ışıklı mışıklı bilim film falan müzik falan tiyatrodur oyundur falan hani şiir miir öykü düz yazı cart curt kolaj molaj eskiz meskiz yani hacı “pinterest akar” sokak etkinlikleri açık çağrılar feminizm veganizm futbol + sosyalizm “üst katlarımız klimalı” var bişiler daha hafız unuttum şimdi içeri bak takıl sen biz buradayız.
#follow #mollow #terbiyesiz #müzik
#ŞİİR
#likemayk
#touch it
#art4art2artMOREart
#kirliçamaşır
#beatmiit+ #ruhhassası
#insanesanane
“Vücut bulmuş her ruh yalızlığa mahkûmdur…” Aldous Huxley
AÇIK ÇAĞRI ….................................. Açık Stüdyo Günleri // Open Studio Days Bu sene üçüncüsü gerçekleştirilecek olan Açık Stüdyo Günleri’nde sanatçılar, kendi atölye, ev ve alanlarında eserlerini meraklı bir ziyaretçi kitlesi ile paylaşma fırsatı buluyor olacak. Deniz Beşer ve Juliane Saupe’nin sponsor desteği olmaksızın koordine ettiği organizasyonda sanatçı başvuruları için son tarih 6 Eylül 2016. ASG 2016´da resim, heykel, seramik, enstalasyon, fotoğraf, video ve performans gibi disiplinler üzerine çalışmalar gerçekleştiren görsel sanatçılar, Taksim, Beyoğlu, Cihangir, Galata, Karaköy, Tophane, Teşvikiye ve Kadıköy bölgelerinde bulunan ev ve atölyelerini ziyaretçilere açıyorlar. 7-9 Ekim 2016 tarihlerinde düzenlenecek etkinlikte ziyaretçiler, harita aracılığıyla bir atölyeden diğerine ulaşarak normalde ziyarete açık olmayan, sanatçı ve tasarımcıların çalışma ortamlarına misafir olacak. Sanatı sergilemek ve günümüz sanat piyasasının önemli unsurlardan biri olan ‘’ağ oluşturma’’ için bağımsız bir yapı mantalitesi güden Açık Stüdyo Günleri, aynı zamanda sanatın herkese erişimine olanak sağlamayı amaçlıyor. Bu bağlamda ASG 2015’de 43 katılımcının 33 atölye ve evi 3 gün boyunca yüzlerce sanatsever tarafından ziyaret edildi. Kimler başvurabilir? Taksim, Cihangir, Galata, Karaköy, Tophane, Teşvikiye ve Kadıköy bölgelerinde ev, atölye ve alanları bulunan resim, heykel, seramik, fotoğraf, enstalasyon, video ve performans gibi disiplinler üzerine çalışmalar gerçekleştiren tüm görsel sanatçı ve bağımsız sanat mekanları başvuru yapabilir. Nasıl başvurulur? http://openstudiodays.com adresinde bulunan ASG başvuru formunu doldurduktan sonra 5 farklı eser-projenizi ve 3 adet atölye fotoğrafını ekleyerek 6 Eylül 2016´ya dek openstudiodays@gmail.com´a göndermeniz yeterli. ASG’ye dair güncel gelişmelerden haberdar olmak için lütfen ASG web sitesi, etkinlik ve Facebook sayfasını takip ediniz; facebook.com/events/1762753673967569/ http://openstudiodays.com facebook.com/openstudiodays
21.03.2016 tarihli seyirme
uzun bir gün hatırlıyorum. . taş bir duvara oturmuş ve bir kuralı hiçe sayıp çimlere basmıştım. ayaklarımın çıplak olması uygar dünya adına garip karşılansa da benim için gayet keyf vericiydi. sağımda yeşil bir çayır uzanıyor ve az aşağıda çalılıkların arasından deniz görünüyordu. gün uzun, deniz uzaktı… ben de kendimden bir adam boyu uzaklaşmıştım. hemen hemen her şeye ırak’tım. bölünmüş, parçalanmış ve ölümüne fakir… dost kuvvetleri içimdeki diktatörü devirmiş ansızın kendimle kalmıştım… buruk ve özgürdüm. bu garip hissi çift kağıtlı bir sigarayla kutlamak için buraya gelmiştim. taşa oturmuştum ve ayağımın altında uzunan çimleri delicesine bir öfkeyle eziyordum. solumda büyük bir çınar göğe uzamıştı. kafamın mesafesi çınardan bir baş yüksek olsa da çınar benden daha asil bir duruş sergiliyordu. gün uzundu ve kabul ediyorum. çınar yüksekti… benimkisi sadece bir arzu. ve o çınara karşı sergilediğim kıskançlık krizi. sonra sarıldık. barıştık. tek canım kalmıştı. Sylvan dediğin tek canı kalmış bir adamdı. doğduğundan beri tek canla yaşamıştı. hiç ölmeden… bu Sylvan’ı şanslı biri yapar. hayretler içinde bu yaşıma kadar nasıl ölmediğime şaşırarak orada oturdum. gün uzun, kafam yüksek, deniz uzaktı…
sylvan
JON VENABLES I
demir göklü havariler tahta kanatlarıyla omuzlarıma indiğinde susma! beynini çiğnerken düşle kendini çocuk çığlık at susma! mor kargalar erimesin avuçlarında masumiyetin çoğalmasın çocuk susma! derdim kendime
II sonra kalbinde tunç taçlar çoğaltarak bitmeyen nedenlerinize yürüyenleriniz üzerimde durdular kaburgam çatladı karanlığıma kaldım
bilirdim dilimde birikenleri emip çağ atlayacak korkunun altın direklerin tohumuna toprak olacağını bıçaklara uyanırdım beyazları morlarla kovardım kaburgamdan çıkıp ben olmayı bekleyen kinim, varlığım için ben, jon, Jon Venables olmadan önce göklerinizle savaşan ucuz bir şeytandım
yürüdüm yürüdüm yürürken kendime bir gün tuttum küçük, sarı bir eli ki o el sizdiniz hepinizdiniz o henüz toprak kokan taze beden... sormayınız, kitaplarınız emrettiği tarihiniz leş koktuğu kahramanlarınız katiliniz olduğu için değil ağlayacaktı öldürmesem katilliğime kaldım dolaştım dillerinizce dişilerinizin rahmine damladım kök korkuları, tarih irinleri çoğalttım büyüdüm haritalarınızı yırta yırta görüldüğüm her yerin şeytanı oldum ben,jon, jon venables oldum ben katil kahramanınız
lokman kurucu
tapın bana işte buradayım
GURUR ÇAĞATAY BÜYÜKBARIŞ ( TEK KİŞİLİK OYUN )
19.04.2016 SALI
Yine mi sen? Ne oldu, gelmiyordun bir haftadır? Katil olmak işe yaradı, diye düşünüyordum ben de. Sana kaç kere söyledim, rahat bırak beni diye? Beğendin mi yaptığını? Yine aynı şey… Ne bakıyorsun? Bakma bana öyle. Bakma. Bakmasana! İnsanım ben, insan! Ağaca bakarsın, denize, ne bileyim bardağa bakarsın; ama insana bakamazsın! Anladın mı? Bakamazsın! Bakamazsın. Tamam. Tamam, tamam, sakinim. Ne yapsaydım? Kalbim sıkışıyordu. Bütün gün evde kitap okuyup uyusa mıydım? Gerçek olmayan karakterlerin hayatlarına zorla girmeye mi çalışsaydım? Gurursuz muyum ben? Evet. Demek, evet. Dışarı çık. Demesi kolay. Ne yapacağım dışarıda? Ne yapabilirim? Ne yapayım? Alış veriş merkezlerine, yarım saati reklamla geçen vıcık vıcık filmlere mi gideyim? Dilenci çocuklara çay, çorba mı ısmarlayayım? Orospularla mı takılayım ibnelerle mi? Belki, iki dilimlik hamburgerlere dünyanın parasını veririm. Sahil kenarında müzik dinleyip saatlerce yürürüm. Bak bu iyiymiş. Başka? Kavga eden insanları izlerim, öpüşen çiftleri, çarpışan arabaları, hayatından bezmiş işçileri, şımarık veletleri, uyuşturucuyla beynini yemişleri, aklı kadınların götünde olan erkekleri,hayatının erkeğini arayan kadınları… Mutluymuş gibi mi yapayım yoksa mutsuzmuş gibi mi? Beni içlerine alsınlar diye insanlara yalan da söyleyeyim mi? Onları kullanayım mı ya da ezeyim? Belki biri kendini aşağı atar diye binaların tepelerine de bakabilirim? Bak bunu da sevdim. Evet, bu baya iyiymiş. Kendine gel. Neden? Ne önemi var? Bana zorla okuttuğun kitaplar bunu sorduruyor; ne önemi var? Bir hiç olduğumu söylüyorlar. Yatakta debelenmekten başka hiçbir şeyin önemi yok, diyorlar; sarhoş olmaktan, okumaktan, bir de ölmekten başka; ama ben ölemiyorum. Ne yapayım? Sakın dışarı çık, deme! Sana cinayeti anlatayım mı? Biliyorum. Her şeyi biliyorsun zaten; en başından beri. Beni çıldırtan bu belki de. Her şeyi biliyorsun ve hala ortada yoksun. Burada değilim sanki ama bir yandan da sıkışıp kalmışım gibi. Hareket edemiyorum. Gitmek istiyorum, gidemiyorum. Ölmek istiyorum, ölemiyorum. Bir şey yapmak istiyorum, yapamıyorum. Gömülmüşüm kitapların arasına. Son okuduğum… Hani şu hiçbir şey yapmayan karakterin hikayesi… Neydi adı? Karakterin mi? Bana ne karakterden, kitabın adı? Kusmuk.
