERNA: Değilim, ne olmuş? Yaşamak istiyorum. Yaşamak için çıldırıyorum. Sevdiğim her şeye sahip olmak istiyorum. Neden bu kadar zor olsun ki? Avcı-toplayıcı ilkel kabileleri bilir misin? Onlar ne istese elde edebilirlerdi. Çok mutluydular. Karınları açsa doyarlar, toksa sevişirler, sevişmekten sıkılınca da dans ederlerdi. Aslanlarla savaşırlardı. Yılan öldür… (Batu sözünü keser.) BATU: Aslanla savaşamazsın. Aslanla savaşacağını düşünen insan, aptaldır. BERNA: Cesurdur! BATU: Cesaret, tek atımlık bir silahtır. Ya vurursun ya da vurulursun. İstediğin her şeye sahip olamazsın. Bu yüzden tek kalkanın bir şey istememektir. Bu olgunluğa erişebilmek için de bir şeyleri yitirmiş olman gerekir. Sen bundan yoksunsun işte. Hayatın sadece arzulamakla geçmiş. Hiç yokluk görmemişsin. Yokluğun değerini bilmeden yaşıyorsun. BERNA: Bunu şöhret tutkunu bir sübyancı mı söylüyor? BATU: Bu sözlerinle beni rencide edemezsin. BERNA: Senin de beni istediğini biliyorum. Eski günlerini, senin için yanıp tutuşan o - zengin erkeklerle evli seksi kadınları özlediğini biliyorum. BATU: Sen onlardan değilsin. BERNA: Ama bir umudum, senin için. BATU: Mayınlı bölgede duruyorsun. BERNA: Bir ay… BATU: İstemiyorum. BERNA: İstiyorsun. BATU: İstemiyorum… BERNA: (heceleyerek) İstiyorsun. BATU: İstemiyorum! Kes artık çocukluğu. BERNA: Çocukluğun nesi kötü ki? Babanın kral, annenin kraliçe olduğu zamanlar… Sen prenses olursun. Üstüne titrerler. Seni sevdiğini söylerler. Büyüttükleri biricik kızlarının kendileri için gurur kaynağı olacağını düşünürler. Halbuki kız orospudan başka bir şey olmaz. Erkek peşinde koşan bir orospu… BATU: Sen orospu değilsin. BERNA: Sen orospu çocuğusun ama. BATU: Bana kızgınsın sadece. BERNA: Hayır, sana aşığım. BATU: Aşk, sinir bozucu bir şeydir. Esrar gibidir. İçerken keyif verir; bitince, perdenin arkasındaki gerçeği görünce öfke ve intikam duygusu bırakır insanda. BERNA: Şu - her şeyi ben bilirim - havan yok mu? Beni sinir eden şey bu işte! BATU: Bu bana aşık olma sebebin. BERNA: Seni istiyorum. BATU: Yeter artık.
BERNA: Omzunu öpmek, kaslarını ovmak, kasıklarında zıplamak istiyorum. BATU: Berna! BERNA: Bana ilk defa ismimle hitap ettin. Duyguların canlandı. Kulakların kızardı. Biliyordum, seni hayata döndüreceğimi biliyordum. BATU: Beni sadece öldürürsün sen. Git artık. (Bar masasının arka tarafına gider.) BERNA: Peki… Gidiyorum. Seni bu sıkıcı yerde yalnız bırakıyorum. Tutkusuz, hayalsiz, kaskatı… (Çıkışa gider gibi yapıp bar masasının arka tarafına geçer. Batu, arkası dönük olduğundan onu fark etmez. Berna eğilir. Artık görülmez. Batu’yu belinden kavrayarak döndürür.) BATU: Yapma! Hayır. Oh! Hayır. Hayır… (Yavaşça sırt üstü eğilir. Artık görülmez.)