Heh! Kusmuk. İşte, karakter aynı ben; evden çıkmıyor, mısır gevreğiyle besleniyor, gerçi ben tavuk döner ya da pide yiyorum ama neyse işte… Evinde televizyon yok. Nefret ediyor televizyondan. Sürekli kitap okuyor. Biliyorum, deme! Her gün bir yerine jilet atıyor, gerçi ben çakı kullanıyorum. Sonra ailesi ölmüş, ne sevgilisi var ne dostu. Kedisi bile yok. Ben bir ara sokaktan kedi getirmiştim; ama sıkılıp dışarı atmıştım. Sakın, biliyorum, deme! Onun benden farkı bir yazar olması. İşin garibi ünlü bir yazar. Parayı böyle kazanıyor. Benim gibi baba mirası evlerin kirasını yemiyor yani. İşte böyle olunca ondan farkım ortaya çıkıyor. Anlıyor musun? O başarmış ve öldürmemiş; ama ben başaramadım ve öldürdüm. Biliyorum, deme! Deme! Deme! Bir gece sokağa çıkmış.Onun gibi anlatıyorum; kaldırımlara sıkışmış asfaltların mezarları olduğubilmem kaç ağacın arasında bir yolda yürüyormuş. O hapishane kapılarının parmaklıklarına benzeyen ağaçlardan birinin dibinde sanki yüz yıldır oradaymış gibi görünen bir adam varmış. Yüz yıldır yaşıyor olabilirmiş. Daha doğrusu yüz yıldır her gün ölüyormuş adam. Biraz daha ölüyormuş. Her gün… Biraz daha… Karşısına geçmiş. Adamın yüzüne bakmış. Hissettiği tek şey; sevgi… Sevgiymiş. Düşünmüş. Bu adama iyilik yapmaya karar vermiş; ama sanki hiç doğmamış gibi görünen bir insana nasıl iyilik yapabilirmiş. Böyle birini ne mutlu eder, bilememiş. Onun adına dileyebileceği tek şey ölümmüş. Ölüm. Yapamamış. Çöpten boş bir şişe bulup içine çeşmeden birkaç damla su koymuş. Şişeyi adamın önüne bırakıp evine gitmiş. Hayatının en huzurlu uykusunu çekmiş. Neden birkaç damla su, diye sorsana. Biliyorum. Deme işte! İnsanın önüne konmuş birkaç damla su umudunu canlandırıyorsa yaşamak için hiçbir sebebi kalmamıştır, demekmiş. Aciz bir varlığa umut değil umutsuzluk gerekmiş. Ertesi gece oradan yine geçiyor ve adamı yerinde göremiyor. O anda da hissettiği şey; zafer duygusuymuş. İlk gördüğümde ondan nefret ettim. Bu kadar aciz bir insana nasıl kızabildim, bilmiyorum. Kafasını kaldırsa gözlerimin içine baksa korkup kaçacaktım belki de; ama kafasını kaldırmayı bırak kalbi bile atmıyordu sanki. Biliyorum, deme! Çakıyı çektim ve tam kalbine indirdim. Tek darbe. Korkuyordum. Çok korkuyordum. Sebepsiz. Bir anda parmaklarım saçlarının arasında gezinmeye başladı. Bir çalı süpürgesine dokunuyormuş gibiydim. Tellerin arası sokakların pisliği, yolların, hayatın tozuyla kaplıydı. İnananlar der ya hep insan ölünce ruhu gökyüzüne çıkarmış, diye; gerçekten doğruymuş. Adam ellerimin arasında hafifledi sanki. Çok değil ama birkaç gram. En güzel yanı;ben de onunla beraber hafifledim. Ruhlarımız gökyüzüne yükseldi, oradan boşluğa, sonra boşluğun da ötesine. Siyah beyaz hayatım bir anda renk cümbüşüne döndü. Sarının, kırmızının, yeşilin, mavinin, morun, bütün bunların karıştığı daha bilmediğim bir sürü rengin arasında dans ediyordum, her şeyin sonunda, dünyadan uzakta. Kendimi gerçek gibi hissediyordum. Nihayet bedenimden kurtulmuştum. Hayatım boyunca aradığım tutkuyu bulmuştum. Özgürdüm artık. Bir hiçtim. Hiç. Hiç; ama sonra cinayeti işlediğim anı düşündüm. Katil bedenime öyle bir çakıldım ki… Her zamankinden daha ağır hissediyordum artık. Sanki bir fil yavrusu yutmuş gibiydim. Eve döndüm. O geceden beri, bir haftadır uyuyamıyorum. O adamın saçları gitmiyor aklımdan; hala parmaklarımın arasında o süpürgenin telleri. Bugün… Bugün bir şeyler değişti içimde. Fil öldü. Kusmak istiyorum cesedini; ama yapamıyorum. Biliyorum, deme! Bütün bunları en başından biliyordum, deme. Ben senin kaderinim, benden kaçamazsın, deme. Ben, senin kendinim, deme. Deme, deme, deme…
Vücudunda açtığın yaralar… Sus. Seni özgürleştiremez. Sus, sus. Çünkü sen, zaten özgürsün. Sus! Ruhun kesiklerin arasından çıkmayacak; çünkü bu senin kaderin, bu insanın kaderi, insan acıyı değil; acı insanı bulur, bu insanın kaderi. Sus! Sus! Sus! Sus! Sus artık, yeter! Yeter! Yeter! Sus! Bu kadar sessizlik yeter mi? Ya bu kadar yalnızlık? Artık gerçeklere dönelim mi? Yeteri kadar acımadın mı kendine? Yeteri kadar nefret etmedin mi kendinden? Yeteri kadar kıskanmadın mı kendini? Sıkılmadın mı? Dolmadın mı kuşkuyla? İğrenmedin mi? Yeteri kadar önemsemedin mi kendini?Yeteri kadar dünyanın sırtına yüklemedin mi tüm sorumluluğu? Artık dönüş vakti. Ben seni çok dinledim. Artık susma vakti. Dışarı çıkma,gerçeği hissetme vakti. Sonsuza kadar dans etme vakti. Bu sefer yalnız değil ama… Sana benzeyen ruhlarla… Daha çok renk… Daha çok hayat… Bu fırsatı kaçıramazsın. Dışarı çıkmalısın. Dışarı çıkıp utanmalısın, ihanete uğramalısın, gülmelisin, ağlamalısın.Pişman olacaksın, arzulayacaksın,öfkeleneceksin, merhamet edeceksin, gerekirse de minnet... Sevmeyi öğreneceksin.Sevilmeyi bekleyeceksin, aynı anda da dövülmeyi… Sahip olacaksın ve vazgeçmeyi bileceksin sahip olduğun şeyden. Şiir gibi müzik gibi yaşayacaksın hayatı; dansla… Sana benzeyen ve dans etmeyi seven diğer ruhlarla yaşayacaksın hayatı; aşkla… Gün gelecek, her şeyi unutacaksın. Tüm duygularını gömeceksin; ama şimdi olduğundan farklı. Benim kadar bileceksin hayatı. Öğreneceksin; bu senin kaderin. Şimdi yap seçimini; ya git ve yaşa ya da kal ve öl. Oyuncu Önce değişimin başlangıcını vererek sahneden çıkar Sonra değişimin sonucunu verereksahneyegirer Sahne kararır Alkış, kıyamet
Modern Dünyaya Dair
Zamanında modernizmi eleştirenler şöyle demişler: “ Modern dünyada yeri olmayan tek şey insandır.” Üzerine düşünülmesi gereken bir cümle olduğu kesin. Modernizm ne kadar moderndir? Ya da Modern nedir? Modern olan herşey insan ihtiyaçlarını tam olarak karşılamakta mıdır? Herşey ya da herkes modern olmak zorunda mıdır? Bu modernlik dipsiz bir kuyumudur yoksa bir yerde “ yeter, çok moderniz” diyip duracak mıdır? Belki de bu soruları sorarken tam da bu noktada şöyle bir örnek verelim. Tekstili düşünelim, yani modayı. Çok moda olan ve hoş görünen skinny jeanler oldukça moderndir. Nitekim, insan sağlığı açısından bu modernlik ne kadar iyidir?
Vü c lard udu s pro aki k ımsık a ı li? bleml n dol sıkan Top Alın s erine aşımı pant n o y onl uklu ize yin ol aç ı önl lonla t e a si u arı, ay yakk e çok ığı ge yerek rın ba a r dün ğruna aklar bılar mode çeğin dolaş cakı . ma yamı giyer nın sa Hang rn bir e ne d ım z m ver ış ki ın m ler ka atlerc i kadı giyec emee ip g ” d oda dın n e lar işken sevm k. eçi iye a y ştir old akk bu ce ez tra A r fikt aba meli ukça abıla mode görm ki onl eeo lar yiz b mo rını rn l a m r lere ca m asa olduk elkid derni .”Kan y st b ıtla mo baka etre y dı di ça mo e. i r m c e v nl kat dern, ım. 1 üksek i? Ya dernd ap ta o köş 5 k l i d i r ğ , a En atlı ind keş eli tur ce çoc son n an ko , sivri binal eki gö vremi ke e a süt uğunu zama mşun hatlı y ra, al kdele zdeki l Ayş acın a zu em n kom uzu ta apılar abildi nsa k e Tey rtanın anet şular nıyor . Peki ğine z e bak apıyı eye v ı dök ttiniz ınızda musu 5. e mı ıp, ge çaldın rmey mek y ? Yap n biri nuz? tı r i çar e n ptı gin bi ız da s dene rine, ğınız e ? y r şe ize din kild şüp iz m ukarı da h i ek apı eli gö ? ? Yo ki k yı s z ura lerle tın ıza
Modern dünyamızın alışveriş merkezlerinde Kasap Kemal siz içeri girince selamlıyor mu sizi? Çocuklarınızın halini hatrını soruyor mu? Ya da hergün ekmek alıdğınız reyonlar ekmekler tazemi sorunuza yanıt veriyor mu? Hımm, belkide asık suratlı kasiyerler yerine otomatik kasaları tercih edersiniz siz, herşey daha teknolojik. Herşey alabildiğine modern ve yapay. Modern dünyamızda çok mutluyuz. Herşey organik, çoğumuz belki de kiraz ağacının neye benzediğini bilmezken hergün hormonlu kirazları götürüyoruz. Ya da kış domateslerimizin tadından şikayet ederken, pırasa yemeyi akıl edemiyoruz. Modern dünyamızda çok mutluyuz. Canımız her sıkılınca telefonlarımıza saldırıyoruz, hemen bir iki mesaj yazıp sosyalleşiyoruz. Whatsup varken konuşacak gerçek insanlara ne gerek var ki? Modern dünyamızda buluşuyoruz ve her birlikte bilgisayarlarımıza bakıyoruz. Sanal kahramanlarımızı dövüştürüp, onları mağaralara saklıyoruz. Hatta evcilik bile oynuyoruz, sadece adı değişti, Sims oldu. Modern dünyamızda çok mutluyuz. Her girdiğimiz ortamda facebook ve twitter fenomenleri var, sanal dünyaların umutsuz kahramanları. Modern, mutlu dünyamızda edebiyattan konuşmuyoruz biz, ya da sanattan, ya da siyasetten. Modern dünyamızda sosyalizm-liberalizm karşılaştırması konulu sohbetlerimiz yok. Aslına bakarsanız modern dünyamızda “sohbet” yok. Çünkü modern dünyamızda insan yok. Evet, modern dünyada yeri olmayan tek şey insan, o nedenle her geçen gün robotlaşmıyor muyuz? burcu
alptekin
kolaj: fulya evrim yavaş
Işık Hızında Giderken Farları Açarsak Ne Olur? “Ben ışık hızına çok yakın hızda yol alıyorum, aracımın farlarımı açtım. Şimdi farlarımdan çıkan ışığın hızı, benim hızımın toplamı + ışık hızı mı olacak? Hani ışık hızı sabitti?” Konu mankenimiz, gerektiğinde ışık hızında yol almakta sıkıntı yaşamayan Süper Girl‘ü ele alalım: Işığın hızı “izafi” yani görelidir. Daha açık ifadeyle; “gözlemciye göre“dir. Gözlerinden ışınlar çıkararak ışık hızına çok yakın hızda yol alan süper kızımız baktığında, gözlerinden çıkan B ışığın kendisinden 300 bin km/saniye hızla uzaklaştığını farkedecek. Dışarıdan, neden böyle birşey yaptığını bilmediğimiz Mahmut abi kızımızı izlediğinde ise, gözlerinden çıkan ışıkla aynı İ L hızda yol aldığını görecek. İ Niçin? M Çünkü süper ablamız ışık hızına yaklaştığında, zaman onun için yavaşlıyor. Hız dediğimiz T şey neydi; “x zaman içinde alınan mesafe”… Yani o hızla uçarken zaman da hatun kişi için E yavaşlıyorsa, hız da zaman içinde alınan mesafenin bir ifadesi ise, kendi gözlerinden çıkan ışığın K yine normal hızıyla seyrettiğini görecek. Unutmayın, çok hızlı yol aldığından, zaman Süper Kız N için “size göre yavaş” akıyor. Atıyorum; süper ablamıza göre “sabit duran” sen 1 saat yaşarken, O onun için sadece 1 saniye geçiyor. L Dışarıda Süper Girl’ü izleyen Mahmut abinin bir yere gittiği yok ve zaman durağan cisimler için O nasıl geçiyorsa, onun için de öyle geçiyor. Süper abla ve gözlerinden çıkan ışın Mahmut abi için J aynı zaman sürecinde aynı mesafeyi katediyor. Yukarıda söylediğim gibi, Mahmut abi 1 saat geçti İ diye düşündüğünde, Süper abla için 1 saniye geçmişti. I Anlamakta zorlandığınız bir dersi çalışırken veya sıkıcı bir iş yaparken zamanın çok yavaş akV tığını farkettiniz mi? Elbette bu zaman yavaşlamasının görelilikle hiçbir ilgisi yok ve tamamen I psikolojik. Ama, rölativistik hızlarda zamanın nasıl yavaşladığını anlamanız açısından iyi bir R örnek sayılabilir. Z Dolayısıyla, süper kızımızın ışık hızına çok yakın hızda geçirdiği “senin için 1 saatlik”, onun için 1 saniyelik sürede; gözlerinden çıkan ışık “kendi bakış açısına göre” yine 300 bin km daha hızlıyI V dı. I Işık hızına yakın hızlara “rölativistik hızlar” denilir. Bu hızlarda yaşananlar nereden baktığınıR za göre değişir. Sabit gözlemci için veya o hızda yol alan için görülecekler birbirinden farklıdır. K Süper Girl için ışık hızına çok yakın hızda yol alırken gözlerinden çıkan ışık, normal hızında Ö hareket etmekteyken, sabit gözlemcinin bakış açısına göre kızımız ve gözlerinden çıkan ışın aynı hızda hareket etmektedir. Peki neden? Çünkü, ışık hızına ne kadar yaklaşırsanız yaklaşın, sizin Ş E üzerinizde geçen zaman, ışık hızını yine saniyede 300 bin km olarak ölçeceğiniz oranda yavaşlar. S İçinde yaşadığımız evrenin doğası, yapısı budur. Uzay ve zaman birbiri ile sıkı bir ilişki halindedİ ir. Siz uzay içinde belli bir hızda yol aldıkça, zaman da hızınızla orantılı olarak değişir ve bu değişim ışığın hızını her zaman 300 bin km/saniye ile göreceğiniz oranda gerçekleşir. Hız dediğimiz şey de “x zamanda alınan mesafe” olduğuna göre, ne yaparsanız, ne kadar hızlı “mesafe” alırsanız alın, zaman sizin için yavaşladığından asla önünüze tuttuğunuz ışığın sizin ölçümünüze göre saniyede 300 bin km’den daha yavaş yol aldığını göremez, ölçemezsiniz.
İşte bu anlaşılması (ve anlatması) güç olguya halk arasında “Einstein’ın Özel Görelilik Teorisi”deniliyor. Dikkat ettiyseniz, Süper Kız’ın ışık hızında yol aldığını veya geçtiğini değil de, “çok yakın” hızla yol aldığını söyledim. Çünkü bu teori bize der ki; “kütle sahibi hiçbir cisim ışık hızına ulaşamaz ve ışık hızı geleneksel yöntemlerle geçilemez”… Işık hızınını bırakın geçmeyi, ulaşamayacağımızı söyledik. Bunun sebebi açıktır, ışık hızına ne kadar yaklaşırsanız zaman (hissetmeseniz de) sizin için o kadar yavaşlar. Tam ışık hızına ulaşıldığı anda bu yavaşlama o kadar büyük boyutlardadır ki, “zaman durur”… Bu şu anlama gelir; evrenin öteki ucundan, 10 milyar ışık yılı mesafeden gözlerinize ulaşan ışık parçacığı (foton) için zaman aslında hiç geçmemiştir. O foton için hayat, bir anda yıldızın içinde oluşmak ve aynı anda sizin gözünüze ulaşmaktan ibarettir. Oysa bizim referans noktamızdan baktığımızda, sadece bir anlık ömrü olan o fotonun 10 milyar yıl boyunca bıkmadan usanmadan yol aldığı görülür. Özel görelilik teorisi’nin temel bir anlatımını yaptığımız bu konu hakkında daha detaylı bilgi için, şu yazı dizimizi okumanızı öneririz: Zafer
Emecan
DENİZ BEŞER
FULYA EVRİM YAVAŞ
ŞİİRİ SAHNEYE ÇIKARDIK! [BADpoetry] Sınır İhlali [BADpoetry]-Sınır İhlali, şiir-müzik birlikteliğini esas alan, disiplinlerarası deneysel bir sanat projesidir. Müzisyen Mert Kamiller’in, ‘şairin şiirini kendi sesinden okuması’nın arşiv değerinin de altını önemle çizdiği projesinde, yeraltı edebiyatının birbirinden sivri dilli ve korkusuz şairleriyle ortaklığı söz konusu. [BADpoetry] rutubetin duvarda oluşturduğu güzel resimler gibi biraz… Albümde toplam 14 “kara şair”in 24 şiirinin stüdyo kayıtları mevcut. Şairler kendi şiirlerini okuyor, her şiirin kokusu bir müzikle tamamlanıyor. Toplam 76 dakikalık bu külliyatta, Mert Kamiller’in müzikal kompozisyon ve enstrüman icraları eşliğinde, kendi seslerinden şiirlerini dinleyeceğiniz şairler; Müslüm Çizmeci, Gökben Derviş, Onur Akyıl, Altay Öktem, Deniz Durukan, Eren Okur, Neslihan Yalman, Bengü Özsoy, Arif Erguvan, Onur Sakarya, Alper Volkan Dikyar, Semih Yıldız, Nilüfer Ülke ve Ali Ata Dibek. “Hiçbirini diğerinden yeğ tutamayacağım 14 şairin, damarıma zerk olmuş şiirlerini kendi seslerinden kaydettim. Her birinin benden akseden müziğini yazıp icra ettim. Bazen mevcut enstrümanlar kifayetsiz kaldı. Deneysel müzik aletleri uydurdum, inşa ettim. Bazı enstrümanların tabiatını bozmam gerekti. ‘Ses’i bulmak için acımadım. Kırılması gereken kırılmış, bükülmesi gereken ses bükülmüştür. Bu albüm süresince ortaya çıkan tüm geçiş sazları, trans enstrümanlar, sentezleyiciler, gürültü jeneratörleri ve ses bükücüler gezegenimize hatıram olsun.” Mert Kamiller “Şiirsel ifadenin maddi dayanağını, onun varlık şartını bir insanın onu seslendirmesi oluşturur. Çünkü seslendirilmiş söz şiirin temel yapısını oluşturur.” Albümün videoklibi için; https://www.youtube.com/watch?v=MV8hzWeY7j0&feature=share
bir kanat çırpışıyla kaos yaratamayan kelebek “Aldanmış olmak büyük bir derttir. Aldanmamış olmak pek büyük bir derttir.” desiderius erasmus I. Eskiden şarkıların sinemalar gibi bir teması olurdu Murat, şimdi hepsi boş. Ve ben bu çağda Carl Sagan’a peygamber gözüyle bakılmasından bıktım. Bu arada günler geçerken ve hatta aylar yıllar, ben hep frensiz bisikletin üzerinde yokuş aşağı düşüyormuş hissine kapıldım. Hayır o denli hızlı geçti demiyorum, o düşüş kadar sonu bilinen ama heyecan yaratan bir an. Ne yaparsan yap düşeceksin ancak insan çabalamak istiyor. Çabalasan ne olacak düşeceksin elbet, kaçışın yok. Kaçamadım da zaten. Hep düştüm. Kalkmanın yolu topluma sığınmaktır deniliyordu bir zaman, hala öyle mi bilmiyorum, sığınmadım, kalkamadım. II. Bu sefer ben sana soruyorum Murat, Jack London’ı tanımak için ne yapmayalım? 7 rekat namaz? Yollara düşsem veya? Duygu yüklü kollarla ebeveynlerime sarılsam? Kendime dahi anlatanadıklarımı anlatsam insanlara? Ya da hiç bilinmedik bir ruh halinden bahsetsem onlara? Bilemiyorum, göreceğiz. III. Beni kara listeden çıkarınız çünkü romen rakamları bilmek hayat kurtarır. IV. Toplumun bizden vermemizi istediği tepkileri bırakıp kendimizi bir an önce doğallığın yakıcı sularına bırakmalıyız. Çünkü bu dünyada yakıcı olan her şey saf insan doğasına hizmet eder. Hissederek yaşamalıyız. V. Klasik müzik eşliğinde at rengi seçen adamlar görüyorum. Uyanıyorum.
VI. Bir daha görüşmek istemiyorum diyor. Onun da kendi çapında veda hutbesi bu. VII. “Ama onun yazılarına iman etmezseniz, benim sözlerime nasıl iman edeceksiniz?” VIII. Kalp tıkanıklığı yaygın bir hastalıktır. Çağımızın en bilinmeyen ve çok bulunan hastalığı. Bir an önce tedavisini bulunuz. IX. Evrenin eğilip bükülmesine rağmen halen üçüncü sınıf komedi ve aksiyon filmlerinden nefret edenler, tebrikler. X. Kitaplarını kendi yayınevlerinden basan şairlerin rahatlığı. XI. o beni topluma karşı tuttu, o tuttu omzumdan tuttu, düşme anında tuttu. biz toplumun ayakaltındaydık. o bunu bilmiyordu. insan, ezenini ve ezdiğini sevmezmiş. XII. Murat, delirdim mi?
İBRAHİM EVİN
YAKARSA DÜNYAYI İNEKLER YAKAR
Et yiyen biri, vegan birinden 7 kat daha fazla sera gazı üretiyor. Sınai hayvan çiftlikleri; et, süt, yumurta gibi hayvansal ürünlerin kaynağını ve yetiştirildikleri alanları betimler. Peki siz et yedikçe, süt içtikçe neler oluyor bilmek ister misiniz? Öncelikle söylemeye gerek yok belki ama yediğiniz et sizin için kafası uçurulmuş bir canlının muhtelif yerlerinden ibaret. Daha önce nefes alan bir canlının ölmüş beden parçaları… Süt ise sömürünün, hırsızlığın ve tecavüzün pastörize şekli. Bu işleyiş buzağının hakkını çalıyor, ineğin iradesi dışında ineği demir çubuklarla dölleyip hamile bırakıyor, bebeğini emzirmesine müshade etmeyip bebeğini ondan ayırıyor, buzağısı için ürettiği süt ise son damlasına kadar metal makinelerce alınıyor. Tüm bu şiddet ve sömürünün arkasında gezegenin geleceğini ve aynı gemide olan bizlerin kaderini belirleyecek ayrıntılar var, yaşamın gizlendiği ayrıntılar… Hayvan yemeye dair insan merkeziyetçi argümanları “hayvanlar biz onları yiyelim diye var”, “proteine ihtiyacımız var”, “et çok lezzetli, et yemeden yaşayamam”ları çürüten argümanlar. Dünyadaki verimli tarım alanlarının çoğu hayvan yemi olarak kullanılan mısır ve soya gibi ve dahası et verimini, süt verimini arttırmak için genetiği değiştirilmiş tahıl, mısır ve soya ekimi için kullanılıyor. Bu şu demek: “Ekinleri hayvanlara yedirip sonra hayvanları yemek, suyu lağımdan geçirip içmeye benzer” -Bruce Friedrich. Ete dayalı beslenme ile artan dünya nüfusu ve daha fazla hayvan yetişitiriciliği ve katletmeciliği daha fazla metan gazı, daha fazla temiz su kullanımı, daha fazla ormansızlaştırma demek. Peki tüm bunlar ne demek? İnekler mideleri dört bölmeden oluşan geviş getiren canlılardır. Selülozu sindirebilen sindirim sistemlerinde mutualist yaşayan bakteriler, bu özel sindirim işlemi sonucunda metan gazı üretirler. Üretilen bu metan gazı, üretildiği yerde durmaz ve osurmak eylemiyle atmosfere karışır. Küresel ısınma olayına baktığımızda karşımıza “sera gazları” kavramı çıkar. Sera gazları su buharı, karbondoksit, metan ve ozondur. Sera gazlarının olması gerekenden fazla olan yoğunluğunun sebep olduğu küresel ısınma; atmosferin ışığı geçirme ve ısıyı tutma özelliğinin etkilenmesiyle ortaya çıkmış bir sorundur. Karbondioksite oranla 4 kat daha kuvvetli bir sera gazı olan metanın büyük bir kısmı sınai hayvan çiftliklerinden osuruk formunda salınır. Ve sınai hayvan çiftliklerindeki her geçen gün nüfusu artan hayvanlar için daha fazla mısır, daha fazla soya gereklidir. Bu mısır ve soyalar bir zamanların balta girmemiş ormanlarına balta sokmuş ve balta girmiş ormalara daha fazla balta sokacak ormansızlaştırma eylemlerinin devam etmesi demektir. Ta ki kesecek ağaç kalmayana dek. Endüstriyel hayvancılık ormansızlaştırma ile biyolojik tür çeşitliliğin azalmasına hatta yok olmasına, toprağın bozulmasına, iklim değişikliğine, hava kirliliğine, su kirliliğine ve geleceğin su savaşlarına öncülük etmektedir. Hala et yemeye, süt içmeye devam mı? Şimdi verilere bakalım: *Ormansızlaştırma: Greenpeace’in “Slaughtering the Amazon” adlı raporu, dünyadaki yıllık ormansızlaşmanın %14’lük bi oranla en büyük sorumlusunun, Brezilya’daki Amazon ormanlarının, hayvancılık için katledilmesi olduğunu ortaya koyuyor. 2003 yılından bu yana 70.000 kilometrekare alan yakıldı. Buna diğer hayvancılık yapılan bölgelerdeki daha ufak çaplı orman yakmalar/kesimler de eklenince, rakamlar daha da büyüyor. Ormanların yakılmasıyla açılan tarım alanlarının %80’inde hayvancılıkta yem olarak kullanılmak üzere soya yetiştirildiği ve bu sektörün köle ticaretini hala sürdürdüğü “Eating up the Amazon” adlı bir başka raporda açıklanmıştı.