GURUR ÇAĞATAY
25.12.2015 CUMA
ŞEYLER
Şeyler vardır Yakışıksız Ağzımda yaralar Hasta bir kedi içlice Gizliden Bana bakar Şeyler vardır ki o baş ağrısı Başımda hala var Hiç yakışık almayan yalnızlıklardan bunlar Aynı yerde insekte Katilimizdir onca şey Bir şey olur Hüzün olur Kediler bile ölür
SÜLEYMAN BERÇ HACıL
SKIP JAMES - DEVİL GOT MY WOMAN
I’d rather be the devil, to be that woman man I’d rather be the devil, to be that woman man Aw, nothin’ but the devil, changed my baby’s mind Was nothin’ but the devil, changed my baby’s mind I laid down last night, laid down last night I laid down last night, tried to take my rest My mind got to ramblin’, like a wild geese From the west, from the west The woman I love, woman that I loved Woman I loved, took her from my best friend But he got lucky, stoled her back again But he got lucky, stoled her back again
DİĞER GÜNLER NE AYNISI NE FARKLISI Diğer günlerin ne aynısı ne de çok farklısı. Yine gürültünün içine uyandı. Neyse ki saat henüz sekiz olmuştu, birkaç saat daha evdekilere uyuyormuş numarası yapabilirdi. Muhtemelen bu da sebebini kestiremediği bir savunma psikolojisinin ürünüydü. Belli ki etrafına edindiği zarın altında eriyor, soyutlanıyordu ama ne’den ? Ailesinden ? - Yok, dur. Kendinden. Evet kendinden. Ailesinin olduğunu zannettiği kişiden. Kaçıyordu çünküfarketmişti, ailesi ya da bir başka topluluk, rol heryerdeydi. Bir anlamda rolünü erteliyordu, yapabileceklerinin en iyisi bu muydu ? Hayır, öyle olmadığını farkedecekti nasılsa. Bu ihtimal daha da serin kanlı yapıyordu onu. Tasarılar her zaman, tahmin edilenden farklı bir sonuca varıyordu ve ‘hayatım’ dediğin şeyin aslında büyük kısmı senin dışında gelişiyordu. Buradan hareketle, insanın biricikliğini belirleyen başına gelenler değil, bunlara verdiği tepkiler, gösterdiği yaklaşımlardı… Yani isyan, niteliği iyice hesaplanmadan başlatılamazdı, en azından ergenlik çağında… Yataktaki erteleyişini, tuvalette de son haddine kadar kullandı. Daha sıkışınca okuyarak, sıkılınca yazarak. Döngünün bir türlü değişmemesi bir yana, altını çizmeden anlayamadığı bu fazlaca ayrıntılı felsefe kitapları, hiç değilse bu değişmeyen gidişata yüklediği kelimelere boyut kazandırıyordu. İçinde son sekiz dal kalan sigara paketiyle son on lirası çantanın ön gözünde yanyana duruyordu. Bu kadarcık erzağa, burada geçirmesi gereken bir gün daha eklenince üçgen tamamlanıyordu. Yok, dur. Üçgen bozuldu. Kuzeninin dün ezilmesinler diye çantasına koymasını istediği çiçekler eline takılmıştı. Kuzen onları, İstanbul’a götürmek üzere ‘yolmuştu’. Kurutmak ve saklamak üzere onları sahiplenmişti. Birazdan yola çıkacaklardı ve o çiçekleri çoktan unutmuş gibiydi. Hey, çiçeklerini bana bırakmıştın… Diyecek gibi olduysa da son anda vazgeçti. Budistin sözünü hatırlamıştı – Eğer biri gelip senden su isterse, yarım kap ver. Tekrar isterse yine yarım kap. Yok istemezse, hiç verme. Çiçekler istenmemişti. Yine de rahat duramadı ve hiç değilse dedi şöyle göz önüne bırakayım… Hazırlık, eşyalar, vedalaşma, iyi dilekler, boşluğa bırakılanlar. Hepsi bir ritüelle yarışırcasına her zamanki sırasıyla ve her zamanki mecburiyet duygusuyla çarçabuk sergilenmiş, bitmişti. Tekrar içeriye gidip etrafa baktığında çiçekleri bıraktığı yerde buldu. Gülümsedi, Budist haklı çıkmıştı. Divanda oturmuş yine okuma meşgalesindeyken evdekilerden biri yaklaşıp – izleyeceğin bir şey varsa deden kanalı değiştirsin, dedi. Ama o zaten televizyon izlemezdi ki en azından kanalı dert edecek kadar. Bunu söyleyen aslında dedeye ve açtığı kanala değilleme yapıyordu. Bilge, bunların farkında olarak yani herşeye rağmen onları varlıklarıyla seviyordu. Onlar bunu biliyor muydu? Umursamıyordu Bilge. İnsanlarla iletişim kurma hevesini çoktan yitirmişti. Ne yaparsa yapsın, karşı tarafı maskesinin altındaki kişinin farkında olduğu halde sevdiğine ikna edemiyor, rol yapmaktan vazgeçiremiyordu. Yani kuş kafese öyle alışmıştı ki Bilge kapıyı açık bıraksa da dışarıya çıkmıyordu… Bilge de artık, arada sağladığı sessiz anlaşmanın memnuniyetindeydi. İnsanlara, hayatını kurcalama arzusu uyandırmayacak kadar gülümsüyor, bağlantıyı koparmayacak kadar yazıyor, rahat bıraklmasına yetecek kadar dinliyordu. Öğreniyordu, Suyu yarım kap vermeyi.
Bilge Kaya.
Mevsimsiz Trawmalar "basar heyulalar laciverdi labirentlerimi alnından okuduğumda bir kadının hurufi tarihini" Ağlayarak uyandım yine,düşyıkıntılarımın karanlığında.Yastık gözyaşımla mülemma.(vakitsiz güz yağmurlarına mı üzüleyim,kabusumun peşimi bıraktığına mı sevineyim?) Düşüncelerimi döven kederim:kabuslarımın elçisi;Çeviriyor rahat yatağımı kıpırdamaz bir tabuta.Terliyorum bulutları yutarcasına ve pencere kenarından sızan bir rüzgar* oluyor soluk almak. *"gececil yalnızlığımın göğercin kanadına sinmiş gökcül iniltisidir rüzgar" Ansızın kenetleniyor yılgın ellerim yorgun yüreğimle.Bir soru usumda belirip kayboluyor:'çırpınışsız bir kelebek mi yoksa çölsüz bir kervankıran mı bu beni ağlatan düşü?'(düşünüyorum,düşünüyorum çıkamıyorum bir yola.Ki kötüdür çıkamamak böyle gecelerde ısssız uzaklara.Uzaklarla örülüdür çünkü yürek.Adı muamma olan niyesiz bir uzaklık*) *"gündüz mezbahasında zamanın,kıyılır kentli aşklara her vapur seferi bir intiharın ölü taşımasıdır uzaklara" Oysa sadece gömütü içimde saklı çocukluğumun bulutsu uçurtmasını düşlüyordum.Cehennemi hiçliğimle yoklamak veya kızılderili'lerin toprağına girmek değildi amacım.Zaten üst üstüne devrildiydi yıllar,çocukluğumun yılkıya bırakılmasının ardından.Ama... Ağlayarak uyandım yine de,geçmişim gazellerini toplamakla geçen ömrüme.Kargışlanmış bir şehrin iklimidir bu güz.Nerde rüzgar devirse bir ağacı,kırılır orta yerinden bir kalem,yahut yırtılır bir sayfa imgeye en muhtaç yerinden.İmgelemsiz kalır ellerim ve hiç bir anı sağaltamaz sayrılarımı*. * "o sayrılar ki sarılıdır kiremitsiz bir evin fesleğen kokularıyla hatırla,sarmaşıklardan karanlığın görğnmediği rüyalardaydık" Sabahlara ıslak yastıklarda yeşermşi intihar çiçekleri,derinleşmiş yüz çizgileri ve puhu kuşlarının perdeye çarpan avazı kalır.Peki benden ne kalır dünyaya böyle çığlıktan bir sabahtan sonra?