Yağmur ormanlarının yok edilmesi sonucunda her yıl 1000 hayvan türünün soyu tükeniyor. *Su, Ekilebilir Alanlar ve Açlık: Dünya’da yapılan toplam tahıl ticaretinin yüzde ellisi hayvan besini ya da biyolojik yakıtlar için gerçekleştiriliyor. Bu konuyla ilgili olarak, Birleşmiş Milletler Yiyecek Elçisi, bir milyar insan açlık çekerken, 100 milyon ton tahıl ve mısırın biyo-yakıt amaçlı kullanımı için “insanlık suçu” tanımını yaptı. Peki, her sene üretilen 756 milyon ton tahıl ve mısır ile 220 milyon ton soyanın, 1,5 milyardan fazla insana yeterince besin sağlayabilecekken, çok daha az insanın tüketimi için yetiştirilen hayvanlara yem olarak kullanılması nedir? Bu verimsiz besin politikası sonucu fakir ülkelerdeki yiyecek fiyatları artmakta ve aradaki uçurum açılmakta. Milyonlarca insanın ölümcül bir açlık çektiği Afrika ülkeleri, gelişmiş ülkelerde yaşayan insanların sofralarını süsleyecek hayvanların daha da şişmanlatılması için, gelişmiş ülkelere tahıl ihraç ediyorlar. Eti için yetiştirilen hayvanlar, verilere göre Afrika’da üretilen mısır ve tahılların yüzde 70′ini tüketiyor. “Zengin dünya et tükettikçe, fakir ülkelerin açlık sorunu asla bitmeyecek.” 40,4 dönüm arazi sadece 20 kişiye yetecek kadar sığır eti üretirken, aslında 240 kişiyi beslemeye yetecek kadar buğday üretebilir. Sadece Amerika’da tüketilen toplam suyun yarısı, bu hayvanların yetiştirilmesine harcanıyor. Bir kilo biftek için 13 000 – 100 000 litre arasında su kullanılıyor. 1 kilo et 190 metrekare alan ve en az 105.000 litre su gerektiriyor. 1 kilo soya fasülyesi ise sadece 16 metrekare alan ve 9.000 litre su gerektiriyor. Yani 1 kilo et üretmek için kullanılan alan ve su ile, 12 kilo soya fasülyesi veya 8,5 kilo mısır üretilebilir. Ve bu seçim çiftçiye, ve dünyaya, 95.000 litrelik bir su kazancı sağlar. Sadece su ve alan da değil, toplamda hayvancılık sonucu elde edilen etin sunduğu enerji, o etin üretiminde harcanan enerjinin yedide biri! Yani 1 kilo et elde etmek için, 7 kilo etlik bir enerji harcıyoruz! Geriye kalan 6 kilo ziyan oluyor! Amerika’daki yıllık et tüketimi senede 935 kilo. Earth Policy Institute hesaplamalarına göre, eğer Çin’de şuanda 291 kg olan yıllık et tüketimi Amerika ile aynı noktaya yani 935 kiloya çıkarsa, 2031 yılında dünyanın üçte ikisinde sadece hayvanlara yem olmak üzere ürün ekilmesi gerekecek. Bu tüketim oranının tüm dünyaya yayılması durumunda ise, dünya yetmez hale gelecek, böyle bir durumda gerekecek hayvan yemi için 2 adet dünya gezegeni gerekecek! *Küresel Isınma: Hayvan yetiştiriciliğinin ve et üretiminin, global ısınmanın en önemli sebeplerinden olduğunu söyleyenler arasında FAO(Yiyecek ve Tarım Organizasyonu), WHO (Dünya Sağlık Örgütü) ve IPCC (İklim değişikliği üzerine hükümetler-arası panel) gibi dünyanın önde gelen çevre kuruluşları yer alıyor. Çünkü atmosfere salınan sera gazının beşte biri, hayvancılıktan kaynaklanmakta. Bu da, küresel ısınmanın enerji tüketiminden sonra 2. nedeni (Araçlarsa 3. sırada gelmekte). Hayvan endüstrisi, Birleşmiş Milletler raporlarına göre ise sera gazı emisyonunun %18’inden sorumlu, tüm ulaşım sektöründen %40 daha fazla karbon salınımında bulunarak bugün iklim değişikliğinin 1 numaralı sorumlusu. Et yiyen biri, vegan birinden 7 kat daha fazla sera gazı üretiyor. *Kirlilik: Sadece Amerika’daki hayvan çiftliklerinin ürettiği kirlilik (saniyede 40ton!), tüm Amerikan halkının ürettiği kirliliğin 130 katı. Sadece bir hayvan çiftliği tek başına bir şehrin dışkısını üretiyor. Ve hayvancılıkta kanalizasyon sistemi yok…
Dolayısıyla çiftlikler, özellikle de balık çiftlikleri, sadece kirliliğin ve dünya toprağının ve sularının bozulmasının değil, canlı çeşitliliğinin azalmasının da en önemli etkenlerinden. Örneğin, 60 000 tavukluk “küçük” bir fabrikanın haftada ürettiği dışkı 82 ton. Daha 1980 yılında Hollanda’da üretilen yıllık 94 milyon tonluk dışkının ancak yarısı toprak tarafından soğurulabiliyor, geri kalanı doğal su rezervlerini ve ekosistemi kirletiyordu. Bu oran şuanda hesaplamaların ötesinde bir noktada. Üretilen bu hayvan dışkısının içinde amonyak, metan, hidrojen sülfat, karbon monoksit, siyanür, fosfor, nitrat, ve ağır metaller ile hastalık sebebi olan 100’den fazla mikrobik patojenler bulunuyor. Ayrıca üretilen kirlilikte sadece dışkı da yok, başkaca, ölü hayvanlar, doğum kalıntıları (plasenta vs) kusmuk, kan, idrar, antibiyotik şırıngaları, böcek zehiri şişeleri parçaları, kıl, iltihap ve vücut parçaları… Tüm bu pislik toprağa ve sulara karışıyor, amonyak ve hidrojen sülfat gibi gazlar havaya salınıyor. Dünyadaki tatlı su kaynakları hayvancılığın ürettiği bu kirlilik yüzünden giderek daha fazla oranda yok oluyor. Bu bölgelerdeki balıklar ya tükenmiş ya da tehlikeli boyutta azalmış oranda. Endüstriyel çiftliklerden kaynaklı toprak yapısı bozulmalarının mali yükü ise sadece Amerika’da 26 milyar dolar. *Salgın Hastalıklar: Tarihteki ilk büyük gribal salgın 1928’deki İspanyol gribidir (H5N1). Dünyanın dörtte birinin hasta olduğu bu salgında 50-100 milyon arası insan öldü. Sadece haftalar içinde. Üstelik sadece çok genç ve yaşlıları değil, 25-29 yaş arasında etkili olup yaş ortalamasını 37’ye düşürmüştü. Bu boyuta neyseki bir daha çıkmasa da, dönem dönem nükseden grip salgınlarının tümü, hayvanların endüstriyel yetiştirilmesinin sonucudurlar. İşte size insan, işte size uyarlık, medeniyet ve bilimum dünya! Nitekim grip, alerji ve astım hastalıkları oranı, genetik müdahaleye uğramış olan hayvanların yetiştirilip tüketilmesiyle paralel olarak artmış durumda. Virolojist Robert Webster, tüm griplerin kuş orijinli olduğunu ortaya koymuştur. Kuşlar kendileri hasta olmayıp bu virüsleri taşıyorlar. Bu virüslerin insanlara da bulaşabilmeleri için gereken mutasyon (genetik değişimler) ise endüstriyel hayvancılık sayesinde oluyor. Özellikle domuzlar, hem kuş hem de insan griplerinden etkilenebiliyorlar. İddialara göre kuşlardan aldıkları grip virüsleri insanları da etkileyebilen bir şekilde domuzlar üzerinden evrimleşip insanlara geçebiliyor. Nitekim domuz çiftliklerindeki korkunç koşulların üstesinden gelip kesim aşamasına gelebilen domuzların %30 ila %70 arası, yani ortalama yarısı, bu aşamaya geldiklerinde solunum hastası oluyorlar. Domuzlardaki yaygın üst solunum yolları enfeksiyonları, grip virüslerinin gelişmesinin en önemli zeminlerinden. Çiftliklerin arz ettikleri bir başka tehlike, hem aşırı kirlilik hem de hayvanlara yapılan aşırı antibiyotik yüklemeleri yüzünden direnç gösteren patojenler. Mikroplar gittikçe daha güçlü hale geliyorlar. Yalnızca * ile belirtilen kısımlarhttp://www. yeryuzusakinleri.org/2011/08/hayvancilik-ve-dunyanin-sagligi/ web adresinden alıntılanmıştır
DİCLE ÜRÜNAY
I Yolda yürüdüğümü düşünüyorum. Nasıl bir yol tarif edeyim. Ne zaman biteceği belli değil ama yolu kısaltabilirsin. Uzatabilirsin de. Ama nereye, nereye kadar. Yani sürenin aslında hiçbir değeri yok. Süre, süreç, zaman ne dersen de aslında hiç önemi yok. Ne 1 ne 0 o yolun kısalığı uzunluğu. Yürüdüğümü düşündüğüm yolda zaman yok demiyorum, önemsiz diyorum sadece. Yolu anlatmaya devam ediyorum. Ağaçları var sağlı sollu ve allah seni inandırsın ortasında da ağaçları var. Çırağan Caddesi’nden bahsetmiyorum yani. Aslanları yok oradan da bahsetmiyorum. Altım asfalt ama onda hemfikiriz. Evet sağımda solumda başka insanlar ve hayvanlar da var. Bir kere göz göze gelmiyoruz. Bir kere selamlaşsak ölürüm. Dokunsa deliririm, çarparsa katil olurum. Evet kafamızı kaldırmadan bir karınca ahenginde yürüyoruz. Gökyüzü var, yani aslında yok değil. Binlerce frekans dolaşıyor orada. Benden, umduğumdan eser yok. Cebimle uğraşıyorlar. Kar yağıyor bazen çok şükür, gözüm bayram ediyor. Arabalar var yolda ağaçları çalımlıyor, senede 56 milyon euro kazanan bir futbolcu edasıyla. Egzozları var, reklam klipleri gibi. Arada çarpar gibi yapıyorlar allahtan tam dalmışken kendime geliyorum. Yolda zaman yok demiyorum, yoldakiler zamansız biraz ondan bahsediyorum. Bir kere yüzüme küfretmişlerdi, o zaman gerçek olmadıklarını anlamıştım. Yola ait olduklarını, yoldan çıkamayacaklarını, varmak gibi bir şeyleri olmadığını. Gittim ilk gördüğüm ağacı tekmeledim ya da sarıldım; hatırlamıyorum. II Yolda durduğumu düşünüyorum. Saatleri geçtim, ezanların sayısı arttı beynimde. Süre bütün kumları unufak etti ufaktan daha ufak. Yolum aynı ama görüntüsü değişmeye başladı. Ağaçları var ama tek tük sağda solda. Ortada hiçbir şey var. Hiçin varlığını gördüğümde çok korktum. Önce sevgilim vardı ona sarıldım. Sonra anneme döndüm biraz, sonra kimi bulsam yoldaş sarıldım. Fena da yapmadım. İyi yaptım. Onlar çok daha iyi yaptı bana sarılarak , onlar çok iyiydi. Sarılmasam ölürdüm. Sarılmasak ölürdük. Sarılmasalar ölürlerdi. Ölürdü. Gökyüzü yok artık. Var gibi değil, doğrudan yok. Asfalt biraz fotosentez yapıyor, arabaların hepsi Messi; frekansta bir tane radyo yok, hepsi oyun. Kar yağmasına imkan yok zira havadayken çalıyorlar. Artık küfretmiyorlar; dövüyorlar, öldürüyorlar. Arabalara çalım atamıyoruz, bonservisimiz yetmiyor. Kime sarıldıysam sırayla eziliyor, kime sığınsam yitiyor, kim bana sığınsa kolum kanadım bir bombaya gidiyor. Kaldırım yok. Yani aslında eskiden varmış da zamanla erimiş, eskimiş, işlevini kaybetmiş ya da tam anlamıyla kaldıramamış. Eski kaldırımları anıyorum, mumlar var kaldırımlarda. Bir de hatırlar mısın Arnavutlar yol yaparken yeşile boşluk bırakırlardı. Sen Sirtaki’yi hatırlar mısın. Sen kimsin, belki biraz rüzgar. Belki biraz kum. Ben ne kadar aşınmışım hiç tahmin edemiyorum. Zamandan daha zalim şeyler görüyorum; o anın gerçek olmadığını anlıyorum. Bütün nesne ve öznelerin hiçbir anlamı yok diyorum sonra unutuyorum ya da hatırlamıyorum. yolda yürüdüğümü düşünüyordum yol diye bir şeyin olmadığına ikna oluyorum. BUĞRA KAVUKÇUOĞLU
KÖRELMEK Güzel bir yemek, üstüne çay, bir kalem ve kâğıt... Öyle olmuyor o işler. Yemeği unut, çayı yarım bırak, güneşi kaçır, isimsiz hisler, yersiz dertler, bir çıkış kapısı. Nedir? Neyse ne. Bazen yaşadığım şu günlere ileride imrenerek bakma ihtimalimden korkuyorum. Her geçen gün bugüne beş çeker çünkü. Nefes alanım daralıyor kaçacak delik yok. Bedenimin içinde ruhumla kovalamaca oynuyorum. Aslında kovalamaca dersek keyifli bir iş gibi görünür şimdi, kaçıyorum. Bazen notalara biniyorum, bazen harflere, bazen görüntülere, anılara, anlara, kokulara, dertlere, saniye saniye, her gün, giderek kötüye, inatla mutsuz, ivmeli istikrarlı bir pişmanlık, yüz bin kere of, damarımdaki kandan parmak uçlarıma kadar uzanan bir çürümeyle, öfkeyle kaçıyorum. Kaçarak silinmez ki bu dert. Hadi yeni bir yol haritası diyorum, çok fazla kez ‘artık’ diyorum, artık, artık demeyeceğim, olmuyor. Adım adım ilerliyorum buzdağına. Elimdeki çayı döksem eriyecek bir buzdağınailerliyorum. Çayı masada unutuyorum. Çarparsak iyi oluruz diyor bir his. Bin nasihatine başlatma şimdi diyorum. Musibet musibet nereye kadar, ben olmuşum musibet! Yollar beni başladığım yere götürüyorlar ve diyorlar ki; senin gittiğin yoldan hayır gelmez, hiçbir yere bırakmıyoruz, bizimsin. Beni yollara salmayarak neçebir fedakârlık yaptıklarından bahsediyorlar. Canıma minnet, ölmek de güzel şey aslında.Yolda ölmek yolda olmamaktan iyidir diyorum ama hiç inandırıcı gelmiyor. Bir yerlerde gizlenmiş, gizli gizli büyüyen sahipsizlik adında bir çocuğum var. Bugüne dek hiç konuşmamıştık. Aslında onu görmemiştim bile. Varlığından haberdar olduğum bir piç gibi saklanan, varlığı utanç vesikası, gizli saklı bir velet işte. Kendimi kandırdığım sürece görüşmüyorduk. Biz onunla göz göze gelmeyince varlığı şüphe altına girmiyor elbet. İnsan değerlerini kaybedince zırhlarını da kaybediyor. Boynundaki cevşene inanmazsan seni korumayacağından emin olursun. Galiba cevşenin de hevesi kaçıyor öyle durumlarda, korumuyor yani, ne halin varsa gör diyor. Sürüden kaçana sürü küfreder. Göz görmeden de eller kavuşmaz ki! İsmimin üzerinde milyonların çiziği var. Can ciğer mermilerim var bedenimde. Hatıra diye saklıyorum dizlerimde. Arada bir sıkıntı yapıyor merdiven çıkarken, yapsın. Her sıkıntıyı da dağ yaparsak dağların dağlığı kalmaz. Sahipsizliğimle masaya oturduk. “Oğlum,” dedim “varlığını kabul ediyorum fakat kucak kucağa da yatamayız.” “El ele tutuşabilir miyiz peki?” diye sordu. Ne zamandır ellerime kimsenin eli değmemişti. Sahipsizliğimle el ele tutuşarak hangi derdime derman olacağımı düşündüm. Aklıma bir şey gelmedi fakat el ele tutuşmak güzeldi. Anneannem görse halimi, bu çocuk terelli oldu, derdi; annem görse ağlardı. Bense kimseyi görmek istemiyordum gözlerimi açana kadar. Acı veren bir körelmek hali bu. Anlatacak mecalim yok YUNUS
ABİDİN
TUBA TUUBA
TUBA TUUBA
Uyuşturucu ile Mücadele Uyuşturucu nedir, ne değildir; her reşit vatandaşın bu konuda fikri vardır. Genel kanı uyuşturucuların kötü bir yaşam tarzı sonucunda bağımlı olunan, kısa sürede kişinin iş ve sosyal yaşamını bitiren, nihayetinde onu ölüme götüren bir takım maddeler olduğu yönündedir. Kişinin kendisini koruması için bunları bilmesi hemen hemen yeterli görülür. Zira sıradan insanlar günlük hayatta “madde nedir, nasıl varolur, nasıl bilinir” gibi sorgulamalar yapmaz, “Allah’ın bir hikmeti” der, geçerler. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da otorite devlettir. Bundan dolayı herkesin güvenliğinden o sorumludur: Uyuşturucunun tanımını o yapar. Istisnai durumlar haricinde ithalatını, imalatını, dağıtımını, kullanımını kısıtlar. Örneğin; alkol maddesi bir uyuşturucudur ama en az kısıtlanan maddedir. Yalnızca vergilerle veya lokal olarak kısıtlandığı, kanunen yasal olduğu için diğerlerinden farklı görülür. Devlet bu kısıtlamalara, maddelerin bağımlılık yapma veya ölümcül olma derecesini dikkate alarak, bizi korumak adına karar verdiğini söyler. Fakat bu karar bilimsel bilgiye dayanmaz; devlet kendi kendine ürettiği bilgiyi ezberden tekrar eder. Örneğin; alkol, THC’den daha sert ve daha çok bağımlılık yapan bir maddedir, üstelik ölümcül olabilir. (Zira tarihte kenevirden ölen kimse yoktur, kenevirin doz aşımı olmaz). Bu bilimsel bilgidir ancak devletin uygulamalarıyla çelişir. Herhangi bir madde kullanan kimse, kendi hayatının gidişatı hakkında en ufak fikri olmayan biri olsa dahi, kullandığı maddeye dair pratik bilgi sahibidir. Diğer taraftan madde kullanımına karşı propaganda yapan kişi veya kurumlar her zaman o kadar bilgi sahibi olmazlar. Zaten ihtiyaçları da yoktur, önemli olan niyettir. Bir takım medyacılar “bonzai, eroinden ve hatta esrardan bile daha tehlikelidir” diye haber yapabilir. Bu durumda “kenevirin aynısı, bir farkı yok” diye piyasaya bonzai süren kötü niyetlilerden bir farkları kalmaz; kendi niyetlerinin iyi olması dışında. Bir başka zaman, bir başka medya kanalı bonzai furyasının arkasından “ölümün yeni adı skank” diyebilir. Doğru yazımıyla “Skunk” aslında kenevirin bir cinsine verilen isimdir. Kenevirin başka bir cinsi olan “Green Crack” de adındaki espriden dolayı kokainle bir tutulabilir. Oysa ki “skank” torbacıların İngilizce bilmemesinden dolayı kullandığımız bir tabirdir, bir nevi peçeteye Selpak demek gibidir. Kenevirin ise ne kokainle ne de eroinle alakası yoktur: Onlar gibi bir takım kimyasallarla kaynatılmaz veya karıştırılmaz. Toz değil bitki olduğu için içine bir şey katılması da zordur. Kenevirin bazı ülkelerde yasallaştırılması ile kokain ve eroin kullanımının ve antidepresan bağımlılığın önüne geçilmeye çalışılmaktadır. Tercüme hatası, yabancı bir kültürü tanımanın eksikliği, ilimden irfandan bihaber olmak veya araştırmak için çok tembel olunması medyacının da siyasetçinin de değerini düşürmez. Allah’ın bir hikmeti… Torbacı ağzıyla konuşsalar da, onların farkı iyi niyetlerindedir. En nihayetinde niyetler birbirini sıfırlar, geriye güvensizlik kalır. Bu güvensizlik ortamında “uyuşturucu kültürü” keneviri yutar. Eğer devlet sizi bundan koruyamıyorsa, hemen pes eder. Devletin bir aygıtı olan medya da aynısını yapar. Bu durumda bir başkasını size karşı korumaya başlarlar. Çünkü otorite, bilgiden değil muhafazadan kaynaklanmaktadır. Gerçekler korkunç olabilir ancak otoriteyi sağlamak için illa ki gerçeğe ihtiyaç yoktur. Korkunç yalanlar da aynı işi pekala görebilir. Kenevir Nedir? Kenevir yakın zamana kadar utanç ve aptallık kaynağı, deliliğe ilk adım hatta ölümcül bir “madde” olarak bilinirdi. Dışlanan kim varsa onun eline tutuşturulurdu. Fakirlik, eşcinsellik, hastalık, Kürt olmak ve daha nice “ahlaksızlık” kenevirin ait olduğu yerdi. Oysa ki toplumun her kesiminde seveni olan bu bitki, bir sürü farklı kimliğin arasında ortak zemin olup çıkmakta ve insanları bir araya getirmektedir. Üstelik mide bulantısı, alerji, anksiyete, depresyon, sinirsel kasılmalar, fikri kasılmalar gibi sayısız derde devadır. Kenevirde bulunan CBD maddesi bazı kanser tiplerini yavaşlatır. Dünyamızda 3 kenevir cinsi bulunur; sativa, indica ve ruderalis. Bunlardan ruderalis, psikoaktif etkisi en az olandır. Soğuk yerlerde yetişir. Sativanın daha çok uyarıcı etki yaptığı söylenirken, indicanın vücutta sakinleştirici ve gevşetici etkisi olduğu söylenir. Ancak bu etkiler kullanan kişiye
göre değişebilir. Doğada bulunan bu kenevir cinslerinin hiçbiri ölümcül değildir. Farklı kenevir cinslerinin birbirleriyle melezlenmesiyle elde edilen White Widow, Skunk veya Green Crack gibi hibrit kenevir cinsleri de ölümcül değillerdir. Birbirlerinden farklı etkiler gösterirler. Bu cinslere “strain” denir. Eğer kenevir kullanan kişi kendisine uygun olan straini seçebilirse, bu kendisi için daha güvenli olur. Kenevirin etken maddesi THC’nin ölümcül olması için çok yüksek bir dozda alınmalıdır. Kime göre, neye göre yüksek? Örneğin kafanızın güzel olması için 1 veya 2 gram kenevir tüketiyorsanız, öldürücü olması için kilolarca tüketmeniz gerekir. Ölümcül olan ise “sentetik THC” denilen ancak aslında THC değil farklı bir madde olup, etkilerinden dolayı böyle isimlendirilen Bonzai türevi maddelerdir. Kenevirin tohumundan, sapından, yaprağından farklı amaçlarla faydalanılabilir. THC ise çiçeklerde yoğun olarak bulunur. Sömek denilen şey aslında kenevirin çiçeklenen bölgesidir. Biyolojik anlamda çiçek denilen ise bu bölgedeki kıl kadar ince ve kırmızı, sarı, turuncu tonlarında görülen pistillerdir. Dişi kenevir çiçek açar, erkek kenevirde yalnızca polen kesesi bulunur. Dişi kenevir döllendiği zaman tohum yapmaya başlar ve THC üretmeyi bırakır. Ancak döllenmezse, yani erkekten uzak bir alanda polenden korunursa o zaman ömrünü tamamlayana dek THC üretir. Bu yüzden tohumlu ve tohumsuz kenevir farkı vardır. Cins veya yaban farketmez, her tohum sağlıklıysa filizlenir, yaşar. Indoor Grow Bazı ülkelerde yalnızca kişisel tüketim amaçlı yetiştirmek isteyenler hem verimlilik hem güvenlik sebeplerinden dolayı kapalı alanda yetiştirmeyi tercih etmektedirler. Bu yöntemin aslında NASA tarafından uzaydaki astronotların aç kalmaması, kendi yiyeceklerini yetiştirmeleri için geliştirildiği iddia edilmektedir. Aynı zamanda sağda soldaki meyve sebzeye güvenmeyip kendi organik tarımını yapacak olanlar da tercih eder. Olay; güneş yerine ampul ışığında bitki yetiştirmektir. Ancak buradaki ampul ev tipi ampul değil, halısalalarda veya altgeçitlerde görebileceğimiz dış mekan ampülleridir. 400W ampüller 2-3 metrekare alanda yeterlidir. İlkbahar spektrumunu taklit eden MH tipi beyaz ışık ve çiçeklenme döneminde yaz spektrumunu taklit eden HPS tipi sarı ışık olmak üzere iki ampül gerekir. Daha pahalı olan çift spektrum ampüller de vardır. Bu ampülleri kullanmak için balast gerekir. Ampüller dönüşümlü kullanılırlar. Türkiye şartlarında elektrik faturasına klimadan daha fazla yük olmaz. Lamba dahil, başlangıç için gereken para 600 TL civarında olabilir. Ayrıca en az 1 metrekare uygun alan gerekir. Devamı için; İngilizce bilinirse ve okuma alışkanlığı edinilirse kimseye muhtaç kalınmaz. Yabancı sitelerde merak edilen her türlü detay resimli anlatımlarla bulunabilir, bir takım teknikler öğrenilebilir, iyi marka malzemeler araştırılabilir, tartışmalar okunabilir. Eğer bünyede girişimcilik varsa yurtdışında bu alanda iş bile kovalanır. Türkiye’de de internet üzerinden organik tarım malzemeleri satılmaktadır. Gübre, saksı, toprak gibi malzemeler legaldir, vergiye tabidir. Söz konusu ülkelerde cins tohumlar da satılmaktadır. Başlangıçta cins tohumu riske atmak gereksizdir. Yaban tohumla deneme-yanılma yapılıp, biraz öğrenilip öyle cins tohuma geçilmelidir. Çünkü cins tohum pahalıdır. Belki şans yardımıyla, “skanklardan” tohum çıkabilir. Güvenlik Koku en çok akla takılan sorulardan biridir. Öncelikle; tohum kokmaz. Havaalanlarında köpek dahi olsa, markalı ve ambalajlı tohumlar temizlendikleri için koku yaymazlar. Bitki ise koku yayar. Ancak asıl risk başkalarının bu kokuyu duymaları değil, kokuyu tanımalarıdır. Bu da çok düşük bir ihtimaldir. Ülkemizde keneviri kokusundan tanıyabilecek vatandaşların nüfusa oranı maalesef %0.1 dolaylarındadır. Ayrıca para mevcutsa bu soruna çözüm olan ürünler de bulunabilir. En ciddi güvenlik riskleri ışığın dışarıdan görülmesi ve eve gelip giden misafirlerin boş boğazlığı olabilir. Bunlara yönelik yaratıcı tedbirler düşünülebilir, ona göre mekan seçilebilir.