ESRA AYAR
anne ben
ruh hassas覺 oldum
ZAMANLA Zamanla büyümezsin. Önce aileni bulduğunu görürsün doğar doğmaz, sonra kaybettiğini. Gürgen ağacını ilk kez yakından gördüğünde annen sanabilirsin. Ama ağaçlar bebek büyütmez. Bu bir sonraki aşamadır. Uyanışının bir öyküsü olmalı mıdır bilmiyorum. Şu sıralar tek bildiğim geç kalışım. Uyanmaya; hatta uyumaya. Uykusuz kaldığım her gün bir çöküşü temsil ediyorum. mesela dünyanın. Belki benim için evrendeki tek nokta evrenin kendisidir. Ben de o noktayım işte. Burada bile benden bahsediyorum. Aslında o kadar bencil bi yazı. Ondan , bundan, aşktan bahsetsem işinize gelir. Ama gelmesin. İstemiyorum. Ben de bencil olmak istiyorum. Olabildiğince gitmek istiyorum. En uzak köşeye. En fazla da karaAdeliğe. Bu bir terk ediliş, bir aldatma da değil. Bu isyan hiç değil. Bu sadece bir hiç. Zaman kaybı adletmek olabilirdi belki ama bunu kendime yapamam. Gitmiştir; kalmasından daha çok günler gitmiş olabilir. Hiç gelmemiştir zaten. Aile gibidir. Sarsması da bundan. Gürgeni özleyebilirsin. Bir kez gördüğünden. Her gün göremezsin artık. Beton gerçeğine alıştır kendini. En sevdiğin evin bile betondan. Unut o ahşapları. Ağaç katliydi zaten. Onlar hiç ölmezler. Hep yeniden doğuşları vardır.
ZEHRA NUR YAZICI
Bencil arap atları
kaplumbağalar arılar, sinekler, sivrisinekler, çekirgeler, katil karıncalar, köpekler, kediler, kuşlar… mevzubahisin sonu ırak ve seanslar ücretsiz bir kaç kap yemek ve su üzerine isteğe bağlı bir sigara sağlam bir balgam sonra burundaki kızlık zarının yırtılması ve beyine ekilen milyonlarca tohum pis kanın peçetede bıraktığı silkelesen havalanıp uçacak gibi gözüken kara kırmızı bir kelebek ardından gün alır başını gider sedasız edasız ve işvesiz bencil arap atları gibi…
Okan Güller
Ninni bana şeytanın tırnağının koptuğunu söyleyin ve tanrının paranoyalarının azdığını. kimse uyuşturucu tüketmedi. ev de parti var. cam çerçeve alaşağıya. bilekleri kesik seslerin solukları da kırılıyor, şu kadın şarkı söylemeyi bıraksın yoksa 3. kattan ufalanmaya başlayacağım. eminim bu saatten sonra şiir de yazmayacağım. tüm kitapları yakacağım. kalbimi f tipi beddualara kilitleyeceğim. duvarları yumruklayıp tedavisi olmayan cümleler sarf edeceğim. bu saatten sonra çok kişiyi üzeceğim. kendime sokağa çıkma yasağı ilan ediyorum, cebime de dikiş tutmazlar. bu saatten sonra hayallerime paha biçeceğim. ektiklerimin hepsini tavana asılı urganlarla biçeceğim. bu saatten sonra yumruklarıma yakışan duvaraları vaftiz edeceğim. gökte doğsam da yere düşmeyeceğim. yer çekimine inat değil mi toprağın bile yüzüne tüküreceğim. şu kadını susturun yoksa günah çıkarmaya gideceğim, kendimi aforoz etmeden hemen önce. iyi kalpli ucubelerimi yutup mışıl ile ışık takasına gireceğim. ben de beyaz bir pelerin giyeceğim. bulutların üzerine işediğim de şükür diyecekler, kahkahalar atacağım, 64 metre yükseklikte. ne sandın ya gece! bu saatten sonra senin de yüzüne bakar mıyım? hortlarım da sana minnet etmem. ışığını söndüreceğim. bu satten sonra küfür de etmeyeceğim. sevmeyeceğim de, en güzel yemekleri, kadınları, kadıköy de sabaha karşı haydarpaşa garı’nı. delirmeyeceğim. delirmekten beter edeceğim zulmü, ziyanı, aklımın kırık katlarını, asma bahçelerini, gardrop aynalarını. sokak lambalarının kalemini kırdım. bu saatten sonra saate bakmayı da yasaklıyorum. bakmayacağım yüzüne ne yelkovanın ne senin. ev de parti var. herkes ağlıyor, ağdalı ağdalı kelimeler ateş ediyor. tarih ortadan kayboldu. usul usul bir faili meçhul daha gözü arkada kalmadan toz oldu.