ANONİM
HER YASAK KENDİ İSYANCISINI YARATIR!-Kağıt kağıt filmi politik duruşu ve tam bagimsiz olması filmin konusu ile oldukça yakındır. Film uzun metrajlı olup,politik dram filmidir. Film,”Her yasak kendi isyancısını yaratır” sözü ile başlıyor. Radyo televizyon ve sinema bölümü okuyan rejisör bir genç,ilk filmini çekmek ister ancak devletin Gerekli kanunlari(!) Buna el vermeyip sürekli zorluk çıkaracaktır. Film bunun üstüne kurulu olup bir kuble replik ile yazımı bitirmek istiyorum. Bir sabah uyandınız ve birileri diyor ki size, sabah kahvaltısında zeytin yemek yasak. Ne olurdu? - Sabah kahvaltısında zeytin yemeyiz. -Yanlış, her yasak kendi isyancısını yaratır. Zeytinseverler bir örgüt kurarlardı. Üzerinde zeytin dalı amblemi olan bir bayrakları olurdu. Zeytinlere özgürlük diye bir marşları olurdu belki. Şimdi soruyorum size zeytinseverler ayaklanıp dağa çıksa ,dağa çıkan mı suçlu,yoksa zeytini yasaklayanlar mı? Replik kaynak:Sevgi Yılmaz Yazı : Göktan Derya
Beethoven ve Ayışığı Sonatı’nın rivayete göre hikayesi. Klasik müzik dehası olan beethoven,müziği ile,zekası ile,sonatları ve uvertürleri ile çoğumuzu etkilediğini düşünüyorum. Beethoven küçük yaşlarında gerçekten zor bir çocukluk geçirip özellikle yalnızlık ve sağlık problemleri yaşam sevincini elinden almıştır. Beethoven,uzun bir süre düşündükten sonra vasiyetini bile yazacak duruma gelir. Bu sırada Beethoven’ın karşısına kör bir çocuk çıkar ve ayışığını görememiş olması Beethoven’ı derinden etkiler ve yeniden yaşama bağlanmasına sebep olur. Beethoven ve arkadaşı viyana sokaklarında dolaşırken hoş bir apartmanın ikinci katından piyano sesi geldiğini duyar ve oldukça etkilenir. Arkadaşına, “beni oraya götürmelisin “der. Cam açıktır ve kapıyı çaldığında Beethoven’ı tanıyan kadın çok şaşırır. Beethoven ise piyano çalan kişiyi görmek istediğine ve muhteşem bir şekilde etkilendiğini belirtir. Kadın, Beethoven ve arkadaşını içeri alır ve mutluluk duyar. Hemen tanıştırmaya götürür. Beethoven kızın odasına girer ve annesi de Beethoven’ın geldiğini söyler. Kız çok mutlu olur ancak görme engellidir ve Beethoven, “Lütfen benden bir şey isteyin” sözünü söyler. Kız da “Ben ayışığını göremedim bana onu anlatır mısın” der ve Beethoven Piyanonun başına geçerek Moonlight Sonata’yı doğaçlama olarak besteler. Merhabalar, bilmiyorum,hiç Suzanne Vega dinlediniz mi? Birçoğunuz dinlemiştir. Ama ola ki bu sayıda yeni öğrenen ya da yeniden dinlemek isteyenlere yol göstereyim dedim. Öncelikle,Suzanne Vega indie,folk rock yapan çok hoş sanatçıdır kanımca. Gerek sözleri ile gerek müziği ile gerek hissettikleri ile olsun cidden beni çok hoş bir moda sokmayı başarıyor. Kendisine bunlar için mesaj almıştım ancak geri dönüş alamadım... Şimdi geçelim şarkılara -THE QUEEN AND THE SOLDIER Bu şarkıda kendi yazdigi bir hikayeyi baştan sona şarkıya dökmüştür Suzanne Vega
The soldier came knocking upon the queen’s door He said, “I am not fighting for you any more” The queen knew she’d seen his face someplace before And slowly she let him inside. Knight Moves’un nakaratı da oldukça hoştur. One false move And a secret prophecy Well, if you hold it against her, First hold it up and see That it’s one side stone One side fire Standing alone among all men’s desire They want to know Do you love any, do you love none, Do you love many, can you love one, Do you love me? Eğer dediğim o 2 şarkıyı dinlediyseniz muhtemelen ne demek istediğimi anlarsınız. Gerçekten sevdiyseniz Kitabevlerinde (muhtemelen mephisto’da) bu albümü ucuz bir fiyata alarak arşivinize ekleyebilirsiniz. Arres Warcollapse
Düşünmek beynini durdurabilir Hallaç pamuğu olmayı bekleyen tüm dağlar ; Dünyaya dağılmış zerrelerinden tekrar bir olup doğacak, kılıfları gibi tüm ruhların Ve son anında şehadetini getirecek bir şehit huzuruyla Yok olacak son ruhun doğmasını bekliyorum. Her şey büyük bir patlamayla başladı -başlangıcımızda bir son nokta vardı- Ve yine durduralamayacak bir saatli bomba kurulu zerrecik olduğun kainatın merkezinde, yok etmeye hazır. Zamandan sıyrılıp düşüncelerden arınamadığında, Sorguladıkların algılarını yavaşlattığında, En önce şunu bilmelisin ;düşünmek beynini durdurabilir. Sen olduğun için sırf, Belirli sayıda insanı,belirli şartlar altında,belirli sürede tanıdığın için, O karından doğup O babanın var olan dölü seni ete dönüştürdüğü ve tanrının seni yaratmasında bir anlam aradığın için, Yaşamın sonunda ödül olarak ölümü bulduğun Var olmaktan vazgeçsende, kalbini tetikleyen sancıları, Başka şartlar altında farklı bir hayat süremeyişini, kafa tasını uçurup ayaklarını yerden kesecek pimi sen çekemediğin için, İki zıt düşüncenin sonunda çelişkiyle ortada yek kaldığın, En yüce arzun tanrıyı görmek olsada nefes alan bir canlı olduğun için ve belki de cehennemliksin sonunda tanrını da kaybettiklerini de görüp göremeyeceğini bilemediğin için, Kaçmayı seçtin. Derinin üzerinde görünmezliği oluşturacak bir deri daha çıkartamıyorsun. Beyninde dolanan hayallerini üç boyutlu dünyayla sınırlı bırakmak zorundalığı seni öldürüyor. Dünyaya tersten bakıp düz giden tek varlığın kendin olduğunu düşündüğün zamanlar olacak. Kader ve kaotikliğine bin bir farklı cevaplar verip,sahip olduğun dinden sıyrıldığın,tekrar ona sarıldığın zamanlar. Gözlerin kapalı karanlığı görerek doğdun,şimdi yaşamak zorunda olduğun dünyanın karanlığını da görüyorsun,sonunda gözlerin açık ölsende kapatacaklar ve karanlığa döneceksin. Karanlık dışında yanıt bulabileceğin bir yer var edilmedi. Işık hızını geçemedi insanoğlu düşlerinden başka bir yerde. Geçmişinde anlam veremediğin,yitirdiğin,başka bir insana dönüşmek zorunda bırakıldığın ne varsa geleceğinde değiştirdiği şeyleri bilemezsin. Bir insanın hayatının farklı dönemlerinde çektiği tüm acıların toplamıyla,diğer tüm insanların çekeceği acılar toplamı eşittir belkide. Sadece farklı zamanlarda,farklı olaylarla karşılaşıyoruzdur. Ya da ben intihar süsü veriyorumdur bu sözlerimle koca bir cinayete. Ve sen hala okuyorsan,düşünen bir insanın tüm eşitsizliklere yine de iyi yanından bakabilme umuduna şahit oluyorsun. Tek bir an içinde sıkışmış,beyni dışında özgürlüğe sahip olamayan ruhlarız. Beden sadece kafese haps ediyor. Ve eğer çıplak dolansaydık sokaklarda,ormanlarda,yağmurlarda Merak edilen şey et-kemik değil de ruhumuz olacaktı. Ve dünya içindeki tüm yargılarla,savaşlarla,öksüz yetim ,ölü çocuklarla,evladını kaybetmiş ana babalarla,sakat,evsiz,yoksul insanlarla belirli bir yörüngede bunlara şahit olduğu halde hızını hiç kesmenden bir an duraksamadan dönmeye devam ediyor. Tanrının gördüğü rüyayı bize izletmeye başlattığı andan ,bizim ayılacağımız güne dek. ECE
BAŞTÜRK
.
..
‘’Saadet zamanı: avluya doğru oturmuşuz, sen ve ben Endamımız çift, sûretimiz çift, rûhumuz tek, sen ve ben Bulandıran palavralardan âzâde, gamsız bir keyif, sen ve ben Sen ve ben, ne sen varsın ne de ben, bir olmuşuz aşk elinden’’ Terliyorum. Her bir damla, yalnızlıkla yakıyor tenimi. Damla damla akıyor yalnızlık vücudumdan. Öyle boşluğa bakıyor ki gözlerim, baktığım her yer kayboluyor. Boğazımdan akıyor damlalar en kuytu yerlerime. Kim cezalandırdı beni? Adım seslerimi duyuyorum Nil; sabah akşam duyuyorum. Birde bedenimi içine çekenler var, sonra çekip giden. Kim beni cezalandır da ben bi günde gelip bi günde gidenlere ağlamışım. ‘’Saadet zamanı avluya oturmuşuz sen ve ben’’ Hadi söylesene Nil kim cezalandırdı beni. Mumlar yakıyorum odam aydınlanmıyor. Saçlarım nasılda uzun, birilerinin boynuna dolanacak diye korkuyorum. Biliyorum biliyorum korkmaya lüzum yok saçlarımı açmama izin vermiyorlar zaten. Öylesine uğraşıyorum ki zavallılığımı korumak için cümlelerden, öylesine süslüyorum ki ama bulaştı bile, süslü bir zavallıyım. ‘’Bulandıran palavralardan âzede sen ve ben’’ Hadi dün bu kızı siktim diye göster beni. Hiç biriniz yeni bir kulak değil mi hikâyemi dinlemek için. Biri yalnızca benim için bi dünya yaratmış Nil, sırf ben yalnız kalayım diye. Bir nefes çektim hücrelerimle konuşuyorum. Bir nefes çektim gece olmuş. Adımlarım yankılanıyor evde. Sen şu güzel parçada ki içine çeken melodisin hep arkadasın ve hiç konuşmuyorsun Nil, hadi bir adım sesi nolur; sadece bir adım sesi… Bana konuşabildiğin dilleri öğret Nil ‘’sen ve ben’’. Yapamıyorum sen benim elimi tut Nil. Ben senin ne gülüşünü gördüm ne akışını. Söyle nasılda böyle kaygısızsın? Bir nefes daha çekiyorum… Al beni. Nede güzel hikâyeler anlatıyordu gitmesine birkaç saat kala. Yapma dedim gözyaşımı sildi ağır ağır. Gözlerimi kapadım ‘’sen ve ben’’. Boynumu öptü gözlerimi açamadım ‘’sen ve ben’’. Ellerinin altında çarpıyordu kalbim ‘’sen ve ben’’. Bayılıyordu kalbimin çarpışına. Onunda yalnızlıkları akıyordu belki teninden, ben dudaklarımla tüm yalnızlarının tadına baktım. Sırt çizgimde hissediyorum yalnızlığını elleriyle kalçama akıyor ‘’ sen ve ben’’. Arkam dönük ve avuçlarıyla kavramış belimi ‘’sen ve ben’’ öyle bir zevk ki unutuyorum onu. Ben insanları unuttuğum için mi cezalandırıldım Nil? Mum ne seni ne de beni aydınlatıyor Nil, bana nasıl bakıyorsun göremiyorum. Üzerime uzanıyor kalplerimiz adımlardan daha sesli. Bana öyle bir sarıldı ki; ben neyin aşk neyin olmadığını bilemiyorum. Suçlama beni gitme desem de gidecekti. Uzaktan gelmişti zaten. O gitmese uzaklar onu çekecekti. Elinde aynayla gelme aynaya bakamayacak kadar çirkinim Nil. NUR
ALTAŞ
TUBA TUUBA
indigolar İçinin Lirik Nehirler (1) Mevsimlere damlar bir kelebeğin kanadı. Suya,zehir parıltılar düşer. Suya zehir,parıltılar düşer... Yüzünün yarpuz gülüşleri alıp götürür alnını secdeye. Kime sorsan:’gece oldu,haydi uyuyalım, harap bir ülkeden alıp getirdik bu ağıtı’der. Düşünün kıyısna perçemleriyle bir tay yanaşır ve alıp götürür seni eşkıya sevdan. Kimseye anlatamazsın seni,içindeki lirik nehirler. İçinde boğulur bir yerlerin. Kendine kederden esvaplar dikersin. Kalbinin dizelerinde,yılan olup deri değiştirir acın, kederin,özlemin... Ne zaman düşünse,kırık bir su damlası düşer gözlerine. İçinin Lirik Nehirleri (2) Uzanırsın yıldızlara,belki dokunurum diye. Ve sonra öğrenirsin: Yıldızlar mutluluk kadar uzaktır... Düşlerine yeni lisanlar ararsın, uyuyan bir bebeği öper gibi. Seyredersin bir çiçeği. Belki bir sevdiğin vardır,-içinde bir şifre gibi saklaesın-, Belki bir sevdiğin olacak zamanın birinde. -Bir kehanettir o-beklersin usunun vadilerinde. Bir çoban kavalına vurulur rüzgar;çevirip nağmelerle ağlar. Gcecenin kara keçesne sarılarak uyuyorsun;için rahat değil. -dolaşıyor içinde intihar gibi bir imge;o ağulu nehirde sürüklenerekİçinin Lirik Nehirleri (3) Gece,hüzne gebe kılar dili. Öğrenmişsin üstatlarında bunu. Ve senin rahlende bütün kelamlar ayrılıktır. Vuslat,yine bir uzaktır; bir düş gibi,usunun hançer sızısında. Her mevsim,zehir bir sonbahar gibi düşer gözlerinin parıltısına. Nefesine zehir,yüzüne ölüm siner. Her aşktan sonra,bir giyotin kurulur yüreğinin meydanına. Oturur ağlarsın bir yarpuz mevsiminde, çığlar,yamaçlarda beklerken kıyımı.
İçinin Lirik Nehirleri (4) Bir göç imgesine aldanır göçmenliğin. Divanlarda gezinirsin. Dnegbej kulamlarının tütün ve toprak lügatında. Göçmen bir sevdan vardır; her çiçek solar ellerinde. Rüzgar almaz,yelkenleri gözlerinin. Bir buğunun ardına söyler dizelerini şair. Bir uzak kuşaktadır gözbebeğinde tırpanlanan gülller. Siluetin kırılmıştır,içindeki o nehrin aynasına. Gözlerin,yakamozlara sürükler ömrünü... İçinin Lirik Nehirleri (5) Şimdi yangında bezirgandır alevler. Gözlerin iki atımlık barut kadar kuru... Bilirim... Yüreğinde kordur sevdalar. Bilirim... Saçlarına dokunan bir kızın elleri değiyor yüzüne; bir ay parçası kırılıp düşünce suya... /o an,suyun gözlerine mil çekilir... sağırlaşır zaman.../ Toy yürekte ustadır acılar, acemidir aşklar. Ellerin,yangınının saaatine kurulur, Saçlarına ateşten püsküller eklenir. Mendilinin nakışlarına yalazlar bulaşır. Kelebeğin küllerine düşer kar... Bir sonbahar daha yaprak döker ömrümüzün üstüne... İçinin Lirik Nehierleri (6) Bir sonbahar daha yaprak döker ömrümüzün üstüne. Irmaklar toplar gözyaşlarını, kıyılara çekilirken rüzgar... Sonra uyur ellerimizde sevdamız. Kendi ninnisiyle kanar... Knedi yarasıyla kanar... Kim bilir, daha ne çok zamanlara söylenecek çiçeklerin adları.
İçinin Lirik Nehierleri (7) Gceye bulaşır yalnızlık; eşkıya olur,zamana harmani dumanlar üfleriz. Ve sıkılır yüreğimize atılan kement. Esmer ayak izlerimiz olur yollarda. Gideriz... Uzağa... En uzağa... Göçeriz;yalnızlığımızdan kaçmak için. Zencefil kokar tenimiz; bir çiçek tarlasında vurulmuuz gibi kokarız. Ve bahar olur tenimiz. İçinin Lirik Nehierleri (8) Damarlarımıza birikir kan, Dalyanda tökezleyen ırmaklar gibi. Sonra bir yağmur özlemi düşer çölün gönlüne. Lanetlenmiş agade yeniden dokur masalını. Gata’larda belirir,yalınayak yürüdüğümüz tarih ve ateş. Kitaba ve katibe söz kalmaz. Son söz söylenmiştir artık… İçinin Lirik Nehirleri (9) Toynakları kanamış atların süvarileri gelir. Rüzgarı da getirirler,masalı da o ıtır yaylasından… Kınında bekleyen hançer gibi durur dilleri ağızlarında. Atları bileniş rüzgar da… Atları bilenmiş, rüzgar da. Kantarmaları kanamış, yeleleri rüzgarın pençesinde… Ve gövdelerinde filizlenmiştir yalnızlık. Kimlere malumdur ki gözlerindeki o köz söz? İçinin Lirik Nehirleri (10) Sözün erbaplarına gittim. Su ve ibrişim lazımdı çelik için, O yenik ordu için. Söz ve gözyaşı lazımdı şiir için. O yangın divanı için. Örse yatacaktım… Hattat ve kahindi örsüne yatacağım yürekler. O yürekler ki “atlarına sevda ile varılır”. Kimine kundak,kimine mezardı anlatıcıların sözleri. Bin yıllık uykumda doğdum… esra
ayar
VIVA SPARTAKISTANBUL “Spartaküs babanın iki bin yıl önce hiçbir renk ve köken ayırt etmeden yaktığı özgürlük ateşi bizleri gençliğimizden beri meftun etmekte. Yine Avrupa’da yüz yıldan daha uzun bir süre önce kızıl bayrakları ile ortalığı birbirine katan ağabeylerimizin mevcut düzenin sporunun karşısına onun adını kullanarak çıkmaları bizim için çok manidardı. Nitekim bu coğrafyada birçok kentin spartakları ve dinamoları vardı artık. Spartakistanbul’u kuran spartakistler 1989 Öğrenci Hareketi ile başlayan, 1995 yılında Koordinasyon hareketi içerisinde harman olan ve günümüzde bu anlayışı yaşatmaya çalışan üç kuşaktan haykıran gençlerden oluşmaktadır. Ortak hafızasında İstanbul Üniversitesi’nin yorgun duvarlarına asılan “Ancak Özgürlük Ateşinde Yanarız” sloganı bulunan yorgun spartakistler futbolda da “başka türlü bir şey benim istediğim” şiarıyla bu güzel oyunda var olmaya çalışmaktadır. Spartakistanbul, bir karşı futbol takımıdır. Muhalif siyaset ve toplumsal mücadele ile salt futbol üzerinden ilişkilenmeye içerdiği apolitizm tehlikesi sebebiyle mesafeli duran, doğru enstrümanlarla meseleye yaklaşmaya çalışan; oyuna, oyunun içsel güzelliğine değer veren, önemseyen ve ciddiye alan; futbola bir estetik ve görsellik atfeden; diğer yandan ,bir bütün olarak futbol bahsinin siyaset ve toplumsal mücadeleler alanından soyutlanamayacağını da idrak eden bir anlayışın kendisidir…HER ZAMAN HER YER DE SPARTAK İSTANBUL… CİNSİYETÇİLİĞE,MİLLİYETÇİLİĞE,AYIRIMCILIĞA KARŞI SPARTAK İSTANBUL…. GÜZEL OYUN, ÖZGÜR DÜNYA…
FİRKAT SAYIKLAMALARI Geceyle kardeş bir bela sokulurken İki kemik arasına... Bu kısım sancıydı,bir müddet bekledim. (kaos) Dilden gebeyken şaşmış Şaşmış da elden erken düşmüş sözlerin gizli telaşıyla suretini imzalayan gözlerim, suretinde urganına aşık belli-belirsiz bir idam Sehpaya fırlatılan söz, çektiğin son tetik bu olsun, bu kez T A M A M. (kör nokta) En hayvan yanlarının köşe başlarında durdukça harlanan seyyar, haksız ve simsar vicdan. Oysa sendeki körlüğün karanlığıydım. (Saklanbaç) Ağlamaklı bir ev Her kapının ardı sobe Aynı duygula derdest, Suçüstü ve pişman. Beyazından arınmış Bebeğinden kanamış üç göz. Biri zaten her haliyle tekinsiz, sicilinden hoşnut zindan. (Öfke) Unutma beni ! Gece ve Cuma. Unut beni ! Düştüğüm yoldan çıktım. Biliyordun söylerken ayağa kalkabilsem, duyduklarımdan Kendimi dört defa aşağı atardım.
(Not) Sonrasında -orası her neresiyse işteKarşıma geçip yüzüme senden baktığım Çoğu gecenin kulağına aktığım bir zehrin Ayak seslerini uykularına bıraktım Huzursuzdun,gördüm. Kızma, adalet bazen sana da uğrar. Çünkü ben hala çarpılan bir kapının yankılanan sesiyim. (Miras) Korkumu sol cebime taktım, bir karanfil gölgesiyim. (Kopuş) Burda şiir yok. Daha ötende bir şey göremiyorum artık söylemiş miydim? Burası ihbar. Sök at derinden yelesini Dört nala özlemek yorar. Ve bundan böyle aşk, Mavera adında çift kişilik bir mezar. ZEYNEP DERELİ
............ Kavgamin yenilgisi,kuyuma atilan tasim Özlemini tasimak nasil bir zulüm Haberin var mi? Her gece ay gibi bir parça daha. büyüyor keder Keder diye bir bildirim sesi buldum kendime Senden baskasina bildirimler kapali Bense kapaniyorum kendi icime Temsil edilemeyecek kadar azinlikta umut Yitirmek yeni sirdasim, tanistirayim! Kalksin istersen sen otur biraz da İstersen icimden kendimi.bile kovayim. Bu faize yatirilmis aci bitecek, Yokluğun ertesi yüzün olacak diye Icimde vadesiz bir kalp actim sana Tam surada kaburgamin az ic tarafinda Yani ama bazen sen de cok oluyorsun ama Cocuk oyuncagi mi allasen kurcalamasana. Bir degisiklik yapsak hayatımızda Biz eki kullandim dikkatini cekti mi? Bazi cumlelerde biz oluyoruz hala Bir esinti bir adim bir.gülus yeter halbuki Tüm dugumlerimin tedavulden kalkmasina. Ne söylüyordum yarim kaldi zehrimin bali Degisiklik diyordum Bir.yenilik sart Mesela bugun saçlarını toplasana Mesela. Bugun susmasana. Farketmissindir sensizligin epeyce aci Ve ben kahvemi bile bol sekerli severim aslinda.
CEMALİNUR KIZILKAYA
Ferzan Özpetek’ in Serseri Mayını: Teresa 2010 İtalyan yapımı Serseri Mayınlar, ötekileştirme kavramının heteroseksizm ve homofobi penceresinden başarıyla işlendiği, özgün bir yapım. Duygusal atmosferi kadar mizahi çizgisiyle de zevkle izlenen filmin yönetmen koltuğunda ise yakından tanıdığımız bir ismi, Ferzan Özpetek’ i buluyoruz. Dram türünü dozajında kullanılan mizahla yumuşatanSerseri Mayınlar; cinsel yönelimler örneği ile ‘ötekileştirme’ sorununu ele alarak, geri planda farklılıklara dair düşünceleriniz ne olursa olsun, karşınızdaki bireylere ‘önce insan’ felsefesiyle ve hümanist pencereden bakmanız gerektiği fikrini işliyor. Yapım; soylu, bir o kadar da geleneklerine bağlı bir ailenin büyük oğulları Antonio’ nin eşcinsel olduğunu itiraf etmesi üzerine yaşadıklarını konu ediniyor. Oğulları ile gurur duyan ve hatırı sayılır bir üne sahip makarna fabrikasının geleceği için onları güvence olarak gören baba Vincenzo Cantone, heteroseksizim ile yüzleştiğinde kalp krizi geçirecek derecede homofobik bir birey olarak karşımıza çıkıyor. Baba Vencenzo’ nun duruma yönelik ‘alışamam, alışamayacağım’ şeklinde ifade ettiği şok tepkilerini, ‘insanlar ne der’, ‘acaba duydular mı, biliyorlar mı’ şeklinde kültürel kaygıları takip ediyor. Bu noktada gelenekçi baba portresi ve durum karşısında babanın yaşadığı duygusal tepkiler işlenirken, bu tepkilerin yer yer yergici heyecansal bağlanımla ele alınmış olması dikkatlerden kaçmıyor. Dolayısıyla cinsel yönelime dair gelenekçi ya da ahlaki bakışın mizahla yumuşatılarak karşımıza getirildiğini görüyoruz. Ayrıca Ferzan Özpetek’ in kahramanlarını farklı bir kültürden seçmesi ve ailede yaşananların içinde yetiştiğiniz doğu kültürünü de aklınıza getirmesi, homofobiye evrensel bir kavram olarak bakmanıza yol açıyor. Vincenzo Cantone’ in en büyük oğlunun eşcinsel olduğunu öğrendiği ilk dakikalarda verdiği sert tepkinin ilerleyen sahnelerde mizahtan da güç alarak yerini duygusallığa bırakması, seyircinin filmin kodlarını okumasını kolaylaştırıyor. Dolayısıyla filmde yerli yerinde kullanılan mizah, yapımın ardında yatan insancıl felsefenin film izleyicilerinin düşünsel dünyalarına ulaşması için bir araç olarak oldukça başarılı kullanılıyor. Bunun yanında ailenin Roma’ dan gelen küçük oğulları Tommaso’ nun da eşcinsel olması, babasının kalp krizi geçirmesi nedeniyle bu durumu herkesten saklamaya çalışması, bunun yanında Tommaso’ dan hoşlanan Alba’ nın onun cinsel yönelimini fark etmesiyle birlikte içsel dünyasını konu alan sahneler, filmin duygusal atmosferini yer yer doruk noktaya taşıyor. Tommaso, filmin ana kahramanı olarak ailesinin Roma’ da iktisat okuduğunu sansa da aslında edebiyat okuyan, yazar olma hayalleri kuran, yayıncıya gönderdiği roman dosyası kabul edilmese de yazmaya olan tutkusu ve sevgisini kaybetmeyen bir tip olarak tanıtılıyor. Roma’ ya dönüş hayalleri kurarken, fabrikanın başına geçmek zorunda kalmasıyla beraber, kendiyle yüzleşiyor. Bu yüzleşmede büyük paraların döndüğü fabrikanın başında kendini mutlu hissetmediğini, onu mutlu edenin yazarak içsel dünyasını insanlara anlatmak olduğunu görüyor.
Tabi bu düşüncelerini babasıyla paylaştıktan sonra ailenin yaşadığı ikinci bir hayal kırıklığı çevresinde filmde ciddi bir kırılma noktasıyla karşılaşıyoruz. Filmin doruk sahnesini beklediğimiz yerde Antonio’ nin babasıyla yüzleşmesini izleyen sahneler, Teresa’ nın ölümüyle olayları beklenmedik şekilde çözüyor.