kulakkurdu(gabriel)
wase
İNİM İNİM İNİLTİ İNTİHAR DÜŞ ÇİZGİSİ
Düşmek... Düştüğün yerde bir süre kalırsın "bir süre"
Kelebekler ölmek ister mi? peki ya tırtıllar, tırtıllar ölmek ister mi? çılgınca meraklarımdan birisi: Şu insanlık tarihi boyunca herhangi bir insan herhangi bir üst geçidin altında o üst geçit üstüne çöksün diye beklemiş midir? Ölüm: kimisi için sadece selülit kimisi için acil şifa. Bir çılgın sorum daha var. gözlükler mi daha meraklıdır, gözler mi? peki gören kim? sorunları hiçbir zaman öznel yorumlayamadım. Aslında onlar benim için ateş böcği kokteyliydi. İzlediğim en güzel film zamandı "yaşadığım zaman" tanık olduğum cinayetti zaman gözlerimle, ellerimle, zihnimle, beş duyu organımda maddi ve manevi tanıklığımdı zaman. En güzel cinnet, tek meşru katil, tasfiye edilemeyen, allı pullu, acılı, yaşlı, sevinçli, kederli, buhranlı velhasıl adına yakışır gibi "zaman gibi ölüm ölmek gibi bir zaman" bazen yakışıyordu üzerimize, inkar etmeyelim lütfen. hiç kitlesel imhaları doğurur. Hiç: biraz daha biraz sonra. gel zaman git zaman zaman iki yüzlüdür her zaman. meraklarıma engel olamıyorum. hiçbir kızıl hep kızıl mıdır? sonra bir arkadaş hatırası: mana mı daha ağırdır madde mi? giden tüm zaman aydınlıksa, gelecek düpedüz olasılıksa hiç kara'nın ta kendisi. gerçek ise hülya mı? bir dizgi hatasından fazlası değil bu biçim denilen halüsinojen. kast edilen insanlaşmak mı yoksa gerçekleş-mek midir leş? tanrı müzik dinler, aşklar enflasyon, halklar cinnet halayı, kuşlar çay getirir çay iki lira, evlere servis petrol rezervleri, rezi-dans ediyor son osmanlı. Persler, sümerler, şamanlar, mengücekliler vay efendim kızılderililer! ben bilmez; benim bilmediklerim beni nereden bilsinler? yüz göz olmanın lüzumu yok mirim. Bu meret bizi çürüte dursun, az da yaşatıyor olsun, ne olursa olsun hoş kalmak gerekir. Sakin, dingin, çarşaf gibi deniz. Uyumak gerekir uzun uzun terbiyesizce.
KULAKKURDU(GABRIEL)
kulakkurdu fanzin https://www.facebook.com/kulakkurdufnzn/ kulakkurdufanzin@gmail.com facebook.com/Gabriel kulak kurdu
dirsek teması: kaos çocuk parkı klozet fanzin fanzinlik böcek fanzin melahat ve saz arkadaşları pinero tükkan Badpoetry