Ölümcül bir kadın olarak Teresa Yaşam felsefesiyle filme adını veren yan karakterlerden Teresa, eşcinselliğe tepkisini Antonia’ yı evden kovmaya kadar vardıran babanın otoritesine karşı gelen tek kişi olarak karşımıza çıkıyor. Bu noktada edebiyat biliminin Feminist eleştiri bağlamında ‘ölümcül kadın’ kavramını Teresa üzerinde okuyabiliyoruz. Teresa, içinde bulunduğu kültüre başkaldıran, kültürün erk kodları ile savaşan, bireyselliğini savunmaya çalışan kişilik örüntüleriyle alışık olduğumuz kadın motifinin dışına çıkıyor. Ölümüyle birlikte cenazesinin aileyi yeniden bir araya getirdiği Terasa, ardında bıraktığı satırlarda kendini ortalığı dağıtırken planları alt üst eden bir ‘serseri mayın’ olarak tanıtıyor. Teresa ‘ nın geçmişi ve dünya görüşüyle birlikte filme yedirilen ‘serseri mayın’ların mekanizması, aslında başlı başına filmin sonuç bölümünde de kendini hissettiriyor. Daha açık bir ifadeyle filmin bitiş sahnesi de başlı başına bir serseri mayın görevi görüyor. Ki zihnimizi dağıtırken, beklentilerimizi tuzla buz ederek sonuca dair varsayımlarımızı da boşa çıkartır. Özelikle son sahneleri oldukça vurucu olan Serseri Mayınlar filmini izlerken Teresa’ nın satırlarıyla beraber izleyici olarak yaşamınızdaki serseri mayınları ya da hayatın serseri mayınlarını düşünüyorsunuz. Bu noktada Ferzan Özpetek’ in görünürde heteroseksizm ve homofobi, derinde ise ötekileştirme kavramına bakarken bu konuları, toplumun değer yargıları perspektifinden çıkartıp yeniden çerçeveleyerek algılarımızla oynadığını fark edip, filmin kurgusuna hayran kalıyorsunuz!
Bir insanın kırk kez öldürülmesine yetecek kadar imkana sahip olan, insanların gitgide insanlığını kurşunlara, rantlara, kentleşmeye kısaca paraya sattığı uzunca bir yüzyıl geçiriyoruz. Günümüzde ahlak ve din-çıkar ittifakı yürümekte! Günümüz insanları, kendilerini ezen şeyi sırtlarında; bilhassa belden yukarısında (!) taşımaya mahkum hissettiğinin, prangalarının farkında dahi değil. Çok fazla tahmine gerek yok çünkü yaşadığımız coğrafyaya şöyle bir baktığımızda bu şeyin “din” olduğunu kolayca farkedebiliyoruz. PEKİ DİN NEDİR? VE COĞRAFYAMIZDA YAŞANAN KISMI NASILDIR? -İnançlar değişebilir ve kişiden kişiye hatta malesef coğrafyadan coğrafyaya çeşitli aldatmaca ve aslı olmayan akımlarla fark/çeşit gösterebilir. Dinin benim düşüncelerimdeki yeri ise: İnsanları rahat güdülebilir uysal bir hayvan, itaatkâr bir kazanç (sömürü) haline getirmek ve insanları sömürü sisteminde uyum içinde yaşatabilmek adına tasarlanmış bir proje ve bu dünyanın doğası üzerine konuşan aldatma sanatıdır. Günümüze gelirsek “din-çıkar” ittifakına karşılık parayla yürütülen, coğrafyamız düzenini hatırlatarak başlamak isterim. Kaldı ki esas değinmek istediğim konu: Kadınlar! İnsanlığın asla küçümseyemeyeceği bir parçası olan kadınlar, yüzyıllardır yerleşen ve hala yerleşmekte olan din, örf ve âdetler gibi soyut ve temeli bilinmezliğe, korkulara dayanan asılsız anektodlara dayalı kavramlar altında ezilmekte. Dolayısıyla feminizmin temelleri de eskilere dayanmakta. Dinlerin bir getirisi olan adetlerin doğurduğu sapık zihinler feminizmi sert bir cephe haline getirmiştir. Tecavüzün, tacizin, pedofilinin meşru hale getirilmesinde inkâr edilemez ölçüde etkisi olan dinler, coğrafyamızda oldukça baskın. Bu şartlar altında kadınlar üzerine birçok otorite doğar. İlk başta din-tanrı otoritesi, sonrasında aile ve devlet birbirini takip eder. Günümüz coğrafyasında insanlığın büyük kısmına tekabül eden kadınlar olarak, kurallara uymazsanız sizi toplumun dışlayacağı, kabul etmeyeceği faşizan cinsiyetçi bir otoritenin içine doğarsınız. Seçmediğiniz bir yaşam ve asla istemeyeceğiniz erk bir din size bacaklarınızı kapatmanızı, bedeninizin utançlar ve ayıplar içerdiğini hatta tek işlevinizin yine asılsız bir”Irk” kavramını devam ettirmek adına bir çocuk dünyaya getirmenizi emrederek sizi suni bir yaşama sevk eder. Feminizm burada devreye girer. Bu otorite üçgeni bilhassa kadını ezse de otoriteist faşizmden nasibini alan diğer kesim erkeklerdir. Kadınlarınki gibi birinci derece yanıkları olmasa da yine “eril” otorite (her ne kadar eril olsa da sistemi yürütebilmek adına) onları da vuruyor. Bu coğrafyadaki faşizmin herhangi bir bayrağı altında doğan bir erkekseniz, askere gitmek, asılsız nedenler uğruna seçmediğiniz yaşamınızı iade etmek zorundasınız. Ve yüzyıllardır kitlelerce bir mal gibi görülen kadına, “bakma görevi” sizdedir. Bunun gibi yine kadının, sistem piramidindeki en alt sırada olduğu örneklerden çokça verebiliriz dolayısıyla feminizm bir insanlık meselesidir. Git gide UYANAN VE GÜÇLENEN
FEMİNİST CEPHEYE OMUZ VER! CİNSİYETÇİ ERK EGEMENLİĞİNE DUR DE! OTORİTEYİ FEMİNİST CEPHEDE REDDET!
ÖZGÜR ECE UĞURLU
Ne Kendine Güven Ne Derdine
Camı aralayıp serinliği ciğerlerime kadar çekerken, umudu hissederken, karamsarlığı silip süpürmesini beklerken, camdan uzaklaşıp tekrar sıcak buhranlara dalardı vücudum. Mutlu görünme çabam yoktu, doğal olarak içten gelen bir heyecanla devamlı neşeli olurdum. Neden sonra birden hüzne boğulurdum. Susmak bir nevi kıyamdı ruhumda. Bir lahza sıkardı kurşunu gamzelerime. Üstüme bir kaç çaput alıp koyulurumdum yola, nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmeden. Bir kahve dükkanında dururdum bazen. Bir sigara tellendirir, bir kahve içer, efkarın geçmesin umardım. Ne efkar geçip giderdi, nede yeni bir umut belirirdi. Sigara biter, zaman geçerdi. O zamanlar anlardım neden yollara vurduğumu kendimi. Bir umut aramak için ruhum, histeri nöbetine kapılmış gibi çırpınıp dururdu. Sıkılırdım otururken, sigarayı hızlı hızlı içip, hesabı öder, dönerdim ellerim boş bir şekilde. Eve girdiğim gibi yatağa uzanıp uyumayı dilerdim. Ne mümkün? Karabasanlar gibi üzerime çökerdi düşünceler. Düşüncelerden kurtulmak için sayı sayardım. Günü aydınlattığımı bilirim belki bininci kez bine kadar sayarken.
İşte böyle zamanlarda soluma yatıp, masayı kurar, tartışırdım zihnimde.
“Güzel günlerin ardından” diye başlardı kötü günleri anmaya. Güzel günler hangileri hako, kuzen. Söyleyin abi hangileri? Dido, hamsi söyleyin ya. Güzel gün değildi hiç biri hako. Değildi… Toplanmışız 10 küsür kişi, elde avuçta yok. Hani hatırlarsın o mavi evde. Böyle olmaz abi çıkalım dışarı bu kadar adamız. Elbet birilerini görürüz, doyururuz karnımızı demiştin. Nasılda hışımla çıkmıştık dışarı, sefere çıkar gibi. Yarım saat içinde de ceplerimiz dolup taşmıştı. 45 dakika sonra çay sigara yapıyorduk. Güzel günler dimi dido? Sikerim böyle güzel günü. Kim kandırdı, kim uyuttu bizi bu bedbaht günlerin güzelliğiyle. Velhasıl aşıkta olduk o aldatmacanın eşiğinde. Şimdi hepimiz kırık dökük dolaşıyoruz. Ne kadar da yalnız ne kadar da biz bize. Öyle zamanlarda aşık olduk ve böyle zamanlarda yazık. Ne maltepe de şarap içtiğim kız. Ne elmacık kemiğine, sarı kahkülüne yürek yaktığım kız. Ne pinokyo olduğum, ne sesine tutulduğum, ne de kedi gözlü ayazağa kızı. Hepsi gitti, ayıldılar ve gittiler.
Söyle şimdi kuzen, “bu aldatmacanın dibinde, ne kendine güven ne derdine” doğru söyle.
Biz içtik onlar gittiler.
OKAN GÜLLER
GÖÇ VE MAHAL
Bu benim düz koşu rezilliğimdir. Usulen açık beyanımdır. Af buyur. Kült sayılamayacak dizgi sarmalında tüm dna zincirimi kırmış bulunmaktayım. Aslında bu bir deli cesareti ve ben bunu istemsizce, hasıl olamadan, serbest çağrışıma uğranmış tüm şarkılardan esinlenerek an ile anı'yı karıştırdığım bir hal ekinde yaptım. Sevgi eylemini, sokağa taşımış devrimci bir kalabalık gibi içimde hissederken; kıskançlıktan çatlamış tüm devlet liderlerinin histerisinde buldum kendimi. Altı pas içiden topu taça atan forvet beceriksizliği içerisinde hissediyorum. Müslüm baba'nın da dediği gibi son pişmanlık neye yarar. Pişmanlık şehrin rezarvuarları, pişmanlık ucu açık cümle eşiği, pişmanlık istanbul'un boğazına oturmuş son gemi. İnsan anıları acılaştırıyor. acılar ülkeler coğrafyasında küçük bir ülkenin ondan küçük bir şehrinde daha da küçük bir semtine sicimle yağıyor. Yağıyor ya yağıyor işte, insanın orasına burasına dolu taneleri çarpıyor. İçi morarıyor insan evladının. Eski defterlerin arasına sıkışmış utanma duygusu, zamanı gelince hatırlansın diye bırakılmış not kağıtlarına benzedi. göz çevresindeki kırışıklıklar ağır hasarlı raporu. bunlar hep kullanıcı hatası. gece derbentlerinde gözü kapalı koşan at'ın ayağının kırılması. hepi topu kaybolmuşluk bunlar, iç sıkışması. Odaya tünemiş hüznün hoyratlığı, yokluğunun ağarttığı 4 duvarda ten rengi. düz ayak kahır, demlendi mektup oldu. mektuplar metruk şiir. ben bir ceviz ağacıyım ister inan ister inanma günahlarımı taşladım infilak etmek üzereyim. sarıya infial; griyle doğdum, kırmıza soluyorum. soluk soluğa yıldız saymak kadar yorucu beklemenin uzun yolculuğu. Umut nietzsche aforması. cümleler yek meskun mahal. hak ettiğim kadar yalnızım, beynimde ohal. yeminlerim 18 yaşında bile değil, kaç paragraf arasına sığarım kim bilir. itirafname ile düz koşum, hoşnut kalınmayan geçmişin salt öznesidir. tarihin keskin bıçak darbelerine satır satır iz düşerken göz kapaklarıma gömdüm affedilmeyi. sadece iyi bir dilek: hoş kal. KULAKKURDU
kolaj: tuba tuuba
ESKİŞEHİR - İSTANBUL eski açık deplasmanı
uzaktan davulun sesine düpedüz koşmuşluğum vardır. dikey düşmüşlüğüm, yerden yükselmişliğim, çok sevip kendimden geçmişliğim... bilhassa mavi olduğum külliyen yalandır. daha çok sarı lacivertim, öyle romantik değil fenerbahçeliyim. tüm bunlara rağmen seni sevebilirim. inanmasanda seni inandırmak için 40 takla atıp yere düşmeden yalan söyleyebilirim. saatte 40 km hızla giden arabadan daha çok neye güvenebilirsin? çarpsa ölmezsin, çarpsan öldürmezsin. insan bu neye tapacağını bilmiyor. bir kez inandığında ona, sanki kendine güvenirmiş gibi güveniyor. meraktan değil bu seferki onu diyorum.
sen bana bakma uzun yol yapan yolcu bıkmışlığında sevdiğini geri bırakmış aşık melankolyasında iki şehrin arasına sıkışmış bir kalbe somon ve bal sığdırmış aç gözlü boz ayı iştahında konuşuyorum. konuştukça denize dökülüyorum. içinden çıkamayınca karaya vuran balina gibi kıvranıyorum. götüm götüm bir yalan daha bir yalan daha bir yalan daha bir sigara daha! bak ben hiç gülmüyor muyum? allah aşkına sen hiç gülüyor musun? insan hiç son dinlediği müziği unutur mu? “sen hiç şiir okumamışsın” repliği aklıma gelir ben sana şarkı söylerim. odamıza astığımız fenerbahçe bayrağı altında her eylemden bir fotoğrafımıza içeriz onun bunun arkasından konuşur tüm hükümetlere söveriz. olmadı bizde böyle severiz.
Birgün ölürsek arkamızdan iyi konuşmasınlar diye diyorum. yanlış anlama tamamen meraktan.
kulakkurdu